Tarih Okulu Dergisi (TOD) Haziran 2015 Yıl 8, Sayı XXII, ss. 621-639. Journal of History School (JOHS) June 2015 Year 8, Issue XXII, pp. 621-639. DOI No: http://dx.doi.org/10.14225/Joh739 Philip H. Stoddard, Teşkilat-ı Mahsusa, İstanbul: Arma Yayınları, 2003, Çev.; Tansel Demirel, 231 sf. Tibet İNAL Philip Stoddard1, Osmanlı Devletinin I. Dünya Savaşının hemen öncesinde ve savaşın yaşandığı yıllarda (1911-1918) yürüttüğü dış istihbarat faaliyetlerini ele 1 Okutman, Ardahan Üniversitesi ABD’li istihbaratçı, CIA Görevlisi, ayrıca INR/RNA Görevlisi, (INR/RNA; Office of Research and Analysis for Near East and South Asia, Bureau of Intelligence and Research, Department of State: Yakın Doğu ve Güney Asya Araştırma ve Analiz Ofisi, ABD Dışişleri Bakanlığı İstihbarat ve Araştırma Bürosu), Analiz Uzmanı. Philip Stoddard’ın kimliği ve bu kişinin Teşkilat-ı Mahsusa isimli çalışmasını hazırlama süreci ile ilgili olarak M. Ali Eren tarafından 11.11.1995 tarihinde Aksiyon dergisinde yayımlanan “Cumhuriyeti Teşkilat-ı Mahsusa Kurdu” başlıklı yazıda şu bilgiler yer almaktadır: “50’li yıllar… Türkiye’nin genel görüntüsü Tek Parti dönemine göre daha bir güllük gülistanlık. Demokrat Partinin ülkeye getirdiği demokrasi ve özgürlük havası, devlet ile halk arasındaki gerilimi oldukça azaltmış. CHP döneminin Dışişleri Bakanı Hasan Saka’nın öncülüğünde başlayan Türk-Amerikan ilişkileri “Marshall Yardımı” ile biraz daha rayına oturmuş gözüküyor. Gelişen ilişkilerin aslında Amerika’nın işine yaradığı da su götürmez bir gerçek. Yüklü bir Osmanlı mirasına sahip Türkiye’de, Amerika’nın yararlanabileceği çok şey var. Türkiye’nin yeniden yapılandığı bu yıllarda esrarengiz bir Amerikalı, Ford Foundation’ın da desteğiyle Washington-Ankaraİstanbul ve Washington-Mısır arasında mekik dokuyor, Türkiye ve Mısır’da eski bir gizli örgütün üyeleri ile sık sık görüşmeler yapıyordu. Yerli araştırmacılara kapalı tutulan bazı gizli kapılar Türk-Amerikan ilişkilerinin yüzü suyu hürmetine bu kişiye ardına kadar açılıyordu. Philip H. Stoddard adlı bu esrarengiz Amerikalı bunca zahmete Osmanlının istihbarat örgütü niteliğindeki Teşkilat-ı Mahsusa hakkında ayrıntılı bilgi edinebilmek amacıyla katlanıyordu. Trablusgarb Savaşı sonunda kurulan Teşkilat-ı Mahsusa’nın birçok görevlisi hayattaydı o yıllarda. Bunlardan en önemlisi hiç kuşkusuz Eşref Kuşçubaşı idi. Aziz el Mısri, Zübeyde Şaplı, Ahmet Salih Harb, Hilmi Musallimi, Satvet Lütfi Tozan ve Hamza Osman Erkan gibi her biri adeta “yaşayan tarih” niteliğindeki Teşkilat-ı Mahsusa üyeleriyle Türkiye ve Mısır’da defalarca biraraya gelen “esrarengiz Amerikalı” Stoddard, hayatının hazinesini bulmuştu. Elde ettiği önemli bilgileri, 11 Mayıs 1963’te Princeton Üniversitesinde doktora tezi olarak sundu. Çalışmada 1911-1918 yılları arasında Osmanlı hükümetleri ile Arapların münasebetleri inceleniyor, Teşkilat-ı Mahsusanın Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki faaliyetleri araştırılıyordu. Stoddard’ın bu kapsamlı çalışması sonunda örgüt ve faaliyetleri hakkındaki bütün bilgiler Amerika’nın eline geçmiş oldu. Teşkilat-ı Mahsusa gibi bir gizli örgüt, geniş ufuklu ve büyük devlet felsefesi ile düşünen Osmanlı devlet adamları için ne kadar önem taşıyorsa tıpkı Osmanlı Tibet İnal aldığı çalışmasında Teşkilat-ı Mahsusa ve bu kuruluşun önemli isimleri ve faaliyetleri hakkında bilgi vermektedir. Stoddard, çalışmasının genel sınırlarını savaş öncesinde ve savaş yıllarında Teşkilat-ı Mahsusa’nın Arap Orta Doğusunda (Kuzey Afrika da dahil) gerçekleştirdiği istihbarat faaliyetlerinin kapsamı ile sınırlandırmış ancak Orta Asya ve Hindistan’ı ilgilendiren konular da aynı zaman dilimi için söz konusu çalışmada zaman zaman değerlendirilme kapsamına alınmıştır. Giriş kısmı ve dört bölümden oluşan çalışmanın giriş kısmında Stoddard, Teşkilat-ı Mahsusa isminin ABD’de CIA öncesi stratejik hizmet ve istihbarat teşkilatı olarak görev yapan OSS/OWI isimli örgütün ismiyle benzer çağrışımlar yaptığını belirtmiş, bu doğrultuda ve buna ilave olarak yazar, Teşkilat-ı Mahsusa isminin o dönemde batılı ülkelerde faaliyet gösteren ve bulundukları ülkelerde OSS/OWI’ye denk konumlarda olan örgütlerle de benzer çağrışımlar içerdiği değerlendirmesinde bulunmuştur. Yine bu kısımda örgütün kuruluş amacı, Enver Paşa ile doğrudan ilişkisi, Teşkilat-ı Mahsusa’nın Batı ve Arap kaynaklarında nasıl değerlendirildiği, örgütün İTC ile olan ilişkisi, Batı emperyalizmi ve Arap ayrılıkçılığı karşısında konumunun ne olduğu gibi hususlar yazar tarafından açıklanmıştır. Yazar, birinci ve ikinci bölümlerde Almanların ve İttihatçıların elinde askeri-politik nitelikler kazanan bir ideoloji olan İslam birliği adına İttihatçı yönetimin Teşkilat-ı Mahsusa aracılığıyla yürüttüğü faaliyetler üzerinde duracağını belirtmiş ve özellikle birinci bölümde Osmanlı devleti üzerinde askeri alanda etkisi giderek artan Almanya’nın faaliyetleri üzerinde durmuştur. İkinci bölümde Stoddard, mütareke sonrası Meclis-i Mebusanı tarafından 19131918 yılları arası İttihatçı yönetimin faaliyetlerini araştırma amacıyla ilgili olarak kurulan bir soruşturma komisyonunun söz konusu dönem için Teşkilat-ı Mahsusa’nın faaliyetlerini de incelemeye karar verdiğini, bu maksatla 1913gibi büyük oynayan Amerika için de o denli önem taşıyordu. En azından, dünya hakimiyetinin pekiştirilmesi bakımından bir gizli örgütün dünya ölçeğinde nasıl çalışması gerektiğine dair önemli dersler veriyordu Teşkilat-ı Mahsusa. Stoddard’ın Teşkilat-ı Mahsusa hakkında elde ettiği bilgiler CIA’nın ufkunu bir hayli genişletmiş ve işine oldukça yaramış olmalı. İşin ilginç yanı, Teşkilat-ı Mahsusanın birikiminden Türkiye’nin bir türlü yararlanamaması. Çünkü Misak-ı Milli sınırları içerisine sıkışıp kalmış “dar ufuklu” bir Türkiye, o beğenmediği Osmanlı kadar bile büyük düşünemiyor. Stoddard’ın Teşkilat-ı Mahsusa hakkındaki çalışmaları 1963’te tamamlandı. Ama Türk kamuoyuna Teşkilat-ı Mahsusa’yı tanımak Amerika’dan tam 30 yıl sonra 1993’te nasip oldu.” M. Ali EREN, “Cumhuriyeti Teşkilat-ı Mahsusa Kurdu”, Aksiyon, 11.11.1995. [622] Philip H. Stoddard / Teşkilat-ı Mahsusa 1917 yılları arasında sadrazamlık yapmış olan Sait Halim Paşa’nın, eski Dahiliye Nazırı İsmail Canbulat’ın, Maarif Vekili Ahmet Şükrü Bey’in ve Adliye Nazırı İbrahim Bey’in görüşlerine başvurduğunu açıklamıştır. Yazar, yine bu bölümde Teşkilat-ı Mahsusa’nın amaçları ve örgütlenmesi üzerinde durmuş, örgütün cihat politikası kapsamında hedef olarak seçtiği bölgelerden bahsetmiştir. Stoddard’ın örnek olay incelemelerine ayırdığı üçüncü bölümün birinci kesiminde üzerinde durduğu başlıca konularsa şunlardır: Önce Fedai Zabitan’ın ardından Teşkilat-ı Mahsusa’nın 1911-1918 yılları arası Trablus ve Bingazi’de İtalya ile yaptıkları mücadele, bu mücadele içinde teşkilatın ünlü ismi Kuşçubaşı Eşref’in ve örgütün ileri gelen bazı isimlerinin aldığı sorumluluklar, bölgedeki kabilelerin Türk-İtalyan savaşına yönelik tutumları, Kuzey Afrika’da yapılan mücadelenin genel anlamda başarısızlıkla sonuçlanmasına rağmen düşmanın bazı sahalarda zayıf noktalarının tespit edilmesine yardımcı olması. Aynı bölümün ikinci kesimi Mısır harekatında Teşkilat-ı Mahsusa ve Kuşçubaşı Eşref’in rolünün ne olduğu üzerine odaklanmıştır. Üçüncü bölümün üçüncü ve son kesiminde ise Stoddard, Süleyman Askeri’nin ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın Irak’taki faaliyetleri üzerine yoğunlaşmıştır. “Arap Vilayetlerinde Osmanlı Politikaları” başlıklı dördüncü bölümün giriş kısmında yazar, İttihatçı yönetimin ve onun Suriye’deki kumandanı Cemal Paşa’nın belirli Arap vilayetlerindeki sorunlardan bazılarını nasıl çözmeye çalıştıklarına dair kısa bir inceleme girişimi yapacağını belirtmiş, söz konusu sorunlara yönelik olarak Osmanlı devlet memurları ve Teşkilat-ı Mahsusa ajanlarının bakış açılarının ne olduğunu yansıtmaya çalışacağını da eklemiştir. Yazar tarafından genel çerçevesi bu şekilde çizilen dördüncü ve son bölümde; savaş başladıktan sonra Osmanlı’nın söz konusu coğrafyada neden zorluklarla karşılaşmaya başladığı, bölgedeki Osmanlı askeri gücünün yeterlilik düzeyi, Osmanlı komutanlarının aşiretlere yönelik politikaları, Cemal Paşa’nın bu konularla bağlantılı olarak karşılaştığı sorunlar ve kendisine verilen yetkilerin kapsamı, İTC’nin Arap vilayetlerine yönelik politikaları, Kuşçubaşı Eşref’in Arap ayrılıkçılığı konusunda İTC’nin savaş öncesi politikaları hakkındaki düşünceleri, Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in isyanı, Teşkilat-ı Mahsusa’nın Lübnan ve Suriye vilayetlerinde aldığı iç güvenlik tedbirleri üzerinde durulmuştur. Stoddard tarafından kitabın sonuna eklenen Eşref Kuşçubaşı ile ilgili biyografik bilgilerin yer aldığı Ek-I kısmı ile Fedai Zabitan örgütünün ve [623] Tibet İnal Teşkilat-ı Mahsusa’nın önemli görülen isimlerinin listelerinin sunulduğu Ek-II kısmı, okuyucular ve Teşkilat-ı Mahsusa ile ilgili çalışma yapmak isteyecek kişiler için bu örgütün önemli isimlerinin kim oldukları ve ne tür görevler yaptıkları konusunda son derece yararlı bilgiler içermektedir. Stoddard tarafından teşkilatın idari hiyerarşisi ile ilgili olarak yapılan değerlendirmede; Teşkilat-ı Mahsusanın bir idari hiyerarşisinin, bir genel merkezinin, gizli bir bütçesinin, yöneticilerinin, yardımcı yöneticilerinin, bölge sorumlularının olduğu daha kısa bir ifadeyle açık ve gizli bir idari aygıtının, gizli hücrelerinin ve bir yetiştirme, eğitim ve finansman sisteminin bulunduğu belirtilmiştir. Teşkilat, birçok yönden Osmanlı bürokrasisinin eski unsurlarına göre daha titiz bir biçimde örgütlenmiş bir kurumsal yapıydı. Paradoksal olarak hem Enver Paşa’ya bağlı kişisel bir istihbarat sistemi hem de embriyon halinde Batı tarzı bir “force speciale” gibi görünmesine rağmen aslında ikisi de değildi. Teşkilat-ı Mahsusa, Osmanlı devlet sistemini “kendi gördükleri haliyle” ayakta tutmaya çalışan yürekli vatanseverlerin genellikle koordinasyondan yoksun gevşek bir konfederasyonuydu. Aslında Osmanlı devlet sistemi, Teşkilat-ı Mahsusa kurulmadan çok önce varlığına yönelik iç ve dış tehditler nedeniyle hızla çöken, yok olan bir anakronizmdi. Pek çok olayda Teşkilat-ı Mahsusa ajanları bu örgütün Osmanlı Devletini koruma rolünden çok kendi maceraları ve planlarıyla ilgilenmişlerdi. Amaçları boş yere tartışmak yerine araçların daha heyecan verici ve tatmin edici olduğunu görmüşlerdi. (s. 8). Savaş yıllarında Orta Asya, Türkistan coğrafyasına ulaşma, bu doğrultuda özellikle Rusya’ya karşı bir ön alıcı vuruş yapma, darbe indirme amacıyla teşkilat tarafından Kafkasya’ya gönderilen bazı kişilerin son derece yetersiz niteliklere sahip olması Stoddard’ın verdiği bilgileri teyit eder niteliktedir. Bu kişiler büyük çaplı bir ayaklanma için çalışma yaptıkları bölgelerde yerel gruplara gerekli güveni verememişler, ayrıca planlanan operasyonlar için para temini konusunda da büyük sorunlar yaşamışlardır. Bölgede görev yapan Teşkilat-ı Mahsusa ajanlarının Rusya’dan firar edenlerin ve Rus esir kamplarından kaçanların Türkiye’ye ulaştırılmalarında, firarilere yardımcı olma rolünü üstlendikleri ve bunu başarılı bir şekilde yerine getirdikleri söylenebilir. Avrupalıların sömürgeci yayılmalarının en yüksek düzeyine vardığı I. Dünya Savaşı öncesi dönemde kimi müslüman aydınlar milyonlarca müslümanın ezilmesine karşı ideolojik bir protestoda bulunarak sömürge yönetimleri altında yaşayan dindaşlarıyla bir dinsel birlik bilinci yaratmaya [624] Philip H. Stoddard / Teşkilat-ı Mahsusa çalıştılar. Bu düşünürler, özellikle Cemaleddin Afgani2, İslam birliğini Avrupalıların politik ve ekonomik hakimiyetine karşı bir silah olarak kullanmak istediler. (s. 15). Teşkilat-ı Mahsusanın yorumunda İslam birliği terimi şu amaçlara yönelik bir politikayı tanımlamak için kullanılmıştır: Osmanlı İmparatorluğunun düşmanlarına, müslüman ahali bulunan sömürgelerinde ayaklanmalar ve karışıklıklar çıkararak zarar vermek (bu ajitasyon İtilaf devletlerini sömürgelerinde fazladan askeri kuvvet tutmak zorunda bırakacaktı); İtilaf devletlerini Osmanlı askerlerine karşı müslüman askerlerini kullanmak 2 * Yirminci yüzyıl Arap milliyetçiliğinin entelektüel tohumlarını, bazı on dokuzuncu yüzyıl düşünür ve eylemcilerinin fikir ve çabalarında aramak yanlış olmaz. Onlar Osmanlı İmparatorluğunun müslüman ve ya hristiyan, Arapça konuşan vatandaşlarının çağdaş koşulları ve gelecek beklentileri üzerinde durdular. Onların gözleri eğitimde, imparatorluğun Balkan topraklarında büyüyen milliyetçilik hareketlerine yer verilmesiyle açıldı; bu ilk Arap yazarlar ve siyasi ajitörler, Arapları Türk yöneticilerden ayıran etnik ve dilsel farklılık üzerinde durma eğilimi gösterdiler. Bu etnik farklılık duygusu hristiyanlarda müslümanlarda olduğundan çok daha fazlaydı; müslümanlar İstanbul’a dini inanç bağı ile bağlıydı ve bu yüzden hristiyan Avrupa’nın yaklaşan kültürel ve siyasal hegemonyasından en az Türkler kadar, belki de daha fazla endişeleniyorlardı. Bu düşünür ve eylemcilerin öncüleri, yirminci yüzyıl Arap milliyetçileri tarafından düşüncelerine büyük değer verilen, Cemalleddin el-Afgani (1839-1897) ve onun öğrencisi Muhammed Abdu (1849-1905) idi. Kabul etmek gerekir ki, Afgani ve Abdu’nun her ikisi de esasen hristiyan Batı’nın kültürel tehdidini fark edip ondan korkan ve bu tehditle baş etmek için İslami reform, yeniden diriliş ve birliği savunan İslam reformcuları olduğu için, doğrudan Arapçılık hakkında konuşmamışlardı Onların amacı durgun müslüman toplumunu ıslah etmek, onu modern toplumun fikir ve kurumlarına intibak etmesi için eğitmekti. Batı’ya tartışma kabul etmez çağdaş üstünlüğünü sağlayan araçların -felsefe, akıl ve bilim- yalnızca İslam ile uyumlu olmakla kalmayıp, aynı zamanda İslam inancının özünde de yer aldığını iddia ediyorlardı. Gerçekte, Afgani aslen İran kökenliydi ve Abdu’nun yazılarında İslam birliğinden öte bir milliyetçilik çıkarılacak olsa, bu Arap milliyetçiliğinden çok Mısır milliyetçiliği olurdu. (Bu çalışmada, Afgani ve Abdu’nun Arap milliyetçiliği konusundaki görüşleri ile ilgili verilen bilgiler için yararlanılan kaynak: Adid Davişa, Arap Milliyetçiliği Zaferden Umutsuzluğa, Literatür Yayınları, İstanbul, 2004. İkinci Bölüm (İlk Kıpırdanışlar: On Dokuzuncu Yüzyıl ve Yirminci Başları ss. 17-19). 19. ve 20. yüzyıl Arap milliyetçiliği konusunda söz konusu eserde görüşleri değerlendirilen diğer düşünürlerin (Raşid Rida, Abdurrahman el-Kavakibi, Necib Azuri, İbrahim el-Yazıcı, Sati el-Husri) Afgani ve Abdu’dan farklılaşan düşünceleri için bkz. aynı yer (Bölüm II İlk Kıpırdanışlar: On Dokuzuncu Yüzyıl ve Yirminci Yüzyıl Başları). Jonathan Schneer de ilk Arap milliyetçileri ile ilgili olarak şu bilgileri vermiştir: “İlk milliyetçiler arasında en önemlileri: El-Afgani olarak bilinen erken dönem Panislamist Cemal üd-Din el-Asabadi (1839-97); Müslüman birliği taraftarı olduğu kadar Batı’nın siyasal uygulamalarının taklit edilmesi yanlısı Abdullah el-Nedim (1843-96); Müslümanlığın ve tiranlığın birbiriyle bağdaşmadığı görüşünde olan Abdurrahman el-Kavakabi (1849-1902) ve Müslümanlığın Arap önderliğinde canlanması gerektiğine inanan Muhammed Abduh. Yararlanılan Kaynak: Jonathan Schneer, Balfour Deklarasyonu, Arap-İsrail Çatışmasının Kökenleri, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul, 2012. 2. Bölüm (Osmanlıcılık, Arapçılık ve Şerif Hüseyin), 1 numaralı dipnota Schneer tarafından eklenen açıklama. [625] Tibet İnal konusunda tereddüde düşürmek; Osmanlı ve Alman başkomutanlığının emri altında savaşacak gönüllü kuvvetleri ve ajanları yetiştirmek; genel olarak, İtilaf devletlerinin kontrolündeki müslüman bölgelerinde bir kargaşa ortamı yaratmak (s. 18). Bu politikaya uygun olarak Almanya ve Osmanlı devleti savaş sırasında İtilaf Devletleri saflarında çarpışan ve esir düşen müslüman savaş esirlerine yönelik olarak farklı planlamalar içerisinde olmuşlardır. Almanya’da kurulan Halbmondlager ve Weinberglager esir kampları ile Avusturya’da kurulan Eger esir kampı, bu yapılan planlamaların bir sonucu olarak söz konusu müslüman savaş esirleri için oluşturulmuştur. Bu kamplara getirilen esirler için, kamplarda kaldıkları süre boyunca onlara yönelik izlenen politikanın savaş sonrası dönemde gidecekleri ülkelerde Alman ve Osmanlı yandaşı, sempatizanı olarak hareket etmeye başlamalarını amaçladığı da söylenebilir. Teşkilat-ı Mahsusa’nın bu kamplara gönderdiği Panislamist propagandacılar, açıklanan politika doğrultusunda İtilaf devletleri için çarpışmış olan müslüman savaş esirlerine yönelik olarak propaganda faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Cihat çağrısının bir parçasını oluşturan İslam birliği yönündeki propaganda kampanyası, Almanya’nın askeri hareket kabiliyetini genişletmeyi hedefliyordu. Almanya, müslümanları davası etrafında birleştirerek İtilaf Devletlerinin sömürgelerinde isyanlar çıkarmayı umuyordu. Böylesi karışıklıklar, kısa vadede İtilaf Devletlerinin Avrupa savaş alanlarındaki askeri gücünü azaltabilir, uzun vadede ise İngiltere’nin büyük denizaşırı imparatorluğunu zayıflatmaya yarayabilirdi. Aynı zamanda bu propaganda kampanyası, Alman ürünlerine yeni pazarlar açabilir, Almanya’nın Afrika’daki sömürgelerini korumasını, belki de yenilerini elde etmesini sağlayabilirdi. Almanya’nın Nil Vadisinin kontrolünü ele geçirme girişimi hem askeri hem de politik önem taşıyordu. Bu girişim başarıya ulaşırsa İngiltere’nin sömürge imparatorluğuna darbe vurmakla kalmayacak aynı zamanda Kuzey Afrika’da Alman hakimiyeti kurulmasına da imkan sağlayacaktı. Bu da, Almanya’nın Atlas Okyanusundan Mısır ve Yakın Doğu yoluyla Orta Asya ve Hindistan’a uzanan bir İslam İmparatorluğuna sahip olması yönünde ilk adım olacaktı. Almanlara göre söz konusu olan tarihsel yazgılarına uygun büyük bir imparatorluk düşüydü (s. 21). Almanlar bu amaç doğrultusunda savaş yıllarında, Sudan’dan Afganistan’a kadar Orta Doğu coğrafyasının içinde bulunan geniş bir sahaya Kutsal Cihat Politikasını hayata geçirmeleri için istihbarat elemanlarını göndereceklerdir. Oskar Von Niedermayer, Curt Prüfer, Leo Frobenius gibi isimler ve bunlara bazen eşlik eden gruplar örnek olarak [626] Philip H. Stoddard / Teşkilat-ı Mahsusa gösterilebilirler. Almanya’nın savaş yıllarında Orta Doğu’daki istihbarat faaliyetlerinin de içinde olduğu “Kutsal Cihat Politikasının” teorisyeni ise ünlü Doğu Bilimci Baron Max Von Oppenheim’dı. Yaşamının önemli bir kısmını Orta Doğu’da geçiren Oppenheim’ın savaşın başında Alman makamlarına sunduğu Büyük Memorandumu, İslam dünyasının Almanya’nın düşmanlarına karşı hangi yöntemlerle ayaklandırılacağı konusunda ayrıntılı bilgiler içeriyordu. Avrupa devletleri savaş zamanında sık sık düzensiz yardımcı kuvvetler kullanmışlardır. Osmanlı İmparatorluğu, bu dönem boyunca hemen hemen sürekli olarak savaşta olduğu ve aynı zamanda İttihatçı yönetimin vatana ihanet eden ayrılıkçı hareketler saydığı hareketlerce içeriden tehdit edildiği için, Enver Paşa gizli bir yarı-askeri örgütün, Osmanlı Devletinin birliğini ve toprak bütünlüğünü koruyacağına inandığı politikaları uygulamasında yardımcı olacağı görüşündeydi (s. 52) Bu birleştirici politikaların imparatorluğun Arap nüfusuna uygulanış biçimi incelenirken 1913 sonrasında Arap ayrılıkçılarına karşı devlet faaliyetlerinin çoğunun Teşkilat-ı Mahsusa kanalıyla yapıldığı unutulmamalıdır. Enver Paşa, bu örgütü kullanırken anlaşılan, politikasının başarısızlığa uğramasındaki sorumluluğun bir kısmından kurtulacağını düşünmüştü. Nahoş ve ya başarısız faaliyetlere Harbiye Nezaretinin açık denetiminden çok uzakta bulunan eşkıya çetelerinin işi denebilirdi. Üstelik, İttihat ve Terakki Cemiyetinin tepesindekiler pek çok devlet kurumunu özellikle Meclis-i Mebusanı fesat yuvası sayıyorlardı çünkü bu kurumlarda temsil edilen belirli etnik gruplar Osmanlı Devletinin kimliğini korumaya yönelik en iyi yol konusunda cemiyetle hemfikir değildi. Aslında, kimi mebuslar, sonunda Teşkilat-ı Mahsusanın çalışma sahası içine girecek adem-i merkeziyetçi ve ayrılıkçı hareketler içinde yer alıyorlardı (s. 53). Teşkilat-ı Mahsusa Ağustos 1914’te yeniden örgütlenip genişledikten sonra Rusya, İngiltere ve Fransa’ya karşı çalışmıştır. Enver Paşa bunların içinde bilhassa İngiltere’ye karşı özel bir düşmanlık besliyordu. Bu üç devletin kontrolündeki bölgelerde bulunan değişik gruplara farklı ideolojik çağrılar yapılmıştır. (s. 57) Özellikle İngiltere, Orta Doğu’da aldığı önemli tedbirlerle ve Mekke emiri Şerif Hüseyin için savaş boyunca sürekli açık tuttuğu iletişim kanalları sayesinde (Şerif Hüseyin 5 Haziran 1916 tarihinde Osmanlı’ya karşı büyük isyanını başlatana kadar her iki savaşan devletler grubuyla da temaslar yürütmüş, bu ülkelerin bazılarından para almış, sonunda kararını İngiltere’nin yanında yer almaktan yana vermiştir) bu propagandayı karşı propagandaya çevirmeyi hemen olmasa da ve kısmen olsa [627] Tibet İnal da başaracak; Almanya ve özellikle Osmanlı Devleti, İngiltere’nin kendilerine çevirdiği propaganda silahı karşısında etkisiz kalacaklar ve kısa bir süre sonra da tamamen teslim olacaklardır. Bu karşı propaganda faaliyetlerine birer örnek olarak El-Kıble ve El-Hakika gibi gazeteler gösterilebilir. Bu gazeteler Şerif Hüseyin ve İngiliz istihbaratı tarafından karşı propaganda faaliyetleri sırasında son derece etkili birer araç olarak Osmanlı devleti ve Almanya’ya karşı kullanılmışlardır. İngiliz istihbaratı Teşkilat-ı Mahsusa ile yalnızca Orta Doğu coğrafyasında mücadele etmemiş, savaş yıllarında örgütler arasındaki mücadele Britanya’nın kendi sınırları içine kadar ulaşmıştır. İngiliz istihbaratı, Britanya müslümanlarının önde gelen isimlerini Teşkilat-ı Mahsusa ve Alman ajanlarıyla İngiltere’nin çıkarları aleyhinde çalışmak için irtibat halinde bulunabilecekleri şüphesiyle yakından takip etmiştir. Hoca Kemaleddin, Hüseyin Kidwai, Duse Muhammed Ali gibi Britanya müslüman toplumunun önde gelen isimleri savaş boyunca İngiliz istihbaratı tarafından bu amaçla izlenmiştir. Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşına girince Teşkilat-ı Mahsusa’nın niteliği değişti. Enver Paşa’ya kişisel olarak bağlı, küçük, gizli bir grup olmaktan çıkıp yeniden örgütlendi ve Harbiye Nezareti içinde yarı-açık resmi bir statü kazandı ama Enver Paşa’nın doğrudan denetimi altında kaldı. Bu yeni statüyle birlikte, personeli genişledi ve operasyonlarının büyüyen kapsamı için bütçeden daha çok pay almaya başladı. Teşkilat-ı Mahsusanın düzenli ajanlarının çoğu Türk’tü ancak Osmanlı İmparatorluğunun her yanına ve yurtdışına dağılmış bulunan çeşitli hücrelerinin liderlerinin birçoğu Türk değildi. Müdürleri ve şube şeflerinin çoğu elbette Türkçe konuşan müslümanlardı, bunun da en önemli nedeni Enver Paşa’nın Türk olmayanların sadakatinden ve içtenlikle kendisine bağlanacaklarından kuşku duymasıydı (s. 59) Eşref Kuşçubaşı3 1914-1917 yılları arasında ödemelerin sağlanması için görüşmelerde bulunmak üzere pek çok kez Almanya’ya gitmiştir. Almanya, 3 * Eşref Sencer Kuşçubaşı (1873-1964) İstanbul’da doğmuştur. Babası Mustafa Nuri Bey Kafkaslardan gelmiş bir Çerkez’di. Mustafa Nuri, karısı ve çeşitli akrabaları 19. yüzyılın üçüncü çeyreğinde Ruslar bölgeyi işgal edince, Kafkaslardan ayrıldılar. Sayısız Çerkez’e sığınma imkanı sunan Sultan Abdülaziz’in daveti üzerine Bursa yakınlarında bir çiftliğe yerleştiler. Mustafa Nuri’nin kız kardeşi, saray hiyerarşisinde küçük mevkide bulunan biriyle evlenmiş, bu kişi de Mustafa Nuri’yi Sultan Abdülaziz’in kuşçubaşısı Reşit Bey’le tanıştırmıştır. Mustafa Nuri sarayın Kuşçu Ocağına (burada yüzden fazla kuş bulunuyordu) alınmış ve yıllar sonra Sultan Abdülhamit tarafından kuşçubaşılığa terfi ettirilmiştir. Eşref Bey, Hamidiye İlkokuluna [628] Philip H. Stoddard / Teşkilat-ı Mahsusa Teşkilat-ı Mahsusa operasyonlarına mali destek sağlamasına rağmen Kuşçubaşı’ya göre kendi saha çalışmasına Almanlar doğrudan pek karışmamışlardı. Ancak yine de kendisinin işaret ettiği gibi, Alman Genelkurmayı ile Enver Paşa arasındaki yakın işbirliği sayesinde Almanya, teşkilatın faaliyetlerinin bazılarına kendi amaçlarına göre şekil verebiliyordu, bu durum da çete savaşı yapan askerleri oldukça rahatsız ediyordu. (s. 61) Bu dönemde yine Teşkilat-ı Mahsusa görevlendirmesiyle Şeyh Salih et-Tunusi, Mehmed Akif Ersoy gibi başka isimler de Almanya’da bulunan müslüman savaş esirlerine yönelik propaganda faaliyetleri kapsamında Berlin’e gönderilmişlerdi. Teşkilat-ı Mahsusanın bu savaş esirlerine yönelik planladığı propaganda faaliyetleri için Almanya’nın savaşta uygulamaya çalıştığı İslam stratejisinin bir aracı olarak oluşturulan “Şark İstihbarat Birimi” NfO (Nachrichtenstelle für den Orient) yetkilileriyle koordineli bir çalışma yürüttüğü söylenebilir. Savaştan önceki dönemde, Osmanlı istihbarat birimlerinin modern bir istihbarat örgütünün görünümünü ve yeterliliklerini kazanabilmeleri gitmiş, daha sonra Sultan Abdülhamit’in emriyle Kuleli Askeri Lisesine alınmış, burada saray görevlilerinin çocuklarının okuduğu sınıf-ı mahsusta eğitim görmüştür. Okul idaresinin baskısına dayanamayarak, sınıf arkadaşlarının bu idareye karşı örgütlediği ajitasyona katılmıştır. Bu faaliyet sonucu, sorun çıkaran öğrenciler padişahın emriyle sürgüne yollanmıştır. Bazıları Bursa’ya, bazıları da Eşref Bey dahil Edirne’ye gönderilmiş, üç yıl sürgünde kalmıştır. Eşref Bey İstanbul’a dönmüş, liseyi bitirmiş ve Mekteb-i Harbiye’ye girmiştir. Mezun olduktan sonra (yaklaşık olarak 1898) Makedonya’ya atanmıştır. Buradaki politik faaliyetleri sonucu yine sürgün edilmiş, bu defa babası ve kardeşi Selim Sami (1877-1927) ile birlikte Hicaz’a gönderilmiştir. Eşref Bey Eylül 1900’de Taif’teki kaleye hapsedilmiştir. Birkaç hafta sonra kaçmış, Cidde’de yakalanmış ve Mekke’deki Cihad Kalesine konulmuştur. Çok geçmeden tekrar Taif’e gönderilmiştir. Nihayet, Mekke Valisi Ahmet Ratıp Paşa mahkumiyeti ağır olan tek mahkumundan kurtulmaya karar vermiş; Eşref Beyi Medine’deki kaleye yollamıştır. Eşref Bey, tekrar tekrar kaçma girişiminde bulunmasına rağmen, bir buçuk yıl burada kalmıştır. Sonunda, kardeşi Selim Sami ve bir başka Çerkez’in, Çerkez Tahir’in yardımıyla kaçmayı başarmıştır. Derhal, padişahın Hicaz’daki idaresine karşı bir cemiyet kurmuştur. Bu cemiyette, ilkin Selim Sami, Tahir ve bir Arap; Farac ibnü’l-Mısri bulunuyordu. Kendisine Arap İhtilal Cemiyeti adını veren bu örgüt, 1903 yılının ilk yarısında Medine bölgesinde faaliyetlerine başlamıştır. 1907 yılında Paris’e giden Eşref Bey, artık Abdülhamit ile kişisel savaşına dönüşmüş mücadelenin son evresi için bu şehirde İttihat ve Terakki Cemiyetine girdi. Ne var ki, Ahmet Rıza, Dr. Nazım ve oradaki diğer Jön Türklerin gayretli çalışmalarına rağmen Paris, Eşref Beye göre ihtilalin anahtarını elinde tutmuyordu. Osmanlı ordusu içindeki İttihat ve Terakki hücrelerinin daha etkili olduklarına inanıyordu. Bu nedenle, cemiyetin faal olduğu Makedonya’ya geçti. Eşref Kuşçubaşı ile ilgili bu çalışmada verilen biyografik bilgiler için yararlanılan kaynak: Philip H. Stoddard, Teşkilat-ı Mahsusa, Arma Yayınları, İstanbul, 2003. (Ek-I, Eşref Kuşçubaşı, ss. 151-155). Bazı akademik çalışmalarda Kuşçubaşı Eşref’in Teşkilat-ı Mahsusa’nın başkanlığını da yapmış olduğu bilgisi verilmesine rağmen Osmanlı devletinin Teşkilat-ı Mahsusa başkanları ile ilgili resmi arşiv kayıtlarında böyle bir bilgi bulunmamaktadır. [629] Tibet İnal amacıyla reform sürecine tabi tutuldukları süreçte, yine Almanlarla yakın işbirliğine gidilmiştir. Ordu birliklerinin düşman hatlarına yönelik istihbarat çalışmaları için Türkçeye çevrilen Hidemât-ı Seferiyye Nizamnamesi, Türk ve Alman askeri birimleri arasında yürütülen bu ortak çalışmalara bir örnek olarak gösterilebilir. Osmanlı Devletinin savaşın ilanından önce Orta Doğu, Hindistan, Asya ve Uzak Doğu’nun bazı bölgelerine gönderdiği heyetlerin hangi çalışmaları yürüttükleri konusu Türk kaynaklarında yeterli olarak açıklanmadığı için Teşkilat-ı Mahsusa ajitatörlerinin çalışmalarına ilişkin olarak İngiliz kaynaklarına yönelmek gerekir. Anlaşıldığı kadarıyla İngilizler, bu ajitatörlerin tek bir örgütle bağlantılı olduklarını hiçbir zaman fark edememişlerdir. Osmanlı Devleti bu dönemde, aynı zamanda Suriye ve Filistin içinde ve Mısır sınırına askeri kuvvet yığmaya çalışmıştır. Bu askeri hareketliliğin gözden kaçırılmadığı İngilizlerin diplomatik raporlarında ve istihbarat raporlarında görülür. Söz konusu raporlar, bir İslam birliği propagandası kampanyasının yürütüldüğünü ve Alman ajanlarının rehberlik ve desteğiyle kampanyanın hız kazandığını kaydeder. İngilizler o sırada (Ağustos-Ekim 1914) Osmanlı-Alman ittifakından habersiz de olsalar, iki devlet arasında ciddi bir yakınlık olduğunu biliyorlardı. (ss. 63-64) Osmanlı ve Alman savaş planlayıcılarının Mısır’ı stratejik bir hedef olarak belirleyip, bu bölgeyle ilgili askeri planlamalar yapmaya başlamalarının önemli sebepleri vardı. 1895-1898 yılları arasında Sudan’da meydana gelen ve İngiliz yönetimine geçmiş olan Mısır için büyük tehdit oluşturmuş olan ayaklanmaların tekrarlanabileceği beklentisiyle, Trablusgarb Savaşı sırasında Sunusilerin Osmanlı’ya verdikleri desteğin yeniden elde edilebileceği beklentisini içeren stratejik hesaplamalar örnek olarak gösterilebilirler. Osmanlı ordusunun düşmana direnme arzusunu çoğaltmak için İslam’ı kullanma yönünde garip ve pek bilinmeyen bir hareket, 1915 yılının ilk yarısında Mücahidin-i Mevleviye ve ya Mevlevi Gönüllü Taburunun kurulmasıdır. Gerçi bu taburun kurulması Enver Paşa’nın fikriydi ve Teşkilat-ı Mahsusanın doğrudan sorumluluğunda değildi ama Eşref Kuşçubaşı ve diğer ajanlar bu taburun kurulması için harcanması gereken çaba ve kaynakların kat kat üstünde yarar sağlayacağı inancındaydılar (s. 70) Hükümetin kolay bir askeri zafer beklentisini doğrular raporlar cepheden gelmemesine karşı hazırlıklı olmaya çalışılıyordu. Harbiye Nezareti, Osmanlıların moralini çok yüksek bir seviyeye çıkarmak istiyor, dolayısıyla bir dizi askeri felaket yaşansa bile, direnme azminin zayıflamamasını hedefliyordu. Mevlevi Taburu, tarikatın [630] Philip H. Stoddard / Teşkilat-ı Mahsusa manevi etkisini doğrudan doğruya cepheye taşıyacak; çoğunlukla, İttihatçı hükümete pek de içten destek vermediği bilinen yörelerden toplanan askerlerin moralinin yüksek olmasını sağlayacaktı (s. 71) Osmanlı ülkesinin Trablusşam, Lazkiye gibi merkeze uzak bölgeleri de dahil çeşitli yerlerinde bulunan Mevlevihanelerden gelen Mevlevilerden oluşturulmuş olan Mevlevi Gönüllü Taburları cephe gerisi hizmetlerde çalışmışlar ayrıca silahlı mücadele içindeki askeri birliklerin ve ayrıca cephe gerisindeki halkın morallerinin yüksek tutulması için sema törenleri, musiki gösterileri düzenlemişlerdir. Mevlevilerin Kurtuluş Savaşı yıllarında da Milli Mücadeleye maddi ve manevi destekleri olacaktır. Öteki yaygın tarikat olan Bektaşiler, kapatılan Yeniçeri Ocağı ile olan bağlantısıyla tanınıyordu. Bektaşilerden küçük birlikler oluşturularak Gelibolu ve Kafkasya’ya gönderildi. Ancak, padişah Mevlevi tarikatına mensup olduğu için, bu tarikata ayrı bir tabur statüsü verilerek özel bir nitelik kazandırılmasını istedi (s. 72) Mevlevi dervişleri ayrıca Süveyş Kanalına yapılan iki başarısız saldırıda da ordunun yanında bulunmuştu. Taburun kurulması, sadece cihat ilanından elde edilen askeri ve propagandatif avantajları çoğaltmaya yönelik bir hareketti. İtilaf Devletleri taburun kurulmasını Yakın Doğu’daki konumlarına ciddi bir tehdit olarak görmemişlerdi (ss. 72-73) 1914 Ekiminin ortalarında İngilizler tarafından hazırlanan bir raporda, bir Türk subayının ve üç hocanın Hindistan’a gitmek üzere İzmir’den yola çıktığı bildiriliyordu. Anlaşılan bu grup Hindistan’a ulaşamamıştır. Binbaşı Emrullah’ın (Barkın) liderliğindeki grup, Hindistan yerine Türkistan’a gitmiş ve orada Eşref Kuşçubaşı’nın kardeşi Selim Sami’nin komutasındaki Teşkilat-ı Mahsusa birliğine katılmıştır. Bu kısa raporlar genel doğruluk düzeylerini İngiliz istihbarat servisinin gayret ve ciddiyetine borçludur. Söz konusu raporlar, Teşkilat-ı Mahsusanın propaganda faaliyetinin daha İtilaf Devletleriyle çarpışmalar başlamadan ve Osmanlı Devleti cihat ilan etmeden önce, ne kadar geniş boyutlu olduğunu göstermektedir (s. 74) İngiliz ve Rus istihbarat birimleri Orta Asya’daki Teşkilat-ı Mahsusa faaliyetlerini yakından takip ederek ve bazı durumlarda doğrudan işbirliği halinde çalışarak gerekli tedbirleri almışlardır. 1914’te Fransa, Tunus’un Trablus sınırında pek az Avrupalı kuvvet bulunduruyordu ancak istihbarat örgütüne ve yerli askerlerine güveniyordu. İtalyanlar sahil şeridine çekilip bölgenin Tunus’a komşu iç kesimlerini Bedevi mücahitlerine terk edince bu kuvvet yetersiz kaldı. Halife Bin Asker, beş bin adamıyla ve on üç Türk subayıyla Tunus’un Zehibat şehrine bir saldırıda [631] Tibet İnal bulundu. En iyi askerleri Avrupa cephelerinde bulunan Fransa, Trablus’a yönelik bir saldırı düzenleyecek durumda değildi. Aynı zamanda Teşkilat-ı Mahsusa Tunus’u ağır bir propaganda bombardımanına tutmuştu. Eylül 1915’te Fransa, Dehibat’ı savunacak ve Bedevilere karşı saldırılar gerçekleştirecek (Avrupalı olmayan) on beş bin kişiden kurulu bir kuvvet oluşturmuştu. 1917 yılına geldiğinde Fransa, bu kuvveti sekiz bin kişiye indirebildi. Tunus, genel olarak savaş boyunca sakin kaldı (s. 93) Birinci Dünya Savaşında, Sudan’da yerel, küçük çaplı bazı ayaklanmalar meydana gelmiştir ayrıca Sudan’a düzenli olarak Sunusi akınları yapılmıştır. Bu faaliyetlerin bazılarını Teşkilat-ı Mahsusa finanse etmiştir. Bunların hiçbiri Sudan’ın güvenliğine ciddi bir tehdit oluşturmamıştır. İngilizlerin isyanları bastırmaya yönelik sert tedbirleri bölgeyi bütün savaş boyunca az çok sükunet içinde tutmuştur. Ali Dinar’ın isyanından bir örnek vermek gerekirse, 1916 ilkbaharında isyanı bastırmaya gönderilen kuvvet, İngiliz subaylarının idaresinde iyi teçhiz edilmiş 4000 ile 5000 arasında Mısırlı askerden oluşuyordu. Böyle olmakla birlikte ayaklanmayı bastırmak on ay almıştır (s. 95) Osmanlı Devletinin Trablusgarb Savaşını aniden sonlandırarak İtalyanlarla anlaşması daha doğrusu anlaşmak zorunda kalması Osmanlı kuvvetlerine yardımcı olan Sunusi güçlerini hayal kırıklığına uğratmıştır. Bu güçlerden I. Dünya Savaşı sırasında, geçmişte Osmanlıların kendilerini İtalyanlarla baş başa bıraktıklarını düşünmeleri sebebiyle planlandığı gibi yardım alınamayacaktır. Osmanlı kuvvetlerinin Süveyş Kıstağını geçerek Mısır’ı aşıp Bingazi’de Sünusilere katılmasını sağlamak, böylece Kuzey Afrika’da İslam Birliği yanlısı büyük bir ayaklanma çıkarmak düşüncesi pek çok bakımdan çekiciydi. Osmanlı ve Alman başkomutanlıkları bu düşüncenin askeri avantajlarını görüyorlardı; ayrıca söz konusu düşünce, Almanya’nın imparatorluk hayallerine ve Enver Paşa’nın Mısır’a ilişkin kaybedilmiş topraklara yeniden sahip olma arzusuna da uygundu. Enver Paşa, Alman denizaltılarının İngiliz ablukasını yaracağına inanıyordu. Ona göre, bu abluka İslam birliği çağrısının sonuca ulaşması önünde engel oluşturuyordu. Mısır’a büyük bir taarruz bu ülkeyi İngiltere’den koparabilirdi. Hele Sudan’da Osmanlı Devletinin desteklediği ayaklanmalar İngilizlerin dikkatini o yöne kaydırırsa bu ihtimal gerçekleşirdi. Anlaşılan Enver Paşa böylece Osmanlı Devletinin Mısır’ı yeniden topraklarına katacağına ve Almanya’nın ise Doğu Afrika topraklarını koruyacağına inanmıştır. Plan, Panislamistler için de memnuniyet vericiydi. Böylesi tehlikeli zamanlarda İslam birliğinin gerçekleşmesini yürekten istiyorlar ancak cihat ilanının Mısır ve [632] Philip H. Stoddard / Teşkilat-ı Mahsusa Irak’ta Osmanlı zaferiyle güçlendirilmezse pek etkisi olmayacağından korkuyorlardı. Mısır’daki İngiliz otoriteler ise Mısır’a Osmanlı tehdidinin gerçekten çok hayal olduğu görüşünü taşısalar da ülke içinde denetimlerini sıkılaştırmak aynı zamanda Mısır’ı yıkıcı dış etkilerden korumak için hiç vakit kaybetmediler. Eylül 1914 ile Aralık 1914 arasında alınan güvenlik önlemlerinin birçoğu savaştan sonra İngiltere’ye karşı fazladan bir tepki oluşmasına yol açtı. Bu önlemler arasında sıkı bir sansür, düşman ülke uyruklarının sürgün edilmesi, düşman gemilerine el konulması, sadakatinden kuşku duyulan Mısırlıların ve başkalarının gözaltına alınması, sert ceza yasaları ve yönetmelikleri ayrıca kuşatma durumu ve sıkıyönetim ilanı vardı. Hepsinin ötesinde, Mısır üzerinde himaye (protectorate) kurulduğunun ilan edilmesini pek çok Mısırlı düpedüz ilhak olarak görmüştü. Tepki çekecek diğer önlemler, İngiliz otoriteler tarafından Mısır halkına İngiltere’nin sadece Mısır’ın askeri savunma yükünü üstleneceğine dair kesin güvence verildikten sonra alınmalıydı. Çok geçmeden anlaşıldı ki, Mısır isteyerek ve ya istemeyerek savaş gücüne büyük katkıda bulunacaktı. Mısır’daki orduya erzak ve hayvan sağlanması, binaların kamulaştırılması ve zorunlu çalışma tugayları bu sürecin parçalarıydı. Böylesi tedbirler Mısırlıların İngiltere’ye düşmanlığını derinleştirecekti (s. 109). Mısır halkının İngiltere’ye olan söz konusu tepkisi, aslında tam olarak öyle olmasa da ülkede İngiltere çıkarlarının bir uzantısı olarak görülen Monarşinin II. Dünya Savaşından sonra tamamen ortadan kaldırılmasına kadar sürecek hatta bu gelişmeden sonra bile uzun süre devam edecektir. Almanya ve Osmanlı’nın Mısır’da istediklerini elde edememelerinin, askeri-stratejik planlamalarının yetersizlikleri dışında farklı sebepleri de bulunmaktaydı. El-Ahit ve El-Fettat gibi gizli örgütler ile bağlantıları bulunan, Arap milliyetçiliği hareketi ile çok yakın ilişkileri olan ve Osmanlı istihbarat birimlerinden kaçarak Mısır’a gelen bazı kişilerin savaş süresince Mısır halkına, Osmanlı devleti ve dolaylı olarak Almanya aleyhinde propaganda faaliyetlerinde bulunmaları İngilizlerin işini bir ölçüde kolaylaştırmıştır. Ne olursa olsun Mısır’da çıkacak bir ayaklanmanın stratejik önemini herkes biliyordu. İngilizler için Mısır; Arabistan’da, Suriye’de ve Boğazlarda Osmanlı ordusuna yönelik saldırılar için son bir dayanak, İslam birliği hareketinin batıya ve güneye yayılmasının önünde bir engeldi. Bütün bu nedenlerden ötürü Mısır, Teşkilat-ı Mahsusanın ana hedefi haline geldi. Aslında söz konusu olan yer; yerli bir milliyetçi hareketin ve önemli bir Osmanlı yanlısı unsurun bulunduğu, savaştan önce Şeyh Abdülaziz Çaviş’in yerleştirdiği çok [633] Tibet İnal sayıda Pan-İslam ajitatörünün çalıştığı bir İngiliz sömürgesiydi (s. 111). 1914 yılının başlarında Kahire’de açılan bir İTC bürosu, bu ülkedeki gelişmeleri ve İngiltere aleyhine sayılabilecek muhalif oluşumları görevlendirdiği casuslar aracılığıyla, düzenli istihbarat raporları alarak çok yakından takip etmiştir. Elde ettiği bilgileri Teşkilat-ı Mahsusa ile de paylaşmış olması muhtemel olan bu büronun söz konusu faaliyetlerinin kapsamının genişletilebilmesi için Mısır’daki casusluk faaliyetlerine Osmanlı hükümeti tarafından büyük miktarda finansal destek sağlanmıştır. Teşkilat-ı Mahsusanın değerlendirilmesi söz konusu olduğu için Süleyman Askeri’nin faaliyetlerinden de bahsetmek gerekir. Süleyman Askeri’nin kısa ve renkli kariyerinin en önemli evresini, onun 1914 ve 1915’te Irak’ta yaptığı faaliyetler oluşturur. Bu kitabın konusu Osmanlı Devletinin Mezopotamya’da savaşı nasıl yürüttüğünü ayrıntılı olarak incelemeye çalışmak değildir ancak Süleyman Askeri’nin Irak’ta İngiliz kuvvetlerine karşı harekatı, Teşkilat-ı Mahsusanın askeri harekatlarının niteliklerini o kadar iyi gösterir ki üzerinde durulmaya değer derecede önemlidir (s. 117) Osmanlı Devleti savaşa girdiğinde Suriye ve Arap Yarımadasında bulunan vilayetlerinde güçlüklerle karşılaştı. Suriye bir geçiş bölgesiydi. İstanbul ile Asir ve Yemen kadar uzak bölgelere uzanan askeri ve idari organizasyonları arasında bir koridordu. Osmanlı Devletinin güvenliği açısından, bu ulaşım ve iletişim hattı birçok noktada zayıftı. Bu zayıf noktalar arasında Hicaz ve Yemen’e geçişi kontrol edebilecek Akabe ve daha önemlisi İskenderun da vardı. Aslında, Lübnan-Suriye sahil şeridinin tamamı düşman saldırısına karşı hemen hemen korunmasız durumdaydı. (s. 125-126) Osmanlı devletinin, Osmanlı ülkesi sınırları içerisinde bulunan İtilaf devletleri vatandaşlarına (Osmanlı devleti savaşa katılma kararı aldığı zaman özellikle eğitim hizmetleri sebebiyle ülke sınırları içerisinde bulunan yabancı kişiler ve bu devletler grubunun destekçisi olduğu tespit edilebilecek kişilere “özellikle yerli gayrimüslim azınlıklar” karşı) çok sert bir tepki vermesinden çekinen İtilaf Devletleri, bölge deniz yolundan saldırıya ve askeri işgale açık ve elverişli olmasına rağmen bu seçeneği kullanmamışlardır. Bunun yerine, söz konusu bölge İngiliz donanması tarafından abluka altına alınmış, bu abluka sebebiyle yüzbinlerce Suriyeli açlıktan hayatını kaybetmiştir. İngiltere açısından abluka, yapılacak bir askeri işgalden daha etkili sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Ablukanın olumsuz sonuçları sonrasında Suriye halkının Osmanlı yönetimine karşı Cemal Paşa’nın Teşkilat-ı Mahsusa ajanları aracılığıyla yürüttüğü otoriter yönetim [634] Philip H. Stoddard / Teşkilat-ı Mahsusa anlayışından dolayı duymakta olduğu öfke daha da artmış ancak bunun yanında abluka sonrasında Suriye’de oluşan zorlu şartlar sebebiyle, bu bölgede yaşayan Arap nüfus Hicaz’da başlayacak olan büyük Arap isyanına istediği gibi destek vererek yardımcı olamamıştır. Şerif Hüseyin’in büyük Arap isyanını başlatarak Almanya ve Osmanlı devleti yerine İngiltere yanında yer almaya karar vermesinin en önemli sebeplerinden bir tanesi de İngiltere’nin Suriye’de gerçekleştirdiği ablukaya benzer bir ablukayı Arap yarımadasına da uygulaması ihtimalinden büyük endişe, korku duymasıydı. İngiltere’nin Şerif Hüseyin isyanından beklentileri gerçekleşmemişti. Şerif Hüseyin Medine’de başarılı olamamış ayrıca kısmen rakibi olan İbn üsSuud’un çabalarından ötürü Arabistan’da geniş çaplı bir Osmanlı karşıtı hareket yaratamamıştı. Kuvvetlerinin sayısının çok ve değişken olmasına rağmen oğulları Türkleri Arabistan’dan atacak iyi eğitim görmüş, güvenilir bir Arap ordusu oluşturamamıştır. Eğer Fransız ve İngiliz askeri misyonları ve daha önce Osmanlı ordusunda görev yaparak askeri tecrübe kazanmış yüzlerce Iraklıdan oluşan bir çekirdek kadro olmasaydı herhangi bir ordu kurabilecekleri de şüpheliydi. (s. 135) İngiltere, bölgedeki istihbarat elemanları vasıtasıyla İbn üsSuud’u, isyan sırasında Şerif Hüseyin aleyhine askeri bir hareket başlatmasından alıkoymak, engellemek için bazı girişimlerde bulunmuş, İbn üsSuud ve Hüseyin’in güçlerinin koordineli bir şekilde Osmanlı kuvvetlerine yönelmesi için çalışmalar yürütmüştür. Ayrıca İbn üs-Suud, bölgede Osmanlıların müttefiği olarak bilinen İbni Reşid’in ve kuvvetlerinin ortadan kaldırılması için yine İngilizlerden destek görecektir. Arap isyanının başlamasının ardından Şerif Hüseyin’in oğullarından Ali bin Hüseyin, Rabiğ bölgesini ele geçirmiş ardından Faysal ile birlikte El-Wejh kentini ele geçirmeye çalışmıştır. Ali bin Hüseyin’in El-Wejh kuşatması başladıktan hemen sonra ani bir kararla askeri birlikleriyle birlikte Rabiğ’e dönmesinin sebebi, Teşkilat-ı Mahsusa elemanlarının dezenformasyon konusundaki başarısı değil saldırıyı gerçekleştirecek bazı aşiret güçleri ile ilgili olarak Ali bin Hüseyin’e gelen yanlış istihbarattı. Bu durum anlaşıldıktan sonra El-Wejh saldırısı yeniden başlayacak, Faysal İngilizlerin desteklediği kendi askeri birlikleriyle stratejik açıdan çok önemli olan bu bölgeyi savaşmadan ele geçirecektir. İngilizlerin Arap isyancılarla yaptıkları işbirliği sırasında bazı aşiretlerden istedikleri desteği her zaman bulmalarının gerçekten söz konusu olmadığı zamanlar da olmuştur. Bölgede bulunan İngiliz ajanların işlerinin zorlaştığını düşündükleri bu tür durumlarda, risk alarak çalışmalarına devam [635] Tibet İnal etmelerinin en önemli sebeplerinden biri Türk istihbarat birimlerinin yetersizliklerini tespit etmiş olmaları ve buna güvenerek çalışmalarına devam etmeleriydi. Trablusgarp Savaşı çıkana kadar Orta Doğu’da merkezi konumda bulunan bazı bölgelerde Arap ihtilal hareketlerini yakından takip etmek isteyen İttihatçılar, söz konusu yerlerde gizli hücre birimleri oluşturmuşlardı. Bu hücreler, ayrılıkçı uluslar ve milliyetçi ajitatörler hakkında bilgi toplamakla ve gelecekte görev vermek üzere güvenilir kişileri aralarına almakla meşgul oldular. 1911’de gönüllüler Bingazi’ye gelmeye başladıktan sonra Derne’de bulunan Enver Bey’e Kahire’deki ajanlardan şu haber ulaştı: Osmanlı ordusundaki bazı Arap subaylara, bilhassa Binbaşı Aziz Bey’e ve Kolağası Bingazili Abdülkadir Gannavi’ye, Kahire’de yaşayan Suriyeli Araplar, Bingazi ve Derne’yi İngiliz himayesine geçirmeleri karşılığında büyük miktarda para teklif etmişlerdi. Eşref Bey ile Şeyh Salih eş-Şerif et-Tunusi bu haberi araştırdılar ve doğrulayacak bilgi elde edemediler ama bu arada Arap kökenli başka subayların Suriye’de ve başka yerlerde bulunan gizli Arap cemiyetleriyle bağlantıları olduğunu ortaya çıkardılar. Enver Bey, Şam’daki İttihatçı hücrelere bu subayları gözetim altında tutmalarını emretti. (s. 138-139) Teşkilat-ı Mahsusa’nın başarısı oldukça sınırlı olmuştur. Amaçları ve hedefleri açısından teşkilatın faaliyetlerinin sonuçlarını değerlendirmeye çalışırken, elde ettiği başarıları kısaca özetlemek gerekir: Bingazi ve Trablus’ta, Teşkilat-ı Mahsusa ve onun öncüsü Fedai Zabitan grubu, bölgede toplanan Arap müttefik kuvvetleriyle birlikte, İtalyanların Libya’yı işgaline karşı koyan Osmanlı savunmasını oluşturmuştur. Teşkilat-ı Mahsusa ayrıca İngiltere’yi batı sınırında yapılan taarruz karşısında Mısır’ı savunmak zorunda bırakmıştır. Süveyş Kanalı harekatında Teşkilat-ı Mahsusa, Osmanlı ordusunun Sina yarımadası boyunca ilerleme yolu üzerinde kilit önem taşıyan vahaları ele geçirme ve kanalda gemi trafiğini engelleme gibi sınırlı görevleri yerine getirmekle yükümlüydü ve yalnızca oldukça küçük sayılabilecek başarılar elde edebildi. Bu iki faaliyet bölgesinde teşkilat, çeteci ve yardımcı kuvvet olarak pek çok Arap’ı silah altına aldı. Teşkilatın, Osmanlı Devletinin Irak vilayetlerindeki asker kaydetme çabaları da başarılı sonuçlar verdi. Süleyman Askeri’nin Bedevi yardımcı kuvvetlerinden kurulu müfrezesinin Basra’ya yönelttiği saldırı Osmanlılar için büyük bir felaketle sonuçlanmıştı. Nihayet, Teşkilat-ı Mahsusa Suriye ve Lübnan’daki yerli milliyetçi faaliyetlerin kontrol altına alınmasında önemli bir rol oynamıştır (ss. 147-148). Teşkilat-ı [636] Philip H. Stoddard / Teşkilat-ı Mahsusa Mahsusa’nın Suriye, Lübnan, Filistin hattında casusluk faaliyetlerini engellemede gösterdiği başarı sınırlıdır. Arap milliyetçiliği ile ilgisi olduğu tespit edilen bazı kişiler geçici bir süre denetim altında tutulabilmiştir ancak bunun yanında Siyonist hareketle bağlantılı olan bazı isimler uzun süre deşifre edilememişlerdir. Cemal Paşa ile yakın ilişkiler kurma başarısını bile göstermiş olan Aaron Aaronsohn isimli Britanya ajanı deşifre edilemeyen bu isimlerden biridir. Tarımsal bilimler konusunda uzman olan bu kişiden savaşın devam ettiği yıllarda uzman olduğu bazı sahalarda yardım talep eden Osmanlı yetkilileri bölgenin savunması ile ilgili stratejik değeri çok yüksek olan bazı bilgilerin bu kişi tarafından elde edilmesine sonrasında da bu bilgilerin İngiltere’ye ulaşmasına farkında olmayarak yardımcı olmuşlardır. Aaron Aaronsohn ve Siyonizm’in hedefleri doğrultusunda kurulmuş olan, içinde bulunduğu NİLİ isimli casusluk örgütü Osmanlı istihbarat birimleri tarafından ancak savaşın sonlarına doğru deşifre edilebilecektir. Teşkilat-ı Mahsusa, Enver Paşa’nın verdiği görevleri yerine getirebilmek için birtakım teknikler kullanmıştır. İslam birliği propagandası, dünyadaki bütün Müslümanların Osmanlı Devletine desteğini kazanmaya ve özellikle Hindistan, Mısır, Kuzey Afrika ve Orta Asya’da mevcut idarelere karşı isyanlar çıkartmaya yönelikti. Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan müslüman liderlerle Osmanlı askeri harekatlarına maddi destek verme konusunda kendilerini ikna etmek için görüşmeler yürütüldü. Casusluk ve karşı casusluk için hücreler ve başka gizli gruplar kuruldu. Askeri ve paramiliter operasyonlar için düzensiz kuvvetleri silah altına almak, eğitmek ve idare etmek üzere çete savaşı uzmanı kadrolar oluşturuldu (s. 148). İmparatorluğun geleceğini teminat altına almak maksadıyla ve büyük ölçüde Enver Paşa’nın kendi siyasi geleceğiyle de ilgili olarak yaptığı siyasi hesaplamalar ve çıkarımların sonucunda oluşturulmuş olan Teşkilat-ı Mahsusa, I. Dünya Savaşının başlamasıyla birlikte kendisini “kurulma amacının dışında olan” çok farklı bir hedef ve mücadelenin aniden içinde bulmuştur. Kurulma amacının içinde kalan sahada yani genel hatlarıyla savaş öncesi dönemde ne kadar başarı gösterebileceği ve gösterdiği son derece belirsiz olan bir örgütün hazırlıksız yakalandığı bir sahada kendisinden çok daha geniş imkanlara sahip istihbarat örgütlerine karşı bir ölüm-kalım savaşında başarılı olması elbette beklenemezdi. Teşkilatın kuruluş aşamasında esas çalışma sahası olarak seçtiği coğrafi bölgenin Balkanlar olması, teşkilatın başlıca hedefinin de bu bölgede bulunan [637] Tibet İnal Türk nüfusun Bulgarlarla işbirliği yapılarak Sırp-Yunan komitacılık faaliyetlerinden kurtarılmalarını sağlamak olduğu göz önüne alındığında, savaşın başlamasıyla birlikte kuruluş amacıyla fazla ilgisi bulunmayan coğrafi bir sahada faaliyet yürütmek zorunda bırakılan Teşkilat-ı Mahsusa’nın başarısızlık sebepleri daha iyi görülecektir. Stoddard, teşkilatın imkanları ve hedefleri arasındaki uçurumu; teşkilatın kendi iç yapısındaki yetersizliklerini ya da diğer kurumlarla yeterli ölçüde eşgüdüm sağlama başarısını gösterememesini ön plana çıkararak değil, savaş döneminde Orta Doğu coğrafyasında teşkilat tarafından gerçekleştirilen başarısız operasyonların ayrıntılı bir özetini vererek açıklamıştır. Ayrıca savaş yıllarında Teşkilat-ı Mahsusa çeteleri ile ordu birlikleri arasında bazı bölgelerde derin görüş ayrılıklarına sebep olacak yöntem farklılıkları da yaşanmıştır. Bu tür sorunların esas sebebi Teşkilat-ı Mahsusa elemanlarının kanunsuz ve keyfi hareket etme istekleriydi. Teşkilat-ı Mahsusa’nın iç istihbarat faaliyetlerinde de başarı gösterdiğini söylemek çok fazla mümkün değildir. İngiliz istihbaratı, Osmanlı bürokrasisinin içinden satın almayı başardığı bazı kişiler aracılığıyla devletin içinde bulunduğu durumla ve devlet yönetiminin üst kademelerinde tartışılan ayrı barış planlarıyla ilgili olarak düzenli bilgi akışı sağlamış ve bu bilgiler Londra’ya aktarılmıştır. Güdümlü Osmanlı basını ise yaptığı haberlerle devletin içinde bulunduğu gerçek durumu ve yaklaşan felaketin boyutlarını bir süreliğine de olsa yalnızca Osmanlı kamuoyundan gizlemeyi başarabilmiştir. Stoddard tarafından yapılan genel değerlendirmeler Teşkilat-ı Mahsusa’nın savaş yıllarındaki başarısızlık sebeplerinin açıklığa kavuşturulmasını amaçlamıştır. Bu amacın da ötesinde Stoddard’ın çalışması, Orta Doğu’da sahip olduğu stratejik üstünlükleri korumaya çalışarak arttırmayı hedefleyen bir devletin istihbarat teşkilatının nasıl hareket ederse başarısız olacağını ayrıntılı olarak incelemiştir. Bu doğrultuda söz konusu çalışmayı, günümüzde ve sonrasında büyük güç olarak kalabilmek için bölgede “her zaman” hakimiyet kurma arayışı içerisinde olacak bir devletin gizli servisine sunulmuş tarihi bir manifesto şeklinde de değerlendirmek mümkündür. Kitapta yazar tarafından İngiliz istihbaratıyla Arap isyanının temsilcileri arasında yürütülen gizli görüşmeleri Teşkilat-ı Mahsusa’nın başarısızlığı bağlamında inceleyen bölüme, konunun daha fazla açıklığa kavuşması ve daha iyi anlaşılabilmesi için eklenmesi gereken önemli bir husus vardır. Bu nokta; İngilizlerin hem Siyonist hareketin önemli isimleri hem de Arap [638] Philip H. Stoddard / Teşkilat-ı Mahsusa milliyetçiliğinin temsilcisi olduklarına yine İngilizler tarafından inandırılan Arap isyanının planlayıcıları ile (aslında ortak hareket etmeleri aralarında çıkar birlikteliği bulunsa bile çok zor olan iki ayrı uç) iletişim kanallarını savaş boyunca açık tutması ve her iki tarafı da kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirebilme başarısını göstermesidir. Bu husus, Orta Doğu’da Teşkilat-ı Mahsusa’nın neden başarısız olduğunu açıklamaya tek başına yeterli bir sebeptir. David George Hogarth, Mareşal Horatio Herbert Kitchener, Thomas Edward Lawrence, Cyril Edward Wilson gibi ünlü İngiliz istihbaratçıların Arap isyanında oynadıkları büyük ve başarılı roller Arap isyanının amacına ulaşmasında birinci dereceden etki sahibidir. Nahum Sokolow, Chaim Weizmann gibi dünya Siyonist hareketinin o dönemde önde gelen isimleri ise hem İngiltere ve müttefiklerinin Siyonist harekete destek vermeleri için lobi faaliyetlerinde bulunmuşlar hem de Lucien Wolf’ün lider isim olarak yön verdiği antisiyonist Yahudi gruplarla mücadele etmişlerdir. Çalışmada teşkilatın en önemli ismi olarak da değerlendirilen Eşref Sencer Kuşçubaşı ile yazarın yaptığı özel görüşmeler ve yine Kuşçubaşı tarafından yazara gönderilmiş olan mektuplar, Stoddard’ın çalışmasına bundan sonra yapılacak Teşkilat-ı Mahsusa ile ilgili çalışmaların hiçbirisinde okuyucuların asla bulamayacağı bir ayrıcalık kazandırmıştır. Stoddard’ın çalışması Teşkilat-ı Mahsusa ile ilgili olarak yapılmış ilk kapsamlı çalışma olarak değerlendirilebilir. Ancak savaş döneminde İngiliz ve Fransızların Orta Doğu’da yürüttükleri istihbarat çalışmalarıyla beraber, özellikle savaşın bitmesinin ardından (barışın arandığı dönemde) Amerikalıların istihbarat çalışmalarının da yoğun olarak söz konusu sahaya dahil olmaya başladığı dönem için, bu ülkelerin Orta Doğu’da gerçekleştirdikleri istihbarat faaliyetlerinin Teşkilat-ı Mahsusa’nın çalışmalarına paralel olarak değerlendirildiği daha kapsamlı bir çalışmaya da ihtiyaç duyulduğu söylenmelidir. Teşkilatın, “Umum Alem-i İslam İhtilal Teşkilatı” adıyla isim değişikliğine gittiği mütareke dönemi ve bu dönemin sonrası da bu değerlendirmeye dahildir. [639]