OSMANLI DEVLETi'NDE DEVLET CEMiYET VE FERT TELAKKiSi* Prof. Dr. Ercüment Kuran Bilindiği gibi, Türkler IX. asırdan itibaren İsHimiyeti benimsemişlerdiL Tarihin en eski çağlarından beri dünyanın çeşitli bölgelerine yayılmaları da, İsHimiyeti kabul ettikten sonra hız kazanmıştır. Anavatanları Orta Asya'da hüküm süren sert hayat şart­ larının kendilerine sağladığı dinamizmi İslamiyetİn iman kuvvetiyle birleştirerek, Xl. asır sonlarında Anadolu'yu fethetmişler ve Türkleştirmişlerdir. XIV. asırdaAnadolu Selçuklu devletinin yerini alan Osmanlı Beyliği, İslami "gaza" ruhundan kaynaklanan itici güçle, nispeten kısa zamanda Avrupa, Asya ve Afrika'da yayılmış ve böylece altıyüz yıl devam edecek olan büyük bir imparatorluk meydana gelmiştir. Osmanlı Devleti, her imparatorluk gibi, çeşitli kavimleri sınırları içinde topluyordu. İmparatorluğun her ferdi, müslüman olmak şartiyle, devlet teşkilatında vazife görebiliyor ve sadrazamlığa kadar yükselebiliyonlu. Devlet hizmetine girenlerden anadili Türkçe olmayanlar da Türkçe öğreniyorlardı. Zaten, Anadolu'dan sonra Rumeli de fethedilmiş ve geniş ölçüde Türkleştirilmişti. Böylece Anadolu ve Rumeli Türklerin ikinci vatanı olmuştu. Osmanlı devleti en yüksek seviysine XVI. asır ortalarında, Kanuni Sultan Süleyman'ın dönemi zamanında erişmiştir. Avusturya imparatorunun elçisi olarak 1555'de Türkiye'ye gelen Busbecq, Padişahın ülkesinde gördüklerini mektuplar halinde kaleme almıştır. Busbecq Sultan Süleyman'ın huzuruna kabul edilişini şöyle anlatmaktadır: "Biz huzurda iken büyük bir kalabalık vardı. Vilayet beylerbeylerinden birçoğu hediyeleriyle gelmişlerdi. Bütün hassa suvarisi, sipahiler, gurebalar, ulUfeciler burada bulunuyordu. Birçok da yeniçeri vardı. Bu koca mecliste hiç bir adam yoktur ki, haiz olduğu mevkii ve ri.itbeyi kendi şahsi liyakat ve cesareti- * Bu yazı, yazarın, "Ülkemizi 12 Eylül' e Getiren Sebepler ve Türkiye Üzerindeki Oyunlar" (Istanbul, 1984) adlı eserinden alınınıştır (s: 69-78). 19 DİYANET !LMİ DERGI • CİLT: 35 • SAYI: I • OCAK-ŞUBAT-MART !999 ne borçlu bulunmasın. Hiç kimse sırf filanın neslinden gelmiş olmak dolayısiy­ le diğerlerinden mümtaz bir mevkie çıkmaz. Her adama uhdesindeki vazife ve memuriyete göre hürmet edilir. Bundan dolayı, burada merasünde tefevvUk kavgası yoktur. Herkesin ifaettiği vazifeye göre tayin edilmiş bir mevkii vardır. Herkese bizzat sultan, vazife ve meınuriyetlerini tevcih eder. Bunu yaparken ne zenginliğe eheınmiyet verir, ne boş rica ve davalara. Bir naınzedin haiz olabileceği nüfUz ve şöhreti hiç düşi.inmez. Yalnız liyakate bakar, seeiye arar, fıtri kabiliyel ve istidadı di.işünür. İşte bu suretle her adam istihkakına göre mükafat görüyor. Memuriyellerin başında o vazifeleri görmeye hadim kimseler bulunuyor. Türkiye' de herkes kendi ınevkii ve ikbalinin bariisi dir. Sultanın hükmü altında en yüksek ınevkilere çıkmış olanlar çok kere çobanlıktan yetiş­ ınişlerdir. Bunlar böyle kiiçük mevkiden doğımış olmaktan utanmak şöyle dursun, bilakis bunu bir iftihar vesilesi telakkİ ederler. Ecdatiarına ne kadar az borçlu bulunurlarsa kendilerini müftehir olmakta o kadar haklı görürler. Türkler insanlarda meziyetin ırs tarikiyle intikal ettiğine, bir miras gibi elde edildiğine inanmazlar. bir ihsanı, kısmen de çalışmanın, zahmetin ve gayretin diye telakkİ ederler. Nasıl güzel sanatları, mfısıkiye, yahut riyaziye ve hendeseye istidat ırsi bir şey değilse, bir oğul nasıl mutlaka babasına benzeınek lazım gelmezse seeiyesinin de ırsi olmadığına, bir oğlun babaya benzemek lazım gelmediğine, meziyetleri, kendisine Cenab-ı Hak tarafından bahşedildiğine kanidirler. Işte bu suretle, Türklerde şeref ve makam, idari mevkiler liyakat ve ınaharetin ınükafatıdırlar. Naınussuz, tembel ve atıl olanlar hiçbir zaman yükselmezler, ehemmiyetsiz ve hakir bir halde kalırlar. Türklerin neye teşebbüs ederlerse muvaffak olmalarının, hakim bir ırk haline gelmelerinin ve her gün hükumetlerinin hudutlarını genişletmelerinin hikmeti bundaBunu kısmen Allah'ın mükafatı dır"1. Busbecq, daha sonra, şunları yazmaktadır: "Bu muazzam kalabalık içinde medhe değer görünen nokta sessizlik ve disiplindir. Hiçbir bağrışma ve uğultu yoktur. Halbuki, alelade kalabalıkta böyle şeyler eksik olmaz. Bir nokta da tof>lantıda göri.ilmüyordu. Herkes kendisine tayin edilen noktada rahatça duruyordu. Zabitler, yani generaller, miralaylar, yüzbaşılar ve mülazımlar-ki, bunların hepsine Türkler ağa ünvanını verirleryerlerine oturmuşlardı. Alelade neferler ayakta idiler. En çok göze çarpan heyet miktarları birkaç bine varan yeniçerilerdi. Bunlar diğer kuvvetlerden ayrı bir mevkide uzun bir saf halinde duruyorlardı. O kadar sessizlerdir ki, benden çok uzak bulunmadıkları halde acaba canlı adamlar mıdır, yoksa birer heykel ınidiler, diye kendi kendime soruyorduın. Onlara ımıtat ve adet veçhile selam ı 20 Busbecg, Türk Mektupları, çev. Hüseyin Cahil Yalçın, lstanbull939, s. Xl-S3. OSMANLI DEVLETİNİN KURULUŞUNUN 700. YIL! ÖZEL SAYISI verınemi söyledikleri zaman, hepsinin gördüm"2. selamıma ımıkabele olmak üzere başla­ rını salladıklarını Türk cemiyeti ve ordusunun liyakat ve disipline dayanan muhteşem karşısında, Busbecq şu düşünceleri açıklamaktan kendini alamamaktadır: manzarası "Türk sistemini kendi sistemimizle ımıkayese ettiğim zaman istikbalin başımı­ za getireceği şeyleri düşünerek titriyorum. Bir ordu galip gelecek ve payidar olacak, diğeri de mahvolacaktır. Çünkü, şüphesiz, ikisi de sağlam surette devam edemezler. Türklerin tarafında kuvvetli bir İmparatorluğun bütün kaynakları mevcut; hiç sarsılmamış bir kuvvet var; harpte tecrübe ve tatbikat var; sefer görmüş askerler, zafer itiyatları, meşakketlere tahammül kabiliyeti, vahdet, intizam, disiplin, kanaatkarlık ve uyanıklık var. Bizim tarafta ise umumi fukaralık, husus! israf, sarsılmış kuvvet, bozulmuş maneviyat, tahammülsüzlük ve idmansızlık var. Askerlerimiz serkeştir, zabitlerimiz tamahkardır. Disiplini istihkar ediyoruz. Serbazlık, serkeşlik, sarhoşluk, sefahat bizde bol bol mevcuttur. Bütün bunların en kötüsü, düşmanın zafere, bizim de hezimete alışkın bulunmamızdır"3. Busbecq'in anlattıkları hiç mübalağalı değildir. Gerçekten, Yakın Doğu memleketleri XV, XVI ve XVII. asırlarda, Osmanlı Türklerinin idaresi altında, Avrupalı tarihçilerin "Pax Ottomana" adını verdikleri uzun bir barış devri yaşamışlardır. Bu geniş topraklarda meritokrasi esasları tatbik ediliyor, adalet hüküm sürüyordu. Osmanlı İmparatorluğu, pek tabii ki, bir İsHim devletiydi ve şeriat hükümlerine tabiydi. Ancak, Osmanlı padişahları pratik müliihazalarla devleti örfi kanunlarla idare ediyorlar, Ebussuud Efendi gibi, devlet menfaatini gözönünde bulunduran şeyhülisliimlar, verdikleri fetvalarla, söz konusu kanunları şerileştiriyorlardı. Osmanlı cemiyeti, din farkı gözetilmeksizin, askeri ve reaya olarak iki sosyal tabakaya ayrılmıştı. Askerlerden başka saray erkanı, devlet memurları ve din adamları da askeri tabaleaya dahil olup vergiden muaftılar. Geri kalan müslim ve gayrimüslim bütün tebaa reaya tabakasını teşkil ediyordu. Reaya ziraat, sanat ve ticaretle uğraşı­ yor, üretici olarak da vergi ödüyordu. Osmanlı cemiyetinde nisbi bir sosyal hareketlilik mevcuttu. Harpte yararlılık göstermek, medrese öğrenimi sonunda ilmiye zümresine katılmak gibi yollarla askeri tabaleaya geçmek mümkün olmakla beraber, belirli mükellefiyetieri yerine getirmeyenierin imtiyazlarını kaybederek reaya statüsüne dönmesi usfildendi. Osmanlı düzenin diğer bir vasfı "millet" sistemine göre teşkilatıanmış olmasıdır. Fatih Sultan Mehmed devrinden, yani XV. asır ortalarından beri, Osmanlı cemiyetin- 2 Busbecq, 3 Busbecq, aynı aynı eser, s. 84. eser, s. 141-142. 21 DlY ANET ILMI DERGi • ClLT: 35 • SA YI: 1 • OCAK-ŞUBAT-MART 1999 de, bütün müslümanları içine alan "millet-i müslinıe"nin yanında Rum, Ermeni, Yahudi v.s. "nıilletler"i meydana getirilmişti. Bu sistem din esasına dayanıyordu. Nitekim Rum milleti, Rumlardan başka Sırp, Bulgar, Ulah soyundan ortodoks tebaayı ihtiva ediyordu. Ermeni milleti de gregoryen Ermenilerden teşekkül ediyor, katolik Ermeniler ise, diğer katolik Hıristiyanlarla birlikte, ayrı bir millet sayılıyordu. Her millet kendi dini reisinetabi idi. Patrikler ve hahambaşı ibadet, sosyal hayat, eğitim, vergi toplama faaliyetlerinde, kısmen de yargılamada muhtariyete sahip olup padişaha karşı mesul idiler. Osmanlı İmparatorluğu, İslam olduğu kadar da, bir Türk devletiydi. Ne var ki, fü- tuhat neticesinde sınırlar genişlemiş, Balkanlarda yaşayan gayri Türk ve gayri müslim kavimler Osmanlı camiasma katılmışlardı. Bu kavimlerden Arnavutlar ve Boş­ naklar kütle halinde İslamlaştılar. Devşirme usulü sayesinde de Hıristiyan toplulukların cüzi bir kısmı İslamiyeteve Türklüğe kazandırıldı. Fakat, Rumeli'nin Türkleş­ me ve İslamiaşmasında en kuvvetli amil Anadolu'dan Rumeli'ye vukubulan Türk boylarının göçüdür. Osmanlı İmparatorluğunda Türk göçebelerinin rolünü Profesör Paul Wittek şöyle belirtir: "Göçebelerin ... bu ülkelere hakim ve savaşçı unsur olarak vermiş oldukları insan malzemesi, Türk ırkının faziletlerine tamamiyle sahip bulunarak yurtlarda büyüyen gençlik tarfından devamlı bir şekilde yenilenmeseydi, çabuk erirdi. Bu cinsten bir etnik ihtiyat haznesinin mevcudiyeti, Oğuz göçü boyunca meydana gelen siyasi teşekki.illerin sonuncusu ve en önemlisi olan Osmanlı İmpa­ ratorluğunun mukadderatında kati amillerden biridir. .. Göçebe unsurlar Osmanlı cemiyetine girmekle, bu cemiyette Türk unsurunu devamlı olarak kuvvetlendirip yenilediler; fakat, köylü olan ve öyle kalanlar müstesna, az veya çok zamanda 'Osmanlılaşma'ya mahkfım oldular. Köylüler birbirinden ayrı köylerde kendi aralarında yaşadıkları ve böylece yabancı tesirlerden korunmuş olduklarından, göçebe hayattan çıktıkları halde, Türk karakterini bozulmadan muhafaza ettiler"4. Avrupalıların Amerika'yı keşfetmeleri ve deniz yoluyla Hindistan'a ulaşmaları Osmanlı İmparatorluğunun zayıflamasına sebep olmuştur. Gerçekten Osmanlı Türkleri, Batılıların XVII. ve XVIII. asırlarda ilim, teknoloji ve iktisat sahalarında yaptık­ ları ileriemelere yabancı kalmışlardır. Gerilemenin açık belirtisi askerlik sahasında görülmüş, Avusturya ve müttefiklerine karşı 1683' de başlayan savaş mağlubiyetle neticelenerek, 1699'da Karlofça muahedesiyle ilk defa düşmana toprak terk edilmiş­ tir. Merkezi idarenin güçsi.izlüğü, XVIII. asırda, payİtahttan uzak eyaJetlerde yarı4 22 Paul Wittek, "Osmanlı imparatorluğunda Türk Aşiretlerinin Rolü", çev. Ercümend Kuran, !. Ü. Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, C. XXXI (1963), s. 263, 26~. OSMANLI DEVLETİNİN KURULUŞUNUN 700. YILI ÖZEL SAYISI müstakil hükümetlerin kurulmasına, Anadolu ve Rumeli'de de mahalli' ayan ve derebeylerin hakimiyeti ele geçirmesine imkan sağlamıştır. Bu devirde devletin merkez ve taşra müesseselerinde meydana gelen değişiklikler Osmanlı sosyal bünyesinde kötü netider doğurmuştur. Mesela, esnaf teşkilatında "gedik" usulünün yerleşmesi, ilmiye zümresinde "beşik ulenuılığı"mn ortaya çıkışı, bürokraside "intisap" ananesinin yaygınlaşması Osmanlı cemiyetinin gerilemesinde başlıca amil olmuştur. Bazı padişahlar ve devlet adamlan İmparatorluğu çöküntüden kurtarmanın çaresini Batılılaşmada gömıüşlerdir. Savaşlarda yenilmemek için düşmanın üstün silahları ve harp stratejisini almak gerekiyordu. Böylece askerlik sahasında ıslahata girişil­ di. Bir taraftan da, Batı devletlerinde olduğu gibi, merkeziyetçi siyaset güdüldü. III. Sultan Selim'in başlattığı ayan ve derebeyleri ortadan kaldırma hareketi, II. Mahmud'un kararlı tutumu sayesinde başarıyla neticelendi. Yeniçeri ocağının 1826' da yı­ kılmasından sonra da Padişahın mutlak otoritesi sağlanmış oldu. Ancak, bir kısım devlet adamı Osmanlı İmparatorluğunun varlığını korumak için askeri ıslahatı yeterli bulmuyorlardı. Batı hukuk sisteminin ana prensipleri de tatbik olunmalıydı. Bu maksatla, Mustafa Reşid Paşa'nın 1839 Kasım'ında okuduğu Gülhane Hattı Hümayunu bütün Osmanlı tebaasının "can, mal ve ırz nıal~fiıziyeti"nin kanunla sağlanacağını ilan etti. XVIII. asır Aydınlanma çağı filozoflarının ortaya atıp Fransız İhtilalinden sonra Avrupa ülkelerinin çoğunda gerçekleşen vatandaşların eşit­ liği düşüncesi Osmanlı İmparatorluğunda da devletçe benimsenmiş temel ilke oldu. Tanzimatçılar, yani Mustafa Reşid, Ali ve Fuad Paşalar, Gülhane Hattında vaadedilen ıslahatı Batı' dan tercüme olunan kanunlarla gerçekleştirmeğe giriştiler. O derecede ki, Osmanlı tebaası için bir medeni kanuna ihtiyaç duyulunca Ali Paşa Fransız Code Civil'inin iktibasını uygun görmüş ve Cevdet Paşa'nın itirazı üzerine bundan vazgeçilmiştir. Cevdet Paşa'nın başkanlığında bir heyet 1870'den 1876'ya kadar çalışa­ rak, İslam hukukunun ilkelerine dayanan Mecelle'yi hazırlamıştır. Tanzimatçı devlet adamlarının iyi niyetinden şüphe edilemez. Fakat, Batı'yı taklit siyasetlerini müslüman halk epeyce yadırgamıştır. Bu hususta ilgi çekici bir örnek Abdurrahman Şeref'in Tarih Musahabeleri başlıklı eserinde verilmiştir: "Osmanlı tebaası arasında eşitlik yaratma siyaseti gereği, müslümanların gayrimüslimler hakkında küçük düşürücü tabirler kullanması yasaklanmıştı. Galata Karakolu tabur ağasına müracaat eden bir hıristiyan, kendisine gavur diyen bir müslümandan şikayetçi olması üzerine, tabur ağası müslümanı karakola çağırtarak onu şu sözlerle azarlamıştır; "Ay oğul, anlatamadık mı? Şimdi Tanzimat var, gavur denmiyecek"5. 5 Abdmı-ahman Şeref, Tarih Müsahaheleri, İstanbul 1939, s. 73. 23 DlYANET İLMl DERGI • C!LT: 35 • SAY[: l • OCAK-ŞUBAT-MART 1999 Tanzimatçılar İmparatorlukta yerleşmiş olan "millet" sistemini ortadan kaldınp etnik unsurları Osmanlılık ideolojisi etrafında birleştimıek istiyorlardı. Gayrimüslirnler müslümanlada eşit haklara sahip olunca devlete bağlancaklar ve lmparatorluktan ayrılma emeli beslemeyiceklerdi. Ali Paşa'nın l868'de Galatasaray Sultanisini kurmasının bir sebebi de buydu. çeşitli Tanzimatçılara muhalif olarak 1860'larda ortaya çıkan Yeni Osmanlılar da Osonlar, "millet" terimini eski manasıyla "cenıaat" karşılığında kullandılar ve Fransız ihtilalinin getirdiği "nation" kavramını "ümnıet" terimiyle ifade ettiler. Yeni Osmanlı Hareketi öncüleri Namık> Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi, Mustafa Reşid Paşa'nın İcraatını beğeniyor, lakin halefieri Ali ve Fuad Paşaların otoriter idaresine şiddetle karşı çıkıyorlardı. Yeni Osmanlılar İslam tefekkürünün ananeci şekillerini kullanmakta beraber, çağdaş Avrupa kavramlanndan ilham alan bir siyaset nazariyesinin tatbikçisi oldular. Onlar Osmanlı devletinin kurtuluşu­ nu, temelini İslami "nıeşveret" müessesine dayadıkları meşrutiyet rejminin yürürlüğe konmasında görüyorlardı. Padişahın selahiyetlerini sınırlayan bir anayasa kabul edildiği takdirde, imparatorluğun dağılması önlenmiş olacaktı. Namık Kemal ve arkadaşları halk oyuyla seçilecek temsilcilerden kurulu Mebusan Meclisi faaliyete geçince, bütün Osmanlıların "vatan "ın iman ve "ünımet"in saadetiiçin elbirliğiyle çalışacaklarına inanıyorlardı. Bunun gerçekle ilgisi bulunmayan bir hayal olduğu, 1876'da Kanuni Esası ilan edilip ilk Osmanlı Meclisi toplandıktan kısa zaman sonra anlaşıldı. Çünkü, gayrimüslim mebuslar devletin bütünlüğünü korumak yerine, kendi milli davalarını güttüler. manlılığa bel bağladılar. Yalnız Bununla birlikte, Profesör Kemal Karpat'ın dediği gibi "Yeni Osnıanlıların, lıu­ susiyle Namık Kemal' in, vatan, siyasi lıüviyet ve Osmanlı-İslam kültürü çerçevesinde devlete sadakat kavramlarını geliştirdikleri" inkar olunamaz6 . Basında yayınladıkla­ rı makalelerle de memleketimizde halk efkannın doğuşuna hizmet ettikleri ayrıca kayda değer. II. Sultan Abdülhamid, 1877 Osmanlı-Rus harbi sırasında, gayrimüslim mebusların Mebusan Meclisinde sürdürdükleri milli birliği zedeleyici faaliyetlerini 1878 Şu­ batında Meclis'i kapatarak sona erdirdi. Böylece Abdülhamid'in otuz yıl devam edecek olan otoriter idaresi başladı. O Sırp, Rum, Bulgar ve Ermenilerin ayrılıkçı gayelerini gerçekleştirmek için çalışmaktan vazgeçmiyeceklerini anlamıştı. İmparatorlu­ ğun bekası müslümanların devlete bağlılığını pekiştimıekle mümkün olabilirdi. Rus harbinin felaketle neticelenmesi üzerine, Balkanlar ve Kafkasya'dan çok sayıda müslümanın Anadolu'ya göçetmesi de Padişahı İslamcı siyasete yöneltti. Abdülhamid'in 6 24 Kemal Karpat, "The Transfimnatiun u{ the Ottuman State, 1789-1908", International Journal of Middle East Studies, C. III, sayı 3 (Temmuz 1972). OSMANLI DEVLETININ KURULUŞUNUN 700. YILI ÖZEL SA Y!Sl isHimcılık siyaseti gütmesi Anadolu'da ve Rumeli'nin bir kısmında milll birliği güç- lendirmiştiL Devrin tanınmış sadrazamı Küçük Said sunduğu bir Hiyihada şunları yazmıştır: Paşa 1880 Ağustosunda Abdülhamid'e "Maaıif-i umumiye intişar etmedikçe Devlet-i seniyyeleri umfır-ı dahiliye ve hariciyesini hüsn-i idareye ımıktedir rica!, hukuk-i ammeyi hakkıyle hall-ü fas! edecek hükkam, askeri hüsn-i idare eyleyecek kumandan ve varİdatın menbaını fenn-i tedbir-i servete göre imal-u tevsi esbabını gösterecek mal memuru bulamaz. Ve servet-ü saadet-i amıneye hizmet eden kaffe-i tesisat ve ameliyat maarif münteşir olmadıkça vücuda gelemez"7 . Abdülhamid Said Paşa'nın tavsiyesine uydu ve layihada ileri sürülen ıslahatı gerçekleştirmeğe gayret sarfetti. Maarif Nazırı Safvet Paşa'nın 1869'da hazırladığı Maarif~i Umumiye Nizanuıanıesi'nin 1879'da tatbike konulmasıyla orta ve yüksek öğre­ timde ciddi bir eğitim hamlesine girişildi. Otuz yılda müslümanlardan asker ve sivil, oldukça geniş bir aydın zümresi yetiştirildi. Bu aydınların çoğu XIX. asırda Avrupa'da yayılan fikir cereya:nlarının tesirinde kalarak Abdülhamid'in zamanla artan baskı rejimine karşı cephe aldılar. Nanuk Kemal'in vatan, hürriyet ve meşrutiyet kavramlarını yücelten şiirleri Abdülhamid'in açtığı veya ıslah ettiği okullarda gizlice okunuyor, gençler isyana hazırlanıyordu. 1889'da Mekteb-i Tıbbiye'de teşkilatlanmaya başlayan Genç Türk hareketi bir taraftan Ahmed Rıza vasıtasıyla pozitivizme, diğer taraftan da Abdullah Cevdet'in tesiriyle Sosyal Darwinizm'e bulaşmıştır. Materyalizmin ilk olarak Mekteb-i Tıbbiye'de görülmesini Dr. M. Şükrü Hanioğlu şöyle açıklamaktadır: "Bu olgunun ilk olarak Mekteb-i Tıbbiye'de ortaya çıkışının nedeni ise, pozitivizmin Fransa'da aydınlar arasında egemen olduğu bir dönemde bu ülkeden getirilen kitaplar ve eğiticilerin etkisiyle bu okulda biyolojik materyalist ve bundan dolayı da, dinin büyük ölçüde belirleyiciliğe sahip olduğu bir toplumdaki tüm değerler sistemiyle çatışan bir aydın tipinin ortaya çıkmasıdır"8. Yurt içinde ve dışında faaliyete geçen Genç Türkler, 1908 Temmuz'unda, Sultan Abdülhamid'i Meşrutiyeti yeniden yürürlüğe koymağa zorladılar. II. Meşrutiyet, çoğu Rumeli'de vazife gören Harbiye mezunu subayların öncülüğünde gerçekleşti. Devleti kurtarmak gayesiyle ihtilal yapan bu subaylar İttihad ve Terakki Cemiyeti'ne 7 Said Paşa 'mn Hatırat ı, Istanbul, 132H, C I, s. 423. X M. Şükrü Hani oğlu, Hir Siyasal Düşüntir Olarak f)oktor Abdullah Cevdet ve Diinenıi, Istanbul, I 9H 1, s. H. 25 DlYANET İLMİ DERGI • CİLT: 35 • SAYI: l • OCAK-ŞUBAT-MART l<J<J<J eski devrin tecrübeli devlet adamlarında bırakarak İcraatı dışarıdan takip ettiler; fakat, 1909 Nisan'ında "31 Mart Vakası" patlak verince Abdülhamid'i tahttan indirerek hükümete kendilerine taraftar şahısları getirdiler. 1914 Mayıs'ında da devlet idaresine doğdudan doğruya el koydular. mensuptular. Başlangıçta iktidarı İttihatçılar önceleri Osmanlılık siyaseti güttüler. Zaten ihtilali Rum, B ulgar ve Ermeni komitelerinin işbirliğiyle gerçekleştirmişlerdi. Ancak, 1908 Aralık ayında açı­ lan Mebusan Meclisi'nde gayri Türk mebusların Osmanlılığı hiç hesaba katmayarak, mensup oldukları kavmin istikliilini sağlamağa çalıştıklarını hayretle gördüler. 1912 Ekim'inde başlayan Balkan harbinde hemen bütün Rumeli'nin elden çıkması da onları derinden sarstı. Tekinalp'in belirttiği gibi "Seltmik ve Rumeli'nin kayinndan sonra Tiirklerin yüzü Turan 'a çevrildi"9. İttihatçılar Türklüğe yabancı değillerdi. Daha askeri okulda öğrenci iken, Süley- man Paşa'nın 1876'da basılan Tarilı-i Alem'ini ders kitabı olarak okumuşlar ve Türklerin en eski tarihi hakkında bilgi edinmişlerdi. Mehmed Emin (Yurdakul)'un 1897 Yunan harbi sırasında yazdığı Türklüğü yüceitici şiirleri de heyecanla ezberlemişler­ di. Müslüman Arnavutların 1910 Nisan'ında ayaklanması, Arapların da çoğunlukta bulundukları vilayetlere muhtariyet tanınması için çaba göstermeleri onları Türkçülük ideolojisine yaklaştırdı. Böylece, 1912 Mart'ında İstanbul' da kurulan Türk Ocağı'nın çalışmalarına hız verildi. Ziya Gökalp'in Türkçiilüğün esaslarını ortaya koyan eserleri laik bir milliyetçilik anlayışı getiriyordu. Bu anlayış pantürkizm ülküsünün çekiciliğine kapılarak girişilen hareketin 1917 'de Sarıkamış felaketiyle neticelenmesinden sonra, daha gerçekçi bir mahiyet alacak ve kültür milliyetçiliğinde karar kılı­ nacaktır. İttihatçı hükümetin Birinci Dünya Savaşı'na Almanya tarafında katılışı ve savaşın kaybedilişi üzerine, Osmanlı devletinin 1918 Ekim'inde Mondoros mütarekesini imzalayışı altı yüz yıllık imparatorluğun sona ermekte olduğunda şüphe bırakmıyor­ du. Mustafa Kemal'in Türk milletinin esareti kabul etmeyeceği ve istiklal uğruna her türlü fedakarlığa katlanacağını sezerek Anadolu' da Milli Mücadeleyi başlatması Türk tarihinde yeni bir çağ açmıştır. Türkiye' de ideolojik gelişmeler daha çok aydınlar zümresinde vukubulmuştur. Halk kütlesi ise asırların birikimi olan "din-ü devlet"e bağlılığını sürdürmüştür. Osmanlı devrinde meydana gelen devlet, cemiyet ve fert anlayışlarının kültür mirası olarak Cumhuriyet dönemine intikal etmesi tabiidir. Nitekim Gökalp'inlaik milliyetçilik görüşü ve iktisatta tesanütçülük doktrini yanında Auguste Comte'un pozitivizmi ve Tevfik Fikret'in humanizn1inin izlerini Atatürk İnkılaplarında bulmak mümkündür. Y 26 Niyazi Berkes, Türkiye "de Çaifdaşlaşma, Istanbul, l<J7X, s. 413.