COUNCIL OF EUROPE AVRUPA KONSEYİ AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ BÜYÜK DAİRE ŞERİFE YİĞİT – TÜRKİYE (Başvuru no. 3976/05) KARARIN ÖZET ÇEVİRİSİ STRAZBURG 2 Kasım 2010 İşbu karar nihai olup, şekli düzeltmelere tabi olabilir. USUL Türkiye Cumhuriyeti aleyhine açılan 3976/05 no’lu davanın nedeni, Şerife Yiğit (“başvuran”) adlı Türk vatandaşının, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne 6 Aralık 2004 tarihinde, İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına ilişkin Sözleşme’nin (“Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin - AİHS”) 34. maddesi uyarınca yapmış olduğu başvurudur. Başvuran Diyarbakır Barosu avukatlarından M.S. Tanrıkulu ve N. Kırık tarafından temsil edilmiştir. OLAYLAR DAVANIN OLAYLARI 1954 doğumlu başvuran İslahiye’de ikamet etmektedir. Başvuran, 1976 yılında çiftçi Ömer Koç (Ö.K.) ile imam nikâhı kıymış, bu birliktelikten altı çocukları dünyaya gelmiştir. Ö.K. 10 Eylül 2002 tarihinde vefat etmiştir. Başvuran bu tarihte imam nikâhlı eşiyle resmi nikâh hazırlıkları yaparken, Ö.K.’nin hastalığa yakalanarak vefat ettiğini ifade etmiştir. A. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde görülen dava Başvuran 11 Eylül 2003 tarihinde İslahiye Asliye Hukuk Mahkemesi’nde kendisi ve kızı Emine adına, ÖK. ile evliliğinin resmi olarak tanınması ve kızının nüfus siciline merhumun kızı olarak kaydedilmesi talebiyle dava açmıştır. İslahiye Asliye Hukuk Mahkemesi, 26 Eylül 2003 tarihinde aldığı kararda, başvuranın evliliği hakkındaki talebini reddetmiş ancak kızı Emine’nin Ö.K.’nin kızı olarak nüfus kayıtlarına geçirilmesini kabul etmiştir. Herhangi bir temyiz başvurusu bulunmadığından, bu kararla birlikte yargılama süreci sona ermiştir. B. İş Mahkemesinde görülen dava Başvuran belirlenemeyen bir tarihte, kendisi ve kızı Emine’nin merhum eşinin emekli maaşı ile sağlık sigortasından yararlanması için Bağ-Kur Hatay İl Müdürlüğü’ne başvurmuştur. Bağ-Kur, başvuranın talebini reddetmiştir. 20 Şubat 2003 tarihinde başvuran, İslahiye İş Mahkemesi’nde iptal davası açmıştır. Bu mahkeme, 20 Mayıs 2003 tarihinde ratione loci görevsizlik kararı vermiş, davanın Hatay İş Mahkemesi’nde görülmesine hükmetmiştir. Hatay İş Mahkemesi 21 Ocak 2004 tarihli kararında İslahiye Asliye Hukuk Mahkemesi’nin verdiği karara dayanarak ilgili şahsın Ö.K. ile olan evliliğinin geçerli olmadığını bildirmiştir. Bu karara göre, imam nikâhı hukuken tanınmadığı için başvuran merhumun yerine bu haklardan yararlanamaz. Mahkeme buna karşın, Bağ-Kur’un Emine ile ilgili verdiği kararı iptal etmiştir. Dolayısıyla, Emine’nin ölen babasının emekli maaşı ile sağlık sigortasından yararlanmasına onay vermiştir. 1 10 Şubat 2004 tarihinde başvuran davayı Yargıtay’da temyiz etmiştir. Başvuran, medeni hal kaydında, Kerküt köyüne kayıtlı Ö.K.’nin eşi olarak yazıldığını belirtmiştir. Ö.K. ile 1976 yılında gelenek ve göreneklere uygun olarak evlendiklerini ifade etmiştir. Bu evlilikten altı çocuk dünyaya gelmiştir. İlk beş çocuk 1985 yılında babalarının nüfus kütüğüne işlenmiş, ancak son çocuk olan 1990 doğumlu Emine, 2002 yılında kendi nüfus kütüğüne kaydedilmiştir. Başvuran, altı çocuğunun aksine ölen eşinin emekli maaşı ve sağlık sigortasından yararlanamadığının altını çizmiştir. Başvurana 28 Haziran 2004 tarihinde tebliğ edilen 3 Haziran 2004 tarihli kararla, Yargıtay, mahkemenin kararını onanmıştır. HUKUK I. HÜKÜMET’İN ÖN İTİRAZI A. Daire’nin kararı Hükümet Daire’ye iç hukuk yollarının tüketilmediği yönünde itiraz etmiştir. Hükümet başvuranın İslahiye Asliye Hukuk Mahkemesi’nde ölen eşi ile evliliğinin resmi olarak tanınması için dava açtığını ifade etmiştir. Mahkeme davayı reddetmiş, başvuran Yargıtay’da temyiz yoluna gitmemiştir. B. Tarafların savları Hükümet Büyük Daire’ye sunduğu ön itirazı yinelemiştir. Başvuran iç hukuk yollarını tükettiğini, eşinin emeklilik maaşı ve sağlık sigortasından yararlanmak için ulusal mahkemelere başvurduğunu ancak olumsuz sonuç aldığını ileri sürmüştür. C. AİHM’nin değerlendirmesi AİHM, eşinin ölümünden sonra başvuranın önce İslahiye Asliye Hukuk Mahkemesi’ne evliliğinin resmi olarak tanınması ve kızının merhumun kız olarak kaydedilmesi için dava açtığını gözlemler. Başvuran, peşinden, eşinin emeklilik maaşı ve sağlık sigortasından yararlanmak için Hatay İş Mahkemesi’nde başka bir dava açmıştır. Böylece başvuran bu haklardan yararlanamamasından şikayetçi olmakla, Hatay İş Mahkemesi’nde, uygun ve yararlanabileceği hukuk yollarından, başarılı olamasa da, yararlanmıştır. İş Mahkemesinin kararı Yargıtay tarafından onanmıştır. Buna göre, Büyük Daire, Daire’nin kararına katılmaktadır. Bir başvuranın etkili ve yeterli iç hukuk yollarından normal bir biçimde yararlanması gerektiğini, bir hukuk yolundan yararlanılırken esasında aynı amacı güden başka bir hukuk yoluna başvurulmasının gerekmediğini yineler (bkz. Kozacıoğlu – Türkiye [BD], 2334/03 ve Micallef – Malta [BD], 17056/06). Hükümet’in iç hukuk yollarının tüketilmediği yönündeki itirazı reddedilmelidir. 2 II. BAŞVURANIN ŞİKAYETİNİN MAHİYETİ Büyük Daire, Daire’nin, başvuranın şikayetini, yalnız 8. madde bakımından incelediğini gözlemler. Öte yandan, kendisine sunulan davalarda Büyük Daire’nin yargı yetkisi Daire’nin kabuledilebilirlik kararıyla sınırlıdır (bkz. Perna - İtalya [BD], 48898/99 ve Azinas - Kıbrıs [BD], 56679/00). Büyük Daire, çizilen sınır içinde, ele aldığı davanın tüm hukuki veya olgusal konularını ele alabilir (bkz. Powell ve Rayner - İngiltere; Philis Yunanistan (no. 1); Guerra ve Diğerleri - İtalya (no.1) ve Scoppola - İtalya (no. 2) [BD], 10249/03). Ayrıca davaya ilişkin olayların hukuki nitelendirilmesini yapan AİHM, başvuranların veya hükümetlerin kendisine atfettiklerine bağlı değildir. AİHM, jura novit curia ilkesine dayanarak, örneğin, şikayetleri, tarafların ileri sürmediği madde ya da fıkra ve hatta bir başka hüküm açısından kabuledilebilir bulurken, bir başkası açısından kabuledilemez bulduğu hüküm açısından re'sen incelemiştir. Bir şikayet, yalnızca ileri sürülen hukuki gerekçe ve argümanlarla değil, ortaya koyduğu gerçek olgularla nitelendirilir (bkz. Scoppola; Powell ve Rayner ve Guerra ve Diğerleri). AİHS’nin 43. maddesi bakımından, davanın tümü, Daire’nin daha önce incelediği ve yeni bir kararla yeniden incelenmek üzere Büyük Daire’ye havale edilen başvurunun tüm özelliklerini içine almaktadır (diğerlerinin yanısıra bkz. Göç – Türkiye [BD], 365990/97). Büyük Daire mevcut davayı da aynı biçimde inceleyebilir. Bu nedenle Büyük Daire tarafları görüş ve savunmalarını sunmaya ve AİHS’ye Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesiyle birlikte AİHS’nin 14. maddesinin uygunluğu meselesini işaret etmeye çağırmıştır. Savunmaları ışığında, başvuranın şikayetlerinin öncelikle bu hükümler açısından incelenmesi gerektiği kanısına varmıştır. II. AİHS’YE EK 1 NO’LÜ PROTOKOLLE BAĞLANTILI OLARAK AİHS’NİN 14. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI Büyük Daire’nin çağrısıyla bağlantılı olarak, başvuran ulusal mahkemelerin kendisine merhum eşinin emekli maaşı ve sosyal sigorta hakkından yararlanma hakkı tanımamasının AİHS’ye Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesiyle bağlantılı olarak AİHS’nin 14. maddesini ihlal ettiğini ileri sürmüştür. A. AİHS’ye Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesiyle bağlantılı olarak AİHS’nin 14. maddesinin uygulanabilirliği AİHS’nin 14. maddesinin, yalnızca AİHS ve Protokollerinin diğer bağımsız hükümlerinin güvence altına aldığı hak ve özgürlüklerle ilgili olarak etkisi bulunduğu için, tek başına bir mevcudiyeti bulunmamaktadır. 14. maddenin uygulanabilmesi için, bir davanın olgularının, AİHS veya Protokollerinin diğer bağımsız hükümlerinin kapsamı içine girmesi yeterlidir (bkz. Thlimmenos - Yunanistan [BD], 34369/97 ve Koua Poirrez - Fransa, 40892/98; ayrıca bkz. Fretté - Fransa, 36515/97). AİHS’ye Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesinin uygulanabilirliğiyle ilgili olarak, AİHM, Stec ve Diğerleri – İngiltere ([BD], 65731/01) kararında, bu maddenin devletleri sosyal güvenlik veya emeklilik planını devreye sokma yükümlülüğüne sokmadığına hükmetmiştir. Öte yandan Yüksek Sözleşmeci Devlet için, - yardımların öncelikli ödemesi için koşullu olsun ya da olmasın - sosyal yardım hakkı olarak ödeme yapılmasını sağlayan bir mevzuat yürürlükteyse, o mevzuat, koşullarını yerine getiren kimseler için AİHS’ye Ek 1 3 No’lu Protokol’ün 1. maddesi çerçevesine giren bir çıkar meydana getirir biçiminde değerlendirilmelidir. Mevcut davada başvuran, vefat eden eşine bağlı olarak dul ve yetim aylığı ile sosyal sigorta yardımlarından, kendisine göre dini nikâh kıymış bir kadın olduğu için, 14. madde kapsamında ayrımcılık yapılmak suretiyle mahrum bırakıldığından şikayetçi olmuştur. AİHM, ulusal sosyal güvenlik mevzuatı uyarınca, yalnızca Medeni Kanun’a göre evlenmiş kimselerin ölmüş eşlerinin sosyal sigorta haklarından faydalanabileceklerini kaydeder. Ayrıca, Medeni Kanun ile Borçlar Kanunu’nun ilgili hükümlerinde belirtildiği şekliyle hukuki ehliyete ilişkin genel hukuka dayalı ulusal mahkemelerin içtihadına göre, emekli aylığı ve sosyal sigorta haklarının, resmi nikâhı olmayan dul eşe ödenemeyeceğini gözlemler. Öte yandan AİHM, AİHS’ye Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesinin hiçbir sosyal sigorta ödemesi alma hakkını içermemesine karşılık, bir devletin yardım planı oluşturmaya karar vermesi halinde, bunu 14. maddeyle uyumlu biçimde yapması gerektiği yönündeki kendi içtihadına işaret eder (bkz. Stec ve Diğerleri). Bu davada başvuran, vefat eden eşine bağlı emekli aylığı ve sosyal sigorta haklarından AİHS’nin 14. maddesi kapsamındaki ayrımcı gerekçelerle yararlanamadığından şikayetçi olmuştur. Sonuç olarak bu davada AİHS’nin 14. maddesi, AİHS’ye Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesine bağlı olarak ihlal edilmiştir. B. AİHS’ye Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesine bağlı olarak AİHS’nin 14. maddesiyle uygunluk 1. Tarafların savları (a) Hükümet Hükümet, AİHS’nin 12. maddesiyle uyumlu evlilik düzenlemesinin Devlet’in takdir yetkisine girdiğini işaret etmekle başlamıştır. Resmi nikâh Medeni Kanun’un hükümlerinde açıkça tanımlanmıştır. Yalnız resmi nikâh yapan kimseler ilgili haklardan yararlanabilir. Başvuranın Hatay İş Mahkemesi’ne, vefat eden eşinin sosyal sigorta haklarından yararlanmak için yaptığı başvurunun resmi nikâh olmadığı gerekçesiyle reddedilmesinin sebebi budur. Dul aylığı ve sosyal sigorta haklarına sahip olma hakkı, mirasa ilişkin Medeni Kanun’da öngörülen hükümler tarafından yönetilmez. Ulusal sosyal sigorta mevzuatına göre, resmi nikâhlı eşlerden hayatta kalanı, çocuklarıyla beraber bu haktan yararlanabilir. Hükümet, Anayasa’da yer alan laiklik ilkesinin önemini vurgulamıştır. Hukuki sonuçlar dini kuralların uygulanmasına bağlanamaz. Yasama organının amacı dini nikâhı önlemek ve toplumun en temel taşı olan aileyi korumaktır. Laik bir devlet olarak Türkiye dini nikâhı tanımamaktadır. Erkeğin yerine kadının çalıştığı benzer durumda, kadının ölümü durumunda erkeğe dul ve yetim aylığı ya da ile sosyal sigorta yardımı bağlanmaz. Dini nikâh erkekle mukayese edildiğinde kadını dezavantajlı bir konuma koyar. Ayrımcılığı önlemek ve erkekle kadına aynı hakları sağlamak için, yasalar resmi nikâhın dini nikâhtan önce kıyılmasını gerektirmiştir. Resmi nikâhı şart koşan yasalar, evlenme hakkına herhangi bir kısıtlama getirmemiştir, yasama organı da beraber yaşayan insanları Medeni Kanun’a uygun olarak evlenmeye zorunlu tutamaz. 4 Hükümet’in savında, ulusal makamların, başvuranı, benzer durumdaki diğer kimselerle karşılaştırıldığında ayrımcı muameleye tabi tutmadığı belirtilmiştir. Sağ kalan tarafın ölenin varisi olarak aylık veya sosyal sigorta yardımı alması için, iç hukukta, “sağ kalan partner” ya da “sağ kalan hayat arkadaşı” başlıklı hiçbir hüküm bulunmamaktadır. Dini nikâh ile resmi nikâh arasındaki temel fark, dini nikâhın yasalarca tanınmamasıdır. Dini nikâhlar kayıt altına alınmaz. Bu birlikteliğe adım atmak isteyen kimse, resmi nikâh yaptıktan sonra, bunu yapmakta özgürdür. Türk Ceza Kanunu’nun 230. maddesi resmi nikâhtan önce dini nikâh yapılıp bunun resmi törenle kutlanmasını ceza gerektiren suç kapsamına almıştır. Bu maddenin amacı, kadını çokeşliliğe karşı korumaktır. Dini nikâhlar yasal olarak değerlendirilseydi, bir erkeğin dört kadınla evlenebilmesi gibi, buna bağlı tüm dini sonuçların kabul edilmesi gerekecekti. Bunu önlemenin tek yolu, resmi nikâhı teşvik etmek ve dini nikâhla ilgili yasal haklar tanımamaktır. Diğer bir yasal sav, resmi nikâha dayanan babalık karinesi ilkesi, dini nikâhın aleyhindedir. Ayrıca, bir çocuğun babası tarafından tanınması, babanın dini nikâh düzenlemesini gerektirmez. Başvuranın, eşinin vefat etmesi durumunda dul aylığı ve sosyal sigorta yardımına hak kazanmasını teminat altına almak için resmi nikâh yapma olanağı vardı. Son olarak, Hükümet, özel hukuka göre tazminat talep etmekle kamu hukukuna göre dul aylığı ve sosyal sigorta haklarından yararlanma başvurusunda bulunmak arasında ayrım yapılması gerektiğini belirtmiştir. Kamu hukukuna göre, bu haklardan yararlanma hakkının tanınması hukuki bir ilişkinin bulunmasını gerektirir. Dini nikâh tanınmadığı için, başvuran, hukuken, eşinden ötürü dul aylığı veya sosyal sigorta yardımı talep edemez. Dini nikâhla yaşayan kimselere bu hakların verilmesi, dini nikâhı teşvik etmeye eşdeğer olur. İç hukuka göre, tazminat davası açılması, sözkonusu kimseler arasında bağ olmasına bağlı değildir. Mahkemeler vefat eden kişiye bakan nişanlı ya da yakın arkadaş veyahut kişinin vefatı sonucu gelirini kaybeden kimselere tazminat ödenmesine hükmedebilir ancak Türk hukuku böyle durumlarda, dini ya da resmi nikâh olduğuna bakılmaksızın tazminat ödenmesine hükmedilmesini öngörür. (b) Başvuran Duruşma sırasında, başvuran, bu konuda açıkça şikayette bulunmadan, kendisi dini nikâh sonucu dünyaya gelmiş olduğundan, adının 15 Ekim 2002 tarihine dek medeni hal kaydına işlenmediğini ifade etmiştir. Kaydın bahsedilen tarihe kadar gerçekleşmemesi, Ö.K. ile resmi nikâh yapamamasının nedeniydi. Gelenek göreneklere göre evlenmiş bir kadın olarak, eşinin vefatı üzerine sunduğu sosyal sigorta hakkı talebini, ulusal mahkemelerin, resmi nikâhları olmaması nedeniyle reddettiğini belirtmiştir. Başvuran, başvurusunu, dini nikâhın tanınması veya çokeşliliğe yönelme eğilimi olarak değerlendirmemiştir. Medeni Kanun dini nikâhı, resmi nikâhtan sonra yapılması halinde tanımıştır. Başvuranın Medeni Kanun’un ilgili hükmünden haberi vardı ancak bunun etkililiğine ilişkin şüpheleri bulunuyordu. Başvurana göre, dini nikâh Türkiye’nin sosyal bir gerçeğiydi. Ayrıca kendi durumu, evlilik dışı doğan çocukların nüfus işlemlerinin yapılması amacıyla düzenli olarak çıkarılan af kanunlarına dayanarak düzenlenebilirdi. Duruşma sırasında başvuran, kendi tıbbi masraflarını, yasal hakkı olmadığı için eşinin sayesinde değil kendisi ödeyerek karşıladığını ifade etmiştir. 2. AİHM’nin değerlendirmesi 5 (a) İlgili genel kurallar AİHM’nin yerleşik içtihadına göre, ayrımcılık, tarafsız ve makul bir gerekçe olmaksızın nispeten benzer koşullardaki kişilere farklı davranmak anlamına gelir (bkz. D.H. ve Diğerleri - Çek Cumhuriyeti [BD], 57325/00). Farklı muamelenin, meşru bir amaç güdülmüyorsa veya kullanılan araçlar ile gerçekleştirilmek istenen amaç arasında makul bir ilgi yoksa, tarafsız ve makul bir gerekçesi yoktur (bkz. Larkos - Kıbrıs [BD], 29515/95). AİHS’nin hükümleri, ilke olarak, Yüksek Sözleşmeci Devletlerin, belirli bir sınıf veya gruptan oluşan bireylere, farklı muamelenin, sonuçlarının, bütün olarak, yasal sınıf veya grup için AİHS ve Protokolleri kapsamında haklı gösterilebilecek olması halinde, diğerlerinden farklı muamele edilmesini sağlayan yasama tedbirleri yoluyla genel politika tasarılarını çıkarmalarının önüne geçmez (bkz. mutatis mutandis, Ždanoka – Letonya [BD], 58278/00). Başka bir deyişle, 14. madde, farklı olgusal koşulların tarafsız olarak değerlendirmesine dayanan, kamu çıkarına dayalı olarak toplumun çıkarlarını koruyan ve AİHS’nin teminat altına aldığı hak ve özgürlüklere saygı gösterilmesi arasında adil denge sağlayan muamele farklılıklarının önüne geçmez (bkz. Ünal Tekeli - Türkiye, 29865). AİHS’nin teminat altına aldığı haklardan yararlanılmasında ayrımcılığa uğramama hakkı, devletlerin tarafsız ve makul bir gerekçeleri olmadan, durumları gözle görülür derecede farklı olan kimselere farklı muamelede bulunmadığında da ihlal edilmektedir (bkz. Thlimmenos). Yüksek Sözleşmeci Devletler, kanunda benzer durumlardaki farklılıkların farklı bir muameleyi haklı gösterip göstermeyeceği veya ne dereceye kadar haklı göstereceğinin belirlenmesinde belirli bir takdir payını kullanmaktadırlar (bkz. Marckx - Belçika; Abdulaziz, Cabales ve Balkandali - İngiltere ve Stubbings ve Diğerleri - İngiltere). Bu pay devletin, mali kaynaklarıyla yakından ilintili olan genel mali, ekonomik ve sosyal tedbirlerinin uygulanmasında daha geniştir (Burden - İngiltere [BD], 13378/05 ve Petrov - Bulgaristan, 15197/02). Öte yandan, nihayetinde, sözkonusu davanın koşulları ışığında, bu tür tedbirlerin devletin AİHS ve Protokolleri kapsamındaki yükümlülükleriyle uyumlu olup olmadığına karar vermek AİHM’ye düşer (bkz. James ve Diğerleri - İngiltere ve National & Provincial Building Society, Leeds Permanent Building Society and Yorkshire Building Society İngiltere). Bu çerçevede ispat külfetiyle ilgili olarak AİHM, başvuranın muamelede bir farka işaret etmesi halinde, bunu haklı göstermenin Hükümet’e düştüğü sonucuna varmıştır (bkz. D.H. ve Diğerleri; Timishev - Rusya, 55762/00 ve 55974/00 ve Chassagnou ve Diğerleri Fransa [BD], 25088/94, 28331/95 ve 28443/95). AİHS’nin 12. maddesiyle ilişkili olarak, AİHM, zaten evliliğin bu kuruma giren kimselere özel bir konum ve haklar verdiği görüşünün geniş ölçüde kabul gördüğü sonucuna varmıştır (bkz. Burden ve Shackell - İngiltere, 45851/99). Evliliğin korunması, ilk olarak, evli ve evli olmayan çiftler arasında farklı muameleyi haklı çıkarabilecek kadar önemli ve makul bir nedendir (bkz. Quintana Zapata - İspanya). Evlilik, bu kavramı, beraber yaşayan bir erkek ile kadının durumundan büyük ölçüde ayıran hak ve yükümlülükler bütünüdür (bkz. Nylund Finlandiya, 27110/95 ve Lindsay - İngiltere, 11089/84). Dolayısıyla, devletlerin, özellikle de vergilendirme, aylıklar ve sosyal sigorta hakları gibi mali politikalar ve sosyal politika konularına giren sorunlarda, evli ve evli olmayan çiftlere farklı muamelede bulunma konusunda belirli bir takdir payı bulunmaktadır (bkz. mutatis mutandis, Burden). 6 (b) Yukarıdaki ilkelerin mevcut davaya uygulanması (i) Bir evliliğin dini ya da resmi nikâhla sürdürülüyor olmasının 14. maddenin yasakladığı ayrımcılığın kaynağı olup olamayacağı Mevcut davada, başvuran, yasalar karşısında evli olmamasına karşılık, eşiyle yirmi altı yıl boyunca tekeşli ilişki yaşayıp, altı çocuk dünyaya getirmiştir. Hatay İş Mahkemesi’nin kararına göre, başvuranın, eşinden ötürü dul aylığı alma ve sosyal sigorta haklarından yararlanma talebi, resmi nikâhı olmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir. Kendisi de dini nikâh sonucu dünyaya gelen başvuranın doğduğunda kaydının yapılmaması bu sonucu değiştirmez. Başvuran kendi durumunun, resmi nikâhlı bir dulunkiyle aynı olduğu kanısındadır. Sözkonusu yardımlardan yararlanmak için gereken tüm hukuki koşulları, nikâhının resmi değil de dini olması dışında, yerine getirmiştir. Hükümet ulusal mahkemelerin başvuranı benzer durumdaki diğer kişilerle karşılaştırıldığında ayrımcı muameleye tabi tutmadığını iddia etmiş, özellikle, dini kurallara göre evlenmiş olan başvuranın durumunun, Medeni Kanun uyarınca evli bir kadınınkiyle benzer tutulamayacağını öngörmüştür. Ulusal mahkemelerin sözkonusu yardımların başvurana verilmesini reddetmesi hukuka dayanmaktadır, bunun iki gerekçesi bulunmaktadır: özellikle çokeşlilikle mücadele etme çabaları yoluyla kadının korunması ve laiklik ilkesi. Buna göre AİHM’nin, - dini ya da resmi olsun - bir evliliğin niteliğinin 14. maddenin yasakladığı ayrımcılığa sebep olup olamayacağını incelemesi gerekmektedir. Bu bakımdan AİHM, 14. maddenin, teminat altına alınan hak ve özgürlükler kapsamında, temeli ya da sebebi olarak bireyleri veya grupları birbirlerinden ayırt edilebilir kılan kişisel özellikleri (“statü”) baz alan ayrımcı muameleyi yasakladığına işaret eder (bkz. Kjeldsen, Busk Madsen ve Pedersen - Danimarka). Sözkonusu özellikler 14. maddede sıralanmıştır. Öte yandan, bu hükümde belirtilen liste, açıklayıcı olup, “herhangi başka bir durum bakımından” ifadesinden de anlaşılacağı gibi, ayrıntılı değildir (bkz. Engel ve Diğerleri Hollanda; James ve Diğerleri ve Luczak - Polonya, 77782/01). Ayrıca, 14. maddenin yasakladığı ayrımcılık “başka bir durum” nedeniyle de gerçekleşebilir. Bir evliliğin niteliği ister dini ister resmi olsun - 14. maddenin öngördüğü ayrımcılığa yol açabilecek sebepler listesinde belirtilmediği için, AİHM’nin, bunun, “başka bir durum” kapsamına girip girmeyeceğini incelemesi gerekir. AİHM, bu bakımdan, önceki davalarda, evlilik dışı doğan çocukların, muameledeki farkın yalnızca evlilik dışı doğan çocuğun gayrimeşru “statüsüne” dayanması nedeniyle, resmi nikâh sonucu doğan çocuklarla karşılaştırıldığında ayrımcılığa uğradıklarına karar vermiştir (diğerlerinin yanı sıra bkz. Marckx; Mazurek - Fransa, 34406/97 ve Inze - Avusturya). AİHM, çocuklarla ilgili haklardan yaralanılması talebinin, yalnızca çocuğun gayrimeşru olması sebebiyle reddedilmesinin ayrımcılık olduğuna karar verirken, benzer bir gerekçeye dayanmıştır (örneğin bkz. Şahin - Almanya [BD], 30943/96). Benzer biçimde, AİHM, iki ebeveyn arasında evlilik bağı olmamasının kişisel “statü”nün 14. maddenin yasakladığı ayrımcılığa sebep olabilecek taraflarından biri olduğu kanısına varır. 7 Bu değerlendirmeler, mutatis mutandis, başvuranın sözkonusu yardımlarla ilgili olarak maruz kaldığı muameledeki farklılığın yalnızca eşiyle yaptığı evliliğin resmi olmaması olduğu göz önünde bulundurulduğunda, mevcut dava için de geçerlidir. (ii) Muameledeki farklılık için tarafsız ve makul bir gerekçe bulunup bulunmadığı (α) Meşru amaç AİHM, artık, sözkonusu muameledeki farklılığın meşru bir amaç güdüp gütmediğini tespit etmelidir. Bu bağlamda, Türkiye’de laiklik ilkesinin önemini de göz önünde bulundurarak, Türkiye’nin, 1926 yılında, tüm dini nikâhlar için ön koşul olarak resmi nikâhı şart koşan Medeni Kanun’u kabul ederek, kadını erkekle karşılaştırıldığında bağımlı ve aşağı konuma getirip, açık biçimde dezavantajlı konuma koyan evlilik geleneğini sonlandırmayı amaçladığını kaydeder. Aynı sebeple, özellikle boşanma ve miras konularıyla ilintili olarak medeni halklardan yararlanmada cinsiyet eşitliği ilkesini getirmiş ve çokeşliliği yasaklamıştır. Medeni Kanun’da evlilik, örneğin evlilik için asgari yaş şartı konulması ve kadınlar için bir dizi hak ve yükümlülüklerin (özellikle boşanma veya kocanın vefatı durumunda) getirilmesiyle, özellikle kadınları koruma amaçlıdır. Yukarıdakiler ışığında, AİHM, sözkonusu muameledeki farklılığın öncelikle kamu düzeni ile başkalarının hak ve özgürlüklerini koruma yönündeki meşru amacı güttüğünü kabul eder. (β) Kullanılan araçlar ile gerçekleştirilmek istenen amaç arasındaki makul orantılılık ilişkisi Makul bir orantılılık ilişkisi olup olmadığı sorusuyla ilgili olarak, başvuranın resmi nikâhlı olmaması ve bu durumunu devam ettirmesinin, kendisi aleyhinde hukuki sonuçlar doğurduğu kaydedilmelidir. Bu yüzden, eşinin vefatı nedeniyle dul aylığı ile sosyal sigorta hakkı kazanmasını sağlayacak varis statüsüne sahip olamamıştır. Başvuran, duruşmada, eşi sağken kendi tedavi masraflarını kendisinin ödediğine, eşinin ise emeklilik için Bağkur’a sigorta primlerini yatırdığına işaret etmiştir. Öte yandan AİHM, başvuranın durumunun farkında olduğunu, eşinin vefatı halinde yardımlara hak kazanabilmesi için ilişkisini Medeni Kanun’a uygun hale getirmesi gerektiğini bildiğini kaydeder. Medeni Kanun’a göre resmi nikâhın geçerli olması ve üçüncü taraflar ile devlet arasında etkisinin olabilmesi için bağlayıcı hukuki evrakların düzenlenmesi gerekmektedir. Dolayısıyla resmi nikâh töreninin kapanışında, evli çifte aile cüzdanı verilir. Medeni Kanun aile cüzdanı olmadan dini nikâhın kıyılamayacağını açıkça ifade eder. Resmi nikâhın bu üstünlüğünün kabul görmesi için, Savunmacı Devlet, resmi nikâh kıydırmadan dini nikâh kıydıran kimselere cezai yaptırım uygular. Yasama organı tarafından tanınmış olan bir makam olan Diyanet İşleri Bakanlığı, açıkça, imamlardan, evlenmeye niyetli çiftin nikâh memuru önünde resmi nikâh kıydırdığını teyit etmesini ister. Bu dava, bu nedenle, AİHM’nin, İspanyol makamların - Roma toplumunun bir üyesi olarak Roma geleneklerine uygun biçimde evlenen - başvuranı partnerinin “karısı” olarak tanıdığını gözlemlediği Muñoz Díaz - İspanya (49151/07) davasından açıkça ayırt edilir. Sözkonusu kadın ile ailesine aile cüzdanı verilmiş ve geniş aile statüsü tanınmıştır; annenin, eş olarak, altı çocuğuyla beraber sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkı bulunuyordu. Bu nedenle AİHM, başvuranın, makamların, statüsünü resmi olarak tanımasıyla onayladığı evliliğinin geçerliliğine ilişkin hüsnüniyetinin, başvurana dul aylığını almaya hak kazanma 8 yönünde haklı bir beklenti verdiği görüşündedir. Son olarak, başvuran Roma gelenek ve göreneklerine göre evlendiği zaman, İspanya’da, din değiştirmenin ya da başka bir inanışa geçmenin önceden haber verildiği durumlar dışında, Katolik Kilisesi’nin usulüne göre evlenmek dışında bir olasılık mümkün değildi. Muñoz Díaz davasındaki durumun aksine, bu davadaki başvuran, eşinin haklarından ötürü dul aylığı ile sosyal sigorta yardımları alma yönünde haklı bir beklentisi olduğunu savunamaz. Ayrıca resmi nikâhı düzenleyen bağımsız ve resmi koşulları öngören kurallar açık ve ulaşılabilirdir, resmi nikâh kıyma düzenlemeleri kolay anlaşılırdır, ilgili kimselere haddinden fazla yük yüklemez. Aksi takdirde başvuran geçinemezdi. Bundan ötesi, başvuranın resmi nikâh kıyacak kadar uzun zamanı - yirmi altı yıl - vardı. Bu nedenle, başvuranın, durumunu uyumlu hale getirmek için sarf ettiği iddia edilen çabalarının idari prosedürlerin hantal ve yavaş işleyişi yüzünden engellendiği savı haklı değildir. Medeni hal kaydının, evlilik dışı doğan çocuklarlarla ilgili olarak çıkarılan af kanunları temel alınarak kendi arzusuyla durumunu düzenleyip düzenlemeyeceği konusunda, AİHM, devletin resmi nikâhı AİHS’nin 12. maddesiyle uyumlu olarak düzenleyebilir olduğunu ancak bunun yargı yetkisi içinde bulunan kimselerden resmi nikâh kıymalarını isteyeceği anlamına gelmediğini kaydeder. AİHM ayrıca, Hükümet gibi, sözkonusu af yasasının dini nikâh düzenleme amacı gütmediğini, hukuken tanınmayan ilişkilerden veya evlilik dışı doğan çocukların durumunu iyileştirme amaçlı olduğunu kaydeder. Bu hususlar ışığında, AİHM, bahse konu muamele farklılığı ile güdülen meşru amaç arasında makul bir orantılılık ilişkisi bulunduğu sonucuna varır. Bu nedenle sözkonusu muamele farkı için tarafsız ve makul bir gerekçe bulunmaktadır. Buna göre AİHS’ye Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesiyle beraber alındığında 14. madde ihlal edilmemiştir. IV. AİHS’NİN 8. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI AİHS’ye Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesiyle beraber alındığında AİHS’nin 14. maddesi kapsamındaki aynı şikayete dayanarak, başvuran ayrıca AİHS’nin 8. maddesi çerçevesinde, aile hayatına saygı gösterilmesi hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir. A. Daire kararı Daire mevcut davanın 8. madde kapsamında “aile hayatı”na ilişkin olduğunu kaydetmiştir. Şikayet konusu muamele farklılığı meşru bir amaç gütmek, tarafsız olmak ve geleneksel ailenin korunmasının evlilik bağına bağlı olması gibi makul sebeplere dayandığı için bu hükmün ihlal edilmediğine karar vermiştir. B. Tarafların savları Hükümet, Daire’nin vardığı kararı kabul etmiştir, 8. maddenin Yüksek Sözleşmeci Devletlere resmi nikâh kıymadan beraber yaşayan çiftler için özel bir usul benimseme yükümlülüğü getirmediği görüşündedir. Başvuran iddialarını yinelemiştir. C. AİHM’nin değerlendirmesi 9 1. Mevcut davada “aile hayatı” olup olmadığı 8. madde, aile hayatına saygı gösterilmesi hakkının teminatını vererek, ailenin varlığını gerektirir. ‘Aile hayatının’ var olup olmadığı aslında, yakın kişisel bağların uygulamada da gerçekten var olmasına bağlı olan bir muammadır (bkz. K. ve T. - Finlandiya [BD], 25702/94). 8. madde “meşru” ailenin olduğu gibi, “gayrimeşru” ailenin “aile hayatı” için de geçerlidir (bkz. Marckx ve Johnston ve Diğerleri - İrlanda). “Aile” kavramı, yalnızca evliliğe dayalı ilişkilerle sınırlı olmayıp, tarafların evlilik dışı biçimde beraber yaşadığı diğer de facto “aile” bağlarını da kapsayabilir (bkz. Keegan - İrlanda ve Al-Nashif - Bulgaristan, 50963/99). Böyle bir ilişkiden doğmuş bir çocuk, doğduğu andan itibaren o “aile”nin hukuken (ipso jure) parçasıdır. Yani çocukla ebeveynleri arasında aile hayatına eşdeğer bir bağ bulunmaktadır (bkz. Elsholz - Almanya [BD], 25735/94). Ayrıca, yakın akrabalar arasındaki mirasçılık ve mülkiyet hakkının karşılıksız devri konularının da aile hayatıyla çok yakından bağlantılı olduğu anlaşılmaktadır. Aile hayatı, örneğin çocukların eğitimi çerçevesinde, yalnızca sosyal, ahlaki ya da kültürel ilişkileri kapsamaz; diğerlerinin yanı sıra, nafaka yükümlülüğü ile Yüksek Sözleşmeci Devletlerin çoğunluğunun iç hukuk sistemlerinde yer tutan tereke üzerinde saklı pay tesis edilmesi gibi yükümlülüklerin gösterdiği üzere maddi türden menfaatleri de kapsar. Miras hakları genelde miras bırakanın vefatına kadar, yani aile hayatı değişikliğe uğrayana veya sona erene dek kullanılmazken, bu durum, vefattan önce bu tür haklara sonuç bağlanamayacağı anlamına gelmez: terekenin taksimi, ileride gerçekleşecek bir mirasçılık durumu için bir vasiyetname düzenlenmesi veya bağış yoluyla yapılabilmektedir. Hatta uygulamada sıklıkla bu yollara başvurulur; bu nedenle, aile hayatının hiçe sayılamayacak bir özelliğini temsil eder (bkz. Marckx ve Merger ve Cros - Fransa, 68864/01). Ek olarak, bir ilişkinin “aile hayatı” olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceğine karar verirken, çiftin beraber yaşaması, ilişkilerinin süresi ve çocukları olup olmadığı gibi birkaç etken önemlidir (bkz. X, Y ve Z – İngiltere ve Kroon ve Diğerleri - Hollanda). Daire’nin mevcut davaya ilişkin kararında AİHS’nin 8. maddesinin uygulanabilir olduğu kararına Büyük Daire tamamen katılmaktadır. 2. Başvuranın “aile hayatına” saygı gösterilmesi hakkı Bu nedenle AİHM, mevcut davanın özel koşullarında, Devlet’in resmi nikâha dini nikâhtan farklı, özel bir statü verme seçiminin AİHS’nin 8. Maddesi çerçevesinde başvuranın “aile hayatına” müdahale edilmesiyle sonuçlanıp sonuçlanmadığını tespit etmelidir. Bunu, AİHS’ye Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesiyle beraber alındığında AİHS’nin 14. maddesiyle ilişkili olarak benimsediği gerekçe ışığında tespit edecektir. Bu bakımdan, 8. maddenin asıl amacının bireyi kamu makamlarının gelişigüzel müdahalelerine karşı korumak olduğu yinelenmelidir. Ek olarak, aile hayatına etkili “saygı gösterilmesi”ne özgü pozitif yükümlülükler olabilir. Her iki bağlamda da, bireyin ve bütün olarak toplumun rekabet halindeki çıkarlarıyla arasındaki adil denge dikkate alınmalıdır, ayrıca her iki bağlamda da Devletin belirli bir takdir yetkisi olduğu kabul edilir (bkz. Hokkanen - Finlandiya). Ayrıca, Devlet’in planladığı ve demokratik bir toplumda görüşlerin makul biçimde büyük ölçüde farklılaşabildiği ekonomik, mali ve sosyal politikalar 10 çerçevesinde, bu takdir yetkisi ister istemez daha geniştir (bkz. mutatis mutandis, James ve Diğerleri). Bu durum bu dava için de geçerlidir. Başvuran ise, partneriyle beraber dini nikâh kıyıp aile kurmayı seçmiştir. Başvuran ve Ö.K. aile olarak huzur içinde, aile hayatlarına ulusal makamların herhangi bir müdahalesi olmadan yaşamışlardır. Bu nedenle, dini nikâhı tercih edip resmi nikâh kıymamaları karşısında, başvuranın 8. madde amaçları doğrultusunda etkili bir aile hayatı yaşamasına engel teşkil edecek herhangi - idari ya da cezai - bir cezaya maruz kalmamışlardır. Bu nedenle AİHM, Devlet’in aile hayatına müdahale ettiği yönünde bir bulguya rastlamamıştır. Buna göre, AİHM, 8. maddenin Devlet’e dini nikâhı tanıma yükümlülüğü getirdiği biçiminde yorumlanamayacağı görüşündedir. Bu bakımdan, Daire’nin yaptığı gibi, 8. maddenin Devlet’ten evli olmayan çiftler için özel düzenlemeler getirmesini istemediğini işaret etmek önemlidir. Bu nedenle başvuranın varis statüsünde olmaması, Medeni Kanun’un mirasla ilgili hükümleriyle ve ulusal sosyal sigorta mevzuatıyla uyumlu olarak, 8.madde kapsamındaki haklarının ihlal edildiği anlamına gelmemektedir. Sonuç olarak, AİHS’nin 8. maddesi ihlal edilmemiştir. AİHM BU GEREKÇELERE DAYANARAK, OYBİRLİĞİYLE 1. Hükümet’in ön itirazının reddedilmesine; 2. AİHS’ye Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesiyle beraber alındığında AİHS’nin 14. maddesinin ihlal edilmediğine; 3. AİHS’nin 8. maddesinin ihlal edilmediğine KARAR VERMİŞTİR. İşbu karar İngilizce ve Fransızca olarak, İnsan Hakları Binası’nda yapılan açık duruşmada 2 Kasım 2010 tarihinde hazırlanmıştır. Vincent Berger Hukuk Danışmanı Jean-Paul Costa Başkan AİHS’nin 45. maddesinin 2. fıkrası ile Mahkeme İç Tüzüğü’nün 74. maddesinin 2. fıkrasına göre Yargıç Rozakis ile Kovler’in ayrık görüşleri bu karara eklidir. J.-P.C. V.B. 11