Terör ve Şiddetin Kökeni Teopolitik Değil Jeopolitik!

advertisement
sunuş
Prof. Dr. Birol AKGÜN
SDE Başkanı
Terör ve Şiddetin Kökeni Teopolitik Değil Jeopolitik!
Tüm dünya bir kez daha anlaşılması da çözümü de
zor devasa bir sorunla karşı karşıya. Kendisini Irak
Şam İslam Devleti (IŞİD) olarak tanıtan amorf siyasi
yapı, bir anda Suriye ve Irak’ın Sünni kesimlerinin
yaşadığı alanlarda fiili bir teritoryal hakimiyet kurdu
ve başkanını Halife ilan ederek Müslümanlara biat
çağrısında bulundu. Sözde Emirul Müminin adına
had cezaları uygulamaya, gayri Müslimlerden kelle
vergisi (cizye) toplamaya başladı. En çok da kendisini ele geçirdiği yabancıların infaz görüntülerini
sosyal medya üzerinden yayınlayarak tanıttı. Öldürenin İngiliz vatandaşı, öldürülenin ise Amerikan
vatandaşı olmasına pek dikkat edilmedi. Herkes
IŞİD’in davranışlarının arkasında yatan dini ve ideolojik arka plana, yani işin teopolitiğine odaklandı.
Oysa IŞİD, ta başından beri jeopolitik bir konudur ve örgütün davranışlarının kime hizmet ettiği maalesef pek tartışılmıyor. Kimse şu soruların
cevabını merak etmiyor: Orta Doğu’da ortaya çıkan her ciddi örgütün mutlaka temel ajandasının
başında İsrail ve Filistin konuları yer alırken, bu
yeni yapılanma neden Gazze savaşında dahi tavır
alamadı? Musul’un işgali sonrasında örgütün güneye yönelip Bağdat’a gitmesi gerekirken, neden
aniden Kuzeye yönelip Kürt bölgesine saldırmıştır? IŞİD, Suriye’de neden Esad rejimine karşı değil
de, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve Kuzeydeki PYD
kontrolündeki alanlara saldırmaktadır? Amaç yalnızca petrol kaynaklarının kontrolü müdür yoksa
bölgedeki tüm aktörleri ABD yardımına muhtaç
etmek midir?
Arap Baharı sürecinde Suriye’deki iç çatışmalarda
200 bin kişinin hayatını kaybetmesine rağmen kılı-
nı kıpırdatmayan NATO, ABD, Rusya, Çin ve elbette İran, bir anda barbarlığa karşı uygarlığı kurtarmak adına harekete geçtiler ve IŞİD’e karşı ortak
askeri cephe oluşturdular. Diktatör Esad’ın bazen
kimyasal silahları, bazen varil bombalarını ve bazen de açlık yöntemlerini kullanarak yaptığı vahşi
katliamlar yeterince barbarca değil miydi acaba?
Türkiye yıllardır tüm dünyaya Suriye’deki insanlık
dramını anlatmak için çok uğraşmasına rağmen
yaptığı her çağrı Batılı ülkelerinin sağır kulaklarına
takıldı. Gerçeği görmek ve duymak istemediler.
Şimdi Türkiye’nin de anti-IŞİD koalisyonuna kayıtsız şartsız katılması için akla hayale gelmedik baskı
yöntemleri kullanıyorlar.
Evet bugün en başta ABD başkanı Obama olmak
üzere tüm dünya liderleri ciddi bir samimiyet sınavından geçiyor. IŞİD gibi örgütlerle tüm dünya
elbette birlikte mücadele etmelidir. Ama onun kadar önemli olan bir şey ise, ortak koalisyonun aynı
zamanda Esad rejiminin zulmüne son vermek için
de harekete geçmesidir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, BM’de yaptığı tarihi
konuşmasında dile getirdiği “Dünya beşten büyüktür” mesajı, bu bağlamda küresel sistemdeki sessiz çoğunluğun vicdanının hissiyatına tercüman
olmuştur. Zira El Kaide, IŞİD, El Şebap ve Boko
Haram gibi örgütler bir sebep değil, sonuçtur.
Önemli olan Müslüman coğrafyasında bu patolojik yapıları ortaya çıkaran sosyo-ekonomik ve politik
şartları düzeltmek için samimice çaba harcamaktır.
İnsanlığın kalıcı barışı ancak daha adil bir dünya
kurulduğu zaman mümkündür.
Saygılarımla.
icindekiler
STRATEJIK DUSUNCE • Sayı: 59 • Ekim 2014
Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı
İktisadi İşletmesi Adına Sahibi
Dr. Nurol Canbolat
Genel Yayın Yönetmeni
Prof. Dr. Birol Akgün
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Yasin Aktay
Doç. Dr. Mehmet Şahin
Dr. Murat Yılmaz
Dr. Cemil Ertem
Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca
Orhan Miroğlu
Aydın Bolat
Alper Tan
Prof. Dr. Muhsin Kar
Prof. Dr. Murat Çemrek
Doç. Dr. Yusuf Tekin
Doç. Dr. Bekir Berat Özipek
Bülent Orakoğlu
Dr. M. Levent Yılmaz
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Sacit Adalı
Prof. Dr. Mustafa Aydın
Prof. Dr. Şaban H. Çalış
Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu
Prof. Dr. Haluk Alkan
Prof. Dr. Talip Özdeş
Prof. Dr. Ali Şafak
Prof. Dr. Mehmet Şişman
Prof. Dr. Osman Can
Doç. Dr. Yaşar Akgün
Doç. Dr. Caner Arabacı
Dr. Zafer Aydın Ecemiş
Mehmet Akif Ak
Bayram Girayhan
Veli Şirin
Sinan Tavukcu
Yazı İşleri Müdürü
Mehmed Cahid Karakaya
Yayın Asistanları
Adem Karaağaç
İbrahim Kaya
Reklam Sorumlusu
Gamze Kılıç
Yönetim Yeri
Stratejik Düşünce Enstitüsü
Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mah.
4. Cad. 1330 Sokak No: 12
Çankaya / Ankara
Tel: 0 312 473 80 45
Faks: 0 312 473 80 46
Tasarım-Baskı
Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti.
Anadolu Bulvarı Meka Plaza No: 5/15
Gimat Yenimahalle - Ankara
Tel: 0 312 397 16 17
Faks: 0 312 397 03 07
www.basakmatbaa.com
Fotoğraflar
AA, İHA, ShutterStock
Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce
Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat
Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek
kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden
izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve
yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan
SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik
Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve
değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini
yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü
temsil etmemektedir.
94
6
IŞİD ve Yeni Türkiye’nin Politik
Paradigması
Prof. Dr. Yasin Aktay
11
ABD Öncülüğünde
Anti-IŞİD Koalisyonu
Doç. Dr. Mehmet Şahin
14
“11 Eylül” Sendromu
Gündem IŞİD
Aydın Bolat
19
IŞİD Küresel Güçlerin Sopası mı?
24
IŞİD Karışıklığı
29
Batı Kendi Elleriyle Kendi Sonunu
Hazırlıyor!
Bülent Orakoğlu
Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca
Alper Tan
32
Nobel Barış Ödüllü Obama
Nasıl Savaşçı Yapıldı?
Prof. Dr. Birol Akgün
36
NATO’nun Arayışları ve Türk Dış Politikası
Öner Buçukcu
40
Rusya ile Batı Arasında
44
Filistin’de Gazze Savaşı:
Kazananlar ve Kaybedenler
Zeynep Songülen İnanç
Doç. Dr. Cevher Şulul
48
Gazzeli Misafirler
51
Türkiye ve Şanghay İşbirliği Örgütü
56
23 Haziran 1919 Tarihli
Osmanlı Muhtırası
Orhan Miroğlu
Doç. Dr. Erkin Ekrem
Sinan Tavukcu
61
İran’da Rehber Değişir mi?
64
Arap Ülkelerinin Türkiye’ye Bakışı
Hayati Ünlü
Dr. El-Sadık El-Fakih Röportajı
70
Ahmet Davutoğlu Hükümeti ve
Hükümet Programı
Dr. Murat Yılmaz
75
Yeni Türkiye’nin Kodları
78
Yeni Dönemde Yürütme Yapısında Değişim
81
Yeni Türkiye
84
CHP: Yeni Paradigma İhtiyacı
88
Militer Kolluktan Demokratik Güvenliğe
Jandarma Teşkilatı
Sığınmacı Sorununun Ekonomi-Politiği:
Tarihsel Güncel Bir Yaklaşım
Dr. Cemil Ertem
98
Yeni Bir Ekonomik Model Gerekli mi?
Dr. M. Levent Yılmaz
Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş
Prof. Dr. Haluk Alkan
Prof. Dr. Murat Çemrek
Doç. Dr. Vahap Coşkun
Yasin Turna
102
107
Dinin Siyasal İdeolojilere Teolojik Temel Oluşturması - II
108
Dünden Bugüne
Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi (ATCOSS)
Prof. Dr. Talip Özdeş
Türkiye - Somali İlişkileri Konferansı
SDE Haber
SDE Haber
110
Bir Meslek Olarak Akademisyenlik Sempozyumu ve
Sertifika Töreni
SDE Haber
111
SDE Akademi Başvuruları Başladı
112
SDE 2014 Yaz Stajları Tamamlandı
SDE Haber
SDE Haber
DIŞ POLİTİKA
IŞİD ve
YENİ TÜRKİYE’NİN
POLİTİK PARADİGMASI
Prof. Dr. Yasin AKTAY
SDE Onursal Başkanı
Ö
ncelikle kabul etmeliyiz ki, IŞİD
adıyla ortaya çıkan hadise basit
birkaç nefret cümlesiyle karşılık
verilebilecek veya ‘gerçek, ılımlı, hakiki’
sıfatlı İslamlara müracaat edilerek çözümlenebilecek bir hadise değil. Olay
sanıldığından çok daha karmaşıktır.
Kuşkusuz ideolojik çerçevesi İslam
dünyasında tarihte her zaman çıkabilecek bir aşırılıktan besleniyor. Hz. Peygamber zamanında bile İslam’ın bizzat
Allah Resulü tarafından sergilenen mükemmel örnekliğinden tatmin olamayıp
daha fazlasını yapmanın daha doğru
olduğunu zannedenler olurdu. Bir Ramazan günü gerçekleşen Bedir Savaşı
şartlarında Peygamber orucunu açıp
ashaba da açmayı tavsiye ettiğinde,
takva adına buna direnenlerin olduğu
rivayet edilir. Yine ashab arasında bütün günlerini oruçla geçirmenin, kadınlara yaklaşmamanın daha takvalı bir
davranış olduğunu sananlar olmuştu
da Allah Resulü’nün meşhur uyarısına,
insan fıtratına, bedenin arzularına da
saygı duymayı vaazeden uyarısına muhatap olmuşlardı.
İslam dünyasında Harici temayül her
zaman potansiyel bir sorun olmuştur.
Görünürde son derece basit doğrulardan hareket ederek Müslümanlar ara-
6
EKİM 2014
Burada bast br soru soralım stersenz: IŞİD’n Irak’ta öldürdüğü nsan sayısı Mısır’da Raba
meydanında 14 Ağustos 2013 tarhnde sadece br gün çnde öldürülen Mısırlı gösterclern
sayısını geçt m? Mısır’da gerçekleşen bu nsanlık dışı hadselere veya Esad’ın hçbr
şeklde karşılaştırılamayacak katlamlarına hçbr tepk göstermeyenlern bugün IŞİD’n
tahrklerne büyük br seferberlk başlatarak gelmeler geçştrleblecek br soru değl.
sındaki tartışma zeminini de felç eden mutlakçı sonuçlara ulaşan bir yaklaşım sergiler. Hz. Ali’ye karşı
‘hüküm Allah’ındır’ diyerek, tartışılamayacak bir ilkeyi yükselttiklerinde, Emir’ül Mü’minin’in neredeyse yürüyen Kur’an haline gelmiş varlığına vandalca
saldırıda bulunmuş oluyorlardı. Hz. Ali bu çıkışı ‘onlar doğru söylediler ama doğruyu yerinden ettiler’
diyerek tabir etti.
‘Doğruyu söyleyip bâtılı kast etmek’ veya doğruyu
tartışılamayacak, düşünülemeyecek, konuşulamayacak hale getirmek... Harici tutumun İslam tarihinde her zaman düşünceye ve siyasete karşı böylesi
bir vandalizmi temsil ettiğini görüyoruz. İlk anda bir
siyasal tutumun daha fazlasını, daha sıkısını, daha
radikalini talep eder görünür. Oysa insan fıtratına
karşı duran radikalizm, dîni hayattan koparır, zeminini kurutur, manasını tahrip, iradesini felç eder.
Daha da kötüsü, bu radikalizmin kitlesel bir rağbet
görmesidir. Günümüzün kitle iletişim aygıtlarıyla her
türlü mesajın aşırı derecede çoğaltılabildiği ve etkisinin de yine aşırı derecede artırılabildiği bir ortamda
sözün veya mesajın hiçbir anlamı kalmaz. IŞİD eliyle
aşırı derecede gözün içine sokulan ‘İslam’, ‘İslam
Devleti’, ‘Allahu Ekber’, ‘Resulullah’, ‘selef’, ‘cihad’
gibi kavramları, bunlara eşlik eden ölüm ve şiddet
pornografilerinin etkileriyle bir kez daha tasavvur
edin isterseniz. IŞİD’in tahrip etmeye yöneldiği, İslami siyasetin bütün kavram setinden ve siyasal meşruiyetinden başkası değil.
Her biri bir popüler kültür nesnesine dönüşen bütün bu semboller, küresel ölçekteki pazarda mutlaka ciddi bir müşteri kitlesi bulur. Pazarda talep
yaratıldığında başarılı bir sunuma bile gerek kalmaz,
müşteri aradığını bulur. Kuşkusuz IŞİD gibi yapıların
bu alanda faaliyet gösteren firmalar olarak parlamasına yol açan bu pazarın yönetimi bir tarafıyla Orta
Doğu’da izlenmekte olan Batılı politikalarla yakından
ilgilidir. İşin o yanına gelince, 11 Eylül saldırılarının
hemen ardından George W. Bush’un, olaya olduk-
ça naif karşılanan bir tepkiyle şu soruyu soruşunu
unutamıyoruz: ‘Bizden neden nefret ediyorlar?’
Bu sorunun altında ABD’nin Orta Doğu’nun kalkınması için ne kadar büyük fedakârlıklar yapmakta
olduğuna dair detaylı bir muhasebe vardı. Bu detaylar arasında ne ABD’nin soğuk savaş yıllarının
başından beri Orta Doğu halklarına musallat olmuş
uzun ömürlü diktatörlere verdiği koşulsuz desteklere ne de İsrail’in bölgenin bağrına bir hançer gibi
saplanmış varlığına, Filistinlilere karşı işlemekte olduğu insanlık suçlarının her şeye rağmen ABD’nin
sonsuz şefkatiyle hoş görülmesine dair en ufak bir
değini vardı.
Bugün IŞİD’in veya El-Kaide’nin veya faaliyetlerinin
bir yerlerde planlanmış olma ihtimalini yok saysak
bile, Orta Doğu’da sürekli beslenen bir şiddet ortamının ürettiği bir nefretin sonucu olduğunu kimse
görmezden gelemez. Aslında Bush’un sorusunun
cevabından ziyade bu soruyu gerçekten inanarak
sormuş olması daha fazla hayreti mucipti. O kadar
ki, Bush’un gerçekten bu sorunun cevabını merak ettiğine inanmak mümkün değildi. Çünkü Orta
Doğu’da ABD’nin hem mevcut rejimlerle hem de İsrail ile varolan ilişkisinin ona karşı nefretten başka bir
şey üretmiyor olduğunu görmemek mümkün değil.
İnsanların kendi hayatlarını iyileştirmeye dönük çabalarının ve arayışlarının bir ifadesi olarak siyasal
zemin felç edildiğinde kynizm, radikalizm ve şiddet
içerikli tepkilerin ortamı belirleyici tutumlar haline
gelmesi gayet doğaldır. Bu tutumların belirlediği ortamda siyaset şu veya bu gerekçelerle askıya alınır
ve olağanüstü haller süreklilik kazanır. IŞİD benzeri
yapıların İslam kültüründen yanlış-beslenme sonucu
olarak görülebilecek bir yanları elbette ki var ancak
bugün bu şekilde ortaya çıkışında İslam kültürünün
patoloji performansını çokça aşan başka bir boyut
var. IŞİD ne kadar bu kültürün ürünü ve ne kadar
onu araçsallaştıran aklın bir sonucudur? Bu soruya
ihtimamla eğilmek gerek.
EKİM 2014
7
Bzzat kend halklarını kendne tehdt gören Muhaberat tarzlarına alışık olan
esk Türkye’nn ve bölgesel şbrlkçlernn MİT yardımlarını teröre yardım olarak
yansıtmaya çalışmasına bu açıdan bakılmalı. Onlar yaşatmaya, nsan hayatını
kurtarmaya odaklanmış br sthbarata bell k çok yabancılar. Ona da alışacaklar.
IŞİD’e Hayat Verenler, Onu Öldürmeye
Çalışıyor Şimdi
11 Eylül 2001’in 13. yıldönümünün arifesinde,
Obama’nın teröre karşı ilan ettiği yeni savaşın ardından büyük bir hızla başlayan hareketlilik bölgemizde uzun süreli bir savaşın cereyan edeceğini işaret
ediyor. ABD bölge ülkelerinden müteşekkil bir koalisyon oluşturarak IŞİD’e karşı baştan itibaren uzun
süreceği öngörülen bir mücadelenin planlamasını
yapıyor. ABD’nin önce savunma bakanı, ardından
Dışişleri Bakanı John Kerry bölge ülkelerinin yanı
sıra Türkiye’ye de ziyaretlerde bulundu.
Bu ziyaretlerde Türkiye’nin de bu koalisyona mümkün olan bütün gücüyle ve desteğiyle katılması bekleniyor. Ancak baştan itibaren karaya ayak basmayacağını ilan eden ABD’nin bölge ülkelerinden ve
bilhassa Türkiye’den beklentisine dair sergilediği
niyet, bu savaşın mahiyetini ve kapsamını da ortaya
koyuyor. Bütün görüşmeler ve bilhassa Türkiye’ye
yönelik trafik, Irak’a karşı 2003 yılında girişilen işgal
öncesi temasları andırıyor. Ama bu sefer iş biraz
daha farklı... Saddam’a karşı kampanya oldukça
kuşkuluydu, uydurma olduğu sonradan iyice kesinleşen deliller bahane edilerek Irak’ın işgaline yol
açılıyordu. Oysa şimdi IŞİD’in öyle veya böyle tehlikeli ve herkese zararlı bir terör örgütü olduğunda
kimsenin kuşkusu yok. IŞİD’in varlığının ve faaliyetlerinin birinci dereceden zarar verdiği ülke hiç kuşkusuz Türkiye. O yüzden IŞİD belasının def edilmesi
her şeyden önce Türkiye’nin arzusudur. Ancak bu
belanın defedilmesi için harekete geçen koalisyonun ne kadar güvenilir olduğu ve gerçekten bu
belanın defedilmesini ne kadar istediği konusunda
tablo o kadar net değil.
IŞİD’i bitirmeye mi çalışıyorlar yoksa IŞİD sayesinde
farklı planlar mı uygulanmaya çalışılıyor? IŞİD’in video
şovları kimi neye davet ediyor? Bir defa IŞİD’i def etmek için öncelikle iyi tanınması, onu doğuran şartların
iyi tahlil edilmesi gerekiyor. Bunun tespitine dairse ne
ABD’nin ne de ABD’nin davetiyle koalisyona katılan
ülkelerin dişe dokunur bir yaklaşımı sözkonusu. Daha
8
EKİM 2014
önce de söyledik. IŞİD her şeyden önce Suriye’de
Esad’ın bir terör ve entrika örgütüne dönüşen varlığının ortaya çıkardığı bir sonuç.
3,5 yıldır bizzat kendi halkının iki yüz binden fazlasını
en feci şekillerde katleden Esad’ın bir türlü harekete
geçiremediği uluslararası hümanizmin, IŞİD’in video
şovlarıyla gerçekleştirdiği cinayetlerle hızla harekete geçiyor olması gerçekten çok manidar. IŞİD’in
Türkiye için son derece zararlı bir tehdit ve tehlike
oluşturduğunda kuşku yok. Ama IŞİD nedir? Daha
bunun cevabını veremeden ona karşı yürütülecek
bir savaş en iyi ihtimalle karanlığa yumruk sallamak
olmaz mı? Kuşkusuz daha kötü ihtimal, birilerinin
bizi bu sefer IŞİD dolmuşuna bindirerek bölgede
uzun süre devam edecek bir istikrarsızlığın birincil
hedefi haline getirmeye çalışması.
Bölgede Mısır’ın darbeci yönetimi, Esad ve Maliki
uzantılı örgütler var olmaya devam ettikçe IŞİD ve
benzeri yapıların altyapısı hiçbir zaman çökmez. Bir
IŞİD biterse mutlaka başka IŞİD’ler çıkar. ABD’nin
kurmaya çalıştığı koalisyon içinde Körfez ülkeleri
de var ki, zaten IŞİD’i doğuran bu siyasi koşulların birincil sorumluları onlar. Üstelik onların özellikle Mısır’da yürüttükleri siyasete başta ABD olmak
üzere Avrupa ülkelerinin de bir itirazı yok.
Burada basit bir soru soralım isterseniz: IŞİD’in
Irak’ta öldürdüğü insan sayısı Mısır’da Rabia meydanında 14 Ağustos 2013 tarihinde sadece bir gün
içinde öldürülen Mısırlı göstericilerin sayısını geçti
mi? Mısır’da gerçekleşen bu insanlık dışı hadiselere veya Esad’ın hiçbir şekilde karşılaştırılamayacak
katliamlarına hiçbir tepki göstermeyenlerin bugün
IŞİD’in tahriklerine büyük bir seferberlik başlatarak
gelmeleri geçiştirilebilecek bir soru değil.
Türkiye IŞİD belasını mutlaka en iyi şekilde analiz
etmeye çalışıyor ve ona karşı alınacak daha sağlıklı tedbirler hususunda kendi tezlerini ortaya koyuyor. O yüzden apar topar, yangından mal kaçırır
gibi oluşturulmaya çalışılan bu koalisyona ihtiyatla
yaklaşıyor.
Diğer taraftan, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu
şimdiye kadar hükümete karşı hiç göstermediği bir
‘olumlu muhalefet’ yaklaşımını bir anda IŞİD’e karşı koalisyona katılım konusunda sergiliyor. IŞİD’e
karşı savaşılacaksa desteğe hazırız diyor. Bu göz
yaşartıcı destek açıklamasının sebebi ne acaba?
Hani bayram değil seyran değil ya! Sen IŞİD’in ne
olduğunu gerçekten çok mu biliyorsun? Kesinlikle IŞİD’e karşı bir mücadele gerekiyor, ama ya bu
mücadele biraz da Esad’la daha fazla karşı karşıya gelmeyi gerektiriyorsa Kılıçdaroğlu bu desteğine
devam edecek midir? Bu da cevabını merakla bekleyeceğimiz bir başka soru.
Türkiye’nin İnsan Odaklı Dış Politikası
‘Operasyon denilince akla sadece silahla, havadan
uçaklarla bombalayarak yapılanı gelmez. Diplomasiyle, görüşerek ve sonuç almayı hedefleyen operasyon da vardır’. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu
ifadeleri, Yeni Türkiye’nin yeni operasyon anlayışını
da tasvir ediyor. Gerçekten de kendi çözüm süreci de dâhil olmak üzere son zamanlarda Türkiye
bu operasyon anlayışıyla daha iyi sonuçlar aldığını cümle âleme gösteriyor. Konuşarak, anlamaya
çalışarak, diplomasiyle veya siyasetle sonuç alıyor.
Hedeflenen sonuç nedir? Tabii ki o da yeni devletin
yeni anlayışını işaret ediyor: ‘İnsanı yaşatmak’.
Türkiye gencecik insanları ölmesin, analar, babalar
ağlamasın diye devletin bütün imkânlarını seferber
ederken, savaşmak yerine çözümü, siyaseti, diplomasiyi, konuşmayı tercih ediyor. Sadece kendi
insanını önemsemiyor Türkiye. Etrafımızda yangın
yerine dönmüş her noktadan insanların hayatlarını
kurtarmak için bir sığınak rolü oynuyor. 101 gündür,
dünyanın en kanlı terör örgütü ilan ederek karşısında seferber olmaya hazırlandığı IŞİD’in elinde rehin
bulunan 49 konsolosluk görevlisini bu anlayışla sağ
salim kurtardı. Kurtarma operasyonu silah kullanılarak, çatışarak, zor kullanarak yapılmadı. Aksine bu
mutlu sonuç, 101 gündür büyük bir hassasiyetle
devam eden ince diplomasi ve istihbarat işçiliğiyle
elde edildi.
Bütün dünyada IŞİD’e karşı sert bir kampanyanın
harekete geçtiği esnada Türkiye bu kampanyaya
daha hamasi ve işgüzar bir üslupla katılmak yerine
önceliğini IŞİD’in elinde bulunan vatandaşlarının sağ
salim kurtulmasına verdi. Yanlış bir söz ve hareket,
şimdiye kadar alışık olduğumuzdan çok farklı bir
zihniyete ve karaktere sahip olan IŞİD’çilerin elindeki vatandaşlarımızın hayatını tehlikeye atabilirdi. Va-
EKİM 2014
9
DIŞ POLİTİKA
ABD ÖNCÜLÜĞÜNDE
ANTİ-IŞİD KOALİSYONU
tandaşının hayatını koruma konusunda Türkiye’nin
sergilediği bu hassasiyet son zamanlarda AK Parti
hükümetinin Yeni Türkiye dediği anlayışın tipik tezahürü. Yeni Türkiye çözüm sürecini de bu ilkesel
düzeyde temellendiriyor.
Bu ilkesel anlayışa göre bir devleti devlet kılan sadece kullandığı güç üzerindeki tekeli değil, o gücü
kendi vatandaşlarının hayatını, güvenliğini korumakta ne kadar başarılı olduğudur. İnsanını koruyamayan, hatta bizzat kendi vatandaşlarının hayatına
bir tehdit haline gelmişse o devletin bir meşruiyeti
yoktur. Ne yazık ki, Orta Doğu tam da bu anlamda meşruiyetini kaybetmiş, yani kendi vatandaşının
hayatına karşı tehdit oluşturmakta olan devletlerle
dolu. Bu tezahür etrafındaki birçok ülkenin kendi
vatandaşının hayatına karşı sergilediği cömertlik
veya lakaytlıkla bir arada düşündüğümüzde nasıl
bir fark oluşturduğunu daha iyi takdir ederiz. Türkiye, kendi vatandaşının hayatına karşı sergilediği bu
hassas tutumu her biri kendi vatandaşları için bir
cehenneme dönüştürülmüş olan bölge ülkelerinin
10
EKİM 2014
hepsinden kaçmak durumunda kalanlara karşı da
sergilemek suretiyle insani yaklaşımını evrensel bir
çerçeveye kavuşturuyor.
Türkiye’nin farkı istihbarat örgütlerinin yaklaşımına
da aynı şekilde yansıyor. Etrafındaki ülkelerin muhaberatları kendi halklarını kendine düşman olarak
seçip, kendi halklarına karşı sinsi bir muhaberat
düzenini kurmaya çalışırken, Hakan Fidan yönetimindeki Türk İstihbaratı, bütün zekâsını ve performansını insanı yaşatmaya adamış durumda. Bölge
tarihinin gördüğü en karmaşık örgütün elindeki rehineleri sağ salim kurtarmaya çalışırken, bir yandan
da bu ülkelerin muhaberatları altında ölümlerden
ölüm beğenmek durumunda kalan halklara ölüm
dışında hayat yardımları ulaştırmakla meşgul oluyor.
Bizzat kendi halklarını kendine tehdit gören Muhaberat tarzlarına alışık olan eski Türkiye’nin ve bölgesel
işbirlikçilerinin MİT yardımlarını teröre yardım olarak
yansıtmaya çalışmasına bu açıdan bakılmalı. Onlar
yaşatmaya, insan hayatını kurtarmaya odaklanmış bir
istihbarata belli ki çok yabancılar. Ona da alışacaklar.
Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN
SDE Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler
Programı Koordinatörü
N
ihayet, Eylül ayı başında Suriye ve Irak siyasal olarak çöktükten sonra Amerika Birleşik
Devletleri harekete geçme kararı aldı. IŞİD,
Irak’ta doğup, Suriye’de güçlenene ve Irak’ın başta
Musul olmak üzere önemli Sünni kentlerini ele geçirene kadar hareket edilmedi. Neredeyse, Suriye
ve Irak’ın Sünni bölgelerinin tamamen IŞİD’in kontrolüne geçmesi beklendi. Ne zaman, IŞİD örgüt olmanın ötesine geçip Erbil ve Bağdat’ı tehdit etmeye başlayınca ABD harekete geçme gereği duydu.
Tabi, bu arada IŞİD’in kafa kesme görüntüleri başta
olmak üzere yapmış olduğu eylemlerle uluslararası
kamuoyu IŞİD karşıtı bir koalisyonun oluşturulması
için hazır hale getirilmiş oldu.
Anti-IŞİD koalisyonu için ilk adım NATO’nun 4
Eylül 2014 tarihindeki Galler toplantısında atıldı. NATO’nun söz konusu Galler toplantısında en
önemli gündem maddesinin Ukrayna’daki gelişmeler olması bekleniyordu fakat beklenildiği gibi olmadı. Toplantının en önemli maddesi IŞİD oldu. ABD
Başkanı Barack Obama yaptığı konuşmada IŞİD’e
karşı harekete geçmenin zamanının geldiğini beyan
ederek yeniden teröre karşı bir savaş sürecinin başlayacağını duyurdu.
ABD’nin IŞİD Stratejisi
Obama yaptığı açıklamada IŞİD’e karşı uygulanacak stratejinin nasıl olacağının işaretlerini verdi.
Buna göre;
EKİM 2014
11
IŞİD’e karşı yürütülecek olan
ABD öncülüğündek planın y
kurgulanmadığı, sonuç odaklı
br yaklaşımla yürütülmedğ
açıkça anlaşılmaktadır. IŞİD
neden değl, sonuçtur. Surye
ve Irak’tak durum IŞİD’ ortaya
çıkarmıştır. Bu nokta göz önünde
bulundurulmadığı sürece, yan
sonuç değl de neden olarak
görüldüğü sürece, çözüme yanlış
yerden başlanmış olacağından
sonuç alınması zorlaşacaktır.
1) IŞİD’e karşı sistematik hava saldırıları düzenlenecek. Bugüne kadar yürütülen politikadan farklı
olarak, Irak’taki hava saldırıları sadece Amerikan
personelini korumanın ve insani yardımların ötesine
geçecektir. Kısaca, ABD, IŞİD’e karşı olan koalisyonun öncülüğünü yapacak ve bunun için hava harekatına ağırlık verecektir.
2) IŞİD’e karşı ABD stratejisinin ikinci ayağı ise, sahada IŞİD’e karşı mücadele edecek güçlere var olan
desteklerinin artırılacak olmasıdır. ABD, bu kapsamda, Bağdat ve Erbil’e bağlı güçlerin eğitim, istihbarat
ve askeri ekipmanlarının artırılmasını planlamaktadır.
Obama, Amerikan güçlerinin geçmişte olduğu gibi
Irak’ta bir daha muharip misyon üslenmeyeceğini ve
yeni bir kara harekatına girmeyeceklerini açıkça beyan etti. Bunun yanında, Obama Suriye’de de Esad
karşıtı ılımlı muhaliflere askeri yardımların artırılacağını
belirterek bu konuda muhaliflere daha fazla ekipman
ve eğitim verilmesi için Kongre’ye kaynak sağlanması
için çağrıda bulundu.
3) Stratejinin üçüncü ayağı olarak, Obama yaptığı
açıklamada IŞİD’in saldırılarını önlemek ve teröre karşı etkili olabilmek için ortaklarıyla birlikte çalışacaklarını söyledi. Obama, ortak hareket ederek IŞİD’in
fon kaynaklarını kesileceğini, istihbaratın artırılacağını,
savunmalarını güçlendireceklerini ve IŞİD’in yabancı
savaşçılarını önleyeceklerini beyan etti.
4) Son olarak, ortaklarla birlikte hareket edilerek insani yardımların artırılacağı vurgulandı.
12
EKİM 2014
Obama’nın açıklamalarından da anlaşıldığı üzere,
ABD teröre (IŞİD) karşı savaşında yalnız hareket
etmeyeceğini, ortaklarıyla birlikte hareket edeceğini
açıkça ortaya koymuş oldu. Bunun için, ilk önce bu
savaşın sadece ABD’nin, Batı’nın değil tüm dünyanın savaşı olduğu anlatılarak işe başlandığı görülmektedir. Bu uğurda, IŞİD’in yapısı, ideolojisi ve
eylemleriyle herkes ve her ülke için tehdit olduğu
anlatımı başladı ve IŞİD’e karşı ilk çekirdek grup
NATO’nun Galler’deki toplantısında şekillenmeye
başladı.
IŞİD’e Karşı Koalisyonda Bölgesel Koalisyon:
Cidde Toplantısı
ABD Başkanı Obama’nın IŞİD’e karşı planını açıkladıktan sonra koalisyonu genişletme yönünde ilk somut adım Suudi Arabistan’ın Cidde kentinde atıldı.
Cidde’deki toplantıya ABD, Suudi Arabistan, Irak,
Mısır, Ürdün, Lübnan, Katar ve Türkiye dahil 5 Körfez ülkesi olmak üzere 10 Arap ülkesi katıldı. ABD
ile Arap ülkeleri arasında ortak bir bildiriye imza
atıldı. Türkiye, söz konusu bildiriye imza koymadı.
ABD ile 10 Arap ülkesi arasında imzalanan bildiriye
göre; İmzacı Ülker 1) IŞİD’e karşı askeri mücadeleyi
uygun görüyorlar ve bunun için birçok alanda yer
alacaklarını kabul ediyorlar. 2) IŞİD’e finansal desteği engellemek için çaba göstereceklerini ve komşu
ülkelerden yanabcı militan akışını engelleyeceklerini
beyan ediyorlar. 3) IŞİD’den zarar gören gruplara ve
örgüt tehdidi altındaki devletlere yardım edecekleri
taahhüdünde bulunuyorlar.
ABD, S. Arabistan’ın Cidde kentinde 10 Arap ülkesi
ile İŞİD karşıtı bir bildiriye imza koyarak NATO’nun
Galler toplantısında NATO ülkelerinden almış olduğu IŞİD karşıtı desteğe bölgesel bir boyut katmış
oldu. Sünni Arap ülkelerinin desteğini alarak IŞİD
karşıtı koalisyona bölge ülkelerini ekleyerek IŞİD
karşıtı koalisyonu güçlendirmiş oldu.
IŞİD Karşıtı Koalisyonu Genişletmede Yeni
Girişim: Paris Toplantısı
15 Eylül’de 40’a yakın ülkenin destek verdiği IŞİD’e
karşı oluşturulan koalisyonun temsilcileri örgüte
karşı ortak stratejinin belirlenmesi için Fransa’nın
başkenti Paris’te bir araya geldi. Paris toplantısında, IŞİD’in sadece Irak ve Suriye için değil aynı zamanda bölge ve küresel bir tehdit olduğu vurgulandı ve bu uğurda ortak hareket etmenin gereği
üzerinde duruldu. Orta Doğu’nun ve
Batı’nın önemli ülkeleri IŞİD’i ortak bir
tehdit olarak tanımladılar ve bu ortak
tehdide karşı birlikte hareket etmek
gerektiği konusunda iradelerini beyan ettiler. Paris toplantısıyla birlikte
IŞİD karşıtı koalisyon yaklaşık olarak
40 kadar ülkenin desteğiyle önemli
oranda şekillenmiş oldu.
Birleşmiş Milletler 69. Genel Kurulu
toplantısının ana gündem maddesi beklenildiği üzere IŞİD oldu. Hem
BM çatısı altında yapılan toplantılarda
hem de bu toplantı için New York’a
gelen devlet temsilcileri arasında IŞİD
meselesi en çok konuşulan konuların
başında geldi. Türkiye örneğinde olduğu gibi IŞİD’e karşı oluşan koalisyona yeni katılan ülkeler oldu.
Anti-IŞİD Koalisyonunun Başarı Şansı
Anti-IŞİD koalisyonuna katılan ülkelerin sayısı her
geçen gün artsa da ABD tarafından ortaya konan
ve sürdürülen planın IŞİD’e karşı başarılı olma şansı
kolay gözükmemektedir. Niye mi?
İlk önce, IŞİD’e karşı yürütülecek olan ABD öncülüğündeki planın iyi kurgulanmadığı, sonuç odaklı
bir yaklaşımla yürütülmediği açıkça anlaşılmaktadır.
IŞİD neden değil, sonuçtur. Suriye ve Irak’taki durum IŞİD’i ortaya çıkarmıştır. Bu nokta göz önünde
bulundurulmadığı sürece, yani sonuç değil de ne-
IŞİD’e karşı yapılacak olan
operasyonlardan sonuç alınmak
stenyorsa mutlaka Irak ve
Surye’dek Sünn Araplar
IŞİD’den ayrı tutulup, IŞİD karşıtı
plana dahl edlmeldr. Aks
takdrde, IŞİD karşıtı yapılan
operasyonları Sünn Araplar
kendlerne karşı yapılan grşm
olarak algılayacaklardır. Bu
durum, IŞİD’ zayıflatmaz, onun
tabanını daha da genşletr.
den olarak görüldüğü sürece, çözüme yanlış yerden başlanmış olacağından sonuç alınması zorlaşacaktır.
İkinci olarak, Irak ve Suriye’deki Sünni Araplar
IŞİD’den ayrı tutulup onların desteği alınmadıkça
IŞİD’e karşı kaç ülke hangi kapasiteyle katılırsa katılsın, IŞİD’i ortadan kaldırmak kolay olmayacaktır.
IŞİD’in güç kazandığı hem Irak’ta hem de Suriye’de
Sünnilere onurlu bir çıkış sağlanmadığı ve tüm diğer
gruplar gibi eşit siyasal katılım sağlanmadığı sürece IŞİD’e karşı şaşalı bir şekilde hazırlanan planların
sonunda yapılan operasyonlar sadece çimleri biçmek olacaktır. Bu yüzden, IŞİD’e karşı yapılacak
olan operasyonlardan sonuç alınmak isteniyorsa
mutlaka Irak ve Suriye’deki Sünni Araplar IŞİD’den
ayrı tutulup, IŞİD karşıtı plana dahil edilmelidir. Aksi
takdirde, IŞİD karşıtı yapılan operasyonları Sünni
Araplar kendilerine karşı yapılan girişim olarak algılayacaklardır. Bu durum, IŞİD’i zayıflatmaz, onun
tabanını daha da genişletir.
ABD, bölgedeki Sünni Arap ülkelerini IŞİD karşıtı
koalisyona dahil ederek söz konusu bu algıyı (Sünni
karşıtlığı) kırmak istese de, Suriye ve Irak Sünnileri IŞİD karşıtı koalisyonun içinde olmadığı sürece,
ABD’nin girişimi sonuç vermeyecektir.
EKİM 2014
13
DIŞ POLİTİKA
“11 EYLÜL” SENDROMU
GÜNDEM IŞİD
Aydın BOLAT
SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı
ABD
, 13 yıl aradan sonra tam da “11 Eylül
2001”in yıl dönümünde dünyaya “ya
bizimlesiniz ya da teröristlerle” çıkışını yineledi!
Kendisinden beklenmedik bir şekilde Barack Hüseyin Obama, aynen selefi George W. Bush gibi
seslendi: “Ülkemizi tehdit eden teröristleri nerede olurlarsa olsunlar, vuracağız. Eğer Amerika’yı
tehdit ediyorsanız, sığınacak güvenli bir yer bulamayacaksınız. Ama bu sadece bizim savaşımız
değil. Bu terörist tehdidi etkisiz hale getirmek için
geniş bir koalisyona liderlik edeceğiz. Hedefimiz;
14
EKİM 2014
kapsayıcı ve sürdürülebilir bir terörle mücadele
stratejisiyle IŞİD’in gücünü azaltmak ve tamamen
yok etmektir.”
Yani 13 yıl sonra yine “11 Eylül”. Dün “Batı ittifakı”, bugün “Çekirdek Koalisyon”; dün Bush, bugün Obama; dün El Kaide/Taliban, bugün IŞİD;
dün ikiz kuleler, bugün iki Amerikalı gazeteci; dün
Afganistan, bugün Irak/Suriye. Vurulan kim Müslümanlar! Tarih tekerrür ediyor, senaryo yeniden
yazılıyor…
Obama’nın dünyayı pek heyecanlandırmayan IŞİD
ile mücadele stratejisi dört aşamalı. IŞİD’e yönelik
sistematik hava saldırıları, sahada teröristlerle mücadele eden güçlere (Irak ordusu, Kürt güçleri) destek ve ekonomik ambargo, istihbaratın artırılması ve
yabancı savaşçıların katılımının önlenmesi, insani
yardımlar. Ayrıca ABD güçleri muharip misyon üslenmeyecek, kara savaşına girmeyecek. Suriye’de
IŞİD’e karşı kendi halkına terör saçan ve meşruiyetini yitiren Esad rejimine bel bağlanamayacağı ve
muhaliflerin güçlendirilmesi dile getirildi. Obama’nın
başkanlığı sırasındaki “en Amerikan yanlısı ve en vatansever” tondaki konuşması olarak nitelendirdikleri
duruşunu Cumhuriyetçiler de desteklediler.
Obama’nın “Çekirdek Koalisyon” olarak isimlendirdiği ittifakta 10 ülkenin (ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Danimarka, Polonya, Kanada, Avustralya ve Türkiye) adı geçmişti. Galler’deki NATO zirvesinde başlatılan süreç Suudi Arabistan/Cidde’de
Sünni devletler (Arabistan, Mısır, Ürdün, Katar,
BAE, Türkiye) ve ABD arasında yapılan terör zirvesinde olgunlaştırılmaya çalışıldı. Türkiye, Cidde’deki
anlaşmaya kendine özgü hassasiyetlerinden dolayı imza koymadı. Öncesi ve sonrasında ABD Savunma Bakanı Hagel ve Dışişleri Bakanı Kerry’nin
çabaları da sonuçsuz kaldı. Ankara, ABD’nin IŞİD
Planı’nı yetersiz, hatta tehlikeli buluyor. Türkiye’nin
bölgeye insani yardım bağlamında kısıtlı destek verebileceği öngörülüyor. ABD ve Batı böyle bir koalisyonda Türkiye’nin ne kadar ileri gidebileceğini
test ederken, Türkiye’nin etkin rol alması için de
bütün güçlerini kullanıyorlar. Tıpkı Malatya/Kürecik
Füze Kalkanı’nda olduğu gibi... Ancak Türkiye-ABD
ilişkileri 2003 Teskere Krizinde olduğu yerde duruyor. Türkiye artık bağımsız bir ülke, ABD’nin anlamak istemediği de zaten bu. Cidde toplantısında
Kerry’nin cebinden çıkartıverdiği kâğıdı imzalamaması işte bundan. Bölgeyi kuru gürültüyle yapıverilen oldu-bittiler bu hala getirdi zaten. İşin özeti Irak
ve Suriye ABD’nin bildiği ve görmek istediği gibi de
değil. Dünya eski dünya değil; Türkiye de eski Türkiye hiç değil!
Batı Operasyonlarının Hedefindeki İslam
Coğrafyasının Acıklı Tablosu
Afganistan’da önce Sovyet sonra ABD ve Batı işgalindeki savaşlarda 3,6 milyon insan katledildi. 7,2
milyon insan sakat kaldı, milyonlarca mülteci mem-
13 yıl sonra yine “11 Eylül”.
Dün “Batı ittifakı”, bugün
“Çekirdek Koalisyon”; dün
Bush, bugün Obama; dün El
Kaide/Taliban, bugün IŞİD;
dün ikiz kuleler, bugün iki
Amerikalı gazeteci; dün
Afganistan, bugün Irak/Suriye.
Vurulan kim Müslümanlar!
Tarih tekerrür ediyor, senaryo
yeniden yazılıyor…
leketlerini terketti... Irak’ta işgal öncesi ambargo
döneminde 900 bin bebek ilaç ve aşı olmadığı için
öldüler. ABD işgalinden sonra 1,2 milyon insan katledildi. Bir bu kadar insan sakat kaldı, bir o kadarı
mülteci oldu yerini yurdunu terk etti. Suriye’de üç
yılda 200 bin insan Esad’ın zalim saldırılarıyla katledildi. 5 milyon mülteci var. Daha dün Gazze’de üç
ayda 2000 masum sivil dünyanın gözünün önünde İsrail bombalarıyla can verdi. 11 bin insan yaralandı. Mısır’da, Libya’da, Tunus’ta, Yemen’de,
Pakistan’da, Somali’de, Sudan’da, Lübnan’da,
Arakan’da, Urumçi’de, Çeçenistan’da ve Bosna’da
1979 yılından itibaren 11 milyon Müslüman ABD,
Batı, İsrail, Rus, Çin ya da onların taşeronu, tetikçisi
ve kukla işbirlikçileri tarafından katledildiler, milyonlarcası da sakat bırakıldılar, tecavüze uğradılar, işkence
gördüler, sürüldüler, mülteci oldular, ezildiler ve hapsedildiler… Savaş, terör, işgal, sürgün, mülteci, ateş,
yangın, ölüm, katliam, zulüm, işkence hep İslam
coğrafyasında… Bu durumun çok şeyleri anlatıyor
olması gerekiyor. Bütün bunların sebepleri nelerdir,
failleri kimlerdir? Bu korkunç tablo neyin neticesidir?
IŞİD Sebep Değil Bir Sonuçtur!
IŞİD; ABD, Batı, İsrail işgallerinin, zulümlerinin, cinayetlerinin, sömürülerinin, istismarlarının sonucudur.
Zalim Esad rejiminin katliamlarının, kendi halkına tecavüzlerinin, dışarıyla işbirliğinin ve desteğinin sonucudur. Eski Irak Başbakanı Nuri El Maliki’nin ayırımcı
şiddetinin, yanlış ve mezhepçi politikalarının sonucudur. Adaletsiz, ikiyüzlü, ilkesiz ve değersiz uluslararası küresel sisteme isyanın bir sonucudur. İnsanlık dışı
EKİM 2014
15
üretilen, neo-oryantalist stratejiler geliştirilen, saldırılarına gerekçeler yaratılan silahlı terör grupları; her
şeyden önce Batı küresel sisteminin; günahlarının
bedeli, adaletsizliklerinin isyanı, işgallerinin, katillerinin, zulümlerinin tepkisi, emellerinin Truva atı, korkularının frankeştaynı ve amaçlarının hedef tahtasıdır. Bugünah keçisi dün El Kaide, Taliban, Hamas,
El Fetih, İhvan idi bugün IŞİD.
baskıların, çaresizliğin, umutsuzluğun, psikolojisini ve
kimyasını kaybedenlerin daha doğrusu kaybedecek
hiçbir şeyi kalmayanların cinnet sendromudur.
IŞİD; ABD, Batı, İsrail merkezli adaletsiz, köhnemiş
ve emperyalist küresel uluslararası sistemin; ikiyüzlü,
çifte standartlılığının yüzkarası, İslam düşmanlığının
şamar oğlanı, insanlık vicdanındaki radikal tepkisidir.
Düşmanını, muhalefetini kendisinin yarattığı, bataklığını kendisinin yaptığı, virüsünü kendisinin yaydığı,
mücadelesini de kendisinin başlattığı bir küresel projesidir IŞİD. Kurarken de, yaşatırken de, öldürürken
de tükettiği, çıkar devşirdiği ve alçakça istismar ettiği
sahte ve kahpe savaşının kum torbasıdır IŞİD. Saldırı
gerekçesi, savaş figüranı ve hedef tahtasıdır.
‘Arap Baharı’nda Türkiye’nin Duruşu, Tezleri
ve Çağrıları Paylaşılsaydı Tepkiler ve İsyanlar
Radikalleşmezdi
“Arap Baharı”nda Türkiye ne dedi, neyi savundu ve
destekledi? ABD, Batı ve İsrail nasıl baktı, nerede
durdu ve kimleri tercih etti? Türkiye; Arap dünyasındaki barışçıl hak taleplerine, özgürlük çığlıklarına,
halkın despot rejimlere isyanına, demokrasi isteklerine; Tunus, Libya, Mısır, Filistin, Suriye ve Irak’ta
destek verirken, demokratik ve barışçı muhalefete
yardım ederken, Batı’yı ve bütün dünyayı bu haklı talebi desteklemeye davet ederken bu çağrıya
dudak bükenler, itibar etmeyenler hatta tam tersi
seçilmiş yönetimlerin darbelerle yıkılmasına arka
çıkanlar, özgürlük arayanların karşısındaki zalim
diktatörleri kollayanlar, onlara zaman ve fırsat kazandıranlar daha da öte seçim, demokrasi, özgürlük diyenleri ‘terörist’ olarak yaftalayanlar, onların
demokratik kazanımlarını hor gören, küçümseyen
ve ezenler şimdi IŞİD’le savaş, teröre karşı ittifak ve
“Çekirdek Koalisyon” diyerek Bush gibi ‘haçlı seferi’
düzenliyorlar. Bunu ABD, İngiltere, Fransa, Alman-
16
EKİM 2014
ya ve İsrail yapıyor. Haçlı-Yahudi ittifakı yapılıyor.
İhvan’ı, Hamas’ı, El Fetih’i, Özgür Suriye Ordusu’nu
samimi bulmayanlar, terörist yapılanmalar olarak
ezmeye kalkanlar şimdi radikalleşen muhalefeti, zıvanadan çıkan tepkisel şiddeti, IŞİD’i, El Nusra’yı
tepeleyelim diye Batılı müttefiklere, Türkiye’ye, İslam Dünyasına seferberlik çağrıları yapıyorlar. Ne
kadar samimiyetsiz, ne kadar çıkarcı ve değersiz,
herkesi aptal zanneden kibirli bir tavır... Çünkü onlar mahallenin kabadayısı, raconu onlar keser, kararı onlar verir, dövüleceği, sövüleceği, öldürüleceği
onlar bilir. Ne diyorlarsa o. Oyunu onlar kuracak,
kuralları onlar koyacak, herkes de ona uyacak. İşte
artık Türkiye buna hayır diyor, buna ‘one-minute’
çekiyor ve dur bakalım diyor. “Buyurun, hadi yürüyün bir görelim” diyor.
Bugün gelinen konjonktür gösteriyor ki, “Arap Baharı” sürecinde değerler siyaseti yapan, hak taleplerinin, özgürlüklerin, demokrasinin ve barışçı tepkilerin yanında duran; diktatörlere, despotlara, darbecilere karşı duran Türkiye haklı çıktı. Kendi değerlerini
yiyen, çıkarlarını önceleyen, dürüst davranmayan
ve çifte standart uygulayan Batı haksız çıktı, yanlış
yaptı ve kaybetti. Şimdi ‘yavuz hırsız’ rolü oynuyor.
Batı, Çıkarlarıyla İlgisi Olmayan Hiçbir Yere
İnsani Nedenlerle Müdahale Etmemiştir
Zalim diktatörlere karşı halkı temsil eden muhalefeti, Müslüman Kardeşler’i, Hamas’ı, Özgür Suriye
Ordusu’nu desteklemeyen, özgürlüklere ambargo
koyan Batı; şimdi ortaya çıkan IŞİD belası için Afganistan ve Irak işgalleri öncesine benzer gerekçelerle
“Çekirdek Koalisyon” kurma çabasında… Oluşmalarına zemin hazırlanan, kurulmaları desteklenen, istihbarat örgütlerince kontrolde tutulmaya çalışılan,
üzerlerinden psikolojik operasyonlar yapılan, markaları üstünden vekâleten savaşılan ve İslamofobi
ABD, Batı ve İsrail, “özgürlüklerin düşmanı” olarak
suçladıkları örgütler ve patlayan olaylar konularındaki tez ve iddialarında samimi değillerdir, ikiyüzlü
ve çifte standartlıdırlar. Esas amaç küresel terörizmle savaş değil, küresel hegemonya, İslam’la
savaş, Müslümana düşmanlıktır. Terör bahane asıl
amaç işgal, menfaat, hesap, emperyalizm ve global
hegemonya… Muvazaalı şiddet ve kontrollü terör
hegemon hedeflerin kılıfı ve gerekçesidir.
IŞİD Küresel Bir Tehdit mi?
Pentagon açıklamasında, IŞİD için Amerika’nın
dünya üzerinde karşılaştığı en büyük tehdit diyor.
Hareket Irak’ı ve Suriye’yi perişan ediyorsa neden
ABD’yi tehdit ediyor? Batı kamuoyunu etkilemek
için kullanılan bir iletişim stratejisi ve kamu diplomasisi olduğu çok belli olan IŞİD’in yayınladığı Amerikalı gazetecilerin infaz videoları bir mesaj veriyor.
Batı sistemine, “Bu coğrafyada ne oluyorsa sizi de
ilgilendiriyor” diyorlar. ABD yönetimi böyle algılıyor
ve kamuoylarına böyle algılatmak istiyor.
Türkiye de sahada. Biz de oyun kuruyor, oyun bozuyoruz artık. Bizim Suriye ile 910 km., Irak’la 300
km. sınırımız var. Yangın bizim kapımızda, komşumuzda. Dostu düşmanı biz de biliyoruz. Müttefik
isek, beraber olacaksak bizi de dinleyeceksiniz, bize
de itibar edeceksiniz. Bizim de hesaplarımız ve kaygılarımız var. Bu oldu-bittileri Afganistan’da, Irak’ta
yaptınız. Pakistan, Mısır, Filistin/Gazze’de yaptınız.
Sadece oraları yaktınız, yıktınız, işgal ettiniz, zulmettiniz ve öldürdünüz yeter durun dinleyin artık!
Bu böyle gidemez burası bizim bölgemiz, İslam
Coğrafyası, medeniyet çevremiz, dünkü yurdumuz
ve yaşayanlar akrabamız, Müslüman kardeşimiz.
Batı sisteminin bölgesel statükosunu yaşatmak için
döktüğünüz kanlara, yaktığınız canlara yeter artık
deyince Batı basını Türkiye’ye vurmaya başlıyor:
“Artık müttefikimiz değilsiniz.” Wall Street Journal
“Türkiye’den Irak ve Suriye’ye terörist taşıyan minibüs hatları var.” Newsweek
“IŞİD’in para kaynakları Türkiye’ye bağlı. Bazı Türk
yöneticileri IŞİD’in petrol satışından pay alıyor. Ankara Hacı Bayram Camisi IŞİD’e terörist gönderen
önemli merkezlerden biri…” New York Times
Verilen mesaj açık, “Dediğimi yapmazsan seni terörü destekleyen ülke ilan ederim, PKK’yı da terör
örgütü olmaktan çıkarırım.” Batılı küresel ekonomik
vesayetin araçları olan kredi değerlendirme kuruluşları ‘belirsizlik’ var diyerek Türk ekonomisinin notlarını düşürmeye çalışarak bir ekonomik kriz beklentisi yaratıyorlar. Yani hem siyasi hem de ekonomik
yönden Türkiye’yi köşeye sıkıştırmaya, zora sokmaya ve çökertmeye çabalıyorlar.
Türkiye’yi uluslararası camiada mahkûm etmek,
olağan şüpheli olarak damgalamak ve çökertmek
Bugün gelinen konjonktür
gösteriyor ki, “Arap Baharı”
sürecinde değerler siyaseti
yapan, hak taleplerinin,
özgürlüklerin, demokrasinin
ve barışçı tepkilerin
yanında duran; diktatörlere,
despotlara, darbecilere karşı
duran Türkiye haklı çıktı.
Kendi değerlerini yiyen,
çıkarlarını önceleyen, dürüst
davranmayan ve çifte standart
uygulayan Batı haksız çıktı,
yanlış yaptı ve kaybetti. Şimdi
‘yavuz hırsız’ rolü oynuyor.
EKİM 2014
17
DIŞ POLİTİKA
çabaları sadece basın ve kredi kuruluşlarıyla sınırlı
değil. Saldırıların siyasi ve devlet boyutları da var.
“11 Eylül”de olduğu gibi ‘ya bendensin ya da değilsin’ yargısıyla, IŞİD canavarı üzerinden büyük bir
psikolojik harekâtı, küresel bir algı operasyonunu
ellerindeki bütün iletişim kanallarıyla güçlendirerek
sürdürüyorlar. Olup olmadığı bile tam bilinmeyen
münferit bazı olayları abartarak, bazı sembolik mizansenleri tekrar tekrar yansıtarak kamu diplomasisi ve iletişim stratejisiyle Irak-Suriye eksenindeki
IŞİD gerekçeli küresel operasyonunun haklılığına
dünyayı ikna etmek istiyorlar. İt izinin at izine karıştığı, kimin ılımlı kimin radikal olduğunun, neyin dost
Türkiye, IŞİD’i
bir terör örgütü olarak
kabul etmiştir. IŞİD ile ilgili
söylenen her şey doğru da
olabilir, İslam ve insanlık
adına mahkûm edebiliriz
ancak; insanları, toplumları;
hayvanları bile iğrendirecek
noktada kriminalize eden
koşulları ve nedenleri de
sorgulamamız gerekmez mi?
18
EKİM 2014
neyin düşman olduğunun bilinemediği bu karambol
ortamından ABD liderliğindeki koalisyon bir siyasi
harita yaratmak istiyor.
Tekrar ediyorum ama işin özeti şu: Bataklığı oluşturuyorlar, mikrobu üretiyorlar, sonra buradan yayılan
hastalığı yok etmek için karantinaya aldıkları bölgeye saldırıyorlar. Ölen de, öldürülen de Müslüman,
ellerinde maşalar var, piyon, tetikçi ve robotlar kullanıyorlar. Havadan vuruyorlar, bir terörist için onlarca
sivil ölmüş umurlarında değil. Afganistan, Pakistan,
Irak, Filistin, Gazze’de hep böyle oldu, böyle de devam edip gidiyor. Bunun neresi özgürlük, demokrasi ve barış getirmek Allah aşkına, neresi insanlık?
IŞİD
KÜRESEL GÜÇLERİN
SOPASI MI?
Sonuçlar Sebeplerin Ürünüdür / Kral Çıplaktır
İşgaller, zulüm ve katliamlar radikalizmi besliyor.
Afganistan cehennemi El Kaide’yi, Taliban’ı, Filistin mahşeri El Fetih ve Hamas’ı doğurduysa, Irak
zindanları ve katliamları da IŞİD’İ yarattı. İlk vuran
kim, saldıran kim, zalim kim? Nefsi müdafaa, nesli
muhafaza için sınırları zorlayarak ölümüne direnenler kim? Gözlerimizi silip iyice bakmak gerekiyor.
Türkiye IŞİD’i bir terör örgütü olarak kabul etmiştir.
IŞİD ile ilgili söylenen her şey doğru da olabilir, İslam
ve insanlık adına mahkûm edebiliriz ancak; insanları, toplumları; hayvanları bile iğrendirecek noktada
kriminalize eden koşulları ve nedenleri de sorgulamamız gerekmez mi?
Bülent ORAKOĞLU
SDE Başkan Danışmanı
T
ürkiye, Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi
ve sonrasında, ülkede Kaos ve istikrarsızlık yaratacak, AK PARTİ, Başbakan Erdoğan ve Çözüm sürecini hedef alabilecek iç ve dış
Manüplasyon, provokasyon ve ajitasyon eylemlerine karşı tüm tedbirleri almışken, Lice’de klasik bayrak provokasyonu, derin PKK’nın çözüm
sürecini bozmaya yönelik eylemleri ve Kandil’in
Öcalan’ın otoritesine karşı kademeli başkaldırı
stratejisi, Doğu ve Güneydoğu’da Kürtçe eğitimin
engellendiği iddiasıyla, okulların molotof kokteyli
saldırıları ile yakılması sonrasında, Çözüm Sürecine asıl tehdit Orta Doğu’da IŞİD terör örgütü
üzerinden tasarlanan küresel bir proje ile hayata
geçirilmek istendi.
Yaklaşık bir asır önce, I. Dünya Savaşı sonrasında
Almanya’nın başını çektiği İttifak devletleri içinde
EKİM 2014
19
Türkiye’de çözüm sürecinin getirdiği olumlu ve pozitif
psikolojik ortamın, Orta Doğu’ya taşması veya yansıması sonucu, Barzani Petrollerinin, Türkiye üzerinden
taşınması ve pazarlanması, Barzani ve Erdoğan arasındaki iyi ilişkiler, Orta Doğu’da Kürt-Türk ittifakının
siyasi ve ekonomik alanlarda başlayarak her alanda
gelişme potansiyeli göstermesi, Batı’lı sömürgeci
ülkeleri ve ülke içindeki uzantılarını rahatsız ettiği o
kadar belirgin ki ülke içinden ve Orta Doğu üzerinden yapılan provokasyonların aynı zaman dilimine
ve cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi ve sonrasına
denk gelmesi tesadüf olmasa gerek.
yer alan Osmanlı İmparatorluğu itilaf veya müttefik
devletlere mağlup olduğu için, kontrolündeki Orta
Doğu’yu kaybetmişti. Orta Doğu, Müttefik Kuvvetler içinde yer alan İngiltere ve Fransa arasında masa
başında kolonyalist amaç ve stratejilerle, gizlice imzalanan Sykes-Picot anlaşmasıyla paylaşılmıştı.
yük bir bölümünü işgal etmiş ve önemli bir direnişle
karşılaşmamıştır. Hatta Irak Ordusu’nun büyük bir
bölümü savaşmadan mevzilerini terk ederek kaçmışlardır.
Irak’ta Paralel Yapı’nın Benzeri Kesnizani
Tarikatı
Bu durum, 11 yıl önce ABD’nin müttefik koalisyon
güçleri birlikte Irak’ı işgal ettiği ikinci körfez savaşında, o zamanlar dünyanın beşinci büyük kara gücüne sahip Irak Ordusu’nun önemli bir direniş göstermeden, Irak ve Bağdat’ı ABD’ye teslim etmesi ile
benzeşmesi açısından dikkat çekici görünüyor. Gazeteci Yazar Celal Kazdağlı bu durumu Irak’ta Saddam döneminde ilk Körfez harekâtı yıllarında ordu,
istihbarat, parti ve devlet mekanizmasına sızarak
ele geçiren CIA ve MOSSAD bağlantılı Kesnizani tarikatına bağlıyor. Ordu ve parti mekanizmaları içinde yadsınamayacak ağırlığa sahip olan Kesnizani
tarikatı, ikinci Körfez harekâtı döneminde, tek kurşun atmadan Irak ve Bağdat’ı nasıl altın tepsi içinde ABD’ye sunmuşsa, 11 yıl sonra Musul’u IŞİD’e
direnmeden teslim eden gücün aynı tarikat olduğu belirtiliyor. Türkiye’deki paralel yapı ile Irak’taki
Kesnizani tarikatının devlet kurumlarına sızarak ele
geçirme stratejileri ve taktikleri ile dış bağlantılarının
neredeyse bire bir örtüşmesine dikkat çekiliyor.
ABD, Irak’tan çekilmeden önce Irak ordusunu yeniden organize ederek yapılandırmış, Irak ordusuna
27 milyar dolarlık modern teçhizat bırakmıştı. Sayısı 2 bin civarında olan IŞİD terör örgütü, sayısı 15
binin üzerinde olan ve ABD’nin son model savaş
teçhizatlarına sahip Irak Ordusuna rağmen, kısa
süre içinde Musul başta olmak üzere Irak’ın bü-
IŞİD’in kısa süre içinde Irak’ın yarıdan fazlasını işgal
etmesinin; Irak’ın fiilen 3 ayrı devlete bölünmesine,
Orta Doğu’da mezhep çatışmasına ve Sünni bir
devlet kurulmasına zemin hazırladığı iddia ediliyor.
Ayrıca Irak’ın toprak bütünlüğünün bozulması gibi
bir sonuç doğması gibi ihtimaller de Orta Doğu’da
kritik ve kaotik bir sürece işaret ediyor.
IŞİD’in yaklaşık 100 yıl önce İngiltere ve Fransa arasında gizlice imzalanan, ABD tarafından da onaylanan Sykes- Picot anlaşmasını, Irak ve Suriye sınırını
buldozerlerle yıkarak delmesi ve bu anlaşmayı geçersiz kıldıklarını açıklaması, Irak’taki IŞİD saldırıları
ile ilgili gelişmelerin, bölgenin sınırlarını, haritasını ve
güç dengelerini değiştirebilecek bir dinamiğe sahip
olması açısından, Batı’nın örtülü onayı ve desteği
alınmadan gerçekleştirilmesi mümkün görülmemektedir.
İŞİD’in küresel güçlerin sopası olarak, Orta
Doğu’nun yeniden şekillendirilmesi ve dizayn edilmesi amacına ve planına uygun olarak gizli ve yeni
ikinci Sykes-Picot planı ve stratejisi doğrultusunda
faaliyete geçirildiği yönünde ciddi iddialar ve kuşkular söz konusu.
20
EKİM 2014
Almanya Dış İstihbarat Servisi BND’nin
Türkiye’ye Yönelik Dileme Faaliyetlerinin
Amacı
Orta Doğu’daki Kürt grupları Sykes-Picot’tan bu
yana ABD, İngiltere, Almanya ve İsrail tarafından
oryantalist politika ve stratejilerle yönlendirilmiş ve
kullanılmışlardı. Bu nedenle Orta Doğu’da gelişen
KÜRT-TÜRK İttifakını, kendi çıkarları için bir tehdit
olarak algılayan bu ülkeler, AK Parti iktidarını ve
Erdoğan’ı alaşağı edebilmek için, Türkiye içindeki
yerli işbirlikçilerini de devreye sokarak hükümete
yönelik operasyonlara hız vermişlerdi.
Almanya Federal İstihbarat örgütü BND’nin
Türkiye’ye yönelik dinleme faaliyetlerinin en önemli hedefinin Çözüm Süreci olduğu anlaşılıyor. Bu
anlamda, Almanya’nın Türkiye’yi dinlemesinin iki
önemli nedeni var. Oslo görüşmelerinin tahrif edilmiş dinleme tutanaklarının basına sızdırılması sonucu sürecin akamete uğratılması gibi çözüm sürecini
de aynı şekilde sabote ederek akamete uğratmak
suretiyle Türkiye’nin Orta Doğu’da sözü geçen bir
ülke olmasının engellenmek istenmesi ilk neden
olarak karşımıza çıkıyor..
İkinci neden ise, IŞİD ile Türkiye’yi ilişki içinde
göstererek, Türkiye’nin teröre destek veren ülkeler kategorisinde değerlendirilmesini sağlamak ve
bu şekilde Yeni Türkiye’nin imajı ve itibarını menfi
yönde etkilemek suretiyle AK Parti’nin iktidardan
uzaklaştırılmasına veya oy kaybettirilmesine yönelik
eylem planlarına ve algı operasyonlarına meşruiyet
kazandırmaktır.
BND ve MOSSAD arasındaki sıkı-fıkı iyi ilişkiler tarihsel gerçekler ışığında günümüzde de ideolojik
eksen etrafında devam ediyor. Almanya’da kontrgerilla hareketinin adının “Gehlen Harekâtı” olması şüphesiz rastlantı değil. BND’nin bağlantılarının,
Yahudi Finans Lobisi Trilateral ve Rockefeller’a kadar uzanması sanırım ilişkilerin derinliği hakkında
önemli bir kanıt özelliği taşıyor.
IŞİD, Çözüm Süreci ve Orta Doğu’da
Kürt-Türk İttifakına Yönelik Bir Tehdit Mi?
Orta Doğu’da IŞİD ile başlatılmak istenilen yeni
dönemin, Ankara’nın çözüm sürecine ve Orta
Doğu’da, Kürt-Türk ittifakına karşı potansiyel tehdit oluşturup oluşturmadığı konusunda Türkiye’de
yetkililerce alınacak karar ve tedbirlerin, ABD’nin
bu konuda açıklayacağı yeni yol haritasına göre
değerlendirileceği anlaşılıyor. Türkiye, ABD’nin IŞİD
ile mücadele stratejisi ile ilgili çekincelerini, Galler’de
yapılan NATO zirvesinde Obama’ya ve kısa aralıklarla Türkiye’yi ziyaret eden, ABD savunma ve dışişleri bakanlarına iletmişti.
IŞİD’e karşı yapılacak hava harekâtının kara
harekâtı ile desteklenmesi durumunda, Kara savaşında, Irak’ta Bağdat ile müşterek hareket edilirken,
Suriye’de Şam ile birlikte hareket edilmeyeceği hususu, ABD yetkililerince açıklanmıştı. Irak’ta, IŞİD’e
karşı, Irak ordusuyla beraber Peşmerge ve YPG ile
birlikte savaşacağı iddia edilirken, Suriye’de IŞİD ile
mücadelenin rejim muhaliflerinin güçlendirilmesi suretiyle yapılacağı belirtiliyor. (Silah, eğitim ve lojistik
destek).
Başbakan Davutoğlu’nun hükümet programında
yer alan “çözüm süreci, bölünmenin değil birleşme-
IŞİD’n kısa süre çnde Irak’ın
yarıdan fazlasını şgal etmesnn;
Irak’ın flen 3 ayrı devlete
bölünmesne, Orta Doğu’da mezhep
çatışmasına ve Sünn br devlet
kurulmasına zemn hazırladığı
dda edlyor. Ayrıca Irak’ın toprak
bütünlüğünün bozulması gb br
sonuç doğması gb htmaller de
Orta Doğu’da krtk ve kaotk br
sürece şaret edyor.
EKİM 2014
21
Başbakan Davutoğlu’nun
hükümet programında yer alan
“çözüm sürec, bölünmenn değl
brleşmenn, küçülmenn değl
büyümenn, parçalanmanın değl
bütünleşmenn ve kalıcı bölgesel
güç olablmenn yegâne anahtarı
konumundadır” fadeler hükümetn
çözüm sürecndek kararlığını ve
perspektfn ortaya koyuyor.
nin, küçülmenin değil büyümenin, parçalanmanın
değil bütünleşmenin ve kalıcı bölgesel güç olabilmenin yegâne anahtarı konumundadır” ifadeleri hükümetin çözüm sürecindeki kararlığını ve perspektifini ortaya koyuyor.
Öcalan’ın çözüm sürecinin hükümet programında
yer almasını kalıcı barış için tarihi bir adım olarak
nitelemesi, çözüm sürecine yönelik ülke içinden ve
Orta Doğu’dan gelen ve gelebilecek tehdit ve provokasyonlara karşı sağlam durabilmenin her iki tarafın
da özverili çalışması ve kırmızı çizgilerini zorlamasıyla
mümkün olabileceği gerçeğini ortaya koyuyor.
SDE Başkan danışmanı Orhan Miroğlu’nun Star
Gazetesi’nde son köşe yazısında belirttiği Yeni
Türkiye’nin ve restorasyonun yolu, Erbil, Rojava ve
Diyarbakır’dan geçer tespiti, hükümet ve Öcalan
tarafından yapılacak karşılıklı olumlu ve pozitif hamlelerle, KÜRT-TÜRK kardeşliğini ve gücünü pekiştirecek çok doğru bir yaklaşım olarak görünüyor.
Hükümet kaynakları tarafından, Haziran 2015 Genel
Seçimleri öncesinde, çözüm sürecinde büyük finalin yapılacağı yönündeki kulis bilgileri doğrultusunda, Yeni Türkiye, Batı’nın, Orta Doğu’da Kürt gruplar üzerinde IŞİD ile mücadele bahanesiyle yeniden
inisiyatif alma stratejisi ve taktiklerini boşa çıkaracak
hamleleri yaparak, bu yönde inisiyatifi kendi lehine
çevirebilecek, Orta Doğu’da KÜRT-TÜRK ittifakını
sağlamlaştıracak kararlı adımları bir an önce atmalıdır. Bu konuda şüphesiz 62. hükümetin bir yol haritası var ancak karşılıklı atılacak adımlar için bir örnek verilmesi gerekiyorsa, PKK Türkiye içinde silah
bıraktığını açıklayacak, Türkiye de Orta Doğu’daki
Kürt gruplara ağabeylik yapacak.
22
EKİM 2014
ABD medyasının, IŞİD ile ilgili, Türkiye’ye yönelik
Asparagas haberlerine karşın, IŞİD ile mücadelesinin PKK’ya prestij kazandıracağına ve hatta
PKK’nın terör örgütleri listesinden çıkarılabileceğine ve İncirlik’teki ABD 39. Kanat Hava Üssü’nün,
Erbil’e taşınacağı yönünde manşetten verilen haberler kuşkusuz bir yönü ile taktiksel, diğer yönü ile
kasıtlı ve asparagas haberler olarak görünüyor. Ancak Fransa ve Almanya’nın bu sıralar sıklaştırdıkları
Erbil ziyaretlerine de dikkat edilmesi gerekiyor.
Türkiye’nin IŞİD örgütüne silah yardımı yaptığına
yönelik kara propaganda, bugünlerde Türkiye’nin
IŞİD’ten petrol aldığı, sınırdan geçiş kolaylığı sağlandığı ve yaralı militanların Türkiye’de tedavi edildiği
yalanı ve iftirası bir ucu içeride diğer ucu dışarıda
olan şer koalisyon tarafından bütün hızıyla sürdürülüyor. Bu çirkin ve asparagas iddialar, ABD medyası ve CHP Hatay milletvekilleri tarafından yazılıyor
ve dillendiriliyor. ABD medyasının başını çektiği bu
iddiaların Türkiye’nin IŞİD ile mücadelede çekirdek
koalisyona aktif destek yerine sınırlı insani destek
vereceğini açıklaması sonrasına denk gelmesi ise
oldukça manidar görünüyor. Ancak, Türkiye’yi IŞİD
ile ilişkilendirmeye yönelik uluslararası kumpasın,
arka planında bu örgüte destek veren ve yöneten
ülkeleri kamufle etme amacının olduğu aşikar.
Galler’deki NATO Zirvesi’nde yapılan toplantıda
alınan kararlarda ortak düşman olarak Rusya ve
IŞİD’in öne çıkmasının dışında, Cumhurbaşkanı
Tayyip Erdoğan’a karşı gösterilen ilgi ve alaka ile
itibarın şüphesiz ilk nedeni, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Türk kamuoyunun % 52’lik desteğidir.
Liderlere verilen yemekte Cumhurbaşkanı Erdoğan
ve ABD Başkanı Obama’nın yan yana oturması en
çok dikkati çeken detaylar arasında yer aldı. İki lider arasında yapılan görüşmelerin yaklaşık 1,5 saat
sürmesi son yarım saatteki görüşmelerin ise baş
başa yapılması, Obama’nın, “Türkiye’nin Avrupa
ile Orta Doğu arasındaki köprü görevi dolayısıyla
NATO’daki önemini vurgulaması, Cumhurbaşkanı
Erdoğan, ittifakımız için önemli bir lider tespiti ile birlikte, iki ülke arasında yabancı savaşçılar konusunda istihbarat paylaşımının önemine” dikkat çekmesi
çok önemli açıklamalar olarak tarihe geçti.
Özellikle, bu açıklama ile Türkiye’nin IŞİD’e ve teröre destek verdiği iftirası çökmüş bulunuyor. Yeni
Türkiye’nin teröre destek veren ülkeler kategorisine alınması, itibar ve imajının zedelenmesi amacıyla ülke içinde ve dışında yapılan kara propaganda
amaçlı haberler ve paralel yapının Adana’da MİT
TIR’larına yönelik eylemleri ile Alman dış İstihbarat
Servisi BND’nin, Türkiye’yi dinlemenin meşruiyeti
olarak göstermeye çalıştığı IŞİD ilişkisi iddiası, ABD
Başkanı Obama tarafından dolaylı bir şekilde yalanlanmış oldu.
Ayrıca Obama’nın, Türkiye’nin Avrupa ve Orta Doğu
arasında bir köprü görevini gördüğü açıklaması ise
Türkiye’nin, Orta Doğu politikalarının, haklı ve doğru
olduğunu ortaya koymuş oldu.
ABD, IŞİD İle Mücadelede Ne Kadar Samimi?
Türkiye, ABD Başkanı Obama’nın Irak ve Suriye’de,
IŞİD ile mücadele stratejisinin temel noktasını teşkil eden ‘çekirdek koalisyon’dan uzak durma ve
operasyonlara sınırlı destek verme yönünde bir karar almıştı. Örgüt’ün elinde rehin bulunan diplomat
ve sivillerin hayatlarının riske girebileceği endişesi,
ulusal güvenliğimize yönelik tehdit oluşturabilecek
diğer çekinceler, ülke ve bölgesel çıkarlar birlikte
değerlendirilerek bu yönde bir dış politika stratejisi
belirlendiği gözlemleniyor.
Türkiye, Musul Konsolosluğu’nun, IŞİD tarafından
ele geçirilerek aralarında üç çocuğun da bulunduğu 49 diplomat ve sivilin rehin alınması sonrasında
vatandaşlarımızın burnu dahi kanamadan sağ salim
kurtarılmaları amacıyla uluslararası camia ile birlikte,
arka kapı diplomasisi de devreye sokularak yapılan
çalışmalar sonuç verdi ve rehineler kurtarıldı.
Bu süreçte, IŞİD’in uzun süre rehineleri serbest
bırakacağı yönündeki, Türkiye’yi oyalamaya yönelik psikolojik harekât kokan asparagas haberlerin
medyada yer alması da ilginçti. Zira karşımızda
sosyal medya platformlarını ve Cihadist propaganda yöntemlerini çok iyi kullanan ve bu sayede 40
ülkeden örgüte katılımları sağlayan Orta Doğu’daki
dengeleri altüst eden esrarengiz bir örgüt var.
12 Eylül’de ABD Dışişleri Bakanı Kerry ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasında
Çankaya’da yapılan ikili görüşmede “bölgedeki tüm
terör örgütlerine karşı bugüne kadar olduğu gibi
bundan sonraki süreçte de ortak mücadele etme
yönündeki kararlılık, istihbarat paylaşımı, Suriye
muhalefetine lojistik destek ve insani yardıma devam etme kararı alındı”.
Ancak Türkiye, IŞİD’in askeri yöntem ve taktiklerle
bitirilemeyeceğini, bu örgütü ortaya çıkaran siyasal
ve sosyal sorunlara çözüm bulmadan sorunun çözülemeyeceğini, ABD, İran ve Maliki’nin Irakta Sünni aşiretleri dışlayarak, Şiileri desteklemeleri sonucu
uyguladıkları yanlış strateji ve politikaların, IŞİD veya
MİŞİD türü örgütlerin bu coğrafyada doğmasına
gelişip büyümesine zemin hazırladığı tezini ABD’li
yetkililere en üst düzeyde ilettiği biliniyor.
Ankara’nın tezlerine göre bölgede mutlak siyasi çözümün iki ayağı var. Irak’ta yeni kurulan hükümetin
etnik, dinsel ve mezhepsel açıdan birleştirici bir rol
üstlenerek tüm unsurları kapsamasının gereği ve
Suriye’de 2011 tarihinden bu yana yaşanan iç savaşın bitirilerek Esad rejiminin iktidardan uzaklaştırılması siyasi çözümün olmazsa olmaz iki şartı olarak
değerlendiriliyor.
Türkiye’nin önemli çekincelerinden bir diğeri ise,
ABD’nin IŞİD ile savaşan gruplara silah desteğini
gündeme getirmiş olmasıdır. Türkiye, bu silahların
yanlış ellere geçerek Suriye’de rejimi dolaylı bir şekilde güçlendirebileceğini düşünüyor ve bu sebeple
karşı çıkıyor.
Türkiye, ABD’nin IŞİD’e karşı yapacağı hava saldırılarında yeni sığınmacılar sorunu ile karşılaşmak
istemiyor, bu nedenle Suriye ve Irak sınırlarına yakın
bölgelerde sığınmacılar için tampon bölgelerin tesis
edilerek mülteci kamplarının kurulması ve güvenliğinin sağlanması amacıyla uçuşa yasak bölgeler
ihdas edilmesinin gereğine de işaret ediyor.
IŞİD’in insanlık dışı eylemleri, durumun İslamiyet ile
bağdaşmadığı gerçeğini ortaya koyarken, dünyada
İslamofobinin artarak devam etmesini sağladığı da
diğer bir gerçek olarak karşımızda duruyor.
NSA ajanı Snowden’in, IŞİD’i ABD, İngiltere ve
İsrail’in Orta Doğu’da denge ve tehdit unsuru olarak
kurduklarını açıklaması ve kamuoyuna intikal etmiş
bazı gerçekler ve kanıtlar, ABD’nin IŞİD ile mücadelede samimi olmadığı konusunda güçlü kuşkuların
doğmasına neden oldu. Snowden IŞİD’in amacının
bölgede İsrail’in güvenliğini tesis etmek ve korumak
olduğunu da açıklamıştı.
EKİM 2014
23
DIŞ POLİTİKA
hallerine tavırlarına ve yapmak istediklerine kadar
her şeyi anlamlandırmak için sağlam bir tarih bilgisi
lazım bu yüzden. Şunu da belirtmek gerekir ki sanılanın aksine doğu dünyası batıya kıyasla çelişkilerle
yaşamakta daha fazla zorlandığı için hakikate daha
yakındır. Türkiye’nin konumu ise, Batı’nın analitik
keskinliği ve Doğu’nun kuralsızlığına bulanmayan,
çelişkilerin arasında kalmaktan dolayı hep huzursuzluk duymuş bir yer olarak anlama açısından özel
bir durum sunuyor.
Doç. Dr. Ahmet Erkan KOCA
SDE Savunma ve
Güvenlik Programı Koordinatörü
IŞİD
KARIŞIKLIĞI
IŞİD
, neye hizmet ederse etsin, karmakarışık
bir dünyayı, insanlığın yerlerde sürünen
halini ve karanlık geleceğini temsil eden bir örgüt.
Uzun yıllar zulme maruz kalan insanın nasıl insanlığını kaybedeceğini ve artık insanı tanıyamaz hale
geleceğini gösteren sarsıcı bir tecrübe. Büyük güçlerin insanı ne denli küçülttüğünün resmi belki de.
Ve bu küçülen, zulm altında kendini bilemeyecek
hale gelen insan, bir kere insanın neye benzediğini unutunca, onu boğazlamak da hiç zor olmasa
gerek.
oyunlarının, milyonlarca insanın hayatı pahasına
yaptıkları çıkar hesaplarının ve doymak bilmez iktidar hırslarının ürünüdür. Burada İslam, Batılı ülkelerin yüzleşemediği günâhlarının, üstesinden gelemedikleri insanlığın örtüsü... Yakılıp yıkılan, diktatörlerin
zulmüne maruz kalan, baskılanan, kaynakları elinden alınan ve inançları sürekli sorgulanan, çocuklarını kaybedip eşlerine tecavüz edilen insanların hala
bir dine inanabileceklerini savunmak ve sonra bir
kez daha bunun üzerinden vurmak çelişkilerle yaşamaya alışık batılı zihnin zavallılığı aslında.
Biliyoruz ki IŞİD, görünürde köktenci İslamla modern dünyanın bir çatışması gibi görünse ve gösterilse de asıl olarak büyük güçlerin bitmeyen siyasi
Bu kadar karışık, karmakarışık bir meseleyi anlamak için analitik düşünmenin keskin ayrımları ve
net sınır çizgileri yetmez, bu yüzden batılı analist-
24
EKİM 2014
IŞİD kendn chadçı br hareket olarak sunsa ble
bu artık lah ve kutsal anlamlarından uzaklaşmış,
materyalst br chadtır ve ötek syasal şddet
bçmlernden farkı olmadığı gb bunu dn adına
yaptığından çok daha günâhkardır.
lerin -ve tabii kafası batıyla yıkanmış ‘yerli’ batıcılarımızın- çözümlemelerinden bir süre uzak durmak,
İslam örtüsü altında gizlenen ayak oyunlarını, çıkar
hesaplarını ve gizli ittifakları ışığa tutmak gerekir; ortaya bakamayacağımız kadar kanlı ve insanlık dışı
bir manzara çıkabilme ihtimali olsa da biliyoruz ki
hakikat her zaman acılardan daha güçlüdür. Ve çelişkilerle yaşamaya alışık zihinlerden hakikat adına
bir şey çıkmayacağını da buna eklemek gerekir.
IŞİD insanlığın binlerce yıldır barışık yaşadığı çelişkilerinin, hakikat sandığı yanılsamalarının ve geçer
sandığı acılarının vahşi bir dışavurumu... İçinde sayısız çelişki, anlaşılmazlık ve karışıklık yüklü... Adından başlayarak, eylemleri yapanların kimliklerine,
IŞİD’in açılımı, Irak Şam İslam Devleti. Peki, ama
neden Irak-Suriye, Bağdat-Şam değil de Irak-Şam?
Örgütün Arapça adı, ‘Al Dawla al İslamiyye f’il Iraq
W’al Sham’. Kimilerine göre Al Sham, Suriye’nin
bütününü kastediyor, kimilerine göreyse ‘Levant’
denilen ve içerisine Kıbrıs, İsrail, Ürdün, Lübnan,
Suriye ve Türkiye’nin Güney/Güney Doğu taraflarını alan çok daha geniş bir alanı kapsamakta. IŞİD
aslında 2003’te Amerika’nın Irak’ı işgal etmesinin
ardından oluşmaya, ortaya çıkmaya başlayan bir
örgüttü ve ilk adı Irak İslam Devleti idi. Sonra Suriye meselesi ortaya çıkınca buna Şam da eklendi.
Amerikan işgalinin yarattığı rahatsızlıkla katılanlara
Saddam Hüseyin’in ordusundan yetişmiş subaylar,
Baas rejiminden isimler eklendi. Hemen hepsi de
bir biçimde işgal dönemi hapishanelerinde yatmış,
kaçmış ya da serbest bırakılmış kişiler. İşgalcilerin
insana neler yapabileceğini ilk elden tecrübe etmiş,
her halükarda artık ancak kaybederek hayatta kalabileceklerini bilen kimseler. Aslına bakılırsa kendisinin fundementalist İslami bir örgüt olarak nitelenmesinden hoşlanan IŞİD, seküler Baas rejiminin sivil
ve askeri kanadından çok şeyler devşirdi. Saddam
döneminin muktedirleri elbette Batılı ülkelere kızgın
ve öfkeliydi ama belki de çok daha fazla olarak rejimin yıkılmasını bayram havasında karşılayan içerideki Müslümanlara kızgındılar. Hele ki bunu İslam’a
dayanarak yapanlara özel bir kin biriktirmişlerdi.
Onlara İslam ve Müslümanlık neymiş göstermek
gerekliydi. IŞİD lideri Abu Bakr al-Baghdadi’nin
kurulacak İslam devletinde Allah’a inanmayan hiç
kimseye yer olmayacağını ve en katı İslami kuralların geçerli olacağını söylemesi bu manada ironik
ve anlamlı.
Bu çekirdek oluşuma sonrasında yeni durumdan
beklediklerini bulamayanlar, gelecekten beklentisi kalmayanlar, kısacası bütün memnuniyetsiz ve
EKİM 2014
25
IŞİD ne yapmaya çalışıyor peki? söylemine bakılırsa, Orta Doğu coğrafyasında tek hakimin İslam olmasını istiyor ve bunun için gerektiğinde her şeyi
yapacağını, bunun dışında bir ihtimali aklına getirenlerin kalbine büyük bir korku salmaya çalışıyor.
Güya İslam’ı ve Müslüman coğrafyasını savunmak
için yola çıkıyor ama bilerek ve isteyerek öldürdüğü
Müslüman sayısı Batılılardan fazla. Tek silahı vahşi
şiddet ve aşırılık... O kadar ki El Kaide’nin kınamak
zorunda kaldığı aşırılıkta taktiklere başvurabiliyor,
Müslüman kadınlara tecavüz edip çocukları doğrayabiliyor. Müslüman olmalarına rağmen Kürtlerle
özel bir alıp veremediği var belli ki.
mutsuzlar ve hatta madde bağımlısından kimlik bunalımındakilere pek çok genç de eklendi. Buna bir
de Batı’da doğup büyümüş, Batılı kültürün içinde
giderek sertleşen bir İslami çizgiyi kendisine rehber
seçmiş ve hayata geçiremediği hareket ihtiyacına,
doyuramadığı ruhsal inancına ‘kutsal’ bir mecra arayan genç Müslümanlarla, Batı’nın savaşla yeni bir
dünya kurulabileceği inancına karşı çıkan yine Batılı,
biraz maceraperest, biraz da insani vicdanı temsil
eden kesimleri eklemek gerekir. Biraz ‘kaybedenler
kulübü’ aslında. IŞİD görülen o ki, herkesin kendine
ve meşrebine göre sahip olduğu farklı isyan duygularından ve bir şeylere karşı koyma ihtiyacından
önemli ölçüde beslenen bir örgüt. Bununla ilgili, ‘tesadüflerle bir araya gelmiş bir topluluk mu yoksa organize bir terör örgütü mü?’ sorusu sormak abesle
iştigal aslında. Yüzyıllar içinde oluşan her şey son
derece organizedir. Yeni olan, ‘organize mi, tesadüf mü?’den ziyade, IŞİD’in gerilla savaşıyla askeri
bilgiyi birleştiren bir örgüt oluşur. Bu da ana insan
kaynağını açıklıyor aslında; eski ordu mensuplarıyla
yeni katılan sivil isyancılar. Dolayısıyla gerektiğinde
ordu gerektiğinde gerilla taktiğine başvurabiliyorlar
ve bu onları her durumda kolay alt edilemez kılıyor.
Kararları daha yerel düzeye bıraktığı için çökertilme-
26
EKİM 2014
si oldukça zor ve aynı zamanda kontrolü de. Buna
karşın örgüt üyeleri tam olarak ne istediklerini bilmeseler de neye karşı olduklarını iyi biliyorlar. Bu
yüzden benzer biçimde hareket edebiliyorlar ve ne
istediklerini ise merkezdeki tepe yöneticiler, özellikle
de kendisini aynı zamanda Halife ilan eden Bağdadi
dile getiriyor.
Ve şu artık herkesçe dile getirilen bir gerçek ki IŞİD,
Batılı da bir örgüt; ortaya çıkış nedeni, hizmet ettiği
çıkarlar ve köktenci ve radikal tutumuyla Batılı güçlerin içinden çıkılmaz hale getirdikleri Orta Doğu’da
her istediklerini kolaylıkla meşrulaştırabilmelerini
sağlayan bir ortam sunmasıyla Batılı. Tıpkı Batılı
ülkelerin yüzyıllarca bu coğrafyada ustalıkla ve incelikle yaptıkları gibi, İslam adına İslam kültürünü,
tarihini, eserlerini ve bütün bir inanç sistemini hiçe
sayacak, yok edecek kadar ilkel bir zihne sahip
oluşuyla Batılı. Kendinden başkasını göremeyecek
kadar vahşi oluşu, milyonlarca insanın hayatını gözü
dönmüş şekilde yok edebilecek kadar acımasız oluşuyla Batılı, her olumsuz durumun İslam’la ilişkilendirilmesine neden olmasıyla Batılı. Batı’ya bir tepki
olarak doğmasıyla Batılı. Batı’nın elini hiç çekmediği
bir coğrafyayı faaliyet alanı seçmesiyle Batılı…
IŞİD’in yarattığı bütün bu karışıklıklardan süzülen
gerçekler de epey fazla ve bu şerrin pek çok hayra
yol açabileceği ihtimali insanlığın karanlık geleceğinden yayılan kasveti bir nebze de olsa dindirmekte.
Bu gerçeklerden ilki İslam’a ya da bir başka dine ya
da inanç sitemine referans versin ya da vermesin
hiçbir aşırılık ve şiddete dayalı eylem dini olamaz.
Görüldü ki, Müslüman coğrafyasında IŞİD’e yönelik yaygın bir nefret oluştu ama bu Batı’ya duyulana henüz tam olarak baskın gelemediği için büyük
bir patlamayla dışa vurulmuyor, içten içe bir buğz
haliyle yaşatılıyor. Adı ne olursa olsun bu, araştırmacı Marc Segman’ın gayet isabetle dile getirdiği
gibi “siyasal bir şiddet’tir ve siyasal şiddet, Fransız
Devrimi’nden günümüzde aldığı şekliyle İslami Cihad hareketlerine kadar özünde aynıdır”.
İkinci olarak İslam dininin bu türden aşırı terörist
eyleme dayalı örgütlerin dayanağı ve çıkış kaynağı
değil meşrulaştırıcısı ve rasyonalizasyon kaynağı olduğu görülmüş oldu. En büyük meşrulaştırıcı yalan,
hakikate dayalı olandır ve İslam dini, insanı her yönüyle ele alandır. İslam dini, bir direniş dinidir aslında ve gerçek anlamda Müslümanlık, dünyevi olana
direnerek hayat bulur. İslam, insanın sefaletine ve
dünyanın zulmüne karşı bir isyan, Müslümanlıksa
isyanın ibadete dönüştüğü bir ruh halidir. İslami bir
hayat giderek maddenin dünyasından uzaklaştırarak ruhsal bir âlem yaratır. Müslüman isyanı kesin
olarak ruhsal bir isyandır; materyalist olan her türlü
arzu ve talebi dışlayarak dünyanın ötesine geçme
hamlesinin harekete dönüşmüş halidir. Gerçek anlamda cihad, bu türden bir harekete geçmedir ve
bilindiği gibi öncelikle insanın kendi içindeki mücadelede başlar. IŞİD kendini cihadçı bir hareket ola-
Blyoruz k IŞİD, görünürde köktenc İslamla
modern dünyanın br çatışması gb görünse ve
gösterlse de asıl olarak büyük güçlern btmeyen
syas oyunlarının, mlyonlarca nsanın hayatı
pahasına yaptıkları çıkar hesaplarının ve doymak
blmez ktdar hırslarının ürünüdür.
rak sunsa bile bu artık ilahi ve kutsal anlamlarından
uzaklaşmış, materyalist bir cihattır ve öteki siyasal
şiddet biçimlerinden farkı olmadığı gibi bunu din
adına yaptığından çok daha günâhkardır.
Oysa her türlü aşırı şiddet, isyanın materyalist halidir. İyi bir Müslüman öldürmeyi değil ölmeyi iyi
bilen kimsedir. Savunmak söz konusu olduğunda
ise teslim olmak diye bir şey yoktur, Şehitlik, ulvi
ve ali olanı bu dünyanın hiçbir maddi karşılığına
feda etmediği için ölebilmek ve tam da bu yüzden
ölümsüzleşmektir. Bütün bunlardan hareketle İslam
dini, içinde güçlü bir karşı koyma gücü ve enerjisi
taşır. Bu karşı koyma gücünü Batının hegemonik
zulmüne karşı bir direnç kaynağı olarak kullanmak
ve enerjisini buradan almak terörist ya da değil, mücadeleye girişen örgütler için oldukça işe yarar ve
anlaşılırdır ancak anlaşılır olmayan kullanılan yöntem ve başvurulan taktiklerdir.
Örneğin İslam’da kadınlara, çocuklara, aciz ve zayıflara ve masumlara her ne sebeple olursa olsun
bilerek ve isteyerek kasdetmek diye bir şey kesinlikle yoktur, en temel yasaktır. Karşı konulacak olan
ancak ve sadece, gücü ve iktidarı elinde bulunduran ve bunu zulüm aracı haline getirenlerdir; bunu
yapanlar ister Müslüman ister başkaca bir dinden
ya da coğrafyadan olsunlar farketmez, zulüm yapan ve insanları ezen herkes İslam’a göre aynıdır.
Bir Müslüman için içine düşülebilecek en kötü durum, masumların ve sıradan insanların kendisinden
korkması ve zalimlerin kendisinden güç almasıdır.
IŞİD’le ilgili Batı’daki tartışmalar, yaptığı kanlı eylemlerin aslında ideolojik olduğu ancak bu ideolojinin
neye dayandığı sorusunun sorulması gerektiğidir.
Kastedilen IŞİD siyasal şiddeti bir ideolojiye dayanmakta ancak o da temelindeki İslami inanç algısına.
Oysa IŞİD ideolojisi dine dayanmamakta, IŞİD dini
kanlı siyasal eylemleri uğruna ideolojileştirmektedir
EKİM 2014
27
DIŞ POLİTİKA
ve İslam dininin ideolojileşritilmesi, kaçınılmaz bir
dünyevi Müslümanlığa davetiyedir. O andan itibaren isyan yerini iktidar arzusuna, ruhani olan materyalist olana bırakır ve din adına gibi yapılan her
kanlı eylem döner dolaşır yapanların bu dünyadaki
cehennemini ortaya çıkarır.
Bu yüzdendir ki IŞİD’çiler yaptıkları eylemlere, cımbızla çekilmiş ve duruma uygun parçaların birbirine
eklenmesiyle oluşturulmuş Kur’an’dan referanslar
verirler ve bu türden dayanak ve meşrulaştırıcı ayet
ya da hadis bulamadıklarında ise fetvalara başvururlar. Bir kez ideolojiye dönüştürüldüğünde fetvaların sonsuz bir meşrulaştırıcı gücü ve etki alanı
vardır. Her şey için her an dayanak olacak bir fetva
bulunur ve IŞİD dini, her ideolojik dinde olduğu gibi
iktidara ulaşma adına her türlü kutsalı feda etmeye
hazır militanlardan oluşan bir cemaat kurar. IŞİD’in
İslamafob, dnn deolojk hale gelerek kanlı
syasal şddet eylemlernn meşrulaştırıcısı
olmasının yarattığı korkudur ve Batılı zhnlern
bunu İslamla özdeşleştrmes, haklı nedenlere
dayanıyor gb gözükse ble, aslında poltk ve
çelşklerle dolu maraz br tutumdur.
28
EKİM 2014
ideolojik dinden aldığı kanlı gücü, Batı’daki sıradan
insanların kafasında alttan alta yer eden İslam korkusuyla birleşerek kendisini yeniden ve her defasında daha güçlü bir şekilde üretir. İslamafobi, dinin
ideolojik hale gelerek kanlı siyasal şiddet eylemlerinin meşrulaştırıcısı olmasının yarattığı korkudur ve
Batılı zihinlerin bunu İslamla özdeşleştirmesi, haklı
nedenlere dayanıyor gibi gözükse bile, aslında politik ve çelişkilerle dolu marazi bir tutumdur.
IŞİD gibi, El Kaide gibi aşırı ve kanlı terör örgütleri,
evet İslam coğrafyasının hastalıklarından türemiştirler ama kesinkes İslami değillerdir. Batılı büyük
güçlerin yüzyıllardır üzerlerinde uyguladığı çıkar hesapları ve siyasi oyunların, politik baskı ve sürekli
iç karışıklık çıkarıp insanları birbirine düşürmekten
güç devşirme siyasetinin, ezilen ve zulüm altında
inleyen Müslümanların ellerinde kalan tek güç olan
dinlerine sarılmaları sonucu onu bir karşı koyma ve
hayatta kalma ideolojisine dönüştürmelerinin hastalıklı sonucudur. Bundaki büyük günâh, ana müsebbib olarak, hiç kuşkusuz Batı’nındır. Son tahlilde, İslam’ı IŞİD’e göre tanımlamak, sağlıklı insanı
hastalıklı haline göre tanımlamaktır ve bu çelişkiyle
yaşamak bizatihi hakikate yapılabilecek en büyük
saldırıdır. IŞİD Batı’nın günâhlarıdır.
BATI KENDİ ELLERİYLE
KENDİ SONUNU HAZIRLIYOR!
Alper TAN
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
SD
’nin Ağustos 2014 sayısında “Yeni
Dünya savaşında başkomutan kim
olacak?” başlığı ile yayınlanan makalede bugüne kadar hiç dillendirilmeyen bazı gerçeklere
değinmiş, dünyanın büyük bir savaşa giriştiğinden,
önümüzdeki üç-beş yılda bu savaşın daha şiddetli
devam etmesi ihtimalinden söz etmiştik. Ezberci,
ideolojik veya romantik anlayışların manşetleri ve
zihinleri işgal ettiği ülkemizde, farklı konulara dikkat
çekmenin ne kadar zor olduğunun farkındayız. Ama
bunları paylaşma sorumluluğu da bizleri zorluyor.
O yazıda “Müslüman ülkelerde başlayan savaşların Batı’ya ve Doğu’ya yayılma” durumundan
da söz etmiştik. Şimdi bunu biraz daha açabiliriz.
Sıkça vurguladığımız bir konu var. Batı’nın Birinci
Cihan Savaşı sonrası oluşturduğu “Dünya Düzeni” artık bozuluyor. Çünkü Batı’nın tezleri iflas etti.
İnandırıcı bir iddiası kalmadı. İnsanlık için, özellikle
Müslümanlar için olumlu bir gelecek vaad etmiyor.
Batı, Müslümanlar için sadece ölüm, şiddet, sömürü, sefalet, cinayet ve yalan üretiyor.
EKİM 2014
29
Peki, Batı nereye gidiyor, Doğu nereye gidiyor? Bu
konuda maddeler halinde kabaca şöyle bir mukayese yapılabilir.
vaşı kazanmak için yeterli gelmiyor. Bu konuda Afganistan ve Irak’ta olanlar, en sıcak örnekler olarak
önümüzde duruyor.
Batı özgürlük ve demokrasi vaad ettiği Afganistan
ve Irak’a sadece ölüm, yıkım, şiddet, istikrarsızlık ve
fakirlik getirdi. Ülkeleri yerle bir etti ve parçaladı. “El
Kaide terörünü” sonlandıracağını söyledi. Ama
uyguladığı yöntemlerle çok sayıda silahlı örgütün
doğmasına zemin hazırladı.
Batı’nın maaş karşılığı savaşan ölüm makinesi askerleri Doğu’nun iman ve ideal sahibi savaşçıları karşısında artık zafer elde edemez durumdalar. Dünyanın
iki süper gücünden biri olan SSCB, dünyanın en fakir
ülkelerinden Afganistan’a yenik düşmüş ve dağılmıştır. Dünyanın diğer süper devleti ABD, Afganistan ve
Irak’ta bir zafer kazanamamıştır.
Batı kendi halklarını da artık memnun ve tatmin
edemiyor. Çünkü fakir halkları, Orta Doğu’yu,
Afrika’yı sömürme üzerine kurulu gayrimeşru yollarla elde edilen refah sürdürülemez durumda. Kolay
kazanma ve kolay harcama dönemi kapanıyor batılılar açısından.
Afganistan ve Irak’ta Taliban ve El Kaide’yi yok etmek iddiasıyla işgal yapan ABD ve Haçlı koalisyonu, Afganistan’da Taliban ile hükümet ortağı olmuş,
El Kaide ise ABD Başkanı Obama’nın iddiasının
aksine güçlenerek daha geniş bir siyasi ve sosyal
coğrafyaya yayılmıştır.
Rahata ve rehavete alıştırılmış olan Batı toplumları, sömürülen halkların sırtından
geçinmeye alıştıkları için keyfine
Doğu’nun Batı’ya
düşkün nesillere dönüştüler.
Batıda nüfus artışı bazı
ülkelerde durma noktasında, bazılarında ise
eksi seyir izliyor. Genç
nüfus azalıyor, yaşlı
ve üretim kabiliyetini
yitirmiş nüfus artıyor.
Bu da Batı’daki sosyal
güvenlik harcamalarının
maliyetlerini devletlerin
üzerinde ağır bir kambura
dönüştürüyor.
ABD ve ortakları Saddam Hüseyin’i
idam etmiş ama Saddam’ın askerleri ve istihbarat kurumunun kurduğu IŞİD bugün
karşı uyku halinin devam
ABD dâhil tüm Batı için
etmesi ve direncinin kırılması
daha şedit bir tehdit haliiçin Doğu’da düzenli olarak
ne gelmiştir.
içerde ve dışarda savaş,
çatışma ve istikrarsızlık
üretildi. Yaklaşık bir asırdan
beri bölgede rehine veya
esir durumunda, gücü boşa
harcanmış yüz milyonları
oluşturan Müslüman halklar
artık hızla uyanmaya
başladılar.
İslam dünyasında ise hızlı bir
nüfus artışı var. Bu durum dinamik
bir nesle işaret ediyor. Bu dinamik nesil
sömürgeci ve istilacı Batıya karşı iyice bilenmiş intikam duygularıyla büyüyor. El Kaide, Taliban ve IŞİD
gibi örgütler bu ortamda gelişiyor.
Sömürülen halkların sırtından elde edilen imkânlarla
bol keseden harcamalar ve yükselen hayat standartları üretim maliyetlerini de yükselttiği için sanayi yatırımları ve üretimleri işgücünün düşük olduğu
doğu ülkelerine kayıyor. Yani üretim de Batı’dan
Doğu’ya taşınıyor.
Batının çok sofistike, teknolojik savaş silahları, düşmanı, askeri olarak yenmeyi becerse bile artık sa-
30
EKİM 2014
Doğu son bir iki asırdan bu yana Batı tarafından sistematik olarak sömürüldü. Genel
hatlarıyla ifade etmek
gerekirse sadece sömürülmedi. Batı ülkelerinin
vekili manda idareleri ile yönetildi. Yerüstü ve yeraltı kaynakları Batı’ya taşındı, Batı’da
paylaşıldı.
Doğu’nun Batı’ya karşı uyku halinin devam
etmesi ve direncinin kırılması için Doğu’da düzenli
olarak içerde ve dışarda savaş, çatışma ve istikrarsızlık üretildi. Yaklaşık bir asırdan beri bölgede
rehine veya esir durumunda, gücü boşa harcanmış
yüz milyonları oluşturan Müslüman halklar artık hızla uyanmaya başladılar.
Bu bir asırlık dönemde Batı’nın hegemonyası altında birbirleri ile savaşan Müslümanlar ister istemez
müthiş bir savaş tecrübesi kazandılar. Batılı devletlerin orduları ise çoğunlukla teknolojiyi tercih ettikleri
için rahatlığa ve rehavete alıştılar.
Batının en becerikli olduğu psikolojik savaş taktikleri ise uyanan Müslümanlarca etkisiz hale getiriliyor.
Daha da önemlisi Müslümanlar artık en az Batılılar
kadar etkili psikolojik savaşlar yürütebiliyorlar. Bunlara şimdilik örnekler vermeyeceğiz.
IŞİD’e karşı kurulan koalisyon içinde Türkiye başta
olmak üzere Müslüman ülkelerin yer almasını ısrarla
istiyor. Maksatları geçmişte olduğu gibi yine Müslümanlar arasına fitne ve fesat sokmaktır. Müslümanları bölmektir.
Belki bunların içinde en önemli şey özgüven konusudur. Bugüne kadar Batı’nın büyük bir özgüven
inancı vardı. Doğu’nun ise özgüveni tamamen kırılmıştı. Batı üst üste aldığı hezimetlerle artık özgüvenini kaybediyor. Doğu ise ardı ardına elde ettiği başarılarla her gün özgüvenini tazeliyor ve daha büyük
hedeflere yöneliyor.
Türkiye ve diğer Müslüman ülkelerin, kendi bölgelerindeki olumsuz hareketlere karşı kendi çözümleri
ile çare bulmaları gerekir. Haçlı Batının yöntemleri
hiçbir zaman çözüm üretmeyecek aksine çözümsüzlüğü derinleştirecek ve arttıracaktır. Batının,
Müslüman ülkelerde müdahale ettiği her yer daha
istikrarsız hale gelmiştir.
Batılıların Vatikan ve kiliselerin de etkisiyle kurdukları uluslararası kurumlar ve bazı gizli örgütlenmeler
üzerinden sağladığı ortak harekât ve ittifakları etkili
oluyordu. Müslümanlar ise özellikle Hilafetin kaldırılmasından sonra tamamen başıboş hale gelmişti.
Batının bu ittifakları itibarını yitirdiği ve gerçek amaçları deşifre edildiği için eskisi kadar etkili olamıyor.
Müslümanlar ise her türlü kafa karıştırıcı ve olumsuz
görüntüye rağmen, birlik ve bütünlük içinde hareket
etmek için yeni bir çaba içine girmiş durumda. Bu
durum ilerleyen süreçlerde kurumsal ittifaklara da
dönüşecektir.
Batı medeniyeti yükseliş çağının son yıllarını yaşamaktadır. Haçlı zihniyetindeki Batı, bundan sonra
siyasi, askeri ve ekonomik yönden hızlı bir daralma,
küçülme ve inziva sürecine girecektir.
Batı’yı en çok korkutan ve düşündüren ve Batı’yı
önümüzdeki süreçte en fazla uğraştıracak olan, bu
durumdur. Batı bu durumun farkında olduğu için
Fakir ve maddeten çaresiz Afganistan halkının dünyanın süper devleti Sovyetler Birliği’ni darmadağın
etmesi gibi, şimdilerde çok geniş bir coğrafyada
savaşlar yürüten ABD’yi ve Avrupa’nın muktedir
devletlerini de Orta Doğu halkları darmadağın edecektir. Bu bir kehanet değil. Rasyonel veriler bunu
anlatıyor. Görünen köy kılavuz istemez. Çok değil
önümüzdeki beş yıl içinde bunların önemli bir kısmını izleyeceğiz.
Bu gerçekleri görerek gelecek planlarımızı ona göre
yapmak durumundayız.
EKİM 2014
31
DIŞ POLİTİKA
ekonomik krizin etkisi birleşince, Amerikan kamuoyunda barış arayışları güç kazanmaya başlamıştı.
Belki de bu nedenledir ki, Amerikan Cumhuriyetinin 220 yıllık siyasi tarihinin bize öğrettiği, yalnızca
beyaz Amerikalıların (WASP) başkan seçilebileceği
miti yıkıldı ve ilk kez Afrika asıllı siyahi bir siyasetçi Amerikan Başkanı seçilerek tarihe geçti. Afrika
kökenli oluşu, orta isminin Hüseyin olması ve bir
şekilde çocukluğunda Müslüman bir toplum içinde
yaşama tecrübesi ve nihayet onun barışçıl tutumu
başta Müslüman halklar olmak üzere tüm dünyada
ciddi bir iyimserlik havası doğurdu.
NOBEL BARIŞ ÖDÜLLÜ
OBAMA
NASIL SAVAŞÇI YAPILDI
Prof. Dr. Birol AKGÜN
?
SDE Başkanı
B
arack Obama, Demokrat Parti adına 2008
seçimleri için Başkan adayı olduğunda Amerikan kamuoyunda kendisini rakibi John
McCain’e karşı ön plana çıkartan ve seçimi kazanmasını da sağlayan en belirgin özelliklerinin başında
onun “savaş karşıtı” bir senatör olması geliyordu.
Çünkü, 11 Eylül olaylarının yarattığı travma son-
32
EKİM 2014
rasında ABD’de kabaran öç alma duygularına ve
neo-con cephenin attığı savaş naralarının dayanılmaz psikolojik baskısına rağmen Obama ABD’nin
Afganistan ve özellikle de Irak işgallerine açıktan
karşı çıkmış; sorunun savaşla çözülemeyeceğini
iddia etmişti. 2008’e gelindiğinde iki uzun savaşın
ABD halkında yarattığı bezginlik ve yorgunluk ile
Başkan Obama verdiği sözü tutma adına, ilk kararlarından biri olarak Irak savaşını bitireceğini ve
en uygun zamanda da Afganistan’dan çekileceğini açıkladı. ABD gerçekte Irak’tan 2011’de ve
Afganistan’dan ise 2014’te çekilecek olmasına
rağmen, Başkan Obama daha iş başına geldiği yıl
savaş karşıtı duruşu ve uluslararası alanda diplomasi ve işbirliğine verdiği önem nedeniyle 2009 yılı
Nobel Barış ödülüne layık görüldü. Barış ödülünü
Obama’ya veren Nobel komitesi yaptığı açıklamada, ödülün ona verilmesinde yeni ABD Başkanının
özellikle “İslam dünyasına” yönelik yakınlaşma politikasının etkili olduğunu özellikle zikretmişti. Gerçekten de Obama Başkanlık görevini aldığının 75.
gününde Ankara’yı ziyaret etti ve Irak savaşı nedeniyle zedelenen Washington-Ankara ilişkilerini tamir
etme sinyali verdi. Daha çok ses getiren ziyaretini
ve açıklamasını ise başkanlığının 90. gününde ziyaret ettiği Mısır’da yaptı. Meşhur Kahire konuşmasında Obama, ABD’nin İslam’la bir sorunu olmadığını
ve Müslümanlarla savaşta olmadıklarını açıklayarak
İslam dünyası ile yeni bir başlangıç sözü verdi.
Aslında Obama yalnızca İslam dünyasıyla değil; Çin,
Rusya ve İran dahil dünyadaki tüm güçlerle ilişkilerini yeniden tanımlama anlamında reset politikasını
da ilan etmişti. Böyle bir politikanın arkasında ise,
Obama ve onu destekleyen siyasi elitlerin ABD’nin
dünyadaki gücüyle ilgili farklı bir okumaya ve dolayısıyla da farklı bir dış politika vizyonuna sahip
olmaları yatıyordu. Obama daha seçim kampanyasına başlarken Fraeed Zakariya’nın çok ses getiren
Amerikan Sonrası Dünya başlıklı kitabıyla basının
karşısına çıkmıştı. Zakariya burada özetle ABD’nin
mevcut ekonomi-politik yapısıyla Bush döneminin
Burada sorulması gereken
temel soru, Beyaz Saray’ın
neden yeniden savaş stratejisine geri döndüğüdür.
Barışın öncüsü sayılan ve
Nobel ödülü sahibi biri nasıl
olup da savaşın kara şahinine dönüşmüştür?
askeri enstrümanlara dayalı dış politikasının yükünü daha fazla taşıyamayacağını, savaş yöntemleri
ile dünya barışını kuramayacağını ve dolayısıyla Çin
başta olmak üzere yükselen güçlerle küresel sistemin işleyişinde işbirliğinin zorunluluğunu dile getiriyordu. Hegemon güç olan Amerika için önerdiği dış
politikanın temeli, dış politikada tek taraflılığın (unilaterity) terk edilmesi, çok taraflı diplomasiye, işbirliğine ve diyaloga öncelik verilmesiydi. Newsweek dergisi onu Post-Imperial President (emperyal dönem
sonrasının başkanı) olarak tanımlıyordu.
Kabul etmek gerekir ki, Obama neo-con çevrelerin
tüm eleştirilerine rağmen Bush döneminin savaşçı diline hiç geri dönmedi. Ancak ABD’nin küresel
terörle mücadele stratejisini de farklı yöntemlerle
sürdürdü. Özellikle Pakistan, Somali ve Yemen gibi
ülkelerde bir yandan mevcut yönetimlerin askeri
kapasitesini artırırken (eğitim ve silah yardımı), diğer yandan insansız hava araçları (Drone) ile terörist avına girişti. Örneğin 11 Eylül 2001 olaylarının
müsebbibi sayılan Bin Ladin Pakistan’da bu şekilde
öldürüldü. Obama İslam ülkelerinde silah kullanmama stratejisini Arap baharı sürecinde ortaya çıkan
Libya müdahalesinde aldığı “perde arkasından yönetme” stratejisiyle devam ettirdi. Benzer şekilde,
Fransa öncülüğündeki Mali operasyonunda da
Obama müttefiklerine istihbarat sağlamakla yetindi. Obama’nın askeri angajmanlardan kaçınma
stratejisinin en çok eleştirildiği yer ise Suriye oldu.
ABD, Esad rejimine karşı direniş için özgür Suriye
ordusunun kurulmasına öncülük etmesine rağmen,
hiçbir zaman tam olarak güçlü destek vermedi.
Bir taraftan açıkça “Esad gitmelidir” derken, diğer
yandan muhalefete gerekli askeri desteği vermede
çok mütereddit davrandı. Özellikle Esad’ın Guta’da
EKİM 2014
33
kimyasal silah kullandığına ilişkin çok ciddi deliller
ortaya konulmasına ve bu bizim kırmızı çizgimizdir
demesine rağmen, Obama yönetimi Esad’a karşı
hiçbir askeri yönteme başvurmadı ve gelişmeleri
Rusya’nın ve İran’ın yönlendirmesine isteyerek razı
oldu. Pek çok uzman, haklı olarak ABD yönetiminin
Suriye’deki kararsızlığının Rusya’yı cesaretlendirdiği
ve Ukrayna krizine yol açtığını düşünmektedir.
Obama’nın Kabaran Savaşçılık Ruhu
Bazı strateji uzmanları Obama’nın hem bir siyasetçi
olarak, hem de Amerikan başkanı olarak kullandığı savaş karşıtı retoriğe rağmen son altı yılda dış
politika alanında bıraktığı mirasına bakıldığında içeriğinin çok da barışçıl olmadığının altını çiziyorlar.
Zira Obama işbaşına geldiği günden bu yana düzenli ordularla işgal politikasından vazgeçilse bile,
ABD’nin terörle mücadele politikasında hiçbir değişiklik olmadı. Değişen şey, bu mücadelenin içeriği
ve kullanılan taktiklerdi. Örneğin onun İslam dünyası
ile barışma politikası dahi, ABD güvenliği için potansiyel tehdit kaynağı olarak görülen İslam dünyasından ABD’ye karşı yeni terör saldırılarını önlemek için
geliştirilmiş farklı bir siyasi strateji olarak okunmaktadır. İkincisi, onun çok taraflı diplomasi ve işbirliğine önem vereceğine ilişkin açıklamalarına rağmen,
başta en yakın Avrupalı ortakları Almanya ve Fransa
olmak üzere kimseye güvenmediği ve bu ülkelerin
başbakan düzeyinde sürekli olarak dinlenilmesine
Obama, Amerika’daki müesses
nizamın dışından gelen biri
(outsider) olarak sistemle çatışarak onu değiştirme yerine,
derin yapıyla uzlaşmayı tercih
etmek zorunda kalmaktadır.
Zira Obama, Türkiye’deki Tayyip Erdoğan’ın tersine, iç politikada da dış politikada da risk
alan (risk taker) değil, riskten
kaçınan (risk avoider) bir lider
profili sergilemektedir.
34
EKİM 2014
izin verdiği Snowden tarafından açıklanan gizli belgelerle ispat edilmiştir. Üçüncüsü, Bush döneminde
ABD’nin başlattığı küresel terörle mücadele stratejisi Obama döneminde silahlı insansız hava araçları (İHA) ve örtülü CIA operasyonları kullanılarak
Pakistan, Yemen, Somali, Libya ve nihayet Afrika
ülkesi Mali’nin derinliklerine kadar genişletilmiştir.
Bu bağlamda, çoğu orijinal Afganistan El-Kaide’si
ile ideolojik olarak bağlantılı olan El-Şebap (Somali), Toareg Hareketi (Mali), Boko Haram (Nijerya) ve
İŞİD (Suriye ve Irak) ABD’nin hedefi olan örgütlerdir.
Esasen bu çerçevede değerlendirildiğinde,
Obama’nın dış politikasının Bush döneminde başlatılan emperyal politikaların düşük yoğunlukta ve
yeni araçlarla devamı olarak da okunabilir. Nitekim
ironik bir şekilde tam da, 11 Eylül’ün 13. yıldönümünde bizzat Obama tarafından yapılan sert bir
açıklama ile dünyaya duyurulan, havadan bombalamalar ve yerli muharipler ortaklığında Suriye ve
Irak’taki IŞİD örgütünü bitirmeye yönelik yeni strateji
ise zaten yürürlükte olan savaşın eskalasyonundan
başka bir anlam taşımamaktadır. Burada sorulması
gereken temel soru, Beyaz Saray’ın neden yeniden
savaş stratejisine geri döndüğüdür. Barışın öncüsü
sayılan ve Nobel ödülü sahibi biri nasıl olup da savaşın kara şahinine dönüşmüştür?
Öncelikle biraz septik bir okumayla, Obama’nın
Başkan seçilmesi de zahirdeki barışçıl siyasi retoriği
de esasen Bush döneminin “kara davudi” savaşçılığının zayıflattığı Amerika’nın küresel hegemonyasının restorasyonuna dönük olduğu söylenebilir.
Başka deyişle, aslında ABD açısından önemli olan
dünyadaki ayrıcalıklı gücünü sürdürmesidir. Gemi
aynı gemidir, istikameti aynı istikamettir ama yolcuların güvenini kaybeden kaptan yerine halkın isyanını önlemek için zahiren kendilerine daha yakın olan
başka bir kaptan seçilmiştir. Şimdi IŞİD gibi daha
korkunç bir rakip ortaya çık(artıl)tığı için, kaptan
gerçek yüzünü dosta düşmana göstermek zorunda
kalmıştır.
Tarihin Geri Dönüşü başlıklı kitabın da yazarı olan
ve hem Cumhuriyetçilere hem de Demokrat Obama yönetimine danışmanlık yapan stratejist Robert
Kagan’ın 2011’de yayınladığı The World That Amarica Made (Amerika’nın Yarattığı Dünya) başlıklı kitabında Amerika’nın ekonomi politik gücünün giderek
zayıfladığını ve siyasi elitlerin de
son yarım asırda kendi yarattıkları
küresel sistemi yönetme anlamında motivasyonunu kaybettiğini
söyleyerek, Amerika’nın küresel
yönetim sisteminden elini çektiği bir dünyada ortaya çıkacak
sorunlara dikkat çekmektedir.
Yazar, üstü örtülü bir şekilde İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya
ve Çin gibi aktörlerin yöneteceği
dünyada ortaya çıkacak kargaşa
ve kaos ortamında, dünya halklarının ve siyasi elitlerinin Amerikan
yönetimine olan özlemlerini nasıl
artıracağını ima etmektedir. Arap
Baharı sürecinin özellikle Orta
Doğu’da ve Akdeniz’in güneyinde yarattığı ve hala devam eden
siyasi dalgalanmaların, çatışmaların ve karmaşa ortamının tam
da Kagan’ın öngördüğü (veya kurgulandığı) üzere,
bugün ABD’nin bölgeye olan dönüşü için çok ciddi
bir meşruiyet temeli yarattığı açıktır. Türkiye’deki siyasi elitler dahil pek çok kişi, ‘ABD neden Suriye’de
Esad’a karşı harekete geçmiyor?’ sorusunu sıkça
sorduğuna göre, ‘belki de arzulananın tam da böyle
bir sonuç muydu?’ sorusu ister istemez zihinlerimizi
meşgul etmektedir.
Yaratıcı Kaos ve Obama Liderliği
Aslında reel politik açıdan belki de daha gerçekçi bir
okuma şu olabilir. Obama şahsi olarak gerçekten
de ABD ile İslam dünyasını barıştırma misyonuna
inanmaktadır. Aksi halde geçmiş altı yılda bu kadar
gerçekçi bir rol oynayamazdı. Ama aynı zamanda
Obama, Amerika’daki müesses nizamın dışından
gelen biri (outsider) olarak sistemle çatışarak onu
değiştirme yerine, derin yapıyla uzlaşmayı tercih etmek zorunda kalmaktadır. Zira Obama, Türkiye’deki Tayyip Erdoğan’ın tersine, iç politikada da dış politikada da risk alan (risk taker) değil, riskten kaçınan
(risk avoider) bir lider profili sergilemektedir. Amerikan derin oyun kurucularının Başkan Obama’nın
bu zaaflarını kullanarak, onu özellikle Orta Doğu’da
kendi istedikleri pozisyona çekmiş olmaları çok zor
olmasa gerektir.
Suriye ve Irak’ta aniden ortaya çıkarak bölgede ve
dünyada neredeyse gerçekten yakıcı bir ateş topuna ve siyasi olarak ise medya üzerinden adeta
bir deccale dönüş(türül)en IŞİD örgütü, bugün hem
bölgenin yeniden dizaynı ve hem de ABD liderliğinin küresel düzlemde yeniden inşası adına adeta
bir “yaratıcı kaos” yaratma aracı olarak kullanılmaktadır. Üstelik İslam coğrafyasında ilk kez halkların
özne olma bilinciyle hareket etmeye başladığı bir
konjonktürde, isteksiz bir ABD başkanını bölgeye ve
savaş alanına geri çekerek ve bunun maliyetini de
yüreklerine iktidarlarını kaybetmek gibi ölümcül bir
korku salınan zengin Arap monarşilerine ödeterek.
Hakikaten bugün IŞİD üzerinden yaratılan büyük
tehdit ile ABD, Suudi Arabistan’ı yabancılaştırmadan
İran’la yakınlaşma stratejisine devam edebilmekte;
Sünni monarşilerle II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan siyasi ittifakları ortak operasyonlara dönüştürerek silah arkadaşlığına yükseltmekte; Irak’ta
İran’ın Bağdat üzerindeki etkisini dengeleyecek ve
Sünni kesimin şikayetlerini azaltacak biçimde yeni
hükümet kurabilmekte; Kuzeydeki Kürt bölgesinin
bağımsızlık arayışlarına ket vurabilmektedir. Özetle
yaratıcı kaos Obama’yı barışçı bir liderden savaşçı
bir konuma çekmiş ve Orta Doğu siyasetini yeniden
Amerikan merkezli hale getirmeyi başarmıştır.
EKİM 2014
35
DIŞ POLİTİKA
TÜRK DIŞ POLİTİKASI
Ukrayna’da yaşanan gelşmeler lk planda AB yanlıları le Rusya yanlıları arasındak mücadele
görünümündeyd. Ancak Kırım’da yaşanan gelşmeler sonrasında Avrupa’nın güvenlğ ve NATO’nun
fonksyonu yenden gündeme geld. Bu tartışma Soğuk Savaş sonrası kendsne yen br alan tanımlayan
NATO’nun IŞİD gb örgütlerle savaşıp savaşmaması üzernden de yoğun bçmde devam edyor.
Öner BUÇUKCU
SDE Uzmanı
U
krayna’da yaşanan gelişmeler
sonrası Kırım Meclisi’nin aldığı Rusya’ya bağlanma kararı ve
Rusya Meclisi’nin bu kararı onaylaması Soğuk Savaş sonrası Avrupa’daki
en ciddi sınır değişikliklerinden birisi
oldu. Yaşanan bu sınır değişikliği ilk
değildi. 1990’lı yıllar hatırlanacak olursa Yugoslavya’nın dağılma süreci oldukça zor ve kanlı olmuştu. Avrupa’da
siyasal dengenin oluştuğu düşünülürken Kosova’nın bağımsızlık kararı ile
Rusya’nın karşı çıkmasına rağmen Batılı ülkelerin bu kararı tanıması ard arda
geldi. Sırbistan ve Karadağ’ın ayrılma
kararının ardından yaşanan bu gelişme
Sırbistan’ın siyasî sınırlarının yeniden
değişmesi anlamına geliyordu. Bu gelişmeyle aynı dönemlere rastlayan gelişmeler sonucunda ise Rusya’nın destek
ve teşvikiyle Güney Osetya ve Abhazya
krizleri yaşandı. Bu krizlerin tamamında
farklı saflarda yer alan siyasal aktörler,
yaşanan gelişmeler can sıkıcı olmasına
rağmen ilişkilerin kopmaması için büyük çaba sarf ettiler. Ancak Kırım’da
yaşanan gelişmeler sonrasında küresel
sistem yeni bir dönüm noktasına gelmiş
gibi gözüküyor.
Umran Dergisi’nin Nisan 2014 sayısında yayınlanan bir metinde Soğuk Savaş
sonrası NATO’nun pozisyon arayışını
teorik açıdan ifade etmiş ve Türkiye’nin
NATO ve AB arasında gelişen askerî
ilişkiler dolayısıyla yaşadığı sorunlu dönemi ele almıştık. Bu metin aslında
36
EKİM 2014
NATO’nun aldığı kararların Türkiye açısından bağlayıcılığının oranını da ortaya koymayı amaçlıyordu.
Örnek olay olarak üzerinde durulan ESDI (European
Security and Defence Identity) Türkiye’yi karar verme mekanizmalarının dışarısında bırakan bir girişim
olmakla birlikte son kertede Türkiye’nin aleyhine
olsa dahi Türkiye tarafından kabul edilmek zorunda kalmıştı. Zira NATO’nun bu dönem stratejisi ile
AB’nin Soğuk Savaş sonrası stratejilerinin uyuşuyor
olması blok içi dayanışmayı/farklılıkları görmezden
gelme zorunluluğunu da beraberinde getiriyordu.
AB genişlemesi ile NATO genişlemesinin kabaca
aynı süreçleri/uzamları izlemesi esasen Soğuk Savaş sonrası üzerinde uzlaşılan bir politikanın pratikteki haliydi. Bu dönemde NATO ve AB’nin genişleme stratejisi, o dönem oldukça zor durumda olan
Rusya’nın yüzyılın en güçsüz pozisyonuna düştüğü
bir süreçte bir gün yeniden kendi ayakları üzerinde
durma ihtimali karşısında Avrupa’nın güvenliğinin
sağlanabilmesi için Güney ve Doğu Avrupa’yı Avrupa Birliği ve NATO şemsiyesi altında toplayarak
Rusya’nın yeniden güçlenmesi durumunda ona etki
alanı sınırlanmış bir oyun sahası vermekti. Bugün
Avrupa’daki siyasal kompozisyon bu politikanın büyük ölçüde başarıya ulaştığı şeklinde yorumlanabilir.
Burada Rusya’nın tarihsel olarak Avrupa açısından
hiçbir dönem ekonomik anlamda rakip olmadığının
altı çizilmelidir. Klasik güç dengesi sisteminin hâkim
olduğu 1815-1914 arası dönemde Rus Çarlığı’nın
Avrupa siyaseti açısından önemi askerî gücünden
kaynaklanıyordu. SSCB de Soğuk Savaş yıllarında ABD ile karşılaştırıldığında küçük bir ekonomiye
sahipti. Ancak nükleer silahlara sahip olması, dahası kıtalararası nükleer başlık taşıyabilen füzelere
ve ikinci vuruş kabiliyetine sahip olması, ideolojik
olarak ekonomik-siyasal-toplumsal açılardan farklı
bir model öneriyor olması SSCB’yi Soğuk Savaşın
taraflarından birisi haline getirmişti.
ABD’nin küresel hegemonyasının tartışılmaz olduğu
90’lı yıllarda eski Doğu Bloku ülkeleri ile NATO ara-
sındaki ilişkilere ve bunun kurumsal çerçevesi olan
“Barış İçin Ortaklık” perspektifi Rusya ile NATO arasında Soğuk Savaş sonrası erken dönem ilişkilerin
çerçevesini belirlemişti. Putin’in Rusya Devlet Başkanı olmasından sonra agresif bir biçimde petrol ve
doğal gaz gibi yer altı kaynaklarını küresel piyasalara pazarlamaya başlayan ve bu açılımıyla ekonomisini düzeltmeye başlayan Rusya Federasyonu’nun
ABD hegemonyası ve onun etkisi altında şekillenen uluslararası kurumsallaşmaya ilk resmî tepkisi Putin’in 2008 yılında Münih’te Avrupa Güvenlik
Konferansı’nda yaptığı konuşmaydı. Bu konuşmasının arka metninde Putin çok kutupluluğun dünyada barış ve istikrarın sağlanmasında daha işlevsel
olabileceğini öne sürüyor, ABD’nin uygulamalarından rahatsızlığını dile getiriyordu.
Ukrayna’da yaşanan gelişmeler ilk planda AB yanlıları ile Rusya yanlıları arasındaki mücadele görünümündeydi. Ancak Kırım’da yaşanan gelişmeler sonrasında Avrupa’nın güvenliği ve NATO’nun fonksiyonu yeniden gündeme geldi. Bu tartışma Soğuk
Savaş sonrası kendisine yeni bir alan tanımlayan
NATO’nun IŞİD gibi örgütlerle savaşıp savaşmaması üzerinden de yoğun biçimde devam ediyor.
NATO’nun Geleceği ve Türkiye
Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra NATO
askerî açıdan kısa sürede netice elde edebilecek
çok uluslu operasyonel kuvvetlerin örgütlenmesi
stratejisine yönelmişti. Bu çerçevede askerî yapısını yeniden düzenleyen NATO stratejisi kriz çözümü
odaklıydı. Bu yaklaşım NATO’nun Soğuk Savaş
sonrası kendini tanımlamasına uyumluydu, çünkü
NATO Soğuk Savaş sonrasında dünyada barış ve
istikrarın sağlanması, demokrasinin yerleşmesi için
kendisini alan dışı coğrafyada da görev alabilecek
şekilde organize etmişti. Kırım’da yaşanan gelişmelerin ardından Avrupa ülkelerinde NATO’nun
güvenlik şemsiyesinin caydırıcılığına yönelik endişeler başladı. Ulusal konvansiyonel kuvvetlerin eşgüdümlenmesini ikinci planda bırakan NATO strate-
EKİM 2014
37
Chamberlan perspektf değl de Churchll perspektf devreye grerse NATO Soğuk Savaş dönemndek
önemn ve uluslararası syaset açısından belrleyclğn yenden kazanacaktır, en azından kazanmayı
deneyecektr. Ancak uluslararası sstemn sürec nereye götüreceğn şmdden tahmn etmek oldukça zor…
Hem NATO’da hem de Avrupa Birliği’nde ön plana
çıkan görüş Soğuk Savaş sonrası izlenen askerî ve
siyasal stratejilerin hatalı olduğu yönünde. Avrupa
açısından bakıldığında Soğuk Savaş sonrasında
Rusya ile Avrupa Birliği’nin ilişkilerini geliştirmesi
NATO tarafından teşvik edilmişti. Bu süreçte özellikle Almanya, Rusya ile önemli doğal gaz anlaşmaları imzaladı. Diğer Avrupa ülkeleri de büyük oranda
Rus doğal gazına bağımlı hale geldi. 2000’li yıllarda
ABD ve AB’nin bölgede enerji güvenliği ve çeşitliliğini arttırmak için öne çıkardığı Nabucco ve benzeri
projeler çeşitli sebeplerle gerçekleşemediği için bugün Avrupa siyasetinin ve ticaretinin tam orta noktasında bir Rusya gerçeğini tespit etmek gerekiyor.
NATO Geri Dönebilecek Mi?
jisinin caydırıcılığının Kırım’da yaşadığı başarısızlık
özellikle Avrupa Birliği ülkelerinin savunma ve güvenlik odaklı tartışmaları yeniden NATO ve Avrupa
Parlamentosu gündemine getirme ihtimalini ortaya
çıkardı.
NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen’in
Foreign Affairs’de “NATO Geri Döndü (NATO is
Back)” başlığıyla yayınlanan mülakatında verdiği mesajlar pratiğe döküldü ve 16 Nisan 2014’te
yaptığı açıklamada NATO’nun Baltık Denizi’ndeki
hava devriyelerini arttıracağını ve bölgede ek askerî
manevralar gerçekleştireceklerini duyurdu. Ardından NATO kontrolünde beş savaş gemisi Baltık’a
gönderildi. Rasmussen’in açıklaması Rusya’ya bir
mesaj olduğu gibi NATO üyesi ülkelere de bir mesaj
niteliğinde. Ancak stratejistler yapılacak bu askerî
hareketlerin Rusya için caydırıcı olmayacağını düşünüyor. Bu bağlamda önerilerin başında ise NATO
üyesi Litvanya, Letonya ve Estonya’da konuşlanacak kuvvetler oluşturulması geliyor. Tartışmalar
önümüzdeki dönemde NATO’nun Avrupa’nın güvenlik endişesini dindirmek için Avrupa’da daha
fazla asker bulundurmasını beraberinde getirecek
gibi görünüyor. Ancak bu durumun da Avrupa
Birliği içerisinden sert bir muhalefetle karşılaşması
beklenebilir. ESDI’ın uygulamaya geçirilmesi döne-
38
EKİM 2014
minde Avrupa’nın ortak savunma ve güvenlik politikası olması yönünde politika isteyen politik aktörler
bulunduğu hatırlanabilir.
Bütün bu gelişmeler yaşanırken 2014 yılının ikinci
yarısından itibaren Dünyanın gündemine sert bir
giriş yapan IŞİD’e karşı mücadelede NATO’nun
bir rol üstlenip üstlenmemesine dair tartışmalar
da NATO gündemine girdi. Söz konusu tartışma
NATO’nun Galler’deki Zirvesinde de IŞİD konusu
gündem maddelerinden bir tanesiydi ancak sorunun Türkiye’ye yakınlığı dolayısıyla Türk medyasında ön plana çıkarıldığı kadar NATO Zirvesinde
tartışılmadı. NATO üyelerinin Galler Zirvesinde de
cevabını aradıkları soru NATO’nun Rusya’nın Gürcistan ve Ukrayna’daki saldırganlığına aktif bir cevap üretmemesinin NATO’nun ve Avrupa’nın geleceğini nasıl etkileyeceğiydi. Zira eski bir NATO Genel Sekreteri’nin ifadesiyle “NATO SSCB’yi dışarda,
Almanya’yı aşağıda ABD’yi içerde tutmak üzere”
kurulmuş bir örgüttü. Rusya Devlet Başkanı Putin’in
katıldığı bir televizyon programında NATO’nun
Rusya sınırlarına daha da yaklaşması durumunda
buna muhakkak cevap verileceğini ifade etmesi
ve NATO’nun Rusya politikasının hâlâ belirsizliğini
koruması akıllara en temel ve basit soruyu getirdi:
Bundan sonra ne olacak?
Enerji kaynakları açısından Batı bloku benzer bir
şoku 1973 Petrol Ambargosu döneminde yaşamıştı. OPEC’in ambargo kararından sonra Batılı ülkeler
kısa vadeli planlarını enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi ve alternatifli hale getirilmesi üzerine kurdular; bunda da bir ölçüde başarılı oldular. Rusya
ve NATO’nun daha sert angajmanlar geliştirmesi
durumunda enerji bağımlılığının ittifak üyesi ülkeler
için karar vermede oldukça önemli ancak hayatî olmayacağı öngörülebilir. Ancak karar verme mekanizmasının bu şekilde hareket edebilmesi için blok
içi dayanışmanın en üst noktaya varması gerekir ki
Kırım krizi mevcut haliyle böyle bir kriz görünümünde değildir.
Soğuk Savaş sonrası dönemde NATO’da en çok tartışılan konuların başında gelen re-nasyonalizasyon
yani yeniden millileşme tam manasıyla gerçekleşmese de ittifak ilişkilerinin gevşediği bir dönemde
NATO’nun müttefikler üzerinde tamamen belirleyici
olduğunu söylemek de oldukça güçtür. Örneğin ittifakın en etkin ve en eski üyelerinden birisi olan Türkiye ABD’nin Irak’a müdahalesi esnasında, bir NATO
müdahalesi olmamasına rağmen ABD ile askerî ve
siyasî ilişkilerinin boyutları düşünüldüğünde, 1 Mart
Tezkeresini Meclisten geçirmeyerek özerk bir politika belirleyebilmişti. Bu durum Türkiye’nin iç siyasal
koşulları kadar uluslararası sistemin durumundan
da kaynaklanıyordu. İttifak ilişkilerinin gevşediği bir
dönemde Türkiye “görece özerk” politikalar belirleyebiliyordu.
Kırım krizinin NATO ittifakı üzerindeki ilk ve en belirgin etkisi bu özerklik sürecinin yavaş yavaş son bulacağına yönelik sinyallerin gelmeye başlamasıdır.
Böyle bir ortamda Türkiye’nin de NATO üyesi bir
ülke olarak dış politikasını NATO’yu dikkate alarak
belirlemeye başlayacağı ön görülebilir, çünkü ittifak
dayanışmasının arttığı dönemlerde özerk politikalar
izlemek zorlaşmaktadır. Ancak Türkiye, siyasal ve
askerî gücü oranında NATO içerisinde karar verme
mekanizmalarına etki edecek ve alınacak kararları
kendi ulusal çıkarlarına göre şekillendirmeye çalışacaktır. Bu dönemeçte Türkiye’nin de NATO üyesi
ülkelerin de dış politikasını belirleyecek esas bilinmeyen ise şu: NATO, üyelerini yeniden mobilize
edebilecek güce hala haiz mi? Bu sorunun cevabını
süreç ilerledikçe verebileceğiz.
İkinci Büyük Savaş öncesi dönemde İngiltere Başbakanı Arthur Neville Chamberlain “Almanya’yı yatıştırma politikası” kapsamında Almanya’nın Versailles Antlaşması’na aykırı hareketlerini bir biçimde
kılıfına uydurmaya çalışıyordu. Bu politikanın en uç
noktası Nazi Almanyasının 1938’de Çekoslovakya’yı
işgalini Chamberlain’in onaylamasıydı ve Londra’ya
döndüğünde kendisini savaşı önlediği için oldukça
gururlu hissediyordu. Çekoslovakya’nın işgali değil
ama Polonya’nın işgali İkinci Büyük Savaş’ın fitilini
ateşlemiş, Chamberlain’in politikasının aslında bir
“politikasızlık” olduğu anlaşılmıştı.
Belki koşullar çok farklı ama eksik de olsa Kırım’da
yaşanan gelişmelerle İkinci Büyük Savaş öncesi dönem arasında bir analoji kurmak yararlı olabilir. Eğer
Chamberlain perspektifi değil de Churchill perspektifi
devreye girerse NATO Soğuk Savaş dönemindeki
önemini ve uluslararası siyaset açısından belirleyiciliğini yeniden kazanacaktır, en azından kazanmayı deneyecektir. Ancak uluslararası sistemin süreci nereye
götüreceğini şimdiden tahmin etmek oldukça zor…
EKİM 2014
39
DIŞ POLİTİKA
RUSYA le BATI
ARASINDA
Zeynep SONGÜLEN İNANÇ
SDE Uzmanı
S
oğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte
ABD ve AB’yi ifade eden Batı ile Rusya
arasındaki ilişkiler doğal olarak değişti.
Bu değişim sürecinde Rusya’ya kendisini “aldatılmış” ve “atlatılmış” hissettiren gelişmeler
yaşandı. 1999 yılındaki Kosova meselesi ise
Rusya için bir köşe dönemecine karşılık geldi.
Bu tarihten itibaren Rusya’da hem iç politika
bağlamında hem de dış politika çerçevesinde
milliyetçi ve yayılmacı yaklaşımlar etkili oldu.
2000’li yıllarda Rusya, Batı ile ilişkilerini Balkan
coğrafyasında izlenen politikalar üzerinden şekillendirdi. Arap Baharı olarak nitelendirilen ve
Kuzey Afrika ile Orta Doğu’yu içerisine alan
40
EKİM 2014
coğrafyadaki isyan hareketlerinin ardından Batı
ile Rusya karşılıklı ilişkilerini ve uluslararası sisteme dair mücadelelerini, bu coğrafyalara yönelik olarak geliştirdikleri politikalar üzerinden
tasarladılar. Rusya’nın özellikle Libya konusunda yaşadığı hayal kırıklığı ve takip eden süreçte
Suriye konusundaki ısrarı bunun en önemli göstergeleri olarak ortaya çıktı.
Suriye, Mısır, Libya, İran, Lübnan gibi ülkelerle
geliştirilen ilişkilere bakıldığında Batı ile Rusya
arasındaki yaklaşım farkı daha açık biçimde görülür. Uluslararası sistemin geleceğine dair farklı beklentilere ve politikalara sahip olan bu iki
tarafın mücadelesinde, Ukrayna kriziyle birlikte
yeni bir aşamaya geçildi. Batı sessiz ve derinden
bir tavırla Ukrayna ile ilişkilerini geliştirirken Rusya,
bu gidişatı keskin bir hamleyle sekteye uğrattı. Bir
başka deyişle Rusya, bir parçası olarak gördüğü
Ukrayna’ya Batı’nın elinin bu derece uzanmasına razı olmadı. Ukrayna meselesi Batı ve özellikle
Avrupa için bir güvenlik konusu olmanın yanı sıra
aynı zamanda ekonomik açıdan da önem taşıyor.
Rusya içinse Ukrayna dendiğinde yalnızca güvenlik
endişeleri gündeme geliyor. Zira Rusya’nın, Ukrayna
üzerindeki etkisinin azalması demek NATO ile burun
buruna gelmek demek. Dolayısıyla Rusya, yürütülen
stratejik mücadeleyi son derece yaşamsal bir çerçevede değerlendiriyor. Bu nedenle de mücadelenin
dozunu artırırken veya Batı’nın ambargosuna cevap
verirken herhangi bir çekimserlik hissetmiyor.
Kırım’ın Rusya’ya bağlanmasıyla birlikte Batı,
Rusya’ya yönelik olarak üç aşamalı bir ambargo
planı ortaya koydu. İlk aşamanın gündeme geldiği
mart ayında vize muafiyeti müzakereleri askıya alındı, ekonomik işbirliği müzakereleri durduruldu ve
G-8 Zirvesi iptal edildi. İkinci aşamada AB-Rusya
Zirvesi iptal edildi, bazı Rus işadamlarına ve siyasetçilere AB ülkelerine seyahat yasağı getirildi ve
bu kimselerin malvarlıklarının dondurulması söz
konusu oldu. Üçüncü aşama olarak nitelendirilen
ekonomik yaptırımlar ise MH 17 olayının ardından
temmuz ayının sonunda yürürlüğe sokuldu. Batı,
Ukrayna’daki Malezya uçağının düşürülmesinden
Rus ayrılıkçıları ve Rus ajanları sorumlu tuttuğu için
bu olayın üzerine ambargo planının üçüncü aşamasına geçme kararı aldı. Buna göre ABD ve AB
vatandaşlarının devlete ait üç büyük Rus bankası
ile finansal işlem yapmaları, bazı askeri araç, silah
ve teçhizatın alım ve satışı, doğal gaz, petrol ve su
sondajlarıyla ilgili materyaller başta olmak üzere
enerji ve teknoloji alış verişi yapmaları yasaklandı.
Yeni yaptırım listesinde Gazprombank, petrol devi
Rosneft ve silah üreticisi Kalashnikov Concern gibi
büyük Rus girişimleri bulunuyor. Ayrıca AB, daha
önceki aşamalarda öngörülen seyahat yasaklarını
ve malvarlığı dondurma işlemlerini genişletti. Buna
göre Rusya Devlet başkanı Vladimir Putin’in yakın
çevresinden olduğu ileri sürülen 95 kişinin ve 23 firmanın AB’ye ve ABD’ye giremeyecekleri ilan edildi.
Bu yaptırımlar, Soğuk Savaş’tan günümüze AB tarafından Rusya’ya karşı alınan en ağır kararlar olarak nitelendiriliyor.
AB, daha öncek aşamalarda öngörülen seyahat
yasaklarını ve malvarlığı dondurma şlemlern
genşlett. Buna göre Rusya Devlet başkanı
Vladmr Putn’n yakın çevresnden olduğu
ler sürülen 95 kşnn ve 23 frmanın AB’ye
ve ABD’ye gremeyecekler lan edld. Bu
yaptırımlar, Soğuk Savaş’tan günümüze AB
tarafından Rusya’ya karşı alınan en ağır kararlar
olarak ntelendrlyor.
Bu kararların alınması AB için kolay olmadı. ABD,
Rusya’ya yönelik yaptırım kararı alırken daha cesur ve eli bol davranabiliyor ve aynı tavrı AB’den
de bekliyor. Ancak AB’nin Rusya ile yakın bağları
bulunduğu için ve Rusya her Avrupa ülkesiyle ayrı
ikili ilişkiler geliştirdiği için Avrupalı devletlerin bir
araya gelerek ortak politikalar benimsemeleri zor
oluyor. 2000’li yıllardan itibaren Rusya, sistematik
olarak Avrupa devletleriyle kurduğu ilişkileri ikili temelde geliştirdi. Avrupa’yı bir bütün olarak almak
yerine çıkarlarını ön planda tutarak her devletle ayrı
işbirliği şablonları oluşturdu. Bu sayede Avrupa’nın
Rusya karşısında tek bir güç merkezi olarak hareket
etmesini engelledi. Böylelikle ABD’nin, Rusya’ya
karşı Avrupa üzerinden geliştireceği politikaların
da önünü kesmeyi hedefledi. Rusya’nın izlediği bu
politikanın en belirgin sonucu 2008 yılındaki NATO
Zirvesi’nde görüldü. Ukrayna ile Gürcistan’ın Üyelik
Eylem Planı’na dâhil olmaları beklenirken bu talep,
Almanya’nın ve Fransa’nın araya girmesiyle ertelendi. Rusya, kendi etki alanı içerisinde tanımladığı Ukrayna ile Gürcistan’ın NATO üyesi olmalarının
önünü böylelikle kesmiş oldu.
Rusya ile Avrupa arasındaki ilişkiler temelde enerji,
savunma, finans ve mühendislik alanlarına dayanıyor. Bu sektörler çerçevesinde Rusya, Avrupalı
devletlerle ilgili olarak ayrı yaklaşımlar temelinde politikalar gerçekleştirdi. Örneğin Fransa ile savunma
konusundaki işbirliğini öne çıkarırken Almanya ile
mühendislik ve enerji konularını esas aldı. Buna ek
olarak Rus oligarkların zenginliklerini ağırlıklı olarak
İngiltere’de değerlendirdikleri biliniyor. Bu itibarla
AB liderleri olarak Fransa ile Almanya’nın Rusya ile
kurdukları ilişkilerin parametreleri ile İngiltere, Polon-
EKİM 2014
41
Bu kararların alınması AB çn kolay olmadı.
ABD, Rusya’ya yönelk yaptırım kararı alırken
daha cesur ve el bol davranablyor ve aynı
tavrı AB’den de beklyor. Ancak AB’nn Rusya
le yakın bağları bulunduğu çn ve Rusya her
Avrupa ülkesyle ayrı kl lşkler gelştrdğ
çn Avrupalı devletlern br araya gelerek ortak
poltkalar benmsemeler zor oluyor.
ya ve Baltık ülkelerinin Rusya ile kurdukları ilişkilerin
unsurları büyük farklılıklar gösteriyor. Almanya’nın ve
Fransa’nın çıkar beklentilerinin yerini Baltık ülkelerinin veya Finlandiya’nın varlığını sürdürme endişeleri
alıyor. İngiltere ise ABD ile paralel politikalardan vazgeçmek istemiyor. Bu anlamda Rusya’nın 2000’li
yıllardan itibaren izlediği ve Avrupa’yı ayrıştırmayı
hedefleyen stratejik vizyonunun işe yaradığı söylenebilir. AB ülkeleri arasındaki tartışmalar, Rusya’ya
AB ülkeleri arasında hem ekonomik hem siyasi ayrışma yaratacak platformu sağlamış gibi görünüyor.
Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in dediği gibi
Avrupalı devletler, Rusya ile ilişkilerinde ilkeler ile iş
(çıkarlar) arasında bir seçim yapmak durumundalar.
Bu seçimi her bir Avrupalı devlet farklı şekilde yapıyor. Ukrayna konusunda da Avrupalı liderler arasındaki tartışmalar devam ediyor ve tutarlı ve nihai
hedefe odaklı politikalar geliştirilmesinde zorluklarla
karşılaşılıyor. Avrupa’nın bu kırılganlığı, Rusya için bir
avantaj olarak görülse de uzun vadede AB’yi ABD’ye
yaklaştıran bir zafiyet olarak ortaya çıkıyor. Batı ile
Rusya arasındaki ayrışma derinleştikçe Avrupalı devletler, kendi aralarındaki ayrışmalara rağmen birlikte
hareket etmeye devam etmeyi ve bu seçeneği zor da
olsa değerlendirmeyi tercih ediyorlar. Örneğin AB ile
ABD arasındaki telekulak skandallarına, Orta Doğu
konusundaki bakış açısı farklılıklarına, vs. rağmen
serbest ticaret antlaşması müzakerelerini sürdürme
konusunda ortak irade gösteriliyor.
AB’nin ambargo unsurlarını katılaştırmasının ardından Rusya da bu kararlara cevap olarak karşı
önlemler aldı. Buna göre Putin, Rusya’ya yaptırım
uygulayan ülkelerden tarımsal ürün ithalatına kısıtlamalar ve yasaklar getiren kararnameyi imzaladı. Rusya bir yıl süreyle 28 AB ülkesinin yanı sıra
42
EKİM 2014
ABD’den, Avustralya’dan ve Norveç’ten et, balık,
süt ürünleri, meyve ve sebze ithalatına yasak getirdi. Bu yasakların Rus ekonomisine ne ölçüde zarar
vereceğini bekleyip görmek gerekecek. Ancak Rusya bu önlemleri açıklarken ekonomik gerekçelerden
ziyade siyasi motivasyonla hareket ediyor. Dolayısıyla ekonomik anlamdaki zararlara şimdiden razı
geldiği söylenebilir. Rusya aynı zamanda AB’den ve
ABD’den gelen uçaklara hava sahasını kapatmayı
hedefliyor, otomobil, havacılık, gemi inşa sektörlerini de ambargo kapsamına almayı planlıyor. Dolayısıyla Batı’nın ambargo kararlarına tit-for-tat bir
cevap vererek geri adım atmayacağını ve ekonomik
kayıplara rağmen siyasi risk alarak siyasi kazanımların peşinden gideceğini ortaya koyuyor.
Batı ise NATO aracılığıyla Ukrayna krizini siyaseten
yönetmeye çalışıyor. NATO’ya göre Rusya, barış
yapma adı altında savaş yapıyor. NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen, Rusya’yı savaşın
kenarından dönmeye çağırdı. Rusya’nın sınır tatbikatlarını yoğunlaştırarak sürdürmesi ve bölgeye
gönderdiği askerlerin yanı sıra tankların ve roket
rampalarının sayısını artırması üzerine Batı, Ukrayna
krizini Rusya’nın savaşa sürüklediğini ileri sürüyor.
Rusya’nın bu tutumu Batı tarafında adı konmamış
bir savaş olarak nitelendiriliyor ve Rusya’nın topraksal yayılma için terörizme yöneldiği belirtiliyor. Bu
çerçevede NATO Genel Sekreteri Kiev’i ziyaret ettiği sırada Rusya’dan, Ukrayna sınırından çekilmesini
ve Ukrayna’ya barış gücü operasyonu ve insani yardım görüntüsü altında askeri kuvvet göndermekten
kaçınmasını istedi. NATO bu çekinceleri gündeme
getirirken ve savaş üzerinden krizi değerlendirirken
Rusya, Ukrayna askeri uçaklarının düşürülmesinde
görüldüğü gibi savaştan kaçmayacağının sinyallerini veriyor. Bir yandan da Rusya, Batı’nın kendisi
kadar savaşa girmeye yanaşmayacağını biliyor. Eylül ayının başında ilan edilen ateşkesin işlevsiz kalması ve öngörülen tampon bölgenin kurulmasında
ortaya çıkan sorunlar, Rusya’nın üçüncü yardım
konvoyunu Ukrayna hükümetinin izni olmaksızın ve
uluslararası tepkilere rağmen Ukrayna’ya sokması, Ukrayna’nın doğusundaki Rus askeri varlığının
devam etmesi gibi unsurlar, Rusya’nın kararlı ve
planlı politikasının birer parçasını oluşturuyor. Rusya, Ukrayna meselesinde bir taraf olduğu için bazı
durumlarda muhatap olarak müdahil oluyor. Bazı
durumlardaysa meselenin bir tarafı olmasına rağ-
men kendi elini rahatlatmak veya güçlendirmek için
olup bitenlerin kendisiyle doğrudan ilgisi yokmuş
gibi davranıyor. Bununla birlikte süreç uzadıkça ve
karmaşa arttıkça bu tavrın sürdürülmesi zorlaşıyor.
Batı ise savaşa girmeden bir yol bulmaya çalışıyor.
Bu çerçevede Kırım’ın, Rusya’ya bağlanmasında
görüldüğü üzere Ukrayna’nın bölünmesine dahi
karşı çıkmayacağını ortaya koydu. Batı’ya göre
Rusya, Ukrayna’nın kendi kaderini tayin etmesine
izin vermiyor. Bir başka anlamda Ukrayna kendi başına bölünmeye karar verse Batı karşı çıkmayacak.
Ancak Rusya kesinlikle Ukrayna’nın bölünmesine
karşı çıkıyor ve bir bütün olarak Ukrayna’yı kendi etki alanında tutmaya çalışıyor. Zira Rusya için
Ukrayna’nın bölünmesi, NATO ile sınırdaş hale gelmek anlamına geliyor. Bu nedenle Batı, Rusya’nın
Ukrayna’ya doğrudan müdahil olmaktan çekinmeyeceğini biliyor.
Rusya ve Putin yönetimi için işbirliği perspektifiyle
“Avrupa’yı istikrarsızlaştırmak ve Avrupa güvenliğini
tehdit etmek” uzun zamandan beri izlenen bir politikaya karşılık geliyor. Bu amaca hizmet etmek üzere
Rusya hem ekonomik hem siyasi araçları harekete
geçirdi ve geçirmeye devam ediyor. Geçtiğimiz yıl-
larda Rusya Avrupa’nın her başkentiyle farklı parametrelere dayanan ilişkiler geliştirmeyi başardığı için
günümüzde Avrupa, Ukrayna krizini yönetmekte zorlanıyor ve ağır kalıyor. Bir başka deyişle Rusya’nın
planlı ve iyi düşünülmüş orta vadeli stratejisi karşısında AB bütüncül bir varlık gösteremiyor. Bu durum,
ABD’yi de yavaş hareket etmeye zorluyor. Ancak bu
strateji uzun vadede ABD ile AB’yi yaklaştıran, tüm
siyasi farklılıklara rağmen ABD ile AB’yi uluslararası
sistemde aynı “taraf” olmaya zorlayan bir etki yaratacağa benziyor. ABD ile AB, Batı adı altında taraf
haline geldikçe Rusya da diğer taraf olarak sistemde
etkinlik arıyor. Ancak Rusya kendi etki alanını yeniden
tanımlamaya çalışırken Batı yalnızca Rusya’nın baktığı coğrafyalara bakmıyor. Zira Afrika’dan Asya’ya
dünyanın pek çok farklı yerinde çatışmalar, ölümler,
isyanlar, ayrılmalar gerçekleşiyor veya talep ediliyor.
Irak’ta olduğu gibi gözlerini dünyaya kapatmak işe
yaramıyor ve krizler tırmanıyor. Rusya’nın küresel
seviyedeki sorunlara pragmatik çözümler bulma
çabaları ise pek karşılık bulmuyor ve bu yaklaşım,
Batı’yı daha fazla sorumluluk almaya itiyor. Batı ise
daha fazla sorumluluk almaya, sorunlara doğrudan
taraf olmaya gönüllü olmamakla birlikte asgari zararla
işleri kotarmaya çalışıyor.
EKİM 2014
43
DIŞ POLİTİKA
FİLİSTİN’DE GAZZE SAVAŞI:
KAZANANLAR ve KAYBEDENLER
Doç. Dr. Cevher ŞULUL*
The New York Times’da (AUG. 10, 2014) yayınlanan “Hamas Gazze’de İsrail’i Nasıl Yendi?/
How Hamas Beat Israel in Gaza?” başlıklı makalede Ronen Bergman: “Eğer bu savaşta kaybetmenin ve kazanmanın ölçütü, ölenlerin sayısı ile
tahrip gücü yüksek silâhlar kabul edilecek olursa
doğal olarak kazananın İsrail, kaybedenin Hamas
olduğunu söyleyebiliriz. Zira İsrail’in sahip olduğu
askeri kapasite ile yüksek teknoloji Hamas’ın sahip
olduğu imkânlar ile mukayese edilemez. Ancak, ölçüt olarak savaştan önce iki tarafın ortaya koyduğu
hedefler ile bu hedeflere ulaşma esas alınacak olursa Hamas’ın kazanan taraf olduğu söylenebilir. Zira
Hamas, İran ve Mısır ile olan bağlarını kopardıktan
sonra hem Arap dünyasında hem İslâm dünyasında kaybettiği meşruiyet zeminini bu savaşla birlikte yeniden kazandı. Yine Hamas, İsrail ile girdiği
birçok savaşa, ambargoya, tahrip edilen tünellere
rağmen hala askeri kapasitesini koruduğunu kanıtladı. Hamas’ın askeri kanadı İzzeddin el-Kassam
Tugayları Gazze’ye komşu İsrail kentlerine attığı füzelerle, yaptığı operasyonlarla muhatabını şaşırttı.”
demektedir.
Akademisyen
B
atı Şeria’da üç İsrailli genç kaçırılıp öldürüldü. İsrail hükümeti meydana gelen bu
olaydan dolayı Hamas’ı suçladı ve buna
misilleme olarak Gazze’ye 8 Temmuz 2014’de
geniş kapsamlı bir askeri operasyon düzenledi.
Siyasi liderleri de dâhil yüzlerce Hamas mensubunu tutukladı, radyo yayınlarını kesti, mali kaynaklarına el koydu. Ayrıca İsrail güvenlik güçleri
2011’de kaçırılan İsrail askeri Gilad Şalit karşılığında serbest bırakılan 1027 Filistinli tutuklunun
bir kısmını yeniden tutukladı. Yaklaşık olarak iki
ay devam eden saldırılarda 2150 Filistinli öldü, 11
bini yaralandı. Binlerce ev, cami, okul, hastane yıkıldı; alt yapı büyük oranda tahrip edildi. İsrail’in
44
EKİM 2014
Peki, Gazze savaşında kim kaybetti, kim kazandı?
Bazılarına göre İsrail bazılarına göre de Gazze
kazandı. Bazılarına göre de yaklaşık olarak iki ay
devam eden İsrail’in Gazze saldırısı sonucunda ne
Hamas ne de İsrail stratejik anlamda bu savaşta bir
başarı elde edemedi. Bu yıkıcı savaşın sonucunda
bedel ödeyen ve kaybeden Filistin halkıdır. Bu
savaşta insanlık, onurunu kaybetmiştir.
Gazze’ye yaptığı bu saldırı insanî ve maddî boyutuyla 1948’den beri yapılan en yıkıcı saldırıdır.
İki aya yakın bir süre devam eden Hamas ile
İsrail arasındaki savaş, taraflar arasında süresiz
ateşkes antlaşmasının imzalanmasıyla nihayet
sona erdi. Ancak bu defa savaşı kim kazandı
kim kaybetti tartışması başladı. Doğal olarak her
savaşın bir kazananı, bir de kaybedeni vardır.
İran ve Mısır’ın desteğini kaybeden Hamas’ı herkes acınacak bir konumda görürken o, İsrail savaş
uçaklarının, füze bataryalarını imha etmek için yaptığı yoğun bombardımana rağmen şartlarını kabul
etmediği ateşkesi reddetti. Füzelerle, roketlerle
İsrail’in kentlerini vurmaya devam etti. İsrail’e karşı
kara operasyonu yaptı, birçok İsrail askerini öldürdü ve yaraladı. Kazdığı tünellerle İsrailli yerleşimcileri
korkutarak tedirgin etti; kara birliklerini ateşkes antlaşması imzalanmadan önce geri çekilmek zorunda
bıraktı. Bu süreçte İsrail, en önemli havaalanlarından biri olan Ben Gurion havaalanını günlerce uçuşlara kapatmak zorunda kaldı. İsrail’in güvenlik paradigması sarsıldı. Binlerce İsrailli sığınaklara girmek
zorunda kaldı. Hamas’ın yedi yıl boyunca ağır ambargoya rağmen inşa ettiği tüneller İsrail’i, Filistin’in
askeri kapasitesi hakkında hayrete düşürdü.
Gazze halkı bütün olumsuz
şartlara rağmen savaşın kazanan
tarafıdır. Arap yönetimlerinin
resmi görüşü Hamas karşıtlığı
olmasına rağmen sadece İslâm
dünyası değil bütün dünya
halkları bu savaşta Gazze
halkını desteklemiştir. Dünyanın
belli başlı bütün kentlerinde
İsrail’in saldırganlığını kınayan
gösteriler yapılmıştır. Savaşın
kaybedeni ise İsrail’den ziyade
dışarıda meşruiyet arayan Arap
yönetimleri, Ramallah’taki
Filistin yönetimi ile bu yönetimin
başındaki Mahmut Abbas’tır.
Kuruluşundan beri hızlı ve kısa süreli savaşlara
göre yapılanan İsrail için bu savaş beklenenden
uzun sürdü. Bu nedenle İsrail Savunma Bakanı,
Gazze’ye yakın bölgelerde oturan Yahudi yerleşimcilerden birkaç gün sabırlı olmalarını istedi. Fakat
birkaç gün birkaç hafta oldu ve savaş neredeyse
iki aya yakın bir süre devam etti. Sonuçta Filistin
halkının direncini kıramayan İsrail, savaşın uzaması karşısında ateşkesi kabul etmek zorunda kaldı.
İsrail’in hedeflerinden birisi de Gazze’nin silâhlardan
arındırılmasıydı, bu da gerçekleşmedi. Yapılan ateşkes antlaşmasında buna dair herhangi bir hüküm
yer almadı.
Bu noktada Yazar soruyor: Nasıl oluyor da terörist
bir grup, Orta Doğu’nun en güçlü ordusuna karşı
üstünlük sağlayabiliyor? Yazara göre Hamas’ın başarısı İsrail’in daha önceki savaşlarda uğradığı yenilgilerden kaynaklanıyor. Örneğin Temmuz 2006’da
Hizbullah, İsrail-Lübnan sınırında iki İsrail askerini
kaçırdı. Buna karşın İsrail, Hizbullah’ı yok etmeye
kalktı. Fakat ne kaçırılan iki askerini geri alabildi ne
de Güney Lübnan’ı silâhtan arındırabildi. İsrail bu
savaştan yorgun çıktı ve neticede üst düzey birçok
asker ordudan ayrılmak zorunda kaldı.
EKİM 2014
45
uzun vadeli olamayacağını başta ABD olmak üzere
ilgili devletler nezdinde ifade etti.
Ancak Ürdün ve Fas’taki gösteriler dışında Arap
dünyası sessiz kaldı. Arap hükümetleri âdeta İsrail’in
Gazze’yi ilhak etmesini ve bu meselenin kökten
çözülmesini bekler gibi bir görüntü verdi. İsrail’in
Gazze’ye saldırısını görmezden geldi. Meseleyi güvenlik konseyine götürmedi, elçilerini geri çekmedi.
Arap birliği ancak saldırıdan beş hafta sonra İsrail’e
saldırıları durdurma çağrısı yaptı. Ankara, İstanbul,
Paris ve New York sokaklarındaki insanların Filistin
halkı ile olan dayanışması Beyrut veya Kahire’deki
insanların dayanışmasından daha güçlü oldu.
Hamas Bu Savaşta Siyasî ve Askeri Bakımdan
Yalnız Kaldı
Bu savaş Orta Doğu’da parametrelerin değiştiği ve
Filistin halkının tarihte hiç olmadığı kadar Araplar tarafından yalnız bırakıldığı bir dönemde gerçekleşti.
Buna rağmen askeri ve siyasî olarak Gazze halkı
yalnız başına savaştı ve kazandı.
Siyasî açıdan Gazze halkının en büyük eksikliği Arapların gereken desteği vermemeleridir. Bazı
Lâtin Amerika ülkeleri, İsrail ile olan diplomatik ilişkilerini kesti. İngiltere devlet bakanı Baroness Sayeeda Warsi, hükümetinin Gazze’ye yönelik politikasını protesto etmek amacıyla istifa etti. Amerika’da,
Avrupa’da ve Türkiye’de İsrail’in saldırganlığını
protesto eden yüzlerce yürüyüş yapıldı. Özellikle
bu süreçte Türkiye’nin halkıyla, hükümetiyle birlikte verdiği tepki son derece anlamlıdır. Her partiden parlâmenterler yapılan protesto gösterilerine
katıldı. Türk hükümeti, Filistin’de yaşanan insanlık
dramına dünya kamuoyunun dikkatini çekmek için
yoğun çaba sarf etti. İlgili taraflar nezdinde ateşkesin sağlanması için yoğun diplomatik görüşmeler yaptı. Filistin’e hem acil yardım ulaştırmak hem
de yaralıların Türkiye’de tedavileri için Mısır ve İsrail
hükümetleri nezdinde temaslarda bulundu. Yapılan
ateşkes görüşmelerinde Hamas’ın taraf olduğunu
ve Hamas’ın önerilerini dikkate almayan bir barışın
46
EKİM 2014
İç meseleleriyle boğuşan Arap ülkeleri Filistin konusundan metal yorgunudur. Suriye ve Irak’taki etnik
ve mezhepsel savaşlar, Mısır’da yönetim ile Müslüman Kardeşler arasındaki siyasî kavga ve bu kavganın körfez ülkelerine yansıması Filistin meselesini
ikinci plâna itti. Gazze’de her gün ölen onlarca kişi,
yıkılan evler artık Arap kamuoyunu harekete geçirmeye yetmiyor. Zira Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de
ve Libya’da her gün 30-40 kişinin ölmesi, evlerin,
köylerin tahrip edilmesi, şehirlerin bombalanması
günlük sıradan hâdiseler haline geldi.
Bu nedenle Filistinliler, Araplar bizi terk etti diyor.
Ramallah’da bulunan siyaset bilimcisi Halil Halili,
kuşkusuz Filistinliler bu savaşta daha önceki savaşlardan faklı olarak bu kez yalnız bırakıldıklarını biliyorlar, demektedir.
Aslında bu noktada Arap halkıyla yönetimler arasında bir ayrıma gidilmesi gerekir. Arap halklarının büyük bir ekseriyeti, hükümetlerinin Gazze’ye yönelik
politikaları karşısında derin bir hayal kırıklığı yaşadı.
Ürdünlü bir iş adamı: Bayramda her yere gittim.
İnsanlar Gazze’yi konuşuyorlardı ve herkes Gazze
halkı için dua ediyordu, Gazze halkı ile dayanışma
halinde idi. Yine Mısırlı Muhammed Ali ise, öldürülen
Gazzeli çocukların resimleri beni kahrediyor. Arap
dünyasının ne beklediğini anlamıyorum, diyor.
Hamas’a Karşı Yeni Arap-İsrail İttifakı
Bazı Arap ülkeleri ile İsrail arasında birtakım ilişkilerin olduğu bilinmekle beraber bu ilişkilerin boyutu
ve içeriği bilinmiyordu. Ancak Arap dünyasında ilk
defa Arap-İsrail ittifakından söz edilmektedir. Bunu
hem taraflarına basına yaptıkları açıklamalardan
hem de Arap ülkelerinin, Gazze savaşında Hamas’a
karşı olan tutumlarından anlıyoruz. Yeni Arap-İsrail
ittifakının mimarı ise Mısır yönetimi ile bu yönetime
yakın bazı politikacılar ve gazetecilerdir. Nitekim
Gazze savaşında Mısır, İsrail’den çok Filistin tarafını
eleştirdi. Kahire’de yapılan görüşmelerde Hamas’ı
görmezden geldi. Muhammed Mursi döneminin
politikalarıyla mukayese edilemeyecek kadar İsrail’e
yakın durdu. Kahire’nin yaptığı açıklamaların hiçbirinde İsrail’in saldırganlığı kınanmadı. İki tarafı aşırı
güç kullanmamaları konusunda uyarmakla yetindi.
İsrail basınında ise Arap âleminin Hamas’a karşı olduğu, Hamas’ın sadece Katar, İran ve Türkiye tarafından desteklendiği; İsrail’in Gazze savaşında Mısır
ile birlikte Suudi Arabistan, BAE ve Ürdün ile görüşme halinde olduğu; bu savaş sırasında Abdülfettah
Sisi ile Netenyahu’nun güvenli telefon hatları üzerinden sürekli görüştüklerini yazdı. Mısır hükümeti ise
bu haberlere karşı sessiz kaldı.
Bazılarına göre İsrail ile Mısır arasındaki bu uyum ve
görüşme trafiği ateşkes görüşmeleriyle sınırlı değildir. Savaş sırasında da bu görüşmeler devam ediyordu. Mısır’ın Filistin hedeflerini vurma konusunda
İsrail’e istihbarat desteği sağladığı söyleniyordu.
Haaretz gazetesi İsrail’in, Hamas’ın güçlü direnişi
karşısında bazı Arap ülkelerinden yardım talep ettiğini yazmıştır. Bu talep üzerine körfez ülkelerinden bir heyet sahra hastanesi inşa edeceğini beyan ederek Gazze’ye gider. Heyette doktor olduğu
söylenen 50 kişi vardır. Ancak Gazze’deki güvenlik
birimleri durumdan kuşkulanır ve heyeti takibe alır.
Sonuçta heyet üyeleri arasında bazı istihbarat ele-
Eğer bu savaşta kaybetmenin ve
kazanmanın ölçütü, ölenlerin
sayısı ile tahrip gücü yüksek
silâhlar kabul edilecek olursa
doğal olarak kazananın İsrail,
kaybedenin Hamas olduğunu
söyleyebiliriz. Zira İsrail’in
sahip olduğu askeri kapasite ile
yüksek teknoloji Hamas’ın sahip
olduğu imkânlar ile mukayese
edilemez. Ancak, ölçüt olarak
savaştan önce iki tarafın
ortaya koyduğu hedefler ile bu
hedeflere ulaşma esas alınacak
olursa Hamas’ın kazanan taraf
olduğu söylenebilir. Zira Hamas,
İran ve Mısır ile olan bağlarını
kopardıktan sonra hem
Arap dünyasında hem İslâm
dünyasında kaybettiği meşruiyet
zeminini bu savaşla birlikte
yeniden kazandı.
manlarının bulunduğunu ve bunların füze rampalarının bulunduğu yerleri öğrenmeye çalıştıklarını
fark ederler. Soruşturulacaklarını anlayan heyet 10
Ağustos’ta haber vermeksizin anî bir şekilde sahra
hastanesi için beraberlerinde getirdikleri malzemeleri bırakarak Gazze’yi terk ettiler. (Fehmi Huveydi:
shorouknews.com)
Sonuç itibarîyle Gazze halkı bütün olumsuz şartlara
rağmen savaşın kazanan tarafıdır. Arap yönetimlerinin resmi görüşü Hamas karşıtlığı olmasına rağmen
sadece İslâm dünyası değil bütün dünya halkları
bu savaşta Gazze halkını desteklemiştir. Dünyanın
belli başlı bütün kentlerinde İsrail’in saldırganlığını
kınayan gösteriler yapılmıştır. Savaşın kaybedeni
ise İsrail’den ziyade dışarıda meşruiyet arayan Arap
yönetimleri, Ramallah’taki Filistin yönetimi ile bu yönetimin başındaki Mahmut Abbas’tır.
* Harran Üni. Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi.
İslam Felsefesi ve Orta Doğu üzerine çalışmalar yapmaktadır.
EKİM 2014
47
DIŞ POLİTİKA
koridorlarında dolaşıp duruyor. Simsiyah saçlar, inci
gibi parlayan beyaz dişler... Filistinli bir kız çocuğunu nerede olursa olsun tanımak çok zor değil.
GAZZELİ MİSAFİRLER
Orhan MİROĞLU
SDE Tarih ve Toplumsal Hafıza
Araştırmaları Koordinatörü
G
azze’den gelen yaralıların tedavi gördüğü
hastanelerden biri de Ankara Atatürk Hastanesi. SDE okurları hatırlayacaklardır, bir
süre önce SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün başkanlığında bir heyet, hastanede Gazze’den gelen
yaralıları ziyaret etmiş ve dayanışma dileğinde bulunmuştu.
Geçen hafta, Zerdeşt’in gözlerinde alışık olmadığımız oynamalar baş gösterdiğinde ve dört yıldır
yaşamadığı epilepsi nöbetini hatırlatan ve birkaç
saniye süren titremelerle karşı karşıya kaldığımızda
soluğu yeniden hastanede aldık.
Atatürk Hastanesi’nin Gazzeli yaralıları, hala burada tedavi görüyorlar. Onların birçoğuyla dost olduk,
kimi zaman hikâyelerini dinledim. Hastanede bir
görevim yok tabi ama Ankara Atatürk hastanesi,
bir yıldır ikinci adresimiz, ikinci evimiz gibi. Oğlum
Zerdeşt’in devam eden sağlık sorunlarına bu hastanede şifa aramaya devam ediyoruz. Zerdeşt’in
Türkiye’nin hastaneye yeni gelen Gazzeli misafirleriyle hastanede bu vesileyle tanıştık. İsrail’in Gazze
üstüne yağdırdığı bombalardan sağ olarak kurtulanlardan Filistinli küçük kız çocuğu Harir’i eşim
Canan’la aramıza aldık ve bu fotoğrafı çektirdik.
Bombardımandan kaçıp canını kurtarmayı başarmış Harir ama kolundan yaralanmış… Hastanenin
48
EKİM 2014
hemşire ablalarına ve doktor amcalarına, minnet
borcumuz biriktikçe birikti...
Harir, sanırım şimdi Gazze’de, tedavisi bitti ve ayrıldı Türkiye’den. Harir bana yıllar önce İskenderun’da
karşılaştığım onun yaşındaki Filistinli kız çocuğunu
hatırlattı. Adı Ayşe’ydi. 12 Eylül askeri darbe günleri... Ayşe bir gün kalabalık ailesiyle çıkıp İskenderun
Gülcihan beldesine gelmişti. Aileyle çok geçmeden
daha ilk gece tanıştık. Babası FKÖ’de Yüzbaşıydı,
İskenderun’a geliş amacı ise FKÖ’ye gelen silah ve
yardımların gizlilik içinde yerine ulaşmasını sağlamaktı. Göreve tatil havası verilmesi, güvenlik kaygısı
nedeniyleydi. Ayşe her sabah uyanır denize doğru koşardı… Bir sabah elinden tutmuş, onu sahilde gezdirmiştim. Etrafına hayranlıkla bakıyor ve o
yaz günü sabahının keyfini çıkarmaya çalışıyordu.
Sonra ben, Ayşe’den içinde gezindiğimiz bu harika doğa için bir çift söz duymak istemiş ve burayı
beğendin mi diye sormuştum. Ayşe gülümseyerek
elimi bırakmış ve etrafına bakındıktan sonra, ‘Filistin
Hıyye ekves’, yani ‘Filistin daha güzel!’ demişti. O
gün bugündür bu cevabı hiç unutmuyorum. Ankara
Atatürk hastanesinde karşılaştığım Harir, Ayşe’den
sonra tanıdığım Filistinli ikinci çocuk oldu. Harir Zerdeştle tanıştı, onun elini tuttu, ne zaman iyileşecek
Zerdeşt diye sordu. Az da olsa Arapça biliyor olma-
Harr Zerdeştle tanıştı, onun eln tuttu, ne zaman
yleşecek Zerdeşt dye sordu. Az da olsa Arapça
blyor olmamız, aramızda kendlğnden br kaynaşma
yarattı... İnsanlar kend dllern blen ama hç
tanımadıkları başka nsanlarla çok çabuk kaynaşırlar,
tecrübelerm bana hep bu gerçeğ gösterd. Tercüman
aracılığıyla kalbî duygular üzernden yakınlaşmak pek
mümkün olmuyor bana kalırsa...
mız, aramızda kendiliğinden bir kaynaşma yarattı...
İnsanlar kendi dillerini bilen ama hiç tanımadıkları
başka insanlarla çok çabuk kaynaşırlar, tecrübelerim bana hep bu gerçeği gösterdi. Tercüman aracılığıyla kalbî duygular üzerinden yakınlaşmak pek
mümkün olmuyor bana kalırsa...
Filistinli baba ve oğul... Baba, bombardıman sonucu ayaklarını kaybetmiş oğlunun başından ayrılmıyor. Filistinli gencin baldırlarında açılan yaraların iyileşmesi bekleniyor. Baba ve oğulun zamanı, yatak
ve tekerlekli sandalye arasında geçiyor. İki bacağını
birden kaybeden Filistinli bu genç için yapılacak bir
şey kalmayınca, baba ve oğul Gazze’ye dönecekler ve Gazze’de kendi anayurtlarında gökyüzüne
baktıkça, her gün hüzün duyacak ve her gün yeni
bir hüzne uyanacaklar… Oğlu belki yıldızların parıldadığı anlarda ve güneşin bütün sıcaklığıyla etrafı
aydınlığa boğduğu zamanlarda, bombalarını hareket halinde olan her canlının üstüne atmaya gelen
uçaklar görecek Gazze’nin semalarında…
Gece ve gündüz gökyüzüne baktığı her defasında,
Allah’ın hayatını bağışladığı bir kabusa kan ter içinde uyanır gibi hissedecek...
Emel Sıdır, 34 yaşında, üçü kız üçü erkek altı çocuklu Filistinli bir kadın. Zerdeşt’in kaldığı odada
sohbet ettik, sonra da bu hatıra fotoğrafını çektirdik. Emel’in kardeşi kendi evlerinin altında ayakkabı
satarmış. Dört katlı binanın altında kalmış bombardıman sırasında. Kaçmaya çalışırken, karnından girip sırtından çıkan şarapnel parçaları nedeniyle ağır
yaralanmış. Anlattığına göre, Yahudiler -Emel İsrail
demiyor, Yahudiler demeyi tercih ediyordu- bomba
atmadan önce, şu şekilde uyarı yapıyorlarmış:
EKİM 2014
49
DIŞ POLİTİKA
‘Bir dakikanız var, evlerinizi bombalayacağız, bir dakika içinde evlerinizi terk edin!’
Gazze, Şengal, Kobanê, Mahmur ve 22 yıl önce
ölümün kol gezdiği Diyarbakır...
TÜRKİYE ve ŞANGHAY İŞBİRLİĞİ ÖRGÜTÜ
Gazze’de ölenlerin çoğu, bir dakika içinde evlerini
terk edemeyenlerden oluşuyor anlaşılan. ‘Bir dakika içinde evinizden en kıymetli eşyanız dâhil, hiçbir
şeyinizi alamadan çıkıp gidiyorsunuz diye anlatıyor
Emel. ‘Ölüm kalım zamanı, bir dakika!’
Ne çok benziyor birbirine, kaderimiz, hikâyelerimiz
ve acılarımız…
Doç. Dr. Erkin EKREM
Canan ve Emel’e bakıyorum. Kaderleri birbirine
benzeyen iki kadın diye geçiriyorum içimden. 22 yıl
önce, 20 Eylül 1992’de Apê Musa’yla (Musa Anter) beraber Diyarbakır’da vurulduğumda, Canan
da evinden hiçbir şey almadan, alamadan yaralı
kocasıyla beraber uçağa binmiş ve Diyarbakır’ı terk
etmişti… Zerdeşt henüz bir yaşındaydı; köyler, şehirler boşalıyor ve köyleri, şehirleri boşaltanlar, insanlara bazen bir gün, bazen bir günden de az bir
zaman tanıyorlardı.
Emel’in dokuz kardeşi var. Emel, Canan’ın biricik
oğlu Zerdeşt için kardeşleriyle ve çocuklarıyla beraber hep dua edeceğini söylüyor ve Canan’a dönüyor, ‘Zerdeşt’i yatağından kaldırmak istediğin zaman haber ver, yardım etmek istiyorum sana, tek
başına kaldırman zor olur.’ diyor, sonra da Canan’la
kucaklaşıp odadan çıkıyor...
50
EKİM 2014
SDE Uzmanı
11
-12 Eylül 2014 tarihlerinde 14. Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) Başkanlar Konseyi Zirvesi, Tacikistan’ın başkenti Duşanbe’de düzenlenmiştir. Bu zirvede en çok ilgi çeken konu ise
örgütün genişlemesi ile ilgili yasal zeminin tamamlanmasıdır. Örgütün bir sonraki Başkanlar Konseyi
Zirvesi 7-8 Temmuz 2015’te Rusya Federasyonu
Başkurtistan Cumhuriyeti başkenti Ufa’da düzenlenecektir. Bu tarihe kadar Rusya’nın üstlendiği
dönem başkanlığı Türkiye’nin gözlemci statüsünü
kazanabilmesi için önemli bir fırsat sunmaktadır.
Büyük Potansiyeli Olan Bir Örgüt
Şanghay İşbirliği Örgütü genişlemesiyle birlikte coğrafi kapsama alanını Doğu Asya, Orta Asya, Batı
Asya ve Güney Asya’ya ulaştırmış, Asya bölgesini
geniş anlamda temsil etme özelliğine kavuşmuştur.
Birbirlerine coğrafik olarak yakın olan örgüt üye ve
gözlemci ülkelerinin kapsadığı alan 37 milyon km²
Örgüt Adı
Şanghay İşbirliği Örgütü
Kuruluş Tarihi
15 Haziran 2001
Üyeleri
6 Üye Ülke
5 Gözlemci Ülke
3 Diyalog Ülke
Resmi Organları
Sekretaryası (Pekin)
Terörle Mücadele Merkezi (Taşkent)
Resmi Dili
Çince ve Rusça
Genel Sekreter
Dmitry Fyodorovich Mezentsev
(Rus, 1 Ocak 2013-31 Aralık 2015)
Resmi E-mail
http://www.sectsco.org
olup Avrasya’nın % 74’ünü teşkil etmektedir. Örgütün üye ülkelerinin kapsadığı alan 30 milyon km²
olup Avrasya’nın beşte üçünü, 1.45 miyara ulaşan
nüfusu da dünya nüfusunun dörtte birini oluştur-
EKİM 2014
51
Bütün bu olumlu göstergelere rağmen, Örgüt aynı zamanda Asya’nın brçok bölgesel sorunlarına da ev
sahplğ yapmaktadır. Bu sorunlar örgütün şlevn engelledğ gb zaman zaman craatını da yavaşlatablecek
durumdadır. Şanghay İşbrlğ Örgütü, göründüğü gb mahyet bakımından sıkı br syasal örgüt değldr,
aksne gevşek br şbrlğ mekanzmasıdır. Örgüt’te ortak fkr ve kültürel değerler temel yoktur.
maktadır. Gözlemci ülkeler dâhil örgüt nüfusu 2.8
milyar olup dünya nüfusunun % 40’ını oluşturmaktadır. Örgütte BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi
üyesinden ikisi, yani Çin ve Rusya yer almaktadır.
Dünyada stratejik nükleer silaha sahip olan ülkelerin (ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin, Hindistan,
Pakistan, Kuzey Kore, İran) yarısı bu örgütte yer
almaktadır. Örgüt dünyanın en büyük ordusuna
sahiptir. Zengin yeraltı ve yer üstü kaynaklarına,
belli düzeyde teknolojiye ve nitelikli insan kaynağına sahip olmakla birlikte, özellikle ekonomi ve enerji
alanlarında birbirlerini tamamlayıcı ilişkilere sahiptir. Pekin’in Örgüt üyesi ülkeler arasında serbest
ticaret alanı oluşturmak ve ekonomik entegrasyon
sağlamak gibi bir projesi vardır. Bu proje gerçekleştiği takdirde 2020 yılında örgütün gayri safi yurtiçi
hâsılası dünyanın % 30’unu teşkil edecektir. Yani
dünyanın en büyük güvenlik ve ekonomik örgütü
olmaya adaydır. Bazıları daha ileri giderek örgütü
NATO’ya benzetmektedir. Bu durum birçok ülkenin
üye olma isteğini arttırmaktadır.
Örgüt üye ülkelerinin 2010 yılındaki GSYİH toplamı
7.67 trilyon Dolar olup, bu büyüklük toplam dünya
ekonomisinin % 12’sini teşkil etmektedir. 2013 yılında ise yaklaşık 11 trilyon Dolar ile dünya ekonomisinin % 18’ini oluşturmaktadır.
Üye Ülkeleri
2010 yılının rakamına göre Şanghay İşbirliği Örgütü
üye ülkelerinin dış ticaret hacmi 3 trilyon 176 milyar
Dolara ulaşmıştır. Çin’in Örgütün diğer beş üyesi ile arasındaki ticaret hacmi, 2001 yılında 12.22
milyar Dolar civarındayken, 2012 yılında 84.7 milyar
Dolara ve 2013 yılında 130 milyar Dolara yükselmiştir. Yıllık büyüme ortalaması % 30’u bulmuştur.
Çin-Rusya ticaret hacmi 2001 yılındaki 5.596 milyar
Dolardan, 2010 yılında 59.34 milyar Dolara ve 2013
yılında 89.21 milyar Dolara yükselmiştir (2014 yılının ilk yarısında 44.54 milyar Dolar). Çin, Rusya’nın
en büyük ticaret ortağı olmuştur. Çin aynı zamanda
Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın
ikinci büyük ticaret ortağı durumdadır.
Bütün bu olumlu göstergelere rağmen, Örgüt aynı
zamanda Asya’nın birçok bölgesel sorunlarına da
ev sahipliği yapmaktadır. Bu sorunlar örgütün işlevini engellediği gibi zaman zaman icraatını da
Diyalog Ülkeleri
Zirve Misafirleri
Çin
Afganistan
Sri Lanka
BDT
Kazakistan
Hindistan
Belarus
Türkmenistan
Kırgızistan
İran
Türkiye
ASEAN
Özbekistan
Moğolistan
KGAÖ
Rusya
Pakistan
BM
Tacikistan
52
Gözlemci Ülkeleri
Şanghay İşbirliği Örgütü, dünyanın en önemli ticaret
ülkesi ve ikinci ekonomik gücü olan Çin’i bünyesinde
bulundurmaktadır. Aynı zamanda gözlemci ülkelerle
birlikte Örgüt, dünyanın en büyük pazarına sahiptir.
Ayrıca, en büyük enerji üretim ülkeleri ile dünyanın
en çok enerji tüketim ülkeleri de Örgüt’e üyedir. Örgüt dünya çapındaki petrol rezervlerinin yaklaşık %
20’sine, doğalgaz rezervlerinin ise % 50’sine sahiptir.
EKİM 2014
CICA
yavaşlatabilecek durumdadır. Şanghay İşbirliği
Örgütü, göründüğü gibi mahiyet bakımından sıkı
bir siyasal örgüt değildir, aksine gevşek bir işbirliği mekanizmasıdır. Örgüt’te ortak fikir ve kültürel
değerler temeli yoktur. Bu Örgüt’te hem Hıristiyan
ülkeleri hem de İslam (Müslüman) ülkeleri vardır.
Siyasal düzen olarak Örgüt’te hem Rusya modeli
demokratik rejim hem de Çin’e özgü merkeziyetçi
rejim bulunmaktadır. Üye ülkelerin ulusal çıkarlarındaki farklılıklardan dolayı milli duruşları da farklıdır,
bu yüzden aralarında bazı sorunlar (su kaynakları,
toprak ihtilaflar) mevcuttur. Bundan dolayı üye ülkeler arasında özellikle Çin-Rusya arasında siyasal
özgüveni artırıcı bir takım temaslar gerekmektedir.
Örgütün Genişlemesi Üzerindeki Tartışmalar
Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü üyeliği Ocak
2005’te başlamıştır. Çin tarafı Ankara’nın resmi
başvuru yapmadığı gerekçesiyle söz konusu üyeliğe sıcak bakmamıştır. Ancak Rusya ile Kazakistan
Türkiye’nin örgüte dâhil edilmesine destek çıkmaktadır. 2012 yılında örgütün devlet başkanları zirvesinde Türkiye’nin diyalog ülkesi statüsü kabul edilmiş ve 26 Nisan 2013’te bu statü bir memorandum
ile resmileşmiştir.
Türkiye’nin AB üyeliği sürecinin devam etmesi,
NATO üyesi olması ve Batı cephede yer alması
nedeniyle Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye olmasına Çin tarafı endişe ile bakmaktadır. Keza Batı
da Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü üyeliğine
sıcak bakmıyor. Ayrıca, Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü üyeliği Ankara’nın bölgede etkisini arttırır ve bu da Çin ve Rusya’nın bölgesel çıkarlarına
uymamaktadır. Üstelik Batı’nın desteğini alan bir
Türkiye, Orta Asya’daki etkisini pekiştirmektedir.
Bu nedenle, bazı ülkeler Türkiye’nin Çin’in tanımladığı Orta Asya coğrafyası dışında bir ülke olmasını gerekçe göstererek örgütün üyelik kabulü ile
ilişkin mevzuata uymadığını ortaya koymaktadırlar.
Çin tarafı, Türkiye’nin üyeliğe kabul edilebilmesi için
örgütün şartnamelerini kabul etmesi gerektiğini ileri
sürmektedir. Fakat Rusya örgütün genişlemesi ve
örgütün bölgesel etkisini attırmak için Çin’e baskı
yapmaktadır. Şanghay İşbirliği Örgütü’nün genişleme sürecini esasen Rusya’nın aktif yönlendirmesine bağlayan Çinli yorumcular, örgütün genişlemesiyle birlikte Rusya’nın örgütteki inisiyatifi giderek
güçleneceği ve Çin’in örgütteki yönetme gücünün
zayıflanacağı görüşündedirler. Neticede Şanghay
İşbirliği Örgütü’nün verimsiz ve hareket kabiliyeti
zayıf olan Rusya stilindeki uluslararası bir örgüte
dönüşeceği kanaatindedirler. Bu nedenle örgütün
genişlemesi Çin’in çıkarına değildir.
Çinli yorumcular, İran ile sorunu olan Türkiye’nin
Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye olması halinde
örgüte zarar vereceğini düşünmektedirler. Türkiye, Pan Türkizm’in merkezidir, bu siyasal akımın
Türkiye’de hala büyük etkisi vardır. Gelecekte Türkiye, Şanghay İşbirliği Örgütü’ne resmen üye olduğunda şüphesiz ki Orta Asya bölgesinde daha
karmaşık bir etkiye sahip olacaktır. Bu durumu,
Türkiye’nin “Üç Güce” (terörizm, bölücülük ve dinî
radikalizm) karşı basit beyanlarla yetiniyor olması
şeklinde ifade eden yorumcular, Çin tarafının bunu
kesinlikle kabul edemeyeceğini de belirtmektedirler.
Zira Rusya’nın öteden beri “Üç Güc”ün biri olan bölücülüğe karşı tavrı müphem olmuştur. Çünkü Orta
Asya’da büyük miktarda Sovyetler Birliği’nden kalma Rus bulunmaktadır.
Şanghay İşbirliği Örgütü Zirveleri
Tarihler
14-15 Haziran 2001
7 Haziran 2002
28-29 Mayıs 2003
Ülkeler
Yeri
Şanghay (Çin)
Petersburg (Rusya)
Moskova (Rusya)
17 Haziran 2004
Taşkent (Özbekistan)
5 Temmuz 2005
Astana (Kazakistan)
14-15 Haziran 2006
Şanghay (Çin)
16 Ağustos 2007
Bişkek (Kırgızistan)
28 Ağustos 2008
Duşanbe (Tacikistan)
15-16 Haziran 2009
Yekaterinburg (Rusya)
10-11 Haziran 2010
Taşkent (Özbekistan)
14-15 Haziran 2011
Astana (Kazakistan)
6-7 Haziran 2012
Pekin (Çin)
13 Eylül 2013
Bişkek (Kırgızistan)
12 Eylül 2014
Duşanbe (Tacikistan)
7 Temmuz 2015
Ufa (Başkurdistan, Rusya)
EKİM 2014
53
Rusya’nın dönem başkanlığını üstlenmes le brlkte Hndstan ve Pakstan’ın resmen üye olmalarına
kesn gözüyle bakılmaktadır. Türkye’nn örgütün gözlemc statüsü çn grşmde bulunması çn y br
fırsat doğmuştur. 2015 yılında yapılacak 15. Şanghay İşbrlğ Örgütü (ŞİÖ) Başkanlar Konsey Zrves’nde
gözlemc üye statüsünü kazanmış olması le brlkte Türkye’nn örgüte resm üyelğnn yolu da açılablr.
Çin uzmanlarına göre Rusya’nın Şanghay İşbirliği Örgütü üzerindeki hedefi, örgütün Avrasya kıtasında
daha kapsayıcı ve dışa açık, aynı zamanda evrensel
bir uluslararası örgüt olmasıdır. Bu nedenle üyelik
kapsamının daha da genişletmesi gerekmektedir.
Rusya’nın bu siyasetinin arka planında bazı amaçlar
yatmaktadır:
1- Orta Asya ülkeleri büyük güçlerin bölgedeki
mücadelesinden dolayı Rusya’dan uzaklaşmaya
başlamıştır, örgütün yeni üyelik sürecini başlatması
Rusya’nın Orta Asya’daki siyasal etkisini güçlendirecek ve Orta Asya’daki gelişmelerin Rusya’nın
kontrolü dışında kalmasını önlemiş olacaktır.
2- Çin, Rusya’nın Orta Asya’daki çıkarlarına zarar
vermemeye çalışıyor ise de, Şanghay İşbirliği Örgütü
kapsamında Orta Asya’daki ekonomik gücünü arttırdıkça Rusya’nın bölgedeki çıkarlarına zarar verebileceği endişelerini giderebilmiş değildir. Bu nedenle
Rusya, Hindistan’ın üyeliğine destek vermekle Çin’in
örgütteki gücünü dengelemeye çalışmaktadır.
3- Rusya’nın üyeliğin genişletilmesi ile ilgili diğer bir
amacı ise Çin’in çevresindeki ülkelerin desteğini
alarak Batı’nın sıkıştırmasına karşı koyabilmektir.
Böylece Rusya uluslararası konumunu güçlendir-
54
EKİM 2014
mekle birlikte aynı zamanda çevresel bölge güvenliğini korunmuş olacaktır.
Bazı Çinli yorumcular Rusya’nın üyelik konusundaki aktif tavrını Moskova’nın Hint Okyanusa açılmak
istemesi ile ilişkilendirmektedirler. Tarihte Rusya’nın
Orta Asya, Afganistan ve Hindistan’a yayılması ve
Britanya ile çatışması söz konusu “Büyük Oyunu”u
(The Great Game) meydana getirmiştir. Bugün de
Rusya’nın Şanghay İşbirliği Örgütü çerçevesinde Afganistan sorunu ile yakından ilgilenmesi ve Hindistan
ile İran’ın üyelik sürecindeki çabaları tarihsel gerçeğin günümüze yansımasıdır. Bazı Çinli uzmanlarına
göre, Rusya’nın Hindistan ve Pakistan’ın üyeliği için
sarf ettiği çabaların asıl amacı, Rusya-Çin-Hindistan
üçgen stratejisini oluşturmak ve Şanghay İşbirliği
Örgütü’nün yepyeni bir uluslararası bölgesel örgüte
dönüşmesini sağlamaktır. Bu bağlamda Rusya açısından Örgütün genişlemesi gecikmemelidir.
Çin uzmanlarının bu temkinli görüşlerine karşı, Rusya Dışişleri Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren
Moskova Uluslararası İlişkiler Enstitüsü (Üniversite)
Doğu Asya ve Şanghay İşbirliği Örgütü Araştırmaları Merkezi direktörü Alexander Lukin farklı bir görüş beyan etmektedir. Lukin’e göre Şanghay İşbirliği
Örgütü’nün lider ülkeleri Rusya ile Çin stratejik bir
tercih yapmalıdır. Her iki ülke de ‘Şanghay İşbirliği
Örgütü’ndeki etki mi daha önemli yoksa uluslararası
konumu mu?’ sorusunu kendilerine sormalıdır. Eğer
bir ülke kendi gücüne ve etkisine önem veriyorsa,
neden uluslararası bir örgüte katılsın ki? Ancak, diğer
taraftan şunu da düşünmek gerekir: ‘Bir ülke, etkisi
giderek büyümekte olan uluslararası bir örgütte yer
aldıysa, onun uluslararası saygınlığı da beraberinde
artacaktır.’ NATO, AB ve ASEAN gibi örgütlerde de
genişleme ile beraber bir takım sorunlar meydana
gelmiştir. Yukarıda zikredilen örgütlerde, örgütün
bürokratikleşmesi, karar vermede fikir birliğine ulaşmanın daha zor olması, örgütün işlevsel olarak verimsizleşmesi, örgüt içindeki güç dengesinin değişmesi
ve kurucu üyelerin çıkarlarının zarara uğraması gibi
sorunlar yaşanmıştır, ancak olumlu yönlerin olumsuzluklardan daha fazla olduğu açıktır. Şanghay İşbirliği
Örgütü’nde de bu sorunlar yaşanabilir, ancak örgütün reforma zorlanması ve yeniden yapılanması için
kesinlikle yararlı olacaktır.
üyeliği süreci aşamalı ve düzeyli olarak ilerlemelidir.
Hindistan ile Pakistan’ın üyeliği nispeten olgunlaşmıştır ve bu iki ülke ilk etapta üyeliğe kabul edilebilir. İran ile mevcut işbirliği ilişkilerini devam ettirerek,
nükleer sorununu çözmesi halinde İran da üyeliği
kabul edilebilir.
Türkiye’nin Üyelik Meselesi
Söz konusu rapora göre, diyalog ülkesi olan
Türkiye’nin gözlemci ülke statüsü kabul edilebilir.
Türkiye NATO üyesidir, AB üyesi değildir, kültürel
açıdan Batı ile heterojen konumda olup Batı tarafından tam anlamıyla kabul edilmiş değildir. Türk
halkının çoğu Müslümandır ancak laik bir devlettir.
Türkiye, Batı ülkeleri ile yakın ilişki içinde olmasına
rağmen, diplomatik açıdan nispeten bağımsız, girişimci ve esnek özellikler sergileyen bir ülkedir. Türkiye coğrafik bakımdan Avrupa ve Asya arasında
olup, Orta Asya ve Batı Asya’dan Avrupa’ya giden
yolda önemli bir kapıdır. Türkiye’nin örgütün gözlemci statüsüne (şartlar olgunlaştığında da resmi
üyeliğe) kabul edilmesi bölgenin istikrarı ve kalkınması için yararlı olacaktır.
Bütün bu tartışmalara rağmen Çin tarafının
Türkiye’nin üyeliği üzerindeki olumsuz görüşleri
değişmeye başlamıştır. Çin Sosyal Bilimler Akademisi Rusya-Doğu Avrupa ve Orta Asya Araştırmaları Enstitüsü’nün Eylül 2014’te yayımlanan raporu
(Şanghay İşbirliği Örgütü Gelişme Raporu, 2014) bir
takım düşüncelerin değiştiğini göstermektedir. Rapora göre, Çin’in batıya (Orta Asya ve batısı) yönelik
stratejik perspektifi esasında şartlar yerine getirildiğinde Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üyelik için müzakere başlatılabileceği şeklinde değişmiş gözükmektedir. Ancak, üyelik öncesi, mevcut üyelerin çıkarlarına zarar gelmesine engel olacak şekilde gerekli
yasal temellerin sağlamlaştırılması gerekmektedir.
Çünkü üye sayısının artması örgütün karar almasını zorlaştıracak ve bir takım kuralların değişmesine
sebep olacaktır. Bu bağlamda ilgili hukuk sisteminin
de hızlı bir şekilde tamamlaması ve örgütün gelişmesinin sürdürebilirliği için sağlam bir yasal zeminini hazırlanması gerekmektedir. Rapora göre, örgüt
Tacikistan’ın başkenti Duşanbe’de düzenlenen 14.
Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) Başkanlar Konseyi
Zirvesi’nin ortak bildirisinde, Şanghay İşbirliği Örgütü Üye Ülkelere Statü Verilmesine İlişkin Programı
ve Şanghay İşbirliği Örgütü’ne Üye Olacak Ülkelerin Yükümlülükleri’ne dair Memorandum Şablonları belgesinin kabul edildiğini beyan edilmiştir.
Aynı zamanda örgütün gözlemci ve diyalog ülkelerinin örgüt çerçevesinde pragmatik işbirliğine daha
geniş katılımlarının teşvik edilmesine yer verilmiştir.
Yani örgütün genişlemesi ile ilişkin yeni bir dönem
başlamıştır. Rusya’nın dönem başkanlığını üstlenmesi ile birlikte Hindistan ve Pakistan’ın resmen üye
olmalarına kesin gözüyle bakılmaktadır. Türkiye’nin
örgütün gözlemci statüsü için girişimde bulunması
için iyi bir fırsat doğmuştur. 2015 yılında yapılacak
15. Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) Başkanlar Konseyi Zirvesi’nde gözlemci üye statüsünü kazanmış
olması ile birlikte Türkiye’nin örgüte resmi üyeliğinin
yolu da açılabilir.
EKİM 2014
55
DIŞ POLİTİKA
23 Haziran 1919 Tarihli Osmanlı Muhtırası
23 HAZİRAN 1919 TARİHLİ
OSMANLI
MUHTIRASI
Sinan TAVUKCU
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
O
rta Doğu’da, yavaş yavaş ulusal sınırların kaybolduğu ve ulus devletlerin yok olmaya yüz
tuttuğu çalkantılı bir döneme girilmektedir.
I. Dünya Savaşı’nın galipleri İngiltere ve Fransa’nın
manda yönetimleri altında Ceziretü’l-Arab’da oluşturdukları sunî ulus devletler, kurulduklarından bu
yana, hem kendi halkları nazarında hem de çoğu
Müslüman halklar nazarında sürekli meşruiyet problemleri yaşamışlardır. Hilafetin yıkılmasına sebebiyet
vermeleri, dinen kutsal sayılan toprakları Müslüman
olmayanların işgaline açmaları ve Ceziretü’l-Arab’ın
parçalanmasına sebebiyet vermeleri dolayısıyla, hem
kurucu hem de hali hazır yöneticiler kendi halkları
tarafından sorgulanmaktadır.
Orta Doğu’daki bu gelişmeler ışığında, İslâm dünyasının parçalanmanın önüne geçmek üzere, Paris
Barış Konferansı’na sunulan 23 Haziran 1919 Tarihli Osmanlı Muhtırası, bir kez daha hatırlanmayı
hak etmektedir.
Mütareke Sonrası Barış Arayışları
I. Dünya Savaşı’nın, Osmanlı Devleti’nin de içinde
bulunduğu İttifak kuvvetlerinin mağlubiyeti ile sonuçlanması üzerine, mağlup devletlerin 1918 yılı
içinde galip devletlerle imzaladıkları mütarekeler (silah bırakma) ile bu savaş sona erdirilmişti.
56
EKİM 2014
Her mütarekenin prensip olarak, bir barış antlaşmasına bağlanması gerekliliği dolayısıyla, 18 Ocak
1919’da Paris’te, Paris Konferansı adı verilen bir müzakere süreci başlatıldı. Konferansa, İttifak devletlerine karşı savaşmış veya savaş ilân etmiş 32 devlet
katılmıştı. Ancak, bu konferansın gerçek hâkimleri
ABD, İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya’ydı. ABD
Başkanı Wilson’un 8 Ocak 1918’de ilân ettiği 14
maddelik Wilson prensipleri çerçevesinde cereyan
eden müzakereler sonucunda İtilâf Devletleri, Almanya ile 28 Haziran 1919’da Versailles, Avusturya
ile Eylül 1919’da Saint Germain, Bulgaristan ile 27
Kasım 1919’da Neuilly ve Macaristan ile 4 Haziran
1920’da Trianon barış anlaşması imzaladılar. Diğer
mağlup devletlerden farklı olarak, bizimle barış anlaşması imzalamak için, Osmanlı Devleti’nin ve Hilafetin ortadan kalkmasını altı yıl beklediler.
Paris Barış Konferansı’nın iki asıl maksadı vardı. İlki,
Kıta Avrupası’nın güvenliği için Almanya’yı etkisiz
hale getirecek bir barış antlaşmasının hazırlanması ve Almanlara imzalatılmasıydı. İkincisi; Türklerin
İstanbul’dan çıkarılması, İstanbul ve Boğazlar’ın
uluslararası denetime verilmesi, Araplar, Kürtler ve
Ermeniler için Osmanlı toprakları üzerinde manda
rejimleri kurulmasıydı.
Defalarca müracaat etmesine rağmen Paris Barış
Konferansı’na çağrılmayan Osmanlı Devleti, nihayet
30 Mayıs 1919’da bu Konferansa davet edildi. 15
Mayıs 1919’da İzmir’in Yunanlılar tarafından işgaline İslâm dünyasının (özellikle konferansta hazır
bulunan Hintli delegelerin) gösterdiği şiddetli tepki,
Osmanlı Hükümeti’nin bu konferansa davet edilmesini sağlamıştı. Konferans’ta Osmanlı Devleti’ni
temsil etmek üzere, Sadrazam Damad Ferid Paşa
ile eski Sadrazam Tevfik Paşa delege, Maliye Nazırı
Tevfik Bey ile Şura-yı Devlet Reisi Rıza Tevfik Beyler
delege danışmanı olarak atandılar.
tarzına varılması cihetinden her üç cephenin de ayrılmaz bir bütün teşkil ettiği beyan ediliyordu:
“Bu cepheler aşağıdaki gibidir:
a) Avrupa’da Trakya
b) Asya’daki Türk kısımları
c) Arabistan
Binaenaleyh, Osmanlı delegasyonu Sulh Konferansı’na âtideki mülâhazaları arzetmekle şeref duyar:”
Âtide (muhtıranın devamında) yer alan mülahazalar
6 madde haline açıklanmıştır. Sırasıyla; Trakya, Küçük Asya, Kıyıya Yakın Adalar, Ermenistan, Arabistan ile Mısır ve Kıbrıs.
Konferansa katılan Sadrazam Damad Ferid
Paşa önce, 17 Haziran’da, Paris Konferansı On- Muhtırada; Trakya sınırı, Edirne’nin kolayca bir talar Konseyi’nde bir konuşma yaptı. Ardından, arruza maruz kalmaması için Gümülcine’den başla23 Haziran’da, hükûmet tarafından hazırlanan tılmış, Kıyıya Yakın Adaların tarihi ve iktisadi nokta-i
ve Meclis-i Vükelâ tarafınnazardan geniş bir muhdan kabul edilen resmi bir
tariyet idaresi ile Osmanlı
Paris Barış
muhtırayı Konferansa sunhâkimiyetine bırakılması taKonferansı’nın
iki
du. Bu muhtırada Osmanlı
lep edilmiş, Müttefik Devletlerin Erivan’da kurulan ErHükûmeti, savaş sonrası İmasıl maksadı vardı.
meni Cumhuriyeti’ni tanıması
paratorluğun yeni teşkilatını
İlki, Kıta Avrupası’nın
halinde sınırların müzakere
açıklıyordu.
güvenliği için
edileceği bildirilmiştir.
Muhtıranın
başlangıcında;
Almanya’yı etkisiz
Bugünkü Orta Doğu’yu ilgiOsmanlı Devleti’nin I. Dünya
hale
getirecek
bir
lendiren, Küçük Asya, AraSavaşı’na, girmesinin millet
barış antlaşmasının
bistan, Mısır ve Kıbrıs’la ilgili
iradesi dışında olduğu behazırlanması
yeni teşkilat talebi muhtırada
lirtildikten sonra, Osmanlı
aşağıdaki gibi yer almıştır.
Devleti’nin tarihi boyunca fikir
ve Almanlara
ve vicdan hürriyetini gerçekimzalatılmasıydı.
Küçük Asya
leştirdiği, Paris Antlaşması
İkincisi; Türklerin
“Türk toprakları, Asya’da ku(1856) ile Avrupa büyük devİstanbul’dan
zeyde, Karadeniz, doğuda,
letlerinden birisi olarak tarihte
harpten evvel olduğu gibi,
çıkarılması, İstanbul
yerini aldığı ifade ediliyor ve
Türk-Rus
ve Türk-İran hubatılı devletlerin dostane yarve Boğazlar’ın
dutları, güneyde ise Halep’in
dımlarıyla, geçmişte olduğu
uluslararası denetime
Akdeniz’e kadar uzanan kısgibi gelecekte de terakki ve
verilmesi,
Araplar,
mının bir parçası dâhil, Musul
tekâmül yoluna devam etKürtler ve Ermeniler
ve Diyarbakır vilâyetleri ile
meyi ümit ettiği belirtiliyordu.
için Osmanlı toprakları
hudutlanmıştır.”
İmparatorluğun yeni teşkilatıüzerinde manda
Muhtıra’da güneydeki Türk
nın açıklandığı Muhtıranın derejimleri
toprakları olarak tarif edilen
vamında, Türkiye’yi alâkadar
coğrafya; Kerkük Livası’ndan
eden meselenin üç ayrı cepkurulmasıydı.
başlayarak Musul, Re’sü’lhesi olmasına rağmen, hal
EKİM 2014
57
ayn ve Halep’den geçmek suretiyle Lazkiye’nin kuzeyindeki İbn-i Hani Burnu’nu içine alan bölgeydi.
Arabistan
“Türk Şehirlerinin güneyine düşen ve harbten evvel
Osmanlı İmparatorluğu’nun ayrılmaz bir parçasını
teşkil eden Suriye, Filistin, Hicaz, Yemen, Irak ve
diğer bütün vilâyetler, majeste Sultanın hâkimiyeti
altında geniş bir muhtariyet idaresine sahip olacaklardır. Mukaddes yerlere (Mekke, Medine ve
Kudüs’e) Sultan tarafından mümessiller tayin edilecek ve mahdut miktarda bir muhafız kıtası bulundurulacaktır. Mukaddes yerlere her sene sürre alayları
gönderilmesi usulü, Halifeliğin eski imtiyazlarından
birisi olmak sıfatıyle, mûtâd ve merasimle devam
edecektir.
işgal kuvvetlerinin kısa bir zaman zarfında Osmanlı
topraklarından çekilmesi istenmiş ve halkın İmparatorluğun parçalanmasını veya bölünmesini kabul etmediği, asırlardan beri kurulmuş olup takdis edilen
Osmanlı birliğinden ayrılmak istemeyen halka hiçbir
Hükûmetin muhalefet edemeyeceği ilan edilmiştir.
Meclis-i Vükelâ tarafından kabul edilen ve devletin
yeni teşkilatını açıklayan bu muhtıra, İtilâf Devletleri
temsilcileri tarafından şaşkınlık ve hiddetle karşılandı. Yenik ve ezik olarak huzura gelmesi beklenen
Osmanlı Devleti, geri adım atmıyor, sadece 1914
savaş öncesi sınırlarını değil, Balkan savaşı öncesindeki Türk-Bulgar sınırını, 1877-1878 Türk-Rus savaşı
öncesi Poti’ye kadar olan Elviye-i Selâse ile Ahıska
ve Ahılkelek dâhil Kafkasya sınırını talep ediyordu.
İtilâf Devletleri, 25 Haziran’da, Osmanlı Muhtırası’na
hakaret dolu karşı bir muhtıra yayınlayarak cevap
verdiler. Muhtırada özetle; Osmanlı Devleti’nin kaderini belirleme yetkisinin, devlet içindeki halkların
istek ve çıkarlarına uygun olarak, İtilâf Devletleri’ne
ait olduğunu belirttiler ve
Türkleri basit düşünceli, diğer halkları yönetmekten
Her ne kadar
yoksun, bozuk ahlak ve entTürkiye’de
rikaya dayanan kötü gelenek
bu hassasiyet
sahibi olmakla suçladılar.
Vakıf iradlarının tevzii, mâzide olduğu gibi, hiç engele maruz bırakılmaksızın devam etmelidir. Bu vakıflar Osmanlı sultanları, kısmen de şahıslar tarafından
tesis edilmiş olup daima Halife tarafından idare edilmiştir. Bu sistem aynen devam etmelidir.
Her muhtar vilâyet valisi,
Hicaz’ınki hariç, Sultan tarafından tâyin edilecektir.
Hicaz için, burası ile fazla ilgisi bulunan devletle hususi
teşkilât hususunda bir anlaşmaya varılabilir. Bütün Arap
memleketlerinde,
emaret
veya muhtar vilâyetler topraklarında Osmanlı bayrağı
dalgalanacaktır. Adâlet, Sultan namına icra edilecek ve
paralarda Sultanın ismi, tura
kullanılacaktır.”
Mısır ve Kıbrıs
“Osmanlı Hükûmeti Mısır ile
Kıbrıs Adası hakkındaki siyasi statünün açıkça tebarüz ettirilmesi için münasip
zamanda Britanya Hükûmeti
ile müzakerelere girişmeğe
hazırdır.”
Muhtıranın devamında; yukarıda bahsedilen teşkilat kurulur kurulmaz müttefikler arası
58
EKİM 2014
kaybolmuş olsa da;
Müslümanların geneli
bakımından kutsal
toprakların sahipliği,
yani kutsal şehirler
(Mekke, Medine ve
Kudüs) ile kutsal
mekânların (Necef,
Kerbela, Samarra,
Kazımiye ve Bağdat)
sahipliği önem
taşımakta, bu yerlerin
gayrimüslimlerin
işgali altında olmaması
dini bir vecibe olarak
görülmektedir.
Muhtıra, Misâk-I Millî
Beyânnâmesi’ne
Kaynaklık Etmiştir
Çoğu zaman, hayalci ve reel
politikaya aykırı diye yaftalanan 23 Haziran 1919 tarihli
muhtıra ve yeni devlet teşkilatı, 28 Ocak 1920’de Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı tarafından kabul edilen Misâk-ı
Millî Beyânnâmesi’ne de
kaynak teşkil etmiştir.
Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı
tarafından
kabul
edilen
Misâk-ı Millî Beyânnâmesi’nin
devlet sınırlarını tayin eden
hükümleri şöyledir:
“1- Osmanlı Devleti’nin sadece Arap çoğunluğunun
yaşadığı, 30 Ekim 1918 tarihli mütarekenin imzalanması sırasında
işgal altında kalan kısımlarının mukadderatı ahalisinin serbestçe vereceği oylara göre belirleneceğinden
adı geçen mütareke hattının içinde
ve dışında dinen, ırken, emelen birleşmiş, karşılıklı sevgi ve fedakârlık
hisleriyle dolu, örfî ve içtimaî haklarıyla mahallî şartlara tamamen
riayetkâr Osmanlı-İslâm ekseriyetiyle meskûn bulunan kısımların tamamı hakikaten ve hükmen hiçbir
sebeple ayrılma kabul etmez bir
bütündür.
2- Ahalisi ilk serbest kaldığı zamanda genel oylarıyla anavatana
katılmış olan elviye-i selâse (Kars,
Ardahan, Batum) için gerektiğinde
tekrar genel oya başvurulmasını kabul ederiz.
3- Trakya barışına bağlanan Batı Trakya’nın hukukî
durumunun tesbiti de orada yaşayanların serbestçe
beyan edecekleri oylara göre belirlenmelidir.”
Bu, mukaddes yerler (Mekke, Medine ve Kudüs)
üzerindeki haklardan bir manada vazgeçildiğini
gösteriyordu.
Çizilen Mîsâk-ı Millî Haritası’nda, İskenderiye-Port
Said hizasına kadar olan bugünkü Suriye, Lübnan,
Filistin ve Irak toprakları ile Adalar, Kıbrıs ve Batum
yeni Türkiye’nin sınırları içinde yer alıyordu. Bu harita 23 Haziran 1919 tarihli muhtıra ile uyumluydu. Ne
var ki, 16 Mart 1921’de imzalanan Moskova Antlaşması ile Batum Gürcistan’a bırakıldı, 20 Ekim’de
imzalanan Ankara İtilâfnâmesi’yle de Suriye ve Lübnan Fransa’ya terk edildi.
Hint Müslümanlarının İsyan Beyannameleri,
23 Haziran Muhtırâsı’nın İzlerini Taşıyordu
Nihayet, Türkiye tarafından 24 Temmuz 1923’te
imzalanan Lozan Antlaşmasıyla, Mîsâk-ı Millî sınırları
içinde gösterilen Irak, Filistin, Kıbrıs, Ege adaları ve
Batı Trakya yeni Türkiye Devleti sınırları dışında bırakıldı. Lozan Antlaşması’nın 16. maddesi ile Türkiye,
bu antlaşmada belirlenen sınırları dışındaki topraklar üzerinde sahip olduğu tüm hak ve senetlerden
vazgeçti.
23 Haziran Muhtırası Mîsâk-ı Millî Beyannamesi’ne
kaynaklık
etmekle
birlikte,
Mîsâk-ı
Millî
Beyannamesi’nde Halifenin Arap coğrafyasında Hilafetten doğan hakları hiç bahis konusu edilmedi.
Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamaya ve yok etmeye yönelik İtilaf Devletleri’nin politikaları en çok
Hintli Müslümanlardan tepki gördü. Zira I. Dünya
Savaşı’nın asıl galibi olan İngiliz ordularının önemli
bir kısmı Hintlilerden oluşuyordu. Dolayısıyla, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağıtılmasından ve Hilafetin fonksiyonsuz hale getirilmesinden kendilerini
de sorumlu görüyorlardı. Bunu engellemek için var
güçleriyle İngiltere’ye baskı yapıyorlardı.
Hint Hilafet Konferansı’nın 15-17 Şubat 1920’de
yapılan Bombay toplantısında kabul edilen Manifestosu, Osmanlı Devleti’nin 23 Haziran tarihli
muhtırası ile birebir paralellik arz etmesi bakımından
oldukça dikkat çekicidir. Manifesto’nun Argüman
(gerekçe) kısmında, manifestoda yer alan taleplerin dünya Müslümanlarının da talebi olduğu hususu
şöyle ifade edilmiştir:
“Bu talepler, Hindistan Müslümanlarının dünyanın
her yerindeki Müslümanlarla ortak duygularına ve
EKİM 2014
59
DIŞ POLİTİKA
dini esaslara dayanmaktadır. Hilafet, kutsal topraklar ve Ceziretü’l-Arab’a ilişkin bu talep, Kur’an veya
hadisle desteklenirken, diğerleri diğer dini kaynaklarla beslenmektedir. Bu talebin kutsal topraklara
ilişkin kısmı, ayrıca Majesteleri Hükûmeti namına
Hindistan Hükûmetinin ilanı ile Fransa ve Rusya hükümetlerinin 2 Kasım 1914 tarihli kararıyla desteklenmektedir.”
Manifesto’da Müslümanların talepleri şöyle açıklanmıştır:
“Hindistan Müslümanlarının Türkiye ile barış antlaşmasına ilişkin talepleri iki kısma ayrılabilir:
1- Hilafete ilişkin talepler
2- Ceziretü’l-Arap ve İslâm’ın kutsal topraklarına
ilişkin talepler.
Hilafete ilişkin talep Osmanlı İmparatorluğu’nun
savaş başındaki haliyle korunmasından oluşmaktadır. Bunun istisnası, her ne kadar Türklerin kötü
muamele ettiği iddiaları ispatlanamamışsa da, gayrimüslim ulusların istedikleri takdirde, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde bağımsız devlet onuruyla
bağdaşacak şekilde garanti altına alınmış bir özerk
yönetime sahip olmalarıdır.
sınırları hiç değişmemiştir. Bu talep, gerçek bir Arap
bağımsız yönetimini de dışlamaz. Ama konuyu bilenlerin, ardındaki hakikatsizliği görebildiği mevcut
düzenlemeyi dışlar. Bu talebin, her ne kadar halifenin bağımsızlığını kabul etseler bile, Şerif Hüseyin
ve Emir Faysal tarafından yapıldığı söylenen taleple
çatıştığı bilinmektedir.”
Başta Hint Müslümanları olmak üzere, dünya Müslümanlarının hilafeti muhafaza çabalarına karşın,
TBMM 3 Mart 1924’te kendi eliyle hilafeti ilga etti.
Lozan Barış Antlaşması’nı İngiltere’nin 16 Temmuz
1924 tarihinde imzalamasından sonra, 6 yıl süren
mütareke süreci sona erdi.
Sonuç
Her ne kadar Türkiye’de bu hassasiyet kaybolmuş
olsa da; Müslümanların geneli bakımından kutsal
toprakların sahipliği, yani kutsal şehirler (Mekke,
Medine ve Kudüs) ile kutsal mekânların (Necef, Kerbela, Samarra, Kazımiye ve Bağdat) sahipliği önem
taşımakta, bu yerlerin gayrimüslimlerin işgali altında
olmaması dini bir vecibe olarak görülmektedir.
Tarih boyu hilafet yönetimi altında bulundurulan ve
korunan kutsal toprakların dağınıklığı, mezheplerin
İkinci talep ise, Ceziretü’l-Arab, yani Müslüman dini çatışma alanı haline gelmesi ve gayrimüslim güçmakamlar tarafından belirlenen bölge ve İslâm’ın lerin işgali altında bulundurulmaya devam etmesi
halkların yönetime itirazlarıkutsal topraklarının muhafıznın ve çatışmaların kaynağı
lığına ilişkindir.
23 Haziran 1919
haline gelecektir. Bu nedenArabistan; Akdeniz, KızılMuhtırası; savaşta
le, kutsal şehirlerin ve kutsal
deniz, Hint Okyanusu, İran
yenilmiş,
bitkin
mekânların tek otorite altında
Körfezi, Dicle ve Fırat ile sıbirleştirilmesine ilişkin talepdüşmüş, aşağılanmış
nırlanan bölgedir. Kutsal
lerin yükselmesi sürpriz sayıltopraklar ise üç kutsal şehir,
devletin Müslümanların
mamalıdır.
Mekke, Medine ve Kudüs ile
kutsal mabetler yani Necef,
Kerbela, Samarra, Kazımiye
ve Bağdat’ı kapsamaktadır.
Aslında bu talep ilkine dâhil
edilebilir; ancak kutsal toprakların muhafızlığı, İslâm’ın
kuruluşundan bu yana hilafetin kontrolü altında olması
nedeniyle ondan farklıdır.
Osmanlı ülkesinin sınırları
değişmişse de, bu bölgenin
60
EKİM 2014
dağınıklığına ve kutsal
toprakların manda adı
altında gayrimüslim
işgaline uğramasına rıza
göstermeme iradesini
ortaya koyması ve
diretmesi bakımından
tarihi öneme haiz bir
belgedir.
23 Haziran 1919 Muhtırası
bu bakımdan, savaşta yenilmiş, bitkin düşmüş, aşağılanmış devletin Müslümanların dağınıklığına ve kutsal
toprakların manda adı altında gayrimüslim işgaline uğramasına rıza göstermeme
iradesini ortaya koyması ve
diretmesi bakımından tarihi
öneme haiz bir belgedir.
REHBER
DEĞİŞİR Mİ?
Hayati ÜNLÜ
SDE Asistanı
İ
ran modern tarihi boyunca her zaman iktidar kavgalarına sahne olmuş bir ülke. Demokratik bir sisteme sahip olmayışı da İran’ın her sosyo-politik
çalkantıda ya da değişimde benzer mücadelelerle
karşı karşıya kalmasına sebebiyet verebiliyor. İşte
böylesine yapısal kırılganlığa sahip olan İran’da,
geçtiğimiz günlerde hastalığı sebebiyle hastaneye kaldırılan Ruhani Lider Ali Hamaney’in taburcu
olmakta gecikmesi üçüncü bir Ruhani Lider tartışmalarını alevlendirdi. Hamaney en son hastaneye
kaldırıldığı yazın başından bu yana sağlığını bir türlü
istenilen düzeye getirememişti ve rahatsızlığının sanıldığından da önemli olduğu kapalı kapılar arkasında dillendirilen konuların başında geliyordu. Amerikan etkisindeki yayın organlarının meseleyi bu şekilde ele alıp tartışmaya katkıda bulunmasıyla da konu
bir anda İran’ı aşan bir iktidar değişimi tartışması
haline geldi. Hamaney şuan her ne kadar taburcu
olup kamuoyuna sağlıklı görüntüler sunuyor olsa
da, bu son yaşananların İran’da iktidar çatışmasının
son fitilini ateşlediği iddia edilebilir.
EKİM 2014
61
Kerbela’dan geçer” sloganıyla savaşı bitirip Batı’yla
anlaşan ve tahayyül edilen ilerlemeyi durduran bu
ekolle yollarını çok net bir şekilde ayırmışlardır.
Rafsancani’nin Cumhurbaşkanlığı sırasında devam
eden benzer tartışmalar, 1995’te rejimin dışından
geldiği iddia edilen Hatemi’nin Cumhurbaşkanı
olmasıyla en üst safhaya yükselmiştir. Hatta yeni
muhafazakâr bir kimliğe sahip olmasıyla ve Devrim
Muhafızları’nın desteğini almasıyla bilinen Ahmedinejad döneminde bile Cumhurbaşkanı’nın daha
geniş yetkilere sahip olması gerektiği üzerinden
Rehberlik makamıyla büyük tartışma içerisine girilmekten kaçınılamamıştır.
İran’ın büyük bir iktidar mücadelesine şahit olacağını
iddia eden kaynaklara göre, şuan Tahran’da üçüncü bir Ruhani Lider dönemine geçiş adına hazırlık
çalışmaları başlamış durumdadır. Politik sistem içerisinde olası bir güç boşluğunun ortaya çıkıp aktörler arası bir didişme yaşanmaması adına, normallik
atmosferi içerisinde mevcut endişeler giderilmeye
çalışılmaktadır.1 Rejimin içerisinden birinin çıkartılacağı iddiasında olan bu görüşlerin, muhafazakârlar
ve reformistler arası var olan yer kapma mücadelesini ise göz ardı ettikleri söylenebilir. Çünkü bugünkü iktidar çatışmasının temelinde, İran’ın belli başlı
iç ve dış politik temel konularda nasıl bir yol takip
etmesi gerektiği tartışmaları yatmaktadır. Bu tartışmalar da kaynağını İran ile özdeşleşen hizipsel siyasetin referans noktalarından almakta olduğu için,
geçmişten bugüne ulaşan İran’daki gerek hizipsel
gerekse de bürokratik anlaşmazlık noktalarından
başlamak yararlı olacaktır.
Gerilimin Kökleri
Aslına bakılırsa İran’daki iktidar geriliminin kökenleri
Irak-İran savaşı sonrası Batı’yla müzakerelerde büyük rol oynayıp savaşı bitiren Refsancani ve onun
tarzındaki reformistlerle, savaşa devam edilip önce
Irak sınırları içerisindeki Kerbela’nın alınmasını ve
oradan Kudüs’e doğru ilerlenmesi gerektiğini iddia
eden muhafazakârlar arasında patlak veren tartışmalara kadar götürülebilir. Rafsancani ve onun
gibi düşünenler, içine kapanık bir İran’ın daha fazla
varlığını devam ettiremeyeceğini ve bu açıdan tüm
dünya ile daha iyi ilişkiler kurulması gerektiğini iddia ederlerken; muhafazakâr kesim ise “Kudüs,
62
EKİM 2014
Ahmedinejad sonrası Cumhurbaşkanlığı görevine
seçilen Ruhani dönemi ise daha ilk günden reformcular ve muhafazakârlar arasında geçecek kurucu
tartışmalara sebebiyet vereceğini belli etmişti. Çünkü reformistlere göre Ahmedinejad dönemi İran’ı
Rafsancani öncesi var olan koşullara geri götürmüştü. Dolayısıyla kaybedilen tüm kazanımlar geri
alınmalıydı. Bu açıdan başta Batı’yla ilişkiler, nükleer
mesele ve enerji konusundaki bazı iç problemler olmak üzere birçok konu üzerinde iki fraksiyon arası
tartışmalar kısa zamanda kendisini gösteriverdi. Bu
noktada tartışmalar İran’ın hangi politikaları takip
etmesi gerektiği üzerinden yürütülmüş olsa da, temel problematik İran’ı kimin yöneteceğiydi. Nitekim
Batı’yla kurulmaya çalışılan diyalog sebebiyle büyük
eleştirilere maruz bırakılan Ruhani’nin “Cehenneme
Gidin”2 çıkışından sonra Bilim, Araştırma ve Teknoloji Bakanı Rıza Fereci Dana’nın Meclis tarafından
görevden alınması3 Ruhani’ye muhafazakârlar tarafından vurulan ilk darbe olarak yorumlanmıştı.
Yeni Rehber Mümkün mü?
İran’da mevcut Ruhani Lider Hamaney’in görevini yapamayacak kadar hasta olması durumunda
yerini başkasına bırakması mümkün olabilir. Ancak İran ile ilgili genel kamuoyunda çok iyi bilinen
bir şey vardır ki, o da rejimin selametini ilgilendiren
konularda gidişata zarar verebilecek hiçbir mesele kamuoyunun önünde açıkça ele alınmaz ve bu
tarz konular daima kapalı kapılar ardında organize
edilen toplantılarda konuşulur. Şuan genel anlamda
herkeste Hamaney’in geçirmiş olduğu operasyonun kritikliğiyle ilgili olarak belli bir kaygının olduğu
hissedilebilir orandadır. Hatta toplumda Hamaney
sonrası İran’ın geçiş dönemine hazırlık yapıldığına
dair genel bir kanı da mevcuttur. Ancak yine de
rejimin dışına herhangi bir bilgi sızdırmamak temel
önceliklerden biridir denilebilir. Ama olası bir değişime karşılık muhafazakârların ya da reformistlerin
yeni Rehber olarak kendi içlerinden birini çıkarma
çalışmaları da hiç kimse tarafından reddedilemez.
Tabi böyle bir değişiklik durumunda Hamaney’in de
kimi destekleyeceği büyük önem arz edecektir.
Tartışılan Muhtemel Adaylar
İran’da konuyla ilgili medyada ya da resmi ağızlardan bir şeyler yakalamak oldukça zorken, Batı
medyasında Hamaney sonrası İran’ın bir numarası
olabilecek kişileri analiz eden bazı yazılar kaleme
alındı. Özellikle Stratfor’dan konuyla ilgili yayınlanan
yazıda Ayetullah Mahmud Haşimi Şahrudi, Hasan
Humeyni ve Muhammed Sadık Laricani ön plana
çıkarıldı. Ancak bu isimlerin yanına Ahmet Hatemi
ve Müşteba Hamaney’i de eklemek gerekmektedir.
Müşteba Hamaney, Ali Hamaney’in oğlu olarak ve
muhafazakâr kanadın önemli bir savunucusu olarak
ön plana çıkarılmaktayken; şuan ki Ruhani hükümetine önemli eleştiriler getiren isimlerden biri olan Ahmet
Hatemi’nin ismi ise, muhafazakâr kişiliğiyle ve yeni
muhafazakâr kimliğe sahip “Endişeliler Hareketi”nin
desteğini alan biri olarak gizliden gizliye dillendiriliyor.
Diğer taraftan Rafsancani’ye yakın kişiliğiyle bilinen
Humeyni’nin oğlu Hasan Humeyni’nin ilginç bir şekilde reformistlerin adayı olabileceği tartışılırken; Ali
Laricani’nin kardeşi Muhammed Sadık Laricani’nin
de sürpriz bir şekilde Devrim Muhafızları’nın desteğini
alabileceği iddia ediliyor. Bu noktada altı çizilmesi
gereken en önemli nokta Devrim Muhafızları’nın des-
İran’da Rehberlk değşmyle
lgl konuların gzlden
yürütülmesnn br başka
sebeb de kuşkusuz şuank asıl
gündemn yaklaşan Parlamento
ve Uzmanlar Mecls’nn seçmne
kaymasıdır. Öyle k, yaklaşan
seçmlern muhafazakârlar ve
reformstler arasındak rekabet
en üst düzeye çıkaracağı tahmn
edlmektedr.
tekleyeceği ismin yarışta bir adım önde olacağıdır. Bu
kadar büyük önem arz eden Muhafızlar’ın takındıkları
pragmatist tavır ise hangi adaya destek verecekleri
konusunda belirsizliği beraberinde getiriyor. Sonuçta
öne çıkarılan adayların isimleri bile ülkedeki elit çatışmasının boyutlarını fazlasıyla ele vermeye yetiyor.
Gelecekte de hangi adayın hangi düşünceye sahip
olduğu İran’ın geleceği ile ilgili tartışmalarda belirleyici
olacaktır.
Gizli Gündem Yaklaşan Seçimler
İran’da Rehberlik değişimiyle ilgili konuların gizliden
yürütülmesinin bir başka sebebi de kuşkusuz şuanki asıl gündemin yaklaşan Parlamento ve Uzmanlar
Meclisi’nin seçimine kaymasıdır. Öyle ki, yaklaşan
seçimlerin muhafazakârlar ve reformistler arasındaki
rekabeti en üst düzeye çıkaracağı tahmin edilmektedir. Nitekim muhafazakâr cephenin önde gelen isimlerinden Anayasa Koruma Konseyi Başkanı Ahmet
Cenneti’nin yaptığı açıklamada, reformistlere karşı
en önemli cephe olan Cumhurbaşkanlık makamının
kaybedildiğini, ancak geriye kalan iki önemli cephe
olan Parlamento ve Uzmanlar Meclisi’nin asla kaybedilmemesi gerektiğini açıklaması muhafazakârların
konuya nasıl yaklaştıklarının en önemli göstergelerinden biridir. Özellikle Uzmanlar Meclisi’nin Rehberlik
makamını belirlemedeki görevi göz önünde bulundurulacak olursa, seçimlerin üçüncü Ruhani Lider’i
belirlemekte de başlangıç noktasını teşkil edeceği
öne sürülebilir. Seçimlerde ihtimal dâhilinde olan reformcu bir zaferin ardından muhafazakârların “Devrim
ve rejim elden gidiyor” sloganlarını atmalarını tahmin
etmek ise yanlış bir saptama olmayacaktır. Sonuçta
toparlamak gerekirse yeni Rehber iddialarından yaklaşan seçimlere kadar tüm tartışmalar önümüzdeki
dönemde “İran’ı kim yönetiyor?” sorusunun cevabını
bulmaya yöneliktir. Bu doğrultuda siyasal rejim tartışmalarına da öncülük edebilecek İran’daki bu iktidar
mücadeleleri bölgeye de farklı bir model sunmanın
bir aracı haline getirilebilir.
Dipnotlar
1
2
3
“Iran Prepares For Leadership Transition”, http://demdigest.net/blog/iran-prepares-leadership-transition/.
Ruhani’nin Batı ile yürütülen müzakereleri eleştirenlere
söylediği “Cehenneme Gidin” söylemi için: http://www.
bbc.co.uk/persian/iran/2014/08/140811_rouhani_irantalk_nuclear.shtml.
http://www.bbc.com/news/world-middleeast-28864476.
EKİM 2014
63
röportaj
Arap Ülkelerinin
Türkiye’ye Bakışı
Röportaj: Doç. Dr. Ahmet UYSAL
SDE Uzmanı
yasi, kültürel ve bürokratik deneyim ortaya çıkmıştır.
Bütün tarih ortak bir tarihtir ve birçok ortak değerin
ortaya çıkmış olması iki tarafı daha güçlü ilişkiler ve
işbirliğine sevketmektedir. Bu zorunluluk Arapların
ve Türklerin birbirinden uzak kaldığı zamanlarda
çok daha net ortaya çıkmıştır. Çünkü bu kopukluk
iki tarafında yararına olmamıştır. Türkiye’nin Orta
Doğu’ya geri dönmesi bölgede sömürgeci güçlerin oluşturduğu birçok siyasi ve psikolojik engeli de
ortadan kaldırmış ve bölge toplumları arasında bir
yakınlaşmaya sebep olmuştur. Türkiye’nin geri dönüşü hızlı olmuş ve büyük bir kabul ile karşılaşmıştır.
İki taraf arasında ortak anlayışın ve ortak çıkarların
varlığını ispat etmiştir.
Türkler ve Araplar arasında yaklaşık 100 yıllık br kopukluk
olmuştur. Szce bu kopukluktan en çok km zarar görmüştür?
Dr. El-Sadık El-Fakh kmdr?
Felsefe doktoru olan El-Fakh, yüksek
lsansını medya felsefes üzerne yapmıştır.
Kalkınma, dış poltka gb br çok alanda
da uzmanlık dplomasına sahptr. Brçok
öneml görevlerde bulunan El-Fakh
Sudan’da, İRCİCA’da ve Katar’da dplomatk
görevlerde bulunmuştur.
Çeştl ünverstelerde ders vermş, Sudan
ve Yemen’n kalkınması konusunda farklı
raporlar hazırlamıştır. Arap ve İslam Dünyası başta olmak üzere, Afrka ve Batı ülkelernde de brçok kongreye katılmıştır. Arap
Dünyası’nda ve medyasında fkrne sıkça
başvurulan düşünürlerden brsdr.
Aynı zamanda dplomat ünvanı da taşıyan
El-Fakh, saygın br düşünce kuruluşu olan
Arap Düşünce Formu’nun başkanlığını
yürütmektedr.
64
EKİM 2014
Dördüncüsü yapılacak Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi bu yıl 25-27 Ekim 2014 tarihlerinde Ürdün’ün başkenti Amman’da Stratejik Düşünce Enstitüsü ve Arap Düşünce
Forumu ortaklığında yapılacaktır. Arap Düşünce Forumu, Arap Dünyası’ndan birçok
akademisyen, düşünür ve siyasetçinin katıldığı bağımsız bir think-thank’tir. Türkiye’yi
çok yakından tanıyan Forum’un başkanı,
Sudan asıllı Dr. El-Sadık El-Fakih ile gündemi konuştuk.
Son zamanlardak Türk-Arap lşklern nasıl
görüyorsunuz?
Türk-Arap ilişkileri birçok faktörün zorunlu
kıldığı bir durumdur. Ortak tarih, ortak tecrübe, ortak medeniyet, ortak din ve ortak
coğrafya bu ilişkileri zorunlu kılmaktadır.
Özellikle ortak din İslam da bu ilişkileri ayrıca geliştirmektedir. Bütün Orta Doğu tek ve
ortak bir sultan altında yaşadılar ve huzur
içinde yaşadılar. Bu süreçte birçok ortak si-
Burada kimin daha çok zarar gördüğünü söylemek
zor olsa da iki tarafın da bu kopukluktan zararlı çıktığını çok rahat söyleyebiliriz. Türkiye bölgede lider ve
merkez ülke olmak yerine, İslam Dünyası’nda öncü
ülke olmak yerine bir tarafın kuyruğu haline geldi.
Hatta köprü görevini bile tam oynayamadı. Türkiye
Batı kampının bir tarafı olarak çok fazla kazanca da
ulaşamadı. Aynı şekilde Arap Dünyası da uzun süre
liderlik rolünden mahrum kaldı ve Türkiye’nin desteğinden yararlanamadı. Eskiden varolan ortak değerler
ve ortak medeniyetin getirdiği yardımlaşma olmayınca
iki taraf bu kopukluktan zararlı çıkmıştır. Türkiye’ye
yakışan bu öncü role dönüş zaman almıştır.
Türkye’nn Arap Dünyasına lgs büyük br kabul gördü. Ancak
Arap Baharı’nda Türkye le bazı Körfez ülkeler arasında tutum
farkı ortaya çıktı. Özellkle Mısır’da İhvan’ın başa gelmes ve asker
darbe yaşanması, Tunus’ta Elnahda’nın güçlü çıkması dolayısıyla k
taraf arasında gergnlk ortaya çıktı. Szce bu gergnlk nasıl ortadan
kaldırılablr?
Önemli olan durumu düzeltmek ihtiyacının anlaşılmasıdır. İlişkilerin düzeltilmesi için bu gerginlikleri ortaya çıkaran karmaşık faktörleri iyi anlamak gerekir.
Türkiye bölgeye ciddi bir samimiyet ve duygusallıkla gelmiştir. Kendisini bölgenin İslami ve kültürel bir
parçası olarak görmüştür. Ancak uzun kopukluktan
sonra geri dönüşünde bölgenin karmaşık ve zor
yapısını anlaması biraz zaman almıştır. Türkiye’nin
eksiği ve bazı hataları bölgedeki karmaşıklığı yeterince anlamamasından kaynaklanmıştır. İki tarafta
da görülen bu hatalar uzun kopukluk döneminin bir
mirasıdır ve çok uzun sürmemelidir. Türkiye genel
olarak bölge politikalarında iyi niyet beslemiştir ancak bölgenin zorlukları onu hataya zorlamıştır. İki
taraf birbirini daha iyi anlamaya başlamıştır. Duygusallıktan daha çok ortak çıkarlar ve birbirine ihtiyaç
ilişkileri geliştirecektir. Bugün gerginliğin aşılması
Lozan Anlaşması’ndan sonra ortaya çıkan durumun bölgede birçok ülkenin çıkarını ilgilendirdiğini
anlamaktan geçmektedir.
Bölgemzde IŞİD problem ve Surye’de slahlı mücadele var. Yen
durum Türkye le bazı Arap ülkeler arasındak gergnlğ azaltmak ve
şbrlğn artırmak çn yen fırsatlar sunablr m?
Bu yeni durum ilişkilerin artırılması için elbette bir
fırsat sunuyor. Çünkü bölgede terör örgütlerine karşı ciddi mücadele var. Türkiye de bu mücadelede
yer alacaktır. Ancak bu durum Türkiye’ye ciddi yük
yüklemektedir. Türkiye, Irak’taki ve Suriye’deki gerginliklerden zarar görmektedir. Hatta bütün ülkelerden daha fazla zarar görmektedir. Türkiye’nin, Arap
Dünyası ile ilişkileri coğrafi sınırı olması sebebiyle
ancak Suriye ve Irak üzerinden sağlam bir şekilde
kurulabilir. İki taraf arasında birçok ortaklık var: Nüfus, tarih, kan bağı, kültür ve çıkar gibi. Yakın coğrafya ile düzgün ilişkiler kurulmadan bölge ile doğru
ve sağlam ilişkilerin kurulması zor olacaktır. Hem
Irak ve Suriye, Türkiye’nin Arap Dünyası ile ilişkilerinde çok önemli bir yer tutmaktadır. İki ülke Türkiye
için Orta Doğu’ya açılan kapıdır ve Türkiye’nin bu
iki ülkenin istikrarında ciddi çıkarı vardır. Türkiye ile
bazı Arap ülkeleri arasındaki gerginlik geçicidir. İki
tarafın çıkarları işbirliğini zorunlu kılmaktadır.
EKİM 2014
65
kültürel bir gerileme oluştu. Uyanış hareketlerini
bastırmak için ciddi fikrî baskılar ve tahribat oldu.
Bu süreçte fikrî ve hatta siyasi gerileme olduğunu
gözlüyoruz. Bu gerileme Türk-Arap ilişkilerine de
olumsuz yansımıştır.
Bu ay çersnde Ürdün’de Stratejk Düşünce Ensttüsü ve Arap
Düşünce Formu ortaklığında “Arap-Türk Sosyal Blmler Kongres”
yapılacaktır. Bu Kongre’den nasıl br sonuç beklyorsunuz?
Arap ülkelernde mezhepçlk ve mllyetçlk cdd çatışmalara yol
açmaktadır. Bu çatışmalar Türkye’y de etklemektedr. Bu sorunların
çözümü hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu fikri çatışmalarda en önemli sorun mezhepçilik
sorunudur. Bu sorunun çıkışı çok eski zamanlara
dayanır ve çözümü de kolay olmadığı gibi uzun süre
alacaktır. Farklı gruplar arasında ortaya çıkan sorunun çözümü de ortak şekilde aranmalıdır. Bir tarafın çözüm arayışı tek başına yeterli olmayacaktır.
Özellikle Sünni-Şii çatışması İslam tarihi ile özdeştir. İki tarafın da çatışmasında kimseye fayda yoktur. Barış, tarafları ön plana çıkaran, demokratik,
vatandaşlık anlayışına ve hukuka uygun çözümler
aramakla mümkün olacaktır. Türkiye’de yaşananlar
bize mezhepçiliğin çözümünde ciddi ipuçları sunmaktadır. Demokratikleşme ve insan haklarının gelişmesiyle toplumsal barış pekişmiş ve tartışılması
bile mümkün olmayan sorunlara dokunulmuştur.
Çatışan gruplar arasındaki ihtilaflar demokrasinin gelişmesiyle ortadan kalkma yolundadır. Arap
Dünyası’nda da demokratikleşerek bu ihtilaflar çözülebilecektir.
Arap Düşünce Forumu (Arap Thought Forum) bölgede öneml yer
olan br kurumdur. Bu forumun başkanı olarak Türkye ve Arap Dünyası
arasındak fkrî lşkler nasıl görüyorsunuz?
Ortak tarihe çok olumlu bakıyoruz. Çünkü bize
ortak fikrî bir zemin sağlamaktadır. Ortak diyalog
66
EKİM 2014
birbirimizi daha iyi anlamaya yardımcı olduğu gibi
ortak anlayış geliştirmeye ve iki taraf arasında yakınlaşmaya da yardımcı olacaktır. Biz grup olarak, Türkiye ile ortak anlayış geliştirme ve kültürel yakınlaşma konusunda çok istekliyiz. Bu ilişkilerin gelişmesi
için gelinen noktadan geri dönülmemesi gerekir.
Türkye le Arap Dünyası arasında fkrî ve kültürel br mesafe
görülüyor. Bu mesafe nasıl kapatılablr?
Türkiye ve Arap Dünyası arasında tecrübe farklıkları
var. Mütefekkirler ve yazarlar arasında işbirliği ve diyalog önemlidir. Bölgenin en önemli ülkeleri ile güçlü
bağları olan ülkeler Türkiye ve İran’dır. Bu ülkeler
bölge düşünce ve kültürünü hem etkilemiş hem de
bölge etkilenmiştir. Arap Dünyası’na yakınlığı ve ilgisi
açısından en yakın ülke Türkiye’dir. Bu tarihi ve kültürel ilişkiler özeldir ve diğer tüm ülkelerden farklıdır.
Kültürel ilişkilerin gelişmeleri iki tarafın yararınadır.
İk taraf arasında mesafe nasıl oluştu?
Eskiden iki taraf aynı yönetim altında buluşuyordu
ve aynı dili konuşuyordu. En azından birbirini çok
kolay anlıyordu. Ancak Sykes-Picot ve Lozan anlaşmalarından sonra bölge parçalandı ve kopukluk
oluştu. Bütün Arap ülkeleri sömürge olarak yaşadılar ve kendi kültür ve medeniyetlerinden uzaklaştırıldılar. Araplar kendi köklerinden bile uzaklaştırıldılar ve sömürge döneminde Arap fikrinde farklılık
ve hatta gerileme oluştu. Arap dünyasında fikrî ve
ATCOSS, Türk ve Arap Dünyalarını yakınlaştırmak
için yeni bir fırsat sunmaktadır. İki kurum da TürkArap ilişkilerini anlamak ve tahlil etmek için ciddi
çaba harcamaktadır. Bölgeyi ilgilendiren birçok konunun akademik olarak ele alınması mümkün olacaktır. Akademisyen ve düşünürler ve hatta siyasilerin temel meselelere ortak bir anlayışla bakmaları
mümkün olacaktır. Gerçekleşecek diyaloglar ortak
tecrübe ve fikirlerin paylaşılmasına yardımcı olacaktır. Forum olarak böyle bir paylaşım ortamının yaşanacağına inanmaktayız.
Her ATCOSS’da farklı temalar şlenmektedr ama özel temamız,
Türk-Arap lşklerdr. Bu yılk ATCOSS’un genel teması eğtm, ekonom
ve kalkınmadır. Bu temaların ele alınması kl lşklere nasıl katkı
yapacaktır?
Kongre’ye gönderilen özetlerden anladığımıza göre
tartışmalar ve derin analizler iki taraf arasındaki ilişkilere ciddi katkıda bulunacaktır. İki taraf da kalkınma ve ekonomik gelişme deneyimlerini paylaştıktan
taraflar arasında ekonomik ve eğitim ilişkilerinin
gelişmesi için fırsat doğacaktır. Birçok alanda ilişkiler gelişmekle birlikte fikri ilişkiler yeterli düzeyde
değildir. Bu kongrede fikir planındaki işbirliğinin geliştirilmesi (özellikle eğitim alanında) sağlanacaktır.
Türkiye’nin ekonomik kalkınma tecrübesinden Arap
Dünyası’nın yararlanması sağlanacaktır. Farklı kalkınma tecrübelerinin ortaya konması da yararlı sonuçlar ortaya çıkaracaktır.
ölçüde insan kaynağına dayandırır. Eğitim bu gelişmede Ürdün için temel bir unsurdur. Türkiye de
eğitime büyük yatırımlar yapmaktadır. Bu kongrede
eğitim tecrübeleri de tartışılacaktır. İnsanın becerilerinin geliştirilmesi, toplum ve devletin geliştirilmesi
anlamına gelmektedir.
Benzer eğtm ve kalkınma tecrübeler ortak fkr gelştrmekte rol
oynayacaktır. Bu çerçevede Türkye ve Ürdün arasındak lşkler ve bu
lşklern geleceğn nasıl görüyorsunuz?
Öncelikle şunu ifade etmek isterim, iki ülke arasındaki ilişkiler oldukça iyidir ve gelişmeye devam
etmektedir. İkinci olarak, Türk Dışişleri Bakanı’nın
ilk dış ziyaretini Ürdün’e yapmasının sembolik anlamı da oldukça önemlidir. Tabii ki Türkiye’nin doğal parçası olan Azerbaycan ve Kıbrıs’tan sonra
ilk ziyaretin Ürdün’e olması özel bir anlam taşıyor.
Ürdün bölgenin önemli bir ülkesidir, Türkiye’nin
Arap Yarımadası’na ve Arap Dünyası’na geçişi için
bir köprüdür. Bölge ilişkilerinin geliştirilmesi için fırsat sunmaktadır. Ortak medeniyet mirası ve ortak
projeler iki ülke arasında ilişkilerin geliştirilmesinde
rol oynayacaktır. Bir gözlemci olarak iki ülke ilişkileri arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi için fırsat ve
imkânların hayli çok olduğunu düşünüyorum ve gelecek hakkında iyimserim.
Türkye ve Ürdün’ün kalkınma tecrübelernde benzerlk görüyor
musunuz? Özellkle k ülkenn de petrol gb doğal kaynaklara sahp
olmadığını görüyoruz.
Karşılaştırma yapılabilir çünkü ikisi de petrole sahip
değildir. Ancak Türkiye’nin doğal kaynakları çok
daha fazladır. Özellikle Ürdün su kaynakları açısından çok fakirdir. Enerji kaynakları yok gibidir, ziraat
imkânları da zayıftır. Ama Ürdün’ün insani kaynakları oldukça gelişmiştir. Ürdün gelişmesini büyük
EKİM 2014
67
Ahmet Davutoğlu Hükümeti ve
Hükümet Programı
Dr. Murat Yılmaz
Yeni Türkiye’nin Kodları
Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş
Yeni Dönemde Yürütme Yapısında Değişim
Prof. Dr. Haluk Alkan
Yeni Türkiye
Prof. Dr. Murat Çemrek
CHP: Yeni Paradigma İhtiyacı
Doç. Dr. Vahap Coşkun
Militer Kolluktan Demokratik Güvenliğe
Jandarma Teşkilatı
Yasin Turna
İÇ POLİTİKA
AHMET DAVUTOĞLU HÜKÜMETİ
ve
HÜKÜMET PROGRAMI
Dr. Murat YILMAZ
SDE İç Politika ve Demokratikleşme
Programı Koordinatörü
Davutoğlu’nun lk kabnesnden de anlaşılacağı üzere AK Part’nn yen sürümü restorasyon ve
muhafazakarlık anlayışına uygun br şeklde “tedrcen” gerçekleşecektr. Tıpkı 12 yıllık reform
sürecnn tedrcen gerçekleşmes gb… Bu bakımdan büyük kopuşlar ve kırılmalar bekleyenler
yanılacaklardır. Davutoğlu 12 yıllık reform sürecnde çerdek vesayetç bürokratk zümreye
karşı gelştrlen özgüvenn şmd Türkye dışına, dünyaya taşınması anlamına gelmektedr.
10
Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri, seçim süreci ve sonuçlarıyla Türkiye siyasi sistemini, siyasi yelpazesini,
siyasi kültür ve kurumlaşmasını kökten etkileyecek
dinamikleri harekete geçirmiştir. AK Parti’nin kurucu karizmatik lideri ve 13 yıl içinde kahramanlaşan
Recep Tayyip Erdoğan’ın % 52’lik bir oy oranıyla
Cumhurbaşkanı seçilmesiyle, AK Parti genel başkanı ve başbakanın kim olacağı ve geçiş sürecinin
nasıl gerçekleşeceği iç ve dış kamuoyu tarafından
merakla yakından takip edildi.
Daha önce Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı olmasıyla partisi Anavatan Partisi ile ilişkilerinin kopması, Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanı olmasıyla
partisi Doğru Yol Partisi üzerindeki iktidarını kaybetmesi ve parti içlerindeki parçalanmalar Tayyip
Erdoğan Cumhurbaşkanı olduktan sonra partisi AK
Parti ile de yaşanacak mıydı? Bu, muhalefetin de
iktidarın da bunlar dışındaki çevrelerin de dikkatle
takip ettiği bir süreçti. Çünkü burada yaşanacakların Türkiye’nin 2015 seçimleri başta olmak üzere
siyasi kaderini tayin edeceği biliniyordu.
AK Parti yakın tarihin bu tecrübelerini de dikkate alarak bu “geçiş süreci”ni fevkalade hassas bir şekilde
yürüttü. 10 Ağustos seçimlerinden Cumhurbaşkanlığı devir-tesliminin olacağı 28 Ağustos’a kadar
geçecek 18 günde bulacakları “hukuki boşluklar”la
yeni bir rejim krizi çıkarmak isteyenlerin varlığı da bu
hassasiyeti arttırmıştır.
AK Parti için yeni genel başkan ve başbakanın
belirlenmesi kurumsal bir imtihan ve kurumlaşma
imkânını beraberinde getiriyordu. Yapılan istişare,
kamuoyu yoklamaları ve siyasi analizlerin sonucunda Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu
ismi üzerinde mutabakata varıldı. Davutoğlu önce
AK Parti Kongresinde genel başkan olarak seçildi. Davutoğlu’nun seçildiği Kongre, AK Parti’nin
parti makinasının ne kadar profesyonel olduğunu
70
EKİM 2014
kamuoyuna bir kez daha gösterdi. Erdoğan ve
Davutoğlu’nun birbirini teyid eden konuşmalarından
sonra Davutoğlu tek aday olarak ve delegelerinin
neredeyse tamamının oyuyla genel başkan seçildi.
AK Parti çevresinden hiçbir muhalefetin olmadığı
seçim süreci problemsiz bir şekilde aşıldı.
28 Ağustos’taki yine sorunsuz Cumhurbaşkanlığı
devir-teslim törenini takiben “seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı” sıfatıyla Tayyip Erdoğan, AK Parti genel
Başkanı Ahmet Davutoğlu’nu yeni hükümeti kurmakla görevlendirdi.
Davutoğlu kısa sürede yeni hükümeti sundu, Cumhurbaşkanı hükümeti atadı. Hükümet esas itibarıyla
eskinin devamı niteliğindeydi. Dışişleri Bakanlığına AB Bakanı Mevlut Çavuşoğlu, AB Bakanlığına
TBMM Dış ilişkiler Komisyonu Başkanı emekli büyükelçi Volkan Bozkır atandı. Bu tercihler ilk Davutoğlu hükümetinin AB hedefine verdiği politik önemi
gösteriyordu. Hükümete yeni atanan bakanlardan
biri Saadet Partisi ve HAS Parti genel başkanlığı
yapmış milli görüş geleneğinin önemli ismi Numan
Kurtulmuş’tu. Kurtulmuş, AK Parti’ye geçtikten
sonra paralel yapının hedefi haline geldiğinden bu
atama kayda değerdi. Yeni atanan bakanlardan
biri de kuruluşundan beri AK Parti çekirdeğinde yer
alan AK Parti grup başkanvekili Nurettin Canikli idi.
Yeni atanan bakanlardan Yalçın Akdoğan da dikkat çekici bir isimdi. Akdoğan çözüm süreci başta
olmak üzere AK Parti politikalarını inşa eden kurmay heyetindeydi ve Erdoğan’ın iç kabinesinden
bir isim olarak öne çıkıyordu. Hükümet atamasının
partide hiçbir problem olmadan aşılmış olması da
geçiş sürecinin yeni bir eşiğinin başarıyla aşıldığını
gösteriyordu.
Hükümetin atanmasından sonra yaklaşık 9 ay hükümet edecek olan Davutoğlu hükümetinin, hükümet programı beklenir oldu. Hükümet programı
AK Parti’nin şimdiye kadarki hükümet programla-
EKİM 2014
71
Davutoğlu’nun lk kabnes açılımların yanında Türkye’nn ekonomk stkrar ve AB
değerlerne bağlılığını ortaya koymuştur. Davutoğlu, önümüzdek dönemde medenyet
perspektfyle muhafazakârlığın “değşerek devam etmek, devam ederek değşmek”, denge
ve uyumla bütünlüğü muhafaza etmek mottolarını syas hayata aktarmak durumundadır.
bu dönem, 2007’de Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin
yaklaşmasıyla sona erdi. Vesayet elitlerinin reformları denetlemek ve sınırlamak arzusu, aynı zamanda
vesayet sisteminden vazgeçmek istemediklerinin
de işaretiydi. Vesayet elitleri ve kurumları, reformların ve restorasyon hareketinin kendilerine yöneldiği
an, can havliyle “fabrika ayarları”na döndü. Cumhuriyet mitingleri, e-muhtıra ve 367 kararı vesayet
sisteminin ne kadar gözü kara olabileceğini ve rezilleşebileceğini yeniden hatırlattı.
rı içinde en uzun olanıydı. Hükümet programı AK
Parti’nin icraat ve 2023 vizyon belgelerine referansla oluşturulmuştu.
Restorasyon Hükümeti
Herkesin merak ettiği konu AK Parti’deki genel başkan değişimiyle başlayan değişimin sınırlarının ne
olacağı ve Davutoğlu’nun bahsettiği restorasyonun
ne anlama geldiği… Bütün bunları tahlil edebilmek
için uzak ve yakın tarihe bakmak elzem.
Osmanlı Devlet ve medeniyetini tasfiye eden Birinci Cihan Harbi’nin 100. yıldönümünde Türkiye AK
Parti hükümetlerinin iddialı restorasyon projesiyle
tarihe ve coğrafyaya dönüyor. Birinci Dünya Savaşı
ve sonrasındaki soğuk savaşla kendi kabuklarına
çekilen devleti ele geçiren bürokratik zümrenin devleti çağdaşlaşma adına kendi medeniyet referansından ve Türkiye’yi beslendiği havzadan tecrit eden
cebrî bir “epistemolojik kopuş” yaşandı. Ancak ne
tek parti döneminin ne de 27 Mayıs sonrası vesayet
sisteminin “cebrî altı oklu epistemolojisi”, demokrasiyle ve milletin devlet telakkisiyle uyuştu. Millet,
“devlet” üzerinden kendi ontolojisine ve habitusuna
karşı bürokratik zümrenin yaptığı sert ve kaba müdahalelere rağmen, devletin asli sahibinin kendisi
olduğunu ve demokrasi sayesinde bu problemin
72
EKİM 2014
aşılacağı bilinci, özgüveni ve sabrıyla bekledi. Türkiye’deki her demokratikleşme hamlesi, Türkiye’yi
içeride milletten dışarıda habitusundan başlayarak
dünyadan koparan vesayet sistemine karşı sivil bir
direnişi ifade ediyor ve milletin desteğini alıyordu.
Mamafih bu sivil direniş darbelerle veya vesayet sisteminin yargı müdahaleleriyle cebren bastırılıyordu.
Türkiye’deki vesayet sistemi, 1989’da Berlin
Duvarı’nın yıkılmasıyla sembolleşen soğuk savaşın
bitmesiyle geri çekilmesi gerekirken tam aksine, rejim üzerindeki hâkimiyetini arttırdı. Bu şekilde vesayet sisteminin ortakları haline gelen “merkez” partilerin çevreden, yani toplumdan, tabanlarından kopmalarına yol açarak sistemin sıklet merkezini zayıflattı. Bu zayıflığın sonucunda artık vesayet sisteminin içindeki aktörler tarafında dahi demokratikleşme
ve reformlarla restorasyon gerekliliği kabul edilmişti.
Çünkü restorasyon olmazsa, devletin varlığının iç ve
dış baskıya dayanamayacağı artık açığa çıkmıştı. Bu
vadide, vesayet sistemine teslim olmamış bir siyasi
hareketin önü açıldı ve 3 Kasım 2002 seçimlerinde
“muhafazakâr demokrat” AK Parti iktidara geldi. AK
Parti iktidarı, vesayet elitlerinin onay verdiği iktisadi ve siyasi reformları harekete geçirirken giderek
siyasi yelpazenin ana aktörü haline geldi. Vesayet
sisteminin darbeci unsurlarının devletten ayıklandığı
2007 Cumhurbaşkanlığı krizi, AK Parti’nin meşru
zemini koruması ve vesayet odaklarına hayır demesi anlamına gelen “diklenmeden dik durmak” tavrıyla aşıldı. 2007 sonrasında vesayet sistemi, yürütmede Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan
Erdoğan’ın dirayeti sayesinde geriledi ve 12 Eylül
2010 referandumuyla da bel kemiği kırıldı.
2011 seçimlerindeki anayasa vaadine ve TBMM
Anayasa Uzlaşma Komisyonuna rağmen, Yeni
Anayasa yapılamadı ama başörtüsü, 8 yıllık kesintisiz eğitim, katsayı engeli, Kürtçe’nin ve dini bilgilerin seçmeli ders olması, gayrimüslim vakıflarının
problemlerinin çözülmesi hep bu dönemde yapılan
reformlarla mümkün olabildi.
AK Parti, Daniell Pappies’ın işaret ettiği üzere vesayet sistemini aşan yeni bir yazılım veya sürümle
eski rejimi aştı. AK Parti, milli görüş hareketi içinde
“yenilikçi hareket” olarak bilinen grubun, milli görüşün ötesinde, dönemin Türkiye’sine hitap eden
“yenilikçi parti”ye dönüşmesiyle kurulmuştu. Kuruluş döneminde tüzüğe konulan parti görevlerindeki
3 dönem sınırı, milli görüş hareketindeki gelenekçilerle beraber Türkiye siyasetindeki kireçlenmeye
ve profesyonelleşen merkez siyasi kadroya karşı
yenilik arzusunu ifade ediyordu. AK Parti, iktidardaki üçüncü dönemiyle şimdi tüzüğün sınırlarıyla karşı
karşıya kaldı ve yenilenmek zorunda olduğunu görüyor. Bu arada vesayet kurumları ve koalisyonu,
Gezi olayları ve 17/25 Aralık soruşturmalarıyla siyasete klasik yollar dışında yeni sürümlerle müdahale
yollarını denedi ama başarılı olamadı. Bu denemeler, başarısızlığına rağmen AK Parti’nin reformlarının
ve restorasyonun tamamlanması gerektiğini bir kez
daha hatırlattı.
10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri, AK
Parti’ye bu değişimi ve yeniden Türkiye siyasetinin
yenilikçi hareketi olarak ortaya çıkabilme imkânını
verdi. Böylece AK Parti bir yandan vesayet sisteminin tasfiyesi ve arkasındaki %50’lik destekle
beraber özgüven ve istikrar içinde kendi içindeki değişikliği gerçekleştirerek kurumsal bir partiye
dönüşüyor, diğer yandan da Türkiye’deki büyük
değişimi anayasal çerçeveye ve kurumlaşmaya
dönüştürmeye yöneliyor. Erdoğan’ın Başbakanlığı
döneminde vesayet sistemini tasfiye eden AK Parti, şimdi Davutoğlu ile muhalefetin yenilenmesinden
önce kendi sürümünü yenilemeye çalışıyor. Acaba
Erdoğan, Davutoğlu ve AK Parti “uyum içinde” 3
Kasım 2002 öncesinde olduğu gibi AK Parti’yi aşarak bütün Türkiye’ye hitap eden yenilikçi hareket
olmaya devam ettiklerini gösterebilecekler mi?
AK Parti Kongresindeki konuşmalarındaki ufukla
Erdoğan ve Davutoğlu, Türkiye’deki temel meselelerde karar verici mecranın siyaset ve demokratik
otoriterler olduğunu çok net bir şekilde ifade ettiler. Davutoğlu, son 12 yılda yaşanan büyük değişimi, Türkiye’nin Birinci Cihan Harbiyle içine girdiği
iç ve dış siyasetteki vesayetten çıkış, milletle devlet arasındaki cebri epistemolojik kopuşun sonu,
tarihdaşlık ve kaderdaşlıkla varolan aidiyetin “eşit
vatandaşlık”la tamamlanması olarak takdim etti.
Türkiye Devleti’nin içeride milletle demokratik yollarla bütünleşmesi, dışarıda tarihi ve kültürel havzasına
açılarak dünyalaşması Yeni Türkiye’nin medeniyet
tasavvuru ve istikameti olarak ortaya konuldu. Bu
medeniyet tasavvuru, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Skyes-Picot antlaşmasıyla kurulan bölgesel
düzenin çöküşü karşısında artan çatışma, mezhepçilik, kabileleşme tehlikeleriyle Türkiye’nin değişimine ve yumuşak gücüne karşı yapılan meydan
EKİM 2014
73
İÇ POLİTİKA
YENİ TÜRKİYE’NİN
KODLARI
okumaya verilen güçlü bir cevaptır. Davutoğlu, bu
büyük hedefe ulaşabilmek için çözüm sürecinin
tamamlanması ve paralel yapı başta olmak üzere
demokratik iradeyle bağdaşmayan her türlü bürokratik unsurun tasfiye edilmesinin hayati derecede
ehemmiyetli olduğunu açıkça ifade etti. Esasen
Davutoğlu’nun tercih edilmiş olması, 12 yıllık değişim sürecinin artık içeriden dışarıya taşma ve taşınma istidadından ve meydan okumadan kaynaklanmaktadır.
Davutoğlu’nun ilk kabinesinden de anlaşılacağı üzere AK Parti’nin yeni sürümü restorasyon ve
muhafazakarlık anlayışına uygun bir şekilde “tedricen” gerçekleşecektir. Tıpkı 12 yıllık reform sürecinin tedricen gerçekleşmesi gibi… Bu bakımdan
büyük kopuşlar ve kırılmalar bekleyenler yanılacaklardır. Davutoğlu, 12 yıllık reform sürecinde içerideki vesayetçi bürokratik zümreye karşı geliştirilen
özgüvenin şimdi Türkiye dışına, dünyaya taşınması anlamına gelmektedir. Davutoğlu, bu bakımdan
3 Kasım 2002 öncesine göre içeride sağlam ve
demokratik bir zemine sahip olmanın avantajına
sahiptir. Davutoğlu’nun misyonu, içeride Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın % 52’ye ulaşan oy desteği ve
74
EKİM 2014
bu haliyle Türkiye siyasetinde % 50 üzerine çıkan
üçüncü karizmatik liderin enerjisini, partide ve demokratik hukuk devletinde kurumlaştırmaktır. Bu
yapılabildiği ölçüde demokratikleşmeyle beraber
iktisadi gelişme de devam edecektir. İktisadi gelişme, Türkiye’nin içerideki ve dışarıdaki başarısının
hem sebebi hem sonucudur. Türkiye 2014 yılı itibarıyla BM Kalkınma Programı’nın İnsani Gelişme
Endeksinde 90. sıradan 69. sıraya bu gelişme sayesinde sıçramıştır. Bu şekilde insani gelişmede
yüksek standartlara ulaşan Türkiye’nin bu eğilimi
devam ettirmesi halinde birkaç sene içinde en yüksek insani gelişme ligine sıçraması mümkündür.
Davutoğlu yurt dışında ise bölgede ve dünyada
medeniyet perspektifiyle Türkiye’nin yumuşak gücünü arttırarak bütün dünyayla kalkınma, işbirliği
ve barış inşasıyla ortaklık geliştirme perspektifini
ortaya koymuştur. Davutoğlu’nun ilk kabinesi açılımların yanında Türkiye’nin ekonomik istikrar ve AB
değerlerine bağlılığını ortaya koymuştur. Davutoğlu, önümüzdeki dönemde medeniyet perspektifiyle
muhafazakârlığın “değişerek devam etmek, devam
ederek değişmek”, denge ve uyumla bütünlüğü
muhafaza etmek mottolarını siyasi hayata aktarmak
durumundadır.
Doç. Dr. Hamit Emrah BERİŞ
SDE Uzmanı
S
on dönemde güncel siyasal tartışmalarda en
çok kullanılan kavramlardan birinin “Yeni Türkiye” olduğu söylenebilir. Aslında bu kavram
ile on yılı aşkın bir süredir ortaya çıkan temel sorun
başlıklarının genel bir özeti sunuluyor. Yeni Türkiye
kavramının asıl ima ettiği, geçmişte “askerî vesayetle ya da bürokratik oligarşiyle mücadele” gibi başlıklar altında özetlenen sorunların geride bırakıldığı.
Bu bağlamda, AK Parti iktidarıyla birlikte siyaset dışı
unsurlar ya da antidemokratik eğilimlerle mücadelede ulaşılan başarının Türkiye’nin siyasal ve toplumsal gerçeklerine uygun yeni bir yapının inşasını
beraberinde getireceği Yeni Türkiye ifadesinin içer-
diği en önemli iddia olarak görülebilir. Dolayısıyla bu
kavramla, on yılı aşkın bir süredir devam eden restorasyon sürecinin tamamlandığı ve artık yeni siyasal hedeflerin peşinde koşmanın zamanının geldiği
anlatılmak isteniyor.
Yeni Türkiye ifadesinin somutlaşması bakımından
10 Ağustos seçimlerinin sembolik anlamda tarihi
bir dönemeç olduğu açık. Zira 10 Ağustos yalnızca
cumhurbaşkanının ilk kez halk tarafından doğrudan
seçildiği tarih olmasının ötesinde bir anlama sahip.
Son dönemde statükoculuk ile değişim arasında
yaşanan gerilimin en çok Recep Tayyip Erdoğan
ismi üzerinden vücut bulduğu bilinen bir durum.
EKİM 2014
75
Burada cumhurbaşkanın siyaset
içinde yer alan, dolayısıyla siyasî
bir kurum olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. “Siyaset dışı ya
da siyaset üstü” olarak gösterilen
bir cumhurbaşkanlığı makamının
aslında vesayet kurumlarının farklı bir şekil almasının ötesine geçemeyeceğini, bu bakımdan değişim
dinamiklerini yönetmekten daha
çok statükonun devamını sağlamak
amacına hizmet edeceğini söylemek mümkün.
daha ortaya çıktı. Buradan hareketle içte siyasal
sorunları çözme kararlılığına sahip, dış politikada
ise daha proaktif bir tavır sergileme amacını taşıyan
Türkiye’nin cumhurbaşkanlığı da dâhil olmak üzere
tüm kurumlarıyla bu tavra ayak uydurması bir zorunluluk olarak beliriyor. Geçmişte, uzunca dönemler boyunca, “tarafsız” bir pozisyon olarak görülen,
dolayısıyla tartışmalı konular karşısında statükonun
savunusunu üstlenmek dışında net bir tavır sergilemeyen cumhurbaşkanlığı kurumunun Türkiye’de
yaşanan geniş kapsamlı siyasal, toplumsal ve ekonomik dalgalara uyum sağlaması, hatta bunları yönetebilme becerisi göstermesi adeta bir zorunluluk
şeklinde beliriyor. Bu bağlamda, Yeni Türkiye’de en
hayati rollerden birini cumhurbaşkanının oynayacağını öngörmek hiç de zor değil.
Muhalefetin cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası
da dâhil olmak üzere son dönemde tüm karşı argümanlarını Erdoğan ismi üzerinden kurgulaması
bu durumun en belirgin örneği olarak gösterilebilir.
Tersine bir bakış açısından yaklaşıldığında ise Yeni
Türkiye’nin temel dinamiklerinin şekillenmesi açısından en kritik ismin Erdoğan olduğu hemen herkes
tarafından kabul edilebilecek bir gerçek. Gerçekten
de partisinin iktidarda bulunduğu yıllar boyunca ve
özellikle de son dönemde siyasal tartışmalar büyük
ölçüde Erdoğan’ın etrafında döndü. Muhalefet, kendi
karşıtlık çizgisini partisinin kurumsal kimliğinden daha
çok Erdoğan’ın kişisel özellikleri üzerine kurdu. Hatta
cumhurbaşkanlığı adaylık sürecinde muhalefet partileri Erdoğan’ın karşısına ortak bir aday çıkararak bu
durumu adeta bir kez daha teyit ettiler.
Burada cumhurbaşkanın siyaset içinde yer alan,
dolayısıyla siyasî bir kurum olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. “Siyaset dışı ya da siyaset üstü”
olarak gösterilen bir cumhurbaşkanlığı makamının
aslında vesayet kurumlarının farklı bir şekil almasının ötesine geçemeyeceğini, bu bakımdan değişim
dinamiklerini yönetmekten daha çok statükonun
devamını sağlamak amacına hizmet edeceğini söylemek mümkün. Buna karşılık, halkın karşısına belirli
bir siyasal proje ile çıkmış ve yine halkın doğrudan
oylarıyla seçilmiş bir cumhurbaşkanının en baştaki
vaatlerine uygun bir şekilde değişimin rotasını tayin
etme iradesine sahip olacağı açıkça anlaşılabilir bir
durum. Üstelik yetkisini halktan alan cumhurbaşkanının söz konusu siyasal amaçların gerçekleşmesine
yönelik bir meşruiyet zeminine sahip olduğu da açık.
Bundan dolayı, Yeni Türkiye perspektifinin hayata
geçmesinde en önemli işlevlerden birini cumhurbaşkanlığı kurumunun yükleneceği rahatlıkla söylenebilir.
Erdoğan’ın gerek seçim kampanyası boyunca gerekse daha sonrasında bugüne kadar sembolik bir
anlam yüklenen cumhurbaşkanlığını aktif olarak kullanacağına yönelik işaretler vermesi, cumhurbaşkanlığı seçiminin Yeni Türkiye için ne tür bir girizgâh
olacağını göstermesi bakımından anlam taşıyor. Bu
bakımdan, cumhurbaşkanlığı kurumunun seçmenin
Erdoğan tercihiyle birlikte yüklendiği misyon, Yeni
Türkiye kavramının içerdiği hususlar ile yakın bir ilişki içeriyor. Erdoğan, seçim kampanyası boyunca,
ülkenin sorunları karşısında inisiyatif ve sorumluluk
alan bir cumhurbaşkanı olacağı mesajını açık bir
şekilde verdi; hatta seçmenlere doğrudan bunu
vaat etti. Bu yaklaşımın seçmen nezdinde karşılık
bulduğu, bir bakıma Yeni Türkiye mottosunun ifade
ettiği değişim iradesinin halk tarafından desteklendiği cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarıyla bir kez
76
EKİM 2014
Cumhurbaşkanlığı kurumunun Yeni Türkiye’de sahip olacağı işlev, tek başına ifade ettiği anlamın ötesinde aslında “büyük resmin” parçalarından biri olması bakımından da önem taşıyor. Yeni Türkiye’nin
kurumsallaşma kapasitesi güçlü bir devlet yapılanması olarak ortaya çıkması adeta bir zorunluluk.
Geçmişte vesayet kurumlarının siyaset üzerindeki
gölgesi yalnızca halkın iradesinin sisteme tam olarak yansımasını engellemekle kalmadı. Vesayetin
ortaya çıkardığı bundan daha önemli sorun, siyasî
ve bürokratik kurumların işlevlerini tam olarak yerine getirememesi, dolayısıyla devletin kurumsallaşmasının sağlıklı bir görünüm kazanamaması oldu.
Daha açık bir ifadeyle, demokratik siyasete vesayet
mekanizmalarının müdahaleleri, devlet kurumlarının
olağan işleyişinin önüne ket vurdu ve yalnızca siyaseti değil, bürokrasiyi de rayından çıkardı. En başta
kullandığımız “restorasyon” ifadesinin bu noktada
yerli yerine oturduğu söylenebilir. 2002’de başlayan
süreç, bir bakıma vesayet kurumlarının tasfiye edilip siyasetin itibarının iade edilmesi anlayışını içeriyordu. Ancak bundan belki de daha önemli olarak
devletin sahip olduğu kurum ve mekanizmaların
olmaları gereken yere yerleşmeleri sağlandı. Bu bakımdan, Türkiye’de demokratik standartların güçlenmesine yönelik adımların “normalleşme” kavramı
ile ifade edilmesi tesadüf değil.
Son dönemde “paralel yapı” ile mücadele konusunda sergilenen kararlılığın da bu çerçeveye oturtulması yanlış olmayacak. Uzun ve maliyetli bir mücadele ile vesayet kurumlarının tasfiye edildiği bir
dönemde, hukuk dışı yollar izlenerek devletin ele
geçirilmeye çalışılmasına “Yeni Türkiye ruhu”nun
izin vermeyeceği tartışılmaz bir gerçek. Öte yandan
aynı durumun devletin giderek yükselen kurumsallaşma kapasitesinin önündeki en büyük engellerden
biri olduğu düşünüldüğünde son on iki yılın bütün
kazanımlarını geriye döndürme ihtimali mevcuttu.
Ancak muhtemelen son dönemlerde yaşanan her
türlü vesayetle mücadele tecrübesinin etkisiyle bu
tehlikenin en başta amaçladığı türden bir sonuç doğurması engellendi. Bu noktada, Yeni Türkiye’de,
paralel yapı dâhil olmak üzere, kendini hukuk ve siyaset üstü gören hiçbir vesayet kurumunun yerinin
bulunmadığının altını bir kez daha çizmek gerekiyor.
Devletin sözünü ettiğimiz kurumsallaşma kapasitesinin gelişmesi, demokrasi ve hukuk devleti anlayışlarının sağlam bir zemine oturmasının önkoşulu
olarak görülebilir. Bunun yanı sıra ekonominin güçlenmesinden karar alma süreçlerinde toplumsal
dinamiklerin etkili olmasına dek bir dizi unsur, söz
konusu gelişmeyle yakından bağlantılı. Kurumsallaşma kapasitesi arttıkça devlet içi veya dışı unsurların siyasetten rol çalma ya da sahip oldukları
kamu gücünü grup ya da kişisel çıkarları için kullanma arayışlarının bir karşılığı kalmayacak.
Sonuç olarak, Yeni Türkiye kavramı açısından ilk nirengi noktasının devletin kurumsallaşma kapasitesinin artmasının ve bu bağlamda kurumların aslî görev
ve işlev alanlarına çekilmelerinin olduğu söylenebilir.
Bu durumun gerçekten bir anlam taşıyabilmesi için
yeni bir anayasanın hazırlanmasının gerektiği uzun
dönemdir, farklı vesilelerle dile getirilen bir gerçek.
Kurumlar arası işleyişin ve farklı yapılanmaların işlevlerinin sağlam ve kalıcı bir zemine oturmasının anayasal güvence ile sağlanması bir daha “eski Türkiye”ye
dönüşün mümkün olmadığını gösterecek ve bir bakıma vesayet arayışındaki oluşumların son umutlarının
da tükenmesini beraberinde getirecek.
EKİM 2014
77
İÇ POLİTİKA
ci durumda, aksine cumhurbaşkanları geri planda
durarak önceliği hükümete vermekte, bu durumda
da başbakan sistemin işleyişinde öne çıkmaktadır.
Üçüncü ilişki biçimi belli konularda cumhurbaşkanının, belli konularda da hükümetin aktif olduğu görünümdür. Sistemin işleyişindeki etkinlik de gündemdeki konunun önceliğine göre bu iki otorite arasında
değişebilmektedir.
YENİ
DÖNEMDE
Hükümet programında dile getirilen formül daha
çok üçüncü ilişki biçimine yakın bir duruma işaret
etmektedir. Böyle bir ilişki biçiminin hayata geçirilmesi iki koşulun gerçekleşmesine bağlıdır. Bunlardan ilki Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında
politika öncelikleri ve içerikleri konusunda bir uyumun bulunmasıdır. Erdoğan ve Davutoğlu arasında
her iki konuda da uyumun ve güçlü bir iletişimin var
olduğu, yeni hükümetin oluşturulması sürecinde
açık bir biçimde ortaya konulmuştur. İkinci koşul
ise anayasal olarak böyle bir ilişkinin kurulmasına
imkân tanıyacak kurumsal bir zeminin var olup olmadığıdır. 1982 Anayasasının cumhurbaşkanına
sistem içinde stratejik bir rol tanıyan yetki yapısı,
seçimli cumhurbaşkanlığı dönemine girilmesi ile birlikte anlam değiştirerek cumhurbaşkanının yürütme
içinde güçlü bir otorite olarak çalışabilmesine imkân
tanımaktadır. Dolayısıyla güncel ve yakın dönemde
Türkiye siyasetinde güçlü cumhurbaşkanı, güçlü
hükümet ilişkisinin kurulabilmesine ilişkin temel koşulların bulunduğunu söyleyebiliriz.
YÜRÜTME
YAPISINDA
DEĞİŞİM
Prof. Dr. Haluk ALKAN
SDE Uzmanı
10
Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin,
sembolik anlamının çok ötesinde bir sistem değişimine işaret ettiğini belirtmiş ve
bu değişimin iktidar ve muhalefet partileri üzerindeki
muhtemel etkilerine bir önceki yazımızda değinmiştik. Türkiye siyasetinin yakın dönemde işleyişine ışık
tutacak diğer yön ise yürütme yapısında yaşanacak
değişimdir. Bu değişimin üç analitik çerçevesi bulunmaktadır:
• Cumhurbaşkanın halk tarafından seçilmesi ve
mevcut Anayasal hükümlerin Türkiye’de hissedilir
anlamda iki başlı bir yürütme yapısını doğurması.
• Cumhurbaşkanı, Hükümet ve Meclis arasında
üçlü dengenin nasıl sağlanacağı.
• Yürütme içinde nasıl bir yetki modelinin ortaya çıkacağı.
78
EKİM 2014
Yazımızda sırasıyla bu üç çerçevenin üzerinde durmaya çalışacağız.
Gerçek Anlamda İki Başlı Yürütme
Seçimlerden önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
ve bazı AK Parti kurmaylarının dile getirdiği güçlü cumhurbaşkanı, güçlü hükümet formülü ilk kez
resmi olarak 62. Hükümet programının girişinde
ifade edilmiştir. Dolayısıyla bu formül, artık bir söylem olmaktan çıkmış yürütme yapısına dönük bir
hükümet politikasına dönüşmüştür. Genel olarak
yarı başkanlık sistemlerinde cumhurbaşkanları ile
hükümetler arasındaki ilişki biçimleri üç farklı biçimde ortaya çıkmaktadır. Birinci tipte cumhurbaşkanı
nüfuz edebileceği teknokrat bir kabine ile çalışmayı
yeğlemekte, bu da sistemin işleyişinde cumhurbaşkanını belirleyici bir konuma yükseltmektedir. İkin-
1982 Anayasasının 107. maddesi bir kurum olarak
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğinden bahsetmekte ve bu sekreterliğin kuruluşu, teşkilatı, çalışma
esaslarının ve personel atama işlemlerinin Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenleneceğini hükme
bağlamaktadır. Bu kararname yetkisi yine Anayasanın 105. maddesinde belirtilen cumhurbaşkanının tek başına işlem yapma yetkisi çerçevesinde bir
düzenlemedir. Dolayısıyla anayasal olarak cumhurbaşkanının kendi teşkilatını kurma ve düzenleme
yetkisi bulunmaktadır. Bu noktada hükümete bağlı
ve başbakanın otoritesi altında yapılandırılmış bulunan bakanlıklar ve diğer kamu kuruluşları ile yeni
dönemde cumhurbaşkanlığı teşkilatı arasındaki etkileşim ve çalışma biçimi önem kazanacaktır.
Türkiye’de güçlü bir cumhurbaşkanı - güçlü bir
hükümet dengesinin, uzun vadeli, partiler üstü, genel önceliklere yönelik stratejilerin belirlenmesinde
Seçmlerden önce Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın ve bazı AK Part
kurmaylarının dle getrdğ güçlü
cumhurbaşkanı, güçlü hükümet
formülü lk kez resm olarak
62. Hükümet programının grşnde
fade edlmştr. Dolayısıyla bu
formül, artık br söylem olmaktan
çıkmış yürütme yapısına
dönük br hükümet poltkasına
dönüşmüştür.
(Teknoloji, AR-GE, Bilim, Eğitim, İnsan Hakları vs.)
cumhurbaşkanlığı ofisinin işlevsel bir rol oynaması,
vizyon belirleme ve uzun vadeli düşünsel ve kurumsal altyapının oluşturulmasına dönük faaliyetlere
ağırlık vermesi, buna karşılık güncel politika ve uygulamaların hükümet inisiyatifinde şekillendirilmesi
ile sağlanabileceğini belirtebiliriz.
Üçlü Denge Modeli
Canas, yarı başkanlık sistemlerinin cumhurbaşkanı,
hükümet ve meclis arasında kurumsal ve politika
olarak bir denge kurulabilmesi durumunda işlevsel
olabileceğini belirtmektedir.1 Bu belirlemeyi hareket
noktası alırsak, yarı başkanlık sistemlerinde cumhurbaşkanı-hükümet, cumhurbaşkanı-meclis ve
hükümet-meclis ilişkisinin ya birbirlerini dengeleyecek şekilde oluşmasının ya da politika belirleme
ve uygulama noktasında bu üçlü arasında uyumun
sağlanmasının önem kazandığını söyleyebiliriz.
Meclisteki çoğunluğun farklı, cumhurbaşkanının
farklı siyasal partilerden geldiği durumlarda denge, aynı siyasal eğilime sahip oldukları durumlarda
ise uyum önem kazanacaktır. Her iki durumda da
gerek cumhurbaşkanı ile gerekse meclis ile yakın
ilişki içinde çalışan hükümetin rolü, bileşimi ve sorunlara yaklaşımı belirleyici olmaktadır. Çünkü cumhurbaşkanının sistem gereği meclis ile ilişkileri sınırlı
düzeydedir. Bu sistemlerde hükümetin dengeleyici,
arabulucu, uyumu sağlayıcı rolü öne çıkmaktadır.
62. Hükümetin bileşimi üçlü denge modelinin yeni
dönemde nasıl sağlanacağı konusunda ipuçları taşımaktadır. Kabineye katılan üç ismin -Başbakan
Yardımcısı Yalçın Akdoğan, Başbakan Yardımcısı
EKİM 2014
79
İÇ POLİTİKA
Numan Kurtulmuş ve Gümrük ve Ticaret Bakanı
Nurettin Canikli- ortak özellikleri Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın önceki dönemde yakın çalışma ekibinde bulunmaları ve Parti Grubu ve teşkilatı üzerinde
ağırlığı bulunan isimler olmalarıdır. Dolayısıyla yeni
sistemin gerektirdiği Cumhurbaşkanı, hükümet ve
parti arasındaki etkileşimin sağlanmasında bu revizyonun önemli olduğu söylenebilir. 2015 Meclis
seçimleri sonrasında, hükümetin denge ve uyum
sağlayıcı rolünün daha da güçlendirileceğini de bu
çerçevede söyleyebiliriz.
Yetki Modeli
Shugart2, siyasal sistemlerde kurumlar arasında
iki farklı yetki modelinin bulunduğuna dikkat çekmektedir: Hiyerarşik Yetki Modeli ve Etkileşimci
Yetki Modeli. Hiyerarşik modelde kurumlar arasında emir-bağlılık ilişkisi içinde dikey bir konum söz
konusudur. Bir aktör diğer bir aktörün üzerinde konumlanır. Etkileşimci modelde ise aktörler arasında
denklik bulunmaktadır. Burada aktörler arasında
işbirliği zorunluluğu bulunmaktadır. Yarı başkanlık
sistemleri karma bir model olduğu için sistem içinde
nasıl bir yetki modelinin oluşacağı sadece yasama
ve yürütme arasında değil, yürütmenin aktörleri arasında da ele alınması gereken bir konudur. Yine yarı
62. Hükümetn bleşm üçlü denge
modelnn yen dönemde nasıl
sağlanacağı konusunda puçları
taşımaktadır. Kabneye katılan üç
smn -Başbakan Yardımcısı Yalçın
Akdoğan, Başbakan Yardımcısı
Numan Kurtulmuş ve Gümrük ve
Tcaret Bakanı Nurettn Canklortak özellkler Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın öncek dönemde yakın
çalışma ekbnde bulunmaları ve
Part Grubu ve teşklatı üzernde
ağırlığı bulunan smler olmalarıdır.
Dolayısıyla yen sstemn gerektrdğ
Cumhurbaşkanı, hükümet ve
part arasındak etkleşmn
sağlanmasında bu revzyonun
öneml olduğu söyleneblr.
80
EKİM 2014
başkanlık sisteminin karma bir sistem olmasının bir
sonucu olarak, bütün modeller için geçerli bir yetki
biçiminden bahsedebilmek mümkün değildir. Aktörler arasında hiyerarşik ve etkileşimci yetki ilişkisi
siyasal aktörlerin konumuna göre değişim gösterebilmektedir. Örneğin cumhurbaşkanı ve meclis çoğunluğunun aynı partiden geldiği bir durumda, parti
içinde cumhurbaşkanı veya başbakandan hangisi
etkili bir konuma sahipse hiyerarşik yetki modeli
onun üzerinden şekillenmektedir.
Güçlü cumhurbaşkanı, güçlü hükümet formülü ışığında Türkiye siyasetinde nasıl bir yetki modelinin
ortaya çıkabileceği, bu çerçevede ele alınması gereken bir sorudur. Türkiye’de Cumhurbaşkanı ve
Meclis çoğunluğu aynı siyasal partiden gelmektedir.
Aynı zamanda Cumhurbaşkanı Erdoğan AK Parti
içinde güçlü bir lider meşruiyetine ve saygınlığına
sahip bir isimdir. Bu çerçevede Cumhurbaşkanı ile
hükümet arasında hiyerarşik yetki modeline yakın
bir durumun ortaya çıkabileceğini, ancak bunun
bir emir-bağlılık ilişkisi şeklinde olmayıp, daha çok
Cumhurbaşkanının vizyonuna bağlılık temelinde şekilleneceğini belirtebiliriz. Aksi takdirde güçlü cumhurbaşkanı, güçlü hükümet düşüncesinin hayata
geçirilmesi zorlaşacaktır. Türkiye siyasetinde yakın
dönemde etkileşimci yetki modelinin ise daha çok
hükümetin çalışma tarzında ortaya çıkabileceğini de
bu çerçeveye eklememiz gerekmektedir.
Dipnotlar
1
V. Canas, 2004. “The Semi-Presidential System”, ZaöRV
64, 98-99.
2
M. S. Shugart, 2005, “Semi-Presidential Systems: Dual
Executive And Mixed Authority Patterns”, French Politics,
3, 323-351.
YENİ TÜRKİYE
Prof. Dr. Murat ÇEMREK*
Akademisyen
E
skiler, ‘Eskiye rağbet olsa bit pazarına nur yağardı’ derlerdi diye başladığımda Epimenides
paradoksunu bir bakıma yinelediğimin farkındayım. Giritli bir filozof olan Knossoslu Epimenides’in
“Tüm Giritliler yalancıdır” ifadesindeki gibi hem sözümün meşruiyetini eskilere dayandırıyorum hem
de “marifet iltifata tâbidir, müşterisiz meta zayidir”
ilkesine göndermeyle eskiye ait ne varsa tarihin çöp
sepetine göndermiş oluyorum. “Biz günleri aranızda çevirip dururuz” hikmet-i-ilahisine ram “sular
yükseldiğinde balıklar karıncaları, sular çekildiğinde
de karıncalar balıkları yer” gerçekliği gereğince; öyle
ilerlemeci değil döngüsel ama daha çok helezonik
bir tarih perspektifine malikim. Bundan kelli ne yeniyi övgüye boğmak ne de eskiyi tu kaka ilan etmek
gibi bağcıya karşı bir tedhiş eylemine niyetim yok.
Meramım “Yeni Türkiye” kavramı etrafında adeta
herkesin çoktan çırasını hazırladığı için çabuk alev
alan bir tartışmayı idrakimin yettiğince kavramaya
çalışmak yoksa beni anlayanlar benim gibi sopalarını saklamışlardır çoktan.
Kronik AK Parti karşıtları (AKePeciler) “Yeni Türkiye” tartışması belirdiğinde “ileri demokrasi” ve hatta
EKİM 2014
81
“Yüksek Hızlı Tren (YHT)” tartışmalarından idmanlı
olduklarından heybelerindeki ontolojik soru “Neresi yeni bunun kardeşim?” diye sözlerine başlayıp 12 yıllık AK Parti iktidarını gittikçe artan dozda
tek adamlıkla, tek particilikle, totaliterliğe yaklaşan
otoriterlikle, ben yaptım olduculukla suçlayıverdiler.
Ancak aynı çevreler önümüze eleştirilerini mebzul
miktarda barındıran la yus’el bir asr-ı-saadet olarak
Cumhuriyetin 1923-1950 arasını koyduklarında çelişkilerini ayan beyan eden eleştiriler karşısında robotik bir salvo ile “ama efendim devri(mi)n şartları
bunu gerektiriyordu” cevabını masaya sürmekten
hiç imtina etmezler. Olur da eğer AK Parti iktidarında Türkiye aya canlı insan gönderse bu konuda ne
kadar geride kaldığımızı; Rusya, ABD sonrasında
daha dün Türkleri durdurmak için surlar ören Çinlilerin bile (bile ifadesine hassaten dikkatinizi çekerim) Türkiye’nin önüne geçtiğini ifade edeceklerdir.
Bu mütemadiyen namemnun kitlenin gönlünü hoş
edebilmek için AK Parti öyle Mars’a değil doğrudan
Plüton’a canlı insan göndermelidir ama o zaman
24 Ağustos 2006’daki Uluslararası Astronomi Birliği (UAB) Kongresi’nde Plüton’un Güneş sisteminin
son gezegeni olma sıfatı düştüğü için yine bir mızıkçılık sebebi ortaya çıkacaktır. Cumhuriyetin kurucusu olduğunu her fırsatta ballandıra ballandıra iddia
eden CHP de o mesrur döneme toz kondurmazken
kurduğu Cumhuriyetin tarihindeki ilk sahih seçimde
21 yaşına eren her vatandaşının İstanbul’u
fethedecek çağda olduğu br ülkenn
öncelkle bölgesnde öncü rol oynaması ve
akabnde de küresel aktör olması adeta
“Yenden Büyük Türkye” özlemnn temel
umdesyd. Bunun çn alınacak rskn olduğu
kadar br zhnyet değşmnn farkındalığı
gereklyd. Bu rsk alablecek kadar halkına
refah dağıtablen br ekonomy yürüten el
güçlü br svl syas otorte gereklyd.
iktidarını nasıl kaybettiğini ve 1960 askeri darbesinin arkasına sinmesi ve Güneş Motel marifetiyle
iktidara gelmesi hariç bir daha iktidar olamadığını
ise unutmaktan imtina etmez. Ne de olsa geleneği olmayanın geleceği yoktur da gelenek de gelecek de zaman oldukça biteviye t/üretilip eskidikçe
tersyüz edile edile yeniden üretilir ve lazım geldikçe
unutulur. AKePeciler’e sorulacak temel soru madem “Yeni Türkiye” diye bir şey kuvveden fiile doğru
inkılap etmemektedir o zaman son 12 yılda üç genel seçim, üç yerel seçim, iki referandum ve bir de
Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde ortaya çıkan
ve sizi feryad-ü-figana duçar eden nedir?
AK Parti taraftarlarına gelince onlar için “Yeni Türkiye” içi boş bir söylem veya bir iyiniyetli okuma değildir. Onların kahir ekseriyetine göre Türkiye’deki
12 yılda yaşananların adını koymak gerekirse buna
“sessiz devrim” ifadesi pek yakışacaktır. Evvelinde
hayal olan İstanbul Kanalı, Üçüncü Köprü ve Üçüncü Havalimanı gibi İstanbul odaklı büyük projeler
inşaat halinde iken Marmaray ise tamamlanmıştır.
İstanbul-Ankara-Konya-Eskişehir YHT hatları ulaşımı kolaylaştırmasının ötesinde yerli turizme de ciddi
katkı sağlamıştır. Özel hastanelerden göreceli cüzi
bir ücret karşılığı faydalanabilme ve özellikle TOKİ
sayesinde uzun vadeli borçlanma ile ev sahibi olmak mümkün hale gelmiştir. Eskiden AB tarafından
Türkiye ile her görüşmede temcit pilavı gibi getirilen
ülkenin insan hakları karnesi “işkenceye sıfır tolerans” ile geçmişte kalmıştır. Sivil siyaset üzerindeki
siyaset dışı güçlerin ve hassaten militer bürokrasinin
etkinliği budanmıştır. Dahası Müslüman dindar kitle
82
EKİM 2014
üzerindeki baskılar törpülenmiş, Alevileri anlamak
için çalıştaylar organize edilmiş ve ibadethaneleri
olan cemevleri kısmen de olsa meşruiyet kazanmıştır. Adı konmamış bir iç savaş olan Kürt sorunu (isteyen Güneydoğu sorunu veya terör sorunu da diyebilir) bir rotada ilerleyen Barış Süreci (isteyen Milli
Birlik ve Kardeşlik projesi de diyebilir) çerçevesinde
en azından çözümün mümkün olduğu gündeme
gelmiştir. Listeyi elbette daha da uzatmak mümkün
olup hepsine ayrı ayrı “Bu da mı gol değil?” diye
sorulabilir. AK Parti taraflarına da bir sorum vardır:
Madem her şey yenidir de o zaman işçilerin kömür
ocaklarında, AVM inşaatlarında yanarak veya asansör boşluğunda hayatlarını kaybettiği bir ülkenin fıtratı hiç mi değişmez?
“Yeni Türkiye” söylemini duyduğumda aklıma ilk
gelen Milli Görüş ile özdeşleşen “Yeniden Büyük
Türkiye” sloganı oldu. “Yeniden Büyük Türkiye”yi ilk
duyduğumda ise söyle aklıma gelen soru “Türkiye
ne zaman büyük oldu?” sorusuydu. Zira coğrafi bir
büyüme olmadığına göre eğer bir büyüme sözkonusu ise bu hassaten nüfus planında sayısal bir
artıştı. Eski Türkiye’de ve trafik kazalarındaki hatırı
sayılır birinciliğimizle bu nüfus artışına da kendimiz
darbe vuruyorduk. Eski Türkiye’deki devletin “aile
planlaması” adı altında bazı yerlerde çaktırmadan
bazı yerlerde de kör gözüne parmağım aile planlaması uygulamalarını da unutmuş değilim. Bu büyüklük özlemi öncelikle Kanuni zamanında uç sınırlarına varan toprak büyüklüğü anlamında tınlıyordu
kulaklarda ama asıl cesamet ise kendisine uzun
Sovyetler sınırı ile uzak karakol olmaya razı olmuş
kokmaz bulaşmaz bir dış politikanın verdiği utançtı.
21 yaşına eren her vatandaşının İstanbul’u fethedecek çağda olduğu bir ülkenin öncelikle bölgesinde
öncü rol oynaması ve akabinde de küresel aktör
olması adeta “Yeniden Büyük Türkiye” özleminin
temel umdesiydi. Bunun için alınacak riskin olduğu
kadar bir zihniyet değişiminin farkındalığı gerekliydi.
Bu riski alabilecek kadar halkına refah dağıtabilen
bir ekonomiyi yürüten eli güçlü bir sivil siyasi otorite
gerekliydi.
Velhasıl-ı-kelam, yanılma payımı da azık olarak yanıma almakla beraber, bu “Yeni Türkiye” denilen
şey güneş altında yeni bir şey olmamasından hareketle eski Türkiye’de yeniden Büyük Türkiye özlemini gerçekleştirilmesi gibi geldi bana.
* Necmettin Erbakan Üniversitesi, Sosyal ve Beşeri Bilimler
Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı.
EKİM 2014
83
İÇ POLİTİKA
CHP:
YENİ PARADİGMA İHTİYACI
Ne var ki Baykal beklediği desteği bir türlü bulamadı.
Çünkü sadece korkuya dayanan, bir gelecek vaat
etmeyen ve gerçeklerle de örtüşmeyen bu siyasete halkın büyük bir çoğunluğu itibar etmiyordu.
Baykal’ın çizgisi, çok sınırlı bir kesimde yankı buluyor
ama bu sınırlılık CHP’nin her seçimde AKP karşısında
yenilgiye uğramasını engellemeye yetmiyordu.
Kılıçdaroğlu’nun “Yeni CHP”si
Baykal’ın bir kaset operasyonu ile genel başkanlıktan düşürülmesinin ardından partinin başına geçen
Kılıçdaroğlu, “Yeni CHP” iddiasıyla ortaya çıktı. Yeni
genel başkan, partiyi toplumun farklı kesimlerine
açacağına, gerçek sorunlara çareler üreten bir parti
yaratacağına ve böylelikle partisini iktidara taşıyacağına söz verdi. Ne var ki “yeni” isminin bile CHP
bünyesinde rahatsızlık yarattığının farkına varınca,
radikal bir yeniden yapılanmayı göze alamadı, sınırlı
değişiklikler yapmakla yetindi. Bu meyanda “laiklik”
ve “yaşam tarzı” siyasetini arka plana itti, bunun yerine “yolsuzluk”u ikame etti.
Görünürde iş yapabilecek bir değişiklikti. Zira iktidar “ak” olma iddiasında idi, onun kirli çamaşırlarını
meydana dökmek, bu iddiasının altını boşaltır ve
arkasındaki halk desteğinin zayıflamasını sağlayabilirdi. 17 Aralık, bu stratejide bir dönüm noktası oldu.
Kılıçdaroğlu, altın değerinde bir fırsatın ayağına geldiğini düşündü ve AKP’ye karşı konumlanan Gülen
Cemaati ile işbirliğine gitti.
Doç. Dr. Vahap COŞKUN*
Akademisyen
10
Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra hem AKP’de, hem de CHP’de
olağanüstü kongreler yapıldı. AKP’nin
olağanüstü kongreye gitmesinin nedeni açıktı: Lideri, Cumhurbaşkanı olmuştu ve parti -yasal zorunluluk nedeniyle- tarihinde ilk kez böyle bir heyecana
tanık olacaktı. CHP için ise “olağanüstü kongre”
gerçekte herhangi bir olağanüstülük taşımıyordu,
zira parti 18. kez bu yoldan geçmiş olacaktı. Bu sefer kongre yapılmasının öne çıkan iki sebebi vardı:
84
EKİM 2014
1- Ana neden, parti yönetiminin izlediği ve başarısızlık getirdiği görülen genel siyasete itirazdı.
CHP, Baykal döneminde salt “laiklik” vurgusu üzerinden bir politik hat inşasına yoğunlaşmıştı. Baykal, AKP’nin irticacı yönelimler içinde olduğunu,
Türkiye’yi geri götürdüğünü, Cumhuriyet’in kazanımlarını bir bir ortadan kaldırdığını ifade ediyordu.
Ona göre memleket AKP eliyle Ortaçağ karanlığına
götürülüyordu. Bunu önlemenin tek yolu da AKP’ye
karşı CHP’ye destek verilmesiydi.
Kılıçdaroğlu, bütün siyasi söylemini Gülen Cemaati’nin
çeşitli organlarınca üretilen malzemeden temin etti.
Hukuki olup olmadığına bakmaksızın her türlü malzemeyi kullandı. Grup toplantılarında tape dinletti.
Tüm seçim stratejisini “Hırsız Başbakan” ve “Yolsuz
İktidar” temaları üzerine oturttu. Sonuç alacağından
emindi. Ancak olmadı. Toplum, yolsuzluk iddialarını
not etti ama siyasi alanın siyaset dışı güçlerce tanzim
edilme çabalarına karşı çıktı. Böylece Kılıçdaroğlu geleceğini yatırdığı Cemaat ile işbirliğinden umduğunu
elde edemedi. AKP’ye bir kez daha yenildi ve bu da
parti içindeki sıkıntıları artırdı.
İhsanoğlu Faktörü
2- Cumhurbaşkanlığı seçimi -öncesi ve sonrasıylaCHP içinde hesaplaşmanın bir diğer nedeni oldu.
Burada sorun iki boyutluydu: İlki, CHP’nin yaptığı Ekmeleddin İhsanoğlu tercihi idi. Parti içerisinde birçok
kişi, gerek seçimden önce ve gerek seçimden sonra,
bu tercihin CHP için ne denli büyük bir yanlış olduğunu vurguladı. Muhaliflere göre, Kılıçdaroğlu çok
sayıda göstermelik toplantı yapmıştı ama toplantıların
hiçbirinde İhsanoğlu’nun adı bile geçmemişti. Bırakın
milletvekillerini, grup başkan vekillerinin ve genel başkan yardımcılarının teki bile İhsanoğlu’ndan haberdar
değildi. Genel Başkan, ne tabanının ne de örgütünün
onayını almaya gerek görmüş, tek başına İhsanoğlu
isminde karar kılmıştı. Keza İhsanoğlu, CHP’nin karakterine, duruşuna ve tarihine uygun düşen bir isim
de değildi. Hatayı yapan Kılıçdaroğlu’ydu, dolayısıyla
hesabı da onun vermesi icap ederdi.
İkincisi, Cumhurbaşkanlığı seçiminde alınan ağır
yenilgiydi. Gerçi “çatı aday” olarak lanse edilen
İhsanoğlu’nun arkasında 14 siyasi partinin olduğu
söyleniyordu ama çatının ana taşıyıcı kolonları CHP
ve MHP idi. Seçim sürecinde MHP de geride durunca, İhsanoğlu’nun aldığı yenilgi CHP’nin hesabına yazıldı.
Yanlış bir tercih olmasına rağmen eğer İhsanoğlu, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasını veya en
azından seçimin ikinci tura kalmasını sağlayacak
bir performans gösterseydi, CHP içinde sular bir
süreliğine durulabilirdi. Fakat Erdoğan’ın ilk turda
Çankaya’ya çıkmasıyla birlikte CHP içinde kazanlar
kaynamaya başladı. CHP yöneticileri bunun önüne geçmek için -her seçim mağlubiyetinden sonra
olduğu gibi- burada da iki şekilde hareket ettiler:
Önce, seçimi kaybettiklerini kabul etmediler. Hatta
içlerinden bazıları seçimin asıl kazananının kendileri olduğunu belirttiler. Rakiplerinin niceliksel olarak
fazla oy almalarının kendilerinin niteliksel üstünlüğüne bir halel getirmeyeceğini söylediler.
Trafolar ve Şezlonglar
Lakin bu argümanlar kimseyi ikna etmeyince seçimi kaybettiklerini itiraf ettiler. Ama bu kez de yenilginin sebeplerini kendilerinde değil başkalarında
buldular. 30 Mart’ın favori sorumlusu trafoya giren
kedilerdi. 10 Ağustos’un günah keçisi olmak ise,
şezlonglarında uzanıp oy verme zahmetine katlanmayanlara düştü. Onlara göre, seçime katılım çok
düşüktü, eğer seçmen tembellik etmeyip de sandığa gitseydi, İhsanoğlu’nun ve CHP’nin başarılı olması kaçınılmazdı.
Gerçi katılıma dair analizlerin sunduğu tablo farklıydı. CHP ve MHP’nin güçlü olduğu yerlerde katılım
EKİM 2014
85
CHP’nn en temel sorunu; böyle br değşmn gerekllğn görmes ama bunu yapmayı göze
alamaması. İktdar olablmek çn değşmes gerektğn blyor ama değşmn önünde en büyük
engel oluşturan zhnyet ve şahsyetler kollamaktan da ger durmuyor. CHP, eskden vazgeçmes
lazım geldğn ve yen br paradgma oluşturmasının zorunlu olduğunu görüyor ama -eldekn de
kaybederm korkusuyla- bunun çn gerekl cesur adımı atamıyor. Bu durumda CHP, ne kadar kongre
yaparsa yapsın, ne gerçek br sosyal demokrat partye dönüşeblyor, ne de ktdar namzed olablyor.
AKP’nin güçlü olduğu yerlere kıyasla daha yüksekti.
Erdoğan’a karşı hırslanan CHP seçmeni, seferberlik
ruhuyla hareket etmiş ve kimi tatilini yarıda keserek oy vermeye gitmişti. Ama bu CHP yöneticilerini
pek ilgilendirmiyordu. Onlar sorumluluğu seçmene
yüklemeyi ve böylece kendi başarısızlıklarına perde
çekmeyi tercih ettiler.
Fakat türlü bahaneler ardına saklanarak yenilgiyi mümkün mertebe gözden ırak tutma çabası da bir süre
sonra tesirini yitirdi. Açık bir başarısızlık vardı ortada.
Mızrak çuvala sığmıyordu. Birileri bu yenilginin bedelini
ödemeliydi. Partide huzursuzluk bildiren sesler yükseldi, bizzat en yakınında yer alanlar Kılıçdaroğlu’nu
yenilgiyle yüzleşmeye davet ettiler. Bunun üzerine
Kılıçdaroğlu renk vermeye başlayan rahatsızlığın önünü
kesmek için baskın bir kongre kararı aldı.
Baskın Kongre
Kongrede Kılıçdaroğlu’nun rakibi Muharrem
İnce idi. Adaylar hem birbirlerine hem de özellikle
AKP’ye yönelik eleştirilerde bulundular. Her iki aday
da bol bol CHP’yi kuran ideolojiye atıf yaptılar, onu
en iyi kendilerinin temsil edeceklerini iddia ettiler ve
genelde popülist bir dil kullandılar. Kongre bir yenilenme, partiyi yeni bir güzergâha sokma imkânı olarak değerlendirilebilirdi. Ancak CHP bu fırsatı tepti;
Kongre’de fikirler havada uçuşmadı, doktriner bir
tartışma yapılmadı. Adaylar retoriğe ağırlık vererek
partililerden destek istediler.
Sonuçta İnce’nin 415 oyuna karşılık 740 oy alan
Kılıçdaroğlu yeniden genel başkan oldu. İlginç olan
Kılıçdaroğlu’nun genel başkan adaylığı için 944
imza verilmiş olmasına rağmen Kılıçdaroğlu’nun
seçimde 740 oy almasıydı. Yani Kılıçdaroğlu için
imza veren 204 kişi, iş oy vermeye gelince, tercihini
İnce’den yana kullanmıştı.
İnce’nin beklenmedik bir oy alması, parti içinde genel başkana duyulan bir rahatsızlığı açığa çıkarttı.
86
EKİM 2014
Bu, en yalın şekliyle, sürekli olarak yenilmekten, girilen her seçimi kaybetmekten duyulan bir rahatsızlıktı. CHP’nin delegeleri ve seçmenleri, artık sonucu
belli seçimlere girmeye tahammül edemiyorlar. Her
seçimde geride kalmaktan gına getirmiş haldeler.
Artık iktidar namzedi olmak, partilerini iktidar yarışının içinde görmek istiyorlar. İnce’ye verilen oy, bu
anlamda, Kılıçdaroğlu için bir uyarıdır. Eğer 2015
genel seçiminde de AKP, CHP’ye uzak ara fark
atarsa, Kılıçdaroğlu’nun o koltukta oturması çok
daha zor bir hale gelecek.
Ne var ki Kılıçdaroğlu bu mukadder sonu engelleyecek bir çaba içerisinde değil. CHP’nin çok büyük açmazları var. Toplumu heyecana sevk edecek
öneriler geliştiremiyor. Vaatleri ile tarihsel pratikleri arasında büyük bir uçurum bulunuyor. Siyaseti
AKP’ye bağlı olarak ve AKP’nin belirlediği saha içinde yapıyor. Kendisi bir siyasi gündem oluşturamıyor. Sürekli siyaset dışı odaklardan medet umuyor.
Çelişkili söylemleri nedeniyle kitleselleşemiyor. Tek
parti mirasını sahiplenmeye devam ediyor. Kendisini destekleyenleri dar bir ideolojiye hapsediyor.1
Bu açmazların üstesinden gelmek ve partinin önünü açmak köklü bir değişikliği gerektiriyor. Ancak
kongre öncesinde, sırasında ve sonrasında yaptığı
açıklamalar Kılıçdaroğlu’nun bu tür bir davranış içerisine girmeyeceğine işaret ediyor. Bu bağlamda iki
hususun altı çizilmeli:
Altı Ok’un Peşinden Gitmek
1- Kılıçdaroğlu halen “Altı Ok”u revize etmekten
bahsediyor. Hasan Bülent Kahraman’ın dediği
gibi, tamamen taktik kokan bu girişim CHP’yi bir
yere taşımaz. “Altı Ok’u tartışarak veya yeniden
yorumlayarak bir yere varılamaz. Artık varılamaz.
Hiç varılamaz. CHP farkında değil ama toplum ve
dünya Altı Ok’u çoktan aştı. Belli ve çok küçük bir
çevrenin dışında kimsenin bilincinde artık Altı Ok
yok.”2 (Sabah, 03.09.2014)
CHP’de daha önceki dönemlerde hem Ecevit, hem
de Baykal Altı Ok’u çağdaş değerlerle yeniden yorumlamaya girişmişler ama bundan herhangi bir netice elde edememişlerdi. Kılıçdaroğlu’nun da aynı
akıbeti paylaşacağına şüphe yok. Çünkü bu oklar,
hem zamana ters düşüyor hem de halkta bir karşılık bulmuyor. Bilakis halkın büyük bir kesimi, tarih
boyunca uğradıkları haksızlıkların müsebbibi olarak
bu okları görüyor. Kılıçdaroğlu’nun Kongre’de yaptığı gibi Atatürkçülüğü sadece olumlu kavramlarla
anmak, toplum nezdinde bir gerçekliğe tekabül etmiyor. İstediğiniz kadar Kemalizmi parlak ambalaj
kâğıtlarına sarın, istediğiniz kadar Altı Ok’u yumuşatacağınızı söyleyin; kimseyi bu okların eskisi gibi
acıtmayacağına inandıramazsınız.
2- Elbette ilkiyle irtibatlı olarak, Kılıçdaroğlu partide
ulusalcıların etkinliğini kıramıyor. Zannımca Kılıçdaroğlu, ulusalcıların partiye herhangi bir olumlu katkısının olmadığının farkında. Ancak bu kesimin desteğini kaybetmemek için de onlara hem zihniyet, hem
de kadro düzeyinde tavizler veriyor. Oysa ulusalcıların CHP’ye iki büyük zararı dokunuyor: İlki, partinin
gerçek bir sosyal demokrat partiye dönüşebilme
ihtimalini sıfırlıyorlar. Çünkü Türkiye’de toplumun
farklı kesimlerden yükselen demokratik taleplere
karşı en büyük reaksiyon bu gruptan geliyor. Kürt
meselesine, din-devlet ilişkilerine, AB ile bütünleşme sürecine, Alevilerin taleplerine bakın, en keskin
karşı çıkışların ulusalcılar tarafından örgütlendiğini
göreceksiniz. Bu da bittabi CHP’yi bir kısırdöngüye
mahkûm ediyor, dönüşümünü engelliyor.
İkincisi, ulusalcılar, CHP’nin geçmişiyle hesaplaşmasını da imkânsız kılıyor. Gerçek bir muhasebeye
ihtiyacı var CHP’nin. Geçmişini sevabıyla-günahıyla ve eksisiyle görebileceği bir göze… Ne var ki
ulusalcılar var olduğu müddetçe CHP geçmişiyle
yüzleşemez. Kongrede gördük bunu: Kılıçdaroğlu,
devrimci olduklarını, geçmişleriyle hesaplaşmaktan
korkmadıklarını ve zaten tarihlerinin kendileri için bir
iftihar vesilesi teşkil ettiğini söyledi. Bu çerçevede,
Cumhuriyet’i kurduklarından, ülkeye demokrasiyi getirdiklerinden, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verdiklerinden söz etti. Ama Takrir-i Sükun’dan, İstiklal
Mahkemeleri’nden, Trakya olaylarından, parti-devlet
uygulamasından, Dersim’den, Varlık Vergisi’nden,
CHP’nin darbelerdeki rolünden bahsetme gereği
duymadı. Zira bunlardan konuştuğunda ve sahici
bir yüzleşmenin yolunu açtığında, ulusalcıların şimşeklerini üzerine çekeceğini biliyordu.
“İstemezükçülük” Yerine “Değişim
Tasavvuru”
Hanioğlu, CHP’nin öncelikli hedefinin, değişim karşıtı “istemezükçülük” yerine “değişim tasavvuru”
ikame etmek olduğunu belirtiyor.3 Gerçekten de
CHP sürekli gerilim üretmek ve bundan fayda beklemekten vazgeçmeli. Çünkü gerilimden beslenen
bir siyasetin CHP’ye getirisi yok. CHP, kurucu bir
siyaset üretmeli. Bu da CHP’de yönetim kadrosundan teşkilatlanmaya, zihniyetten yapılanmaya kadar
her şeyin sorgulanmasını zorunlu kılıyor. CHP’nin
en temel sorunu; böyle bir değişimin gerekliliğini
görmesi ama bunu yapmayı göze alamaması. İktidar olabilmek için değişmek gerektiğini biliyor ama
değişimin önünde en büyük engeli oluşturan zihniyet ve şahsiyetleri kollamaktan da geri durmuyor.
CHP, eskiden vazgeçmesi lazım geldiğini ve yeni
bir paradigma oluşturmasının zorunlu olduğunu görüyor ama -eldekini de kaybederim korkusuyla- bunun için gerekli cesur adımı atamıyor. Bu durumda
CHP, ne kadar kongre yaparsa yapsın, ne gerçek
bir sosyal demokrat partiye dönüşebiliyor, ne de iktidar namzedi olabiliyor.
Dipnotlar
1
2
3
Fahrettin Altun; Yeni CHP’nin 6 Açmazı, Akşam,
07.09.2014.
Hasan Bülent Kahraman, Okun Ucunda Ölmek, Sabah,
03.09.2014.
Şükrü Hanioğlu; CHP’nin temel sorunu siyaset yelpazesindeki yeri midir?, Sabah, 14.09.2014.
* Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesidir. İnsan
hakları, demokrasi, Kürt sorunu ve bunun hukuki yansımaları
üzerine çalışmaları bulunmaktadır.
EKİM 2014
87
İÇ POLİTİKA
kuruluş tarihi, 1969 yılında yayımlanan bir emirle
kabul edilmiştir.
Jandarma’nın kamu yapılanması içerisindeki oluşumu ise Jandarma’nın kuruluş yıldönümü ile ilgili
tartışmalardan çok daha karmaşıktır.
2803 sayılı Jandarma Teşkilat, Görev ve Yetkileri Kanunu’na göre hareket eden Jandarma Genel
Komutanlığı; “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bir parçası olup, Silahlı Kuvvetlerle ilgili görevleri, eğitim ve
öğrenim bakımından Genelkurmay Başkanlığı’na,
emniyet ve asayiş işleriyle diğer görev ve hizmetlerin ifası yönünden İçişleri Bakanlığı’na bağlıdır”
şeklinde tanımlanmıştır.3 Jandarma Genel Komutanı, İçişleri Bakanı’na karşı sorumlu tutulmuştur,
ancak 2803 sayılı kanuna göre İçişleri Bakanı’nın
re’sen Jandarma üzerindeki yetkileri neredeyse
yoktur. Jandarma Genel Komutanı’nın ve generallerin atanması, kuruluş ve kadroların konuş yerleri,
disiplin cezalarının verilmesi gibi geniş bir alanda
İçişleri Bakanı’nın Genelkurmay Başkanı ya da Jandarma Genel Komutanı ile ancak müşterek hareket
edebildiği görülmektedir.
Yasin TURNA*
Araştırma Görevlisi
MİLİTER
KOLLUKTAN
DEMOKRATİK
GÜVENLİĞE
JANDARMA TEŞKİLATI
T
ürkiye’de iç güvenlik ve emniyetten sorumlu
Jandarma Genel Komutanlığı, bu sorumluluklarını Emniyet Teşkilatı ve kısmen Sahil
Güvenlik Komutanlığı ile paylaşarak yerine getirmektedir. Bununla birlikte ülkemizde son dönemde
demokratik hukuk devleti anlayışını güçlendirmeye
yönelik girişimlerle birlikte iç güvenlik yönetiminde
askerin yönetim ve denetim işlevi de sorgulanmaya
başlamıştır. Jandarma Genel Komutanlığı’nın hukuki sorumlulukları ve yapısı, kamu bürokrasisinin sivil,
şeffaf ve hesap verebilir bir yapıya dönüştürülmesi
ve buna paralel olarak AB uyum sürecine dönük
çalışmalarda tartışma konusu olmuştur. Jandarma ile ilgili tartışmaların ana nedeni, Jandarma’nın
kamu yapısı içerisindeki teşkilatlanma biçimi, görev
ve yetkilerindeki karmaşık yapısına bağlıdır.
Osmanlı’da güvenliği sağlamakla mükellef daha
yerel bazlı, uzmanlaşmış bir kolluk kurma ihtiyacı
neticesinde askeri teşkilata bağlı ayrı bir birlik oluşturulma girişimleri Jandarma’nın da doğuşu olarak
88
EKİM 2014
kabul edilmektedir. Alyot’a göre, sonradan Jandarma ismini taşıyacak olan Zaptiye Müşiriyeti’nin
kurulduğu 18 Safer 1262 (15 Şubat 1846) tarihi,
memleketin her tarafında kurulan ve başlı başına
bir teşkilat haline getirilen bir kuvvete ait kuruluşun
tarihidir.1 Ancak, Jandarma Genel Komutanlığı’nın
yayınladığı kapsamlı çalışmasında görüleceği üzere
Jandarma Genel Komutanlığı’nın kuruluş tarihi kesin değildir.2 1839 yılından itibaren ‘Jandarma’ kelimesinin geçtiği muhtelif belgelere rastlanmışsa da
Jandarma Teşkilatı’nın ne zaman kurulduğuna dair
net bir bilgi tespit edilememiştir. 14 Haziran 1869
tarihinde teşkilatın ilk nizamnamesi olan Asakir-i
Zaptiye Nizamnamesi, Jandarma Teşkilatı’nın zabıta görev ve hizmetleri ile yetki ve sorumluluklarını
hukuki bir çerçeve içine alan ilk belgedir. Sonuç olarak, nizamnamenin yayınlandığı “14 Haziran” tarihi
ile ilk defa Jandarma ibaresine rastlanılan “1839”
yılı birleştirilerek, Jandarma’nın kuruluş tarihi olarak
“14 Haziran 1839” tarihi belirlenmiştir. Bu absürt
hesaplamayla neticelenen Jandarma Teşkilatı’nın
Genelkurmay Başkanlığı’nın gerekli gördüğü haller,
sıkıyönetim ve savaş durumlarında da Kuvvet Komutanlıkları emrine her an girebilen, İçişleri Bakanı
ve Bakanlığın uzantısı mülki idari amirlere ise dolaylı
yollardan bağlı bir teşkilatlanma yapısı hiç şüphesiz
rasyonel hukuk devletinin ilkeleriyle bağdaşmayacak ölçüttedir.
Jandarma her ne kadar emniyet ve asayişten sorumlu kolluk teşkilatı olarak örgütlenmişse de kadro
yapısı itibariyle de adeta Genelkurmay Başkanlığı adına görev icra etmek için yapılandırılmış bir
kurumdur. Genelkurmay Başkanlığı’nın Temmuz
2014’de yaptığı açıklamaya göre Jandarma Genel
Komutanlığı’nın sahip olduğu askeri personel sayısı
toplam 187 bin 491 kişidir. Bu sayının yalnızca 62
bin 350’si uzman personelden oluşurken; 125 bin
141’i ise TSK tarafından yerleştirilmiş, 12 ay ya da
5,5 ay süreyle vatani hizmetini yapan vatandaşlarımızdır. Askeri personel içindeki uzman personel
oranının Jandarma Genel Komutanlığı’nda % 33
oranında olduğu görülmektedir. Jandarma’nın sahip olduğu çok büyük çaptaki vazifeleri yerine getirirken kullandığı personelin büyük bir kısmının profesyonel olmaması çağın gerektirdiği hizmet kalitesini yerine getirmesinin güçlüğüne işaret etmektedir.
Devlet-vatandaş münasebetinin en hassas boyutta
olduğu kırsal alanlarda ağırlıkla Jandarma’nın kolluk
faaliyetlerini yürüttüğünü de göz önünde bulundurmamız gerekmektedir. Bilhassa Türkiye’nin doğusunda, herkesin malumu olan tarihsel bir süreçten
gelen sorunlardan dolayı da bölge halkının hassasiyetlerine göre hareket edecek profesyonel bir kolluk hizmetinin bulunması gerekmektedir.
Son yıllarda demokratikleşme süreci ile ivme kazanan devletin daha önce sorunlu olarak gördüğü
toplum üyeleriyle yakınlaşma sürecinin bir diğer basamağı olan barış süreci ile birlikte, klasik güvenlikçi
politikaların giderek önem kaybettiğine şahit olunmaktadır. Özellikle doğu bölgelerimizde toplumsal
iç huzurun yakalanması ve istikrarın sürdürülebilir
bir biçimde tesis edilmesi için demokratik ve toplumsal değer yargılarından kopuk olmayan, insan
hak ve özgürlüklerine yakışır bir biçimde hareket
edebilecek kalibrede profesyonel bir devlet hizmeti
elzemdir. Siyasi otoritenin belirlediği kamu politikasını
devam ettirecek bir bürokratik yapı, toplumsal uzlaşının sağlanmaya çalışıldığı bu hassas süreçte kilit
bir öneme sahiptir. Keza, Cumhuriyet tarihi boyunca
halk ve devlet arasında oluşan uçurumun ve sorunların birincil kaynağı, rızaya dayalı bir meşruiyete dayanmaksızın, halk iradesine aykırı bir biçimde yalnız
kendi bürokratik elit merkezi zümrenin tahakkümü
doğrultusunda ortaya çıkan uygulamalardır.
Özellkle doğu bölgelermzde
toplumsal ç huzurun
yakalanması ve stkrarın
sürdürüleblr br bçmde tess
edlmes çn demokratk ve
toplumsal değer yargılarından
kopuk olmayan, nsan hak ve
özgürlüklerne yakışır br bçmde
hareket edeblecek kalbrede
profesyonel br devlet hzmet
elzemdr. Syas otortenn
belrledğ kamu poltkasını
devam ettrecek br bürokratk
yapı, toplumsal uzlaşının
sağlanmaya çalışıldığı bu hassas
süreçte klt br öneme sahptr.
EKİM 2014
89
Türkye’nn sorunlu
demokrassnn önünde duran
en büyük etmenlerden br
hç şüphesz klask güvenlkç
algıyla yönetlen güvenlk
kurumlarımızdır. Özellkle yasal
boşluklardan yararlanarak,
kend çersnde kurgusal
br devlet mantığıyla klask
güvenlkç poltkalardan
sıyrılamamış, profesyonellkten
uzak br güvenlk örgütünün
ülke ekonoms ve blhassa
demokrass çn getreceğ
kayıpları göz önünde
bulundurmamız gerekmektedr.
28 Şubat süreciyle oluşturulan EMASYA
Protokolü’yle4 TSK, yeni iç güvenlik algısı adı altında
vesayet rejimini güçlendirici bir operasyon yetkisine sahip olmuştur. Bu protokol vasıtasıyla her an
olağanüstü hal varmış gibi hareket edebilecek olan
TSK, kendisinin bir uzantısı olarak Jandarma’yı da
emri altına alarak hareket edilebilmekteydi. EMASYA, İçişleri Bakanlığı’ndan ziyade daha çok TSK’ya
bağlıymışçasına hareket eden Jandarma için hukuki bir zemin olmuştur. Jandarma, EMASYA’dan
önce ve sonra da de facto olarak, disiplin yönetmelikleri ve TSK içerisindeki konumlanışı gereği,
daha ziyade TSK merkezli bir hareket biçimine sahip ve sivil iktidara karşı daha özerk bir yapıdadır.
Öyle ki, EMASYA Protokolü’nün 2009 yılında iptal
edilmesiyle, ihdas edilen Jandarma’nın güvenlik ve
asayişten sorumlu olduğu kent merkezlerini polise devretmesi kararından sonra Jandarma Genel
Komutanlığı’nın tavrı bu durumu kanıtlar niteliktedir.
2803 sayılı kanunun 10. Maddesinde, “Jandarma’nın genel olarak görev ve sorumluluk alanı; polis
görev sahası dışı olup, bu alanlar il ve ilçe belediye
hudutları haricinde kalan veya polis teşkilatı bulunmayan yerler” olarak açıkça belirtilmektedir. Buna
rağmen Jandarma, Türkiye’nin yüzölçümünün çok
büyük bir kısmına tekabül eden kırsal alanın yanı
sıra polis görev sahası içerisinde de görev yap-
90
EKİM 2014
maktadır. Özellikle, EMASYA’nın iptalinden sonra
İçişleri Bakanlığı’nın hazırladığı protokolle belediye
sınırlarının Jandarma’dan Emniyet’e devredilmesi
öngörülmüştü. Ancak, Trabzon’da yaşanan hadise
Jandarma’nın İçişleri Bakanlığı’na ne kadar bağlı olduğunu ve sorunlu emir komuta yapısını göstermesi açısından emsal olacak bir örnektir. 2009
yılında Trabzon Valiliği Emniyet’in görev sahasına
giren bölgeleri Jandarma’nın devretmesi gerektiğine dair kararı bildirdiği halde, Jandarma karara uymayarak; “protokolün tek taraflı hazırlanması, görüş
alınmaması” gibi ifadelerle karara şerh koymuştur.
2008’de kurulan yeni ilçelerin oluşmasıyla birlikte
gene Jandarma’nın görev sahasını devretmemek
için direndiği görüldü. Bununla birlikte, Emniyet’in
görev sahası içinde Jandarma’nın yaptığı operasyonlar kamuoyuna da yansımıştır ki en büyük örneği 2005 yılındaki “Şemdinli Olayları”na karışan iki
Jandarma astsubayıdır. Dönemin karanlık bir oyunu
olan bu hadise yeteri kadar aydınlatılamamıştır.
Jandarma’nın bulunduğu bölgeler ve yaptığı işlemlerde, Emniyet’in yetki sahasına ve sınırlarına
geçmesine rağmen bulundukları bölgeleri tutmaya
çalışmaları, klasik bürokratik makamların sahip olduğu yetkiyi devretmek bir yana, daha da arttırma
arzusu taşıyan bir yetki fetişizminden çok daha ötedir. Bu durumun temel nedeni, şüphesiz Türkiye’nin
karanlık vesayetçi geçmişiyle ilintilidir. Bürokrasi
geleneğimiz içerisinde kurumların araçtan amaca
dönüşmesinde; sivil otoriteye karşı duyulan güvensizlik, siyasi bir ülkü doğrultusunda sosyal mühendislik hamleleri ya da rant sağlama girişimleri gibi
çeşitli nedenler vardır. Bu minvalde, bilhassa askeri
kurumlar, darbe geleneği içerisinde demokrasi tarihimize ciddi zararlar vermiştir. Doğrudan darbe ile
ülke iradesine ket vurulmasa bile bürokrasinin vesayet ağı ile yönlendirildiğine çokça şahit olunmuştur.
denetimin sağlanması büyük önem arz etmektedir.
Benzer bir şekilde, Emniyet Teşkilatı’nın sahip olduğu kriminal laboratuvarlarına ayrıca Jandarma’nın
da sahip olması gibi benzer diğer ikili yapılanmaların
önüne geçilmesi gerekmektedir. Kamu maliyesini
ekstra külfetten kurtaracak ve keyfi uygulamaların
önüne geçecek bir koordinasyon teknik olarak ancak Jandarma’nın İçişleri Bakanlığı’na bağlanması
ile sağlanacağı değerlendirilmektedir.
Türkiye’nin sorunlu demokrasisinin önünde duran
en büyük etmenlerden biri hiç şüphesiz klasik güvenlikçi algıyla yönetilen güvenlik kurumlarımızdır.
Özellikle yasal boşluklardan yararlanarak, kendi
içerisinde kurgusal bir devlet mantığıyla klasik güvenlikçi politikalardan sıyrılamamış, profesyonellikten uzak bir güvenlik örgütünün ülke ekonomisi ve
bilhassa demokrasisi için getireceği kayıpları göz
önünde bulundurmamız gerekmektedir.
Vesayet rejiminin etkinliği bürokrasi ağımız içerisinde birçok kurumu tesiri altına aldığı gibi maalesef
TSK’nın bir uzantısı olarak Jandarma’yı da yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi tesiri altına almıştır.
Sistemin çarklarının yanlış işlemesi sonucu ortaya
çıkan bu paradoksa karşı vatandaşların refleksi ise
hiç şüphesiz ellerindeki kamu vicdanını harekete
geçirecek düzenleyici ve önleyici kurumlardır. Bürokrasi piramidinin en üstünde bulunan hükümet bu
hizmet mekanizmasını kamu çıkarına göre yönlendirme ve dizayn etme meşruiyetini elinde bulundurmaktadır. Siyaset ve bürokrasi olgularının içiçe geçmişliğiyle ilintili olarak ortaya çıkan sorunlar, T.C.’nin
kuruluşundan bu zamana ağır aksak ilerleyen sorunlu demokrasimizle bizatihi ilgili bir meseledir. Bu
yüzden bürokratik aygıtların demokratik teamüllere
uygun bir biçimde dizayn edilmesi toplumun ortak
çıkarına hizmet edecektir.
Dipnotlar
1
2
3
4
Alyot, Halim (2008). Türkiye’de Zabıta, s.94-95.
Jandarma Genel Komutanlığı Tarihi: Asayiş ve Kolluk Tarihi
İçerisinde Türk Jandarma Teşkilatı, Cilt 1, s.135,148,150.
2803 sayılı Jandarma Teşkilat Görev ve Yetkileri Kanunu,
Madde 4.
http://www.tbmm.gov.tr/arastirma_komisyonlari/darbe_
muhtira/docs/ek1.pdf ulaşım tarihi: 13.08.2014.
* Gazi Üniversitesi Siyaset ve Sosyal Bilimler bölümü ve aynı
zamanda Polis Akademisi Güvenlik Stratejileri ve Yönetimi
bölümlerinde doktora eğitimine devam etmektedir. Akademik
ilgi alanları, Türk siyasal hayatı, siyaset kuramları, insan hakları
ve kamu yönetimidir.
Jandarma Genel Komutanlığı’nın, Emniyet Teşkilatı’na paralel biçimde örgütlenmesi güvenlik bürokrasimizde ciddi sorunların oluşmasına neden olmaktadır. Bunun en büyük örneği, Jandarma’ya bağlı
istihbarat dairesidir. MİT, Emniyet İstihbarat ve sınırlı
bir alanda Genelkurmay İstihbarat Dairesi ile birlikte
Jandarma’nın da ülke geneline yayılmış bir istihbarat
örgütlenmesi bulunmaktadır. Özellikle Jandarma’nın
denetimindeki güçlükler JİTEM gibi karanlık örgütlenmeleri ortaya çıkarmıştır. Sistematik olarak insan
hakları ihlallerinin acilen önüne geçilmesi için sivil
EKİM 2014
91
Sığınmacı Sorununun
Ekonomi-Politiği:
Tarihsel Güncel
Bir Yaklaşım
Dr. Cemil Ertem
Yeni Bir Ekonomik Model
Gerekli mi?
Dr. M. Levent Yılmaz
EKONOMİ
SIĞINMACI
IĞINM
MACI SORUNUNUN
SORU
SORUN
UNUNUN
UNUN EK
EKONOMİ-POLİTİĞİ:
KONOMİ POLİTİĞİ:
TARİHSEL GÜNCEL BİR YAKLAŞIM
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, yne Eylül
sonunda BM Genel Kurulu veslesyle ABD
gezs dönüşünde yaptığı açıklamalardan da
anlaşılıyor k, Türkye’nn savunduğu ‘güvenlkl
bölge’ şmdye kadar anladığımız ‘tampon
bölge’ çerçevesn aşan, bütünlüklü yen br
yapılanmayı anlatıyor. Burada her türlü alt yapısı
olan yen şehrlern kurulması, lk önce yen br
ekonomnn sonra da çok boyutlu yen br syas
entegrasyonun kapılarını açacaktır. Güvenlkl
Bölge, tampon bölgeden ayrı olarak, ekonomk
ve syas entegrasyona geçş sürec olarak ele
alınmalıdır bze göre…
Orta Doğu’nun bir sıcak çatışma alanı olarak devam edeceğini ve ne yazık ki, bu gerçeğin yakın bir
gelecekte değişmeyeceğini bize anlattı. Bu yüzden
bölgedeki en istikrarlı ülke olan Türkiye’ye olan sığınmacı akını artarak devam edecek.
Bunun dışında hem Suriye hem de Irak coğrafyasında çatışmalar dinse bile sığınmacıların yakın gelecekte geri dönecekleri çok şüphelidir. Çünkü, bölge
sıcak çatışma iklimini korumasa bile, orta dönemde
çok önemli ekonomik-politik ve bunun sonucunda
da sosyal sorunlarla karşı karşıya kalacaktır.
Türkiye bu sorunu ilk önce insani bir yaklaşımla karşıladı; ancak öte yandan, bu politik bir yaklaşımdı da… Çünkü Türkiye, bölgede ekonomik
entegrasyonu, çözüm süreci ile birlikte görüyor.
Hatta çözüm sürecinin başarısı, Irak’tan başlayan
bir bölgesel entegrasyondur bize göre de… Ancak
bu uzun vadeli insani ve politik vizyon, IŞİD saldırısı ile çok ani gelişen sığınmacı yığılması karşısında
Türkiye’nin hazırlıksız yakalanmasını önleyemedi.
Bu açıdan Türkiye, mülteci sorununu yeniden ele
almalıdır. Bunun hukuki üst yapısı ve ekonomik altyapısını oluşturacak adımları çok hızlı olarak atmalıdır.
Dr. Cemil ERTEM
SDE Ekonomi Programı Koordinatörü
T
ürkiye, Suriye’de Esad rejiminin teröründen
kaçan sığınmacılara sınırlarını 2011’den itibaren açmaya başladı. Üç yılda Türkiye’ye gelen Suriyeli sığınmacı sayısı 500 bini geçti.
“Yaklaşık 2 milyon Suriyeli mültecinin üçte ikisi
2013 yılı başından itibaren Suriye’yi terk etmiştir ki
bu, günlük ortalama altı binin üzerinde insanın ülkesini terk ettiğini göstermektedir. Bu sayıların önemli
çoğunluğunu kadınlar ve çocuklar oluşturmaktadır.
Türkiye’deki kayıtlı Suriyeli mültecilerin yaklaşık %
70’i kamplarda,% 30’u ise serbest olarak şehirlerde
yaşamaktadır. Kamplarda barınma oranı Ürdün’de
% 20, Irak’ta % 47’dir. Lübnan’da ise kamp bulunmayıp mültecilerin tamamı şehirlere dağılmıştır.
94
EKİM 2014
8 ayrı ildeki 17 mülteci kampında 200 binden fazla
mülteci kalırken, yaklaşık 300 bin kişi de kamplar
dışında yaşamaktadır. Kamp dışında kalanlar kendi imkânlarıyla ev kiralamakta veya akrabalarının
yanında kalmaktadırlar. Serbest ikamet edenler,
Türkiye’nin farklı illerinde hatırı sayılır mülteci grupları oluşturmuştur.
rulmuştur. Bu kamplarda AFAD idaresinde, kamu
kurum ve kuruluşları ile Türk Kızılayı tarafından
barınma, yiyecek, sağlık, güvenlik, sosyal aktivite,
eğitim, ibadet, tercümanlık ve diğer hizmetler verilmektedir.” (istanbul.mazlumder.org/webimage/
suriyeli_multeciler_raporu_2013.pdf/erişim tarihi:
27/9/2014)
Türkiye’ye sığınan Suriyeli mültecilere insani yardım
ve koruma, Başbakanlık AFAD (Afet ve Acil Durum
Yönetimi Başkanlığı) tarafından yürütülmektedir.
2011 yılı Nisan ayından itibaren AFAD tarafından
önce Hatay ili sınırları içerisinde farklı noktalarda,
daha sonra da Suriye sınırına yakın diğer toplam 10
ilde kamplar (çadır kent veya konteyner kent) ku-
Mazlumder’in 2013 tarihli bu raporu bile durumun
vahametini ortaya koyarken, Türkiye, 2014 sonbaharında IŞİD saldırısı sonucu sınır kapılarında bu sefer binlerce Kürt sığınmacıyı buldu.
IŞID teröründen kaçan Kürt sığınmacılara Türkiye,
her türlü güvenlik riskini göze alarak, kapılarını açtı.
Obama’nın, Eylül ayında, BM’de yaptığı konuşma
Ancak başta BM olmak üzere dünyanın da bu sorun
karşısında daha fazla sessiz kalması kabul edilemez
bir durumdur. Bugün Suriyeli ve Kürt sığınmacılar,
yoksul halk kapsamımda değerlendirildiğinde bu
sorun aynı zamanda, Dünya Bankası’nın da sorunu
olmaktadır. Ancak Dünya Bankası bugün bu soruna gözlerini kapamış durumdadır. BM, önümüzdeki
süreçte Türkiye’ye binlerce sığınmacı daha gelebilir
tespiti yapıyor ama bununla ilgili bir çözüm önerisi
sunamıyor.
Çok yakında Türkiye’nin, Irak ve Suriye sınır çizgisinde ve buralardaki sınır kentlerinde sayıları milyonları bulan çaresiz ve yoksul insan toplulukları
olacaktır. Üstelik, ne yazık ki, bu durum kısa ve orta
vadede kendiğinden çözüm bulacak bir sorun değil, kalıcı bir sorun, kalıcı bir insanlık dramıdır artık.
Dünya, belki de 2. savaştan bu yana en büyük insanlık dramlarından birini yaşıyor.
Bu drama sessiz kalmak ve çözüm üretmemek artık, bir savaş suçu gibi insanlık dışı bir durum hatta
bir insanlık suçudur. Türkiye’nin bu konuda acil bir
eylem planı geliştirmesi kaçınılmaz olduğu gibi bu
plan aynı zamanda, çözüm sürecinin sınır dışına çıkan boyutunu da kapsayacaktır.
EKİM 2014
95
Yetmşl yılların başından doksanlı yıllara kadar
olan süreç, gelşmş dünyada düşen kar oranları ve
öncü sektörlern krz şaretler le belrgnleşrken,
Batı, bunu telaf etmek çn seksenl yıllara -ABD
ve İngltere’den başlayarak- neolberal poltkarla
grd. Batı’da özelleştrme uygulamaları, genş
özel sektör teşvkler (arz yönlü ekonom) ve
düşen kamu yatırımları le devreye gren bu süreç,
dünyanın doğusuna darbeler, ç savaşlar ve bunların
sonucunda müthş br yoksulluk olarak yansıdı.
Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, 27 Eylül
günü, yani Kürt sığınmacıların Türkiye sınırına yığıldığı ve IŞİD ile Kürt güçleri arasında çok şiddetli
çarpışmaların yaşandığı bir günde, Mardin’de yaptığı konuşmada hem bölgedeki gelişmelerle hem de
çözüm süreci ile ilgili olarak önemli ipuçları verdi.
Öyle anlaşılıyor ki, hükümet çözüm sürecini, bundan sonra çok boyutlu olarak yürütecek. Bu boyutlardan birisi de bize göre, Irak ve Suriyeli sığınmacılara yönelik bütünlüklü bir politik-insani yaklaşımdır.
Bu açıdan, IŞİD saldırısından sonra, çözüm süreci
dediğimiz dinamik, yalnız Türkiye içindeki Kürt siyasi hareketi ile hükümet arasındaki konjoktürel uzlaşma süreci değildir. Bundan sonra çözüm süreci,
Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nden başlayarak
Türkiye sınırının ötesindeki bütün sıcak bölgeleri ve
gelişmeleri kapsayacak çok boyutlu bir entegrasyon sürecidir.
Güvenlikli Bölge Ekonomisi
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, yine Eylül sonunda
BM Genel Kurulu vesilesiyle ABD gezisi dönüşünde
yaptığı açıklamalardan da anlaşılıyor ki, Türkiye’nin
savunduğu ‘güvenlikli bölge’ şimdiye kadar anladığımız ‘tampon bölge’ çerçevesini aşan, bütünlüklü
yeni bir yapılanmayı anlatıyor. Burada her türlü alt
yapısı olan yeni şehirlerin kurulması, ilk önce yeni
bir ekonominin sonra da çok boyutlu yeni bir siyasi
entegrasyonun kapılarını açacaktır. Güvenlikli Bölge, tampon bölgeden ayrı olarak, ekonomik ve siyasi entegrasyona geçiş süreci olarak ele alınmalıdır
bize göre…
96
EKİM 2014
Ancak bu sürecin ekonomi-politik tarihsel akışını tam
anlamıyla ortaya koyarsak, yaşanılan sürecin ne denli
önemli bir değişimin dinamiği olduğunu anlarız.
Kriz, Orta Doğu ve Mülteci Sorunu
Biz tam şimdi, yaşadığımız küresel krizin miladını 2008 yılı olarak göstersek de, bu krizin gerçek
anlamda iki başlangıç dönemeci vardır. Birincisi,
yetmişli yılların başından itibaren gelişmiş ülkelerde
düşen kar oranları sürecidir. İkincisi ise, doksanlı yıllarda başlayan finansallaşma sürecinin, gelişmekte
olan ülkelerde finansal krizlerle iflas etmeye başlaması ve sonunda 2008’de ABD’de mortgage krizi
olarak patlaması…
Birinci dönemeçte yani, yetmişli yılların başından
itibaren, azgelişmiş ülkelerde ABD’nin, soğuk savaş konjoktüründen de yararlanarak, içe kapalı
-otarşik- ekonomileri desteklemesini ve buralarda
askeri yönetimleri işbaşına getirecek ekonomik ve
siyasi koşulları oluşturmasını izledik. Bu süreç, bugün Orta Doğu’da karşımıza çıkan sıcak çatışma
dinamiklerini oluşturmuştur. Aile, aşiret, kabile diktalarına dayanan Baas oligarşileri ABD güdümünde
Orta Doğu’yu bir esaret ve yoksulluk cehennemine
dönüştürmüştür. İsrail’in işgal ve terörü de bu dönemden sonra giderek artan bir trend izleyerek bu
süreci desteklemiştir. Türkiye’de de Kürt sorunu,
yoksulluk dışında bölgede amansız bir devlet baskısıyla doruğa çıkartılmıştır.
Yetmişli yılların başından doksanlı yıllara kadar olan
süreç, gelişmiş dünyada düşen kar oranları ve
öncü sektörlerin kriz işaretleri ile belirginleşirken,
Batı, bunu telafi etmek için seksenli yıllara -ABD ve
İngiltere’den başlayarak- neoliberal politikarla girdi.
Batı’da özelleştirme uygulamaları, geniş özel sektör
teşvikleri (arz yönlü ekonomi) ve düşen kamu yatırımları ile devreye giren bu süreç, dünyanın doğusuna darbeler, iç savaşlar ve bunların sonucunda
müthiş bir yoksulluk olarak yansıdı.
Krize Çaresiz Çare: Finansallaşma
Doksanlı yılların başında gelişmiş ekonomiler, yalnız
neoliberal ‘kemer sıkma’ politikaları ile sürekli düşen kar oranlarını telafi edemeyeceklerini ve krizin
önüne böyle geçilemeyeceğini anladılar. İlk önce
ABD’den başlamak üzere finansallaşma devreye
girdi. Finansallaşmanın ilk fiskesi, Orta Doğu’nun
petrol gelirleri, (petro-dolarlar) gelişmekte olan ülke-
lerden aktarılan milyarlarca dolar faiz gelirleri, Afrika
gibi ülkelerdeki soygun ve yağma olmuştur.
Bu birikim, Lehmanların, Goldman Sachların, Enronların elinde bütün dünyayı saran trilyon dolarlık
saadet zincirlerine dönüştü. Bu dönemde iki şey
önemliydi; birincisi finansal istikrar, ikincisi siyasi
istikrar… Enflasyon, bu dönemde en büyük ekonomik düşman ilan edildi. İşşizlik, yoksulluk önemli
değildi, enflasyon ‘mütedil’ olsun tamamdı. Siyasi
istikrar da, gelişmekte olan ülkelerde, var olan yoksullukla sağlanamayınca bunun da çaresi baskıcı,
vesayet sistemi -darbe, Filipin tipi demokrasi sarkacı- oldu. Yani siyasi istikrar ama demokrasi ile değil,
diktatörlükle… Finansal istikar ama üretimle değil,
finansal yağma ile…
Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı, ölçüsüz finansallaşma doksanlı yılların ortalarından itibaren gelişmekte olan ülkelerde finansal krizlere yol açtı.
Bu ülkelerin bazıları bu krizlerden önemli dersler
çıkardılar ve kendilerine yeni bir yol çizdiler. Örneğin Güney Kore… Yine doksanlı yıllların sonunda,
baskıcı ulus-devlet zulmüne yeter diyen ayrılıkçı ve
muhalif hareketler çok geniş bir halk desteği buldu
ve tam bu yıllarda -zorunlu- barış süreçleri başladı.
Barış Süreçleri, Sığınmacılar ve Yeni
İmkanlar…
Doksanlı yılların sonunda başlayan barış süreçleri,
aynı zamanda, ulus-devletleri demokratik kamusal
yapılar olarak dönüştüren çok önemli bir dinamik
olarak karşımıza çıktı.
Bütün bu süreçte İrlanda’dan başlayarak, Güney
Afrika ve Latin Amerika’ya gidin, göreceğiniz özet
tablo şudur; etnik ayrımcılık ve buna bağlı sınıfsal
baskı üzerinden kendini var eden bütün hakim ulusdevlet modelleri, dönüşmüş ya da dönüşme yolundadır. Bu kısa zamanda dünyada yüzü aşkın barış
süreci olmuştur ve hepsinde baskıcı ulusalcı ideoloji
yerle bir edilmiştir.
İran’ın Ruhani ile gelen dışa açılma hamlesi, Çin’in
demokratik adımları Türkiye’de AK Parti’nin ‘çözüm
süreci’ bu zaman diliminin ürünleridir.
Bütün bu süreçte, Türkiye gibi ülkelerin tarihsel
güçlerini ortaya koymaya başlamaları ve bu yönde
siyasi irade tesis etme doğrultusunda yeni siyasi
dönüşümlerinin bu ülkelerde ortaya çıkmaya baş-
laması, Batı’nın tarihsel gücünün (ekonomik, siyasi
ve askeri) hiçbir zaman Doğu’nun gerisine düşmeyeceği tezini, artık bir ideoloji hatta saplantılı bir ideoloji yapmıştır.
Evet, bu tarihi bir süreçtir ve olması gereken yere
gidiyor: Barış süreçleri yeni demokratik bölgesel
entegrasyonlara dönüşecek. Türkiye gibi ülkeler
burada kurucu bir rol üstlenecek. İki yüzyıldan fazla
bir zamana, ekonomik ve siyasi olarak, damgasını vuran ve 20. yüzyılı bir insanlık dramına çeviren
ulus-devletler hegemonyası ve hiyerarşisi içinde bulunduğumuz yüzyılda bitiyor.
1648’de imzalanan Westphalia Barışı’nı belki burada
başlangıç noktası olarak kabul edebiliriz. Bu anlaşma, ulus-devletler hukuku ve ilkelerini (kendi kaderini
belirleme hakkı, içişlerine karışmama ve egemenlik
hakkı) belirlemiştir. Ama Wesphalia Anlaşması ve
eşitliği Batı için geçerlidir. Doğu halkları hiçbir zaman, en önemli hak olan, kendi kaderini belirleme
hakkı dahil olmak üzere, bütün bir 20. yüzyıl boyunca
Westphalia’nın yanına bile yaklaşamamışlardır.
Şimdi bütün mazlum halklar bu haksızlığa karşı
çıkıyor. Dikkat ediyorsanız, barış süreçleri aynı zamanda, kıyıcı savaşları da içeriyor. Çünkü 1648’den
beri kan ve zulümle örülen bu düzenin egemenleri
bulundukları mevzileri kolay terketmeyecekler.
IŞİD gibi paramiliter örgütler tam da bu konjoktürde
bunun için ortaya çıkarıldı. IŞİD, binlerce sığınmacıyı
Türkiye sınırına yığarak, çözüm sürecini de hedefliyor. Bu süreçte, Türkiye ile Kürt halkı arasında ekonomik ve sosyal sorunlar çıkacağını ve bunun da
yeni -Irak coğrafyasını da kapsayan- bir Kürt-Türk
savaşına yol açacağını hesap ediyorlar.
İşte Türkiye hem bu hesabı boşa çıkarmak hem
de sığınmacı sorununu, hem Türkiye’nin hem de
sığınmacıların lehine çevirecek ekonomik ve sosyal
politikaları hızla devreye sokmalıdır. Bu konuda iş
ve sosyal güvenlik mevzuatı oluşturulmalı, kayıt dışı
çalışma mümkün olduğunca önlenmeli ve yeni altyapısı, imkanları olan kentler için gerekli hazırlıklar,
proje ve finansman bazında yapılmalıdır. Bu adımlar,
Türkiye’nin orta ve uzun vadeli çıkarlarıyla örtüşse
de, Türkiye, bu soruna, öncelikli olarak, insani ve
vicdani olarak yaklaşmakta ve çözüm sürecini nihayete erdirme siyasi iradesi de buraya yansımaktadır.
EKİM 2014
97
EKONOMİ
YENİ BİR EKONOMİK MODEL GEREKLİ Mİ?
Dr. M. Levent YILMAZ
SDE Uzmanı
1989
yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması sadece Doğu Almanya ile Batı Almanya
arasındaki sınırların kalktığını değil aynı zamanda
Soğuk Savaş’ın da bittiğini simgeliyordu. Soğuk
Savaş’ın bitmesinin pek çok sonucu vardı. Ancak
bunlardan ekonomi ile ilgili olanları, takip eden yıllarda “liberal” sistemin hâkim model olacağının sinyallerini veriyordu. Öyle de oldu. Soğuk Savaş’ın
bitmesinin ardından gerçekten de bütün gelişmeler
liberal demokrasinin zaferini tescil ediyordu. Bu furyaya hemen hemen bütün ülkeler kapılmış ve tek kutuplu yeni modeli övmeye başlamışlardı. Ta ki 2008
yılına kadar.
2007 yılında ABD’de mortgage krizi başlamasaydı
ve hemen ardından da
bu kriz 2008 yılında
küresel bir hal almasaydı, şu anda muhtemelen ben dâhil
herkes,
ABD’nin
ne kadar güçlü
olduğunu, Avrupa
98
EKİM 2014
Birliği’nin her ülkenin hayalini süsleyen bir cennet
olduğunu, Rusya’nın bittiğini Çin’in ne yaparsa yapsın ABD’ye muhtaç olduğunu düşünüyor ve daha
da kötüsü yazıyor olacaktık. Hatta o kadar ileri gidecektik ki; ABD keşke bize de demokrasi getirse
(!) diye methiyeler düzen bile olacaktı.
Peki, 2008’de ne oldu da böyle oldu? Aslında her
şey Fukuyama’nın dediği gibi gitse ve satış rekorları
kıran kitabı “Tarihin Sonu ve Son İnsan”da söylediği gibi olsaydı hiç sorun olmayacaktı. Fukuyama’ya
göre liberal demokrasi, Sovyetler Birliği’nin çöküşü
ve Berlin Duvarı’nın ortadan kalkması ile büyük bir
zafer kazanmıştı. Hatta bu öyle bir zaferdi ki, liberal-demokrasinin üzerine yeni bir sistem inşa etme
çabasına gerek bile yoktu. Fukuyama’nın bu tezi
uzunca süre kalıcılığını korudu ve kabullenildi. Ama
Fukuyama’nın ihmal ettiği bir şey vardı. Batı’nın liberal politikalarına muhtaç edilmiş Doğu’nun sözü
henüz bitmemişti. Daha sonradan “Tarihin Geri Dönüşü ve Rüyaların Sonu” başlığı ile Türkçe’ye çevrilen “The Return of History and the End of Dreams”
kitabında Robert Kagan, Rusya ve Çin örnekleri
başta olmak üzere birçok örnekle, Fukuyama’nın
neden yanıldığını uzun uzun anlatıyordu.
Liberalizmin beslediği vahşi kapitalizm yanlılarının,
sermayeye sahip olmanın her şeyi çözeceğine ve
bütün dünyayı bu şekilde kontrol edeceklerine olan
inancı tamdı. Hatta bu inanç, Doğuluların dinsel
inançlarını ve kültürlerini bile yok sayacak kadar
kuvvetliydi. Batı’ya göre Doğu; para için her şeyi
yapmaya hazırdı ve bunu yaparken de Batı’ya sadakatle bağlı kalacaktı. Öyle olmadı…
1997 Asya Krizi öncesinde ve sonrasında yaşananlar bunun ispatı niteliğindeydi. Ancak konjonktürün
yaramaz çocuğu liberalizmin ilk vukuatı değildi Asya
Krizi. 1973-1982 yılları arasında birkaç defa krize giren Arjantin ve Meksika’nın da temel problemi, dokusu ve kültürü tamamen farklı ekonomilerini dünya
ile entegrasyon rüyası adı altında liberalizme uydurmaya çalışmaktı. Ülkenin makroekonomik gerçekleri ile liberalizmin istekleri örtüşmeyince de krizler
patlak verdi. İkna olmadıysanız biraz daha devam
edelim. 1992-1993 yıllarında yaşanan Avrupa Döviz
Kuru Mekanizması Krizi ile beraber bambaşka bir
gerçekle tanıştık: Liberal sistem ortada hiçbir sorun olmasa da kriz üretebiliyordu. Krugman şöyle
demişti; “Bu model krizlerde, ekonomik temellerde
dikkat çekici bir değişme olmasa bile kriz oluşabilir.”
Gelelim 2008 Küresel Finansal Krizi’ne. Doymayan
ve sürekli yeni kaynak isteyen liberal sistem yeni bir
kurban arıyordu. Krugman çok sonraları bu sistemi
ve destekçilerini “Tanrılar sinirlendi, insan kurban
etmemiz lazım, diyen din adamları gibiler” şeklinde
tanımlayacaktı. Tanrıların aksine liberalizmin kurbanları ülke ekonomileridir. Krizin üzerinden 6 yıl
geçmiş olmasına rağmen ABD toparlanamadı, pek
çok üyesi iflasın eşiğinden dönen AB’de borç krizi
devam ediyor ve bu ülkeleri kurtarmak için açıklanan
kurtarma paketlerinin maliyetinin ne kadar olduğunu bugün bile kimse hesaplayamıyor. Peki, kriz sadece zarar mı verdi? Tabii ki hayır... Krizle beraber,
Doğu’nun inancı ve gücü yeniden gün yüzüne çıktı.
Yüzyıllar boyunca İpekyolu üzerinden kıymetli ürünleri değerinin çok altında sömürülen Doğu, yeniden
üretimin üssü oldu. Artık eskisi gibi “yaptırım” adı
altındaki dayatmalara boyun eğmiyor. Öyle olmasaydı, Rusya-Ukrayna krizinden sonra Çin, Rusya
ile 300 milyar dolarlık bir enerji anlaşması imzalayabilir miydi? O halde Batı’nın liberal baskısından
kurtulmaya çalışan Doğu’nun kanaatkâr ekonomik
sistemi evriliyor.
Peki, Türkiye tüm bu evrimleşmenin neresinde?
Aslında tam şuanda merkezinde… 2000’li yılların
başında Danny Quah isminde bir Doğulu (Malezya)
yaptığı bir çalışmada Dünya’nın ekonomik ağırlık
merkezinin hızla Doğu’ya kaydığını ispat etti. Hatta bu kayma o kadar hızlıdır ki; ekonomik ağrılığın
Batı’ya gidişte geçirdiği sürenin onda birinden daha
az bir sürede Doğu’ya kayacağı tahmin ediliyor. İşte
bu geçişin de en önemli merkezinde Türkiye var.
Ancak bunun yeterli olmayacağı aşikâr. 2013 Mayıs’ında IMF ile köprüleri atan Türkiye’nin önünde
yepyeni bir yol var. Öyle ya da böyle, Müslüman
coğrafyanın en güvenilir piyasa ekonomilerinden birisine sahip Türkiye’nin önünde İslami tahviller olan
SUKUK önemli bir fırsat gibi duruyor. Bu konuda
kat edilmesi gereken önemli bir mesafe var ancak
kaybedecek zaman yok. SUKUK ismi sizi hemen
korkutmasın. Kötü bir şey olsaydı bu tahvillerin
merkezi Londra olur muydu?
Londra deyince aklıma geldi. Tüm düzenini ve yönetim anlayışını sömürü üzerine kuran bir ülkenin
ekonomik modelinin hala bizim gibi kendine has
ekonomik alışkanlıkları ve kültürel özellikleri olan ülkelere faydası olacağını düşünüyorsanız yanılırsınız.
O halde bize yeni bir model lazım. Liberalizmi görmezden gelmeyen ama merkezine oturtmayan bir
sistem… Sırtını Doğu’ya dayayıp, yüzünü Batı’ya
dönen bir sistem…. Kültürel ve dinsel benliğimize
hitap eden faizsiz bir model…
Bu bakımdan projesi devam eden İstanbul Finans
Merkezi önemli bir fırsat olarak karşımıza çıkıyor.
Bu yeni yapılanmayı finans kuruluşlarının bir bölgeye toplanmasından daha ziyade sözünü ettiğimiz
enstrümanların merkezi olması konusu çok daha
önemlidir. Özellikle bölgesinde lider bir ülke konumuna gelen ve Müslüman coğrafyanın temsilcisi
olma yolunda hızla ilerleyen Türkiye’nin bu ülkelerdeki sermayeyi de yönetmesi anlamına gelecek bu
adımların atılması giderek elzem hale gelmektedir.
Faizsiz finansal modellerin 2008 Küresel Finansal
Krizi sırasında ve ardından gelişen süreçte oldukça önemli, güçlü ve görece olarak daha az riskli bir
enstrüman olduğu ortaya çıktı. Bu bakımdan faizsiz
finans sistemine ilişkin düzenlemelerin bir an önce
hayata geçirilmesi için, hem kültürel hem teknik
hem de ihtiyaç anlamında gerekli zemin oluşmuş
görünüyor.
EKİM 2014
99
Dinin Siyasal İdeolojilere
Teolojik Temel Oluşturması - II
Prof. Dr. Talip Özdeş
Türkiye - Somali İlişkileri Konferansı
SDE Haber
Dünden Bugüne
Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi (ATCOSS)
SDE Haber
Bir Meslek Olarak Akademisyenlik
Sempozyumu ve Sertifika Töreni
SDE Haber
SDE Akademi Başvuruları Başladı
SDE Haber
SDE 2014 Yaz Stajları Tamamlandı
SDE Haber
GENEL
DİNİN SİYASAL İDEOLOJİLERE
TEOLOJİK TEMEL OLUŞTURMASI - II
Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ
SDE Uzmanı
G
El-Kade, eş-Şebab,
Boko Haram ve IŞİD gb İslam
söylem ve sloganlar üzernden
radkal syaset uygulayan
şddet yanlısı hareketlern
11 Eylül hadsesnden sonra
ABD ve Batılı güçlern saldırı
ve şgallerne maruz kalan,
bütün altyapısı tahrp edlen,
nsanları katlam ve tecavüze
maruz kalan, zaaflı olsa ble
syasal sstemler çökertlen,
stkrarsızlığa mahkum edlen
İslam ülkelernde ortaya çıkmış
olması anlamsız değldr.
102
EKİM 2014
eçen ayın makalesinde din ve siyaset olgularının
fizyolojik, psikolojik ve sosyal bir varlık olan insan ve toplum gerçeğinin tezahürleri olduğuna
atıfta bulunulduktan sonra, bu iki olgunun birbirinden
bağımsız olmadığına, fıtri olarak belirli bir ilişki içerisinde bulunduklarına işaret edilmişti. Bu iki olgu arasında
dengeli ve doğru bir ilişki kurulamadığında ciddi problemlerin ortaya çıkabileceği belirtilmişti. Din ve siyaset
bağlamında birçok problemin ortaya çıkmasına neden
olan bu durumun, dinin siyasal ideolojilere teolojik zemin hazırlayacak şekilde maniple edilip araçsallaştırılmasının, bir şekilde istismar edilmesinin sonucu olduğu
vurgulanmıştı. Din ve siyaset arasında doğru ve dengeli
bir ilişkinin kurulmasında dinin ilahi vahye dayalı asli
kaynağının bulandırılmamış veya bozulmamış olmasının yanında, doğrudan ilahi vahyin verdiği bilgilerle,
belirli şartlar ve durumlar içerisinde ortaya çıkan beşeri
anlayışların, yorum ve değerlendirmelerin arasının ayrılmasının önemine işaret edilmişti. Yine bu bağlamda
dinin iman, ahlak ve hukuk değerlerinin derin ve evrensel bir kavrayışla bilinç haline getirilip ikame edilmesinin
gereği vurgulanmıştı. Makalede dinin siyasal ideolojiye
temel oluşturacak şekilde araçsallaştırılmasında Siyonizm örneğinden hareket edilirken; konunun İslam
dünyasında Eş-Şebab, Boko Haram, IŞİD gibi siyasi
mücadelede şiddeti öne çıkaran hareketler açısından
ele alınıp değerlendirilmesinin daha sonraki bir makalede yapılacağı ifade edilmişti.
Evet, problem sadece Siyonizm’le sınırlı değil. Bir
zamanlar Batı dünyasında dinin (Hıristiyanlığın) nasıl siyasallaştırıldığı, kilisenin siyasal ideolojiyi temsil
eden bir kurum haline dönüştürüldüğü, dinin kilise
ideolojisi üzerinden topluma dayatıldığı, bunun sonucunda kiliseye ve dine karşı güçlü protesto ve
tepkilerin geliştiği herkesin malumu. Dinin Doğu’nun
(İslam dünyasının) zenginliklerini yağmalamaya yönelik Haçlı seferlerine alet edilmesi, din adına her
türlü fikri, felsefi ve ilmi gelişmelere karşı çıkılması,
sonuçta en büyük zararı yine dinin (Hıristiyanlığın)
kendisine vererek onun vicdanlarda değer kaybetmesine, toplum hayatında mahkûm edilen bir konuma düşürülmesine neden olmuştur. Yaklaşık iki
yüz yıldan beri Doğu’ya, daha özelde İslam dünyasına karşı yürütülmekte olan saldırılar, Oryantalist çalışmalar, kolonyalist politikalar doğrultusunda
gerçekleştirilmeye çalışılan misyonerlik faaliyetleri,
Haçlı seferleriyle başlatılıp sürdürülen daha önceki
süreçlerin modern dünyada devam ettirilmesi mahiyetinde gözükmektedir.
İslam-Siyaset İlişkisi
Din-siyaset ilişkisi açısından İslam ve İslam dünyası konu edinildiğinde, Dinin (doğrudan ilahi vahye
dayalı İslam’ın) kendisi ile Müslüman birey ve toplumun dine yönelik telakkilerinin, anlayış, yorum ve
uygulamalarının aynı kategoride olmadığının altını
çizmek gerekir. İman, ibadet, ahlak, muamelat ve
hukuk alanlarında en temel prensip ve hükümleriyle insan ve toplum hayatını kuşatıp yönlendirme
ve düzenleme iddiasında olan İslam’ın siyasal alanı ihmal etmesi söz konusu değildir. Yönetimle ilgili
makamların (emanetlerin) ehillerine verilmesi, ulu’lemre itaat edilmesi (mutlak itaat anlamında değil),
işlerin devlet-toplum ilişkisi içerisinde danışarak,
yönetilenlerin iradelerini dışlamaksızın istişare ile
yürütülmesi, yönetimde adalet, ahlak, doğruluk,
açıklık, şeffaflık, kontrol edilebilirlik ve hesap verilebilirlik gibi ilkelerin egemen kılınması, maslahatların,
hak ve hukukun gözetilerek her türlü tiranlık, fitne
ve zulmün elemine edilmesi, ihtilafların uzlaştırılarak birbiri ile çatışan müminlerin barıştırılıp kardeş
kılınmaları İslam’ın siyaset ve toplumla ilgili hedefleri
arasındadır. Yönetim anlayışı ve sisteminin bu prensip ve değerler üzerinden kurumsallaşması, seviyeli
bir siyasetin inşası için elzemdir. İslam açısından teoride durum böyle olmakla beraber, Müslüman bi-
rey ve toplumların konuyu algılamaları, ilahi mesajın
öne çıkardığı ilkeler doğrultusunda zihniyet oluşturmaları, yönetim konusundaki pratikleri ilahi vahyin
gösterdiği istikamet üzerinde gerçekleşmeyebilir.
Nitekim İslam tarihinin ilk dönemlerinden itibaren
din-siyaset ilişkisinde önemli sıkıntıların yaşanmış
olduğu bir vakıadır.
Siyasi Anlamda İlk İhtilaf ve Kırılmalar
İslam tarihinde Hz. Peygamber’in vefatını takip
eden süreçte şura ve biat yoluyla gerçekleştirilen
halife seçimi, bütün eksiklikleriyle beraber kabile
düzeninden devlete geçişte çok önemli bir merhale
olmuş, Dört Halife döneminde İslam’ın iman, ahlak, muamelat ve hukuka dair değerleri her halifenin döneminde farklı derecelerde siyasete egemen
kılınmaya çalışılmıştır. Ancak çoğunluğunu Mekke
ve Medine’deki sahabelerin oluşturduğu Müslüman toplumun özgür iradesinin halife seçiminde
ve yönetim mekanizmalarının kontrolünde önemli
derecede etkin olduğu bu dönem kurumsallaşılamamıştır. Yönetim konusunda İslam emanetlerin
(mevki ve makamların) ehillerine verilmesi, işlerin
şûrâ (danışma ve istişare) ile yürütülmesi, adaletin
ikame edilmesi, temel hak ve hürriyetlerin (maslahatlar) korunması, hak ve hukukun gözetilmesi, hizmet ve işlerin yürütülmesinde doğruluk ve hakkaniyetin gözetilmesi, iyiliklerin emredilip kötü ve çirkin
işlerden sakındırılması, zulüm ve fitnenin defedilmesi gibi prensip ve hükümleri öne çıkarmaktadır. Ancak, İslam tarihi boyunca bu ilkeler yerine cahiliye
hamiyetinden (zihniyetinden) hareketle kabileyi, aşireti, soyu, etnik yapıyı, mezhepçiliği öne çıkararak
bunlar üzerinden iktidarı saltanata ve hanedanlığa
dönüştürmeyi amaçlayan, bu amaca matuf olarak
dini araçsallaştıran zihniyetler devlet başkanlığının
ve siyasi sistemin İslam’ın öne çıkardığı ilke, prensip
ve hükümler üzerine kurumsallaşmasının önündeki
en büyük engeli oluşturmuştur.
Bedevi Arapların III. Halife Hz. Osman’a karşı başlattıkları isyanın sonucunda halifenin isyancılar elinde şehit edilmesi, Ümeyyeoğulları’ndan Şam valisi
Muaviye’nin Medine’de seçimle hilafete gelen Haşimoğulları kabilesine mensup Hz. Peygamber’in
damadı IV. Halife Hz. Ali’ye karşı kabileci reflekslerle
başlattığı itaatsizlik ve isyanın ardından Cemel ve
Sıffin gibi müessif olayların yaşanması, içlerinde sahabelerin de bulunduğu Müslümanların birbirlerine
EKİM 2014
103
Sudan bahanelerle Afganstan ve Irak’ı şgal ederek İslam coğrafyasına savaş açanlar, kaos ve
stkrarsızlığa mza atanlar, ö﬍e atmosferler yaratıp sonuçta IŞİD ve benzer hareketlern ortaya
çıkmasına neden olanlar, onların yapmakta oldukları yanlışlıklar ve hatalar üzernden İslam’ı mahkum
etmeye, onun yayılışını ve nüfuz kazanmasını engellemeye, majını bozmaya gayret etmektedrler.
kılıç çekip birbirlerini katletmeleri, Hz. Ali’nin Hariciler tarafından şehit edilmesi, darbeyle iktidar olan
Muaviye’nin Şam’da saltanat kurup oğlu Yezid’e
insanları zorla biat ettirmesi ve sonrasında Hz. Hüseyin ve taraftarlarının hunharca katledildiği Kerbela
olayı, İslam tarihinde etkileri günümüze kadar devam eden en büyük kırılma noktalarından birisini
meydana getirmiştir. İslam tarihinin ilk döneminde
meydana gelen siyaset mücadelesi, Dört Halife’nin
temsil etmeye çalıştığı, İslam’ın iman, ahlak ve hukuk değerlerini esas alan eğilimin kabileci eğilim tarafından mağlup edilmesiyle sonuçlanmıştır. Meşru
halifeliğin darbeyle elemine edilmesinin ardından
devlet başkanlığının asabeye, aşiret ve kabileye
mensubiyet üzerinden babadan oğla intikal eden
bir saltanata dönüşmesi ve bunun kurumsallaşması, daha sonra kurulan Müslüman devletler tarafından da model alınmıştır.
Dinin Siyasi Mücadelede Araçsallaştırılması
Siyasi geleneğin sorgulanmaması, yanlış uygulamaların İslam adına desteklenip dinin araçsallaştırılması, yanlışlıklara fetva çıkarılması problemlerin
kronikleşmesine yol açmıştır. Bugün siyaset ve hukuk alanında İslam dünyasında yaşanan kaos ve
krizlerin, ihlallerin, tiranlıkların, darbelerin, iç çatışmaların ve istikrarsızlıkların zemininde büyük ölçüde
söz konusu durumlar yatmaktadır. Adalet ve hakkaniyetten sapan, saltanat ve sefahat için halklarını
104
EKİM 2014
birbirine düşman kutuplar haline dönüştüren kötü
yönetimler, istikrarsızlık ve karışıklıkları beraberinde
getirmekte, dış müdahalelere de kapı aralamaktadırlar. Siyaset konusunu iman konusuna dahil eden,
yönetim erkini Ehl-i Beyt adına Hz. Ali ve soyuna
tahsis eden, sadece onları masum ilan edip diğer
bütün Müslümanları potansiyel günahkar kabul
eden, devlet başkanının görevlendirilmesinde belirli
bir soya mensubiyeti ve kan bağını esas alan Şia
gibi bir oluşum, meşru siyaseti isyan ve darbeyle
devirmeyi amaçlayan olayların sebep olduğu istikrarsızlık ve kaos ortamında ortaya çıkmıştır. Yine
siyasi problemin çözümü için hakeme başvurmayı
kabul eden Hz. Ali’ye ve taraftarlarına karşı daha
önce onunla beraber oldukları halde bedevi zihniyet
ve reflekslerle karşı çıkan, siyaset konusunda kendileri gibi düşünmeyen diğer Müslümanları “Hüküm
Allah’ındır” mealindeki ayeti (Yusuf, 12/40) çarpıtıp sloganlaştırarak tekfir eden, onlara karşı savaşmayı,
kanlarını akıtıp mallarını yağmalamayı meşru gören
Haricilik de bu zeminde ortaya çıkmıştır.
Hz. Ali’nin ordusu karşısında yenileceğini anlayan
Muaviye’nin komutanlarının, mağlubiyetten kurtulmak için Kur’an sahifelerini askerlerinin mızrakların
uçlarına taktırmaları, Medine’deki ümmetin seçimi
ile yönetime gelen meşru hükümete karşı iktidar ve
saltanat için başlatılıp sürdürülen savaşta dinin nasıl istismar edilip araçsallaştırıldığını gösteren kaba
bir örnektir. Kur’an ayetlerinin ve Hz. Peygamber’in
sözlerinin çarpıtılması, yalan yanlış teviller, hadis uydurma faaliyetleri, siyasi ideolojinin teolojik zemininin oluşturulmasında devreye sokulmuştur. Gayr-i
meşru şekilde darbe yoluyla kazanılan saltanatın
korunması için iktidar sahipleri tarafından her türlü
karşı fikir ve meşru muhalefet fitne olarak damgalanarak -Kur’an’a göre fitne katilden daha şiddetlidir
(Bakara, 2/191) - mahkum edilmiş, toplumdan yöneticilere mutlak itaat istenmiş, sözde fitne çıkaranları
susturup bastırmak için her türlü şiddet ve baskıcı
metotlar kullanılma yoluna gidilmiştir. Darbe planlayıp kuvvet kullanarak oldu bittilerle iktidarı elde
edenlere karşı muhalefet geliştiren Şia, siyasi ideolojinin teşekkülünde velayet yolu ile “imam” (devlet başkanı) tayinini iman meselesi haline getirerek
Kur’an ve sünnet nasslarını bunu meşrulaştıracak
şekilde tevil etmiş, söz konusu siyasal ideolojiyi
kabul etmeyenlerin dolaylı olarak İslam dairesi dışında telakki edilip tekfir edilmelerine kapı açmıştır.
Haricilerin Sıffin harbinden sonra Hz. Ali ile Muaviye
arasındaki siyasi ihtilafın çözümünde hakeme başvurulmasını “Hüküm Allah’ındır” ayetini delil getirerek reddetmeleri, hakeme başvurulmasını Allah’ın
hükmüne rıza göstermeme ve küfür olarak telakki
edip başkalarını tekfir etmeleri, Kur’an’ı bedevi anlayıştan hareketle düz bir mantıkla okumanın, Allah’ın
ayetlerini araçsallaştırmanın, tekfir siyaseti üzerinden başkalarını ötekileştirerek kimlik oluşturmanın,
ideoloji üzerinden cana ve mala karşı yapılacak ihlalleri meşrulaştırmanın bir ifadesi olmuştur.
Bütün bu olaylar ve benzeri tefrikalar zinciri, İslam’ın
doğru anlaşılıp yaşanmasına, yayılmasına, ümmetin
birlik beraberliğine, iman kardeşliği etrafında bütünleşmesine çok büyük zararlar vermiş, Müslümanları
zaafa düşürmüş, dış müdahalelere kapı açmıştır.
Ümmetin aşırılıklardan korunarak uzlaşma noktaları
üzerinde bütünleşmesi, güç ve kudret kazanması
zaman almış, bu uzlaşma ve birlikteliğin zemininin
oluşturulması, siyasi çabaların yanında Kur’an ve
sünnetin ortak ruhundan, ilahi vahyin evrensel me-
sajlarından hareketle ilmi, felsefi ve irfani çabaları
gerektirmiştir. Bu uzlaşma ve birlikteliğin omurgasının oluşumunda Eş´ari, Maturidi ve Tahavi gibi ilmi
şahsiyetler, Batıniliğe sapmadan Kur’an ve sünnet
çizgisinde yürüyen mutasavvıflar büyük hizmetler ifa
etmişlerdir.
İslam tarihinin ilk dönemlerinden günümüze kadar
din konusunda aşırı bir tutum sergileyen, kendisi
gibi düşünmeyen Müslümanları tekfir ederek ümmet arasında tefrika yaratan ve böylece kendisine
kimlik oluşturmaya çalışan, diğer Müslüman gruplarla ve yabancılarla ilişkilerinde şiddet kullanımını
öne çıkaran, düz bir mantıkla Hz. Peygamber ve
sahabe asrı sonrasında ortaya çıkan bütün yenilik
ve gelişmeleri, kültür eserlerini bidat kabul eden
Haricilik veya (farklı türleriyle) Selefilik benzeri yapılar olmuştur. Bu hareketlerin ortaya çıkması siyasi
otorite boşluğu, kaos, kriz ve istikrarsızlık dönemleriyle eş zamanlı gözükmektedir. Yaşanan birtakım
mağduriyetler, dışlanmalar, zulüm karşısındaki çaresizlik ve öfke birikmesi, Haricilik, eş-Şebab, IŞİD
ve benzeri yapıların ortaya çıkmasına müsait zeminlerin oluşumunu kolaylaştırmaktadır. Siyasi ideolojiyi mutlaklaştırarak dini nassları ideolojiyi tahkim
etmeye matuf bir şekilde çarpıtıp tevil eden, Kur’an
ve sünnet gibi dinin kaynaklarına parçacı yaklaşan,
geleneği reddeden, düşünce ve eylemlerinde radikal ve aşırı tutumlar sergileyen bu yapıların diğer bir
ortak özelliği, din konusundaki cehalet, basitlik, derinlikten ve hikmetten yoksunluktur. Terör, şiddet ve
çatışma, demokratikleşmenin, istikrar ve zenginliğin
düşmanıdır. Karşılıklı güvenin olmadığı, hayattan
beklentilerin kalmadığı, insanların çaresizliğe mahkum edildiği, sevgi ve saygı yerine kin ve nefretin
hakim olduğu ortamlar her türlü istismara, sapmaya, şiddet ve teröre açıktır.
Günümüzdeki Durum
El-Kaide, eş-Şebab, Boko Haram ve IŞİD gibi İslami söylem ve sloganlar üzerinden radikal siyaset
uygulayan şiddet yanlısı hareketlerin 11 Eylül hadi-
EKİM 2014
105
haber
ABD ve müttefklernce IŞİD’e karşı başlatılan koalsyon saldırısı, şddet ve terörü ortadan
kaldırmaya yönelk olmaktan zyade, Irak ve Surye merkezde olmak üzere bölgedek
gergnlğ ve stkrarsızlığı artırmaya, ö﬍e ve düşmanlık atmosfern yoğunlaştırıp
yaymaya, İsral ve Esad rejmnn eln güçlendrmeye matuf gözükmektedr.
sesinden sonra ABD ve Batılı güçlerin saldırı ve işgallerine maruz kalan, bütün altyapısı tahrip edilen,
insanları katliam ve tecavüze maruz kalan, zaaflı
olsa bile siyasal sistemleri çökertilen, istikrarsızlığa
mahkum edilen İslam ülkelerinde ortaya çıkmış olması anlamsız değildir. Ortada katliama uğrayan,
sakat bırakılan, kutsalına saldırılan milyonlarca insan
ve bunun meydana getirdiği ciddi bir öfke atmosferi var! Rüzgar ekenlerin fırtına biçmesi anormal bir
durum değildir. Ancak, IŞİD benzeri hareketlerin
doğrudan Batılı işgalcileri ve onların destekleyip
ihlallerine göz yumdukları İsrail’i hedef almak yerine, cihad adı altında Müslümanları ve ülkelerindeki
farklı inançlara mensup toplulukları hedef almaları
oldukça düşündürücüdür. Haricilik benzeri selefi
hareketlerin, özellikle demokratikleşme yönünde
gelişen Arap Baharı’nın ve Müslüman Kardeşler’in
etkin olduğu bölgelerde etkinlik kazanıp yaygınlaşması hiç de anlamsız değil! Yani Arap Baharını yaşayan ülkeler birtakım merkezler tarafından kuşatılıp
istikrarsızlaştırılmaya çalışılmaktadır. İhvan-ı Müslimin gibi yasal ve meşru zeminde demokratikleşme
mücadelesi veren, özgürlüklerden yana tavır koyan
İslami hareketlerin önü bir şekilde kesilip engellenirken, Şia ve haricilik benzeri selefilik hareketleriyle
İslam dünyası baskı altına alınmaya, İslam’ın imajı
bozulmaya çalışılmaktadır. Böylece dinin anlaşılıp
yorumlanmasında ilahi vahyin ışığında akla, marifet
ve hikmete dayalı düşünceyi teşvik eden, İslam medeniyetini ihya etme potansiyeline sahip ana gövdenin etkisizleştirilip elemine edilmesi planlanmaktadır.
Sudan bahanelerle Afganistan ve Irak’ı işgal ederek
İslam coğrafyasına savaş açanlar, kaos ve istikrarsızlığa imza atanlar, öfke atmosferleri yaratıp sonuçta IŞİD ve benzeri hareketlerin ortaya çıkmasına
neden olanlar, onların yapmakta oldukları yanlışlıklar
ve hatalar üzerinden İslam’ı mahkum etmeye, onun
yayılışını ve nüfuz kazanmasını engellemeye, imajını
bozmaya gayret etmektedirler.
Zulme ve tiranlığa alkış tutanlar, İsrail’in ve Esad’ın
zulmünü görmeyenler, ne hikmetse IŞİD’i görmek-
106
EKİM 2014
tedirler! Halbuki İslami değerlerden hareketle özgürlük ve demokratikleşmeyi tercih eden, meşru
zeminde siyaset yapan Arap Baharı’nın öncüsü
İhvan’ı desteklemek, IŞİD ve benzeri hareketlerin
panzehiri olabilirdi. Ama ABD, İsrail ve Batılı devletlerin yanında, demokrasi karşıtı selefi akımlara
destek veren Körfez’deki baskıcı rejimler tarafından
terörist ilan edilen bu hareketin de önü kesilmiş
oldu. İslam dünyasına karşı samimiyetsiz olanlar,
dün olduğu gibi günümüzde de diktatörlerin ve totaliter rejimlerin ayakta kalması için gizli-açık, dolaylı-doğrudan her türlü desteği vererek tam bir çifte
standartlık örneği sergilemekteler. Demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi öne çıkardıkları
değerlerle ters düşseler bile, pragmatist zihniyetleri
böyle bir çifte standartlığa her zaman için onay vermektedir. Bir de kendilerini mazur göstermek için
her fırsatta “İslam’la demokrasinin bir arada olamayacağı, Müslümanların demokratik ve çoğulcu
bir rejim kuramayacakları, Müslüman toplumlarda
demokrasi ve çoğulculuğa yer olmadığı” şeklindeki
iddialarını seslendirerek İslam dünyasını töhmet ve
baskı altında tutmak istemektedirler.
Sonuç olarak bugünlerde ABD ve müttefiklerince
IŞİD’e karşı başlatılan koalisyon saldırısı, şiddet ve
terörü ortadan kaldırmaya yönelik olmaktan ziyade,
Irak ve Suriye merkezde olmak üzere bölgedeki gerginliği ve istikrarsızlığı artırmaya, öfke ve düşmanlık
atmosferini yoğunlaştırıp yaymaya, İsrail ve Esad
rejiminin elini güçlendirmeye matuf gözükmektedir.
Kurulan bütün tuzaklar ve komplolar karşısında,
fitne ve tefrika ateşinin tehdidi altında Türkiye’nin
önemli derecede inisiyatif ve itibar sahibi olduğu İslam dünyasına düşen şey, yangına benzin dökmek
değil; İslam’ın imani, ahlaki ve hukuki değerlerinden
hareketle bilgiyi, irfanı öne çıkarmak; barışı, uzlaşmayı, kardeşlik ve birlikteliği teşvik etmek; nereden
gelirse gelsin her türlü zulme, yanlışlık ve haksızlıklara karşı olmak; saldırı, işgal ve tefrikalar karşısında
birliktelik ve dayanışma içerisinde bulunmaktır.
Türkiye - Somali İlişkileri Konferansı
29 Ağustos Cuma günü Stratejik Düşünce
Enstitüsü’nde gerçekleştirilen konferansa Somali
Federal Cumhuriyeti Cumhurbaşkanın yanı sıra AK
Parti Genel başkan yardımcısı Prof. Dr. Yasin Aktay,
Somali’nin Türkiye Büyükelçisi H. E. Mohamed Mursal Sheikh, Somali Büyükelçiliği Başkatibi Abdukadir
Mohamed Nur ve Türkiye’nin eski Somali Büyükelçisi
Dr. Kani Torun da katıldı.
SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün’ün açılış konuşmasını gerçekleştirdiği konferansta, Akgün’ün ardından
Türkiye’nin Eski Somali Büyükelçisi Kani Torun, Somali hakkında kısa bir sunum gerçekleştirdi. Konferansta Kani Beyin ardından söz alan Somali Federal
Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Hasan Şeyh Mahmud
Türkiye ile ilgili açıklamalarda bulundu. Sn. Mahmud:
“Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın 2011 yılında ailesi
ve Bakanlar Kurulu üyeleriyle gerçekleştirdiği ziyaret bizim için bir milat niteliğindedir. Çünkü o ziyaret
Dünya’nın Somali algısını değiştirdi. Ziyaretten önce
Somali gidilemeyecek ülkeydi. STK’ların uluslararası
personeli bile Somali’ye gelmiyordu. Hiçbir Avrupa
ülkesinin diplomatik misyonu yokken Türk Bayrağı
Somali’de hep dalgalandı.” sözleriyle Türkiye’nin Somali ilgisinin Somali için taşıdığı tarihi niteliği ortaya
koydu. Öte yandan İstanbul’un Mogadişu’yla kardeş
şehir olmasıyla Mogadişu’da yaşanan gelişmeleri şu
sözleriyle dile getirdi: “2010 yılından önce Mogadişu çok kötü durumdaydı. İstanbul’un Mogadişu’yla
kardeş şehir olduktan sonraki desteği Mogadişu’da
büyük değişikliklere sebep oldu. Yollar rehabilite edildi. Büyük hastaneler inşa edildi. Doğu Afrika’nın en
büyük hastanelerinden bir tanesi de Mogadişu’da
bulunuyor. Şu an hastanede Türk doktorlar çalışıyor
fakat birkaç yıl içerisinde Türk doktorlar hastaneyi tamamı ile Somalili doktorlara teslim edecek.” Mahmud
yapılan yardımlarla ilgili olarak ise: “Dış devletlerden
destek alıyoruz fakat bu destekler bizim tespit ettiğimiz ihtiyaçlar doğrultusunda değil onların tespit ettiği
ihtiyaçlar doğrultusunda oluyor. Türkiye ise bizim ihtiyaçlarımızı kendimizin belirlemesine imkan tanıdı. Bu
yüzden Türkiye’ye minnettarız.” sözleriyle Türkiye-Somali arasındaki diplomatik ilişkilerin ne kadar dostane
olduğunun altını çizdi.
Hasan Şeyh Mahmud, Şebab terörü ile mücadelede ise demokratikleşmenin önemine dikkati çekti.
Mahmud’un 2016 hedefleri başlığı altında sıraladığı
hedefler arasında, Eylül 2016’da yapılacak demokratik seçimlerin bu hususta önemli bir adım olacağı ifade ediliyor. Bilindiği gibi Somali’de demokratik seçimler en son 45 yıl önce yapıldı. Yine geçici Anayasa’nın
kalıcı hale getirilmesi, Merkez teşkilatıyla Yerel Yönetimler arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi bu amaç doğrultusunda atılacak diğer adımlar olarak dile getirildi.
EKİM 2014
107
haber
Dünden Bugüne Arap-Türk Sosyal Bilimler
Kongresi (ATCOSS)
Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi (ATCOSS), Türkiye
ve Arap Dünyası arasında bilimsel, kültürel iletişim ve
etkileşimi kurumsallaştırmak amacıyla düzenlenmektedir. Bilimsel bir topluluğun oluşması Orta Doğu’nun
ortak medeniyetinin sorunları ve problemlerinin yanında, potansiyel ve başarılarını daha iyi anlayabilmeyi
sağlayacaktır. Özellikle Türkiye’nin gelişmesi bölgede
izlenmekte ve örnek alınmaktadır. Kongre ile, bölgenin
dünü, bugünü ve geleceğini daha iyi anlama fırsatı doğmaktadır. Bu bağlamda ATCOSS, Arap dünyasından
ve Türkiye’den araştırmacıların, akademik çalışmalarını,
bölge meseleleri ve sorunlarına dair yeni bulgularını,
sorun alanlarının çözümüne dönük özgün yöntem ve
yaklaşımlarını sunmalarına imkân sağlayacaktır.
Bilgi ve deneyim paylaşımının sağlanması, politika
yapıcıların kullanabileceği kaliteli bilgi üretiminin temin
edilmesi, karşılıklı işbirliğine dayalı projelerin oluşturulması, taraflar arasında önyargıların ortadan kaldırılması, ortak ve pozitif anlayışın desteklenmesi, disiplinler arası çalışmaların teşvik edilmesi, Türk ve Arap
araştırmacıların oluşturduğu akademik çalışmaların
kurumsallaşması gibi hususlar ATCOSS kapsamında
ulaşılması öngörülen hedefler arasında yer almaktadır. Hem bölgenin daha yakından tanınması hem de
Türkiye’ye yönelik ilgi ve bilginin artması Türkiye’nin
bölgedeki önemini artırmaktadır. Bu çerçevede yönü
Türkiye’ye dönük yeni bir akademik jenerasyon ortaya
çıkmasına hizmet edilmektedir.
Bu kapsamda ATCOSS ilk olarak 10-12 Aralık 2010
tarihleri arasında Ankara Vilayetler Evi, TOBB ETÜ’de
Stratejik Düşünce Enstitüsü, Kahire Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi ve Eskişehir Osmangazi Üniversitesi tarafından “Değişen Orta Doğu’da
Kültür ve Siyaset” başlığı altında organize edildi. ATCOSS-2010, Arap ve Türk sosyal bilimci ve yazarları
ilk kez büyük bir organizasyonda bir araya getirdi. 3
gün süren ve 24 ülkeden yaklaşık 200 konuşmacının
katıldığı Kongre, 5 ayrı salonda toplam 40 oturumla
gerçekleştirildi. Kongrede “Sosyal Bilimler ve Kültürel Diyalog” konusu vurgulanarak sosyal bilimcilerin
Arap-Türk ilişkilerini geçmiş boyutları ile incelemesi
ve geleceğe ışık tutması açısından önemli bir görev
üstlenildi. Böylece ATCOSS, Arap Dünyası’ndaki gelişmeleri akademik bir ortamda paylaşma platformu
olmaya başladı.
İkinci olarak ATCOSS, 17-19 Mart 2012 tarihleri arasında Mısır’ın Başkenti Kahire’de yapıldı. Stratejik
Düşünce Enstitüsü (SDE) ve Kahire Üniversitesi işbirliğiyle düzenlenen Kongre’ye Kahire Üniversitesi ev
sahipliği yaptı. “Devlet Dışı Aktörler ve Orta Doğu’nun
Sosyal, Ekonomik ve Siyasi Dönüşümü” başlığıyla ön
plana çıkan ve Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Beşir
Atalay’ın açılış konuşmasını yaptığı Kongre’ye 20 ülkeden yaklaşık 150 uzman ve akademisyen, çok sayıda gazeteci ve ilgili katıldı. Stratejik Düşünce Enstitüsü ve Kahire Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları
Merkezi tarafından organize edilen ATCOSS-2012’nin
katılımcıları, genel olarak ATCOSS’un kapsamının
genişletilerek önümüzdeki yıllarda da toplanmasının
önemine ısrarla vurgu yapmıştır.
Son olarak ise ATCOSS, 25-27 Nisan 2013 tarihleri
arasında İstanbul’da organize edilmiştir. Yine Stratejik Düşünce Enstitüsü’nün öncülük ettiği Kongre,
“Devlet, Toplum ve Adalet” başlığı altında toplanmıştır. ATCOSS-III; Mısır, Tunus ve Libya gibi birçok Arap
ülkesinde kurumların yeniden inşa edildiği ve demokratik dönüşüm süreçlerinin yaşandığı bir yılda düzenlenmesiyle ayrıca büyük önem arz etmiştir. Ekonomik
kriz ve Arap Baharı gibi önemli küresel gelişmeler
ışığında içinden geçilen süreç Türkiye ile Arap ve İslam ülkeleri arasında işbirliği için yeni ufuklar açmış
ve bu yeni durumlar ışığında akademide ve siyasetteki tartışmalar, devlet, toplum ve adalet arasındaki
ilişkileri üzerine yoğunlaşmışken, ATCOSS-III tüm bu
konuları merkeze alan bir perspektifle tüm İslam Dünyasına alternatif yol haritaları sunmuştur. Küreselleşme, ekonomik kriz ve Arap Baharı gibi ciddi dönüşüm
süreçleri yaşayan dünyada içinde bulunduğumuz süreç büyük bir özenle ele alınmış ve tüm katılımcılar bir
sonraki ATCOSS organizasyonu ile ilgili beklentilerini
dile getirerek Kongre’ye son verilmiştir.
ATCOSS IV ise 25-27 Ağustos tarihleri arasında
Ürdün’ün Amman kentinde SDE ve Petra Üniversitesi
ortaklığında gerçekleştirilecektir. Dördüncü Arap-Türk
Sosyal Bilimler Kongresi (ATCOSS) “eğitim, ekonomi
ve kalkınma” konularını ve aralarındaki ilişkileri tartışmak üzere toplanacaktır. Kongre’nin özel teması ise
“Türk-Arap İlişkileri bağlamında ekonomik, akademik,
kültürel, diplomatik ve toplumsal ilişkiler” olacaktır.
ATCOSS IV ile ilgili tüm gelişmeleri www.atcoss.org
adresinden takip edebilirsiniz.
108
EKİM 2014
EKİM 2014
109
haber
Bir Meslek Olarak Akademisyenlik
Sempozyumu ve Sertifika Töreni
haber
SDE Akademi Başvuruları Başladı
AKADEMİ
www.sdeakademi.org
Stratejik Düşünce Enstitüsü üniversite öğrencilerinin
SDE’nin akademik faaliyetleri içerisinde kendilerini
geliştirmeleri ve ileriye dönük olarak araştırma, analitik
düşünme, yorumlama, pratik bilgiye ulaşma ve okuma-yazma-anlama yeteneklerini arttırmaları amacıyla
gerçekleştirdiği SDE Akademi Programına başvurular
başlamıştır.
Stratejik Düşünce Enstitüsü ve Gençlik ve Spor
Bakanlığı’nın ortaklaşa yürüttüğü ‘Geleceğin Akademisyenleri Yetişiyor’ projesinin birinci akademik yılı
(Proje süresi 12 Ay) 23 Eylül 2014 tarihinde yapılan
‘Bir Meslek Olarak Akademisyenlik’ sempozyumu ile
tamamlandı.
Projeye toplamda 43 kişi katıldı. Proje Kapsamında
5 beyin fırtınası, 10 yuvarlak masa toplantısı ve 3 düşünce kuruluşuna ziyaret gerçekleştirildi. 18-26 yaş
arası üniversite okuyan gençlerin akademik becerilerini geliştirmeleri ve güncel araştırma konuları hakkında bilgilenmeleri için akademisyenlerle ve uzman
kişilerle toplantılar yapıldı.
masının ardından SDE Akademi öğrencilerinden Yalçın Aktaş ve Çağla Gülderen söz hakkı alarak, proje
kapsamında aldıkları eğitimin kendilerine nasıl katkılar
sağladığını dile getirdiler. Ardından söz SDE Akademisyenlerine bırakıldı. Sempozyumun moderatörlüğü
SDE uzmanı Prof. Dr. Haluk Alkan tarafından yapıldı.
Sempozyumda SDE Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika Koordinatörü ve SDE Başkan yardımcısı Doç.
Dr. Mehmet Şahin, SDE uzmanı Prof. Dr. Talip Özdeş
ve Diyanet İşleri Başkanlığı Strateji Daire Başkanı Dr.
Necdet Subaşı birer konuşma yaparak görüşlerini dile
getirdiler. Sempozyum, konuşmacılar ve katılımcılarla
beraber üzerinde SDE ve GSB logolarının bulunduğu
yaş pastanın kesilmesinin ardından son buldu.
Sempozyum, SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün’ün
konuşmasıyla başladı. Prof. Dr. Birol Akgün’ün konuş-
Sempozyumun ardından SDE Akademi 2013-2014
mezunlarına sertifikaları verildi.
110
EKİM 2014
Akademi’nin Amacı
Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde gerçekleşen SDE
Akademi ile lisans (3. ve 4. Sınıf) öğrencilerinin
SDE’nin akademik faaliyetleri içerisinde kendilerini
geliştirmeleri ve ileriye dönük olarak araştırma, analitik düşünme, yorumlama, pratik bilgiye ulaşma ve
okuma-yazma-anlama yeteneklerinin arttırılması hedeflenmektedir.
Akademi’ye Kimler Başvurabilir?
Üniversitelerin Uluslararası İlişkiler, Siyaset Bilimi
ve Kamu Yönetimi, İşletme, Sosyoloji, İktisat, Tarih,
Antropoloji, Felsefe, Psikoloji, İlahiyat, İletişim, Hukuk
bölümleri başta olmak üzere sosyal bilimlerin değişik
disiplinlerinde akademik eğitimine devam eden
lisans öğrencileri Akademi’ye başvurabilirler.
Akademi Kapsamında Gerçekleştirilecek
Faaliyetler Nelerdir?
•
•
•
•
•
Akademisyenlerle yuvarlak masa toplantıları.
Gençler ile beyin fırtınaları.
Akademik araştırmalar ve ofis çalışmaları.
Gündem toplantıları, seminerler.
Düşünce kuruluşları ve akademik hayat hakkında
bilgilendirme.
• Akademisyenler ile sosyal bilimler alanında dersler.
• SDE’de staj imkanının sağlanması.
Akademi Öğrencilerinden Beklentiler Nelerdir?
Akademi kapsamında öğrencilerden dünya basınını sürekli şekilde takip etmeleri, seminer, toplantı ve
tartışmalarda aktif olmaları, Akademi kapsamında
raporlar hazırlamaları, sunum ve kitap incelemeleri
vb. çalışmalar yapmaları beklenmektedir. Akademi’ye
sürekli katılım gerekmektedir.
Akademi, SDE’nin Ankara binasında gerçekleşecek
olup 25 hafta sürecektir. Akademi’ye katılım için herhangi bir ücret talep edilmemektedir.
Son Başvuru Tarihi Nedir?
Son başvuru tarihi: 22 Ekim 2014’tür.
Başvurular www.sdeakademi.org adresinden yapılacaktır.
EKİM 2014
111
haber
SDE 2014 Yaz Stajları Tamamlandı
Stratejik Düşünce Enstitüsü, Yeni Türkiye Vizyonunda
eğitim ve öğretime verdiği büyük önem doğrultusunda çalışmalarını sürdürmektedir. Bu çerçevede Enstitü, “2014 Osmanlı Üniversitesi Staj Programı” adı altında Temmuz, Ağustos ve Eylül aylarında üç dönem
eğitim programı uyguladı. Sistemli çalışmayı benimsemiş, kolay iletişim kurabilen, alanında bilgi birikimine sahip Türkiye’nin farklı üniversitelerinden ve farklı
bölümlerden başarılı 3. ve 4. sınıf öğrencilerinin katıldıkları staj programında, kendini geliştirme, Yeni Türkiye vizyonunda kendine yer edinmiş bireyler olma,
kültür, sanat ve eğitim alanlarında kendini tam geliştirmiş, ekonomiye ve topluma faydalı birer vatandaş
olma hedefi anlatılmaya çalışılmıştır. SDE bünyesinde
bulunan, Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler, İç Politika
ve Demokratikleşme, Ekonomi, Savunma ve Güvenlik
ile Tarih ve Toplumsal Hafıza Araştırmaları koordina-
112
EKİM 2014
törlüklerinde görev yapan koordinatör, uzman, öğretim görevlisi ve asistanlarla stajyer öğrenciler arasında
kurulan etkili iletişim ve birliktelik gelecekte de ortak
paydalarda buluşabileceğine dair ümit vermiştir. Staj
döneminde her bir öğrenciye, staj yaptığı koordinatörlük tarafından uzmanlaşacağı alanlara yönelik bir eğitim programı hazırlanarak dönem sonlarında eğitim
alan stajyerlerden bir kitap özeti ve uzmanlık alanına
yönelik makale çalışması istenmiştir. Eğitimini tamamlayan öğrencilere SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün
tarafından sertifikaları verilerek staj dönemi tamamlanmıştır. Stratejik Düşünce Enstitüsü, Yeni Türkiye
vizyonunda, bugün olduğu gibi gelecekte de eğitim,
kültür, güvenlik, ekonomi, dış ilişkiler gibi ülkemizi ilgilendiren konularda geleceğimiz olan gençlerimizi
yetiştirmeye devam edecektir.
Download