teşekkür - İzmir Barosu

advertisement
TEŞEKKÜR
Av. Aydın ÖZCAN
İzmir Barosu Başkanı
Her yüzyılda olduğu gibi şiddet kol gezerken, ilmek ilmek
dokunurken emek, bir fabrikada isyan başladı. 1857 yılının 8
Martında, ABD’nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisinin daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında
başlattığı grev 129 kadın işçinin yanarak ölümüyle sonuçlandı.
Tüm dünyada o gün yanan kadınlar değildi sadece, insanlığın
kül oluşuydu utançla izlenen. Ne yazıktır ki son bulmuyor tarihin, kadın üzerindeki hiddeti. Bu nedenledir ki; 8 Mart,129
dokuma işçisi kadının yakılarak özgürlük mücadelesi meşalesinin tutuşturulduğu gündür. Kadınların insan hakları, eşitlik ve
özgürlük taleplerinin simge günüdür. Bu bülten vesilesiyle kadın hakları alanında mücadele eden tüm kadınları bir kez daha
anarak mücadelelerini saygıyla anıyoruz.
Çalışmaları ile bültene emek veren sevgili meslektaşlarım; Av. Ebru Puğ’a, Av. Irmak Koruculu’ya, Av. Gülce Mutoğlu Kılavuz’a, Av. Figen Özler Merder’e, Av. Meliha Yaman
Yurdugül’e, Av. Gökçe Çiçek Türkmen’e, Av. Rahile Horzum’a,
Av. Esin Aslan’a, Av. İbrahim Cengiz Damgacıoğlu’na, Av. Sibel
Bolevin’e, Av. Hasan Devrim’e, Kozan Hakimi Nurşen Öner
Arslan’a, Ogün Kayacan’a, değerli hocalarım; Doç.Dr.Leyla
Baysan Arabacı’ya, Öğretim Görevlisi Itır Bağdadi’ye, Öğre-
tim Elemanı Zeynep Türkyılmaz’a, bültene renk katan; Bahar
Yılmaz’a, Caroline David’e, Christine Perrin’e, Ayşe Meral’a,
yol arkadaşım Kadın Hakları Merkezinden sorumlu yönetim kurulu üyemiz Av.Nuriye Kadan’a, Merkez Koordinatörü
Av.Devrim Cengiz Aygün’e, Kadın Hakları Merkez çalışmalarında yer almış, destek vermiş tüm meslektaşlarıma sonsuz teşekkür ederim.
…
uykuluydu tezgahın karşısında gözleri
geceden beri avucunun içindeydi
oğlunun alnındaki ateşi
yukarıya bakarken dimdik iplikler
dayan diye
yamalı bir hayale daldı içi.
sarı,
beyaz,
mor…
bir fabrika dolusu umut dokunurdu.
Her sabah ilk tıkırtılarla birlikte,
gerçeğe soyunurdu.
1
BİR ÜLKENİN YARISI
AYAKLARINDAN TOPRAĞA ZİNCİRLENDİKÇE,
GERİ KALANI GÖKLERE YÜKSELEMEZ!
8 MART ‘‘İki farklı cinsten ,iki farklı insanız.Bu farklılık sadece bedenlerimizde, bunun dışında bir farklılığımız
yok. Aynı işte çalışıyoruz. Aynı işi yapıyoruz. İşimiz eşitse,
ücretimiz de eşit olmalı. İşimiz eşitse çalışma şartlarımız da
eşit olmalı’’ diyen New York’lu 40 bin dokuma işçisi kadının, 1857 yılının 8 Martında uzun çalışma süresine ve ağır
çalışma koşullarına başkaldırı gündür.
Bu başkaldırı ile greve başlayan kadın işçilerden
129’unun, fabrika binasında yanarak hayatını kaybetmesi ile
8 Mart kadın hakları mücadelesinin simgesi olarak tarihe
geçmiştir.
rakmıştır. Bu yönü ile yaşanılan bir yıl kadına yönelik şiddet
ve cinayetlerde utanç yılıdır.
Dünyada olduğu gibi ülkemizde de yoksulluk, eşitsizlik ve sosyal adaletsizlik kadınları erkeklerden daha çok
etkilemektedir. Dünya Ekonomik Forumu tarafından hazırlanan Cinsiyet Eşitliği Raporu›nda, Türkiye, kadın erkek
eşitliğinde 142 ülke arasında Tunus (123) ve Bahreyn’in
(124) ardından 125. sırada yer alıyor. Yani dünyada tam 124
ülkede kadınlar Türkiye’den daha fazla hakka sahip.
Günümüzde 8 Mart’lar, kadın sorunlarına çözüm önerilerinin, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın kaldırılması
ve kadına yönelik şiddete son verilmesi istemlerinin bir kez
daha dile getirildiği; Birleşmiş Milletler tarafından tanımlanmış uluslararası bir gündür.
Dünya Ekonomik Forumu tarafından hazırlanan raporda görüldüğü üzere Türkiye’nin cinsiyet eşitliği zayıflarla
dolu. Türkiye ekonomik aktiviteye katılım ve fırsat eşitliği
bakımından 142 ülke arasında 132›inci sıradayken, işgücüne
katılımda 128, eğitim fırsatları bakımından 105, satın alma
gücü paritesi bakımından 126›ıncı sırada. Yani Türkiye kadınlarına Nijerya›dan bile daha düşük standartlarda imkanlar sunuyor.
Türkiye’de bir yandan kadınların toplumsal ve aile içindeki konumunda hızlı bir dönüşüm yaşanırken diğer yandan
kadınların daha etkin, daha özgür bir kimlik edinme yönündeki çabaları şiddetle, ölümle bastırılmaktadır. Kadına yönelik şiddet adeta “kadın kırımı” boyutuna varmıştır. Kadın
cinayetleri ve çıplak bedenleri üzerinden yürütülen iktidar
politikaları hatıralarımızda korkunç fotoğraflar ve izler bı-
Türkiye’ de 2002 - 2015 yılları arasında 5406 kadın
öldürüldü. Türkiye’de yaşayan her 2 kadından 1’i fiziksel veya
cinsel şiddete maruz kalıyor. Türkiye’de okuma yazma bilmeyen her 5 kişiden 4’ü kadın. Türkiye’de parlamentoda kadın temsil oranı sadece yüzde 14,9. Türkiye’de 1381 belediye
başkanının sadece yüzde 2,9’u kadın. Türkiye’de bürokraside
üst düzey yöneticilerin %90,8’i erkek, %9,2’si kadın.
2
Bürokrasinin önemli alanlarından biri olan ve bütün
dünyada erkeklerin egemen olduğu diplomatik görevlerde Türk Dışişlerinde görev yapan 214 büyükelçiden 26’sı
kadın.
Türkiye’de HSYK, Eylül 2013 raporuna göre adli yargıda görev yapan hakimlerin %39,2’si, idari yargıda görev
yapan hakimlerin %19,5’i, savcıların ise %6,6’sı kadın.
Türkiye’de 20 milyon kadın işgücü dışında. çalışan her
3 kadından 1’i tarımda çalışıyor.
Türkiye’de 4 milyon kadın hiçbir sosyal güvencesi
olmadan kayıt dışı çalışıyor.
Türkiye›de kadınlar, sadece kadın olmalarından kaynaklanan nedenlerle ayrımcılığa uğruyor. Eğitim olanaklarından yoksun bırakılıyor, erken yaşta evlendiriliyor, aile içi
cinsel ve fiziki şiddete maruz kalıyor.
Kadınların çalışma oranı düşük olduğu gibi, yüksek
maaşlı işlerde de çalışmaları engellenmekte.
Hem kamuda hem de özel sektörde karşılaştıkları birçok engelle yönetici olamıyorlar.
Eğer bir ülke, nüfusunun yarısına salt cinsiyetinden
dolayı ayrımcılık yapıyor,bu ayrımcılığı aktif hale getiriyorsa
, haklarını gasp ediyor, onların sosyal yaşama katılmalarını
engelliyor, onların üretici güçlerini ve yaratıcılığını baskı altında tutuyorsa gelişemez.
Hepsinden daha elim ve daha vahimi bu ülkede kadınlar yaşayamıyor. Boşanmak istediği için katlediliyor. Aşkına
cevap vermediği için öldürülüyor. Cinsel istekleri reddedip
direndikleri için öldürülüp yakılıyor. Bir çok kadın, sadece
cinsiyetlerinden kaynaklanan bir çok nedenle katlediliyor,
kadınların yaşam hakkı ellerinden alınıyor.
Kadınları koruyabilmek adına yasalar çıkaran, fakat uygulamayı bilmeyen bir ülkede,
‘‘Kadına Yönelik Şiddetin ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi
ve Bunlarla Mücadeleye Dair Sözleşme (İstanbul sözleşmesi)
gibi çok yüksek değerde maddeler taşıyan bir uluslar arası
sözleşmeye taraf olan, taraf olmakla da ayrıca gururlanan ancak kendi sorumluluğunu gerektiren maddeleri uygulamaya
geçiremeyen, geçirmeyen bir ülkede,
Böyle bir ülkede hukuk bilinci gelişmeyeceği gibi, temel
haklara saygı da gösterilmez. Dünyada kadınlara ayrımcılık
uygulayan, temel haklarını gasp eden, hukukun yok edildiği
ama gelişen, kalkınan, zenginleşen tek bir ülke bile yok.
Kadın haklarının gelişmesi sadece “kadınların” değil,
bu ülkede yaşayan herkesin hayatını geliştirecek, hepimize
daha yüksek standartlarda bir yaşam olanağı sağlayacak bir
demokratikleşme hareketidir.
Biz İzmir Barosu Kadın Hakları Danışma ve Hukuk
Araştırmaları Merkezi, bu ülkede yaşayan kadınların ‘‘insanca, kadınca’’ yaşayabilmelerini sağlamak adına bu güne
dek yaptığımız gibi, bu günden sonra da tüm gücümüzle yılmadan çalışmaya devam edeceğiz
Atatürk’ün dediği gibi biliyoruz ki; “Bir ülkenin yarısı
ayaklarından toprağa zincirlendikçe, geri kalanı göklere yükselemez!”
Saygılarımızla
08.03.2016
İZMİR BAROSU
KADIN HAKLARI DANIŞMA
VE HUKUK ARAŞTIRMALARI MERKEZİ
3
KADINA YÖNELİK ŞİDDETİN
DÜNÜ VE BUGÜNÜ…
Doç. Dr. Leyla BAYSAN ARABACI
İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Hemşirelik Bölümü
Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği Anabilim Dalı Çiğli-İZMİR
İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Kadın Çalışmaları Uygulama ve
Araştırma Merkezi (İKÇÜKAM) Üyesi
Şiddet iyiliği önlemek ve zarar
vermekten öte insan haklarını, temel özgürlüklerini ihlal eden, insan
sağlığını olumsuz etkileyen, toplumların sağlık sistemleri üzerine ekstra
bir yük getiren sosyal bir problemdir
(8).
Toplumları
incelediğimizde,
tarih boyunca şiddetle en çok karşılaşan ve maruz kalanların, kadınlar
olduğu ve şiddetin, ilk olarak kadının bir üyesi olduğu aile kurumunda ortaya çıktığı
görülmektedir. Sağlıklı toplumların yetiştirilmesinde
ve toplumsal ahengin oluşmasında kilit noktada yer
alan kadınlar, cinsiyetin belirlendiği andan itibaren,
erkek egemen toplum yasalarının geçerli olduğu bir
dünyada, cinsiyetçi bir düzen içinde, özel yaşamlarında ya da kamusal alanda çeşitli şiddet olayları ile
karşı karşıya gelmişlerdir (16).
4
Tarih boyunca kadına şiddet
uygulama, erkek otoritesinin dışa
vurumunun yasal yollarından biri
olarak görülmüş ve bundan dolayı
yazılı ve yazısız toplumsal kurallarla
kadına yönelik şiddet hoş görülerek
desteklenmiştir. Erkeğe güçlü ve yönetici imajı çizilirken, kadın baskı
altında tutulmuştur (16).
Tarihin en eski dönemlerinden günümüze dek erkekler kadınlara hükmetmiştir. Erkekler, bu üstünlüğü sağlamak
için başlangıçta yalnızca fiziksel gücü kullanmış ve
daha sonraları toplumlar geliştikçe oluşturulan sosyal
normlar, gelenekler, yasalar ve dinler aracılığı ile kadın üzerindeki kontrollerini sürdürerek, bu durumu
meşrulaştırmışlardır. Örneğin; tek Tanrılı dinlerin
yaratılış mitlerinde, kadın kronolojik olarak erkekten
sonra yaratılmış, erkeğin kaburgasından can bulmuş
(Yahudi ve Hıristiyanlık’ta), kadın Tanrı tarafından
önceden belirlenmiş olan kaderine karşı geldiğinde
Tanrı’ya karşı geleceği için boşanamamış, eşine itiraz
edememiştir (4, 5, 9, 10, 15, 19)
İnsanlık tarihinde, geriye doğru bakıldığında,
erkek egemenliğinin uzun ve kesintisiz bir zincir şeklinde her dönemde varolduğu ve farklı çağlarda farklı
kültürlerde, kadının ikinci sınıf olarak yer aldığı ve
çeşitli biçimlerde kötü muameleye maruz kaldığı görülmektedir (4, 9, 10, 15, 19).
Eski Çinliler’de kadınların erkeklerden aşağı olduklarına inanılmış, Budizmin dinsel öğretisi kadınların kötülüğü simgelediklerini ve bu nedenle her zaman kontrol altında tutulmaları gerektiğini vurgulamıştır. Kadınlar babalarına, kocalarına ve dul kaldıklarında oğullarına itaat etmiş, onların kölesi sayılmış,
bugün Anadolu’da halen devam ettiği üzere, onlarla
yemeğe oturamamış, ayakta durarak onlara hizmet
etmiştir. Kadının erkekten ayrı yaşaması, onun kutsal
olmadığı göstergesi olmuş, koca canı isterse karısıyla
çocuklarını öldürmüş veya köle olarak satmıştır (10,
13).
Eski Hint’te ise, kadın tarlaya benzetilmiştir. Erkek birden çok kadınla evlenebilirken, kocasına ihanet eden kadın ölüm cezasına çarptırılmıştır. Damat
eşinin getirdiği çeyizden memnun kalmadığında gelini diri diri yakmıştır (10, 13).
İranlılar da kadın, günümüzde de geçerli olduğu
üzere, temiz olmadığı için korunulması ve uzak durulması gereken bir varlık olarak görülmüştür (13).
Antik Yunan’da hayali kadın “Pandora” insanın
başına gelen bütün felaket ve belaların sebebi sayılmış ve kadının bilim yapması, yönetici olması yasaklanarak, kadının ikinci sınıf olması desteklenmiştir.
Eski Yunan ailesinde, kadın, hor ve hakir görülmüş,
evlendiğinde kocasının eşyası olmuş ve kocasından
habersiz sokağa çıktığında ölümle cezalandırılmış-
5
tır. Erkeğin istediği kadar kadınla evlendiği, istediği
zaman boşandığı bu dönemde, kadın pazardan satın
alınabilmiş veya başkalarından kiralanmıştır (13).
Romalılar da ise, kadın süs ve eğlence aracı olarak
görülerek, erkeğin malı kabul edilmiştir. Ailenin reisi olan erkek ise, doğumdan sonra çocuğun yaşayıp
yaşamayacağına, çocuklarının kiminle evleneceğine
karar veren ve isterse aile üyelerini öldürebilen ya da
köle olarak satabilen bir otorite olmuştur (10, 13).
Moğol ailelerinde mirastan yalnızca erkekler faydalanabilmiş ve dolayısı ile mal mülkiyeti (toprağınmalın sahibi) olan erkek, bir sonraki adımda kadının
da sahibi olarak, kadın üzerinde her türlü söz hakkına sahip olmuştur (13, 15).
Arap ailelerinde ise, kadının, erkeğin ihtiraslarını
tatmin ve hizmetlerini görmek için yaratıldığı görüşü
ile bir erkek birden çok kadınla (hatta iki kız kardeş
veya üvey anne ile) evlenebilmiştir (13).
Devrim öncesi Rusya’da da, kadın erkek tarafından aşağı ve kirli olarak görülmüş ve kız çocuklarına
pek eğitim verilmemiştir. Kızların evlilikleri babaları
tarafından ayarlanmıştır. Hatta düğün törenlerinde
gelinin babası tarafından damada, erkeğin yetkisi ve
üstünlüğünü simgeleyen, tüm yaşamı boyunca gelinin yatağının başucunda asılı duracak olan bir “Durak (kırbaç)” hediye edilmiştir (10).
Tarihsel süreçte kız çocuklarının istenilmemesi,
önemsenmemesi, erkek çocuk sahibi oluncaya kadar
çocuk yapma şeklinde cinsiyet seçimi yapılarak başlatılan kadına yönelik şiddet, her yaş ve her dönemde hatta her sosyal, kültürel ve ekonomik düzeyde,
etnik grupta ve coğrafik yerleşimde çeşitli şekillerde
6
görülmüştür. Özellikle geleneksel toplumlarda, kız
çocukları okul çağında okula gönderilmemiş, eğitim
hakları elinden alınmış, adölesan döneminde fiziksel
gelişimini tamamlamadan evlendirilmiş ve gebe kalmış, evlendikten sonra da eşi tarafından fiziksel, psikolojik, cinsel boyutta aile içi şiddete maruz kalmıştır
(11, 15). Bunların sonucu olarak bugün, hala Dünya
üzerinde yaşayan kadınların yarısı eşlerinden şiddet
görmeye devam etmektedir. Birçok kültürle yakın temas geçmişi olan Türk toplumunda da durum çok
farklı değildir ve kadınlar günümüzde hala değişik
biçimlerde şiddete maruz kalmaya devam etmektedir. Eğitimden yoksun bırakılarak, eve mahkum edilerek, ekonomik faaliyetleri yasal ve geleneksel birçok
engellerle kısıtlanarak, çalışma yaşamında haksızlık
ve ayrımcılıkla karşı karşıya bırakılarak ve desteklenmeyerek, kadınlar şiddetin ilk hedefi olmaktadır (1,
2, 24).
Ülkemizde kadınlar dünyadakine benzer oranlarda ancak farklı biçimlerde şiddete uğramaktadır.
Şiddet, sözlü hakaretten, aşağılama ve tehditten ekonomik baskılara, cinsel taciz ve tecavüze, dayaktan
yaralanma ve hatta öldürmeye kadar uzanan geniş bir
yelpaze içinde kadınlara yansımaktadır. Şiddet, kadınları, eğitimli-eğitimsiz, alt-orta ya da üst sınıf diye
ayırmaksızın tehdit etmektedir (3, 7, 12, 17, 23).
Kadınlar, Cumhuriyet’in kurulmasıyla kazanılan
ve gelişerek artan yasal hak ve özgürlükleri, bazı batı
ülkelerinden çok daha önce elde etmişlerdir. Planlı
kalkınma dönemine girilmesi ile kadının, toplumdaki statüsünü yükseltmek, uluslararası sözleşmeleri
uygulamak ve kalkınma planı hedef ve politikalarını
yürürlüğe koymak üzere 1990 yılında “Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü”, 1991 yılında
da “Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı” kurulmuştur. Kalkınma dönemi ile başlayan hızlı yapısal değişikliklere paralel olarak Türk kadını da, toplumsal yaşamın bütün alanlarına artan oranlarda katılmaya ve
hakları konusunda bilinçlenmeye başlamıştır. Ancak,
gerek geleneksel ataerkil, Türk aile yapısının kadınların sahip oldukları yasal hakları bütünüyle kullanmalarına engel olması, gerek kadınların bu engeller
karşısında söz konusu haklarına yeterli ölçüde sahip çıkamaması ve gerekse zaman içerisinde değişen
dünya koşulları karşısında Türk toplumunda kadının
ikinci sınıf olması ve kadına yönelik şiddet davranışları engellenememiştir. Böylece dinsel-geleneksel önyargılar, cinsiyet ayrımcı politikalar, yasalar ve bakış
açısıyla meşrulaştırılan şiddet, günümüze dek bir miras olarak kuşaktan kuşağa aktarılmıştır (15, 20, 24).
Günümüzde, Türk toplumunda, şiddete uğrayan kadınların yaygınlığına ilişkin veriler oldukça
sınırlı olmasına karşın, kadına yönelik şiddet kullanımı yerleşmiş üstü kapalı bir sorundur ve toplum olarak soruna tepkimiz oldukça yavaştır. Çünkü, aslında
şiddet, kullanılan çevrede yaşayanlar açısından gizli
kapaklı olmayan ve bilinen bir gerçekliktir. Ancak
özellikle insanların imece usulü yaşadığı, gecekondu
mahalleleri gibi kentsel mekanlarda, bu tür davranışlar “mahallenin onurunu” korumak ya da yaşanılan
alanı dışarıya karşı daha “temiz” göstermek gibi kaygılarla yabancılardan gizlenmektedir. Gizlenen her
olgu ise kayıtlara geçmemekte ve şiddete uğrayan kadınların yaygınlığına ilişkin verileri sınırlandırmaktadır (1, 14).
larda dayak yediğini, Türk erkeklerinin %30’unun
eşlerini dövdüklerini ve kadınların %58’inin dayağa
maruz kaldığını belirtmektedir (22).
Ataerkil geleneklere sahip Türk toplumunda kadın-erkek arasındaki ilişkide; erkeklerin kadınlar üzerindeki kontrolü ve gücü sürdürme ve devam ettirme
gerekliliğine inandıkları, kökleşmiş olan temel bir
eşitsizlik anlayışı söz konusudur. Erkekler, bu özden
hareketle, kadınların kendilerine karşı saygılı, sorumlu, sabırlı ve namuslu olmalarını beklemekte, kendilerine göre, saygısızlık, sorumsuzluk, namussuzluk
olarak nitelendirdikleri durumlarla karşılaştıklarında
kontrolü ve gücü sürdürme adına, şiddet kullanımını
meşru görmektedir (2, 6, 14).
Geleneksellikten modernliğe doğru bir geçiş
sürecinde olan Türk toplumunda, kadın geleneksel
değerler ile modern değerler arasında sıkışıp kalmak-
Kadına Yönelik Şiddet ve Hekimlik Sempozyumu sonuç bildirgesine göre; kayıtlı veriler, bugün
ülkemizde, her 5 evden birinde kadının ciddi boyut7
tadır. Modern değerler doğrultusunda artan gereksinimler kadını iş yaşamına taşımakta, ancak vazgeçilemeyen geleneksel değerler de, kadına ev-çocuk bakımına ilişkin yoğun sorumluluklar yüklemektedir. İki
değer arasında çatışma yaşayan kadın, zaman zaman
bu sorumluluklarını istenilen ölçüde yerine getirememekte ve toplum yaşanılan bu yetersizlik karşısında kadının kendisini suçlu hissetmesine neden
olmaktadır. Böyle bir durumda erkek de, yaşanılan
sorumsuzluk karşısında şiddet kullanımını hakkı olarak görmekte ve şiddet girişimini meşrulaştırmaktadır (15).
Türk toplumunda eğitim sisteminin, cinsiyetçi
düzenin doğal olarak algılanmasını destekleyici bir
yapıya sahip olması, bazı kurumların kadına yönelik
şiddete yol açan ayrımcılığı özendirmesi ve meşrulaştırması da, kadına yönelik şiddetin devamlılığını
sağlamaktadır (21).
Türk toplumunun geleneksel anlayışının da, kadına fiziksel şiddet uygulama yaklaşımını, herhangi
bir “suç” öğesi atfetmeksizin kabullendiği bir gerçektir. “Dayak cennetten çıkmıştır”, “ Kızını dövmeyen
dizini döver”, “Kadının karnından sıpayı, sırtından
köteği eksik etmeyeceksin”, “ Erkektir, sever de döver
de”, “ Nasihatten uslanmayanın hakkı kötektir”, “Kan
kussan da kızılcık şerbeti içtim diyeceksin”, “Kol kırılır,
yen içinde kalır”, Allah sabırlı kulunu sever”, “Kadın
erkeğin şeytanıdır”, Ayı sevdiği yavrusunu hırpalar”,
Suç öldürende değil, ölendedir”, “Sen kadınsın alttan
al” ata sözleri ve deyişleri bu konudaki düşünce yapımızı açıkça ortaya koymaktadır (3, 7, 12, 17, 23).
Türk toplumunda, bilimsel ve teknik alanlardaki gelişmelere karşın, şiddete uğramış kadının ko8
numunu olumlu duruma getirebilecek sosyal sistemlerin (eğitim, istihdam, kültür ve hukuk) yetersizliği,
kadınların dayağa karşı ailelerinden yardım isteme
dışındaki seçeneklerini de yetersiz kılmaktadır. Aile
onayı olmaksızın erken yaşta evlenen kadınlar ise,
ailelerinden yardım isteyememekte, bu durumu ailesinden ve toplumdan gizleyerek izolasyon sürecine
girmektedir (1, 13).
Günümüzde kitle iletişim araçlarının çoğalmasıyla birlikte, özellikle yazılı ve sözlü basın, izleyici ve
okuyucuyu çekebilmek amacıyla, kadını bir meta aracı olarak kullanmakta, zayıf ve ikinci sınıf bir varlık
olarak toplum kültürüne yerleştirmektedir. Ayrıca,
sözlü ve özellikle yazılı basında kadına yönelik şiddet
haberleri sık sık yer almasına karşın, haberlerin yer
alma biçimi, reyting kaygısıyla genellikle şiddeti körükleyecek ve kadınları bir kez daha mağdur edecek
nitelikte olmaktadır. Medya organları kadına yönelik
şiddeti yansıtırken, genellikle taraflı davranmakta,
şiddet olayını şiddet uygulayan kişilerin anlattıklarına göre yorumlamakta, şiddete uğrayan kadını suçlu
duruma sokmaktadır. Böylece basın-yayın organları
şiddetin olumsuzluğunu ifade etmek yerine, kadınların geleneksel bakış açısına uymayan davranışları karşısında, şiddete maruz kalmasının normal bir sonuç
olduğu mesajını vermektedir. Şiddetin bu şekilde
normalleştirilmesi, bu tehditle mücadele edilmesini
zorlaştırmaktadır (13).
Türk toplumunda, şiddete maruz kalan kadınlar,
gerek bilinçsizlik gerek çaresizlik nedeni ile hak arama sürecini başlatacak kurumlarla iletişime geçememekte ya da iletişime geçtikleri kurumlarda kadınların şikayeti sonunda adli bir sonuca ulaşamayacağı,
boşuna zaman ve emek harcamaması şeklindeki telkinlerle dikkate alınmamaktadır (22).
Özetle, cinsiyet ayrımcılığının besleyip güçlendirdiği kadına yönelik şiddet, küresel düzeyde, özellikle ekonomik, siyasal ve etnik sorunlarla iç içe geçerek tırmanmaktadır. Türk toplumunda da, kadına
yönelik sağlık hizmetleri ile eğitim, istihdam, kültür
ve hukuk programları arasında çeşitli düzeylerde yeterli bütünlüğün oluşturulmaması, kadının hak ettiği
konumunda yer almamasına neden olmaktadır. Şiddet, kadının yalnızca bedensel ve ruh sağlığını etkilemekle kalmayıp, kendine saygısını, güvenini, yaşam
kalitesini ve kendi yaşamını kontrol etme yetisini de
yitirmesine neden olmaktadır. Kadınların hukuki,
sosyal, siyasal ve ekonomik statülerinin yükselmesini
engellemektedir. Toplum olarak, kadına yönelik şiddet olgularına yönelik tepkimizin de, çok yavaş olduğu göze çarpan bir gerçekliktir (2, 13).
ric Treatment, 7:2001, 65-72, http://www.dvip.org./
hammersmith .html
Sonuç olarak, kadına yönelik şiddet, yaygın olduğu kadar gizlenen, müdahale edilmediğinde nesilden nesile aktarılan evrensel ve sosyal bir problemdir.
Bir insan hakları ihlali olan ve insanlığın gelişiminin
önünde bir engel olarak duran kadına yönelik her
türlü şiddet önlenmedikçe, toplumların tam sağlığa
ulaşması olanaksız görünmektedir. Sadece maruz kalanın değil, tüm toplumun olumsuz etkilendiği bu
sosyal problemi önlemede, toplumun tüm kurum ve
kuruluşlarına önemli görevler düşmektedir (16, 18).
6. Ertürk Y. (2006) Kadına Karşı Şiddet, Nedenleri ve Sonuçları Türkiye Raporu. http://www.ihop.
org.tr/dosya/YE/yeturkiyerapor.pdf ET: 10.03.2014
3. Demir, Ü., Özkan, A. (2001), “Kadın İstismarı”, I.Ulusal Aile Hizmetleri Sempozyumu Kitabı, Can Reklamevi Basın Yayın Ofset Matbaacılık,
I.Basım, Ankara, s:280-285
4. Dişsiz M, Hotun-Şahin N. (2008) Evrensel
Bir Kadın Sağlığı Sorunu: Kadına Yönelik Şiddet.
Maltepe Üniversitesi Hemşirelik Bilim ve Sanatı Dergisİ.1 (1): 50-58.
5. Doğrusöz M., “Türkiye’de Kadın Sorununa
Duyarlı Terapinin İlkeleri Nelerdir?”, http://icgoru.
com/makale-12k
7. Kavacıklı, F., Evrukan, M., Aytekin, T., Kaplan, M., Mertoğlu N. ve diğerleri (2000), “Aile İçi
Şiddetin Sebep ve Sonuçları (Aralık 1993-Aralık
1994), Bizim Büro Basımevi, II.Basım, Ankara, s:1819-145-151-153-159-161-162-192-194-195
KAYNAKLAR
8. Kocacık F. (2001) Şiddet Olgusu Üzerine,
C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 2(1):1-7.
1. Aslan, H., Avcı, A. (1994), “Kadınların Eşleri
Tarafından Fiziksel İstismarı”, Psikiyatri, Psikoloji ve
Psikofarmakoloji Dergisi, 2:4, s:354-360
9. Köse A, Beşer A. (2007). Kadının Değiştirilebilir Yazgısı-Şiddet. Atatürk Üniversitesi Hemşirelik
Yüksekokulu Dergisi. 10 (4): 114 -121.
2. Blacklock, N. (2001), ”Domestic Violence
Intervention Project (DVIP)”, Advances in Psychiat-
10. Marshall, T., (Çeviren: Şen,G.), (1997),
Hükmeden Erkek Boyun Eğen Kadın, Altın Kitaplar
Yayınevi, 1.Basım, İstanbul, s: 9-13
9
11. Muslu, L. (2001), “Kırsal Bölgede Eşleri
Tarafından Fiziksel Şiddet Gören ve Görmeyen Kadınların Benlik Saygısı Düzeylerinin Belirlenmesi”,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Denizli
12. Oral, R. (1993), “Çocuk İstismarı”, Sürekli
Tıp Eğitim Dergisi, 2-12 Aralık, s:419-420
13. Özkan, R. (2001), “Aile ve Ailede Kadının
Konumu”, I.Ulusal Aile Hizmetleri Sempozyumu
Kitabı, Can Reklamevi Basın Yayın Ofset Matbaacılık, I.Basım, Ankara, 261-273
14. Ritesberger-Tılıç, H. (1997), “Aile İçi Şidet: Bir
Sosyolojik Yaklaşım”, 20.Yüzyılın Sonunda Kadınlar
ve Gelecek Konferansı http://leguin.haylaz.org/ARTICLES/ SIDDET.HTM
15. Sayın Ö. (1990), Aile Sosyolojisi Ailenin
Toplumdaki Yeri, Ege Üniversitesi Basımevi, İzmir
16. Şenol D, Yıldız S. (2013). Kadına Yönelik
Şiddet Algısı -Kadın ve Erkek Bakış Açılarıyla. Mutlu
Çocuklar Derneği Yayınları, Ankara: 2013.
17. Şirin, A. (1998), “Kadın İstismarı ve Kadına
Yönelik Şiddet”, Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Dergisi,14:1, s:71-80.
18. T.C.Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü. Kadına Yönelik Aile İçi Şiddetle Mücadele
Ulusal Eylem Planı. 2007 – 2010
19. Vatandaş C. (2003) Aile ve Şiddet: Türkiye’de
Eşler Arası Şiddet.1.Baskı. Uyum Ajans: Ankara.
10
20. Yurdakul, M.(1996), “Kadın İstismarı, Şiddet ve Hemşirelik”, Hacettepe Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Dergisi, 3:1, Ocak-Haziran, s:52-60
21. ............ (2002), “Ankara Tabip Odası Kadına Yönelik Şiddet ve Hekimlik Sempozyumu Sonuç Bildirgesi”, http:/www.ato.org.tr/kys_sempozyum_2002/ sonuc_bildirge.php3
22. ............ (2002), “Ankara Tabip Odası’nca
16-17 Kasım 2002 Tarihleri Arasında Düzenlenen
Kadına Yönelik Şiddet Hekimlik Sempozyumu
Sonuç Bildirgesi”, http://www. ucansupurge.org/
newhtml/sidsempsonuc.php
23. .............., “Aile İçi Şiddet”, http://www.20.
uludag.edu.tr/~nazan/ders5.html
24. ............... (2002), “Kadına Yönelik Şiddete
Hayır!” İnsan Hakları Derneği Ortak Basın Açıklaması http://www.ihd.org.tr/basin/bas20021125.
html
DERİNE DOĞRU
Derindeyim,
Çekiyor beni.
Girdap döndükçe, rengimde dönüyor.
Yüzsem diyorum,
Kulaçlarım yetmiyor.
Çekiyor beni.
İstemiyor parlaklığımı, ışığımı,
Söndürmek istiyor.
Belirsizleşiyorum.
Saydamım artık!
YANSIMA
Aynaya yansıdı renklerim,
Siyah, mor, kırmızı,
Bu ben miyim?
Oysa içim ,
Turkuaz, sarı, pembe.
Kokularım ise taze,
Itıra benzer, papatya gibi.
Işıldamalıyım, hatırlamalıyım renklerimi
Avuçlarımda gökkuşağım, onları açmalıyım.
Av.Ebru PUĞ
SUS PUS
Sen gülünce mutlu oluyor,üzülünce yas oluyorum.
Senden uzakta yalan,yanında has oluyorum.
Seninle işliyor yüreğim, yokluğunda pas oluyorum.
Geldiğinde coşuyorum, gidince sus pus oluyorum.
OGÜN KAYACAN
11
TARİHİN LANETLENEN
KADINLARI;
CADILAR
Av. Irmak KORUCULU
Tarihin tozlu sayfalarına bakıldığında kadınların sadece kadın kimliklerinden dolayı suçlanıp ağır
cezalar ile cezalandırıldıkları sözde suçların başında
cadılık gelmektedir. Kadınlar özellikle Orta Çağ ve
Yeni Çağ’da dini, sosyal veya ekonomik pek çok sebeple cadılık ile itham edilerek çoğu kez öldürülmeleri sonucunu doğuran cezalar ile karşı karşıya kalmışlardır.
Cadılık kavramı değişik dönemlerde değişik biçimlerde tanımlanmıştır. Örneğin; Türk Dil Kurumu Sözlüğünde; “Geceleri dolaşarak insanlara kötülük
ettiğine inanılan hortlak” ve “Kötülük yaparak başkalarına zarar veren kadın” şeklinde, Suna Arslan Ka12
raküçük tarafından belki de en doğru biçimde; “Cadılar, ‘Korkunun kadınları’dır. Cadılık, korkutulan ve
bir karşıt tepki olarak korkunun gücünü ele geçirmek
için bilerek korkunçlaşan kadınlara biçilen tarihsel/
toplumsal bir roldür.” şeklinde tanımlanmıştır. Genel
olarak cadılık; büyü ve sihir kullanılarak başkalarına
zarar vermek, cadı ise cadılık ile uğraşan kişi olarak
açıklanabilir. Tarihi süreçte bazı erkekler de cadılık
ile itham edilmiş olmalarına rağmen bu sıfat ağırlıklı
olarak kadınlara lanse edilmiştir. Bunun bir göstergesi olarak mitolojide, masallarda, filmlerde de cadılar, bazen iyilik ancak daha çok şeytanla işbirliği
içerisinde başkalarına kötülük yapan kadınlar olarak
tasvir edilmişlerdir. Mitolojide; Pandora, Melusina,
Nemfler, denizkızı Sirenler, Anadolu’da Şahmaranlar
yaptıkları kötülükler ile anılan kadın karakterlerdir.
Erkek egemen zihniyette kadının kötülüğün
kaynağı olarak kabul edilmesinin temelinde Adem’in
Havva’dan önceki eşi olduğuna inanılan Lilith inancı
yatmaktadır. Bu yüzden de çalışmamızda Lilith’den
bahsetmemek eksilik olacaktır. Efsaneye göre; Lilith
ile Adem eşit olarak yaratılmışlardır. Ancak Adem
Lilith ile kendisinin bakış açıları arasındaki farkları
anlayamaz. Lilith’e emirler vermeye, ona hükmetmeye, onun üzerinde hakimlik kurmaya başlar. Lilith
bu durumu kabullenemez. İkisi de eşit şekilde yaratıldıklarından eşit olduklarını savunur ve bu duruma daha fazla tahammül edemediğinden yeryüzüne
iner. Kendisine sunulan cenneti reddettiğinden dolayı lanetlenen Lilith yeryüzünde Cin kralı Şamael ile
birlikte olarak cin çocuklar dünyaya getirir. Adem’e
dönmesi için yapılan çağrılar Lilith tarafından reddedilir. Kendisine her gün yüz çocuğunun öldürüleceği
bildirilir ve denilen de gerçekleştirilir. Lilith de Adem
soyundan gelenlerin başına bela olmaya yemin eder.
Bunun üzerine hamile ve doğum yapan kadınların
başına musallat olur. Bebeklerin ve annelerin ölümlerine neden olur. Yalnız uyuyan erkeklerin rüyalarına girerek onların rüyalar görmelerine sebep olur
ve bu şekilde hamile kalarak cin çocuklar doğurmaya
devam eder. Ataerkil sistemde Lilith, özellikle erkek
egemenliğine boyun eğmemesi ve güçlü duruşu nedeniyle kötülüğün kaynağı olarak kabul edilmiştir.
13
Kadınların kötülük ve cadılık ile özdeşleştirilmelerinin temelinde de bu efsanenin yattığını söylemek
yanlış olmayacaktır.
Kadınlar ile cadılık arasında kurulan bağlantı; mitlerle, efsanelerle ve batıl inançlarla başlamış
Hristiyanlık inancıyla da gelişmiştir. Cadılık öğretileri Hristiyanlığın ilk dönemlerinden itibaren paganizmden arta kalan batıl inançlardan biri olarak değerlendirilmiş ve önlenmesi için çok ciddi tedbirler
alınmıştır. Bu dönemde, Pagan tapınakları kiliselere
çevrilmiş, tapınaklardaki rahibeler de
tapınak
fahişeleri
olarak anılmaya başlanmışlardır. Kilisenin bakir ve kadın
düşmanı
rahiplerinden oluşan engizisyon mahkemelerinin de ilk hedefi
cadı olarak anılan
bu kadınlar olmuştur. Cadı inancı çok
daha önceki dönemlere rastlamasına rağmen; kilise tarafından bir tehdit olarak görülmesi ve
toplu katliam niteliğindeki cadı avlarının başlaması
sanılanın aksine Ortaçağa değil Yeniçağın başlangıç dönemi olan 15. yüzyıla rastlamaktadır. Ciddi
anlamda son toplu cadı avı ise 17. yüzyıl sonunda
Amerika’nın Massachusetts şehrinin Salem kasabasında gerçekleştirilmiştir. Geçen yüzyıllar boyunca
her tipte ve her yaşta kadın cadılık ile itham edilerek
yargılanmış, pek çoğu ölümle sonuçlanan korkunç
cezalarla cezalandırılmışlardır.
14
Ortaçağın kadınlık ve hatta insanlık tarihi açısından en karanlık dönemi olarak kabul edilebilecek
Engizisyon dönemi kayıtları incelendiğinde görülmüştür ki; kadınların özellikle bilgili, diğerlerinden
farklı olanları Domaniken rahiplerince cadılık iddiasıyla yargılanmış ve öldürülmüşlerdir. Bu dönemde
yaşanan kıtlık, açlık, veba, savaş, toplu hayvan ölümleri, gibi toplumsal felaketler de cadı olduğuna inanılan kadınlara atfedilmiştir.
Kadınlar çoğu kez doğaları sebebiyle bunun yanında da pek çok akıl
dışı sebeple cadı olarak suçlanmışlardır.
Öncelikle kadınların
doğurganlığı,
regl
dönemlerinin olması
ve regl kanının zehirli olduğu inancı ayrıca doğum olayının
başlı başına karmaşık bir yapıya sahip
olması kadınları erkekler açısından korkutucu kılmıştır. Bunun yanında mantık
dışı pek çok emare de kadınları cadı ilan etmek için
yeterli görülmüştür. Örneğin; kilisedeki ayinde çok
içten dua eden kadın; çok günahı olduğundan dolayı Tanrıdan af dilediği, gündüzleri uyuklayan kadın;
geceleyin şeytanla elbirliği ile kötülükler yaptığından
uyuyamadığı gerekçeleri ile cadı olarak kabul edilebilmiştir. Bir kadının çok çirkin olması cadılık alameti olarak görülürken aynı şekilde çok güzel olması
da erkekleri güzelliği ile büyüleyebileceği düşüncesi
ile cadılık alameti olarak sayılmıştır. İngiltere’de ek-
mek ve para dilenen kadınlar yemek bulmak için şeytanla işbirliği içerisinde oldukları şeklinde yorumlanmışlar, kendilerine yardım etmeyenleri lanetlemeleri
neden gösterilerek cadı oldukları gerekçesiyle öldürülmüşlerdir. Amerika’da çok tanrılı dinlere inanan
kadınlar cadılık ile itham edilmiş Avrupa’dakiler gibi
onlar da öldürülmüşlerdir. Fransa’da Jean D’arc 1412
yılında yaşanan yenilginin sorumlusu olarak görülerek diri diri yakılmıştır. Jean D’arc’ın bu şekilde vahşice katledilmesinin nedeni ise erkekleri reddetmesi,
erkek gibi giyinmeyi tercih etmesi ve büyücü olduğunun düşünülmesidir. Nitekim 1909 yılında Kilise
Jean D’arc’ın masum olduğunu kabul ederek itibarının iade edilmesine karar vermiştir.
Cadılıkla itham edilen kadınların başında ebeler
ve şifacılar yer almaktadır. Ebelerin doğum yaptırmaları ve bu şekilde büyücülükte kullanıldığı düşünülen
plasentayı elde edebilmeleri, şifacıların bitkilerin gizemlerini çözerek bunlardan ilaçlar hazırlayabilmeleri
cadı olarak kabul edilmelerinde yeterli görülmüştür.
Ebeler, kadınların ve erkeklerin üreme yeteneklerini
ellerinden almak, kürtaj yapmak ve yeni doğan çocukları zehirleyerek ölümlerine sebep olmakla suçlanmışlardır. Şifacıların da hastalıkları iyi edebilecekleri kabul edilmiş, ancak kadın gibi zayıf bir varlığın
iyileştirme gücünü ancak şeytan ile işbirliği yaparak
elde edebileceğine inanılmıştır. Katolik kilisesi eğitim
görmemiş kadınların şifa dağıtmaya çalışması durumunda cadı olarak kabul edilerek öldürüleceğini ilan
etmiştir. Bu şekilde kadınların şifa vermesinin tamamen önüne geçilmiştir. Çünkü o dönemde tıp eğitimi, kiliseye bağlı üniversitelerde verilmekteydi ve
kadınların bu üniversitelere girmeleri yasaklanmıştı.
Bu şekilde kadın ebe/şifacılar ile kiliseye bağlı erkek
doktorlar arasındaki rekabet de ortadan kaldırılmış-
tır. Öncelikle ebeler ve şifacılar cadı olarak kabul edilmelerine rağmen zamanla cadılık tanımlamasında
yelpaze genişlemiş, soylu hatta rahibe kadınlar dahi
cadılık ile suçlanabilir duruma gelmişlerdir. Yukarıda
da açıklandığı üzere; cadı olarak kabul edilen kadınların nitelikleri açıkça belirlenmediğinden ve vahim
bir biçimde suçlama için yalnızca tek bir ihbar yeterli
görüldüğünden her kadın her an cadılık suçlaması ile
karşılaşacağından korkarak yaşamıştır.
Cadılık suçlamalarında kadınların biyolojik, fiziksel ve ruhsal özellikleri yanında maddi durumları da rol oynamıştır. Örneğin; Salem cadı avlarında
cadılığına hükmedilerek öldürülen kadınların büyük
çoğunluğu erkek varisi bulunmayan mülk sahibi kadınlar olmuştur. Çünkü mirasın erkek soyu üzerinden
geçtiğine inanılmaktadır. Bu nedenle de bu kadınlar
tehdit olarak görülmüştür. Aynı şekilde Avrupa’da cadılıkla suçlanan kadınların malvarlıklarının 2/3’nin
feodal hükümdara, 1/3’nin ise ihbar eden kişi, yargılamayı yapan yargıç ve idamı gerçekleştiren cellat
arasında paylaştırılmasının malvarlığı bulunan sahipsiz kadınların cadılık ile suçlanarak idam edilmesinde
etkili olduğu açıkça ortadadır.
Cadılık suçu Roma İmparatorluğu döneminden
itibaren pek çok hukuki metinde yer almıştır. Ortaçağdaki düzenlemeler de Roma Dönemini referans
almıştır. İmparator Sulla döneminde yapılmış olan
Lex Corneliasicarris Et Veneficis (Cadılar ve Katiller
Hakkında Cornelia Kanunu) Ortaçağda uyarlanan
kanunlardan biridir. Kanunun adından da anlaşılacağı üzere Roma döneminde cadılar katiller ile aynı
sınıfta değerlendirilmişlerdir. Çünkü erkekler arasında kadınların erkekleri baştan çıkarma ve zehirli
olduğuna inanılan regl kanı ile onları zehirleme eğiliminde oldukları inanışı hakimdir.
15
Cadı avlarında Maleus Maleficarum önemli
bir yer tutmaktadır. Tarihler 1484’ü gösterdiğinde;
iki Engizisyon Dominiken Rahip Heinrich Kraemer ile Johann Sprenger, Papa VIII. İnnocentus’tan
Almanya’da cadılığı ortadan kaldırmak için izin
istemişlerdir. Yaptıkları çalışmalar neticesinde
Almanya’nın köy ve kasabalarında sözüm ona şeytanla iş birliği içinde olan, hayvanlara ve erkeklerin
üreme yeteneklerine zarar veren kadınların yaşadığı tespit edilmiş ve bu tespitler de Papa tarafından
onaylanmıştır. Bunun üzerine diğer rahiplerin de bu
bilgilerden yararlanmaları amacıyla cadı avcılarının
kutsal kitabı olarak kabul edilen Malleus Maleficarum yani “cadıların kafasına indirilen balyoz” 1486
yılında yayımlanmıştır. Bu metinde geçen cümleler
de engizisyon döneminin kadınlara bakış açısının
özeti niteliğindedir. Örneğin; “Çok Kadın Olan Yerde
Çok Cadı Olur” gibi cümleler içermektedir. Bu metin ile cadılık kadınlık özdeşleştirilmiştir. Buna göre;
kadınlar yaratılıştan zayıf oldukları için şeytana kolayca kapılırlar. Ayrıca zayıf oldukları ve iktidarda
bulunma imkanları olmadığı için de kin ve nefrete
kapılarak ulaşamadıkları iktidarı büyü yoluyla elde
etmeye yatkındırlar. Kadınların bu büyü gücünü ise
genellikle şeytanla cinsel birliktelik yoluyla elde ettiklerine inanılmaktadır. Ancak kadınların bu zayıf
ve zayıflıklarından kaynaklanan düşmanca tutumlarına karşılık erkekler İsa ile özdeşleştirilerek şeytanın
etkisine kapılmaktan uzak oldukları kabul edilmiştir.
Cadı avcılarının el kitabına dönüşen bu kitabın içerisinde cadıların nasıl tespit edileceği ve yargılamalarının ne şekilde yapılacağına ilişkin düzenlemeler
de yer almaktadır. Cadılık suçlamasıyla yargılanan
bir kadın cadılığı kabul ederse cadı olduğu anlamına gelmektedir. Cadıların varlığını inkâr etmek de
sapkınlık olarak kabul edilmektedir. Sonuçta, cadılık
16
ile bir kez suçlanan kadın her halükarda suçlu kabul
edilmektedir..
Cadı yargılamalarına bakıldığında bu sözüm
ona suça ilişkin sorgu yöntemlerinin ve cezalandırma biçimlerinin de insanlık dışı olduğu görülecektir.
Cadılık yargılamasının başlaması için tek bir ihbarın yeterli olduğunu belirtmiştik. Bu kısımda cadılık
ile suçlanan kadınların hangi koşullarda ve biçimlerde yargılandıkları üzerinde durulacaktır. Kişinin
cadı olduğuna hükmedilip cezalandırılabilmesi için
cadı olduğunu itiraf etmesi şart olduğundan itirafın
alınması için çok çeşitli insanlık dışı yöntemler kullanılmıştır. Öncelikle cadı olduğu iddia edilen kişi
yargılama süresince zindana kapatılırdı. Vücudunun
tamamında şeytana ait olduğu düşünülen izler aranırdı. İlk olarak hakim tarafından sözlü sorgulamaya
başlanır bu kısımda kadından şeytan ile olan işbirliğinin detaylarını anlatması istenirdi. Bu sorguda eğer
suç itiraf edilmezse kişi işkence aletleri gösterilerek
korkutulurdu. Korkutularak da istenilen itiraf elde
edilemezse kişiye işkence uygulanırdı. Kadınlara çoğunlukla cinsellikleri ile ilgili işkenceler uygulanırdı.
Örneğin; göğüs uçları pense ile kopartılır, ağız, rahim ya da rektum armudu adı verilen işkence aletleri
istenilen yerlere uygulanırdı. Eğer işkence de itiraf
için yeterli olmazsa cadılık deneylerine geçilirdi. Deneylerden biri su deneyi olup sıcak su ve soğuk su
deneyi olmak üzere iki farklı şekilde uygulanmaktaydı. Sıcak su deneyinde kadından elini kaynar suya
sokması istenirdi. Elde meydana gelen yanıklar kısa
sürede iyileşirse kadın suçsuz sayılırdı. Soğuk su deneyinde ise kadın eli kolu bağlanarak nehre atılırdı.
Eğer kadın nehirde yüzer de boğulmazsa cadı olduğu
kabul edilerek yakılır, eğer suyun dibine batar da boğulursa suçsuz sayılırdı. Ateş deneyi de yine sıcak su
deneyine benzer bir deney olup kadından yanmakta
olan bir eşyayı tutması ya da ateşte yürümesi talep
edilir, yanan yerlerin çabuk iyileşip iyileşmemesine
göre hüküm verilirdi. İğne deneyi de yaygın olarak
kullanılan deneylerden biri olup, kadının vücudunda bulunan leke ve benlere iğne batırılırdı. İğne batırılan yer kanamazsa ya da kadın acı duymazsa bu
izlerin şeytana ait olduğu kabul edilerek cadı olduğuna karar verilirdi. Bir diğer deneyde ise cadıların
gözyaşları olmadığına inanıldığından kendilerinden
ağlamaları istenir eğer ağlarlarsa suçsuz olduklarına
hükmedilirdi. Deneylerden sonuncusu ise tartı deneyi olup bu deneyde ruhunu şeytana vermiş olan
kadının daha hafif olacağına inanıldığından tartıda
karşısına konan ağırlıktan hafif gelirse cadı olduğuna, eğer ağır gelirse tartıyı büyülediği kabul edilerek
yine cadı olduğuna karar verilirdi. Bu deneyde kadının suçsuz kabul edilebilmesi için karşısındaki ağırlık
ile eşit olması gerekmekteydi. Tüm bu deneyler sonucunda kadının cadılık suçlamasından kurtulabilmesi çok güçtü. Cadı olduğuna hükmedilen kadının
cezası ise diri diri yakılarak öldürülmekti. Ancak bazı
durumlarda yakılmadan evvel boğulmaları veya başlarının kesilmesi uygulaması da bulunmaktaydı.
Cadı avı çılgınlığı tüm bu yüzyıllar boyunca ara-
17
lıksız devam etmiş ve binlerce kadın bu şekilde katledilmiştir. 17. yüzyıl sonu cadı avlarının da sonu olarak kabul edilmekle birlikte bu yüzyıl iki büyük cadı
avı vakasına ev sahipliği yapmaktadır. Bunların ilki
1644 yılında Essex’te, cadı avcısı Matthew Hopkins
tarafından sürdürülen cadı avıdır. Bu işi para karşılığı
yapan Matthew Hopkins’in kayıtlı 230 kurbanı bulunmaktadır. İngiltere’de iç karışıklıkların olduğu bu
dönemde ortaya çıkarak, acımasız yöntemlerle cadı
avlarını yürütmüştür. Essex’te gerçekleştirilen cadı
avında erkekler de cadılıkla itham edilmelerine rağmen; itham edilen 291 kişinin 268’i kadındır. Bir diğer ünlü cadı avı yargılamaları 1692 yılında Salem’de
gerçekleştirilmiştir. Salem cadı yargılamalarında da
162 kişi cadılık ile suçlanmış olup bunların 120’sini
kadınlar oluşturmuştur. Bu yargılamalarda cadılar
ortalama 40-60 yaşları arası, evli veya bekar kendi
ayakları üzerinde durabilen kadınlardan seçilmiştir.
Erkekler ise bu kadınlar ile yakın akrabalık bağları
olan erkeklerdir. Yani erkeklerin cadılık ile suçlanmalarının nedeni dahi yine bir kadınla olan ilişkisidir.
Çağlar boyunca kadınlar erkek egemen zihniyetin boyunduruğu altında ezilmeye çalışılmışlardır.
Ancak bu egemenliğin en acımasız görünüş şekli kuşkusuz cadı yargılamalarıdır. Güzel kadınlar erkekleri
büyüledikleri, çirkin kadınlar şeytanla ilişkileri nedeniyle çirkinleştikleri için; kendi ayakları üzerinde
durabilen güçlü kadınlar toplumdan aykırı görüldükleri ve güçlerinden çekinildiği, güçsüz kadınlar
ise güç elde etmek adına şeytanla anlaşma yapabilecekleri için; ayrıca doğurma yeteneklerine sahip
oldukları ve doğuma yardım ettikleri için; bazen de
iyileştirme yetenekleri yüzünden ama özünde sırf kadın oldukları için cadılıkla suçlanmışlar ve yüzyıllar
boyunca tarihin gördüğü en acımasız ve insanlık dışı
18
yöntemlerle yargılanarak vahşi biçimlerde hayattan
kopartılmışlardır. Toplumda yaşanan her olumsuzlukta aranan günah keçisi kadınlar olmuş ve kadın
olmanın bedelini de ne yazık ki canları ile ödemişlerdir. Yargılamada itirafın esas alınması ve itirafın
elde edilmesi için başvurulan sorgu yöntemlerinin,
uygulanan vahşi işkencelerin ve cadılığın tespiti için
uygulanan deneylerin hiçbir çağda kabulü mümkün
değildir. Cadılık inancının başlangıcında toplumda
hakim olan batıl inançlar yer alsa da cadı avlarının
domaniken rahiplerinin emirleri ile ve yasalarla hayata geçirilmesi son derece düşündürücü ve ürkütücüdür. Ayrıca cadı avlarının dünyada bilimin geliştiği
Rönesans dönemini de içine alması oldukça ironiktir.
Günümüzde cadılık suçlaması ile yargılanan bulunmamaktadır. Ancak ne yazık ki kadınlar; tarihin her
döneminde ve günümüzde de sadece kadın olmaları
sebebiyle hayatın her alanında erkek egemenliğinin
baskılarına, suçlamalarına, cezalandırılmalarına maruz kalmaktadırlar.
Yararlanılan Kaynaklar:
Aksan, Yücel. “1450-1750 Yılları Arasında Avrupa’da
Cadılık”, Tarihi İncelemeler Dergisi, Sayı: XXVIII/2,
2013, ss.355-368.
Arslan Karaküçük, Suna. “Korkunun Kadınları:
Cadılar Ve Cadıcılık”, Sosyoloji Araştırmaları Dergisi,
Cilt:13, Sayı:2, 2010, ss.41-64
Berktay, Fatmagül. Tarihin Cinsiyeti, Metis Yayınları, İstanbul, 2012
Gün, Mukadder, Serap Şahinoğlu. “Büyücülükten
Şifacılığa Kadın Sağaltıcıların Öyküsü”, Lokman Hekim Dergisi, Sayı:5(1), 2015, ss.27-32.
BENİM
BENİM BEDENİM,
BEDENİM,
BENİM KARARIM!
Av. Gülce MUTOĞLU KILAVUZ
Üreme Hakları ve Kürtaj Değerlendirmesi
Bedenimiz üzerindeki kararları gerçekten biz verebiliyor muyuz? Ülkemizde ve dünyada çokça tartışılan kürtaj yasakları, aile planlaması konusunda
yürütülen devlet politikaları, kadınların doğurganlıkları sebebiyle iş yaşamında ayrımcılığa uğramaları,
bekaret kontrolleri gibi bir çok sorun aslında temel
insan hakları içinde değerlendirilen üreme haklarının
ihlali niteliğinde.
Üreme hakları, evrensel insan hakları kapsamında, çiftlerin ve bireylerin çocuklarının sayısı ve
doğum aralığına özgürce ve sorumlu bir şekilde karar verebilmeleri için gerekli bilgiye sahip olabilme;
üreme sağlığı hizmetlerine ulaşabilme, hiçbir şiddet,
baskı ve ayrımcılığa maruz kalmadan üreme ile ilgili
kararlarını özgürce verebilme hakkı olarak tanımlanmaktadır. Üreme haklarının bazıları, -bireylerin, çocukların sayısı ve aralığına karar vermelerine devletin
müdahale edememesi gibi- devlet tarafından güvenceye alınma (müdahaleci olmama) taleplerini içerir.
Bir kısmı ise -sağlık hakkı gibi- devletin müdahaleci
olması taleplerini içermektedir. Ancak her iki durumun da sağlanması için devletin gerekli önlemleri
alma yükümlülüğü vardır.
Üreme hakları ilk olarak 1968 yılında yapılan
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konferansı’nda
(Tahran) insan haklarının bir alt kümesi olarak değerlendirilmiştir. Kahire’de 1994 yılında düzenlenen
Birleşmiş Milletler Uluslararası Nüfus ve Kalkınma
Konferansı (ICPD) ile nüfus konusundaki geleneksel
politikadan uzaklaşılmış, devletlerin kadın ve erkek
KÜRTAJ HAKTIR
19
eşitliğini temel alarak aile planlaması ve cinsel sağlığı
içeren üreme sağlığı hizmetleri dahil tüm sağlık hizmetlerine ulaşabilirliğini sağlaması gerekliliği kabul
edilmiştir. Bu konferansın sonuçları IV. Dünya Kadın Konferansı’nda (FWCW) da vurgulanmış ve eylem planında yer almıştır. ICPD 1994 sonunda 179
ülke tarafından kabul edilen Eylem Programı, 2015
yılına kadar uygulanmak üzere bazı eylem önerilerini
içermektedir. Türkiye, Eylem Programı’nı kabul eden
ülkelerden biridir.
20
Üreme hakları ve cinsel hakları açısından önem
taşıyan bir diğer uluslararası belge de BM Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi
Sözleşmesi’dir (CEDAW).
Uluslararası Aile Planlaması Federasyonu (IPPF)
tarafından hazırlanan Üreme Hakları ve Cinsel
Haklar Bildirgesi’nde yer alan üreme hakları şöyledir;
1-) Yaşama Hakkı: Üreme hakları yaşama hakkının ayrılmaz bir parçasıdır. Üreme haklarını temel
insan haklarının devamı olarak görmek, bu hakka
gereken duyarlılığın gösterilmesini sağlayacak en
önemli adımdır. Yaşam hakkı ile üreme haklarının
bağlantısının kurulabileceği ilk nokta yaşamın ne
zaman başladığı konusundaki tartışmadır. Üreme
hakları kapsamında yaşamla bağlantı kurulan ikinci
nokta ise bireylerin üreme haklarını kullanmaları sürecinde sağlıklarının ve yaşamlarının korunmasıdır.
Bildirge’de yaşam hakkı çerçevesinde üreme hakları
ile ilgili açıklamalarda, gebeliğindevamında ve sonrasında gerçekleşen cinsiyetçi yaklaşımlara da dikkat
çekilmiş ve cinsiyet nedeni ile çocukların yaşamına
son verilemeyeceği açık bir şekilde ifade edilmiştir.
Buna göre kız bebeklerin doğumdan önce ya da doğumu takiben öldürülmesinin engellenmesi gerektiği
belirtilmiştir. ICPD 1994’te ülkelerin büyük oranda
yalnızca kadının hayatını kurtarmak için gebeliğin
sonlandırılmasına izin verme politikaları uyguladığı,
bunun da annelerin düşüğü kendilerinin gerçekleştirmesine neden olduğu, bu durumun anne ölümlerinde önemli bir artışı getirdiği belirtilmiştir.
Bu hak mevzuatımızda Anayasa’nın 17. Maddesinde ve Türkiye’nin de taraf olduğu Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi’nin 2. Maddesinde düzenlenmiştir.
rini ve yaşamlarını kültürel, toplumsal nedenler veya
inançlara bağlı olarak zorlaştıran ve engelleyen davranışların cinsel yaşam ve üremede özgürlük hakkına
aykırı olduğu, bireylere suçluluk, utanç duygusu veren davranışların da, özgürlük anlayışı ile bağdaşmayacağı da belirtilmiştir. Buna göre kadınlara yapılan
“bekaret kontrolü” gibi kadınlara yönelik onur kırıcı
davranışlar engellenmelidir. Kadının, eşi ya da diğer
aile bireyleri tarafından çocuk doğurmaya zorlanması ya da çocuk sahibi olmasının engellenmesi de cinsel yaşam ve üremede özgürlük hakkı ile bağdaşmaz.
Buna göre bireylerin yapacağı çocuk sayısına ilişkin
yürütülen ve sayıca çok (en az 3 gibi) çocuk yapmayı
tavsiye eden devlet politikaları da özgürlük ihlalleri
kapsamında değerlendirilmelidir. Kadınların gebeliğini sonlandırmaya ya da sürdürmeye zorlanması da
özgürlük ihlalleri arasındadır. Özgürlük hakkı T.C
Anayasası’nın 25. Maddesi kapsamında değerlendirilmektedir.
3-) Eşitlik Hakkı: Hiç kimse, cinsel ve üreme
yaşamında, sağlık bakımı ya da sağlık hizmetlerinden
yararlanmada ırk, renk, cinsiyet ya da cinsel tercih,
medeni durum, aile konumu, yaş, dil, din, siyasi ya
2-) Özgürlük Hakkı: Bildirgeye göre cinsel
yaşam ve üremede özgürlük hakkı kapsamında her
bireyin, başkalarının haklarına saygı göstermek koşuluyla cinselliğini ve üremesini sürdürme, kontrol
etme ve cinsel yönelimini ifade etme özgürlüğü vardır. Bütün kadınlar, gebeliğin güvenle sonlandırılması da dahil olmak üzere üremeyle ilgili seçim yapma
hakkına sahiptir. Bildirge’de bireylerin cinsel istekle21
da diğer görüşler, ulusal ya da sosyal köken nedeniyle ayrımcılığa tabi tutulamaz. Tüm bireylerin üreme
sağlığı, cinsel sağlık ve hakları ile ilgili danışmanlık
hizmetlerine ulaşma hakkı vardır. Kadınların cinsiyetleri nedeniyle üreme sağlığı, cinsel sağlık konusunda eğitim almasının, üreme sağlığı ve cinsel sağlık
hizmetlerine ulaşmasının engellenmesi eşitlik hakkı
ile bağdaşmaz. Kadınlara ev ve iş yaşamlarında doğurganlıkları veya çocuk sahibi olmaları nedeniyle
ayırım yapılması, çalıştıkları işler sebebiyle çocuk
üreme haklarının engellenmesi veya taahhüt vermelerinin istenmesi yine eşitlik hakkına aykırıdır.
Eşitlik hakkı T.C Anayasası’nın 10. Maddesi
kapsamında değerlendirilmektedir. Ayrıca İş Kanunu’ndaki doğum iznine ilişkin hükümler de bu hak
kapsamındadır.
4-) Mahremiyet Hakkı: Bireylerin cinsel sağlık ve üreme sağlığı ile ilgili hizmet alması sürecinde
öğrenilen ve edinilen tüm bilgi ve belgelerin gizliliği
sağlanmalıdır. (Burada akla geçtiğimiz yıllarda ülkemizde Sağlık Bakanlığı’nın başlattığı bir uygulama ile
hamilelik testi pozitif çıkan bekar kadının babasına
bilgi mesajı gönderilmesi olayı geliyor.) Bireyin bilgilendirildikten sonra izin verdiği ve talep ettiği işlemlere (tıbbi sakınca olmadıkça) tabi tutulması, bireyin
beden mahremiyeti hakkının sonucudur. Bu anlamda zorla yapılan kısırlaştırma, gebeliği sonlandırma,
doğurganlığı önleme gibi faaliyetler gibi –tıbbi açıdan bir sakınca olmadıkça- talep edilen müdahalenin
gerçekleştirilmemesi de bireyin bedeni üzerindeki
haklarına müdahale olarak kabul edilir.
Bu gibi konularda bireyler, kendi beden bütünlüklerine müdahale konusunda tek başlarına karar
22
verici olmalı, bir başkasının onayına bağlı kalmamalıdır. Bireylerin kendileri ile ilgili bilgileri saklı
tutmak yerine ayrımcılığa maruz kalmaksızın cinsel
yönelimlerini açıklayabilmeleri de bu hakkın kapsamındadır.
T.C Anayasası’nın 20. Maddesi, Türk Ceza
Kanunu’nun 135/2 maddesi, Hasta Hakları
Yönetmeliği’nin 21. Maddesindeki hükümler bu hak
kapsamındadır.
5-) Düşünce Özgürlüğü Hakkı: Tüm bireyler,
cinsel ve üreme yaşamları hakkında düşünce ve konuşma özgürlüğüne sahiptir.Bireylere üreme ve cinsel
sağlıkları konusunda sınırlanmalar getirebilecek dini
metinlerden,inançlardan, geleneklerden ve felsefi görüşlerden korunma hakkı da Bildirge’de tanınmıştır.
Bu hak T.C Anayasası’nın 25. Maddesinde karşılığını
bulmaktadır.
6-) Bilgilenme ve Eğitim Hakkı: Tüm bireyler, cinsel sağlık, hakları ve sorumluluklarıyla ilgili, cinsiyete
duyarlı, önyargılardan uzak, yansız ve çoğulcu bir şekilde sunulan eğitime ve doğru bilgiye ulaşma, cinsel
ve üreme yaşamlarına ilişkin kararlarını tam, özgür
ve bilinçli vermelerini sağlayacak yeterli eğitim ve
bilgiyi edinme, doğurganlığı düzenleyen bütün yöntemlerin ve istenmeyen gebeliklerin önlenmesinin
görece yararları, riskleri ve etkililiği konularında tam
bilgi edinme hakkına sahiptir.
T.C Anayasası’nın 19 ve 41. Maddeleri Umumi
Hıfzısıhha Kanunu’ndaki eğitim ve evlenme öncesi
tedaviye ilişkin hükümler, Nüfus Plankaması Kanunu’ndaki eğitim ve öğretime ilişkin hükümler ve
Hasta Hakları Yönetmeliği’ndeki hastanın sözlü ve
yazılı bilgi isteme hakkı bu kapsamdadır.
7-) Evlenme ve Aile Kurma Konularında Seçim Yapma Hakkı: Tüm bireyler, tam, özgür ve
bilinçli olurları dışında evlendirilmekten korunma
hakkına sahiptir.Kadınların olurları dışında evlendirilmeleri erken yaşta evlilikleri kapsamaktadır. Erken yaşta evlendirmeler, özellikle eğitim, ekonomik,
otonomi, fiziksel ve psikolojik sağlık yönünden, gelişmelerinde olumsuz etkileri olması nedeniyle genç
kızların kişilik hakkına saldırıdır. Erken yaşta evliliğin olumsuz diğer bir etkisi, genç kızların eğitim hakkının engellenmesidir. Yeterli eğitim alma hakkının
sağlanamamasının diğer bir olumsuz etkisi, eğitimin
yeterli olmadığı durumlarda sağlık hizmetlerinden
yararlanma hakkının da sınırlanmasıdır. Erken yaşta
evlendirilen kız çocuklarının fizyolojik olarak doğum için yeterli olgunlukta olmaması, anne ve bebek
ölümündeki artışlar dahil ciddi riskleri de birlikte getirmektedir.
Türk Medeni Kanunu’ndaki evlenmeye ilişkin
hükümler, CEDAW 16. Maddesi ve İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesi’nin 165. Maddesindeki düzenlemeler bu kapsamdadır.
8-) Çocuk Sahibi Olup Olmamaya Karar
Verme Hakkı: Tüm bireyler sahip olacakları çocuk
sayısına ve çocuklar arasındaki zaman aralığına karar verme hakkına sahiptir.Bu hak kapsamında tüm
kadınların, üreme sağlığının korunması, güvenli anneliğin sağlanması ve gebeliğinin güvenli sonlandırılması için gereken bilgi, eğitim ve hizmetlere ulaşma
hakkı vardır. Tüm bireyler, istenmeyen gebeliklerden
korunma yöntemleri içinden kendileri için güvenli
ve kabul edilebilir olanı özgürce seçmek ve kullanmak hakkına sahiptir. Bu haktan evli olanlar yanında evli olmayanlar da kısıtlamalarla karşı karşıya
gelmeden yararlanabilmelidirler. Türkiye’de de aile
planlamasının yasal olarak tanımı yapılmış ve fertlerin istedikleri sayıda ve istedikleri zaman çocuk sahibi olabilmeleri esas alındığı kanunda belirtilmiştir.
Ancak örneğin kısırlaştırma, Nüfus Planlaması Hakkında Kanun ile evli kadınlar açısından eşin rızasına
bağlanmıştır. Yani kadın çocuk sahibi olmak istemiyorsa ya da başka çocuk istemiyorsa eşinin rızası ile
kısırlaştırılabilir.
T.C Anayasası’nın 41. Maddesi, Nüfus Planlaması Hakkında Kanun, Üremeye Yardımcı Tedavi
Merkezleri Yönetmeliği, CEDAW 12,14/2b ve 16/e
maddesi bu hak kapsamında düzenlemeler içermektedir.
9-) Sağlık Bakımı Alma ve Sağlığın Korunması Hakkı: Tüm bireyler; cinsel sağlık ve üreme sağlığı
da dahil, bütün bakım hizmetlerinde ulaşabilecek en
yüksek nitelikte hizmet alma hakkına sahiptir. gebe23
liğin güvenli sonlandırılması dahil, doğurganlığı düzenleyen tüm yöntemler ile infertilite (çocuk sahibi
olamama) ve AIDS de dahil olmak üzere cinsel yolla
bulaşan enfeksiyonların tanısı ve tedavisi, özellikle
de kadınlar ve kız çocukları, sağlığa zarar veren geleneksel uygulamalardan korunma hakkı, yansız olarak
sunulan bilgilere dayanarak kendi kararlarını vermelerini sağlayacak infertilite ve gebelik danışmanlığını
alma hakkı, gebelik, doğum ve doğum sonrası bakım
ve gebelik ile emzirme sırasında yeterli beslenme hakkı bu hak kapsamındadır. Bu hak kapsamında annelerin, yeterli sosyal güvenlik hakları sağlanmış doğum
hakkına sahip olduğu da vurgulanmıştır.
T.C Anayasası’nın 41 ve 56. Maddeleri,Umumi
Hıfzısıhha Kanunu, Cinsel Yolla Bulaşan Hastalıklarla Mücadele ile ilgili Tüzük, Nüfus Planlaması
Hakkında Kanun, 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu ile İş Kanunu’nda gebe kadınların çalışma usul,
süre ve şartlarına ilişkin hükümler, Hasta Hakları Yönetmeliği’ndeki kaliteli sağlık hizmeti alma hakkı bu
hak kapsamında düzenlemeler içermektedir.
10-) Bilimsel Gelişmelerden Yararlanma Hakkı: Sağlık alanındaki bilimsel ve teknolojik ilerlemeler insanların sağlık hizmetlerinden daha az zararla
daha kolay bir şekilde yararlanmalarını amaçlamaktadır. Tüm bireyler, infertilite, gebeliğin önlenmesi ve
gebeliğin sonlandırılmasını da kapsayan konularda
üreme sağlığı teknolojisinden yararlanma ve üreme
sağlığıyla ilgili teknolojinin sağlık ve iyilik hali üzerinde olabilecek herhangi bir olumsuz etkisi konusunda bilgi alma hakkına sahiptir. Mevzuatımızda bu
hakkı karşılayacak bir düzenleme tespit edilememiştir.
24
11-) Toplanma Özgürlüğü ve Siyasete Katılma Hakkı: Tüm bireyler toplanarak; cinsel sağlık,
üreme sağlığı ve haklarını savunma hakkına sahiptir.
Tüm bireyler, cinsel ve üreme sağlığının savunulması
amacıyla birlik oluşturma hakkına sahiptir.
T.C Anayasası’nın 33. Maddesi bu hak kapsamında
değerlendirilmektedir.
12-) İşkence ve Kötü Muameleden Özgür
Olma Hakkı: Bildirge’de bu hakkın üreme hakları
bağlamında ifadesinde farklı noktalara dikkat çekilmektedir: Çocukların sömürüden, cinsel sömürüden, çocuklara yönelik ticari cinsel sömürüden ve her
türlü cinsel istismardan ve saldırıdan, yasadışı cinsel
etkinliklere, fahişelik ya da diğer yasa dışı cinsel sömürü uygulamalarına katılmaktan, pornografik yayınlardan korunma hakkı olduğu, kadınların kadın
ticaretinden ya da fuhuş için sömürülmekten korunma hakkı olduğu kabul edilmiştir. Bekaret uygulamaları bu hakkın ihlali niteliğindedir.
T.C Anayasası’nın 17. Maddesi Türk Ceza Kanunu’ndaki işkence ve eziyet suçları ile cinsel dokunulmazlığa karşı suçlar ile 287. Maddesi(bekaret
kontrolleri açısından), Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin
34. Maddesi, CEDAW 6. Maddesi bu hak ile ilişkilidir.
Yukarıda özetlediğimiz ve uluslararası insan hakları belgelerinden yola çıkarak hazırlanan ve yukarıda
özetlenen, cinsellik ve üremeyle ilgili hakların temel
insan hakları arasında yer alan haklar, devlet ile halk
arasındaki ilişkileri ve devletin halka karşı yükümlülüklerini belirleyen uluslararası insan hakları yasalarına (Birleşmiş Milletler bildirgeleri, antlaşmalar,
vb.) dayandığı için yasal bir nitelik taşımaktadır.
Uluslararası insan hakları antlaşmalarına imza ko-
yan devletler, uluslararası yasalarla belirlenmiş olan
görevleri üstlenmeyi kabul etmektedir. Bildirgede yer
alan uluslararası antlaşmalardaki bir çok madde,
hükümetlerin kabul ettiği ve sorumlu tutulabileceği yükümlülüklerdir. Türkiye’de özellikle bahsedilen hakların bir çoğuyla ilişkili olan kürtaj konusunda sıkıntılar yaşanmaktadır. Dünyada kürtaj tartışmaları üç temel
noktadan devam etmektedir. Bunlardan ilki kadının
isteyerek olan bir birlikteliğinden sonra meydana gelen istenmeyen bir gebelik durumunda, bir diğeri ise
ensest, tecavüz, gibi durumlarda kürtajın olabilirliği
üzerinedir. Bir üçüncü tartışma da özellikle annenin
sağlığını tehdit eden bir sorunun varlığı durumunda
veya bebeğin sağlığı ile ilgili olarak gebeliğin sonlandırılması ile ilgili olarak karşımıza çıkmaktadır. Kürtaj ülkemizde 1965 yılında yasal hale gelmiş 1983
yılında da 10 hafta süre ile sınırlandırılmıştır.
İstenmeyen gebelik durumunda ;Nüfus Planlaması Hakkında Kanun ve ilgili yönetmelikte var olan
yasal düzenlemeler çerçevesinde ülkemizde evli bir
kadın 10 haftaya kadar eşinin rızasıyla, yasal olarak
evli olmayan bir kadın kendi isteği ile ve 18 yaşından
küçük ise aile rızası veya özel durumlarda mahkeme
kararı ile bir kadın doğum uzmanına kürtaj yaptırabilmektedir.
Nüfus Planlaması Hakkında Kanun’nun 5/2
maddesine göre gebelik süresi, on haftadan fazla ise
rahim ancak gebelik, annenin hayatını tehdit ettiği
veya edeceği veya doğacak çocuk ile onu takip edecek
nesiller için ağır maluliyete neden olacağı hallerde
doğum ve kadın hastalıkları uzmanı ve ilgili daldan
bir uzmanın objektif bulgulara dayanan gerekçeli raporları ile tahliye edilir.
Derhal müdahale edilmediği takdirde hayatı
veya hayati organlardan birisini tehdit eden acil hallerde durumu tespit eden yetkili hekim tarafından
gerekli müdahale yapılarak rahim tahliye edilir. Ancak uygulamada maalesef annenin hayatını tehlikeye
atmak pahasına da olsa kürtaj işlemi hastanelerce gerçekleştirilmek istenmemektedir. Geçen sene İzmir’de
ortaya çıkan Ayşe K. Vakasında olduğu gibi. Ayrılmak istediği erkek arkadaşı tarafından av tüfeğiyle
yaralanan Ayşe K.’nın kolundaki iltihabın yayılması
sebebiyle antibiyotik tedavisine başlanabilmesi için
kürtaj işleminin gerçekleştirilmesi zorunluluğu ortaya çıkmış fakat ilk etapta hastane tarafından bebeğin
babasının izni gerektiği gerekçesiyle kürtaj yapılmak
istenmemişti. Olay medyada yer alınca İzmir Barosu
Kadın Hakları Merkezi aracılığıyla mağdur vekili olarak görev alan meslektaşımızın ve kadın örgütlerinin
çabasıyla kürtaj işlemi gerçekleştirilebilmişti. Türk
Ceza Kanunu’nun 99/6. Maddesine göre “Kadının
mağduru olduğu bir suç sonucu gebe kalması halinde, süresi yirmi haftadan fazla olmamak ve kadının
rızası olmak koşuluyla, gebeliği sona erdirene ceza verilmez.” Görüldüğü üzere suç mağduru kadınlar açısından yasal kürtaj süresi 20 hafta olarak düzenlenmiş ve mağdurun izni dışında herhangi bir izin şartı
aranmamıştır. Oysa ki uygulamada hastaneler suç
mağduru kadınların kürtaj işlemini gerçekleştirmek
için “savcılık izni” aramaktadır. Bu aşamada kadınlar
Cumhuriyet Savcılığı’na başvurarak öncelikle gebelik
süresinin tespitini sonrasında ise kürtaj için sakınca
bulunmadığına ilişkin savcılık yazısını beklemekte ve
yasal sürenin dolması tehlikesiyle karşı karşıya kalmakta, bir kez daha mağdur edilmektedirler.
Karşılaştığımız örneklerde suç mağduru kadınlar
açısında kürtaj işlemi şu şekilde gerçekleşmektedir;
hastane tarafından savcılığa yönlendirilen kadın
25
için TCK m:99 ve CMK 76/2 maddelerine atıf yaparak gebeliğin sonlandırılması ve ceninden Dna
örneği alınması talepleriyle soruşturmayı yürüten
C.Savcılığına başvuru yapılıyor. Bu arada ceninden
örnek alımını gerçekleştiren hastaneler sınırlı tespit
edilerek bu hastanelerde kürtaj işleminin gerçekleşmesi gerekiyor.Savcılık, kürtaj açısından engel bulunmadığı bu sebeple kürtajın gerçekleştirilmesi, bu
esnada Dna testi için ceninden örnek alınması için ilgili hastaneye müzekkere yazıyor. Mağdur bu müzekkere ile hastanede kürtaj işlemi gerçekleştirebiliyor.
Cumhuriyet Savcısı tarafından şüpheliden CMK 75
e göre kan örneği alınarak, mağdurdan alınan örneklerle karşılaştırılması için Sulh Ceza Hakimliği›nden
CMK 78-79 maddelerine göre genetik ve moleküler
inceleme yapılması için izin verilmesi talep ediliyor.
Karar üzerine örnekler Adli Tıp Grup Başkanlığı›na
gönderilerek şüphelinin baba olup olmadığının tespiti için inceleme yapılıyor. Bu işlemlerin gerçekleştirilebilmesinde savcıların kürtaj meselesine bakış açısı
önemli rol oynamakta ve aslında yasal olarak hiçbir
izin gerekmezken suç mağduru kadınlar açısından
dahi durum ne yazık ki subjektif kriterlere bağlanmakta ve kadınlar bir kez daha mağdur edilmekte,
kadınların yaşama, özgürlük, eşitlik, mahremiyet
hakkı gibi üreme hakları da ihlal edilmektedir.
Bedenimiz üzerindeki tüm kararların bize ait olması umuduyla..
YARARLANILAN KAYNAKLAR
-Cinsel Haklar/Üreme Hakları Farkındalık ve
Savunuculuk Projesi Rehber Kitabı,Türkiye Aile
Planlaması Vakfı, 2015.
26
-Vakalarla Türkiye’de Üreme Hakları, İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı, 2012.
-Üreme Hakları, http://bilheal.bilkent.edu.tr/
uremesagligi/uremehaklari.html
-NADİR U., Kürtaj Yasası ve Sosyal Hizmet Uzmanının Etik İkilemi, Nişantası Üniversitesi Sosyal
Bilimler Dergisi, 2013.
Türk Tarihinde
Kadının Yeri ve Konumu
Zeynep TÜRKYILMAZ
Öğretim Elemanı
Ege Üniversitesi Atatürk İlke ve İnkılap Tarihi Bölümü
Tarihsel süreçte Türk tarihinde kadının yeri ve
konumuna baktığımızda, eski Türk devletlerinde
Türk kadınının temel nitelikleri “annelik” ve “kahramanlık” olarak karşımıza çıkmaktadır. Kadınlar; ata
binme, silah kullanma, mücadele edebilme gücü ile
olduğu kadar “annelik” vasfıyla aileyi ve toplumu birleştiren, dayanışmayı sağlayan bir güç ve denge unsuru olarak da karşımıza çıkar. Hunlar, Göktürkler
ve Uygur Devleti başta olmak üzere, eski Türk devletleri ve toplumlarında, tek eşli evliliğin esas olduğu,
kadınların ailenin ve toplumun temel dayanağı olarak kabul edildiği bilinmektedir.
Eski Türk devletlerinde Türk kadını, emirnameleri hakan ile birlikte onaylar, yabancı elçileri kabul
eder, siyasi ve idari konularda fikir beyan ederdi.
Yakın tarihimize baktığımızda; Osmanlı
Devleti’nde toplumsal ve siyasal hayatta etkin olarak
yer almayan kadınlarımızın bilhassa 1908 yılından
sonra, İkinci Meşrutiyet döneminde adeta bir uyanış
devri yaşadıklarını görürüz. Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı dolayısıyla erkeklerin silah altına
alınmasıyla birlikte, ülkede ortaya çıkan iş gücü açığını kadınlar tamamlamışlar, fabrikalarda, kamusal
27
alanda ve çeşitli iş sahalarında etkin olarak çalışmaya
başlamışlardır.
Bu dönemde kadın haklarını savunan ve kadın
sorunlarını ele alan pek çok dergi ve gazete vardır.
Demet, Kadınlar Dünyası, Kadın Alemi, Genç Kadın Türk Kadını Dergisi gibi pek çok yayında kadın hakları, kadınların toplumsal ve çalışma hayatı,
kadınların eğitim durumu gibi pek çok konu ele
alınmış, bu fikri deneyim sürecinden sonra, Kurtuluş
Savaşı döneminde; İrade-i Milliye, Açıksöz, Albayrak, Hakimiyet-i Milliye gibi gazetelerde kadınların
yazılarına ve görüşlerine yer verilmiştir.
Aynı dönemde, Kadınları Çalıştırma Cemiyeti, Cemiyet-i İmdadiye, Teal-i Nisvan gibi pek çok
dernek ve cemiyet kuran kadınlar, kadınların çalışma hayatında yer alması, meslek edindirme kursları, okuma yazma kursları, yardım kampanyaları gibi
hizmetlerde bulunarak, kadınların her yönden gelişmeleri için önemli çalışmalarda bulunmuşlardır.
28
Milli Mücadele dönemine baktığımızda, kadınların toplumsal ve siyasal hayatın merkezinde
olduğunu, vatanın savunulması ve kurtarılmasında
kadınların büyük bir görev üstlendiklerini görüyoruz. Kurtuluş Savaşı döneminde, Asri Kadınlar Cemiyeti, Hilal-i Ahmer Cemiyeti Hanımlar Merkezi,
Müdafaa-i Hukuk Hanımlar Cemiyeti, Anadolu Kadınları Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti başta olmak üzere pek çok cemiyet kurarak, toplumsal dayanışmanın
temsilcisi olan Türk kadınları, Kurtuluş Savaşı’nda
düzenledikleri mitinglerle mücadelenin en önemli
destekçisi olmuşlardır.
İzmir’in 15 Mayıs 1919’da işgalinden sonra, işgal tehlikesinin ciddiyeti ve yurt genelinde büyük
bir işgal hareketinin başlayacağı anlaşılmış, yurdun
çeşitli bölgelerinde işgale karşı protesto mitingleri
düzenlenmiştir. Bu mitingleri düzenleyen ve mitinglerde yaptıkları konuşmalarla, halkı milli mücadeleye çağıran Türk kadınları, 19 Mayıs 1919 ‘da Fatih
Mitingi ve bunu takiben Üsküdar, Kadıköy, Sultan
Ahmet mitingleri başta olmak üzere pek çok mitingde, kadınlar halkı kadın erkek bir bütün olarak,
millet olarak milli mücadeleye çağırmışlardır. Kadınların, Kurtuluş Savaşı’nın en ön safında yer alacaklarını ifade ettikleri bu mitingler, vatan savunması için
kadınların sahip olduğu azim, kararlılık ve inancı
gösterdiği kadar, halkın moral ve maneviyatını da
yükselterek, mücadeleyi arttırmıştır.
Kurtuluş Savaşı, mitinglerde binlerce kişiyi mücadeleye sevk eden, mermi ve silah yapımında çalışan, kağnı kollarında gönüllü olarak cepheye cephane taşıyan, soğuktan donmaması için çocuğunun
üzerini örtmek yerine ıslanmaması için mermilerin
üzerini örten ve bizzat savaş alanında savaşarak, orduya komutanlık yapan Türk kadınlarının, azmi ve
mücadelesi sayesinde kazanılmıştır.” Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir Ulusunda, Anadolu köylü kadınının üstünde emek vermiş bir başka kadın topluluğu
gösterilemez. Dünyada hiçbir Ulusun kadını “Ben
Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, Ulusumu
kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar gayret gösterdim” diyemez.” sözleriyle, kadınlarımızın Kurtuluş Savaşı’ndaki hizmetlerini ifade eden
Atatürk, milli mücadelenin kazanılmasından sonra
kurduğu yeni Türk devletinde, Kadınların erkekler-
29
den daha aydın, daha kültürlü ve bilgili olmaları gerektiğini vurgulamıştır. Böylece; bu kez yeni bir mücadele başlayarak, milleti kurtuluşa ve zafere götüren
kadınların her yönden gelişimi için çok yönlü bir
inkılap hareketi başlamıştır.
İnkılapların temeli, eğitimdir. Atatürk, 3 Mart
1924 de Tevhid-i Tedrisat, öğretimin birleştirilmesi kanunun çıkararak, kız ve erkek çocukların milli
ve çağdaş bir eğitim sistemiyle, kadınların, erkeklerle birlikte eşit öğrenim hakkına sahip olmalarını
amaçlamıştır. Bu bağlamda, kültürel alanda pek çok
yenilik yaparak, bilhassa kız çocuklarının eğitimine
büyük önem vermiştir.
Kadın-erkek eşitliğinin hukuk alanında da sağlanması için 17 Şubat 1926 tarihinde Mecelle yerine,
Medeni Kanun kabul edilmiştir. Medeni Kanun ile;
Evliliklerin medeni- resmi nikah ile gerçekleşmesi ve
bir erkeğin tek kadınla evlenebilmesi, çok eşliliğin
kaldırılması söz konusudur. Medeni Kanun gereğince, kadınlara da boşanma hakkı tanınmış ayrıca miras
paylaşımında ve mahkemelerdeki şahitlik hususunda
da kadınlar erkeklerle eşit haklara sahip olmuşlardır.
Türk kadınlarına, 1930 yılında Belediye seçimlerine katılma hakkı tanınmıştır. İlk Kadın Belediye
Başkanı Sadiye Hanım olup, kendisi bugün Artvin
iline bağlı, eski adıyla “Ersis” olan Kılıçkaya da Belediye başkanı seçilmiştir. 1950 de ise Müfide İlhan
hanım Midyat Belediye başkanı olarak hizmet vermiştir.
1933 senesinde kadınlarımıza köyde muhtar ve
ihtiyar kuruluna seçme hakkı tanınmış, Çinekarpuzlu Nahiyesinin merkezi Dereköy den ilk kadın muhtarımız Gül Hanım muhtar seçilmiştir.
30
Türkiye Cumhuriyeti’nde, 5 Aralık 1934 tarihinde, kadınlara Milletvekili Seçme ve Seçilme hakkı tanınmıştır.
1935 yılında 399 milletvekilinden 17 si kadın,
1936 yılı başında boşalan milletvekillik için yapılan
ara seçimlerde ise Çankırı milletvekili Hatice Hanımın da katılımıyla, 18 kadın Türkiye Büyük Millet
Meclisi’ne girerek, milletini temsil etme hakkına
sahip olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nde; İtalya,
Japonya, Fransa, İsviçre, Belçika gibi pek çok Avrupa ülkesinden daha önce kadınlara seçme ve seçilme
hakkı tanınmıştır.
“Bir toplum, bir millet, erkek ve kadın denilen
iki cins insandan meydana gelir. Mümkün müdür
ki bir kitlenin bir parçasını ilerletelim, diğerine göz
yumalım da kitlenin hepsi yükselme şerefine erişebilsin? Mümkün müdür ki bir topluluğun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı göklere
yükselebilsin? Şüphe yok yükselme adımları, dediğim
gibi, iki cins tarafından beraber, arkadaşça atılmak
ve ilerleme ve yenilik alanında birlikte yol alınmak
gerekir. Böyle olursa inkılap başarılı olur” sözleriyle, kadın erkek herkesin, birlik ve dayanışma içinde
ilerleyebileceğini vurgulayan Atatürk, siyasal, sosyal,
hukuksal, kültürel her alanda yaptığı inkılaplarla,
kadın erkek eşitliğinin sağlanmasını amaçlamıştır.
8 Mart Dünya Kadınlar gününü “anmak” mı,
yahut “kutlamak” mı daha doğru bir ifadedir? Bu sorunun cevabı, yalnızca ülkemizde değil tüm dünyada,
kadın - erkek arasında eşitsizlik, kadın cinayetleri, kadına şiddet gibi insanlık dışı uygulamaları tartıştığımız 2016 dünyasında, kutlamaktan ziyade anmanın
daha doğru bir ifade olduğu kanaatindeyim. Ancak
kadının olduğu her yerde başarının, azmin, gücün ve
inancın olduğu görüşüyle, tüm olumsuzlara rağmen
kadınlar günümüzü kutluyorum.
31
YIL 1828, YER İZMİR, …
TÜRKİYE’DEKİ İLK KADIN HAREKETİ
EKMEK ZAMMI PROTESTOSU
Av. Figen ÖZLER MERDER
19 yy.’ da dünyada yaşanan değişimler Osmanlı’da da etkisini göstermeye başlamış ve bu etki İslami
ataerkillik içine sıkışan kadınların kendilerini daha
farklı konumlandırmalarını sağlamıştı.
Erkeklerle eşit bir toplumda yaşamak, kendi eşlerini ve kendi hayatlarını seçme özgürlüğüne sahip olmak.
Bununla birlikte, kadınların mücadelesi sadece
eşit haklara sahip olma mücadelesi olmamıştır.
1839 Tanzimat Fermanı ile başlatılan reform
çalışmaları, Osmanlı toplumunun değişmesine ve
farklılaşmasına neden olurken; kuşkusuz toplumun
önemli bir bölümünü oluşturan kadınlar da bu farklılaşma esnasında toplumdaki konumlarını ve haklarını sorgulamaya başlamışlardı.
Tarihçiler Osmanlı İmparatorluğu döneminde hak ve özgürlükler adına en büyük adımın Meşrutiyet döneminde atıldığını hatırlatarak, İzmir’in bu anlamda Meşrutiyet’ten
de önce harekete geçtiğini söylemişlerdir.. Cumhuriyet rejimi ile birlikte kadına verilen
hakların aslında topluma verildiği anlaşılmış, toplumun modernleşmesinin ancak kadınların yaşamının
değişmesiyle olacağının farkına varılmıştı. Bu süreç
içerisinde kadınlar; çıkardıkları dergiler, düzenledikleri konferanslar ile seslerini her fırsatta duyurmaya
çalışıyorlardı. İstekleri ise hep aynıydı : 32
“Her yenilikte öncü olan, Osmanlı ve Türkiye
için ilklerin kenti İzmir, bu ayaklanmaya da öncü olmuştur. İzmirli kadının kendi hakları için sokaklara
çıkması önemli bir demokrasi hareketidir. Kökeni
Amazonlara dayanan İzmir kadını, farkını 1828 yılındaki protestolarda göstermiştir. Şöyleki; İzmir Büyükşehir Belediyesi Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve
Müzesi’ne İlhan Pınar tarafından bağışlanan belgelere göre, Türkiye tarihindeki ilk kadın hareketi 1828
yılında, Kadifekale, Tilkilik, Namazgah ve Damlacık gibi Türk mahallelerinden gerçekleşti. Belgelere
göre, dönemin İzmir Valisi Hasan Paşa tarafından
verilen izinle yapılan “ekmek zammı” önce erkekler
tarafından protesto edildi, ancak sonuç alınamayınca kadınlar çocuklarıyla birlikte sokaklara çıkarak üç
gün boyunca protesto gösterileri yaptı. İzmirli kadınların bu protestosu sonrasında ekmek zammı, Hasan
Paşa’nın devreye girmesiyle geri alındı.
Prokesch von Osten tarafından tanık olunan olaylar,
1934 yılında Avusturya’da yayımlanan “Jahrbücher
der Literatür” (Edebiyat Yıllığı) adlı derginin 67 ve
68’inci sayılarında kaleme alındı. İzmir’de bulunduğu dönemde eski Smyrna’yı arkeoloji dünyasına
tanıtan Baron Von Osten, kaleme aldığı yazısında,
İzmir’de yaşanan kadın eylemlerini olduğu gibi anlatarak, Türk kadınının zam karşısında gösterdiği mücadeleye geniş yer vermiştir. O dönemlerde İzmir’de bulunan AvusturyaMacaristan İmparatorluğu’nun elçisi Baron Anton
(*) Araştırmacı–yazar İlhan Pınar, “İzmir Toplu
Yazıları”, İzmir Kent Kitaplığı…
33
DEVLET-İ İZDİVAÇ:
BİZE EŞ DEĞİL İŞ LAZIM...
Itır BAĞDADİ
İzmir Ekonomi Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü;
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Görevlisi
(Buradaki fikirler yazarın bağlı olduğu kurumdan bağımsız bir şekilde yazarı yansıtmaktadır.)
1 Kasım seçimleri öncesi parti liderlerinin verdiği vaatler arasında en dikkat çekenlerden biri Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun AK Parti’nin Şanlıurfa
mitinginde gençlere seslenişiydi:
“İşiniz var, maaşınız var, aşınız var. Ne kaldı, eş
kaldı eş. Biz bu toprakların insanlarının bereketlenmesini istiyoruz, çoğalmasını istiyoruz. Eş lazım dediğinizde önce anne babanıza gideceksiniz. İnşallah onlar
size hayırlı bir eş bulacak. Bulamazsa bize başvuracaksınız.”
Anlaşılan o ki devletimiz kalkınma planları, anayasa reformları, demokratikleşme paketleri gibi uğraşların yanına bir de devletin görünür eliyle gençlere
hayırlı kısmet bulma işini eklemiş. Seçimlerden galip
çıkan AK Parti’nin önümüzdeki dönemde toplumu
ilgilendiren bu “devlet-i izdivaç” politikaları hem kadın hem de erkek vatandaşlarımızın hayat kalitesini
etkileyecek türden. Görünen o ki genel olarak muhafazakar bakış açısına sahip bir siyasi görüşten gelen
AK Parti yönetimi, önümüzdeki dönemde gençlerin
34
evlenmesi, üremesi, ve geleneksel Türk aile yapısını
devam ettirmesiyle ilgili politikalar geliştirecek. Böyle bir geleceğe dönük hedef varken isterseniz Başbakanımızın bu konuyla ilgili Şanlıurfa’daki “işiniz var,
maaşınız var, aşınız var” söylemini biraz daha yakından inceleyim.
İşiniz Var (mı gerçekten)...
TÜİK verilerine bakarak kadının işgücüne katılma oranın %30.8, erkeklerin ise %71.5 olduğunu
görüyoruz. Başka raporlar kadının katılım oranının
çok daha düşük olduğunu iddia etmekte (%22 civarında). Eğitim arttıkça kadının işgücüne daha fazla
katıldığı gözlemlenmektedir. Yüksek öğretim gören
kadınların işgücüne katılımı %70’i geçmekteyken,
okur yazar olmayan kadınların katılım oranı %17
civarında kalmaktadır. Eğitimi düşük olan kadınlar
genelde sigortasız kayıt dışı işlerde çalışmakta ve
geleceğe dönük yatırımlar yapamamakta. Kadının
Statüsü Genel Müdürlüğü’nün (KSGM) hazırladığı “Türkiye’de Kadının Durumu” raporuna göre
Türkiye’de okur yazar olmayanların yaklaşık %76’sı
kadın ve her 5 kadından biri okuma yazma bilmiyor. Kadınların sadece %4’ü yüksekokul veya fakülte
mezunu, yaklaşık %59’u ilkokul mezunu veya okur
yazar ama herhangi bir eğitim kurumuna gitmemiş.
Eğitim Sen’in yayınladığı rapora göre eğitimdeki reformlarla 4+4+4 eğitim sistemiyle binlerce kız çocuğu okulu bırakmış durumda, bu da kadının gelecekteki istihdamı için hiç iyi bir haber değil. Yani uzun
lafın kısasa, kadınların işi yok...
Maaşınız Var (mı gerçekten)...
Yine KSGM’nin yukarda bahsettiğim raporuna
göre çalışan kadınların yaklaşık %60’ı sigortasız çalışmakta. Kadınlar genelde denk pozisyondaki erkeklerden daha düşük maaş almakta ve kadınların ortalama maaşı erkeklerden %75 daha düşük. Türkiye bu
tür istatistiklerle 134 ülke arasında istihdamda kadın
erkek eşitliğinde 129. Sırada. Lafı yine çok uzatmadan, kadının maaşı da yok...
Aşınız Var (mı gerçekten)...
Ağustos 2015’de TÜRK-İŞ tarafından yayınlanan rapora göre 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 1.345
TL, yoksulluk sınırı ise 4.380 TL. 2016’nın ilk yarısında asgari ücret yaklaşık olarak 1.300 TL brüt olacak, ya da 1.000 TL civarı net bir gelir elde edilecek.
Eğer evde çalışan tek kişi asgari ücretliyse 4 kişilik bir
ailenin geçinmesi mümkün değil. Kadının çalışması halinde çocukların bakımını kimin üstleneceği bir
sorun haline geliyor, kadın da genelde eğitim seviyesi düşük ise sigortasız ve sürekli bir gelir sağlamayan
işlerde çalışmakta. Yani anlayacağınız geçim sıkıntısı
çeken vatandaşımız için aş da çok zor koşullarda var...
Yukarda bahsettiğim bu durum evlenmeyi düşünen gençler için özellikle bir sıkıntı oluşturmakta.
Maddi sıkıntı çeken bir evlilikte erkek yeterince kazanamadığı ve ailesini geçindiremediği için ezilmekte,
kadın ise çalışmak istese bile iş bulmakta zorluk çekmekte. Doğum kontrolü gibi aile planlama konuları
da artık devlet hastanelerinde tabu olarak görüldüğü
için maddi sıkıntısı olan bir çift verimli bir şekilde
korunamamakta, istenmeyen bir gebelik oluşursa da
opsiyonları kısıtlanmakta. Yani bu yeni neoliberal
ekonomide paranız varsa doğum kontrolünüzü dışardan temin ederek korunuyorsunuz, devlet hastanelerinde saatlerce sıra bekleyen vatandaşsanız istemediğiniz bir gebelik ve doğuma tabii olabiliyorsunuz.
Artan doğumlarla evde beslemeniz gereken kişi sayısı
da artıyor.
Durumu özetlemek gerekirse, mevcut Türkiye
ekonomisinde kadınlarımız işsiz ve düşük bir eğitim
seviyesine sahip. Böyle bir durumda olan bir popülasyonu hayırlı bir kısmete göndermek yerine ona
daha iyi bir eğitim, ekonomiye katılması için daha
kapsayıcı politikalarla hem daha sağlam bir aile yapısı
oluşturabiliriz, hem de ekonomimizin kalkınmasını
sağlayabiliriz. Akademik araştırmalar kadınların ekonomiye katkıda bulunduğu ekonomilerin daha hızlı
büyüdüğünü açık bir şekilde göstermekte. Üstelik
gelecekteki işçi açığımızı 3 çocuk yaparak değil, zaten
çok düşük sayıda çalışan kadınımızı ekonomimize
katarak da bir nebze aşabiliriz. Umudum “baba beni
okula gönder” kampanyalarının “Başbakanım beni
hayırlı bir kocaya gönder” kampanyasına dönüşmemesidir. Güçlü kadın, güçlü ekonomi, güçlü aile ve
güçlü bir Türkiye demektir.
35
KADIN OLANIN TÜRKÜSÜ
Git oldu can, sürgün geldi dayandı
Sürgün yine geldi dayandı
Kitapları topladım, çocukları giydirdim
Hadi de doğrulalım Dranazın karına
Biz nereye düşeriz, halk fakir fıkara
Her bahar, her yaz gurbette
Sılaya dönmesi olur velakin
Ne sılamız belli, ne gurbetimiz
Çiğdemi Ardahan yaylalarında
Nergisi Sinopta
Vanda koparmışsak sarı gülü
Portakal kokusu Kumlucadan gelir
Karıştırdık sıla nere, gurbet hangisi
Bizim gibi gurbetçi görülmemiştir
Git oldu can, sürgün geldi dayandı
Diktiğin fidanlar sen olmayanda
Yel vura ırgalana, gün vura duldalana büyüyecek
Yasa şu ki ekinler yürüyecek
Bebek dillenecek, güçsüz hallanacak
Sis kalkacak İsfendiyar başından
Selam olsun bizden önce geçene
Selam olsun dosta, hasa, çile çekene
Selam olsun dayanana, düşene
Yüreğim yürektir, bakma gözüm yaşına
Git oldu can, sürgün geldi dayandı
Sorulmasın vatanımız ilimiz.
Gülten Akın
36
Batman’da
Kadın Olmak…
Bahar YILMAZ*
(Öğr. Hemş.)
Leyla BAYSAN ARABACI**
(Doç.Dr.)
* İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Hemşirelik Bölümü
** İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Hemşirelik Bölümü
İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Kadın Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi (İKÇÜKAM) Üyesi
Batman’da kadın olmak demek aslında hem kadın hem erkek olmaktır... Evde annesinizdir çocuklara bakarsınız; ne bir, ne iki, ne üç…, Aynı zamanda
evinizin kadını, dışarda emek gücünüzle tarlanızın
işçisisinizdir…
Zordur Batman’da kadın olmak… Kendinden
vazgeçmektir… Başkası için yaşamaktır. Sana sunulan fırsatlardan bihaber, yaşam mücadelesi vermektir.
Sözde kadın erkek eşittir, ama özde kadın erkeği için
yaşamaktadır. Kadın özgürlüğünün esarete dönüştüğü bir dünyada; istediği gibi gezememekte, istediği
gibi giyinememektedir. İstenileni yapmalıdır; az konuşmalı, çok çalışmalı, başı öne eğik olmalıdır…
Özetle yaşadığı gerçeğini farketmemeli… Öyle hasbel kader içinde bulunduğu gerçekliği farkettiğinde
baş kaldırmamalı… Olur da başkaldırırsa tuhaf bir
biçimde sindirilerek kabul etmeli yaşadığı dünyayı…
Erkek değildir, sorgulayamaz varolanları…. Sorguladığında, taaaa çocukken başlar kulaklarında iki
çift söz, tüm beynini inletir: “Sen kadınsın…” Ama
erkeksen sorgulanmazsın “Neden yaptın” diye…
Özgürsündür… Anne-babanın gözdesi, geleceklerinin yaşam garantisisindir… Oysa sen dünyaya bile
yanlışlıkla gelmişsindir. Erkek beklentisinin hüsranla sonuçlanma sebebisindir. Çocukluğunu bile yaşamazsın, oyun oynamak ne demek bilmezsin… Kardeşlerine bakmak, annenin yükünü hafifletmek için
37
büyüyorsundur. Ele gideceğin için tereddüt etmeden
gözden çıkarılabilensindir… Evde çocuk bakması,
ütü yapması, evi süpürüp ekmek yapması için varsındır… Bundan ötürü müdür bilinmez, “Elinin hamuruyla erkek işine karışmamalısın”dır…
Ağzından çıkacak her cümleyi erkeğin onayından geçtikten sonra sarfetmelisindir… Her konuda
söz hakkına sahip olan erkek, bedenin üzerinde de
söz sahibidir. Tekrarlı doğumlardan bıkmışsındır, bir
dahası olmasın desen de dillendiremezsin bu fikrini
ve yine “ER”in verir kararı, doğurup doğurmayacağına... Sonunda seni bekleyen acılara göz yumarsın,
sen ve tüm hemcinslerin… Anlatamamışsındır erkeğine yaşadıklarını ve anlatamayacağına olan inancın
nedeniyle senin yükümlülüğün olduğuna inanırsın
doğurmanın ve boyun eğersin… Çaresizlik, güçsüzlük ve dahası kaçınılmaz olur tabiii…
Eşitlik mi?!!! Okumak istiyorum mu diyorsun?
Bunun kararını da yine bir erkek olan baban verir. Bu
kadar çocuk, bu kadar olanaksızlıkta eğer başarılıysan
ve onay varsa bu fırsatı elde edebilirsin. Her şey fırsatı elde etmekle bitmez!!!... Yine başarılı isen eğitim
yaşamına devam edebilirsin… Tam tersi bir durumda “küçük kadın” olma teklifi her an kapındadır…
Başarılı olmasa da sırf erkek olduğu için öncelik
hakkına sahip erkek kardeşine bile gıptayla bakar ve
bazen düşmanca duygular besleyebilirsin. Zor şartlara rağmen okuma mücadelen devam ederken, erkek
olanların öğrenim yaşantıları boyunca ekonomik anlamda daha çok desteklendiğini gördükçe dünyanın
adilliğini bir kez daha sorgularsın sözel olarak ifade
edemesen de…
38
Veee… yine sorarsın!!!... Adalet bunun neresinde??? diye… Erkeğin iki, üç ve daha fazla kadına sahip olması oldukça normal iken, senin erinden
başkasını tanıman suçtur bu dünyada… Olur da bu
duruma tahammül edemeyip itiraz edersen, oyunun
kurallarına ters düştüğün için yalnızlığa mahkum
olacaksındır unutma!!!... Kocan öldürmekle dahi tehdit etse, gelinliğinle çıktığın bir eve ancak kefeninle
dönebileceğin için çaresizlikle katlanmalısın yaşadıklarına ve yaşayacaklarına…
Sonuçta Batman’da kadın olmak düşündüğünü
değil, düşünüleni yaşamaktır!!!….
KADINA KARŞI İŞLENEN SUÇLARDA
HAKSIZ TAHRİK VE TAKDİRİ İNDİRİM
NEDENLERİNİN UYGULANMASI
Av. Meliha YAMAN YURDUGÜL
Maddi ceza hukukundan beklenen sonucun gerçekleşebilmesi için şu 3 olgunun eşit derecede önemi
vardır.
1) Yargılama görevini yerine getiren mahkemelerin fiziki şartları yeterli olmalı ve yeterli yargı mensubu ve personeli sağlanmalı,
2) Suçluların cezalandırılması ve topluma kazandırılmasını sağlayan –penoloji bilimi – verilerine uygun ceza infaz sisteminin geliştirilmeli,
3) Adalet sisteminin iyi ve etkin işleyen bir sisteme dönüştürülmesi gerekmektedir.
Suç, temelinde bireyle toplum arasındaki sosyal
çatışmaya dayandığından ceza adalet sisteminden
beklenen sonucun en iyi şekilde gerçekleşebilmesi
için toplumdaki uyuşmazlıkların giderilmesi amacıyla devlet tarafından alternatif kurumların kurulması
ve pozitif ödevlerin olduğunun da kabul edilmesi gerekmektedir. Ceza politikası genel önleme özelliğine
bağlı olarak caydırıcılık fonksiyonun yanında önleme
ve topluma kazandırma programlarını destekleyici de
olmalıdır.
Toplumsal cinsiyet ayrımcılığı temelinde insan hakları ihlal edilen bu haliyle suçtan ve suçludan
orantısız şekilde etkilenen kadın ve kız çocuklarına
yönelik özel mekanizmaların geliştirilmesi ve pozitif
tutumun sergilenmesi çağdaş ceza politikalarının gerekleri arasındadır.
Ceza politikalarını belirleyen yerine getiren ve
bunu sağlayıcı araçlara sahip olan devlettir ve devlet erkek egemenliğini yansıtan kurumsallaşması
bakımından ataerkil bir yapıdır. Erkek iktidarının
sürekliliğine hizmet eden yapısıyla devlet kadının
bağımlılığını ve ikincil konumunu devam ettirmeye
çalışmaktadır. Bu da toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin
giderilmesinin önündeki en büyük engeldir. Bütün
engellemelere rağmen erkek egemenliğinin devamı
üzerine kurulu ceza sistemimiz kadın hareketinin
de etkisi ile yeniden düzenlenmek zorunda kalındı
ve gelinen noktada kadın hareketi cinsel ve bedensel
haklarımızın Türk Ceza Kanunu tarafından güven39
ce altına alınmasında etkili rol oynamış oldu. Talep
edildiği halde yapılmayan değişiklikler de vardır fakat kazanımlarda hafife alınmamalıdır. En büyük
kazanımlardan biri “Cinsel suçlar ,cinsel bütünlüğe
ve edep törelerine suçlar” Topluma Karşı Suçlar bölümünde düzenlenirken bunlar “kişinin doğrudan
bireysel hak ve özgürlüklerini ihlal etmesi” nedeniyle Kişilere Karşı Suçlar kısmına alındı. 1964 arihli
Milletlerarası Ceza Hukuku Kongresinde de kabul
edildiği gibi cinsel suçlarda birinci ölçüt kişiye zarar
vermesidir ve cinsel suçlarda uygulanan cebir ve şiddet doğrudan doğruya bireye zarar vermektedir.
Eski TCK daki “ namus saikiyle işlenen suçlar” ifadesi yerine yeni TCK da“ töre saikiyle işlenen suçlar”
ifadesi kullanıldı ve “töre cinayeti” nitelikli insan öldürme suçu kapsamına alındı. Buradaki töre ifadesi
belli bir yöreyi anımsattığından “töre cinayeti” yerine
“namus cinayeti” teriminin kullanılması daha doğru
olacaktır. Yasa bu haliyle kadın hareketi tarafından
eleştirmektedir. Kadın cinayetlerinde haksız tahrik ve
iyi hal indirimlerinin uygulanması da ayrıca eleştiri
konularıdır. Eski yasada cinayetin meşrulaştırılması
adına namus cinayeti işlenmesi indirim nedeni iken
,yeni yasa “töre saiki” dışında işlenen kadın cinayetlerine indirim imkanı getirmekte ,yine eski yasadaki
“ağır tahrik” yerine getirilen “ haksız tahrik” te cezai
indirim nedeni olarak suçun caydırıcılığını ortadan
kaldırmaktadır.
Haksız Tahrik TCK md. 29 da tam olarak şu şekilde düzenlenmiştir “haksız bir fiilin meydana getirdiği hiddet veya şiddetli elemin etkisi altında suç
işleyen kimseye ,ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası
yerine onsekiz yıldan yirmidört yıla ve müebbet hapis cezası yerine oniki yıldan sekiz yıla kadar hapis
40
cezası verilir. Diğer hallerde verilecek cezanın dörtte
birinden dörtte üçüne kadar indirilir”. Madde de
benzer anlama gelen hiddet ve şiddetli elemin bir arada kullanılması madde gerekçesinde uygulamada duraksamalara neden olmaması şeklinde açıklanmıştır.
Öfke anlamına gelen hiddet kişiyi faaliyete yönelten
psikolojik bir durumu gösterir ve bu durum altındaki kişi öfkenin aktif hali olan gazapla yani kuvvet kullanarak psikolojik durumunu tamamlar. Öfke gazaba
dönüşür saldırganlık tepkisine neden olur . Veya kişi
olaydan duyduğu elem -eş anlamlısı acı ve üzüntüye- kapılarak üzüntüsünü eyleme dönüştürür. Yani
mağdur veya maktül faili öyle bir hiddet veya şiddetli
elemin etkisine sokmuştur ki genelde bu kişi kadındır ,yasa koyucunun bütün zorlamalarına rağmen
ölümü veya şiddeti hak etmiş olmaktadır. İndirimden yararlanmanın hiddet veya şiddetli elemin AĞIR
ETKİSİNDE kalmak olduğunun farkında olduklarından erkekler için bu ağır etkinin altına girmek çok
basit bir durumdur. “Karım beni aldatıyordu”, “bana
boynuz taktırıcam sana dedi”, “gizli gizli telefonda
konuşuyordu çok kıskanıyordum” , “bana kadınlık
yapmıyordu” , “bana şerefsiz dedi”, “bana hakaret
etti”, “cep telefonu çok süslü idi tahrik oldum”, “dar
kot pantolonu beni tahrik etti ben de erkeğim”, “cinsel ilişkiyi reddetti”, “karımı erotik filmlerde oynayan
oyuncuya benzettim”.
Sonuçları bakımından TCK md. 62 de düzenlenen takdiri indirim nedenleri de eleştirilen başka bir
düzenlemedir .TCK md. 62 “ Fail yararına cezayı hafifletecek takdiri nedenlerin varlığı halinde , ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası yerine , müebbet hapis ;
müebbet hapis cezası yerine, yirmibeş yıl hapis cezası
verilir. Diğer cezaların altıda birine kadar indirilir.
Takdiri indirim nedeni olarak failin geçmişi ,
sosyal ilişkileri , fiilden sonraki ve yargılama sürecindeki davranışları , cezanın failin geleceği üzerindeki
olası etkileri gibi hususlar göz önünde bulundurulabilir. Takdiri indirim nedenleri kararda gösterilir”.
Takdiri indirim nedenlerinin sınırlı olmaması ve örnekler şeklinde belirlenmesi kadın cinayetleri bakımından ağır sonuçlar doğurmaktadır. Özellikle yazılı
ve görsel basına yansımış haliyle kravat indirimi
olarak adlandırılan “failin saygın tutumunun” indirim nedeni sayılması kadın cinayetleri bakımından
vicdanları rahatsız etmektedir. Kadın cinayetlerinin
tek başına ağır cezalar ile önlemesi beklenemez fakat
tahrik hükmünün ve indirim nedenlerinin uygulanıyor olması caydırıcılığı kalmayan suçları meşrulaştırmaktadır. Haksız fiilin varlığı durumunda haksız
tahrik uygulanacak olup bunun aksini kanıtlamak
kadınlar acısından imkansız bir durumdur. Maktül
veya erkeğin egemenlik alanında suç mağduru olmuş
kadının haksız fiili yapan kişi olmadığını kanıtlaması
imkansızdır. Bu nedenle kadın cinayetlerinde haksız
tahrik indirimi kaldırılmalı ve takdiri indirim nedenleri sınırlı sayıda ve vicdanları rahatsız etmeyecek boyutta olmalıdır.
41
TUTKUNUN, ACININ VE MÜCADELENİN KADINI
Frida Kahlo
Av. Gökçe Çiçek TÜRKMEN
Hepimiz az çok biliriz Frida’yı… O kırlangıç
kaşlı esmer güzeli yüzünü başına taktığı çiçekleri ile
görmüşüzdür, çoğunlukla kocası Diego’ya hitaben
yazdığı şiirleri okumuşuzdur, hayatını konu alan
filmler-tiyatrolar seyretmişizdir ya da hepimiz o renk
cümbüşü resimlerine aşinayızdır bir şekilde… Kimdir
Frida? Nasıl yaşamış, neler yapmıştır? Kendisi “Ben
tutkunun, acının ve mücadelenin kadınıyım.” diyerek
yaşamının en yalın ve anlamlı özetini söylemiştir
aslında. İnanılmaz bir yaşam hikayesi var Frida’nın.
Yaşam hikayesi demek yerine yaşam mücadelesi
demek daha doğru olur belki de. Hayatı mücadele
ile geçen çok güçlü bir kadın çünkü o. Şimdi onun
hayatına biraz daha yakından bakmak ister misiniz?
42
Tahta Bacak Frida!
Tam adıyla “Magdalena Carmen Frida Kahlo
Calderon” 1907 yılında Mexico City’nin güneyinde
yer alan Coyoacan’da dünyaya geldi. 6 Temmuz
1907 günü doğmuş olmasına rağmen, Frida doğum
tarihini 3 yıl gecikmeli olarak, Meksika devriminin
gerçekleştiği 7 Temmuz 1910 günü olarak kabul
etmiş, yaşamının modern Meksika’nın doğuşuyla
anılmasını istemiştir. Belki biraz da genç görünmek
istemiştir, olabilir, olsun. Devrinin en güçlü
kadınlarından birinin, devrimle anılmak istemesi
ayrıca anlamlıdır. Hayatını devrimle başlamış sayan
Frida, hayatı boyunca toplumsal hareketlerden, sol
düşünceden uzak kalmamıştır. Frida aile evinde
büyümüştür. Meksika’daki evi, Mavi Ev (blue house
ya da casa azul) diye adlandırılmıştır ve şimdilerde
müze olarak ziyaretçilere açıktır. Babası Wilhelm,
Nazi Almanyası’ndan kaçan Macar bir fotoğrafçıdır.
Wilhelm, annesi Matilde ile tanışmış ve Meksika’da
kalmaya karar vermiştir. Frida’nın; Matilde, Adriana
ve Cristina adında dört kızkardeşi vardır. Dört kız
çocuk sahibi babası, bu nedenle Frida’nın erkek
olmasını istemiştir. Hatta Frida daha küçük bir
çocukken babasını mutlu etmek için erkek kılığına
girmiştir.
Frida daha hayatının başındayken, zorluklar
yakasına yapışmıştır. Henüz altı yaşındayken çocuk
felci geçirmiş ve yataktan kurtulduğunda sağ bacağının
özürlü kaldığı anlaşılmıştır. Bedenine acının ilk kez o
zaman girdiğini söyler, hayatla mücadelesi de böyle
başlar. Bu nedenle kendisi ile “Tahta Bacak Frida”
diye alay edilmesi onu hayattan koparmaz. Babası
bacağının iyileşmesi için onu futbol oynaması ve
hatta güreşmesi için cesaretlendirmiştir. Frida bu
özrüne rağmen hayata dört elle sarılmış ve 1922
yılında genç kızlık çağında, dönemin en iyi eğitimini
veren Ulusal Hazırlık Okulu’nda okumuştur.
Okuldaki az sayıdaki kızlardan biri de odur. Bu okul,
onun sanat, edebiyat, felsefe gibi alanlarda önünü
açmış, kendisini bulmasında yardımcı olmuştur. Yine
bu okul sayesinde ilerde Meksika düşün yaşamının
önemli isimleri olacak Alejandro Gomez Arias, Jose
Gomez Robleda, Alfonso Villa okul arkadaşları
olmuştur. Okulda, entelektüel ve politik bir arkadaş
çevresi edinmiş, otoriteye karşı olan bir edebiyat
grubuna dahil olmuştur. İncecik, boylu boslu ve alımlı
bir kızdır artık. Hafif aksayan yürüyüşü ve ortopedik
botları canını sıkmaz. Frida daha o zamanlarda renkli
kıyafetleri, geleneksel aksesuarları ve güçlü kişiliği ile
dikkat çekmeye başlamıştır.
“Başıma Gelen En İyi Şey Acı Çekmeye
Alışmaya Başlamam.”
Daha sonra okuldan arkadaşı olan Alejandro
Gomez Arias ile ilk gönül ilişkisini de yaşamaya
başlamıştır. Başına gelen ve hayatının dönüm
noktası olan otobüs kazası da Alejandro ile birlikte
olduğu zamanlarda gerçekleşmiştir. 17 Eylül 1925
günü Frida ve Alejandro birlikte okuldan dönerken
bir otobüse binerler ve otobüs tramvay ile çarpışır.
Korkunç kazada çok sayıda kişi ölür. Trenin demir
43
çubuklarından biri Frida’nın sol kalçasından girip
leğen kemiğinden çıkar. Frida ölmez fakat kazadan
sonra tüm hayatı korseler, hastaneler ve doktorlar
arasında geçecek, omurgası ve sağ bacağında
dinmeyen bir acıyla yaşayacak, 32 kez ameliyat
olacaktır. Kazayı sonradan şöyle anlatacaktır Frida; “Önce
başka bir otobüse binmiştik ama küçük şemsiyemi
unuttuğumu görünce, aramak için indik. Beni harabe
eden otobüse böylece bindik. Kaza bir kavşakta oldu...
Tuhaf bir çarpışmaydı bu; şiddetli değil, ağır ve yavaştı.
İnsanın çarpışmanın farkına vardığı, ağladığı doğru
değil. Gözümden bir tek damla yaş akmadı ve demir
çubuk, kılıcın boğayı delmesi gibi beni deldi geçti.”
Kazanın reçetesi; üçüncü ve dördüncü omurga
kemiklerinin kırılması, kalçada üç, sağ ayakta onbir
kırık, sol kalçadan giren ve vajinadan çıkan demir
çubuğun yol açtığı derin yara ve cinsel organda sol
dudak yırtılmasıdır.
Bu kazanın ardından acı dolu ve yatağa bağımlı
günleri başlar. Yatağa bağımlı olduğu günlerde
İlk tablosu
‘Kadife Elbiseli Otoportre’ - 1926
‘Suda Gördüklerim’ isimli tablosu
- 1938
44
babasının aldığı fırça ve tuval, annesinin yatağının
üzerine astığı ayna hayat vermiştir Frida’ya.
“Gündüzlerinin ve gecelerinin celladı” olarak
tanımladığı aynadan kendi aksine bakıp, gördüğü
farklı yüzleri resmetmiştir. Ne bir akım kaygısı vardır,
ne de toplumda ressam olarak yer edinme. Yaşam
öyküsünü yazan bir yazar gibi kendi portrelerini
yapmıştır. İlk otoportresi 1926 yılında yaptığı
“Kadife Elbiseli Otoportre”dir. Yatağa bağımlı bir
bedenle olabildiğine özgür bir ruhun ortaya çıkardığı
tezattır belki de onu bugün bildiğimiz kadın yapan.
Kazadan sonra çektiği acıları resim yaparak gidermeye
çalışması ve kendisini bu şekilde avutmayı başarması
için “Başıma gelen en iyi şey, acı çekmeye alışmaya
başlamam.” diyecektir sonraları.
Yatağa bağımlı olduğu bu dönemde, hayat
mücadelesine var gücü ile devam edecek resimle
tanışacak ve hatta siyasi hayattan da uzak kalmayıp
Zapata’nın bir mirasçısı olarak Komunist Parti’ye
üye olacaktır. Acılarını bir nebze unutmak için
tanıştığı resim ile hayatının sonuna kadar haşır neşir
olacaktır artık. Resim konusunda yeteneği gerçekten
Dikenli kolye ve sinekkuşu ile
otoportre - 1940
Her zaman takmak zorunda olduğu çelik korseyi
ve acılarını resmettiği tablosu - 1944
de olağanüstüdür. Resimleri rahatsız edici, çarpıcı,
insana sıkıntı veren ama etkisi altına alan ve bu etkisini
uzunca bir süre hissettiren tarzdadır. Hiçbir ressam
acılarını “acındırmadan” onun kadar iyi anlatamaz.
Hiçbir görüntüde bu kadar rengarenk işlenmiş bir
kasvet bulamayacağımız resimlerin sahibidir Frida.
Yaptığı resimler sürrealist olarak nitelendirilse de,
o “Benim bir sürrealist olduğumu düşündüler ama
değilim, ben kendi gerçekliğimi resmettim.” demiştir.
Güvercin ile Fil’in Aşkı
Kaza sonrası 32 ameliyat geçirmiş, sayısız
kere doktora görünmüş ve acıları için çeşitli ilaçlar
kullanmıştır. Bütün bunlara rağmen iki yılın ardından
yeniden ayağa kalkmayı başarmış, hayat mücadelesinin
ilk turunu kazanmıştır. Yaşaması bile bir mucizeyken,
yürümeyi başarabilecek kadar inatçıdır ve asıl savaşı
aslında bundan sonra başlamıştır. Aşık olur. Resim
yapıyor, arkadaşları ile çeşitli partilere katılıyorken,
bunlardan birinde fotoğrafçı arkadaşı Tina Modotti
aracılığıyla dönemin ünlü ressamı Diego Rivera ile
tanışır. Meksika’nın Michelangelo’su olarak anılan
Diego, ünü ülke sınırlarını aşmış bir ressamdır ve
Frida, kendisi gibi komunist olan Diego’ya büyük
bir hayranlık beslemektedir. Ondan resimlerine
bakmasını ister. Bu, Diego ile yaşayacakları uzun ve
fırtınalı aşkın da başlangıcıdır.
Frida sonraları Diego için “Hayatta başıma iki
korkunç kaza geldi, biri geçirdiğim otobüs kazası,
diğeri de Diego. İkincisi kesinlikle daha yıkıcıydı.”
diyecektir. Kendisinden yirmi bir yaş büyüktür
Diego. İki kez evlenmiş, çocukları vardır. Çapkınlığı
ve sadakatsizliği ile tanınır. Bu nedenle başta ailesi
olmak üzere bir çok yakını karşı çıkar bu ilişkiye.
Bütün bunlara rağmen Frida 1929 yılında Diego
ile evlenmiştir. Frida’nın annesi ile babası, yeni evli
çifti düğün gününde güvercinle file benzetirler. Frida
bir güvercin gibi kırılgan ve narin, Diego da bir fil
kadar güçlü ve heybetlidir. Zaten Frida en başından
itibaren Diego’nun gücüne âşık olur, hayranlık
duyar ve neredeyse her resminde de bu hayranlığı
dile getirir. Onlarınki sadece aşk değildir; yoldaşlık,
dostluk, annelik, babalık, çocukluk ve aynı zamanda
meslektaşlıktır da. Frida evliliklerini şöyle anlatır;
“Bu bir aşk beraberliği idi. Bize uygun, taşkın bir
akarsu gibi delişmen, Nikaragua şelalesi ya da İguazu
çavlanları gibi coşkulu, denizlerin dibi gibi derin ve
45
gizemli, Odysseus’ un Akdeniz’i gibi fırtınalı, Patzcuaro
gölleri gibi uysal ve Aztek Chinampaları (yüzen bahçe)
gibi verimli, çöller gibi yorucu ve altın gibi pırıltılı,
yırtıcı hayvanlar gibi ürkünç, yaşayan evren gibi
rengarenk... “
Evlilik yaşantıları çok fırtınalı olur. Birliktelikleri
boyunca genelde Diego’nun sanat çalışmaları
için farklı yerlerde bulunan çift, 1930 yılında San
Francisco’da yaşamaya başlamıştır. Burada Kahlo,
San Francisco Kadın Sanatçılar Topluluğu adına
gerçekleşen bir sergide “Frieda ve Diego Rivera”
adlı resmini sergiler. Daha sonra siyasi nedenlerle
1933 yılında yeniden Meksika’ya dönmüşlerdir.
Meksika’daki hayatlarına dair bildiklerimizden bir
tanesi evlerinin yan yana fakat ayrı olduğudur.
Diego’nun bitmek bilmeyen çapkınlıkları içinde
Kahlo’nun kızkardeşi Cristina bile var ki bu elbette
Kahlo’yu çok üzmüştür. Tüm bu çalkantılar çiftin pek
çok kez ayrılmasına neden olmuştur. Frida Diego’ya
yazdığı mektuplardan birinde şöyle der; “Acı çeken
yüreği var ise bir bedenin, daha hızlı çürüyor o beden.
Benim acı çeken bir yüreğim var Diego. Seni sevmeye
başladığım o günden beri, acı çeken bir yüreğim var.
Beni anlamadın demeyeceğim, beni anladın. Zaten en
dayanılmaz acı buydu. Sen beni anladın. Anladığın
halde canımı yaktın Diego.”
Bir diğer büyük hayal kırıklığı ise çocuk sahibi
olma arzusuna karşın sağlık sorunları nedeniyle
çocuk doğuramayacak olmasıdır. Bütün tehlikesine
rağmen iki kere hamile kalır ve iki kere de düşük
yapar. Yine acılar içinde kalır. Ve yine acılarını,
düşüklerini, kanlar içindeki parçalanmış bedenini,
doğmamış çocuklarını resmeder.
46
Frida’nın da Diego ile evlilikleri ve ayrılıkları
sırasında çeşitli erkeklerle ve hatta kadınlarla ilişkileri
olur. Bunları Diego’ya duyduğu büyük aşka rağmen
kendince Diego’dan intikam almak istemesi ve
kendisi gibi onun da canını acıtmak istemesi ile
açıklayabiliriz. Bu ilişkilerden birisi ise Rus devriminin
önde gelen isimlerinden Lev Troçki iledir. Troçki,
Diego’nun Meksika Cumhurbaşkanından aldığı özel
izin ile 1937’de Meksika’ya gelmiş ve Frida’nın evine
yerleşmiştir. Aralarındaki ilişkiyi Troçki’nin eşinin
farketmesi üzerine Frida, Troçki’den ayrılmıştır.
Troçki’ye düzenlenen suikastın ardından suikastçı
ressam Siqueiros’un arkadaşı olması nedeniyle
Çocuğunu düşürmesini resmettiği tablosu - 1932
sorgulanan Frida, bir süre Meksika’dan ayrılmayı
uygun bulmuş; o sırada San Fransisco’da bulunan
eski eşi Rivera’nın yanına gitmiş ve 1940 yılında çift
orada yeniden evlenmişlerdir.
“Yaşasın Yaşam!”
Frida ile Diego yeniden evlendikten sonra,
Frida’nın çocukluğunu geçirdiği mavi eve taşınmışlar,
fakat yine geçici olarak başka şehirlere de gidip
gelmişlerdir. Sık sık sağlığı bozulan Frida, dayanılmaz
acılarla başa çıkmak için bütün gücüyle resim
yapmıştır. 1938’de New York’ta, 1939’da Paris’te
açtığı sergiler ile büyük övgüler toplamıştır. Paris’te
olduğu dönemde Picasso ile de tanışma ve arkadaşlık
etme fırsatı olmuştur. Picasso da Frida’nın eserlerini
çok beğenir, hatta onun için “Biz onun gibi insan
yüzleri çizmeyi bilmiyoruz.” demiştir.
Kendi gerçekliğini tuvale yansıttığını söyleyen
Frida, kadınlık, doğum, kürtaj, cinsiyet rolleri ve
daha nice sorunu cesaretle ve kendine has üslubuyla
resmetmiştir. Ataerkil bir toplumda yaşayan,
sadakatsiz bir eşe sahip, ciddi sağlık problemleri
yaşamış, anne olmak istemiş ve olamamış bir kadının
resmettikleri birçok kadının anlatamadıklarıdır. Bir
çok kadın gibi kurbanıdır toplumun, ötekidir. Ama
köşesine çekilip acılarının öylece geçmesini beklemez.
Kendisi ile yüzleşirken aslında kadınlığı ile de yüzleşir
her fırçayla. Diego, eşi ve meslektaşı olan Frida’nın
eserleri için “Sanat tarihinde ilk kez bir kadın, tam
bir içtenlikle, yalınlığı ve sakinliği içinde acımasız
denebilecek bir içtenlikle, yalnızca kadını ilgilendiren
genel ve özel olguları dile getirmiştir.” demiştir.
1950’de hastalığı yeniden ağır bir şekilde
nüksetmiş ve ayağı kangren olmuştur. Bu nedenle
9 ay süre ile hastanede kalsa da, tedavisi mümkün
olmayınca kangren olan bacağı kesilmiştir. Tek ayağı
ile özgürlüğünü nerdeyse tamamen kaybeden ve evde
yeniden yatağa mahkum olan Frida 1953’te ilk kişisel
sergisini Meksika’da açmıştır. Ne var ki ülkesindeki
ilk kişisel sergisinde yataktan çıkmaması öğütlenir,
çareyi yatağı sergi salonuna taşıtmakta bulur. Öyle
de güçlü, öyle de inatçıdır.
Bu yıllarda sağlığı da psikolojisi de gitgide
bozulan Frida ölene kadar, hayat mücadelesinden
ve güçlü durmaktan asla vazgeçmemiştir. Bunun en
çarpıcı örneği ise son tablosunun iştah açıcı, kesilmiş
kırmızı karpuzları resmettiği ve “Yaşasın yaşam!”
adını verdiği bir natürmort olmasıdır. Ölümden
sonrası için “Yatarak çok fazla vakit geçirdim. Yakın
sadece.” diyerek yaşamın ölüm dahil tüm trajedilerine
gülebilen bir kadındır o. 13 Temmuz 1954’te hayata
Son tablosu ‘Yaşasın Yaşam’ - 1954
gözlerini yummuştur Frida. Vasiyeti üzerine bedeni
yakılmıştır. Külleri şimdi müze olan Mavi Ev’de
sergilenmektedir.
Bir çok kaynakta ölümünün zaatürre nedeniyle
olduğu yazılsa da, intihar ettiği yönünde söylentiler
de bulunmaktadır. Son sözleri ise, günlüğüne yazdığı
şu cümledir: “Çıkış yolunun güzel olacağını ve asla geri
dönmeyeceğimi umarım.”
47
Ben, Malala
*
Av. Rahile HORZUM
‘‘O gün, 9 Ekim Salı günü, henüz 16 yaşımdayken, siperli kep giymiş, üniversite öğrencilerine
benzeyen bir adam, içinde olduğum okul servisini
durdurdu.’’ Malala hanginiz ?’’ diye sordu. ‘‘Ben’’ diyemedim.
tebrik etmemiş. Erkek evladın doğumunun silahlar
atılarak kutlandığı, kız çocukların ise örtülerin altına
saklandığı, hayattaki rollerinin sadece yemek pişirmek ve çocuk doğurmak olduğu topraklarda doğmuş
bir kız…
Gece yarısı kurulan bir ülkeden geliyorum. Doğduğumda köy halkı anneme acımış, kimse de babamı
Bir Peştu kızı. Pakistan ve Afganistan arasında
dağılmış pek çok aşiretten oluşan mağrur halk ‘‘Peş-
48
tu’’ kızı.Adım, büyük bir üzüntü, acı içinde olan anlamına gelse de Afganistan’ın en büyük kadın kahramanının Maivandlı Malalai’nin adı.
Dünyanın en güzel yerinde yaşıyorduk. Svat Vadisinde. Vadim; dağları, gürül gürül şelaleri,kristal
gibi berrak gölleri ile cennette bir krallıktır sanki.
Doğunun İsviçresi.
gerçekleşmesinin ilk adımını attılar. Sadece üç öğrencisi olan okulu açtılar. Bu okulun devamının gelebilmesi için çok büyük fedakarlıklar gerekiyordu. Biz
hep birlikte bu fedakarlıklara katlandık. Zamanla bu
fedakarlıklarımızın ödüllerini de almaya başladık.
Babam okulu çok büyüttü. Okul büyüktü, öğrencisi
çoktu, ama fazla kar etmiyordu. Çünkü okulun sekiz
yüz öğrencisinin yüzden fazlası ücretsizdi.
Hindukuş dağlarının gölgesindeki evimizde, diğer insanlardan farklı, birbirlerine aşık annem ve babamın yanındaydık. Farklıydık biz. Farklıydı annem
babam.
Okulu çok seviyordum. Çok başarılıydım . Yedi
yaşıma geldiğimde , sınıfın birincisi olmaya alışmıştım. Zorluk çeken öğrencilere ben yardım ediyordum.
Babam, geniş bir aileden geliyordu. Köyleri olan
Barkana çok ilkel bir yermiş. Kalabalık ailesi ile sıkış
tepiş yaşadıkları çamur damlı bir evde yaşamış. Bu
ailede de bir çok ailede olduğu gibi, oğlanlar okula
giderken, kızlar evde kalıp evlenmeyi bekliyorlarmış.
Ben bir Peştu idim. Peştu olmakla da büyük gurur duyuyordum. Ama bazen geleneklerimizle ilgili,
özellikle kadınlara yönelik muamele söz konusu olduğunda büyük açmazlar olduğunu düşünüyorum.
Annem, altı yaşında başladığı okula gitmekten
çok çabuk vazgeçmiş. Oysa köydeki yaşıtı kızlardan
faklıymış. Onun okula gitmesi için teşvik eden bir
babası ve ağabeyleri varmış. Oğlanlarla dolu sınıfta
tek kız olarak okuluna devam ederken, sırf yemek
pişirmekten, temizlik yapmaktan ve çocuk büyütmekten kurtulmak için okula gitmenin bir gereği
olmadığını düşünüp okula gitmekten vazgeçmiş. Sadece babamla tanıştığında bu kararından pişmanlık
duymuş. Karşısında çok kitap okumuş, ona şiirleri yazan, en büyük hedefi de kendi okulunu açmak
olan bir adam varmış.
Babam çok düşük bir ücretle öğretmenlik yaparken bir yandan da kendi okulunu açma hayalinin peşindeydi.Ve bir gün arkadaşı ile birlikte bu hayalinin
Kadınlar onbeş onaltı yaşlarında, yaşlı adamlara,
karısı olan yaşlı adamlara satılabiliyorlardı.
Svara diye bir adetimiz vardı. Buna göre bir kız
kan davasını sonlandırmak için başka bir aşirete verilebiliyordu.
Böyle
şeylerden
yakındığımda
babam,
Afganistan’da hayatın kadınlar için daha zor olduğunu söylerdi. Ben doğmadan bir yıl önce, tek gözlü bir
mollanın yönetimindeki Taliban adlı bir grup ülkeyi
ele geçirmişti ve kız okullarını yakıyorlardı. Erkekleri
upuzun sakal bırakmaya, kadınları da burka girmeye
zorluyorlardı.
Burka giymek; dışarıyı görmek için yalnızca
küçücük pencerenin olduğu kumaştan kocaman
49
bir topun içinde yürümek gibi bir şeydi. Babam,
Taliban’ın kadınların yüksek sesle gülmelerini, hatta
beyaz ayakkabı giymelerini yasakladığını söylemişti;
çünkü beyaz ‘‘erkeklere ait olan bir renk’’ idi. Kadınlar sırf tırnak cilası sürdükleri için hapsediliyor, dövülüyorlardı.
Babam bunları anlatırken ürperiyordum. Svat’ta
olduğum için gurur duyuyordum. ‘‘Burada bir kız
okula gidebiliyor’’ diyordum. Ancak Taliban burnumuzun dibindeydi ve onlar da bizim gibi Peştu idi.
Bana göre vadimiz güneşli bir yerdi ve ben dağların
ardında toplanan bulutları göremiyordum.
Babam, ‘‘Ben senin özgürlüğünü koruyacağım,
Malala’’ diyordu, sen hayallerinden vazgeçme.
50
Benim ülkem pek yaşlı sayılmaz ama ne yazık
ki şimdiden tarihinde askeri darbeler var. Askeri yönetimin başındaki general ülkedeki insanların kendisine destek olmasını sağlamak için bir İslamlaşma
kampanyası başlatmış.Halkımıza onun hükümetine
itaat etmenin görevleri olduğunu çünkü bu hükümetin İslami prensipleri uyguladığını söylüyormuş.
Pakistan’daki kadınlar için hayat çok daha kısıtlı hale
gelmiş. Baştaki generalin getirdiği İslami yasalarla;
bir kadının mahkemedeki tanıklığının değeri, bir erkeğinkinin yarısına inmiş. Çok geçmeden hapishanelerimiz tecavüze uğrayıp hamile kalan, ancak mağduriyetini kanıtlayacak dört erkek tanık bulamadığı
için zina suçuyla mahkum edilen on üç yaşındaki kız
çocukları ile dolmuş.
Taliban, vadimize geldiğinde ben on yaşımdaydım. Uzun dağınık saçları, sakalları olan bileklerinin
epey üzerinde biten pantolonlar ile şalvar-kamizlerinin üstüne kamuflaj yelekleri giyen garip görünümlü adamlardı.
Biz, kız okullarını yıktıklarını, dev Buda heykellerini parçaladıklarını duyduğumuz için Taliban’ı
pek sevmiyorduk. Ancak pek çok Peştu Afganistan’ın
bombalanmasından ya da Pakistan’ın Amerikalılara
yardım etmesinden hoşlanmıyordu. Dindar halkın
bir bölümü Usame Bin Ladin’i bir kahraman olarak
görüyordu
yefendi, işlettiğiniz okul Batılı ve kafirdir.’’ yazıyordu
mektupta. ‘‘Kızlara ders veriyorsunuz ve İslam’a uygun
olmayan üniformalarınız var. Buna bir son verin, yoksa başınız derde girecek ve çocuklarınız sizin için ağıt
yakacaklar’’ imza ‘‘İslam Fedaileri’’ olarak atılmıştı.
Önce bir radyo istasyonu kurdular. Molla FM.
Ya da Radyo Molla. Bizim vadide bilgilerin çoğunu
radyodan alırız. Çünkü bir çok kişinin televizyonu
ya da okuma yazması yoktur. Bu radyoyu akıllıca
kullandılar. Önce insanların nasıl davranmaları, nasıl yaşamaları gerektiğini anlattılar. Büyük bir hayran
kitlesi oluşturdular. Liderlerinin konuşmaları daha
çok kadınlara yönelikti. Bir süre sonra kadınlar ona
hayran hale geldiler. Erkeklerin dışarı çıkıp para kazanmasını, kadınların evde çalışmasını ilke edindiler.
O karanlık günlerde beni ayakta tutan tek şey
okuldu. Liseye gidiyordum. Babam, insanların çoğunun sesini çıkarmayacak olmasından nefret ediyordu. Onun haklı olduğunu biliyordum. İnsanlar
susarlarsa hiçbir şey değişmezdi. Okulda bir barış yürüyüşü organize etti ve bizi olanlar hakkında yüksek
sesle konuşmak konusunda teşvik etti.
Mollalar her geçen gün daha farklı istekleri anlatarak insanları değiştirmeye başladılar. Bir gün bir
duyuruyla kadınların kız medreslerinde bile eğitim
görmemeleri gerektiğini söylediler. Okul yöneticileri
aleyhine konuşmalar yapmaya, okulu bırakan kızların isimlerini vererek övmeye başladılar.
‘ ‘Neden kızların okula gitmesini istemiyorlar?’’
diye sordum babama ‘‘Kalemden korkuyorlar’’ diye cevap verdi . Bir kurban bayramından döndüğümüzde
okulun kapısına yapıştırılmış bir mektup bulduk. ‘‘Be-
Taliban önce müziğimizi, sonra Budalarımızı,
ardından da tarihimizi aldı. Girdiği köylerde öldürdüğü polislerle her yere korku saldı. Karşısında direnen kimse kalmaksızın ilerledi. İntihar bombacıları
bombalar patlatıyorlardı. Havaya uçurulan ilk okul
bir devlet kız okuluydu. Devamı da çok sayıda geldi.
Ülke bir karanlık günler deryasına daldı.
Arkadaşım Münibe durumu çok güzel ifade etti.
‘‘Taliban yüzünden bütün dünya bizim terörist olduğumuzu iddia ediyor Durum böyle değil. Biz Barışı
seviyoruz. Dağlarımız, ağaçlarımız, çiçeklerimiz, vadimizdeki, her şey barıştan yana.
Bir grup kız tek özel Peştu kanalına röportaj verdik. Militan eylemler yüzünden okulu bırakmak zorunda kalan kızlardan söz ettik.
Bir gün ülkemizin en büyük haber kanallarından
birine çıktım. Verdiğim röpörtajların sayısı arttıkça, kendimi daha güçlü hissediyordum ve daha fazla
destek görüyordum. Henüz on bir yaşımdaydım ama
51
daha büyük gösteriyordum. Medya genç bir kızın görüşlerini duymaktan hoşnut görünüyordu.
bendim. ‘‘Bu ikisi laikliği yaymaya çalışıyorlar ve öldürülmeleri gerekiyor’’ diyordu.
Yüreğimde Allah’ın beni koruyacağına dair bir
inanç vardı. Eğer haklarımı, kızların haklarını savunmak için konuşuyorsam yanlış bir şey yapmıyorum
demekti. Bir gün Peşaver’deki BBC Urdu Kanalına
gittim. Bu röportajda Taliban temsilcisi telefonla katılacaktı. Sonunun ne getireceğini hiç tahmin etmediğim, tahmin etmek istemediğim cümleyi kurdum
orada ‘’Taliban ne cüretle benim temel hakkımı elimden alır ?’’
Evimize döndüğümüzde polisler babamı görmek istediler. Babam polise gittiğinde, ona benimle
ilgili bir dosya göstermişler. Benim ulusal ve uluslararası profilimin Taliban’ın dikkatini çektiğini, ölüm
tehditlerine neden olduğunu ve korunmam gerektiğini söylemişler. Koruma vermeyi teklif etmişler
fakat babam kabul etmemiş. Svat’ta yaşları benden
büyük pek çok kişi, korumalarının olmasına rağmen
öldürülmüştü.
Bir çok etkinliğe konuşmacı olarak gitmeye başladım. Lahor’da bir eğitim galasında konuşmak üzere
davet edildim. Burada insanlara Taliban’ın fermanlarına nasıl karşı geldiğimizi ve gizlice okula gitmeye
devam ettiğimizi anlattım. ‘‘Ulusal Barış Ödülü’’ ile
ödüllendirildim. Başbakanlık resmi konutunda yapılan törende Başbakan’a okullarımızın yeniden yapılmasını ve Svat’ta kızlar için bir üniversite istediğimi
söyledim.
Bütün ilkbahar ve yaz boyunca garip şeyler olmaya devam etti Yabancılar eve gelip ailem hakkında
sorular soruyorlardı. Babam onların istihbarat servisinden olduğunu söylüyordu.
Ocak 2012 de Sind Hükümetinin bir kız ortaokulunun adını değiştirip benim adımı vereceklerinin
duyulmasından sonra Geo TV’nin konuğu olarak
yine Karaçi’deydik. Kaldığımız otele gelen kadın,
New York Times’ın internet sitesinde yayınlanan bizimle ilgili belgeseli gördükten sonra benimle tanışmak istemişti. Önce babamla, sonra benimle sohbet
etti. Gözleri yaşlarla dolu dolu babama ‘‘Ziyaüddin,
sen Taliban’ın bu masum kızı neden tehdit ettiğini
biliyor muydun ?’’ diye sordu. Bu soru üzerine internete girip baktığımızda Taliban’ın iki kadına karşı
tehditler yayınladığını gördük. Bu kadınlardan biri
52
Derken okulumuz bir resim yarışması düzenledi.
Resimlerin cinsiyetler arası eşitliği göstermesi ya da
kadınlara yönelik ayrımcılığı vurgulaması gerekiyordu. O sabah istihbarat servislerinden iki adam ‘‘okulunuzda neler oluyor ?’’sorusuyla geldiler.
Bu arada babam tehditler almaya devam ediyordu. Sürekli birileri arayıp sıradaki hedefin o olacağını
söyleyerek babamı uyarıyorlardı. Babam Taliban’ın
onu tuzağa düşürüp öldüreceğinden neredeyse emindi ama yine de polisten koruma istemiyordu. Eğer
bir sürü korumayla dolaşırsan, Taliban Kalaşnikof ya
da intihar bombacısı kullanır ve daha fazla insan ölür
diyordu.
Bana yönelik tehditleri öğrendiğimizden beri
annem hiçbir yere yürüyerek gitmemi istemiyordu.
Oysa sadece beş dakika yürümem gerekiyordu. Servise binerek gidip geliyordum.
kan sokaklara damlıyordu. Ben parmaklarımla ritim
tutuyordum.Kıtır kıtır kıtır… Şıp şıp şıp…
Servis her gün iki sefer yapıyordu. O gün saat
12 de okulda, babam hoparlörden seslendi hepimiz
merdivenlere koştuk. Kapıdan çıkmadan önce yüzlerini örten diğer kızlar, servisin arka tarafına oturdular. Ben eşarbımla başımı örtüyordum ama yüzümü asla örtmezdim.Herkes bindikten sonra servis
hareket etti. Ben akıllı ve güzel arkadaşım Münibe
ile konuşuyordum. Bazı kızlar şarkı söylüyordu. Ben
parmaklarımla koltukta ritm tutuyordum.
Küçük tepeye tırmanan yol genellikle kalabalık
olurdu çünkü kestirmeydi. Ama o gün garip bir şekilde sakindi Siperli kep giymiş, üniversite öğrencilerine benzeyen bir adam, içinde olduğum okul servisini durdurdu.’’ Malala hanginiz ?’’diye sordu. ‘‘Ben’’
diyemedim. Sol gözümün üstünden giren kurşundan
önce davranabilseydim, ‘‘Ben’’ diyebilseydim eğer,
kendi kız kardeşleri ve kızları da dahil olmak üzere
bütün kızları okula göndermeleri gerektiğini hatırlatırdım ona.’’
Kırmızı beyaz nükleer füzelerle süslenmiş üç tekerlekli bisikleti üzerinde bir dondurmacı çocuk bize
el sallayarak arkamızdan geliyor, bir öğretmen onu
kovalıyordu.Bir adam tavukların kafasını kesiyor,
Diyordu Malala YUSUFZAY.
*Ben Malala Kitabından alıntıdır.
53
KADININ ÖZ SAVUNMA
MEŞRU MÜDAFAA HAKKI
Av. Esin ASLAN
TCK Madde 25 - (1) Gerek kendisine ve gerek başkasına ait bir hakka yönelmiş, gerçekleşen, gerçekleşmesi
veya tekrarı muhakkak olan haksız bir saldırıyı o anda hâl
ve koşullara göre saldırı ile orantılı biçimde defetmek zorunluluğu ile işlenen fiillerden dolayı faile ceza verilmez.
(2) Gerek kendisine gerek başkasına ait bir hakka
yönelik olup, bilerek neden olmadığı ve başka suretle
korunmak olanağı bulunmayan ağır ve muhakkak bir
tehlikeden kurtulmak veya başkasını kurtarmak zorunluluğu ile ve tehlikenin ağırlığı ile konu ve kullanılan
vasıta arasında orantı bulunmak koşulu ile işlenen fiillerden dolayı faile ceza verilmez.
Yukarıda belirtilen meşru müdafaa hakkı, milyarlarca yıl önce, evrimleşip geliştiğimiz vahşi doğada
hayatta kalmamızı sağlayan ve her canlıda içgüdüsel
olarak gelişen, var olan “ kendi yaşama alanını koruma içgüdüsünün” hukuksal ifadesidir.
54
Bu kanun maddesine rağmen, kendisini tecavüzden, saldırgandan korumaya çalışan kadınlara
meşru müdafaa hükümleri uygulanacağına, ağır cezalar verilmektedir. Bunun sebebi ise ataerkil düzenin bozulmasını önlemektir. Kadını öldüren , ağır
tahrik, duruşmadaki iyi hali vs. benzer gerekçeler
gösterilerek yapılan indirimler, kadınlar için geçerli
olmamaktadır. Kendisine yıllarca tecavüz eden bir
erkeği öldürdüğü için müebbetle yargılanan kadınlar
var iken, kadını öldüren erkeklere nadiren müebbet
istenmektedir.
Kadına kendisini korumak için öz savunma hakkı tanımamak, kadına, erkek egemen sisteme boyun
eğdirmek içindir.
düşüncesinden kaynaklanmaktadır.
Bunun içindir ki, binlerce kadının öldürüldüğü
günümüzde, yasalarımızın, toplumun mağduru olan
kadınlar lehine pozitif ayrımcılık içeren daha çok
madde eklemesi ve uygulamada da bunu gerçekleştirmesi gerekmektedir. Bu konu hakkında birçok kadın örgütleri çalışmalar yapmakta ise de, günümüzde
devlet ataerkil sistem üzerine kurulduğu için, kadınlar akıl almaz zorluklarla karşı karşıya kalmakta ve
öldürülmeye devam edilmektedir.
Rahibin anlattıklarından etkilenen Çin imparatoru bu rahibi ülkesine kabul eder. Ve adı yeni orman
anlamına gelen Şaolin tapınağını bu rahip için kurar
ve rahipten halkına da bu bilgilerini aktarmasını ister.
Kadınlar, sistem tarafından dikte ettirilen “erkek
egemen” zihniyeti o kadar içselleştirmiştir ki, doğanın kendisine verdiği kendini koruma içgüdüsünü
bile yitirmiştir. Yani kadın kendini şiddetten korumayı bile birinci dereceden önemli görmemekte,
böyle bir ihtiyaç bile hissetmemektedir.
Bunun sebebi de, erkeğin kendisinden fiziksel
olarak daha güçlü olduğuna, hiçbir zaman bir erkeğe karşı kendisini savunma olanağına sahip olmadığı
Sorun sistem sorunu olmasına rağmen, kadınlar
öz savunma haklarını ısrarla savunmalı ve topluma
bunu kabul ettirmelidirler.
Bu öz savunma yollarından biri de, günümüzden
üç yüz yıl önce Nig Moi isimli bir kadın tarafından
keşfedilen Wing Chun Kung- Fu adlı öz savunma
sanatını öğrenmek olabilir.
“Milattan sonra 500 yıllarda Hintli bir Budist
olan Bodhi Dharma Çin’e yerleşmek üzere gelir. Bu Budist rahip o dönemin Çin imparatoruna hem Budizmi
savaş sanatı anlamına gelen Kung- fu bilgisini sunar.
Çin halkına Budizmi ve Kung -Fu yu öğretmek
amacıyla kurulan şaolin tapınağı kısa bir sonra adını duyurarak savunma sanatlarının merkezi olmuştur.
Böylece Şaolin Fung-Fusu adın da bir savaş sanatı sitili
oluşmuştur. Bu savunma sanatı stiline Budizmin, doğadaki tüm döngüleri içeren gözlemleri yansıtılmış ve hayvanların doğada kendilerini koruma içgüdüleri taklit
edilerek bu savunma sanatına aktarılmıştır. Bunun
sonucunda da hayvan stilleri doğmuştur. Yılan, turna,
tilki, maymun, kartal vs.
Daha sonra Çin imparatorluğu bir dönem Mançuryalıların egemenliğine girince Mançuryalılar Şaolin tapınağını kendileri için tehlike olarak görürler
ve bu tapınağı ve tapınaklaki rahipleri yok etmek için
55
uğraşırlar. İlk baskında başarılı olamayan Mançuryalılar ikinci baskında bu tapınağı dağıtırlar ve beş Budist
rahip haricinde diğer tüm rahipleri öldürürler.
Baskından kurtulan bu beş rahip ayrı ayrı yerlere
giderek izlerini kaybettirirler. Bu beş rahipten biri rahibe Nig Moi’dir. Asıl adı Lui Sei-Leung olan ve Budist
olduktan sonra beş erik anlamına gelen Nig Moi adını
olan bu rahibe, günümüzden tam 300 yıl önce bu savunma sanatını geliştirir.
Nig Moi, baskından kaçtıktan sonra Beyaz Turna Tapınağına yerleşir ve orada Şaolin kung -fu nun eksiklerini
giderecek, -Şaolin Kung Fusu her ne kadar olağanüstü
tekniklerle zenginleşmisse de güce karşı güç uygulamak
prensibine sahip olması eksik yanıydı- yeni teknikler geliştirmeye çalışır.
Bu çalışmaları sırasında bir turna ile tilkinin dövüşünü tesadüfen izleyen rahibe, bu dövüşte kendinden
daha güçlü olan tilkinin turnanın kanat ve gaga vuruşları ile ne kadar çaresiz bir durumda olduğunu ve
savaşı kaybettiğine şahit olur.
Böylece, Nig Moi Şaolin Kung-Fu’sunun eksik yanı
olan, güçsüzün güçlüye karşı savaşın ilkelerini tespit
eder. Yani kadın kas ve kemik yapısı itibariyle erkeğe
göre daha zayıf olma halini, Wing Chun Kung-Fu tekniği ile gideren bir dövüş sanatı keşfeder.
Bu öz savunma sanatını öğretmek için bir öğrenci
arayışına giren Nig-Moi, Pazar alışverişi yaptığı bir sırada aktarcılık yapan bir kadınla tanışır. Bu kadın da
yaşadığı yerde bir zorba ile evlendirilmeye çalışılan çaresiz bir kadındır. Nig Moi kadının hikayesini duyduktan sonra kendisine tapınağına gelerek, yeni keşfettiği
savunma sanatını birlikte çalışmayı teklif eder. Teklifi
56
kabul eden Wing Chun isimli bu kadın, yaklaşık 3 yıl
boyunca Budist rahibe Nig Moi ‘den dersler alır.
Bu derslerden sonra, yaşadığı bu köye dönen Wing
Chun kendisiyle zorla evlenmek isteyen kişinin karşısına çıkar ve dövüş müsabakası teklif eder. Eğer kendisi
yenilirse onunla evleneceğini söyler. Bir kadın tarafından yenilemeyeceğinden emin olan bu zorba, severek teklifi kabul eder. Ancak yapılan müsabaka da bu
zorba, Nig Moi’nin keşfettiği savunma sanatını en iyi
şekilde özümseyen Wing Chunla baş edemeyip yenilir ve
bir kadın tarafından yenilgiye uğratıldığı için “utancından” köyü terk eder.
Wing Chun’nun kendi oluşturduğu savunma sanatını en iyi şekilde öğrendiği ve uyguladığı için, Nig
Moi kendi keşfi olan bu savunma sanatına, kendi adını
değil –yüksek bir kadın alçakgönüllüğü ile –öğrencisinin adını verir. Böylece savunma sanatının adı WİNG
CUHN KUNG- FU olur. Wing Chun kelime anlamı
ile güzel bahar demektir. “
Bu savunma sanatında, fiziksel yapısı güçlü olan
değil, vücudun refleks noktalarını kullanarak dirençsizlik, merkez çizgiyi koruma gibi temel doğa prensiplerinden yararlanılarak çok fazla bir güce sahip
olmadan da, kendinden daha güçlü birine karşı kendini savunma öğretilir.
Yani güçlü olanın değil, doğanın yasalarını içinde barından Wing Chun bilgisine sahip olanın kazandığı bir savunma sanatıdır.
Kadın, böylece hem kemik hem de kas kütlesinin
az olmasının dezavantajını, doğanın yasalarını içeren
bu dövüş sanatı ile artıya dönüştürmüş ve kendinden
daha güçlü birine karşı olağanüstü bir savunma sanatını uygulamış olur.
Savunma sanatları gibi genelde erkeklerin ilgi
gösterdiği ve başarılı oldukları kabul edilse de, Budist
bir rahibe, bundan üç yüzyıl önce bulduğu savunma
sanatının üzerinde bir savunma sanatı daha yoktur.
Savunma sanatlarının en başarılı uygulayıcısı olan
Brucee Lee nin kendi oluşturduğu savunma sanatının yüzde yetmişini Wing Chun Kung Fu oluşturmaktadır.
Yani kadınlar sadece bilim, felsefe, sanat alanında değil, erkeklere mal olmuş olan savunma sanatlarında bile zekalarını kullanarak öne çıkmayı başarmışlar ve ölümsüz bir savunma sanatının yaratıcısı
olmuşlardır.
Yani sözün özü şudur ki, biz kadınlar doğanın
yasalarını, zerafetini içimizde taşırız. Bunun içindir
ki, sakın eğilmeyin kimsenin karşısında, unutmayın
ki, asıl eksiklik, bize eksik, güçsüz diyenlere aittir.
22/02/2016
57
i
ş
e
l
y
ö
S
Caroline DAVİD
Christine PERRIN
Av.İbrahim Cengiz DAMGACIOĞLU
Kadın hakları kavramı size ne ifade
ediyor?
Caroline David: İlk düşündüğüm şey, bu deyimin olmaması gerektiğidir. Bu, kadınlara karşı yapılan tutarsızlık ve ayrımcılığın hâlâ ne yazık ki varlığını ortaya koymakta olup, ne acıdır ki, şiddete maruz
kalmış kadınların korunmalarının sağlanması ihtiyacını hatırlatıyor. Bu deyim, aynı zamanda kadınların
karşı karşıya kaldıkları bezdirme hareketlerine karşı
sürekli bir mücadele verilmesi gerektiğine de parmak
basıyor.
İkinci düşündüğüm konu şu oldu ; İnsan haklarından bahsediliyor ve bu tüm dünyada ciddiye
alınmıyor ve eşitsizlikler, dramlar her iki cins için
58
de mevcut. Kopenhag sözleşmesinde de belirtildiği
üzere, «Kadın hakları, insan haklarının tamamlayıcı
halkalarından birisidir». Kadın hakları için mücadele
etmek, genel olarak insan hakları için mücadele etmek demektir.
Christine Perrın; Kadın hakları diye birşey olmamalı, kadın hakları deyince kendi kendimiz kadın-erkek ayrımı yapmış oluyoruz. Sadece ve sadece
insan hakları diye bir şey tartışılmalı. Tabii bu, ideal
bir dünyada. Fakat gerçekler çok farklı, hele birçok
ülkede bazı kesimlerde kadınların bir alt-kategori
olarak algılandığı ve davranıldığı için maalesef konu
özelleştirildi. Erkek haklarından bahseden yok, böyle
bir sözcük te yok.
Günümüzde kadın hakları konusundaki
görüşleriniz nelerdir?
Caroline David: Kadınlar ve erkekler arasındaki
eşitsizlikler devam etmektedir. Ancak Kadın ve insan
haklarında eşitlik günümüzde birçok ülke kanunlarında yer almaktadır. Fakat bütün dünya ülkelerinde
değil..
Boşanma, çocukların vesayeti, miras ya da mülkiyet hakları konularında da eşitsizlik söz konusudur.
Örneğin bazı kadınlar eşlerinin onayı olmadan çalışamamaktadırlar… Kadınlar, eğitim alanında ya da
iş ortamına entegrasyon gibi birçok alanda erkeklerle
aynı haklara sahip değiller.
Christine Perrın; Eskiden bir kadına yapılan
eziyetler, özel veya iş hayatında, kapıların arkasında
konuşuluyordu. Açık açık konuşulmaması gereken
konulardı, gizlenmeli ... aile içi şiddet, darbe, ensest,
taciz, tecavüz, iş ortamında çifte standart davranışlar
... en garip olan, saklayan kadınlardı, kendileri suçlu hissediyormuş gibi, misillemeden korkudan da. O
zamanlar tüm dünyada erkek egemenlik vardı, medyalar da o kadar güçlü değildi, kadınların kendilerini
bu durumda yalnız sanıp başka yerlerde birçok kadının kendisiyle aynı sorunları yaşadığını bilmezdi.
Artık kadınlara birçok kapı açıldı, en azından bazı
kesimlerde: oy verme hakkı, doğum kontrolü, iş
gücü, yüksek öğrenime erişim, söz hakkı. Bir de farkındalık, bazı kanunların onaylanması, medyalar, internet, sosyal medyalar olsun “yalnız değilim” mesajı,
direnme gücü verip birleşme, harekete geçme isteği
uyandırdı. Dernekler kuruldu, her gün bu konular
konuşuluyor, bazı kanunlar da değişebildi. Hala eksikler çok, bu nedenle kadın hakları çok güncel bir
konu.
Kadının ekonomik ve sosyal statüsünde pozitif ayrımcılık ilkesinin uygulanması
mümkün müdür?
Caroline David: Çok ülkede kadınlar erkeklerden daha az ‘‘değerlidir’’. Neyseki bir takım ülkelerde
de kadınlar, endüstri, hukuk, eğitim ya da tıp gibi
birçok aktivite alanlarında yetkili konumdalar. Fakat
bu durumdan aşırı da mutluluk duymamak gerekir,
çünkü hâlâ çok küçük bir oranı oluşturmaktadırlar.
Ayrıca kadınlar, yüksek konumlardaki görevlerde tamamen yer almamaktadırlar.
Kadınlar, kadrolu bir görevde olmalarına ve eşit
diploma seviyelerine rağmen, erkeklerden %15 oranında daha az maaş almaktadırlar. Gerçek eşitlik yalnızca erkek egemenliğine değil aynı zamanda sosyal
hiyerarşinin gücüne de müdahale etmeyi gerektiri-
59
yor. Fransa’da, ekonomik ve politik sorumluluk içeren kadrolar için uygulanan kotaların yenilenmesini
öngören kanunun kabul edilmesiyle beraber pozitif
ayrımcılığın uygulanması, yakın zamanda (2011) bu
alandaki aşırı dengesizlik ve haksızlıkların ortadan
kaldırılmasına olanak sağladı.
Christine Perrın; Pozitif ayrımcılık bence bir
ütopi. Ayrımcılık her zaman olmuştur, yaş, ırk, cinsiyet vs, bence her zaman olacak, insan doğasıdır. Ayrımcılığın birçok etkeni vardır: doğa, genetik, eğitim,
büyüdüğümüz modelin tekrarlanması. Tabii ki boşvermek gerektiği anlamına gelmiyor, tabii ki tüm ayrımcılıkları azaltmak için uğraşmak lazım, fakat çok
uzun vadeli bir savaştır. Sabırlı olup pes etmemek
lazım. Aslında bakılırsa kadın hakları, genel olarak
ta insan hakları çok gelişti ... dünyanın bazı bölgelerinde de gelişip son birkaç yılda geriledi, Afghanistan
gibi.Türkiye’de kadın hakları
konusunda da bir gerilemenin olduğunu düşünüyorum.
Bulunduğunuz ülkelerde, çevrenizde kadına
yönelik şiddete tanık oldunuz mu?
Caroline David: Avrupa’ da, 62 milyon kadın
fiziksel ya da cinsel şiddet
kurbanı olmuştur. Şu anda
gündemde olan bir dava
Fransa’yı
tutuşturmaktadır ; 2012 Eylül ayında 47
yıl boyunca süren fiziki ve
cinsel şiddetin ardından eşi60
ni öldürmekten dolayı 10 yıl hapse mahkum edilen
Jacqueline Sauvage davası. Geniş bir destek hareketi
oluşturuldu. Ciddi ya da daha az ciddi şiddet her yerde mevcut.
Christine Perrın;Kendim şiddet görmedim ama
eski işyerimde, 15 sene önce, sadece kadın olduğum,
ikinci çocuğum olacak “korkusu” bahanesiyle, bir
pozisyona torpilli bir erkek koymak gerektiği için ayrımcılığa maruz kaldım. Üniversiteden yeni çıkmış
tecrübesiz ama biri genel müdürümden rica ettiği için
23-24 yaşında bir adam finansal bölümün sorumlusu olarak atandı. Bu şirkette bu bölümde bölümün
eski sorumluyla beraber 10 sene çalışıp bu pozisyona
hazır getirilmiştim ve bu adam tercih edildi. Sonuçta bana yaptırıp kendisi yapmış gibi gösterip işleri
halledebiliyor gibi bir iki sene idare edebildi. Ben de
bu arada (madem bu sorumluluk bana verilmemişti)
fırsatı değerlendirip ikinci çocuğumu doğurdum ve
bu adam bir süre yalnız kalınca beceriksiz olduğunu
ortaya çıkmış oldu. İşten ayrıldı, yerine ben geçtim.
Yine özel hayatımdan bir örnek, başka bir açıdan: Bir kadını tutmak veya ondan intikam almak
için çocuklarını kullanmak. 6 sene önce boşanmaya
karar verdim, anlaşmalı bir boşanma olarak ortak bir
avukat arkadaşımız protokol hazırladı. Fransız olduğum için çocuklarımızı Fransa’ya kaçırırım diye eski
eşim velayet istedi ama işinden dolayı ve iyi niyetli
hepimizi düşündüğümüz için bir ihtimal vermeyip
velayeti verdim. Yaz tatiline kadar çocuklar benimle
yaşadı. Yaz tatili için eski eşim çocukları 2-3 haftalığına götüreceğini söyledi, gittiler. Birkaç gün sonra
bir sms geldi, bundan sonra çocukların kendisiyle
Ankara’da yaşayacaklarını yazıyordu. Protokolda yazılan günler dışında çocuklarımı görmek için başka
bir şansım yoktu. Telefon görüşmelerimiz engellendi,
birçok engel koydu, birçok sorun yaşadık, arabayla
oraya çok gittim geldi, çocuklar benimle yaşamak istiyorlardı, ona söylüyorlardı ama etkileyemiyorlardı.
Dava açtım, psikologlar çocukları dinleyip rapor yazdı, 1,5 sene sürdü ama çocuklarımı geri aldım.Aslında kadınlar erkeklerden çok daha güçlü ve akıllıdır,
hiç pes etmemek lazım, savaşıp doğru yolu bulup her
zaman kazanabiliriz.
Önümüzdeki 8 Martta kutlayacağımız
Dünya Kadın Hakları günü için düşüncelerinizi bizle paylaşırmısınız?
Caroline David: Dünya Kadınlar Günü, insanlığa hizmet etmiş kadınları anmaya olduğu kadar
cinslerin eşitliği, konuyla ilgili yapılanlar ve dünyada
kadınların durumları ile ilgili düşünmemizi derinleştirmemize de olanak sağlamaktadır. Bazan kadın
haklarıyla mücadele etme konusunun çok eski bir
hikâye olduğu izlenimine kapılırız. Oysaki bu, dünyaca kutlanan uluslararası bir « Mücadele » günü olmalıdır.
Bazı ülkelerde kadın olmak arzulanan bir statü
değildir. Doğumların seçimini uygulamaya devam
ediyoruz. Muhabbet tellalığı, şiddet, okuma yazma
bilmeme gibi kavramlar hâlâ çok üzücü gerçekler
olup öfkelendiren kelimelerdir.
Her 8 Mart, bir ülke için, bir dernek için, bu yürüyüşü eşitliğe ve daha fazla sükûnete doğru taşımak
için bir vesiledir. Bir medeniyetin gelişmişlik seviyesi,
ister gerçek haklar açısından olsun ister toplumdaki
yerleri ve etkileri açısından olsun sıklıkla kadına toplumda verilen yer ile ölçülür .
Christine Perrın;İlk sorunuza cevabıma bağlantılı olarak erkekler günü nasıl yoksa kadınlar günü
kutlayarak ayrımcılığı kendimiz yapmış oluyoruz. Bu
savaş bir günle vurgulayarak değil, her gün yavaş yavaş verilmesi gereken bir savaştır, hepimizin. O gün
bir semboldür ama bu sembol erkekler için yok ...
bana ters. Pozitif ayrımcılığından bahsettik, bununla
başlasın, bir erkek günü olsun! Sembolik olur, bununla birçok şey ifade etmiş oluruz…
Düşüncelerinizi bizlerle paylaştığınız için
İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi adına
çok teşekkür ederim.
Teşekkür ederiz, Merkezinizi ziyaret etmekten
mutluluk duyacağımızı belirtmek isteriz.
61
YAKINÇAĞDAN
GÜNÜMÜZE KADIN
Av. Sibel BOLEVİN
Tarihi Çağlar sıralaması içerisinde 1789 tarihinde başlayan çağ Yakınçağ’dır. Her çağın bitip yeni bir
çağın başlangıcı insanlık tarihinde çok önemli olaylar sonucunda meydana gelmiş ve bir kırılma noktası
meydana getirmiştir. Bu kırılma noktaları insanlık
tarihinde o kadar önemli dönemlerdir ki o güne
kadar ki sosyal, ekonomik , hukuki ve tüm insanlık tarihini ilgilendiren hususlarda köklü değişimlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Kadınlık tarihini
de tüm bu gelişmelerden ayrı tutmamız mümkün
değildir. Fransız Devrimi, insanlık tarihinde olduğu
gibi kadının evrim sürecinde önemli bir dönemin
başlangıcına gebedir. Kadınlar ilk defa kitlesel olarak
tarih sahnesine çıkmışlar, Kamusal alan-özel alan
tartışmaları, her ne kadar daha öncesinde de bu konuda tartışmalar kısmen mevcut ise de Yakınçağın
62
başlangıcı ile gerçek anlamda görünürlük kazanmış,
daha belirginleşmiştir. Ekim 1789 tarihinde devrimin öncüleri olarak, Fransa’da Versailes›teki ekmek
ayaklanmasının başını kadınlar çekmiş olsalar da , sivil toplum ile siyasal toplum arasında çok dikkatli bir ayırım konulmuş, kadınlar bu ayırım yoluyla
siyasetin dışında tutulmuşlar, sivil durumda bağımlı
duruma düşürülmüşlerdir.
1789 Devrimi ile bir alt metin olarak ortaya
çıkan feminizm kavramı ancak 1830’lardan sonra
öne çıkmaya başlamıştır. Fransız Devrimi›nin temelini oluşturan ve demokrasi ile özgürlüklerin temel metinlerinden kabul edilen 26 Ağustos 1789’da
yayınlanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ne
rağmen Convention’un “kadınların siyasal hak-
larını kullanmaları olanaklı değildir” sonucuna
varması ise hayret vericidir. 1 Daha da hayret verici olan 24.Haziran 1793 tarihinde Convention
tarafından onaylanan Anayasa’nın sadece erkeklerin
oy kullandığı bir referanduma sunulmuş olmasıdır.
Fransız Devrimini fikirsel olarak hazırlayanlardan
J.J. Rousseau’nun dahi “kadının görevi erkeklerin
hoşuna gitmek, onlara yararlı olmak, kendilerini
onlara sevdirip saydırmak, hayatı zevkli ve sevimli hale koymaktır” şeklindeki söylemleri hayretler
uyandırmış, Rousseau bu kadarla da kalmamış , kadın ile erkeğin aynı şekilde eğitilmesini dahi gerekli
bulmadığı belirtmekten çekinmemiştir.
Devrimin tarih sahnesine hediye ettiği üçleme
ÖZGÜRLÜK, EŞİTLİK, KARDEŞLİK söylemleri maalesef kadınları içine dahil edememiş ,sadece
erkeklere özgürlük eşitlik kardeşlik sağlamış ve bu
sebeplerle de ikiyüzlü bir söylemden öteye geçememiştir.
Özetle Fransız Devrimi, cinsler arasında ikiliği
sürdürmüş, devrim kadını içine almak istemediği
gibi kitlesel halde bu harekete katılmış olmalarına
rağmen kadınları bekledikleri haklara da kavuşturamamıştır. Hatta devrim öncesinde sahip olunan bir
takım haklar dahi kadınların ellerinden alınmıştır.
Toplantı yapmaları, dernek kurmaları yasaklanmış,
faaliyetteki kadın kulüpleri 1793 yılında bir kararname ile kapatılmıştır. Kapatma kararnamesindeki
anımsatma ise ilginç olup “her cinse verilen farklı
işlevlerin” olduğu ve devamındaki savunma ise DOĞANIN DÜZENİNİ BOZMAYALIM söylemi ile
toplumdaki ikiyüzlülük devam etmiştir.
1
Özgürlüğün Kızları ve Devrimci Vatandaşlar-Dominique
Godineau-Kadınların Tarihi C:IV,S.27
Bu döneme kadın hakları konusunda damgasını
vuran üç isim vardır: Condorcet, Olympe de Gouges ve Mary Wollstonecraft: Condorcet kadınların
hukuki statüsü, Gouges kadınların siyasal rolleri ve
Wollstonecraft ise kadınların sosyal varoluşuyla üzerine çalışmıştır.2 1791 Anayasasının kabulünden
önce kadınlara eşit oy hakkı tanınmasını isteyen
ve yazdığı Kadın Hakları Beyannamesini Kral XVI.
Louis ve Kraliçe Marie Antoinette’e gönderen Olympe de Gouges, yeni anayasaya rağmen hak taleplerini durdurmamış ne yazıktır ki 1793’te --madem
ki kadına giyotine çıkma hakkı veriliyor o halde
kürsüye çıkma hakkı da verilmelidir-- savını ileri
sürerek bu haklardan maalesef sadece birine hak kazanarak oybirliği ile giyotine gönderilmiştir.
Aynı yüzyılda Amerika’da da durum pek farklı
değildir. Ancak Amerika’da kadınlar kamusal alanözel alan ayırımında kendi öznel seçimleri ile özel
alanı tercih etmekte, kendi istekleri ile siyasal yaşamda yer almamaktaydılar.
Bir kısım yazarlar Fransız Devriminin, kadınların statüsünü değiştiremediği ve hatta statülerini
olumsuz yönde değiştirdiği için kadınlara hiçbir şey
kazandırmadığını ileri sürmekte ise de bu görüşün
tamamıyla kabulü mümkün değildir. Bu dönemde,
kadın sorunu siyasal düşünüşün merkezi bir ilkesi
olarak gündeme gelmiş, kadının sadece aile düzeninde değil, siyasal topluluk içindeki yeri sorunu ve
daha pek çok yeni sorgulamalar ortaya atılmış ve
tartışılmıştır.
Ne Avrupa Aydınlanması ne Amerikan devrimi,
o güne kadar süregelen kadın sorununu bu şekilde:
2
Fransız Devrimi’nde Kadın:Eksik Yurttaş- Diren ÇAKMAK- Ege Akademik Bakış 2007
63
salt ahlaki bir sorun yerine siyasal bir sorun haline getirerek siyasallaştıramamıştır. Devrimin devamında oluşan hareketler özellikle de İnsan Hakları
Bildirgesinde yer alan her bireyin özgürlük, mülkiyet,
güvenlik ve baskıya direnme vazgeçilmez hakkına sahip olduğunun kabulü, özellikle miras paylaşımı ve
devamında Medeni Kanunun kabulü ile Fransız kadınların ilk kez gerçek sivil statüye sahip olmalarını
sağlamıştır .3 Ancak yine de tam vatandaş olmalarını
sağlayamamıştır.
Kısa bir anektot; 1790 yılında 31 yaşında dönemin erkek düşünürleri ile polemiğe girdiği için Mary
Wollstonecraf ’a “jüponlu sırtlan” adı takılmış kızı
Mary Wollstonecraf Shelly 1818 yılında ünlü romanı
Frankenstein’ı kendi imzası ile yayınlayamamış kitabı kocasının isminin olduğu önsözle çıkarabilmiştir.
Aynı şekilde 1889 da Fatma Aliye’de ilk çeviri eserini
“bir hanım” imzası ile yayınlayabilmiştir.4
Devrim sonrasında, 18.-19. yılları kapsayan Sanayi devrimi, Avrupa’da burjuva sınıfının yapı değiştirmesine ve yeni bir işçi sınıfının doğmasına yol
açmıştır. Eski burjuva sınıfına şimdi fabrika sahipleri
de katılmış, burjuva sınıfı artık her ülkede en zengin
sınıfı oluşturmuştur. ülkelerin çoğunda orta sınıf pek
çok siyasal ve sosyal haklardan mahrum kalmışlardır.
Sanayi Devrimi ile başlayan demokratik siyasetin
kademeli olarak genişlemesiyle kadınları babalarına ya da kocalarına bağlayan ekonomik ve simgesel
bağlılık bağları da kopmaya başlamıştır. ‘‘Birey” başlı
başına toplum önünde öncelik kazanmış ve kadın
geçmişe göre çok daha fazla erkek bireye benzemeye
başlamıştır.5
3
Sledziewski Elisabeth G.-Dönüm Noktası Olarak Fransız
Devrimi- -Kadınların Tarihi, C.IV,S.39
4
5
Çakır Serpil-Osmanlı Kadın Hareketi,S.40
Fraisse Genevieve ,Perrot Michelle - Düzenler ve Özgürlük-
64
Bu dönemde önemli bir gelişme Karl Marx ve
Friedrich Engels’in ilk defa Komünist Manifestoyu
21 Şubat 1848’de yayımlamasıdır. Manifestoda, proletaryanın, burjuva düzenini ve üretim araçlarının
özel mülkiyeti bir devrimle ortadan kaldırarak sınıfsız bir toplum düzenini gerçekleştirmesi gerektiği
dile getirilirken; aynı yıllarda 1848 – 1920 dönemini
kapsayan ve birinci dalga feministler olarak da anılan
liberal feminizm akımının doğumu da aynı döneme
rastlar. Sanayi Devrimi ve kapitalizmin getirdiği sorunlar sonucunda önlerine dikilen sorunların büyüklüğüne karşın hemen her ülkede, her kesimden
kadın ezilişlerine başkaldırmaya başlamışlar, başta
seçme - seçilme hakkı olmak üzere eşit işe eşit ücret,
her iş alanında çalışma hakkı, eğitim hakkı, yasal reform (özellikle aile hukuku – evlilik, boşanma, vs.)
hakları için mücadele etmişler.6 Özellikle de kadın
işçiler düşük ücret, işsizlik ve çalışma koşullarının
ağırlığı, burjuva kadınlar ise ekonomik ve siyasal
haklardan yoksunluk sebebi ile düzene karşı çıkmışlardır. İngiltere’de orta sınıfın önderliğinde “Sufraj
Hareketi”ne (oy hakkı) talebine bürünmüş, Fransa ve
Almanya’da işçi sınıfı, Amerika’da ise kölelik karşıtı
hareketle iç içe gelişmiştir.
Esther Newton ve Carrol Smith Rosenberg, bu
dönemde 19.yüzyıl erkeklerinin “yeni kadın”ın siyasal ve sosyal rolü ile ilgili tartışmaları korkularını
ifade edebildikleri ve arkadaşlarına gözdağı verebildikleri cinsel alana nasıl kaydırdıklarını göstermiştir. Özgürleşen kadınlar “rahim sapkınları” ya da
özellikle Alman psikiyatr Richard von Krafft-Ebing
ler- -Kadınların Tarihi C.IV.,S.14
6
Ersöz Günindi Aysel - Özel Alan -Kamusal Alan Dikotomisi: Kadınlığın «Doğası» ve Kamusal Alandan Dışlanmışlığı- -Sosyoloji Araştırmaları Dergisi ,C. 18 Sayı 1 -Nisan/April
2015
(1840-1902)etkisiyle “erkeksi lezbiyen” “bela insan”
olarak damgalanmışlar, 1912 de ünlü Alman hekim
A.von Moll kadınları özgürleştirmeyi, onları erilleştirmenin doğurganlıkta gerilemeye ve cinsel sapkınlıklara yol açmakla suçlar.
Yine bu dönemde kadınlara oy hakkı verilmesi
ile ilgili eylemleri ile tanınan Sylvia Pankhurst “Bizden sonra gelecek bir kadın kuşağının yaşamını
oy hakkı dilenmekle geçireceğini düşünmek dayanılmaz bir şeydi artık daha fazla zaman kaybetmemeli eyleme geçmeliydik” yönündeki söylemleri
ile 1914 lü yıllarda hala kadınlara oy hakkı verilmesi
ile ilgili çabaları ifade etmektedir. Kamusal -erkek
alanı/ özel-kadın alanı ve çifte standarda saldırılar
gündemde olup, “Kadınlara Oy Hakkı Dernekleri
Ulusal Birliği” kendisine bağlı 480 gurup ve 53.000
üyenin gücünü göstermek için Londra’da büyük bir
gösteri düzenlemiştir. Bu gösteri ve başkaldırıların
yaşandığı 1914 yılı kadınların yılı olacaktı ki savaş
geldi kapıyı çaldı ve her iki cinsiyeti yerlerine geri
gönderdi. Erkeklerin seferberliği aile duygularını
güçlendirmiş ve anayurdun koruyucusu olarak erkek
miti yeniden canlanmış, erkeklerle birlikte cephede
olmak isteyen kadınların sesleri ise susturulmuştu.
Ancak yine de savaş kadınlara bir özgürlük ve
sorumluluk sundu. Onlar için daha önce ulaşılmaz
olan uğraş alanları, pek çok alet ve teknoloji ile tanışmalarını da sağladı. Savaş kadim duvarları yıkmaya ve bir çok itibarlı mesleğin kapılarını kadınlara
açmaya başladı. Ancak hem Avrupa hem de Amerika
da çarpıcı olan şey kadınları , ikame bir yolla sınırlama kararlılığıydı. Örneğin İngilizler sadece savaş
devam ettiği sürece şeklinde beyanatlarda bulunuyordu. Nitekim savaş sonundaki söylemler: “kadınlar zorunlu bir savaş zamanı hizmeti sundular,
savaşın sona ermesi ile daha fazla fedakarlık yap-
malarına gerek yoktu evlerine geri dönmeliydiler”
şeklindeydi.
1917 Rus Devrimi ile değişim rüzgarları bir nebze olsun kadınlardan yana esmeye başlamıştı. Mart
1917 de çalışan kadınlar çocuklarıyla birlikte Petrograd sokaklarına inip bir gösteri yapmışlar, kapsamı hızla gelişmiş, Çar tahtını terk etmiş ve geçici
hükümet kurulmuştur. İngiltere’de 1918, Amerika’da
1920 ye kadar verilmeyen kadınlara seçme ve seçilme hakkı 20 Temmuz 1917 de verilmiştir. Bolşevikler hiç zaman kaybetmeden kadınlar lehine özellikle
karşılıklı rızai boşanma, dini nikahın kaldırılması,
meşru –gayri meşru tüm çocuklara aynı haklar tanınması gibi haklar tanımış, Avrupa’daki en liberal
yasa sayılan Aile Yasası genişletilmiştir..Bu dönemde
karı-koca, çocuklar konusunda mutlak eşitliğe sahip olmuşlar, doğum izni, işyeri koruması güvenceye
alınmış, kürtaj yasallaştırılmıştır.7
Komünist Manifesto’da (1848) kadın ve aile ile
ilgili özsel noktalar , Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde (1884) daha da geliştirilmiştir. Marksistlere göre aile ve ailenin bir parçası
olan kadın, ekonomik yapı ve devletin doğası tarafından belirlenir. Kapitalizmde, burjuva aile, yalnızca
bir (üreme) üretim işlevine hizmet eder. Kapitalizm
proletaryayı sömürür ve proleter aileyi yıkar. Kapitalizmin bu ekonomik yapısı bastırılabilseydi, kadınlar
tüm uygar haklara sahip olacaklardır. Ev işleri toplulukça üstlenecek, çocuk büyütme ve eğitme sorumluluğu devlete ait olacak , böylece kadınların çalışma ve
ekonomik olarak bağımsızlıkları da olanaklı olacaktı.
7
Sovyet Modeli-Françoise Navailh-Kadınların Tarihi
C.V,S.211
65
August Bebel, Kadın ve Sosyalizm (1879) adlı
eserinde de kadınların ekonomik ve cinsel durumunu Marx’ın Kapital’i ışığında çözümlemiştir.
Bebel var olan eşitsizlikten sadece burjuva sisteminin değil erkeklerin de sorumluluğunu kabul eder.
Kadının yabancılaşma sorununun kadınlara sadece
hakları verilerek çözülemeyeceğinde ısrar eder. O’na
göre kadınları, erkeklerin egemenliğinden kurtarabilmenin tek yolu ekonomik bağımlılık bağlarını
çözmektir.
Rus Devriminden bahsederken Aleksandra
Kollontay’dan söz etmeden geçmek olmaz. 1917 de
Merkez Komite’ye seçilen ilk kadın, Aile Yasa’sının
hazırlanmasında önemli rol oynayan biri, dünyada
ilk kadın büyükelçi.. Kollontay’da Marx ve Engels
gibi burjuva ailenin parçalandığına ,devrimin aile
yaşamının yenilenmesini sağlayacağına inanıyordu.
Evliliğin özünü değiştirmenin yolunun, insanların
tutum ve davranışlarını değiştirmekten geçtiğini ileri
sürüyordu. O hem duygusal, hem de maddi olarak
bağımlı olmayı reddetti, sosyoekonomik engellere,
ikiyüzlü ahlaka ve aşk esaretine karşı çıktı. Kadınları
geleneksel sorumluluklarından kurtarmak için toplumun kafeteryalar, gündüz çocuk bakım merkezleri,
dispanserler açması gerektiğini dile getirdi. Kadının köleliğine dayanan evlilik yerine özgür evliliğin,
emek kardeşliğinin, sorumluluklarda ve haklarda eşit
iki üyenin aşkı ve saygısıyla güçlenen bir kurumun
doğuşunu bekler ve özlemle bunu dile getirir.
İki Dünya savaşı sırasında yaşanan tüm olaylar
neticesinde 20. yüzyıl kadınların seslerini duyurmaları ve haklarını elde etmeleri açısından önemli bir
yüzyıl olmuş, 20. yüzyılın ortalarında kurulan Birleşmiş Milletler tarafından 1945 yılında kabul edilen
ilk uluslararası yasal doküman olan «İnsan Hakları
66
Evrensel Beyannamesi» nde yer alan “cinsiyete dayalı ayrımcılık yapılmaması” ilkesinin getirilmesi en
önemli kazanımlardan biri olmuştur. .8
İkinci dalga feminizm, 1960 da başlayan ve feminist düşünce ve eylemin Rönesansı olarak kabul
edilen Radikal Feminizm dönemidir. Bu dönemde
cinsiyet, toplumsal cinsiyet kavramları ve özel alan
politiktir söylemleri dikkat çekicidir. Özellikle Simone De Beavoir “kadın doğulmaz ,kadın olunur” sözleri ile de kendini gösteren kadın hareketinde, kadınların üremeleri üzerindeki kontrol hakları
dahil çocuk bakımına eşit katılım, kadınların cinsel
ihtiyaçları ve haklarında eşitlik gibi radikal söylemler ortaya atılmıştır.
Bu uzun süreçte kadının ve kadın sorunlarının
görünür olma yolunda her gün bir adım daha ilerleme kaydedilmesinin sonucu, Birleşmiş Milletler
tarafından 1975 yılının Uluslararası Kadın yılı olarak belirlenmiştir. Aynı yıl Mexico City’de I. Dünya
Kadın Konferansı gerçekleştirilmiştir. Konferansta
özellikle toplumsal cinsiyet eşitliğinin tam olarak
sağlanması ve ayrımcılığın önlenmesi, kadının kalkınmaya katılımı ve entegrasyonu, dünya barışının
sağlamlaştırılmasına kadınların katkısının artırılması
konuları üzerinde durulmuştur.
Bunu takiben, Birleşmiş Milletler tarafından
1976 – 1985 yılları arası “Kadın On Yılı” olarak ilan
edilmiş ve 1980 yılında Kopenhag’da düzenlenen II.
Dünya Kadın Konferansında ilk beş yılda kaydedilen
gelişmeler değerlendirilmiştir.
Kadın konferanslarının üçüncüsü 1985 tarihlerinde Nairobi’de 157 ülkenin katılımı ile yapılmış ve
8 Özel Alan -Kamusal Alan Dikotomisi: Kadınlığın “Doğası” ve
Kamusal Alandan Dışlanmışlığı- Aysel GÜNİNDİ ERSÖZ-Sosyoloji
Araştırmaları Dergisi ,C. 18 Sayı 1 -Nisan/April 2015
Konferansta “Kadının İlerlemesi İçin Nairobi İleriye
Dönük Stratejileri” kabul edilmiştir.
Devamında 1995 yılında Pekin’de IV. Dünya
Kadın Konferansı gerçekleştirilmiş ve kadının özel ve
kamusal alana tam ve eşit katılımı önündeki engellerin, kadınların ekonomik, sosyal, kültürel ve politik
karar alma pozisyonlarında ve mekanizmalarında yer
almaları yoluyla ortadan kaldırılabileceğini hatırlatılarak, hükümetler önlemler almakla yükümlü kılınmıştır.
3. Serpil Çakır,Osmanlı Kadın Hareketi
4. Diren ÇAKMAK ,Fransız Devrimi’nde Kadın: Eksik Yurttaş,Ege Akademik Bakış, 2007
5. Aysel Günindi Ersöz, Özel Alan -Kamusal
Alan Dikotomisi: Kadınlığın “Doğası” ve Kamusal
Alandan Dışlanmışlığı, Sosyoloji Araştırmaları Dergisi ,C. 18 Sayı 1 -Nisan/April 2015
2011 yılında Avrupa Konseyi tarafından
İstanbul’da kısa adı İstanbul Sözleşmesi olarak anılan
Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi
Sözleşmesi imzaya açılmış Türkiye ilk imzalayan ülke
olarak 8.3.2012 tarihinde sözleşmeyi onaylamış ve
10 ülkenin onayı ile sözleşme 01.08.2014 tarihinde
yürürlüğe girmiştir.
Yakınçağdan bu güne süren bu uzun ve meşakkatli yolda hala kadın-erkek eşitliği sağlanamadığı
gibi “kadına karşı şiddet” olgusu her geçen gün artan
olaylar ile kendini bir hortlak gibi göstermeye devam
etmektedir. Sylvia Pankhurst’un söylemine bir anımsatma ile bu yüzyılda bizden sonra gelecek kadın kuşağının hala “insan” olmaktan kaynaklanan haklarını
dilenmekle geçirmesi dayanılmaz bir olgudur.
Kaynakça:
1. Georges Duby,Michelle Perrot,Kadınların
Tarihi, Türkiye İş Bankası Yayınları, 5 Cilt
2. Nancy Holmstorm,Sosyalist Feminist Proje,2
Cilt
67
KADINLARIN TARİHİ
1789 FRANSIZ DEVRİMİ
DÜNYA’DA KADIN
• 5.Ekim 1789 Fransa ekmek ayaklanması
• 21-22 Ekim 1789 Versailes’e yürüyüş
• 1792 Mary Wollstonecraft’nın Kadın Haklarının Korunması kitabının yayınlanması
• 15 Eylül 1845 Pensilvanya’da 1500 kadın işçinin grevi
• 1848 Elizabeth Cady Satnton ve Lucrehia
Mott ABD. ilk kadın hakları kongresini düzenlediler
• 8 Mart 1857 ABD'nin Newyork kendinde
40.0000 dokuma işçisi greve gitti polis saldırısı ile
129 kadın işçi can verdi
• 1864 Uluslararası İşçi Birliği 1.Enternasyonel
kuruldu. Genel konsey kadınların da üyeliğe kabulünü onayladı
•
1900 İngiltere’de kadınların oy hakkı için
kampanya başladı .
• 1902 Kuzey Amerika ve Avrupa’da kadınlar Lahey sözleşmesinde kabul edilen uluslararası
standartların hükümetlerince kabul edilmesi için
baskı yapılmıştır.
68
TÜRKİYE’DE KADIN
• 1847 Kız ve erkek çocuklara eşit miras hakkı
tanıyan İrade-i Seniye yayımlandı.
• 1856 Köle ve cariye alınıp satılması yasaklandı.
• 1858 Arazi Kanunnamesinde mirasın kız ve
erkekler arasında eşit olarak paylaştırılacağı hükmü yer aldı. Böylece kadınlar ilk kez miras yoluyla
mülkiyet hakkını kazandı..
• 1869 Kızların eğitimine ilk kez yasal zorunluluk getiren Maarif-i Umumiye Nizamnamesi
yayımlandı. Kadınlar ilk dergilerine 1869 yılında
kavuştu. Kadınlar için ilk sürekli yayın olarak nitelenen haftalık 'Terakk-i Muhadderat' dergisi yayımlanmaya başlandı.
• 1871 Mecelle’nin uygulanması için çıkarılan
Hukuk-ı Aile Kararnamesi ile; evlilik sözleşmesinin resmi memur önünde yapılması, evlenme
yaşının erkeklerde 18, kadınlarda 17 olması, zorla
evlendirmelerin geçersiz sayılması düzenlendi.
• 1876 Kanun-i Esasi (ilk Anayasa) kabul edilerek temel haklar düzenlendi. Kız ve erkekler için
ilköğretim zorunlu hale getirildi.
• 1897 : sosyal yaşamda daha çok yer almaya
başlayan kadınlar, iş hayatına ilk olarak 1897 yılında 'ücretli işçi' olarak atıldı. Kadınların devlet
memuru olmak içinse bu tarihten itibaren 16 yıl
beklemeleri gerekti.
1905 EİNSTEİN ‘IN
ÖZEL GÖRECELİK
KURAMI
YANİ İZAFİYET
TEORİSİNİN
YAYIMLANMASI
1914 I.DÜNYA SAVAŞI
DÜNYA’DA KADIN
• Mart 1915 Clara Zetkin ve Rosa Lüksemburg Bern’de savaşa karşı uluslararası
Kadın Konferansı düzenledi
DÜNYA’DA KADIN
• 1905 Rusya’da ilk kez kadın hakları mitingleri
düzenlendi
• 1908 Almanya’nın tümünde kadınların siyasi
partilere üye olmaları kabul edildi
• Aralık 1908 1.tüm Rusya Kadın Kongresi
toplandı.
• 1910 Kopenhag 2.Uluslararası Sosyalist
Kadınlar Kongresi toplandı ve bu toplantıda 8
MART’ın Dünya Kadınlar Günü olarak benimsenmesi kabul edildi
• 1913 Rusya’da 2000 kadın işçi hamilelik izni
çamaşırhane gibi taleplerle greve gitti.ve aynı yıl
Rusya’da kadınlar günü ilk defa kutlandı
1917 RUS DEVRİMİ
DÜNYA’DA KADIN
• 1917 Ekim (Rus) Devrimi Petrograd’lı
kadın işçiler tarafından başlatıldı.
TÜRKİYE’DE KADIN
• 1921 Darülfünunda karma öğretime
geçildi.
• 1922 Yedi kız öğrenci Tıp Fakültesine
kayıt yaptırdı
• Haziran 1923 Nezihe Muhittin’in başkanlığında ilk kadın partisi olan Kadınlar
Halk Fırkası’nın kurulması girişiminde bulunuldu, kadınlara oy hakkı tanımayan 1909
tarihli Seçim Kanunu gereğince valilikçe
partinin kuruluşuna onay verilmediğinden
dernekleşmeye gidildi.
TÜRKİYE’DE KADIN
• 1913 Kadınlar ilk kez devlet memuru olarak
çalışmaya başladı.
69
• 29 Ekim 1923 Cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte kadınların kamusal alana
girmesini sağlayan yasal ve yapısal reformlar hızlandı.
• 3 Mart 1924 Tevhid-i Tedrisat Kanunu
(Öğrenim Birliği) çıkarıldı. Böylece eğitim laikleştirilerek tüm eğitim kurumları Milli Eğitim
Bakanlığı’na bağlandı. Kız ve erkekler eşit haklarla eğitim görmeye başladı.
• 17 Şubat 1926 Türk Medeni Kanunu’nu kabul edildi. Kanun ile erkeğin çok eşliliği ve tek taraflı boşanmasına ilişkin düzenlemeler kaldırıldı,
kadınlara boşanma hakkı, velayet hakkı ve malları
üzerinde tasarruf hakkı tanındı. 4 Nisan 1926 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan kanun 4 Ekim
1926 tarihinde yürürlüğe girdi.
• 1930 Belediye yasası çıkarıldı. Yasa ile kadınlara belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı
tanındı..
• 26 Ekim 1933 Köy Kanunu’nda değişiklik
yapılarak kadınlara köylerde muhtar olma ve ihtiyar meclisine seçilme hakları verildi.
• 5 Aralık 1934 Anayasa değişikliği ile kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı.
• 8 Şubat 1935 Türkiye Büyük Millet Meclisi
5. Dönem seçimleri sonucunda 17 kadın milletvekili ilk kez meclise girdi, ara seçimlerde bu sayı
18’e ulaştı..
• 1936: İş Kanunu yürürlüğe girdi. Kadınların
çalışma hayatına düzenleme getirildi.
• 1937: Kadınların yeraltında ağır ve tehlikeli
işlerde çalıştırılmasını yasaklayan 1935 tarihli 45
sayılı ILO sözleşmesi kabul edildi.
70
1939
II. DÜNYA SAVAŞI
DÜNYA’DA KADIN
• 1945 BM nin kuruluşuna ilişkin taslak
BM anlaşmasının kabulüne dönük gerçekleştirilen Konferansta “erkekler arasında
eşitlik” ibaresi “kadınlar ve erkekler arasında eşitlik” biçiminde değiştirildi
• 1946 BM Kadının Statüsü Komisyonu
kuruldu
• 1950-1960 lı yıllarda kolonilel kurallara karşı mücadeleye katılan 11binden fazla
Kenya’lı kadın tutuklandı.
• 1962 Tüm Afrikalı Kadınlar Konferansı düzenlendi.
• 6.Mart 1971 İngiltere’de Uluslararası
Kadınlar günü kutlandı. Eşit ücret, eğitim
ve iş olanağı serbest doğum kontrolü, kürtaj
ve 24 saat kreş talepleri arasındaydı
• 1972 İngiltere’de ilk sığınma evi kuruldu.
• 1973 ABD kürtaj yasallaştı.
• 1975 BM tarafından Uluslararası Kadın On
Yılı ilan edildi. Aynı yıl Mexico City’de 1.Dünya
Kadın Konferansı yapıldı.
• 1979 Avrupa Konseyi kadın-erkek eşitliğini
sağlamaya yönelik ilk komitesini kurdu.
• 1979 Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın
Önlenmesi Sözleşmesi kabul edildi.1980 yılında
üye ülkelerin imzasına açılmıştır. 18 Mart 2005
tarihi itibariyle 180 ülke sözleşmeyi onaylamış, 98
ülkede imzalamıştır.
• 1980 2. Dünya Kadın Konferansı
Kopenhag'da yapıldı.
• 1981 Amerika'da kürtajı cinayetle bir tutan
yasa tasarısı kabul edildi.
• 1985 3.Dünya Kadın Konferansı Nairobi'de
yapıldı. Konferansta “Kadının İlerlemesi İçin
Nairobi İleriye Dönük Stratejileri”kabul edildi.
1989
KOMİNİST REJİMİN
AVRUPADA ÇÖKMESİ
TÜRKİYE’DE KADIN
• 1950 İlk kadın belediye başkanı (Müfide İlhan) Mersin’den seçildi.
• 1965 Gebeliği önleyici araçların satış ve dağıtımının serbest bırakılmasını ve tıbbi zorunluluk
halinde kürtaj hakkı tanınmasını düzenleyen Nüfus Planlaması Hakkında Kanun çıkarıldı.
• 22.02.1966 Eşit değerde iş için kadın ve erkek işçiler arasında ücret eşitliğini sağlayan 1951
tarihli 100 sayılı ILO sözleşmesi onaylandı.
• 26.03.1971 İlk kadın bakan (Türkan Akyol)
atandı.
• 1985 Türkiye, Birleşmiş Milletler Kadınlara
Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesini (CEDAW) imzaladı ve sözleşme 1986
yılında yürürlüğe girdi.
DÜNYA’DA KADIN
• 1991 Kadın hareketi Frauen AnStiftung tarafından Bonn'da düzenlendi ve
Avrupa'nın bütün ülkelerinde başladı.
• 1992 Avrupa Konseyi bünyesinde
Kadın Erkek Eşitliği Yönetim Komitesi
(CDEG) kuruldu..
• 1995 4.Dünya Kadın Konferansı
Pekin'de gerçekleştirilmiştir. Konferans
ulusal mekanizmalar eylem planlarının en
önemli bölümlerini oluşturmuştur
• 28 Şubat-11Mart 2005 tarihleri arasında BM Kadının Statüsü Komisyonu 1995
Pekin Konferansı ve 2000 yılında Birleşmiş
Milletler Genel Kurulu 23.Özel Oturumu71
nun sonuçları olan "Pekin+5" sürecinden bu
yana meydana gelen gelişmeler, boşluklar ve sorunların tespit edilmesi (Pekin+10) gündemi ile
toplanmıştır
• 2011Avrupa
Konseyi
tarafından
İstanbul’da kısa adı İstanbul Sözleşmesi olarak
anılan sözleşme 01.08.2014 tarihinde yürürlüğe
girmiştir.
TÜRKİYE’DE KADIN
• 29 Kasım 1990 Kadının çalışmasını kocanın iznine bağlayan MK.nun 159. Md. Anayasa
M. iptaledildi.
• 1990 Tecavüz mağdurunun hayat kadını
olması halinde cezanın indirilmesini öngören
TCK 438. Md.si yürürlükten kaldırıldı.
• 1990 ilk kadın konukevleri açılmaya başlandı.
• Eylül 1990 Yerel yönetimler kadın özellikle
şiddete uğrayan kadınlara yönelik hizmet vermeye başladı.
• 1991 ilk kadın vali (Lale Aytaman) Muğla’ya
atandı.
• 1993 Türkiye ile BM Kalkınma Programı
işbirliği ile “Kadının Kalkınmaya Katılımını
Güçlendirme Ulusal programı Projesi” uygulamaya başlandı. Kadının Statüsü ve Sorunları
Genel Müdürlüğü’nün yürüttüğü projede; eğitim ,araştırma, pilot projeler ve istatistik/yayın
72
faaliyetleri yürütüldü.
• 25.06.1993 Türkiye’nin ilk kadın başbakanı
(Tansu Çiller) hükümeti kurdu.
• 5-8 Aralık1993 Kadın ve Sosyal Hizmetler
Müsteşarlığı ve Ankara Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi işbirliği ile “Kadın Kimliği Kongresi” düzenlendi.
Kongre ,kadın emeğinin biçimleri, siyasette kadın kimlikleri, kadın bedeninin tanınması, kadın
imgesinin üretimi ve dolaşımı, sanatın içinden
kadın ve kadın örgütlenme biçimleri başlıklı konular oluşturdu.
• 1994 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel
Müdürlüğü bünyesinde, şiddete uğrayan kadınlara hukuki ve psikolojik danışmanlık, girişimcilik ve el emeğinin değerlendirilmesi konularında
hizmet vermek amacıyla Bilgi Başvuru Bankası
(3B) kuruldu.
• 5 Nisan 1994
Dünya Bankası ve
TC.Hükümeti arasında imzalanan İkraz Anlaşması gereği İstihdam ve Eğitim Projesi’nin alt
bileşenlerinden Kadın İstihdamının Geliştirilmesi Projesi (KİG) Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü’nce yürütülmeye başlandı.
• 1998 kamuoyuna sunulan Eylem Planı 6 ana
çalışma grubu tarafından oluşturuldu. Kadının
Statüsü grubunun koordinasyonunu Kadının
Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü üstlendi.
• 1995 Şiddete uğrayan kadınlara danışmanlık
hizmeti veren Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı,
kadın sığınağını açtı.
• 08-11 Haziran 1995 Kadının Statüsü ve
Sorunları Genel Müdürlüğü’nce Sinop’ta sivil
toplum kuruluşları ve kamu kurumları temsilcileri, parlamenterler, gazeteciler ve akademisyenlerin katıldığı, “Türkiye’de Kadına Yönelik Politikaların Oluşturulması” konulu dört
gün süren bir toplantı düzenlendi.
• 29 Haziran 1996: Anayasa Mahkemesi
TCK nun erkeğin zinasını suç olarak düzenleyen 441. Md.sini Anayasanın eşitlik ilkesine
aykırılığı gerekçesiyle iptal etti.27 Aralık 1996
tarih ve 228600 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan kararda verilen bir yıllık süre içinde yasal
düzenleme yapılmaması nedeniyle erkeğin zinası 27.12.1997 tarihinden itibaren suç olmaktan çıktı.
• 22 Mayıs 1997: Kadının evlendikten sonra
kocasının soyadını almakla birlikte, kendi soyadını da kullanabilmesi Medeni Kanun'un 153.
maddesinde yapılan değişiklikle sağlandı.
• 19 Kasım 1997: Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nün önerisi üzerine İçişleri Bakanlığı'nca nüfus cüzdanlarında medeni
hal kısmında "evli/ bekar/ dul/ boşanmış" gibi
ifadelerin yerine sadece "evli" veya "bekar" ifadelerinin kullanılmasını düzenleyen genelge yayımlandı.
• 23 Haziran 1998: Anayasa Mahkemesi ka-
dının zinasını suç olarak düzenleyen TCK'nun
440. Md.ni Anayasanın eşitlik ilkesine aykırılığı
gerekçesiyle iptal etti. Gerekçeli karar 13 Mart
1999 tarih ve 23638 sayılı Resmi Gazetede yayımlandı.
• 17 Ocak 1998: Aile içi şiddete uğrayan kişilerin korunması için gerekli tedbirlerin alınmasını düzenleyen 4320 Sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun yürürlüğe girdi.
• 8 Eylül 2000: Ek İhtiyari Protokol Türkiye tarafından imzalandı. Kadınlara Karşı Her
Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesinin
daha etkin bir şekilde uygulanmasını sağlamak
amacıyla BM.ce hazırlanan Ek İhtiyari Protokol ile Sözleşmenin taraf devletler tarafından
ihlali durumunda kişilere ve kişilerden oluşan
gruplara başvuru hakkı tanınmakta ayrıca uygulamaları denetlemek üzere Kadına Karşı Her
Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi (CEDAW) Komitesine yapılacak şikayetleri kabul etme ve inceleme yetkisi tanınmaktadır.
• 22 Kasım 2001: Yeni TMK. TBMM tarafından kabul edildi.1 Ocak 2002 da kanun yürürlüğe girdi.
• 2012- İstanbul Sözleşmesi ilk olarak Türkiye tarafından onaylandı.
73
ARTEMİSİA’NIN ÇİLESİ’DEN
BUGÜNE KADIN
Av. Hasan DEVRİM
Lise 2. sınıfta tadına doyamadığım haftada bir
saatlik Sanat Tarihi dersimize, Necati Arun hocamız
girer, Rönesans ressam ve heykeltıraşlarını Leonardo
da Vinci, Mikel Angelo, Raphael’den başlayıp, Giotto, Caravaggio, Donatello, Beticelli’yi heyecanla
anlatırdı. Sonra aynı heyecanla Hollandalı ressamlar
Rembrandt, Rubens, Van Dyk, Alman Dürer, İspanyol Valasquez, Elgreco’ya geçerdi.
Birkaç yıl önce mayıs ayı sonlarında Saint
Petersburg’un eski Kışlık Saray’ı, şimdiki Hermitage Müzesi 3.katını gezerken, başta Rönesans
ressamlarının tablo koleksiyonunda eşi bulunmayan bir renk ve ışık cümbüşü hazzını yaşamıştım.
Bunlar arasında seçim yapılamazdı ama, Rapael’in
Madonna Conestabile’si,Giorgione’nin Judith’i,
St.Sebastian’ı, Carvaggio’nun Lavtala Delikanlısı
yanında Leonardo’nun fırçasından çıkmış Madam
Benois’ı, hele Madonna Litta’sı vardı ki, anlatılmazdı.Salt bu tablo koleksiyonunu bir kez olsun görmek
için bile Kuzeyin Beyaz Geceleri’nde bulunmaya değerdi.Başta Flora,Danea, Gezgin Oğlun Dönüşü gibi
tablolarıyla Rembrandt ve Yerin Suyla Birliği,Perseus
74
ve Andromeda, Bacchus gibi tablolarıyla Rubens’le
Hollandalı ve Flaman ressamların zengin koleksiyonu da buradaydı. Sonra empresyonist, postempresyonist Fransız resminin üstatları Renoir(Yelpazeyle
Kız), Monet(Giverny’deki Tınaz),Picasso(Yelpazeyle
Kadın), Degas ((Taranan Kadın),Gauguin (Meyvayı
Elinde Tutan Kadın),Matisse(Dans),van Gogh(Çalı),
Poussin, Watteau,Cezanne Delacroix gibi yakından
bildiğimiz ressamların tablo koleksiyonu inanılmazdı.
Kitap Fuarı’nda Literatür Yayınları’nın Susan
Vreeland’tan Türkçe’ye çevrilmiş Artemisia’nın Çilesi biyografik romanını kapak albenisiyle değil,
arka kapağını okuyarak satın almıştım. Romanın
anlatıcı karakteri Artemisia Gentileschi’nin Rönesans ardılı sayılacak ressamlılığıyla dramatik yaşamı
gerçekten okunmaya değerdi. Ressam babası Orasio
Gentileschi’nin ressam arkadaşı Agostino Tassi’nin
tecavüz edeceğinden habersiz daha küçücükken annesinin ölümüyle Roma’da Santa Trinita dei Monti
Kilisesi rahibelerince büyütülen Artemisia, İncil’in
resim ve heykelde kullanabilecek bitmez tükenmez
bir hikaye kaynağı olduğunu düşünüyordu.1
Genç bir kızken babasının arkadaşının tecavüzüyle altüst olan yaşamı engizisyon mahkemesinde
pek de adil olmayan bir yargılamayla tecavüzcünün
tazminat ödemesiyle son buluyordu. Artemisia’yı
babasının kızının tecavüzcüsüne yumuşak davranışı, onunla kiliselerde birlikte fresk resimleri yapmayı sürdürüşü üzüyordu. Alınan tazminatın cihaz
olarak verildiği Floransalı Pietro’yla kızının şerefini
kurtaracağını sandığı evliliğin ayarlayıcısı babanın,
Artemisia’nın incinen gururuyla hiçbir zaman bağışlanmayacağı açıktı.
Floransa’da Accademia dell’ Arte del Designo’ya
kabul edilen ilk kadın ressam olarak Grandük Cosimo Medici’lere yaptığı Meryem ile Çocuk, Judith Holofernes’i Öldürüyor, Susana, Mecdelli
Meryem,Venüs,Lücretia,Kleopatra tablolarıyla kendini kabul ettirse de kızı Palmira’yla gitgide yalnızlaşıyordu Artemisia. Bütün. zamanını Floransa’nın
sanat ortamında katedralleri, saray ve kiliseleri dolaşarak Rönesans ressam ve heykeltıraşlarının(Mikel
Angello’nun Musa’sı, Donetollu’nun Atlısı gibi) eserlerini inceleyerek geçiriyordu. Bir yandan da zamanın
onun gibi akademiye kabul edilen ilk kadın ressam
olsa da tecavüze uğramışlığının özellikle din adamlarınca fahişelikle bir sayılmasının, haksız ve acımasız
utancıyla yaşamak için mücadele veriyordu. İleriki
yıllarda kızıyla Roma’ya gittiklerinde kendilerine kalacak bir yer bile bulamazlarken, annesinin ölümüyle
genç kızlığına dek kaldığı rahibelere sığınıyordu.
Bu kadın düşmanı diyebileceğimiz bağnaz Ka1
Susan Vreeland, Artemisa’nın Çilesi, Çev. Derya Kartal,
İstanbul: Literatür Yayınları, 2007, s.155
tolik çağda, bir tek dostu Galileo’dur Artemisia’nın.
Kendisi onunla resmin sınırlarını zorladığını konuşurken, teleskopunda gözlediği ve güneşin çevresinde öbür gezegenler gibi dünyanın da dönmekte olduğu konusunu daha ilk karşılaşmalarında anlamış
görünüyordu.”Sanatın ve bilimin değdiği yer hayal
gücü dünyasıdır” diyen Artemisia’ya(…),”Sanatçılar
da, bilim adamları da, geleneksel düşünme tarzı karşısında sağlam bir şüphecilik göstermelidir” diyordu
Galileo.2 Ne var ki zaman onları sıkça karşılaştırmazken, mektuplaşarak birbirine inançla moral veriyorlardı ancak. Artemisia Floransa dışında Venedik’te
kabul görüyorsa da Roma’da kızının yanında kendisine açık seçik fahişeliğe mi geldiği sorulacak denli
korkunç davranılıyordu. Santa Maria Novella Kilisesi
rahibinin vaazında, “Bütün matematikçilerin şeytanın işçileri olduğu”nu söylerken, Galileo’yu kastettiği
anlaşılıyordu..
Yıllar geçerken Artemisia kızıyla yaşam savaşı
verdiği sırada, Galileo’nun en sonunda engizisyonda bütün gözlemsel düşüncelerinden döndüğü yayılıyordu. Oysa sadık dostu Artemisia ona en baştan
inanan Akademi’nin tek kadın ressamı buna inanamıyordu. Hani tevatür edilir ya Engizisyon’da ne
denirse densin,”Dünya yine de dönüyor” derdi Galileo. Tıpkı bizimkiler, yani bizim kadınlarımız da
1934’lerde seçme ve seçilme hakkına kavuşmuşlarken, on yıl önce 1924 tarihli Medeni Kanun’la tek
eşlilik hakkını da elde etmişlerken, bugün hala türban ve tesettürle saç başla başlayan bir örtünmeyle
çağdaşlığa tersine “Hak alınmaz verilir” gibi olmayası
bir yola sürüklendiklerinin farkında bile değiller. Dilerim bu aldatılmış kadınlarımızdan da Artemisia’nın
Çilesi kitabını okuyanlar çıkar.
2
A.g..e.s.161-188
75
Adın Kadın...
Hakim Nurşen Öner ARSLAN
Size Gülümser’in hikayesini anlatacağım. Ömrünce gülmemiş Gülümser’in ismiyle çelişen hayatında bozbulanık başlayıp güneşli sabahlarla sona eren
öyküsünü.
Güzelim Kahramanmaraş’ta doğdu gülümser.
Pembe beyaz bir bebekti. Ailenin 8. kızıydı. Tekne
kazıntısıydı. Geniş ailesiyle mutlu günler geçiriyordu. Ta ki canı gibi sevdiği babası annesinin üzerine
bir kuma getirip tüm zamanını onunla geçirmeye
başlayana dek. Koskoca adam yeni bir oyuncak araba
bulmuş oğlan çocuğu gibi bütün gününü yeni eşiyle geçiriyor akşam olunca kapıdaki sedirde o kadın76
la sohbet ediyor gece de onunla uyuyordu. Elbette
ikinci kadın da nihayetinde bir kadındı ve yaşananlar
onun da yazgısında kara bir çukur oluşturuyordu.
Ancak en ağır darbe evin küçüğü babasının gözbebeği
olan Gülümser’e inmişti. Çünkü babası onu görmez
duymaz ve sevmez olmuştu. Hayalet gibi dolaşıyordu Gülümser artık evde. Zor sorular soruyordu beyni ona.Babası annesini bir daha sevmeyecek miydi?.
Babası son zamanlarda yaptığı gibi artık onları hep
dövecek miydi? Bir daha ona hiç sarılmayacak mıydı.Kendisini bir daha sevmeyecek miydi. Kız meslek
lisesinde okuyordu Gülümser çok da maharetliydi
elleri. Ama nihayetinde kız değil miydi. Okutulması
gereksizdi, erine hizmet etmek için dünyaya gelmişti.Bunu da ancak evinin kadını olarak yapabilirdi.
Çünkü erkekler üstün varlıklardı onlara hizmet etmek zorunluydu gerekli bulunursa onlar tarafından
dövülebilir hatta öldürülebilirdi. Bu öğretilmişti onlara eski zamanlardan beri. Ama işte seviyordu babasını yine de dayanamıyordu uzaklaşmasına. Annesi
bile bu kadar üzülmüyordu belki.
Sonra bir gün onunla tanıştı. Uzun boylu esmer
güçlü kuvvetli koca bir adamdı karşısındaki. ‘‘Güzelsin’’ diyordu Gülümser’e. ‘‘Akıllısın” diyordu...” Seni
hep seveceğim” diyordu. ‘‘İncitmeyeceğim”. ”İncitmeyeceğim”. ‘‘Baban yoksa da ben varım”. ‘‘Sarılırım
sıkıca”. ‘‘Korurum seni” diyordu. Uzun zamandır
babaevinde varlığı yokluğu belli olmadan yaşayan
Gülümser azıcık güven bolca korunma ihtiyacıyla
toplayıverdi bohçasını. Bohçası küçücüktü. Yoktu
ihtiyacı hiç birşeye gideceği yerde. Orda sevgi vardı
çünkü. Bir gün sabaha karşı ayrıldı evden. Bir otobüse bindiler o adamla birlikte umuda doğru giden.
Ve vardılar adamın memleketine. Küçük bir dükkanı
vardı adamın. Bir süre herşey yolunda gitti. Sadece
baba hasreti vurmuştu Gülümseri. ‘‘Yoksun artık benim için’’ demişti babası ona telefonda ‘‘dönme geri..
bir daha da arayıp sorma.” Ne kolay söylemişti. Kardeşleri de anası da sildi onu. Artık sadece kocası vardı
hayatında ve doğacak bebesi. Oğlunun doğumundan
sonra da yolundaydı herşey mutlu değilse de huzurluydu Gülümser.
Derken küçük dükkanında borca battı adam.
Tefeciler düştü peşine. Çırpındıkça battı. Battıkça
çırpındı. Çırpınırken de sinirlendikçe öldüresiyle
dövdü Gülümseri. Her akşam türlü bahanelerle kaşını gözünü patlattı. Ama ağlayamadı bile Gülümser,
kucağında bebesiyle duvar diplerine sindi. Anası mı
vardı sarılacak babası mı vardı sığınacak kardeşi mi
vardı dertleşecek. Eriydi hem sonuçta döven. Böyle öğretilmişti ona dövebilirdi canı sıkılınca en doğal hakkıydı bu. Bir sabah bebeği kucağında sokağa
atıldığında gittiği sağlık ocağında öğrendi Gülümser
yeniden gebe olduğunu. Şimdi gidecek evi bebesine
verecek sütü hatta ağlamaya gözyaşı bile yoktu. Bu
halde bir süre sokakta oturdu. Allahtan yüce gönüllü ! kocası acıdı da tekmeleyerek soktu geri evin içine ama bu kez karnına vurdu gecelerce bebek ölsün
diye.
Direndi Gülümser, sımsıkı tuttu bebesini karnında, ruhunu teslim etse de vermeyecekti bebesini.
Sahip çıktı ona. Kendisinden esirgenen güveni çocuklarına sunmaya kararlıydı. Doğumunu tek başına
yaptı. Dar yetişti ebe Hülya. Kan kaybından ölecekti
Gülümser yoksa. Büyük oğlu ise ağlamaktan yorulup uyumuştu aç karnına köşede. İkinci bebek de çok
güzel bir oğlancıktı. Fakat hastaydı. Zihinsel engelli
doğmuştu. Allahın takdiri mi böyleydi yoksa yediği dayaklarla mı böyle olmuştu bilemedi Gülümser,
Sorgulamadı da bunu; sorgulamak mümkün değildi
ki erkeği. Dahası böyle bir hakkı da yoktu. Derken
en ağır darbe geldi kocasından. ‘‘İstemiyorum bu
oğlanı” diyordu adam “özürlü bu, koyalım sokağa
gitsin ya da verelim bir kuruma bakamam ben buna
başımdaki boğaz yeter bana”. Gülümser duymuyor
gibi baktı bir süre kocasına sanki karşısında hüzünlü
bir film oynanıyordu; o izleyiciydi. Böyle hissetmişti
kendisini. O sırada yediği dayağı bile anlayamadı bu
yüzden. Kaşının patladığını bebeğin yere düştüğünü
büyük oğlanın kanepede ağladığını göremiyordu.
77
Birden bir rüyadan uyanır gibi kaldırdı başını.
‘‘Bu bebekler benim’’ dedi. Benim kanım, benim
canım, benim ömrüm. ‘‘Ölsem de vermeyeceğim
onları ne sana ne de başka birine. ben onlara yeterim istersen kov bizi. Ama vermem çocuğumu”. Ve
oldu beklenen; tekrar kapı önündeydi hem bu kez
biri özürlü iki bebeğiyle. Soğuktu hava, ayaz mı ayaz.
Yiyecek yok, kirli bir örtü bile yok sürekli ağlayan bebekleri ısıtmaya. Bir kaç ay mahallenin camisi sahip
çıktı onlara avluda korundular yağmur çamurdan.
Çocukların mamasını mahalleli getiriyordu. Sütü kesildi gülümserin, açtı çünkü Gülümser üşüyordu ve
çaresizdi. Kocası ise tek başına yaşadığı evi boşaltıp
gitti 1 ay kadar sonra. Duyuldu ki evlenmiş Gaziantep ilinde gayrıresmi olarak. Bir başka kadının daha
hayatını lekelemek üzere. Gülümser ise kaldı üç kişilik ailesiyle camide. Boşandı bir süre sonra adam
Gülümser’den. Fakat iyi insanlar da vardı elbette
dünyada. Namaza gelip giden bir yaşlı amca üzüldü
hallerine küçüğün acilen olması gereken ameliyatı ve
tüm tedavi masraflarını üstlendi. Onları bir kapıcı
dairesine yerleştirdi. Kiralarını apartman sakinlerinden topladı. Şimdi bir sıcak evleri ve yiyecek ekmekleri vardı dahası tedavi oluyordu küçük oğlancık ki.
Baba çıkıp geldi geri hayatlarına. Pişman olduğunu
ailesine sahip çıkacağını anlattı Gülümser’e. Oysa
gerçek kısa bir süre sonra ortaya çıkacaktı. Kan kanseriydi adam ve iliğe ihtiyacı vardı tüm ilikler kontrol
edilmiş bir tek çocuklarınki kalmıştı test edilmeyen.
İstemeden de olsa tahlil yapılmasına izin verdi Gülümser çocuklarına...Ve küçük oğlunun iliği tuttu
babasının iliğini. Çok fazla düşünmedi Gülümser.
Keskin bir şekilde” hayır dedi vermem oğlumun iliğini sen o bebeği istemedin kedi yavrusu gibi kaldırıma bırakmak istedin vermem şimdi”. Adam mahçuptu hayatında ilk kez. Eğdi başını önüne. Yürüdü
78
gitti. Ölüm haberi geldi bir süre sonra gittiği yerden.
Üzülmedi Gülümser sızladı biraz. Ama vicdan azabı
çekmedi sonrasında.
Düşe kalka devam ederken hayatına ve tam da
her şey yoluna girmeye başladığında bambaşka bir
engelle karşılaştı bu kez. Mahalleli konuşmaya başlamıştı. Kadın duldu. Bu yüzden kesin namussuzdu.
Kesin herkesin kocasında gözü vardı. Kendileri gibi
aile hanımı değildi. Hem bu hacı amca niçin koruyordu bunları belli ki kadın iyi bir kadın değildi. Kaşı
gözü de oynuyordu üstelik. Amca bu kadını ve çocuğunu niye durup dururken taşısındı ki hastahaneye,
niye ev bulsundu. Hiç karşılıksız yapılır mıydı bir
erkek tarafından bir kadına iyilik. Hem kadın duldu. Duldu. Bakkala bile gitmemeliydi. Mümkünse
ölmeliydi. Madem ki duldu bunu hakediyordu. Aslan gibi kocalarını ayartırsa ne yapacaklardı. Olacak
iş değildi. Derhal defolup gitmeliydi. Başkasına dert
olsundu. Kendi hemcinsleri bile konuşuyordu bunları. Kahroldu kadın, çıkamadı uzun süre evinden ve
düşündü. Evime kapanırsam daha az konuşurlar belki. Belki kurtulurum bu iftiralardan. Kapandı evine
sessizce.
Günler geçti böyle. Kadın evine kapandı ama
yetmedi insanlara bu. ‘‘Defol git bu evden’’ dediler
“sana daha ne kadar bakacağız hem mecbur muyuz
ki.”. Kadın düştü tekrar sokağa çocuklarıyla; üstelik
yaşlı amca da sahip çıkamadı bu kez hastaydı kendisi de çünkü. Bir manifaturacı tanıdıklarının yanına
yerleştiler. Gülümser anlamıştı ki yalnızdı bu dünyada. Dul olduğu kocası ve babası olmadığı en çok
da kadın olduğu için yalnızdı. Ama karar verdi; kanıksamayacaktı bu yalnızlığı herkese rağmen ayakta
kalacaktı. Madem ki Allah onu yaratmış ve iki güzel
çocuk vermişti. Direnecekti zorluklara, okutacaktı
çocuklarını ve ayakta kalacaktı mutlaka. Küçük kumaş parçalarıyla başladı lisede öğrendiklerini uygulamaya. Önce yatak yorgan yüzleri sonra gelin çeyizleri
hazırlamaya başladı insanlar el emeğini beğeniyor ve
az az para veriyorlardı. Giderek ilerletti işi tasarımlar
yapmaya başladı ama yetmiyordu sığındığı mekan
işlerini yapabilmesine. Minicik bir dükkan kiraladı, orada dikmeye başladı tasarımlarını. Kumaşlarını çoğalttı zamanla ve müşterilerini. Çalışkan terzi
koydu işyerinin adını. Büyük oğlunu rehabilitasyon
merkezine gönderdi düzenli olarak; bu zeki oğlancık
için hayat daha kolaydı artık. Büyük oğlan ise okul
birincisi oluyordu her sene. Bir ev tuttu sonra. Başı
dimdik işine gidip geldi her sabah. Şimdi kendine ait
bir hayatı vardı. Anlamıştı sonunda Gülümser erkeklerin dünyasında var olmayı. Öğretilerin her zaman
ve her koşulda doğru olmadığını. Evliliklerin korunma duygusu ile ve muhtaçlıkla değil ancak saygı ile
yürüyebileceğini. Allah huzurunda kimsenin kimseye üstünlüğü olmadığını, şiddeti yeryüzündeki hiçbir
canlının haketmediğini. Yıkılmanın çare olmadığını.
İnsanın aklı ve azmi ile tek başına ayakta kalabileceğini, oğullarını tüm canlılara duyarlı ve saygılı yetiştirmesi gerektiğini, insanların acımasızlığı karşısında
kendini suçlamanın anlamsız olduğunu, ahlakın insanın aklında ve yüreğinde olduğunu, inandığı değerler uğrunda çaba sarfetmeyen insanın aciz kaldığını anlamıştı sonunda..
Gülümser gülümsüyor şimdi. Dükkanına küçük
bir çerçeve götürdüm geçenlerde işyeri hediyesi. Öptü,
sarıldı çerçeveye. Sonra evlatlarıyla çekilmiş fotoğrafını
koydu usulca içine”. Ben dedi, varım, var olacağım...”
Şimdi okuyor Gülümser, bir kaç yıl içinde ana
sınıfı öğretmeni olacak. Geceleri evimden ışığını gö-
rüyorum evinin. Elbise dikiyor sabahlara kadar ve
sobalı evinin bacası tütüyor usulca. Kimse olmasa da
var Gülümser. Kimse kollamasa da var. Kadın. İnsan.
Anne olarak var. Sen varsan ben de varım Gülümser.
Sen varsan tüm kadınlar ve hatta tüm insanlık var. İyi
ki varsın Gülümser. Ve senin gibi direnenler. Dünya
kadınlar günü en çok da sizin için var.
79
BASIN
AÇIKLAMALARIMIZ
80
5 ARALIK 1934, KADINLARA SEÇME VE
SEÇİLME HAKKININ TANINMASININ
81. YILDÖNÜMÜ KUTLU OLSUN!
Kadınlar, Kurtuluş Savaşı’nın en önemli unsurlarından biriydi ve Mustafa Kemal, Cumhuriyet’in
ilanından sonra ‘‘kadın hareketi’’ne büyük önem
verdi. Osmanlı İmparatorluğu döneminde İkinci
Meşrutiyet sırasında başlayan kadın uyanışı, cumhuriyetle birlikte büyük bir ivme kazandı. Kadın
hareketinin ve haklarının en büyük savunucusu ise,
her öncü eylemde olduğu gibi, Mustafa Kemal’di. Atatürk, kadınların siyasal örgütlenişini Kurtuluş Savaşı yıllarında destekliyordu. 1923 yılının
yaz aylarında, daha Halk Fırkası ve Cumhuriyet
kurulmadan ‘‘Kadınlar Halk Fırkası’’ kurulmuştu.
Bu siyasi örgüt, her açıdan Cumhuriyet hükümetlerine baskı yaparak kadın haklarının savunucusu
oldu. Şubat 1924’te ‘‘Türk Kadın Birliği’’ kuruldu,
ama Türk kadınının çağdaş yasal haklara kavuşmaları, biraz zaman aldı. Ama yine de Cumhuriyetin
ilk yıllarında, yani 1926-1934 yılları arasında ger-
çekleştirilen birçok devrim, kadınların sosyal ve siyasi yaşamda, eğitimde, hukukta, aile içinde ve çalışma yaşamında erkeklerle eşit duruma gelmesini
sağlamıştır. Öyle ki bu konularda yapılan yenilikler
birçok Avrupa ülkesinden çok daha önce hayata geçirilmiş, kadın hakları konusunda cumhuriyetimizi adeta Avrupa’nın öncüsü konumuna getirmiştir.
Atatürk, Türk kadınına milletvekili seçme ve
seçilme
hakkı tanınması ile ilgili olarak yaptığı konuşmada şöyle
demektedir; ‘Bu karar, Türk kadınına sosyal ve siyasal hayatta bütün milletlerin üstünde yer vermiştir. Çarşaf içinde, peçe altında ve kafes arkasındaki Türk
kadınını artık tarihlerde aramak lazım gelecektir.
Türk kadını, evdeki medeni mevkiini selahiyetle işgal etmiş, iş hayatının her safhasında başarılar gös81
termiştir. Siyasi hayatla, belediye seçimleriyle tecrübe kazanan Türk kadını bu sefer de milletvekili
seçme ve seçilme suretiyle haklarının en büyüğünü
elde etmiş bulunuyor. Medeni memleketlerin birçoğunda, kadından esirgenen bu hak Türk kadınının
elindedir ve onu selahiyet ve liyakatla kullanacaktır.’ Cumhuriyetin ilk yıllarından günümüze doğru
geldiğimizde ise kadını her alanda geri plana atma çalışmalarının giderek büyüyerek devam ettiğini üzüntü ile görmekteyiz. 81 yıl önce Atatürk’ün kadınlara
vermiş olduğu seçme ve seçilme hakkı büyük ölçüde
kâğıt üzerinde kalmış, kadınlar ne yazık ki uygulamada ailesinin seçtiğini seçmiş, kendisi ise seçmemiş ve
seçilememiştir…
Yıllara göre kadınların parlamentoda temsilini
bir gözden geçirelim. 1935’te 18 kişi olarak Millet
Meclisi’ne giren kadınlar, 1939’da 15, 1943’te 16
82
kişiydiler. 1946’dan itibaren sayıları tek haneye düştü. 1954-1977 arası 3 ila 9 sandalye arasında gidip
geldiler. 1983’te 12, 1987’de 6, 1991’de 8 kişiyle
temsil edildiler. 1995’te 13, 1999’da 23, 2002’de
ise 24’e ulaştılar. 1961’den sonra parlamentoya giren 9 senatörü eklesek de bir temsilden söz etmek
mümkün değil. Cumhuriyet devrimleriyle kazandığımız haklar daha ileriye götürülmesi gerekirken ortaçağ karanlığına doğru sürüklenmektedir.
İzmir Barosu Kadın Hakları Danışma ve Hukuk
Araştırmaları Merkezi olarak, kadının toplumsal yaşamın her alanında var olmasının ve temsiliyetinin siyasi
bir bakış açısı ve bir devlet politikası olduğunun bilincindeyiz. Kadınların siyasette ve karar verici her konumda daha etkin rol alacağı, kadın cinayetlerinin ve
tacizlerin yaşanmadığı bir Türkiye inancıyla yılmadan
usanmadan çalışmalarımıza devam etme azmindeyiz.
Saygılarımızla. 04.11.2015
Anayasa Mahkemesi
12.11.2015 tarihli kararında Türk Ceza Kanunun
103. maddesinin 2.fıkrasını iptal etmiştir
BASINA VE KAMUOYUNA Çocuk ve kadın hakları ihlallerinin yoğun yaşandığı son yıllarda,haklara yönelik bir darbe de
Anayasa Mahkemesi’nden gelmiştir. Anayasa
Mahkemesi 12.11.2015 tarihli kararında Türk
Ceza Kanunun 103. maddesinin 2.fıkrasını iptal
etmiştir. Özellikle erken yaşta evlilikleri ve çocuk istismarını önlemek amacı ile getirilmiş olan
bu fıkranın iptali ile artık erken yaşta evlilik gerçekleştiren faillerin çekinecekleri hiçbir husus
kalmamış, açıkça ve alenen çocuk istismarı teşvik
edilmiş,çocuk istismarı ve kadın cinayetlerini önlemeye yönelik son yıllarda elde edilen kazanımlar
hiçe sayılmıştır.
Maddenin iptal gerekçesinde yer alan; “şehirlerde
erken yaşta cinsel ilişkinin yaygın olması, küçük
yörelerde ise gelenek gereği erken evliliklerin
yaygın olması “ ifadeleri, 21. yüzyıl Türkiye’sine
yakışmayan gerekçelerdir. Maddenin iptali ve
dayanılan gerekçe , hem gençleri bilinçsiz ve
sağlıksızca cinsel ilişkiye yöneltecek hem de kırsal kesimde bir türlü önünü alınamayan,gelenek
ve göreneklerle beslenen,özellikle okul çağındaki kız çocuklarının, bir eşya gibi başlık parası
karşılığı,evlilik adı altında başka erkeklere satışını
gerçekleştirilecektir.
Bilinmelidir ki;
� Ülkemizde çocuk hakları ihlalinde ilk sırada
çocukların zorla evlendirilmeleri yer almaktadır.
� Erken yaşta zorla evlendirilen kız çocuklarının % 14’ü 15 yaşın altındadır.
�
� Milli Eğitim Bakanlığının verilerine göre er-
Erken yaşta yaptırılan evlilikler çocukların
eğitimlerini tehlikeye sokmakta,çocuklar doğurmak ve ev işi yapmak amacı ile okulu terk etmeye
zorlanmaktadır.
ken yaşta evlilik ve nişanlanma nedeni ile okula
devam etmeyenlerin %97.4’ü kız çocuklarıdır.
83
�
Hamilelik ve doğumun yol açtığı sorunlar
15-19 yaş arası genç kızlarda birinci ölüm sebebidir.
� Erken yaşta zorla yaptırılan evlilikler çocukların temel haklarını elinden alan ve kadının statüsünü düşüren,kadınları eğitimsizlik,fakirlik,bağım
lılık ve şiddet kısır döngüsüne hapseden bir insan
hakkı ihlalidir.
Anayasa Mahkemesi bu kararı ile Türkiye’nin
taraf olduğu uluslararası sözleşmeleri de ihlal etmiştir. Taraf olduğumuz BM Çocuk Haklarına Dair
Sözleşmenin 1. maddesi gereğince daha erken yaşta reşit olma durumu hariç, onsekiz yaşına kadar
her insan çocuk sayılmaktadır.
Sözleşmenin 3.maddesinin 1.fıkrasından; Kamusal ya da özel sosyal yardım kuruluşları, mahkemeler, idari makamlar veya yasama organları
tarafından yapılan ve çocukları ilgilendiren bütün
faaliyetlerde, çocuğun yararı temel düşüncedir,
Yine aynı sözleşmenin 34 maddesi: Taraf Devletler, çocuğu, her türlü cinsel sömürüye ve cinsel
suistimale karşı koruma güvencesi verirler. Bu
amaçla Taraf Devletler özellikle:
1. Çocuğun yasadışı bir cinsel faaliyete
girişmek üzere kandırılması veya zorlanmasını;
2. Çocukların, fuhuş, ya da diğer yasadışı
cinsel faaliyette bulundurularak sömürülmesini;
3. Çocukların pornografik nitelikli gösterilerde
ve malzemede kullanılarak sömürülmesini,
önlemek amacıyla ulusal düzeyde ve çok taraflı
84
ilişkilerde gerekli her türlü önlemi alırlar, hükümlerini içermektedir. Anayasa Mahkemesinin,
hukuktan yana değil ataerkil toplum yapısını korumaya yönelik bu kararı, evrensel hukuk normlarına aykırılık nedeni ile de açıkça kadın ve çocuk
haklarına yönelik ihlallerle sonuçlanacak bir süreci başlatmaktadır.
Biz İzmir Barosu Kadın Hakları ve Çocuk
Hakları Merkezleri olarak; erken yaşta evliliği
özendiren, çocuk istismarını teşvik eden ve dolayısı ile kadın ve çocuk haklarını doğrudan ihlal
eden Anayasa Mahkemesinin bu kararını, kadına
ve kız çocuklarına bakış açısını, açıkça eleştiriyor
ve ihlallere yönelik ulusal ve uluslararası hukuk
alanında mücadelemizi sonuna kadar devam ettireceğimizi kamuoyu ile paylaşıyoruz.
Saygılarımızla. 15.12.2015
MEDENİ KANUNUMUZUN KABULÜNÜN
90. YILI
Bugün Cumhuriyetin ilanından sonra Türk Devrim Hareketinin temel taşlarından olan özgürlükçü,
bireyci ve laik özellikleri olan Medeni Kanunun 90.
yılını kutluyoruz.
Hukuk devrimi denilince ilk akla gelen Medeni Kanun’un kabulüdür.
17 Şubat 1926 da kabul edilen Medeni Kanun’un
özellikle Aile Hukuku bölümünde köklü bir hukuk
reformu yaşama geçirilmiştir. Medeni Kanun ile
erkeğin birden çok kadınla evlenebilmesi yerine tek
eşlilik, erkeğin “boş ol” demesi ile sonuçlanan boşanma yerine, kadının ve erkeğin Kanunda belirtilen
nedenlere dayanarak boşanma davası açabilmesi
ve mahkeme kararıyla boşanma, mirastan erkek çocuğun tam pay, kız çocuğun yarı pay alması yerine
her ikisinin eşit pay almaları kabul edilmiştir.
Devrim yasamız Medeni Kanun ile kadınlar, evlenme, boşanma, mal varlığı, miras gibi özel
yaşamlarına ilişkin haklar açısından erkeklerle eşit
konuma getirilmişlerdir.
“EVLENME YAŞI”nın belirlenmesi ve “RESMİ NİKAH”ın kabulü ise kadın haklarının güvencesi
olmuştur.
Medeni Kanunumuzda “evlenme yaşı” kadın ve
erkek için 17 yaşın doldurulması olarak düzenlenmiştir. Ancak, günümüzde erken yaşta evliliklerin önüne
geçilememektedir.
Aydınlık geleceğimizi emanet edeceğimiz çocuklarımız için Türk Medeni Kanunun kabulünün 90.
Yılında, TÜBAKKOM olarak diyoruz ki ;
-Çocuk Hakları Sözleşmesi gereğince, kanunlarımızda “18 yaşına kadar herkesin çocuk olduğu”
kabul edilmeli ve Medeni Kanundaki “evlilik yaşı” da
18 yaşın doldurulması koşuluna bağlanmalıdır,
85
-Çocuk yaşta yapılan evlilikler temel bir
toplumsal sorundur. Çocuğun bedensel ve ruhsal
olgunluğa ulaşmadığı “erken yaş evlilikleri” temel
insan hakları ve kadına yönelik şiddetin en ağır
biçimlerinden biri olarak çocuk hakları ve kadın hakları ihlalidir.
- Erken yaşta evliliklerin önlenmesinde, kadının bedensel ve ruhsal olarak gelişimini tamamlayarak, topluma ve kendisine yararlı bir birey olabilmesi
için “eğitim” şarttır. Bu sebeple de temel eğitimin
süresinin 12 yıla çıkarılarak zorunlu, kesintisiz
ve örgün eğitim haline getirilmesi sağlanmalıdır.
- Tüm okullarda ve her yaş grubuna “toplumsal
cinsiyet eşitliği“ dersi verilmelidir,
-Gelişen, sağlıklı bir toplum inşa edebilmek için
“Çocuk Evlilikler”in önlenmesi siyasi bir hedef
haline getirilmeli, bu yolda kararlı bir devlet politikası uygulanmalıdır.
İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi ve TÜBAKKOM olarak, erken yaşta evliliklerin büyük
oranda kız çocuklarının sorunu olması nedeniyle, “Çocuktan Gelin Olmaz” diyoruz.
Siyasi iktidarı, ilgili kurum ve kuruluşları ve toplumdaki her bir bireyi bu çok yönlü toplumsal sorunun çözümü için göreve ve duyarlılığa davet ediyoruz.
86
Çoğullama
87
Edip CANSEVER
YANDIK!
Yandık,
Engizisyon ateşlerinde.
Yandık
Cehalet cehenneminde.
Yandık...
***
Yana, yana kavrulduk,
Kor olduk.
Yüreklerimizi dağladık.
Demir olduk.
İsyan ateşlerinde.
***
Çığlık olduk,
Özgecanımızın sesinde,
Çığ olduk dağları aşan,
Denizlere kavuşan,
Özgecanımızla buluşan.
***
Karanlıkları delip,
Güneşi getireceğiz yeniden.
Özgecanımız için,
Canımız ötesinden.
Canlar ötesinden...
Ayşe Meral
18-02-2015
88
ÖZGECAN ASLAN’ I
ANIYORUZ
Üniversite öğrencisi olan Özgecan’ı, okulundan evine dönerken cinsiyetinden kaynaklı nedenle
hunharca öldürülmesinin ardından tam bir yıl geçti.
Tüm Türkiye Özgecan Aslan’ın uğradığı vahşetten
sonra tek yürek tek ses oldu.
cinsel ve fiziksel şiddete maruz kalıyor. Çalışan kadınlar ucuz emek olarak adeta köle gibi çalıştırılırken
devlet eliyle çıkarılmaya çalışılan yasalarla da tamamen çalışma hayatından uzaklaştırılmaları teşvik ediliyor.
Peki bu olayın üzerinden geçen bir yılın sonunda ne oldu? Bianet verilerine göre son bir yılda; 278
kadın daha öldürüldü, 133 kadın ve kız çocuğuna
tecavüz edildi, 202 kadın erkekler tarafından fuhuşa zorlandı, 386 kadın cinsiyetinden kaynaklanan
sebeplerle erkekler tarafından yaralandı, 208 kadın
taciz edildi.
Türkiye Barolar Birliği Kadın Hukuku Komisyonu olarak TBMM ni ve yetkili siyasi makamları Anayasamızda benimsenin kadın haklarının korunması
için çekincesiz imzaladığımız Uluslararası Sözleşmeler de dikkate alınarak “Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin Sağlanması’’ ve “kadın cinayetlerinin önlenmesi’’
“kadının insan haklarının sağlanması’’ amacıyla etkili
organları oluşturmaları yönünde göreve davet ediyoruz. Yine yetkili siyasi makamları kadının cinsiyetine
dayalı söylemleri kullanmamaları ve kadının bedeni
üzerinden siyaset yapamamaları için hassasiyetle davranmaları yönünde göreve davet ediyoruz.
Bu olayların ardından neler yazıldı?
……….ruj sürmeseydi, o saatte dışarı çıkılır
mı?, kız çocuğu evde babasını tahrik etmeyecek şekilde giyinmeli, kız öğrenciler pantolon giydiği için
erkekleri tahrik ediyor, ortalıkta böyle gezerseniz sonunuz Özgecan gibi olur……..
Kadına karşı şiddet bir insan hakkı ihlalidir.
Türkiye de kadınlar açıkça cinsiyetleri nedeniyle ayrımcılığa tabii tutuluyor, eğitim olanaklarından
yoksun bırakılıyor, erken yaşta evlendiriliyor, aile içi
Kadın cinayetleri, kadına yönelik şiddeti engelleyici yasal mekanizmalar uygulanmadığı için politiktir.
Özgecan Aslan’ı rahmetle anıyor, “ışıklar içinde
uyu’’ diyor, kadın cinayetlerini kınıyoruz.
89
ANAYASA MAHKEMESİ’NİN
EVLENMEDEN ÖNCE DİNİ MERASİM
YAPILMASINA CEZA ÖNGÖREN
TCK ‘NIN 230/5-6 MADDELERİNİN
İPTAL KARARINA İLİŞKİN
BASIN BİLDİRİSİDİR
Anayasa Mahkemesi tarafından 1999 yılında
Medeni Kanun’un dini nikahın ancak resmi nikahtan sonra yapılabileceği aksi takdirde Türk Ceza
Kanunu’nun 230. maddesinin 5. ve 6. fıkralarında
yer aldığı üzere “ resmi nikah olmadan dini nikah kıyan imam ile çiftlere 2 aydan 6 aya kadar hapis cezası
verileceği” yönündeki düzenleme oy birliği ile kabul
edilmişken aradan geçen 16 yıl sonunda aynı mahkeme aynı konuda 4’e karşı 12 oyla aynı maddelerin
iptaline kararını vermiştir.
Verilmiş olan iptal kararı, Anayasanın İnkılap
kanunlarının Korunması Başlığında düzenlenen
174.maddesinin 4. Fıkrasında belirlenen “17 Şubat
90
1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi ile
kabul edilen, “evlenme aktinin evlendirme memuru
önünde yapılacağına dair medeni nikah esası ile aynı
kanunun 110 uncu maddesi hükmüne aykırı olduğu açıktır. Evlenme akdinin “evlendirme memuru”
önünde yapılması kadın ve çocuk haklarının, kadınerkek eşitliğinin temel taşlarındandır. Oy çokluğu ile
verilen bu kararı benimsemiyor ve karşı çıkıyoruz.
Anayasa Mahkemesinin evrensel hukuk normlarından uzak, tamamen siyasi nitelik taşıyan bu kararının neleri meşrulaştıracağı konusunda tahminde
bulunmak zor değildir. İktidar bu defa Anayasa Mahkemesi aracılığı ile ataerkil zihniyet algısı ve bu algı-
ların beslediği gelenek, görenek ve törelere dayanarak
kadın bedenine saldırmakta, kadının insan haklarını
hiçe saymakta, kadınlara yönelik ayrımcılığı desteklemekte, insan haklarına aykırı uygulamalara zemin
hazırlamaktadır
İptal edilen düzenlemenin amacı, dini merasim
yapılmasını engellemek değil, dini inançların kullanılarak kadın ve çocukların istismarının engellenmesidir. Kadınların tek eşliliğinin, uygun yaş ve koşullarda evlenmelerinin, evlendikten sonra yönetsel
ve ekonomik haklara sahip olmalarının, miras haklarının ve boşanırken boşanma hakkı başta olmak
üzere nafaka ve tazminat haklarının kullanılmasında
önemli hak kayıplarına sebep olacak bir ortam yaratılmıştır.
Yine bu karar ile; kadının, özellikle kız çocuklarının birey olma, kendi gelecekleri hakkında özgür
iradeleri ile karar verme hakları ihlal edilmiştir. 18
yaşından küçük kız çocuklarının bir “eş” olarak meşrulaştırılması için evlendirilmelerinde bir araç olarak
öne çıkarılan, “dinsel tören” veya “imam nikâh” uygulaması teşvik edilmiştir.
düşürmüş ve kararda belirtildiğinin aksine eşitlik ilkesini kadın aleyhine ihlal etmiştir.
İptal kararı, Anayasa’nın 174. maddesindeki
resmi nikahın özel koruma altına alınmasına ilişkin
inkılap kanunlarının da ihlali anlamına gelerek din
kisvesi adı altında laik hukuk devleti yerine, şeriat
kanunlarına ve cumhuriyet öncesine dönülmek, Atatürk devrimleri hiçe sayılmak istenmektedir.
Anayasa mahkemesinin oy çokluğu ile almış olduğu iptal kararı evrensel hukuk, insan hakları ve laiklik ilkelerine aykırılık teşkil etmektedir.
İzmir Barosu olarak; devrim yasalarını ve laiklik ilkesini ihlal eden, bir insan hakları ihlali olarak
cinsiyet temelli şiddetin bir türü olan, kadın ve kız
çocuklarının ticari cinsel sömürü aracı haline getiren,
istismar eden, erken yaşta evliliklerin önünü açan,
kadının ve çocuğun insan haklarına, uluslar arası sözleşmelere; özellikle CEDAW ve İstanbul Sözleşmesine aykırı olarak tesis edilen bu karara ve anlayışa karşı
hukuk mücadelemizi sonuna kadar sürdüreceğimizi
kamuoyu ile paylaşırız.
Aynı zamanda Anayasa Mahkemesi bu kararı
ile 41. Maddede yer alan ‘aile toplumun temelidir’
hükmünü yok sayarak,resmi nikah önceliği kalkacak,
dini törenle yapılan evlilik ve özellikle küçük yaşta
olan evlilikler çoğalacak, çok eşliliğin önü açılacak,
kadına karşı şiddetin daha da artmasına olanak sağlayacaktır. Bu durum kadının toplumsal hayatta
desteklenmesi, sosyal konumunun düzenlenmesi ve
kadının önündeki engellerin kaldırılması için pozitif
ayrımcılık uygulamasının tamamen ihlaline neden
olacaktır. Kadını evlilik hayatında ikincil konuma
91
Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun
Dini Bilgilendirme Platformu isimli internet sitesinde
sorulan bir soruya verilen cevaba ilişkin
13 Ocak 2016 tarihinde
suç duyurusunda bulunuldu
İZMİR CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI’NA
ŞİKÂYET EDEN
: İzmir Barosu Başkanlığı 1456 Sok. No: 14 Alsancak, Konak-İZMİR
ŞÜPHELİLER:
1.DİYANET İŞLERİ BAŞKANI - Mehmet GÖRMEZ
2.DİYANET İŞLERİ BAŞKAN YARDIMCISI - Mehmet Emin ÖZAFŞAR
3.DİYANET İŞLERİ BAŞKAN YARDIMCISI - Hasan Kamil YILMAZ
4.DİN İŞLERİ YÜKSEK KURUL BAŞKANI - Ekrem KELEŞ
5.DİN İŞLERİ YÜKSEK KURULU BAŞKANVEKİLİ - Cenksu ÜÇER
DİN İŞLERİ YÜKSEK KURULU Dini Konuları İnceleme ve Soruları Cevaplandırma Komisyonu Üyeleri
6. Ahmet YAMAN 7. Muhlis AKAR 8. Mehmet CANBULAT 9. Mehmet KAPUKAYA 10. Kaşif Hamdi OKUR
11. Rifat ORAL
T.C. Başbakanlık Diyanet İşleri Başkanlığı Üniversiteler Mah. Dumlupınar Bulv. No : 147/A 06800
Çankaya/ANKARA
92
SUÇ: TCK 214 (Suç İşlemeye Tahrik),
TCK 215 (Suçu ve suçluyu övme), TCK 217 (Kanunlara
uymamaya tahrik), TCK 218 (Suçların basın-yayın yolu
ile işlenmesi nitelikli hali), TCK 219 (Görev sırasında din
hizmetlerini kötüye kullanma), TCK 227/1-5 (Fuhuş)
SUÇ TARİHİ
: 08.01.2016
KONU: TCK 214-215-217-218 ve 219.
maddelerine aykırı hareket eden şüpheliler hakkında kamu
davası açılmasına karar verilmesine ilişkin talebimizden
ibarettir.
AÇIKLAMALAR :
Şüpheliler, Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
Din İşleri Yüksek Kurulu’ndan sorumlu kamu görevlileridir. Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı bir birim olan Din
İşleri Yüksek Kurulu’nun temel görevi, “İslam dininin temel bilgi kaynaklarını ve metodolojisini, tarihî tecrübesini ve
güncel talep ve ihtiyaçları dikkate alarak dinî konularda karar
vermek, görüş bildirmek ve dinî soruları cevaplandırmak”tır.
Din İşleri Yüksek Kurulu bu kapsamda bünyesinde oluşturduğu Dini Konuları İnceleme ve Soruları Cevaplandırma Komisyonu ile çalışmaktadır.
Dini Konuları İnceleme ve Soruları Cevaplandırma
Komisyonu dinî soruları cevaplandırmak amacıyla Diyanet İşleri Başkanlığı’nın resmi internet sitesi üzerinden
“https://fetva.diyanet.gov.tr” uzantılı “Dini Bilgilendirme
Platformu”nda halka hizmet vermektedir. Bu internet sayfasında vatandaşlardan gelen sorular, komisyonca değerlendirmeye alınarak Diyanet İşleri Başkanlığı adına olmak
üzere cevaplandırılmaktadır. Suç tarihi olan 08.01.2016
tarihinde sözü geçen internet sayfasında “Öz kızını öperken şehvet duymanın nikaha etkisi olur mu?” şeklinde bir
soru sorulduğu ve bu sorunun cevaplanmaya uygun görülerek, Komisyon tarafından verilen cevabı ile birlikte yayınlandığı görülmüştür.
Sorulan soruya Diyanet İşleri Başkanlığı adına verilen cevap ise aynen şu şekildedir; “Babanın kendi öz kızını
öperken şehvet duyması durumunda nikâhın ne olacağı konusunda görüş ayrılığı vardır. Bazı mezheplere göre, babanın
şehvetle kızını öpmesi ya da şehvetle ona sarılmasının nikâha
bir etkisi yoktur (bkz. İbn Rüşd, Bidayetü’l-Mücdehid, Mısır
1975, II, 33; İbn Kudame, el-Muğni, VII, 486; İbn Cüzey,
el- Kavaninü’l Fıkhiyye, 138). Hanefilere göre ise; babanın,
kızını şehvetle öpmesi, kızına şehvetle sarılması durumunda
kızın annesi bu babaya haram olur. Ancak bu tür sonuç doğuracak tutmanın, teni tenine değerek olması ya da altının sıcaklığını iletecek kadar ince bir örtüden olması gerekir. Kalın
elbiselerden tutarak ya da vücuduna bakıp düşünerek, şehvet
duymak, bu tür bir haramlık oluşturmaz. Ayrıca kızın, 9
yaşından büyük olması gerekir. Şehvet duymanın işareti, erkeğin organında bir uyanma, uyanıksa uyanışının artması,
kadının da kalbinin heyecanla çarpmasıdır.”
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın internet sayfasında
yayınlanan bu fetva; yayınlandığı andan itibaren toplumda büyük bir infial yaratmış ve toplumsal barış,
huzur ve ahlaka büyük zararlar vermiştir. Başbakanlığa
bağlı bir kamu kurumu niteliğinde olan Diyanet İşleri
Başkanlığı’nın böyle bir fetva vermesi son derece tehlikeli ve vahimdir. Bu fetva ile toplumun yapı taşı olan
aile ayaklar altına alınmıştır. Hayatlarını bu kamu kurumunun yönlendirmeleri ile şekillendiren, yayınlanan
fetvaları dini açıdan emir ve düzenleyici kural olarak
nitelendiren kişilerin varlığı da göz önüne alındığında
toplumumuzda yaşayan bu ailelerin tüm çocukların
vücut dokunulmazlıklarına açık ve ağır bir tehdit yöneltildiği görülmektedir.
5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 103. maddesinde düzenlenen “Çocukların cinsel istismarı” suçunun, aile
93
içinde işlenmesi bu suçun nitelikli halini oluşturmaktadır.
Yukarıda aktarılan fetvada ise babanın kendi öz kızına karşı
cinsel istismar uygulamasının dini referanslarla ve mezhepler arasındaki farklı görüşler de sunularak dini bakımdan
uygunluğu tartışılmıştır. Babanın kızını öperken şehvet
duymasının eşi ile olan nikahı bakımından hangi durumlarda haram hangi durumda helallik oluşturacağı bir devlet
kurumunun resmi sitesinde ahlaka ve insan onuru yerle bir
edilerek tüm detayları ile anlatılmıştır. Bazı mezheplerde
babanın kızını şehvetle öpmesi yada ona şehvetle sarılmasının karısı ile nikahına bir etkisinin olmadığı belirtilmek
suretiyle açıkça suç ve suçlu övülmüştür. Anılan açıklama
TCK 103. maddesinde düzenlenen çocuğun cinsel istismarı suçunu ve suçluyu toplumun gözünde meşrulaştırmaktadır. landırılır. Yayınlanan fetva ile kanuna aykırı olan bir eylemin dini bakımdan helal-haram oluşu tartışılmakta ve
haram olmadığı haller açıkça belirtilmektedir. Şüpheliler;
bazı dini referanslar gösterilerek kızlarını cinsel istismar
eden babaların bazı hallerde olumsuz bir davranış
sergilemiş sayılmayacağını bildirmişlerdir. Herkesin
ulaşımına açık olan internet üzerinden sarf edilen bu nevi
sözler, ifade özgürlüğünün istisnası olup, bu kapsamda
değerlendirilmesi düşünülemez. Kaldı ki toplumda oluşan
infial ve yapılan haberler ile yöneltilen sayısız haklı eleştiri
neticesinde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanan bu soru ve cevap internet sitesinden kaldırılmıştır.
Ve son olarak yine 5237 Sayılı Kanun’un 219.
maddesi uyarınca; imam, hatip, vaiz, rahip, haham
gibi dini reislerden biri vazifesini ifa sırasında alenen hükümet idaresini ve Devlet kanunlarını ve
hükümet icraatını takbih ve tezyif ederse bir aydan bir seneye kadar hapis ve adlî para cezası ile cezalandırılır veya bunlardan birine hükmolunabilir.
5237 Sayılı Kanun’un 214. maddesi uyarınca; suç
işlemek için alenen tahrikte bulunan kişi, altı aydan beş
yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Şüpheliler, internet
sayfası aracılığıyla ve kamu kurumu sıfatıyla beyan ettikleri
fetva ile, babaları, kızlarına karşı cinsel istismarda bulunmaya teşvik etmiştir. Toplumun gözünde; çocuklara cinsel istismarın dinen, ahlaken ve toplum kuralları
çerçevesinde de normal olduğunu ve daha önce de bu
konuda ortak bir görüş oluşturulduğunu söyleyerek
suçu normalleştirmeye, suç olmadığı yönünde kanaat
uyandırmaya çalışmıştırlar.
Yukarıdaki fıkrada gösterilen kimselerden biri işbu sıfattan bilistifade hükümetin idaresini ve kanun ve nizam
ve emirleri ve dairelerden birine ait olan vazife ve salahiyeti takbih ve tezyife veya halkı kanunlara yahut hükümet
emirlerini icraya veya memuru memuriyetinin vazifesi
icabına karşı itaatsizliğe tahrik ve teşvik edecek olursa üç
aydan iki seneye kadar hapse ve adlî para cezası ve müebbeden veya muvakkaten bilfiil o vazifeyi icradan ve onun
menfaat ve aidatını almaktan memnuiyetine hükmolunur.
Anayasamızın 90. maddesinin 5. fıkrası uyarınca, usulüne
göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun
hükmündedir. Bu nedenle; Birleşmiş Milletler tarafından
benimsenen ve ülkemizin onayladığı Çocuk Hakları Sözleşmesi de iç hukukumuzun uyulması zorunlu bir parçası
5237 Sayılı Kanun’un 215. maddesi uyarınca; işlenmiş olan bir suçu veya işlemiş olduğu suçtan dolayı bir
kişiyi alenen öven kimse, iki yıla kadar hapis cezasıyla
cezalandırılır.Aynı Kanun’un 217. maddesi uyarınca da;
halkı kanunlara uymamaya alenen tahrik eden kişi, tahrikin kamu barışını bozmaya elverişli olması halinde, altı
aydan iki yıla kadar hapis veya adli para cezası ile ceza94
haline gelmiştir. ÇHS’nin 19. maddesinde; “Bu Sözleşme’ye
Taraf Devletler, çocuğun ana–babasının ya da onlardan
yalnızca birinin, yasal vasi veya vasilerinin ya da bakımını
üstlenen herhangi bir kişinin yanında iken bedensel
veya zihinsel saldırı, şiddet veya suistimale, ihmal ya da
ihmalkâr muameleye, ırza geçme dahil her türlü istismar
ve kötü muameleye karşı korunması için; yasal, idari,
toplumsal, eğitsel bütün önlemleri alırlar. Bu tür koruyucu önlemler; burada tanımlanmış olan çocuklara kötü
muamele olaylarının önlenmesi, belirlenmesi, bildirilmesi,
yetkili makama havale edilmesi, soruşturulması, tedavisi ve
izlenmesi için gerekli başkaca yöntemleri ve uygun olduğu
takdirde adliyenin işe el koyması olduğu kadar durumun
gereklerine göre çocuğa ve onun bakımını üstlenen kişilere,
gereken desteği sağlamak amacı ile sosyal programların düzenlenmesi için etkin usulleri de içermelidir.”denilmektedir.
Görüldüğü üzere devlet için de bazı yükümlülükler öngören, önlem alınması gereğine vurgu yapan Çocuk Hakları
Sözleşmesi’ne göre de, bir devlet kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yapılan bu açıklama sözleşmeye
açıkça aykırılık teşkil etmektedir.
SONUÇ VE İSTEM : Yukarıda açıklanan nedenlerle; şikâyet olunanlar hakkında eylemlerine uyan suçtan
dolayı soruşturma başlatılmasına, neticede haklarında kamu davası açılarak ilgili yasa hükümleri uyarınca
cezalandırılmalarına karar verilmesini arz ve talep ederiz.
12.01.2016
Şikâyet Eden İzmir Barosu Başkanlığı
İzmir Barosu Başkanı
Avukat Aydın ÖZCAN
Ekleri:
1. Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun
Dini Bilgilendirme Platformu isimli internet sayfasının
ekran görüntüsü
2. Konu ile ilgili olarak ulusal basında çıkan haberler
Yukarıda açıkladığımız nedenlerle; Başbakanlığa bağlı bir kamu kurumu sıfatıyla toplumsal barış, huzur ve
ahlaka zarar veren, görevleri sırasında dini açıkça kötüye
kullanan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yetkilileri olan tüm
şüphelilerden şikâyetçiyiz. Şüpheliler hakkında, TCK’nın
ilgili hükümleri uyarınca takibat başlatılarak, kamu davası
açılmasına karar verilmesini saygılarımızla arz ve talep ederiz.
HUKUKİ NEDENLER
: 5237 Sayılı TCK, TC
Anayasası, AİHS, CMK ve ilgili mevzuat hükümleri
DELİLLER
: 1- Diyanet İşleri Başkanlığı Din
İşleri Yüksek Kurulu’nun Dini Bilgilendirme Platformu
isimli internet sayfasının ekran görüntüsü
2- Konu ile ilgili olarak ulusal basında çıkan haberler
95
EGE’NİN ÖNCÜ KADINLARI
Av. Rahile HORZUM
96
SOLDAN SAĞA
4- 1903-1990 tarihleri arasında yaşamış, Sorbonne
Üniversitesi Edebiyat fakültesi Felsefe bölümü mezunu
Hilal-i Ahmer ve Himaye-i Effal gibi yerlerde sosyal faaliyetlerde de bulunan, İzmir’in ilk kadın milletvekili
5- Manisa’nın ilk kadın milletvekili
7- Ege Üniversitesi’nin ilk kadın rektörü
12- 1947 Buca doğumlu ,Türkiye Cumhuriyeti’nin
ilk kadın turizm bakanı ve ilk kadın çevre bakanıdır
14- 1916’da İzmir Kemeraltı, Beyler Sokağı yakınındaki, Salepçi oğlu Camisi’nin arkasındaki karanlık sokakta doğan Türkiye’nin ilk kadın Ortodontistidir.
16- 1902 yılında Gördes’te doğan, Kurtuluş Savaşında Yunanlılarla savaşırken 24 mart 1922 de Şehit düşen
Türk kadını
19- 29 Kasım 1926 da İzmir’de dünyaya gelen araştırmaları ile Güneş ‘in ve yıldızların evrimi çalışmalarına
katkıda bulunmuş bilim insanı
21- Yaklaşık bin 200 işçinin örgütlendiği DİSK
Genel-iş Sendikası’nın İzmir Konak’ta açılan yenişubesinin ilk başkanı
2- Türkiye’nin ilk kadın muhtarı seçildiğinde otuz iki
yaşında olan ve görevi üstlenmek için gerekli olan okuma
yazma şartını taşıyan ilk kadın muhtar.
3- İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi’nin uzun
yıllardır görevli başarılı, çalışkan, fedakar ve vazgeçilmez
daimi üyesi
6- İlk kadın moda tasarımcısı
8- Aydın’ın “topuklu efe’’ lakaplı ilk kadın belediye
başkanı
9- İlk kadın Avrupa Festivaller Birliği Yönetim Kurulu Başkanı
10- İzmir Cumaovası’nda yetiştikten sonra Sabiha Gökçen tarafından yetiştirilen dört kadın pilottan
biri. Eylül 1935’te Rus R-5 uçağından yaptığı atlayış ile
Türkiye’nin ilk kadın paraşütçüsü.
11- İzmir Ticaret Odası Yönetim Kurulu’nun ilk kadın başkanı
13- 1923 İzmir doğumlu, Ankara Universitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne giren ilk kız öğrenci, ilk Türk Kadın Emniyet Müdürü
15- Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ‘‘First Lady’si’’
22- 1991 yılında Muğla valisi olarak atanan,
Türkiye’nin ilk kadın valisi
17- İzmir’in şirin ilçesi Kiraz’ın ilk kadın belediye
başkanı
23- İzmir Barosu ve Konak Belediyesinin ilk kadın
başkanı
18- İzmir Barosunun “Kadın” konulu bültenlerinde
kadın konulu ilk bulmacayı hazırlayan kadın.
YUKARIDAN AŞAĞIYA
20- 23 Temmuz 1923 te İzmir’de Mustafa Kemal
önünde oynadığı ilk oyunla adı tarihe geçen tiyatro sanatçısı kadın
1- İzmir’in adını aldığı Amazon kadını
97
Kadına İlişkin Atasözleri
Ogün KAYACAN
Kadına ilişkin atasözlerimiz aslında kültürümüzün kadına bakışını da yansıtır. İşte toplumumuzun kadına bakış açısı:
Avrat (Kadın) Malı, Kapı Mandalı,
Bir Kadın Bir Erkekte Gözünü Açmak(r),
Erkek Getirmeyi, Kadın Yetirmeyi Bilmeli,
Erkek Sel, Kadın (Avrat) Göl,
Gökyüzünde Düğün Var Deseler Kadınlar Merdiven
Kurmaya Kalkar,
Gül Dalından Odun, Beslemeden Kadın Olmaz,
Kadının Şamdanı Altın Olsa Mumunu Dikecek Erkektir,
Kadının Yüzünün Karası Erkeğin Elinin Kınası,
Pekmezi Küpten, Kadını Kökten Al,
Tarlanın Taşlısı, Karının (Kadının) Saçlısı,
Tarlayı Düz Al, Kadını Kız Al,
Ana Kızına Taht Kurar, Kız Bahtı Kocadan Arar,
Balcı Kızı Daha Tatlı,
(Bir Kızı) Leğen Başından Almak,
Çerçi Kızı Boncuğa Aşık(tır),
Kızı Gönlüne Bırakırsan Ya Davulcuya Kaçar (Varır)
Ya Zurnacıya,
(Kızın) Boyu Bacadan Mı Aştı?
Kızını Dövmeyen, Dizini Döver,
Komşu Kızı Almak, Kalaylı Kaptan (Tastan) Su İçmek
Gibidir,
Oğlanınki Oğul Balı, Kızınki Bahçe Gülü,
Tarlanın Taşlısı, Kızın Saçlısı, Öküzün (İneğin) Başlısı,
Tarlayı Taşlı, Kızı Kardeşli Yerden Almalı,
At İle Avrat Yiğidin Bahtına,
Avradı Eri Saklar, Peyniri Deri,
Avrat Tuz Dedi Mi Ciğeri Cız Der,
Avrat Var, Arpa Unundan Aş Yapar; Avrat Var, Buğday
Unundan Keş Yapar,
Avrat Var Ev Yapar, Avrat Var Ev Yıkar,
Doğuran Avrat Azrail i Yenmiş,
98
Kör (Kesmez) Bıçak Ele (Yavuz),
İş Bilmeyen Avrat Dile (Yavuz),
Oynaşına İnanan Avrat, Ersiz Kalır,
Yaman Komşu, Yaman Avrat, Yaman At; Birinden Göç,
Birin Boşa, Birin Sat,
Bir Karıyla Bir Koca, Dırdır Eder Her Gece,
Elinin Hamuruyla Erkek İşine Karışma(k),
İki Karılı Evde Toz Diz Boyu Olur,
Karı Gibi Korkak,
Karı Koca Bir Sözle Yakın, Bir Sözle Uzaktır,
Karı Malı Hamam Tokmağıdır,
Karılık Etmek,
Karısının Üstüne Evlenmek,
Kişiyi Vezir Eden de Karısı, Rezil Eden de,
Komşunun Tavuğu, Komşuya Kaz Görünür,
Karısı Kız Görünür,
Türk Karır, Kılıcı Karımaz,
Elti Eltiye Eş Olmaz, Arpa Unundan Aş Olmaz,
Gelin Eşikte, Oğlan Beşikte,
Kötü Söyleme Eşine, Ağı Katar Aşına,
Hırsızlık bir ekmekten, kahpelik bir öpmekten,
Kızı gönlüne (keyfine) bırakırsan ya davulcuya varır, ya
zurnacıya,
Kızını dövmeyen, dizini döver.
Derlediğim bu atasözü ve deyimlerim büyük bölümü Türk
Dil Kurumu web sitesinden alınmış olup bir kaçı da yine
internetten alınmıştır. Görüleceği üzere kadın hep erkeğe dair
kabul edilmiş, eksik (muhtaç) görülmüş, kötülüğün ve hasetin
kaynağı görülmüştür.
ETKİNLİKLERİMİZ
99
7 Ekim 2015
İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezinin aylık olarak
düzenlediği ŞÖNİM vaka değerlendirme toplantısı 7 Ekim
de İzmir Barosunda geniş katılımlı olarak gerçekleştirilmiştir. Toplantıda elektronik kelepçe kullanım şekli ve yöntemi
konusunda Kadın Hakları Merkezinde görev yapan meslektaşlarımız bilgilendirilmiştir.
3 Aralık 2015
3 Aralık 2015 tarihinde Türkiye’yi sarsan Özgecan Aslan
davasının karar duruşmasına İzmir Barosu Kadın Hakları
Merkezinden meslektaşlarımızda katıldı.
5 Aralık 2015
Gediz Üniversitesi Hukuk Fakültesi tarafından düzenlenen Hukuki ve Toplumsal Boyutuyla Zorla Evlendirme konulu İnterdisipliner Konferansın ikinci oturumunda ‘‘Zorla Evlendirmeler Konusunda Türkiye
Gerçeği’’ konulu sunumu İzmir Barosu Kadın Hakları
Merkezinden sorumlu yönetim kurulu üyesi
Av. Nuriye Kadan tarafından gerçekleştirildi.
28 - 29 Kasım 2015
TÜBAKKOM 13. Dönem 1. genel üye toplantısı
28-29 Kasım 2015 tarihlerinde Manisa Barosunun ev
sahipliğinde gerçekleşti. 47 Baronun toplantıda Diyarbakır
Barosu Başkanı Tahir Elçi’nin katledildiği haberi
tüm meslekdaşlarımızı yasa boğdu.
100
21 Aralık 2015
Notalar Şiddete karşı projesi kapsamında
Kadına Yönelik Şiddet Paneli 21 Aralık 2015 tarihinde
(İzmir Ticaret Odası) meclis salonunda gerçekleştirildi.
5 Aralık 2015
İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi yapılan yürüyüşe katıldı.
15 Aralık 2015
29 Aralık 2015
İzmir Ticaret Odası Meclis salonunda yapılan
Liyakat Derneği (4 Women) Projesi
kapanış oturumuna katıldık.
Notalar Şiddete Karşı Projesi Adnan Saygun Kültür
Merkezinde düzenlenen gece ile sona erdi.
101
13 Ocak 2016
22 Ocak 2016
Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun
Dini Bilgilendirme Platformu isimli internet sitesinde
sorulan bir soruya verilen cevaba ilişkin
suç duyurusunda bulunduk.
İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezinde sertifika alarak
nöbet tutan meslektaşlarımızla Deneyim Paylaşım
Toplantılarından 2.sini 22 Ocak 2016 tarihinde Merkez
Baro biriminde gerçekleştirdik.
26 Ocak 2016
21 Ocak 2016
İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi olarak Bayraklı Belediye Başkanı Sn.Hasan Karabağ’ı makamında
ziyaret ettik. Bayraklı Adliyesine gelen kadınların adliye
yakınında kısa süreli olarak çocuklarını bırakabilecekleri
bir kreş sözünü Başkan Karabağ’dan aldık. Ayrıca İzmir
Barosu Kadın Hakları Merkezi ile Bayraklı Belediyesi Kent Konseyi işbirliği içinde çalışma kararı alan
Sn.Hasan Karabağ’a Teşekkür ederiz.
İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi
21 Ocak 2016 tarihinde Aile İçi Şiddet Bürosu
Başsavcı vekili Dr. Ömer Ömeroğlu ile diğer
savcılarımız Gökhan Öztürk, Özlem Eğridere, Sinan
Taşkın ve Sedat Özgün ile uygulamadaki sorunların
çözüm yollarına ilişkin toplantı yapmıştır.
102
28 Ocak 2016
Mağdur Babalar Derneği Başkanının yargılandığı
İzmir 2. Asliye Ceza Mahkemesinin 21 Mart 2016 tarihli
duruşmasında sanık hakkında zorla getirme kararı verildi.
1 Şubat 2016
1 Şubat 2016 tarihinde saat 10-11 arası
TRT Radyo 1’de Kadın Eli programında Esra Eren ile
son yasal değişiklikler hakkında canlı yayında söyleşi
yapılmıştır.
30-31 Ocak 2016
Ankara’da TÜBAKKOM tarafından
Çocuktan Gelin Olmaz Çalıştayı düzenlendi
103
5 Şubat 2016
İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi olarak
İzmir Emniyet Müdürlüğü bünyesinde oluşturulan
Aile İçi Şiddet Bürosu’nun başında bulunan Komiser
Yardımcısı Sn. Elmas Çaylak’ı Bozyaka’da bulunan Emniyet Müdürlüğündeki makamında ziyaret ettik.
3 Şubat 2016
İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi ile İzmir
ŞÖNİM’in aylık olarak düzenlediği uygulamadaki
sorunları değerlendirme ve gelişmelerin
paylaşıldığı toplantı 3 Şubat 2016 tarihinde
İzmir Baro’sunda gerçekleştirildi.
5 Şubat 2016
Cumhuriyet Kadınları Derneği Güzelbahçe Şubesinin
düzenlediği çalışmada İzmir Barosu Kadın Hakları
Merkezi üyesi meslektaşımız Av. Rahile Baykal Horzum
6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına karşı Şiddetin
Önlenmesine dair kanuna ilişkin uygulamaları ve İzmir
Barosu Kadın Hakları Merkezinin tanıtımını yapmıştır.
Meslektaşımıza teşekkür ederiz.
5 Şubat 2016
İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi Türkiye’de bir ilk
olan Basmane semtindeki Kadın Müzesini ziyaret etti...
104
6 Şubat 2016
AB Standartları ve Hollanda Örneği ışığında
6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu
ve Geçici Koruma Yönetmeliği Çerçevesinde Hassas
Durumdaki Sığınmacıların Korunması konulu
Uzmanlaşma seminerine İzmir Barosu Kadın Hakları
ve Çocuk Hakları Merkezindeki
meslektaşlarımız ile birlikte katılım sağladık...
12 Şubat 2016
İstanbul’da yapılan Adli Süreçte Suç Mağduru
Kadınların Desteklenmesi Çalıştay’ını tamamladık.
Adalet Bakanlığı Mağdur Hakları Daire Başkanı
Sn. Muhittin Özdemir ile Çalıştay hatırası...
11 Şubat 2016
Adalet Bakanlığı Mağdur Hakları Daire Başkanlığı
tarafından düzenlenen Adli Süreçte Suç Mağduru
Kadınların Desteklenmesi Çalıştay’ın da
İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezini
temsil ediyoruz.
105
3 Şubat 2016
15 Şubat 2016 tarihinde eski eşi tarafından vurulan
meslekdaşımız Jale Soydan davası karara çıktı. Mahkeme hiç
bir ceza indirimi uygulamadı. Karar duruşmasına bizimle
katılan YARSAV Başkan Yardımcısı Sn. Murat Aydın’a
mesleki dayanışması nedeniyle İzmir Barosu Kadın Hakları
Merkezi olarak Teşekkür ederiz.
20 Şubat 2016
İzmir Barosu Göç ve İltica Komisyonunca
düzenlenen Eğitim çalışmasına katılan
İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi
üyesi arkadaşlarımız.
19 Şubat 2016
İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi Deneyim
Paylaşım Toplantılarının dördüncüsünü 19 Şubat 2016 günü
İzmir Merkez Baro’da iki ayrı grup olarak gerçekleştirdik.
106
ÜNİVERSİTE ZİYARETLERİMİZ
25 Aralık 2015 tarihinde İzmir Barosu Kadın Hakları
Merkezi olarak İzmir Katip Çelebi Üniversitesi
Kadın Çalışmaları Araştırma ve Uygulama
Merkezini ziyaret ettik.
16 Şubat 2016 tarihinde DEKAUM Dokuz Eylül
Üniversitesi Kadın Araştırmaları ve Uygulama
Merkezinde merkez müdürü
Sn. Özlem Belkıs’ı ziyaret ettik.
27 Ocak 2016 tarihinde İzmir Barosu Kadın Hakları
Merkezi olarak İzmir Ekonomi Üniversitesi Kadın
Araştırmaları Merkezi EKOKAM’ ı ziyaret ettik.
24 Şubat 2016 tarihinde EKAUM Ege Üniversitesi
Kadın Araştırmaları ve Uygulama Merkezini ziyaret
ettik Yaptığımız çalışmalar hakkında bilgilendirmeler
yaparak merkez müdürü Prof. Dr. Konca Yumlu ile
birlikte ortak çalışmalar yapma kararı aldık.
27 Ocak 2016 tarihinde İzmir Üniversitesi
Kadın Çalışmaları Uygulama Araştırma Merkezi
KÇUAM ‘ı ziyaret ettik.
107
YABANCI BASINDA ÇOCUK EVLİLİKLERİ
108
109
110
111
112
113
114
115
116
117
118
119
120
Download