01-ekim –NKAPAK (Page 1)

advertisement
Serxwebûn
Ekim 2003
Sayfa 21
S‹YASET‹N VE YÖNET‹C‹L‹⁄‹N
TAR‹HSEL GEL‹fi‹M‹ -II●
Toplum ve birey
T
oplum ve birey, varoluşları ve ilişkileri yönüyle en çok tartışılan ve yeniden anlamlandırılmaya çalışılan iki
kavramdır. Toplum ve birey ilişkisinde hangisine öncelik tanınması gerektiği konusunu
aşılmış görerek ele almak en doğru olandır.
İnsanın varolma biçimi olarak toplum, tarihsel gelişimi içinde pek çok kez tanımlanmış, bileşenleri tekrar tekrar gözden geçirilmiştir. Ancak hiçbirinde bireysiz bir toplum
düşünülemeyeceği görülmüş, bireyin de
kapsam ve sınırları değişmekle birlikte toplumsal bir örgü içinde gerçekleşebileceği
anlaşılmıştır.
İlk insan toplumlarının varoluş biçimi ve
koşullayan etkenleri ile günümüz toplumunun varoluş biçim ve etkenleri pek çok yönden farklılıklar göstermektedir. İnsanın, toplumun ve bireyin böylesine defalarca, birbirine karşıtlık içeren tanımlara kavuşturmak
çabası, özde kendi eyleminin sonucu olan
değişimden kaynaklanmaktadır. İlk topluluklarda birey ile topluluğun özdeş olmasından tutalım Doğu toplumlarındaki toplumculuk kültüne ve Batı toplumlarındaki uç sınırında yaşayan bireyciliğe kadar bütün biçimler insanın kendini konumlandırma arayışıdır. İnsanın kendi doğası ve dışındaki
doğa hakkında artan bilgisi daha azalan bir
yanılgıyla kendini tanımlama düzeyini ortaya çıkarabilecek konumdadır. Fakat sınıflı
egemenlik sistemlerinin yaşandığı süreçler
boyunca insan bilgisinin belirli grupların yararını esas alacak tarzda kullanılması, hatta bilgiye ulaşma çabasının da bu temelde
gelişmesi sonuçta sadece insanın kendisine değil, kendi dışındaki doğaya da çarpıtılmış bir bilinçle bakmasına yol açan gelişmeyi ortaya çıkarmıştır.
İlk insan toplulukları, ister düşünen canlı, ister alet yapan canlı, isterse başka biçimde tanımlansın kendi dışında varolan
canlı ve cansız doğadan farklı olduklarını
görünce topluluk bilincine ulaştılar. Fetişizmden (canlı-cansız her şeyin ruha sahip
olduğunu sanma) animizme, oradan da çok
tanrıcılığa vardıklarında kendi varoluşlarının tanımını doğa ile farklılık temelinde
yaptılar. Bu süreçte toplumsal varoluş bilinci topluluğun kendisiyle sınırlıydı ve ister
kendi dışındaki doğa, ister diğer topluluklar
karşısında birey ile topluluk özdeşleşmişti.
Zorunluluklar bireysiz topluluğun olamayacağını, bireyin de topluluk olmadan yaşamını sürdüremeyeceğini gösteriyordu. Topluluğu birleştiren aslında soy kümesel bağlardı. Ama bu bir de ortak inanışla desteklendi. Bu inanış topluluktan topluluğa değişen ve daha çok yaşam koşullarıyla ilgili
olan bir totemle de temsil edilen doğa güçlerinden biri, bir canlı olabilmekteydi. Topluluğun ortak inanış etrafında birliğini güçlendirmesinde ifade aracı olarak dil geliştikçe
ortak kültür ve davranış biçimi şekillendi.
Kolektif çalışma ve paylaşım temelinde
varolan son toplumsal yaşam tarzının neolitik olduğu netleşmiştir. Sonrası köleci, feodal ve kapitalist uygarlık sistemleri, toplumun sınıflar; çalışanlar ve çalışmadan yaşamını sürdürenler, ezenler ve ezilenler, egemenler ve emekçiler şeklinde bölündüğü süreçtir. Kolektif yaşam ve çalışmanın olmadığı yerde toplumun tümünün paylaştığı bir
ortak inanışın koşulları da değişti. Eskiden
topluluğun kendi dışındaki doğayla ilişkilerini düzenlemeye dayalı ortak inanışlar, yerini topluluğun iç ilişkilerini düzenlemeye dayalı dinsel düşüncelere bıraktı. Bunların en
gelişkin biçimlerinin Musevilik, Hıristiyanlık
ve İslamiyet adıyla geliştirildiği bilinmektedir. Bugün ise bir yandan küreselleşen ekonomi ve siyaset beraberinde tek dil, kültür,
düşünüşü egemen kılmaya çalışırken, diğer
yandan insanlığın tarihin başlangıcından
beri arayışı olan eşit, özgür ve adil bir dünyada, toplumsallığın en gelişkini, bireyin en
güçlüsünü yaşatacak bir yaşam sistemine
ulaşma mücadelesi devam etmektedir.
Toplumsallık ve bireysellik kavramları da
insani varoluş biçimi kapsamında olan iki
kavramdır. Toplumsallık, insan bireylerinin
bir araya gelerek güçsüzlüklerini güce dönüştürme yoludur. Toplumsallıkta sinerji diye
tanımlanan ve tek tek bireylerin taşıdıkları
veya temsil ettikleri enerji toplamından fazla
bir yaratım gücünün ortaya çıkmasını sağlayan dayanışmadır ve moralle ilgilidir. İnsan
bireylerinin toplum biçiminde varoluşlarının
sırrı toplumsallığın bu gücünde yatmaktadır.
İnsan toplumunun organik yapısı, bileşenlerin ister bireyler, isterse dil, kültür ve inanç
farklılıklarını temsil eden gruplar olsun birbirini bütünleyen karakterde olması, emeğin
hangi biçimi olursa olsun eşitlikçi yaklaşıldığında geliştirici olduğunu ortaya çıkarmıştır.
Adaletin çağcıl toplumsal gelişmenin anahtar kavramı haline gelmesi bu nedenledir.
Adalet, insan toplumunun bütün tarihi
boyunca uyguladığını düşündüğü değişik
biçimler ve içerikler almıştır. Adaletin bir
Hammurabbi tarzı vardır, günümüzde de
Amerikan tarzı vardır. Her ikisinde de kendine göre vicdani ve ahlaki yargı düzeyi de
vardır. Olmayan ise doğru bir toplum bilinci,
insanın bütünsel varoluşunun birbirinden
ayrı düşünülemeyeceği gerçeğidir.
Toplum bilinci, doğru bir vicdan ve ahlak
ölçüsünü gerektirir. Toplum kendi içinde çalışanlar ve çalıştıranlar olarak ikiye ayıran,
toplumları da üstün kültüre sahip olanlar ile
ilkeller diye ayırımlara tabi tutanlar için adalet farklı bir anlam içerecektir. Ne yazık ki
insanlığın yazılı tarihi olan son beş bin yıllık
süreç bu tarzın egemen olduğu bir yaşayışa sahne olmuştur. Ama insanın özgürlük
ve eşitlik arayışı hiç durmamış, hep artarak
devam etmiştir.
Özgürlüğün
kapitalist zihniyetle yorumlanması
verili zemini esas alır
E
n son 20. yüzyıla damgasını vuran Sovyetler Birliği şahsında eşitlikçilik en kaba biçimiyle de olsa insanlar için bir çekim
merkezi olurken, Bati kapitalizminin de güç
ve kudrete dayalı özgürlükçülük anlayışı ayrı bir çekim merkezi olmuştur. Her ikisini de
dengeleme çabasıyla oluşan sosyal devlet
yaklaşımı gelir dağılımındaki uçurumsal
dengesizlik, temel hizmetlerin devlet güvencesine kavuşturulmasını hedeflemişti. Ancak devletin mülkleştirici özü değişmediğinden sosyalizme rekabet temelinde gelişen
bu dengeleme çabasının Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla varlık nedenleri de ortadan kalktı. Bu gelişme karşısında özgür toplum, eşitlikçi toplum, adaletli toplum tartışmaları azalmadı, yeniden canlandı.
Özgürlüğün, kapitalist zihniyetle yorumlanması, verili zemini esas alır. Bu ise tarihe doğru bir yaklaşım değildir. Köle emeğiyle Mısır’da piramitleri, Roma sarayları ve
arenaları yaptıran zihniyetin insanlığa büyük hizmetler yaptığını düşündüğüne kuşku
yoktur. Ama bu eserlerin yapımında on binlerce kölenin acı çekerek, sefalet içinde yaşamını yitirdiğine de kuşku yoktur. Bu nedenle de sınıfsal farklılıklar, maddi statü
farklılıkları varlığını sürdürdükçe insan toplumunun bütünlüklü bir özgürlük kavrayışına ulaşması da mümkün değildir. Bu nedenle özgürlük ve eşitlik birlikte anlam kazanmaktadırlar.
Eşitlik farklılıkların varlığını görmezden
gelmek anlamında yorumlanamaz. Ancak
adaletli bir yaklaşımla özgürlük ve eşitlik
doğru bir toplum bilincinin gelişmesini sağ-
“Birey toplum iliflkisinde bireyselli¤e ihtiyaç oldu¤u kadar bireycili¤e düflülmemesi de
gerekmektedir. Bireyselli¤in yaflam ilkelerine sahip olma yan› bireyin toplumla iliflkilerinde
gelifltirici rol oynar. Bireycilik ise bencillik özelli¤iyle insan›n toplumsal varolufluna ters bir
ifllev görür. Bireysellik vicdan ve ahlak de¤erleriyle donan›m anlam›na gelir.
Bireycilik ise toplumsal sorumluluklardan soyunma anlam›na gelir.”
●
layabilir. Tarihsel bilgilerin ortaya çıkarılmasıyla adaletli yaklaşımın daha objektif ve
doğru geliştirilmesi imkanı artmaktadır. Tarihin başlangıcı ile günümüzün birlikte ele
alınmasının anlamı buradadır.
Günümüz dünya koşullarında tekniğin
gelişme seviyesiyle emeğin verimliliğinin
yol açtığı üretim bolluğu, insan emeğinin
biçimleri arasındaki eşitsizliğin ve dengesizliğin de düzeltilmesi koşullarını ortaya
çıkarmıştır. Böylece kafa ile kol emeği şeklinde başlayan emek biçimlerinin giderek
siyasal, bilimsel, askeri, fiziksel, kültürel
vb. biçimler kazanmasının insan emeğinin
verimliliğini arttırdığı bilinmektedir. Uzmanlaşma, insanın zorunlu bir gelişme sürecidir. Ancak uzmanlaşmanın beraberinde yabancılaşmayı da getirdiği bir gerçektir. Bütün emek biçimlerini yaratım gücü haline
getirebilen birey en gelişkin bireydir. Toplum-birey ilişkisinde en üst gerçekleşme
düzeyi böyle ortaya çıkabilir.
Birey toplum ilişkilerinde bağımlılık ile
özgürleşme iç içedir. İlk insan topluluklarındaki gibi bireyin topluluğa göbek bağıyla
bağımlılığını gerektiren koşullar aşılmıştır.
Bireyin daha iradeli bir duruş sahibi olmasının koşulları vardır. Bu duruş bireysel duruş, insan olarak varoluşunun bilincinde olma; istemlerini ve ihtiyaçlarını farkında olarak, yaşam ortamının gerçekliğine göre
belirlenmeli. Böyle bir duruşla birey toplum
karşısında bağımsızlaştığı ölçüde bağlılıklarını arttırmaktadır.
Birey toplum ilişkisinde kaba bir parçabütün yaklaşımı sergilenmesi insan gerçeğine terstir. Doğru yaklaşım birey-toplum
ilişkisinde biri olmadan diğerinin olmayacağı bir bütünsellik içinde yaklaşılmasıdır. Bu
da birey toplum ilişkisinde özgürleşme kadar bağlılığın gelişmesi demektir.
İlk topluluklarda birey, kendi yaşamını
totemin varlığıyla özdeşleştirmektedir. Çünkü maddi yaşam koşulları itibariyle de bireyin varoluşu ancak toplulukla birlikte mümkündü. Maddi yaşam koşullarının gelişmesine paralel insan aidiyeti biçim ve içerik
değiştirdi. Kabile, aşiret, kavim, ulus ve
yurttaşlık bu aidiyetlerden birkaçıdır. Her bi-
ri kendi zamanı ve mekanı içinde bir toplumsal varoluşu ifade etmektedir. Hangi biçimiyle olursa olsun bireyin toplumsal bir
varlık olarak kendisini ifade etmesi ortak
yöndür. İnsan gelişmesine paralel kendini
tanımlamada daha fazla etkenin devreye
girmesi bir yandan özgürleşme düzeyini ortaya çıkartmakta, diğer yandan daha fazla
farklılıklar geliştirdiğini göstermektedir.
Doğru bir birey-toplum ilişkisinde bireyselliğe ihtiyaç olduğu kadar bireyciliğe düşülmemesi de gerekmektedir. Bireyselliğin yaşam ilkelerine sahip olma yanı bireyin toplumla ilişkilerinde geliştirici rol oynar. Bireycilik ise bencillik özelliğiyle insanın toplumsal
varoluşuna ters bir işlev görür. Bireysellik vicdan ve ahlak değerleriyle donanım anlamına
gelir. Bireycilik ise toplumsal sorumluluklardan soyunma anlamına gelir. Dünyada en uç
noktada bireyciliğin yaşandığı yer Amerika’dır. Bazı araştırmacılara göre Amerika’da
“iş iştir” felsefesi geçerlidir. Pragmatizmin bu
derece bütün toplumsallığından soyundurulan bireycilikte somutlaşması Amerikan toplumunun günümüzde en temel sorunudur ve
ABD’nin dünyanın başına bela kesilmesinde
rolü küçümsenmeyecek derecededir.
Bireyciliğin kaynağı kapitalist uygarlıkla
birlikte gelişen topluma yaklaşımdaki çıkarcılıktır. Bunun felsefesini J. Stuart Mill yapmıştır ve Avrupa sistemi bu felsefeyi temel
almıştır. Bunun için AB hukukunda birey
hakları en üstte tutulur.
Doğu toplumları toplumcu zihniyete sahiptirler. Bunda neolitiğin derinliğine yaşanması ardından gelen sınıflı toplum aşamalarında toplumculuğun egemen sınıf
adına bir kült düzeyinde zihinlere işlenmesinin rolü büyüktür. Feodal uygarlık aşamasında çakılıp kalan bu toplumlar kapitalizmi bir taklit düzeyinin ötesine gidemeyen
bir tarzda yaşamaktadırlar. Doğu toplumculuk kültünün kırılması hem sağlıklı bireyin gerçekleşmesi, hem de toplumsal gelişmenin önünün açılması için zorunludur.
Bireyin kendini tanımlamada mutlaka toplumsal bir kümeyi; aile, grup, ulus, kültür
vb. alması, kendi ayakları üzerinde duracak gücü kendisinde görememesindendir.
Bu düzey aşılmadan demokratikleşme ve
dolayısıyla çağcıl bilimsel-teknik düzeyin
içselleşmesi de gerçekleşemez.
Kürtlerde kendi tarihlerini yaşamalarına
sürekli müdahale edilmiş olması hem toplum, hem de birey gerçekleşmesinde olumsuzlukların temelidir. Tarih adeta kesintiye
uğratılmış, ırmağın yönü değiştirilmiştir. Bu
nedenle toplumsal ve bireysel düzeyde çağcıl demokratik normların uygulanmasında
önemli sorunlar vardır. Aynı zamanda neolitik kültürün derinden yaşanmış olması, doğayla iç içe üretkenliğin tarihin bütün dönemlerinde temel yaşam dürtüsü olması
çağcıl demokratik gelişmede bir avantaj konumundadır. Sınıflı toplumların içselleştirilmeden yüzeysel yaşanması, doğaya yabancılaşmanın derinleşmemesinin nedenidir. Aynı şekilde kadının aile ve toplulukta işlevi de neolitik kültürün izlerini taşımaktadır.
Yerel yönetimlerin demokratikleşmede
rolleri bakımından, Kürtlerin yerelliği ve çok
kültürlü yaşama hoş görülü yaklaşımı olumlu bir zemindir. Her ne kadar Kürtlerin şehirleşme ve şehir kurma konusunda birikimleri
olmasa da tarihin ilk yerleşim yerlerini ve
köy devrimini gerçekleştirmiş bir kültürün taşıyıcısı olarak demokratik uygarlık çağında
da rollerini oynayabilirler. Bu konuda şehirleşme deneylerinin sağladığı planlama, mimari, örgütlenmeye yatkınlık vb. bakımdan
zayıflıklar kadar şehrin daraltan etkilerinden
uzak, köyün özgür yaşamına yatkınlık bulunmaktadır. Demokratik yerel yöneticilik
küreselleşen dünyada köy-şehir çelişkisinin
yumuşak geçişle azaltılarak giderilmesinde
belirleyici role sahip olacaktır. Bu da toplumun ve bireyin demokratikleşmesi demektir.
İnsan doğa ilişkileri ve
ekolojik toplum
İ
nsanın doğaya yabancılaşmasının kökenine ilişkin savlar, insan doğasına ilişkin
tartışmalar güncelliğini korumaktadır. İnsan
doğa ilişkisinin özne nesne ilişkisi temelinde ele alınmaması gerektiği düşüncesi oldukça etkin bir savunucu kesim tarafından
ileri sürülmekte ve ekolojik hareketlerin or-
Download