TÜRKİYE – AB GÜMRÜK BİRLİĞİ VE BİR HATIRLATMA: 1838 OSMANLI – İNGİLİZ TİCARET ANLAŞMASI VE SONUÇLARI. GENEL: Mütareke’nin acı günlerinde, bir çok yurtsever kişinin, ülkenin parçalanmasının önlenmesi ve toprak bütünlüğünün korunması için buldukları yegane yol, İngiliz ya da Amerikan mandası (himayeciliği) idi. Böylelikle, ülkenin ekonomisine, iç ve dış siyasetine, savunmasına yabancı bir ülke egemen olacaktı. Ama toprak bütünlüğü korunabilecekti. Ancak Atatürk, Tanzimat tipi böyle bir bağımsızlık anlayışına karşı çıktı. Milli Misak’ın 6’ncı maddesinde “Tam bağımsızlık” anlayışını açıkladı:(1) “Her devlet gibi bizim de gelişmemizi sağlarken, tam bir bağımsızlığa ve özgürlüğe sahip olmamız, yaşamımızın ve var olmamızın hareket noktasıdır. Bu nedenle, politika, adalet, maliye alanlarıyla öteki alanlarda gelişmemize engel kayıtlara karşıyız.” Kurtuluş Savaşı bu amaçla yapıldı. Lozan’da arazi kavgası yapılmadı. Tam bağımsızlık, özellikle de ekonomik bağımsızlık savaşı verildi. Yeni Cumhuriyet’in dış politikası da bu tam bağımsızlık anlayışına göre düzenlendi. Başta Rusya ve Yunanistan olmak üzere tüm ülkelerle güvenli dostluk ilişkiler kuruldu. Ne İngiltere ne de Rusya ile bağlayıcı bir ittifak yapılmadı. Atatürk, bloklar dışı, tarafsız barış politikası izledi. Bu bağımsız ve tarafsız barış politikası, bağımsız kalkınma olanağı getirdi. Atatürk’ün “Tam bağımsızlık ancak mali bağımsızlık ile gerçekleşebilir. Bir devletin maliyesi bağımsızlıktan yoksun olursa, o devletin yaşantısını sağlayan bütün bölümlerinde bağımsızlık felce uğramış demektir. Mali bağımsızlığın korunması için ilk şart bütçenin ekonomik bünye ile denk ve bünyeye uygun olmalıdır. Bu nedenle devletin bünyesini yaşatmak için, başka kaynaklara başvurmadan memleketin kendi gelir kaynaklarıyla yönetimi sağlayacak çare ve tedbirleri bulmak, gerekli ve mümkündür” (2) görüşleri 1938’e dek ödünsüz biçimde uygulandı. Devletçiliği öne çıkarırken, özel girişimciliğe yer veren, milli çıkarlara uyum gösteren,yabancı sermayeyi denetleyerek kabul eden ve adına “Karma ekonomi” denilen uygulama ile, Türkiye büyük bir atılım ve gelişme sağladı. Ne var ki mevsimsiz ve gereksiz İngiliz – Fransız – Türk Üçlü İttifakı ile Türkiye 1939’da önce askeri blok politikasına yöneldi. Bu politika, güvenlik getirmediği gibi, “Türkiye’yi eşit olmayan ekonomik ilişkiler sistemi”ne sürükledi. Bu doğrultuda 1959 yılına gelindiğinde zamanın hükümeti, Tanzimat Batıcılığı anlayışı içinde ve “Aman sonra yalnız kalırız” korkusuyla ve “Her ne koşulda olursa olsun girmek” düşüncesiyle Ortak Pazar’a katılmak için başvurdu. Türkiye, Lozan’ı imzalamasından 40 yıl sonra 1963’de, Ankara Antlaşmasını imzaladı. Lozan’da gümrük bağımsızlığı için en sert mücadele verilmişti. Ankara Antlaşması ile gümrüklerden ve dış ticaret korumalarından vazgeçildi. Lozan’da 1838 Ticaret Antlaşması’nın Türkiye’yi sömürgeleştirdiği ileri sürülerek, kapitülasyonların kaldırılması yolunda kıyasıya savaş yapılırken, 1963 anlaşması ile, 1838 Ticaret Antlaşmasına egemen olan ekonomik liberalizm öğretisi kabul edildi. (3) Türkiye 1963 Antlaşması’ndan sonra, bir an önce, Batı ailesi ile tam bütünleşmek için Kasım 1970’de Katma Protokol’ü imzaladı. Ancak Türkiye eşit koşullar altında Avrupa sanayi ürünleri ile rekabet edebilecek bir sanayi yapısına sahip değildi. Avrupa rekabetine açılmak Türk sanayi yapısının yok olması demekti. Nitekim 1995’e gelindiğinde AB malları Türkiye pazarında, diğer ülke mallarına karşı, belirgin bir biçimde imtiyaz üstünlüğüne sahip hale gelmişti. Ulusal sanayi büyük darbe almıştı. Ancak karar yetkisine sahip politikacılar, kimi üst düzey bürokratlar, büyük sermaye örgütleri ve bu kesimin sözcülüğünü yapan akademisyenler, Gümrük Birliği’nin yararları üzerinde çok konuştular ve kamuoyunu tam anlamıyla uyuttular.(4) Bu koşullarda Avrupalılar, çekinerek, Gümrük Birliği Protokolü’nü Türkiye’nin önüne koydular. Zira Protokol son derece olumsuz koşullar taşıyordu. Türkiye protokolü Avrupalıları bile şaşırtan bir istekle ve hiç tartışmadan imzaladı.(5) Gümrük Birliği Protokolü ile Türkiye ekonomik, siyasal ve hükümranlık haklarını, üye olmadığı bir dış güce devretmeyi kabul ediyor ve kendisini Avrupa’nın bir yarı sömürgesi haline getiriyordu. 1 İşte bugün içinde bulunulan durum karşısında, Osmanlı Devleti’nin 16 Ağustos 1838 tarihinde İngiltere ile imzaladığı ticaret antlaşmasını (Balta Limanı Ticaret Antlaşması) bir daha hatırlamakta yarar olduğu kıymetlendirilmektedir. 1838 BALTA LİMANI TİCARET ANTLAŞMASI. Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı arasında köprü durumunda olan coğrafi mevkii, sahip olduğu hammadde kaynakları ve geniş pazar olanağı, Türkiye’yi yalnız ekonomik planda değil, politik ve askeri planda da Avrupa’nın baş hedefi yapmaktaydı. II’nci Mahmut’un kapitalist gelişme yolunu açacak reformlara giriştiği dönemde dahi Türkiye, Avrupa devletlerinin ağır baskıları altındaydı:(6) Yeniçeriliğin kaldırılmasından hemen sonra İngiliz, Fransız ve Rus donanması Navarin’de Türk donanmasını yok ediyor (1827), Balkanlar’dan inen Rus ordusu Edirne’yi alıyor ve İstanbul’a doğru ilerliyor (1829), Mısırlı Mehmet Ali Paşa, Kütahya’yı ele geçiriyordu. Bunun üzerine Sultan II’nci Mahmut Rus ordusunun ve donanmasının yardımını istiyordu. 1833’de imzalanan Hünkar İskelesi Anlaşması ile devlet Rus himayesine giriyordu. Kendi çıkarları açısından telaşlanan İngiltere, Mehmet Ali Paşa ve Rusya tehlikelerine karşı Sultan’ı destekliyor ve bu hizmetlerine karşılık, İmparatorluğu açık Pazar yapan İngiliz Ticaret Antlaşmasını elde ediyordu. Tam ismi, “Osmanlı Hükümeti Tarafından Büyük Britanya’ya Bahşedilmiş Kapitülasyonlara Ek Olarak ve İki Ülke Arsındaki Ticaret ve Gemi Seferleri İle İlgili Olarak Kapitülasyonlarda Mevcut Bulunan Bazı Kayıt ve Şartları Düzenleyen ve Değiştiren Sözleşme” olan ve İngiliz Dışişleri Bakanı Palmerston’un “Capo d’Opera” (Şaheser) diye selamladığı antlaşma, Osmanlı İmparatorluğu’nu serbest ticarete en iyi biçimde açmaktadır. Nitekim1849’da Palmerston, “Ticarette Osmanlı devleti, bütün öteki devletlerden çok serbest müsaadelerde bulunmaktadır.” diye bizi övecektir. (7) Gerçi daha önce de yabancılar, kapitülasyonlardan yararlanmaktaydılar. Avrupalılar vergi ödemezlerdi. Bununla birlikte Osmanlı İmparatorluğu serbest ticarete önemli kayıtlar getirmişti. İç ticaret Osmanlı tabasına aitti. Yabancı tüccar iç ticarete girip yerlilerle rekabet edemezdi. Bir çok malın alım-satımı, bir ruhsat bedeli karşılığında belli kişilerin tekeline verilmişti. Üretici malını ruhsat sahibi bu kişilere satmak zorundaydı. “Yed-i Vahit” (tekel) denilen bu usul, yalnız hububat vb. gibi iç ürünlere değil, ithal mallarına da uygulanmaktaydı. Örneğin kahve ithal edenler, mallarını tekel sahibine satmakla yükümlüydüler. Mısır’da Mehmet Ali Paşa, bu yed-i vahit usulünü dış ticareti devletleştirmek yolunda kullanmış, bu sayede elde ettiği gelirden, güçlü bir ordu ve sanayi kurma yolunda geniş ölçüde yararlanmıştı. Bu tekel durumu İngiliz tüccarlarını rahatsız ediyordu. Bundan başka iç ticaretten geniş ve çeşitli vergiler alınmaktaydı. Emtianın bir şehirden ötekine nakli, ruhsat tezkeresi gerektirmekteydi. Bu uygulamaların amacı, yüksek gümrük duvarlarıyla ileri kapitalist ülkelerden Osmanlı iç pazarını korumaktı. Oysa 1838 Antlaşması ile, dışa karşı korunma tedbirleri kaldırılmış, ülke Avrupa’nın açık pazarı yapılmıştır. Anlaşmanın belli başlı hükümleri aşağıda özetlenmektedir: • Anlaşma Osmanlı İmparatorluğu’nun bütününde uygulanacaktır. (Mısır’ın kapitalist gelişmesinde stratejik rol oynayan dış ticaret tekeli bu anlaşmaya dayanılarak yıkılmıştır.) • Anlaşma hükümlerinden öteki bütün devletler de yararlanabileceklerdir. (8) • Gerek iç, gerek dış ticaret amacıyla, İngiliz tüccarları, ortakları ve adamları memleketin her tarafında her çeşit emtiayı “bilaistisna” alıp satabileceklerdir. • Yed-i vahit usulü tamamen terk olunacaktır. • Emtia alımı ve nakli için tezkere istenmeyecektir. Tezkere isteyen vezirler ve memurlar, devletçe şiddetle takip olunacaklar ve İngiliz tüccarların bu yüzden uğrayacakları zararları devlet tarafından tazmin edilecektir. 2 • İngiliz tüccarı, ortakları ve adamları, iç ticarette en imtiyazlı yerli tüccardan daha fazla vergi ödemeyeceklerdir. • İngiliz tüccarı memleketten mal götürürken, Osmanlıların ödedikleri vergilerin yerini tutmak üzere yüzde 9 resim ve yüzde 3 ihraç vergisi ödeyecek, dışardan getirdiği mal için ise yüzde 3 gümrük resmine tabi olacaktır. • İthalatta yalnız yüzde 3 ithal resmi ödenecektir. Ayrıca yüzde 2 oranında ek vergi alınacaktır. Bunun dışında ithal malları, memleketin her tarafına vergisiz gidecek, bir yerden öbür yere tekrar tekrar götürülüp getirilse dahi vergi ödenmeyecektir. (Buna göre bir Osmanlı tüccarı içerdeki bir yerden öbür yere götürüp satacağı emtia için yüzde 12 vergi öderken, yabancı tüccar, ortakları ve adamları yüzde 5 vergi vereceklerdir. ) • İngiliz tüccarları, adamları ve ortakları yalnız İngiliz mallarını değil, dış ülkelerden gelmiş her türlü emtiayı ülkenin her yerinde serbestçe alıp satabilecektir. • Yabancı emtia Boğazlar’dan serbestçe geçecek, Osmanlı limanlarında bir gemiden ötekine aktarma edilebilecek, transit geçiş serbest olacak, bu muamelelerden ayrıca hiçbir resim alınmayacaktır. Görüldüğü gibi 1838 Anlaşması gerçekten “Capo d’Opera”dır. Türkiye artık 1929 yılına kadar, gümrük özgürlüğüne sahip olamayacaktır. 1838 TİCARET ANTLAŞMASININ SONUÇLARI: 1.1838 Antlaşması’nın hemen arkasından, kurulan bu açık pazar düzeninin gerekli duyduğu idari, mali vb. reformların yapılabilmesi için, İngiltere’nin empoze etmesiyle, 1839’da Tanzimat Fermanı ilan edildi. Açık Pazar şartlarında,can ve mal güvenliğinin sağlanması, idarede ve vergi sisteminde reformlara girişilmesi, toprak sisteminin ıslahı gibi hususları kapsayan bu reformlar, esas bakımından, Batı kapitalizminin çıkarlarına hizmet etmekten ve Türkiye’yi sömürgeleştirmekten başka bir sonuç vermemiştir. 2. Antlaşmanın imzalanmasıyla birlikte, dış ticaret, özellikle de İngiltere ile olan dış ticaret hızla, Osmanlı Devleti aleyhine açık vermeye başladı. 1840 yılında 527.708 milyon İngiliz Lirası olan İthalat, 1853 yılında, 4.3 milyar İngiliz Lirasına çıktı. 10 seneden biraz fazla bir sürede ithalatta 10 misline yakın bir artış meydana gelmişti. İthalattaki bu artış yerli sanayii yıktı. 1812’de Tırnova’da 2.000 müslin tezgahı varken, 1841’de bunların ancak200’ü kalmıştı.1835’de Selanik’te 28 ipek dokuma tezgahı vardı. 5 yıl sonra kalan tezgah sayısı 18 idi. İngiliz pamuklularının, yünlülerinin, ipeklilerinin ülkeye girişiyle, yerli üretim düştü. 1830’larda, Bursa’da 25 bin okka ipek işleyen bin kadar tezgah varken, 1847’de ancak 4 bin okka ipek işleyebilen 75 tezgah kalmıştı.(9) 1868’de, “Islah-ı Sanayi Komisyonu” hazırladığı mazbatasında, “30-40 yıl içinde, İstanbul’da, Üsküdar’daki kumaşçı tezgahlarının 2.750’den 25’e, kemhacı tezgahlarının 350’den 4’e, çatma yastıkçıları tezgahlarının 60’dan 8’e indiğini” belirtiyordu.(10) İngiltere’den yapılan bıçak ithalatı, 1820’den 1850’ye kadar geçen otuz yılda, yedi katına çıktı ve bıçakçılık çöktü. Deri sanayi de benzer şekilde ortadan kalktı. Yine 1820’lerde Anadolu’da tam kapasite ile işletilen 82 maden ocağı varken, 1850’lerde işletmeye açık 14 ocak kalmıştı.(11) Antlaşmadan önce, Türkiye, İngiltere’de kullanılan ham ipeğin yarısını sağlıyordu. Ancak Çin limanlarının açılması ve İngiltere’nin Mısır’ı işgal etmesi ile birlikte, Osmanlı Devleti, ham ipek ihracatında 4’ncü sıraya düştü. 1855’de, İngiltere’nin koyun yünü ithal ettiği ülkeler arasında Türkiye 16’ncı sıradadır. Türkiye’nin İngiltere’ye sattığı ihraç malları arasında ise, moher, tiftik ve deve tüyü artık yoktur. Türk kuru üzümü 1825’de İngiltere’nin yaptığı ithalatta birinci sırayı 3 tutarken,1855’de onuncu sıraya düşmüştü.(12) Görüldüğü gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nun dış ticareti, kendi yerli sanayini, tarım ve hayvancılığını yıkıp atmıştı. 3. İhracatın dış ticaret açığını dengeleyememesi, giderek mali bir açmazı getirdi. II’nci Mahmut döneminde yapılan sürekli devalüasyonlarla, bir düka altını 1823’de 15.25 kuruş iken, 1838’de 35 kuruşa çıktı. Mali bunalım 1840’da iyice derinleşince, Osmanlı Hazinesi aynı yıl çıkardığı tahvilleri Londra’daki bir bankaya satarak, ilk dış borçlanmayı gerçekleştirdi.(13) Avrupa artık Osmanlı İmparatorluğu’na sadece mal satmakla yetinmemeye, sermaye yatırımı (borç vererek) ile de Osmanlı maliyesini denetim altına almaya başladı. Kırım Savaşı ile birlikte yabancı sermaye ülkeye akacak, devamında, yirmi yıl gibi kısa bir sürenin sonunda devlet iflas edecekti. 4. Osmanlı Eyaleti olan Mısır da, Ticaret Antlaşması’nın kurbanı oldu. Vali Mehmet Ali Paşa, dış ticareti devletleştirmiş ve buradan elde ettiği gelirle ve devlet eliyle, 1816’dan başlayarak hızlı bir sanayileşmeye girişmişti, Fabrika binalarını devlet inşa etmekte, bütün yatırımları yapmakta ve fabrikaların imalatını yine devlet satmaktaydı. Bu iş yerlerinde 70 bin işçi çalışıyordu. İngiliz donanmasının tehditi altında 1838 Ticaret Antlaşmasını kabul eden Mısır’da, 1878 yılına gelindiğinde, sanayide çalışan işçi sayısı 70 binden 35 bine düşmüştü. Çöküşün sebebi, Avrupa’ya yüzde bir gümrük vergisiyle pamuk ihracı, dışarıdan ise yüzde sekiz vergiyle kumaş ithaliydi. Bu nedenle pamuk üretimi gerileyince, köylülerin çoğu topraklarını kaybettiler. 1907 yılına gelindiğinde, tarımdaki faal nüfusun yüzde 36.6’sı topraksız tarım işçisiydi.(14) 5. Yabancılar devletin iç işlerinde onay makamı haline geldiler. Osmanlı devlet adamları, iktidara geçmek için elçiliklere sığınmayı tek çıkar yol olarak gördüler. Yabancı müdahalesi sonucu, Abdülmecit, 22 yıl süren saltanatı süresince 22 defa sadrazam değiştirmek zorunda kaldı.(15) 6. Devlet kademeleri yabancı uzmanlarla doldu. 1838’de kurulan “Ziraat ve Ticaret Meclisi”nin müsteşarı bir İngiliz idi. Ekonominin durumunun düzeltilmesi ve yönetilmesi ile görevli “Meclis-i Maliye”de üç yabancı delege oy sahibiydi.(16) 7. Ordunun ıslahı düşüncesiyle, donanma İngiliz Amirali Limpus’a, Jandarma Fransız Generali Bauman’a, Ordu ise Alman yönetimine teslim edildi. Islah Heyeti ile gelen ve uzun yıllar kalan General von Der Goltz (Golç Paşa), Alman Feldmareşali Walderze’ye gönderdiği mektupta, ülkesinin yardım maskesi altında gizlenen asıl niyetini açıklamaktaydı: “…Öte yandan bu askerler (300 bin kişilik Redif kuvveti) üzerinde doğrudan doğruya nüfuzumu kullanarak, Osmanlı ordusunun idaresini, evvelkinden ziyade ve artık elimizden bir daha hiç alınmayacak biçimde ele geçirebileceğiz.” (17) 8. Tanzimat Batıcılığı, Batı’nın yaşayış tarzını da memlekete soktu. Abdülmecit döneminde lüks ve israf görülmemiş şekilde arttı. Padişah saraylar yaptırmakta, inşa ettirdiği köşkleri ve yalıları nazırlarına ihsan etmekteydi. 1840’larda İstanbul’a 11.5 milyar kuruş değerinde mal gelmekteydi. Ancak İstanbul’dan yapılan ihracat 274 milyon kuruştan ibarettir.(18) 9. Bu oluşum, halk kitlelerinin günümüze kadar ulaşan tepkilerine yol açtı. İthal kültürü ve bunun ekonomik fonksiyonunu sevmeyen halk, Batı tarzı yaşamı ve yaşayanları gavurlukla niteledi. Halk ancak öteki dünyada kavuşmayı hayal edebileceği bir mutluluğun tek ümit kaynağı olarak şuursuzca dinine sarıldı. 10. 1839’da kaldırılan iltizam usulüne, 1841’de tekrar dönüldü. Mültezimler, mahsulü daha ucuza almak için, mahsulü tarladan almayı geciktirince, köylü büyük kayıplara uğradı. Toprak 4 giderek mültezim ve ortağı tefecilerin eline geçmeye başladı.Bunun sonucunda, toprak düzeninin temeli olan tımar sistemi çöktü. 11. Kırım Savaşı’nın çıkmasıyla birlikte, İngiltere ve Fransa, Osmanlı İmparatorluğu’nun yanında savaşa katılarak, Osmanlı ülkesinin fiilen hamisi durumuna geldiler. Savaşın bahanesi olan “Kutsal Yerler Meselesi”ni çözümleyecek reformların yapılmasını dayattılar ve reformların uygulanmasında Avrupalı devletlerin kefil gösterilmesini istediler. Bu dayatma ve istekler doğrultusunda, Osmanlı İmparatorluğu’nda kurulacak olan sömürü düzeninin üzerine oturacağı Islahat Fermanı 18 Şubat 1856’da yayımlandı. Ferman’ın üçte ikisi azınlıkların imtiyazlarına, geri kalan kısmı da, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki yabancıların imtiyazlarına ayrılmıştı. Ferman metni, Paris Barış Konferansı için toplanmış olan ülkelere gönderildi. Ferman metni, yarattığı “olumlu etki” nedeniyle imzalanan Paris Barış Antlaşması’na dahil edildi. Antlaşmanın 10’ncu maddesi, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa Devletler Topluluğu’na kabul edildiğini” belirtiyordu. Ticaret antlaşmasının imzalanmasından 17 yıl sonra “Avrupalı” olmuştuk. Artık sıra, Avrupalı devletlerin istedikleri reformların arka arkaya yapılmasındaydı. Ancak yapılan reformlar, İngiliz ve Fransızların 1860’da Lübnan’ı işgal etmelerine, Avusturya’nın 1875’de Bosna-Hersek’i ilhak etmesine, Avrupalı devletlerin baskısı ile, Girit’in 1887’de özerklik kazanmasına, 93 Harbi’nde Rusların Yeşilköy önlerine gelene kadar Avrupalıların kıllarını bile kıpırdatmamalarına mani olamadı. 12. Osmanlı Devleti, gerek ticaret antlaşması sonrasında, gerekse Kırım Harbi nedeniyle hızla dış ticaret açığı vermeye, açık oranında da borçlanmaya başladı. Aradaki fark başka bir kaynak bulunamadığından, borçla kapatılmaya başlandı. Avrupalı borç vermeye hazırdı. Devlet, Kırım Savaşı sürerken ilk borcunu İngiltere’den aldı. (1854) Ancak giderek artan dış ticaret ve bütçe açıkları nedeniyle, Devlet 1854-1874 arasındaki yirmi yılda 15 kez dış borç aldı. 238.7 milyon Osmanlı lirası borçlandı Ancak ele geçen 127.1 milyon Osmanlı lirasıydı. Alınan borçların yatırımlarda kullanılmaması, borçların ana para ve ağır faiz geri ödemeleri, Osmanlı Devleti’ni içinden çıkamayacağı bir dış borç batağına sürükledi. Alınan ilk borçtan 20 yıl sonra devlet iflas etti. Bunun sonucunda, 1881 yılında, 7 ülkeden oluşan Düyun-u Umumiye İdaresi kuruldu. Ödenemeyen borçlara karşılık ülkenin tüm gelirleri ve doğal kaynaklarına el konuldu. Lozan’da bu borçları üstlendik. Son Osmanlı borcunu 1954’de ödedik. Borç sarmalından tam 100 yıl sonra kurtulabilmiştik. 13. 1858’de çıkarılan “Arazi Nizamnamesi” ile, miri (devlet) toprağın özel mülkiyete girmesi kolaylaştı. Timar sistemi daha önceden ortadan kalkmış olduğundan,bu topraklar tasarruf sahibine tapu ile bağlanmakta, özel mülkiyet hakkı kanuni teminata bağlanmaktaydı. 1880 tarihli bir diğer fermanla da, devlet toprakları özel çiftlik olarak satılmaya başlandı. Çıkarılan bu kanunlarla, derebeyliği perçinlendi. 1913 yılına gelindiğinde, nüfusun yüzde 5’ini bulan derebeyi ve ağanın elinde, ekilebilir toprağın yüzde 65’i bulunuyordu. Üretim hızş,la düştü. Köylü topraksız kalmıştı. Buğday ve pirinç gibi ürünler dışarıdan alınıp şehirlerin ihtiyaçları karşılanmaya çalışıldı. Ancak yoksul Anadolu’da kıtlıktan dolayı binlerce kişi öldü. Kıtlık 1874’de Bütün Ankara, Kırşehir, Yozgat, Çankırı ve Sivas’ı sardı. Ankara’dan gelen ve Basiret Gazetesi’nde yayımlanan bir telgrafta, “Burada günde 1500-2000 nüfus dökülüp gidiyor. Açlıktan nisvan ve sübyanın (kadınların ve küçük çocukların) feryatları tahammül edilmez vaziyettedir” denilmekteydi. Kırşehir’den gönderilen ve 15 Mayıs’ta yayımlanan bir mektupta aynı kıtlıktan söz edilmektedir. 24 Mayıs’ta gelen bir haberde ise, “Köylünün ölmüş hayvanat laşesi, ağaç kabuğu ve ayrık tabir edilen ot kökü yediği” anlatılmaktadır.(19) 14. Yabancılara toprak mülkiyeti hakkı tanıyan, “Tebaa-i Ecnebiyenin Emlake Mutasarrıf Olmaları Hakkında Kanun”, 18 Haziran 1867’de çıkarıldı. Arkasından, Avrupalı devletlerin baskısı ile 9 Haziran 1868’de ek bir protokol ve 1869 Arazi Nizamnamesi ile, yabancı uyruklulara ek imtiyazlar sağlandı. Yabancılar yerli aracıları kullanarak geniş arazilere sahip oldular. Köylü ırgatlaştı. Bunun yanında denizaşırı ülkelerden düşük maliyetli buğday Avrupa’ya 5 akmaya başladı. Fransa, Almanya gibi ülkeler “çiftçilerini korumak” için gümrük duvarlarını iyice yükseltirken, kapitülasyon rejimi altındaki Osmanlı İmparatorluğu, çiftçisini koruma hakkına sahip olmadığından, ülkede tarım üretimi gelişemedi. Türkiye buğday ithal eden ülke haline geldi.(20) 15. Tütün tekeli, 30 yıl süre ile, Düyun-u Umumiye İdaresi tarafından, Alman ve Avusturya bankalarının kurdukları, kısaca “Reji” denilen, “Müşterekülmenfaa İnhisar-ı Duhan-ı Aliye-i Osmaniye” adlı şirkete bırakıldı.Tütün, bu şirketin tespit ettiği fiyatla, Reji tarafından alınacak ve satılacaktı. Böylelikle Osmanlı tütün tüccarları ve tütün ekicileri açıkta kaldı. Reji daima alış fiyatını düşük tuttu, satış fiyatını ise sürekli arttırdı. 1885-1886 yılında tütün alış fiyatı 7.6 kuruş, satış fiyatı 26.1 kuruştu.1912-1913 yılına gelindiğinde ise, alış fiyatı 10.3 kuruş iken, satış fiyatı 35.03 kuruş olmuştu.(21) Bu fark doğal olarak tütün kaçakçılığını körükledi. Düyun-u Umumiye İdaresi’nin baskısıyla, Hükümet bir kanun çıkardı. Kanuna göre, Reji özel bir jandarma gücü kurabilecekti. Reji kolcuları ile, kaçakçılar arasında çıkan çatışmalarda, binlerce Anadolu insanı öldürüldü. Abdülhamit idaresi bu reji işine son vermeyi düşündü. Ancak imtiyaz süresi henüz dolmadığından, buna cesaret edemedi. 1913 yılına gelindiğinde imtiyaz süresi dolmak üzereydi. İktidara gelen İttihat ve Terakki Partisi, Balkan Savaşı’nın yenilgisini bir ölçüde telafi etmek için Edirne’yi geri almaya kararlıydı Ancak para yoktu. Para reji imtiyazının 15 yıl daha uzatılması şartıyla bulunabildi. Bu jandarmalı reji idaresi ancak Cumhuriyet idaresi altında kaldırılabildi. Yabancı tekel yerine, devlet tekeli kuruldu. 16. Avrupalı devletlere, içişlerimize müdahale yetkisi veren reformların güttüğü amaç, Hıristiyanları imtiyazlı tebaa haline sokmaktı. İmparatorluğun en ücra köşelerinde bile yüzlerce konsolosluk açılarak, bunların durumu güçlendirildi. Konsolosların çoğu Ermeni ve Rum’du. Bu nedenle Ermeni ve Rum kolonileri, Anadolu şehirlerine yerleşip güçlendiler. Bulundukları bölgenin ticari faaliyetlerini ele geçirdiler. “Ankara’da bütün dükkanlar Hıristiyanların elindedir ve bu yüzden, bu Müslüman şehrinde Pazar günü aradığın hiçbir şeyi bulmak mümkün değildir.”(22) Ege kıyı şeridindeki verimli topraklar Hıristiyan tebaanın eline geçmeye başladı. Rum köylüleri yavaş yavaş içerilere ilerlerken, Türkler sürekli bir biçimde yerlerini onlara bıraktılar. İzmir çevresi silme Rum doldu. 17. Kurtuluş Savaşı’nın sonuna kadar, azınlıklar ülkenin belli başlı gelir kaynaklarını ellerinde tuttular. 1914 yılında, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yatırılmış olan sermayenin yüzde 85’i, İstanbul’daki esham ve kambiyo borsasındaki alıcı simsarların yüzde 95’i gayri Müslim’di.(23) 18. 1839-1867 döneminde Fransızlara ait 19, 1867-1895 arasında Amerikalılara ait 435, 1867-1914 yılları arasında, Avusturyalılara, Almanlara ve İngilizlere ait yüzlerce yabancı okul açıldı. Bu okullarda, çoğu Ermeni ve Rum olmak üzere 40 binin üzerinde öğrenci okuyordu.(24) Bu örgütlenmenin sonucu, Ermeni ve Rumlar, devlet kademelerinin en üstlerine kadar çıktılar. Bakanlık görevlerinde bulundular. Yetkilerini yabancı ülkelerin hizmetinde kullanarak tam bir ihanet örneği sergilediler. Trablusgarb Savaşı’ndan sonra, İtalya ile bir anlaşmaya varılmak üzere çalışıldığı sırada, Hariciye Nazırı Noradongiyan Efendi’nin, İtalyanlara, “Durumumuz fenadır. Ne isterseniz vermeye mecburuz. Fırsatı kaçırmayın, istediklerinizde ısrar edin.” tavsiyesinde bulunması ibret vericidir.(25) 19. Tanzimat ve devamında, yabancıların elinde, Türk Milleti aleyhine bir yönetici zümresi ortaya çıktı. Bu bürokrasinin fonksiyonu, ülkeyi Avrupa sermaye gruplarının çıkarları doğrultusunda yönetmekti. Bu sınıf, en büyük gelişimini II’nci Abdülhamit döneminde buldu. Büyük teşebbüslere girmek isteyen yerli sermayeye engel oldu. Anonim şirketlerin kuruluşu bile, “Padişah’a karşı toplantı yeri olan bir dernek” diye gösterilerek yasak edildi. Abdülhamit’in uzun süren saltanatı döneminde tek bir yerli şirket kurulamadı.(26) 6 20. 1914 yılına gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu, artık emperyalizmin paylaşmak için peşinde koştuğu yarı sömürge bir ülke olmuştu. Almanya’nın kapitalist bir devlet olarak yükselmesi ve dünya pazarlarından pay kapmak için gösterdiği yoğun çabalar, Fransa ve İngiltere’yi birbirine yaklaştırdı. Osmanlı Devleti Almanya’nın yanında girdiği savaştan yenik çıktı ve Sevr Antlaşması ile tarihten silindi. Ekonomik ve siyasal vesayet, ancak Kurtuluş Savaşı ile ortadan kaldırılabilecektir. SONUÇ. 1838 Antlaşması, ekonomik bağımsızlığın elde edildiği 1929 yılına kadar sürmüş, dış borç tuzağından kurtulmak ise daha uzun zaman (1954) almıştır. Osmanlı İmparatorluğu, Ticaret Antlaşması ve devamındaki uygulamalara (reformlara) rağmen, Avrupa ailesine giremedi. Sanayi, tarımı ve ticareti yok oldu. Çok kısa bir süre içinde iflasa sürüklendi, sürekli toprak kaybetti, parçalandı ve yok oldu. Bugün de, 1838 Ticaret Antlaşması uygulama sonuçlarıyla, Ankara ve Gümrük Birliği Antlaşmaları’nın imzalanmasından sonra ortaya çıkan durum arasında önemli benzerliklerin olduğu görülmektedir. AB’nin dayatmasıyla hayata geçirilen/geçirilmeye çalışılan uygulamalar, Türkiye’yi, geçmişte olduğu gibi yine yıkıma götürmektedir. Türkiye’nin, Balta Limanı’nı, Tanzimat ve Islahat Fermanları’nı çok iyi bilmesi ve geçmişten ders alması gerekiyor. Zira tarih tekerrür etmeye başlamıştır. Tayfun UZUN [email protected] KAYNAKÇA ve NOTLAR: 1. Milli Kurtuluş Tarihi, Cilt-IV, Doğan AVCIOĞLU, Tekin Yayınevi, 1978, İSTANBUL. 2. ATATÜRK’ün 1 Mart 1922’de Meclis’i açış konuşmasından. 3. Milli Kurtuluş Tarihi…age. 4.Türkiye Üzerine Notlar, Metin AYDOĞAN,Umay Yayınları, Temmuz 2005, İSTANBUL. 5. Avrupalılar, bu denli ağır ve tek yanlı antlaşmayı Türkiye’ye bu denli kolay kabul ettirmenin şaşkınlığına uğradılar..Şaşkınlıklarını açık ve net olarak belirttiler: Fransa’nın Ankara eski Büyükelçisi Eric Routeau: “Türkiye büyük ödünler verdiği çok haksız bir antlaşmaya imza attı. Bu antlaşma yeniden düzenlenmezse, Türkiye’nin ekonomisi açısından bir felaket olur. Avrupa bir Pazar istiyordu, isrediğini fazlasıyla elde etti.”(Türkiye Üzerine Notlar..age.) Avrupa Parlamentosu’nun Yunanlı üyesi Yannos Karranidiotis: “Gümrük Birliği ekonomi ve ticarette Türkiye’nin değil, Avrupa’nın yararına işleyecektir.”(Türkiye Üzerine Notlar..age.) 6. Türkiye’nin Düzeni, Doğan AVCIOĞLU, Tekin Yayınları, 1974, İSTANBUL. 7. Türkiye’nin Düzeni…age. 8. 1838 Antlaşması’nın bir eşini Fransızlar aynı yılın Kasım ayında Osmanlı Devletine imzalattılar. Fransa’yı; - 18 Mayıs 1839’da Löbek, Brem ve Hamburg şehirleri, - 02 Eylül 1839’da Sardunya, - 31 Ocak 1840’da İsveç ve Norveç, - 02 Mart 1840’da İspanya, - 14 Mart 1840’da Flemenk, (Hollanda) - 20 Nisan 1840’da Belçika, - 22 Ekim 1840’da Prusya, - 01 Mayıs 1841’de Danimarka, - 07 Haziran 1841’de Toskana izledi.(Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, İsmail CEM, Cem Yayınevi, Ocak 1977, İstanbul.) 9. Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye, Stefanos YERASİMOS, Gözlem Yayınları, Ocak 1977, İSTANBUL. 7 10.Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye…age. 11. Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye…age. 12. Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye…age. 13. IMF Kıskacında Türkiye, Yalçın DOĞAN, Toplum yayınevi, Haziran 1980, ANKARA 14. Türkiye’nin Düzeni…age 15. Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi…age. 16. Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi…age. 17. İsmet İNÖNÜ HATIRALARINDA,”Birinci Dünya Savaşı’nda ordumuza hakim olan Almanlar, eğer savaş kazanılmasaydı, bir daha geri dönmemek üzere gelmişlerdi” demektedir.(Hatıralar, İsmet İNÖNÜ, Yenigün Yayıncılık, Aralık 1999, Ankara) 18. Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi…age. 19. Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi…age. 20. Türkiye’nin Düzeni…age 21. Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye…age 22. Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye…age 23. Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye…age 24. Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye…age 25. Türkiye’nin Düzeni…age 26. Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye…age 8