Anti-Emperyalist Olunmadan Devrimci, Demokrat Olunmaz

advertisement
"ŞERİAT TEHLİKESİ"
VE BAŞ ÇELİŞKİ
"Laik, demokratik Türkiye", "Ne
şeriat, ne darbe", "Ne Refahyol, ne
hazırol!"; bunlar REFAHYOL
Hükümeti istifa ettirilip
düşürülmeden önce çokça
duyduğumuz sloganlardı. Reformist
partiler, sendikalar bu sloganlara
oldukça kendilerini kaptırmış,
mitingler, gösteriler bile
düzenlemişti. Burjuva basının,
televizyonlarının sabah akşam
işlediği başlıca konu "şeriat tehlikesi"
olmuştu.
Peki, gerçekten Türkiye
halklarının önünde böyle bir tehlike
mi vardı? Hayır böyle bir tehlike ne
dün vardı, ne de bugün var. "Şeriat
tehlikesi" bizzat emperyalizmin
"istikrar" politikaları çerçevesinde
TÜSİAD ve MGK'nın elele vererek
hükümeti istifa ettirmek, çıkar
çelişkileri nedeniyle bir türlü biraraya
gelemeyen burjuva partilerini
biraraya getirmek için suni olarak
yarattıkları bir tehlikeydi. Bu senaryo
ordunun darbe tehditleriyle
tamamlandı ve istedikleri sonucu
aldılar. "Şeriat", "irtica" derken
Susurluk'un üzeri kapatıldı, MGK
tarihinde olmadığı kadar kendisine
destek yarattı, hükümet istifa
ettirildi, burjuva muhalefet partileri
hizaya getirilerek yeni hükümet
kurduruldu.
Elbette tüm bunlar ülkede şeriat
düzeni isteyenlerin, bu çerçevede
örgütlenmelerin olmadığı anlamına
gelmiyor. Aralarında az ya da çok
çeşitli görüş farklılıkları olmakla
beraber onlarca tarikat "şeriat"
çerçevesinde biraraya da
gelebilmektedir. Büyük
çoğunluğunun aynı zamanda şu
veya bu düzen partileriyle de ilişkisi
olmakla beraber asıl olarak güçlerini
yığdıkları yer Refah Partisi'dir. Ayrıca
bu çevre içinde henüz güçleri sınırlı
olmakla beraber İBDA-C, İslami
Hareket gibi silahlı mücadeleyi
savundukları iddiasında olan radikal
gruplar da vardır.
Yani kısacası nitelikleri farklı olsa
da şeriat düzeni çerçevesinde
örgütlenen bir güç mevcuttur. Bu
gücün şeriata karşı olan halk
kesimlerinde belli bir tedirginliğe
neden olduğu, düzen dışı
söylemlerine rağmen bu çevrenin
devrimcilere uzak durdukları, hatta
genelde devrimcilere karşı oligarşi ile
ittifak içinde hareket ettikleri de
bilinen bir gerçektir. Ancak yine de
bu kesimlerin düzenle şu veya bu
ölçüde çelişkileri olması, antiemperyalist bir görünüm
sergilemeleri, tabanının oldukça
geniş bir bölümünü emekçi kitlelerin
Düzen içi de olsa bu kesimlerin devletle
çelişkileri vardır ve devletin yanında yer
almalarındansa devlete karşı mücadele
etmeleri, düşmanın gücünü bölmeleri
devrimcilerin ve halkın yararınadır. Bugün
böyle bir durumları yoktur. Ancak böyle bir
yönelimde bunlara karşı yaklaşımımız
düşman cephesini daraltmak, devrim
cephesini genişletmek çerçevesinde olmalıdır.
oluşturması ister istemez devrimci,
demokratların bu kesimlere karşı
nasıl bir siyasal tutum takınması
gerektiği sorununu daha da önemli
kılmaktadır.
Bu konuda devrimci, demokrat,
reformist çevrelerde iki yanlış tavır
alış belirgin olarak göze çarpmaktadır.
Bunlardan birincisi, REFAHYOL
hükümeti sürecinde olduğu gibi
"şeriat" tehlikesini ve diğer bu
çevrelerin gücünü olduğundan fazla
abartarak "şeriat"a karşı mücadeleyi
tüm sorunların ve toplumsal
çelişkilerin önüne geçirerek baş
çelişki yerine koymaktır. İkinci yanlış
tutum ise, bu çevreleri tümüyle düzen
içi sıradan bir örgütlenme olarak
görerek küçümsemek ve bunlara
karşı adeta politikasız davranmaktır.
"ŞERİATLA MÜCADELE
ÖNCELİKLİ HEDEF
DEĞİLDİR
İçinde yaşadığımız süreçte her
ulustan ve milliyetten Türkiye
halklarının içinde yaşadığı onlarca,
yüzlerce sorun ve çelişki vardır. Ağır
sömürü koşullan altında yaşayan
işçilerin, işsizlerin çelişkisi,
yoksulluğa mahkum edilen,
demokratik haklan verilmeyen
memurların çelişkisi, topraksız ve az
topraklı köylülerin toprak sorunu,
toprak ağalan ile olan çelişkileri,
düşük taban fiatlarıyla her geçen yıl
yoksulluğa itilen köylülerin devletle,
aracı, tefeci, tüccarla olan çelişkileri,
vergi yükü ve tekellerle rekabet
altında ezilen küçük üreticilerin ve
esnafın burjuvazi ile çelişkileri, ulusal
haklan tanınmayan Kürtlerin,
asimilasyon ve baskı altında tutulan
diğer milliyetlerin ve azınlıkların
emperyalizm ve oligarşi ile çelişkileri,
gelişmeye, büyümeye çalışan tekel
dışı burjuvazi ile tekelci burjuvazi
arasındaki çelişki, oligarşinin bölyönet politikalarından kaynaklı olsa
da din ve mezhep farklılıklarının
ortaya çıkardığı çelişkiler, laikliği
savunanlarla şeriat düzeni isteyenler
arasındaki çelişki, halkın emperyalizm
ve oligarşiyle olan çelişkisi, oligarşik
güçlerin kendi aralarındaki çelişkiler,
çarpık kapitalizm ve emperyalist
kültür bombardımanının ortaya
çıkardığı dejenerasyon, yozlaşmanın
ortaya çıkardığı sosyal, kültürel
çelişkiler... vb. Bunlara daha birçok
irili ufaklı toplumsal çelişkileri
eklemek mümkündür. Ancak bu
çelişkilerden hepsi birden baş çelişki
olamaz. Bunlardan biri temel
alınmak, tüm enerji ve güçleri asıl
olarak bu çelişkinin çözümüne
yöneltmek gerekir.
Mao, "Karmaşık bir şeyin gelişme
sürecinde birçok çelişme vardır.
Bunlardan birinin varlığı ve gelişmesi,
öteki çelişmelerin varlığı ve gelişmesini
belirler ya da etkiler. İşte bu zorunlu
olarak baş çelişmedir" diyerek bu
belirleyiciliğe dikkat çeker.
İçinde yaşadığımız süreçte
ülkemizde mücadelenin asıl üzerinde
yoğunlaşması gereken çelişki
emperyalizm, TÜSİAD, MGK ile halk
kitleleri arasındadır. Bugün halk
kitlelerinin yaşadığı sorunların,
çelişkilerinin çözümünün önündeki
başlıca engel bu güçlerdir.
Devrimciler halkı bu hedefe
yönlendirmek, tüm halk güçlerini bu
hedefin etrafında birleştirmek
durumundadır.
İşte "Şeriat tehlikesinin öne
çıkarılması, bir yanıyla oligarşi içi
çelişkilerin çözümü için bir araç
gündeme getirilirken, bir diğer
yanıyla da toplumun esas çelişkisini
yani oligarşiyle (güncel anlamda
TÜSİAD ve MGK'la) halk arasındaki
çelişkiyi geri plana itmeyi hedefleyen
bir müdahaledir. Amaç bundan
yararlanarak emperyalizmin
"istikrar" programını uygulayacak
zemini yaratmak, derinleşen siyasal krize çare bulmak, devrimin
gelişimini engellemektir. Bu tespiti
yapmak toplumda laiklik-şeriat
ekseninde bir çelişki olmadığı
anlamına gelmiyor. Ama bu çelişkiyi
kullanarak egemen güçlerin bunu
"şeriat tehlikesi" propagandasıyla
öne çıkarmaları, sahip oldukları
medya kanallarıyla gündemin başına
oturtmaları bunun toplumun baş
çelişkisi olduğu anlamına gelmez.
Böyle olduğunu düşünmek ya
milyonlarca halkın yaşadığı
sorunlardan, düzenle olan
çelişkilerinden habersiz olup
görüntüye ve yaygaraya aldanmak
demektir ya da yaratılan bu ortamdan
siyasal olarak yararlanılmak
isteniliyor, emperyalizme, TÜSİAD
ve MGK'ya karşı mücadele yerine
laiklik-şeriat ekseninde politika
yapma kolaycılığına kaçılıyor
demektir.
"... Ama ne olursa ahun, bir
sürecin gelişmesindeki her aşamada
önder rolü oynayan sadece tek bir baş
çelişmenin bulunduğu kesindir....
Dolayısıyla, içinde iki ya da daha
fazla çelişme bulunan karmaşık bir
süreci incelerken, bütün çabamızı o
sürecin baş çelişmesini bulmaya
yöneltmemiz gerekir. Bu baş çelişme
bir kere kavrandığında, bütün
sorunlar kolayca çözülebilir... Bir
süreçteki bütün çelişmeleri eşit olarak
görmemek, baş çelişmeyi ikincil
çelişmelerden ayırdetmek ve baş
çelişmeyi kavramak için özel bir
dikkat göstermek gerekir..." (Mao,
Seçme Eserler 1)
Bugün diyelim ki şeriatla
mücadeleyi öne çıkardık, gücümüzü
enerjimizi buna yoğunlaştırdık ve
kitleleri buna seferber ettik ve
diyelim ki bu tehlikeyi de bertaraf
ettik, ne olacaktır? Diğer sınıfsal,
ulusal, sosyal, kültürel onlarca
çelişkiyi de çözmüş mü olacağız,
sömürü, zulüm sona mı erecek?
Demokrasi mi gelecek? Böyle
olmayacağı kesin. Bugün
emperyalizm, TÜSİAD ve MGK'ya
karşı mücadelenin yerine öncelikle
konulacak herhangi farklı bir çelişki
kitleleri devrim hedefinden
uzaklaştırmaktan başka bir işe
yaramayacaktır. Bunu gözardı etmek
düzeniçi, reformist çözümlerin
peşinden koşmak demektir. Bu da
zaten egemen sınıfların istediğidir. O
halde yapılması gereken tüm bu alt
çelişkileri yok saymak değil, ama
halkın değişik kesimlerini yaşadıkları
çelişkilerden yola çıkarak örgütlerken
onlara çözümün devrimde, halkın
iktidar olmasında olduğunu
göstermek, düzenle çelişkisi olan en
geniş kitleleri, halk güçlerini baş
çelişkinin çözümü noktasında yani
devrimde birleştirmek ve mücadeleye
sevketmektir.
Bu perspektiften yoksun
davranmak, sonuçta bilerek veya
bilmeyerek düzenin ömrünün
uzamasına hizmet etmekten başka
bir sonuç yaratmayacaktır.
Son süreçte MGK "solcusu" ÖDP
gibi reformist partiler, Türk-İş, DİSK
gibi MGK sendikacıları burjuva
muhalefet partileriyle birlikte bu
işlevi görmüşlerdir. "Laik, demokratik
Türkiye" sloganıyla sözde şeriat
tehlikesine karşı TÜSİAD ve MGK ile
birlikte kurulu düzeni, yani faşizmi
savunma noktasına gelmişler,
emperyalizmin ve tekellerin
kurtarıcısı olmuşlardır. Elbette
eleştirildiklerinde bunu kabul etmek
istemeyeceklerdir. Hatta sıkışınca
belki "Biz MGK'ya da, emperyalizme
de karşıyız" diyenler de olabilecektir.
Bu, gerçeği ve sonucu değiştirmez.
Ki, gerçekte bunların emperyalizmin
ve MGK'nın varlığına doğrudan bir
karşı tavırları da sözkonusu değildir.
Bu nedenledir ki TÜSİAD ve MGK'nın
politikalarına kolayca angaje oldular.
REFAH PARTİSİ VE
ŞERİATÇILAR
DÜZENİÇİDİR
Son bir kaç haftadır şeriat
yanlılarının hükümetin "Sekiz Yıl
Zorunlu Kesintisiz Eğitim Yasası"na
karşı tepkilerine tanık oluyoruz.
Refah Partisi eylemlerle bir ilgisi
olmadığını açıklasa da öyle olmadığı
biliniyor. Ancak şu açıkça görülüyor
ki Refah Partisi ve şeriatçı kesimler
tabanı büyük ölçüde harekete
geçiremiyor. Özellikle Cuma
namazlarından sonra yapılan
eylemlerde polisin oldukça
hoşgörülü davranmasına rağmen ilk
göze çarpan kitlesel katılımın
düşüklüğüdür. Refah Partisi'nin en
güçlü olduğu illerde yapılmaya
çalışılan eylemleri polis fazla bir zor
kullanmadan rahatlıkla
engelleyebiliyor veya bir noktadan
sonra müdahale ederek dağıtabiliyor.
Eylemlerdeki kitle katılımının
düşüklüğü ve polis karşısındaki pasif
tutum bir yanıyla şeriatçı kesimin
tüm keskin söylemlerine rağmen
esasında ne kadar düzen içi bir
çizgide olduğunun da bir
göstergesidir. Devletle doğrudan bir
çatışmayı göze alamamaktadırlar.
Bu elbette bugün ortaya çıkan bir
durum değil. Şeriat yanlılarının on
yıllardır uyguladığı düzen içi
politikalarının bir sonucudur. Bu
çevreler onyıllardır "laik" düzeni,
devleti din düşmanlığı yapmakla
suçlamalarına rağmen esasen hep
devletle çatışmaktan kaçınmışlar, iç
içe, barışık yaşamışlardır. Devlete
karşı mücadele ederek örgütlenmek
yerine esas olarak devletin sağladığı
olanaklardan yararlanmayı,
tabanlarını bu olanakları kullanarak
genişletmeyi, devlet içinde
kadrolaşarak devleti içten ele
geçirmeyi kendilerine yöntem olarak
seçmişlerdir.
Bu durum şeriatçı kesimde
devlete karşı radikal bir mücadele
geleneğinin yaratılmasının da
önünde en büyük engel olmuştur.
Silahlı mücadeleyi savundukları
iddiasında olanlar da esasen bu
çizginin dışına çıkamamışlardır.
Devleti doğrudan hedef alan
eylemlere başvurmamaktadırlar.
İzledikleri politika devlete karşı
mücadeleyi geliştirmekten çok,
şeriatçı kesim içinde tabanlarını
genişletmeye yöneliktir.
Bugün ve en azından çok yakın bir
gelecekte bir şeriat tehlikesinden
bahsetmek gerçekçi değildir. Çünkü,
bir şeriat düzeninin kurulması
mevcut devletle çatışmadan, onu
yıkmadan mümkün değildir. Bu ise
aynı zamanda bugüne kadar elde
edilen tüm olanakların
kaybedilebileceği riskini de taşır.
Oysa şeriat temelinde örgütlenen
çevreler bugün düzenle büyük ölçüde
bütünleşmiştir. Bugüne kadar
devletin olanaklarından da oldukça
geniş biçimde yararlanan bu çevreler
devleti karşılarına alarak çatışmayı,
dolayısıyla da bu olanaklardan
mahrum kalma riskini göze almak
istemeyecektir. En azından önemli
bir kesimi için bu böyledir. Öte
yandan bu kesim kendi içinden de bu
düzenin çarpık ilişkilerinden beslenip
giderek zenginleşen, burjuvalaşan bir
sınıf ortaya çıkarmıştır. Tarikat
şeyhliğinden, ticaret, sanayi, finans
alanlarına kadar uzanan bu şeiatçı
burjuva sınıf eski çevreleriyle
ilişkilerini sürdürseler de şeriat talepli
bir düzen değişikliği gündeme
geldiğinde buna pek
yanaşmayacaklardır.
Bugün yaşanan gelişmelerin de
gösterdiği gibi emperyalizm ve
burjuvazi şeriatçı kesimin takiyye ve
hile yoluyla devleti ele geçirme,
devlet içinde kadrolaşma
çalışmalarının yeni farkına varmış
değildir. Bir noktaya kadar buna
bilerek göz yummuş hatta teşvik de
etmiştir. Çünkü emperyalizmin ve
oligarşinin esas tehlike olarak
gördüğü şeriat değil, devrimdir.
Düzen dışı arayışlara girenlerin
devrimci örgütler yerine bu çevrelere
yönelmesi onlar için daha tercih
edilir bir durumdur. Daha da ötesi bu
örgütlenmeyi devrimci gelişmeye
karşı kullanması da sözkonusu
olabilecektir. Ancak bunlar üzerinde
denetimini kaybetmeye başladığı
yerde bu hoşgörüsünü
sürdürmeyeceği, düzenini tehlikeye
atmayacağı da bir gerçektir.
Dolayısıyla şeriatçı kesimin devleti
içten ele geçirme hayalleri boşunadır.
Bu olanak onlara tanınmaz. En
azından devrimin gelişip devletin
yıkılması kesinleşmeye başladığı,
emperyalizmin ve oligarşinin başka
hiçbir seçeneğinin kalmadığı noktaya
kadar bu böyledir.
OLİGARŞİK DEVLETİN
LAİKLİĞİ
Şeriatçılar bugüne kadar özellikle
Mustafa Kemal ve '50'li yıllara kadar
tek parti diktatörlüğünü sürdüren
CHP'nin nezdinde Kemalizmi en
büyük din düşmanı olarak
göstermeye çalışmışlardır. Aslında bu
doğru değildir. Türkiye Cumhuriyeti
kurulduğundan bu yana ne din
düşmanı olmuştur, ne de laik.
Kurtuluş savaşı emperyalizme
karşı verilmiştir ama savaştan sonra
Kemalist diktatörlüğün tercihi yine
"Batı" olmuştur. Amaç emperyalist
devletler örnek alınarak ülkeyi
kapitalistleştirmektir. Ülkede devlet
eliyle bir burjuva sınıf yaratmak
amaçlanırken devlet "Batı"nın bazı
normları örnek alınarak yukarıdan
aşağıya yeniden yapılandırılır.
Halifeliğin kaldırılması ve "laik"
devlet düzeni yani dile getirildiği
biçimiyle "devlet işleri ile din işlerinin
birbirinden ayrılması" bunlardan
biridir.
Sözde laiklik böyle ifade
edilmektedir ama Osmanlıdan beri
halkı tebası olarak gören ve ona
güvenmeyen devlet Cumhuriyet
döneminde de halkın üzerinde
önemli bir etkisi olan dini kendi
tekelinde tutmak istemiş ve hiçbir
zaman devlet işleri ile din işleri
birbirinden ayrılmamıştır. Aksine
cumhuriyet dönemi boyunca devlet
hep dinle iç içe olmuş ve onu
kullanmıştır.Tek parti döneminde
tekke ve zaviyelerin kapatılması ve
bazı sınırlı sayıdaki şeriat düzeni
isteyen tarikat şeyhlerine karşı
uygulanan baskılar ise devletin dini
kendi denetiminde tutma
amaçlarının dışında değildir.
Kurulan Diyanet Bakanlığı ile
yüzbinlerle ölçülen imam ve müezzin
kadrosu, Kuran Kursları, İmam Hatip
Liseleri için devlet bütçesinden
önemli bir pay bu alana
ayrılmaktadır. Devlet, ne kimsenin
ibadet etmesine, ne de hemen her
köye, her sokağa kadar camilerin
yapılmasına, Kuran kurslarının
açılmasına engel olmuştur. Hatta
aksine devrimci mücadelenin
gelişmeye başladığı '60'lı yıllardan
itibaren din, devlet tarafından solun
gelişmesinin önüne engel olarak
çıkarılmak istenmiş ve bu amaçla da
İslami temeldeki örgütlülüklerin,
tarikatların gelişip güçlenmesi bizzat
devlet tarafından teşvik edilmiştir. 28
Şubat'taki MGK toplantısında
gündeme getirilen ve "Devrim
Kanunları" olarak adlandırılan tarikat
örgütlenmelerini denetim almayı
amaçlayan yasaların
uygulanmasından tümüyle
vazgeçilmiştir. Bu durum tarikatların
açık olarak faaliyet yürütmelerini de
büyük ölçüde olanaklı kılmıştır.
Bugün İmam Hatipler'in orta
kısmının kapatılmasına, Kuran
Kurslarının Diyanet'in denetimine
alınmak istenmesine karşı çıkan
Refah'lılar da bunu dile getirerek
"Bugüne kadar bunlara izin veren,
teşvik eden sizdiniz, bugün neden
karşı çıkıyorsunuz" demektedir. Bu
noktada haklıdırlar ve gerçekten de
öyledir.
12 Eylül sonrasında Kenan
Evren'in şefliğindeki Cunta üstelik
bunu çok aleni yapmıştır. Öyle ki
Evren nutuklarına bile sureler, ayetler
okuyarak başlar olmuştu. Dini
akımları güçlendirmek için Suudi
Arabistan'ın yaptığı yardımlar bile
seve seve kabul edilmiş, Kuran
Kurslarının. İmam Hatiplerin
açılmasına hız verilmişti. Cuntadan
sonra gelen tüm hükümetler boyunca
da bu örgütlenmelerin gelişmesi,
güçlenmesi sürdü.
Hemen tüm burjuva partileri
gittikçe güçlenen bu tarikat
şeyhleriyle sahip oldukları oy
potansiyeli nedeniyle iyi ilişkiler
içinde olmaya çalışmış, bu da tarikat
şeyhlerine devlet olanaklarından
daha da fazla yararlanma olanağı
sağlamıştır. Ancak bu süreç aynı
zamanda din olgusunun devletin
denetiminden çıkıp giderek tarikat
örgütlenmelerinin eline geçmesine
de neden olmuştur. Bu anlamıyla
Refah Partisi esasında bir tarikatlar
koalisyonudur. Parti yönetiminden
milletvekili adaylarının tespitine,
devlet içinde kadrolaşmaya kadar
hemen herşey bu tarikatların parti
içindeki gücüne göre hesaplanır ve
paylaşılır.
Bugün MGK tarafından gündeme
getirilen "sekiz yıllık zorunlu eğitim",
İmam Hatip Liseleri'nin orta
bölümlerinin kapatılması gibi
girişimler esasında devletin kaçırdığı
denetimi tekrar ele geçirme
çabasından başka bir şey değildir.
Yoksa egemen sınıflar için bugün
esas tehlike "şeriat" değildir, devrim
onlar için en büyük tehlike olmaya
devam etmektedir..
DÜŞMAN CEPHESİNİ
DARALTMALIYIZ
Ülkemizdeki İslami
örgütlenmelerin Cezayir, Lübnan,
Afganistan gibi ülkelerdekilerden
farklı olarak tüm söylemlerine ve
taleplerine rağmen düzen içi kalmayı
tercih ettikleri bilinen bir gerçektir.
Bunda bu örgütlenmelerin köşe
başlarını tutanların aslında gerçekte
bir düzen değişikliğinden yana
olmamalarının büyük payı vardır.
Bunlar sadece devlete karşı değil
seslendikleri kitlelere ve kendi
tabanlarına karşı da takiyye
yapmakta, onları aldatmaktadırlar.
Ancak herşeye rağmen düzen içi
de olsa bu kesimlerin devletle
çelişkileri vardır ve devletin yanında
yer almalarındansa devlete karşı
mücadele etmeleri, düşmanın
gücünü bölmeleri devrimcilerin ve
halkın yararınadır. Bugün böyle bir
durumları yoktur. Ancak böyle bir
yönelimde bunlara karşı
yaklaşımımız düşman cephesini
daraltmak, devrim cephesini
genişletmek çerçevesinde olmalıdır.
Seslendikleri ve örgütledikleri
kesimler daha çok gecekondulu
yoksul emekçi halktır. Düzenden ve
burjuva partilerinden umudunu
kesen bu yoksul halkı düzen dışı, hak,
adalet, eşitlik, adil, sömürüsüz bir
düzen vaadleri ve soldan devşirme
sloganlarla örgütlemektedirler.
Solun, devrimcilerin örgütlemesi
gereken bu potansiyel şeriatçıların
denetimine, insafına
terkedilmemelidir. Bu noktada onları
hak, adalet, eşitlik gibi savundukları
talepler doğrultusunda mücadeleye
zorlayarak devletin gerçek niteliğini
ve yüzünü daha yakından
tanımalarını, görmelerini sağlamaya
çalışırken, Refah Partisi'nin, tarikat
şeyhlerinin, din simsarlarının iki
yüzlü politikalarını açığa çıkaracak
teşhir ve propagandaya, ideolojik
mücadeleye ağırlık verilmelidir.*
SİLAHLI KUVVETLER, SİLAHSIZ KUVVETLERİ
NASIL KANDIRDI?
Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral
Güven Erkaya 11 Ağustos '97 tarihli Milliyet'teki röportajda bakın ne diyor:
"Son aylarda biz komuta kademesi
olarak bir misyon üstlendik. İrtica tırmanıyordu. Türkiye'ye başka bir şapka
giydirilmek isteniyordu. Türkiye İran olamaz. Türkiye Cezayir ya da Pakistan değildir.
Bizim üstlendiğimiz misyonun iki ayağı vardı:
1-İrticanın bir tehlike olduğunun Türk toplumu farkına varmalıydı.
2-Bu işi asker değil, siviller çözmeliydi. Sivil toplum...
Örgütler... Siyaset... Yani silahsız kuvvetler."
Devamında Yavuz Donat soruyor:
"Paşam gerçekten size sorsalardı... deselerdi ki 'Asker ne yapmak istiyor? İhtilal mi?' Ne yanıt verirdiniz?"
Deniz kuvvetleri komutanı bu soruyu
şöyle cevaplıyor:
"... Hayır! Yüz defa, bin defa hayır! Asker ihtilal yapmak istemedi."
Elbette Güven Erkayalar'ın üstlendikleri esas misyonun "irtica tehlikesi"ni önlemek olmadığını biliyoruz.
Misyon çok daha büyük, kapsamlıdır.
Esası emperyalizmin ve tekellerin "istikrar" programını uygulamaktır. Bu işin
bir tarafı. Ama öte tarafı MGK solcularını, MGK sendikacılarını yani MGK'nın
"Silahsız Kuvvetleri"ni çok daha
yakından ilgilendirse gerek..
Ne diyor Güven Erkaya? "İhtilal yapmayacaktık". Bu noktada Güven Erkaya'ya mı inanıyorsunuz sorusu yoktur;
fazladandır. Sürecin gelişimi esasında
bunu yeterince açık ortaya koyuyordu.
Öte yandan gerek uluslararası konjoktür, gerekse ülkenin koşulları bir darbenin yapılmasını pek olanaklı kılmıyordu.
Güven Erkaya darbe yapmayacaktık
diyor, ama hatırlayalım o günlerde ısrarla
bir darbe yapılacağı beklentisinde
olan, darbe çığırtkanlığı yapan ve
"aman darbe gelecek, hükümeti düşürmek için elimizden geleni yapalım" diyenler vardı. Kimdi bunlar? Burjuva muhalefet partileri, ve bir de, bizim MGK
solcuları, MGK sendikacıları dediklerimiz.
Oynanan oyunu Erkaya açıkça ifade
ediyor. Ne diyor? "Bu işi asker değil si-
viller yani Silahsız Kuvvetler çözmeliydi.'"?^ Silahsız Kuvvetler bir araya nasıl
getirilecekti? İşte bunun için "Şeriat
tehlikesi"nin keşfi ve onun ardından verilen "darbe geliyor" izlenimi, TÜSİAD'la DİSK'i; burjuva muhalefet partileriyle ÖDP'sini, Aydınlıkçıları, Türk-İş'i,
TESK'i bir araya getirip birbirine yapıştıran tutkal görevi gördü.
MGK onları şeriata karşı konumlandırmak istiyordu. "Solcu" DİSK, ÖDP gibilerine ise zevahiri kurtaracak bir slogan lazımdı; MGK paralelinde açıkça ve
yalnızca şeriata karşı duramazlardı; o
zaman kitlelerin gözünde solculukları-
na halel gelirdi. O zaman şeriatın yanına
darbe de eklendi. Ki bu da esasında
MGK'nın cevaz verdiği bir formülasyondu. MGK da, ordu da darbeye karşıydı.
Şimdi tabloya bakın:
MGK şeriata karşı, ama darbe yapmayacaktık diyor, yani darbeye karşı..
DHKP-C'NIN ELBETTE HESABI VAR
12 Ağustos tarihli Zaman gazetesinde
"DHKP-C'NİN ÇOK HESAPLI PLANI"
başlıklı bir yazı yayınlandı. Zaman
Kurtuluş'un 41. sayısının kapağında
İslamcılara çağrı yapılmasına bozulmuştu anlaşılan. Bu yüzden de gerek
Kurtuluş'un kapağında yapılan çağrıyı, gerekse de aynı sayının M. Ali Baran imzalı başyazıda İslamcılara ilişkin yapılan tahlilleri çarpıtmayı tercih
etmişti.
Mesela şöyle yazıyordu Zaman'da:
"Sekiz yıllık kesintisiz eğitime tepki
gösterenleri kışkırtma ve yönlendirme
isteklerine rağmen, halkın sağduyusunun galip gelmesinden rahatsızlık duyan aşırı sol ve terör örgütleri, yayınladıkları bildirilerde 'Bu eylemleri bahane ile İslamcı örgütleri devlete karşı gelme zeminine çekme propagandası yönünde hareket edelim' çağrısında bulunuyorlar."
Zaman'ın tırnak içinde yazdığı gibi
bir cümle yoktu Kurtuluş'ta. Ama İslamcıları devlete karşı gelmeye çağırdığımız doğrudur. Çünkü bu devlet,
İslamcıların da zaman zaman telaffuz
ettikleri gibi zulüm devletidir. Onurlu
insanlar için, inançlarını savunma konusunda samimi ve kararlı insanlar
için ise zulme karşı yapılacak tek şey
direnmektir.
Zaman gazetesi bu satırlardan rahatsızlık duyduğuna göre, ya bu devleti demokrat, iyi bir devlet olarak görüyor ya da zulüm devleti karşısında
teslim olmayı, onursuzluğu öğütlüyor.
Zaman devam ediyor:
"... çağrılardan birisi açıkça,
DHKP/C'nin sesi olarak bilinen 'Halk
İçin Kurtuluş' gazetesinin 2 Ağustos
tarihli kapağında yer alırken, aynı gazetede M. Ali Baran imzalı yazıda 'Büyük bir çoğunluk şeriatçı kesim emperyalizme, sömürüye ve zulme karşı
olduklarını söylemektedirler. Onları
bu söylemlerine sahip çıkmaya çağırmak, devlete karşı mücadele etme rotasına sokmak için çaba sarf etmeliyiz.' İfadeleri yer alması dikkat çekiyor."
Zaman'ın ya da bu yazıyı dikte ettiren kontra elemanlarının iyi dikkatini
çekmiş. Aynen böyle. Emperyalizme
karşıyız diyenler emperyalizme karşı
savaşmalıdır. Emperyalizme karşıyız
deyip mesela Siyonist İsrail'le yapılardan onaylamak, bu anlaşmaları yapan hükümeti savunmak, dürüst bir
tavır değildir.
Halka zulmediliyor deyip, zulme-
denlere karşı mücadele etmemek, ya
onursuzluk, ya korkaklıktır. Halka zulmediliyor deyip, bu zulüm devletine
karşı savaşan devrimcilere karşı çıkmak, onlara iftiralar atmak, dürüst değildir.
Sonuçta bu yazılanların, İslamcıların mevcut durumuna ilişkin yapılan
tespitlerin çok doğru olduğunu herkesten iyi bilen, bu çağrının İslamcı
kesimlerde şu ya da bu ölçüde bir etki
yaratacağını da gören Zaman gazetesi, çareyi, çarpıtmada buluyor.
Güya "güvenlik kaynaklarına" atfen
şöyle yazıyor:"... Çünkü aşırı sol grupların sekiz yıllık kesintisiz eğitimi destekledikleri bilinirken ye üstelik bu
yönde en önde görünürlerken, diğer
taraftan 'birlikte hareket etme' çağrısı
yaparak, halkın masum isteklerini kamuoyunda provoke etmek ... istiyorlar."
Zaman işte şimdi çarpıtıyor. Kurtuluş'ta savunulan düşünceler karşısında bir düşünce ortaya koyamayınca,
onun tersini kanıtlayıp savunamayınca, başlıyor yalana.
Evet, yalandır; "Aşırı sol örgütlerin
kesintisiz sekiz yıllık eğitimi destekledikleri" kocaman bir YALANDIR.
Zaman'ın hep "aşın sol" diye gördüğü Kurtuluş'ta bu konuda yazılanlar
bellidir.
CHP'den İP'e uzanan bir burjuva yelpaze de aynı noktada.
ÖDP'li reformistler de, DİSK'li sendikacılar da şeriata ve darbeye karşı. Aslında hepsi tek bir noktada birleşmiş:
Şeriat karşıtlığı.
Ama tabii şöyle bir durum da var.
Darbe yapsa kim yapacak? Belli; MGK.
Ama Ufuk Uras, Rıdvan Budak ve diğerleri "Ne MGK, Ne Şeriat" diyemiyor.
"Ne Hazırol, Ne Refahyol" diyor. MGK
da hiç üstüne alınmıyordu tabii. Çünkü,
o da aynı şeyi söylüyordu.
Evet, gelelim sonuca; sonuçta Emperyalizm, MGK ve TÜSÎAD, istediklerini elde ettiler. ÖDP'sini,
DİSK'ini şeriatın, Refahyol'un karşısında yanlarına
yedeklediler. Sonuçta kendi
programlarını uygulayacak
hükümeti de kurdular. Şeriata karşı demokratlık gösterisi yapanlar, şimdi hiç o
bahse dokunmuyorlar bile.
Zamlar ve terör sürüyor. Ne
oldu yani? Onca miting, gösteri, Sultanahmet'ler ne
içindi? Evet, onlar -MGK ve TÜSİAD- istediklerini elde etmişlerdir.
MGK solcuları, sendikacıları siz de
geldiğiniz oyuna yanın. Ve bakın bakalım, bu süreç boyunca kimin yanındaydınız, ve bakın bakalım, sizin elinize ne
geçti?*
Biz devrimciler, oligarşinin sekiz yıllık
kesintisiz eğitiminden yana değiliz.
Bu muhtevada bir eğitim beş yıl olsa
ne olur, sekiz yıl olsa ne olur diyoruz.
Biz bu eğitim sisteminin kendisine
karşıyız. Eğitim sistemi kökten
değişsin, Halk İçin Eğitim olsun diyoruz. Bunları da şimdi söylemiyoruz;
daha bu tartışmanın gündeme geldiği
ilk günden bu yana bunu söylüyoruz.
Zaman gazetesi, eğer dürüst gazetecilik yaptığı iddiasındaysa, bu yalan,
yanlış haberini düzeltmelidir. Kendisinin okuru olan İslamcı kesime,
DHKP-C'nin, M. Ali Baran'ın ve Kurtuluş'un gerçek düşüncesini, bu konudaki tavrını yansıtmalıdır. Zaman
eğer DHKP-C'nin, M. Ali Baran'ın ve
Kurtuluş'un düşüncelerinden, çağrılarından korkmuyorsa, bunlar yayınlayıp yalanını düzeltmelidir.
Son olarak da şunu ekleyelim: Zaman gazetesi görüşlerimizi çarpıtarak
boşuna uğraşıyor. Bugün düzenin savunucusu olan RP'lilerin, tarikatların
etkisi altında kalan, adalet, hak, eşitlik, inanç özgürlüğü duyguları ve talepleri istismar edilen kitleye mutlaka
ulaşacağız. Hem bu devletin gerçek
niteliğini, hem de İslamcıların gerçek
yüzünü onlara göstereceğiz.
Çağrılarımız bugün İslamcılann etkisi altında bulunan halk kitlelerinde
de cevap bulacaktır. Onları da bu
zulüm de vletine karşı savaşa
katacağız. Ne Zaman, ne de bir başkası buna engel olamaz!*
ALİ ARSLAN'ın Katilleri,
Kontrgerilla Devletinin
İşbirlikçileri Faşist Çetelerdir
Susurluk'la birlikte gerçek yüzleri ortaya çıkan mafyacı kontrgerilla devletinin
içinde yer alan sivil faşistler polis desteğiyle devrimci, demokrat, yurtsever insanlara saldırıyorlar. Halkı sindirmek için
terör estiriyorlar. Bunun en son örneği 9
Ağustos günü İstanbul Altınşehir Bayramtepe'de yaşandı. Taraftarımız ve tüm
devrimci gruplardan yardımını esirgemeyen Ali Arslan faşistlerin örgütleyicisi
Bayramtepe Zafer Ticaret'in sahibi ve Maraş katliamında da yeralan Mehmet
Cenk'in organize ettiği Hakkı Akkuş, Talip
Akkuş, Ahmet Akkuş, İzzet Aceksi, Hüseyin Aceksi, Bahattin Can, Yaşar Bostancı,
Serhat Çiftçi, Murat Akyüz, Ferhat Akyüz,
Tarık ve Kemal isimli faşistler tarafından
ailesinin gözü önünde önce dövülüp sonra
da bıçaklanarak katledildi.
Ali Arslan bir belediye işçisi olarak
yoksulluğun ne olduğunu çok iyi bilmekte ve tüm haksızlıklara karşı mücadele etmekteydi. Faşistlerin mahallelerindeki
zorbalığına, insanlar üzerinde polisle bir-
likte terör estirmelerine engel olmaya çalıştığı için katledildi. Katledildiği gün olay
yerine gelerek olayı basit bir adli vaka gibi
göstermeye çalışan polis faşistlerden
Hakkı Akkuş ve ailesini koruma altına alarak kaçırdı. Bu da polis-sivil faşist işbirliğinin açık bir göstergesidir.
11 Ağustos günü sabahın erken saatlerinden itibaren Ali Arslan'ın evinin
önünde bir araya gelen Devrimci Halk
Güçleri, devrimci, demokrat ve yurtsever
insanlar adli tıp morgunda Ali'nin cenazesini beklemeye başladılar. Bu arada yoğun güvenlik önlemi alan işkenceci polisler mahalleye giriş çıkışları kontrol altında tutup iki yüz belediye işçisini gözaltına
alarak Ali Arslan'ın sahiplenilmesine engel olmaya çalıştılar. Öğlen saatlerinde ailesi tarafından getirilen cenazeyi halk
"Devrim Şehitleri Ölümsüzdür", "Bayramtepe Faşizme Mezar Olacak" sloganlarıyla karşıladı. Altinşehir Bayramtepe
halkı ve Genel-İş 2 No'lu Şube okuduğu
basın açıklamasında faşist katillerin yar-
gılanmasını istediler. "Bayramtepe Faşizme Mezar Olacak" pankartıyla ve "Ali Arslan'ın Hesabı Sorulacak", "Faşist Çetelerden Hesap Soracağız" dövizleriyle yürümek isteyenlere işkencecilerin şefi "hepsini gözaltına alın" diyerek tehditler savurdu. Polis açılan pankarta ve dövizlere
müdahale etmek isteyince halk "Ali'nin
Hesabı Sorulacak" sloganıyla karşılık verdi. İnsanları abluka altına alan işkenceciler ailenin isteği üzerine ablukayı kaldırınca yürünmeye başlandı. Yürüyüş sırasında Ali Arslan'ın kızı "bir Ali öldü bin Ali
doğar. Babamın kanı yerde kalmayacak"
sözleriyle öfkesini dile getiriyordu. Cenazenin Gazi Mezarlığı'na kaldırılmasına
izin verilmemesinin ardından, Alibeyköy
Mezarlığı'na gitmek için yürüyüşe geçenleri, polis zorla otobüslere bindirerek Alibeyköy'e abluka altında götürdü.
ALİBEYKÖY CEMEVİ ÖNÜ
Devrimci Halk Güçleri'nin çoğunluğunu oluşturduğu Alibeyköy Cemevi
önünde toplanan yaklaşık 600 kişi Ali
Arslan'ın cenazesini "Ali'nin Hesabı Sorulacak" sloganıyla karşıladılar. İşkenceciler yine acizliklerini göstererek Alibeyköy'ün bütün sokaklarını abluka altına
almıştı. Yapılan dini törenden sonra yürümeye başlayan insanlara karşı korkularını en iyi şekilde ifade eden işkenceciler,
yolu kapatarak yürüyüşe izin vermediler.
"Yürüyemezsiniz" şeklindeki tehditleri
üzerine insanlar beklemeye başladı. Ali
Arslan'ın oniki yaşındaki kızı Fatma Arslan polislerin üzerine yürüyerek "bu ne
biçim adalet babamın kanı yerde kalmayacak hesabını soracağız" sözleriyle düşmana olan kinini gösteriyordu. Daha
sonra otobüslerle mezarlığa kadar gelen
insanlar cenazeyi gömdükten sonra saygı
duruşunda bulunup dağıldılar.*
Gözaltı Boyunca Bizlere
"Uğruna Ölürüm Türkiyem" Şarkısını Dinleten İşkencecilere Haykırdım
“Siz Türkiye Uğruna Ölemezsiniz,
Ancak Amerika Uğruna
Ölebilirsiniz”
12 Ağustos Salı akşamı Küçükarmutlu'daki evi, Vatan Emniyet Müdürlüğü Tim l'in işkencecileri tarafından basılarak gözaltına alınan
Haklar ve Özgürlükler Platformu
sözcüsü Oya Gökbayrak ile gözaltı
sonrası görüştük.
Eviniz basılarak gözaltına alındınız?
Gözaltına alınmanızın gerekçesi nedir?
"ŞEHİTLERİMİZİ
SAHİPLENMEMİZ
ONLARI ÇILDIRTTI"
Şehitlerimizin cenazesini sahiplenmemizin ve onları layık oldukları şekilde
görkemli bir törenle kaldırmamızın
verdiği tahammülsüzlük. Evet tek sebepleri buydu. Bu onları çıldırtmıştı.
Ali Haydar'ın cenazesini Gazi'de estirilen tüm töröre rağmen binlerce kişiyle
kaldırmamız halkın şehidine sahip çıkması işkncecilere ağır geliyordu. Öyle
tahammülsüzlerdi ki 3000 kişinin katıldığı cenazeye sanki onlarla rakam tartışıyormuşuz gibi "sadece iki yüz kişiydiniz. Yüz doksan kişi sizin adamınızdı,
geri kalan on kişiyi de tehdit ederek getirdiniz. Halkı tehditle götürüyorsunuz" diyorlardı. Ve sürekli cenazede benim kışkırtıcılık yaptığımı, gençleri
kandırdığımı, elebaşı olduğumu söylüyorlardı. Çok aciz ve komik halleri vardı. Cenazenin hırsını bu operasyonla
almak istediler.
Gözaltına alınırken ve şubede yaşadıklarınızı anlatır mısınız?
"İRFANI YANLIŞLIKLA
VURDUK"
Salı akşamı saat 22.00 sıralarında
kapı çalındı. Yedi-sekiz sivil polis içeri
girdi, önce tanımadığımız birinin ismini
sordular. Burada yok deyince bana
"savcı seni istiyor" dediler. Bende savcının beni ayağına bu şekilde çağıramayacağını söyleyerek "beni istiyorsa tebliğ eder giderim" dedim. Sonra evin sağına soluna saldırarak talan ettiler. Evde yanımda bulunan sakat bir arkadaşımı da almakla, işkence yapmakla tehdit ettiler. Evde ölüm orucu şehitlerinin
çerçeveli fotoğrafı bulunuyordu, onları
almaya yöneldiler müsaade etmedim
"çekin pis ellerinizi şehitlerimizden, siz
onlara dokunamazsınız, katil sürüleri"
diye bağırdım. Resimleri zorla aldılar.
Evden aldıkları eşyalar için arama tutanağını görmek istedim "vermiyoruz"
dediler. "Siz halk düşmanısınız" dedim.
Arabada alay ediyorlardı. Siz namertsiniz. Silahsız insanları öldürüyorsunuz
dedim. "Biz silahsızlara dokunmayız"
dediler. O zaman "İrfan'ın silahı neredeydi, Senem ve Muhammet' te silah
mı vardı" diye haykırdım. İçlerinden
sarışın, uzun boylu birisi "İrfan'ı yanlışlıkla vurduk asıl vurulacak Muhammet'ti" dedi, bu arada bir başkası kolu
ile vurarak onu hemen susturdu. Şubede
de sürekli hakaret ettiler. Bize devlet
düşmanı, teröristler diyorlardı. Onlara
öldüren, katleden, gözaltında kaybettiren bir devlete dost olunmaz deyince
"hiçbirini
ispatlayamazsınız" dediler.
Halk
Anayasası
Taslağı'ndan
bahsediyorlar
ve
sözlü
saldırılarda
bulunup,
alay
ediyorlardı.
Alındığımız
ilk
günden
itibaren,
sürekli olarak
sabah
saat
sekizde teybi
son
sesine
kadar
açıp,
faşist
Ozan
Arif'in
"Uğruna
Ölürüm
Türkiyem"
kasetini dinletiyorlardı. Bu toplu
işkence saat 24.00'e kadar devam
ediyordu. Sonunda onlara bağırdım
"İşkenceci katiller, gözaltında insanları
katledenler Türkiye uğruna ölemezler.
Türkiye'yi işkencelerde katlederek mi
kurtaracaksınız?
Siz
Amerika'nın
uşağısınız. Amerika için ölürsünüz".
Bunun üzerine üstüme saldırdılar.
Benim elimde tekerlekli sandalyemin
paleti vardı onunla kendimi savunmaya çalıştım. Bunun üzerine topluca üzerime çullanıp, tekmelemeye
başladılar. Aynı sözleri basına çıktığımızda da söyledim. Bizi değil işkencecileri çekin, asıl terörist onlar dedim.
Şubede soru bile sormuyorlardı, tek
dertleri cenazeydi. Çok tahammülsüzlerdi. Resmen içlerine oturmuş. Düşünebiliyor musunuz hala Sibel'in cenazesini söylüyorlar "teröristin cenazesinde üç gün direndiniz" diyorlardı. Şubeye geldiğimizde ölüm orucu şehitlerinin resimlerine deli gibi saldırdılar.
Bir tanesi kırın parçalayın diye bağırıyordu. Yere atıp hepsi birden üzerlerin-
de tepindiler. Ne kadar aciz olduklarını
gördüm. Kırıp parçaladıkça rahatlıyorlar, kahkahalar atıyorlardı. Hepsi psikopattı.
Savcının sorgusu da cenaze üzerine
miydi?
Polisin fezlekesinde ben cenazedeki
kışkırtıcı olarak gösteriliyordum. Savcı
tam bir polis gibi davranıyordu. Bana
"ne diye cenazeye gidiyorsun? Onları
tanıyor musun? Kim olduklarını biliyor
musun? Niye her
cenazede
sen
varsın?"
gibi
mantıksız
soruların yanısıra
konuyla
hiçbir
alakası
olmadığı halde
tutuklanıp
tutuklanmadığımı, kaç kere gözaltına alındığımı
falan
sordu.
Sonra
oturup
beni Demokratik
Kitle
Örgütleri'ne
gitmemeye, mücadele
etmekten
vazgeçmeye ikna
etmeye
çalıştı.
Hakarete varan
sözleri, tavırları
vardı. O'na '88'den beri bu mücadaleyi sürdürdüğümü ve sürdüreceğimi,
yaptığımın onurlu bir iş olduğunu söyledim. Gözaltında onbeş kişiydik ve hepimiz cenazelerimizi savunduk.
Son olarak sizin eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?
Sonuç olarak işkencecilerin bütün
derdi Ali Haydar'ın cenazesinin binler-
le kaldırılmasıydı. Cemevine bile gidip
baskı yaptılar. Genç-yaşlı, çoluk-çocuk
halkın şehidini sahiplenmesi öyle içlerine oturmuş ki, halkı bizim tehdit ederek zorla götürdüğümüzü, hiçbirinin
gönüllü olmadığını söylüyorlar. Biz üç
bin insanın kafasına silah dayadığımız
gibi onlara kinle, coşkuyla sloganlar attırmış, zılgıtlar çektirmişiz. HÖP'ü hazmedemiyorlar. HÖP'ün başarıları, kitleselliği onları korkutuyor. Halk Meclisleri'ne, Halk Anayasası'nın sahiplenmesine karşı çok tahammülsüzler. Bir
de Kurtuluş'a. Kurtuluş'ta çıkan yorumlara çok bozuluyorlar. Tüm sözleri hareketleri psikolojilerini ele veriyor. Çaresizlikle kıvranıyorlar. Onlara bu saldırganlıklarının tükenmişliklerinden
kaynaklandığını söyledim. Bana "niye
Cuma anneleri ile beraber değilsin" dediler o zaman o insanları da kendilerinin kışkırtmak istediklerini, kendilerinin "şehit" diye adlandırdıkları insanları
bile pis komploları için kullandıklarını,
ama başarılı olamadıklarını söyledim.
Bir de dikkatimi çeken polisin fez-lekesi
resmen cenazeden sonra "kışkırtıcılar"
diyerek bizi manşetleyen Türkiye
gazetesinde yazılanlar ile aynıydı.
Daha öncede evimi basmışlardı.
Tim şefi bana bunu hatırlatarak "o zaman infazı düşünmüştüm, keşke düşündüğümü uygulasaydım" dedi.
Komplodan sonra uzun süre gözaltına alınmamıştım. Bu gözaltında hepsinin ne kadar şerefsiz olduğunu yüzlerine haykırdım. Katil olduklarını söyledim. Bu gözaltılar kinimi arttırıyor, mücadele azmimi bileyliyor. İşkencecilere
de, savcıya ve hakime de söyledim. Karşılarına hep çıkacağım çünkü asla kavgamdan vazgeçmeyeceğim.*
HAPİSHANE
PERSONELİNE
ÇAĞRIMIZDIR
DGM'nin önünde
faşist saldırı
12 Ağustos günü evlerinden ve
sokaktan gözaltına alınan Oya
Gökbayrak, Grup Yorum üyeleri ve
Gazili gençler 14 Ağustos günü
DGM'ye çıkarıldılar. DGM'nin
önünde mahkemeye çıkan insanları
bekleyen ailelerin yanısıra sayıları
kırka yakın çoğunluğu silahlı sivil
faşistlerde göze çarpıyordu. Hiçbir
aile bahçe kapısına bile
yaklaşamazken faşistlerin canlarının
istediği gibi davranmaları, özellikle
işkencecilerle olan samimiyetleri de
ayrıca dikkat çekiyordu. DGM'deki bir
duruşmaya gelen MHP'li sivil faşistler
önce avukatlara, sonra Vatan'ın
işkencecilerinin kışkırtmasıyla
savcılıktan bırakılan Gazili gençlere
ve ailelerine saldırdılar. Saldırıya
hiçbir müdahalede bulunmayan polis
faşistleri korudu. Faşistlerin
saldırısında bir kişi yaralandı. Oya
Gökbayrak ve iki kişinin sorgu
hakimine sevk edildiği DGM'de saat
19.00'a kadar sorgu sürdükten sonra
gözaltına alınan tüm insanlar serbest
bırakıldı. Gözaltına alınmalarının
polisin Gazi'de kalkan cenazeye olan
tahammülsüzlüğünden
kaynaklandığını ifade eden Grup
Yorum üyesi İrşat Aydın, gece
evlerinin basıldığını ve apar topar
emniyete götürüldüklerini belirtti.*
FAŞİZMİN DEVRİMCİ TUTSAKLARA
YÖNELİK
SALDIRILARINA ALET OLMAYIN, FAŞİZMİN DEĞİL,
DEVRİMCİ TUTSAKLARIN, HALKIN YANINDA YER ALIN!
Faşizm yıllardır hapishanelerde devrimci tutsaklara yönelik saldırılarında
askerin, polisin yanında başta gardiyanlar olmak üzere hapishane personelini
de kullanmaktadır.
Bugün açısından birçok hapishanede
devrimci tutsakların güçlü olması, yıllardır süren direnişlerin, ödenen bedellerle
oluşturulan statülerin etkisiyle fiili saldırı
konumundan çıkmış olunsa da, hastane,
mahkeme, başka bir hapishaneye sevk
vb. durumlarında gündeme gelen
saldırılar daha çok askerler tarafından
sürdürülse de, Buca, Ümraniye, Diyarbakır katliamlarında, Erzurum gibi saldırıların yoğun olduğu hapishanelerde, devrimci tutsakların sayılarının az olduğu
yerlerde gardiyanların katliamlara, saldırılara karıştıkları biliniyor.
Kuşkusuz tüm personel aynı değildir,
içlerinde faşistler olduğu gibi demokrat
nitelikte olanlar da vardır. Hatta 1 Mayıs'ta katledilen Yalçın Levent örneğinde
olduğu gibi halkların onurlu mücadelesinde yer alıp, şehit olanlar da vardı.
Ancak birçokları ise güçlüden yana
olup, ezilmeme mantığıyla saldırılara ortak olmakta, onurlu, namuslu bir yaşam
yerine devletin kendilerine uygun gördüğü yaşamı, kişiliği kabullenerek, devrimci tutsakların haklı mücadelelerini
görmezden gelerek, haksızlıklara ses çıkarmamakta, kimi zaman ise halk düşmanı bir tutum sergileyebilmektedir.
Devletin hapishane personeline dağıttığı, personelin "görevlerini" içeren bir
yazıdan aşağıda aktardığımız bölüm,
personele yaptırılmak isteneni göstermektedir:
"... g) Zor Kullanma Yetkisi ve Görevi;
Ceza infaz kurumlarında bazı hallerde asayişin son derece bozulduğunu gösteren olaylar görülmekte, öldürme, yaralama, yangın, isyan gibi suç teşkil eden,
kurumun disiplin ve asayişini bozması
konusunda tereddüt edilmeyecek hadiselere rastlanmaktadır.
Tüzük gereği bu hadiseleri önlemek,
başlamış hadiseleri durdurmak infaz ve
koruma memurlarının görevleri içindedir. Gerektiğinde bu görevlilerin hadiseyi
önlemek için fiili müdahalede bulunmaları ve caydırıcı karşı tedbirler almaları
zorunluluk arzetmektedir.
Bu sebeple, infaz ve koruma memur-
larının disiplin ve iç güvenliği koruma,
suç işlemeyi önleme yönünden idarenin
gözetim ve denetimi altında caydırıcı etkisi bulunan jop taşımalarında ve gerektiğinde kullanmalarında faydalar vardır"
Hapishane personeli, bu belgede de
açıkça görülmektedir ki, oligarşinin siyasi
ve adli tutsaklar üzerindeki baskı politikasının temel araçlarından biri olarak
görülmektedir. Hapishane personeli faşizmin kendisine dayattığı bu kimliği
reddederek halk düşmanlarının değil,
halkın yanında olmalı, insanlık onurunu,
namusunu ayaklar altına aldırmamalıdır.
Bugün artık bu düzenin nasıl bir düzen olduğu/iktidardaki düzen partilerinin kimin çıkarlarını savunduğu daha
net görülmektedir. Hırsızların, katliamcıların, yalancıların, dolandırıcıların düzeninin savunulacak hiçbir yanı yoktur.
Bu faşist devletin halklarımıza yönelttiği saldırılar halkın içinde olan, ezilen, sömürülen hapishane personelini
de hedeflemektedir. Sömürü, yoksulluk
ve onursuzluk bu kesime de dayatılmaktadır. Şu ya da bu uygulamaya karşı çıktıklarında, ekonomik, demokratik haklarım istediklerinde gardiyanların payına
düşen de soruşturmalar, sürgünlerdir.
Hemen tüm gardiyanlar ve diğer personel yıllardır devrimci tutsaklara yapılan saldırılara, işkencelere, katliamlara,
tutsak ailelerine yönelik insanlık dışı uygulamalara, işkencelere tanıklık etmektedir. Bununla birlikte devrimci tutsakların ve ailelerinin direnişi, ölümler pahasına teslim olmaması, her türlü bedele
rağmen insanlık onurunun yüceltilmesi
tüm personelin gözleri önündedir.
Önümüzdeki süreçte hapishanelerde
yine devrimci-yurtsever tutsaklara ve
adli tutuklulara yönelik saldırılar yaşanacaktır. "Hücre tipi cezaevi" hazırlıkları ve
son Adalet Bakanlığı genelgesi bu saldırıların başlangıcıdır.
Yine önümüzdeki süreçte tutsakların
kahramanca direnişlerine, ölümü hiçe
saymalarına tanık olacaksınız.
Yeriniz tutsaklardan yana, halktan
yana olmalıdır.
Cezaevlerindeki tüm çalışanlara çağrımız şudur; Halka zulmeden bir avuçsömürücü azınlığın aleti olmayın! Faşizme boyun eğmeyin, suçlarına ortak
olmayın!... Her şeyi görüyor, biliyorsunuz. Hapishanelerde yaşananların, yalanlarla, demagojilerle aldatılamayacak
kadar yakın tanığısınız: Haksızdan yana
olmayın. Haklının karşısına çıkmayın!
Faşizmin saldırılarına katılıp aleti olmayın; sessiz kalarak dolaylı da olsa destekçisi durumuna düşmeyin...
Devrimci Halk Kurtuluş
Partisi-Cephesi Tutsakları
Hücre Sistemi ile ilgili olarak
devletin yaptığı propagandalar
asılsız ve hapishanelerdeki zulmü
sürekli kılmava yöneliktir
Birçok
hapishanede
son
aşamasına gelen Hücre 'Sistemi
ile ilgili olarak resmi ağızlardan
yapılan
açıklamalar
yeni
katliamların sinyalini veriyor.
Kamuoyuna Hücre Sistemi'ni
kabul edilebilir göstermeye
yönelik
propagandaların
hızlanması Adalet Bakanı
Oltan Sungurlu'nun "Böyle birşey yok" şeklindeki gerçek dışı
sözlerini yalanlıyor.
"Hücre" yerine "oda" adının
kullanılması, bu sistemin "Batı'da da uygulandığı ve tutukluların yararına olduğu" yönündeki devlet görevlilerinin açıklamaları zulmü meşrulaştırma
çabalarına işaret ediyor. Bayrampaşa Cezaevi Savcısı Necati
Özdemir'in bu yöndeki açıklamaları kötü niyetlidir. Hücre Sisteminin Batı'da da uygulandığını söyleyen Savcı: Bunun hangi
koşullarda istisna olarak benimsendiğini açıklamak bir yana; bu ülkelerin hangisinde on
bini aşan siyasi tutuklunun bulunduğunu, hangi ülkelerde hapishanelerdeki tutukluların kafaları parçalanarak katledildiklerini ve bu katliamlar nedeniyle soruşturma geçirmek birjnna
ödüllendirildiklerini, tedavileri
yapılmadığı için göz göre göre
ölüme terk edildiklerini, bu ülkelerin hangisinde baskı ve işkencenin binbir türlüsünün uygulandığını açıklamalıdır.
Can güvenliğinin bulunmadığı, tutukluların sürekli ölümle
tehdit edildiği, işkencelerden geçirildiği hapishanelerde getirilecek hücre sistemi zulmü süreklileştirmeye hizmet edecektir.
Amaçlanan da budur. Ülkemiz
gerçeklerini gözardı ederek zulmün ve vahşetin kaynağı "Batı"yı kendilerine kalkan olarak
seçenler de bu amaç peşinde
koşmaktadır. Hücre sistemini
öven Bayrampaşa Savcısı; Buca,
Ümraniye, Diyarbakır, Zile ve en
son Metris Hapishanesi'nde
açıktan yapılan katliamların
sorumlularının yargı önüne çıkarılmasından neden söz etmiyor? Bu sistemin tutukluların
yararına olacağını söyleyenler
neden onlara bu konudaki düşüncelerini sormuyor? Neden
tutsaklar uyarı açlık grevi ve sayım vermeme protestoları yapıyor?
Önümüzdeki süreç getirilmeye çalışılan haksız Hücre Sistemi'ni kamuoyu nezdinde meşru göstermeye yönelik devlet
kaynaklı propagandaların yaygınlaşacağı bir süreç olacaktır.
"Örgütler yine cezaevlerinden
yönetilecek, hapishaneler terör
yuvası olmaya devam edecek, bu
nedenle bu faaliyetlerin önlenmesi için hücre sistemi gerekecektir" gibi. Tutsakların vücutları
parçalanarak, tanınmaz hale
getirildiği vahşeti aratmayan
saldırılardan sonra yapılan "Cezaevinde isyan çıktı, bastırmaya
çalıştık" şeklindeki açıklama ve
yayınlarda olduğu gibi. Belki de
hücreleri meşrulaştırmak için
bilinçli provokasyonlar geliştirilecektir. Hapishaneler üzerinde
oyunlar oynanmaktadır.
ANASOL/D hükümeti de tavrını açıktan yeni katliamlar yönünde belirlemiştir. Adalet Bakanlığı'na getirilen Oltan Sungurlu'nun bu konudaki sicili,
uygulamaya konulmak istenen
Hücre Sistemi bunun göstergesidir. Nitekim Oltan Sungurlu
Metris Cezaevi'ndeki katliamdan sonra bu katliamın sorumlularının yargı önüne çıkarılmasını sağlamak yerine sorumlu tutuklularmış gibi çıkardığı
14 Temmuz genelgesi ile hapishanelerde yeni tecrit uygulamaları getirmiş, cezaevi içinde sözde güvenliği sağlamak üzere "gezici timler" oluşturmuştur.
Kamuoyu hapishanelerde
MGK politikaları doğrultusunda
gündeme getirilen yeni saldırı ve
katliamların çok yakınımızda
olduğunu
görmenin
sorumluluğuyla hareket etmeli,
yarının çok geç olacağını görerek
devletin bu politikalarını boşa
çıkaracak şekilde hareket etmelidir.
Av. Metin Narin
Yine Evlatlarımızın
Yanında Olacak, Onlara
Yapılacak Saldırılara
Birlikte Göğüs Gereceğiz
Temiz siyaset, çete ve mafyasız devlet, demokrasi
ve insan haklarının uygulanacağı ilerici ve aydınlık
bir Türkiye iddiasıyla iktidara gelen hükümet;
koltuğa oturur oturmaz baskı ve zulme eski
iktidarların kaldığı yerden arttırarak devam
etmektedir.
Dördüncü kez Adalet Bakanlığı'na getirilen
Oltan Sungurlu daha önce hapishanelerde estirdiği
terörü, insan haklan ihlallerini, tutuklu ve ailelerine
yönelik saldırılarını gözardı ederek MGK'nın
idaresinde yeni saldırı ve öldürme politikalarını
uygulama hazırlığındadır.
14 Temmuz 1997 tarihli genelge ile "hapishane
içerisinde hapishane" anlamına gelen hücre tipi
cezaevine geçme çalışmaları başlamış, böylece
Oltan Sungurlu, MGK ve Anasol-D Hükümeti'nin bu
süreçteki hapishaneler politikası da net bir şekilde
ortaya çıkmıştır. Şu unutulmamalıdır ki; '96 Süresiz
Açlık Grevi ve Ölüm Orucu direnişinden çıkan
tutsakların tedavilerine izin verilmemiş olup, halen
pek çok tutsağın rahatsızlığı devam etmektedir.
Girilecek yeni direnişlerde tutsakların kısa sürede
ölmesi sözkonusudur. '84 ve '96 Ölüm Orucu
direnişi devrimci tutsakların iradelerini ve
ideolojilerine bağlılıklarını tüm dünya kamuoyuna
gösterdiği yıllar olmuştur.
ÇAĞRIMIZ SİZLEREDİR:
- '96 SAG ve Ölüm Orucu direnişlerinde
ölümlerin başlamasından sonra, bu durumu
"ilerici Türkiye'nin bir ayıbı, insanlık ayıbı" olarak
niteleyen gazeteci ve yazarlar,
- İlerici ve aydın sıfatını taşıdığını iddia edip
ölümler başladıktan sonra harekete geçen ve eylem
sonrası misyonlarını unutan "aydınlar",
- Hep "daha fazla bir şeyler yapılması gerekirdi"
deyip hiçbir şey yapmayan DKÖ'ler ve partiler,
- İçinde insan ve halk sevgisini taşıyan, bu
sorumluluğu yüreğinde hisseden sanatçılar,
- Susurluk kazasından sonra içinde yaşadığı
düzeni bütün çıplaklığıyla görüp, artık bir şeyler
yapmak gerektiğine inanan tüm din, dil, ırk ve
düşünceden insanlar,
Adalet Bakanı Oltan Sungurlu'nun "kamuoyunu
ve tutukluları rahatsız edecek hiçbir uygulamamız
olmayacak" yalanına kanmayın. Unutmayın '96
Ölüm Orucu'nda da Şevket Kazan "kantinleri
boşalttılar, gizli gizli yiyorlar, onlar ölmez" diyerek
yalanlar söylemiş ve halklarımızın yüreğinde hiç
kapanmayacak yaralar açmış, oniki devrimcinin
ölümüne sebep olmuştur.
İnsan olduğunuzdan utanmadan
yaşayabileceğiniz bir toplum ve ülke için, çağrımıza
kulak verin. Tutsaklara yapılacak tüm saldırılara,
demokratik tepkilerinizle karşı çıkın.
Biz tutsak aileleri olarak, geçen sene olduğu gibi,
yine evlatlarımızın yanında olacak, onlara yapılacak
saldırılara birlikte göğüs gerecek, gerekirse birlikte
ölüme yatacağız.
İnsanlığınızdan utanmamak ve geri dönüşü
olmayan günlere girmemek için bu çağrımıza kulak
verin.
UNUTMAYIN! Onlar sizleri ve tüm halkları
ölesiye sevdikleri için tutsak düştüler ve bu uğurda
dün olduğu gibi bu günde ölmeye hazırlar.
DEVRİMCİ TUTSAKLAR ONURUMUZDUR!
TİYAD'lı Aileler
Mehmet Topaç, Mehmet Ağar, Şevket
Kazan, Oltan Sungurlu... Bu isimler
Türkiye'de iktidara gelmiş çeşitli
hükümetlerin Adalet Bakanları... Yani
haktan, hukuktan, adalet sisteminden
sorumlu bakanlar. Ama bu isimler
haktan, halktan değil, hep haksızdan
yana oldular. Adları tarihe kanla
yazıldı her birinin, icraatlarından
dolayı Adalet Bakanı unvanlarının
yanına "katil" sıfatı da eklendi. Gerçi
bazıları o unvanı zaten daha önceki
icraatlarıyla kazanmışlardı. Hem de
halka karşı işlenmiş bu suçlan
sayesinde "Adalet Bakanı" olmuşlardı.
Bakanlık koltuğunda bu sıfatlarını
pekiştirdiler.
ANAP'ın başını çektiği TÜSİADMGK hükümetinin Adalet Bakanı
Oltan Sungurlu tüm Türkiye
halklarının ve özellikle de devrimci
tutsakların yalandan tanıdığı bir
isimdir.
Sungurlu Adalet Bakanlığı
koltuğuna ilk kez Ekim 1986-Eylül
1987 arasında oturdu. Sonra Aralık
1987-Haziran 1988'de tekrar Adalet
Bakanı oldu. Üçüncü kez Adalet
Bakanı olması ise Mart 1989-Haziran
1991 tarihleri arasındadır.
Sungurlu Adalet Bakanı olduğu her
dönemde adeta tutsaklara karşı savaş
açtı. Yaptığı herşey, söylediği her söz
onun suç dosyasını kabarttı.
Suç dosyasında şunlar yazılı:
Suç Tarihi: Ekim 1986Eylül 1987 Arası
TUTSAKLARIN
DİRENEREK
KAZANDIKLARI
HAKLARI HER FIRSATTA
GASP ETTİ
Sungurlu ilk kez Adalet Bakanı
olduğu 1986-'87'de tutsakların '82'den
beri açlık grevleri, ölüm oruçları
yaparak, şehitler vererek, her türlü
baskıya karşı çıkıp, bedeller ödeyerek
geri püskürttükleri Tek Tip Elbise
uygulamasını yeniden gündeme
getirdi.
TTE'yi giyme dayatmasına
girişemedi. Tutsaklar direnişleriyle ona
bu fırsatı vermediler. Ancak tutsaklara
yaygın biçimde görüş, avukat yasaklan
uygulandı. '87'nin ilk aylarında
cezaevlerinde operasyonlar düzenletip
yüzlerce tutsağı hücrelere aldırdı.
Tutsakların yanı sıra aileleri de bu
saldırılardan paylarına düşeni
alıyorlardı. Evlatlarını görebilmek için
yüzlerce kilometre yoldan gelen tutsak
aileleri çoğu kez görüşemeden
ayrılmak zorunda kalıyorlardı.
Bu yetmiyormuş gibi Sungurlu'yla
görüşmek isteyen tutsak yakınları
Bakanlığın önünde Sungurlu'nun
emriyle coplandılar, yerlerde
sürüklendiler.
Avukatlar da Sungurlu'nun hedefi
olmaktan kurtulamadılar. Tutsakların
haklı mücadelesine destek veren
hukukçular Sungurlu'nun literatüründe
"kışkırtıcılar"dı.
12 Eylül koşullarım yeniden
yaratma hayalleri kuruyordu. Hayalleri
tutsakların direnişlerine çarptı.
Suç Tarihi Aralık 1987Haziran 1988 "ÖLÜM
YOLCULUĞU'NUN
EMRİNİ VERDİ
NELER DEMİŞTİ?
Yıl 1987... "Onlar açlık grevi
yapmıyorlar sürekli hadise çıkarmak
için vesile yaratıyorlar."
Yıl 1989... Tutsaklar yine açlık
grevinde... "Bunların amacı farklıdır.
Bunlar dışarıdan çeşitli
merkezlerden emir alıp eyleme
girdiler."
Aynı dönem; Hızını alamıyor
Sungurlu kinini kusuyor... "Ölmek
istiyorlarsa ölsünler", "Açlık grevi
ideolojiktir."
Yü 1989... Aydın Hapishanesinde
iki tutsak onun emriyle katlediliyor.
Sungurlu pervasız... "Yapılan tıbbi
tedaviyi kabul etmemeleri nedeniyle
iki vatandaşımızı maalesef
kaybetmiş bulunuyoruz." Ve tehdit
ediyor... "Tehlike diğer tedavi kabul
etmeyenler için de söz konusudur."
Tutsakların haklı talepleri için
demagoji yapıyor... "ideolojik amaçlı
eylemlerle dış itibarımızı zedelemek
1 Ağustos 1988'de Mehmet Topaç
imzasıyla bir genelge yayınlanmıştı.
Genelgenin odağında asıl olarak Tek
Tip Elbise uygulaması vardı. Genelge
'88'de uygulattırılmamıştı.
Sungurlu bakanlık koltuğuna bunu
uygulatma göreviyle oturtuldu. İlk
icraatı olarak Eskişehir Özel Tip
Hapishanesinde tünel vb. gerekçelerle
tutsakların insani, sosyal ve siyasi
hakları bir çırpıda gasp edildi. Arama
adı altında eşyalar talan edildi,
koğuşlar yağmalandı. Tutsaklar ölümle
tehdit edildi. Tutsaklar yine
direnişlerle, açlık grevleriyle karşılık
verdiler bu dayatmaya.
1 Ağustos Genelgesi'ni protesto
etmek amacıyla birçok hapishanede
açlık grevlerine başlandı. Ancak
Sungurlu tutsakların taleplerine
istiyorlar."
Haziran 1989... "...Tüneller ve
açlık grevlerinin önüne geçebilmek
amacıyla hükümlülerin insan ile
fiziki ilişkisinin önlenebileceği hücre
sistemine dayalı cezaevi modelleri
üzerine düşünüyoruz."
"Hükümlü'ler insan değil ona göre.
Yıl '89, yü '90, yıl '97; idam
cezalarının uygulanıp
uygulanmaması sık sık tartışma
gündemine geliyor. "Türkiye'de
terörün bu kadar tırmandığı bir
dönemde ölüm cezasını
kaldıramazsınız."
O halka, devrimcilere düşman.
Tek düşündüğü katletmek, yok
etmek...
SUNGURLU,
HİÇBİR SÖZÜNÜ
UNUTMADIK,
UNUTMAYACAĞIZ
SÖYLEDİĞİN HER
kulaklarını tıkadı. Bu kez de "Bunların
amacı farklıdır. Bunlar dışarıdan
çeşitli merkezlerden emir alıp eyleme
girdiler" diyerek demagojik
açıklamalarla kamuoyunu yanıltmaya
çalıştı.
Baskı, yasak ve saldın
politikalarına karşı haklarını arayan,
bunun için açlık grevi yapan binlerce
tutsak için "Ölmek istiyorlarsa
ölsünler", "Açlık grevi ideolojiktir"
diyordu.
Eskişehir Hapishanesinde Süresiz
Açlık Grevi'nin 35. gününde tutsaklar
Sungurlu'nun emriyle Aydın ve Nazilli
Hapishanesine sevk edildi. Tutsakların
"ring" adı verilen dört yanı kapalı
araçlarda elleri kelepçeli, üst üste
bindirildikleri 15 saatlik "sevk"
yolculuğu infaza dönüştü.
Tutuklulara uygulanması gereken
asgari davranış standartlarını içeren
uluslararası sözleşmenin 45-2.
maddesinde "Tutukluların
havalandırma ya da ışığı yetersiz
araçlarda ya da gereksiz sertliğe
başvurularak taşınması yasaktır"
denmesi de fazla bir şeyi ifade
etmiyordu.
Bu koşullarda Aydın'a gelindiğinde
tutsaklar gardiyan ve jandarmanın
saldırısına maruz kaldılar. Birçok
tutsak yaralandı. Bu sırada PKK
davasından yargılanan Mehmet
Yalçınkaya ve Hüseyin Hüsnü Eroğlu
adlı tutuklular katledildiler. Katliam
resmi olarak "su kaybından ölüm"
olarak açıklandı.
Sungurlu ise gayet rahat ve pervasız
"Yapılan tıbbi tedaviyi kabul
etmemeleri nedeniyle iki
vatandaşımızı maalesef kaybetmiş
bulunuyoruz. Tehlike diğer tedavi
kabul etmeyenler için de söz
konusudur" diyordu.
Yalçınkaya ve Eroğlu'nun
katledilmesinin baş sorumlusu
Sungurlu'ydu.
Suç Tarihi: Mart 1989Haziran 1991 HÜCRE
TİPİ CEZAEVİ AÇTI
Sungurlu '89'da henüz Eskişehir
Tabutluğu açılmadan önce şunları
söylüyordu; "... Tüneller ve açlık
grevlerinin önüne geçebilmek amacıyla
hükümlülerin insan ile fiziki
ilişkisinin önlenebileceği hücre
sistemine dayalı cezaevi modelleri
üzerine düşünüyoruz."
Nitekim
düşündüğünü
1990'da
Eskişehir
Hücre Tipi
Cezaevi'ni
inşa ederek
hayata geçirdi.
Faşizmin ve
onun
zindanlar
bakanının
amacı belliydi.
Yıllardır her
türlü baskı,
işkence ve
terörle boyun
eğdiremediği
tutsakları tek kişilik mezarlıklara gömerek
birbirlerinden ve toplumdan soyutlamak
istiyordu.
Hapishaneyi faaliyete geçirebilmenin zemini
yaratmak, kamuoyundan gelecek tepkileri
nötralize etmek için yoğun bir demagoji ve
propaganda kampanyası başlattı. Tutsakları ve
ailelerini kandırması mümkün değildi. Kamuoyu
nezdinde de inandırıcı olamadı. Ve çok çok
istemesine rağmen tutsakları o tabutluklara
doldurmadı.
Ama bunu uygulayamasa da "boş"
durmayacaktı. Çünkü saldırmadan, yeni baskı ve
yasaklar uygulamadan "görevini" yapmış
sayılmazdı.
Gündeminde yine 1 Ağustos Genelgesi vardı.
Cezaevlerine gönderdiği 12 Aralık 1990 tarihli bir
genelgeyle açık görüşlerin yasaklandığı
talimatını verdi. Aynı gün aileler hapishane
önlerinde coplandılar.
Suç Tarihi;
1997 Temmuz...
ŞİMDİ HALKA KARŞI
SUÇLARINA YENİLERİNİ
EKLEMEK İÇİN YENİDEN
ADALET BAKANI
Sungurlu oligarşinin MGK-TÜSİAD
hükümetiyle yeniden bakan koltuğuna
oturtuldu. Halka karşı bir hükümetin Adalet
Bakanlığı için elbette "en uygun" isimlerden
biriydi. Daha ilk haftasında görüldü ki,
Sungurlu'nun düşüncelerinde on yıldır hiçbir
değişiklik yoktur. O da Şevket Kazan gibi
devletin hiçbir zaman hapishanelere hakim
olmadığını söylüyor ve yeni saldırı için
kamuoyunu hazırlamaya çalışıyor.
İdam cezalarına karşı tavrını da yine
tekrarlıyor; "Türkiye'de terörün bu kadar
tırmandığı bir dönemde ölüm cezasını
kaldıramazsınız."
Yine hücre tipi tabutluklar gündemde.
Bakanlık koltuğuna oturur oturmaz, beş
hapishanede sürdürülen koğuşların hücrelere
dönüştürülmesi işinin hızlandırılması ve diğer
hapishanelere yaygınlaştırılması için talimat
verdi, ödenek çıkarttı. Hala artık bayatlamış
demagojiye başvurup Eskişehir Tabutluğunun
"lüks, turistik otel gibi" olduğunu savunsa da
açık ki, Sungurlu'nun düşündüğü tutsakların
rahatı değil, onları yalnız bırakarak, yaptırımlar
uygulamak, teslim almak, kişiliksizleştirmektir.
Ve bu politikayı yeniden gündeme getirerek halk
düşmanlığına yeni düşmanlıklar eklemek istiyor.
Gelecek tepkileri de biliyor. Bunları
göğüsleyebilecek kadar "güçlü" hissediyor
kendini anlaşılan. MGK'ya güveniyor.
O şimdi yeniden Adalet Bakanı olarak
cezaevlerine yönelik saldırı startını verdi.
Katilliğine katillik, siciline yeni kanlı sayfalar
eklemek istiyor.*
Aydınlar Halk Güçleriyle Birlikte Hareket Etmeli
Tiyatro Sanatçısı H. Hilmi Bulunmaz'la Halk Anayasası Taslağı üzerine görüştük:
- Anadolu topraklarında yaşayan
halkların kurtuluş mücadelesini gerçekleştirme yolunda on yıllardan bu
yana verilen bir mücadele var. Diğer
taraftan bu ülkede yaşayan halklara
devlet terörüyle dayatılan ve oligarşinin kendi elleriyle hazırladığı bir
anayasa var, bütün özgürlükleri ve
hakları gasp eden bir anayasa. İşte
bütün bunlara karşı bağımsız, demokratik bir ülke için Haklar ve Özgürlükler Platformu'nun hazırladığı
bir Halk Anayasası Taslağı çalışması
şu anda halkımızın gündeminde. Sizin bu konuyla ilgili düşüncelerinizi
alabilir miyiz?
Hilmi Bulunmaz:
Herşeyden önce egemenlerin oluşturduğu
anayasal süreçlerin dışında halkın oluşturduğu ya da halk güçlerinin oluşturduğu bir
Halk Anayasası Taslağı'nın olması bir olasılık ya da ayrı bir zenginlik. Şimdi egemenlerin anayasa taslağı
oluşturması bunu tasarılaştırması, sonra
metinleştirmesi daha
sonra
ama
referandumla, ama piresi-bitle, ama
silah zoruyla onaylatması bence son
derece
doğal,
bunu
doğrudur
anlamında söylemiyorum. Toplumsal
yapının bir ivmesi bu. Çünkü
Marksizm'de alt yapı üst yapıyı belirler. Alt yapı üst yapıyı belirlediğine göre
anayasada üst yapı kurumlarından bir
tanesidir. Bu bağlamda anayasanın
egemenler tarafından yapılmasını ben
doğal buluyorum. Ama herşeye karşın
bir de halk denilen betimlemede veya
tanımlamada güçlük çekilen ama gerçekten bu ülkenin ya da tüm ülkenin
suyunu, sabununu, elektriğini ve insanların yaşayabileceği bütün maddeleri üreten halk diye bir olgu var bunu
bizim halklarımız yapıyor, yani burjuvazi yapmıyor. Burjuvazi bu halkın elde ettiği artı değeri sömüren bir oluşum. Şimdi ben Hilmi Bulunmaz olarak 12 Eylül faşizminin sıcak alazını
bedenimde duyan bir birey olarak,
bunda gözaltı işkence ve tutuklanan
bir birey olarak 1981'de cezavinden
çıktıktan sonra 7 Kasım 1981'de bir
anayasa oylaması oldu Türkiye'de. Diğer taraftan hatta Türkiye Cumhuriyeti'nde Osmanlı Emevilerinde Abbasilerde Araplarda, Asurlarda böyle bir
anayasa onayı olacağını hiç sanmıyorum, tamamıyla referanduma aykırı,
insan iradesine aykırı pilesimit denen
faşist bir namlunun ucundaki merminin sıcaklığıyla onaylatan zarflar bile
şeffaftı, eğer mavi oy verdiyseniz. Yani
hayır oyu verdiyseniz koyu mavi renk
şeffaf zarftan ve bayaz zarftan duyumsanıyordu. Ve oy verdiğiniz yerin perdeleri de şeffaftı. İnsanı katleden, 18
yaşına gelmeyen Erdal Eren'i'asan, iki
milyon insanı gözaltına alan, 650 bin
insanı işkenceden geçiren, insanları
yok eden faşist cunta şeffaf olan herşeye karşıydı ama nasıl ki şeffaf karakollar oluşturduğu gibi şeffaf zarflarla
anayasa oylaması yaptı ve ben tabii ki
hayır dedim. Hayır dediğim zaman
ben bu 72 sayfalık Halk Anayasası Taslağı'nı okurum. Onaylamadığım ya da
beğenmediğim yanlan olsa da %90 katılırım. Neden katılırım çünkü ben
halk çocuğuyum. Bu bağlamda kesinlikle halk anayasası hangi düşünce yapısı olursa olsun tabii ki Marksist olma
koşuluyla ben bunu onaylarım. Okudum %90 oranda katılıyorum. Bu taslağın zenginleşmesi için de elimden
geleni de yaparım. Bugün Kürdistan'da benim başlatmadığım bir savaş
var. Ve benim de bitirecek olmadığım
bir savaş var. Bağımsızlık savaşı işte
emperyalizme bağımlı
savaş falan bir takım
sıfatlandırmalarla
süregelen bir savaş var.
Bunun sıfatı ne olursa
olsun
bunun
adı
savaştır.
Beni
ilgilendiren bu savaş
bir de şunu kanıtlar.
Başta Anayasal metinler olmak üzere tüm
metinler yeniden irdelenmeli, çözümlenmeli
halkın onayıyla ya da
oluruyla herşeye karşın
%21,87
gibi
bir
rakamlarla RP gibi kökten dinci bir
partiye oy verse de bu halk yani 550
milletvekiliyle parlamentoya getirse
de bu halkın gücüne inanmak
zorundayız, İşte bu halkı dönüştürmeliyiz. Bu halkın istemlerinden özlemlerinden kaynaklanan bir özgür metinle, ki Halk Anayasası Taslağı'yla bunun yaşamsallığını yürütmek zorundayız. Bu anlamıyla varolan savaşın
sona ermesi, 15 yaşındaki insanların
katledilmesi, onlarca yargısız infazın
yaşandığı bir ülkede yaşıyoruz ise nedeni şudur. Silah zoruyla hukuk devleti
kuruyorum der. Anayasa onaylatmayı
dayatılırsa ve bu anayasayla da
insanlar aşılırsa o zaman bugün varolan anayasa onun kanunları da yeniden sorgulanmalıdır. Bu bağlamda bağımsız halk cumhuriyeti denilebilir
buna ya da Türk-Kürt federatif emekçi
cumhuriyeti denilebilir, çeşitli sıfatlar
konulabilir ancak bu Anayasa Taslağı'nın ve diğer demokratik çalışmaların girişlerin bu türden kavgaya, bu
türden bilimsel sosyalist kavgaya
önemli ölçüde katkı sunacağı kanısındayım. Çünkü bu 72 sayfalık metni
ben yazmışım gibi düşündüm. O nedenle bu mücadeleye herkes de elinden gelen katkıyı sunmalı. Faşizmin
anayasasına karşı birşeyler yapılmalıdır, işte çok şükür bunu arkadaşlar
Halk Anayasası Taslağı'yla yapıyorlar.
Sizin de bildiğiniz gibi Halk Anayasası birleşiminde bir halk meclisleri
çalışması var. Toplumsal muhalefetin
zeminini oluşturan ve halk politikasının bu kanaldan belirginleştiği
bir mücadele ayağı bu yanıyla Türkiye coğrafyasında yaşayan aydınların
halktan yana tavır koymasıyla halk
meclisleriyle nasıl bütünleşmeli?
Şimdi 12 Eylül faşizminden sonra
tüm kavramların olduğu gibi aydın
kavramının da içi boşaltıldı. Burjuvazi
çok güçlü bunu kabul edelim bir kere.
Yani şunu demek istemiyorum, burjuvazi çok güçlü biz tüm araç gereçlerimizi toplayalım, bir okyanusun dibine
atalım yok öyle şey. Bizim araç gereçlerimiz öyle kolay elde edilmedi, tırnaklarımızla, canlarımızla, 12 açlık ve
ölüm orucunda yitirilen yoldaşlarımızla İdil'den Kerimgiller'ine kadar
birçok insanlarla elde edildi bu araç
gereçler. Bunlara bırakmayacağız. Fakat şunu söylemek istiyorum 12 Eylül
faşizmiyle aydın kavramının da içi boşaltıldı. Örnek vermek gerekirse 12 Eylül'de Şeyh Bedreddin destanını yazan
ve ben Marksistim diyen bu insan bugün Zaman gazetesinde yazıyor. Şimdi
bizim halk güçleri ve devrimciler olarak halktan yana tavır koyan aydınlarla
birlikte bu mücadeleyi omuzlamamız
gerekir.
Burjuvazinin
içerisinde
kirlenmiş, her şeyiyle birlikte devlete
yamanan aydınlarla işimiz olmamalı.
Yani bugün bir tarafta burjuvazinin ya
da devlet güçlerinin aydınları, diğer
yandan sınıf kimliğiyle sanatını üreten
halkın aydınlan vardır buna çok dikkat etmeliyiz. Yani şudur aydın işçi
sınıfının içinden çıkan şair, yazar,
tiyatrocu, sinemacı, müzisyen olan,
bu benim öznel görüşüm böyledir.
Ben özellikle aydınlardan rica
ediyorum bu Halk Anayasası Taslağı'nı bir okusunlar, yani kendi
gelecekleri açısından ilgilensinler. Bu
anlamıyla halk güçleriyle organize
ilişkiye girmeliyiz. Bugün burjuvazi ne
denli saldırırsa saldırsın halk meclisleri yasallaşıyor. Diğer yanıyla aydınlar
halktan aldığı güçle halk meclislerinde
birleşmelidir. Halk meclisleri bu ülkede çok önemli bir gelişmeyi gerçekleştiriyor. Bizler de aydın olarak
burada halkla birlikte hareket etmeliyiz.
Sizin söylemek istediğiniz bir
mesajınız var mı?
Şunu söylemek istiyorum.. Devrimci siyasal kavga veren örgütler, kurumlar, bireyler biraz daha kültür sanatla ilgilensinler ve
bu arada Bulunmaz Kültür Merkezi'ne bütün halk meclisi üyelerini ve halk güçlerini
bekliyorum.. Çayımızı içsinler, tiyatro ve
kültürel etkinliklerimiz var herkese ulaşmaya, paylaşmaya davet ediyorum. *
Tokat Büro
Çalışanlarımıza
İnfaz Denemeleri
Karadeniz bölgesinde estirdiği
terörde her geçen gün daha çok
pervasızlaşan kontrgerilla, Tokat'ta
bulunan gazetemize ve
çalışanlarımıza yönelik
saldırılarında da sınır tanımıyor.
Tokat Emniyet Müdürlüğü'ne
bağlı işkenceciler uzun süredir
sürekli büromuzu basıp
gazetelerimize el koyarak,
çalışanlarımızı tehdit ederek
sürdürdüğü baskılarının sonuç
vermediğini görünce infaz
denemelerine girişti. Önce 7
Temmuz günü saat 23.00
sıralannda muhabirimiz Cemaat
Ocak'ın evini basan işkenceciler
evde yalnız bulunan
muhabirimize ne olduğunu
bilmediği bir iğneyi zorla vurup
bayıltmışlar ve çevresine çeşitli
ilaçlar koyup intihar süsü vererek
gitmişlerdir. Sabahın erken
saatlerinde eve tekrar gelen
kontrgerilla çeteleri evi talan
ettikten sonra hala kendine
gelemeyen muhabirimizi alarak
hastane morguna götürdüler. Ölü
diyerek getirdikleri ve hiçbir tıbbi
müdahaleye gerek görülmeden bir
gün morgda tutulan
muhabirimizin daha sonra aşın
dozda ilaç aldığını iddia ederek
midesini yıkatan işkenceciler,
yaşayan bir insanı morgda
tutmaktan, insanların zorla
midesini yıkatabilmekten bile
herhangi bir zorluk görmedikleri
hastaneden muhabirimizi alarak
emniyete götürdüler.
8 Temmuz günü ise kaldığı
evden çıktıktan sonra önce
arkasından otomatik silahlarla ateş
edilerek infaz denemesi yapılan
yine Tokat muhabirimiz Nebahat
Aslan daha sonra yol ortasında
tekme tokat dövülerek gözaltına
alındı. Dört gün gözaltında işkence
gören ve büroyu kapatıp çekip
gitmedikleri taktirde daha ağır
sonuçlara katlanacakları yolunda
tehdit edilen muhabirlerimiz, 10
Temmuz günü çıkarıldıkları
mahkemeden serbest
bırakıldılar.*
Devlet halkın gelişen mücadelesi
karşısında Acizliğini Sürdürüyor
Tokat'ta halkın gelişen
mücadelesi karşısında acizleşen
devlet köyleri basarak köylüler
üzerinde psikolojik baskı uyguluyor.
Almus'a bağlı Cihet köyünde 28
Temmuz günü gerillalarla özel tim
arasında çıkan çatışma sonrası
jandarmalar köyü bastı. Baskında
yansı kadınlar olmak üzere 21 kişi
gözaltına alındı. Gözaltına alınan
köylülere işkence ve psikolojik baskı
uygulanırken kadınlar 29 Temmuz
günü serbest bırakıldılar Altı gün
gözaltında tutulan köylülerden İlyas
İskender ve ismini öğrenemediğimiz
bir kişi tutuklandı.
Yine Niksar'a bağlı Sele köyünde
jandarmalar 3-6 Ağustos arası köyü
basarak 18 köylüyü gözaltına aldılar.
Değişik günlerde serbest bırakılan
köylüler kendilerine gözaltı boyunca
işkence yapıldığını söylediler.
Tokat'ta köylere giriş çıkışlarda
sürekli aramalar yapılırken şehir
merkezlerinde de akşam 20.00'den
sonra sürekli aramalar yapılıyor.*
Dedeman'da Kongre İstemiyoruz
Devrimci demokrat işçiler ve
sendikacılar 12 Eylülde
toplanacak olan DİSK
kongresiyle ilgili ikinci
toplantılarını yaptılar. Neden
muhalefet olduklarını başlıklar
halinde işçilere ve kamuoyuna
açıklama kararı aldılar.
Yapılan açıklama şöyle;
- İşçi sendikacılığı yerine
Türk-İş sendikacılığı
yaptıkları için DİSK
yönetimine muhalefetim.
- DİSK'in kapısına kilit
vuranlarla el ele kol kola
girdikleri için DİSK
yönetimine muhalefetim.
- İşçi ve emekçiler yerine
patronlarla politika yaptıkları
için DİSK yönetimine
muhalefetim.
- Susurluk çetelerine karşı
çıkmadığı, onlara karşı iş
bıraktırmadığı için DİSK
yönetimine muhalefetim.
- 1 Mayıs '96'da polis
tarafından öldürülenler için
onlar işçi değildir dedikleri
için DİSK yönetimine
muhalefetim.
- "Sürekli Aydınlık İçin Bir
Dakika Karanlık Eylemi'ni
işyerlerine taşımadıkları için
DİSK yönetimine
muhalefetim.
- DİSK'in kuruluş
yıldönümüne 15-16
Haziran'da DİSK'i kapatmak
isteyen, 1 Mayıs '77'de 36
işçinin katliamından sorumlu
Demirel'i davet ettikleri için
DİSK yönetimine
muhalefetim.
- 12 yıl boyunca DİSK'in
kapısına kilit vurup, yönetici
ve temsilcileri hakkında
tutuklama kararı çıkaran ve
onları hapise atan beş
generale askerlik yapan,
onların kararlarını
destekleyip "silahsız
kuvvetleri" olmayı kabul
ettikleri için DİSK yönetimine
muhalefetim.
- Gazi katliamı
yıldönümü etkinliklerine
katılmadığı için DİSK
yönetimine muhalefetim.
- 1 Mayıs '97'de polisle
anlaşıp büyük bir kitlenin
alana girmesini engellediği
için DİSK yönetimine
muhalefetim.
- 6 Haziran'da işçilere
patronların bildirisini okuyup
kafaları karıştırdığı için DİSK
yönetimine muhalefetim.
- DİSK Genel Başkanı
Kemal Türkler'i katleden
Susurluk çeteleri dururken,
işçi bayramı 1 Mayıs varken
sırf patronları borsacılar
istedi diye iş bırakma kararı
aldıkları için DİSK yönetimine
muhalefetim.
- Gelir gelmez yaptığı
büyük zamlarla işçilerin
elinde ovucunda ne varsa
çoluk-çocuğun nafakasını alıp
götüren ANASOL-D
hükümetine gönüllü
danışmanlık yaptıkları için
DİSK yönetimine
muhalefetim.
- Halk anayasası, halkın
iktidarı için çalışmadıkları
için DİSK yönetimine
DİSK'in 10. genel kurulu 12 Eylül'de
toplanacaktır. Rıdvan BUDAK yönetimi
kongreyi İstanbul'da Dedeman
Oteli'nde yapmak istiyor.
Dedeman Oteli İstanbul'un en lüks
ve beş yıldızlı otellerindendir. Yatak
ücretleri 130-180 dolar arası değişiyor.
Türk parasıyla ortalama 25 milyon lira
ediyor. Sendikalı işçilerin maaşı 40-45
milyon TL arasındadır. Bir işçinin
Dedeman'da bir gece kalması için 1520 gün çalışması gerekiyor. Peki Rıdvan
BUDAK yönetimi kongre için
çoğunlukla zengin işadamlarının
kaldığı Dedeman gibi beş yıldızlı oteli
neden tercih ediyor?
Yönetimden biri bu soruya
"Dedeman Oteli'nde DİSK'e bağlı
OLEYİS sendikası örgütlü olduğu için
orayı seçtik" cevabım verdi. Ne demek
bu? Yani yıldızlı bir otelde kendisine
bağlı bir sendika örgütlü diye DİSK'in
kongresini orada yapmak için
mecburiyeti mi var? 12 Eylül'den önce
de Hilton, Sheraton, İntercontinental
(bu otellerin bazıların adları sonradan
değişmiştir) vb. İstanbul'un en lüks ve
beş yıldızlı otellerinde DİSK
örgütlüydü. Ama hiçbir zaman
burjuvalara, haram parayla geçinen
zengin işadamlarının zevk ve sefa
sürdüp bu otel salonlarında DİSK
kongre yapmadı.
Bir atasözü vardır. "İnsanın fikri
neyse zikri de odur" DİSK yönetiminin
kongre için Dedeman'ı seçmesinin
nedeni başkadır. Onları Dedeman'da
kongre yapmaya iten sendikal
anlayışları ve kongreden
beklentileridir. Onlar kongreyi işçilerin
birliğini sağlasın diye yapmıyor.
Onların işçi sorunları diye bir dertleri
yoktur. Sorunları çözme gibi bir
dertleri yoktur. Yapılan zamlar, yüksek
enflasyon, işten atmalar, insan haklan
ve özgürlükleri, infazlar, katliamlar, köy
yakmalar, bağımsızlık demokrasi onları
çok fazla ilgilendirmiyor. Onların işçi
sendikacılığı yapmaya niyetleri yoktur.
Eğer olmuş olsaydı kongre için beş
yıldızlı Dedeman Oteli'ni seçmezlerdi.
Peki nedir onların dertleri? Kongre için
Dedeman Oteli'ni niçin seçtiler?
Onların derdi şov yapmaktır. Bu kongre
onlara şöhretin kapısını açacak.
İşçilerin sırtına binip düzen
partilerinden milletvekilliği ya da
bakan koltuğunu nasıl kaparız diye
düşünüyorlar. Bu kongre onlar için
bulunmaz bir fırsattır. Başarabilirlerse
kongreyi yapıp düzen partilerine
kapağı atacaklardır.
Onların derdi kongreye işçilerin
gelmesi değildir. Onlar DEMİREL'i
Mesut YILMAZ'ı ECEVİT'i ve diğer
bakanları davet etmek için Dedeman'ı
seçiyorlar. Onlar bu konrede medya
aracılığıyla patronlara "Bizden
korkmanıza gerek yok. İşte
görüyorsunuz düzeniniz için tehlike
arz etmiyoruz" mesajını vermek için
Dedeman'ı seçiyorlar. İşçilerden çok
patronları ve patron temsilcilerini
davet etmek için Dedeman'ı seçiyorlar.
Yoksa Dedaman bir işçi kongresi
için uygun bir yer değildir. Bir panel ya
da sempozyum yapılabilir belki ama
DİSK gibi siyasi ve sınıfsal bir duruş
sergilemesi gereken bir işçi örgütünün
kongresi Abdi İPEKÇİ, Lütfi KIRDAR,
CAFERAĞA vb. gibi daha geniş ve
işçilerin rahatlıkla katılabileceği yerler
olmalıdır. İçinde bulunduğumuz
koşulları hepimiz biliyoruz. Ülkemizin
çeteler tarafından nasıl yönetildiğini,
örtülü ödenek adı altında işçilerden
kesilen vergilerin nerelere harcandığını
biliyoruz.
İşsizlik başını almış gidiyor.
Sorunların başında iş güvencesi
geliyor. Özelleştirme saldırısı yeni
hükümetle daha da hızlandı. Zamlar ve
enflasyon işçilerin sözleşmeyle
aldıklarım gerisin geri almıştır.
Bunlara karşı durması için işçilerin
daha gür bir ses çıkarması, sınıf olarak
sahnede yer alması gerekiyor. İşte bir
işçi kongresinin işçi düşmanlarına
güçlü bir ses vermesi gerekiyor. 300500 delegeyle değil kongreye
onbinlerce işçi katılmalıdır. İşçilerin
birliğini güçlendirmesi, mücadele
azmini yükseltmesi gerekirken kongre
aynı zamanda işverenlere korku da
salmalıdır. Dört yılda bir yapılan
kongre ülkenin bağımsızlığı, insan
hakları ve demokrasi, ulusların
kaderlerini tayin hakkı ile işçi
sorunlarına yaklaşım bakımından,
sorunlara çözüm bulma bakımından
önemli kararlar almalıdır.
İşte bunlar için Dedeman'da
kongreye hayır diyoruz.
İşçilerin yararı için Dedeman'da
konreye hayır diyoruz.
İşçiler bu konuda ağırlığını koymalı,
DİSK yönetiminin işverenlerle, işçi
düşmanlarıyla elele verip Dedeman'da
şov yapmalarına izin vermemelidir.*
N
urtepelilerin SİP'in olayların
gelişimi içindeki tavrına ilişkin
yaptığı "Yavuz hırsız" tanımı çok
doğru bir benzetmeydi gerçekten. Ancak SİP'in bu benzetmeden
yanlış sonuç çıkardığı anlaşılıyor. SİP,
her yavuz hırsızın ev sahibini bastıracağına inanmış olmalı ki, yavuz hırsız
rolünü sürdürüyor.
Bildiri ve açıklamalarındaki her
cümle, her söz, bu rolün yeni bir biçimi adeta. Ama yavuz hırsızın gerekçeleri, açıklamaları, herşey olup bittikten
sonra söyledikleri öylesine acemice ki,
rolünü sürdürdükçe kendini, ruh halini ele veriyor.
"Kurtuluş Gazetesi SİP'le uğraşmayı bırakmalıdır" diyor.
Neden bıraksın? Saldırının hesabını mı verdin? Hayır! Halkın aldığı karara
mı uydun? Hayır!
Üstelik uymayacağını açıkladın.
Sonra Kurtuluş SİP'le uğraşmasın diyorsun.
Ne olacak? Olan olmuş, üstünü
külleyelim gitsin mi diyeceğiz?
SİP boşuna beklemesin, hesap verene kadar Kurtuluş SİP'le, SİP'te ifadesini
bulan
reformizmle
ve
oportünist
yöntemlerle
daha çok uğraşır.
Uğraşmaya devam ediyoruz; çünkü solda böyle
bir geleneğin yerleşmesine
izin veremeyiz. Halka, devrimcilere karşı sorumsuzluk çizgisinin, provokatörce saldırıların hesabının
sorulmadığı, devrimci bir
açıklıkla özeleştirisinin verilmediği bir adaletsizliğe
ortak olamayız. Uğraşmamızın nedeni bu kadar basit ve açıkken, SİP, yine "derin tahliller" havasında Cephe'nin tavrına "derin" açıklamalar buluyor.
"Siyasi tıkanıklık içinde" olduğumuzu keşfediyor.
SİP nedir? Kimdir? Neyi savunur?
Bugüne kadar hangi siyasi çalışmayı
yapmış? Gelişmeye açık olmak, 30-40
kişi toplanıp sopalarla, zincirlerle Cephelilere, halka saldırmak mı oluyor ki,
başkalarını siyasi tıkanıklıkla itham
ediyor.
Kim siyasi tıkanıklığı yaşayan? Sen
şurda ne zamandır varsın, hangi politikanla, hangi taktiklerin ve eylemlerinle
açılımlar sağladın, hangi halk kitlelerinin içinde geliştin ki keskinlik yapıyorsun? Tüm tarihi legal, yasal, parlamenter çalışmanın, masa başında yazıp çizmenin dışına çıkmamış bir "gelenek"
olarak siyasi tıkanıklıktan hiç çıkabildin mi ki keskinlik yapıyorsun?
Niye Cephe'ye saldırıyorsun, bırak,
nasıl olsa tıkanıyor! Ama hayır, kendini
Cephe'ye saldırarak varetmeye çalışıyorsun. Cephe varolduğu ve gelişmesini sürdürdüğü sürece, kendinin gelişmeyeceğine inanıyorsun çünkü. Ki pek
de yanlış sayılmaz. Kuru keskinlik yaparak kendine solda yer açmaya çalışıyorsun.
SİP'İN DİĞER REFORMİST
PARTİLERDEN BİR FARKI
VAR MI?
ÖDP'den fazla ne yapıyorsunuz
mesela?
Hadi o, zilli, çıngıraklı, aynalı, ta-
raklı kendi çapında birşeyler yapıyor.
Hatta politikasızlığı içinde, delinin tesbih bellediği gibi de olsa "erken seçim"
taktiği bile var. Peki SİP ne yapıyor?
Onun bu süreçteki taktiği ne, bu taktiği
doğrultusunda ÖDP'den ve devrimci
hareketlerden farklı olarak ne yapıyor?
ÖDP'ye göre biraz daha diri gibi
duruyor, ondan daha fazla sosyalizm,
devrim kelimelerini kullanıyor, biraz
daha keskin görünmeye çalışıp devrimcilerin biraz daha yakınında durmaya uğraşıyorsun. Ama... ama gerisinde başka birşey yok.
Reformist diye ÖDP'yi eleştiriyor
ama reformist dediğiniz kadar bile bir
varlık gösteremiyorsunuz. Bunun bir
açıklaması olmalı değil mi! Susurluk
sürecinde ÖDP'den fazla ve farklı ne
yaptınız mesela? Hiç. Onun yaptığı kadarını bile yapamadınız. Peki ÖDP'den
farkınız ne o zaman?
SİP, yavuz hırsız rolünde de reformistlerin eleştiri üslubunu ve malzemelerini kullanıyor. Kurtuluş Gazetesi
nezaketi önemsemeyip, "siyaset" sınırlarının dışına çıkıyormuş. Bir; sopalarla
saldıran SİP'lilere Kurtuluş Gazetesi
çarpıcı satırlarından biri şudur; "Gerçeğin sadece bir parçası olan 'saldırı'yı
üstlenmişler"miş.
Bunu söylerken de sanki övünüyor,
insan oturup önce düşünür: Var mı
SÎP'in tarihi boyunca "üstlendiği" başka bir saldırı?,.. Şurada şu polisi cezalandırdık, şurada faşistleri cezalandırdık deyip yayınladığınız bir "üstlenme" bildirisi, böyle bir saldırınız var
mı? İlk defa tarihin boyunca bir saldırı
"üstlendin", ama o da devrimcilere yapılmış bir saldırı. Bunun utancını duymuyor musunuz?
"Son onbeş gün boyunca Türkiye
devrimci hareketinin davranış kalıplarında ve lugatında olmaması gereken
onlarca olguyla karşılaşmış'larmış.
Neymiş o onlarca olgu? Senin zincirli
sopalı saldırın demek ki Türkiye devrimci hareketinin davranış kalıplarına
çok uygun.
Kendisine "olgunluk" payesi biçip
"yavuz hırsız" rolüne devam ediyor.
Saldırmışsın, Cepheli, halk karşısına
kim gelirse kırmış dökmüşsün, kalıptan söz ediyorsun. Kalıpları kırıp döken kendiniz değil misiniz?
neden nezaket göstersin? Saldırı nezaketsizlik olmuyor da, yazıp çizmek mi
oluyor? İkincisi, eleştirilerimiz ortadadır, açıktır, nezaket tartışması değil,
provokatör bir saldırının tartışmasını
yapıyoruz.
Nedir şu siyasetin dışına çıkan tarz?
Kim nasıl çıkmış? İnsanda azıcık utanma olur. Sopalarla halka saldırmak siyaset dışına çıkan tarz olmuyor da,
yazmak, eleştirmek mi oluyor?
Sen saldır. Sonra siyaset sınırlarının dışına çıkılıyor diye hesap vermekten kaç. Sınır, aman herkes istediğini
yapsın, ama kimse birbirini eleştirmesin diye mi çiziliyor yoksa? Biz o sınırda
yokuz.
Partililere "sakin olacaksınız, yanıt
vermeyeceksiniz" demişler. Olgun SİP
rolünde övünerek yazıyorlar bunu. Peki sormazlar mı adama, başta saldıran
yoldaşlarınıza saldırmayın demek neden aklınıza gelmedi diye?
Kendisi saldırıyor, bu siyaset dışı
yöntem olmuyor. Sonra beklediği gerçekleşmiyor. Tepki görüyor, teşhir oluyor. Bu sefer mazlum rolüne soyunuyor.
Ne bekliyordunuz yani, saldırınca
Cephelilerin sineye çekeceğini mi zannediyordunuz? Nasıl olsa araya da birileri girer, uzlaştırır, ortayı buldurur,
böylece Nurtepe'de hem saldırıp, hem
kendimizi meşrulaştırırız diye mi düşünüyordunuz? Ne büyük yanılgı. Hem
Cephe'yi tanımıyorsunuz, hem devrimci ilkelerden, adalet anlayışından
bihabersiniz.
Ama SİP'in bildirisinin belki de en
"Yalan yazdılar" diyor sonra. Bunu
derken mahalle halkını da yalancılıkla
itham ettiğini görmüyor. Onların anlattıkları, gördükleri yazıldı. Kurtuluş'ta, diğer yazılanlar da onların anlattıklarının çerçevesindeydi. Nerede
kaldı senin sosyalist ahlakın? Yalancılıkla itham ettiğin o insanların yüzüne
bakabilecek misin bir daha?
"Nurtepe'deki yanlış kavgadan sonra" iki kez çıkan merkez yayın organları
Sosyalist İktidar Gazetesi'nin sadece
bir sayısında olayla ilgili bir tek haber
yer almış. Bunu da övünerek belirtiyorlar. Neden bir kez? Önemsiz bir olay
mı? Üzeri küllenmesi gereken bir olay
mı? Her sayıda yer alsın, herkes ne
olup bittiğini detayıyla öğrensin. O yayın organını niye çıkanyorsunuz sahi?
Bizim bildiğimiz bir siyasi hareket için
yayın organı, yaptığı herşeyi kitlelere
açıkladığı, savunduğu, hesap verdiği
bir kürsüdür. Nurtepe'de birşey yapmışsın, bunu kitlene, gazetenin tüm
okuyucularına yayın organında neden
tüm boyutlarıyla açıklamıyorsun da,
olayı bilmeyenin pek de birşey çıkaramadığı bir bildiriyle geçiştiriyorsun.
Bunun nesiyle övünüyorsun? Yaz, gerçekleri açıkla, kitlelere yaptığını savun
da istersen on sayfa yaz.
Ama elbette yazmak istemezsiniz;
"Nurtepe emekçileri bu gündemi haketmiyor" başlığı atarak yazdığınız yazının devamını getirmek zordur. Çünkü o zaman "hakedilmeyen" bu gündemi kim yarattı sorusuna da cevap
vermeniz gerekir.
Sanki haberi yokmuş, toplantının
ne olduğunu bilmiyormuş gibi "2
"Ağustos tarihli Kurutuluş gazetesi bir
'halk mahkemesi'nin sonucunu ilan
ediyor" diye burjuva literatürü ile yazıp
devrimcilere saldırısını sürdürüyor.
Orada bir halk toplantısı olmuştur.
Özel olarak oluşturulmuş bir halk
mahkemesi sözkonusu bile değildir.
Peki o zaman SİP niye böyle yazıyor?
İşte klasik reformizm üslubu. EMEP'le,
ÖDP'yle bu noktada nasıl aynılaşıveriyorsunuz. Evet, böyle kavramları çarpıtarak, burjuvazinin kullandığı anlamları yükleyerek kullanmayı onlar
çok sever. Devrimci kavramlarla alay
ederek kullanmak tam da reformizme
özgüdür.
SİP NASIL BİR DEVRİM, NASIL BİR
SOSYALİZM DİYOR?
SİP yayın organında sık sık "devrim", "sosyalizm", "Kurtuluş sosyalizmde", "çözüm soyalizmde" sloganlarına,
çağrılarına raslanır. "Gündem devrim,
gündem sosyalizm" der SİP sık sık.
Peki bu nasıl bir devrimdir? Nasıl
bir sosyalizmdir?
"Devrim" demekle devrim olmuyor.
"Çözüm sosyalizmde"
demekle sosyalizm de
gelmiyor. Peki nasıl
olacak
bunlar?
SÎP
bunun için ne diyor?
Silahlı mücadeleyi, halk
savaşını benimsemediği
açık. Geriye iki ihtimal
kalıyor. Biri ayaklanma,
Bolşevik devrim modeli,
diğeri ise barışçıl geçiş
yani
parlamentoda
çoğunluğu ele geçirip
hükümet olmak, sonra da bu hükümet
aracılığıyla sosyalizme geçmek. Veya
belki SİP'in düşündüp başka bir
stratejisi, modeli vardır!
O veya bu. Ama kimse SİP'in nasıl
bir devrim yapacağını bilmez. Kimbilir
belki de düşman da öğrenmesin diye
parti üst yöneticilerinden başka kimse
de bilmiyordur. Nasıl olsa kitleler bilmese de olur. Onlar günü geldiğinde
SİP şöyle yapın dediğinde yaparlar.
Evet, SİP'in bu konuda ne dediği
bilinmez
ama
örgütlenmesine,
mücadelesizliğine bakarsanız, parlamentoculuktan başka birşey ortada
görünmediğine bakarsanız, 2. Enternasyonal partilerinden farkı yoktur.
Bu örgütlenme modeliyle, bu çizgisiyle ÖDP gibi parlamentonun
yolunu
gözlemekten
başka
yapabileceği birşey de yoktur. İşte bu
noktada SİP'in keskinliğinin kerameti
de anlaşılmaktadır. Keskinliği ÖDP'yle,
EMEP'le rekabetinden ileri gelmektedir. Aynı kulvardaki rakipleri onlardır. Ama önündeki tek engel de onlar
değildir. Devrimci mücadele de reformizmin gelişmesinin önünde engeldir.
SİP'in sıkıntılarının kaynağı da işte
budur.
Önerimiz, sıkıntılarını, devrimcilere saldırarak, keskinlikler yaparak,
kendine olduğundan farklı havalar
vererek gidermek yerine, gözlerini örgütlenmeye, mücadeleye çevirsinler.
Çabalarını buna harcasınlar. Şu anki
taktiklerine göre hiç değilse daha iyi
sonuç alacaklardır. Tersi sıkıntılarının
derinleşmesinden başka sonuç ver-,
mez! *
"Nurtepe Şehitlerin Kanlarıyla Yaratıldı"
Halkı ihtiyaçlarını ucuz
olarak karşılanması için
kooperatifler kuruldu. Bu
kooperatifler sayesinde
halk ihtiyaçlarını
sağlamaya başladın. Güzel
örgütlü bir mücadele
ortaya çıktı. Devrimci Sol
önderliğinde ve iradi
çalışması sonucu yaratılan
bu değerleri Dev-Yol'cular
geçemediler. Bölgeyi
sahiplenmeye çalıştılar.
Devrimci Sol'culara
saldırdılar. Silahlı
saldırılar yaptilar. Bu
saldırılar karşısında halk
Devrimci Sol'un
önderliğini benimsedi.
Dev-Yol'cuları bölgeden
kovdu. Devrimci Sol hiçbir
zaman onlara karşı silah
kullanmadı. Halkın tavrı
da kesindi. Çünkü halk
mücadeleyi DevGenç'lilerden öğrenmiştir.
Dev-Genç'liler bölgenin
yaratılmasında her
taşında, toprağında emek
harcadılar, bedel ödediler
çünkü. Bize örgütlülüğü ve
mücadeleyi öğrettiler.
Paylaşımı ve adaletli
olmayı öğrettiler.
Nurtepe halkı ile Nurtepe'nin
kuruluşu ve daha sonraki gelişimi
üzerine görüştük:
Sultan Eser: 78'lerde radyolarda
insanlar hazine malı olan yerleri
herkes işgal etsin, zamanla
vergilerini ödeyerek oraların sahibi
olacaklar, şeklinde anonslar
duyuyorduk. Tabii bunu duyan halk,
kazmayı, küreği tutan koştu. Herkes
olabildiği kadar araziye konmaya
başladı. Bölgemizde bu tarlalar belli
kişilere aitti. Tabii radyodaki
anonsları duyan halk bunlara
aldırmadı. Bir hafta içinde NurtepeKağıthane bölgesi dışından dahi
insanlar gelmeye başladı. Duyan
geliyordu.
Herşey çarpık gelişiyordu. Kimse
yolları vs. düşünmüyordu. On-on
beş gün içinde üniversitelere kadar
insanların arsa almaya,
parsellemeye çalıştıkları duyuldu.
Burada örgütlü bir mücadele yoktu.
Devrimci-demokrat, yurtsever
üniversiteli öğrenciler gelmeye
başladı. Ve bizlere birtakım (bizleri
toplayıp) önerilerde bulunmaya
başladılar. Bize örgütlülüğü, birlikte
olursak nasıl mücadele etmemiz
gerektiğini anlattılar. Yoksa bizim
emeğimizin, çabamızın boşa
çıkacağını, devletin tekrar evlerimizi
yıkacağını vs. anlattılar. Bunu da tek
tek değil, örgütlü bir biçimde, hep
birlikte hareket ederek yapacağımızı
söylediler. Masrafımız boşa gitmesin
diye 300 pirket alıp işgal yapalım
dediler. Bu işgal kuleleri tek tek
yapılacaktı. Nöbetler tutulacaktı. Bir
ay boyunca insanlarla toplantılar
yapıldı, insanları ikna yöntemine
gidildi. Biz bunları mantıklı bulduk
ve çalışmalara başladık. İlk etapta
emeğimiz boşa gitmesin diye ilk
anda işgal kuleleri yaptık. İçine
bardak, masa vs. yerleştirdik. Ve
devletin tavrı gözlendi. Bir gün
kalktık ki askerler bütün her
tarafımızı sardılar. Dev-Gençliler
"Hadi analar, bacılar sipere, barikata"
diye bize çağrı yaptılar. Biz
kararlılığımızı ortaya koyduk,
"ölürüz vazgeçmeyiz" dedik.
"Kondularımızı yıktırmayız" dedik.
Dev-Gençliler de kesinlikle kararlı
olduklarını, bizi desteklediklerini
yıktırmayacaklarını açıkladılar.
İtişmeler oldu, sopalar uçtu. Baktılar
ki çok kararlıyız, çekip gitmek
zorunda kaldılar. Daha sonra halk
komiteleri oluşturduk. En ufak bir
saldırıda birliği sağlamak için
mahalle aralarında, caddelerde
güvenlik alındı. Dev-Genç'lilerin
içinde mimarlar, mühendisler vardı.
En ince ayrıntılarına kadar
mahallenin (yol, kanalizasyon vb.)
planlarını projesini çizdiler. Bunlar
halkla tartışılarak yaşama
geçirilmeye başlandı. Hiçbir yerde
böyle planlı projeli bir mahalle
yoktur. Mahalle bir, iki ve üçüncü
tarla olarak üç bölgeye ayrıldı. Ve
evlerin alanları belirlendi. Dozerlerle
toprak kazıldı. Komün bir şekilde,
kireç, çimento, kum,
taş halka getirildi ve
insanlar temel atmaya
başladılar. Her taşında,
toprağından DevGençlilerin emeği geçti.
Tuğlaları, kiremitleri
taşıdılar. Halkla birlikte
çalıştılar. Dev-Gençliler
bir gün demir direkler
kamlaştırmışlar, onları
elleriyle mahalleye
kadar taşıyıp diktiler.
Kablolar kamulaştırıldı.
Kabloların bir kısmı da
ortak komün tarafından
sağlandı.
Elektriklerimiz böylece çekildi.
Faşistler de "Solcular aldılar da,
sağcılar niye almasın" diye Sular
İdaresi bölgesinde dört-beş kamyon
pirket dökmüşler gecekondu
kuracaklarmış. Biz halk olarak
toplandık. Gençlerle birlikte
sopalarla idare yolunu tuttuk.
Gittiğimizde yer belirlemeye
kalkıyorlardı. Bizi görünce üstümüze
ateş açtılar. Dev-Gençliler bizi geri
aldılar hemen. Ve onlara sopalarla,
taşlarla giriştik. Faşistler kaçtılar.
Oraya döktükleri pirketleri, taşları da
toplayıp geldik. Faşistler her fırsatta
saldırmaya çalıştılar. Ama hep
sonuçsuz kaldı. Hep püskürttük
onları. Evler yapıldıktan sonra
halkın tabii ki bir takım sıkıntıları
vardı. Yoksuldu. Evler yapılırken
gerçekten evi, işi olmayan insanlara,
ihtiyacı olan insanlara verildi.
Büyük bir titizlikle yapıldı.
Halkın ihtiyaçlarının ucuz olarak
karşılanması için kooperatifler
kuruldu. Bu kooperatifler sayesinde
halk ihtiyaçlarını sağlamaya başladı.
Güzel örgütlü bir mücadele ortaya
çıktı. Devrimci Sol önderliğinde ve
iradi çalışması sonucu yaratılan bu
değerleri Dev-Yolcular çekemediler.
Devrimci Solculara saldırdılar.
Silahlı saldırılar yaptılar. Bu
saldırılar karşısında halk Devrimci
Sol'un önderliğini benimsedi.
Devrimci Sol hiçbir zaman onlara
karşı silah kullanmadı. Halkın tavrı
da kesindi. Çünkü halk mücadeleyi
Dev-Genç'lilerden öğrenmiştir. DevGençliler bölgenin yaratılmasında
her taşında, toprağında emek
harcadılar, bedel ödediler çünkü.
Bize örgütlülüğü ve mücadeleyi
öğrettiler. Paylaşımı ve adaletli
olmayı öğrettiler. Seminerler
veriliyordu, toplantılar yapılıyordu.
Halkın çoğunun okuma yazması
olmadığı düşünülerek, halka okuma
yazma öğretildi (toplantılar
yapılarak). Dergiler, kitaplar okuyup
tartışıyorduk. Büyük paylaşım ve
dayanışma ortamı vardı. Hiç kimse
bu emek üzerinde hak iddia
edemezdi. Ve bu yüzden de DevYol'a karşı tavrımız net oldu. DevGençliler daha ilk geldiklerinde
mahalleye Çayan
Mahallesi dediler. Ve
mahallemiz Çayan
Mahallesi olarak
kuruldu, gelişti. Hep
böyle kalacak. Kimse
bunu zihinlerden
silemez.
Biz halk olarak eğitim
çalışmaları sayesinde
giderek yetkinleştik.
Bildiriler çıkarıyorduk
artık. Mahallenin
kurulmasında büyük
emekleri olan
Devrimci Solcu,
mahallemizin çocuğu
Hüseyin Aksoy da bu bildirilerin
dağıtılması sırasında faşistler
tarafından kurşunlandı. Katili bir ay
içerisinde Devrimci Sol tarafından
cezalandırıldı. Yani bu toprakların
temellerinde şehitlerimizin kanı
vardır.
Bu arada mahallenin güvenliğini
sağlamak, bölgeye, faşist, polis
vb.'lerin girmesini engellemek
amacıyla nöbet tutulmaya başlandı.
Kimse elini kolunu sallayarak
mahalleye giremiyordu. Nöbetçiler
gelen kişileri önce araştırıyor, sonra
bölgeye alıyorlardı.
Evlerin kurulmasından sonra
mahallenin elektrik, su,
kanalizasyon sorunlarının çözümü
için örgütlenerek belediyeye gittik
ve mücadelelerimiz sonunda su,
elektrik, kanalizasyonlarımız yapıldı.
Bunlar Devrimci Solcuların yol
göstericiliğinde oldu.
Biz sömürü nedir, hiçbir şey
bilmiyorduk. Ne öğrendiysek
onlardan öğrendik. '80 cuntası
yaklaşırken yapılan toplantılarda
"Türkiye'yi karanlık günlerin
beklediğini, cuntanın gelebileceğini,
ülkenin 10 yıl geriye gideceğini, o
koşullar altında bizim nasıl
mücadele edeceğimizi ve birliğimizi
beraberliğimizi nasıl
sağlayacağımızı bize anlattılar hep.
Diyorlardı ki biz üç-dört yıl
olamayabiliriz, dağılabiliriz, ama biz
devrimciler olarak buraya emek
verdik, siz de nasıl mücadele
edileceğini biliyorsunuz, siz
mücadele edeceksiniz, buralar,
bizim sokaklarımız, bizim halkımız
var, biz buraları hiç bırakmayacağız
yıllar geçse de gene geleceğiz,
halkımızın içinde olacağız, buraları
kimseye bırakmayacağız" diyorlardı.
Ve bir sabah kalktık ki askeri
darbe gelmiş. Her tarafımız sarılmış,
yasaklar konulmuştu. Yani gençlerin
dediği oldu. Dedikleri gibi de belli
bir süre bölgeden uzaklaştılar. Ama
hiçbir zaman halkın Devrimci Sol'a
bağlılığı geçmedi. Seneler sonra da
olsa halk Devrimci Sol'a kapılarını
açtı. Darbe dönemi evlerimiz yoğun
bir baskı altında kaldı.
12 Eylül cuntasıyla birlikte
faşistlerin eline bir fırsat geçti.
Gecekondulara rahatça
girebileceklerini, istedikleri terörü
uygulayabileceklerini, hiç kimsenin
kendilerine artık birşey
yapamayacağını düşündüler. Gece
kalkıyorduk her yanımız cemselerle
doluydu. Kapılarımız durmadan
çalınıyordu. Yasakları döküyorlardı,
dolapları dağıtıyorlardı, iç
çamaşırlarımıza kadar dağıtıyorlardı.
Her tarafı allak bullak ediyorlardı.
Birçok insanın ziynet eşyalarını
çalmışlardı. Para bulsalar
alıyorlardı. Bu yoğun baskılar bir,
birbuçuk ay sürdü. İnsanlarda belli
bir dağılma, moral bozukluğu oldu.
Daha önce devrimci gençler herşey
olabilir, ama birlikte hareketle bunlar
aşılır demişlerdi. Gerçekten de
öyleydi. Yine onların sayesinde
toplanarak diğer gecekondu
bölgeleriyle birlikte kamyonlara
binerek valiliğe gittik. Onlar bizimle
dalga geçiyorlardı. Ama biz onları
yanılttık, verdik dilekçelerimizi,
haklarımızı aradık. Ve yoğun baskılar
kalktı üzerimizden.
Gündeme '84 Ölüm Oruçları
girdi. O dönem analar imza
kampanyası başlatmıştı. Bağış
kampanyası vardı. Hatta ben
televizyonumu bağışlamıştım. O
dönem Nurtepe'de birçok insanımız
işkencelerden, geçirilerek
tutuklanmıştı. Nurtepe halkı olarak
o dönemde sahiplenmeyi
sürdürdük.
12 Temmuz katliamında şehit
düşenlerden Y. Şimşek bu bölgenin
insanıydı. Emekleri geçmişti. F.
Dikme de Nurtepeliydi. O zaman
şehitlerimizi sahiplendik.
Yürüyüşler, korsanlar yaptık. O
dönem yeniden toparlanma
yaşadık. Komisyonlar oluşturmaya
başladık. Halk olarak mücadeleyi
sürdürdük.
Darbe sürecinde de bire bir
mücadele verdik. Toplantılar yapıldı.
Ve biz Devrimci Sol'u benimsedik,
darbeyi mahkum ettik.
Perpa'da şehit düşen evladımız
M. Salgın darbe döneminde çok
büyük emekler harcadı.
O dönem dergilerimizi dağıtıyor,
halkı bu konuda aydınlatıyor,
toplantılar örgütlüyorlardı. M.
Salgın'a biz halk olarak sahip çıktık.
Tüm baskılara, polis yığmalarına
rağmen çok kalabalık bir kitleyle
görkemli bir cenaze töreni
gerçekleştirdik. Kesinlikle
sahiplendik. Onun dışında
şehitlerimizi de sahipleniyorduk.
Tekrar birliklerini sağladık.
Gazi ayaklanmasının ardından
faşistler burada provokasyon
girişiminde bulundular. Ama biz
halk olarak bunu boşa. çıkardık.
Ayaklandık. Barikatlar kurduk.
Binleri bulduk. Çok güzel bir
dayanışma oldu. Orada Parti-Cephe
sloganlarımızı haykırdık. Polisle yüz
yüze en ön saflardan PartiCephe'liler savaştı yine.
Sabahın 03.00'üne,
04.00'üne kadar sürdü
direniş. Kazanımla
bitirdik direnişi.
'96 Ölüm
Oruçlarında da
eylemlerimizle,
korsanlarımızla
sahiplendik
şehitlerimizi.
Dev-Genç'e,
Devrimci Sol'a, DHKPC'ye gelen bir süreç
yaşandı. Biz onlarla
gurur duyuyoruz. Her
zaman onların
yanındayız ve her zamanda
destekliyoruz.
Nazmiye Ercan (Ev hanımı): Ben
Nurtepe'ye 70'lerde geldim.
Mahallede arsalar halk tarafından
parsellenmeye başlanmıştı. Daha
sonra küçük kulübeler yapıldı.
Devrimciler halkla birlikte nöbet
tutmaya başladılar. Halk komiteleri
vardı. O dönemde faşistler, polisler,
zabıtalar saldırıyordu. Komiteler
oluşup halk kendisini korumaya
başlayınca faşistler artık bölgeye
girmeye korktular. Öyle bir duruma
geldi ki bir kısım taksiciler bile
Nurtepe'ye girmeye korkuyorlardı. Bir
süre sonra evler yapılmaya başlandı.
Halka arsaları Devrimci Solcular
verdi. Eylem yapılırken onların
sularına, pirketlerine, çimentosuna
kadar o insanlar getiriyordu. Çok
uzaklara giderek halka su
getiriyorlardı. Onların burada çok
büyük emekleri oldu. Bunu hiç
kimse inkar edemez.
Daha sonra halk evlere
yerleşmeye başladı. Bazı kişiler
evlerine taşınmadılar.
Devrimci Solcular ve
halktan insanlar onlarla
konuştular. Gerçekten o
dönemde büyük bir
dayanışma vardı. Ben
hatırlıyorum tam 350
konut vardı. Bütün halk
birlikte hareket
ediyorduk. O dönem
kadınlarla ilgili bir
miting olmuştu.
İstanbul'un her
tarafından akın akın
insanlar vardı. Ama
Nurtepeliler genç-yaşlı,
çoluk-çocuk demeden
hamile kadınlara kadar hepsi mitinge
katılmıştı. Oldukça büyük bir
duyarlılık vardı.
Burayı Devrimci Solcular kurdu.
Dev-Yolcular gelerek burada bizim
de emeğimiz var diye sahip çıkmaya
çalıştılar. Silahlı saldırıda da
bulundular. Ama Devrimci Solcular
silahla karşılık vermediler çünkü
onlar sol içi çatışmaya kalkışmadılar.
Ben bunu çok iyi biliyorum. Biz
baktık Dev-Yolcular çıkmak
istemiyorlar, kötü şeyler olacak. Biz
halk olarak onlara karşı çıktık. Onları
taşlayarak mahalleden kovduk.
Onların içinde benim akrabalarım da
vardı. Ama haksızdılar. Halk onlara
karşı çıkınca çekip gittiler. Haksız
olduklarını kendileri
de biliyorlardı. Bu
arada halkın kendi
güvenliği için
mahallede nöbet
tutuluyordu. Nöbet
işlerini komite
ayarlıyordu.
Devrimciler ve halk
birlikte nöbet
tutuyorlardı. Mahalle
birinci tarla, ikinci
tarla ve üçüncü tarla
diye üç bölüme
ayrılmıştı. Nöbetler bu
üç bölümde
tutuluyordu. Herkes
sırasını biliyordu ve buna uyuyordu.
Hiç kimse ben nöbet tutmam
demiyordu. Herkes Devrimci
Solculara kapısını açıyor, evinde
yatıyordu. İnsanlar evlerinin
anahtarlarını dahi köye gittiklerinde
onlara bakıyorlardı. Mahallemizde
gecekondular mücadelesinde
mahallemizin çocuğu aynı zamanda
da Devrimci Solcu olan Hüseyin
Aksoy'u Kağıthane'de katlettiler.
Kağıthane'deki başçavuş çocuğu
gözünden vurdu. Bir ay dolmadan
onu vuran başçavuşu Devrimci
Solcular cezalandırdı. Hüseyin
Aksoy'un cenazesine çok insan
katıldı, herkes sahip çıktı. Onun
gecekondu mücadelesinde çok
emeği oldu. Bu uğurda canını verdi.
Mahallemiz Hüseyin Aksoy'a bugüne
kadar sahip çıktı. Mahallemizdeki
parka onun adını verdik. Onu
yaşatıyoruz. Her sene parkı
temizliyor, güzelleştiriyoruz. Dünden
bugüne süren bir gelenek var, bunu
hiç kimse söküp atamaz.
O dönemlerde halkı geliştirmek
için eğitim çalışmaları
yapılıyordu. Öyle ki
evdeki işlerimizi
bırakıp eğitim
çalışmalarına
katılıyorduk. Gruplar
halinde kitaplar
okuyor, tartışıyorduk.
Herkonuda kendimizi
geliştiriyorduk. Onlar
daha o dönemlerde
cuntanın geleceğini
bize anlatıyorlardı.
Cunta geldiğinde ben
şaşırmıştım. Çünkü .
bana anlattıklarının
hepsi çıkmıştı.
gezin, böyle planlı, düzenli bir yer
bulamazsınız. Burası öyle düzenli bir
yerki hemen tüm evlerin önünden
yol geçiyor. Bu yolların büyüklüğü
bugüne kadar korundu. Dönem
dönem kimi insanlar kendi yaptıkları
kömürlükleri yola kaydırsa da yine
hareketin ve burada yaşayan
insanların iradesiyle geri çektiler.
Yani benim gördüğüm güzel bir
çalışma vardı.
Bir gün yine çalışmalar
yapıyorduk, biriket taşıyorduk. Bir
silah sesi duyduk. İnsanlar bu sese
kulak kabarttı. Öğrendik ki üçüncü
tarlada arkadaşlarımıza faşistler
saldırmış. Silahlarla ateş etmişler. Bir
anda insan seli oluştu. Halk büyük
tepki gösterdi. Faşistler tabii ki
hemen kaçtılar. Herkes neyi varsa
(kazma, kürek vb.) onu silah
yapmıştı. Şüpheli yerler arandı.
Ondan sonra faşistler bir daha
bölgeye girmeye cesaret edemediler.
Devrimci hareket buraya çok
emekler verdi, bedeller ödedi. Büyük
bir kolektivizm örneği yarattı. Bunlar
inkar edilemez gerçeklerdir. Bunu
inkar etmek nankörlüktür.
Göksel Mercan (Muhtar): Bizim
bildiğimiz dönem olarak Nurtepe'nin
kuruluşu 1978'lere dayanıyor.
Devrimci hareketin önderliğinde
Dev-Gençli arkadaşların gelip halkla
bütünleşmesiyle başladı çatışmalar.
Dev-Gençliler tarla biçiminde olan
bu yerleri işgal edip,
halka çok planlı
programlı bir şekilde
sundular. Bunu
yaparken de çok büyük
fedakarlık gösterdiler.
Bu genç kardeşlerimiz
insanların başına birşey
gelmesin diye zaman
zaman aç-susuz da
kalarak nöbet
tutuyorlardı. Evlerin
yapımında biriketleri,
tuğlaları, suları
taşıyorlardı. İmece
usulü ortak bir çalışma
vardı. Dev-Gençliler ve
halk birlikte nöbet tutuyorlardı. Çok
özel bir durumu olmadığı müddetçe
herkes sırası gelince nöbet
tutuyordu. Bu mahallenin
planlanmasından tutalım da, polisle,
zabıtayla, faşistlerle olan
çatışmalarda bütün inisiyatif devrimci
hareketteydi. Devrimci hareketle halk
bütünleşmişti. O dönemde DevYolcular birşeyler yapmaya
çalıştılarsa da gerek inisiyatif,
gerekse de taban anlamında
olmadıklarından tutturamadılar.
Gitmek zorunda kaldılar. İnisiyatifin
tamamen devrimci harekete geçtiğini
onlar da kabul ettiler.
Şurası bir gerçekki devrimci
hareket buraya çok büyük emekler
verdi. Gerçekten burayı yaratma ve
koruma (hem de planlarıyla birlikte)
onlar tarafından yapılmıştır. Gidin
İstanbul'un gecekondu olarak
düşündüğünüz en güzel semtlerini
Zeki Düzgün (İşçi): Bu bölge eskiden
tarlaydı. 1978'de parsellendi. Biz de o
dönem bölgeye gelen ilk
insanlardanız. O zaman birlik ve
beraberlik çok güzeldi. Nöbetler
tutuluyordu, insanlarla iç içeydik.
Gençlik vardı. Bütün güzellikler
vardı. Komiteler oluşturmuştuk,
birinin bir sorunu
olduğunda hepimiz
birden koşardık. Maddi
ve manevi durumu ne
olursa olsun. Diyalog
çok iyiydi, her türlü
ihtiyacımızı beraber
gideriyorduk, tek vücut
olmuştuk. Bunun
yaratılmasının
öncülüğünü Devrimci
Sol yapmıştı. Bu çok
açık birşey, tartışılması
mümkün değil. Eğer
bugün yaşıyorsak bu
insanların sayesinde
yaşıyoruz. Gecekondu
giriş ve çıkışlarında nöbetler
tutuluyordu. Nöbetçiler parolalarla
anlaşıyorlardı. Tehlike durumunda
verilen parolayla halk bir anda
yediden yetmişe kadar herkes
sokağa çıkıyordu. Çeşitli faşist
saldırılar oldu ama püskürtüldü.
Bugün yine mücadele sürüyor.
Yaratılan gelenek imkanı yok
koparılamaz.
Bugün dünyada bile böyle planlı
projeli bölge yok. Bedrettin Dalan
kendisi geldi, ben buraya hayran
kaldım dedi. Keşke buranın
projesini yapan mühendisler
yanıma gelse de beraber çalışsak
dedi. Eskiden Nurtepe'ye asker
bakıyordu. Bir gün askerler ikinci
tarlaya geldiler. Halk olarak bir
albayı bölgeden kovaladık. Araba
falan kalmadı. Hepsini dağıttık,
gittiler. Bir tencere yemek
kaynıyordu, hepimiz bir tencerede
yemek yiyorduk, bu denli güzel bir
paylaşım vardı.
Bugün SİP'liler bunları
gözardı ederek sopalar ve
demir çubuklarla gelip
devrimcilere saldırdılar,
kafalarını kırdılar. Onların
yaptığı işçi partililerin,
polisin yaptığı saldırılardan
farklı değildir. Burada adım
attığımız her yer devrimci
kanıyla sulanmıştır. Yapılan
bu saldırı bugüne kadar
süren geleneğe yapılmıştır.
Ancak ne olursa olsun
gelenek sürecektir.
Garip Düzgün (Ev
hanımı): Devrimcilerin
halka çok yardımları oldu.
Bunu inkar etmemek lazım.
Sorunlar çok güzel bir
diyalog içinde çözülüyordu.
Örneğin bir yıkım
sözkonusu olduğunda tüm
halk birlik olup, yollara
dökülüyordu, devlet bölgeye
giremiyordu. Halk komite
öncülüğünde toplanıyordu.
En önde hep onlar
gidiyordu.
Biz kadınlar olarak
toplanıyorduk, neler
yapabileceğimizi
tartışıyorduk. Kadınları
bilinçlendirmek için faaliyet
sürdürülüyordu. Eğitim
çalışmaları yapılıyordu.
Benim küçük bebeğim
olmasına rağmen bu
çalışmalara katılıyordum,
herşey ortaklık içinde
çözülüyordu.
Devrimci Sol
öncülüğünde çok güzel bir
mücadele verildi, ben onları
taktir ediyorum ve diyorum
ki halk olarak
unutmamamız, bu değerleri
yaşatmamız gerekiyor.
Cevahir Özbey (işçi):
Buralar tarlaydı, boş yeşillik
alanlardı. Halk ev, bark
sahibi olsun, sürünmesin
diye canlar verildi, kanlar
döküldü. Bu mahallenin
projesini Devrici Solcular bir
gecede yaptılar.İnsanlar
şaşırdı, nasıl bir gecede
yaptılar diye. Bölge çok
güzel parsellenmişti, alt
yapısı oluşturulmuştu. Bir
binanın yeni birşey için
planı projesi nasıl
yapılıyorsa buralar da o
şekilde yapıldı. Burada
insanlar çok güzel değerler
yarattı, büyük bedeller
ödedi. Ben onları şimdi nasıl
diyeyim, anlatamıyorum.
Hüseyin Aksoy'la biz aynı
sülaledeniz. İlk şehidimiz o
oldu. Ben ona derdim ki,
"Hüseyin çok koşuyorsun,
çok önlerdesin. Çok
yoruluyorsun Sen daha
küçüksün". Bana derdi ki
"Cevahir abla niye öyle
söylüyorsun, binlerce insan
var en önlerde koşanlar. Ben
de en önlerde koşmak
istiyorum. Önde olmazsam
rahat edemem. Halkım için
birşeyler yapmaya
çalışacağım." derdi. Böyle
bir insandı.
O kadar çok şeyler
yaşadık ki hatırlayamıyorum
bile. Sanırım İstanbul'da
Devrimci Sol tarafından
kurulan ilk mahalle
Nurtepe'ydi. Burası DevSolculann mahallesi olarak,
Çayan Mahallesi olarak
tanınıyordu. Bir gün
hastanede kuyrukta
bekliyorum. Oradaki
insanlarla aramızda diyalog
geçti, bana dediler ki, "Aaa
Dev-Solcuların
mahallesinde mi
oturuyorsun." Biz bununla
gurur duyuyorduk, çünkü
biz işin bilincindeydik.
Gerçekten burada büyük
bedeller ödendi, çok
değerler yaratıldı. Yücelleri,
Fintözleri, Mehmetleri şehit
verdik. Ben Mehmet'i
yalandan tanırdım. Mehmet
Nurtepe'de büyük
mücadeleler verdi, çok
emek harcadı. Nurtepe
şehitlerin kanlarıyla
yaratıldı.
Halil Özbey: Mahallede
Devrimci Sol çok iyi bir
dayanışma yarattı. DevYolcular öyle tahmin
ediyordum ki buna
tahammül edemediler. Ve
bazı saldırılarda bulundular.
Hatta Halkın Kurtuluşu'yla
da bazı tartışmalar oldu.
Devrimci Sol belli bir kitleye
hitap ediyor, o kitlenin zarar
görmemesi için dürüst,
ılımlı bir politika izliyordu.
Eğer Devrimci Solcular
böyle davranmasaydı, onlar
gibi davransaydı kan
gövdeyi götürürdü.
12 Eylül devrimcilere,
halka karşı olan bir
saldırıydı. İnsanlar
öldürüldü, katledildi. Ama
buna rağmen hala dimdik
ayaktadır Devrimci Sol.
Nurtepe'de ikinci bir
cuntada gelse Devrimci Sol
geleneğini bitiremez. Aksine
bu saldırılar bizi daha çok
güçlendiriyor. İnsanlar
kenetleniyor.
Artı olarak, geçenlerde
SÎP'in yaptığı saldırıya
değinmek istiyorum. Bizim
Nurtepe halkına karşı bir
saldırı düzenlendi SİP'liler
tarafından. Ben de kahvede
öğrendim, çok üzüldüm.
Onlar kime saldırıyorlar.
Bunu bilmeleri lazım.
Karşılarında Cephe var.
Burayı onlar kurmuştur.*
HALKIN HAKEMLİĞİ
Hani halkımızın bir deyişi vardır; hiç istemediği halde gerçeği söylemek durumunda
kalanlar için "Allah söyletti" der. SÎP'e de geçen haftaki bildirisinde böyle olmuş olmalı.
Bildiride deniyordu ki, "Sosyalist İktidar
Partililer, Devrimci Halk Güçleri adını kullanan hareket ile yaşadıkları sürtüşmeyi, haklılık-haksızlık ekseninden çıkarmak için ellerinden geleni yaptılar. Her zaman iyi bilindiği
gibi, siyasi sorunlarda 'kim haklı'sorusu etrafında yürütülecek tartışmalar genellikle bir sağırlar diyaloğuna dönüşür..."
Mantıki olarak düşünelim. Haklılık-haksızlık ekseninden çıkarılan bir mesele NASIL ÇÖZÜLEBİLİR?
Yine soralım: KİM haklının, haksızın tespit
edilmesinden KAÇAR?
SİP'e göre '"kim haklı'sorusu etrafında yürütülecek tartışmalar genellikle bir sağırlar diyaloguna dönüşür"müş. Niye acaba? Acaba
SİP bunun niye böyle olduğunu düşünmüş
müdür hiç?
Anlaşılan o ki düşünmemiş, düşünmediği
için de bu durumu değiştirilemez görüp öyle
kabul etmiş.
Bu nasıl sosyalistlik? Varolana teslim olmakla sosyalist olunur mu?
SİP'in dediği türden sağırlar diyalogu niye
çıkmış ya da çıkıyor; SİP'in düşünmediği ve
aslında düşünmek de istemediği soruyu biz
cevaplayalım.
Sol'da pek çokları, SİP gibi, haklılığın-haksızlığın muhasebesini yapmaktan korktukları
için tartışmalar sağırlar diyaloguna dönmektedir. Sağırlar diyalogları, SİP gibi, kendini
sorgulamaktan, kendi gerçeğinin açığa çıkmasından korkanlar nedeniyle ortaya çıkmıştır ve
çıkmaktadır.
Sağırlar diyalogları, yine mesela şu durumlarda ortaya çıkar:
- Meselelerin, devrimci adaletin terazisine
vurulmasından korkulduğu ve kaçıldığı za
man. Yani aynen SİP gibi...
- Meselelerin devrimci ilkelerin ışığında
ölçülüp biçilmesine yanaşılmadığı zaman. Ya
ni aynen SİP gibi...
- Ve yine SİP gibi, halkın hakemliğinden
kaçıldığı zaman.
O halde, solda "kim haklı" sorusu etrafında yürütülecek tartışmaların genellikle bir sağırlar diyaloğuna" dönüşmesi gibi bir durum
varsa bile, SİP kesinlikle bundan şikayet edebilecek durumda değildir. Tersine, böyle bir
durumun sorumlularından biridir.
Tabii bu durumun ve sorumluluğun yalnız
SİP'e özgü olduğunu söyleyemeyiz.
Türkiye solunda eskiden beri hep bir spekülasyon ortamından sözedilir. Eleştiri-özeleştiri mekanizmasının, çeşitli tartışmaların
hatta ideolojik mücadelenin "dedi-demedi",
"yaptı-yapmadı" türünden bir spekülasyon
ortamına dönüştüğünden şikayet edilir.
Spekülasyon esasında daha çok, birincisi
"soyutluğun", ikincisi "masabaşılığın" ürünüdür. Sol soyutluğu sever: Hiçbir zaman sorunları somut olarak tartışmazlar. Süreçler üzerine somut tartışmalardan da aynı şekilde kaçarlar. Herşey derin teorinin belirsizliği içinde
geçiştirilmeye çalışılır. Masabaşıcıdır: Birlikleri
de, ayrılıkları da, ortaya çıkan ve çıkabilecek
sorunları da, çözümlerini de hep
dar platformlara
hapsetmek ister.
Bakın solun tarihine; halk kitleleri
nezdinde tartışılıp
oluşturulmuş kaç
tane birliğe rastlayacaksınız?
Bakın tarihe, siyasi hareketlerde ortaya çıkan sorunların kitleler nezdinde tartışıldığı
kaç süreç göreceksiniz?
Göremezsiniz. Bunun tek istisnası Devrimci Sol'un, Parti-Cephe'nin tarihidir.
Mesela Devrimci Yol'dan ayrılıkta, DY'nin
tüm engellemelerine rağmen tartışmayı kitlelere götürmeye çalışmıştır. Mesela 79'da kendi
içinde "Platformcular" diye bir grup ortaya
çıktığında bu sorunu da geniş kitle toplantılarında tartışmıştır. Ve mesela, darbe gibi bir
ihanetle karşılaştığında bunu da yine en geniş
halk toplantılarında tartışmış ve o zeminde
mahkum etmiştir.
Halk kitlelerinin tartışıp karar aldığı yerde
spekülasyonun alanı iyice daralmış demektir.
Sol ise, herşeyin adeta "kapalı kapılar ardında" tartışılıp konuşulmasından yanadır.
Geçtiğimiz haftalarda Kurtuluş'ta da aktarılan
bir "siyasi temsilciler" toplantısında söylenen
bir söz, bu noktada kafa yapısını yansıtması
açısından son derece karakteristikti. O toplantıda bir siyasi temsilci, bazı olayların Kurtuluş'ta yazılarak eleştirilmesine "bunları yazmışsınız, şimdi Anadolu'dakiler, bizimkiler
orada neler yapıyormuş diyecek..." şeklinde itiraz ediyordu. Oysa birşeyin dergide yazılmasının amaçlarından biri de bu değil midir? Kim
ne yapmış, ne diyor, tüm solu, devrimci, demokrat kamuoyunu ve halkı bilgilendirmek.
İşte bu noktada da halkın, kitlelerin hakemliği girer zaten devreye. Yaptığının hesabını halka verebiliyor musun, yaptığını halkın
karşısında savunabiliyor musun?
Halk Meclisi türü örgütlenmelere solun yabancılığında ve uzak duruşunda da bu son derece önemli bir yandır. Sol, büyük çoğunluğuyla halkın söz hakkından, demokrasiden
sözetse de, kitlelerin karar almasından korkmakta, kitlelerin, halkın alacağı kararlara güvenmemektedir. Tabii, çünkü o zeminlerde
boş keskinliklere yer olmayacak, boş devrimcilik, sosyalistlik iddiaları itibar görmeyecektir.
Herşeyin kitlelerin gözü önünde olduğu
durumlarda da yaşananları çarpıtanlar çıkmıştır, çarpıtmak isteyenler çıkacaktır. Ancak
bu çok da önemli değildir; buna yeltenenler
sonuçta kaybederler.
Gazi katliamını protesto eylemi sonrası
oportünizmin sorumsuzluklarına, imzaladıkları kararlara uymamalarına ilişkin halkın
hakemliğinde yapılan değerlendirme ve tartışma bu açıdan çok öğreticiydi. Mesele sorumsuzluklara, söz verip yapmamalara, provokatif
tavırlara bir gerekçe bulmak değildir. Mesele
bu gerekçeye devrimcileri ve kitleleri ikna
edebilmektir.
Çok öğretici bir örnek de Nurtepe halkının
son gelişmeler üzerine aldığı kararda görüldü.
SİP halkın kararını tanımadı. Neresi sosyalistlikti acaba bunun?
Sonuç olarak işin özünü kısaca tekrar etmekte fayda var. Haklının-haksızın belirlenmesinden kaçanlar, haksız olmalarından korkuyorlardır. Halkın hakemliğinden kaçanlar
halka güvenmiyordur. Halkın kararını
tanımayanlar, kendilerini halkın üstünde
gören aydın küçük-burjuvalardır. Bu, kim ne
derse desin, hangi gerekçeyi uydurursa uydursun, böyledir.*
EMEP'TE
İSTİFALAR
210 EMEP üyesi bir deklarasyon
yayınlayarak partilerinden istifa
ettiler. EMEP yönetimi ise istifaları doğrularken rakamın o kadar
önemli olmadığını açıkladı. Rakamın bizim için de önemi yok. 210
değil de 21 de olabilirdi. Ancak
onun ötesinde rakamdan çok üzerinde durulması gereken ve
önemli olan deklarasyonda dile
getirilen görüşlerdir. Ki, bu görüşler de esasında EMEP'in nasıl kurulduğundan, bugüne kadar geçirdiği aşamaların ve geldiği noktanın da bir özeti adeta. Deklarasyonun girişinde:
"Üç yıldır Emeğin Partisi'nde yaşanan süreç Partinin karakteri, teorisi, programı, örgütü ve taktiği
üzerinde yürüyen çatışma, devrimci komünistlerle reformistleri
ayrışma noktasına getirdi" deniyor.
Bir partiyi ilgilendiren hemen her
konuda üç yıldır süren bir çatışma. Yani büyük iddialarla yola çıkış ama daha kendi içinde bir ideolojik bir birlik bile sağlanamamış. Bu elbette sadece EMEP sürecine ilişkin değil. 20 yıl öncesinden gelen zaaflı yapılanmanın bir
sonucudur. Bu geçmiş içinde de
birçok kez keskin virajlar alınmıştır. Devrim anlayışında stratejik
anlamda önemli değişiklikler yaşanmıştır. Ama bunların hiçbiri
gerçek anlamda geçmişin bir özeleştirisi verilerek yapılmamıştır.
EMEP'in kuruluş süreci de farklı
değildir. Yasal partilerle ilgili uzun
uzun eleştiriler yayınlanırken birden yasal parti kurmaya soyunmuşlardı. Bu dönüş nasıl olmuştu? Dünün hatası neydi? Yasal bir
parti kurulmasına neden ihtiyaç
duyulmuştu? Bunun hesabı yoktur. Elbette tartışmaları olmuştur.
Ama bir hesabı çıkarılıp sonuca
ulaştırılmadığı deklarasyonda belirtilen üç yıldır süren çatışmada
ifadesini buluyor. Bir kere
yasallık tercih edilip, düzenin
icazeti kabul edildi mi, bunun
sonunun olmadığını, sürecin
düzenle daha çok bütünleşmeye
doğru evrileceğini deklarasyondaki
somut vurgular açıkça ortaya
koymuştur. Yasallığı tercih, devrimden kaçıştır. Devrimden kaçışın ise sonu yoktur. Nihayeti teslimiyettir, çürümedir. Yıllardır söylediğimiz bu gerçeği, şimdi
EMEP'in içinden, oradan gelenler
dile getiriyor.
"İşçi sınıfının acil görevleri arasına 'milli sanayinin önündeki engellerin kaldırılması ve desteklenmesi görevini koyarak... İşçi sınıfı ve
emekçilerin
ileri
kesimleriyle
kopuşurken, geri bilinçli işçiyle,
kuyrukçuluk temelinde buluşmaya
çalışan, parlamento ve seçime
dönük örgütlenmeyi amaçlayan, bu
doğrultuda naylon ilçe ve belde
örgütleri kuran, Parti örgütünü
sendika derecesine indirgeyen,
sıradanlaşmayı,
şekilsizliği,
örgütsel karaktersizliği, devrimci
ruh yoksunluğunu erdemleştiren,
yücelten örgütlenme anlayışı egemenliğini tartışılmaz hale getiriyor...
İşçi ve emekçilerin 'ana gövdesiyle'
büyük çoğunluğu ile birlikte hareket etme adına eylemsizlik ve örgütsüzlüğü
yüceltiyor...
Ör.
Aydınlık Eylemini 'pasif bulup
bitimine yakın katılma aymazlığı,
yüzbin üyelik parti 'fiyaskosu' vb.
vb...
'İç sorunlar kongrede tartışılmaz'
diyerek taban iradesini ayaklar altına alarak Parti içi yaşamı dinamitliyor...
Her türlü ahlaksız ve çürümüş unsuru Partiye doldururken devrimci komünistler yargısız infazlarla
ihraç ediyor..."
Bunlar deklarasyonda dile getirilen eleştirilerden. Ancak üzerinde
durulması, özellikle de deklarasyonu yayınlayanların atlamaması
gereken bir nokta var. O da eleştirilerde dile getirilen bu sonucun
nasıl ortaya çıktığıdır. Bu anlamıyla
geçmişin köklü bir muhasebesi
yapılmadan, sadece eleştirilere
konu olan sorunlar, EMEP süreciyle, EMEP içinde yeralan bir tasım insanları sorumlu tutarak
açıklamakla sınırlı kaldığında aynı
yanlışlara düşmek ve aynı kaçınılmaz sonuçlara ulaşmak ayrılanlar
için de geçerli olacaktır.*
8-9-10 Ağustos tarihli Sabah ve Milliyet gazeteleri var önümüzde. İkisinde de Kürdistan'la ilgili diziler var. Önce Sabah'a bakıyoruz.
Sabah'taki dizinin adı "Güneydoğu'nun Değişen Yüzü". İlk günkü yazının ana başlığı şöyle:
"İdil'in kaderi değişti" İkinci günkü başlık da
aynı paralelde: "Dicle kenarları artık cıvıl cıvıl".
Milliyet'teki dizi de Tunceli'yi anlatıyor. Dizinin ilk günkü başlığı biraz Sabahtan çalınmış
sanki: "Tunceli'nin İki Yüzü"
İdil cıvıl cıvılmış. Biz biliyoruz İdil'i. '91'de,
92'de yüzlerce insan katledildi İdil'de. Bunların
katilleri bulunmuş, cezalandırılmış da ondan mı
cıvıl cıvıl İdil? Nasıl cıvıl cıvıl hale gelmiş? Dizinin yazan Kaymakam'la, İlçe Eğitim Müdürü'yle
görüşmüş, onların pembe hikayelerini de dizi
yapmış; öyle ki hızını alamayıp, "Yakında bilgisayarlı eğitim başlıyor" diye de bir başlık atmış
yazısına. Bilgisayarlı eğitim. Açılamayan, öğretmeni olmayan okullarda bilgisayarlı eğitim!
Satır aralarında geçiyor: idil'in kanalizasyonu yok. Sulara mikrop karışmış, içilemiyor. Bölge
susuzluktan kırılıyor. Sağlık ocağına hergün dörtbeş tifo vakası geliyor. Ve Sağlık ocağında uzman
tek bir doktor yok! Ve Idü cıvıl cıvıl! Nasü?
Sonra biraz Tunceli dizisine bakıyoruz.
Hayret, başlıktaki benzerlik, spotlarında da
devam ediyor: "şehir merkezindeki cıvıl cıvıl insanlar" anlatıyor o da. Ama onda da pembe tablonun içinde siyah noktalar var yine de. Gıda ambargosunu yazmadan edemiyor. Yine de dengelensin diye, "mezeleri istanbul restoranlarıyla yarışacak lezzetteki Hasan'ın yeri"ni anlatmadan
edemiyor.
İki gazetede aynı günlerde benzer yazılar tesadüfi değil. Benzer yazılar gazetelerden bir süredir
hiç eksilmiyor aslında. Bir bakıyorsunuz "Ba-tı'ya
meydan okuyan" işadamlarının hikayeleri. Bir
bakıyorsunuz, "teröre aldırmadan aşkı yaşayan
gençler", bir bakıyorsunuz, "silahların gölgesinde
Dicle plajında yüzenler'in haberleri yazılıyor.
Belki sorunu küçültme operasyonu.
Bakın hükümet de "Kürt sorunu"nun pek sözünü etmiyor artık.
Belini kırdık, son çırpınışları propagandası
daha etkili olsun diye belki.
Sorun küçültülerek, hatta yok sayılarak şu ya
da bu kadar bir süre idare edilebilir. Cumhuriyet
tarihinde bunun örneği var zaten. Ama hergün
kalkan asker cenazelerinin açıklaması ne? Hergün televizyonlarda onlu rakamlarla açıklanan
"ölü ele geçirilen gerilla'lar nereden çıkıyor? Göç
neden ve nasıl devam ediyor hala? Çeteler ortalıkta cirit atmıyor mu hala? Faili meçhuller devam etmiyor mu? Ve neden hergün bu haberleri
yapıyorsunuz?
Bu diziler, bu sorulan cevaplamıyor.
Çünkü bu cevaplar, Kürdistan'daki imha ve
asimilasyon politikalarının sürdürülüşü gerçeğini ortaya koyar. Kontrgerilla işbaşındadır hala.
Oligarşi, bu "cıvıl cıvıl" propagandasını sürdürürken politikasını da uygulamaya devam ediyor.
Kürdistan'da gerçek bu. Olan biten bu. Burjuva basın Kürdistan kentlerinin "cıvıl cıvıl" oluşunun haberini yapıyor. Hükümet Kürdistan'a ilişkin yeni ekonomik paketler açıklıyor. Ordu, kontrgerilla çeteleriyle, korucularıyla katletmeye,
Olağanüstü Hal'iyle yasaklamaya, teröre devam ediyor. İşbölümü tamam yani.
Yukarıda aktardığımız haberlerle aynı günlerde küçük-burjuva Kürt ulusalcılığı mevcut durumu "tahlil"
ediyor:
"Türk hükümetleri, dil ve
eylem zıtlığını hala aşmış
değiller. Sözde demokrasiden yana olan, kimsenin dilini, kültürünü yasaklamak istemeyen Mesut Yılmaz, dilinin üzerinde oynattığı bazı söylemleri,
bir türlü cesaret edip de içine sindiremedi... Ya dilinin üzerinde sürekli oynattığı bu sözleri yutacak
ve içine sindirerek eyleme geçirecek ya da ağzından çıkarıp atacak ve en şoven çizgiye dönüş yapacak."
Bu tahlil, bugünün sorularını cevaplamıyor.
Kürt ulusalcılar, "Türk hükümetleri'nde bir
dil ve eylem zıtlığını boşuna arıyorlar. Mesut Yılmaz'ın dünkü bazı söylemleriyle, bugün Başbakanlığında uygulattığı politikanın Kürt halkı açısından özü itibarıyla birbiriyle çelişmediğini, Yılmaz'ın dün de bugün de sonuçta aynı şeyi amaçladığını görmek istemiyorlar.
Dünden bugüne uygulanan MGK'nın politikalarıdır.
MGK'nın dünden bugüne Kürdistan somutunda yaptığı herşeye Mesut Yılmaz onay vermiştir. Hatta onay vermenin ötesinde de Bakan, Başbakan olarak doğrudan uygulayıcılığını yapmıştır. Buna kimsenin bir itirazı olmasa gerek.
Mesut Yılmaz'ın "dilinin üstünde oynattıklarını" MGK da söylemektedir. Bu da ortada.
Çünkü bunlar oligarşi açısından birbiriyle
çelişen değil, birbirini tamamlayan politikalardır. Sorunun oligarşi açısından çözümünün iki
aşamasıdır da denilebilir.
O halde bazen onu, bazen bunu öne çıkarmaları, esas olarak iç tartışmalarına, demokrasicilîk oyununun haldeki durumuna, emperyalizmin o kesitteki ihtiyaç ye dayatmalarına ve de
savaşın gidişatı açısından zamanlamaya ilişkindir. Oligarşinin politikaları ancak bunlar ışığında
değerlendirilebilir.
Ancak bunların hepsi birlikte değerlendirilirse, Özal'ın "federasyon da tartışılabilir" sözleriyle
imha politikasının-aynı süreçlere denk gelebildiği; DYP-SHP koalisyonunun "Kürt realitesini tanımak" tan nasıl "topyekün savaşa" geçtiği anlaşılır. Bunlar birlikte değerlendirilmediğinde ise,
egemen sınıfların manevralarına angaje olmak
işten bile değildir.
Mesut Yılmaz'ın bir çelişkisi yok; yaptığı, yapacağı ortadadır. Gerillaya askeri anlamda darbe vurabildiği kadar vurmaya, Kürt halkının örgütlenmesini, mücadelesini boğabildiği kadar
boğmaya, ülke genelinde devrimci mücadelenin
gelişimini engelleyebildiği kadarıyla engellemeye
çalışacak; bunun için terörü tırmandıracak; ve
eğer bunlarla koşullarını yaratabilirse, demokrasicilik oyunu açısından, tekellerin ve emperyalizmin ihtiyaçları açısından gerekli olduğu kadarıyla
demokrasi ve "Kürt sorununa çözüm" oyununu
sahneye koyacaktır.
Bu durumda "onlar bir adım atarsa biz iki
karşılık veririz" demenin anlamı nedir? Onların
atacağı adımın yönü ve amacı belli. Devrimcilerin bu yöndeki bir adıma aynı yönde karşılık vermesi, baskılar, yoksulluk sürerken, insanlar terörden ya da tifodan ölürken "cıvıl cıvıl" resmedilen Kürdistan'dan başka bir tablo yaratmaz!
Hiçbir şey çözülmemiş olur ama "cıvıl cıvıl
Kürdistan" masalı anlatanlar çoğalır. Çünkü, uzlaşanlar, uzlaşmalarım haklı göstermek için o
noktada başka birşey yapamazlar.
Masal ise, ancak, aynen Filistin'de olduğu gibi, egemenler, "barış" adına, uzlaşmanın da ötesini, tam teslimiyeti dayatıncaya kadar sürer. *
Gerilla tüm bir halkın ayağa
kalkışı, baskı, zorbalık ve
sömürüye karşı isyan, özgür ve
bağımsız bir gelecek için
savaşıdır. Güçlü, iyi
silahlanmış, iyi örgütlenmiş
bir ordu karşısında örgütsüz,
dağınık ve silahsız bir halkın
örgütlenme ve savaş tarzıdır.
Gerillayı güçlü kılan geniş halk
yığınlarının haklı davasını
savunması ve halk ile
bütünleşmesidir. Tarih birçok
kez gösterdi ki, temeli ve
dayanağı halk olan gerilla en
iyi silahlara sahip düzenli
ordular karşısında bile zafer
kazanmış, halktan ve
haklılığından aldığı gücü
kanıtlanmıştır. Gerilla bu
nedenle umuttur. Gerilla
bunun için kurtuluştur.
70'lerden Karadeniz'in dağlarından ve
düzünden, sömüren, zulmeden
devlete ve faşistlere, halk
düşmanlarına karşı silah sesleri
yükseldi.
'80'lerde, '90'larda aralıklarla hep
sürdü o slogan ve silah sesleri.
Kürdistan'ın, Toros'ların, Malatya'nın,
Sivas'ın dağlarının yanında Karadeniz
dağları da oldu.
Çünkü Onbeşlerin, Kızıldere'nin
mirasıydı bu.
Mirası Devrimci Sol savaşçıları
büyük bir onurlu devraldı.
12 Eylül darbesinin olduğu
günlerdi. Devrimci Sol gerillaları
Karadeniz'de Fatsa dağlarındalar.
Ekip, faşist bir çetenin Yayla
taraflarında olduğu haberini alır
almaz, harekete geçmişti. İki
Devrimci Yolcu da Devrimci Sol
gerillalarıyla birlikteydi. Mümkün
olduğu kadar gündüzleri hareket
etmemeye çalışıyorlar, tanımadıkları
köylere uğramıyorlar, açık arazide
gideceklerini, herhangi bir zarar
vermeyeceklerini belirttiler. Kadın
onları tanımıştı. Devrimcilere
güvendiğini, korkmadığını söyleyerek
isterlerse kendilerine yiyecek
getirebileceğini belirtti. Gerillalar
kadına güvenerek yiyecek getirme
önerisini kabul ettiler. Ancak yine de
tereddütlüydüler. Ekip, bir süre daha
beklenmesi ve daha sonra hareket
edilmesini kararlaştırdı.
Ekip içerisinde yer alan Necdet
PİŞMİŞLER, o arada dereye indi. İşte
bu anda bir araba sesi duyuldu.
Bütün ekip toplandı. Nöbetçilerden
bir tanesi yüksekçe bir yere çıktı ve
"asker"diye bağırdı. Bunun üzerine
ekip, yola doğru hızla hareket etti.
Bulundukları yer saldırıya karşı
elverişsizdi, ancak yolun üstünde
bulunan tepede mevzi alabilecek
durumdaydılar.
Ekip yola doğru hareketlendiğinde
her taraftan silah sesleri gelmeye
başladı. Çevreleri kuşatılmıştı. Sadece
yol ve yolun üstündeki tepe
diğerleri çeşitli yönlere dağılmışlardı.
Bir gerilla ise açık arazide, kasığından
giren ve leğen kemiğini parçalayan
bir kurşunla düştü. Sürünerek kuru
otların bulunduğu bir kısma geldi.
Daha ileri gidebilecek durumda
değildi. Bulunduğu yer zulalı, çukur
bir yerdi ve üzerini otlarla örterek
gizlendi.
Devrimci Sol gerillası Vedat
ÖZDEMİR açık araziye çıkmadan
çatışarak dereye girdi. Ancak derenin
etrafı polisler tarafından tutulmuştu.
Mermisi biten Vedat ÖZDEMİR orada
katledildi.
Açık arazide iken ilk kurşunla
vurulan Devrimci Sol gerillası Aydın
YALÇINKAYA sürünerek uzaklaşmak
istedi ancak bunu başaramadı. Aydın
YALÇINKAYA yaralı ama sağ olarak
ele geçti. Operasyonda yer alan
faşistler Aydın'ı dipçiklerle vurarak
katlettiler.
Devrimci Yolculardan Feridun
AYDINLI da yaralı yakalandı.
Hastahaneye götürmek üzere
Karadeniz Artık Gerillasız Olamaz
K
aradeniz... Ülkemizin kuzeyini
boydan boya kaplayan bir
engin deniz. Yeşille mavinin
her tonunu birarada görmek
mümkün. Lakin havasından mıdır,
denizinin ve dağlarının hırçınlığından
mıdır bilinmez, pek fazla kimse de
gitmez oralara. Ülkemizin diğer
yerleri gibi pek "turist" akınına
uğramaz. Ama orası yurdumuzun en
güzel yerlerinden biridir yine de.
Yeşilırmak, Kızılırmak, Tuna,
Sakarya ırmaklarıyla beslenir.
Öylesine bir deniz de değildir
Karadeniz. Yöre halkının geçim
kapısıdır. Anası, evladı, umududur.
Tanıktır Karadeniz... Halkının nasıl
sömürüldüğüne, nasıl yaşadığına,
ezikliğine, inatçılığına...
Çalışkandır Karadeniz halkı.
Çocukluğunda, gençliğinde ve
yaşlılığında çalışır, üretir ama birşey
kazanamaz. Sömürünün en koyusunu
yaşar. Tütünü, çayı, fındığı yetiştiren
odur ama yiyen, sattığında karşılığını
alabilen o değildir.
Bu yüzden bir parça asık
suratlıdır. Ama dostuna herşeye
rağmen sıcaktır.
Ve savaş için Karadeniz'de aslında
herşey tamamdır.
Sömüren, ezen, kandıran, emeğin
karşılığını vermeyen bir devlet vardır.
Ezilen, üreten, çalışan ama
alınterinin karşılığını alamayan halk
vardır.
Kendini halkı için feda etmeye
hazır evlatları vardır. Ve onların
öğretmeni, önderi, ailesi Parti-Cephe
vardır.
Karadeniz'in halkına dost olana
kucak açan dağları vardır.
O halde durmanın zamanı
depdir.
Durmadı devrimciler. Ta '60'ların
sonundan fındık, çay, tütün
emekçilerinin "Sömürüye Son"
sloganları yükseldi Karadeniz'den. Ta
yatıp kalkıyorlardı.
Mağaralar bölgesine ulaştıklarında
kitle ilişkilerinden faşistlerin
yakındaki bir köyde olduğunu
öğrendiler. Derhal bir plan yaptılar.
Plana göre faşistlerin köyden
çıkabilecekleri tek yola pusu atıp
beklenilecekti. Eğer pusu
gerçekleşmezse ondan sonra yeni
planlarla hareket edilecekti.
Ekip, pusu yönüne doğru hareket
etti. Pusu yeri köy yolu üzerindeydi.
Gün ağarmadan yerlerine ulaşıp
mevzilendiler ve beklemeye
başladılar. Gerillalar son derece
yorgundular.
Bir süre sonra yanlarına bir
kadının yaklaştığını gördüler. Kaçıp
saklanmaları mümkün değildi. Kadın
mevzilendikleri otluk bölgeye kadar
geldi. Ve birkaç kişiyi gördü. Gerillalar
kadını yanlarına çağırdılar. Kadın, o
yörede oturduğunu, koyunlarının bu
tarafa gelip gelmediğine bakmak için
uğradığını söyledi. Kadına
korkmamasını, dinlenmek için burada
oturduklarını, bir süre sonra
güvenlikliydi.
Gerillalar dağınık bir durumda
yolu bir çırpıda geçip açık araziye
kendilerini attılar. Tepeye doğru bu
açık arazide tırmanmaları
gerekiyordu. Düşmanı
göremiyorlardı. Ancak çok yoğun
silah sesleri geliyordu. Araziyi
geçerlerken yaralanmalar oldu.
Gerillalar ormanlık bölgeye
yaklaşırlarken Devrimci Yol
militanlarından Mehmet KURU'nun
yere düştüğünü gördüler. O'na
yaklaşmak istediler ancak çok yoğun
ateş altında bu mümkün değildi. Bu
yüzden tırmanmaya devam ettiler.
Ormanın tam sık kısmına
yaklaşıyorlardı ki, Devrimci Sol
savaşçılarından birinin de diz
kapağından vurulduğunu gördüler.
Beraber götürmek istediler ancak o
bunu reddederek kendisini bir ağacın
arkasına attı. Ve silahının
kütüklüğünün alınmasını istedi. G-3
silahının kütüklüğünü ve silahı alıp
ormana girenler üç kişiydiler ve
diğerlerinden haberleri yoktu. Çünkü
arabayla hareket eden polisler,
arabayı yavaşlatarak araba içersinde
işkence yaparak Feridun AYDINLI'yı
da katlettiler.
Çatışma sonunda dört devrimci
şehit oldu, ikisi de yaralı olarak tutsak
düştü.
Bütün bu çatışma boyunca gerilla
birliğinin diğer üyesi Necdet
PİŞMİŞLER diğer gerillalardan ayrı bir
yerde ve çemberin tam ortasndaydı.
Kah çatışarak, kah gizlenerek
çemberden kurtulabildi. Ancak
Necdet yöreyi hiç bilmiyordu.
Tahmini yön tayinleriyle sonunda
tanıdığı bölgelere ulaşarak gerilla
birliğiyle buluştu.
Necdet PİŞMİŞLER bu çatışmadan
sağ kurtulmuştu. Ölüm sırasını
savmıştı bu defalık. Dağlardaki
mücadelesine devam etti. Yaklaşık bir
yıl sonra Ordu Aybastı kırsal alanında
yeniden düşmanla karşı karşıyaydı.
Tarihler 5 Kasım 1981'i gösteriyordu.
Jandarmayla girdiği bu çatışmada son
mermisine
kadar çatışarak şehit düştü. Ama
Karadeniz dağları yine boş
kalmayacaktı. Cunta yıllarında
çeşitli siyasi hareketlerden
devrimciler, cuntanın terörüne
karşı dağlan mekan seçtiler,
Karadeniz dağlan onlarcasının
kanıyla sulandı. Necdetlerin
direnci, kararlılığı '90'lara
taşındı, Bahattin'lere örnek oldu.
Onun gösterdiği yoldan
yürüdüler.
Devrimci hareket 1990'larda
yeniden atılıma geçti. Kır
gerillasını tekrar yarattı, gerilla
Karadeniz'de de adım adım
hızlandı, silahlandı, dağlara
çıktı. Savaş çağrısı oldu.
Karadeniz bu çağrıya cevap
verdi. Gerilla büyüyor,
gelişiyordu.
Oligarşi umudun önünü
erken kesmek için kanlı
ayaklarıyla daha fazla çiğnemeye
başladı Karadeniz'i. Bölgeye güç
yığdı. Gerilla birliğiyle düşman
arasında karşılaşmalar,
çatışmalar yaşanmaya başladı.
Çatışmaların yoğunlaştığı
günlerdi.
Günlerden 9 Şubat, yıl
1994'tü... Ordu'nun Kumru
ilçesine bağlı Eskiçokdeğirmen
köyünde Karadeniz Kır Birliği
Komutanı Bahattin ANIK
(Komutan Yılmaz) oligarşinin
kiralık katillerinin kurduğu
pusuya düştü.
Katliamdan bir-iki gün önce
jandarma Eskiçokdeğirmen
köyüne yığınak yapmıştı. O gün
köye takviye olarak özel tim de
geldi. İki özel timci caminin
minaresine çıktı, diğerleri ise
aşağıda bekliyordu. O sırada
köylü giyimli komutan Bahattin
Anık köye geldi. Özel tim
gerillanın geldiğini fark etti ve
biraz yaklaşmasını bekledikten
sonra ateş açtı. Komutan Yılmaz
vuruldu...
Halk gerillayı görmek için
çevresinde toplandı. Özel tim
halka cesede tükürerek hakaret
etmesi için baskı yaptıysa da
Karadenizli'ler böyle bir
onursuzluğu kabul etmediler,
özel time tepki gösterdiler.
Gerilla artık Karadenizli'lerin
günlük yaşamında konuşmaya
başladıkları, hemen
yakınlarındaki birşeydi.
Komutan Yılmaz'ın en büyük
hayali Karadeniz'de kır
gerillasını yaratmak ve
geliştirmekti. Bu hayalini kendi
canıyla, kanıyla gerçekleştirerek
şehit düştü.
O eylemlerde yoldaşlarına
siper, hedefe süzülüp giden bir
kartaldı. Her eylemde en riskli
noktaları tercih eder, çatışmada
en son yoldaşı çekilmeden
çekilmezdi.
Savaşı geliştirmek yaymak ve
güçlendirmek için Karadeniz
dağlarına ayak bastığında
karşısında olanaksızlıklar ve
yokluklar, çözüm bekleyen dağ
gibi sorunlar vardı. Ama
aşılacaktı. Başka yolu yoktu.
Hayatları pahasına aşılmalı ve
savaş Karadeniz dağlarında da
geliştirilmeliydi. Bu bilinçle
çalıştı, "silah yok, mermi yok"
demedi. Birliğine eli sopalı
savaşçılar kattı.
Komutan Yılmaz'ın şehit
düşmesinin üzerinden yaklaşık
bir ay geçmişti.
12 Mart'ta Ordu'nun Ünye
ilçesi Ballı köyü yakınlarındaki
kırsal alanda beş Devrimci Sol
gerillası özel tim ve jandarmayla
çatışmaya girdiler. Saat 06.0007.00 sıralarında başlayan
çatışma Döşeme ormanlığında
sürdü.
Bu kez çatışma sırası,
direnme sırası, komutanlarının
hesabını sorma sırası onlara
gelmişti. Onlar Komutan
Yılmaz'ın öğrencileriydiler.
Silahlarının son mermisine
kadar çatışarak Komutan
Yılmaz'a ve diğer şehitlerimize
layık oldular. Erzincan ve
Sivas'tan gelen özel timlerin ve
jandarmanın katıldığı ağır
silahların kullanıldığı çatışma
sonucunda Yücel MARAL, Yavuz
YAZLI, Barış ATALAY, İrfan
YENİLMEZ ve Ali Faik ÖZKAN
şehit düştüler. Komutan Yılmaz
onların çatışmada gösterdikleri
cüreti, kararlılığı, gururla
izliyordu.
Komutan Yılmaz ve beş
gerillanın şehit olması Karadeniz
dağlarında yürütülen gerilla
mücadelesinin kararlılığını
gösterdiği gibi gerillanın halkla
bütünleştiğinin de bir ifadesiydi.
Şehit düşen gerillalar Karadeniz
halkının bağrından çıkmıştı.
Bahattin Trabzonluydu.
Yücel, Ordu-Ünye'nin Çiğdem
köyündendi. Yavuz, Kastamonu
Araç ilçesi Tavşanlı köyünden,
İrfan, Artvin Şavşat'tan, Ali Faik,
Kastamonu İnebolu ilçesi
Avaremen köyündendi. Barış ise
Amasya Gümüşhacıköy'e bağlı
Korkut köyündendi...
Katledilenler Karadeniz'in
çocuklarıydı. Devrimcilerdi.
Katledilenler Türkiye halklarının
emeği, Karadeniz'in fındığı,
tütünü, çayı sömürülmesin diye
silah elde savaşanlardı.
Katledilenler halkın geleneğine,
namusuna, kültürüne,
geleceğine sahip çıkanlardı.
Onlar halkın içindeydiler.
Tütünde, çayda, fındıkta, demirçelikte... kısacası halkın alınteri
döktüğü yerde onlar da vardı.
Dün onların alınteriyle
sulanmıştı Karadeniz topraklan.
Şimdi bu topraklan gerilla olarak
kanlarını katmışlardı.
Parti-Cephe iktidar iddiasını
taşıyordu. Parti-Cephe savaşta
ısrarlıydı. Parti-Cephe gerillada
ısrarlıydı. Parti-Cephe gerillaları
'90'lı yıllar boyunca, ülkenin
hemen her yanında, Kürdistan'da,
Toroslar'da, Ege'de, İç
Anadolu'da, Karadeniz'de
umudun çağrısını dağlara
çıkardılar, dağlardan kentlere
seslendiler. Vurdular, vuruldular.
Yılmadılar. Dağlarda her şart
altında Parti-Cephe gerillaları
olacaktı. İlerleyerek, gerileyerek
gerilla savaşı sürüyordu.
Gerilla gelişiyor, öğreniyordu.
Öğreniyor, yetkinleşiyordu. Yeni
yeni katılımlar oluyor, yeni
alanlara ulaşıyordu.
'97'ye gelinmişti. Vuruyordu
gerilla. Ardarda düşman
hedeflerine vuruşlar yapıyordu.
Oligarşinin gerilla paniğini, İç
Anadolu-Karadeniz telaşını
büyüten vuruşlardı bunlar.
İşte tam o sırada, Ünye'nin
daha kulağımızdan gitmemiş
olan silah seslerine Fatsa'dan
gelenler eklendi. Ünye ve Fatsa
bir oldu.
5 Ağustos'ta şafak sökerken
Fatsa Çöteli köyüne sincice
yaklaştı düşman. Karadeniz
Recai Dinçel Kır Silahlı
Propaganda Birliği'ne bağlı bir
gerilla müfrezesi bir hainin
itiraflar sonucu yüzlerce düşman
kuvveti tarafından kuşatıldı.
Bahattinler,Yüceller,
Barışlar, Kemal Askeriler,
Cömertler, Meteler teslim
olmamayı öğretmişlerdi onlara.
Onların dediğini, yaptıklarını
yaptılar. Düşmanın teslim ol
çağrılarını namlularının
ağzından çıkan kurşunlarla
cevapladılar. Son kurşunlarına
kadar çatışmaya devam ettiler.
Çatışmanın sonunda birlik
komutanı Ali Haydar ÇAKMAK
ve komutan yardımcısı Bülent
PAK şehit düştüler.
Gerilla tüm bir halkın ayağa
kalkışı, baskı, zorbalık ve
sömürüye karşı isyan, özgür ve
bağımsız bir gelecek için
savaşıdır. Güçlü, iyi silahlanmış,
iyi örgütlenmiş bir ordu
karşısında örgütsüz, dağınık ve
silahsız bir halkın örgütlenme ve
savaş tarzıdır. Gerillayı güçlü
kılan geniş halk yığınlarının
haklı davasını savunması ve halk
ile bütünleşmesidir.
Tarih birçok kez gösterdi ki,
temeli ve dayanağı halk olan
gerilla en iyi silahlara sahip
düzenli ordular karşısında bile
zafer kazanmış, halktan ve
haklılığından aldığı gücü
kanıtlanmıştır. Gerilla bu
.nedenle umuttur. Gerilla bunun
için kurtuluştur.
Gerilla Karadeniz'in de
umududur. Karadeniz'in
denizleri ve dağları gerillayla
daha güzeldir. Can verilmiştir o
dağlara. Kan dökülmüştür. PartiCephe'nin çağrısı yankılanmıştır
bir kez o dağlarda. PartiCephe'nin bayrağı bir kez
dalgalanmıştır.
O çağrı hep yankılanmaya,
bayrak hep dalgalanmaya
devam edecektir.
Artık Karadeniz gerillasız,
gerilla Karadenizsiz olmaz!*
KÖŞELİ OLMAK
Senem'le ilgili yazılanlara,
anlatılanlara bakıldığında onda o kadar
çok olumluluğun biraraya geldiği görülür
ki, insan 19 yaşında bir insanın bunca
olumluluğu taşımasına, devrimci
anlamda bu kadar niteliği o yaşta
edinmiş olmasına şaşırmaktan kendini
alamaz.
Pekala onun kişiliği nasıl, hangi
temelde böyle şekillendi acaba? Ona
ilişkin anlatımlardaki bir cümle onun
özellikle bir yanının tüm diğer
olumluluklarını belirleyen yan olduğunu
ortaya koyar:
"Sınıf kinini almış bir insandı... Yani
kin. Baştan aşağı kin..."
İşkencede, gözaltındaki tavrının
olumluluğu kaynağını buradan alır. Bu
yan, onun günlük yaşamını,
davranışlarını da belirler.
Mesela "Fişek gibi" diye anlatırlar
onu. Canlıdır. Yolda yürümesi dahi hızlı
hızlıdır. Zaman kaybetmez.
Başka, onun için şunlar söyleniyor
mesela; Açık, net, yalın konuşur. Hemen
açıkça senin hatanı, zaafını ortaya koyar.
Eleştirmekten kesinlikle kaçınmaz.
Tavizsiz.
Gözaltılarda, ev baskınlarında,
hapishane görüşlerinde inisiyatiflidir.
Çok tecrübeli olduğu için mi? Hayır. Ama
düşmana kini vardır. Kin, alınacak
tavırda açıklığı sağlar. Sınıf kininin
söylediğini yapar.
Bunlar da onun bilincinin, ruhunun
bir parçası olmuş kin'in sonuçlarıdır.
Çünkü, kin onu "köşeli" yapmıştır.
Köşelilik kesinlik, netlik, açıklıktır.
Bu kadar "köşeli" olmaya gerek yok
der kimimiz.
Doğru olan Senem'dir; olayları,
perspektifleri, talimatları, sorunları ve
çözümleri köşeli ele almaktır.
Yuvarlaklaştırdığımızda,
yumuşattığımızda, belirsiz hale
getirdiğimizde oradan sonuç çıkmaz.
Görevine çok bağlıdır. Çünkü onu
yapmamak için mazeret aramaz. Yine
köşeli düşünür: Görevdir, yerine
getirilecektir.
Köşelidir. Yaşam felsefesi de öyledir.
Soğukta kazağı olmaz, mantosu olmaz.
Parasızdır ama şikayet etmez. "Biz nasıl
böyle yaşıyoruz?" demez.
Öldürülebileceğini söyleyenlere şu cevabı
verir; "İlk ben şehit düşmeyeceğim."
Yalın, sade ve köşelidir bu felsefe.
Köşelidir ama mekanik değildir. Biraz
yukarıda, anlatılanlardan aktardığımız
gibi, olumsuz davranışlar karşısında
tavizsizdir, hatayı, zaafı açık söyler,
eleştirmekten çekinmez. Ama bunları
yapmadan önce "neden öyle yapıyor,
nerede eksik kalıyor, bu eksiklikte
benim payım, birimin payı ne?"
sorularını sorar.
Sınıf kini, hayata, devrimciliğimize
net, duru bir şekil verir. Köşeli olacağız.
Çünkü sınıf mücadelesi keskin ve köşeli.
Köşelerden birinde halkın ve devrimin
çıkarlar; bir diğerinde partinin çıkarları;
bir başkasında devrimci ilke ve değerler
olacaktır. Elbette hayat, klasik deyişle
"siyah ve beyaz"dan ibaret değil; son
tahlilde hemen her şey siyah ve beyaza,
yani devrim ve karşı-devrime çıksa da,
işte bu noktada köşeli bakarken, o
köşelerden hayatın tüm zenginliğini, tüm
renklerini kavrayan, kucaklayan bir açıyla
bakmasını da bilmek durumundayız.
Bu kin, bu köşelilik ve bu zenginlik
olduğunda Senem gibi gelişmek, pek çok
olumluluğu kişiliğimizin doğal bir parçası
haline getirmek de, doğal bir sonuçtur.*
Yoldaşlarının Anlatımından
Senem-Muhammed
"İrfan şehit olalı 15 gün olmuştu. Eve iki genç geldi. Uzun boylu, çakır gözlü bir
delikanlı, esmer tombul yanaklı bir kız. 'Kimsiniz siz' dedim. 'İrfan'ın
arkadaşlarıyız' dediler. Ben önce okul arkadaşları zannettim, meğer
yoldaşlarıymışlar. Bana teselli vermeye çalıştılar. 'Ana' dediler, 'İrfan'ı kaybettin,
binlerce İrfan'ın var, hiç üzülme.' Ben de onlara İrfan'ıma sarılır gibi sarıldım. Çok
temiz, çok samimi, çok efendi güzel insanlardı."
Senem Adalı
"Tartışmalarında son derece mantıklıydı; politik mantık. Gereksiz tartışmalara
girmezdi. Mesela birkaç kişi oturmuş tartışıyoruz. Herkese hakkını veren bir
özelliği vardı. Senem kesinlikle gereksiz uzatmazdı. Sen şurada haklısın, sen şunda
haklısın derdi. Gereksiz ayrıntı yok... ama diğer yanıyla da öğrenmek, hep
öğrenmek isterdi. Politik birikimi olan bir insan kim olursa olsun ondan almaya,
öğrenmeye çalışırdı. Sorun yaşamazdı..."
"Bir keresinde beraber Ali Rıza Kurt'un cenazesine gittik. Gelirken polisler bize
saldırdılar. Orada saldırı olunca ben hiç kimseyi farkedemedim. Çünkü bütün
polisler hep Senem'in üstüne çullanmışlardı... Bütün dikkatim ondaydı. Yani ben
ondan alıyordum örnekleri. Hep bir yerlere gittiğimde yanımda olsun isterdim.
Onu gözlerdim, yani bütün örneklerini alayım diye... Gözaltına alındık, orada o
zaman hep ondan cesaret aldım yani. Çok güzel şeyler yapıyordu. Dirençliydi ve
kararlıydı."*
"Gazi Komutanını Bağrına Bastı"
Soylular ve çömezler önünde
düşmemeyi
Çizmeleri altında bizi
ezmek isteyenler önünde
düşmemeyi
geceleri kurtlar gibi
uluyanlar önünde
gündüzleri yılanlar gibi
sürünenler önünde
düşmemeyi öğrenmeliyiz,
başı dimdik vuruşanlardan
Vurulup bir dağ gibi
yıkılanlardan öğrenmeliyiz.
B
undan iki yıl kadar önce polisleri,
askerleri,
panzerleri,
helikopterleriyle
Gazi
Mahallesi'ne girip halkın üzerine
kurşun yağdırmışlardı. Yaşlısından
gencine
insanları
katlettiler.
Korkutmak, sindirmek istiyorlardı Gazi
halkını, halkları. Düşündükleri gibi
olmamıştı, halk öfkeliydi ve cevabını
da vermişti, öfkesini taşa, sopaya,
çevirmişti.
Unutmamıştı Gazi halkı; toprağa
düşen, gözaltında kaybedilen, zindanlarda katledilen evlatlarım.
Çıkmış sokağa, meydanlara akmıştı.
Biliyordu saldıranın kim, hedefin neresi
olduğunu. Saldıran Devletti, "HEDEF
KARAKOL'du. "Hedef Karakol" şiarıyla
kitlesel olarak karakola ilk yürüyüşü
başlattı Ali Haydar... Ayaklanmada en
öndeydi. Son gününe kadar direnen,
savaşan Gazi'yi halkı terk etmemişti.
Barikat olmuş, taş olmuş, molotof olmuştu. Yıllardır her şeyini paylaştığı
Gazi halkıyla, bu kez de yüreğini, savaşını, acısını paylaşmıştı.
Yılların acısını öfkeye dönüştürmüş
Gazi halkı ve vatanın dört bir yanında
şehit düşenlere layık olmuşlardı bugüne değin. Zulmün ve sömürünün olduğu yerde direnmek her onurlu insanın
göreviydi, direndiler, savaştılar, dimdik
ayakta kaldılar, direndi Ali Haydar,
onurluydu, direndi, savaştı ve dimdik
ayakta şehit düştü. Komutandı Ali
Haydar.
Gazi'nin komutanı halkına layık olmuş, son anında bile kuşatma altında
teslimiyeti değil, savaşmayı tereddütsüz seçerek "düşmanla uzlaşmama" geleneğinin sayfalarından birini daha
açarak şehit düştü Bülent Pak yoldaşıyla birlikte.
5 Ağustos '97'de Ordu-Fatsa'da iki
Parti-Cephe gerillası şehit düştü. 9
Ağustos günü Haklar ve Özgürlükler
Platformu, Halkın Hukuk Bürosu ve ailesi tarafından cenaze Ordu'dan alınarak Gazi Cemevi'ne getirildi. Gazi, komutanını
"Devrim
Şehitleri
Ölümsüzdür" sloganıyla karşıladı.
Çok sevdiği Gazi'deydi şimdi.
Cemevinin önünde, mezarlık civarında olağanüstü güvenlik önlemleri
alınmıştı. Tüm bunlara rağmen yaşlısı,
genci,
kadını, erkeği, cenazeye
katılmak için İstanbul'un dört bir
yanından
gelenler,
sabah
saat
09.00'dan itibaren Gazi Cemevi'nin
önünde toplanmaya başladılar. Polis
huzursuzdu, tedirgindi. Kalabalık
gittikçe artıyordu. Kısa aralıklarla Ali
Haydar'ın babasını çağırıyordu, ne
olacağını, nasıl olacağını anlamaya
çalışıyordu. Ama Ali Haydar'ın babası
kararlıydı, Ali Haydar'a layık olmak istiyordu ve bunun için düşmana taviz vermiyordu. "Ali Haydar sadece benim
oğ-
lum, benim şehidim değil, buradaki bütün insanların evladı, şehidi. O bütün
halkı için savaştı ve şehit düştü" diyerek
sahipleniyordu evladını. Düşman diğer
taraftan da halkı tedirgin etmeye çalışıyordu. İkindi vakti kalkacak cenazeyi
zorla saat 14.00'te kaldırtmak için cemevine devamlı baskı yapıyorlardı. Cenazelerimizdeki sahiplenme onlara
korku veriyordu. Korkmakta haklıydılar,
çünkü o törenlerde halkın evlatlarına,
devrimcilere sahip çıktığını haykıran
sloganlar yükseliyordu. O gün baskıyla,
gözdağıyla katılımı engellemeye çalıştılar. Ancak halkın geleneklerine sahip
çıkmasını engelleyemediler. Şehitlerini
sahiplenmedeki kararlılıkları, düşmanı
etkisiz bıraktı.
Gecekondulardan, işyerlerinden,
okullardan mutluluklarını, acılarım, direnişi paylaştığı Gazi halkı gelmişti onu
uğurlamaya. Yüzlerceydiler ve çoğu Ali
Haydar'ı yakından tanıyordu. Çoğu
ayaklanmada en önde oluşuyla biliyordu. O nedenle 9 Ağustos'ta cemevine
koştular. Yüreklerinde biraz acı, biraz
hüzün ama daha çok gurur vardı. Mücadeleyi bırakıp gidenleri bile etkilemişti şehit düşmesi Ali Haydar'ın. Onlar
da koşarak gelmişlerdi cenazeye. Çünkü "eski dostlara"da emek vermiş, onları
yeniden mücadeleye kazanmaya çalışmıştı. Cenaze cemevine geldiğinde
herkes onu görebilmek için birbirlerini
eziyordu.
Saat 14.00 civarında cenaze cemevinden omuzlara alınarak üç bin insanın "Ali Haydar Yoldaş Ölümsüzdür",
"Devrim Şehitleri Ölümsüzdür" sloganları sokaklarda yankılanarak, alkışlar ve
zılgıtlarla mezarlığa doğru yürüyüşe
geçildi. Ailesi Ali Haydar'ın resimlerini
taşıyarak ve sloganlara eşlik ederek en
önde yürüyorlardı. Mezarlığa gitmeden
önce geleneksel olarak ailesinin isteği
üzerine önce evine götürülüp dualar
okundu. Evden çıktıktan sonra en önde
Temsili Savaşçı Birliği'nin ellerinde
DHKP ve DHKC bayrakları vardı. Arkasından "Bülent Pak, A. Haydar Çakmak
Bağımsız Demokratik Bir Ülke İçin Şehit Düştüler" TİYAD'lı Aileler imzalı
pankartla alnı kızıl bantlı şehit ve tutsak
aileleri geliyordu. Yine her zamanki gibi
halkın, haklının yanında olan Grup Yorum vardı. Yaşlı, genç, kadın, çocuk herkesin elinde dalgalanıyordu kırmızı
bayraklar. Çocukların daha yükseklerde
dalgalandırmak için birbirleriyle yarıştığı kızıl bayraklar geleceğe umudu taşıyordu. Ardından Devrimci Halk Güçleri,
"DHKC" ve "Bülent Pak ve Ali Haydar
Çakmak; Anadolu İhtilalimiz Karadeniz
Dağlarında Sizinle Büyüyor" pankartıyla, "Parti Cephe Gerillaları Ölümsüzdür", "Karadeniz, Toroslar, Ege, Kürdis-
tan Dağlarındayız", "Titre Oligarşi Parti
Cephe Geliyor" sloganlarıyla yemliyordu kortejin içinde. Ali Haydar omuzlarda Cephe bayrağıyla taşınıyordu. Herkes o bayrağın verdiği gururunu ve
onurunu "Yaşasın Devrimci Halk Kurtuluş Partisi Cephesi", "Umudun adı
DHKP-C" sloganlarını yükselterek sol
yumruklar havada temsili savaşçı birliği
yürüyüşüyle daha bir coşkuyla dile getiriyordu.
Cenaze törenine katılanlar sokaklardan geçerken, yol kenarına dizilen Gazi
halkının emekçileri, şehitlerine saygının gereği kepengini kapatan esnaflar,
yol kenarında oynayan çocuklar balkonlardan insanlar zafer işaretleri, alkışlar ve sloganlarla şehitlerini selamlıyorlardı. Ali Haydar'a sahip çıkıyordu
Gazi. Çünkü Ali Haydar'ı sahiplenmek
Gazi'yi, direnişi sahiplenmekti. Devlete
karşı olmanın ne anlama geldiğini ve
nasıl savaşılması gerektiğini öğrenmişlerdi Ali Haydarlar'dan Ayrıca cenazeye
katılmaya önce tereddüt edip "çocuklarım var diyordu" sonra çoluğunu çocuğunu da alıp katılanlar vardı.
Sloganlar, alkışlar ve zılgıtlarla mezarlığa gelindiğinde taşınan pankartlar
düzenli bir şekilde mezarlık çevresine
yerleştirildi. "Parti Cephe Gerillaları
Ölümsüzdür", "Halkız Haklıyız Kazanacağız" sloganlarıyla Cephe bayrağına
sarılarak gömüldü. Yapılan saygı duruşundan sonra mücadeleye olan inanç
ve bu inancı ölümü hiçleyen mücadeleleriyle pekiştiren Ali Haydar ve Bülent
Pak'ın onurlu yaşamları dile getirildi.
"Atak, cesur, kararlı militandı. O Ekrem Akın Savaşların, Faruk Bayrakçıların, Veysel Beysürenlerin öğrencisidir.
Yıllardır özlemini duyduğu silah elde savaşma isteği ve özlemi gerçekleşir
böylece.
O çok sevdiği dağlara kavuşur. Bilirki dağlar kanla özgürleşir, vatan kanla
özgürleşir, canını verdiğin o Karadeniz
dağlan, çok sevdiğin o Gazi'nin çamurlu yolları elbet özgürleşecek, mücadele
bayrakları devralınarak anıları yaşatılacak" sözlerine "Gerilla Yaşıyor Parti
Cephe Savaşıyor", "Kurtuluş Kavgada
Zafer Cephede" sloganlarıyla cevap verildi. Grup Yorum eşliğinde hep bir
ağızdan söylenen "Bize Ölüm Yok"
marşlarının ardından cenaze töreni bitirildi.*
Yılmaz
Şahin Ali
Haydar'ı
Anlatıyor
Ali Haydar'la çocukluğumuz
beraber geçti. Devamlı
beraberdik. Ortaokul yıllarından
sonra yani mücadeleye
başladıktan sonra onunla pek
görüşemedim. Ara sıra beni
ziyaret ediyordu. Ara sırada ben
Gazi'ye gidiyordum. Ancak o
şekilde görüşebiliyorduk. Ali
Haydar çok paylaşımcı bir
insandı. Gerillaya özlemi vardı.
Daha doğrusu bir dağ özlemi
vardı. Daha küçükken bize hep
derdi ki, "Gelin beraber
Malatya'ya gidelim." Biz
şaşırırdık. Çünkü biz şehir
hayatına, rahatlığına alışmışız.
Ama O sürekli gelin
memleketimizi, insanlarımızı
tanıyalım" derdi. Kürtçe'yi çok
severdi, devamlı Kürtçe kasetler
dinlerdi. Ali Haydar'ın belkide
kendi memleketi olmasından
kaynaklı Malatya dağlarına
büyük ilgisi vardı. Bunu her
fırsatta dile getirirdi.
Ali Haydar'la benim
yaşlarımız aynı. Buna rağmen O
benim ağabeyim gibiydi. Beni
hep korurdu çok cesaretliydi.
Hiçbir şeyden çekinmezdi. Bana
hep korkmamamı, cesur olmamı
söylerdi. Ayrıca insanlarla çok iyi
diyalog kuruyordu. İnsanlarla
çok çabuk ilişki kuruyordu. Çok
cana yakın ve samimiydi ama
sözkonusu mücadele olduğunda
çok tavizsiz ve inatçıydı. Ali
Haydar çok fazla gözaltı süreci
yaşadı ancak hepsinden onurlu
ve başı dik çıkmayı bildi.
Dağlara olan özlemini kağıda
döküyor, şiirler yazıyordu.
Ben bugüne kadar tam
anlamıyla gerillayı
tanımıyordum. İlk defa Ali
Haydar'ın cenazesinde
kavradım gerillanın ne demek
olduğunu, insanların nelerden
ödün verdiğini, hayatı pahasına
katlandıkları güçlükleri yeni
öğrendim. İnsanlar aç, susuz,
elbisesiz kalabiliyorlar. Büyük
zorluklarla mücadele ediyorlar.
Bu çok büyük bir güç.
Bütün engellemelere rağmen
cenaze çok iyi bir şekilde
sahiplenildi. Çok kalabalık geçti.
Hafta sonu olsaydı inanıyorum
ki daha iyi olacaktı. Daha
kalabalık olacaktı.*
Bülent Pak Devrimci Halk Güçlerinin
Omuzlarında Uğurlandı
rülen Bülent PAK'ın cenaze törenine ailesinin yanısıra Devrimci Halk Güçleri ve
TİYAD'lı ailelerden oluşan bir heyette
katıldı. Fatsa'dan başlamak üzere mezar
başına kadar cenaze konvoyunu takip
eden işkenceciler, yol boyu tehditlerini
ve provokatif tavırlarını sürdürdüler.
Dost yüreğine benzer Karadeniz'in
dağları. Yamaçları sarp, rüzgarı
hırçındır. Yazları yeşillere bezenen sık
ormanlarına rağmen soğuktur, çetindir
kışı. Ama ana gibidir umudun
savaşçılarına. Çünkü kurtuluşu bilir
dağlar.
Halkın,
emeğin,
savaşın
türküsünün en güzeli doruklarında
söylenmiştir. Ve kıskançtır Karadeniz.
Savaşçılarının ona olduğu kadar o da savaşçılarına sevdalıdır. Bencilleşir bazen,
çeker içine. Sarmalar taşıyla toprağıyla.
Cephe'nin gerillaları umududur Karadeniz'in. Umudu, kurtuluşudur. Yeşeren
her dalında umudunun kam, sıcaklığı
vardır. Yeşeren her dal sürgün verir, bire
bin katarak sarmalar yalçın kayaları.
Bahattinlerin, Yücellerin, Suatların
silahıyla Karadeniz dağlarında yürütülen savaş şimdi Ali Haydar'la, Bülent'le
daha da büyüyor, halkı saflarına çekiyor.
5 Ağustos Salı günü düşmanla girdikleri çatışmada Ordu'nun Fatsa ilçesinin kırsalında şehit düşen DHKP-C Karadeniz Recai Dinçel Kır Silahlı Propaganda Birliği Savaşçıları, Ali Haydar
Çakmak ve Bülent Pak halkın omuzlarında uğurlandılar. Bülent Pak'ın "şehit
düşersem beni İstanbul'a gömün" vasiyeti üzerine cenazeyi İstanbul'a getirmek isteyen ailesine rağmen aileye yoğun baskı uygulayarak, cenazenin İstanbul'a geldiği taktirde olay çıkacağını ve
bunun sorumlusunun aile olacağını, cenazeyi hiçbir şekilde il sınırlarına almayacaklarını söyleyen kontrgerilla çetelerinin tehditleri üzerine aile cenazeyi Bilecik'e götürdü. Memleketi Bilecik'in
Bozöyük İlçesi Dodurga Beldesine götü-
Yoldaşları Bülent Pak'ı Anlatıyor
İhtiyar'ı ilk kucaklamam Ege'nin ormanlık bir dağ yamacında olmuştur.
Dökülmüş saçları, mavi gözleriyle ihtiyar bir görüntüsü vardır. Ancak çocuklar gibi
şen, coşkulu, kıpır kıpır haliyle hepimizden
gençtir. Adı İhtiyar'dır. Adı, anti faşist
mücadelede şehit verdiği Numan (Kaygusuz)
yoldaşdır.
Yıllardır mücadelenin her alanında her
türlü görevi coşkuyla sürdürdü. Görevi bizleri
eğitmek, iyi birer Devrimci Sol gerillası
yapmaktı. Yıllardır kanıyla, canıyla, emeğiyle
içinde olduğu Devrimci Sol ailesi onun herşeyiydi. Devrimci Sol kültürü onun kültürüdür. Komutanımız İbrahim Yalçın Arkan ile
birlikte gençlik mücadelesi içinde rehberimiz
olan militan Dev-Genç geleneğini, kültürünü
yaşatırdı. Yoldaşlarına olan sevgisinin önemi
çok büyüktür.
Daha ilk kıra çıktığımızda gece 16-17 Nisan'ı yaşadık. Haberlerde şehitlerimizin isimleri duyulduğunda yağmur altında yürüyen
birliğimiz, için için yanan bir lav gibi akmaya
başlamıştı. Silahlar daha sıkı kavranmış, daha ilk molada kundaklara 16-17 Nisan kazınmıştı. Bağlarda yaptığımız ilk anma böylesine
bir öfkenin, bağlılığın ve sevginin önünde
saygıyla durmuştu. Daha dün boyunlarına
sarılıp ayrıldıkları, yıllarını birlikte paylaştıkları önderleri, Sinanları, Amcabey'leri, Saboları şehit vermişlerdi. Özellikle gazetemiz gelip de Sabo'nun telefon konuşması okunduğunda gözlerine bakmak yeterliydi. İhtiyar
yazıyı okuyamamış, yılların verdiği paylaşım,
yoldaşlık duygulan omuzlarına binmiş, herşeyini kaplamıştı.
İhtiyar'ın coşkusu, yaratıcılığı, hesapsızca kendini sunması en büyük özellikleridir.
O, varıyla, yoğuyla, herşeyiyle hareket eden
insandır. Görev adamı, sıra neferidir. Onun
tek isteği devrime, devrimci harekete daha
çok katkı sunmak, daha çok çalışmak, düşmana daha büyük darbeler vurmaktır.
Yaratıcılığı ve tecrübesi her işi başarıyla
bitirmesinin garantisidir. Düşünür, çalışır ve
sonunda istediğini yapar, üretir, yaratırdı. Yeri
gelmiş bomba yapmış, yeri gelmiş radyo,
teyp, elektrikli araçlar tamir etmiş, yeri gelmiş hamal gibi yük taşımış, yeri gelmiş inşaat
ustası, yeri gelmiş aşçı, terzi, yeri gelmiş herkesi hayrete düşüren mucit olmuştur, onun
için üretimin, yaratıcılığın sınırı yoktur.
Onun her zaman söylediği gibi "başarılamayan, yapılmayan her işte, her eylemde sorun
kendimizindir."
Ege dağlarında faaliyet yürüttüğümüz
Dodurga'ya gidildiğinde cenaze ilk
önce ailesinin evine götürüldü. Cenazenin dini törenlere göre kaldırılması için
çağırılan köy imamının jandarma ve
polisin talimatlarıyla hareket ederek cenazeyi baştan savma bir şekilde, apar topar kaldırmak istemesi ve sürekli yalan
söylemesi halkın tepkisini çekti. Halka
karşı dilinden düşürmedikleri allah korkusunu asker korkusu karşısında unutarak, biran önce mezarlığa gitme tasasına
düşen imam cenazeyi camiye götürmemek içinse halkın gözünün içine baka
baka "düğün var" yalanını söyledi. Mezarlığa kadar Devrimci Halk Güçleri'nin
omuzlarında taşınan Bülent Pak dini
vecibelerden sonra Cephelilerin sıkılı
yumruklarıyla selamlanarak uğurlandı.
Önce tüm devrim şehitleri için yapılan
bir dakikalık saygı duruşunun ardından,
devrim andının içildiği törende Bülent
Pak ve mücadelesini anlatan bir metin
okunarak hep beraber "Bize Ölüm Yok"
marşı söylendi. Mezarlık başındaki halkın etrafını kuşatan jandarmanın
provokatif tavırlarına rağmen dışarı
çıkarak arabalarına binen heyet Bülent
Pak'ın ailesini de ziyaret ederek İstanbul'a doğru yola koyuldu. Dodurga'da
birçok insanın kimliğine kontrol gerekçesiyle el koyan jandarma heyetin
arabası Bilecik İl sınırına gelene kadar
kimlikleri teslim etmedi. *
beş buçuk ay boyunca pek çok şeyi ondan öğrendik. Bildiği herşeyi bize öğretmek için
elinden geleni yaptı.
İhtiyar tekrar tutsak düşüp geldiği Buca
zindanında da hepimizin öğretmeni, arkadaşı
olmuştur. Daha geldiği ilk günlerden itibaren
özgürlük eylemi faaliyetine katılmış, özgürlüğü Buca'ya taşıyanlardan olmuştur. Hainin düşmana sattığı bu eylemden sonraki
eylemleri de ihtiyar, Ali Rıza'yla kafa kafaya
verip planlamış, en sonunda 17 Temmuz
'95'de "dağlarımıza gidiyorum, sizin için de
savaşacağım" deyip umudumuzu Karadeniz
dağlarına taşımıştır.
Hapishane yaşamında özellikle genç yoldaşlarıyla ilgilenmiş, onlara arkadaşlık etmiştir. Onları bir parçası gibi görür, kimini elinden tutar gezdirir, kimine 25 yıllık tecrübelerini aktarır, sarılıp gözlerinden öper,
sevgisini göstermekten çekinmezdi. Yaşına,
birikimine, yöneticiliğine rağmen, onlardan
biri olmayı her zaman başarırdı. Sen sözünü
tuttun. 25 yıllık onurlu devrimci yaşamını
kahramanca şehit düşerek noktaladın. Sana
söz;
Bir mermi de komutanımız için,
Bir mermi de Berdan için,
Bir mermi de senin için sıkacağız!*
"Bülent Pak, Ali Haydar Çakmak Yaşıyor DHKC Savaşıyor"
Ordu Fatsa Çöteli köyü yakınlarında 5 Ağustos '97 günü düşmanla girdikleri çatışmada teslim olmama
geleneğini sürdürerek, son mermilerine kadar çatışan Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi Savaşçıları, Bülent Pak ve
Ali Haydar Çakmak'ın adları yoksul gecekondu semtlerinin duvarlarım aydınlatıyor.
Ali Haydar Çakmak ve Bülent Pak'ı anmak ve selamlamak için 7 Ağustos günü Nurtepe'nin birçok yerinde
"Bülent Pak, Ali Haydar Çakmak Yaşıyor, DHKC Savaşıyor", "Karadeniz Dağlarında Umudu Büyütüyoruz", "Bülent
Pak, Ali Haydar Çakmak Anadolu İhtilalimiz Sizinle Büyüyor" vb. içerikte "DHKC" imzalı yazılamalar yapıldı.
Yine Kardeniz Ordu şehitlerini anmak için Avcılar'ın birçok yerinde, "DHKC" imzalı "Karadeniz Ordu Şehitleri
Onurumuzdur", "Karadeniz Ordu Şehitleri Ölümsüzdür" şeklinde yazılamalar yapılırken; Çağlayan'ın birçok
yerinde de aynı içerikli "DHKC" imzalı yazılamalarla şehitler selamlandı.*
Halkın Hukuk Bürosu
ZULMÜN DİNİ YOKTUR
Şehit düştükten sonra memleketi Bilecik'in Dodurga
beldesinde toprağa verilen Bülent Pak'ın cenaze
töreninde askerden aldığı talimatlarla sürekli sorun
çıkaran ve görevini yapmak istemeyen köy imamının
tavrını teşhir eden İstanbul Halkın Hukuk Bürosu,
iktidar ve ortaklarının iki yüzlülüklerinin tekrar
sırıttığını belirtti. Asker korkusuyla hareket eden
imamın gelenek haline gelmiş bir takım kuralların
uygulanmasını bile "bizim adetlerimizde böyle" diye
yalan söyleyerek baştan savmaya kalkmasını "Bizler
halkımızın geleneklerine duyduğumuz saygı gereği
şehidimizi dini törenleri yapılarak uğurlamaya özen
BİR ÖZGÜRLÜK
KAHRAMANI,
BİR EFSANEDİR BÜLENT...
Hep koşan, iş yapan, pratik zekalı bir
yoldaşımızdı Bülent.
Dev-Genç'li olduğu yıllarda Yıldız'daki İstanbul Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi'nde her gün faşistlere karşı kavganın içinde ve önündedir.
Beşiktaş'ta Dev-Genç'in faşist teröre
karşı mücadele ekiplerindedir. '80'li yıllarda Dev-Genç'in yöneticilerindendir.
Beşiktaş bölgesindeki yüksekokullarda,
fakültelerde gençliğin akademik-demokratik mücadelesinin faşist terör karşısında savunulmasında, halkın faşizme
karşı savaşında bir önderdir.
Beşiktaş'ta her türlü eylemde, irili
ufaklı birçok eylemde onun ustalığı, örgütçülüğü ve yaratıcılığı vardır. Yapılması gereken her eylemde, her pratik işte
Bülent'in emeğini gördük. Bir pankartın yazılması ve asılması, bir duvar
gazetesinin kahvehaneye asılması, bir
duvar yazılaması, bir kahve konuşmasında, kitlesel bir gösteride... Her yerde
Bülent vardı...
Beşiktaş'ta geceleri güvenlik nöbetlerindedir Bülent. Faşistleri halk düşmanlarını sokmayacaktır bölgeye. Girenlerse cezasını bulup kafası, kolu kırılmış olarak geri gidecektir. Bülent, böl-
gede faşist yuvaların ve odakların dağıtılmasında, halk düşmanlarından hesap
sorulmasında halkın adaletinin temsilcisidir.
Düşmanın o güne kadar karşılaşmadığı yeni eylemlerde, işkence merkezi
Gayrettepe'ye giden polis otosunun
uzaktan kumandalı bombayla tahrip
edilmesinde, el yapımı bombalarda
onun ustalığı ve yaratıcılığı vardır.
Bülent örgütün her türlü ihtiyacının
karşılanmasında büyük bir özveriyle ve
yaratıcılıkla çalışır. Pankart bezi alabilecek para kalmamıştır örneğin. Elinde
Dev-Genç'in bağış makbuzu Beşiktaş'ta
esnaftan dolaşmaya başlar. Kısa sürede
hem maddi olanaklar yaratmış, hem de
yeni ilişkiler bulup çıkarmıştır.
'80'li yıllarda Beşiktaş'ın gençliği
onun yanında mücadele içinde pişen
birer Devrimci Sol militanı oldular. Örneğin Ferit Eliuygun yoldaş lisededir o
dönemde. Bülent'in gece-gündüz emek
harcayıp yetiştirdiği, '90'lı yılların; Atılım döneminin komutanlarından biridir
Ferit.
Bir günde onlarca iş peşinde koşmuş
ve yaptığı işlerin sonuçlarını almıştır
Bülent. İşlerin büyüğü, küçüğü olmaz
gösterirken Din-Alah-Peygamber söylemlerini dilden
düşürmeyenler, MGK kararlan doğrultusunda sekiz yıl,
beş+üç yıl tartışmasıyla yollara dökülüp, polisle "al
gülüm-ver gülüm " boğuşanlar askerden talimat
gelince Allah korkusunu da, taşımaları gereken
mesleki sorumluluğu da bir kenara bırakarak, her
kültürde tartışılmaz gelenek olan "ölüye saygı
sorumluluğunu yerine getirmelidir" diyerek teşhir eden
İstanbul Halkın Hukuk Bürosu din sahtekarlığıyla göz
boyayanların halkın gelenek ve göreneklerine zerre
kadar saygı duymadan faşizme hizmet ettiklerini
belirtti.*
onun için. Silah tamiri ve bakımından
bomba yapımına, teksirle bildiri basmaktan plastik matbaayla pul yapmaya,
pankart hazırlamaya, kitle gösterilerinde silahlı güvenliğe, ilişki yaratmaya, ev
ev dolaşmaya, eğitim çalışmalarına ve
halkın adaleti olmaya kadar her iş onun
için önemlidir.
Enerjik ve hızlı özellikler ile ustaca iş
yapma özellikleri birleşmiştir onda. "Daha az gevezelik daha çok günlük iş" sözünü kendinde somutlamıştır Bülent, iş
yaparken tüm dikkatiyle, enerjisiyle yoğunlaşmıştır işine. İşini sever ve yaparken büyük bir haz duyardı...
Cunta yıllarında ise uzun yıllar tutsaktır Bülent yoldaş. Elektrik, elektronik,
inşaat bilgisi, teknik alanlardaki niteliğiyle özgürlük eylemlerimizde, tünellerimizde bir efsanedir O. Bülent Bayrampaşa Özel Tip ve Bayrampaşa'daki tünellerin mimarlarındandır. 1988-'89 yılları
yaklaşık bir yıllık dönemde yapılan tüneller en başta onun eseridir. Tünellerde
çalışmak, emek, özveri, fedakarlık ister.
Havasızlık, susuzluk, su içinde yaz-kış
çalışmak demektir. Yoldaşlarının özgür
olması için hiçbir güç engelleyemez
onu. Boynunda idam ipiyle yaşamaktadır ama o önce. yoldaşlarını düşünür.
Birçok engel çıkar karşılarına, taşlar, duvarlar, betonlar ama delinir milim milim... Su basar birdenbire tüneli, maşrapayla su başka yerlere atılır. Aç, susuz,
uykusuz kalır Bülent. Tek düşüncesi vardır; özgürlük... Kilitlenmiştir hedefine.
Her engeli aşmanın mutlaka bir yolunu
bulacaktır. Tünel çöker, ama o yine bir
yolunu bulur açar yolu. Bir gün tünel
düşman tarafından ortaya çıkarılır. Ama
umudu yok edemez düşman. Bülent
yine düşünecek, yine bir yol bulacaktır...
Yorulmak, yılgınlık yoktur onda.
Yeniden, yeniden bir çözümünü bulur
ve üretir durmadan... Çünkü bir özgürlük kahramanıdır o...
1990 başlanydı sanırım. Bülent yoldaşın hapishaneden tahliye olduğunu
duyduk. Bölgemizin eski insanı olduğundan, onu tanıyanlardan sık sık
adını duymuştuk.
Birgün bir çay bahçesinde görüştük.
O kadar çok insan tanıyordu ki, durmadan adlarını sıralıyor, tanıyıp
tanımadığımızı, ne iş yaptıklarını vs.
soruyordu. Tabii çoğunu tanımıyorduk.
Sorularında ince bir eleştiri de gizliydi
aslında. Bir anlamda "bu insanlara
gidin" demek istiyordu. Bu çok kısa
süren konuşmamıza rağmen, bölgemizdeki birçok insandan söz etmiş, bu in-'
sanlara nasıl gidilmesi gerektiğini, herkesin devrime değişik biçimlerde katkısının olabileceğini anlatmıştı.
Karadeniz'de şehit olduğu haberini
duyduğumda, birlikte çay içtiğimiz, sohbet ettiğimiz gün geldi aklıma. O gün
bize anlattıklarını, söylemek istediklerini ne kadar anladık diye... Şimdi bize
düşen artık ona layık olmak, sözlerini,
anlattıklarını ne kadar anladığımızı sorgulamak...*
Cumartesi günü hepimiz Gazi'deydik. Gazi'nin yiğit evladı, komutanı Ali
Haydar Çakmak'ı bayraklarımız, pankartlarımız, sloganlarımızla uğurladık
hep beraber. Halk, düşmana inat binlerle oradaydı. Umudun katletmekle tüketilemeyeceğini şehidini sahiplenerek
bir kez daha gösterdi. Düşman uzaktan
izlemekle yetindi genç-yaşlı-çocuk, kadm-erkek binlerle yürüyen halkı. Uzaktan izleyen sadece onlar değildi tabii.
Lafa geldi mi devrimciliği, sosyalistliği
kimseye bırakmayan reformistler, yasalcılar da uzaktaydılar. Yine yoktular
ortalıkta. Tıpkı iki sene önce Gazi halkı
isyan bayrağını açıp on binlerle düşman üzerine yürüdüğü günlerdeki gibi.
Serpil ilk defa bir şehidimizin cenazesine
katılıyordu o kadar insanı orada gördükten sonra reformistlerin neden olmadığı onun daha da çok garibine gitti.
Bu nedenle bugünkü dersimizde bu reformistleri, yasalcıları işleyelim dedik.
- Önce yasalcılık ne demek, onu kı
saca özetleyelim isterseniz. Fatma abla
sen bundan ne anlıyorsun mesela? di
yerek bu haftaki dersimizi de başlattı
Selim abi.
- E, şöyle diyeyim; yasalar çerçeve
sinde mücadele etmek, yasal mücade
leyi temel almak.
- Tanımlama olarak yanlış sayılmaz
ama biraz daha konuyu açalım. Mesela
düzen partileri, birçok demokratik, ile
rici kurum, kişi ve çevreler de yasal çer
çevede mücadele eder ama bizim ko
numuz açısından kastettiğimiz bunlar
değil tabii.
- O zaman şöyle ifade edebiliriz her
halde; teoride devrimi savunmak pra
tikte ise yasallığı temel almak. Yani lafta
devrimcilik, iş mücadele etmeye gelin
ce düzen içi kalmak, yasal mücadele
yöntemlerini tercih etmek.
- Peki bir siyasal örgütlenmenin yasalcı olup olmadığını nasıl anlayacağız?
- Bu o kadar zor değil. Birinci olarak,
amaç, hedef olarak ne söylediklerine ve
başvurdukları mücadele ve örgütlenme
araçlarının bu hedefe uygun olup olma
dığına bakarız. İkinci olarak pratikleri
ne, mesela nasıl örgütlendiklerine, nasıl
çalıştıklarına, mücadelede hangi yön
tem ve araçları kullandıklarına bakarız.
Düşmanın saldırıları karşısında nasıl
bir tutum-takındıklarına, buna nasıl cevap verdiklerine bakarız. Yani kendileri
teoride ne söylerse söylesin sonuçta ortaya koydukları pratik yasalcı olup olmadıklarını ortaya koyar.
- Örgütlenme anlayışlarından başla
yalım o zaman. Yasalcı olduklarına göre
elbette örgütlenmede esas alacakları
yöntem de yasal, açık kurumlaşmadır.
Genel olarak kullanılan yöntem önce
likle yasal bir parti kurmaktır. Bunun
dışında dernek, kültür merkezleri gibi
kurumlar çevresinde de örgütlenmeye
çalışırlar. Buna ÖDP, SİP, EMEP, TSİP gi-
bi partileri örnek gösterebiliriz. Tabii
yasal olarak örgütlenmeye başlamadan
önce bunun teorik zeminini yaratmak
gerekir. Bu noktada Leninist örgütlenme anlayışı sağa-sola çekilmeye başlanır. Çoğunlukla açıktan Marksizm-Leninizmi reddedemedikleri için bunu
Leninist örgüt kavramını yozlaştırarak
yaparlar. Devrim anlayışı olarak dogmatizmi, şablonculuğu sürdürenler de,
dogmatik olmamak gerekir deyip "yenilikçi" olanlar da aynı yöntemi kullanırlar. Yasalcılıklarına meşruluk kazandırmak, Leninist örgütlenme anlayışını
bulanıklaştırmak, yozlaştırmak için
başvurdukları başlıca yöntemler yasal
çalışma ile yasalcılığı aynılaştırmak, legal örgütlenme ile illegal örgütlenmeyi
karşı karşıya getirmektir. Böylece çeşitli
kılıflar altında illegalite tümden reddedilir. Herşey yasallık sınırına hapsedilerek burjuvaziyle uzlaşmaya bütün kapılar açılır. Örgütlenmede illegaliteyi reddedip sadece yasallığı kabul etmek, icazetli, düzenin sınırlarını kabul ederek
politika yapmayı kabul etmek demektir.
İcazetli politika yapmanın, kendini yasal sınırlar içine hapsetmenin ise devrimcilikle, Marksizm-Leninizmle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.
- Peki Selim abi, yasal parti ya da
dernek vb. kurumlarda örgütlenmek
bunları kuran siyasi hareketin yasalcı
olup olmadığının tek başına kıstası olur
mu? Belki illegal örgütlenmeleri de var
dır.
- Elbette olmaz. Ama başta ne de
dik? Sorun yasal mücadele yöntemleri
ni esas alıp almama meselesidir. Yoksa
örneğin illegal ve meşru temelde örgüt
lenmeyi temel alan bir devrimci örgüt
ya da parti de, dernek, kültür merkezi,
sendika vb. kurumlar, hatta yasal bir
parti kurabilir, buralarda çalışma yürü
tüp örgütlenebilir, seçimlere de katıla
bilir. Çeşitli ülkelerde bunun başarılı ör
nekleri de olmuştur. Ama amaç farklı
dır. Marksist-Leninistler bu kurumları
örgütlenmesinin kendisi haline getir
mez, legal olanaklardan yararlanma,
daha geniş kitlelerle bağ kurma ve de
mokratik mücadeleye yön vermede
araç olarak kullanır. Bunlara kalıcı ör
gütlenmeler olarak bakmaz. Mesela bi
zim '90'h yılların başında İstanbul'da
çeşitli semtlerde onlarca derneğimiz
vardı. Bunları demokratik mücadelede
bir mevzi olarak kullanıyorduk. Şimdi
bunların neredeyse hemen hiçbiri yok.
Ama bunların olmaması bu semtlerde
ne örgütlenmemizi, ne de mücadeleyi
sürdürmemizi engelleyemedi. Buralar
da legal, illegal, yan legal farklı örgüt
lenmelerle mücadele yine sürüyor.
Çünkü örgütlenmemizi ve mücadele
mizi yasallıkla sınırlamamışız. Yasalcıların illegal örgütlenmeleri olup olma
ması meselesine gelince. Gerçekte şu
veya bu ölçüde böyle hiçbir örgütlen-
meye sahip olmadıkları, bu konuya ilişkin açık bir görüş de belirtmedikleri
halde el altından varmış gibi bir hava
yaratmaya çalışanlar olduğu gibi; tümüyle yasal faaliyet yürüttükleri halde
illegal bir örgütlenmeleri de olduğunu
söyleyenler vardır. Bunların hiçbirinin
bir önemi yoktur. Çünkü, belirleyici
olan örgütlenmenin ana gövdesinin nereye oturduğu, nerenin temel alındığıdır. İllegal örgütlenmeden amaç mücadeleyi illegalite koşullarında da sürdürmektir ve devrimcilerin, Marksist-Leninistlerin üstelik bizim gibi faşizmin olduğu bir ülkede esas almaları gereken
de budur. Ortada böyle bir çalışma,
mücadele yoksa illegaliteyle ilgili söylenen herşey ancak insanları kandırmaya
yöneliktir.
Yasalcılığına kılıf yaratmaya çalışanlardan bazıları mesela teoride illegal örgütlenmeyi reddetmez. Ama ne yapar?
Avrupa'dan Rusya'dan örnekler vererek
Marksist-Leninstlerin yasal olanaklardan yararlanmaları gerektiğini söyler ve
bunu söylerken de demokratik mücadeleyi yasalcılıkla özdeşleştirirler. Bakın
derler "Marksist-Leninistler de geçmişte yasal çalışmışlar, biz de öyle yapıyoruz". Halbuki bizzat Lenin'in kendisi,
Bolşevik parti örgütlenmesi ve. Sovyet
devrimi, Lenin'den sonra gelen tüm
devrimci önderler ve yapılan devrimler,
onların bu söylediklerini yalanlar. Demin söylediğim gibi Lenin de tüm
Marksist-Leninist önderler de yasal
mücadeleyi reddetmemişlerdir, ama
onlar bunu sadece egemen sınıflara
karşı verilen mücadele yöntemlerinden, araçlarından biri olarak kabul etmişlerdir. Yoksa yasallıkla illegaliteyi
karşı karşıya koymamışlardır. Mesela
konuyla ilgili Lenin'in yaptığı tartışmalardan birini Ne Yapmalı'dan okuyalım:
-Şunları iddia ediyorum: 1- Sürekliliği sağlayan istikrarlı bir önderler örgütü olmadan hiçbir devrimci hareket varlığını sürdüremez; 2- Hareketin temelini
oluşturan ve harekete katılan, mücadeleye kendiliğinden çekilen kitleler ne kadar geniş olursa böyle bir örgüte duyulan gereksinim o kadar acil bir hal alır
ve bu örgüt o ölçüde sağlam olmak zorundadır. (Çünkü her türlü demagogun
kitlelerin geri kesimlerini peşlerinden
sürüklemesi o kadar kolay olacaktır) 3Böyle bir örgüt esas olarak, devrimci faaliyeti meslek edinmiş insanlardan
oluşmalıdır; 4- Otokratik bir ülkede
böyle bir örgüte üyeliği, ancak meslekten devrimciler, siyasi polise karşı mücadele sanatında profesyonelce eğitilmiş
insanlar üye olabilecek şekilde ne kadar
çok sınırlarsak, örgütün ele geçirilmesi o
kadar zor olacaktır. 5- Gerek işçi sınıfından, gerek diğer toplumsal sınıflardan
harekete katılma ve içinde aktif olarak
çalışma imkanına sahip olacak kişiler
çevresi de o kadar geniş olacaktır."
- Alıntıda Lenin örgütün darbeler
yemesinden, ele geçirilmesinden ve bu
na karşı önlemlerden bahsediyor. Bizim
ülkemizdeki reformist yasalcıların "ele
geçirilmek" gibi bir sorunları yok tabii.
Yani esasında her koşul altında devrim
mücadelesi verme diye bir sorunları
yok. Şimdi acaba partileri yasal kurum
ları kapatılsa bunlar ne yaparlar?
- Ne yapacakları belli, örneklerini de
gördük. Yapacakları tek iş yeni bir yasal
parti kurmak olacaktır. Çünkü yasalcılar için bu örgütlenmeler herşeydir.
Esas mesele ise yeni bir yasal parti kuracakları bir ortam olmadığında ne yapacaklarıdır. Evet, o zaman HİÇBİR ŞEY
yapamayacaklardır. Yasalcılığın asıl açmazı, onu yasallığı kullanmaktan ayıran da budur. Örgütlenmelerinin başı
da sonu da yasal kurumlandır. Bunlar
olmadan hareket edebilmeleri, mücadele edebilmeleri bir yana biraraya gelebilmeleri bile imkansız hale gelir.
Çünkü herşey bu kurumlarda evrilip
çevrilir. Tabii öyle olduğu için de tüm
örgütlenme, çalışma polisin denetimine açık haldedir.
- Denetim dedin de şimdi bu yasalcılara bakıp şöyle bir düşünüyorum.
Acaba diyorum bunca işkence, katliam,
kayıplar, baskı ve zulüm başka bir ülke
de mi yaşanıyor, aslında bu ülkede fa
şizm değil de demokrasi mi var, biz mi
yanlış görüyoruz? Ama bakıyorum bu
yasalcılar, reformistler de baskılardan,
yasaklardan bahsediyorlar hatta devrim
mevrim lafı ediyorlar. Peki o zaman
devrimi bu örgütlülükleriyle mi, bu mü
cadele anlayışlarıyla mı yapacaklar? Fa
şist devlet istese bunların partilerini,
derneklerini, tüm yasal kurumlarını bir
gecede kapatıp, yöneticilerinin, üyeleri
nin çoğunu toplayıverir. - O işin bir yanı ama oligarşi en
azından şimdilik buna gerek görmüyor,
çünkü, bu yasalcılar her ne kadar kes
kin gözüküp, kendilerine devrimci, ko
münist payesi biçseler de aslında dev
rim diye bir dertleri yoktur. Oligarşi için
ciddi bir tehdit oluşturmuyorlar. Faşiz
min baskı ve terörüne karşı devrimci
mücadeleyi göze alamayanların, bedel
ödemekten kaçanların, hiçbir dönem
kendi öz güçlerine güvenerek hareket
edemeyenlerin biraraya gelip oluştur
dukları partilerdir. Yoksa onlar da peka
la bilirler yasal particilikle devrim yapı
lamayacağını. Marksizm-Leninizm'de
devrimci bir partinin nasıl olması, nasıl
örgütlenmesi gerektiği herkesin okuyup
anlayabileceği kadar açıktır. Dünya de
neylerine, hadi onu da bir kenara bırak
tık insan demin Fatma ablanın söyledi
ği gibi ülkede olup bitene bakıp nerede
durduklarını, yasalcılıkla faşizmin baskı
ve terörüne karşı ne kadar, nereye kadar
mücadele edebileceğini göremeyecek
kadar kör olamaz.
Oligarşi de esasında bunların devrim niyetleri olmadığını iyi biliyor,
onun için bunların üzerine de fazla gitmiyor. Demokrasi oyununda vitrinine
malzeme olarak kullanıyor. Bu aynı zamanda egemen sınıfların devrimci potansiyeli düzen içine çekip işini bitirmek için oynadığı bir oyun, tuzaktır.
TKP'nin başına gelenleri biliyorsunuz.
Bunların yasallaşmasına izin verdi.
TBKP'yi kurdular. 12 Eylül'den arta kalanların hepsi ortaya çıktı. Üstelik
TİP'le de birleşmişlerdi, ama iki senede
ortada TBKP'den geriye birşey kalmadı,
eriyip gittiler.
- Yalnız şöyle birşey var tabii. Oligar
şinin bugün bu yasala reformist parti
lere fazla dokunmaması bunun hep
böyle süreceği anlamına da gelmiyor.
Örneğin, cunta dönemlerinde burjuva
partilerini bile kapatıp, yöneticilerini
tutuklayabiliyor. Hatta yakın zamanda
HADEP'in başına gelenleri biliyoruz.
Ülkenin içinde bulunduğu kriz göster
melik bir demokratikleşmenin gerçek
leştirilmesine bile olanak tanımadığı
için, reformist, demokratik talepler çer-
çevesinde bile olsa bunların seslerini
fazlaca çıkarmalarına pek olanak tanımaz. Denetimini sıkı tutar. Yasallık sınırını biraz aşmaya çalıştıklarında şöyle
sopasını bir gösterir, partilerini kapatmakla tehdit eder ya da kapatır. Arada
birkaç kişiyi gözaltına alıp gözdağı verir.
Oligarşi "Madem yasal parti kurmuşsun, o zaman yasalara uygun davranacaksın, 'demokrasi'nin sınırları belli, seçimlere katılırsın, oy kullanırsın, kazanırsın ya da kaybedersin, izin verdiğim
ölçüde propaganda yaparsın ama yasadışı eylemlerden, devrimcilerden uzak
duracaksın, aksi taktirde seni yaşatmam" der. Eh! Bunlar da ne yapsın varolmalarının tek koşulu, tek dayanağı
olan yasallıklarını kaybetmektense geri
adım atmayı tercih ederler. Bir kere
baştan düzenle uzlaşıp yasalcılığı, icazeti kabul etmişler. Bu noktada oligarşiyle aralarında zımni bir anlaşma oluşmuştur. Bunu bozduklarında başlarına
gelecekleri bilirler. O zaman adımlar
daha temkinli atılmaya başlanır, oligarşiyi kızdıracak şeylerden uzak durulmaya çalışılır. Bu icazetli, yasalcılıkla sınırlanmış politika, eylemde, mücadelede,
propaganda da tüm pratiklerini belirler.
Örnek verebilir misin Selma?
- Bir protesto eylemi, gösteri mi
gündeme geldi; yasallık kaygısı ağır
bastığı için hemen hesap kitap yapma
ya başlanır. Zorunlu olarak birlikte kauldıklan geniş kitle gösterileri, miting
leri dışında devrimcilerle yan yana gel
mekten bile kaçarlar. Öyle ya, ola ki po
lisi, devleti kızdırırlar, devrimcilerle yan
yana ne işiniz vardı, işbirliği mi yapıyor
sunuz diye. Yine polisle çatışmaktan,
radikal kitle eylemlerinden uzak durur
lar. Ne kendilerinin, ne de partilerinin
başına bir "bela" gelmesini istemezler.
Kontrgerilla vurur, katleder, infazlar,
kayıplar, faili meçhuller alır başını gider, köyleri yakılır, yıkılır. Peki bunlara
karşı bu yasalcılar ne yapar? Hiç. Bu güne kadar bir tanesinin infazlara, katliamlara karşı bir gösteri, protesto eylemi
örgütlediğini gördünüz mü? Bırakın eylemle, gösteriyle protesto etmelerini,
devrimcilerin cenazelerine katıldıklarını kaç kere gördünüz? Devrimciler
Ölüm Orucundadır, bedenlerini faşizmin saldırılarına siper etmişlerdir, şehit
düşerler, bunların kılı kıpırdamaz. Hatta nereden çıktı bu Ölüm Orucu havasındadırlar. Yayın organlarında bile
doğru dürüst yer vermezler.
Mesela, polisin saldın ihtimalini ortadan kaldırmak, onlara "hoş" görünmek, kızdırmamak için olabildiğince
yumuşak davranırlar. Polise çiçek atmalar, zilli, çıngıraklı, aynalı, taraklı
hatta bayanların soyunduğu gösteriler
boşuna ortaya çıkmıyor.
- Aslında meselenin özünü şöyle ko
yabiliriz. Faşizme karşı mücadele dev
rimciler için faşizmi yıkma mücadelesi
dir. Devrimci mücadele her türlü örgütlenmesiyle, mücadele yöntemleriyle,
propagandasıyla burada anlamını bu
lur. Yasalcılar ise faşizme karşı doğru
dan mücadele yürütemezler. Çünkü
baştan kendilerini faşizmin yasalarıyla
sınırlamışlardır. İcazeti kabul edip yasalcılığa hapsoldun mu artık faşizme
karşı devrimci yöntemlerle iktidar mü
cadelesi vermek imkansız hale gelir. Bu
durumda yapılabilecek tek şey ekono
mik, demokratik haklar için mücadele
dir, parlamentarizmdir. Ancak refor-
mizm orada da varlık gösteremez. Çünkü ülkemiz koşullarında ekonomik-demokratik temelde mücadeleyi örgütlemek, önderlik edebilmek de ısrarlı, radikal bir mücadele hattını sürekli kılmaktan geçer. Buysa yasal sınırlan aşabilmek ve bu alandaki mücadeleyi politik iktidar mücadelesiyle birleştirebilmekle mümkündür. Yasalcılarınsa böyle bir şansı yoktur. Geriye kala kala soyut, kuru propaganda ve burjuva yöntemlerle ayakta kalma, varlığını sürdürme mücadelesi kalır.
Her gün ülkenin bir yerinde birşeyler olur, işçiler işten atılır, memurlar
sürgün edilir, hak gaspları, iş cinayetleri yaşanır, zam üstüne zam gelir, işsizlik, sefalet kol gezer... peki bu yasalcılar
ne yapar? Fiili anlamda, eylem örgütleme, kitleleri örgütleme, harekete geçirme, mücadeleye önderlik etme anlamında birşey yapamazlar.
Yaptıkları becerebilirlerse senede
birkaç mitingdir. Arasıra afişleme, bolca basın açıklaması yaparlar. Mitinglerde, kitle gösterilerinde boy göstermeye
çalışırlar. Bir-iki işçi direnişiyle ilişkileri
varsa kendilerini işçi sınıfının öncüsü
ilan ederler. Ha bir de gazeteleri vardır.
Bu onların en temel propaganda ve örgütlenme aracıdır. Onlarda devrim, sosyalizm laflanna rastlarsınız ama bunun
nasıl olacağı hiç anlatılmaz.
- Bunlar neyse de asıl kötü olan devrimcilere, illegaliteye karşı düşmanca
tutum takınmalan, bu noktada halkın
kafasını bulandırmaya çalışmalarıdır.
Propagandalannın en önemli kısmıdır
bu. Bu noktada tam da oligarşinin on-
lardan beklediği rolü üstlenirler. Mesela, illegaliteyi burjuvazinin, Aydınlık'ın
yaptığı gibi "karanlık güçlerin alanı"
gibi göstermeye çalışırlar. Böylece akıllarınca illegalitenin ne kadar kötü olduğunu, kendilerinin yasalcılık yapmakla
ne kadar isabetli davrandıklannı ispat
etmeye çalışırlar. Politika üretemezler,
oligarşiye karşı tavır geliştiremezler,
devrimcileri kendilerine rakip görürler.
İllegal örgütler hakkında karalama, iftara, yalan haber yayarak, şaibe yaratmaya çalışarak onları halkın gözünde küçük düşürüp, yıpratıp böylece kendilerine gelişebilecekleri bir zemin yaratmaya çalışırlar. Devrimci eylemleri,
özellikle de silahlı eylemleri tabii küçümseyerek, alaya alarak böylece ne kadar önemsiz şeyler olduğunu göstermiş
olurlar. Hatırlarsınız geçenlerde
Emek'te vardı, "Duvarı lavlamak" falan
diye yazmıştı. Mesela ÖDP'lilerden
düşmanın katliamlarına karşı tık ses
çıkmazken polisle işbirliği, ajanlık yapanları cezalandıran devrimcilere karşı
ayağa kalkarlar. Niye? Kontrgerillaya tavır almak o kadar kolay değil çünkü.
Onlan kızdırmaya gelmez. Devrimcileri
eleştirmek, karalamak ise daha kolay.
En çok o da beni eleştirir diye düşünüyor.
Düzenle bütünleşme sürdükçe ÖDP,
EMEP, SİP ve diğerlerinde görüldüğü gibi
seçimler, burjuvazinin parlamentosuna
girme çok daha cazip hale gelmeye
başlıyor. Sanki halkın sorunu seçimmiş, seçim olursa sorunları çözülecekmiş gibi yatıp kalkıp seçim hayali kuruyor. Düzene yaranmak için MGK solcu-
OKUMA PARÇASI:
Yasallık Mücadeleye Hizmet Etmelidir
Oligarşi demokrasicilik oyunuyla
demokratik bir görüntü çizmek istediği her dönem, icazetine sığınan ve
çizdiği statükoya boyun eğen "sol"a da
ihtiyaç duymuştur ve bunu da reformizmin etkisine dayanarak gerçekleştirebilmiştir. Demokrasicilik oyunu
için, "Batı" ile ilişkilerin iyiye doğru ve
ileri gittiği ölçüde açıklarını kapatmak
ve fazla falso vermemek için böyle bir
görüntüye duyduğu ihtiyaç, daha da
artmış ve gerekli düzenlemeleri ister
istemez yerine getirmiştir. Oligarşi, bir
parti ne ölçüde sol bir radikal söyleme
sahip olursa olsun, kendi çizdiği sınırlarda siyaset yapmayı kabullenip
yapacağı bütün işleri bu çerçeve içinde gerçekleştiriyorsa ve kendisine bu
konuda güvence verecek tavırlar ortaya koymuşsa, böyle partilere siyaset
sahnesinde rol vermekten ve bu partileri kullanmaktan çekinmemiştir...
...
Altında sağlam, politik ve örgütsel
bir güç bulunmayan, halkın içinde
köklü bağlar kuramamış hiçbir parti
ya da güç; yeni-sömürge ülkelerde
kendisini mevcut statükolar içinde
kalmakla dayatıp, kabul ettiremez.
Böyle bir güçle burjuva seçim platformuna sokulup, oradan devletin sunduğu olanakları kullanarak, parlamentolara girmeyi zorlamak ve bu
işi, sistem sınırlarına bağlı olmayı herşeyin yerine koyarak yapmaya çalışmak, burjuvazinin oluşturmaya çalış-
tığı demokrasi vitrininin mankeni olmaktan başka bir sonuç getirmez...
Sistemin kendisine çizdiği sınırları
benimsemiş hiçbir parti, adı ve söylemi ne olursa olsun, gerçek anlamda
hiçbir zaman işçi ve emekçilerin çıkarlarının savunucusu ve sesi olamaz. Bu
noktada her zaman karıştırılan, yasallık ve yasalcılıkla yasal çalışma arasındaki ilişki olmuştur. Yasal-demokratik
çalışma faşizm koşullarında da devrimcilerin "temel çalışma biçimi"nin
yaşaması için vazgeçilmez soluk
borularıdır. Demokratik koşulların
darlığı ya da genişliği, sadece bu çalışmanın biçim ve yöntemlerini, araçlarını değiştirir. Ancak bu çalışmadan
yararlanmayı hiçbir zaman ortadan
kaldırmaz. Yasal-demokratik çalışmayı, temel çalışma biçimine tabi
kılamayan ve bu çalışmayla bütünlüğünü korumayan hiçbir anlayış,
yeni-sömürge ülkelerde, halkın taleplerinin savunucusu olarak ayakta
kalamaz. Sadece mevcut toplumsal
statükoda kalıp, icazeti baştan kabullenmek ve mücadeleyi burjuvazinin
istediği sınırlarda tutmak, mücadeleyi
onun kuralları içerisinde vermektir.
Böyle bir anlayış, kendisine can veren
sınırlar ortadan kalktıkça, soluk alıp
vereceği ortamı da bulamaz. Bu
durum bizim gibi ülkelerde sık
yaşanıyor.
Sorun yasal çalışma diyerek bur-
luğuna soyunup, burjuvazinin kulvarında siyaset yapmaya, kendine yer açmaya çalışıyor. Diğerlerinin de ondan
pek farkı yok. Arasıra bir basın açıklaması yapmasalar varlıkları yoklukları
belli olmayacak. EMEP Metin Göktepe'nin davasıyla ilgili duruşmaları gösteriye çevirerek işi idare etmeye çalışıyor. Elbette onu da yapmalılar ama
onun dışında varlar mı, yoklar mı belli
değil.
- Daha önce çok merak ederdim.
Hapishanelerde binlerce devrimci,
yurtsever var, bu yasalcı reformist parti
lerden de hiç kimse var mı acaba diye?
Ben hiç hatırlamıyorum bir SİP'li, ÖDP
veya EMEP'linin tutuklandığını, hüküm
giydiğini. Eğer varsa da numuneliktir
herhalde. Bu sizce garip bir durum de
ğil mi? Ülkede faşizm var. Hapishane
lerde 10 bini aşan siyasi tutsak var. Ama
kendine "devrimci", "komünist" diyen
bu partilerden içerde numunelik bile
olsa tutsak olup olmadığı şüpheli. Dün
yada, faşizmle, diktatörlükle yönetilen
hiçbir ülkede hiçbir ilerici, devrimci,
komünist parti bunu başaramamıştır
herhalde.
- Bunda şaşılacak ne var Serpil? Oli
garşi kendisini rahatsız etmeyeni neden
tutsak etsin, katletsin, kaybetsin ki? Ül
kede bir demokrasicilik oyunu oynanı
yor, onlar da bu oyunun kurallarına gö
re oynuyorlar. Reformist de olsa, yasalcı
da olsa kimsenin tutsak olmasını iste
meyiz ama bu durum bile aslında onla
rın düzen içilikte ne kadar uç bir nokta
ya savrulduklarını göstermesi açısın
dan çarpıcı bir örnek.*
juvazinin sınırları içerisinde hareket
eder hale gelmemek ve bu çalışmayı
herşeyin yerine geçirmemektir.
Burada önemli olan temel ve tali
mücadele biçimleri arasındaki ilişkinin nasıl biçimlenmesi gerektiğidir.
Mücadelenin değişik bir biçimi
olarak seçimlere katılmak ve hatta
gerektiği şekilde, güç konulabildiği
yerde, burjuva parlamentolanna girmek ve bu işi bir parti oluşturarak yapmak da, devrimciler için ilkesel olarak
reddedilmez bir gerçekliktir. Sorun,
her zaman olduğu gibi, bunun yerinin
ve zamanının belirlenmesidir. Emekçilerin mücadele tarihinde bunun
sayısız başarılı örneklerine tanık olunmuştur. Bolşevikler de Bulgar sosyalistleri de bunun başarılı örneklerini
ortaya koyarken, kitleler içinde kök
salmış, mücadeleyi her koşulda sürdürebilecek örgütlülüklere sahiptiler.
Onları seçimlerden burjuva parlamentolarına taşıyan, bu güçleriydi.
Burada sorun; bu koşullar yakalandığında en gerici parlamentoları bile,
mücadeleye hizmet edecek şekilde
kullanabilmektir.
Yasallık, yasal-demokratik çalışma,
yasal parti ve seçimlere katılma bu
zeminde ele alındığında bugün için
bir anlam ifade ediyor. Böyle yapılmadığı noktada oligarşinin kitleleri
avutmak için kullandığı bir figüran olmaktan öteye gidilemez. TV ekranlarından en radikal çıkışları yapanlar,
sonuçta ne denirse densin, burjuvazi
için böyle bir sonuca varmada kullanılıyor.
(Mücadele Seçme Yazılar, S. 258)
O bir Efe'ydi. Resmi belgelerde adı
"Şaki", "Eşkiya" diye geçti hep.
Resmi belgeler böyle dese de Anadolu
halkının direniş tarihinin bir parçası oldu
Çakırcalı. Halk bir derdi olduğunda onun
kapısını çaldı. Adaleti ondan istedi. Türküler yaktı ona. Onun önderliğinde bir
halk hareketi, halk ayaklanması olmadı.
Onun da böyle bir düşüncesi, hedefi olmamıştı zaten. Ama O Osmanlı'nın zulmüne karşı halkın öfkesinin öncüsü Ve
temsilcisidir yine de.
Çakırcalı'yı böyle bir yazıda tüm yönleriyle anlatmak mümkün değil tabii ki. O
yüzden burada Çakırcalı'nın dağlardaki
tarihinden daha çok birşeyi ortaya koymaya çalışacağız. "Çakırcalı nasıl Çakırcalı oldu?"
Bu sorunun cevabında Anadolu halklarının değerleri vardır. İsyanı, adalet isteği, zulme öfkesi vardır. Anadolu halkı
boşuna desteklememiş, boşuna yüceltmemiştir Çakırcalı'yı. Şu söz gerçekten
çok yerindedir: "Halk gerçekten kahramanlarını seçer; elbette bir tavuk hırsızı,
hiçbir zaman Köroğlu ya da bir Çakırcalı
gibi kahraman ilan edilmemiştir." (*)
Çakırcalı, Ege dağlarındaki usta, yaman bir gerilladır da. Dolayısıyla 'Çakırcalı nasıl Çakırcalı oldu?" sorusunun cevabında gerillanın dağlarla ve halkla nasıl
bütünleştiğinin, bütünleşeceğinin de cevabı vardır.
Çakırcalı 1900'lerin başında Ege'de
dağlara çıkmış bir eşkiyadır. Onu dağa çıkaran iki neden vardır: öç almak ve namusunu temizlemek. Çakırcalı'nın alınacak öcü vardı; Babası Ahmet Efe, Aydın
Valisi tarafından hileyle öldürülmüştü.
Öldürenlerden biri Boşnak Hasan Çavuş'tur... Çakırcalı namusuna yapılan ağır
hakareti temizleyecekti; Hasan Çavuş,
Çakırcalı'nın babasının intikamını alacağından korktuğu için Çakırcalı'yı da hapse atmak için tertipler kurmaya çalışmış,
bunun için Çakırcalı'nın köyüne gelmiş,
Çakırcalı'yı bulamayınca da ailesine olmadık hakaret ve eziyetlerde bulunmuştu...
Adalet, kadıda değil, dağlardaydı. Çakırcalı da adalet için, namus için ver elini
dağlar der. Dağlara çıkar ve on küsur yıl,
kök söktürür Osmanlı'ya. Dağların ele
geçmez efesi olur. Savaşçı olur, örgütçü
olur. Halkın sevgilisi olur.
Çakırcalı'yı Çakırcalı yapan şeylerden biri, zulmedene, sömürene vurmasıdır. Halk, zulmeden ağayı, tefeciyi devlete
değil, Çakırcalı'ya şikayet eder. Çakırcalı
hak yerini bulmalı der. Asar, keser,
soyar. "Tarlalarını alır, fukaraya dağıtır.
Paralarını alır, kızlara çeyizlik, hastalara
ilaç yapar." Yoksulu,
güçsüzü gözetir.
"Çete bu arada
Ödemiş Aydın civarındaki
dağ
köylerini dolaşıp
fakir
insanlara
yardım ediyor, evlenemeyen
genç
kızlara
çeyizlik,
erkeklere başlık ve
düğün parası vererek,
mültezim,
ağa soygunundan
bıkmış, devletin
eziyetinden, zulmünden
yılmış
insanları
kendi
saflarına çekmeye
çalışıyordu. Bütün
Ege bölgesi Efe'yi konuşuyordu. Son
yıllarda onun kadar yardım sever bir Efe
çıkmamıştı." (**)
Hemen herkes duymuştur, Avrupa'nın bir Robin Hud'u vardır. Hakkında pek
çok kitap yazılmış, filmler çevrilmiştir. Bizim Efe'lerin, "eşkiya"ların, hemen hepsi
bir Robin Hud'tur oysa. Ama ne yazık ki,
bizim okullarımızda, zenginden alıp yoksula dağıtan "Robin Hud" öğretilirken
Çakıcı da Bozdağan'a yaslanır Yağmur
yağar silahları ıslanır Bir gün olur deli
gönlüm uslanır Çıkarırsam bıçağımı
uçururum kafanı
Haksızlığı hazmetmez Çakıcı'nın kursağı
Şimdi kana boyanır çakının bıçağı Yol
verin bana boranlı dağlar Boynu bükülmüş
bir güzel ağlar
Çakırcalı öğretilmez. Ya da en fazla "devlete karşı çıkan bir asi" olarak öğretilir.
Halk Efe'siyle hırsızını, soyguncusunu
ayırmıştır hep. Mesela Ege'de salt kişisel
çıkarları için soygun yapan, vuran kıranlara efe, hatta eşkiya bile demez; onların
adı "çalıkakıcı"dır. Efe adalet için, namus
için dağa çıkmıştır. Çıkarken meselesi kişiseldir. Ama ondan sonra halkın hakkı
için, halkın adalet isteği için dağda kalmaya devam eder. Çünkü dağda barınmak için buna zorunludur. Çünkü dağ,
ancak halkın sevgisini kazananı kucaklar.
Çakırcalı bu sevgiyi kazanır.
Takip-i Eşkiya Kumandanı Ali Paşa'nın 1910 yılının sonunda Servet-i Fünun
dergisiyle yaptığı röportajda söyledikleri
bunu yeterince açık ortaya koyar: "Çakırcalı çetesini mevcut önlemlerle ortadan
kaldırmak yeterli değildir. Bunun başlıca
nedenleri: Çakırcalı 14 senedir bu vilayette bulunuyor. Her yeri bellemiş, tanımış,
köylülerin hepsiyle dost olmuştur. Ve Çakırcalı çetesindeki adamların hepsi köylülerden kız alarak yakınlık kurmuşlardır. Ayrıca Çakırcalı ilginç bir politika izleyerek köylülerin herbirine birçok iyilikler yapmış, paralar vermiş, sanki köylülük
aleminde bir 'sosyalizm' tesis etmiş, etrafına sevgiden oluşmuş kuvvetli bir ağ kurmuştur."
Onu dağlarda yıllarca koruyan işte bu
ağdır. Çakırcalı'yı Çakırcalı yapan, onu
yıllarca dağlarda savaşmasına rağmen
yenilmez kılan yanlarından bir diğeri, kızanlarına bağlılığıdır. Onları korumasıdır.
"Kızan"lan yani çetesinin üyeleri için
her türlü riski göze alır. "Çakırcalı'nın
ününü iyice artıran, halkın korku ve sevgisini kazanmasına, takip müfrezelerinin
ise psikolojik yönden çöküşüne neden olacak" olaylardan biri kendisine bağlı bir
grubun jandarma tarafından bir damda
kuşatılması üzerine hiç tereddüt etmeden iki müfrezenin hemen tamamını öldürerek Kızanlarını kurtarmasıdır.
Keza değişik zamanlarda, yerlerde öldürülen Kızanlarının intikamını almayı,
onları öldürenleri cezalandırmayı da Çakırcalı hep bir onur meselesi olarak görmüştür.
Kızanlarım da, yataklarını da korur.
Onlara zarar gelmemesi için bir örgüt önderi tavrı takınır. Yataklarını örgütler, kademelendirir. Çünkü dağa ilk çıktığında,
hep en sadık yatağı olacak olan bir Türkmen ağasından bu dersi almıştır. Şöyle
denmiştir ona en güvenilir yörük obasında:
"Eşkiya demek yatak demektir. Yatağını belli eden eşkiya yaşamaz. Bura senin baş yatağın. Bir daha buraya ayak
basmayacaksın... Baban öldü gitti, onun
dostu kim, yatağı kim, kimse bilmedi.
Esas yataklarını kimse, Allahtan başka
kimse bilmeyecek. O kadar çok yatağın
olacak ki, ikinci, üçüncü, dördüncü derece yatağın, esas yatağın kim, herkes,
hükümet, birbirine karıştıracak. Bu oba
senin. Başın sıkışınca sana ulaşır. Yüreğine şüphe düşmesin..."
Bu öğüdü hep tutar Çakırcalı. Çakırcalı'nın nerede olduğunu devlet genellikle
bilmezdi. Ayrıca, takipçilere şaşırtmaca
vermek üzere kurduğu taslak çeteleri
vardı. Bunlar çeşitli bölgelerde Çakırcalı
adına -tabii Çakırcalı'ya yaraşır- eylemler
yaparlardı. Bunun ötesinde ise devlet
halktan Çakırcalı'ya ilişkin istihbarat alamazdı. Ege'deki duruma ilişkin hemen
tüm resmi raporlarda "yöreden muhbir
ve klavuz temin edilemediğinin" belirtilmesi bunun somut bir ifadesidir.
İsmine asla gölge düşürmez Çakırcalı.
Çakırcalı'nın ününün artması üzerine
onun adını kullananlar da çıkmaya başlamıştı. Çaklrcalı'nın en duyarlı olduğu konulardan biri buydu. Çakırcalı, daha dağlara çıkışının ilk yıllarında adını kullana-
rak Yörük obalarım basan, hayvan ve para çalan ve kadınlara, kızlara sarkıntılık
eden dokuz kişilik bir Arnavut çetesinin
tümünü yakarak aynı şeyi deneyeceklere
de baştan etkili bir gözdağı vermişti.
O halka asla saldırmaz, halkı soymazdı. Onun adına böyle yapanlara işte
bu nedenle alabildiğine acımasızdı.
Cesurdu. Cüret olmaksızın efe olunabilir miydi zaten?
Çakırcalı'nın kısa zamanda halkın
desteğini ve sempatisini sağlaması karşısında, Osmanlı bu çeteyi bir an önce yoketmek için jandarmaya ek olarak Arnavutlardan bir de gönüllü bir birlik oluşturmuştu.
İkiyüz kişilik bu gönüllü birlik, büyük
bir ihtişamla Ödemiş'e gelir. Arnavut gönüllüler, silahlarla donanmış, sırmalı giysileriyle ortada dolaşıp çeteyi nasıl yokedeceklerini anlatır dururlar. Aynı günlerde, gönüllü takipçiler henüz araziye çıkmadan, Çakırcalı Ödemiş'e inip, onları
oturdukları kahvede bastı ve ceza olsun
diye de feslerinin püsküllerini keserek ilk
posta ile Vali Paşaya yolladı. Arnavut takipçiler, İzmir'e püskülsüz feslerle dönmek zorunda kalsınlar diye de bölgedeki
püskülleri toplattı.
Çakırcalı'ya ilişkin kitaplarda halkın
Çakırcalı'dan hem korktuğu, hem desteklediği yazılır. Örneğin Yaşar Kemal de İnce Memed romanında "eşkiyayı korku ve
sevgi psikolojisi yaşatır" der. Esasında
bunlar birbirleriyle çok da çelişen yanlar
değildir. Çünkü kitapların korku dedikleri
şey genellikle Çakırcalı'nın muhbirlere,
işbirlikçilere karşı aldığı tavrın yarattığı
bir sonuçtur. "Yalnız sevgi tek basına zayıftır. Yalnız korkuysa kindir. Başarılı ve
uzun sürü yaşayan çete, halkın sevgisini
kazandığı kadar, korku salmasını da bilendir."
Çakırcalı çetesinin dayanamadığı birşey vardı: ihbar edilmek. Çetelere göre,
muhbirler mutlaka cezalandırılmalıydı
Çakırcalı'mn önemli Kızanlarından Çoban Mehmet, ihbar sonucunda öldürülmüştü. Çakırcalı hemen araştırmasını
yaptırıp muhbiri tespit ettirir. Muhbir
Ödemiş'in Kireli köyü muhtarı İbrahim
Çavuş'tur. Çakırcalı çetesi köyü basarak
muhtarın evini ateşe verir. Yanmamak
için dışarı çıkan muhtar, karısı ve oğlu
açılan ateşle öldürülür. Çakırcalı'nın intikam için izlediği yöntem Kızan'ının öldürüldüğü biçimin aynısıdır.
İşte Çakırcalı bunlarla Çakrrcah'ydı.
Halkın acısına merhem, ağaya, tefeciye,
muhbire korkuydu. Acımasızdı. Ama
hakkaniyetliydi de. Dağlarla ve halkıyla
dost olduğu için yıllarca küçük birliğiyle
kafa tuttu Osmanlı'ya. Defalarca üzerine
kuvvet gönderildi, onun için yasalar çıkarıldı, ama dağlar ve halk ele vermedi onu,
korudu, kolladı. Bir kızanının kaza kurşunuyla vuruluncaya kadar, dağlarda adalet, zulme isyan onun adıyla özdeşleşti.
(*) Pertev Naili Boratav
(**) Yazıda ağırlıklı olarak Sabri
Yetkin'in "Ege'de Eşkiyalar" adlı kitabından
yararlanılmıştır.
KÖYDEN
KÖYLÜDEN
KÖYLÜ HAREKETİ Mİ,
ÇEVRECİ HAREKET Mi?
Bergama'da, Mersin Büyükeceli'de
gelişen halk hareketi uzun süredir gündemde. Burjuva basın "çevre konusunda
en duyarlı köylüler çıktı" diye yazıyor bazen. Köylülerin mücadelesini bir "çevre
mücadelesi" olarak adlandırıyor. Solda
da benzer yaklaşımlar duyuluyor. Hatta
kimileri yan şaka, yan ciddi "köylüler
hiçbir konuda göstermedikleri militanlığı
çevre konusunda gösteriyorlar" diyor.
Kent kafasıyla yapılan değerlendirme ve tanımlar bunlar. Burjuva basın, elbette mücadelenin asıl yanını, sınıfsal
niteliğini gözlerden ırak tutmak için
böyle yapıyor. Ama kimileri de köyden,
köylüden bihaber olduğu için bunu böyle
kabul ediyor.
Bergama'daki sorun bir "çevre sorunu" mu? Köylüler açısından bu sorunun,
dolayısıyla mücadelelerinin anlamı ne?
Evet, görünürde bir çevre sorunu
olarak ortaya çıkıyor sorun. Ama sorunun esası, köylüler açısından toprak ve
üretim sorunudur.
Mücadele etmediğinde köylü toprağından olacaktır. Toprağı elinde kalsa,
birşey üretemez hale gelecektir. Bu ise
köylü için ölüm demektir. Yıkım demektir. Gerek Bergama'da, gerekse de diğer
yerlerde nükleer santrallar nedeniyle
gündeme gelen "tehdit" denilebilir ki,
süreç açısından köylülüğün toprağına,
üretimine en doğrudan yapılan saldırılar
niteliğindedir. Dolayısıyla köylülüğün
tavrı da buna paralel bir militanlık içindedir.
Gelişen eylemlerde '80'den bu yana
oligarşinin, başta topraksız yoksul köylülük ve küçük üreticiler olmak üzere,
köylülüğü yok sayan politika ve kararlarının, son 27 yıllık yoksullaşmanın, kırda
yaşamın giderek zorlaşmasının yarattığı
birikimin de önemli bir payı vardır. Esasında '80'li yılların sonunda Akhisar eylemleriyle köylüler bu tepkiyi ortaya
koymuş, ancak örgütsüzlük nedeniyle
bu tepki süreklileşememiştir. Geçen yıl,
yeniden bir köylü eylemi açığa çıkmış,
bir süreklilik kazanamasa da daha yaygın olmuştur. .
Süreç daha pek çok açılardan değerlendirilebilir. Örneğin eylemin anti-emperyalist boyutu da oldukça önemlidir.
Ancak devrimciler açısından özellikle
Bergama'da gelişen köylü hareketi güncel olarak üzerinde durmanın ötesinde,
köylülüğün örgütlenmesi ve mücadelesi
açısından sonuçlar çıkarılması gereken
bir gelişmedir. Bu noktada çıkarılacak
sonuçlar, devrimcilerin köye, köylülüğe
ilişkin "yabancılığını" aşmasında, devrimci, demokratik bir köylü hareketinin
dinamiklerini daha somut olarak görmesinde önemli olacaktır.
Örneğin Bergama'da 17 köy biraraya
gelip örgütlenebiliyor, ortak bir karar
mekanizması oluşturabiliyor. Bunu
mümkün kılan elbette köyün geleneksel
yapısıdır. Bu geleneksel yapıda, örneğin
Meclis türü örgütlenmeler açısından da
köy, kırsal alan önemli olanaklar ve dinamikler taşır. Herhangi bir alanda meclis
örgütlenmelerini gündeme getirdiğimizde, en azından bir bölümü itibarıyla
"birbirine yabancı" insanları biraraya
getireceğiz demektir. Ama köyde böyle
değildir, yedisinden 70'ine herkesin birbirini tanıdığı, siyasi görüşüyle, yaşamıyla, ahlakı, namusuyla herkesin birbirini asgari anlamda bildiği bir ortamda
ortak kurumlar oluşturmak, karar mekanizmaları yaratmak elbette ki daha
mümkündür. Kırsal alanın bu yapısı, bu
dinamiği, mutlaka değerlendirilmesi gereken bir özelliktir.
Yine Bergama eyleminde herkesin
dikkatini çeken, kimilerini de şaşırtan
bir yan, kadınların bu mücadeledeki aktif
ve önder rolleridir. Oysa kırsal alanın
yapısı açısından düşünüldüğünde buna
da çok şaşmamak gerek. Kadının ve erkeğin toplum içindeki yerine ilişkin feodal bir gelenek vardır; ancak, mücadele
içindeki yerlerini belirleyen bundan daha çok kadının üretim içindeki yeridir.
Kırsal alanda kadın üretimin daha çok
içindedir. Kentte, çalışan kadın, aynı zamanda mücadele edebilen, örgütlenebilen kadındır doğal olarak. Ancak kentte
çalışan kadının oranı oldukça düşüktür.
Büyük bir oran üretimden kopuk "ev kadını"dır. İşte kent ve kırın farklılığı da
buradan çıkar. Kırdaki ev kadını üretimin bir parçasıdır yine de. Kentteki ev
kadını yemek/bulaşıktan başka iş yapmazken, kırdaki "ev kadını" hayvanların
sağılmasından tezeğinin yapılmasına,
yağından peynirin yapılmasına kadar
evini bu işlerine de bakar. Tarlaya, bahçeye gitmesi de cabasıdır. Geçtiğimiz
hafta yayınlanan bir anket, kırsal alanda
kadınların işgücüne katılımının yüzde
50 civarında olmasına karşın, bu oranın
kentte yüzde 16'ya kadar düştüğünü belirtiyordu. Üretimin, toprağın böylesine
bir parçası olan kadın, elbette üretime,
toprağa yönelik bir saldırının karşısına
da aynı oranda dikilecektir.
Elbette tüm bunların nedenleri açısından daha farklı noktalar da vurgulanabilir. Ancak yakalanması gereken dinamikler açısından bunlar önemlidir.
Yoksul, emekçi köylülüğün dinamiklerini
devrim mücadelesine kazandırmakta
kaybedilen zaman, doğal ki devrimin hız
kaybıdır. Örneğin Mesut Yılmaz hükümetinin açıkladığı programın da belki de
en az tartışılan bölümü kırsal alana, köylülüğe ilişkin maddeleridir. Oysa bu
programda kırsal alana yönelik üretim
ya da hizmet veren KiT'lerin özelleştirilmesine devam edileceğini yazıyor. Bu
programda hayvancılığı desteklemek
için 200 trilyon ayrılacağı belirtiliyor,
ama 200 trilyonluk bu para, kredi olarak
kimlere, nasıl gidecek belli değildir.
Gerçekte oligarşinin her hükümeti,
yoksul, emekçi köylülük için bir Eurogold'dan daha az tehlikeli değildir.
Her-biri en az onun kadar büyük zararlar
vererek gidiyor. Ve Eurogold'lan
ülkemizin, köylülüğün başına bela
edenler de bu hükümetlerden başkası
değil. Yoksul köylülüğün öfkesini,
tepkisini
oligarşinin
iktidarına
yönlendirebilmek,
tepkisini
süreklileştirebilmek ise örgütlü olmaktan geçiyor. İşte son eylemler, bu örgütlenmenin dinamiklerini devrimcilere
daha somut göstermesi açısından çok
daha özel bir önem taşımaktadır. *
BERGAMA KÖYLÜLERİ
DİRENİŞLERİNE DEVAM
EDİYOR
B
ergama
köylüleri, bir
taraftan devletin
oyalamalarıyla
karşı karşıya kalırken
bir taraftan da
seslerini çeşitli
eylemlerle
sürdürüyor. Büyük
küçük birçok eylem
yapan köylüler
mahkeme salonlarını
da eylem alanına
çeviriyor.
9 Ağustos
Cumartesi günü
Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın ile İzmir Gazeteciler Cemiyeti Basın
lokalinde basın açıklaması yapan 17 köyün muhtarı "rica etmiyoruz, maden hemen
şimdi kapanmalıdır" dediler. Ancak CHP'li başkan köylülerin bazı sorularını
cevaplamaktan
kaçtı. Özellikle
köylerdeki asker ve
jandarma
baskısından
bahseden, köylüleri
oyalayarak konuyu
değiştirmesi dikkat
çeken Sefa Taşkın
hükümetin olumlu
yanlarını
vurgulamakta ve
köylülerin değil
hükümetin
sözcülüğünü
yapmakta.
11 Ağustos
pazartesi günü de Bergama Hapishanesi'nde eylemlere katıldıkları
gerekçesiyle tutuklu bulunan dört köylü ve tutuksuz yargılanan köylüler Bergama
Adliyesi'ndeydi. Mahkeme tahliye edilen köylüleri almak için adliye binasından
Bergama hapishanesine yürüyüşe geçen 300 köylü hapisten çıkan köylülerle
sloganlar atarak ilçeye geri döndüler. "Eurogold Bergama'yı Terket", "Siyanürlü
Toprak Vatan Değildir" sloganlarıyla yürüyen köylüler, köylerine dönerek akşam
Hacı Bektaş şenliklerine gitme hazırlıkları yaptılar.
:
Nevşehir'de her sene düzenlenen Hacı Bektaş Şenlikleri'ne katılacak olan
Bergamalı köylüler Pazartesi akşamı Nevşehir'e yola çıktılar. Bir hafta şenliklere
katılacak olan köylüler şenliğe katılacaklardan destek isteyecek ve mücadelelerini
anlatacak. *
ANASOL/ D Hükümeti ve CHP
Bergama Direnişini Oyalama
Çabasında
İktidara gelmeden önce insan
yaşamından bahseden ancak Bakan
olduktan sonra siyanür mücadelesine
"kabak tadı verdi", "yetkim yok"
diyerek köylüleri oyalayıp, madenin
çalışmasına gözyuman İmren Aykut
siyanürlü şirketle işbirliğini devam
ettiriyor.
Mahkeme kararlarına rağmen,
tüm haksızlığa rağmen çalışmalarını
sürdüren Eurogold, kendisine hem
siyasi destek, hem de askeri destek
sunan hükümete güvenmekte.
Hukuku çiğneyerek, kapatma emrini
vermemekte ısrarlı olan yetkililer,
madene sanki kapatılmasa da
olurmuş gibi 'rica'larda bulunuyor.
Bu arada CHP'li Belediye Başkam Sefa
Taşkın Bergamalıları destekler gibi
görünse de kendi çıkarları doğrultusunda
yönlendiriyor.
Gelen her kapatma haberinde
köylüleri boş yere umutlandıran CHP ve
hükümetlerin yalanlan Eurogold'un
çalışmalarını sürdürmesi ile ortaya
çıkıyor.
Bergamalı köylüler, sürekli çağırdıklan
yetkililerin pek çok kez ayağına kadar
gitti. Sadece seçim öncesi gelen, çıkarları
için hareket eden partilerin oyalama ve
planlarını boşa çıkaracaklar. *
"Köylü milletin efendisi" diye
buyurıılmuş bir zaman; sonra bu
"efendi" üvey evlat muamelesi gören bir kesim olmuş... Bir zamanlar "Avrupa'nın tahıl ambarı" denilen bir ülke; ekmeklik buğdayını
ithal eder hale gelmiş... Bu ülkede
gariptir ki, "reform" yapılıp
toprak dağıtıldıkça, topraksız
köylü sayısı artmış...
İlk iki bölümde cumhuriyetin
kuruluşundan '80'li yıllara uzanan
süreçteki bu dönüşümü ortaya
koymaya çalıştık. Peki hep sömürülen, hep zulmedilen, hayatına ağanın, tefecinin ve "cendermenin" hükmettiği bu milyonlar,
bu yıllar boyunca hiç mi 'yeter
be!' dememişler, hiç mi kendi hakları, hukukları için ayağa kalkmamışlar?.. Elbette tarih yalnız
Osmanlı sultanlarının, Kemalist
iktidarın, Mendereslerin, cuntaların politikalarıyla yazılmadı, yoksul köylülük de kendi cephesinden yazmaya çalıştı bu tarihi.
T
arihsel süreç gösteriyor ki,
köylü, hayatı boyunca ya
padişah için, ya ağa için, ya
tefeci için, ya tekelci burjuvazi için
üretim yapmak zorunda bırakılmış.
Köylülüğün kaderci felsefesi içinde bu
hayat ona "alın yazısı" diye kabul ettirilmeye çalışılmış. Gün gelmiş köyün
bütün eli silah tutanları askere alınmış,
gün gelmiş elinde avucunda ne varsa
kah "padişah efendileri" için, kah vatan için toplanmış, gün gelmiş jandarma dipçiği altında inim inim inletilmiş, gün gelmiş evinden, barkından
göç ettirilmiş, gün gelmiş binlercesi
katledilmiş... Yoksul köylünün tarihinin onur sayfalarını oluşturan direnişleride işte bu tablo içinde yaşandı.
Bedreddinler olup ayaklandılar... Emperyalizme karşı kurtuluş savaşının askeri olup emperyalizme karşı savaştılar... Zilan oldular, Dersim oldular.
Toprak işgalleriyle ey ahali biz de yaşıyoruz bu ülkede dediler... 15. yüzyıldan
20. yüzyıla uzanan, yüzyıllara yayılan
bir tarihtir bu.
Ayaklanmalar, savaşlar, toprak işgalleri, her biri başlı başına bir tarihi
dönemdir, başlı başına araştırmaların,
kitapların konusudur; ama biz bu dizi
kapsamında, kısaca da olsa şöyle bir
uzanalım bu yüzyıllara.
Şalvarı Şaltak Osmanlı Eğeri
Kaltak Osmanlı Alanda Var,
Yiyende Var Verende Yok
Osmanlı Anadolu köylüsü Osmanlı
sisteminin en alt tabakasıdır. Onun
toplumdaki
yeri
tanrının
yeryüzündeki elçisi olan Padişaha
"kul" olmaktır. Padişah, saray çevresi,
padişahın temsilcisi olan beyler,
sipahiler, paşalar onun efendileridir.
Osmanlı'da onun adı reaya'dır.
Padişahın sisteminde reayanın iki temel yükümlülüğü vardır; birincisi toprak kirasıdır, ikincisi ise toprağından
elde ettiği ürünün vergisidir, ki buna
da öşür denmiştir Osmanlı'da. Öşür
vergisinde ürünün sekizde biri alınırdı,
tabii sarayın ihtiyaçlarına göre bu oran
beşte bire, dörtte bire kadar da çıkarılmıştır. Köylü ürün olarak verdiği vergiyi/sipahinin, beyin ambarına kadar taşımak zorundadır. Ayrıca her yılın belli
bir süresinde beyin, sipahinin özel çiftliğinde de çalışmak zorundadır. Bölgeden bölgeye değişen ve onun yerine
getirmek zorunda olduğu angaryalar
da vardır. Özcesi reayanın sahibi devlettir ve hayatı zorunluluklarla doludur.
Bunca sömürü, bunca angarya elbette zaman zaman canına tak demiştir köylünün; canına tak deyince de padişahtır, tanrının elçisidir, devlet babadır demeden tümüne isyan etmiştir.
Ülkemizdeki küçük-burjuva aydınları
işin bu yanını çokça tartışmış ve sonuçta da bizde "batıdakine benzer
köylü ayaklanmaları olmadığına" karar vermişlerdir. Oysa halkımızın yüzyıllara uzanan bu ayaklanmalarının
batıdakilerle aynı olması ne gereklidir,
ne mümkündür, böyle bir ayniyet arama esas olarak küçük-burjuva aydının
halkı, halkın mücadelelerini küçümseme tavrının sonucudur. Osmanlı'da da
kendi koşullan içinde bir köylü hareketi oluşmuş, yoksul köylülük büyük
kahramanlıklar göstererek ayaklanmış,
devletle çatışmış ve bu feodal düzenin
temellerini sarsmıştır.
Osmanlı'da dış talan ve yağmalar
sürdüğü sürece köylü üzerindeki sömürüyü hafifletici, ya da başkaldırıyı
dini-manevi açıdan engelleyici pekçok
faktör vardır. Ancak tüm bu faktörler
sömürü ve baskının, zulmün olduğu
yerde direnişin de olacağı gerçeğini
Osmanlı'da da değiştirmemiştir. Toprak talebiyle, dini ve ulusal taleplerle
sayısız köylü hareketi, sayısız ayaklanma gerçekleşmiştir. Dini yan pekçok
ayaklanmada bir yerde toparlayıcı,
motive edici bir etkendir ve gerisinde
açık sınıfsal talepler vardır.
Şeyh Bedreddin önderliğindeki
ayaklanma Osmanlı'nın yaşadığı ilk
büyük ayaklanmadır. Tarih 1413'tür.
Sonra hiç arkası kesilmez ayaklanmaların. Osmanlı düzeni 1500'lü yıllar boyunca Şah Kulu Ayaklanması, Baba
Zünnun Ayaklanması, Kalender Şah
Ayaklanmalarıyla sarsılır. Halkın zulme
isyanı 1600'lü yıllarda Kalenderoğlu
Mehmet önderliğindeki ayaklanmayla,
Canbuladoğlu Ayaklanmasıyla, Katırcıoğlu Ayaklanmasıyla sürer. Medrese
öğrencileri olan Suhteler ayaklanır,
dağlarda çeteler kurulur. Osmanlı'nın
ordusu oradan oraya sürüklenir durur,
sürekli yıpranır. Ama ayaklanmaların
hep yerel kalması bir yerde Osmanlı'nın bunları bastırmasını da mümkün kılar. Ayaklanmalar 1700'ler,
1800'ler boyunca da Patrona Halil
Ayaklanmasıyla, Atçalı Kel Mehmet
Ayaklanmasıyla uzar gider.
Şeyh Bedreddin Ayaklanması halk
için önerdiği düzenle, taşıdığı ilerici
motiflerle 15. yüzyıldan günümüze ışık
tutan bir başkaldırıdır. Bedreddin önderliğinde ayaklanan halkın Ortaklar'da kurduğu düzen halkımızın en
güzel değerlerini biraraya getiren bir
düzendir. Bedreddin Osmanlı düzeninin kadılarından biridir başta, bir
alimdir, sistemin halfa nasıl ezdiğini,
aşağıladığını kolayca görür. Paraya,
mülke tapılmasına karşı koyan bir din
adamı olmasına rağmen materyalist
sayılabilecek bir düşünürdür. Ama aynı zamanda bir eylem adamıdır. Çünkü bu düzeni değiştirmenin yolunun
Osmanlı'ya karşı ayaklanmaktan geçtiğini cesaretle söyler ve cesaretle bu
ayaklanmayı örgütler. Ayaklanmaya
katılanların büyük çoğunluğu Türk kökenli köylülerdir. Ama Rum ve Yahudi
emekçilerle, farklı kökenlere sahip
Anadolu halfa da ayaklanmaya katılmıştır. Bedreddin özellikle Börklüce
Mustafa ve Torlak Kemal adındaki müritlerinin Anadolu'nun çeşitli yörelerindeki faaliyetleriyle geniş bir kitleyi
etkiler. Ayaklanırlar. Ayaklandıkları her
yerde kendi anlayışlarına uygun bir
düzen örgütlerler hemen... Ayaklanma
Osmanlı'ya yönelmiş büyük bir tehdittir, Osmanlı tüm gücünü seferber ederek ayaklananların üzerine yürür. Anadolu'nun yoksul, ezilmiş, horlanmış
köylüleri sonuna kadar direnir, on binlercesi kırılmasına rağmen teslim olmaz, çatışırlar. Ayaklanma bastırılır,
ayaklanmanın önderleri idam edilir,
ama tohum toprağa öyle bir ekilmiştir
fa, artık Osmanlı, Bedreddinleri topraklarında hiç yok edemeyecek, yukarıda belli başlılarını andığımız gibi,
aralıklarla yeni ayaklanmalarla karşılaşacaktır. Ayaklanmaların hemen hepsi,
(dini, ulusal, toprak isteği, vergilerin
düşürülmesi vb.) talep ve görünümleri
ne olursa olsun sonuçta hep Osmanlı
saltanatını hedefleyecek, Şahkulu
ayaklanmasında olduğu gibi siyasi iktidarı isteyecek, artık Osmanlı, sarayında rahat uyuyamayacaktır.
"Memleketin Sahib-i
Hakikisi Köylüdür"
Der Kurtuluş Savaşının
Önderi... Ama
Memleket Kurtulur,
"Sahibi" Kurtulmaz
Ayaklanan köylü Osmanlı'da, yediden
yetmişe, çocuğundan yaşlısına öylesine
kırılır, öylesine vahşi katliamlara maruz
kalır fa, uzun bir dönem boyunca
ayaklanmak için fiziki bir güç bulamaz
kendinde. Ama yine de teslim olmaz,
adeta Osmanlı'ya küsüp ilişkisini .
içine kapanır. Yaygın kitle hare-
ketleri olmasa da, Efesi, eşkiyasıyla
dağlarda Osmanlı zulmüne direnmeye
devam eder. Kurtuluş savaşına ayaklanmaların mirasıyla ve bu ruh haliyle
gelinir. Kurtuluş savaşı, yüzyıllar boyunca savaşlardan savaşlara koşturulan, kıyımlara ve kıtlıklara maruz bırakılan Anadolu halkının direnme potansiyelini bir kez daha açığa çıkarır.
Osmanlı birinci emperyalist paylaşım savaşının mağlup devletlerinden
biridir. Zaten yıllardır varolan kapitülasyonlar fiziki bir hal almış, emperyalistler bizzat ülkeye yerleşerek sömürülerini arttırmışlardır. Savaşın yükü
yine yoksul Anadolu halkındaydı. Savaş sırasında ve sonrasında vergilerin
ve diğer yükümlülüklerin ağırlığı köylü
kitlelerini nefes alamaz hale getirmişti
ve köylülük, saltanatın baskısı, soygunu karşısında, bu sürede gücünü iyice
artırmış olan mahalli mütegallibeye
daha yakın duruyordu. Kurtuluş savaşına da işte bu yakınlık içinde, Anadolu
eşrafının önderliğinde katılmıştır.
Anadolu eşrafı başlangıçta Kemalistlere uzat durmuş ancak emperyalist
işgalin yayılmasıyla birlikte yerel direniş hareketlerine katılmış ve köylülüğü
de beraberinde sürüklemiştir. Ancak
köylülüğün savaşa katılımı elbette yalnızca Anadolu eşrafının denetim ve
yönlendirmesinde de değildir, tersine,
kurtuluş savaşının Osmanlı saltanatına karşı olan yanı netleştikçe köylülük
yüzyılların öfkesi ve talebiyle kurtuluş
güçlerinin içinde yer almış, savaşın asıl
kitle gücünü oluşturmuştur.
Anadolu kurtuluş savaşı emperyalistleri kovup saltanatı devirerek zafere
ulaştı. Tüm ezilen dünya halklarına
moral ve güç kazandıran bir zaferdi bu.
Ve bu zaferde, Anadolu'nun kurtuluşunda köylüler büyük pay sahibidirler.
Ne var ki kurtuluştan onlara düşen pay
ise bu oranda olmaz.
"Osmanlı'da Oyun Çok" da,
Kemalistlerde Yok mu?
Kurtuluş savaşından sonraki yıllar
Anadolu köylüsü için zor yıllardır. Hem
topraktan kaynaklı sorunları çözülme-
miş, hem de Anadolu halkının çeşitli
kesimleri üzerinde ulusal baskı farklı
biçimlerde sürmektedir. Özellikle Kürt
köylüleri üzerinde bu yöndeki baskılar
yoğundur. Kemalistler bir köylü ulus
olan Kürtlerin varlığını yadsıyarak onları, zorla, baskıyla eritmeye çalışmış
ve katliam politikaları uygulamıştır.
Kurtuluştan önce köylüler memleketin
sahibi ilan edilirken, Kürtler de Anadolu'nun Türklerle eşit hakları olması gereken sahipleri olarak ilan edilmiş,
ama kurtuluşun hemen ertesinde tüm
bunlar unutulmuş, unutturulmaya çalışılmıştır.
Kürt köylüsü çifte sömürü ve baskı
altındadır. Hem toprak ağaları tarafından sömürülmekte, hem de devlet tarafından asimilasyon ve jenoside maruz bırakılmaktadır. Anadolu'nun direnme geleneği, işte bu dönemde Kürt
ayaklanmalarıyla sürer. Kemalist iktidarın zulmüne Kürtler ayaklanarak cevap verirler. 1921'den 38'e kadar yirmiye yakın ayaklanma ve sayısız silahlı
direniş hareketi gelişir. '21'de Koçgiri'yle başlayan ayaklanmalar, 1920'ler
boyunca Şeyh Sait'le, Sason ayaklanmasıyla, Ağrı, Mutki ayaklanmalarıyla
sürer. Bu sürecin bir anlamda son
ayaklanması '37-'38 Dersim isyanı
olur. Ayaklanmalar, aynen Osmanlı geleneğiyle ve Osmanlı yöntemlerine
başvurularak kanla bastırılır. Bu ayaklanmalar, zaman zaman dini motifler
taşısa da, feodal yapının korunması temelinde ortaya çıksa da ulusal muhtevasıyla, Kemalist iktidar karşısında
meşru bir direnme hattıdır. Anadolu
halkının devrimci geleneğinin bir parçasıdır.
Cumhuriyet döneminin sonraki
yıllarında da Anadolu köylüsü üzerindeki baskı ve sömürü devam eder. Önceki bölümde belirtildiği gibi özellikle
2. Dünya Savaşı koşullarında savaş
ekonomisinin uygulandığı yıllarda bu
baskı ve sömürü katmerlesin Çok boyutlu köylü hareketleri, ayaklanmalar
ortaya çıkmasa da "jandarma dipçiği"
köylünün hayatından hiç eksik olmaz.
Savaş ortamında alabildiğine tırmanan militarizm ve şovenizmle birlikte
saldırganlık artar. Ekonomik baskı da
Osmanlı düzeninin angaryalarını aratmayacak ölçüde yoğunlaşır. Köylü kitleleri üzerindeki sömürü öylesine yoğunlaşır ki, hükümet '40'lı yıllarda vergi
alamaz hale gelir.
Egemen sınıfların imdadına savaş
sonrasında bilindiği gibi emperyalizm
yetişir. Artık, Anadolu köylüsünün sırtından kazanılan karlar doğrudan emperyalist tekellere akacaktır.
Anadolu'nun İkinci Kurtuluş
Savaşı Başlıyor... Yoksul
Köylülük Yine Kurtuluşun
Yanında
'50'lerden itibaren emperyalizm ve
oligarşinin kırları büyük oranda Pazar
ilişkilerine dahil etmesiyle kırsal alanda
da sınıfsal farklılaşma ve çelişkiler
derinleşti. Elbette çelişkilerin derinleşmesi yalnız kırsal alanda değildir. Ülkenin her yerinde ve tüm toplumsal
kesimler açısından sözkonusudur bu.
Emperyalizme daha fazla bağımlılıkla
gelişen bu süreç sonuçlarını yaratmakta
da gecikmez. Emperyalizme karşı
bağımsızlık, faşizme karşı demokrasi
mücadelesi yükselmeye başlar. Sömürüye karşı sosyalizm şiarı da kısa sürede bu kavgada duyulur. Türkiye halklarının '60'h yıllardan itibaren gelişen
toplumsal muhalefetinin ve devrimci
mücadelesinin içinde köylülük de derinleşen çelişkileriyle yerini alır.
Toplumsal muhalefetin bir parçası
da artık toprak işgalleridir, üretici mitingleridir, ağalara, jandarmaya karşı
emekçi köylülüğün direnişleridir.
'60'lı yılların ikinci yarısında yoğunlaşan bu mücadelelere önderliğiyle
damgasını vuran bir güç vardır. Bu gücün adı DEV-GENÇ'tir. Dev-Gençlilerin ufku yalnız gençlikle sınırlı değildir.
Coşkuları ve dinamizmleriyle çeşitli
biçimlerde halkın hemen her kesimine
ulaşırlar. Onların muhalif potansiyelini, devrimci potansiyelini açığa çıkarırlar. Ülkemizin kırlarına, köylerine de
ulaşır Dev-Genç rüzgarı. Emekçi köylülerin her eyleminde onlar yalnız rüzgarlarıyla değil, bizzat varlıklarıyla ora-
dadırlar.
Özellikle Karadeniz, Ege, Kürdistan
köylerinde yoğunlaşan bu köylü muhalefeti çok çeşitli talepler ve çok çeşitli eylem biçimleriyle çıkmıştır ortaya.
Toprak talebi vardır bu eylemlerin, ki
çoğu yerde bu talep kendini doğrudan
toprak işgalleriyle ifade etmiştir. Küçük
üreticiler tütünde, çayda, fındıkta "Sömürüye Son!" şiarıyla bu muhalefetin
en etkin parçalarından biri oldular. Yürüdüler, yol kestiler, toprakla birlikte
fabrikalar işgal ettiler. Uzun yıllar süren bir sessizlikten sonra 'biz de varız
bu ülkede' dediler, sahibi oldukları bu
ülkeyi ellerinden alanın kim olduğunu
Dev-Gençlilerin mücadelesi içinde daha net gördüler ve emperyalizme karşı
eylemler gerçekleştirdiler.
Yine bu yıllarda köylülüğün ekonomik mücadelesiyle demokratik mücadelesini birleştiren örgütlenme ve kooperatifçilik deneyleri yaşandı. Alaçam'da kurulan Karadeniz Tütün Üreticileri Sendikası (KATÜS) bu girişimlerden biridir. 1971'de KÖY-KOOP
adıyla kurulan merkezi kooperatif de
bu çalışmaların en kapsamlı örneklerinden biri olur. Üç bine yakın köye
uzanan KÖY-KOOP, üreticiler için sağladığı ekonomik imkanların ötesinde,
emekçi köylülüğe örgütlenme bilincini, örgütlü bir kitlenin başarabilecekle-,
rini göstermesi açısından önemli bir
işlev yüklenmiştir.
1970'li yılların ikinci yarısında da
yoksul emekçi köylü, gelişen devrimci
mücadelenin içindedir. Yoksul köylüler, küçük üreticiler, Karadeniz'den
Kürdistan'a, Ege'den İç Anadolu'ya kadar hemen her yerde hem kendi toprak
talebiyle, ürününün karşılığını alma
talebiyle mücadelenin içindedir, hem
de ülke genelinde halkların hak ve özgürlükler istemlerinin önüne dikilen
faşizme karşı mücadelenin içindedirler. 12 Eylül 1980'e gelindiğinde ise faşist cunta her yere, halkın her kesimine
olduğu gibi kırsal kesime de saldırdı.
12 Eylül'ün ilk uygulamalarından biri
olan silah toplama operasyonlarından
en fazla köylülük çekti. İstenen sayıda
silahı vermeyen köyler toplu olarak iş-
kenceden geçirildiler. İşkenceyle muhbirliğe zorlandılar. Köy muhtarları 'doğal muhbirler' olarak kabul edildi,
muhbirliği kabul etmeyenler cunta tarafından görevden alınarak cezalandırıldı. Kürdistan'ın köyleri ise adeta zulüm kalesi oldular. İşkence kitlesel olarak uygulanıyordu orada. Kırsal kesimin demokratik haklarına yönelik saldırılarda ise kooperatifleri, üretici dernekleri kapatıldı. Cunta kırsal kesimden, onun devrim mücadelesinde gerillayla oynayabileceği rolden öylesine
korkmaktadır ki, düzen partilerinin
köylerde örgütlenmesi bile yasaklanmıştır. Bütün bu süreçte toplumsal
muhalefetin genel gerileyişi kırsal
alanda da yansımasını bulmuş ve
'80'lerin ikinci yarısına kadar belirgin
bir hareketlilik gündeme gelmemiştir.
KÜRDİSTAN'DA
YOKEDİLEN TARIM
Haksız Savaş Gerillayı
Bitirememiş Ama,
Kürdistan'da Tarım ve
Hayvancılığı Bitirmiştir!
Kürdistan'da tarım ve hayvancılık
Osmanlı döneminde aşiret ilişkileri
çerçevesinde kapalı bir ekonomik yapı
oluşturmaktaydı. Üretim de pazar için
değil, daha çok ihtiyaçları içindi. Cumhuriyet dönemi açısından da kapitalistleşme Kürdistan'da çok geç başlamıştır. Kemalist iktidar, Dersim ayaklanmasının bastırılmasına kadar ki süreçte Kürdistan'ın ekonomik yapışma
hemen hemen hiç müdahale edememiştir. Dersim ayaklanmasının 90 bin
Kürt köylüsünün katledilerek bastırılmasından sonradır ki, Kemalistler Kürdistan'da belli bir egemenlik kurmaya
başlarlar. Ancak çok belirleyici değişimler de olmaz bu süreçte.
Türkiye'nin emperyalizmin bir yeni
sömürgesi olmasıyla Kürdistan da pazar ilişkilerine dahil olmaya başlar. Batıdaki ürünler Kürt kentlerinde de görülmeye başlar önce. Kürt köylüsünün
ürünleri -tabii aracılar vasıtasıyla- Kürdistan dışında da pazarlanmaya başlar. Asıl çözülme ise tarımda makineleşmeyle gündeme gelir.
Pazar ekonomisinin yasaları feodal
beyleri yavaş yavaş dönüştürür, büyük
topraklara sahip olanlar konumlarını
koruyabilmek için makineleşmeyle
üretimi arttırmaya çalışırlar. Öyle ki,
mesela '65-'66 yıllarında Türkiye genelinde traktörleşme hızı %19 iken bu rakam Kürdistan'da %45'tir. Kürt feodal
egemenleri dış pazara açılmaya paralel
biriktirdikleri sermayeyle hafif sanayi
alanında, ara mal üretiminde de yatırım yaparlar. Tüm reform palavralarına rağmen Kürdistan'da da toprak dağılımındaki adaletsizlik büyür.
1980'lerde aşiretlerin yüzde 5'ini oluşturan büyük toprak sahipleri, toprakların yarısından fazlasına sahip hale geldiler. Kırsal alandaki nüfusun yüzde
70'i topraksız ya da az topraklı hale
geldi. Toprak sorunu Kürdistan'ın bugününde de derin çelişkiler taşımaktadır. Kürdistan'da tarımla uğraşan ailelerin yarısı hiç toprağa sahip değilken,
mesela yaklaşık 600 köy bir ya da birkaç aileye aittir. Ancak öte yandan ka-
pitalistleşme de artık boyutludur. 1985
verilerine göre, Kürdistan'da ücretli
nüfusun toplam nüfus içindeki payı
%23'tür. Kapitalistleşme özellikle
1980'li yıllar boyunca hız kazanmıştır.
Kürdistan'da ekonominin, tarım ve
hayvancılığın son on yılını belirleyen
ise elbette ki Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaştır. Ne pahasına olursa
olsun, gerillayı yenmek, Kürt halkının
bağımsızlık talebini bastırmak isteyen
oligarşi yakıyor, yıkıyor, sürüyor... Meralara çıkma yasaklan, bombalamalar,
yakıp yıkmalar, göçler, tarımı ve hayvancılığı adeta yok etmiştir ve etmeye
devam etmektedir.
Oligarşi Kürdistan'da son on yıldır
sayısız "yasak bölge' ilan etmiştir, köylünün yayla, mera ve tarım alanlarına
çıkışı engellenmektedir. Oligarşi bu
uygulamayla gerillayla köylünün bağını
kesmeyi amaçlamaktadır. Son olarak
Kars ve çevresinin de bu uygulamaya
dahil
edilmesiyle
Kürdistan'ın
yaklaşık %60'ı yasak bölge durumuna
getirilmiştir. Yasak bölgelerde yalnız
üretici köylüler değil, tüccarların dolaşımı da engellendiğinden hayvan ticareti de hemen hemen sıfırlanmıştır.
Tabii yasak bölgeler işin yalnızca
bir yanıdır. Oligarşi temel politikalarından biri olarak da çeşitli bölgeleri
insansızlaştırarak yasaklanmasına gerek olmayan bölgeler yaratmıştır. Oligarşinin askeri literatüründe 'alan tutma' ya da 'alan hakimiyeti' olarak adlandırılan bu uygulamayla 2000'in
üzerinde köy boşaltılmış, bu 'alan'lar
insansızlaştırılmıştır.
Kürdistan'ın "Makus
Talihine" Gap Yutturmacası
Kürdistan'da tarımın yaşadığı
önemli sorunlardan biri de sulamadır.
Büyük miktarlara ulaşan verimli topraklar sulanamadığı için ürün alınamıyor. Peki suyu mu yok Kürdistan'ın? Varolmasına var da, halkımızın deyişiyle
'suyun başını haramiler tutmuş.'
Oligarşinin bu konudaki en büyük
aldatmacası kuşkusuz ki meşhur
GAP'tır. GAP öteden beri, yalnız sulama sorununun değil, Kürt sorununun
çözümünde de önemli köşe taşlarından biri olarak sunulur; GAP'ın tamamlanmasıyla, öngörülür ki, Fırat'ın
suları Harran Ovasının kurak toprağına ulaşıp buralara can verecek, bölgenin makus talihi değişecektir. .
Elbette doğru değildir bu.
Çünkü her şeyden önce, Harran
Ovasındaki toprakların %70'den fazlası
toprak ağalarınındır ve sonraki süreçteki alımlarla tekelci burjuvazi de Harran'da büyük miktarlarda toprağı resmen kapatmıştır... Bu bölgede nüfusun
büyük bir bölümü topraksız köylülerden oluşuyor. Harran suya kavuşsa bile bu topraksız köylü için ne ifade edecek ki? Kürdistan'ın bu bölgesinde on
binlerce emekçi her yıl mevsimlik çalışmak için Çukurova'ya taşınır. GAP
en iyi ihtimalle mevsimlik iş göçünü
azaltacaktır, ancak emekçi köylü yine
ağa topraklarında ırgat olarak çalışacak, burjuvazinin bölgedeki ucuz işgücü ihtiyacına cevap verecektir. Yani sonuçta Kürt köylüsünün durumunda
bir iyileşme olmaz, toprak ağalarının
statüsü ise daha da güçlenir.
Tekelci burjuvazi bugün GAP topraklarını paylaşmakta, ya da daha doğru bir deyişle yağmalamaktadır.
Mesela, Uzan Holding'in sahibi olduğu Şanlı Urfa Çimento adlı şirket,
GAP'ta arazi alanların başında geliyor.
Bu şirket 30 ayn parçadan toplam bir
milyon 15 bin 459 metrekare arazi satın
almıştır... GAP'ın suyu Harran'a ulaştığında Uzanların 'makus talihi'nin değişeceği kesin görünüyor!
Yine bir devlet bakanı tarafından
yapılan açıklamaya göre bölgede, sekiz
ilde, üç şirket ve beş yabancı sermayedar büyük miktarlarda gayn menkul almışlardır. Keza, tekelci burjuvazinin
başta Sabancı olmak üzere çeşitli kesimlerinin de bölgede toprak alımı yaptığı, bunun kamuoyuna fazla yansımamasına çalışıldığı, keza 'ne olmaz
ne olmaz' denilip muhtemel bir toprak
reformu tehlikesine karşı da arazilerin
farklı farklı isimler altında kapatıldığı
da bölgede yaşanan gelişmelerden
biridir.
Oligarşi, önemli misyonlar yüklemesine karşın GAP'a yeterince para
da ayıramamaktadır. Çünkü harcanması gereken para, halka karşı sürdürülen haksız savaşın devamını
getirebilmek için silaha harcanıyor.
1994 ve '95 bütçelerinin yansı askeri
harcamalara giderken, bu durum
eğitim, sağlık gibi kamu harcamalarının
kısılması ve GAP için ayrılması gereken
ödeneğin de sürekli düşmesi sonucunu
doğurmuştur.
Kürdistan'a "Kalkınmada
Öncelik"! Ya Bir de
"Sonralıklı" Olsaydı?
Oligarşinin Kürdistan'a yönelik kullandığı demagoji malzemelerinden biri
de 'Kalkınmada öncelikli yöre' uygulamasıdır. Aslında kavram, oligarşinin ekonomik politikaları içinde
'50'lerden beri kullanılmaktadır. Oligarşinin, işbirlikçi tekelci burjuvazinin ihtiyaçlar temelinde çarpık kapitalizmi
geliştirmek için başvurduğu bir
politikadır. Özü, tekelci burjuvazinin
pazar alanlarını genişletmek, egemenliğini yaygınlaştırmaktır. Kimi geri
yöreleri pazarla bütünleştirmek için
zaman zaman belli teşvikler uygulanmıştır. Değilse, "kalkınmada öncelik",
dün de bugün de, emekçi halkın değil,
emperyalizmin ve tekelci burjuvazinin-
dir. Gelinen noktada ise bu politika
oligarşi açısından da işlevsizleşmiştir.
Hazine Müsteşarlığı tarafından açıklanan son bilgilere göre 1995'in OcakMart döneminde tüm ülke genelinde
toplam 103,6 trilyon liralık yatırıma teşvik uygulanmıştır. Bu yatırımların yarısı
sadece Marmara bölgesine aittir. Tüm
diğer bölgelerin toplamı ancak Marmara'ya eşitlenmektedir. 'Kalkınmada
öncelikli yöremiz Kürdistan'da teşvik
kapsamına alınan yatırımların oranı ise
demagojiyi tüm boyutlarıyla gözler
önüne serici niteliktedir. Bu teşviklerin
%1,2'si Doğu Anadolu'ya, %2,3'ü de
Güneydoğu Anadolu'ya lütfedilmiş!
Sözde teşvik politikası GAP kapsamında da uygulanmaktadır. Ancak
verilen sayısız teşvik belgesi de yalnızca
rakamları büyütüp göz boyamaya
yöneliktir. Bu teşviklerle GAP bölgesinde
üç çeşit 'yatırım'(!) ortaya çıkmıştır.
Birinci grup, teşvik belgesi alıp hiçbir
şey yapmayanlarındır. İkinci grup ise
teşvik belgesi ve kredilerini alıp göstermelik bir temelle yatırımını noktalayanlardır. Üçüncü grup ise teşvik
alıp, yatırım da tamamlayan ama işletme sermayesi olmadığı için üretime
geçemeyip yaptığı küçük işletmesini
çürüten küçük üretici ya da sermayedarlardır... Teşvik belgeleri bol
keseden dağıtılmakta ama, sıra teşvik
kredilerine gelince oligarşi cimrileşmektedir. "Kalkınmada öncelikli yöre"
demagojisine son bir rakamla noktayı
koyalım:
1995 yılında sadece Bursa Milletvekili Cavit Çağlar'a verilen teşvikin
toplamı Kürdistan'a verilen teşviklerin
toplamını aşmaktadır!
Ne kalkınmada öncelikli yöre uygulaması, ne GAP, ne de diğer sözde
ekonomi politikalar bugün için Kürdistan açısından hiçbir şey ifade etmiyor.
Savaş Kürdistan ekonomisini yıkmaya
devam edecek, Kürt köylüsü, tarım ve
hayvancılığın her geçen gün biraz daha
gerilemesiyle, yoksullaşmayı, işsizleşmeyi, göçü daha büyük ölçülerde
yaşayacaktır.
Oligarşi Kürdistan'ı yakıp yıkmaya,
köyleri boşaltmaya, meraları, yaylayı,
yani tarımı, hayvancılığı yasaklamaya
devam edecektir. Bugün için oligarşinin
"Kürdistan'ın ekonomik durumu" diye
bir sorunu yoktur.
Çünkü oligarşi Kürdistan'da can
derdindedir.*
— Sürecek—
H
Kim besliyor bu
canavarı?
Sahibi sorumlusu
kim?
ergün TV'lerde, gazetelerde
katliam boyutlarına varan
trafik kazalarının
görüntüleriyle karşılaşıyoruz.
Karşımıza çıkan görüntüler tüyler
ürpertici...
"TEM Otoyolu'nun PozantıTarsus bölümünde yaşanan
zincirleme kazada bir kamyonda
taşınan tarım işçileri yola
döküldü. Seyir halindeki bir
tırın ezdiği işçilerin 16'sı
yaşamını yitirirken 29'u ağır
yaralandı..."
"Antalya'dan Ağrı'ya giden bir
yolcu otobüsü yoldan
çıkarak uçuruma yuvarlandı.
Otobüs içinde bulunan 42
yolcudan 26'sının cesetleri
parçalanarak etrafa saçıldı."
Günlerden 8 Ağustos'tu.
Ertesi günkü gazeteler şöyle
yazdı.
"8 Ağustos 1997 günü,
sabah 08.00'den akşam
21.00'e kadar trafik canavarı
toplam 60 can aldı..."
Ağustos'un 8'i istisnai bir
gün değildi.
11 Ağustos'ta trafik
katliamının bilançosu 47 kişiydi.
Ağustos istisnai bir ay değildi.
Önceki ayın sonunda gazeteler
şöyle yazmıştı;
"Temmuz ayında trafik
kazalarında 684 kişi yaşamını yitirdi.
1000'e yakın insan yaralandı."
Ülkemizde her yıl sekiz-on bin
arasında insanımız trafik
kazalarında yaşamını yitirmektedir.
Rakamlar akıl alır gibi değildir. Son
altı ayda 200 bini aşkın trafik kazası
olmuş, bu kazalarda 2500'e yakın
insan ölmüştür. Altı ayda 200 bin
kaza!
Peki bunun sorumlusu kimdir?
Neden trafik kazalarını önleyici
önlem alınmıyor?
Ülkemizde ulaşım tamamen
emperyalist otomotiv tekellerinin
çıkarlarına göre düzenleniyor.
Otomobil satışlarını çoğaltmak için
demiryolu, denizyolu ulaşımını ve
toplu taşımacılığı geliştirmek yerine
ulaşımda karayolları dayatılıyor.
Örneğin, yatırımlarını otomotiv
sektörüne yapan Japonya,
Türkiye'nin otomobil pazarında
ağırlıklı ve geniş bir yere sahiptir.
Otomobil satışlarını özendirmek
için ısrarla 3. Boğaz Köprüsü'nün
yapımını dayatmaktadır. Karayolları
Müdürlüğü de otomobile bağımlı
ulaşım politikasını sürdürerek 3.
Boğaz Köprüsü'nün yapımını
istiyor.
Ülkemizde yolcu taşımacılığının
yüzde 95'i karayoluyla, yük
taşımacılığının yüzde 80'i
kamyonlarla yapılıyor. Türkiye'deki
kamyon sayısı Avrupa Birliği
ülkelerinin toplamından daha
fazladır. Yük taşımacılığının
karayollarıyla
yapılması
kazaların
önemli bir
nedenidir.
Oysa, birçok
dünya
ülkesinde yük
taşımacılığı
demiryolu ve
deniz yoluyla
yapılmaktadır.
Ülkemizde ise
bunun tam
tersidir. Çünkü
ülkemiz
emperyalizmin
otomobil ve
kamyon
pazarıdır. O
yüzden de, deniz ve demiryolları
taşımacılığı geliştirilmez. Karayolları
taşımacılığı halkımıza dayatılır.
1973'te 543 bin 318 olan toplu
taşıt sayısı, 1977'de bir milyona
ulaşırken emperyalizmin ülkemizde
otomotiv üretimi ve satışına ağırlık
vermesiyle 1996'da bu sayı beş
milyon 317 bin 565'e ulaşmıştır. Yani
13 kat artış göstermiştir. Artan araç
trafiğini taşıyamayan yollar
bozulmuş durumdadır. Geçici olarak
yapılan tamiratlar ise kazaları
önlemekten öte yeni kazalara yol
açmaktadır. Alt yapısı olmayan,
emperyalizme bağımlı ulaşım
politikasının sonucu olarak da, her
yıl binlerce insanımız trafik
kazalarında vahşice katledilmektedir.
"Trafik Canavarı"nı yaratan bu
düzendir. Hükümetler, her konuda
olduğu gibi bu konuda da
emperyalizmden bağımsız politika
belirleyemez. Ülkemizde ve tüm
yeni-sömürge ülkelerde kazaları
önleyecek tek çözüm toplu
taşımacılık ve yük taşımacılığının
deniz ve demiryolu ağırlıklı
TRAFİK TERÖRÜNE SON!
HALKIMIZ
Her gün böyle 30'ar, 40'ar kurbanlık koyun
gibi boğazlanmak zorunda değiliz.
Kim bizi yollarda böylesine ölümle yüzyüze
bırakıyor?
Düşünün bir, yollardaki katliamları "trafik
canavarı"nın, yoksulluğumuzu "enflasyon
canavarı"nın sırtına yıkmaya çalışanlar,
birşeyler gizlemeye çalışanlardır.
Trafik canavarı yok, trafik terörü vardır.
Trafik canavarı dedikleri, sömürü
canavarıdır.
Canavar, yıllardır demiryolu, denizyolu
ulaşımı yerine tekelci burjuvazinin çıkarları
doğrultusunda karayollarını geliştirenlerdir.
Canavar, şoför eğitimini düzenlemeyip her
işi parayla, rüşvetle halledilir hale getirenlerdir.
Canavar, kendi lüks ve sefahatları için
uçaklar satın alıp, yollarda ilk yardım sistemi
için para ayırmayanlardır.
Canavar, trafik teşkilatını rüşvet teşkilatına
çevirenlerdir.
TRAFİK KATLİAMLARININ
HESABINI SORALIM!
Halkımız, hergün 50'şer, 60'şar
katledilmeyi kabul etmeyelim.
Her kazada, tepkimizi, öfkemizi
çekinmeden ortaya koyalım:
Hükümetleri, karayollarını, polis teşkilatını
protesto edelim. Yolları keselim.
Semtimizde, kentimizde alt-üst geçitler
için, yolların ışıklandırılması, trafik
düzenlemesi için tüm semt, tüm kent birleşip
mücadele edelim. Belediyeler, açık bıraktıktan
her çukurda karşılarında halkın öfkesini,
tepkisini bulacaklarını bilmeliler.
Ne işe yarayacak, ölenleri geri getirecek
mi demeyelim. Evet, gidenleri geri getirmez
ama yeni insanların yollarda katledilmesini
önleyebiliriz.
Trafik canavarı ancak tekeller için değil,
halk için çalışan bir iktidar tarafından
etkisizleştirilebilir.
YOLLARDA KOYUN GİBİ
BOĞAZLANMAMAK İÇİN HALKIN İKTİDARI
İÇİN MÜCADELE EDELİM.
yapılmasıdır. Bu ise
emperyalizm ve
işbirlikçi otomobil
tekellerinin
çıkarlarıyla
çatışmaktadır. Çünkü
böyle bir durumda
Türkiye,
emperyalizmin
otomobil pazarı
olmaktan çıkacaktır.
Böyle bir pazarı
kaybetmektense
hergün yüzlerce
insanımızın trafik
kazalarında ölmesine,
sakat kalmasına bilerek
göz yumulmaktadır.
İnsan yaşamı
burjuvazinin kar hırsı
karşısında herşeyden
ucuzdur. "Trafik
canavarı" tablolarının
ardında gizlenmeye
çalışılan gerçek
budur.*
Anti-Emperyalist Olunmadan
Devrimci, Demokrat Olunmaz
'lı yılların sonunda
şekillenen Türkiye
devrimciliğinin en
temel özelliklerinden
biri anti-emperyalistliğidir. Öyle ki,
geniş gençlik yığınlarının devrimci
oluşu ABD'ye karşı duyulan tepkiden,
anti-emperyalistlikten devrimciliğe
geçiş şeklindedir.
Anti-emperyalizm devrimci
hareketin '60'ların sonundaki
kitleselleşmesinin temel
dinamiklerinden biridir. O dönem asıl
olarak gençlik kesimleri içinde gelişen
devrimci hareketin başta yoksul
köylülük olmak üzere diğer halk
kesimleriyle sağlayabildiği
birlikteliğin de harcında antiemperyalizm vardır. Anti-emperyalist
sloganlar gençlik gösterilerinden
toprak işgallerine kadar her eylemin
değişmez sloganlarıdır. Halkımızın
gavura karşı alerjisini onyıllar
boyunca egemen sınıflar kullanmış,
istismar etmişlerdir. Kurtuluş savaşını
izleyen dönemde halkımızın gavura
tepkisi ilk kez '60'ların sonunda
olması gereken yöne yani
emperyalizme karşı kanalize
edilebilmiştir.
Türkiye devrimciliğinde antiemperyalizm güçlü bir mayadır. Bu
maya 70'lerin başındaki devrimci
çıkışın da en güçlü geleneklerinden,
en önemli miraslarından biridir. Ne
var ki, Türkiye solu bütün olarak bu
devrimci çıkışın gösterdiği yoldan
yürüyememiştir. Tersine 74 sonrası bu
çizgide önemli kırılmalar,
parçalanmalar yaşanmıştır. Silahlı
kurtuluş çizgisinden,
enternasyonalizm çizgisinden
sapanların anti-emperyalist çizgiyi de
devrimci muhtevasıyla sürdürmeleri
mümkün olamazdı. Bu gelenek esas
olarak bugüne kadar Cephe çizgisi
tarafından taşınarak getirilmiştir. Bu
çizgi dışındaki solun büyük
bölümünün gelişim seyri ise adeta
devrimden uzaklaşan bir seyir
olmuştur.
Silahlı kurtuluş çizgisinden
sapma nasıl ki, THKP-C, THKO
kökenli çok çeşitli grupları legalizmin
batağına gömmüş, yasal particilik
noktasına getirmişse; antiemperyalist çizgiden sapma da bu
siyasetleri burjuva demokrasisini
dolayısıyla emperyalizmi savunma
noktasına kadar getirmiştir.
Bugün ülkemizde çok çeşitli siyasi
çevrelerde adeta bir "batıcılık"
rüzgarı esmektedir. Tablo şudur: MGK
batı yanlısı. MGK'nın şu an savaş
halinde olduğu Çiller ekibi neticede
Batı yanlısı... CHP'sinden ÖDP'sine
düzenin solu ve reformizm batı
yanlısı... HADEP'inden DBP'sine
kadar Kürt ulusalcıları batı yanlısı...
MGK'nm, oligarşi içindeki diğer
güçlerin batıcı, yani açık ifadesiyle
emperyalizmden yana olmaları son
derece doğaldır. Bu onların hem
sınıfsal karakterine, hem sınıfsal
çıkarlarının ifadesi olan siyasetlerine
uygun olanıdır. Ancak diğerleri için
aynı şey söylenemez. Bir "uygun"luk
değil, tersine iddialarla, amaçlarla bir
çelişki, bir "uygunsuzluk"
sözkonusudur. Soldaki batıcılık bir
yorum, öngörü de değil, bugün somut
Türkiye halklarının kurtuluşu
emperyalizmin onayı ve
icazetiyle sağlanamaz.
Emperyalizmin baskısıyla
halkımıza özgürlük gelmez.
Türkiye halklarının antiemperyalist duyguları güçlüdür;
ve artık günlük siyasete kadar
müdahale eden emperyalist
kuruluşlar, pek çok kesimin
gözünü açmış, emperyalizm
konusunda belli bir bilinç de
yaratmıştır. Türkiye solu halkın
bu noktadaki tepkilerini açığa
çıkarıp örgütleyebilmek için de
emperyalizme vurmak,
emperyalizmi hedef olarak
göstermek zorundadır.
olgular, bu çevrelerin taktiklerinde,
politikalarında ve eylemlerinde
görülen somut bir olgu,
durumundadır.
Batıcılığın Tarihsel Kaynağı
ve Solun Bugünündeki
Yansımaları;
Batıcılığın bugün soldaki en aleni
ifadesini, Türkiye'nin
demokratikleşmesini Avrupa
emperyalistlerinin hatta ABD'nin
yapacağı baskılara bağlayan
politikalarda görmek mümkündür. Bu
politika başta küçük burjuva Kürt
ulusal çevreler olmak üzere hemen
tüm reformist kesimin politikası
durumundadır. Bu politikayı kimi
doğrudan, kimi dolaylı olarak
savunmakta, taktikler, beklentiler
bunun üzerine inşa edilmektedir.
Elbette bu tablo Türkiye solu
açısından 70'in devrimci mirasına bir
anlamda ihanettir. Ama bundan da
önemlisi bu tablo emperyalizmin kim
olduğunun, ne olduğunun
unutulduğu bir tablodur.
ABD ya da Avrupa
emperyalistlerinin insan hakları
ihlalleri vb. gerekçesiyle göstermelik
silah ambargosu uygulamalarına,
kredileri kesme gibi politikalarına
büyük misyonlar yüklenmektedir. Ya
da örneğin Türkiye'nin Gümrük
Birliği'ne, Avrupa Birliği'ne
girmesinden demokratikleşme
açısından yarar umanlar, GB'ye AB'ye
girmeyle demokratikleşmeyi
özdeşleştirenler vardır. Bir işçi
konfederasyonu başkanı sıfatını
taşıyan Rıdvan Budak, işçi sınıfının
çıkarları adına GB'ye giriş için
cansiperane çaba sarfederken, Kürt
ulusalcılar Avrupalı emperyalistlere
çağrı yapıp "insan hakları ihlal
edildiği için" Türkiye'nin "şimdilik"
GB'ye, AB'ye alınmaması çağrısı
yapmakta, ÖDP gibi reformistler
GB'ye girişin yalnızca "bugünkü
koşullarına" karşı çıkmaktadırlar.
Oysa tam bu noktada çok basit ve
temel bir soru vardır; Türkiye
oligarşisi insan haklarını kimin
gücüyle ve kimin için ihlal etmektedir?
Türkiye oligarşisini askeri olarak
donatan kimdir? Türkiye oligarşisi,
halkımıza karşı bu haksız, vahşi savaşı
kime yaslanarak yürütmektedir?
Avrupa, ABD emperyalizmiyle
ilişkiler açısından ulusalcı ve
reformist solun politikalarına
bakıldığında denilebilir ki, adeta
"tanzimat solculuğu" deyişini
hakeden bir dönüş vardır. Tanzimat
solculuğu batıcılığın başlangıcı ve
kaynağıdır. Osmanlı'nın yarısömürgeleşmeye başlamasının miladı
1838'de İngiltere ile yapılan bir ticaret
anlaşmasıdır. Anlaşmanın özü, kısaca,
Batı kapitalizminin istediği ticaret
koşullarının sağlanmasıdır. Bir süre
sonra gündeme gelen Tanzimat
reformları ise, "batı kapitalizmi
yararına kurulan bu açık pazar
düzeninin gerekli kıldığı idari, mali
reformlardan ibarettir". Tanzimat
reformları İngiltere tarafından
empoze edilmiştir. Tanzimat'ın baş
mimarı Mustafa Reşit Paşa, İngiliz
büyükelçisinin korumasındaki bir
devlet adamıdır.
Bugün gündemde olan
demokratikleşme paketlerinin
tanzimat reformlarından özde bir
farkı yoktur; çünkü emperyalizmin ve
TÜSİAD'ın istediği reformları
içermektedir.
Roller aynıdır; emperyalizm ve
işbirlikçileri daha istikrarlı, huzurlu
bir sömürü için, yatırımlarla Türkiye
pazarını daha geniş kullanabilmek
için reformlar dayatmaktadırlar.
Bugünün Mustafa Reşit Paşalığına ise
kah Mesut Yılmaz, kah Çiller, kah
Baykal soyunmaktadır.
Evet, GB aracılığıyla
demokratikleşmenin Tanzimat
reformlarından ne farkı var? Türkiye
halklarına tarih unutturulmakta,
emperyalizmin gerçek yüzü, niteliği
halkların gözünden gizlenmektedir.
Ve de bu sol adına, yurtseverlik adına
yapılmaktadır.
Türkiye'nin 1800'lerin sonuna,
Tanzimata uzanan demokratikleşme
serüveni de, sömürgeleşme süreci de
bir yanıyla hep "batılılaşmayla"
paralel gelişmiştir. Avrupa'nın
kapitalist, emperyalist ülkelerinin
kendi koşullarının sonucu olarak
oluşturdukları kurumların önce
Osmanlı'ya sonra Türkiye'ye
aktarılması hep reform diye
sunulmuştur. Bütün bu reformlar
halkın talepleri, çıkarları ve
mücadeleleri sonucu değil, daha çok
egemen sınıf zümrelerinin şu ya da bu
kesiminin talepleri doğrultusunda
gerçekleşmiştir. Yönetimde ve
sömürüde daha fazla pay isteyen
egemen kesimler, bunu mümkün
kılacak yasal değişiklik ve
kurumlaşmaları, demokrasi,
batılılaşma, çağdaşlaşma
gerekçesiyle savunmuş ve tabi
olduktan emperyalist ülkelerin
desteğiyle bunları gerçekleştirmeye
çalışmışlardır.
Sonuç şudur; Osmanlı'da
batılılaşma, Osmanlının yarısömürgeleşmesi demek olmuştur.
Batılılaşmanın, batı-emperyalist
kurumların ülkemize yaygın olarak
taşındığı ikinci dönem 1950'li
yıllardır. Ordudan parlamentoya
kadar devlet, emperyalist ülke
modelleri izlenerek yenilenmiş, çok
partililik yeni yeni palazlanmakta
olan tekelci burjuvazinin ve
emperyalizmin çıkarları
doğrultusunda şekillendirilmiştir. Bu
ikinci "batılılaşma" döneminin
Türkiye açısından sonucu da
ülkemizin yeni-sömürgeleşmesidir.
Türkiye solunda batıcılığın hem
tarihsel, hem güncel kökleri ve
nedenleri vardır. Osmanlı solculuğu,
batıcıdır. Cumhuriyet döneminde ise,
dönemin devrimci örgütlenmesi bu
çerçevenin dışına çıkmayı başarmıştır;
Mustafa Suphi'nin TKP'si antiemperyalisttir. Emperyalizme karşı
savaşmak vatan topraklarına dönüşü
örgütlemiştir. Ama sonrası aynı
doğrultuda gelişmez.
Türkiye solunun '60'lı yıllara kadar
ki, sürecine damgasını vuran TKP
çizgisi anti-emperyalizmden
alabildiğine uzaktır. İllegal
örgütlendiği o koşullarda bile düzen
içinde legalleşmeyi esas alan politik
çizgisiyle her türlü çatışma tavrını
dışlamıştır. Adeta kıblesi olan SBKP'nin
"barış içinde birarada yaşama"
politikası onun da emperyalizmle,
özellikle de Avrupa emperyalizmiyle
hep barışık olmasını getirmiştir.
1945'lerden başlayan dönem, '50'li
yıllar, Türkiye'nin adım adım
emperyalizmin bir yeni sömürgesi
yapıldığı yıllardır. TKP böyle bir
dönemde bile bu sömürgeleşmeye karşı
ciddi politik bir tutum almamış, bu
doğrultuda kendi çapıyla sınırlı olarak
bile bir pratik geliştirmemiştir.
70'lerde bu uzlaşmacı çizgiye
vurulan büyük darbeden sonra Türkiye
solunda "batıcılık" da oldukça
gerilemiş, anti-emperyalizm öne
çıkmıştır. Bu dönem açısından antiemperyalist yanın öne çıkışı yalnızca
gençliğin anti-Amerikan eylemleriyle
sınırlı bir olgu değildir. Bunun ötesinde
Türkiye devriminin stratejik hedefinin
anti-emperyalist, anti-oligarşik devrim
olarak tesbit edilmesi, antiemperyalizmi Türkiye devrimi
açısından vazgeçilmez bir doğrultu
haline getirmiştir. Cephe çizgisi 70'li
yıllar boyunca bu çizgiyi sürdürmüş,
hem politik olarak, hem pratik olarak
sürekli emperyalizmin karşısında
durmuş, emperyalist hedeflere
vurmuştur. Ulusal ve sosyal
kurtuluş savaşlarının da dünya
ölçüsünde gelişip güçlendiği bu
dönemde solun diğer kesimlerinde de
bu havanın etkisiyle güçlü bir pratik
olmasa da anti-emperyalist yan ön
planda olmuştur.
Ancak sola bulaşan küçük-burjuva
aydın geleneği yine de çok çeşitli
biçimlerde soldaki anti-emperyalist
bilinci zayıflatan bir işlev görmüştür.
Çünkü ülkemiz küçük-burjuva aydın
geleneği, Osmanlı'daki solcu geleneğin
istikrarlı bir sürdürücüsü olmuş,
batıcılığı hiç elden bırakmamıştır.
Böyle olunca da teorik anlamda bu
küçük-burjuva aydın kesimden
beslenen solun bundan etkilenmesi
kaçınılmaz olmuştur.
Buna çok klasik, ama aynı ölçüde de
çok rastlanan bir örnek verebiliriz:
Basında, televizyonlarda yayınlanan
çok çeşitli konulardaki anketlere bakın;
hep batı hayranlığını
pekiştirmeye yöneliktir. Hep batının
rakamları vardır onlarda, tabii o
rakamlar hep de en iyiyi, en güzeli
temsil etmektedirler.
Hemen tüm araştırmacıların, hatta
solun ve devrimci basının da
kullandığı, kullanmak durumunda
kaldığı bu anketlerde sosyalist ülkeler
yoktur.
Bu anketler büyük bir gerçeğin de
gizlenmesine hizmet ederler.
Diyelim ki gelir dağılımındaki
uçurumun artması anlatılacak: hemen
bakın denir, ABD'de şu kadar,
Fransa'da bu kadar, İsviçre'de bu
kadar, bizde de bunun kaç katı.
Diyelim, sağlığa, eğitime ayrılan
bütçenin küçüklüğü eleştirilecek,
hemen denir ki, bakın İngiltere'de bu
kadar ayrılmış, Almanya'da bu kadar
ayrılmış, bizdeki onun dörtte biri
kadar bile değil.
Birincisi; sağlığa, eğitime ayrılan
bütçede hiçbir kapitalist ülke,
sosyalist ülkelerin eline su dökemez.
En geri sosyalist ülke, en gelişmiş
kapitalist ülkenin ayırdığından daha
fazlasını ayırır. Ama basında,
kamuoyunda yeralan anketlerde bu
yoktur. İkincisi, emperyalist ülkelerin
bu bütçeyi nasıl ayırdığı sorgulanmaz.
Orada gelir dağılımının mesela bize
göre biraz daha dengeli olmasının
nasıl mümkün olduğu atlanır. Oysa
bizim gibi ülkelerde gelir dağılımı o
kadar bozuk olmasa, onlarda da o
kadar düzgün olması mümkün
değildir. Örneğin, onların eğitime belli
bir miktar bütçe ayırabilmeleri, bizim
gibi ülkeleri sömürmeleri sayesinde
mümkün olmaktadır. Yani, onların
eğitime, sağlığa o bütçeleri
ayırabilmeleri, bizim yenisömürgelerin az bütçe ayırmaları
sayesindedir.
Sorgulanması gereken
emperyalizmin refahının
kaynaklarıydı. Sorgulanması gereken
emperyalizmin insan hakları alanında
nasıl böyle rahat at oynatabildiğiydi.
Emperyalizm Nasıl Barış,
Demokrasi Havarisi Oldu ve
'80'lerde Emperyalizmin
Demokratlığı Nasıl Keşfedildi?
Herşeyden önce şunu belirlemek
gerekiyor: Emperyalizm, insan haklan,
banş demagojisine sosyalizm
karşısında bir "silah" olarak
sarılmıştır:
Emperyalizm 1917 Sovyet
devrimiyle büyük bir darbe yedi. Bu
darbeyi, 1940'lı yıllar boyunca birbirini
izleyen halk devrimleri izledi.
Dünyanın büyük bölümü
emperyalizmin pazar alanı olmaktan
çıktı. Emperyalizmin gerek sömürü
biçimleri anlamında, gerekse de
dünya halklarına yönelik propaganda
ve demagoji yöntemlerinde asıl
büyük değişiklikler de işte bu
dönemde gündeme geldi. Sosyalist
sistem karşısında emperyalizm de
kendim ideolojik olarak görüntüde de
olsa güçlendirmeliydi.
Bu doğrultudaki politikalarını
özellikle 2. Paylaşım savaşı sonrasında
geliştirip sistemleştirdi. Kendini
özgürlüğün ve insan haklarının
savunucusu ilan etti. Emperyalizmin
dilinde sosyalist
ülkeler ise barışın düşmanı, insan
haklanna saygı göstermeyen
diktatörlüklerdi.
Dünya halklarının katili, açlığınyoksulluğun müsebbibi emperyalizm,
yeni-sömürge ülkelerde yarattığı
işbirlikçileri aracılığıyla dünya
halklarına zulüm uygularken, hatta
ihtiyaç hissettiğinde Vietnam'da,
Panama'da olduğu gibi bizzat terörün
en vahşisini kendisi uygularken büyük
bir ikiyüzlülükle kendisini
demokrasinin bekçisi ilan ediyordu.
Sosyalizmin prestijinı kırıp
halkların sosyalizme duyduğu
sempati ve isteği köreltmek amacıyla
bu doğrultuda hızla kampanyalara
başladı. TV'den basınına,
sinemasından kültürüne her aracı,
soğuk savaş politikalarına kadar
hemen her hareketini buna göre
yönlendirdi. Amerika özgürlükler ve
fırsatlar ülkesi olarak insanların
beynine empoze edilmeye çalışıldı.
'80'li yıllara gelindiğinde emperyalizm
uzun uğraşlar sonucunda somut
kazanımlar elde etmeye başladı.
1970'li yıllardaki devrimci dalgaya
karşın, 1980'li yıllar ulusal ve sosyal
kurtuluş mücadelelerinin çok açık
durgunlaştığı yıllar oldu.
Emperyalizmin krizinin alabildiğine
derinleşmesine karşın dünya
devrimci güçlerinde bu duruma denk
düşen bir hareketlilik gözlenmiyordu.
SSCB ve Doğu Avrupa'da geriye
dönüşlerin, karşı-devrimlerin
yaşanmasıyla, emperyalizm büyük bir
"zafer" kazanıyor, bu ortamda tüm
dünyayı büyük bir reformist dalga
kaplıyordu. Emperyalizm zafer
naralar atıyor, uzlaşma, silah
bırakma revaçta olan politika haline
geliyordu.
Peki bu noktaya nasıl gelinmişti?
2. Paylaşım savaşının ardından peş
peşe yaşanan devrimlerden 70'li
yıllar boyunca, silahlı mücadelenin
yükselişinden bu noktaya gelişin
nedenleri neydi?
Bunda özellikle birincisi;
emperyalizmin devrimlerden ve
halkların silahlı kurtuluş
savaşlarından çıkardığı derslerle yeni
yeni yöntemler geliştirmesi, ikincisi
ise; Sosyalist ülkeler arası çelişkiler ve
SSCB kaynaklı reformist-revizyonist
düşüncelerin çeşitli sol örgütler
arasında yaygınlık kazanması etkili
olmuştur. Bunlara paralel olarak da
anti-komünizm propagandası,
sosyalist ülkelerde sürekli gerginlik
yaratma çabalan, savaş tehditleri,
bölgesel çatışmalar almış başını
yürümüştür. Yaratılan bu ortam,
sosyalist ülkelerin içinde bulunduğu
zaaflı durumla birleşince
emperyalizm daha rahat hareket
etme zemini bulmuştur.
Anarşi, terör, hür dünyanın
korunması, hümanizm gibi
demagojiler çok güçlü bir iletişim
ağıyla yayıldı. Artık, en vahşi
emperyalist saldırılar bile bu
demagojilerle haklı gösterilmeye
çalışılıyordu. Emperyalizmin
sosyalizme ve halkların kurtuluş
savaşına karşı önlemleri elbette
bunlarla sınırlı değildi. Emperyalizm
aynı dönemde denetimi altında
tuttuğu işbirlikçi rejimlerle ikili askeri
anlaşmalar imzalayarak, çeşitli
bölgesel paktlar oluşturarak her türlü
askeri, ekonomik, kültürel
müdahalesini meşrulaştırıyor,
saldırılarına uluslararası bir statü
kazandırmaya çalışıyordu.
Emperyalizmin bu süreç boyunca
ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerini
bastırma doğrultusunda oluşturduğu
stratejinin odağında halkları
teslimiyete zorlamak vardı.
Strateji, halkı çok çeşitli
biçimlerde birbirine düşürerek,
mezhep, din çatışmalarıyla sivil faşist
örgütlerle devrimci mücadeleyi gerici
kesimlerce bastırmaya, halkı
mücadeleden bıktırmaya, caydırmaya
dayanıyordu. Böylece sürekli devam
eden bir iç savaş yaşanacaktı. Ulusal
ve sosyal kurtuluş hareketlerinin
bitirilemeyeceği gerçeğini
emperyalizm de biliyordu elbette.
Faşist terörle, katliamlarla, vahşetle
halkta bıkkınlık oluşturulacak,
devrimci hareketlere kitle desteği
azaltılıp, yalnızlaştırılacak, sonuç
olarak da uzlaşma eğilimlerine güç
verilmiş olacaktı. Bu strateji, özellikle
Vietnam'dan çıkarılan derslerle pek
çok ülkede uygulanmasına rağmen
emperyalizm, esas olarak 1980'li
yılların sonuna kadar somut bir sonuç
alamadı. Ancak '80'lerdeki karşıdevrim rüzgarının reformist,
uzlaşmacı eğilimleri güçlendirmesiyle
"barış" geçici de olsa bir moda haline
geldi.
Batıcılığın yeniden güçlenip
güncelleşmesi de esas olarak işte bu
yıllara tekabül eder. Sosyalist
ülkelerdeki karşı-devrimlerle birlikte
emperyalizm geçici bir güç kazanmış,
gerek devrim gerekse de demokrasi
mücadelesinde halk kitlelerine
güvenmeyenler kaçınılmaz olarak bu
güce yanaşmışlardır. Emperyalizmin
"yeni dünya düzeni"yle birlikte,
adeta emperyalizmin desteğini
almayan hiçbir siyasi hareketin başarı
şansının kalmadığı, sonuç almak
isteyen herkesin emperyalizmle
uzlaşmak zorunda olduğu
söylenmeye, emperyalizmde barışçı,
demokratik yanlar keşfedilmeye
başlanmıştır. Emperyalizmin
dünyanın çeşitli bölgelerinde süren iç
savaşlar ya da uluslararası savaşlarda
hep "barıştırıcı" rolü oynaması, bu
ideolojik atmosfer içinde daha kolay
ve daha etkili olabilmiştir. Bu süreç
emperyalizmle uzlaşmaların
yaygınlaştığı bir dönem olmuştur.
Çeşitli ülkeler ve örgütler bazında
adeta kadr-i mutlak emperyalizm
değerlendirmeleri yapıldı. Bu
değerlendirmeyi yapanlar elbette
uzlaşmaktan, barışmaktan başka çare
bulamıyorlardı. Ancak bu süreç de bir
yanıyla sonuna gelmiştir. Barış
politikalarının halklar için
çözümsüzlük olduğu artık somut,
pratik örnekleriyle görülmeye
başlamıştır. ABD'nin yeni dünya
düzeni politikalarıyla birlikte yenisömürgelerdeki uzlaşan örgütler
bekledikleri barış yerine kontrgerilla
katliamlarını görmüş, emperyalizme
taviz üstüne taviz vermek zorunda
kalmışlardır. Yaşanan bu süreç
sonunda bazı örgütler yeniden
mücadelenin zorunluluğunu
kavrarken, "banş"ta ısrar edenlerin
halkla bağlan kopmuş, sonuçta da
halktan uzak, emperyalizme
yedeklenmiş bir halde, geçmiş
kimliklerinden kopup burjuva düzen
partileri, örgütleri haline gelmişlerdir.
Öte yandan aynı dönemde,
emperyalizme direnilebileceği
kanıtlanmıştır. Yani emperyalizm yine de
istediği tam başarıyı elde edememiştir.
Küba, K. Kore, Vietnam gibi sosyalist
ülkeler Yeni Dünya Düzeni
politikalarından kısmi olarak etkilenip
emperyalizmin saldırılan karşısında
bazı geri adımlar atsalar da sosyalist
kimliklerini korumuşlardır.
Emperyalizm bu ülkeleri teslim
alamamıştır. Libya, Suriye, Irak gibi
ülkeler ortaya çıkan tablodan dolayı
çeşitli bocalamalar yaşasalar da bir
bütün olarak emperyalizmin topyekün
saldırılarına ayak diremeyi
başarabilmişlerdir. Tutarsız ve ilkesiz
politikalanna rağmen emperyalist
uygulamaların destekçisi
olmamışlardır.
Peru'da MRTA ve Aydınlık Yol,
Kolombiya'da FARC, İspanya'da ETA
gibi örgütler, çeşitli ülkelerde ulusal,
sosyal, dinsel silahlı savaşı yürüten
çeşitli örgütler ve ülkemizde silahlı
savaşı sürdüren devrimci, yurtsever
örgütler, emperyalizmin "silah bırak"
çağrısına uymamış, bazıları kimi
süreçlerde yalpalasalar da, halklann
direnen yanı olarak Yeni Dünya
Düzeni'nde gedikler açmışlardır.
Kuşkusuz bu süreçte emperyalizmin
işini en fazla kolaylaştıran, onun
propagandasının etkisini artıran temel
etkenlerden biri, sol adına, yurtseverlik
adına, emperyalizmin bu rolünün
onaylanmasıdır. İdeolojik olarak
emperyalizmin niteliğinin belirsiz hale
getirilmesi, pratik olarak da bir
tavırsızlık içine çekilinmesidir.
Ülkemizde de bu süreç böyle
gelişmiştir. Bu sürecin ülkemizdeki en
açık yansıması Körfez savaşı dönemidir.
Sol ve Kürt ulusalcı hareket, bu süreçte
emperyalist
saldırganlık karşısında hemen
bütünüyle tavırsız kalmıştır. Anti-
emperyalizm, Türkiye
Devriminin İki Omurgasından
Biridir Tabii bu noktada meselenin
esası, bir saldırganlık karşısında
tavırsız kalıp kalmama meselesi
değildir. Anti-emperyalizm, Türkiye
devriminin iki omurgasından biridir.
Sol anti-emperyalizmden vazgeçerek
omurgasının önemli bir bölümünü
kaybetmiştir. Böyle olduğu içindir ki,
omurgasız, emperyalizmin ve
oligarşinin dayatmalarına göre bir o
yana bir bu yana eğilip bükülen sol
siyasetler çıkmıştır ortaya. Böyle
olduğu içindir ki, gerilla savaşı veren
bir güç, emperyalizme karşı tavırdan
uzak durmakta, bu savaşın içinde bir
kez olsun hiçbir emperyalist hedefe
yönelmemekte, dahası, uğrunda
savaştığı Kürt sorununun çözümü için
İsviçre'nin, Almanya'nın modellerini
örnek gösterebilir, bunların
uygulanmasını isteyebilir hale
gelmektedir. Böyle olduğu içindir ki,
sosyalizmden sözeden legal partiler,
tek bir anti-emperyalist eylemin
örgütleyicisi, hatta bırakın eylemi,
emperyalizme karşı tek bir sloganın
sahibi olmamışlardır. Gerçekte açık
olan şudur ki, emperyalizmle bu
bütünleşme ya da en azından
tavırsızlık, yurtseverlik, sosyalistlik,
devrimcilik söylemlerini tartışılır
hale getirmektedir. Çünkü günümüz
dünyasında emperyalizme karşı
olunmadan devrimci, sosyalist,
yurtsever olunamaz. Emperyalizme
karşı değilseniz, devrimi kime karşı
savunuyorsunuz? Emperyalizme karşı
değilseniz, sizin sosyalizminiz neye
alternatiftir? Emperyalizme karşı
değilseniz, siz nasıl yurtseversiniz,
yurdunuz emperyalizmin işgali
altındayken, emperyalizme karşı
çıkmadan yurtsever olunabilir mi?
Emperyalizm, bu ülke siyaseti
açısından ne "dış" bir faktör
durumundadır, ne de Türkiye
oligarşisine "demokratikleşme" baskısı
yapan bir güç. Emperyalizm
içselleşmiştir. Önce herkes bunu
görüp saptamak zorundadır.
MGK'nın, TÜSİAD'ın tüm
politikalarında emperyalizmin
çıkarları ve dolayısıyla damgası vardır.
Şu ya da bu konuda geçici
çelişkilerinin olması bunu
değiştirmez.
Osmanlı Avrupalı emperyalistlere
borcunu ödeyemez hale geldiğinde
mali bir kurum oluşturulmuştur. Adı
Düyunu Umumiye'dir. Devletin pek
çok geliri bu kurulun hizmetine
verilmişti ve bu kurul devlet
gelirlerine doğrudan el koyuyordu.
IMF'nin Düyunu Umumiye'den ne
farkı vardır? O da geliyor Türkiye
devleti adına bütçeyi yapıyor, hangi
gelirlerin emperyalizme olan borçlar
için ayrılacağını, ne kadarının işçiye,
memura maaş olarak ayrılacağını
saptıyor... Osmanlı'nın ordusu,
görünürdeki şaşaalı paşalarının
arkasında gerçekte hep Batının
generalleri tarafından organize
edilmiş, yönetilmiştir. Aynen bugün
TSK'nın Pentagon tarafından
donatılıp yönetilmesi gibi...
Osmanlı'nın yan-sömürgeleşmesinin
artık iyice pekiştiği dönemde
Sadrazamından mabencisine kadar
Saraydaki tüm görevliler, ya Galata
bankerlerinden, ya Alman ya da
Fransız elçilerinden doğrudan para
alan, onların çıkarlarını savunur hale
gelen "devlet adamları"
durumundadırlar. Bakın bugünkü
düzen partilerine; hepsi başta ABD
olmak üzere çeşitli emperyalist
ülkelerle özel ilişkiler içindedirler;
ekonominin kilit mevkilerindekilerin,
ordunun üst kademesinin,
politikacıların tekelci burjuvazinin
çeşitli kesimleriyle, uluslararası
emperyalist tekellerle doğrudan ya da
dolaylı ilişkileri vardır, çoğu kez bu
ilişkiler son derece alenileşmektedir.
Bu kesimlerin görevleri büyük
ihalelerde çıkarlarını savundukları
emperyalist ülkenin ya da tekelin
taleplerinin karşılanmasıdır.
Emperyalizm 28 Şubat tarihli
MGK toplantısından sonraki
gelişmeler içinde de çok açık
görüldüğü gibi, artık günlük siyasete
de müdahale eder konumdadır.
Türkiye solu bu koşullarda, kim
halk iktidarını hedefliyorsa, kim
sosyalizmi hedefliyorsa, bunun
emperyalizme karşı savaşmadan
mümkün olamayacağını görmek,
gördüğünün tüm sonuçlarını
mücadele pratiğine taşımak
zorundadır. Baştan bu yana çeşitli
süreçlere ilişkin ortaya koyduğumuz
tüm bu tablonun ötesinde tüm
devrimci, yurtsever siyasi hareketler,
tüm demokrat çevreler kendilerine
örneğin şu soruyu sormalıdır: Son on
yıl içinde biz hangi anti-emperyalist
eylemi yaptık? Bu soruya hemen tüm
siyasetlerin vereceği tek bir cevap
vardır: HİÇ! Bırakın emperyalizme
ciddi darbeler vurmayı, çoğunun bu
yıllar boyunca emperyalizme karşı
örneğin bir gösterisi, bir bildiri
dağıtma faaliyeti bile yoktur. '80'den
bu yana emperyalizme vuran her
eylemin altında tek bir imza vardır:
CEPHE! Bu yalnızca askeri eylemler
boyutuyla da değildir; Emperyalizmin
karşısına kitleleri çıkaran da yine
Cephe'dir.
Türkiye solu, işte bunu da görerek
hem emperyalizme karşı politik
konumunu ve tutumunu, hem de
pratiğini sorgulamak durumundadır.
Türkiye halklarının kurtuluşu
emperyalizmin onayı ve icazetiyle
sağlanamaz. Emperyalizmin
baskısıyla halkımıza özgürlük gelmez.
Türkiye halklarının anti-emperyalist
duygulan güçlüdür; ve artık günlük
siyasete kadar müdahale eden
emperyalist kuruluşlar, pek çok
kesimin gözünü açmış, emperyalizm
konusunda belli bir bilinç de
yaratmıştır. Türkiye solu halkın bu
noktadaki tepkilerini açığa çıkarıp
örgütleyebilmek için de emperyalizme
vurmak, emperyalizmi hedef olarak
göstermek zorundadır.
Türkiye halklarının kurtuluşu antiemperyalist, anti-oligarşik
devrimdedir. 70'li, '80'li yıllar
boyunca yaşanan altüst oluşlar bu
gerçeği değiştirmemiş, tersine
kanıtlamıştır.*
Okmeydanı Halkı
BİZ ZULÜM
HÜKÜMETİ
DEĞİL, HALKIN
İKTİDARINI
İSTİYORUZ
Her hükümet değişikliğinde arka arkaya yapılan
zamlardan sonra bir de enflasyonu düşüreceğiz,
halkı refaha kavuşturacağız diyen Refahyol'dan
sonra yeni kurulan ANASOL-D de ekonomik sıkıntının faturasını yine yoksul emekçi halka çıkarıyor.
Devletin uzun süredir gelenekselleştirdikleri zamlara yenisini eklemek için zemin hazırlayan ANASOLD hükümeti sermaye hükümeti olduğunu kanıtlamıştır. ANASOL-D hükümeti halkın hükümeti değil,
MGK'nın, IMF'nin hükümetidir.
Yapılan bu zamlar karşısında halk öfkesini, bir
sermaye hükümeti istemediğini dile getiriyor. Okmeydanı Halk Meclisi yapılan zamlarla halkı sömürerek yoksulluğa iten ANASOL-D hükemetini protesto etmek için 13 Ağustos günü Okmeydanı Anadolu Kahvesi önünde basın açıklaması yaptı.
"Halkız Haklıyız Kazanacağız", "Susma Sustukça
Yeni Zamlar Gelecek" sloganlarıyla biraraya gelindi.
"Zama Zulme ve Sömürüye Karşı Birleşelim" Okmeydanı Halk Meclisi imzalı ve "Okmeydanı Halkı"
pankartları açılarak basın açıklaması okundu. Okunan açıklamada; "Bu hükümet halkın hükümeti değildir. Bu zamlara karşı her inançtan emekçiler olarak kardeşliğimizi ve birliğimizi ortaya koyarak karşı
çıkacağız. Biz halkız birliğimizi güçlendirerek
emeğimizin karşılığını alacağız. Biz Bağımsız Demokratik Türkiye istiyoruz. Onurumuza, değerlerimize, ahlakımıza saldırmalarına izin vermeyeceğiz
ve çetelerin iktidarına karşı halk olarak direneceğiz." denilerek "Sömürüye Son Zamlara Hayır", "Biz
Halkın Anayasasını İstiyoruz", "Zamlara Karşı Dire-
neceğiz" dövizleriyle yürüyüşe geçildi. "Adalet istiyoruz", "Zamlara Hayır Sömürüye Son", "Susma
Sustukça Yeni Zamlar Gelecek" sloganlarıyla sokak
aralarında düzenli kortejler halinde yürüyen yaklaşık 400 kişiye halk balkonlardan, camlardan ıslıklar,
tencere sesleriyle destekledi. Sokak aralarında slogan sesleriyle daha da coşan kitle marşlarla yürüyüşlerine devam ettiler. Zama ve zulme karşı yapılan yürüyüşe katılımı arttırmak için çağrılar yapılarak zammı yapanlardan ancak halkın birliğiyle hesap sorulacağı vurgulandı. Atılan sloganlarla devlete karşı bütün kinlerini ortaya döken insanlar bir
saatlik yürüyüşten sonra "Halkız Haklıyız Kazanacağız" sloganıyla eylemin başladığı yere geri geldi.
Tekrar okunan açıklamada kontrgerilla devletinin
"huzur operasyonu" adı altında başlattığı terör estirme politikaları sonucunda Grup Yorum elemanları Özcan Şenver, İrşad Aydın ve Haklar ve Özgürlükler Platformu Sözcüsü Oya Gökbayrak'ın evleri
basılarak gözaltına alınmasını alkışlarla ve "Gözaltılar Bizi Yıldıramaz" sloganıyla protesto ettiler.*
“Basın Affı” Değil,
son Kızılay'da meydana gelen olayı ele alalım.
29 Temmuz'da polisin azgın saldırısına uğradılar, hastanelik edildiler, makinalan kırıldı. Bunun karşısında Ankara ve İstanbul'da birer
protesto yürüyüşü ve basın açıklaması yaptılar.
Hepsi o kadar. Onlar adına yine başkaları konuştu... Siyasi iktidarlar basın emekçilerinin
örgütsüz olmalarından dolayı ciddi bir güç olmadıklarını gördüğünden polisin her saldırısı
sonrası bir-iki göstermelik kınama demeciyle işi
geçiştiriyor. Bu kısır döngüyü kıracak olan basın
emekçileridir.
Burjuva medya patronlarının "basın özgürlükleri" çığlıkları yalandır. Onlar için basın özgürlüğü, hükümetten daha fazla kredi koparmaktır.
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti de "basın özgür
lüğü" konusunda samimi değildir. Eğer samimi
olsa ona göre pratik sergiler. Basın bayramını Dolmabahçe Sarayı'nda, gazete patronları ve kontrgerilla şefleriyle
değil, bayramın asıl sahipleri olan basın emekçileriyle
kutlar. Kaldı ki basın bayramı günü kutlama değil, müca
dele günü olmalıdır. Fakat basından sansür kalkmadığı
gibi her gün daha da katmerleşmektedir. Ayrıca basına
katkılarından dolayı Süleyman Demirel'e "ödül" verme
sinden TG, basın emekçilerini hangi yüzle temsil edebîlir? Etmeye hakkı yoktur.
'
Basın emekçileri olarak öncelikle bireysel ve tepkisel
çıkışları aşmalıyız. Ne istediğimizi ve buna nasıl ulaşacağımızı bir an önce netleştirmeliyiz. Hangi araçlar, örgütlenmeler bizi güçlü kılacaksa bunları oluşturmalıyız.
İktidarın lütfu olan, göstermelik basın affı değil, gerçek düşünce ve basın özgürlüğü istemeliyiz. Basın emekçileri olarak hükümetin tasarısına karşı çıkarak işe başlayabiliriz.
Ne diyor tasarı? "Basın Affı"... Kim kimi, niçin af ediyor? Gerçekte suçlu olan kimdir? Halka doğruları açıklamak, hak ve özgürlükleri için mücadeleye çağırmak ve faşizmin gerçek yüzünü teşhir etmek neden suç olmaktadır? Eğer ortada bir suçlu aranıyorsa bu suçlu, devletin
resmi düşüncesi dışında hiçbir düşünceye tahammül
göstermeyen, terörle bastırmaya çalışan iktidardır. Hem
demokratikleşme, insan hakları, hukuk devleti vb. bir sürü şeyden bahsedip, hem de basın emekçilerinin ülkede
yaşanan gerçekleri halka ulaştırmasına, halkı aydınlatmasına tahammül göstermeyen faşist iktidar gerçek suçludur. Düşünce ve basın özgürlüğüne yasak koyanlar
suçludur? Af dilemesi gereken onlardır. Basın emekçileri
olarak talebimiz "basın affı" değil, düşünce ve basın özgürlüğü üzerindeki her türlü yasağın kaldırılması olmadır.
ANASOL-D hükümetinin demokrasicilik oyununun
bir parçası olan "basın affı'na karşı yürütülecek teşhir
kampanyası içinde basın emekçileri olarak geniş ve kalıcı
ilişkiler geliştirmeliyiz.
Basın işkolunda kast haline gelmiş ve basın emekçilerinin mücadelesi önünde barikat işlevi gören Gazeteciler
Cemiyetleri, Basın Konseyi vb. kurumlara karşı da artık
sessiz kalınmamalıdır. Cemiyet, basın emekçilerinin sorunlarına ilgili görünse de aslında siyasi iktidara şirin görünme ve uzlaşma çabaları içindedir.
Basında bir avuç yöneticinin dışında tüm gazeteciler
ekonomik ve sosyal açıdan hiçbir kalıcı hakka sahip değildir, basında hızlı tekelleşme sendikalaşmayı da ortadan kaldırmaktadır. Tekelleşmenin diğer bir sonucu basında keyfi işten çıkarmalardır. Basın emekçileri olarak iş
güvenliğinden de yoksunuz.
Basın emekçilerinin önündeki temel görev basın işkolunda kölece çalışma koşullarını ortadan kaldıracak bir
mücadele geliştirmektir. Bunun için sürecin ihtiyacı olan
ve mücadelenin gelişimine hizmet edecek meşru örgütlenmeler oluşturmaktır.
Hiçbir basın emekçisi ANASOL-D hükümetinin "basın affı"ndan dolayı boş beklentilere girmemelidir. Aksine,
MGK, TÜSİAD ve emperyalizmin politikalarının uygulayıcısı olan bu hükümeti teşhire yönelmelidir. Her
gün daha da azgınlaşan kontrgerilla terörüne karşı basın
emekçileri olarak bizler de halk cephesinde örgütlü
yapılarla mücadeleyi yükseltmeliyiz.*
Düşünce ve Basın
Özgürlüğü İstemeliyiz
Hangi hükümet gelirse gelsin basın emekçileri açısından değişen birşey olmayacaktır. İşte ANASOL-D hükümeti de "basın affı" söylemlerini ortaya attığı günlerde
Kızılay meydanında basın emekçilerinin kafasında polis
copları parçalandı. Sonrasında ise bu azgın terörün "faturası" üç-dört polise çıkartılarak olay ört-bas edildi. Saldırının siyasi sorumluluğu bu hükümete aitti. Ama onlar,
işin sorumluluğunu Refahyol hükümeti tarafından atanan ve dinci olduğunu açıkladıkları Ankara Emniyet Müdürü'nün üzerine atarak kurtulmaya çalıştılar.
Şu günlerde ise "basın affı"nı gündeme soktular.
ANASOL-D hükümeti devletin iyice teşhir olan kontrgerilla yüzünü gizlemek ve halkın devlete yönelen öfkesini
frenlemek için değişik alanlarda "reform" paketleriyle
göstermelik adımlar atmaktadır. "Basın affı" yasa tasarısı
da bu amaca hizmet etmektedir. Dikkatle bakıldığında
hükümetin halkı oyalamak için bir dizi gündem ortaya
attığını görüyoruz. Sekiz yıllık eğitim, "ekonomik reform"
programı, "basın affı", "insan hakları alanında iyileştirme" vb. adımların hepsi MGK, TÜSİAD ve emperyalizmin
istemleridir. Özünde ise değişen hiçbir şey olmayacaktır.
"Basın Affı Yasa Tasarısı" TBMM Adalet Komisyonu
sonrası meclis genel kuruluna gelecek. Aynen yasallaştığı
takdirde, 12 Temmuz 1997 tarihine kadar ki dönemde sorumlu yazıişleri müdürlüğü sıfatından dolayı hakkında
soruşturma-dava açılmış ve ceza almış olan gazetecilerin
cezalan üç yıllığına ertelenen cezası da bu cezaya eklenecektir. Yani "ertelenen cezaların aynen çektirilmesi" hükmü getirilmektedir. Üç yıl süreyle basın emekçisine "elinkolun bağlı otur" denilmektedir. Faşizmin yasaları yürürlükte olduğu sürece değil üç yıl, üç ay içinde benzer bir
cezayla basın emekçisinin tutuklanması hiç de zor değildir. Çünkü anti-demokratik yasalar varlığını sürdürmektedir.
ANASOL-D hükümeti niye böyle bir manevraya gitmektedir? Başta uluslararası basın kuruluşlarını ve demokratik kamuoyunun baskısı gelmektedir. Türkiye, tutsak bulunan gazeteci sayısı itibariyle dünyada birinci sıradadır. Böylesi bir sonuç oligarşinin siyasal temsilcilerini uluslararası platformlarda zor durumda bıraktığı gibi
hükümetin alacağı ekonomik yardımlar da ambargo veya
kısıtlama nedeni olmaktadır. Hükümet şimdi bu hesabın
içindedir. Bu göstermelik düzenlemeyle hem teşhirden
bir ölçüde kurtulmak, hem de yıpranan imajını düzeltmeye çalışmaktadır. Fakat, faşizm varlığını sürdürdükçe
bu tür manevralar da hükümeti kurtaramayacaktır.
Türkiye'de tutsak basın emekçileri içinde sosyalist basın emekçileri ağırlıktadır. Ve egemen sınıflar cephesinde
devrimci basın "terör örgütleri"nin bir parçası olarak değerlendirilmektedir.
İster sosyalist, isterse burjuva medyada çalışan basın
emekçilerine yönelik saldırı, işkence ve katliamların
amacı ülkede yaşanan gerçeklerin halktan saklanmasıdır.
Kızılay meydanında basın emekçilerinin kafasına inen
coplar, basın özgürlüğüne inen coplardır. Onurlu, namuslu şekilde mesleğini sürdürmeye çalışan her basın
emekçisi karşısında kontgerilla devletinin terörünü bulmaktadır.
Bu gerçek basın emekçileri tarafından da bilindiği
halde bugüne kadar aşılması yönünde herhangi ciddi
adım atılmış değildir. Basın emekçileri kendilerine yönelen polis saldırılan karşısında ne yapıyorlar? Örneğin en
İRLANDA
Batı Belfast Kültür Festivali
Batı Belfast Festivali, siyasi ve
kültürel bir festival ola- rak
Cumhuriyetçilerin en güçlü olduğu
yerlerden
biri
olan
ve
son
seçimlerde
Gerry
Adams'ın
milletvekili seçildiği Batı Belfast'ta
yapılıyor. Festival 1974 yılında
"yargılanmadan cezaevine konma politikası"nı protesto etmek üzere yapılan
yürüyüşten sonra geleneksel hale geldi.
Bati Belfast Kültür Festivali, Cumhuriyetçi güçler tarafından Batı Belfast'ın kalkınması ve imajını yenilemesi
için hazırlanıyor. Bu festival aynı zamanda Troops Out Movevement (Askeri
Kuvvetler Dışarı Hareketi) -ki bu örgüt
İrlanda Cumhuriyeti hareketi ile en
yakın bağlara sahip olup, 1930'lu yıllardan bu yana bu tür delegasyonlar örgütlüyor- ve Sinn Fein tarafından Batı
Belfast'ın asıl yüzünün tanıtıldığı bir
etkinlik. Troops Out Movevement delegasyonu olarak gidilen festivalin 10. yılının kutlandığı etkinliklerde coşku ve
dayanışma hakimdi.
Festivalde Devrimci Halk Kurtuluş
Cephesi (DHKC)'ni temsilen bir heyette oradaydı.
oke ve Falls semtlerinde İstanbul'un
mahalleleri Gazi, Okmeydanı, Küçükarmutlu, Alibeyköy, Nurtepe... gecekondularındaki aynı özgürlük, aynı
adalet ve aynı bağımsızlık susuzluğuyla
karşılaşıyoruz." denilerek Susurluk kazası ile ortaya çıkan faşist-mafyacıkontrgerillacı devlet gerçeği ve işlenen
insan hakları ihlalleri verilerle anlatıldı.
Basın açıklamasında ayrıca "işte bu
zulme karşı savaşmaktayız. Biz İrlanda
halkı gibi sokaklarımızda, dağlarımızda
ve cezaevlerinde savaşıyoruz. H. Bloğunun 10 Cumhuriyetçi şehidi, 1984 ve
Etkinliklerden İzlenimler
Festival boyunca kalınacak ailenin
evine girildiğinde ilk dikkati çeken, ev
sakinlerinin hava karardığı için pencerelerin iç kısmında bulunan demir saçları kapatmalarıydı. Bunun nedeni ise
faşistlerin evlere ateş ediyor olmalarıymış. Sinn Fein'li aileler ateşe karşı böyle bir önlem alıyorlardı.
6 Ağustos Çarşamba
Kadın tutsaklarla ilgili yapılan toplantıya konuşmacı olarak IRA tutsaklarından Roısın Mac Alskey'nin annesi,
eski bir bayan tutsak ve tutsak yakınları
katıldı. 500 kişinin izlediği toplantıda
sistemi teşhir edici ve kendi başlarından geçen olayları anlatan konuşmalar
yapıldı. Konuşmalarda tutsak ve tutsak
yakınlarının dayanışma içerisinde olmaları gerekliliği de belirtildi.
DHKC'yi temsilen de bir konuşmanın yapıldığı toplantıda, ülkemizdeki
cezaevi koşullan, cezaevlerindeki direnişler, '84 ve '96 Ölüm Orucu direnişlerinden kesitler ve özgür tutsaklık geleneği üzerinde duruldu. Ölüm Orucu
savaşçısı DHKP-C şehidi Ayçe İdil Erkmen'in, dünyanın ilk kadın Ölüm Orucu direnişçisi olarak şehit düştüğü vurgulanarak, O'nun ölmeden önce, bilinci yerinde değilken "ben bir mitralyözüm" dediği belirtildi. Uzun alkışlarla
karşılanan konuşma "Anaların Öfkesi
Katilleri Boğacak" sloganı ile sona erdi.
7 Ağustos Perşembe
Bir radyo ve bir burjuva gazetesi
olan Irısh Nevvs'e DHKC'yi temsilen bir
basın açıklaması yapılıp, sorularına yanıt verildi.
Basın açıklamasında "Belfast sokaklarında ülkemizdeki havayı soluduk, İrlanda'da mücadele, Türkiye ve
Kürdistan'da olduğu gibi hergün büyüyor. İrlanda'nın Ballymurphy, Twinbro-
1996 yıllarında verdiğimiz şehitlerimize ve Ölüm Orucu direnişimize ilham
kaynağı olmuşlardır. Bobby Sands gibi
İrlandalı devrimciler emperyalizme
karşı tereddütsüz savaştıkları için tüm
dünyada tanınıyorlar denilip, Türkiye'deki Halk Meclisleri ve Halk Anayasası Taslağı üzerine düşünce ve gelişmeler belirtildi.
Basın açıklamasının sonunda ise,
mücadelede enternasyonalizmin ön
planda olduğu vurgulanarak, "Biz bunun için buradayız, bunun için yüreğimiz her zaman İrlanda halkını ve tüm
dünya halklarının yanındadır. Yaşasın
uluslararası dayanışma, yaşasın emperyalizme karşı savaş, yaşasın halkların mücadelesi, Tıocfaidh ar la (Irlandaca "gününüz gelecek") sözleriyle bitirildi.
Aynı gün 30 kişilik bir grupla Long
Kesh cezaevindeki İRA tutsağı John Tumelty ile görüşmek üzere ziyarete gidildi. Cezaevi kapısından girdikten ve
yaklaşık bir buçuk saat süren bir arama
ve beklemeden sonra, dışarısı görünmeyecek şekilde camları boyalı minübüsle tutsaklarla görüşülecek bloğa gidildi. Troops Out heyeti ile birlikte ziyarete gelen DHKC'yi temsil eden heyetimiz, IRA tutsağı John Tumelty ile
merhabalaştıktan sonra Türkiye'den
geldiğimizi söyleyince çok şaşırdı ve
çok sevindi. Ona kısaca Parti-Cephe'nin kimlerle ve ne için savaştığı anlatıldı. Türkiye'deki '96 Ölüm Orucu sürecinden ve sonrasındaki gelişmelerden sözedildi. Susurluk kazasını anlattığımızda "devletin gerçek yüzü bir trafik kazasıyla ortaya çıktı." sözüne John
çok güldü ve İrlanda'da aynı bağlantıların bulunduğunu söyledi. Dünya halkları tarafından verilen bağımsızlık ve
adalet mücadelelerinin, yönetenler ta-
rafından birbirlerinden ayrı tutulduğunu, böylece uluslararası dayanışmanın
engellenmeye çalışıldığını belirten
John, tüm bu mücadeleler birleştirilmeli dedi ve Parti-Cephe'nin kitap, gazete vb. yayınlarını okumak istediğini,
ayrıca Ölüm Orucu kasetini izlemek istediğini dile getirdi.
Yine aynı gün Booby Sands için düzenlenen ve yaklaşık 400 kişinin katıldığı bir ödül töreni yapıldı. Toplantı salonuna girdiğimizde bizi Bobby
Sands'ın babası, kızkardeşi, gecede konuşma yapan ve dört yıl IRA tutsağı
olarak cezaevinde
yatan bir bayan
tutsak ile Bobby
Sands
ödülünü
alan Sinn Fein çalışanıyla aynı masaya
oturttular.
Sinn Fein'in bando
takımının
marşları ve saygı
duruşuyla başlayan
toplantıda,
IRA sloganları eşliğinde 30 kişiye
Booby
Sands'ın
ödülleri dağıtıldı.
Toplantı sonrası (biz cezaevinden
ziyaretten dönerken gördüğümüz dört
metre uzunluğunda ve en üstte İngiliz
bayrağı olan) bir yığınağın yakıldığına
tanık
olduk.
Kalabalık,
ateşin
etrafında ateşe daha fazla koltuk vb.
eşya atarken koyu bir sohbet içindeydi.
8 Ağustos Cuma:
İrlanda'da İngiliz polisi tarafından
kullanılan plastik mermilerle ilgili bir
toplantıya katılındı. Plastik mermilerle
öldürülen bir Cumhuriyetçi eşi ve plastik mermilerle ilgili kampanya yapan
organizasyon çalışanları yaptıkları konuşmalarda, bugüne dek plastik mermilerden 17 insanın öldüğünü, bunlardan yedisinin çocuk olduğunu anlatarak ölenlerin hepsinin bel ve baş arasından isabet aldığını belirttiler. Toplantı, plastik mermilerin kullanılmaması konusunda herkesin birşeyler
yapması gerektiği düşüncesi üzerinde
durularak bitirildi.
Aynı gün gidilen IRA'lıların gecesinde,
Ölüm Orucu gönüllüleri sayıldı ve
konuşmalar yapıldı. Konuşmalarda
"Basklı ve Türkiyeli dostlarımız da bizimle birlikte" denilerek ETA, IRA ve
DHKC masalarında bulunan bayraklar
selamlandı. Milletvekili Gerry Adams
da yaptığı konuşmaya, Bobby Sands'ın
"bu mücadelede herkes kendi rolünü
oynamalı" sözleriyle başladı. Daha
sonra, kurtuluş mücadelesinin uzun
süreli olduğunu, Sinn Fein'in her geçen
gün büyüyen bir halk hareketi haline
geldiğini belirtti ve siyasi tutsakların
serbest bırakılmasını istedi. Ölüm Orucu şarkıları sırasında da üç bayrak açıldı. Ayrıca devamla IRA sloganları atılarak, IRA marşıyla birlikte saygı duruşuna geçildi. Şarkılardan birinde "Türkiye'de Ölüm Orucu şehidi Ayçe İdil Erkmen için söylüyoruz" denilerek, Ölüm
Orucu ile ilgili bir şarkı söylendi ve yoğun alkış aldı.
Toplantıda Gerry Adams ile görüşülüp kendisine Halk Anayasası Taslağı ve
insan haklan ihlalleri broşürü verilip,
taslak hakkındaki düşünceleri de istendi. Gece boyunca da Ölüm Orucu ile ilgili İngilizce Devrimci Sol dergileri satıldı.
10 Ağustos Pazar,
Festival Yürüyüşü:
10 bin kişilik bir kitlenin katıldığı
yürüyüşte açılan pankartların en
önünde "İrlanda halkına kendi kaderini
tayin hakkı", "İrlanda'ya İngiliz ordularının çekilmesiyle barış", "Bask özgürlük savaşçısı Meksika'da İspanya
gizli servisi tarafından katledildi.",
"Bask ülkesine özgürlük" ve üzerinde
iki adet Cephe amblemi olan İngilizce
"Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi"
pankartları vardı.
Yaklaşık 15 tane bando takımının
katıldığı yürüyüş sırasında İngiliz polis
karakolunun üzerine çıkılarak iki tane
IRA bayrağı asıldı. Kitlenin coşku ile alkışladığı bu eylemin ardından İngiliz
polislerinin karşısında da İngiltere
bayrağı yakıldı. Genelde hiçbir sloganın atılmadığı yürüyüşte, polislerle
karşılaşılan her yerde ise IRA diye slogan atıldı. Parlamentonun önüne gelindiğinde konuşmalarla devam eden
eylem süresince İngilizce Devrimci Sol
dergileri satıldı.
Yine aynı gün DHKC'yi temsilen bir
heyet Sinn Fein'in gazetesi ile görüşerek, THKP-C'den DHKP-C'ye tarihimiz,
Türkiye'nin sosyal-ulusal-etnik yapısı,
gerilla savaşımız, enternasyonal
eylemlerimiz, Türkiye'deki faşist
darbe ve katliamlar, empeyalizm
için Türkiye'nin önemi, idam cezaları, Türkiye ve Kürdistan'daki
haksız savaş, kayıplar, demokratik
mücadelemiz, TAYAD, TİYAD,
Grup Yorum, Halk Meclisleri,
Halk Anayasası vb. konular anlatıldı. Ayrıca kendilerine içerisinde
yayınlarımızın
bulunduğu
bir
dosya, Cephe bayrağı ve Susurluk'la ilgili afişler verildi.
ETA ULUSLARARASI İLİŞKİLER ÇALIŞANLARIYLA YAPILAN
GÖRÜŞME
Ülkede yapılan İnsan Hakları
İhlalleri, Anayasa kampanyası,
kayıp ve tutsak aileleri ve CIA'nın
terörist örgütler olarak ilan ettiği
rapor hakkında düşüncelerimizi
belirttiğimiz görüşmede, onlar da
kendi tutsaklarından, kendilerine
yapılan baskılardan ve ETA'nın bir
cezaevi müdürünü rehin alıp
tutsakların serbest bırakılmasını
istemesi üzerine ve süre vermesine
rağmen devlet tarafından bir
kampanya başlatılıp, insanları
sokağa çıkartıp öldürülmesin diye
bir eylem yaptırdığını fakat bunun
bir savaş olduğunu ve cezaevi
müdürünün
öldürüldüğünü
söylediler. Bu arada bir ETA
tutsağının elleri arkadan bağlı
olarak öldürüldüğü ve bu kişinin
legal alandaki bir lider olduğunu
öldürüldükten sonra da intihar
ettiği söylendiğini anlattılar. Ayrıca
her hafta pazartesi günü tutsaklarla
ilgili bir gösteri yapıldığını ve bu
toplantıda
tüm
tutsakların
resimlerinin insanlar tarafından
taşındığını söylediler.
Kendilerine
içinde
Halk
Anayasası Taslağı, İnsan Hakları
İhlalleri broşürü ve İngilizce Devrimci Sol bulunan bir dosya ile
İngilizce Ölüm Orucu kaseti
verildi.*
10 Ağustos günü İRA
davasından eşi 17 yıl, kendisi de beş yıl
hapis yatan Karen Quıınn'ın ailesini
ziyaret ettiğimizde kendilerine Ölüm
Orucu ile ilgili dosyayı verdik, Ölüm
Orucu kasetini birlikte izledik ve onunla bir
röportaj yaptık.
Kaç yıl cezaevinde yattınız ve neyle itham edildiniz?
Ben 10 yıl ceza aldım ve burada olan sisteme göre
insanlar aldıkları cezanın yarısını yatıyorlar. Cezaevinden çıktıktan sonra yeniden aynı suç işlenirse kalan yani bir önceki cezayı da ekliyorlar. Ben de 10 yıl
almama rağmen beş yıl Maghaberry hapishanesinde
yattım. Evimde İRA'nın cephaneliği bulunduğu için
tutuklandım ve yargılandım.
Cezaevinde kaldığınız süre içerisindeki yaşam
koşullarından bahseder misiniz?
Mart '92'de yeni bir cezaevi müdürü benim bulunduğum yere atandı ve aramaların yoğun olduğu
bir dönemdi. Hücrelerde silah sakladığımız gerekçesiyle aramalar sırasında cinsel tacizlerde bulunuldu.
Aramalar sırasında cezaevi müdürü de mazgallardan bakıyordu. Bu aramalara direnen ve karşı çıkan
tutsaklara saldırıldı ve saldırı sonucunda 20 kişi hastanelere götürüldü. Bu aramalarda hiçbir silah bulunmaması, cezaevi yönetimin tutsaklara açık bir
saldırı amacı taşıdığını ortaya çıkardı. Öyle ki, bu süreçte bazı arkadaşlarımız günde beş defa çıplak aramalardan geçirildi.
İngiltere hükümetinin keyfiliği konusundaki son
bir örnek vermek gerekirse, bir kişi asker öldürdüğü
gerekçesiyle 22 yıl hapishanede yatmıştı. Daha sonra
suçsuzluğu birkaç hafta önce ortaya çıktı.
Bu günlerde İngiltere'de bulunan İRA tutsaklarının transferi kampanyası hakkında ne düşünüyorsunuz, sizce bu olabilecek bir talep mi?
Tabii ki öncelikle onların serbest bırakılmasını isterdik. Fakat Yeni İşçi Partisi'nin yapacağını pek düşünmesekte biz yine de istiyoruz. Tutsakların transferi
konusunda kilise dahi müdahale edip tutsaklara
sahip çıktı, iki hafta önce tutsaklarla görüştüm ve
hiçbirisi bu hükümetten birşey beklemediklerini söylediler. Ve bu yüzden üzgün değillerdi. Tutsakların İngiltere'de tutulmaları ailelere yapılan psikolojik bir
baskıdır. Her görüşmede maddi ve manevi olarak
yıpranıyorlar. İngiliz hükümetinin bir takım hakları
vereceğine inanmıyorum. Tutsaklar bir hakka sahipse o da kendi mücadeleleri sonucu kazanılan bir
zaferdir.
Geçen yıl Türkiye'de 12 tutsağın şehit düştüğü
Ölüm Orucu eylemini Sinn Fein'in gazetesinden
okuduğunu belirten Karen bir tutsağın diğer bir tutsağa söyleyebileceği şeyin ise, "gücünü ve inancını
koru" olduğunu belirtiyor. *
MRTA gerillaları Japonya'nın Lima Konsolosluğu' nu basarak içeridekileri rehin aldığında ve
Fujimori'nin başlarında bulunduğu bir katil sürüsü
tarafından katledildiğinde hissettiklerimizi hatırlıyor musunuz?
Aradan çok uzun zaman geçmedi. 17 Aralık'tan 22 Nisan'a kadar süren, uzun bir direnişti
bu. Gerillalar tutsak yoldaşlarının serbest bırakılmalarını istiyorlardı. 14 MRTA gerillası bombalar
ve otomatik silahlarla şehit düştükten sonra Fujimori ile birlikte hemen konsolosluğun önünde
şampanya patlatarak kutlama yapmıştı katiller.
Bobby Sands'in İrlanda'da ölüm orucunda şehit düşmesini hatırlıyor musunuz?
Aradan çok zaman geçti. 1981'de bir yaz günü,
5 Mayıs'tı. 9 Nisan'da İrlanda halkının milletvekili
seçtiği Bobby Sands, ölüm orucunun 66. gününde
şehit düştü. Türkiye'de faşist cuntanın sekizinci
ayıydı. Bobby Sands ve yoldaşları İrlanda'nın ünlü Long Kesh Hapishanesi H Bloklarında kalıyorlardı.
1984 Ölüm Orucu'nu hatırlıyor musunuz?
Cunta sivilleşmiş, yerini Özal hükümetine bırakmıştı. Çokları hapishanelerde durumların düzeleceğini bekliyordu. Oysa baskı, terör, teslim alma politikaları alabildiğine hız kazanmıştı. "Yaprak kımıldamaz" denilen zamanda kahraman şehitlerimiz Metris Hapishanesi'nden dışarıya yeri
göğü sarstılar. Elden ele bayraklaştılar. Onlar yüzler, binler oldu. Cephe kortejlerinde onbinler oldu. '96 Ölüm Orucu'nda Devrim Kuşağının Kahramanları oldular.
Dünyanın apayrı üç yerinden örnekler bunlar.
Üçünde de hapishaneler var, üçünde de direnişler
var, üçünde de ölümüne teslim olmama, ölerek
teslim alma var.
Bobby Sands'i anlatıyorlar. İrlanda halkı onu
parlamentoya seçtiğinde, bunu kendi durumunu
kurtarmak için kullanmayı hiç düşünmemiş. Kilitlendiği hedeften hiç şaşmamış. O ünlü sözü,
"Bizim de günümüz gelecek" o günlerde söylenmiş bir sözdür.
Ölüm Orucu şehitlerimizi anlatıyoruz. Hepimiz tanık olduk, izledik, dinledik. Berdan "Bu büyük insanlık ailesinin önü çok açık" diyordu bilinci
kapanmak üzereyken. İdil "Ben bir mitralyözüm" diyordu.
Tupac Amaru Devrimci Hareketi "Halk Teslim
Olmayacak... Asla!" diyordu.
Geçen hafta Küba'daydık. Bu hafta Belfast'taydık. Yarattıklarımızı, uğruna savaştıklarımızı anlattık. Ölüm Oruçlarını, şehitlerimizi anlattık. Direnişlerimizi anlattık. Hiç yenilmediğimizi anlattık. Küba'da saygı, sevgi ve dostlukla karşılandık.
Belfast'ta da öyleydi. İdil için onlar da türküler
söyledi. İrlandalıların alkışları şehitlerimiz içindi.
Lima'daki Peru Konsolosluğu'nda gerçekleştirilen katliamdan sonra, MRTA Temsilcisiyle yapılan görüşmede Cephe diyordu ki: "Acınızı biliyor
ve paylaşıyoruz. Çünkü biz de bu acıları çok yaşadık. Yüzlerce insanımızı şehit verdik. Ama hepsinden de daha güçlü çıktık. Eminiz ki siz de bu katliamdan daha güçlü çıkacaksınız."
Neden?
Çünkü, Berdan'ın dediği gibi, biz bir aileyiz.
Hatalarıyla, sevaplarıyla, eksikleriyle, olumluluklarıyla bir büyük insanlık ailesinin üyeleriyiz.
Dünyanın neresinde halkının kurtuluşu için savaşanlar varsa, dünyanın neresinde halkı için ölümü göze alanlar varsa, dünyanın neresinde emperyalistlere, kendi ülkelerinin Koçlarına, Sabancılarına karşı savaşanlar varsa, onlarla aynı ailedeniz.
Ve biliyoruz ki, "Bu insanlık ailesinin önü çok
açık. Çok açık."*
Öykü Anı Şiir Deneme
DÜŞLER DENİZİNDE
Devrimci irade bir komutan şimdi.
Vücudun bütün hücrelerine komuta
ediyor. Bu bir irade savaşı. Devrimci irade deneyimli bir komutan, öyle çok savaşın galibi ki... Şimdi vücudun bütün
hücrelerine öğretiyor savaşı. "Diren" diyor, "teslim olma" diyor. Ve savaşan tüm
hücreler ölmemek için son ana kadar direniyor, savaşıyor, mevzilerini, vücudu
terk etmiyor...
Vücudunda dayanılmaz ağrılar ve
uyuşmalar hissediyor. Çok ağır bir yük
taşımış ve küfesini yeni indirmişçesine
yorgun ve halsiz. Ama "tatlı yorgunluk"
derler ya, onun gibi.
Gün gün büyüttüğü açlığın, gün gün
büyüttüğü öfkesine katarak bu savaşın
içinde yol alıyor. Gözünün ışığı daha da
sönüyor her geçen gün. Düşlere dalıyor,
o çok sevdiği, uğruna ölümlere yattığı
halkının içine karışıyor. "Bütün halka
açtılar bu savaşı. Önce bizi teslim almak
istiyorlar... Ama asla..." Yüreğinin kapılarım ardına kadar açıyor. Tüm halkını
dolduruyor yüreğine. Düşlerinde kucaklaşıyor halkıyla.
"Etrafınız sarıldı, teslim olun" diye
bağırıyor birileri. Kuşatmalarda şimdi.
"Teslim ol... Haydi sat beynini, sat yoldaşlarını" diyor bu ses. O tllililer çekiyor,
bayrak oluyor asılıyor pencereye... Ardarda patlıyor bombalar, kurşun yağmuru sağanaklaşıyor. Sımsıkı kavrıyor silahının kabzasını. Bir daha, bir daha basıyor
tetiğe,
tükeniyor
mermisi.
Göğsünden vuruluyor, yarası ağır. Kana
buluyor parmaklarını, duvara tarihi
yazıyor: "DHKC"
"Parmaklarını oynatıyor.
Haydi cevap ver yoldaş... Kapama
gözlerini cevap ver...
Duyuyor musun yoldaş?..."
Duymuyor ve görmüyor. Ölüm Orucu'nun 69. gününde. Artık görmüyor ve
duymuyor. Artık yalnızca yüreğiyle konuşuyor. Yüreğiyle duyuyor, yüreğiyle
görüyor. Gülümsüyor... Göz kapaklan
öyle ağır ki, uyumak istemiyor ama gözkapaklarının ağırlığını taşıyamıyor artık.
Halsizliğe, yorgunluğa daha fazla karşı
koyamıyor. Bir kadın çığlığı çalınıyor kulağına. "Bese..." diyor kadın. "Bese loooo..." Kınalı saçlarını yoluyor. İnsanlar
var her yerde. Kalabalık etrafı. Kadın kucağından tuttuğu resme daha sıkı sarılıyor. Elif ana bu. Elif Ana'nın çığlığı bu...
Galatasaray'da şimdi. Elif Anayla
omuz omuza. Düzgün'ü arıyor karanlıklarda.
Analar toplanmış Taksim'de, tabut
taşıyorlar omuzlarında. Sıkılı yumruklarıyla haykırıyorlar. Gözlerinde kin. Kurşunlaşıyor anaların bakışları... Saplanıyor bir bir. Bakamıyor düşman anaların
gözlerine.
Dövizler taşıyorlar... "öldürtme" yazıyor birinde. "Biz doğurduk. Size öldürtmeyeceğiz" yazılı bir diğerinde.
Dersim dağlarında bir gerilla şimdi.
Yollarda mayın, patlıyor art arda. Mevzi
mevzi çarpışıyor doruklarında dağların.
Mermiler ıslık çalıyor ölüme giderken.
Sımsıkı kavrıyor kleşi...
"Elimi sıkıyor açamıyorum
Yoldaş... Yoldaş beni duyuyor musun?
Uyuma ne olursun, haydi konuş benimle
Lütfen... Lüften duyuyorsan cevap
ver..."
Hiçbir soruya cevap vermiyor. Düşler denizinde yol alıyor. Elleri kurumuş
bir dal gibi incecik. Yüzü bembeyaz.
Orak-çekiçli bandı parlıyor alnında.
"Susma yoldaş cevap ver...
Hani söz vermiştin
Bana bomba yapmayı öğretecektin
ya yoldaş..."
Cevap vermiyor. Bayraklarda yıldız
oluyor. Taş taş, sopa sopa çatışıyor Gazi'de. Barikat oluyor. Ne bulursa, taş, sopa,
kalas yığıyor barikata. Siren sesleri sarıyor etrafı. Düşman tanklarıyla, toplarıyla
geliyor. Sabo'nun sesi duyuluyor
uzaktan; "Tankınızla, topunuzla gelin"... Bir ana haykırıyor Sabo gibi "Haydi gelin... Tankınızla topunuzla..."
Panzerler kanatıyor kondu yollarını.
Kalabalığa karışıyor. Başına bir darbe
iniyor aniden, sarsılıyor. Gözleri kararıyor, yere kapaklanıyor, midesi bulanıyor.
"Kusacak galiba, leğeni getirin
Haydi yoldaş toparla kendim..."
İşkenceciler coplarıyla saldırıyorlar,
yerlerde sürüklenerek bir arabaya tıkılıyor. Darbeler iniyor karnına, başına, sırtına.
"Vücudunda kasılmalar başladı
Galiba şehit düşüyor...
Yoldaşımız şehit düşüyor, açılın....
açılın..."
Şimdi her yer düğün yeri, görmelisin,
her yere bayraklar asıldı, zaferi kazandık. Düğününüz var yoldaş, aç gözlerini...
Gözlerini açtığında kapkaranlık bir
odada buluyor kendini. Gözleri görmüyor hala. Etrafında bir koşturmaca hissediyor. Burası işkencehane olmalı diye
geçiriyor aklından. Burası işkencehane,
işkenceciler, dört dönüyorlar etrafında.
Birazdan başlayacaklar işkenceye. Kolla-
rını tutuyorlar. Manyetoya bağlayacaklar... Bir bağırabilse. Bir haykırabilse.
Ama sesi çıkmıyor... Şu manyetoyu bir
söküp atabilse. Ama gücü yetmiyor, o
kadar güçsüz ki kolları. Sesler duyuyor
etrafında. Buyurgan bir ses, panik halinde "haydi bir daha dene, acele er" diyor
öbürüne. "Olmadı hadi" diyor tekrar. Bir
defa kasılıyor sadece. Garip, acı duymuyor. Gözlerini açıyor iyice ama göremiyor. Göz kapakları tonlarca ağırlıkta sanki... Uykulara dalıyor.
Slogan sesleri geliyor kulağına. Hapishanede şimdi. Burası Buca. Duvarlarından alevler tırmanan hapishane... Barikat patladı patlayacak. Oksijen kaynağıyla kesecekler kapıyı. Yusuf omzunu
vermiş barikata "dayan ha..." diyor.
Barikat patlıyor. Burası Ümraniye
şimdi. Çatışıyor yaralarına aldırmadan.
Kana boyanıyor malta. Mecit'in, Orhan'ın, Rıza'nın, Gültekin'in kanına... Slogan
sesleri çalınıyor kulağına.
Özgür Tutsaklar Teslim Alınamaz.
Sis bombalan atıyorlar şimdi... Sis
bombalan öyle çok ki, sayamıyor. Her
taraf sis. Hiç kimseyi göremiyor.
Şimdi Apolar geliyor gözünün önüne. Kızıl banılan alev alev yanıyor... Sis
bombası atmıyorlar artık. Sis dağılıyor.
Gözleri kamaşıyor, sesler duyuyor belli
belirsiz.
"Kendine geliyor. Kendine geliyor."
Kendine geliyor, gözlerini açıyor. Burası bir hastane olmalı. Kolunda serum
iğnesi. Yanı başındaki yoldaşları ona zaferi müjdeliyorlar. Artık maraton bitti...
Gözlerinden ılık ılık sevinç akıyor.
Şimdi "yaşamak"'zamanı. Ölümün
bileğini büktük. 12 şehitle çaldık yere
heybetini. Düşürdük düşmanın kalelerini.
Şimdi hesap sorma zamanı. Şimdi
yaşamak görevi. Bu bilinçle doğruluyor.
Bedeni dingin bir deniz şimdi. Ama coşkun fırtınalara hasret bir dingin deniz...
Köylü ürünün hakkını alsın, işçinin
emeği boşa gitmesin, yoldaşların kam
yerde kalmasın diye yaşamak gerek şimdi.
"Şimdi görev yaşamak" diyor. Yaşamak ve hesap sormak... İki doktorun konuşmalan duyuluyor.
"Ölümü böylesine hiçe sayanları
görmedim hiç.
Onurlarına ölümüne düşkünler.
Saygı duyuyorum... Hem de çok."
Düğün davulları çalıyor yoldaş...
Bayram yeri şimdi her yer.
Halkların balayım çekiyoruz yoldaş,
şehitlerin halayını. Haydi omuz ver!*
sopayla vurur ama mutlaka vurur.
(...) Rus neşeyle güldü. 'Böyle
kuvvetli ellerde sopa da iyi bir silahtır,
buna bir diyeceğim yok. Ama buna
rağmen beklemek gerekli Dorren,
şimdi ayaklanırsanız sizi yok ederler
ve halk eskisinden daha çok çeker.'
(...) Letonyalı bağırdı ve elini
kaldırdı.'... Mücadele. Mücadelesiz
gün geçmeyecek. Bizi boğanlarla barış
yok. Mücadele anlıyor musun? Ve sen,
'beklemekten' bahsediyorsun.'
1900-1905 yılları... Rusya
devriminin en belirleyici
dönemlerinden biri... Hareketli günler
yaşanmaktadır.
Binlerce işçinin dur durak
bilmeyen grevleri, köylü hareketleri,
öğrenci gençliğin mücadelesi ile
devrim gelip kapıya dayanmıştır.
Tarihin yasaları, birbirini bütünleyen
parçalar birleşmeden devrime geçit
vermemektedir. Ama devrim "erken"
de olsa bir kez başladığında ona "dur"
demek mümkün değildir.
Ezilen ve horlanan milyonlarca
emekçinin, 160 milliyetin kaderini
belirleyecek olan devrim hem içten,
hem dıştan kuşatılmış ve
engellenmeye çalışılmaktadır.
Devrimin kaderini çizecek olan bir
avuç Bolşevik öne atılır.
DEVRİM YILLARI işte onları anlatır.
Anlatılan devrim mücadelesi içindeki
"Partili insan'dır.
Parti sürece kurmaylık edecek
durumda değildir. Parti içinde yeralan
Menşeviklerin yarattığı ideolojik
kesmekeşlik, örgütsel karışıklık bir an
önce giderilmek zorundadır. Düşman
saldırılan sonucu dağılmış örgütsel
mekanizmaların yeniden inşa
edilmesi, güçlendirilmesi
gerekmektedir. Bunlar Lenin'in
Bolşevik kadrolar ve Parti için
belirlediği öncelikli görevlerdir.
İşçi yığınları sabırsız, öfke dolu ama
dağınıktır. Oysa son hamle için güç
toplamak ve örgütlenmek gerekmektedir.
Sürgündeki Bolşevik bir kadro illegal
koşullarda ülkeye gelir.
"(...) Issız bir şosede yürüyerek
ormandan geçiyorlardı. Dorren elini
uzattı ve kudretli yumruğuyla kendine bir
dal kırdı.
Size sormak istediğim birçok şey var
yoldaş Vasili, ama herşeyi söylememeniz
gerektiğini biliyorum. Lütfen yalnız bir
tek sorumu yanıtlayın. Daha uzun süre
sabretmemiz gerekecek mi?
Rus alnını ovuşturdu. 'Biz güçlü
olana kadar Çar'ı, toprak ağalarını ve
kapitalistleri aynı anda alaşağı etmek,
küçük bir iş değil ve bunu başarmak
zorundayız, yoksa eskisinin yerine bizi
bağlayan yeni bir zincir geçer. Başka
halklar bunu yaşadılar. O halde darbeyi
indirmeden önce güç toplamak
zorundayız.'
(...) Elinde tuttuğu dalı iki parçaya
ayırdı ve fırlattı attı. 'Hayır biz artık
sabredemeyiz, ayaklanacağız. Size
söylüyorum. Tüfeği yoksa insan
İDİL KÜLTÜR
MERKEZİNE POLİS
BASKINI
İdil Kültür Merkezi 11 Ağustos Pazartesi akşamı
saat 22.00 sıralarında Beşiktaş Emniyet
Müdürlüğü'ne bağlı Terörle Mücadele Ekipleri
tarafından basıldı.
"İdil Kültür Merkezi'nde yasak yayın var ihbarı
aldık" gerekçesiyle basan polisler, Kültür ve Sanatta
Tavır Dergisi'nin arşivinde bulunan bazı kitapları
incelendikten sonra "ihbar olursa yine geleceğiz"
diyerek kültür merkezinden ayrıldılar. Yapılan
baskından sonra İdil Kültür Merkezi bir açıklama
yaptı. Kültür Merkezi emekçileri yaptıkları
açıklamada, "Halktan yana sanat çalışmalarımız
devleti rahatsız ediyor. Bu rahatsızlıklarını her
fırsatta göstererek çalışmalarımızı engellemeye
çalışıyorlar. Polis, bu saldırılarıyla etkinliklerimizi
yalnızlaştırmayı hedefliyor. Halkla, etkinliklerimize
gelen izleyicilerimizle aramızdaki bağ, bu türden
provokasyonlarla kopacak kadar ince değildir. İdil
Kültür Merkezi, sinema-tiyatro gösterimleriyle,
konserleriyle, sergileriyle halktan yana sanat
yapmaya devam edecek." dediler.*
'Ya örgüt? Mücadeleyle kurulmaz
mı? Her adım için mücadele edilecek,
saat be saat polise karşı, çarlık
yasalarına karşı, efendilerin
iktidarına karşı mücadele ediyoruz.
Onlara mutluluklarına giden yolu
göstermek için işçilere ve köylülere
karşı bile mücadele etmemiz
gerekmiyor mu? Yüzyıllar süren esaret
hiç iz bırakmaz mı sanıyorsun? Bunu
aşmak, baronların malını, mülkünü
yakmaktan daha zor. Ve biz bu
mücadeleyi kazanmaya zorunluyuz,
çünkü zafer kazanmadan hiçbir
zaman özgür olamayacağız... Sabret
Dorren, hele ki şimdi, çünkü artık çok
sürmez.'
Ama Dorren inatla başını salladı,
'son saat en zor beklenen saat."
Önderlik ve kadrolar, kadrolar ve
örgüt, örgüt ve parti, parti ve halk.
Tüm bu iç içe geçmiş zincirin halkaları
düşmanı kuşatacak ve zafer Rusya
halklarının olacak. Güçlü ve kurnaz bir
düşmanın karşısında güçlü ve iradi ve
akıllıca şekillendirilmiş savaş taktikleri
içinde Lenin'in en çok önem verdiği
Parti örgütleri ye kadroların niteliğidir.
Çünkü, Lenin, bunlar olmadan
savaşın kazanılamayacağını
bilmektedir.
Lenin'in öğrencisi olan Bauman
ona yürekten bağlı.
En ağır koşullarda
düşman
kuşatması altında
devrimin önünde
barikat olan
Menşeviklerin
karşısında,
zindanlarda, polis
takibi altında, bir
işçi grevini
örgütlerken, her
yerde ve her zaman
Lenin'in yolundan
gitmenin güveniyle
dolu. Lenin'e ve
devrime duyduğu
inançla iradesi
sağlam ve güçlü.
Ülkesinin ve
halkının, Partinin
ve yoldaşlarının
karşısında duyduğu
sorumlulukla 24
saatini devrime
adamış bir devrim
emekçisi.
"... sözleri adamların yüreklerine
işliyordu. Çünkü bu sözler gücünü
onun derin inancından alıyordu.
Çünkü 'ihtiyar'la, 'Lenin'le çalışmış
olan gerçek bir 'Iskra’ yandaşı
söylediklerinin gerçek olduğunu bilir,
o da bunu biliyordu işte.
Bunu bilmek ona güç veriyor ve
her çelişkiyi susturuyordu. Böyle
konuşan birine inanılır. Ve yoldaşlar
ve arkadaşlar inanıyorlardı ona.
Bundan sevgi kadar nefret de
doğruyordu ama, Lenin kadar sevilen
ve nefret edilen başka bir kişi daha
yoktur. Elbette ki o kendini Lenin'le
karşılaştırmaya kalksa gülünç
olurdu, ancak Lenin'in görüşlerine,
onun açıkladığı gerçeklere, onun
öfkesine ve onun sevgisine o da
sahipti. Ve bu yüzden onun
çevresindekiler ilgisiz kalamıyorlardı.
Onu ya seviyorlar ya da nefret
ediyorlardı. Tıpkı Gustilev ve sekreter
gibi.
Onun yoluna engeller dikiyor, ne
yer, ne para, ne de ilişki
kullandırıyorlar kendisine. Ama
zararı yok. Utanç onların payına
düşüyordu ve adları gün gelecek kara
tahtaya yazılacaktı."
Onun kafası mücadeleyle,
görevleriyle dopdolu. Bu nedenle
yaşamında küçük sorunların ve
sıkıntıların yarattığı bir engel yok.
Dünyası devrim davasıyla büyümüş.
Zekası, bilinci, yetenekleri, kıvraklığı,
duyarlılığı, neşesi ile kimi zaman güçlü
bir ajitatör, kimi zaman her türlü
engeli kendi lehine çeviren profesyonel
bir yeraltı kadrosu, kimi zaman
"özgürlük tutkusu" ile, mücadelenin
sorunları ile dopdolu bir "özgür
tutsak", kimi zaman eylemleri
örgütleyip, yönlendiren bir kurmay.
Yazan, okuyan, tartışan, karşısındaki
insanın özelliklerini ve ihtiyaçlarını
kavrayan bir devrim emekçisi Bauman.
Ama ulaşılmaz bir kişilik de değil.
Tam aksine her zaman yan yana
olduğumuz, içimizden, bizden biri.
Devrimin şekillendirdiği yeni insan
tipi. Ve gücünü, enerjisini,
yeteneklerini kavgaya adayan,
yaşamını inanç, kararlılık, önderliğe ve
davaya duyduğu bağlılıkla
şekillendirmiş bir devrim emekçisi.
İşte, dünyayı sarsan ilk devrim,
Rusya halklarının özgürlüğe ve
sosyalizme kavuşması onun gibi
devrimcilerin omuzlarında kazanıldı.
Bir devrimin zorluklarını en iyi onun
için mücadele edenler anlatabilir. Aynı
zamanda bu zorlukların nasıl
aşılacağını, devrimci değerlerin
coşkusunu ve gücünü de yine en iyi
bunları yaşayanlar anlatabilir. Bu .
yüzden Rus devriminin önder
kadrolarından Bauman'dan ve onu,
onları anlatan DEVRİM YILLARI'ndan
öğrenecek çok şey var.*
Eminönü
Belediye
işçi- lerinin 101. gününde
kazanımla
sona
eren
direnişi,
Belediye Başkanı
Ahmet
Çetin-saya'nın
"Bayramda
çalışmadıkları" gerekçesiyle 265 işçiyi
işten atması sonucu 15 Mayıs'ta başladı.
3,5 ay boyunca
direndi Eminönü
işçisi.
Belediye
önünü bir direniş
alanına
çevirdi.
Tehditler, demagojiler kar etmedi. İşçilerin 101 günlük
direnişinin yanısıra, işçi ailelerinin
gerçekleştirdiği işgaller, çeşitli demokratik kurum ve
kuruluşların destek
eylemleri, DHKCİşçiler'in işçi düşmanlarına yönelik
gerçekleştirdikleri
devrimci şiddet, zaferi hazırladı.
13. maddeden, yani tazminatlı olarak
işten atılmalara karşı ilk direnişlerden biriydi. Buna rağmen, devrimci önderlik işçilerin birliğini sağlayabildi.
23 Mayıs'ta ANAP Eminönü İlçe binası
işçi eşleri tarafından işgal edildi.
29 Mayıs'ta işçi ailelerinden oluşan
150 kişilik bir grup Laleli CHP'ye
yürürken polis tarafından engellendiler.
Daha sonra direnişçi işçilerin yanına
dönen aileler buradan Eminönü CHP'ye
giderek işgal ettiler.
1 Haziran'da Haklar ve özgürlükler
Platformu, İstanbul İşçi Sendikaları Şube-
ler Platformu, İstanbul Kamu Çalışanları
Sendika Şubeler Platformu ve SİP'in yer
aldığı üç bin kişilik kitle Eminönü direnişçilerine destek ziyaretinde bulundu. Aynı
gün Almanya Özgür Halklar Komitesi'nden bir heyet direnişçileri ziyaret etti.
13 Haziran'da direnişçi işçiler ve işten
atılmayan 300 işçi Edirnekapı'da belediyeye ait araç garajını işgal ettiler.
20 Haziran'da ANAP Beyoğlu ve Gaziosmanpaşa ilçe binaları işçi aileleri tarafından işgal edildi.
Başvurulabilecek hemen her eylem biçimine başvurmuşlardı. Ama artık daha
büyük bedeller ödemeyi göze almaları gerekiyordu. 67 gün boyunca işgallerle, yürüyüşlerle, çeşitli protesto eylemleriyle
sürdürülen direniş, 20 Temmuz'da devrimci işçi hareketinin önderliğinde ölüm
Orucuna dönüştürüldü. Sendika şube
başkanının da içinde olduğu altı işçi ölüm
orucuna yattı.
25 Mayıs'ta işçi düşmanı Ahmet
Çetinsaya'yı uyarmak amacıyla
Edirnekapı'daki Eminönü İETT garajına
DHKC tarafından "İşçi Düşmanlarından
Hesap Soracağız" yazılı bir pankart asıldı,
ardından uyarı ateşi açıldı.
20 Temmuz'da DHKC-İşçiler Ölüm
Orucuna başlayan işçileri desteklemek
amacı ile işçilerin işten atılmalarını
sağlayan ve Temizlik Müteahhitliği yapan
Şeref Varan'ın İnşaat bürosunu basıp
içerdekileri etkisiz hale getirerek tahrip
ettiler.
27 Temmuz'da Eminönü Belediye
Başkanlığına ait Başkan Yardımcısının
kullandığı makam otomobili DHKCİşçiler tarafından yakılarak tahrip edildi.
29 Temmuz'da Maltepe-Zümrütevler'de
Eminönü Belediyesine ait bir servis aracı
DHKC-İşçiler tarafından tahrip edildi.*
19 Ağustos 1992 - Devrimci Sol gerillaları
infazlara misilleme olarak Tunceli'nin Hozat İlçesine bağlı Kumkaynak (Tanzi) köyü
karakolunu silahla taradılar. Gerillalar, eylem yerine Devrimci Sol bayrağı asarak kayıp vermeden geri çekildiler.
27 Temmuz sabaha karşı,
19 Ağustos 1994 - Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'nden
Çankırı Cezaevi'ne sürgün edilmek istenen tutsakların direnmesi üzerine, yüzlerce asker ve gardiyan tutsaklara saldırdı. Saldırıda 14 tutsak ağır yaralandı.
yüzlerce
polis
direnişe
saldırarak içlerinde altı ölüm orucu 21 Ağustos 1993 - Konya ÖZdirenişçisinin de bulunduğu 100 kişiyi GÜR-DER açıldı.
gözaltına aldı. Direniş kınlamadı. Gözaltına alınanlar bırakıldıktan sonra ölüm 22 Ağustos 1994 - Dersim'de
orucuna SİP İstanbul U Başkanlığı'nda de- uygulanan ambargoya karşı
vam ettiler.
Ovacık esnafı kepenk kapattı.
Haklar ve
Özgürlükler Platfor- 22 Ağustos 1970 - Yapı İşçileri
mu
14 Sendikası Genel Başkanı NecAğustos'ta mettin Giritlioğlu, ÇavuşoğluGenel-Iş'te Kozanoğlu firması işçilerinin
açlık grevi- 22 Ağustos'ta başlattığı grevin
ne başladı. ilk günü katledildi.
18 Ağustos'ta Tüm DÜNYADAN KISA... KISA...
Mal i ye 23 Ağustos 1927 - Nicola SacSen'den
co ve Bartolomeo Vanzetti adlı
De vr i m ci
işçi önderleri ABD'de idam
Mücadeleedüdi.
de Maliye
Emekçileri
iki günlük 21 Ağustos 1964 - 1924'ten beri
destek aç- İtalyan Komünist Partisi Genel
Sekreterliği'ni
yürüten,
lık grevi yaptı.
Gecekondulular, DEV-GENÇ'liler dire- Komünist Enternasyonal'de
çeşitli
nişin yarandaydılar. 74 gün boyunca belegörevler
diye önünü neredeyse sürekli bir miting
üstlealanına çeviren destek güçleri, ölüm orunen,
cundaki işçileri de yalnız bırakmadılar.
Hitler
işçi düşmanı belediye başkam, polisi,
faşizmigrev kırıcıları kullanarak tüm yollan denene karşı
miş, ama direnişi bitirememişti. İşçiler
anti-faölüm sınırındaydı. İşçi düşmandan geri
şist müadım atacaktı. Başka yolu yoktu. Görüşcadelemeler başladı. Direniş atılan işçilerden
de teo80'ninin geri alınması, diğerlerine ek tazminat verilmesinin kabul ettirilmesiyle bi- rik-pratik katkılarda bulunan
Palmiro Togliatti öldü.*
tirildi. •
Açlığa,
sefalete,
zulme
karşı onur
mücadelesi veren Eminönü Belediye işçileri 67 gündür
direniyor, DİRENECEK...
Bu direniş onurumuz, özgürlüğümüz, kurtuluşumuz
içindir.
(...) Sınıf mücadelesinde bedelsiz kazanımların
olmayacağını bilen bizler kazanmak için bedenlerimizi
de sunuyoruz. Her zaman bedel ödemeye hazır
olduğumuzu söyledik. İşçileri açlığa sefalete itenler...,
hak alma-arama mücadelelerini zora dayalı bastırmaya
çalışanlar, işveren yardakçıları, mücadele kaçlardan biz
bu mücadeleye bedenlerimizi sunarken sizler, emekçiler
karşısında bir kere daha kaybedeceksiniz...
67 günlük direnişte sesimize kulaklarını tıkayanlara,
ülkemiz gerçekliğinde üç maymunları oynayanlara
sözümüz var. Hücre hücre eriyen bedenlerimizde her
gün kendilerini sorgulamalıdırlar. Eminönü işçileri başı
dik, alnı açık olarak işlerine dönme mücadelesi
veriyorlar ve kazanacaklar.
Bu savaşı da biz KAZANACAĞIZ. Çünkü haklıyız,
haklılığımızdan aldığımız güçle haykırıyoruz.
İŞÇİYİZ HAKLIYIZ KAZANACAĞIZ!
Genel İş İstanbul 7 No'lu Şube Başkanı Erol EKİCİ
ŞEYTAN ÜÇGENİNE KARŞI KAZANDIK
101 gün süren direnişimiz 23 Ağustos günü belediye ile
anlaşma yapılarak bitirilmiştir...
Eminönü direnişinde kazanan Türkiye işçi sınıfıdır. Yapılan birçok direniş sonuçsuz kalmıştır. Boyun eğilmiştir (Kazanılan hariç). 101 günün sonunda işe dönme sağlanmıştır.
Hiç kimseyi geri almayacağım diyen Çetinsaya'ya rağmen,
"Bu direniş gereksizdir. Tazminatlarınız verilmiş, boşuna buradasınız" diyen sendikacılara rağmen kazanılmıştır.
Bu direniş, eksik, hata ve zaaflarımıza rağmen kazanılmıştır.
(...) Bu direniş mücadele edildiğinde kazanılacağının
göstergesidir. Bu direniş gelecek direnişlere, grevlere yol gösterici, destek ve dayanışmanın ve sahiplenmenin gerekliliğini
de içinde taşıyan, ders çıkarılmasını sağlayan bir direniş
olmuştur.
Bu direniş, başladığı yerde bitirmek isteyen san sendikacılık aşılarak kazanılmıştır.
(...) Bu burada bitmedi. Bugün bu şartlarla direnişi sonuçlandırdık, ancak direniş ve mücadele sürecek. Saygılarımızla.
"ÖLMEK VAR DÖNMEK YOK" dedik gereğini yerine getirdik.
EMİNÖNÜ DİRENİŞ KOMİTESİ
Download