Başkanlık sistemi ve hak mücadeleleri

advertisement
6
Başkanlık tartışmaları neden önemli? Can
Atalay: Müttehid iktidar geleneği, iktidarın
tekleşmesine ilişkin kadim tercihtir
14
Barış hakkı ve barışa karşı suç Fikret İlkiz insan haklarının tarihsel geçmişindeki bir kilometre taşı olan savaşa karşı barış fikrini yazdı
24
Hitler’in 657 değişiklikleri (!) M. Cemil
Ozansü, Devlet Memurları Kanunu’nda
yapılmak istenen değişiklikleri ele aldı
sosyal hukuk
[email protected]
Sosyal Haklar Derneği süresiz ve ücretsiz yayınıdır ∏ Ocak 2016
Yıkıntıların üstünde:
Başkanlık sistemi
ve hak mücadeleleri
Dosya: s6-s17
2
kısa kısa
sosyal hukuk
Ocak 2016
Hrant Dink
davaları
birleştirildi
Editörden
Merhaba,
Sosyal hukuk dergisi 3. sayısıyla karşınızda. Bu sayıda aslında yeni olmayan bir tartışma başlığı
açma gereği duyduk: Başkanlık tartışmaları cenderesinde hak mücadeleleri. Türkiye’de
uzun zamandır tartışılan bir konu olan
“Başkanlık Rejimi” hemen tüm dertlerimizin çaresi ya da demokrasimizin
sonu olarak görülüyor. Tartışmaların
özünü ise ister istemez Erkler Ayrılığı,
Cumhurbaşkanının yürütmedeki rolü,
yargının ve parlamentonun yeni konumu gibi başlıklar oluşturuyor. Fakat
esas olarak her birimizin hayatına nereden değeceği, günlük hayatımızda
neyi değiştireceği, işe giderken yaptığımız kazada, bir derneğe üye olurken ya
da ev sahibimiz bizi evden çıkarmak istediğinde başkanlığın etkisinin ne olacağı sorusuna verilmiş bir yanıt yok. Elbette ki sokaktaki vatandaşı esas ilgilendiren kısım da burası: Haklarımıza
ne olacak? Bu sorunun cevabını bulmaya odaklanan bir tartışmayı başlatarak
rejim tartışmalarının eksiklerini kapatmayı hedefliyoruz. Elbette bu tartışma
bir son değil, aksine konunun daha geniş bir pencereden konuşulması için bir
adımdan ibaret.
Sosyal hukuk ekibi olarak, aramıza
katılan yeni dostlarımızla birlikte mücadeleyi büyütmeye devam edeceğiz.
Bizi izlemeye devam edin…
Stajyer avukatlara
işkur güzelliği
>
İstanbul Barosu ile yapılan
görüşmeler neticesinde
Türkiye İş Kurumu (İŞKUR)
tarafından verilen bilgiye göre
ikinci 6 aydaki avukat yanı stajını en az iki sigortalı çalışanı olan avukat veya avukatlık
ortaklıklarında yapan stajyer avukatlar, İŞKUR tarafından “İşbaşı Eğitim Programı”
kapsamında 160 fiili güne ka-
dar desteklenecektir. Bu kapsamda zaruri gider olarak günlüğü 38,48 TL ve sigorta pirim
gideri İŞKUR tarafından karşılanacaktır. Bu durumda cumarteside çalışılması halinde aylık
1.000 TL’ye kadar ödeme yapılabilecektir. İş kazası ve meslek
hastalığı ile genel sağlık sigortası primleri de İŞKUR tarafından karşılanacaktır.
>
İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi, aralarında eski Emniyet Genel
Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek, eski İstihbarat
Daire Başkanlığı Personel Şube Müdürü Coşgun Çakar ve eski İstihbarat
Daire Başkanlığı C Şube Müdürü Ali
Fuat Yılmazer’in de bulunduğu 26 sanıklı Hrant Dink cinayetine ilişkin yeni
davanın, İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesindeki ana dava dosyasıyla birleştirilmesini kararlaştırdı.
Mahkeme heyeti, iddianamenin
kabulüne karar verdi. Mahkeme, bu
dava dosyasının, Dink cinayetine ilişkin ana davanın görüldüğü İstanbul 5.
Ağır Ceza Mahkemesindeki dosya ile
birleştirilmesine karar verdi.
Katkıda bulunanlar:
Baran Kaya, Başar Toros, Bülent Akbay, Elif
Yıldırım, Erdem Kılıçkaya, Gökay Işık, Mehmet
Yuva, Özgür Karaduman, Pelin Buket Olçay,
Uğur Kuranlıoğlu, Yasemin Zeytinoğlu
Yazarlar:
Akçay Taşçı, Arman Yılmaz, Can Atalay, Deniz
Özen, Dilan Aydın, Evren İşler, Eylem Kılıç,
Feyza Gezmen, Fikret İlkiz, Levent Pişkin,
Mehmet Cemil Ozansü, Melda Onur, Murat
Çelik, Nuray Özdoğan, Several Ballıkaya, Sidar
Batun, Tora Pekin, Zülfiye Yılmaz
Tasarım: Erdal Bektaş
Sosyal Haklar Derneği süresiz ve ücretsiz yayınıdır.
Dernek adına Sahibi: Ş. Can Atalay
Adres: Osmanağa Mah. Kuşdili Caddesi 30 Ağustos Sk.
No 4/2 Kadıköy İstanbul
www.sosyalhukuk.org
e-mail: [email protected]
twitter: @sosyalhukuk
Basım yeri:
Ceylan Matbaa, Ahmet Uçar, Maltepe Mah. D. Paşa
Cad. Güven İş Mrk. No:83/317 No: 318/319 Zeytinburnu
İstanbul, Tel: 0 212 613 10 79
Davutpaşa Vergi Dairesi 884 082 9335
Beyaz toroslar davasında herkese beraat
>
Şırnak’ın Cizre ilçesinde, 199395 yılları arasında 21 faili meçhul cinayetle ilgili açılan ve
aralarında Emekli Jandarma Kıdemli
Albay Cemal Temizöz ve eski Cizre Belediye Başkanı Kamil Atağ’ın
da bulunduğu 8 kişinin yargılandığı davada karar verildi. Mahkeme,
savcının talebini kabul ederek, Albay
Cemal Temizöz dahil bütün sanıklar
hakkında “delil yetersizliğinden” beraat kararı verdi. Babasının ve amcasının kaybedilmesini anlatan Harun
Padır’ın ardından söz alan Hamit
Özmen, “Cemal Temizöz ve adamlarının Beyaz Torosları vardı” dedi.
Özmen, “Cizre’de bizden habersiz
kuş uçmaz diyorsanız, amcam ve ba-
bamın akıbetini nasıl bilmiyorsunuz.
Serbest bıraktıysanız neredeler?”
diye sordu.
Faili meçhullerden Ömer
Candoruk’un eşi Hanım Candoruk
ise şunları söyledi: “Beraat vermemeniz için yalvarıyorum. Hatası olsa
hapiste olurdu, taşların altında olmazdı.”
kısa kısa
sosyal hukuk 3
Ocak 2016
İmam hatip
davasında
yürütmeyi
durdurma
>
İstanbul Büyükşehir Belediyesi
gözünü bostancıların barakasına dikti
>
Yedikule Bostanları’ndaki bostancılar barakalarının kaldırılması
tehlikesiyle karşı karşıya. Bu sabah gelen İstanbul Büyükşehir Belediyesi ekipleri kaldırıma koydukları üç
satış tezgahını kaldırdı.
Barakaların da kaldırılacağını söyledi. Bostancılar, kendi yaptıkları barakaları yemek hazırlamak, yağmur yağdı-
ğında sığınmak ve eşyalarını korumak
için kurduklarını anlatıyor. Barakaların
kaldırılmasını istemiyor.
Çalıştay yapılacak
Bostanlar 2013 yılında imara açılma istemiyle gündeme gelmişti. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı
Kadir Topbaş, Kasım 2014’te “Koru-
ma Amaçlı Uygulama İmar Planı Tadilatını” yeniden değerlendirilmek
üzere İstanbul Büyükşehir Belediyesi
Meclisi’ne iade etmişti.
Topbaş, taraflarla bir çalıştay yapılacağı ve mahallelinin istekleri doğrultusunda güvenlik, aydınlatma ve
temizlik yapılacağı belirtse de bir adım
atılmadı.
İzmir’in Buca ilçesi İnönü
Mahallesi’nde bulunan Hüseyin Avni Ateşoğlu İlk ve
Ortaokulu’nun yanında yapılan
ek binanın Buca Anadolu İmam
Hatip Lisesi’ne verilmesine ilişkin
veliler tarafından açılan davada karar açıklandı. İzmir 1. İdare
Mahkemesi, imam hatip lisesinin
derslik ihtiyacının bulunmadığını
belirterek yürütmeyi durdurma
kararı verdi.
Veliler ile HAZİRAN ve Eğitim
Sen tarafından yapılan ortak açıklamada, “Şimdi buradan başta
vali, il, milli eğitim müdürü ve ilçe
milli eğitim müdürü olmak üzere idareden, veliler, öğrenciler ve
eğitimciler olarak kararın hızlı bir
şekilde uygulanmasını ve okulun
gerçek sahiplerine verilmesini istiyoruz” ifadelerine yer verildi.
Kaynak: BirGün
Son 6 ayda 163 gün
sokağa çıkma yasağı
>
Son altı ayda altı kentin 17
ilçesinde toplam (en az) 163
gün sokağa çıkma yasağı ilan
edildi.
En çok yasak olan il Diyarbakır
oldu. Diyarbakır’ın ilçelerinde aralıklarla toplam (en az) 102 gün sokağa çıkma yasağı ilan edildi.
En çok yasağın hüküm sürdüğü ilçeler, Nusaybin, Silvan, Cizre ve Derik. Nusaybin’de 14 gün,
Silvan’da 12 gün, Cizre ve Derik’te
9’ar gün aralıksız sokağa çıkma yasağı ilan edildi.
Toplam en fazla sokağa çıkma
yasağı ilan edilen ilçe, üç kez yasak
ilan edilen ve dördüncüsü halen
süren, toplam 29 günle Nusaybin
oldu.
En fazla sokağa çıkma yasağı ilan
edilen ilçe de yedi ayrı yasakla Silvan oldu. Kaynak: BİANET
AYM, çocuk istismarına 16 yıl hapsi
çok buldu, iptal kararı verdi
>
Mahkeme, kararın 16 yıldan az olmamak üzere” diye değiştirilmesi
hükmünü iptal etti.
Anayasa Mahkemesi (AYM) çocuklara yönelik cinsel suçlarda verilen “en az
8 yıl” hapis cezasının “16 yıldan az olmamak üzere” diye değiştirilmesi hükmünü 8’e karşı 9 oyla iptal etti.
Cumhuriyet’ten Alican Uludağ’ın
haberine göre çocuklara yönelik cinsel
suçlara en az 16 yıl hapis cezası verilmesiyle mahkemenin takdir hakkının
sınırlandırıldığını öne süren Yüksek
Mahkeme, fiilden sonra mağdurun 18
yaşına gelmesiyle “ilişkinin resmi evli-
liğe dönüşmesi gibi” olayların dikkate
alınmadığını savundu. Bu yorum, “tecavüzcüsüyle evlendirme” örneklerini
akıllara getirdi. Karar Resmi Gazete’de
yayımlandı.
Gerekçe kısmı sadece 1.5 sayfa olan
kararda, tartışmalı ifadeler kullanıldı.
Meclis’in cezalandırma yetkisini kullanırken toplumda hangi eylemlerin suç
sayılacağını, nelerin ağırlaştırıcı veya
hafifletici sebep olarak kabul edilebileceği konularında takdir yetkisinin bulunduğunu, ancak bu cezaların ölçülü
olması gerektiğine işaret edildi. Kaynak: T24
4
Tahir Elçi’ye
sosyal hukuk
Ocak 2016
Arman Yılmaz
Avukat
İ
nsan, kendini en çok doğduğu toprakta güvende hisseder. Sebebi çok
basittir, doğduğunuz toprağı bilirsiniz; sokağını, taşını, insanını, havasını
bilirsiniz ve bu bilme hali size güvende
hissettirir, orada başınıza hiç kötü bir
şey gelmeyecek hissiyle çıkarsınız sokağa…
Ama bazıları için bu bir yanılsamadır,
bile isteye kabul ettiğimiz gönüllü kendimizi kandırma durumu…
Tahir ELÇİ tam da bu yanılsamanın,
bu kendinden gönüllü kandırma halinin
kurbanı oldu.
Üstelik kendi toprağının kültür mirasının korumaya çalıştığı Dört Ayaklı
Minarenin ayağında katledildi ve oraya
düştü…
Bu yazının baştan sona onun yaşadığı değer olan BARIŞ la dolu bir yazı olmasını çok isterdim ama umutlu bir şey
yazmaya çalıştığım an aklım duruyor, o
zaman olanı yazmak belki en doğrusu…
Kendisinin arkasından yazılan yazıları okudum, hemen hemen hepsinde
İnsan Hakları alanında çalışan namuslu bir hukukçu vurgusu vardı, bu tanım
doğru ancak eksiktir.
Uzmanlığı devlet suçlarıydı
Tahir ELÇİ bir Fransız Televizyonuna
verdiği son röportajlarından birinde,
ne kadar çok tehdit aldığını ve öldürülme tehlikesi olduğundan bahsediyor ve
bunun sebebini Devletin konuşulmasını gündeme getirilmesini istemediği
bire bir faili olduğu suçlardan konuşmanın kendisini hedef haline getirdiğini anlatıyor… Bu devlette Ermeni Soykırımı derseniz ya da faili meçhul derseniz, hedef haline getirilirsiniz, diyor…
Devlet suç işlemez üzerine kurulu
bir başka kandırmacaya inan halk ise
devlet hiç suç işler mi yalanına kendisini inandırmış, doksanlı yıllarda olduğu
üzere bu problemin silahla çözüleceğine inanan siyasi partileri iktidar yapmış
ve işlenen tüm suçlara rağmen hemen
hemen tek bir devlet görevlisi ceza almamıştır. Bugün ise yine bu işin silahla
çözüleceğine inanan bir başka iktidarı,
olmayan ve olmayacak bir istikrar için
iktidar yapmış korkan ve sindirilmiş insanların iktidarıdır.
İşte böyle zamanlarda birileri çıkar
ve bilinen ezberin tamamını bozar …
Tahir Elçi bu ezberi bozandı…
Doksanlı yıllarda Güneydoğu da Devlet yüzlerce insanı kendi maaşlı memurları eliyle öldürdü, hani her şeyde
kanıt yazılı kanıt isteyenler var ya, burada bu komik savunmaları işe yaramadı, birçok yerde devlet görevlileri tarafından alınan kişiler iki gün sonra köprü
altlarında işkence görerek öldürülmüş
halde bulundu…
Herşeyin sonunda
insanlığa bıraktığı
kocaman bir
barış çığlığıdır!
Vedat Aydın, bunlardan sadece bir
tanesiydi. Kendisini koruma görevi verilmiş kolluk görevlileri tarafından evinden alındı ve öldürüldü, onu özellikle
yazma nedenim Pazar günkü cenazenin onun cenazesine benzemesiydi tek
farkı o gün saldıran devlet pazar günkü
cenazeye saldırmadı… Ama insanların
elinde yüzünde aynı umutsuzluk vardı, bana hissettirdiği aradan geçen 25
yıla yakın zamanda değişen ne var yine
barış istediğini korkmadan haykıran bir
insanın cenazesi yine Halk kendi çocuğuna sahip çıkıyor gene umutsuz gene
çözümsüz…
Derin ve karanlık bir devlet
Devlet doksanlı yıllarda uyguladığı şiddeti sadece kurduğu gayri nizamı
harp dairesi, JİTEM vb. altında yapma-
dı, bölge halkının dini duygularını kullanarak kendisine bağlı bir örgütte yarattı… Hizbullah 90’lı yılların sokak ortasında enseye tek kurşun infazlarıyla bir
döneme damgasını vurdu… İşte tam da
aynı dönemde bu suçları Devlet işliyor,
bu faili meçhullerin sorumlusunu bulunması ve yargılanması gerekir diyen
aynı toprağı insanları çıktı tüm aldıkları tehditlere rağmen bu hukuksuzluğu
kabul etmeyip cinayetlerin aydınlatılması için hukuk mücadelesi verdi…
Zaman geçti devlet değişmedi, ismi
D partisinden A partisine dönüşürken
zihniyeti daha da karanlık bir güruhun
eline kaldı, bu sefer ekmek peşinde
olan insanın üstüne bombalar yağdırıldığında ve kendini bundan dahi sıyırabilen hesap vermeyen bir iktidara karşı
hukuk mücadelesinde yine Tahir ELÇİ
vardı…
Devlet devam etti karanlığı da derinliği de arttı, yaptığı hiçbir şeyin hesabını vermemeyi, sayısal üstünlüğüne
bağlayan ve bunun demokrasi olduğuna inan iktidar, bu sefer başlatıp hiçbir şey vermediği
çözüm sürecini, siyasal
olarak işine gelmediği için çatışmaya
evriltti diğer tarafta tam devletin istediğine geldi ve her iki
tarafın yada artık sayısını sayamayacağımız kadar tarafın en
çok istediği şey oldu çatışma başladı.
Sadece aktörlerin ismi değişti, bu sefer devlet kendi elinin ismi “Esedullah
Timi “Bora Tugayı” oldu, tabi dönemin
değişen koşulları araçlarını da Beyaz
Toros’tan Beyaz Ford Ranger’a terfi ettirdi, tabi ki diğer özgür eylemciler de
unutulmadı zaten yakındaydılar daha
toplu ölümlerin sorumluluğunu da IŞID
aldı kol kola birlikte yürüdüler, yürüyorlar…
Karanlığın infaz şekliyle öldürüldü
Tabi bu oluşturulan yapı en çok herkese karşı amasız fakatsız BARIŞ diyen
insanlara yönelecekti ve yöneldi de,
hem de öyle bir yaptılar ki, hiçbir zaman açıklığa kavuşturulamayacak şekilde öldürdüler Tahir ELÇİ’yi, üstelik
mücadele ettiği karanlığın yıllarca sokaklarda enseye tek kurşun infaz yöntemiyle öldürüldü ve adeta hepimize
ondan sonra kalan BARIŞ diyen insanların hepsine bir mesajla, ”tek kurşunluk canınız var” dedi.
Barış demeye devam edeceğiz!
Sizler o sokakları bilmiyorsunuz,
o sokak başlarında bekleyen yaşları
7’den başlayıp 20’ye uzanan çocukları da tanımıyorsunuz. Onlar bizim çocuklarımız ve şu anda bizim onlara tüm
olanlardan sonra inatla söylediğimiz ve
söylemeye devam ettiğimiz BARIŞ sözünü anlamsız ve komik buluyorlar...
Cenazeden sonra belki birazda iste-
Tahir Elçi’ye
yerek Bağlar Mahallesinin ara sokaklarından taziye yerine yürümeye başladık , her yüz metre de bir burnumuza
gelen genzimizi yakan gaz kokuları içinde bazı sokak başlarında duran çocukları gördük 25 yıl önce aynı sokakta oynadığım aynı çocukların babalarıydı,.
Belli ki çok sert, çok uzlaşmaz, çok
korkusuz, çok haklı, çok ezilmiş, çok
ölen hiç sesi duyulmayan çocuklar, onlar bizim çocuklarımız ve onlar sokakta
oldukça bizlerin kafasına sıkacağınız o
kurşunlardan ne korkumuz var, ne de
olacak aynı Tahir ELÇİ gibi…
Çocuklarımıza şiddeti öğrettiniz…
Evet doğrudur, birazdan çatışma
başlayacak, zırhlı araçlar bir tarafta,
briketten yapılmış barikat diğer tarafta,
gaz fişeği bir tarafta, havai fişek diğer
tarafta, ellerinde kocaman kocaman silahlar olanlar bir tarafta, çoluğuyla çocuğuyla yaşlısıyla bebeğiyle hastasıyla,
engellisiyle mahallesinde yaşayanlar
sosyal hukuk 5
Ocak 2016
rütülemeyecek gerekçeleri bulması,
bunu açıklaması ve arkasından durması nedeniyle!
Tarihini korurken katledildi…
Tahir ELÇİ kendi toprağının kültür
mirasını korurken öldürüldü, basın
açıklamasında söylediği şey, “burada
çatışma istemiyoruz “ vurgusunun anlattığı, bu minare yüzlerce yıldır burada, türünün tek örneği sadece bizim
değil insanlığın kültür mirası, bu yapıya sizden önceki hiçbir iktidar zarar
vermedi, buna zarar vermemenin ve
BARIŞ’ın bir yolu olmalı… Ama anlattığı
kişiler hem orada hem Türkiye’nin her
yerinde tüm Anadolu coğrafyasını, Osmanlı dönemiyle sınırlayan bunu siyasal bir varlık nedeni haline getirip bunu
savunan; Osmanlının dahi zarar vermediği yapıları yıkan bir zihniyetin iktidarıydı, onlar için kentin hepsi yansa
ne olurdu ki, olsa olsa yeni inşaat alanları çıkar rant olurdu, iyidir yani…
Zaman geçti devlet değişmedi, ismi D partisinden A
partisine dönüşürken zihniyeti daha da karanlık bir
güruhun eline kaldı, bu sefer ekmek peşinde olan insanın
üstüne bombalar yağdırıldığında ve kendini bundan
dahi sıyırabilen hesap vermeyen bir iktidara karşı hukuk
mücadelesinde yine Tahir ELÇİ vardı
diğer tarafta ve tabi ki bizim çocuklarımız hiç bir zaman anlamadığınız ve
anlamayacağınız, sizin uyguladığınız bu
şiddet yüzünden artık bizlerden de yabancılaşmış ve şiddeti bilen çocuklarımız!
Duvar yazılarınızdan “Kurdun dişine kan değdi korkun” yazılarınızı o duvarlara yazmaya devam ettiğiniz ve bizi
kanla korkutmaya devam ettiğiniz sürece biz çocuklarımızla birlikte yürüyeceğiz, bizi korkutacağınız son şey kandır…
Tahir ELÇİ bu gerçeği en açık şekilde gören ve bunun yaşanmaması için
mücadele eden bir insandı… Diyarbakır Barosu tarafından yayınlanan Cizre
raporunu edinip okuyun, göreceğiniz
üzere ölenlerin yakınlarıyla ve yaralananlarla yapılan görüşmelerin tamamını kendisi yapmış ve bir mahalle de
yada insanların toplu olarak yaşadığı
bir yerde neden süresiz sokağa çıkma
yaağı ilan edilemeyeceğini hiç tartışmaya mahal vermeyecek şekilde açıklamış…
Gerekçesi de çok basit, devletin orada cezalandırma olarak kullandığı bu
yöntemin yeni doğmuş çocuktan yatağa bağlı yatalağa kadar mahalle de yaşayanların tamamını etkileyen bir yaptırım olduğunu ortaya koymuş…
İşte Tahir ELÇİ’yi de tam da bu yüzden öldürdüler, herkesin büyük büyük
laflarından çok daha basit, ama çü-
Tarihe not bırakmak
Tüm mücadelesiyle eyvallahsız namuslu hukukçuyu kaybetmenin üzüntüsüdür bugün bizdeki… Onun söyledikleri, yaptıkları, verdiği mücadelesi
onun aynı zamanda inandıklarını tüm
açık yüreklilikle söylemesi gereken bir
yere getirdi, televizyon programında
“PKK silahlı bir siyasal harekettir” demesiyle birlikte yaratılan linç sonunda
öldürüldü; yani Cumartesi dört ayaklı
minare altında yaşanan suikast yaratılan lincin son sahnesiydi ve gerçekten
iyi oynadılar…
O, benim ve tüm bu olanlardan sonra da mücadele kararlılığında olanlar
için, mücadelesinin önünde saygıyla eğildiğimiz, onsuz BARIŞ demenin
daha zor bir şey olduğunu bilen, tarihe
bıraktığı notu anlayan ve yaşatacak olduğumuz bir yerde…
Her şeyin sonunda bıraktığı susturulamayacak ve hiç bir zaman kulaklarınızdan silinemeyecek bir BARIŞ ÇIĞLIĞIDIR!
Yalnızca bir şarkı var
Aklımda kalan
Cesur bir adamın hikâyeleri
Buradan uzakta yaşamış birinin
Şimdi ozan şarkıları sona erdi
Ve Ayrılma zamanı
Hiç kimse size onun adını sormamalı*
* “Bard’s Song - In The Forest” şarkısının sözlerinden alınmıştır.
Takipteyiz
S
osyal Haklar Derneği(SHD) İskenderun Temsilciliği İskenderun’un
kent merkezinde yer alan ve “karayolları” olarak bilinen arazinin park
yapılması için çalışmalarını sokağa taşıdı. İskenderun için çok değerli olan bu
alan bir süredir İskenderun kamuoyunun gündemini işgal ediyordu. Tartışmalar halen sona ermiş değil. Bu arazi
üzerinde yönetenlerin ikircikli tutumu
kafaları karıştırmaya devam ediyor. SHD
İskenderun Temsilciliğinin 21 Kasım Cumartesi günü mahallelilerle gerçekleştirdiği sokak etkinliğinde yapılan açıklamaya yer veriyoruz:
Yeşil alanları talan ediyorlar!
Kıyı şeridi, ormanlar, parklar ve hazine arazileri gibi, İskenderun’da yapılaşmanın en yoğun olduğu bir bölgede
yer alan bu arazi de İskenderun Halkına
aittir!
Bu alanlar üzerindeki tasarruflar seçilen yöneticiler eliyle, İskenderun halkı
adına kullanılır.
Yani bu alanlarda son sözü bu bölgelerde yaşamakta olan Halk verir.
Halk bu alanların nasıl değerlendirilmesi gerektiğine, alanında uzman şehir
plancılarının, mimarların, jeologların ve
ilgili teknik adamlarının raporlarını ve
önerilerini dikkate alarak verir. Bilimsel
ve akılcı çözümler bu şekilde üretilir.
Belediye meclis üyeleri, belediye
başkanı, kaymakam veya Vali, halkın
ve bilimsel verilerin ışığında bu alanlar
hakkında karar vermek zorundadırlar.
Belediye başkanı veya vali örneğin kanser hastalığı için kullanılacak ilaçların
hangisi olacağına karar veremiyorlarsa,
kent yapılaşması konusunda da bilim
adamlarının ve halkın taleplerini görmezden gelerek, kendi kafalarına göre
karar veremezler.
İmar planlarında yeşil alanlar ve
parklar üniversitelerin, teknik elemanların yoğun emekleri ve araştırmaları
dikkate alınarak hazırlanıyor. Seçtiğimiz
yöneticiler planlarda yeşil alan, dolgu
alanı, kıyı şeridi olarak ilan edilen yerleri
bir gecede değiştirerek betonlaştıracak
kararlar alıyorlarsa bilinmelidir ki Halkın
mallarını TALAN ediyorlar.
Kandırıyorlar yalan söylüyorlar
Karayolları arazisi de İskenderun halkına ait 6 mahallenin ortasında, etrafı
beton bloklarla kuşatılmış, nefes alınabilecek tek arazidir. Bu arazinin “yeşil
alan” olarak düzenlenmesi gerek bilimsel ve teknik raporlarla, gerekse mahkeme kararıyla tespit edilmiştir.
Burada yaşayan biz İskenderunlula-
rın talebi de bu değerli doğa parçasının
yeşil alan olarak kullanılmasıdır.
İskenderun Belediyesi’nin birkaç yöneticisi önce bakanlıktan bu alanın betonlaşmasına yol açacak bir karar aldırarak “rezerv alanı” ilan ettirdiler. Bu
kararı da “biz bu alanı alabilmek için bu
yola başvurduk” diyerek kurnazlıklarıyla övündüler. Yani açıkça bir başka devlet kurumu olan Karayollarını nasıl dolandırdıklarını anlatıyorlar. Biz bunu “İskenderun için yaptık” diyerek te halkı
“suçlarına” ortak etmeye çalışıyorlar. İskenderun halkı kendi malı olan bir alan
için neden yalana ve düzenbazlığa ortak
olsun. Bu zihniyete prim verilmemelidir.
Karayolları arazisinin betonlaşmasına yol açacak “rezerv alanı” ilan edilmesi karşısındaki tepkileri durdurmak için
“burası park olacak” şeklinde açıklama
yaptılarsa da kısa sürede bu açıklamanın da KUYRUKLU BİR YALAN olduğu ortaya çıktı. İskenderun belediyesi ihaleyi
“blok esaslı zemin etüdü” yapmak üzere gerçekleştirdi. Bu ihalenin iptali için
Hatay Barosu dava açtı. Dava süreci konusunda İskenderun halkını bilgilendirmeye devam edeceğiz.
Dingil’e soruyoruz
Mademki park yapmaya niyetlisiniz
o halde neden “rezerv alanı” ilan ettiniz?
Mademki park yapılacak o halde neden betonlaşma esaslı ihale yapılıyor?
Mademki park yapacaksınız neden
hemen yapmıyorsunuz?
Mademki park yapacaksınız neden
imar için bazı iş adamlarıyla gizli toplantılar yapıyorsunuz?
Betonlaştırıyorlar
Çok geçmeden atanmış bir yönetici olan Hatay Valisi 6 ay öncesinden bu
alana Cami yapılması konusunda anlaşma yaptıklarını açıkladı. Belediye başkanı ile Hatay Valisi halka çelişkili açıklamalar yaparak bu alanın betonlaştırma
niyetlerini ifşa ettiler.
Biz Sosyal Haklar Derneği olarak seçilmiş veya atanmış yöneticilerin sırça
köşklerde oturarak halkın yaşam kalitesini ortadan kaldıran, İskenderun halkını betonlaşma ile nefessiz bırakacak icraatlarına sessiz kalmayacağız.
İskenderun halkının kendi malına sahip çıkmaya, çocuklarımızı ve geleceğimizi nefessiz bırakacak BETONLAŞMAYA dur demeye çağırıyoruz.
Hep birlikte TALANA, YALANA VE BETONLAŞMAYA DUR DİYELİM!
Sosyal Haklar Derneği
İskenderun Temsilciliği
6
dosya
sosyal hukuk
Ocak 2016
Başkanlık tartışmaları neden önemli?
Can Atalay
Avukat
M
üttehid iktidar geleneği iktidarın tekleşmesine, bir elde toplanmasına ilişkin muktedirlerin
kadim tercihinin adıdır.
İktidar temerküz etmeli, tek elde
toplanmalı, “işler” kimi aklı evvellerin
itirazları ile uğraşılmaksızın sürdürülmelidir.
Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne
devlet geleneğinin ana doğrultusu iktidarın (yürütme erkinin) elinin rahat bırakılmasıdır.
Erdoğan “başkancılığı” ise bu devlet
aklının salt bir devamı olarak nitelenemez.
Türk Tabipler Birliği’nin kamu özel
ortaklıkları ile ilgili açmış olduğu iki davada verilen yürütmenin durdurulması kararları ile haklı(!) öfkesini dışa vurmakta sakınca görmeyen bir Cumhurbaşkanından, onun artık “güçler ayrılığı
ilkesinin” arta kalan kırıntılarını hukukun lafzından dahi kazımak arzusundan
söz ediyoruz.
Sermayenin önündeki engelleri hukuku kuralsızlığın kuralları haline dönüştürerek düzleyen ve ortaya çıkan bu
sınırsız yeni alanların sermaye tarafından çitlenmesinin kurallarına “Kanun”
diyen bir neoliberal devlettir inşa edilmekte olan.
Yurttaşları için hak öngörmeyen ancak yükümlülüklerini tanımlayan, idare için ise sınırsıza yakınsayan haklar
-takdir yetkisi- öngören ancak kamunun yükümlülüklerini görünmez kılan
bir ahir zaman kodifikasyonu ile karşı
karşıyayız.
Sermayenin önündeki engelleri
hukuku kuralsızlığın kuralları
haline dönüştürerek düzleyen
ve ortaya çıkan bu sınırsız yeni
alanların sermaye tarafından
çitlenmesinin kurallarına
“Kanun” diyen bir neoliberal
devlettir inşa edilmekte olan
25 Kasım 2015 tarihli 64. Hükümet
programında “kamu hizmeti” kavramının derli toplu yalnızca “güvenlik” bahsinde yer almasının da işaret ettiği üzere yurttaş olmak ile alınabilecek “hizmet” devletin zor aygıtları ile muhatap
olmaya doğru daha da hızla daralacak.
Neo liberal bir devletin neo-liberal
yurttaşları ...
Tam da bu noktada dikkatlerimizi Saray/AKP’nin özel işlevine, becerisine ve
ideolojisine yöneltmekte yarar vardır:
yurttaşın hakkı yerine muktedirin inayeti geçirilmektedir.
Hak yok inayet (lütuf) var, kural yok
kimin neye ne kadar erişebileceğini
takdir eden yukarıdan aşağıya (ve aşağıdan yukarıya) çalışan bir mekanizmanın küçük yahut büyük parçaları olan
otokratlar var.
Bu neo-liberal buyurganlık mekanizmasının basit bir merkez-yerel ikiliği kurularak yanıtlanamayacağını da
önemle not etmek gerekir.
Diğer bir söyleyişle, kalkınma ajanslarına teslim edilmiş bir yerel
demokrasinin yahut kendi bütçesini bizzat kendisini
“marka” haline getirerek
yaratma hedefi önüne konulmuş belediyelerin güçlendirilmesinin bu neo-liberal devlet/neo-liberal
çıkmaz sokağında ya bir yol bularak ya
da bir yol açarak çıkılmaksızın emeği ile
geçinen yurttaşlar lehine bir kazanım
olması olanaksızdır.
Başkanlık tartışmaları tam da bu nedenle kendisinin çok ötesinde bir anlam taşıyor.
Tayyip Erdoğan ile Ahmet Davut­
oğlu’nun farklı başkanlık sistemlerinden söz ediyor oluşlarını önemle not
etmeliyiz ancak her ikisinin de neo-liberal devlette ve toplumu yukarıdan
aşağı şer’i hükümlerin öngördüğü üzere belirleme konusunda mutabık olduklarını ise akıldan çıkarmamalıyız.
Erdoğan-Davutoğlu (muhtemel) geriliminin sarkacına kendimizi kaptırmaksızın “parlamenter demokrasi” salt
Louis Bonaparte Fransa’sında değil Saray/AKP Türkiye’sinde de ikirciksiz bir
biçimde savunusu bu neoliberal devlet aygıtının karşısına emeği ile geçinen
yurttaşların “yeni yurttaşlık” bilincini
koyabilme ihtimalini taşımaktadır.
Başta laiklik olmak üzere insanlığın
kazanımlarının savunulması hakların
bütünleşikliği ilkesini bileşik kaplar esasına uygun olarak hukukçuların dünyasından toplumsal mücadeleler alanın
zihni heybesine taşırmakla mümkün
olacaktır.
Saray/AKP’nin başkanlık tartışması
karşısında demokratik hakların savunusunun ancak sosyal hakların kazanılması mücadelesi ile verilebileceğini de
önemle not etmeliyiz.
“Başkanlık” cenderesinde haklar
mücadelesi ancak demokratik hakların
sosyalleşmesi ve ekolojistleşmesi ile bir
hat tutabilecektir.
Neoliberal, hukukun kaynaklarını din
ile tanımlayan ve tekleşmiş (giderek bir
yaf yahut parti devleti) niteliğindeki Yeni
Türkiye’nin bu “yeni devleti” karşısında kahramanlığa hevesi olmayan, sıradan bir yurttaşın -onu salt seçmen yahut kitle(!) olarak görülmediği - bir “direniş mevzisi” olarak kavranması ve inşası
önümüzdeki zor dönemin yaşamsal görevlerin en önemlilerindendir.
dosya
sosyal hukuk 7
Ocak 2016
Sultandan başkana “barınma hakkı”
Bu madde anayasada
durduğu halde Sultan’lar
evlerinden atılmaya
devam etti. Gecekondu
mahalleleri, fabrikalara
işçi üreten koca birer
insan tarlasına dönüşüp,
şehrin ortasında kaldıkça
değerlendiler. Değerlendikçe
de dozerlerle kazınıp bir
adım öteye atıldılar
Akçay Taşçı
Avukat
(Tam 30 yıl önce İstanbul’da)
S
ultan otuzlu yaşlarında 4 çocuk
annesi bir kadın. Kocası ölmüş,
4 çocukla hayatta kalmaya çalışıyor. Sarıyer sırtlarında bir gecekondusu var. Kendi elleriyle yapmış. Evlere temizliğe gidip para kazanıyor, gelip çeşmenin başından su dolduruyor,
çocukların karnını doyurup yatırıyor.
Ertesi gün bir daha… Çocuklardan çok
şikâyetçi, sürekli çokomel istiyorlar, “en
iyisi fakir semtlere reklamları yasaklasınlar” diyor, reklamda görüp istiyorlar çünkü. Tabii o arada birkaç kez gidip
oy kullanıyor Sultan, Muhtara oy veriyor. Sonra bir gün mahalleye birtakım
adamlar geliyor. Mahalledeki arsaların
büyük bir kısmını satın almışlar. Ama
o kısımlar tamamen gecekondularla
dolu. Hemen Muhtarın yanına gidiyorlar, anlatıyorlar durumu. Muhtar bunlara, yakında boğaz köprüsünün (muhtemelen Fatih Sultan Mehmet Köprüsü) yapılacağını, çevre yolunun da
mahallenin kenarından geçeceğini söyleyip avanta pazarlığı yapıyor (dikkatle
izleyiniz: Cumhurbaşkanının Muhtarlar
buluşmaları). Gel zaman git zaman mahalleli teker teker sessiz sedasız boşaltıyor mahalleyi. Üç kuruş para alan tası
tarağı toplayıp gidiyor. Ama hepsinin
ağzı kilit, alışveriş hep muhtarlıkta yapılıyor. Bir gün Sultan eve geliyor ki, polis
çevirmiş etrafı, kepçe yanaşmış evi yıkıyor. Feryat figan ediyor, ellerimle yaptım ben o evi diyor ama ne fayda. Polis
yakalayıp Sultan’ı “biz de emir kuluyuz
bacım” diyor. Sonra bir ara kurtuluyor
Sultan bunların elinden, kazmayı kaptığı gibi vuruyor evinin duvarlarına, ben
yaptım ben yıkarım diyor: Allah belanı
versin Muhtar. Sonra başka bir sırta gidip kazmayı vuruyorlar gene toprağa,
öyle ya “barınmak onların da hakkı”.
Bu hikâyeden yaklaşık 40 sene önce
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, hazırlanan bir metni kabul ediyor: İnsan
Hakları Evrensel Beyannamesi. Beyannamenin 25. maddesi “herkesin, gerek kendisi, gerekse ailesi için, yeterli
beslenme, barınma, sağlık bakımı ve
gerekli toplumsal hizmetler de içinde olmak üzere, esenlik ve gönencini
sağlayacak uygun bir yaşam düzeyine; işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk,
yaşlılık, ya da geçim olanaklarından,
kendi istenci dışında yoksun kalacağı
başka durumlarda, güvenliğe hakkı
vardır.”
Türkiye de bu metne imzasını atıp
söz veriyor: “Sultan’ı kimse evinden
atamaz.” Sonra bu sözünü alıp kendi
anayasasına da yazıyor: “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir”(AY
m.17). Yetmiyor, madde 56: “Herkes,
sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama
hakkına sahiptir.”, 57. maddesinde ise;
“Devlet, şehirlerin özelliklerini ve çevre
şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak
tedbirleri alır, ayrıca toplu konut teşebbüslerini destekler.”
Bu madde anayasada durduğu halde Sultan’lar evlerinden atılmaya devam etti. Gecekondu mahalleleri, fabrikalara işçi üreten koca birer insan tarlasına dönüşüp, şehrin ortasında kaldıkça değerlendiler. Değerlendikçe de
dozerlerle kazınıp bir adım öteye atıldılar. Sultan’ın evi yıkıldığında Başbakan
Özal’dı. O da çok severdi “Başkanlığı”.
Görüldüğü üzere deldiği tek anayasa
maddesi savaşa girme kararına ilişkin
değildi. Anayasada ve taraf olduğumuz
birçok uluslararası sözleşmede “devlet
bireylerin barınma hakkını koruma altına almakla” yükümlüydü.
Bu günlerde yine milyonlarca “Sultan” ülkenin her yerinde Afet Yasası
yoluyla evlerinden edilmeye çalışılıyor. Şehrin ortasında kalıp değerlenmiş neresi varsa “riskli alan” ilan edilip
o riskli alanlarda dev projeler başlatılıyor. Oralardan çıkarılırken milyonlarca
Sultan, Şevket, Nuri, Fatma Abla ve çocuklardan hastanesiz, okulsuz, parksız,
bahçesiz uzak sırtlara sürülürken, bazıları küçük mahalle derneklerinde
toplanarak iptal davala-
rı açıp soruyorlar: bu memlekette hukuk yok mu kardeşim? Sorunun cevabını ise dönemin başbakanı veriyor:
“Dışarıdan bakan “326 milletvekiliniz
var, gene mi bahane?” diyor, ama bu
kuvvetler ayrılığı denilen olay var ya, o
geliyor sizin önünüze bir engel olarak
dikiliyor.”
Şimdi önümüzde bir başkanlık
tartışması var. Kuvvetler Ayrılığı’na
buradan bakan bir siyasetçi “Başkan”
olduğunda Sultan’ın Barınma Hakkı ne
hale gelir dersiniz?
NOT: İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi’nden sonra Ekonomik ve
Toplumsal Haklar Sözleşmesi (1966),
Habitat Toplantısı Sonuç Bildirgesi
(1996), Avrupa Sosyal Şartı gibi birçok
uluslar arası metin, her dünya vatandaşının “huzurlu ve güvenli bir ortamda
barınma hakkı”na sahip olduğuna yer
verdi. Devletler her toplantılarında bu
hakkın varlığını tanıdılar: evet bu hak
var AMA bunu biz sağlayamayız. Çünkü
o kadar insana ev vermek büyük maliyet. Bu yüzden de metinlerde devletlere pozitif yükümlülük getiren ifadeleri
hep engellediler. Barınma Hakkı, kim
tarafından nasıl sağlanacağı meçhul bir
halde, dünyanın en afili metinlerindeki
yerini koruyor.
8
dosya
sosyal hukuk
Ocak 2016
Başkanlık tartışmaları ve LGBTİ
Levent Pişkin
Avukat
1
Kasım seçimlerinden sonra özellikle AKP’li yöneticiler tarafından
‘Yeni Anayasa’ ve ‘Başkanlık Sistemi’ söylemleri yeniden hız kazanmaya
başladı. Yeni Anayasa’nın yapılmasının elzem olduğu toplumun neredeyse
tüm kesimlerince ikrar edilmiş durumda. Ancak Cumhurbaşkanı ve AKP anayasa ihtiyacını sadece başkanlık sistemi
ekseninde tartışıyor.
On yıllara yayılan (yaklaşık iki yüz
yıl) siyasal sistem tartışmasının temelinde başlangıçtan itibaren daha fazla
demokrasi ve özgürlük arayışı yatıyor.
Her ne olursa olsun yeni anayasanın ya
da yapılacak mevcut değişikliklerin bu
arayışa cevap vermesi gereklidir. Zira
darbe anayasasının –yapılan tüm değişikliklere rağmen- ihtiyaca cevap olmadığı ve olamayacağı aşikâr. Bununla beraber, önerilen yönetim sisteminin yani
adını sıkça duyduğumuz üzere başkanlık sisteminin de bunu sağlamayacağını
rahatlıkla söyleyebiliriz.
Öncelikle, yeni anayasa çalışmasında
öncelikli olarak tartışılması ve konuşulması gereken mesele yönetim sistemi
değil, haklar ve özgürlükler olmalıdır.
Bunun gerekliliği her şeyden evvel tarihsel bir arka plana dayanıyor: Devletin karşısında bireyin ve toplumun hak
ve özgürlüklerinin korunması. Bir başka deyişle, anayasa bireysel ve kolektif hak ve özgürlüklerin garanti altına
alınması ve bunlara yönelik tehditlerin
önlemesi ve yöneticilerin bu kurallara
bağlı olması gerektiği için var. Dolayısıyla anayasa yapım ve yazım süreçlerinde hak ve özgürlük cephesini genişletecek adımlar atılmalı ve sürece en
yüksek katılım sağlanmalıdır.
2011’de Anayasa Uzlaşma Komisyonu adı altında başlayan ve uzlaşmamak için her yol denenen ve nihayetinde tarafların masadan kalkmasıyla
sona eren yeni anayasa çalışması yukarıda bahsettiğimiz yolun nasıl olmaması gerektiğine dair önemli bir deneyim
sunarak fikir veriyor. Ancak AKP’nin
‘Türk tipi başkanlık’ dayatması bu yolun alternatifini sadece mücadele ve
direnmeyle, yani etkin bir muhalefetle
mümkün kılacak.
Neden itiraz ediyoruz?
Başkanlık sistemi tartışmalarında,
bu sistemin savunucuları tarafından
en çok vurgulanan husus zayıf icranın
güçlendirilmesi ve siyasi istikrar isteğini ileri sürüyor. Mevcut sorunların çözülememesinin sebebinin zayıf yetkileri olan bir icra kurulu olmasından ve
bürokrasiden kaynaklı olduğunu savunuyorlar. 13 yıldır tek başına iktidarda
olan bir partinin bütün bunları ileri sürmesinin siyasetsizliği ve ikrar niteliği bir
yana dursun biz meseleyi LGBTİ hareketi ve hakları açısından ele alalım:
Başkanlık sistemi LGBTİ’lere yönelik
nefret cinayetlerine engel olabilecek
mi?
Başkanlık sistemi LGBTİ’lere yönelik
sağlık, eğitim ve çalışma hayatındaki
ayrımcılığı ortadan kaldıracak mı?
Başkanlık sistemi yasalarda LGBTİ’ler
aleyhine kullanılan ‘genel ahlak, haysiyet, namus vb.’ kavramları ilga edecek
mi?
Başkanlık sistemi yargının ve kolluk
kuvvetlerinin LGBTİ’lere karşı olan tutumunda bir değişikliğe yol açacak mı?
Bu sorular kuşkusuz çoğaltılabilir.
Ancak ne kadar çok olursa olsun tüm
bu sorulara LGBTİ hareketinin vereceği
cevap tek: Hayır. Zira:
Sebahat Tuncel’in verdiği soru önergesine gelen cevaba göre 2002-2009
yılları arasında 69 trans nefret cinayetine kurban gitti.
Melda Onur’un daha sonradan verdiği soru önergesine gelen cevapta ise
2009-2014 yılları arasında 34 trans nefret cinayeti mağduru oldu.
Transgender Europe’un çalışmasına
göre 2008-2014 yılları arasında öldürülen trans rakamıyla Türkiye 49 ülke arasında dünya dokuzuncusu oldu.
Eldeki kayıtlı verilere göre ise nefret
cinayetlerinde Türkiye Avrupa’da birinci sırada.
AKP’nin 13 yıllık iktidarları boyunca,
resmi verilere göre yüzden fazla trans
nefret cinayetine kurban gitmişken,
LGBTİ’ler yaşamın her alanında ayrımcılığa maruz kalırken, yargı tarafından
varoluşları indirim sebebi, kolluk tarafından cezalandırılma sebebi sayılırken
başkanlık demek hangi sorunu örtecek? Tıpkı toplumun geri kalanının sorunlarına cevap olamayacağı gibi LGBTİ
toplumun sorunlarına da başkanlık sistemi çözüm değil. Sorunların çözümü
ve demokratikleşme için daha çok hak
ve daha çok özgürlük gerekli.
Bütün bunların yanında LGBTİ hareketi asla tek başına kendi özgürleşmesini değil, toplumsal bir özgürleşmenin
imkânlarını aramış ve bu yönde hareket etmiştir. Dolayısıyla kolektif haklar
alanını genişletmek bir tarafa dursun
demokratik gelişime engel olacak olan
yönetim biçimlerine kuşkusuz karşı çıkacaktır.
Yönetimin gittikçe otoriter bir hal kazandığı, bunun muhafazakârlaşmayla
paralel seyrettiği bu sebeplerin top-
lumsal tezahürleri -tarihten de bildiğimiz- üzere ilk olarak LGBTİ’leri etkiledi/
etkileyecek. Bütün bunları bilerek otoriter bir yönetime LGBTİ hareketinin
mesafeli ve dahi direngen duracağı izaha muhtaç değildir.
Kaldı ki 2011’deki eşitlik maddesine cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğinin
eklenmesi tartışmalarında AKP’nin aldığı tutum LGBTİ’lerin belleğinde tazeliğini koruyor.
Yeni anayasa ve diğer pek çok yasal
düzenlemeye dair hedefler hususunda
LGBTİ hareketinin 2002 yılında çıkardığı ‘Eşcinseller Ne İstiyor?’ başlıklı strateji metninden1 çok uzağa gidemedik.
En azından yasal alanda deyim yerindeyse bir arpa boyu yol dahi alınamadı.
LGBTİ varoluşunun mücrimleştirilmesi bir devlet politikası olarak devam ediyor. 2015 yılında 13’üncü
kez yapacağımız Onur Yürüyüşü’ne
saldırılması bu politikanın ve artan
muhafazakârlaşmanın bir sonucu ve
parçası. Bu şartlarda LGBTİ hareketi
açısından tartışılması gereken başkanlık sistemi değil özgürleşme imkânları
ile yasal ve anayasal anlamdaki kazanımlardır.
İş cinayetlerinde dünya sıralamasında ikinci, cinsiyet eşitliğinde son yirmide, demokrasi, adalet ve özgürlük en-
AKP’nin 13 yıllık iktidarları
boyunca, resmi verilere
göre yüzden fazla trans
nefret cinayetine kurban
gitmişken, LGBTİ’ler yaşamın
her alanında ayrımcılığa
maruz kalırken, yargı
tarafından varoluşları indirim
sebebi, kolluk tarafından
cezalandırılma sebebi
sayılırken başkanlık demek
hangi sorunu örtecek?
deksinde ise son sıralara yerleşen bir
ülkenin temel sorununun yönetim sistemi olmadığı açıktır. Kürt sorununa,
kadın, nefret ve iş cinayetlerine, inanç
temelli sorunlara, yargıya ve daha sayabileceğimiz onlarca temel konuya
çözüm ancak özgürlük ve hak alanının
genişletilmesi, sosyal devletin güçlendirilmesi ve demokrasiye ivme kazandırılmasıyla mümkün olacaktır, daha
fazla baskıyla değil.
1
http://www.kaosgl.com/sayfa.php?id=798
dosya
sosyal hukuk 9
Ocak 2016
Ekoloji bunun neresinde?
Melda Onur
CHP 24. Dönem İstanbul Milletvekili
P
“
eki bölünmek kötü bir şey mi
sizce?”
Benimle, son dönemde çokça söz edilen “özyönetim” hakkında
röportaj yapmaya gelen sevgili muhabir arkadaşım samimiyetle sormuştu bu soruyu. Zira Jiyana Ekolojik için
yaptığı röportajın başında “Özyönetim
kelimesini yeni duymuyoruz. Kürtlerin icat ettiği bir şey değil. Ben ilk kez
‘özyönetim’ kelimesini Siyasal Bilimler
Fakültesi’nde okurken Siyasal Sistemler dersinde Yugoslavya Modeli’ni
okurken duymuştum” diye
başlamıştım.
Elimdeki
Özyönetim isimli kitabımla ona sayfalardan çeşitli cümleler okudum. İlgiyle
dinledi. Bunun üzerine Tito’nun ortaya koyduğu
ancak artık var olmayan Yugoslavya modelinin nasıl bölünerek etnik
dini savaşlara sahne olduğu ve bugün
yeni ülkeler ortaya çıktığına kadar geldik sohbette. “İnsanlar bu yüzden Yugoslavya örneğini veriyor, bölünürüz
endişesi yaşıyor” diye devam ediyordum. Ardından gelecek soruya aslında
insiyaki olarak çanak tuttum. Çünkü ağzımdan şöyle bir yorum çıktı:
“Tabii bilemiyoruz, Yugoslavlar bö-
lündükten mutlu oldular mı, olmadılar mı? Farklı duygular var.” Aslında bu
sözlerim biraz da sesli düşüncelerimdi.
Soru hemen geldi ve diyalog şöyle gelişti:
Peki bölünmek kötü bir şey mi sizce?
Yani bir halkın kendi geleceğini kendi
tayin etmek istemesi o kadar kötü mü?
Halkın tamamı bunu istiyor mu? Bir
de bölüneceği ülke ile bağları ne kadar
kuvvetli ona bakmak lazım. Bugün bölünme nasıl olacak. Birçoğunun batıda
işi gücü var, evlilikler var, dışarıda yaşayanlar ve orada yaşayıp bölünmek is-
“Türkiye tipi başkanlık
modeli”. Tercümesi: Oyunu
ben kuracağım. Senin
taşını da ben yürütürüm.
Senin zarını da ben atarım;
istediğim zarlar gelene kadar
atmaya devam ederim.
Kızma Birader!
temeyenler var. Bütün bunlar sorunsuz
bir bölünmeye götürür mü?
Aslında siz ekolojiye inanan birsiniz.
Ben biyoloji öğretmeniyim aynı zamanda. Hücreler bölünerek çoğalırlar ve
bu çok sağlıklıdır. Çok daha sağlıklı bir
bünye olur. Yaşamak için gereklidir
Doğrusu bu tanımlama benim gibi
doğal döngüye inanmış biri için çok çekiciydi. Haklılık payı çok yüksekti. Kendi
yorumumla sürdürdüm.
Doğru, fakat tam da senin dediğin
gibi, bu hücreler bir bünyeyi bir bedeni
oluşturur. Bence o beden Türkiye ise, o
beden içerisinde sağlıklı bölünmelerin
olması güzel. Bunu da Yerel Yönetimlerin Özerkliği olarak görürsek, karar
almada ne kadar çok yerel birim katılımcı olur ise, vücudun işleyişi o kadar
sağlıklı olur. Ama farklı yapıda ve vücudun işleyişine uyum sağlamayan hücrelerin çoğalması, sağlıklı bedenin hastalanmasına neden olur ve burada bir
bacak, bir kol, bir organ kaybedilebilir.
Bölünme bu olmamalı. Tabii burada o
hücreleri hasta edenin beyin olduğunu
belirtelim.
İnsan bedeni ile ülke arasındaki bu
benzeşme üzerine konuştuk. Bunları
aktarmayacağım. Zira biyoloji bilgisi ve
yönetim şekilleri arasındaki bağı anlatan daha detaylı bir yazıyı kendisinden
bekleyerek, daha yüzeysel benzetmelerle yazıma biraz tat ve renk katmayı
istiyorum.
Kızma birader
Başkanlık Rejimi tartışmaları bu ülke
gündemini Özallı yıllardan beri hiç terketmedi. Birçok alanda bağımlı olduğumuz ABD’de yıllarını geçirmiş ve bu ülkenin dünyaya empoze ettiği sistemini
benimsemiş bir siyasetçi olarak Turgut
Özal, DPT kökenli olmasına rağmen,
kamu bürokrasisini ABD’de yetişmiş
prenslerine emanet etmeyi tercih etmişti. Prenseler diyorum, zira “Özal’ın
Prensleri” ifadesi o yıllarda birileri tarafından ortaya atıldı. Özal yaşam tarzı
olarak, şimdikilere göre daha liberal bir
muhafazakârdı ve prens lafına bir tepki
göstermedi. Bugünküler prens demeyi
kendilerine hakaret addedebilir ve yerine “şehzadeler” kelimesini koyabilirler. Konumuz bu değil, geçelim.
Başkanlık sistemini en çok “Latin
Amerika’da Askeri Diktatörlükler” konulu tezimi yazarken okumak ve irdelemek zorunda kaldım. 1800’lerdeki
bağımsızlık mücadelelerinin doğasından gelen bir siyasi ortamla, bu ülkeler
Başkanlık sistemini benimsiyor. Zira İspanya, Portekiz gibi uluslararası sömürgeci ülkelerden bağımsızlık elde edilirken hep bir ulusal kahraman ve tabii bir
de Kuzeyde Amerika Birleşik Devletleri
örneği var. Ancak ne hikmetse ABD’de
yerleşen ve dünyayı yöneten Başkanlık modeli, neredeyse 100 yıla yakın
bir süre Latin Amerika ülkelerine dirlik
vermiyor. Darbeler, diktatörlükler, faili
meçhuller, evlatlarını arayan anneler
Latin Amerika ülkelerinin yakın tarihinin acıları.
Amerikalar’ın Kuzeyinde ve Güneyinde gelişen Başkanlık modellerinden
Türkiye’nin hangisine benzeyeceğine
dair bir kuşkumuz var mı? Yok. Daha da
fenası “Türkiye tipi başkanlık modeli”.
Tercümesi: Oyunu ben kuracağım. Se-
dosya
hukuk
10 sosyal
Ocak 2016
nin taşını da ben yürütürüm. Senin zarını da ben atarım; istediğim zarlar gelene kadar atmaya devam ederim. Kızma Birader!
Ekoloji, Başkanlık veya diğerleri
Peki “ekoloji başkanlığın neresine
düşüyor usta” sorusunu sorarsanız, aslında ekoloji herhangi mevcut bir siyasete tekabül etmiyor. Yerinden yönetimin esasını teşkil ediyor. Ama bu haliyle her sisteme uyarlanabilir mi? Evet.
Esas olan ilkeleri koymaktır. Ekolojik Anayasa ile bunu talep ettik. Ekolojik Anayasa Girişimi olarak 2011 yılında ilkelerini koyduğumuz Ekolojik
Anayasa’yı, Anayasa Uzlaşma Komisyonuna anlattık. Bu sayede
kamuoyu da duydu. Neydi bir
anayasayı ekolojik yapan ilkeler?
Başlangıç ilkesi şuydu: Bu Anayasa, dünyayı gelecek kuşaklardan emanet aldığı bilinciyle doğayla uyum içinde yaşamaya söz veren Türkiye vatandaşları tarafından yazılmıştır. Burada
“emanet” vurgusu var ve buna itiraz
eden hiçbir siyasetçi olmadı.
Cumhuriyetin nitelikleri için “Türkiye Cumhuriyeti’nin, doğanın ve onun
bir parçası olan insanın haklarına saygılı bir hukuk devleti olduğu” yönünde
tanımlama yapılmasını istemiştik.
Peki ya konvansiyonel anayasalarda
hukukta “kaynak” olarak tanımlanan
doğal varlıklar? Onu da şöyle tanımlıyorduk:
“Su, hava, genler, tohum ve doğanın
diğer unsurları doğal varlıktır, kaynak
olarak nitelendirilemez. Bu varlıklar
doğanın bir parçası ve onlara bağlı yaşayan tüm canlıların ortak kullanımında olmalıdır. Doğal varlıklar mülkiyete
tabi olmamalı, kendileri veya genetik
bilgileri hiç bir şekilde patentlenememeli ve kamusal kullanımları ekolojik
dengeler öncelikli tutularak güvence
altına alınmalıdır.”
Geleneklerin, dilsel ve kültürel çeşitliliğin, biyolojik çeşitliliğin algısı ve
yaşatılmasındaki rolünü de dikkate
alarak, “geleneklerin farklı dillerin ve
kültürlerin korunması ve kendini gerçekleştirme ve geliştirme hakkı anayasal güvence altına alınmalıdır” demiştik.
Bu doğal varlıkların kullanımında
koruma dengesi ve ihtiyatlılık ilkesi olmazsa olmazlarımızdı. Kamu yararı ise
emanetçilik anlayışıyla tüm canlıların
haklarının korunması ve ekolojik dengenin devam etmesi sağlanacak şekilde yorumlanıyordu.
Koruma – Kullanma rolleri
Şimdi bu ilkeleri koyduğunuzda
ve doğru işletebildiğinizde hangi sistemle yönetildiğiniz çok da önemli
olmayabilir. Burada “yönetme” ifade-
sini kullanmak da sıkıntılı. Daha doğru ifadesi “doğal akışı denetlemek”
olabilir belki. Bu doğal akışın, daha
somut ifadeyle koruma – kullanma
dengesinin denetlenmesi olacak ise,
bugün mevcut olan klasik siyasal yapıların tersine çevrilmesini gerektirir.
Eskilerin ifadesiyle gerçek manada
ayakların baş, başların ayak olması
gerekir.
Peki “ekoloji başkanlığın
neresine düşüyor usta”
sorusunu sorarsanız,
aslında ekoloji herhangi
mevcut bir siyasete tekabül
etmiyor. Yerinden yönetimin
esasını teşkil ediyor. Ama
bu haliyle her sisteme
uyarlanabilir mi? Evet
Bugün, egemenliği ve onun doğal
kaynağı olduğunu düşündüğü tüm
varlıkların esas kullanıcılarının Başkan, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar değil; o sistemin en küçük birimlerinin, hücrelerinin olması gerekir. Koruma, denetleme görevinin
ise “yönetici olarak seçilenler” tarafından yapılması gerekir. Oysa bugün ekolojik toplumlara bakıldığında
egemenlerin hoyrat kullanımına karşı, “koruyucular” bu yerel, küçük yapılar olarak karşımıza çıkıyor. Mahalleler, köyler, köylüler, kadınlar... Peki
bu kaynakları hoyratça kullanan küçük yapılar yok mu? Var elbet. Ama
bu güdümlü kullanım, doğal döngünün bir parçası değil; egemenliği ve
kaynak kullanım hakkını elinde tutanların, güç ve şiddetle kendilerine
gönüllü ya da gönülsüz işbirlikçiler
devşirmesi ile oluyor.
Sözün özü: Ekolojinin özü, canlıyı
var eden hücreden yola çıkarsak; bölünme, parçalanma, küçülme güzeldir.
Ancak bu bölünmüş hücreler bir uyum
içerisinde hareket ederlerse yaşam devam eder. Bu hücreler içerisinde hastalanmaya yol açmamak için hücrenin doğasını bozmamak gerekir. Çünkü hücreler farklı ama uyum içindedir;
farklılık sağlıklıdır. Farklılaşma ise biyolojide sağlıksızdır. Ama her bir farklı
hücreyi aynı hassasiyetle korumak gerekir; bu da beynin görevidir. Hücreler
ise yaşamak için “kullanıcıdırlar”. Bunun aksi, organ kayıpları ve bütünün
bozulmasıdır.
Son söz: “Peki sağlıklı bölünmüş
hücreler tamam, peki ya vücut neden
Türkiye olsun?” sorusunu sorabilirsiniz: Haklısınız. Aslında devletler, sınırlar olmasın; Vücut dünya olsun derim.
Dünya gelecek tarihinde birgün mutlaka olacaktır.
Yaşam alanlarını “kalkınmaya”
karşı koruma ya da
Uyuşmazlık hakkı
üzerine bir not
Zülfiye Yılmaz
İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Öğretim Görevlisi
1
“
9. yüzyıl uygarlığı sona erdi.”
İlk baskısı 1944 yılında yapılan
Büyük Dönüşüm1 bu cümleyle
başlar. Karl Polanyi’ye göre, 19. yüzyıl uygarlığının üzerinde yükseldiği en
önemli yapı kendi kurallarına göre işleyen piyasa (“self-regulating market”)
olgusuydu. Aynı piyasa olgusu Polanyi
için söz konusu uygarlığın çöküşünün
de sebebiydi. Piyasa sistemi varlığını
sürdüremezdi; çünkü ne özgürlükler
ne de barış bu sistemde kurumsallaşabilmek için kendine yer bulabiliyordu. Bir “siyasi proje”2 olarak özerk piyasa düşüncesi ancak bu mitosa inanan bir piyasa toplumunda var olabilirdi. Bu siyasi projenin düzenleyici ilkesi
ise ekonomik liberalizmdir. Buna göre,
serbest piyasa sisteminin kurulması ve
devamlılığı için piyasa aktörleri tarafından sürekli denetlenen bir müdahale-
cilik ve yasama faaliyetinin sürekli artışı gereklidir. Yasama düzenlemelerinin
hayata geçirilmesi adına örgütlenecek
donanımlı bir yürütme kuvvetine olan
ihtiyaç ise yadsınamaz. Piyasa ekonomisinin yerleştirilmesi adına idarenin
şiddet, baskı, zorlama içerikli eylemlerinde artış bu dönemin önemli karakteristiğidir. Zira piyasanın kurulması ve
özerkliğinin sağlanması için piyasanın
kendisi dışında hiçbir müdahale söz
konusu olmamalıdır. Devletten bu dönemde beklenen-Gramsci’nin terimleriyle ifade etmeye çalışırsak- sahip
olduğu hegemonya araçlarıyla, hakim
sınıfın ekonomik, ideolojik ve kültürel
söylemlerini yayan eğitici(educator)
rolünü layıkıyla yerine getirmesidir.
Kendiliğinden ilerlemeye duyulan
sonsuz, sorgusuz inanç, her ne pahasına olursa olsun gerçekleşecek soyut bir
ekonomik gelişmenin sistemin krizlerini çözeceği ön kabulünü de beraberinde getirir. Polanyi’nin deyimiyle “iblis
fabrikanın” çarklarında yitip giden çiftçi ve işçiler, aynı zamanda toprak çe-
dosya
virme hareketleriyle evlerinden, yurtlarından hatta manzara ve mevsimlerden
sürülseler de, bu, nihai olarak piyasanın
vadettiği kalkınmaya katkı sağlayacağından razı olunması gereken bir aşamaya
tekabül eder. Arendt’in Birinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan göçmen grupları için kullandığı tabirle toplum, “yeryüzünün posası”3 muamelesi görse de, bu
yeniden inşa sürecinin “kalkınmacı” sonuçlarını görmek üzere, ihtiyaçlarından,
özgürlüklerinden ve eşitlikten mahrum
bırakılmayı göğüslemek durumundadır.
Oysa bu mümkün değildir. Sistem bir
kurgunun üzerinde yükseldiğinden, mitosun çökmesi an meselesidir. Çünkü piyasa düzeninin toplumsal
sürdürülebilirliği yoktur.
30 Mart 2014 yerel seçimlerinden
bu yana gerek yerel yönetimler, gerekse merkezi idare
tarafından daha çok dillendirilen katılım ve müzakere
söylemlerinin yarattığı iyimser dalgadan hepimiz haberdarız. 5393 sayılı
Belediye Kanunu, 6360 sayılı Büyükşehir Yasası, 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu, 5449 sayılı Kalkınma Ajanslarının Kuruluş ve Görevleri
Hakkında Kanun ve dahası “paydaş katılımı” olarak adlandırılan süreçleri, kamu
hizmeti sunumu ve kalkınma politikalarına içkin, esaslı bir yöntem olarak sunmaktadır. Bu bağlamda, kent konseylerinin kuruluş ve işlemesinde, belediye
bütçelerine esas oluşturan stratejik plan
ve performans programlarının kaleme
alınmasında, bölgesel ve hatta ulusal
kalkınma planlarının oluşturulmasında, ortaya çıkan nihai kararların katılımcı yöntemlerle hazırlandığı her politika
belgesinde bulabileceğiniz ortak sonuçtur. 2014-2018 yılları arasını kapsayan
Onuncu Kalkınma Planında 66 kez anılan
katılım kelimesi yerelden ulusala doğru
bir perspektifte; kadınlar, gençler, çocuklar, engelliler, yoksullar, işsizler ve dahasının katılımını, hak ve yaşam standartlarının belirlendiği politikaların merkezine
yerleştirmiştir. Sistemin onlara atfettiği
sıfat ise paydaştır ve yapmaları beklenen sürece katılmaktır. Bununla birlikte, Rousseau’nun genel irade söylemine
rahmet okuturcasına, tiranik bir meşruiyet zeminine gönderme yapan “milli
irade” mottosu üzerinden hareket eden
bir rejimin, katılımcı demokrasi söyleminin samimiyetine inanmakta güçlük çekmek, akıl dışı bir eylem olarak adlandırılamaz sanırım.
Ulusal düzeydeki bu söylemin, son 10
yıldır hız kazanan yerelleşme söylemine
de sirayet ettiğini belirtmek gerekir. Kürt
meselesinin çözümünde bir yöntem olarak gösterilen yerele yetki devrinin, aynı
zamanda metropolleşme ve bölgeselleşme eğilimleri ile birlikte, ancak merkezden desteklenen kapitalist kalkınmacı bir bakış açısıyla uygulamasının top-
sosyal hukuk 11
Ocak 2016
lumca kabulü halinde işlev göreceğini ve
destekleneceğini söylemek yanlış olmaz.
Katılım ise bu noktada, yatıştırıcı bir
araç olarak, ancak hegemonik meşruiyet üretimine katkı sunduğu sürece makul ve makbuldür. İstanbul Büyükşehir
Belediyesi’nin 2015-2019 yılları arası politika hedeflerini somutlaştıran stratejik
planını gözden geçirme imkânınız oldu
mu bilmiyorum. Katılım söyleminin yatıştırıcı işlevine verilebilecek nitelikli bir
örnektir bu belge. Buna göre; yürütmeyi planladığı 807 süreçle ilgili olarak 423
çalıştay yapan Belediye, bu toplantılarda
959 kişi ile buluşmuştur. İç ve dış pay-
biçimini belirleyen ekonomik aktörlere
tanıması, baştan bu yana vurguladığımız
piyasacı tahakküm düzenine eklemlenme hedefinin göstergesi olarak alınabilir.
Demokrasi söylemi ise bu noktada, ikincil ve afaki; fakat işleyiş mantığına uyum
sağladığı sürece müzakere edilebilir ve
alkışlanabilir bir yönetim biçimini simgelemektedir.
Sosyal devletin gerilemesi ile birlikte,
merkezi idarenin kamu hizmetleri alanından açık ya da zımni bir şekilde çekilmesi ve yerel yönetimlerin sınırlı kaynaklarla farklı hizmet alanlarında görev
üstlenmesi/ üstlenmek zorunda kalma-
Uzlaşma yerine uyuşmazlık, şiddet ve korkudan
beslenen plebisiter seçimler sonrasında teslimiyeti
değil; en basit tanımıyla baskı ya da zorlama
karşısında, bireylerin ifade ve eyleme özgürlüklerinin
devlete ve aynı zamanda meslek kuruluşları ve yerel
yönetimlere karşı korunmasını da ifade eder
daşlarına, toplamda 39 çeşit olmak üzere 342 anket göndermiş ve bu anketlerin
201’ine cevap almıştır. Katılım oranı ise
%58,77 ile 2010-2014 arası planda ulaşılan %35,36’lık orana göre “demokratik katılımcı” yönteme ulaşma olarak tanımlanmaktadır. Fakat asıl çarpıcı ayrıntı,
paydaşların tanımıdır. 13 Ağustos 2014
tarihinde yaptığımız bilgi edinme başvurusuna verilen cevaba göre paydaşlar şunlardır: “İBB ile ilişkili olan kamu
kurumları/kuruluşları, üniversiteler, sivil
toplum kuruluşları ve özel sektör dikkate
alınmıştır. Özel sektör grubunda yer alan
tedarikçi tespiti yapılırken müdürlüklerden en çok iş yaptıkları yüklenici firma
isimleri alınmıştır.”
15 milyon civarı nüfusu olan bir şehir, bir metropol olan İstanbul’da ulaşım, sağlık, konut alanlarından kentsel
düzenlemelere kadar birçok alanda yetkili ve görevli kılınan ve seçimle göreve
gelen bir yönetim birimi olan belediyenin, katılımda önceliği hizmetten yararlananlara değil de; hizmetin yürütülüş
sı, ulusal düzeydeki demokrasi krizinin
yerele taşınmasını da zorunlu olarak beraberinde getirmektedir. Bu dönemde,
yerinden yönetim kavramı hiç duymadığımız kadar gündemimize yerleşmiştir.
Bununla birlikte, merkezin idari vesayeti ile çevrili, merkezi politikaların yerelde üretimi araçlarına dönüştüğü sürece el üstünde tutulan yerel yönetimler,
merkezle çatıştığı noktada ise merkezin
idari vesayeti aşan müdahalesi ve hatta
güvenlik söyleminin hedefi haline gelebilmektedir.
Hukuk doktrininde oldukça tartışmalı
bir kurum olan kanun hükmünde kararname rejiminin, anayasal sınırları dahi
aşındırmak suretiyle yarattığı Çevre ve
Şehircilik Bakanlığının üstlendiği misyon
bahsettiğimiz müdahale yöntemine iyi
bir örnektir. 5 Ekim 2013’te Urfa’da yapılan Kent Konseyleri Birliği toplantısında,
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanının,
“yıkarak güzelleştirme hedefi” için ihdas
ettik dediği Çevre Bakanlığı yasal ve anayasal süreçlerin izin vermediği her ka-
musal alana müdahale edebilme yetkisi
ile donatılmış, ayrıcalıklı bir merkezi idare birimidir. Bu nedenle, Bakanlık’ın geçtiğimiz günlerde basına yansıyan Kadıköy rıhtıma selatin cami yapılması projesi ve bunun gerekçesi olarak da Avrupa
yakasındaki bu türden cami sayılarıyla
bir dengenin kurulması gerekliliği açıklamasını bildiğimiz yerinden yönetim ve
kamu yararı gerekleri, devletin inanan
ve inanmayanlar karşısındaki objektif
tutumunu güvenceleyen laiklik ilkesi ışığında yorumlamaya çalışmak, beyhude
bir hukuki çabadan ibarettir. Zira yeni rejimde hukuk, önceki döneme göre daha
çok işlevsel ve Polanyi’nin bizi uyardığı şekliyle piyasa düzeninin
gerektirdiği dönüşüme
hizmet etmeye daha
çok elverişli olmalıdır.
Katılımcı diskurun her seferinde
vurguladığı “ortak akıl”
kavramının işlevi, var olan muhalefeti yatıştırmak ve çoğunlukçu
politikalar içerisinde erimesini sağlamaktan öteye geçmediğinde, Polanyi’nin
insanın yaşam alanını “kalkınmaya”
karşı”(“habitus versus improvement”)
koruma çabası olarak tabir ettiği karşı
hareketin söylemi ne olmalıdır? Yöntemi
ve aktörleri tartışmaya açık olsa da, kendimizi yersiz yurtsuz hissettiğimiz bugünlerde, Polanyi’nin, bir toplumun ne
kadar özgür olduğunun simgesi olarak
işaret ettiği uyuşmazlık hakkı (“the right
to nonconformity”) üzerinde düşünelim ve ısrar edelim derim ben. Uzlaşma
yerine uyuşmazlık, şiddet ve korkudan
beslenen plebisiter seçimler sonrasında
teslimiyeti değil; en basit tanımıyla baskı ya da zorlama karşısında, bireylerin
ifade ve eyleme özgürlüklerinin devlete
ve aynı zamanda meslek kuruluşları ve
yerel yönetimlere karşı korunmasını da
ifade eder. Dolayısıyla bu hak, kendisini
temsil etme konusunda yetkilendirdiği;
fakat iktidarının meşruiyet temeli sorgulanan seçilmiş ya da atanmış tüm yöneticilere karşı toplumun direnme hakkını
temsil eder. Bu hukuki-siyasi tablodan
payımıza düşen razı olmak olmadığına
göre, yaşam alanlarımızı korumak üzere
ortaya koyduğumuz her tavır, demokratik düzenlerde kabul edilen muhalefet
etme hakkı olacaktır. Bahsedilen yeni
rejimin demokrasi ile asıl imtihanı, buradan başlamaktadır.
1 Karl Polanyi, The Great Transformation: The
Political and Economic Origins of Our Times,
Boston: Beacon Press, 2001.
2 Ayşe Buğra, “Polanyi’nin Çifte Hareket Kavramı
ve Günümüz Piyasa Toplumunda Siyaset”, 21. Yüzyılda Karl Polanyi’yi Okumak: Bir Siyasi Proje Olarak
Piyasa Ekonomisi, Der. Ayşe Buğra- Kaan Ağırtan, 1.
Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2009.
3 Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları/2:
Emperyalizm, Çev. Bahadır Sina Şener, 2. Baskı,
İstanbul: İletişim Yayınları, 2009.
dosya
hukuk
12 sosyal
Ocak 2016
Bilme hakkımız üzerine
Tora Pekin
Avukat
İ
fade özgürlüğü, Türkiye’de hiç bitmeyen bir tartışma, Erdoğan/AKP iktidarına özgü değil. Sınırlar kimi zaman biraz genişler, ardından yine daralır, nitekim reformlar da hiç bitmez. Zira
aslolan devletin yurttaşlarına gerçek
bir ifade özgürlüğünü asla tanımayacak
bir iradeyi ayakta tutmasıdır. Bugün ise
Erdoğan/AKP iktidarının kurumsallaştığı bir dönemde bu iradenin yine vites
yükselttiğini görüyoruz. Üstelik bu kez
müdahaleler sadece yasama-yürütmeyargı üçlüsünden gelmiyor; gazetelerin
basıldığı, gazetecilerin hedef gösterilip, sonra da dövüldüğü bir evredeyiz.
Toplumsal olayların izlenmesi sırasında, hele de Kürt muhalefeti söz konusuysa, gazetecilerin güvenlik güçlerince doğrudan hedef alınması bu evrenin karakteristik özelliklerinden biri. Bir
diğeri, iktidarı kişiliğinde cisimleştiren
Erdoğan’a yönelik eleştirilerin gördüğü
muamele. Sayıları binlerle ifade edilen
ceza soruşturmasına, akıl almaz biçimde tutuklama kararları eşlik ediyor. Beğenmediğimiz Anayasa’ya da, yasalara
da sığmayan bu tutuklamalar, yargının
vardığı dip noktayı gösteriyor. Terörle
Mücadele Kanunu “kılıcı”, iktidara dokunan her konuda kolayca alınan yayın
yasakları, İnternet medyasına yönelik
“site kapatma” ve erişim engellemesi
kararları ise kanıksanmış durumda. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM),
Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay’dan
gelen kimi iyi kararlar, bir an nefes aldırsa da etki doğurmaktan uzak. Gücü
elinde bulunduranlar, bildiklerini okumayı sürdürüyorlar. Çok açık; bilgi ve
özgür düşünce hala çok tehlikeli! Hele
ki saklayacak şeyiniz çoksa. Ama bizim
için de bu saklananlara erişmek ya da
eriştiklerimizi yaymak ve eleştirmek bir
hak. Medeni olduğunu varsaydığımız
ülkelerde başka türlüsü mümkün değil.
Çoğu zaman kağıt üzerinde kalsa da bizim de böyle bir iddiamız var. Mesela
iç hukukumuzun bir parçası niteliğini
kazanmış Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi tam da bunu güvence altına alıyor. AİHM’in yorumu sıkı bir özet niteliğinde: “İfade özgürlüğü, demokratik toplumun esaslı temellerinden biri
olup, demokratik toplumun ilerlemesi
ve her bir bireyin kendini geliştirmesinin temel şartlarından birini oluşturur.
İfade özgürlüğü, sadece lehte olduğu
kabul edilen veya zararsız veya ilgilenmeye değmez görülen ‘haber’ ve ‘düşünceler’ için değil, ama aleyhte olan,
şok eden ve rahatsız eden haber ve
düşünceler için de uygulanır. Bunlar
çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleridir; bunlar olmaksızın demokratik toplum olmaz.” (VogtAlmanya kararı)
Bugün Türkiye’nin
demokratik bir toplumu ne oranda,
ne kadar istediği ayrı
bir tartışma konusu. Ama
mevcut iktidarın bunu hiç istemediğini biliyoruz. Can Dündar ve Erdem Gül soruşturması bu durumun veciz
bir örneği. Ortada iki tane haber dışında
hiçbir delil olmamasına rağmen, casusluk ve terör örgütüne yardım suçlamasına maruz kalan ve bu nedenle tutuklanan iki gazeteci var. Söz konusu haberler,
doğrudan hükümetin sorumlu olduğu,
hem ulusal hem uluslararası hukuka aykırı eylemleri yani bu iktidarın suçlarını açık
ediyor: İç savaş yaşayan bir ülkeye, istihbarat teşkilatı aracılığıyla silah ve mühimmat taşınmış. Haber doğru mu? Doğru.
Gazetecilerin yaptığı bu doğru haberi kamuoyuna duyurmaktan, yani işlerini yapmaktan ibaret. Peki ortada casusluğa ya
da terör örgütüne yardıma yorulacak en
ufak bir emare var mı? Hayır. Aksine bu
suçlamaları yönelttikleri adamları bırakmışlar, onlar da 6 ay gazete yapmayı sürdürmüşler.
Öyleyse, soru son derece basit: Bu
gazetecilerin bu haberleri yayımlama
hakkı ve bizim de bunlara ulaşma hakkımız var mı, yok mu? Kağıt üzerinde
olduğu açık ama “Bunu yanına bırakmam” diyen Erdoğan ile savcı/yargıçlarına göre yok. Tutuklama için 7 Haziran
seçimlerini, o olmayınca 1 Kasım’ı bek-
Bugün Türkiye’nin
demokratik bir toplumu ne
oranda, ne kadar istediği
ayrı bir tartışma konusu.
Ama mevcut iktidarın bunu
hiç istemediğini biliyoruz.
Can Dündar ve Erdem Gül
soruşturması bu durumun
veciz bir örneği
lemesinden pek de kendine güveni olmadığını anladığımız bir yapı; % 49.5’la
rahatlamış görünüyor. O yapıya ilişkin
bir parantez açmanın tam zamanı:
Aslında bu filmi izleyeli sadece birkaç sene oldu. Halen sürmekte olan
“OdaTV Davası”nda, gazeteciler sadece
yazdıklarından ve hatta henüz yayımlamamış oldukları çalışmalarından dolayı tutuklandılar. O zaman da iktidar da
Erdoğan/AKP vardı, ama yalnız değildi,
Cemaat ile birlikteydiler. Bugün “kanun kaçağı” olarak kim bilir hangi ülkede fink atan sabık savcı Zekeriya Öz’ün
sözleri tutuklamalara ilişkin resmi görüşü özetliyordu:
“Yürütülmekte olan soruşturma, bir
kısım basın mensubunun gazetecilik
görevleri, yazdıkları, yazacakları yazılar,
kitapları ve ileri sürdükleri görüşlerle ilgili olmayıp “Ergenekon” terör örgütü
soruşturması kapsamında elde edilen
ve soruşturmanın gizliliği nedeniyle bu
aşamada açıklanması mümkün bulunmayan bir kısım delillerin değerlendi-
dosya
rilmesi sonucu yapılması zorunlu hale
gelen hukuksal bir işlemdir.”
Sonra ortaklık bozuldu, birbirlerine
düştüler. İktidarda kalmayı başaran taraf, öbürünü terörist ilan etti. Gazeteciler de yattıklarıyla kalıp tahliye edildiler. O arada Ahmet Şık ve Nedim
Şener’in bu tutuklamalar nedeniyle
güvenlik ve özgürlük hakları ile ifade
özgürlüklerinin ihlal edildiği AİHM tarafından tespit edildi.
Bugün geldiğimiz noktada ise; terörle suçlasalar da yöntem olarak
dönemin Cemaatçi savcılarından el aldığını gözlemlediğimiz savcılar var. İstanbul’un
başsavcısı Hadi Salihoğlu, Dündar ve
Gül’ün tutuklanmalarının ardından adeta Zekeriya
Öz’e nazire yapıyordu:
“Dündar ve Gül, FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü›ne Üye Olmadan Bilerek ve
İsteyerek Yardım Etmek, Devletin ulusal Ya da Uluslararası Yararları Bakımından Niteliği İtibariyle Gizli Kalması Gereken Bilgileri Siyasal Veya Askeri Casusluk Maksadıyla Temin Etmek ve Devletin
Güvenliğine İlişkin Gizli Kalması Gereken
Bilgileri Casusluk Maksadıyla Açıklama
suçlarını işledikleri gerekçesiyle (…) tutuklanmışlardır. Soruşturmanın anayasal
teminat altında bulunan ‘Basın Özgürlüğü’ ile hiçbir ilgisi bulunmayıp kişi hak ve
hürriyetlerini ihlal edecek hiçbir tavır içerisine girilmemiştir. Şüpheliler gözaltına
alınmaksızın telefonla aranmak suretiyle
Cumhuriyet Başsavcılığımıza davet edilmişlerdir.”
Yine sadece yazdıklarından dolayı teröre yardım etmekle suçlanan, tutuklanan, temel hak ve
özgürlükleri çiğnenen gazeteciler var. Yine bunun tam tersini, kimsenin gazetecilikten
tutuklanmadığını ileri süren
savcılar var. Yine bu tutuklanmaları kendi lehine zanneden, ifade özgürlüğünden ölesiye korkan bir iktidar var. Yine tam da bu
nedenle bilgiye ulaşma hakkından gittikçe mahrum bırakılan
bir toplum var. Ama
hayır artık cemaatçiler yok, tüm sorumluluk Erdoğan/AKP iktidarında ve haklarını teslim edelim sabahın
kö r ü n de ev
baskınları yerine de telefonla
davet var.
Evet,
Türkiye’nin
bundan sonraki ifade
özgürlüğü rejimini belir-
sosyal hukuk 13
Ocak 2016
leyecek yapı bu. Bu yapıyı tanıyor, neyi,
nasıl, niçin yapacağını biliyoruz. Mesele, buna karşı bizim ne yapacağımızda.
Türkiye’de, yaşam ve işkence görmeme2 hakları başta olmak üzere insanca
yaşamaya dair pek çok hakkın sistemli
biçimde ihlal edilmesi nedeniyle; kimi
zaman ifade özgürlüğü lüks gibi görünüyor. Halbuki bahsedilen hakları aramamızın en önemli aracı ifade özgürlüğü ve onun bir parçası olan basın-yayın
özgürlüğü. İfade özgürlüğü ile “bilme
Öyleyse, soru son derece
basit: Bu gazetecilerin bu
haberleri yayımlama hakkı
ve bizim de bunlara ulaşma
hakkımız var mı, yok mu?
hakkımız” giderek yurttaş olarak “bilme sorumluluğumuz” bir bütün. İktidarın tehdit ettiği, susturduğu, hapsettiği her bilgi, her görüş; birey olarak
kendimizi oluşturma ve seçim yapma
hakkımıza bir müdahale. Susmamak
yetmiyor, susmayanların da sesi olmak
gerekiyor. İktidarın konuşulmamasını
istediği her konuyu daha çok konuşmakla işe başlayabiliriz.
Cumhuriyet 10.11.2015, Selin Ongun’un Prof.
Ersin Kalaycıoğlu ile söyleşisi bu kurumsallaşmaya dair önemli bilgiler içeriyor.
2
İşkence yok diyenlere; biber gazı, plastik mermi, ters kelepçe nedir diye soralım.
1
Kadın ve iktidar
Eylem Kılıç
Stajyer Avukat
Y
eni Türkiye’nin kadına ve kadının toplumdaki algısına yön
verme çalışmaları erken dönemde başlamıştır. Yıllar geçtikçe uçmayı hayal eden kadın iktidarın Yeni
Türkiye söylemi ile birlikte kendini,
nasıl yaşaması gerektiğinin başkaları tarafından sorgulandığı bir ortamda bulmuştur. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde hak, hukuk denilince zihinlerde boşluklar oluşmaktadır.
Oluşan boşluklar söz konusu kadın
hakları olunca en üst noktalara varabilmekte ve haklar konusunda verilecek refleksleri aleyhe etkilemektedir.
Kadının bir adı olsun diye uzun yıllar
mücadele verilen ülkelerde iktidarın kendi algısıyla ‘ kadın hakları’ diyerek yeniden yaptığı her düzenleme
öncelikle zaten var olan eril söylemin
güçlenmesine katkı sağlamaktadır. Bu
durum yalnızca kadının sosyal alanda
ikinci planda konumlanması
tehlikesini doğurmamaktadır. Bunun toplumsal
algıda kabul görülmesini
de meşrulaştırmaktadır.
İktidarın tüm aygıtlarını
kullanarak toplumu ikna
etmeye çalıştığı söylemlerde kadının yeri gelenekselleşmiş zihniyeti canlandırmaktadır.
Bu ortam kadın üzerind e
baskı ortamı kurarak kadının var olan veya kazanılmış haklarını yasal olarak
ortadan kaldırmasa dahi fiili
olarak kaldırmaya çalışmaktadır.
Bu durumun en somut
örneği; 1983 yılında çıkarılan Rahim Tahliyesi
ve Sterilizasyon Hizmetlerinin Yürütülmesi ve
Denetlenmesine İlişkin
Tüzük ile kürtaj hakkının
sınırlarının hukuki olarak
belirlendiği, 10 haftaya kadar kadının herhangi bir şart
aranmadan kendi inisiyatifi
ile karar verdiği kürtaj hakkı-
dır. Bu hakkı çeşitli gerekçelerle hukuki olarak yasaklanmasa da fiili olarak
yasaklanmış durumdadır. 2012 yılından itibaren kadınların kendi bedenleri ile ilgili tasarrufları hakkında iktidar sahiplerinin söz söylemeye başladığı daha sonrasında ise fiili olarak
bu tasarrufların sınırlandırıldığı görülmektedir. Bunun doğal sonucu olarak
kadınlar benim bedenim, benim kararım şiarıyla yola çıkarken devlet otoritesini elinde bulunduranlar absürt
tavırlarla bu konu hakkında söz söyleme hakkını kendilerinde görmüş,
toplumsal düzlemde kadının haklarını kontrol etme, baskı altına alma cüretinde bulunmuşlardır. Değişen toplumsal figürlerden kadınlar nasibini
almaya başlamışlardır. Eğitimin imam
hatipleştirilmesi, bu imam hatipleştirme güzellemesi gibi durumlar yeni
düzende kadın modelini belirlemek
yönünde atılan adımlardır. Toplumsal dönüşüm o kadar hızlı olmaktadır
ki ailelerden kız ve erkek çocuklarının
beraber okumaması yönünde talepler
gelmeye başlamıştır. Eğitimin imam
hatipleştirilmeye çalışılıp, birçok okulda bu yönde dönüşümler olması yalnızca siyasi erk sahiplerinin diledikleri
düzene ulaşma çabalarıdır. İdeolojik
çarpıtma aba altından sopa göstermek olarak değerlendirilebilir.
AKP her dönemeçte daha da gericileşmektedir. Kadın için yeni roller
belirlemekte, kadını hapsettiği düzlemde çoğunluğun onayladığı davranışları benimsemesi yönünde baskılar
yapmaktadır. Kadın cinayetlerindeki
kaçınılmaz artışlar bu durumun göz
ardı edilemez sonucudur ve sorumlusu bizzat dayatan iktidardır. Yaptırımların caydırıcı olmaması ve erkeğe
kadın üzerinde tahakküm kurma hakkını veren iktidar algılarla oynamaktadır. Şöyle ki kadının nasıl davranması,
nasıl giyinmesi, kahkahalarla gülmemesi, hamileyken sokağa çıkmaması
ve hatta çalışmaması yönünde direktifler vermektedir. Bu gibi durumların sonucunda toplumsal yeni düzen
kadınlar üzerinde baskı aracı olarak
kendini göstermektedir. Bu minvalde
karşı çıkanlar huzur bozucu olarak addedilip, cadı avının tekrar başlamasını
akıllara getirmektedir.
dosya
hukuk
14 sosyal
Ocak 2016
Barış hakkı ve barışa karşı suç
Fikret İlkiz
Avukat
6
7’nci yılında yeniden insan haklarının temeli olan İnsan Hakları
Evrensel Bildirisinin temelini oluşturan savaşa karşı barış fikrinin ve insan
haklarının tarihsel geçmişindeki bir kilometre taşına değinmek gerekiyor.
II Dünya savaşının dünya üzerindeki
şiddet ve yıkımı sürerken ABD Başkanı
Franklin D. Roosevelt 6 Ocak 1941 tarihinde Kongreye hitaben “Dört Özgürlük
Üzerine” bir konuşma yapmış ve şunları
söylemişti:
“ Tehlikelerden korunmaya çaba harcadığımız önümüzdeki günler için, dört
temel insan özgürlüğü üzerine kurulu bir
dünya bulacağımızı umuyoruz.
İlki, dünyanın her yerinde, konuşma
ve ifade özgürlüğüdür.
İkincisi, dünyanın her yerinde, her kişinin Tanrısı’na kendi istediği biçimde tapınma özgürlüğüdür.
Üçüncüsü, dünyanın her yerinde, yoksulluktan kurtulma özgürlüğüdür ki bu,
her ulusa kendi vatandaşları için sağlıklı
bir barışçıl yaşamı temin edecek ekonomik yakınlaşmanın kurulması anlamına
gelir.
Dördüncüsü, dünyanın herhangi
bir yerinde, korkudan kurtulma
özgürlüğüdür ki bu, hiçbir ulusun herhangi bir komşusuna
karşı fiziksel saldırı
eylemi gerçekleştirmek durumunda
olamayacağı bir noktaya
ve davranış aşamasına gelene
dek sürecek dünya çapında etkin ve
tam bir silahsızlanma anlamına gelir.”
Bu sözleri akılda tutmak ve unutmamak gerekiyor.
Yaşanılan I. ve II. Dünya savaşlarına
neden olan siyasal iktidarların savaş istekleri yüzünden bireyler kan, gözyaşı
ve zulüm yaşamışlardır. Savaşlarda yaşanan acılar tekrarlanmasın umuduyla
temel hak ve özgürlüklerin ulusal üstü
korunması fikri haklı bir zemin kazandı.
Giderek insan hakları ile barış arasındaki
karşılıklı etkileşim barışın hak olarak tanınmasına neden olmuştur. Barış hakkı
ile diğer insan hakları arasında var olan
koparılmaz bağ nedeniyle, her türlü baskı ve yıldırma eylemi, ayrımcılık, sömürü
ve diğer kitlesel ve ağır insan hakkı ihlalleri aynı zamanda ve doğrudan doğruya
barışı tehdit eder.
Bu tehditlerin ortadan kaldırılması
amacıyla dayanışma hakları çerçevesinde yer alan barış hakkı, bir insan hakkıdır. Bireyseldir ama aynı zamanda kolek-
tif bir haktır. Barış hakkı, barışa yönelik
ilerlemelerin engellenmemesidir. Devletlerin negatif yükümlülükleri yanında
pozitif yükümlülüğü ise yerel, ulusal ve
uluslar arası düzlemde barışın sağlanması ve korunması için önlemler alınması ve
bunların desteklenmesidir.
Halkların kutsal bir barış hakkına sahip oldukları, BM Genel Kurulunun
12.11.1984 tarih ve 39/11 sayılı kararı ile
kabul edilen Halkların Barış Hakkı Bildirisinde resmi olarak ilan edilmiştir.
Bu Bildiride halkların barış hakkını korumanın ve bunun uygulanmasını geliştirmenin ve teşvik etmenin her Devletin
temel yükümlülüğü olduğu ilan edilmiştir. BM şartına yapılan atıfla halkların barış hakkını kullanmalarını temin etmek
lanılmaya başlanmıştır. Uluslararası Kızıl Haç Örgütü’nün tartışmalı tanımına
göre; silahlı çatışma iki devlet arasında
gerçekleşip, silahlı kuvvetler mensuplarının müdahalesine yol açan bir görüş ayrılığıdır. 1949 yılında kabul edilen Cenevre
Sözleşmelerinden başlayarak kabul edilen uluslararası sözleşmelerle önce savaşa karşı olmak, sonra savaş içinde hukuk
yoluyla insanların imhasını ve ölümlerini
bir nebze olsun durdurmak için çok çaba
sarf edilmiştir.
Savaş hukuku insan haklarını koruyabilir mi? Soruyu daha acımasızca soralım, işi öldürmek olan askerleri savaşırken ve savaşmayan bireyleri, savaşta koruyan bir hukuk var mıdır?
Türkiye’nin “silahlı çatışma” yoluyla sorunu çözmek yerine
barışçıl yöntemleri benimseyen bir ülke olmalıdır.
Barış hakkını tanımak her devlet için olduğu gibi bizim
içinde Roma Statüsü’ne taraf olmaktan geçer
için savaş tehdidinin ortadan kaldırılmasına çaba göstermeyi yükümlülük kabul
etmesi gereken Devletler kendi aralarındaki ilişkilerde güç kullanmayacaklar
ve uyuşmazlıkları barışçıl yollarla çözümü kavuşturacaklardır. Böylece Bildiriyle
Devletlere hem ulusal ve hem uluslararası düzeyde uygun önlemleri almak suretiyle halkların barış hakkının uygulanmasına yardımcı olmak üzere ellerinden
gelenin en iyisini yapmaları için çağrıda
bulunulmuştur.1
Bir yanda barış öte yanda savaş…
Savaş, “Devletlerarasındaki ve belirli
bir yoğunluktaki silahlı çatışmalar veya
silahlı güç kullanılması vasıtasıyla diğerlerine karşı üstünlük sağlanması” olarak
tanımlanabilir.
Savaş hukuku, savaşan devletlerin
kendi aralarındaki ve diğer devletlerle
aralarındaki hukuksal etkilerini ele alan
silahlı çatışma kurallarının bütünüdür.2
Savaş yerine, “silahlı çatışma” terimi kul-
Vardır ve insancıl hukuk olarak anılmaktadır. 1949 Cenevre Sözleşmelerinin
kabulünden sonra “silahlı çatışmalara”
ilişkin uluslararası kuralları yanında bireylerin korunması için uluslararası insancıl hukuk(internatiolan humanitarian
law) ortaya çıkmıştır.
Savaş hukuku ile ortaya çıkan “insancıl hukuk” savaşa karışmayan ya da savaşı bırakan insanları korumaya dönük kuralların hukukudur. Ne kadar tuhaftır ki,
savaş çıkmadan veya savaş hukuku uygulanmadan insanları korumaya dönük bir
mekanizma için barış hakkını savunmak
ve barışı istemekten başka çare yok.
Eğer savaş çıkarsa; insancıl hukuk uygulanabilir. Yani, insancıl hukukun uygulanabilmesi silahlı çatışmanın varlığına
bağlıdır.
İnsancıl hukuk ise kuvvet kullanımı ve
çatışmalar başladığı zaman, bunun ne
şekilde yürütülmesi gerektiğine ilişkin
kuralları düzenler. Günümüzdeki kavram
karışıklığı içinde “savaş hukuku” (law of
war), “silahlı çatışma hukuku” (law of
armed conflict) ve “insancıl hukuk” (humanitarian law) terimleri aynı anlama
gelecek biçimde kullanılıyor.
İnsancıl hukuk; “savaş veya silahlı çatışma durumlarının etkilerini sınırlandırmak amacıyla insanlara (çarpışan
ve siviller) yapılması gerekli olan asgari davranış ve yardıma dair kurallar bütününü içeren” hukuk dalıdır.3 Kızıl Haç
Komitesi’nin tanımına göre, uluslararası
veya uluslararası olmayan silahlı çatışmalardan kaynaklanan insancıl sorunların çözümüne yönelik anlaşma ya da örf,
adet ile öngörülmüş kuralların bütünü
insancıl hukuktur.
İnsancıl hukuk, silahlı kuvvet kullanımının haklı ya da meşru olup olmadığı ile
ilgilenmez. O halde kuvvet kullanımının
meşru olup olmadığına kim karar verecektir?
Uluslararası hukukta kuvvete başvurma hakkı için Birleşmiş Milletler Şartı ve
ilkelerine ihtiyaç vardır. Hangi devlet tarafından kuvvete başvurulursa, ihlal edilmemesi gereken “insancıl hukuk” kurallarıdır. Bu hukukun uygulanma alanı silahlı çatışma çıkarma hakkı veya kuvvete
başvurma hakkına sahip olunmasından
bağımsızdır. Silahlı çatışmanın var olduğu her savaşta “insancıl hukuk” uygulanacaktır.
Bir bakıma silahlı çatışmanın
“meşruiyetini” sorgulamayan ve savaşan devletler hangileri olursa olsun, ölümleri,
insan hakkı ihlallerini, insanların kitlesel
imhasını, kan ve gözyaşlarını, çekilen eziyetleri biraz olsun azaltabilmek için ve özellikle de
“sivillerin korunmasına” yönelik hukuk,
insancıl hukuktur.
Savaşlarda işlenen “suçlar” için yeni
tanımlara ihtiyaç duyulmuştur.
Soykırım (jenoside), insanlığa karşı
suçlar, savaş suçları, saldırı (saldırgan savaş) suçu ya da barışa karşı suç, uluslararası suç tipleridir. Askeri çatışmalarda savaş hukuku kurallarını, insancıl hukuk kuralların ihlal
eden “fail” ister asker, ister sivil olsun,
uluslararası hukuk kurallarının ağır ihlalini gerçekleştirdiği için “savaş suçu” işlemiş olur ve savaş suçlusu olarak cezalandırılır. Bu suçun ötesinde asıl olan barışa
karşı suç işlememek ve yargılanmamaktır. Barışı korumak için barışa karşı suç işlememek esastır.
Uluslararası Ceza Divanı (UCM) en ağır
olan bu suç tiplerinin faillerini yargılamakla görevli uluslararası bir yargı organı
olarak kabul edilmiştir. Kuruluş statüsü,
1998 yılında Roma’da yapılan uluslara-
dosya
rası bir konferans sonunda kabul edilmiş
ve 1 Temmuz 2002’de yürürlüğe girmiştir. 15 Kasım 2008 tarihi itibariyle 108
devlet Roma Statüsüne taraftır. Türkiye,
Roma Statüsü’ne taraf değildir ve konferansta çekimser oy kullanmıştır.
Türkiye UCD’ye taraf olacağını sürekli ifade etmektedir. Hatta 7.5.2004 kabul
tarihli 5170 sayılı kanunla değişik Anayasanın 38 inci maddesinin son fıkrasında “Uluslararası Ceza Divanına taraf
olmanın gerektirdiği yükümlülükler hariç olmak üzere vatandaş, suç sebebiyle
yabancı ülkeye verilemez” düzenlemesi
bile yer almıştır.
Türkiye devlet olarak devletlerarasındaki dostane ilişkileri olumsuz etkileyecek uyuşmazlıklardan kaçınmalı, BM
Şartı amaç ve ilkelerine uygun şekilde
ve iyi niyetle hareket etmelidir. Savaş istememelidir, savaş isteyen devletlerden
hiçbiri ile “ittifak” arayışına girmemelidir.
Uluslararası barış ve güvenliğin korunması ve sürdürülmesine katkıda bulunmalıdır. Devletler barış ve iyi komşuluk
ilişkileri içinde birlikte yaşayacaklardır.
Kısacası Türkiye Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 15.11.1982 tarihli
37/10 sayılı kararıyla kabul ettiği “Uluslararası Uyuşmazlıkların Barışçıl Çözümü Manila Bildirisi” kurallarına uygun
davranmalıdır.
Türkiye ayrıca 08.09.2000 tarihli Birleşmiş Milletler Bin Yıl Bildirisi’nde vurgulanan uyuşmazlıkların barışçıl yollarla
ve adalet ve uluslar arası hukuk ilkelerine uygun olarak çözümündeki ilkeleri dış
politikasında yaşama geçirmelidir.
Savaş istenmez, karşı olunur. Uluslararası barışı, adaleti ve güvenliği hiçbir
devlet ve Türkiye tehlikeye atmamalıdır.
Bir gün tarafı olduğunuz savaş yüzünden; eğer insanlığa karşı suç, savaş suçu,
saldırı (saldırgan savaş) suçu ya da barışa
karşı suç işleyen devletlerden biri olursanız, yargılanabilirsiniz. Türkiye’nin “silahlı çatışma” yoluyla
sorunu çözmek yerine barışçıl yöntemleri benimseyen bir ülke olmalıdır. Barış
hakkını tanımak her devlet için olduğu
gibi bizim içinde Roma Statüsü’ne taraf
olmaktan geçer. Böylece Uluslararası
Ceza Divanı’nın (UCD) yargılama yetkisini tanımış oluruz. Yıllardır söz verdiğimiz gibi Türkiye
Roma Statüsü’ne taraf olmalıdır. Böylece uluslararası sorumluluklarını üstlenmiş bir devlet olarak “silahlı saldırganlık müdahalesinin” hukuken meşru olmadığını içselleştirmiş bir devlet olarak
barışı ve barış hakkını korumuş olur; bir
gün uluslararası bir suçun faili olarak yargılansa bile…
1 Gemalmaz, Semih. Ulusalüstü İnsan Hakları
Hukuku Genel Teorisine Giriş. İst.2010 Legal .7
Bası sy 1445 ve vd
2 Tezcan, Erdem, Önok. Uluslararası Ceza Hukuku. Seçkin. 2009. sf 565 ve diğerleri
3 Age, sy 559 Dip notu. Tütüncü, Ayşe Nur, İnsancıl hukuka Giriş, İst, 2006,s1. sosyal hukuk 15
Ocak 2016
Yeni şehircilik yeni Türkiye
Deniz Özen
Avukat
D
ev bir şantiyenin içinde yaşıyoruz. Hem fiziken, hem siyaseten, hem de hukuken.
Erdoğan’ın “Yeni Türkiye”sinin yolu;
vurulan “düşman” uçakları, tutuklanan gazeteciler, başı sonu olmayan
sokağa çıkma yasakları ve buzdolabında saklanmak zorunda kalınan çocuk
cenazeleri kadar, bu siyasal “inşaatın”
finansman kaynağı olan yeni bir şehircilik anlayışından da geçiyor.
Öyle bir şehircilik düşünün ki; yeşil
alanlar, yapılaşmaya açılması unutulmuş boş arsalar olarak değerlendirilsin.
Öyle bir şehircilik düşünün ki; imar
uygulamaları, yoksul kent nüfusunun
merkezden çepere sürgün edilmesinin
yasal zeminini oluştursun.
Ve öyle bir şehircilik düşünün ki; bu
şehirciliğin bakanı, koca dünyada en
çok beton mikserinin sesini sevsin.
Bu uğurda; ekolojik risklerin tümüyle hiçe sayıldığı, 50 bin insanın
hayatını doğrudan tehdit eden deprem gerçeğinin inşaat sektörünün
canlı tutulması için bir bahane olarak
kullanıldığı, kâr hırsı ile öldürülen işçilerin bedenleri üzerinde yükselen
“lüks konutlar”ın kentin orta yerinde
neo-liberalizmin zafer anıtları gibi birer birer dikildiği dev bir şantiyenin
içinde bulduk kendimizi. Yoksul halkı
şehir merkezlerinden ‘temizle’, kamusal alanları alışveriş merkezlerine
dönüştür, “krizi fırsata çevir”.
Karşınızda “Yeni Türkiye!”
AKP iktidarının seleflerinden devraldığı ve kutsal bir mirasmışçasına
yücelttiği talana dayalı ekonomi politikası, bugün gündelik hayatın dahi
her anında karşımıza çıkan ve yaşam
hakkımıza pervasızca saldıran bir tehdit unsuru haline gelmiş durumda. Bu
vahşi saldırıyı görmek için, Gezi Parkı,
3. Köprü, 3. Havalimanı, Sulukule, Tarlabaşı, Ayazma, Yenikapı gibi akla ilk
gelen birkaç örneği sıralamak yeterli.
Sayılan tüm bu yerlerde ve nicelerinde inşaat şirketleri, yaşamı savunan
herkese karşı çevik kuvvet bekçiliğinde toprağı deşmeye devam ediyor.
5366 sayılı Yıpranan Tarihi
ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların
Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak
Kullanılması Hakkında Kanun ile “6306
sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” gibi
sıkıyönetim nizamnameleriyle yurttaşlar ya zorla yerlerinden ediliyor ya
da devletin bir verdiği yerde iki veren
sonra da yirmiye satan çantacı “yatırımcıların” insafına terkediliyor.
İktidarın Topçu Kışlası ısrarında
Yoksul halkı şehir
merkezlerinden ‘temizle’,
kamusal alanları alışveriş
merkezlerine dönüştür,
“krizi fırsata çevir”
simgeleşen “rant için beton” şiarı,
ülkenin doğallığını koruyabilmiş
her bölgesinde kendini gösteriyor.
Derelere
hidroelektrik
santral,
zeytinliğe termik santral, denize dolgu
alanı, parka AVM, ormana karayolu,
yaylaya yeşil yol yapmayı kendine
görev edinmiş bu iktidarın hizmet
aşkı, çok şükür ki son bulmuyor.
Kah, “şehrin merkezinde ama
şehrin gürültüsünden uzak” bir
Hyde Park - Validebağ hayaliyle çıkıyor karşımıza, kah İstanbul’u boydan
boya yaran Kanal İstanbul ile... Bazen Şişli’de bir gökdelen oluyor, bazense Fındıklı parkının orta yerinde
bir metro istasyonu.
Tahmin edileceği üzere, bu yeni şehircilik anlayışında, imar planları da
usulen yerine getirilmesi gereken bir
prosedür olmaktan öteye gidemiyor.
Bütüncül planlamanın yerini “proje”
aldığında, tek bir parsel için on yılda
beş ayrı plan değişikliği yapılabiliyor.
Buradan
bakınca,
manzara oldukça net. “Çılgın projeyi”
Küçükçekmece’de aramaya gerek
yok. Çılgın proje, bu yeni şehircilik
anlayışının ta kendisidir.
Ötesi, sözünü ettiğimiz “inşa”
sürecinden hiç şüphesiz, “bağımsız
yargı” da nasibini alıyor. Fransız Danıştay’ına göre “tıpkı bir ceza davasındaki savcı gibi ‘kamunun menfaatini
savunan bir rol oynayan idari hâkim”,
3. Köprü ile ilgili imar planının iptaline
karar verirse sürülüyor.
Ya da şehircilik ilkeleri, planlama
esasları ve evrensel hukuk ilkeleri tabir yerinde ise bizzat mahkeme karar-
larıyla tepetaklak ediliyor.
Örneğin, İstanbul 1.
İdare Mahkemesi,
Taksim
Meydanı
Yayalaştırma
Projesine İlişkin
1/5000 ölçekli Koruma Amaçlı Nazım İmar
Planı ile 1/1000 ölçekli Uygulama İmar Planı Değişikliği’nin iptali
istemiyle görülen davada, “...Taksim
Gezi Parkı üzerinde Topçu Kışlasının
yeniden inşasına olanak tanıyan avan
projenin uygun bulunmasına ilişkin
27.02.2013 gün ve 139 sayılı Kültür
ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek
Kurulu kararının iptali istemiyle açılan davanın sonucunun beklenmesine...” karar verebiliyor. Yalın ifadesi
ile; planlanan bölgede ne kadar yeşil
alan, ne kadar konut, ne kadar eğitim alanı, ne kadar hastane olacağı
gibi arazi kullanım kararlarını belirleyen imar planlarının iptaline ilişkin
açılan bir davanın incelenebilmesi
için, “Topçu Kışlası’nın ‘ihya edilebilir
bir kültür varlığı’ olup olmadığının”
karara bağlanması bekleniyor. İşin
ilginci, bunun adına “idare hukuku”
deniyor.
Hal böyle olunca Türkiye’de idari yargılama, gerekçesiz ret kararlarından ve mahkeme kararlarını dahi
uygulamayan kamu görevlileri hakkında verilen “...soruşturma izni verilmemesine...” kararlarından ibaret kalıyor. Tabii “İstanbul’un Kadir
Abisi” ile “memleketin fiili reisi” de
yine o bilindik cümleyi tekrarlıyor:
“Yargının verdiği kararlara uymak
zorundayız.”
Kuşkusuz tüm bunlar, inşa edilen
yeni rejimin memleketin her alanına
ne şekilde nüfuz ettiğini gözler önüne seriyor. Bu halde “kentler kimindir” sorusu, cevabını hep birlikte vermemiz gereken bir soru olarak karşımızda beliriyor. Kentler kimindir?
Yurttaşların mı, “yatırımcıların” mı?
dosya
hukuk
16 sosyal
Ocak 2016
Bir sosyal hak olarak sağlık hakkı
Sidar Batun
Doktor
S
ağlığın bir olgu olarak ele alınışında da, toplumsal bir hizmet
olarak örgütlenişinde de –çok
ciddi sonuçları olan- yaklaşım ve uygulama hatalarının olduğu bir dönemden
geçiyoruz. Daha geniş bir çerçevede bu
kötüye gidişin arka planını insanı önemsemesini doğası gereği beklemediğimiz
kapitalizmin sağlığa geç kalmış entegrasyonu üzerinden değerlendirebiliriz.
Ancak içinden geçmekte olduğumuz
dönem itibariyle genel olarak toplumsal ilişkilerin, özel olarak da devletin organizasyonunun etkisine dair bir değinme yapmak anlamlı duruyor.
Konuyu ele alırken iki ayrı perspektiften bakılabilir: İlki insanı bir bütün
halinde ve sosyal/sivilize bir hayvan
olarak ele alma ve halk sağlığı önceliklerine odaklanma, ikincisi ise işleyişin
bilimsel/rasyonel gerçekler üzerine kurulması. Yüzlerce yıllık birikimin üzerine
yapılan çok önemli ve hem bireylerin,
hem de halkın sağlığını ileriye taşıyan
tartışmalar var bu alanlarda. Memleketimizde ise tümü hiçe sayılarak yönetsel
üstünlükler fiili belirleyici haline gelmiş
durumda. Sağlık çalışanlarının özlük
hakları, hasta hakları, sağlık hizmetlerine coğrafi ulaşım imkânı, sağlığın bir
sosyal hak olarak ücretsiz ve engelsiz
sağlanması, toplum sağlığının korunması ve geliştirilmesi vb. bir dizi konunun bugünü ve yarını uzmanlarca yapılması gereken tartışmalar ve ihtiyaç duyulan fikir alışverişleri atlanarak hukuki
ve idari kurumların eline teslim ediliyor.
Bazı örneklere bakalım:
“Domuz kanı var”, “Aşılar güvensiz”,
“Hastalıklara neden oluyor” gibi gerekçelerle çocuklarına zorunlu aşı yaptırmak istemeyen anne ve babaların sayısının artması üzerine bir tartışma başladı ve konu yargıya taşındı. Sonraki gelişmeler ise şöyle:
-T.C. YARGITAY 2.Hukuk Dairesi
04.05.2015 tarihli kararında “…..Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi
çocukla ilgili her türlü kararlarda onun
üstün yararının esas olduğunu öngörmektedir. Diğer yandan Türk Medeni
Kanunu da yukarıdaki uluslararası sözleşme hükümlerine paralel olarak ana
ve babanın velayetleri altındaki çocukların bakım, bedensel, zihinsel, ruhsal
ve toplumsal gelişmeleri konusunda
onların menfaatini göz önünde tutarak,
gerekli kararları alacaklarını ve uygulayacaklarını kabul etmiştir (TMK. md
339/1, 340/1).
Somut olayda çocuğa uygulanacak
aşının, gelecekteki hastalıklardan çocuğu birey olarak korumak ve toplum
sağlığı açısından gerekli olan Sağlık Bakanlığınca belirlenen “genişletilmiş bağışıklık programı” uyarınca yapılması
zorunlu aşılardan olduğu görülmektedir. Böyle bir durumda çocuğun yasal
temsilcileri uygulanacak aşı ile ilgili olarak aydınlatıldıkları halde, hiçbir haklı
gerekçe ileri sürmeksizin buna rıza göstermiyorlarsa çocuğun menfaatine aykırı olan bu tavra hukuki sonuç bağlanamaz. Diğer bir ifadeyle ana ve babanın
rıza göstermemeleri çocuğun üstün yararına açıkça aykırı ise rıza aranmaz.” di-
yerek aşı yaptırmama talebini reddetti.
Bunun üzerine konunun taşındığı Anayasa Mahkemesi ise anne-baba rızası
olmadan çocuğa zorunlu aşı yaptırılmasının Anayasa’nın “kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı”nı düzenleyen 17’nci ve “temel hak ve hürriyetlerin ancak kanunla sınırlanabileceğine”
ilişkin 13’üncü maddesine aykırı bularak çocuğuna aşı yaptırmamak isteyen
ebeveynler için ilke niteliğinde bir ihlal
kararı verdi.
Bu kararın ardından gazetecilerin sorusu üzerine Sağlık Bakanı
Müezzinoğlu,”Bireyin hakkı toplumun
haklarını, sağlıklı geleceğini bozuyorsa
burada karar toplumu ve diğer bireyleri koruma yönünde olacaktır. Anayasa Mahkemesi keşke bilim kurumlarının
görüşünü alarak karar verseydi. Birey
hakları önemli ama toplumun hakları
onun önünde” diye konuştu.
-Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi
Üyesi Profesör Nilay Etiler ise AYM kararı ile ilgili, “Aşılama, bireysel bir durum değil, bir toplumda bir hastalığın
kontrol altına alınması o hastalığın salgınlarının olmaması hatta o hastalığın
kökünün tamamen kazınabilmesi için
toplumda yaygın bir şekilde aşı yapmak
lazım. Bu bireysel bir anne babanın kararı değildir. Kişilerin bilgisinin olmadığı
alanlarda toplum sağlığını etkileyen bir
müdahale anlamına geliyor” dedi.
Aşıların, halkın sağlığını korumak
için geliştirilmiş en önemli bilimsel kazanımların başında geldiğini ifade eden
halk sağlığı uzmanı Doç. Dr. İlker Belek
de şöyle konuştu: “Aşı, ilgili olduğu hastalıktan, yalnızca aşılanan çocuğu ko-
rumaz. Toplumsal bağışıklık dediğimiz
bir mekanizma üzerinden aşılanmamış
çocukları da korur. Ama bunun tersi de
doğrudur. Çocuklarını aşılatmayan ebeveynler yalnızca kendi çocuklarını değil,
toplumsal bağışıklık düzeyinin düşmesine katkıda bulunmuş olacakları için, bütün çocukların sağlığını tehlikeye atmış
olurlar. Toplumsal bağışıklık hastalığın
salgın yapmasının önlenmesi için çocukların en az yüzde 80’inin o hastalığa
karşı aşıyla bağışık kılınmaları gerektiğini tanımlayan kavramdır. Bağışıklık oranı yüzde 80’in altına düştüğünde, birkaç sene içerisinde, aşılanmış çocukları bile kapsayabilecek salgınların ortaya
çıkması kaçınılmaz olur. Anlaşıldığı gibi
çocuğu aşılatmak, yalnızca bireysel sağlıkla ilgili, kendine yönelik değil toplumsal bir sorumluluktur.”
Dr. Kamil Furtun 29 Mayıs 2015’de
Samsun’da görevi başında silahlı saldırıda öldürüldü. Sağlık çalışanlarına mesleki pratiklerinden doğan sebeplerle ve/
veya mesleklerini icra sırasında uygulanan şiddetin hızla artmasından, bu konuda söylenen ve yapılanların ikiyüzlü
olmasından dolayı TTB, SES Samsun Şubesi, Dev-Sağlık İş Genel Merkezi, Hemşireler Derneği 24.11.2015 tarihinde bir
basın açıklaması düzenlemiştir. Bu basın
açıklamasında şöyle denilmiştir:
“Bu kişinin (Dr. Kamil Furtun’u öldüren zanlı) hakkında cinayet öncesinde
pek çok şikâyet olduğunu, tutanaklar
tutulduğunu geçen duruşmada burada
yaptığımız açıklamada dile getirmiştik.
Buna rağmen yetkililer hakkında bugüne kadar idari bir yaptırımda bulunulmamış aksine, Kamil Furtun cinayeti
dosya
hakkındaki ihmallerin ortaya çıkarılmasını sağlayan belgeleri sızdırdıkları gerekçesi ile sağlık çalışanları hakkında disiplin soruşturması açılmıştır.”
İroninin katlanılması mümkün olmayan noktaya gelmesi ise basın açıklamasına vesile olan davanın 2. duruşması öncesinde, “belge sızdıranlar”
hakkındaki soruşturmanın başlaması
sonrasında Dr. Aynur Dağdemir’in öldürülmesi ile oluyor. Hastane personeli bir kadının şiddet görmesini engellemeye çalışırken yine bir kadın sağlık
çalışanı katlediliyor, öldürenleri şikâyet
ettiklerini söyleyenlerin soruşturulduğu
memleketimizde…
Dönemin Başbakanı Recep Tayyip
Erdoğan tarafından “fukaranın hayali”
diye lanse ettiği kamu-özel ortaklığı ile
kurulacak şehir hastanelerinde yaşanan
gelişmeler ise şöyle:
TBMM’de çıkarılan yasa sonrası Sağlık Bakanlığı bünyesinde bir birim oluşturuldu ve ihaleler yapıldı.
Sonrasında TTB tarafından açılan
davada Danıştay 13. Daire Başkanlığı Ankara-Etlik, Ankara-Bilkent ve Elazığ ihalelerinin yürütmesinin durdurulmasına oybirliğiyle, 3359 Sayılı Yasanın Ek/7. Maddesinin son fıkrasının
ise Anayasa’nın 2 ve 7 maddelerine
aykırı görülmesi nedeniyle yürütmesinin durdurulması talebiyle Anayasa
Mahkemesi’ne itiraz yoluyla başvuru
yapılmasına oy çokluğuyla karar verdi.
Kararın gerekçesindeki ifadeler de oldukça çarpıcı: “İptali istenen kuralda ise,
…ancak bu maddede öngörülen hususlar
hakkında Kanun›da yeterli belirleme yapılıp, sınır çizilmeden yasamaya ait olan
asli düzenleme yetkisini yürütmeye devri
niteliğinde olacak şekilde yürütmeye sınırsız bir alanda ilk elden düzenleme yetkisi tanınmıştır. …Bu nedenle, anılan düzenleme, Anayasa’nın 2. ve 7.maddelerine aykırı olan bir düzenlemedir”
“…dava konusu ihaleye ait Genel
Şartnamenin “Proje” başlıklı 1.2. maddesinde, idare tarafından, Ankara Etlik
Entegre Sağlık Kampüsü içerisine taşınacak mevcut sağlık tesislerinin üzerinde bulunduğu taşınmazların da yükleniciye “tıbbi hizmetler dışındaki alanlar”
kapsamında bırakılacağına ilişkin düzenlemeye yer verilerek, ilgili mevzuatta dayanağı bulunmayan şartları içeren
şartname ile gerçekleştirilen ihalede
hukuka uygunluk bulunmamaktadır”
Bunun üzerine Sağlık Bakanlığı
TTB’nin konuya ilişkin dava açma ehliyeti bulunmadığı gerekçesiyle yürütme
durdurmanın iptalini istedi. Danıştay
İdari Dava Daireleri Kurulu’nda görüşülen itirazda ise “dava konusu Yönetmelik ile getirilen düzenlemelerin, kapsam ve nitelik itibariyle sağlık hizmetlerini ve hekimler başta olmak üzere tüm
sağlık çalışanlarının hukuki durumlarını etkileyeceği kuşkusuzdur. Bu itibarla
menfaatini ihlal eden dava konusu Yönetmeliğe karşı Birliğin 6023 sayılı Yasa
sosyal hukuk 17
Ocak 2016
uyarınca dava açma ehliyeti bulunmaktadır” gerekçesiyle ret kararı çıktı.
Konunun geldiği son noktada ‘’Konya
Ekonomi Ödülleri 2012’’ töreninde dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan
konuştu(17.12.2012): “Şehir hastaneleri projesi de yargı ve bürokratik oligarşi nedeniyle hayata geçirilemedi. Hâlâ
bunu aşamadık, bitiremedik. Niye? Bürokratik oligarşi ve yargı bunlara takılıp
kalıyor. Dışarıdan bakan ‘326 tane milletvekiliniz var, gene mi bahane’ diyor,
ama işte bu kuvvetler ayrığı denilen
olay var ya o geliyor sizin önünüze bir
engel olarak dikiliyor.”
Yukarıda bahsedilen her iki perspektiften de en temel ilkelerin açıkça ihlali ve hatta hiçe sayılması söz konusu bu
örneklerde. Aşı konusunda yaşanan gelişmeler beden bütünlüğü hakkında bilimsel bir yanlışı barındırıyor. Bir yandan
da bazı kıyasları kaçınılmaz kılıyor. Mesela taciz ve tecavüz davalarında iyi hal
indirimleri enflasyon yaşarken bu yaklaşım niye sergilenmiyor? Bunları düşünmeye başlayınca bu ikircikli yaklaşımın
halk sağlığını kolaylıkla atlayabilmesi de
şaşırtıcılığını yitiriyor. Alışmaya diren-
Hastane personeli bir
kadının şiddet görmesini
engellemeye çalışırken
yine bir kadın sağlık
çalışanı katlediliyor,
öldürenleri şikâyet ettiklerini
söyleyenlerin soruşturulduğu
memleketimizde…
meyi yine de sürdürmeye çalışırken bir
başka tökezlemeyi de şiddet konusunda yaşıyoruz. Sağlık çalışanlarının çalışma ortamı, özlük hakları ve daha da
temel olarak yaşama hakları artık sadece “idareye itiraz edeni yakarız” tadında değerlendiriliyor. Sağlıkla ilgili kamu
kurum ve kuruluşlarının iyileştirilmesinin sadece mimari vurgularla ortaya
konulması estetik yoksunluğunu özlük
hakları ve sosyal haklar konularındaki
umursamazlıkla buluşturuyor. Bunun
vardığı son nokta olan Şehir hastaneleri
konusu ise sağlığı bir hak olarak gören
ve bunu sağlayan devletin önündeki oligarşik engeller ironisiyle dolu. Hukukçu
değilim ancak kanaatimce Danıştay’ın
verdiği ilk karardaki anlam gayet açık:
yargı yürütmeye fazla alan tanıdığı için
yasamaya itiraz ediyor. Kuvvetler ayrılığını kuvvetler arası kapışma olarak
gören, kuvvetin tek elde toplanmasının halkın iyiliğinin tek yolu olduğunu
düşünen iradeyi de kararın devamında
zorlu bir sınav bekliyor. Zira şehrin
merkezindeki hastane arazisinin
ve yapılacak yeni hastanenin
poliklinik dışındaki neredeyse
tüm hizmetlerinin ortaklığın
özel tarafına verilmesi huku-
ka uygun değil diye devam ediyor karar.
Yani oligarşi, sınırları belirsiz ve gereğinden fazla yetkiyle donatılmış tek kuvveti fukaranın sağlığı adı altında pervasız
rant dağıtımı konusunda kuvvetler ayrılığının en temel mekanizmalarından biri
olan denetime tabi tutuyor.
Kadrolaşmanın bu kadar
yoğun, kamu kurumlarının
güvenilirlik ve yetkinliğinin bu
kadar sorgulanır olması elde
dururken; fiilen önemli ölçüde
gerçekleşmiş olan kuvvetler
ayrılığının ortadan kalkması
durumunun kurumsal nitelik
kazanacak olması ihtimali
oldukça ürkütücü
Sonuç olarak kadrolaşmanın bu kadar yoğun, kamu kurumlarının güvenilirlik ve yetkinliğinin bu kadar sorgulanır olması elde dururken; fiilen önemli
ölçüde gerçekleşmiş olan kuvvetler ayrılığının ortadan kalkması durumunun
kurumsal nitelik kazanacak olması ihtimali oldukça ürkütücü duruyor ve cevap
aramamız gereken
çokça sorun bırakıyor önümüze. Bunlardan birkaçı:
Sağlıkta sevk sistemini kaldırarak 1. Ve 2. Basamağı atlamayı mümkün kılan
uygulama sonrası kimi yerlerde var olan hastanelerin taşınması, kimi yerlerde şehir dışına ”7
yıldızlı” hastaneler
yaparak kent merkezlerinin giderek
artan bir ivmeyle sayıları çoğalan
özel hastanelere teslim
edil-
di, edilmekte.
Özel hastanelere sgk ödemesinin yolunun açılmasıyla hızla artan sağlık harcamalarını düşürmek için “reçete ücreti” vb. icatlarla hastalardan alınan ücretlerin artmış durumda.
Sağlık çalışanlarının kamuoyu manipulasyonuyla hedef gösterilmesi ve sonuç olarak ağlıkta şiddetin son 5 yılda 8
kat artması.
Ülkemizde yılda 2 bin civarında iş kazasından ölüm “saklanamadığı için” mecburen kayıt altına
alınmaktadır; tahmin edilen gerçek
rakam bunun en az
iki mislidir; yılda kayıt
altına alınan işle ilgili meslek hastalıklarından ölüm sayısı ise 10(on)dan azdır. Oysa işle ilgili
hastalıklardan ölüm sayısının ülkemizde yılda en az 20 binlerde olduğu ILO
yetkililerinin de ifadesidir.
Neredeyse her bölgede ve her türde
yapılan ve yapılmakta olan enerji santrallerinin vereceği ekolojik tahribatın
yaratacağı hava, yiyecek, su vb. problemler halk sağlığı facialarına gebe.
Bu sorunların kaynağı olan sebatçı
hükümet iradesinin bütün yasal dolayımlarının kalkacağı bir ortamda cevap
üretmekten çok listeyi hızla uzatmasını beklemek akla yatkın olanı. Burada
önemli olan yeni anayasa tartışma süreçlerinde ve devletin yeniden yapılandırılmasında biz bu soruları ne kadar
gündeme getirebileceğiz.
söyleşi
hukuk
18 sosyal
Ocak 2016
Öğrencilerin hak mücadelesi
Röportaj:
Erdem Kılıçkaya
Ü
“
lkemiz ve üniversitemizin
hukuken ve örgütlü zor aracılığı ile elde tutuluyor olması, egemen sınıfların üniversiteyi,
mülkü olarak kullanmasının meşruiyetinin kanıtı olamaz. Ülkemizin ve
üniversitemizin sahipleri ona
hukuken sahip olanlar değil, fiilen ona can verenlerdir.” diyerek
mücadeleye atıldı
Öğrenci Koordinasyonları, devrimci-demokrat genç yığınların 90’lardaki sesi oldu.
Biz de o dönemin en kitlesel eylemlerinin düzenleyicisi olan Öğrenci
Koordinasyonları’nda aktif rol almış Başar Toros’la “Öğrencilerin Hak Mücadelesi” üzerine röportaj gerçekleştirdik.
>
Öğrencilik döneminizde mücadeleyle ilk tanışmanız nasıl oldu?
Lisede politik bir öğrenci değildim.
Liseler esasen politik faaliyetin, taleplerin olduğu bir alan da değildi o
dönemde.12 Eylül’ün ilk kuşağıydık.
Her şeyin yasaklı olduğu bir dönemde
büyüdük.1989’da Bülent Ecevit’in de
katılımıyla gerçekleşen İskenderun demir-çelik eyleminde ilk defa bir mitingin içinde kendimi bulmuştum. Gene
aynı dönemlerde “Tek Tip Öğrenci Der-
nekleri Yasası”na karşı düzenlenen öğrenci mitinglerinden haberimiz oluyordu lise öğrencileri olarak.
“Öğrenci Dernekleri” muhalif üniversite öğrencilerine nefes alma imkânı
sunan ilk kitlesel organizasyonlardan
biriydi. Cumhuriyet ve Milliyet gibi ana
ceren ise felç olmuştu.
Gene aynı dönemlerde Kürt illerinde
başlayan baskı ve terör sonucu birçok vatandaş hayatını kaybetmiş, faili meçhul
cinayetler doruk noktasına varmıştı.
Kirli savaş örgütü iş başındaydı. Tansu Çiller, Mehmet Ağar o dönemin
95 yazı harçlara uçuk bir şekilde yüzde 300 civarında bir
zam gelmişti ve biz de buna karşı bir imza kampanyası
başlatmıştık. 400.000 kişiye ulaşmıştık. Esnaf bizzat
föylerimizi alıp imza çalışması yapıyordu bizimle
birlikte. Tabi biz de yalnızca “harçlara zam” temasına
sıkıştırmamıştık bu durumu. Bunun bir eğitim alanlarını
piyasacılaştırma hareketi olduğunu, neo-liberal bir politika
olduğunu olanca sadelikte anlatıyorduk insanlara
akım medya organlarına kapaktan doğru girecek seviyede etkili eylemlilikler
vardı üniversitede. Liseden biz bunları
dönemin “boğuntu”lu yapısında fısıltılarla konuşur, paylaşırdık. Azcık kaçırsak tonu bir büyüğümüzün uyarısı ile
karşılaşırdık. Bu tabi ilgimizi daha da
cezbederdi.
1990 yılında hareketliliğin daha da tırmandığı bir dönemde İTÜ Mimarlık bölümünü kazandım. Üniversitelerde ve sokaklarda kitlesel eylemler düzenleniyordu, işçiler uzun süren grevlere çıkıyordu.
Aynı yılın 1 Mayıs’ı çıkan olaylarda Mehmet Akif Dalcı isminde bir işçi vurularak
öldürülmüş, İTÜ öğrencisi Gülay Be-
önemli siyasi figürleriydi. Yönetememe
krizinin hakim olduğu o yıllarda muhalefete yönelik baskı da ilk olarak en
güçlü olduğu üniversitelerde vuku bulmuştu. Öğrenciler gözaltında kaybediliyor, işkencelere maruz kalıyordu.
Öğrenci mücadelesinde hakim fikir
siyasi geleneklerden bağımsız, faşizme
karşı mücadele ekseninde kendine zemin yaratmış ve ciddi kazanımlar elde
etmekteydi. Bu belki de yoğun baskıların olumlu nitelendirilebilecek tek sonucuydu.
Öğrenci-gençlik mücadelesine çok
büyük umutlarla gelmişken devletin
çok ciddi bir baskı aygıtı olduğu far-
kındalığına erişmiştim. Bir ideolojinin
oluşturduğu yapısal gerçekliğin çözüldüğü, Türkiye’de de buna paralel bir biçimde solun ciddi kafa karışıklıkları yaşadığı bir dönemde öğrenci mücadelesi de tıkanmış bir vaziyette ama hiçbir
zaman da pes etmeyen cüretkâr pozisyonuyla gelecek yıllara ümit vaat eder
inişli çıkışlı bir haldeydi.
İşin enteresan yanı ise sular durulmadan yeni bir hareket talepleriyle alanda olurdu.
Öğrenci hareketinin
çekildiği bir dönemde kamu çalışanlarının hareketi patlak verdi.
İdeolojik-politik talebi
olmasının yanı sıra “demokrasi” arayışı her şeyin önündeydi,
aslında bu 90’lar Türkiye’sinin özeti niteliğinde. Kayıplardan biri de demokrasiydi.
91-94 arası dönemde örgütler iyice
geri çekilmişti. Her gözaltının peşinden
koşturulup kaybolmaması için çaba
sarf edilen bir dönemde öğrenci psikolojik olarak kaldırılması zor bir sürecin
içerisine sürüklenmişti.
>
Gelelim en büyük eylemliliklerin
örüldüğü 95-96 yıllarına.20 Aralık 1995 Ankara “Harç” eylemi,
29 Şubat 1996 Ankara Üniversiteler Koordinasyonu’nun meclisteki pankart açma eylemi,24 Nisan
1996 “Acil 4 Talep” eylemi dönem
gençliğinin en ses getiren organi-
söyleşi
zasyonlarından. Bu eylemlilikler
hangi gelişim aşamalarından geçiyordu, neleri tartışıyordunuz o dönemlerde?
Tartışmalar esasen geçmiş kuşakları örgütleyen öğrenci fikirlerini despot
bulmakla, onları cezalandırır bir yerden gelişmekte idi fakat şunu da fark
ediyorduk; harekete geçmezsek kaybolacağız. Bu yüzden tartışmalarımızı hareket halinde sürdürmek gerekliliğinde
hemfikirdik.
Öğrenciler olarak bu tartışmalarda
aldığımız ilk iradi kararlar “Neyi yapmıyoruz?” sorusu üzerinden kıvılcımlandı. Yapmadığımız şeylerin başında
derslerimize girmemek vardı. Derslere
girelim dedik; ülke meselelerine verdiğimiz değer, öğrencinin sorunlarına
çözüm bulma çabası bizi derslerimizden uzaklaştırırken sonuç alamayan biz
gene aynı sebeplerle derslere düzenli
katılım sağlama kararı aldık ve neticesinde çok iyi notlar almaya başladık, bu
da sınıf ilişkilerimizi geliştirdi, öğretim
üyeleriyle ilişkimizi geliştirdi. Elden ele
taleplerimizi haykırdığımız dergiler dolaşıyordu. Tuhaf bir iklim yaratmıştık.
95 yazı harçlara uçuk bir şekilde yüzde 300 civarında bir zam gelmişti ve biz
de buna karşı bir imza kampanyası başlatmıştık. 400.000 kişiye ulaşmıştık. Esnaf bizzat föylerimizi alıp imza çalışması yapıyordu bizimle birlikte. Tabi biz de
yalnızca “harçlara zam” temasına sıkıştırmamıştık bu durumu. Bunun bir eğitim alanlarını piyasacılaştırma hareketi
olduğunu, neo-liberal bir politika olduğunu olanca sadelikte anlatıyorduk insanlara.
Kitlesel bir hareket olma hedefimiz
vardı koordinasyon çatısı altında. Klasik sol anlayışın darlaştırıcı baskısını
forumlarda kırmaya başlamıştık. Öğrenciler hep birlikte oralarda karar alıyorduk. Kitle çalışması üzerine biçimler üretiyorduk. Koordinasyonda da
bunun üzerine tartışmalar yürütüyorduk.96 yılında Mecliste pankart açan
arkadaşlarımıza verilen 96 yıllık ceza
ve içerde oldukları süre boyunca koor-
sosyal hukuk 19
Ocak 2016
dinasyonun verdiği mücadele bu kitleselliğin ördüğü tarihi bir eylemdi diye
düşünüyorum. Çünkü devlet geri adım
atma durumunda kalmış, karar Yargıtay
tarafından bozulmuş ve suçlama “silahlı terör örgütü” kapsamından “silahsız
terör örgütü” kapsamına düşürülmüş;
cezalar belli ölçüde azaltılmıştı. Kitlesel
hareket olma iddiası sonuç vermişti.
>
Bu eylemlilikleri örerken yapmış olduğunuz tahayyüller gençlik ve halk
nezdinde ne kadar karşılık buldu?
Tamı tamına buldu diyebilirim. Bunun en büyük örneği de harç protestolarıdır ki bugün hala ciddi ölçüde bir zaman gidilemediği görülmekte. Gezi’den
sonra nasıl ki dillendirilemeyen bir Topçu Kışlası varsa 90’lar öğrenci hak mücadelesinin bugüne taşıdığı en büyük
kazanım harç konusudur. Ama elbette
sistem yeni hamleleri ile farklı dinamikler geliştirerek gene öğrenciyi zor koşullar altına sokmaktadır.
Onun dışında en büyük öngörümüz
demin de bahsettiğim piyasacı eğitim
yapısının iyiden iyiye şekillenmeye başlaması idi ve bugün gördüğümüz üzere
yüzlerce vakıf üniversitesi açılmış durumda oluşu ve geleceklerini maddiyat
ile teminat altına alma vaadi vermelerinden bu tahminlerin yersiz olmadığını görüyoruz.
>
Medyanın olanlara
refleksi nasıldı?
İlk seneler görmezden gelindik elbette. İlerleyen dönemde önemli eylemlilikler gerçekleştirmemiz haber olmamızı kaçınılmaz hale getirdi. Gerici çeteler
ve yapılar üzerimize püskürtülüyordu
özellikle İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi ve Marmara Üniversitesi’nde
bu daha yoğun yaşanırdı. Tabi bu bizim
yolumuzdan sapmamıza sebebiyet veremiyordu, veremeyecek kadar kitleseldik artık. Kendi siyasi hattımızı üniversitedeki hak taleplerimiz ve memleketin sorunları üzerinden sürdürüyorduk. Fakat medya bunu bir “iç savaş”
benzetmesine götürebilecek kadar sert
bir üslupla tavrımızın altını boşaltmaya çalışan bir yaklaşımla ele alıyordu.
Bunu da garipsemiyorduk. Talepleri
eşit, parasız, bilimsel eğitim olan bir
öğrenciyi kim ne yapsın!
>
Sürecin devamında koordinasyonun atıl kalışı ve sönümlenişinin
sizce sebepleri nelerdi ?
Koordinasyonu aslında hareket biçimi olarak Gezi’ye fazlasıyla benzetebiliriz. İlginç saç kestirme eylemleri, değişik kesimlerden gelen gençler, mizah,
yaratıcı sloganlar vs. bunların hepsi bu
dönemde de vardı. Gezinin nüvelerini görmek fazlasıyla mümkündü koordinasyonda. Düzenle mücadele eden
ama aynı zamanda düzeni de “ti” ye
alan bir yapıyı görüyorsun. Koordinasyonu koordinasyon yapan şeyler de
bunlardı.
Soruna gelecek olursak, hak mücadelelerin aslında zayıf olduğu bir noktada koordinasyon vardı. Bu da aslında
bizi yalnızlaştırdı. İlişkilenecek, örülebilecek bir dayanışma ağımız mevcut değildi. Fakat süreksizliğimiz, içerden ve
dışardan beslenemememiz bizleri sönümlendiren şeylerdi bence.
>
Geçmişteki pratikleriniz ile bugünkü gözlemleriniz üzerinden dünü
ve bugünüyle öğrencilerin hak mücadelelerini nasıl yorumlarsınız?
Üniversitelerin piyasalaştırılmasını öngörüyorduk fakat bugünkü kadar
somut örnekleriyle yüz yüze değildik.
Bilimkurgu filmi misali sürekli gelecek
yorumları yapıyorduk. Buna rağmen bu
kaygıları ısrarla dillendirdik; bunu topluma aktarabildik. Bugün aslında bu
durum öğrenciye daha yakın bir yerde
durmakta. Ben bugün okulum İTÜ’ye
gittiğimde piyasacı politikaların fiziksel
açıdan kampüsün içinde nasıl nefes aldığını kafelerle, lokantalarla, ATM’lerle
görüyorum. Bunun olumlu bir yanı var
bana göre, o da bugünkü öğrenci mücadelesinin mücadele ettiği odaklar
kampüsünde, burnunun dibinde. Her
adımında bunu görmek mümkün…
Koordinasyonun ilk dönemlerine bakacak olursak biz o dönemin popüler
tabiri ile mücadele içerisinde olmayan
arkadaşlarımızı “lümpen” olarak nitelerdik. Esasen öyle de kutuplaştırmaya
sevk eden bir dönemdi. Ya mücadele
edecektik ya da oturacaktık. Faşizmin
en ağır koşullarını yaşıyorduk. Onları
anlamaya çalışmıyor belki de yukarıdan bakıyorduk, düzene olan tepkimizi
onlara yöneltiyorduk bu da anti-bilimsel bir tutumdu.
Bugün üniversitelerde ne istediğini
topluma etkin bir şekilde aktarabilecek potansiyele sahip bir gençliğin hala
mevcuttur. Buna da en güzel örnekler Gezi hareketi ve kadın hareketleridir (üniversite öğrencilerinin katılımı
açısından). Ama ne Koordinasyondan
ne de Gezi direnişinden ciddi manada
bir ders çıkarılabildiğimizi düşünmüyorum. Sınıfsal kökeni ne olursa olsun
gençlik her zaman değişikliğe açıktır.
Bugün de o gün de değişimden yana
bir güç olmuştur gençlik, oradaki potansiyeli örgütlemek her zaman mümkün ve doğal olandır. Gezi’de birçok kez
üniversite öğrencileri ile sohbet etme
fırsatı buldum. Belki bundan önce dile
getirmediği, getiremediği karanlık cenderenin içinde kendini hapsolmuş hissediyor ve buna isyan ediyor. Bu durumu politik bir dille ortaya koyuyor. Türkiye tarihinde eşine az rastlanır derecede şiddete maruz kalmış bir hareketin
parçası olmakta beis görmüyor. Farkındalık seviyesi hala mevcut, bu ruh üniversitelerin üzerinde hala geziyor.
hukuk
20 sosyal
Ocak 2016
Ankara hep sonbahardır artık
Söz söylemek susmak kadar zordur
Nuray Özdoğan
Avukat
1
0 Ekim… Güneşli bir Ankara sabahı… Öyle bir gün, öyle bir sabah…
Dostlar, yoldaşlar ve sevdiklerimizle buluşacağımız için mutluyuz. Kimimiz gece yarısı otobüsüne binmiş,
kimimiz birkaç gün önceden gelmişiz
soğuk Ankara’nın sıcak ve güneşli 10
Ekim’ine. Ankara hiç bu kadar büyük
bir kalabalık, bu kadar görkemli, hiç bu
kadar heyecanlı bir kitle görmemiş olacaktı. Meydana sığmayacaktık, alana
gelmeden yorulmuş olacaktık. Dostlarla sohbetlere dalmış olacaktık. Kürsüdeki sese bazen belki de hiç kulak vermeyecektik. Pankart cümbüşünü, kimler var merakıyla izleyecektik. Ne çokmuşuz, ne güzelmişiz, ne çok renkmişiz
diyecektik. Omuzlarımızda yorgunluk
yüzümüzde tebessümle otobüslerimize, evlerimize dönecektik. Evet VARIZ…
Evet BİZİZ… Evet YAŞAMIZ... Evet BARIŞIZ… Evet UMUDUZ diyecektik. Diyemedik…
Güz mezarına gömdük ölülerimizi
İnsan kanı çıkmaz derlerdi öğrendik
evlerimize gittiğimizde, üzerimizdeki
kanı yıkamaya çalıştığımızda. Bildik ki
katledenlerin de ellerinden çıkmayacak bu kan.
Oğlunun kızının kanlı montu elinde
çığlık çığlığa parçalanan cesedi arayan annenin çığlığı
çığlımızdır artık. Ellerimizle topladığımız elleriniz ellerimiz, kollarınız kollarımız, yürekleriniz yüreğimizdir artık.
Diyarbakır, Suruç’tan Ankara’ya
Katliamcı, savaşçı politikalar karşısında yükselen barışın sesi tehditkâr
olmaya başlamış olacak ki 2015 yılı katliamların yılı oldu ne yazık ki.
5 Haziran Diyarbakır HDP mitingine
yapılan bombalı saldırıda 4 kişinin katledilmesi, miting için alanda bulunan
yüzlerce insanın yaralanması, 22 Temmuz tarihinde barış talebine köprü olmak için Suruç’a giden 33 gencin katledilmesi onlarcasının yaralanması ve
devamında gelen Ankara katliamı barışa ve kardeşliğe açılan savaşın acı verici
merhaleleriydi.
“Batı” için yeni olan, Kürdistan için
hayatın ta kendisiydi.
10 Ekim Ankara Katliamı, 102 kişinin
ölümü yüzlercesinin yaralanması sonucunu doğurdu. Ankara Katliamı dosyasına dair yaptığımız tespitlerin Suruç
İçin Adalet Platformu’nun tespitleri ile
ne kadar çok benzeştiğini gördüğümüzde, bu katliamların nasıl bir bütünün
parçası olduğunu, erken bir planlamaya tekabül ettiğini anlamamak mümkün değil. Olay öncesi, olay sırasında
ve olay sonrası güvenlik güçlerinin yaklaşımı, olaya müdahale şekli, savcılık
soruşturma dosyalarının yürütülüşündeki hukuka aykırılıklardaki benzerlikler, katliamı gerçekleştirenlerin kimliklerinde, organizasyonel bütünlüklerinde, amaçsal bütünlükte gördüğümüz
benzerlikler, katliamların asli ve feri faillerinin, ne bizden ne de birbirlerinden
çok uzakta olmadığını göstermiştir.
Katliam mağdurlarını avukatları tarafından yapılan tespitleri içeren Suruç
Katliam Raporu’nda ve Ankara Katliam
Raporu’nda, savcının olay yerine 2 saat
gecikme ile geldiği, olay yerinde savcılık açıklamasının aksine yeterli sayıda
savcının olmadığı, aynı gün yayın yasağı
gizlilik ve kısıtlılık kararı alındığı, dosyanın soruşturmasının Terörle Mücadele
Şube Ekiplerince yürütüldüğü, ölenlerin ve yaralıların eşyaları hakkında bilgi
verilmediği, olay yerine gelen güvenlik
güçlerinin yaralılara müdahaleyi zor-
laştırdığı, yaralıların üzerine gaz sıkıldığı, olay yerinde güvenlik güçleri tarafından havaya ateş açıldığı şeklindeki ortak tespitler farklı zaman ve mekânda
gerçekleşen katliamlardaki benzerlikler
hiç de münferit olmayan katliamlar dizisi ile karşı karşıya olduğumuzu göstermiştir. Diyarbakır, Suruç ve Ankara
katliamında, katliamı gerçekleştirenlerin ortaklığı, katliam soruşturmasının
yürütülüşünde, kamuoyundan ve mağdurlardan gizlenmesinde izlenen yöntemlerdeki aynılık, bizler için, katillerin
cehennemine giden taşlardı.
İlginçtir ki, Diyarbakır Katliamı’nda,
olay sonrası yaralılara ilk müdahalenin,
mitingde bulunanlar tarafında yapılmış
olması, olay yerinde müdahalede bulunacak güvenlik görevlisi olmaması ölü
sayısının az olmasında önemli bir faktör olmuştur.
Ankara Katliamı’nın yaşandığı gün
olay yerinde bulunan veya sonradan
gelen avukatların olay yeri incelemesine alınmak istenmemesi, olay yerinde savcı görevlendirdik diyen Ankara
Cumhuriyet Başsavcılığı açıklamasına
rağmen olay yerinde iki savcının görülmesi, 500 metrelik olay yerinin, ölenlerin bulunduğu dar bir alanla sınırlı tutulması, daha sonra soruşturma
dosyasına yaptığımız her başvuruya ilk
Pankart cümbüşünü, kimler var merakıyla izleyecektik.
Ne çokmuşuz, ne güzelmişiz, ne çok renkmişiz
diyecektik. Omuzlarımızda yorgunluk yüzümüzde
tebessümle otobüslerimize, evlerimize dönecektik.
Evet VARIZ… Evet BİZİZ… Evet YAŞAMIZ... Evet
BARIŞIZ… Evet UMUDUZ diyecektik. Diyemedik…
sayfasına dahi bakmadan “kısıtlılık kararı nedeni ile reddine“ yazmakla görevlendirildiğini anlayacağımız savcının
olay yerinde, “Bana niye soruyorsunuz?“ şeklindeki korku dolu ve oradan
tesadüfen geçen birisiymiş gibi tavrı,
hastanelere beş dakika mesafede olan
olay yerine, ambulans girişini önlemek
adına yolların resmi araçlarla kapatılmış olması, gerek itfaiye aracı gerek
TOMA’lardan sıkılan gazla yaralılara
müdahalenin önlenmesi, travma halindeki toplulukta korku ve panik yaratacak şekilde olay yerinde havaya ateş
açılması, Türkiye tarihinin en büyük
katliamın olduğu gün Ankara valilik binasında görüşülecek kimsenin bulunamaması, aynı gün içerisinde hızla yayın
yasağı, kısıtlılık ve gizlilik kararlarının
alınması, bu katliamların gerçek faillerini tespitte hiç de zorlanmayacağımızı ama faillerin korunduğu soruşturma
dosyaları ile de adaleti gerçekleştirmenin olanaksız olduğunu göstermiştir.
Barış Mitingi Tertip Komitesi tarafından sabah 10.00’da gar önünde,
yürüyüşle başlayacak miting için yapılan izin başvuruları sırasında yapılan
yazışmaların içerisine Emniyet yetkilileri tarafından, daha önce hiç karşılaşılmayan bir şekilde yedirilen “Mitingin 12.00-16.00 arasında Sıhhiye
Meydanı’nda” yapılacağı ibaresinin sıkıştırılması, bu durumu
sorgulayan sendika yetkililerine “önemli değil arkadaşlar
öyle yazmış“ diyen
güvenlik görevlilerinin olay saatinde
nerde olduklarının tespiti
de soruşturmada önem taşıyan
başka bir nokta.
Dikkatlerden kaçan başka bir ayrıntı
Ankara Katliamı’ ndan 4 gün önce HDP
eski ve yeni il yöneticilerine dönük, Facebook paylaşımları üzerinden (ki kimilerinde Facebook paylaşımı dahi
yoktu) yasadışı örgüt üyeliği ve propagandası iddiası ile soruşturma başlatılmış olmasıdır. Gözaltına alınanlar 9
Ekim gecesine kadar emniyette Terörle Mücadele Şubesinde tutulmuşlardır. Soruşturma dosyasında Facebook
çıktısı dışında hiçbir delilin toplanmamış olması, ayrıntılı hiçbir sorgulama
olmadan tutukluğa sevk edilmesi bizi
şaşırtmışsa da sevk edilen müvekkillerin mahkemece geç saatlerde de olsa
serbest bırakılmış olması, ertesi günkü büyük barış mitinginin heyecanı ile
üzerinde fazla düşünmediğimiz bir ay-
sosyal hukuk 21
Ocak 2016
rıntı olarak kalmıştır. Ertesi gün, 4 gün
boyunca HDP Ankara İl soruşturmasını
yürüten Terörle Mücadele Şube Ekipleri ile olay yerinde göz göze geldiğimizdeki bakışlarını gördüğümüzde, olay
yerine koruma ordusu ile gelen İçişleri
Bakanı’nın gövde gösterisine dönüştürdüğü ziyaretini gördüğümüzde, anladık ki bu tablo başka tablo…
Failler, mağdurlar, maktüller, soruşturmacılar ve avukatlar aynı olay yeri
incelemesinde… Bu sadece bu ülkeye
dair bir Kafkaesk hal midir?
Gizlilik kısıtlılık yasağının, tüm katliam dosyalarında, CMK madde 153 düzenlemesini aşar şekilde müşteki ve
mağdurların müdahillik haklarını engelleyecek şekilde uygulanması, dosyaya ve neticede asli faillere erişimi tümden olanaksız kılacak şekilde uygulanması, yasal düzenlemelerin her üç katliam dosyasında da aynı şekilde hukuka
aykırı yorumlanması ve uygulaması artık şaşırmadığımız bir uygulama haline
dönüştü ne yazık ki.
Ankara Katliam dosyasında, yayın
yasağı kararının tarafımıza tebliği talebi ile verdiğimiz dilekçeye dahi “kısıtlılık kararı olduğundan belge verilemeyeceği “ şeklinde yazılı şerh düşen
savcılık da bilmektedir ki mesele bir
ceza soruşturmasının yürütümünün
çok ötesindedir. Yayın yasağı ve kısıtlılık kararının mağdur avukatlarına tebliğini dahi tehlikeli gören savcılığın yaklaşımı, “Dosya bizde değil”, ”TEM’e gidin”, “eşyalar bizde değil Tem’e başvurun”, “İfade mi vereceksiniz? TEM’e
gidin”, “Eşyalar mı? Sizin müvekkilin
eşyaları kriminale ayrıldı”, “Hangi eşyalar, bilmiyoruz TEM’e gidin “, “İfade
tutanağı mı? Veremeyiz kısıtlılık kararı
var”, “Olay yeri inceleme tutanağı mı?
Avukatların orada olması yasal değildi
ki zaten, kısıtlılık kararı var veremeyiz”.
“Dosyayla ilgili bilgi mi? Valilik miyim ki
açıklama yapayım”, “Biz, katledilenle-
rin avukatları olarak ordaydık”, “Hayır
yoktunuz”;bu ifadeler bir ceza soruşturmasında savcının konumuna, dosyaya hâkimiyetine/hâkimiyetsizliğinden
dair daha fazla bir şeyler anlatmaktadır.
Delillerin toplanması, müvekkillerin
İnsanlığa karşı işlenen
suç kategorisinde olan
bu katliamların gerçek
sorumlularının yürütülen
mevcut soruşturma
dosyaları ile açığa
çıkartılmayacağı izlenimimizi
güçlendirmektedir
emanet eşyalarının akıbetinin sorulması, müvekkillere ait otopsi raporlarını, olay tutanaklarının talebine dair ve
içeriği ne olursa olsun tüm dilekçelerin
üzerine havale anında savcılık tarafından yazılan “gizlilik ve kısıtlılık kararı olduğundan reddine” yazıları… Bu hukuk
sistemi içinde avukatlığın nesneleştirilmesine yaptığımız şahitliklerin en trajiğidir belki de bu katliam mağdurlarının
avukatlığını yapmak.
Kokteyl soruşturma hazırlıkları
Cumhurbaşkanının “kokteyl terör
örgütü” açıklamasını devamında, olayın faillerine dair yürütülmesi gereken
soruşturmanın katliam mağdurlarının,
katledilenlerin eşyalarının kriminale
ayrılmasına odaklanması bizi savcılığın “kokteyl soruşturma hazırlıkları”
ile karşı karşıya getirmiştir. Dosyadaki
gizlilik kararı nedeni ile dosya içeriğine
hiçbir şekilde ulaşamamakla beraber,
katledilenlerin eşyalarını alma çabası
sırasında karşılaştığımız tablo, düzenlenecek iddianamenin içeriği konusunda
bizleri endişeye sevk etmiştir.
Ankara Katliam Dosyasını yürüten
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçlar Soruşturma Bürosu tarafından, 27 kişi hakkında, IŞİD terör örgütü üyeliği suçlamasıyla 27 Ekim 2015 tarihli hazırlanan
iddianamede ise Diyarbakır, Ankara ve
Suruç katliamlarına hiç yer verilmemiş olması, katliam soruşturma
dosyalarında gizlenmek istenenin ne olduğuna
dair de veri sunmaktadır.
Ankara Katliamının sorumlularına
dair iktidar kanadından
gelen birbirinden farklı açıklamalar, nihayetinde olayın DEAŞ,
PKK, MLKP, DHKP-C ve belki o an akla
gelmediği için zikredilmeyen birçok örgütün ortak işi olduğu açıklamasına kadar varmış ve bu açıklamaya iktidar ve
savcılığın birbirini teyit eden ardıl açıklamaları da eşlik etmiştir.
Bu tarz kokteyl terör örgütü açıklamaları, terör örgütüne üyelik veyahut
terör örgütü propagandası iddiası ile
yürütülen soruşturma fezlekelerinden
tanıdık gelir bizlere. Açıklamalar, savaş ve güvenlik devletinin zihninin fezlekesi gibidir adeta. Gerçeğe ulaşmayı
engellemenin en işlevli şeklidir gerçeğe giden yolu bilinmezlik ve belirsizlikle döşemek… İŞİD terör örgütünü doğrudan sorumlu tutmakta dahi zorlanan
bu zihin hangi gerçeği ortaya çıkaracak?
Gerçeğin ortaya çıkması demek, belki de bu fezlekelerin gerçek hazırlayıcılarının şüpheli konumuna düşmesi demek olacaktır.
Katliam sorumlularını gizlemek için
gösterilen çaba aynı zamanda katliam
sorumlularını da görünür hale getirmektedir
Katliamı gerçekleştiren örgütler öyle
tehlikelidir ki(!) otopsi raporlarını almanız yasaktır, hazır bulunduğunuz ifade örneklerini almanız tehlikelidir.
Ankara Katliamı’ndan sonra Tunceli Emniyet Müdürlüğü’nün 17 Eylül’de
IŞİD’in bir mitingi canlı bomba ile hedef alabileceği yönündeki bilgiyi yazılı olarak Emniyet Genel Müdürlüğü’ne
ve 81 il emniyet müdürlüğüne bildirdiği, yine MİT’in Suriye’deki istihbarat
çalışmalarına dayalı olarak 29 Eylül ve
7 Ekim 2015 tarihlerinde IŞİD bağlantılı canlı bomba veya bombalı eylem
yapılacağı bilgisini güvenlik birimleriyle paylaştığı ortaya çıkan bilgiler arasındayken, Suruç’ta yaşanan olaylar
sonrasında CHP tarafından 09 Ağustos
2015 tarihinde açıklanan, bir örneği
Davutoğlu’na gönderilen IŞİD raporunda bombacıların isim veya rumuzları
dahi listede yer alıyorken hala sorumlular hakkında savcılık tarafından hiçbir
işlem yapılmamış olması, ifadeye dahi
çağrılmamış olmaları ,insanlığa karşı
işlenen suç kategorisinde olan bu katliamların gerçek sorumlularının yürütülen mevcut soruşturma dosyaları ile
açığa çıkartılmayacağı izlenimimizi güçlendirmektedir.
Biz avukatlara kalan ise sadece,
(onurla gururla yaptığımız) ölü ve yaralılarımız toplamak, tespit etmek, bir
türlü bulamadığımız eşyalarının peşine
düşmek değildir tabi ki… Asıl işimiz, asli
ve feri faillerin gizlenmesi sonucunu
doğuran savcılık soruşturmasının karşısına, katledilenlerin savunmanlarının
yürüttüğü bir soruşturma yürütmek
olacaktır.
Yalan ne kadar ısrarla ve inatla söylenirse gerçeği bulmak o kadar zorlaşır.
Gerçeğin peşindeki ısrar ve inat da bizi
gerçek katillere götürecektir. Evet, belki şimdilik heybelerinden dökülen taşları izleyeceğiz ama o taşların bizi götüreceği yerin adalet ve gerçek olması
umuduyla…
hukuk
22 sosyal
Ocak 2016
19 Aralık tufan’ı
Av. Several Ballıkaya
Av. Murat Çelik
19
Aralık 2000 saat sabaha karşı 04.30
Bayrampaşa, Ümraniye, Çanakkale, Ulucanlar ve diğerleri…
O gün toplam 20 Cezaevinde kalan
binlerce tutsak aynı anda yükselen dumanlar, patlayan bombalar, makineli tüfeklerin sesleri ile uyandılar. Uyku
vaktinde adeta pusu kurulmuş. Devlet
19 Aralık günü hapishanelerde denetim kuracağını, artık kendi kurallarının
dışına çıkılamayacağını ilan ederek koruması altında olması gereken insanlara karşı planlanmış, provası yapılmış
savaş taktikleri ve savaş silahları ile saldırıya geçti. Operasyona giden süreçte
devreye sokulan manipülasyon araçları ile içerde çok sayıda silah, patlayıcı
ve tuzak olduğu ilan edilerek, kamuoyu oluşturulmaya ve toplum hapishanelerin devlet kontrolünde olmadığına
ikna edilmeye çalışıldı. Ardından savaş
düzenindeki birlikler cezaevine sokuldu. Uykularından uyanan tutsaklar, bir
yandan henüz uyuyan yoldaşlarını kaldırmaya, diğer yandan da dört bir taraftan gelen kurşunlardan, atılan bombalardan korunmaya çalıştılarsa da
dört bir yandan uygulanan şiddetin büyüklüğü karşısında, kendileri korumaları dahi mümkün olamadı.
Sabaha karşı başlayan operasyon 19
cezaevinde aynı gün, Ümraniye hapishanesinde ise üçüncü günün sonunda
tamamlandı. Hapishaneler tamamen
boşaltılarak, hayatta kalmayı başaran
tutsaklar, uzun zamandır hazırlığı yapılan F Tipi hapishanelere götürüldüler.
Uluslararası literatürde hapishanede
kalan tutuklu ve hükümlüler mahpus
olarak tanımlanmasına karşın, biz tutsak demeyi tercih ettik. Çünkü mahpus
kavramı, adeta savaşılan düşman olarak görülen, bu derece büyük bir şiddet
uygulanarak alt edilmeye çalışılan insanların konumunu karşılamıyor, yaşananları tarife yetmiyor. Devletlerin üzerinde anlaştığı ve uymayı taahhüt ettiği üzere, mahpusların hakları ve onları
koruyan bir hukuk var. Oysa 19 Aralık
günü hapishanelerde hak da yoktu, hukukta. Yaşanan bir savaşsa düşmanla
savaşın da bir kuralı var, ama 19 Aralık
günü yapılan savaşın kuralı da yoktu.
Operasyonun bilançosu ağırdı. İkisi operasyona katılan güvenlik görevlisi olmak üzere, 32 insan yaşamını kaybetmiş, yüzlercesi ağır şekilde yaralanmıştı. Sonradan yapılan Adli Tıp incelemelerinde güvenlik görevlileri de dâhil
olmak üzere ateşli silah yaralanmasına
bağlı olan tüm ölümlerin devlet görevlilerinin kullandığı silahlardan kaynaklanmış olduğu saptandı. Raporlara göre
ölümlere neden olan silahlar yüksek kinetik enerjili harp silahı tabir edilen silahlardı. Otopsi raporlarında ölenlerin
vücutlarından çok parçalı metalik maddeler elde edildiği belirtildi. Mermi kalıntılarının çok parçalı olması, vücuda
girdiğinde patlayan, dolayısıyla tahrip
gücü son derece fazla, uzun namlulu
yüksek kinetik enerjili silahlara işaret
ediyordu. Jandarma Genel Komutanlığı operasyona katılan birliklerde G 3 piyade tüfeği ve MP 5 makineli tüfek olduğunu bildirdi. Ancak soruşturma ve
dava dosyalarına bildirilmeyen silahların da kullanıldığı, ölenlerin ve yaralıların raporları ile ortada.
Operasyon sonrasında hapishanelerde yapılan incelemelerde içeriden
dışarıya atış yapılmadığı saptandı. Bilirkişi raporlarında yer
alan bu tespit, sadece
güvenlik kuvvetlerinin silah kullandığını, tutsakların bulunduğu
bölgeden atış yapılmadığını ortaya koyuyordu. Oysa devlet yetkilileri birbiri ardına yaptıkları açıklamalarda
“çatışma”dan söz edip durdular. Ölümlerin tamamı güvenlik kuvvetleri tarafından yapılan atışlardan kaynaklı yaralanmaya bağlı olarak gerçekleşti.
Adli Tıp Kurumu tarafından hazırlanan otopsi raporlarına göre kurşun yarasına bağlı ölümlerin yanı sıra meydan
gelen ölümlerin bir diğer nedeni ise
yanma veya gaz ve dumandan kaynaklı
boğulmadır. Bu nedene bağlı ölümlerin
operasyonda kullanılan yöntemlerin
olağan bir sonucu olduğunu yine bilirkişi raporlarında yer alan tespitler ortaya koyuyor.
İnceleme yapan Adli Tıp Görevlisi
uzman bilirkişiler, hapishanelerde çok
sayıda mermi çekirdeği ve patlamış
bomba materyali buldular. Yapılan incelemelerde son derece önemli olan
bir bulgu daha saptanmıştı. Güvenlik
kuvvetleri menşei tam olarak saptanamayan çok miktarda gaz bombası ve
yanıcı maddeyi hapishanenin içine, kapalı mekanda bulunan insanların üzerine atmış ve bu durum ölümlere neden
olmuştu. İnceleme sırasında içeride öldürücü dozun üzerinde gaz bulunduğu
saptandı. Kullanılan bomba kapsüllerinin üzerinde, kapalı yerde kullanılmasının kesinlikle yasak olduğu ibaresinin
yer aldığı açıkça görülüyordu. Kullanılan bu bombaların menşei tam olarak
saptanamadı. Ancak operasyon sıra-
Operasyon sonrasında hapishanelerde yapılan
incelemelerde içeriden dışarıya atış yapılmadığı saptandı.
Bilirkişi raporlarında yer alan bu tespit, sadece güvenlik
kuvvetlerinin silah kullandığını, tutsakların bulunduğu
bölgeden atış yapılmadığını ortaya koyuyordu. Oysa
devlet yetkilileri birbiri ardına yaptıkları açıklamalarda
“çatışma”dan söz edip durdular
sında binbaşı sıfatı ile görevli olan Zeki
Bingöl sonradan yaptığı açıklamalar
ve dava dosyasına gönderdiği beyanlarında, kullanılan bombaların armut
biçiminde olduğunu ve bunları ilk kez
gördüğünü söyledi ardından bu bombaların envantere kayıtlı olmadıklarını
açıkladı. Soruşturmayı yürüten savcılık
ve mahkeme tarafından defalarca istenmesine rağmen Genel Kurmay Başkanlığı ve İçişleri Bakanlığı kullanılan
bombaların niteliğini bildirmedi, aksine bu konuda ellerinde bilgi bulunmadığını ifade ederek gerçekleri gizlemeye çalıştı.
Hapishanelerin içine atılan bombaların ve gazların niteliğini anlamak için
mağdurlar üzerindeki izlere ve anlatımlara bakarsak ölümlere ve yanmalara
neden olan bu maddeleri ve operasyona ilişkin gerçekleri daha iyi görebiliriz.
Özellikle Bayrampaşa hapishanesi
C1 ve C2 kadınlar koğuşundaki tablo,
hem kullanılan yöntemler ve operasyona hakim olan anlayışın görülmesi
açısından çarpıcıdır. Kadınlar koğuşunda meydana gelen ölümler ateşli silah
yaralanmasına ve yanmaya bağlı olarak
gerçekleşmiştir. Koğuşlar delinerek çatılardan ve duvarlardan atılan bombaların yanı sıra, içeriye bir boru aracılığı ile gaz verilmiş bu nedenle de ko-
ğuşlarda ani bir yangın çıkmış, koğuş
kapılarının dışarıdan kapatılmış olması
nedeniyle dışarı çıkamayan kadın tutsakların tümü yanmaya terk edilmiştir.
“Açın kapıyı dışarı çıkalım” sözleri ve bu
sözlere karşılık kapıların açılmadığı, o
dönemde asker olan bir tanığın anlatımıdır. Nihayet dışarı çıkmalarına izin
verildiğinde ise, geride tamamen kömürleşmiş 6 ceset ve tanınamayacak
kadar yanmış şekilde çıkarılan onlarca
yaralı kalmıştır. Bu bilinçli ve toplu katliam girişiminden sağ kurtulan mağdurlar, yanmayı şöyle tarif ediyor.
“Üzerimizde giysilerimiz vardı ve onlar yanmamıştı. Ama altında etlerimiz
yanmış, pul pul dökülüyordu.”
Böyle bir yanmaya neden olabilecek
maddeler hakkında yapılmış olan incelemeler, çoğunlukla beyaz fosfor kullanılan vakalardaki bulgulara işaret etmektedir.
Operasyonun ardından açıklama yapan Başbakan Bülent Ecevit, İçişleri Bakanı Saadettin Tantan, Adalet Bakanı
Hikmet Sami Türk; operasyonun başarılı olduğunu, zayiatın beklenenden az
olduğunu, hapishanelerin artık devletin kontrolünde olduğunu ve operasyonun ölüm orucunda olanların kurtarılması için yapıldığını ardı ardına açıkladılar. Operasyonun adı adeta bir ironi
sosyal hukuk 23
Ocak 2016
yapılarak “Hayata Dönüş” konulmuştu.
Bu açıklamalarda yer alan beklentilere ulaşmayan tek nokta vardı, o da
olası ölü sayısı idi. Yapılan planlamada
yer alan, 200 kişinin ölebileceği öngörüsü gerçekleşmemiş, sadece 32 kişinin ölümü ile operasyon tamamlanmıştır.
Arka plandaki gerçekler
Operasyona ne isim verilirse verilsin,
hayata döndürmek bir yana onlarca hayatı söndürdüğü ortadadır. Operasyon
planlamasında ve operasyon esnasında
ölüm orucunda olanların zarar görmemesi için hiçbir önlem alınmadığı gibi,
en sert müdahale ölüm orucu eylemcilerinin kaldığı koğuşlara yapıldı. Bu nedenle o gün bir çok tutsak ile birlikte
ölüm orucu eylemcileri de öldürüldü.
Oysa 21 Ekim’de başlayan ölüm orucu
eyleminde ölen olmamıştı.
Operasyonun adının iddia edildiği gibi “hayata dönüş” değil uygulanan yöntemlere uygun olarak “TUFAN”
olarak belirlendiğini Jandarma Genel
Komutanlığı’nın gönderdiği plandan
öğrendik.
Tufan kelimesi gerek dinsel metinlerde ve gerekse dünya halklarının yaşamlarında, mitolojilerinde ve inançlarında
yer etmiş bir kavramdır. Kullanıldığı
her metindeki anlamı insanlığın uğradığı büyük felakettir. Nuh Tufanı’ndan
Maya Uygarlığına, Gılagamış’tan, Manu
Uygarlığı’na ve Aristoteles’in metinlerine değin pek çok kültür, inanç ve metinde TUFAN’a aynı anlamı vermiştir:
“İnsanlığın uğradığı büyük felaket”. 19
Aralık operasyonu da, “hayata dönüş”
değil bir TUFAN’dı.
Ölüm oruçlarının bir anlaşma sağlanarak bitirilmesi için görüşen demokratik kitle örgütü temsilcileri ve aydınlara,
F Tipi hapishanelerin toplumsal bir mutabakat sağlanıncaya kadar açılmayacağını taahhüt eden Adalet Bakanı’nın
gerçeği söylemediği de operasyonla
birlikte açığa çıktı. F Tipi hapishaneler
için toplumsal mutabakat beklenmemiş, bir yandan bu açıklamalar yapılırken diğer yandan yapımına devam edilen F Tipi hapishaneler tamamlanmıştı.
Adalet Bakanının bir yandan
ölüm oruçlarını anlaşma sağlayarak
sona erdirmek istediğini, F Tipi hapishanelerin mutabakat sağlanıncaya kadar açılmayacağını açıklarken öte yandan, tutsakların anlaşmaya yanaşmadığı görüntüsü yaratarak operasyon için
uygun kamuoyu algısı yaratmayı hedeflemiş olduğunu, operasyon sonrasında
açılan dava dosyalarına gelen belgelerde açıkça görebiliyoruz.
Cezaevleri merkezi koordinasyonunun bulunduğu Bayrampaşa hapishanesi bu niteliği nedeni ile en yoğun
şiddetin yaşandığı ve en çok ölüm yaşanan yer oldu. Açık bir katliam ile yüz
yüze kalan tutsaklar devlet malına zarar verme suçlaması ile yargılanmış olmasına karşın bu katliamın sorumluları
şu ana kadar tam bir koruma ile gizlendi, yargı organlarının önüne çıkarılmalarına engel olundu. Her şeye rağmen,
Bayrampaşa operasyonuna katıldıkları bildirilen 39 er hakkında açılan davada ortaya çıkan gerçekler operasyon
hakkındaki resmi bilgi ve açıklamaların
gerçeğe aykırı olduğunun ortaya çıkmasını sağladığı için önemli sonuçları
olduğunu ifade etmek gerekir.
Bayrampaşa dosyasına yansıyan belgeler gerçeğin tam da bakanın
açıklamalarının aksi yönde olduğunu
göstermiştir. Operasyon döneminde
Jandarma Genel Komutanı olan Orgeneral Aytaç Yalman’ın tanık sıfatı ile
verdiği ifade, operasyonun basit bir bakanlık planı olmadığını bir devlet kararı
olduğunu ortaya koymaktadır.
Aytaç Yalman’ın ifadelerine göre 19
Aralık operasyonu kararı 2 yıl önce MGK
toplantısında alınmış ve planlanmıştır.
Operasyonun her aşaması askeri savaş
kurallarına göre krokiler ve maketler
üzerinde çalışılarak, defalarca operasyon yapılacak hapishanelere gidilip inceleme ve tatbikatlar yapılarak kararlaştırılmıştır. Operasyon planı defalarca istenmesine rağmen Genel Kurmay
Başkanlığı kendilerinde bir plan bulunmadığını, operasyonu kimlerin yaptığının belli olmadığını bildirerek adeta
mahkemelerle, savcılıklara alay edercesine gerçeğe aykırı cevaplar vermeyi sürdürmüştür. Nihayet kesin olarak
bilgi sahibi olduğunu beyan eden Aytaç
Yalman’ın beyanları dayanak gösterile-
rek planların gönderilmesi istendiğinde, Genelkurmay Başkanlığı’nın elinde
planların bulunduğu ortaya çıkmıştır.
18 Aralık günü saat 20.00’de, yani
operasyondan çok kısa bir süre önce,
İstanbul Barosu Başkanı Yücel Sayman bir kez daha Bayrampaşa Cezaevi koordinasyonu temsilcileri ile Adalet
Bakanı’nın bilgisi ve izni ile görüşmüştür. Yücel Sayman’ın mahkemede tanık
olarak verdiği ifadeye göre görüşme
olumlu geçmişti. Sorunun çözülebileceği, ölüm oruçlarının sona erdirilebileceği izlenimi ile Bayrampaşa Hapishanesinde ayrılan Yücel Sayman, Adalet Bakanı ile telefon aracılığı ile görüştü ve olumlu görüşlerini paylaşarak
kendilerine biraz daha süre verilmesini
istedi. Bakan bu isteğe hayır demedi.
Bu görüşmeden oluşan olumlu havanın aldatıcı olduğu ise kısa sürede anlaşıldı. Görüşmeden sadece 8 saat sonra
Bayrampaşa operasyonu başladı. Dava
dosyasına gelen belgeler, tanıkların anlatımları Adalet Bakanlığı’nın organize
ettiği tüm bu görüşme süreçlerinin samimiyetsizliğini ve kamuoyunun aldatılması, oyalanması amacı ile yapıldığını görmemizi sağlamıştır.
Operasyon hakkındaki planlara bakıldığında 25 Eylül 2000 tarihine kadar
operasyon planlarının tamamlandığı
gösteriyor. Son olarak kontrol etmek
ve eksiklikleri tamamlamak için 25 Eylül günü Jandarma Komutanlığı’nın Balmumcu’daki karargahında savcılar ve
komutanların da yer aldığı bir toplantı yapılarak, hapishanelerde yapılacak
son bir incelemenin ardından operasyon yapılacağı kararlaştırılmıştır. Tüm
bunların ardından operasyon birlikleri
Ankara ve diğer illerden gelerek eğitim
amacı kışlalara yerleştirilmiş ve operasyon yapılması için tüm hazırlıklar tamamlanmıştır.
Operasyona katılacak personelin
bir tek endişesi kalmıştır. Operasyonda çok sayıda insanın ölebileceğini öngörmektedirler, bu nedenle sonradan
yargılanabileceklerinden çekindiklerini ifade ederler. Bu endişe de giderilir
ve yargılanmayacaklarına dair güvence
verilmesi ile birlikte, 19 Aralık cezaevleri operasyonunun başlaması için talimat verilir. Bu koşullarda özel olarak
eğitilerek hazırlanan operasyon timinin
sakınacak çekinecek hiçbir şeyi kalmamıştır. Böylece hapishaneleri yakar, yıkar, öldürmekten, yakmaktan çekinmeden görevlerini tamamlarlar.
Operasyonun ardından uygulanan
şiddetin mağduru durumunda olan tutsaklar yıllarca ceza tehdidi ile yargılanmasına karşın, tam bir korumadan yararlanan güvenlik görevlileri ne yazık ki
yargılanmadı, açılan birkaç göstermelik
dava da beraat kararı ile sonuçlandı.
Mahpus olmak direnişçi olmaktır
bu ülkede hapishanelerin tarihi aynı
zamanda hak gaspları, baskılar ile bun-
lara karşı yapılan açlık grevlerinin, direnişlerin tarihi olmuştur. Çoğu zaman en
küçük hakların elde edilmesi için pek
çok hayatın karardığı, devletin en temel hakları dahi yapılan direnişler sonucunda kabul ettiği, elde edilen hakların yasal güvencesi olmadığından her
an geri alınabilir olarak gördüğü, böyle de davrandığı bir hapishane anlayışı nedeni ile, hapishaneler Türkiye’nin
kanayan yarası oldu.
Hücre tipi cezaevi modeline geçiş
denemeleri 19 Aralık’tan önce de pek
çok kez yapıldı. İlk kez Eskişehir Cezaevine sevkler ile gündeme gelen tüm
hücre tipi cezaevine geçiş denemeleri,
direnişler ile karşılanmış ve her seferinde vazgeçilmek zorunda kalınmıştır.
1991 yılında çıkarılan Terörle Mücadele Yasası, siyasi mahpuslar için yeni
bir dönemin başladığını çok kısa bir
sürede görmemizi sağladı. Siyasi mahpusların 1 veya 3 kişilik hücrelerde tutulmasını öngören bu yeni infaz modelinin hayata geçirilmesi de gecikmedi. Bir süredir yapım aşamasında olan
Eskişehir hapishanesi tamamlanmış ve
yapılan operasyonda öldüresiye dövülen mahpuslar, bulundukları Cezaevlerinden Eskişehir’e sevk edilmişlerdi.
Eskişehir hapishanesi tabutluk diye tanımlandı ve kapatılması için başlayan
açlık grevi eylemi 27 günün sonunda
kazanıma dönüştü ve Eskişehir hapishanesi kapatıldı.
Sonraki tarihlerde Diyarbakır, Ümraniye, Buca, Burdur, Bergama, Ulucanlar
hapishanelerine yapılan operasyonlarda da, koğuşlara girilmiş ve tutsaklar
alınarak başka cezaevlerine sevk edilmek istenmiş, ancak gerçekleşen direnişler sonucunda devlet gasp edilen
hakları iade etmek zorunda kalmıştır.
Devlet yetkilileri 19 Aralık operasyonu ile birlikte hapishaneleri boşaltarak
bir süreci kapattıklarını düşünseler de
gerçek hiç de düşünüldüğü gibi olmadı. 19 Aralık ile uygulamaya konulan F
Tipi hücreler ise yaraya adeta tuz basarak kangrenleşmesine hizmet etmekten başka bir işe yaramadı. Özgürlükleri ellerinden alınarak cezalandırılan
insanlar, ikinci bir ceza olan izolasyona
tabi tutularak toplumdan, insanı insan
yapan tüm değerlerden koparılmaya
çalışıldı.
Operasyonun ardından F Tipi hücrelere konulan tutsaklardan günlerce haber alınamadı. İşkence ve baskı ile başlayan F Tipi hücrelerde birbirlerinden,
dış dünyadan, tüm sevdiklerinden izole edildiler. Uygulamaya konulan tredman yöntemi ile siyasal kimlikleri rehin
alınmaya çalışıldı. Ancak tüm bu hak ve
hukuk gasplarına rağmen F Tipi hapishanelerin hücrelerinde tutulan “Özgür Tutsaklar” eşitlik ve özgürlük mücadelesinde daha kararlı bir şekilde yer
almaya devam ediyorlar. Özgürlüğün
vazgeçilmez, insanı insan yapan en temel hak olduğunu bilerek.
hukuk
24 sosyal
Ocak 2016
Hitler’in 657 değişiklikleri (!)
Mehmet Cemil Ozansü
İÜ Hukuk Fakültesi Öğretim Görevlisi
K
itlelerin gezi sürecinde başlayan devrimci isyanının, müesses
muhalefet yapılarının ufuksuzluğu nedeniyle herhangi bir kazanım elde
edemeden akamete uğramış olması,
AKP rejiminin her geçen gün daha derinleşen bir gericileştirme dalgasıyla yol
almasına neden oluyor. Somut iktidar
hedef ve programından yoksun bir muhalefetin, anılan başkaldırıdan evvelki
dönemle kıyaslandığında daha şedit bir
gerici programla yüz yüze kalacağı, tarihsel bir tecrübe ve hakikat olarak ifade
edilebilse de, Türkiye’nin mevcut durumunu herhangi bir iç çelişki taşımayan
bir saflıkta değerlendirmek de abartılı bir
karamsarlığa vücut vermekten başka bir
anlama gelmez. Zira hızlı değişen zamanlarda, aslen “istikrarsız” bir yapıyla karşı
karşıyayız.
Bununla beraber AKP rejiminin göreli
zayıflığı, tahmin edilenin aksine onu daha
büyük saldırıları tatbike mecbur bırakıyor. AKP Hükûmetinin 657 sayılı Devlet
Memurları Kanunu hakkında yapılmasını planladığı değişiklikleri de bu bağlamda anlamlandırmak gerekir. Sosyal Hukuk
Platformundan gelen okuduğunuz bu yazının hazırlanması teklifi, 657 sayılı Kanunun memuriyet güvenceleri aleyhinde
değiştirilmesi hakkında yapmış olduğum
bir tarihsel mukayeseyi açmam talebine
dayanmaktadır. Anılan yorumumda, 1
Kasım sonrası AKP rejiminin yasama düzeyinde gerçekleştirmek istediği ilk icraatın devlet memurlarının kısmî hizmet
güvencelerini ortadan kaldırmak olması
ile Hitler’in şansölyeliğe getirilmesiyle başlayan “iktidara el koyma” sürecinde öncelikle devlet memurluğunun
yasal temellerinin
yeniden belirlenmiş
olması arasında bir paralellik kurmuştum. Ancak bu analojinin sınanması için öncelikle süreğen
ve tarafların yenişemediği bir iç savaş rejimi olan Weimar Cumhuriyetinin tecrübesi hakkında bazı temel bilgileri aktarmak isterim.
Kasım 1918/19 Devriminin akabinde
hazırlanan Weimar Anayasasının adıyla
anılacak olan Alman Cumhuriyeti, doğduğu gün itibarıyla Prusya devlet aygıtı
ile iktidara gelen Alman Sosyal Demokrat
Partisi arasındaki gerilimli bir koalisyonu
zemin tutmuştu. Sosyal Demokrat Parti,
kendi içinden çıkan sol kanatları, Prusya devlet aygıtından artakalan bürokratik unsurlarla ve bilhassa İmparatorluk ordusuyla beraber ezerek 1918/19
devrimini (ve devamında gelişen çeşitli
devrim teşebbüslerini) bir çeşit burjuva
demokratik cumhuriyetine dönüştürebilmeyi başarmıştı. Ancak hemen şunu
belirtmekte fayda var ki; tüm Weimar
tecrübesi boyunca Prusya bürokrasisi
hiçbir zaman, sosyal demokratların bürokrasiye karşı duyduğu güven hissinin
bir benzerini Sosyal Demokrat Partiye
sunmadığı gibi, bunların “cumhuriyetlerine” de sadakat beslemedi. İşte, Weimar Anayasasının meşhur “imtiyazlı memuriyet güvencelerini” düzenleyen 129.
maddesi, Prusya bürokrasisine sunulmuş
bir tavizin ifadesi olarak hukuk tarihindeki yerini bu nedene dayanarak aldı.
1 Kasım sonrası AKP rejiminin yasama düzeyinde
gerçekleştirmek istediği ilk icraatın devlet memurlarının kısmî
hizmet güvencelerini ortadan kaldırmak olması ile Hitler’in
şansölyeliğe getirilmesiyle başlayan “iktidara el koyma”
sürecinde öncelikle devlet memurluğunun yasal temellerinin
yeniden belirlenmiş olması arasında bir paralellik kurmuştum
30’lu yıllara gelindiğinde ise, hem
merkez sağın hem de sosyal demokratların zayıflaması nedeniyle Prusya devlet
aygıtı, anılan ittifak içindeki varlığını sorgular hale geldi. Bununla beraber on yılı
aşkın bir süre boyunca zaman zaman koalisyonlarda yer alan sosyal demokratların (aslen sosyal demokratların ama bazı
yerel birimlerde komünistlerin de) hem
federal hem de eyaletler düzleminde iktidarda bulunmaları sol ve devrimci eğilimli yeni memurların memuriyete intisaplarına neden oldu. Bu yeni durum,
Alman sağının mevcut anayasal memuriyet hakları hakkındaki politikasında da
bir değişikliğe gitmesine meydan verdi.
Prusya bürokrasisinin daimi sözcüsü sayılabilecek Carl Schmitt gibi anayasa hukukçuları, 129. maddenin “geçiş amacı
öngören özelliğini” ve dahası bu hükmün
maksadının aslen 1918 devrimi öncesindeki bürokratik kadronun “radikal çevrelerin yıkıcı arzularından korunması” olduğunu işaret etmeye başladılar.
Dolayısıyla 1930’lu yılların hemen başında, bir yanda sayıları azalma eğilimi
gösteren ama bu engeli devamlı surette
bir çeşit iç kooptasyonu sağlayarak aşmaya uğraşan Prusya bürokrasisi öte yandaysa sayıları bariz biçimde daha az olan
ama öyle ya da böyle devlet bürokrasisi
içinde yer tutan “varlığı arzu edilmeyen”
bir kadro meydana gelmiş oldu. Ve tabii
tüm bunların üstünde de Weimar Anayasasının 129. maddesinin sağladığı meşhur “imtiyazlı memuriyet güvenceleri”
yer aldı. Bu “koordinasyonsuzluk”(!) ortamında, Prusya bürokrasi geleneğinin
ve buna tâbi eski ve yeni kadrolarının
beklediği kurtarıcının, mevcut memuriyet rejimini anayasaya rağmen kökten
değiştirebilecek bir geçici diktatörlük olmasına hayret etmemek gerekir. 1933’e
kadar denenen bonapartist diktatörlük
girişimleri akim kalınca, artık aranan kurtarıcı istemeye istemeye de olsa, iktidara
gelmesine rıza gösterilen faşist kitle partisi ve onun Führer’inden başkası olmadı.
Bu şartlar altında, 7 Nisan 1933’te Hitler rejiminin ilk çıkardığı yasalardan biri,
hangi özellikleri taşıyan memurların nasıl
görevden uzaklaştırılacaklarını belirleyen
“Devlet Memurluğunun Yeniden Düzenlenmesi Hakkında Kanun” oldu (emekliye
ayırma veya yer değiştirme gibi seçeneklere tarihsel önemsizliği nedeniyle değinmiyorum). Birinci paragrafında “milli bir
devlet memuriyetinin yeniden ihyasını
ve idari işleyişin kolaylaştırılmasını” hedeflediğini ilan eden kanun, demiryolları
idaresine ve merkez bankasına kendine
özgü düzenlemeleri yapması kaydıyla is-
sosyal hukuk 25
Ocak 2016
tisna tanırken; belediyelerde, eyaletlerde ve sair kamu kurum ve kuruluşlarında
bulunan tüm memurları kapsamına alır.
İkinci paragraf, 9 Kasım 1918 sonrasında memuriyete girenlerin genel bir yeterlik denetimine tabi tutulacağını belirlerken, üçüncü paragraf “aryan soydan
gelmeyenlerin” ya emekliye sevkini ya
da memuriyetten ıskatını düzenler (dünya savaşı gazisi olanlar ve şehit yakınları hariç tutulur). Kanunun genel anlamda geçerlik taşıyan ve tüm memurların
memuriyet vasfını düzenleyen hükmü
ise şöyledir: “bugüne kadarki siyasi faaliyetleriyle, her durum altında kayıtsız ve
şartsız olarak milli devletin yanında yer
almak hususunda itimada şayan olmayan memurlar, memuriyet görevinden
çıkarılabilecektir”. İçişleri Bakanlığının
dört gün sonra 11 Nisan 1933’te çıkardığı ilk genelge ile “Komünist Partisine
veyahut yan kuruluşlarına üye olan tüm
memurların memuriyet vasfını kendiliğinden yitirmiş oldukları” belirlenirken,
bir kimsenin aryan olup olmadığının tespitinin “teknik” detayları da izah olunur.
NSDAP, iktidarında istikrar sağladıkça bu
kanunun uygulamasını genişleten birçok
genelge ve kanun değişiklikleriyle 1945’e
kadar yoluna devam eder.
Şüphesiz ki Nazi rejimi, bir yanıyla Alman devletinin ulaştığı bir sonuçtur. AKP
rejiminin yukarıda sunduğum kanun kadar net bir tanımlama üzerinden kadro
politikası uygulayabileceğini düşünmek
onun gücünü haddinden fazla abartmak olacaktır. Kaldı ki, 1933 Nazilerin
“temizliğe” henüz başladıkları bir tarihi işaret eder. Oysa AKP rejimi, miyadını siyaseten çoktan doldurmuştur. Ancak devlet bürokrasisinin neredeyse tamamında, ondan da evvel (12 Eylül’den
beri istikrarla) başlayan “arındırmayı”
zaten tamamlamış olduğu gerçeğiyle de
yüzleşmeliyiz. Kısa süreli koalisyon dönemlerinde, çok sınırlı biçimde bürokraside varlık bulabilmiş CHP ve DSP’nin
son kalıntıları da AKP’nin geçtiğimiz dönemlerinde temizlenmek istenmedi mi?
2010 Referandumunda miting alanlarından başbakan, gazete köşelerinden M.
Belge’ler “Yargıtay’ı dedeler yönetiyor”
benzeri ithamlarla bürokrasinin mutlak
biçimde sağın egemenliğine sunulmasının çağrısını yapmadı mı? Ergenekon,
Balyoz benzeri davalar ile seküler eğilimli ordu mensupları kariyerlerini bırakmak
mecburiyetinde bırakılmadı mı? Şüphesiz ki, planlanan bu 657 saldırısının hedefinde de artakalmış “arzu edilmeyen
son kırıntıların”, iktidara teslim olmak
istemeyen “milli ve yerli olamayan” alevi, kürt, sekülarist kamu görevlilerinin de
tırpanlanması yer alacaktır.
Dolayısıyla soru kendiliğinden şu şekle bürünüyor: Böyle dengesiz ve anayasa
tanımaz bir bürokrasiyle Cumhuriyetin
varlığını muhafaza edebilmesi mümkün
olmadığından, nasıl ve ne biçimde bir
“denazifikasyon” sürecine hazırlanıyoruz? Mesele bundan ibarettir.
Öyle bir saygınlık ki (!)
Feyza Gezmen
Stajyer Avukat
İ
nternette araştırma yaparken bir
gazetenin attığı ‘SAYGIN İNDİRİM
(!) ‘ başlığı dikkatimi çekti. Haberin içeriğini okuduğumda canımın sıkılacağını biliyordum zira başlığın yanındaki (!) işareti mantıkların kabullenemediği bir konuda ceza indirimi
yapıldığını açıkça gösteriyordu. Keşke okuduktan sonra hissettiklerim can
sıkılması ile tarif edilebilseydi. Bu sebeple ben de başlığın hemen yanına
aynı işareti koyarak haberin neye dair
olduğunu ve yapılan indirimin neden
yapıldığını öğrendiğinizde hissetmenize yol açacağım duygulara sizi hazırlamak istedim.
Haber şöyle: Diyarbakır
da bir kişi (!) ( bu sefer
söz edeceğim varlık
için doğru sıfatı
bulamıyor ya da
buraya yazamıyor olmamın isyanıdır) kendisini subay
olarak tanıtarak ücretsiz
ders verme bahanesiyle ikisi
14 biri 15 yaşındaki üç kız çocuğunu
( altını çiziyorum koyu kırmızıyla yazıyorum ÇOCUK!!!) evine götürerek
esrar içiriyor, porno film izletiyor ve
daha sonra da cinsel tacizde bulunuyor. 150 yıl hapis istemiyle yargılanan Ubeydullah Ç’ye verilen ceza
ise şöyle; ‘uyuşturucu temin etme’
suçundan beraat etti. ‘Müstehcenlik’
suçundan verilen 3 kez 5’er ay hapis
4’er gün adli para cezası ise ‘bir daha
suç işlemeyeceği’ kanaatiyle ertelendi. ‘Cinsel istismar’ suçundan ise
‘saygın tutum’ indirimi ile 10 yıl hapis
cezası aldı.
Bir bakalım bu ‘saygın tutum’ indirimi ne demek. Hakim; “failin geçmişi, sosyal ilişkileri, fiilden sonraki
ve yargılama sürecindeki davranışla-
rı, cezanın failin geleceği üzerindeki
olası etkilerinin yanında, her somut
olaya göre değişebilecek ve önceden
öngörülemeyecek nedenleri de birlikte değerlendirerek bu hususta hak,
adalet ve nasafet kurallarına uygun
biçimde yargılama yaparak yukarıda
ki nedenlerle failin cezasında indirim
yapabilir.
Şimdi bir de mağdure(ler) ya da
aileleri açısından düşünelim; üç
küçüğe porno izleten, esrar içiren
ve tacizde bulunan adama ‘SAYGIN
TUTUM’ indirimi yapılmış. Peki ya o
üç küçüğün saygınlığı yok mu? O üç
çocuğa, ruhlarında hayatları boyunca taşıyacakları izler bırakan adamın
sadece 10 yıl ceza almasının nedeni
Şimdi bir de mağdure(ler)
ya da aileleri açısından
düşünelim; üç küçüğe
porno izleten, esrar içiren
ve tacizde bulunan adama
‘SAYGIN TUTUM’ indirimi
yapılmış. Peki ya o üç
küçüğün saygınlığı yok mu?
olarak mahkemede ki saygın tutumu
(!) (Çocuğa cinsel taciz suçlamasıyla yargılanmakta olduğu mahkeme
salonunda ne yapacaktı da saygın
tutum sergilemeyecekti o da anlaşılmaz ya..)açıklaması nasıl yapılacak?
O çocukların hakka, hakkaniyete,
yasların onları koruyacağına inancı
nasıl temin edilecek? Peki ya aileleri
‘çocuklarınızı yasalar koruyor’ a nasıl
ikna edeceğiz? Eğer yasa 18 yaşından küçük olanı çocuk olarak kabul
ediyorsa en büyüğü 15 yaşında olan
çocuklarla ilgili cinsel taciz davasında yargılamanın herhangi bir yerinde
‘mağdurenin rızası’ ifadesi geçmesini
o ailelere nasıl açıklayacağız?
Şimdi de en başa dönelim; Subay
olduğunu söyleyen bu kişi, bu imajı
pekiştirmek için evine subay üniforması, gaz tabancası ve mermi bulundurarak “güven” duygusu yaratmaya çalışıyor. Etrafa ücretsiz İngilizce
dersi verdiği haberini yayıyor ve eve
bu amaçla gelen bu üç küçüğe cinsel
tacizde bulunuyor. Mahkeme kararında ne demişti ‘mahkemedeki saygın
tutumu ve tekrar suç işlemeyeceği
kanaatinin oluşması’ (!!!) İşte benim
beynimin kod belirtemeden hata
verdiği nokta! Bundan sonrası büyük
harflerle BU ADAM BU SUÇU İŞLEMEDEN ÖNCE EVİNE BUNUN İÇİN
BİR DÜZEN KURMUŞ! ÇOCUKLARI
TUZAĞINA ÇEKMEK İÇİN SÖYLEDİĞİ
YALANLARI PEKİŞTİRECEK HERŞEYİ
AYARLAMIŞ! BU ADAMIN EVİNDE
DAHA ÖNCE BAŞKA BİR ÇOCUĞA KARŞI İŞLEMİŞ OLDUĞU CİNSEL İSTİSMAR
SUÇUNUN GÖRÜNTÜ KAYITLARI
BULUNMUŞ! BU
ADAM ÜCRETSİZ
DERS VERME BAHANESİ İLE KÜÇÜKLERİ TUZAĞINA ÇEKMİŞ ve SAYGIDEĞER
MAHKEME HEYETİNDE HERNASILSA
BİR DAHA SUÇ İŞLEMEYECEĞİ KANAATİ OLUŞABİLMİŞ. İşlenen suçun öncesi var, akla gelmez hazırlık aşamaları tamam ama şimdi bu son işlediği
suçta o kadar pişman oldu ki bir daha
suç işlemeyecek öyle mi?
Ben anlayamadım… Belki de meselenin özü kravat takmak… E ne yapalım, bundan sonra cinsel taciz mağdurları mahkemeler karar verinceye
kadar çıkarmasınlar kravatları…
Hem belki birazcık mağdurun/
mağdurenin saygınlığı da hesaba
katılır hem de cinsel tacizin suçlusunun hak ettiği cezayı almazsa bu
suçtan zarar gören tarafın hayatı
boyunca yaşayacağı esareti temsil
eder kravat…
aktüel
hukuk
26 sosyal
Ocak 2016
Hoşgeldiniz Avukat E.... İ....
Evren İşler
Avukat
M
imarinin hayatlarımızda çoğu zaman fark etmediğimiz bir etkisi
var; tarihi binalar yıkılıp yerine yenileri yapıldıkça o binalardaki anılarımız da
yok oluyor mesela. Benzer şekilde, belli
alanların mimari çevresi değişiktikçe, o bölgelerdeki toplumsal hafızamız kayboluyor.
Bir de, kamusal binalar heybetli(!) inşa ediliyor ki, içine giren vatandaş binaya girişinden itibaren kendisini kamu otoritesi karşısında güçsüz hissetsin.
Böyle kocaman kocaman adliye
“saray”larımız var artık. Açıldıkları ilk
günden itibaren, kamu otoritesinin varlığını avukatlara da kabul ettirmek isteyen
otoriteleri ile birlikte şık, temiz, AVM benzeri binalar. İstanbul Adalet Sarayı açıldığında, ilk getirilen “uygulama” avukatların üstünün aranmaya çalışılmasıydı. Bir
grup avukat direndi, dayak yedi, kapıdan
kovuldu bacadan girdi, görüntülerini almak isteyen sivil polisleri adliye binasından kovdu ve avukatların aranmadan adliyeye girebilmelerini sağladı.
Bir başka denetim mekanizması olan
“çipli kimlik kartları” ile giriş yapmaya
başladı avukatlar. Hatta bazı avukatlar
için çok havalıydı bu durum; kimliğini
okut, dıııttt, “hoşgeldiniz Avukat E... İ...”
Aman pek sevimli. Bugünlerde, adliye
koridorlarına girebilmek için de; kimliğini
okut, dıııttt, “hoşgeldiniz Avukat E... İ...”
Avukatın hangi koridora girdiğini, orada
ne kadar kaldığını kaydetmekle ne amaçladıklarını yakında anlarız nasıl olsa, biz
konumuza dönelim...
Bir grup avukat neden bu kadar direnmişti üstünü aratmamak için? Çünkü
Avukatlık Kanunu’nun 58 maddesi “Avukat yazıhaneleri ve konutları ancak mahkeme kararı ile ve kararda belirtilen olayla ilgili olarak Cumhuriyet savcısı denetiminde ve baro temsilcisinin katılımı ile
aranabilir. Ağır ceza mahkemesinin görev alanına giren bir suçtan dolayı suçüstü hali dışında avukatın üzeri aranamaz.”
demektedir. Gayet açık bir anlatımı var
cümlenin ama bir de şöyle ifade edelim;
bir avukat ağır cezayı gerektiren bir suç
işlemiş bile olsa, ancak ve ancak suç üstü
halinde üstü aranabilir.
Peki ama neden?
Peki neden avukatın üstü aranamaz?
Avukatın üstünün aranmaması, avukatlara tanınmış bir ayrıcalık değildir. Tarihin
hiçbir döneminde avukatları “sevmemiş”
olan kanun koyucu, durup dururken avukatlara ayrıcalık tanımış değildir. Avukatın üstünün aranmaması, yargılama faaliyetinde kamu gücünün karşısında halkın
temsilcisi olmasından ve korumakla yükümlü olduğu meslek sırrından kaynaklanmaktadır. Vatandaş gelir, avukatına
sırrını verir, savunma malzemesi teslim
eder, avukat müvekkilinin izni olmadan
bu sırları açıklayamaz; hatta müvekkili
izin verse bile avukatın tanıklıktan çekinme hakkı vardır. Meslek sırrı, savunma
dokunulmazlığı, bağımsız savunmanın
temsilcisi olması nedeni ile avukatın üstü
aranamaz. Avukatın üstünün aranması,
vatandaşın savunma hakkını ihlal eder.
Avukatın üstünün aranması, savunmanın
bağımsız olma niteliğini ihlal eder. Avukatın üstünün aranması, savunma dokunulmazlığını ihlal eder. Bu yüzden bir
grup avukat, senelerdir, ısrarla, koşullar
ne olursa olsun adliye girişinde üstünü
aratmamak için direnir.
Hep sorulan sorulara da cevap vermeye çalışalım.
AVM’ye girerken üstünü aratıyorsun
ama?
Evet, çünkü AVM’ye vatandaş olarak
giriyorum, üstümde kimsenin meslek sırrını içeren belge, bilgi veya herhangi bir
malzeme taşımıyorum. Üstümde bunlar
varsa AVM’ye gitmiyorum.
Havaalanında kendini aratıyorsun
ama?
Yukarıda cevap aynen geçerli, bir de
üstüne uluslararası havacılık kuralları var.
Çantanda ne var ki aratmıyorsun?
Meslek sırrı var.
İstanbul Barosu Nereden Nereye?
Avukatlık statüsü, Baro levhasına yazılmakla kazanılıyor. Avukatlık Kanununda yazılı koşulları sağlayan bir kişi, ancak herhangi bir Baroya kaydolduğunda
“avukat” oluyor. Ancak, bu durum Baroyu “avukat”ın amiri haline getirmediği
gibi, Baro’nun yaptığı birel işlemler hariç (ki bunlar da yargı denetimine tabi),
“avukat”ın Baro’nun aldığı siyasi kararlara uygun hareket etme zorunluluğu yoktur.
2000 yılında avukat olduğumda, İstan-
bul Barosu, avukatın üstünün araması
meselesinde olduğu gibi halkın hak arama özgürlüğünün teminatı olan birçok
konuda, avukatların ve halkın yanında
tavır alırdı. Tarihi boyunca her zaman, İstanbul Barosu yönetimleri birçok konuda, birçok farklı kesim tarafından eleştirildi ama bir zamanlar en azından “avukatın
üstünün aranması” gibi temel konularda
Baronun yanımızda olacağını bilirdik.
İstanbul Barosunun web sitesinde yapacağınız kısa bir araştırma ile bile görebileceğiniz üzere; İstanbul Beşiktaş Adliye Binası girişinde avukatların X-Ray cihazından sinyal vermeden geçiş yapmalarının istenmesi üzerine 31.08.2010 günü
İstanbul Barosu Başkanlığı tarafından İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına yazılan
yazı ile “Avukatların adliye binası girişinde üzerinin ve çantasının aranması uygulamalarının giderilmesi hususunda Başsavcılığınız tarafından gerekli girişimlerde
bulunulmasını rica ederim” denilmiştir.
Son döneme geldiğimizde ise, İstanbul Barosu Başkanlığı avukatların üstünün aranabilmesi için “bu arama değil
taramadır” gibi hukuki dayanaktan yoksun kimi açıklama(!)lar ile İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı ile Protokol imzaladı. Bütün kamuoyunun bildiği üzere, bu
Protokolün imzalanıp imzalanmadığı bile
tartışıldı.
Ancak, İstanbul Barosu web sitesinde
bulunan 21.04.2015 tarihli “duyuru” ile
Başsavcılık ile mutabakata varıldığı, bu
mutabakatın hakim, savcı ve avukatlar
arasında eşit uygulamayı içerdiği, avukatların çantalarını x-ray cihazına bırakacakları, çantada şüpheli cisim varsa avukatın
bu cismi göstermesinin isteneceği ve cismin gösterilmemesi halinde avukatın adliyeye giremeyeceği, hakim ve savcıların
da aynı uygulamaya tabi olacağı duyurulmuştur.
Sevgili İstanbul Barosu Yönetimi, sen
benim adıma ne hakla Savcılıkla “mutabakat” yapıp, Kanun hükmüne rağmen
çantamın aranmasını sağlayabiliyorsun?
Nasıl olur da, herhangi bir durumda,
avukatın adliyeye alınmayacağına dair bir
“mutabakat”a varabiliyorsun? Benim adliyeye girişimi, oradaki bir özel güvenliğin
ve/veya savcının denetimsiz inisiyatifine
bırakabiliyorsun?
Sevgili İstanbul Barosu yönetimi, sayenizde üstünü aratmak istemeyen avukatlar artık şu cümlelerin muhatabı oluyorlar “Baronuz aranacağınızı söylüyor,
siz nasıl aratmazsınız? Siz Baronuzu da
mı tanımıyorsunuz? Ama avukat hanım,
herkes aranıyor, siz niye ısrar ediyorsunuz?”
Sevgili İstanbul Barosu yönetimi, her
dakika açıklamak zorunda bıraktığınız hususları biz de buradan duyuralım;
Evet, İstanbul Barosunun bu kararını (duyurusunu, protokolünü adı her neyse artık) tanımıyoruz. Sayısal kriterlere göre
“Dünyanın en büyük Barosu”yuz demenin ne manası var, halkın hak arama özgürlüğünün teminatı olduğunuz kadar,
meslektaşlarınızı birilerinin keyfi uygulamalarının muhatabı etmediğiniz kadar
büyük olursunuz. Biz de işte o zaman, bu
baronun mensubu olmaktan gurur duyarız.
Geldiğimiz noktada, her adliyeye girdiğimizde hakkımızda tutanak tutuluyor.
Her birimizin hakkında onlarca soruşturma var. Savcılıktan soruşturma akıbetlerini sorduğumuzda, “dosyaların kendilerinde olmadığını, bütün belgelerin İstanbul
Barosuna gönderildiği” söyleniyor; soruşturmaların bazıları açık bazıları kapalı
ama yapılan işlemin ne olduğunu bilmiyoruz çünkü dosya yok. Bilebildiğimiz kadarıyla, İstanbul Barosu tarafından, konu
ile ilgili olumlu veya olumsuz herhangi bir
işlem yapılmamış durumda.
Terbiye(siz)
Yani, her birimiz hakkında her an işleme konulabilecek durumda tutulan
soruşturma dosyaları var. Ülke pratiği,
hukukun her an bir terbiye mekanizması olarak kullanıldığını gösteriyor. Emin
olabilirsiniz; üstümüzü aratmamakta o
kadar haklıyız ki, bizi bu sonlandıramadığınız soruşturmalarınızla terbiye (!) edemezsiniz. Hak arama özgürlüğünden,
meslek sırrından, savunmanın bağımsızlığı ve dokunulmazlığından vazgeçtiğimiz
an, bu mesleğin sonunun geleceğini; bu
haklara dokunulmasına izin verirsek insanların duruşma salonlarında savunmasız kalacağını, bir kısmı zaten göstermelik
olan yargılamaların iyice tiyatro sahnesine döneceğini biliyoruz. Avukatlık mesleğinin sonu gelirse bize bir şey olmaz,
“avukat” unvanı taşımadan da yaşarız;
ama bu mesleğin sonu gelirse hakkını
arayan veya yargılanan insanlarımız savunmasız kalır. Bu yüzdendir inadımız...
kadın
sosyal hukuk 27
Ocak 2016
Kadının adı: Mağdur
Dilan Aydın
Öğrenci
2
5 Kasım Toplumsal Cinsiyete Dayalı Şiddetle Mücadele Günü’ydü.
Gündemde en güçlü yankıyı
uyandıran “kadın cinayeti” dosyası olan
Özgecan Aslan dosyasıydı.
Toplumsal sağduyu literatürüne neredeyse henüz girmiş olan “kadın cinayeti”
ifadesi yine patriarkal şiddettin yöneldiği cinsiyete ilişkin bir ifadedir. Bu sağduyu ifadesi, failin değil mağdurun cinsiyet
kimliği üzerinden tanımlandığı için biraz eksiktir. Erkek şiddetinin homofobik
transfobik şekilleri de incelenecek olduğu vakit maalesef aynı başlık
altında yer kalmayacaktır
ve yine siyasal iktidarın besleyip büyüttüğü
erkek-egemen sivil ve üniformalı şiddet mekanizmalarının toplumsal
cinsiyete dayalı şiddet davranışları için ise bu ifade hayli yetersiz kalacaktır.
Özgecan Aslan dosyası, sanıklar hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilmesiyle karara bağlandı. Bu karar emsal teşkil etmesi gereken bir karardır ancak bu cinayeti –ötekilerden- ayrıştıran birçok nokta hukuksal ve toplumsal
anlamda klinik bir gözlem alanı yarattı.
Mersin Barosu’ndan baroya kayıtlı avukatlardan hiçbirinin zanlıların avukatlığını yapmak istemediğini duyurması
“adil yargılanma hakkı” tartışmasının konusu olsa da bu refleks duygusal ve em-
salsizdi. Mağdurun genç, güzel, başarılı
oluşu hatta üniversiteyi ailesinin yanında okuyor oluşu bile toplumda hukuki
gerekliliğin yapılmasından ziyade bireysel öfke tepkileri doğurdu. Bu denli “masum” bir genç kıza yönelik şiddet, sivil
inisiyatifleri idam cezası tartışmalarına
yöneltti. O arada idam cezasının hukukiliği tartışması atlanmış, infaz talebine
geçilmişti bile.
Sanık ilk duruşmada “bana şerefsiz
dedi” savunmasını yaptı. Burada hakareti cinayete gerekçe gösteren bir erkek
aklı çıktı karşımıza, bu savunmayı yapan
kişi Adana-Mersin karayolu hattında dolmuş şoförlüğü yapan, yani benzer hakaretlere trafiğin olağan akışında maruz
lir. Yapılageliş normun ne yazık ki yetmediği yönünde. Bu eksiklikten kaynaklı kadın platformları, ceza yasasına toplumsal cinsiyete dayalı şiddet suçunun eklenmesi yönünde talepler sunmak üzere
hukuk çalıştayı hazırlığındalar.
Kadına ve diğer dezavantajlı cinsiyetlere yönelik şiddet davranışları araştırması, şiddet tanımının belirlenmesiyle başlamalıdır. Birleşmiş Milletlerin
altı temel insan hakları sözleşmesinden biri olan ‘Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi
(CEDAW)’nin öncül maddelerinde ayrımcılığın tanımı yapılmıştır. Şiddetin
tanımı ayrımcılığın tanımı kadar net olmasa da, şiddetin motivasyonu, şidde-
Özgecan Aslan dosyası, sanıklar hakkında ağırlaştırılmış
müebbet hapis cezası verilmesiyle karara bağlandı. Bu
karar emsal teşkil etmesi gereken bir karardır ancak bu
cinayeti –ötekilerden- ayrıştıran birçok nokta hukuksal ve
toplumsal anlamda klinik bir gözlem alanı yarattı.
kalması hayli muhtemel bir kişiydi. Erkeğe özgülenen davranışların kadın tarafından sergilenmesi; kadını, şiddetin
yöneldiği yere konumlayabildiği gibi, kadına özgülenen davranışların kadın tarafından sergilenmemesi de yine kadını;
erkek şiddetinin mağduru haline getirebiliyor.
Öte yandan duruşmada mağdur avukatları ajitatif ifadelere yer verdi, bunlar
yine vicdan ve merhamet mekanizmalarını hedef alan söylemlerdi. Mağdur
dezavantajlı bir kimlik olduğunda, norm
yalnız başına onu korumaya yetmeyebi-
tin mağdurunu bi bağlamda ayırıp yine
şiddete müsait* bir yere iliştirmektir.
Bu suçun failleri neredeyse her seferinde haklı oldukları zannıyla hareket
ederler. Mutlaka bir çünkü’leri ama’ları vardır. Toplum canavarı ise şiddeti
meşru kılacak kılıfı mutlaka ama mutlaka bir yerden çıkarıp gözümüze sokar,
Özgecan Aslan cinayetinde bile… Bir
yerlerde birileri, akşam vakti tek başına dolmuşta ne işi vardı? dedi. Bu sorunun cevabı elbet var. Ama kimseyi ilgilendirmez.
Kadının davranışları, kararları, değer-
leri yoruma açık değildir, erkeğinki de
değildir ki zaten değil. Erkeklikle ilişkilendirilen şeref, haysiyet vesikaları bile
cinsiyete dayalı şiddetin fitilidir.
‘’Bir kadın olarak’’ ifadesiyle başlayan,
davranış formları dayatmalarıyla devam
eden tüm cümleler şiddetin körüğüdür.
Şiddeti nasıl tanımlayacağımız şiddete nasıl maruz kaldığımızla ilişkili olmamalıdır ama ilişkilidir. 2003 yılında hazırlanmış bir Birleşmiş Milletler raporunda
Türkiye’deki kadınların %37’sinin şiddet
mağduru olduğu belirtilmiştir. Görüyorum ve arttırıyorum, sene 2015, ve bu rakam %100. Çünkü şiddetten kasıt sadece
fiziksel değil, kararlarına kendi hükümlerinizle müdahale ettiğiniz, özgürlük
alanlarına tecavüzde bulunduğunuz, kendi değerlerinizle
yargıladığınız her hal
şiddettir. Tüm bunlara alkış tutmanız
hatta sessiz kalmanız bile şiddettir. Bir
seçenek dayatmanız şiddettir. Bir başkası adına inisiyatif kullanmanız şiddettir.
Özgecan dosyası normun gerektirdiği gibi sonuçlandı. Bu bir lütuf değildir.
Ama ne yazık ki diğer tüm katillerin bu
özenle yargılanacağına emare de değildir. Bu bilinç hepimizi korkuyla zinde tutmalıdır. Kadına transa, homoya yönelen
fiziksel ve duygusal şiddet davranışının
karşısına itmelidir.
Özgecan dolmuşta tek başınaydı ama
sen ASLA YALNIZ YÜRÜMEYECEKSİN.
*müsait: TDK’deki tanımlardan biri,
“flört etmeye hazır olan, kolayca flört
edebilen (kadın)”
söyleşi
hukuk
28 sosyal
Ocak 2016
Ortadoğunun kesik damarları
Röportaj:
Av. Bülent Akbay
S
ayın Prof. Dr. Mehmet Yuva* ile
Suriye Üzerine Röportaj yapmak
için iletişime girdiğimizde kendisini Şam’da bulduk. Sayın Yuva’yı,
Suriye’nin haklı mücadelesini dünyaya anlatmak için bir dizi yoğun programı yaşama geçirirken Şam’da bulduk.
Suriye’de yaşananların dünü ve bugününü bölgenin kalbinden Sosyal Hukuk
okurlarına ulaştırıyoruz.
>
Suriye’nin Dünya ve bölge için ihtiva ve arz ettiği ehemmiyet nedir?
Şam coğrafyası (Suriye, Lübnan, Filistin, İsrail, Ürdün, Anadolu ve Irak)
Dünya’nın merkezidir. Bu merkezin kalbi Suriye’dir. Antik çağdan günümüze
kadar olan tarihi süreçte yükselen ve
yok olan devletleri belirleyen hadiselerin kesiştiği ve yaşandığı mekândır. Hanedanlıkları devletlere, devletleri imparatorluklara dönüştüren ancak aynı
derecede imparatorlukları, devletleri
ve hanedanlıkları tarih sahnesinden çıkaran sahadır. Bu iddiam tarihi somut
verilerle sabittir. Onlarca vaka ile izah
edilebilir. Yunanca ve Latincede mevcut olan en önemli siyasi, felsefi, tıbbi
ve edebi terminolojinin ana yurdudur.
Avrupa, Afrika ve Asya kıtalarına ismini veren Suriyeli prenseslerin vatanıdır.
Kadim dinlerin ve Semavi kitapların tedavüle girdiği diyardır. İstisnasız bütün
nebilerin (peygamberler) yaşadığı nadide bir vatandır. Çok zengin tarihi eser
ihtiva eden, demokrasi, diktatörlük,
kent devletler, krallık ve daha nice siyasi sistemleri ikame etmiş, isimlendirmiş
ve emsal teşkil etmiştir. Yeryüzü üzerinde var olan bütün kavim ve itikatların
yan yana ve bir arada harmanlandığı
vatan olmuştur. Şam coğrafyası Dünyanın en zengin, başta petrol ve doğal gaz
olmak üzere, yer altı ve yer üstü kaynaklarına sahiptir. Bereketli Hilal olarak
bilinen toprakların yer aldığı bölgedir.
Bu özelliklere haiz olan Suriye’yi
kontrol etme ve sahip olma mücadelesi her daim uzak yakın kuvvetlerin gündeminde olmuştur. Suriye’nin geçmiş
yüz yılda cereyan eden olayların direkt
tesiri altında kaldığı merkezi meselesi
Filistin’dir. Suriye’nin Güney coğrafyasından koparılan ve sömürge kuvvetler Dünya Siyonist Örgütü, İngiltere ve
Fransa ardından ABD’nin desteği ile kurulan İsrail, Şam ile tabii uzantısı Mısır
arasına hançer gibi sokuldu. Buna rağmen Suriye, Filistin ve Lübnan’da cereyan eden gelişmelerde en önemli taraf
ve aktör kaldı. Bu gerçeklik Suriye tarihi ile özdeştir. BAAS ve Esad iktidarı öncesinin de temel prensibidir.
1967’de su kaynakları açısından çok
zengin olan bereketli Golan bölgesini İsrail işgaline kaptıran Suriye ihtiva edilmeden, teslim alınmadan, yok
edilmeden veya bölünmeden İsrail ve
müttefikleri Filistin ve Lübnan’da kolay cirit atamaz. 6 Ekim 1973’te patlak veren Suriye-İsrail savaşında, Baba
Esad iktidarı döneminde, Golan bölgesinin bir bölümü (merkezi kent Kunaytra dahil) geri alındı. Suriye ile hasmani
ilişkiler yaşamış olan, ABD ve İsrail’in
bölgemizdeki en önemli dostu İran ve
Suriye arasında, 1979 devrimi sonrasında, stratejik işbirliğinin temel taşları döşendi. Bu gelişmeler, 1950’den
sonra ABD’nin feleğine girmiş olan
Türkiye’nin Suriye başta olmak üzere
bölgeye daha aktif müdahale etmesi
için teşvik edildi. Menderes hükümetinin 1956’dan sonra Suriye’yi tehdit
ve işgal etme faaliyetleri İngiltere-ABD-
İsrail çıkarları uğruna zuhur etmiştir.
Ve o tarihte henüz Suriye’de ne BAAS
ne de Esad iktidardaydı. Ancak, “rough
states-zor kontrol edilen ülkeler” kategorisinde görülen Türkiye’yi, sol hareketlerin kuvvetli toplumsal eylemleri sayesinde, 60 ve 70’li yıllarda rahat kullanamadılar. Bu fırsat, 1980 askeri darbesi ile hasıl edildi ve Türkiye,
bu amaçlar için, önemli bir operasyon
merkezi oldu. Filistin meselesi, 80li
yıllar sonrasında, su ve enerji kaynaklarını elde etme, güzergâhlarını kontrol etme, İsrail’in her alanda üstünlük
kurma, varlıklı, geniş ve kalabalık bir
pazardan silah sanayi, elektronik, inşaat, otomotiv ve hizmet sektöründen en
büyük payı kapma mücadelesi ile iç içe
girdi. Bölgenin damarlarının kesilmesinin nedeni emperyal güçlerin pay kapma arzusudur.
>
Arap Baharı Öncesinde Suriye Eksenli Bölgesel Gelişmeleri Özetler
misiniz?
21.ci yüz yılın ilk çeyreğinde, eski
ABD Başkanı Bill Clinton’un ifadesiyle,
“20.ci yüz yılda eksik kalmış projelerin
tamamlanması” için, ABD ve müttefik-
söyleşi
leri, kurgulanmış olan 11 Eylül 2001 terör eylemini bahane ederek, kapsamlı
bir saldırıya geçti. “Dünya barışı ve insanlığı tehdit eden El-Kaide terör örgütü ile savaş” vurgusuyla önce Afganistan ardından Irak işgal edildi. Milyarlarca dolarlık afyon ticareti, Orta-Asya’nın
göbeğine askeri üs kurma, İran, Rusya,
Çin ve Hindistan’ın artan nüfuzunun
kıskaç altına alınması ve buralara özellikle dinidar kuvvetleri vasıtasıyla müdahale edilmesi, Afganistan’daki varlığın en önemli unsurlarıdır.
Irak işgali bir talan ve bölme hareketidir. Irak ve Arap milli kimliğin en
önemli temsilcisi olan ordunun tasfiye edilmesi, İsrail düşmanlığı temelinde eğitim yapan laik ideolojinin yaygınlaşmasında etkili olan Irak BAAS sisteminin lağva edilmesi amaçlandı. Etnik
ve mezhepsel ayrışmalar teşvik edildi. ABD, Irak’a Fransa’nın 1920’lerde
Lübnan’a dayattığı mezheplere dayalı
siyasi sistemi ikame etti. Dünyanın en
zengin tarihi eserleri yağmalandı. Merkez bankası altın rezervleri kamyonlara doldurularak meçhule götürüldü.
Nüfus ve tapu daireleri yakıldı. Barzani hanedanlığı Kuzey Irak’a mutlak hakim edildi. Şii saltanatı teşvik edilerek
Sünnilerde radikalizmin hortlamasının
(El Kaide-IŞİD) alt yapısı hazırlanıp desteklendi.
Milyonlar katledildi. Nüfusun
büyük bir bölümü özellikle
Suriye’ye sığındı. Yüzlerce alim, siyaset erbabı, gazeteci, mütefekkir, edebiyatçı,
sporcu ve müzisyen öldürüldü. Petrol şirketleri Dünyanın
en büyük petrol ve doğal gaz
tabakası üzerinde olan ülkenin
bereketini aralarında pay etti. Güneyde Şii, orta bölgelerde Sünni, Kuzeyde
Barzani Kürt hanedanlığı egemen kılındı. Türkmenler filler tepişirken ayaklar
altında kalan çimen misali kaldı. Sünni
Türkiye iktidarları Şii Türkmenlerin feryatlarını duyamadı. Irak Türkmenlerinin sığındığı güvenli liman yine Suriye
oldu.
Irak işgali ardından ABD, Şam’a aleni
olarak abanın altından sopayı gösterdi.
İşgale karşı çıkmaması, isyancıları desteklememesi, Iraklılara kucak açmaması ve ABD’nin bölgeyi tanzim projelerinde görev almasını talep etti. Bu isteklerini ABD sultası, 2004’te dönemin Dış
İşleri Bakanı Colin Powell’i Esad’a göndererek Şam’a resmen iletti. PowellEsad görüşmeleri esnasında Irak talepleri yanı sıra ABD, Suriye’nin Filistin örgütlerini sınır dışı etmesi, sunduğu askeri ve siyasi desteği kesmesi, Lübnan
Hizbullah’ına askeri yardımlarını askıya alması ve ilişkilerini rafa kaldırması,
İran ile bağını koparması, Lübnan’dan
ordusunu çekmesini istedi. Bunları
yaptığı takdirde Petrol Şeyhliklerinin
sosyal hukuk 29
Ocak 2016
sermayesinin Suriye’yi şahlandıracağını, Esad’ın genç reformcu ve demokrasi sevdalısı bir lider olarak bölgeye
emsal teşkil edeceği ve Batı ile ilişkilerinin iyileştirileceği, Suriye’nin ABD’nin
terör listesinden çıkarılacağı ve Golan
Bölgesinin halli dahil, İsrail ile yeniden
barışın ve diplomatik münasebetlerin
ikame edileceği vaat edildi. Esad’ın aslında Rusya’nın henüz sahadan uzak
olduğu, İran’ın toparlanma sürecini
yaşadığı ama en önemlisi ABD’nin en
saldırgan bir döneminde ABD’nin taleplerini ret etmesi hiçte kolay bir mesele değildi. Ama Esad, ABD’ye teslim
siyasi ve sosyo-ekonomik sorunlar yarattı. Bu Batıya ve dostlarına gösterilen
güçlü meyle rağmen Suriye, geleneksek dostları ve Hizbullah gibi bölgesel
müttefikleri ile irtibatı muhafaza etti.
Ölü doğan proje
Suriye’nin halen geleneksel dostlarıyla iyi ilişkileri sürdürmede ısrarlı olması, Rusya, Çin ve İran’ın toparlanıp
karşı atağa geçmeden, Büyük Orta-Doğu Projesini (BOP) uygulamaya koymak
isteyen ABD’nin sabrını taşırdı. Suriye
zamana oynuyordu ve bu kabul edilemezdi. Suriye’yi içten fethetmenin
Milyonlar katledildi. Nüfusun büyük bir bölümü özellikle
Suriye’ye sığındı. Yüzlerce alim, siyaset erbabı, gazeteci,
mütefekkir, edebiyatçı, sporcu ve müzisyen öldürüldü. Petrol
şirketleri Dünyanın en büyük petrol ve doğal gaz tabakası
üzerinde olan ülkenin bereketini aralarında pay etti. Güneyde
Şii, orta bölgelerde Sünni, Kuzeyde Barzani Kürt hanedanlığı
egemen kılındı. Türkmenler filler tepişirken ayaklar altında
kalan çimen misali kaldı. Sünni Türkiye iktidarları Şii
Türkmenlerin feryatlarını duyamadı. Irak Türkmenlerinin
sığındığı güvenli liman yine Suriye oldu
olmadı. ABD’nin Irak sahasında ABD’yi
askeri olarak yoracak ve meşgul edecek
her unsuru destekledi. Irak’ta askeri işgalini hızlı bir zafere dönüştüremeyen
ABD, Suriye’yi işgal etme senaryosunu uygulamaya koyamadı. Barzani’nin
yardımıyla ABD 2004’te, Suriye’nin Kuzeyinde ilk “Kürt isyanı” provasını sahneye koydu. Ancak bölgenin etkili Arap
aşiretleri ve ordunun hızlı ve sert müdahalesi sonucu olaylar büyümeden
kontrol altına alındı.
Bunun yerine “soft power-yumuşak
sulta” planı devreye sokuldu. Bu planın uygulayıcıları Türkiye, Katar, Suudi
Hanedanlığı, Vatikan ve Batı oldu. Suriye biraz zorunluluktan biraz da öngörüsüzlükten, “açık kapı” diplomasisini
devreye soktu. Türkiye ve Katar’dan gelen adımları taltif etti. Batının, “açılım,
liberal ekonomi politikaları, özelleştirme” beklentilerine olumlu karşılık verdi. Şüphesiz ki, Suriye’nin bu politikaları adapte etmesi ülke içinde çok ciddi
uzun soluklu ve zor bir süreci gerektirdiğini idrak eden ABD, Suriye’nin yumuşak karnı olarak bilinen Lübnan’da
BOP’un doğması için 2005’te düğmeye bastı. Suriye ordusunun Lübnan’dan
çıkması için organize protesto gösterileri, medya üzerinden açık saldırılar ve
uluslararası baskılar arttı. Bunun için
ortam da uygundu.
Uzun yıllar Lübnan’da BM ve Arap Ligin onayı ile kalan, iç savaşı bitiren ve
istikrar unsuru olan Suriye ordusu ortaya çıkan çok önemli sorunların sorumlusu ad edildi. Keyfi uygulamalar,
kaçakçılıktan pay alan askeri ve siyasi yetkililer, rüşvet, muhaberatın her
konuya müdahalesi, siyasi iktidarların
şekillenmesine dahil olması Suriye’yi
Lübnan iç politikalarında boğmaya başlamıştı. Suriye’nin dostlarının tavsiyelerini nazari dikkate almaması, Lübnan
sahasından sorumlu olan Suriyeli yetkililerin (Fransa’ya kaçan Cumhurbaşkanı
yardımcısı Abdulhalim Haddam misali)
yabancı devletlerle para ve özel siyasi
ilişkilere girmesi ve Suriye’yi çok zora
sokan “ihanetler” içinde yer alması
Şam’ı Lübnan üzerinden rahat vurmanın önünü açtı.
İşte bu koşullar altında olan Suriye,
Lübnan eski Başbakanı popüler Suudi Hanedanlığın vitrindeki yatırımcısı,
Sünni Refik Hariri’nin bombalı suikast
ile katledilmesi ve iki saniye sonra malum medyanın olayı Suriye’nin üzerine
yıkma faaliyetleri ile Şam tamamen köşeye sıkıştı. BM Güvenlik konseyi kararı ile Suriye ordusunun Lübnan’dan
çıkması istendi. Çıkmadığı takdirde
BM kararına binaen askeri zor kullanılarak kararın uygulanacağı bildirildi.
Suriye’nin Lübnan dosyasından sorumlu olan ve bugün birçoğu yurt dışına
kaçanlar, ordunun Lübnan’dan çıkmaması ve karara meydan okuması için
Esad’ı ikna etmeye çalıştılar. Amaçları
orduyu uluslararası bir askeri güce kurban etmekti. Esad oyunu deşifre etti,
rasyonel davrandı ve ordusunu çekti.
Hariri katliamı için uluslararası mahkeme ve BM yetkilileri ile samimi işbirliğine hazır olduğunu deklere etti. Böylece
Lübnan’ın ve belki de Suriye’nin “hukuki” işgal planını boşa çıkardı.
Uluslararası ciddi bir baskı altında
olan Suriye’nin Lübnan’daki müttefiki Hizbullah’a gerekli askeri yardımları yapamayacağını hesap eden ve
psikolojik üstünlük elde ettiğini sanan İsrail, ABD’nin
de oluru ile Temmuz
2006’da Lübnan’a
çılgınca saldırdı.
Suudi Hanedanlığı ve dinidar Münafık Sünni Kardeşlerin
Şii Hizbullah’a destek verilmemesi gerektiğini fetvalarıyla
ifade etmelerine rağmen, 33 gün süren savaşın sonunda Hizbullah, Suriye
ve İran’ın verdiği açık destekle, İsrail’i
bozguna uğrattı. Doğum Müjdesi dönemin Dış İşleri Bakanı Condalizza Rice
tarafından ilan edilen BOP, Lübnan’da
Hizbullah, Suriye ve İran’dan dolayı ölü
doğmuştu. Tekerine çomak sokulan İsrail, ABD ve bölgesel taşeronları öfkeliydi.
Projenin b planı; “Arap baharı”
BOP direkt merkez ülkeler hedef alınarak değil, çevre ülkeler ele geçirilip
merkez devletler kuşatılarak uygulamaya konulacaktı. Arap Baharı bombası Kuzey Afrika (Batı Arap Coğrafyası)
ülkelerinde patlatıldı. Bu proje ile bir
taşla birden fazla kuş vurulacaktı. Batının ikame ettiği köhnemiş müttefikler
iktidardan uzaklaştırılıp Batı’nın bu ülkelerde (Tunus, Mısır) artık demokrasiyi inşa etmek istedikleri propagandası
yapılacaktı. Arap dünyasının özgürlük
ve demokrasiye hasret kalmış zenginlik
içinde yoksul yaşayan halkları “devrim”
yapacaktı. Ama bu devrimin Münafık
söyleşi
hukuk
30 sosyal
Ocak 2016
Müslüman Kardeşler Örgütlerince kazanılması için uğraşı verilecekti. Bu örgütlerin hamisi ve ağabeyi AKP olacaktı. Kaddafi gibi, artık Batının da dostu
olmuş kadim “diktatörler” dış askeri
müdahale ile yıkılacak ve Libya petrolü, parası müdahaleci haramiler arasında paylaşılacaktı. Ülke onlarca dinidar
yapılanmanın merkezi üssü haline getirilecek ve burada eğitilen ve donatılan
yüzlerce cani ve harami ağır silahlarıyla birlikte Türkiye üzerinden ana hedef
Suriye’ye taşınacaktı.
Senaryo büyük ölçüde arzulanan biçimde tatbik edildi. Arap Baharı rüzgarı en nihayet Şam coğrafyasının
kalbi olan Suriye kapılarına dayandı.
Suriye’nin oturmuş ve iyi işleyen hukuk
düzenine, ciddi siyasi ve ekonomik reformlara, yaygın rüşvet ve kayırmacılığın yok edilmesine, bürokrasi gırdabının rafa kaldırılmasına gayet ihtiyacı
vardı. Ancak 100’e yakın ülkeden devşirilen cani ve haramilerin, demokrasi ve
özgürlük karnesi sıfırlarla dolu olan Suudi ve Katar hanedanlığın, AKP iktidarının, Münafık Müslüman Kardeşler’in,
Ürdün’ün, İsrail’in, ABD’nin, Fransa’nın
ve sahadaki “Allahu Ekber” sloganı dışında bir program sunamayan dinidar
mahlukların Suriye’ye hukuk düzeni,
demokrasi, özgürlük ve insan hakları getirmedikleri üç maymun olmayan
her insanın idrak ettiği bir somut vakıa
idi.
>
Suriye’de 2011 yılından bu
yana yaşananları özetler
misiniz?
Daha öncede ifade ettiğim
gibi, Suriye’de ciddi siyasi
hatalar sonucunda ayaklanmayı besleyen nesnel
koşullar da vardı. Ülkede dini örgütler,
illegal
dergâhlar,
tekkeler, dinidar
cemaatler mantar gibi türedi-
ler. Devrimci ve laik eğitim ve ekonomi sistemi yerini “serbest sosyal pazar” terimleri ile süslenen kapitalist ticaret ruhu hortladı. Serbest girişimcilik
“serbestçe” faaliyet yürütmek değildir.
Devlet, işçi, memur, çiftçi, sanatkâr, küçük tüccar ve kamu iktisadi teşekkülleri
koruyacak, destekleyecek önlemler almadı. Buna rağmen ülkede yeni ticaret
burjuvazisini temsil edecek siyasi bir
parti oluşmadı. Buda hem devleti hem
toplumu yönetme hakkını anayasada
garanti altına almış olan BAAS partisinin hanesine yazılan eksiler oldu. Göstermelik, kendisinin taşeronları gibi
hareket eden siyasi partiler topluma
yetersiz kalıyordu. Toplumun en solunda yer alanlarla en sağında yer alanları
BAAS içinde görmek mümkündü. Partiye akın edenlerin önemli bir kesimi
partinin ruhuna, tarihine ve ilkelerine
inandığı için değil, parti üzerinden sağlayacağı şahsi çıkarlar için oradaydı.
Bu durum nifak, rüşvet ve iltiması yaygın hale getirdi. Ayrıca, şiddeti
tasvip etmediğini ve İhvan hareketi ile
bağının olmadığını deklere eden dini
yapılanmaların toplumda önemli bir
şebekeyi örmesinin
imkânını yarattı.
İçte bu durumu
iyi takip eden dış
güçler Türkiye,
Ürdün, Lübnan, Avrupa
ve Suudi hanedanlığında
uzun yıllar
yaşamakta
olan veya
oraya iltica
etmiş özellikle Müslüman Kardeşler Örgütü (İhvan)
mensuplarının 2010’dan
itibaren aktif bir hare-
ketlenme içinde oldukları gözlemlendi.
ABD, İsrail, Ürdün, Suudi Hanedanlığı,
Katar, Erdoğan-Davutoğlu hükümeti
uzun bir zamandır bu hazırlıkların askeri alt yapısı üzerinde çalışmışlardı.
“Duvara demokrasi istiyoruz yazısı
yazan çocukların karakolda tırnakları
koparıldı” yaygarası ile ilk ayaklanma
provası Suriye-Ürdün arasında yer alan
Der’a kentinde sergilendi. Ülkenin birçok yerinde “barışçıl” protesto gösterileri yapıldı. Aslında uzun bir müddet
bu gösteriler herhangi bir müdahaleye maruz kalmadı. Bu esnada devlet
ve BAAS partisi boş durmadı. Onlarda devlet ve Esad’ı destekleyen kitlesel gösteriler organize etti. Bu sürecin
ülkede arzulanan ve başka ülkelerde
sağlanan temelli dönüşümü mümkün
kılmayacağı idrak edildi. B planı devreye sokuldu ve ülkenin bir çok bölgesinde aynı anda silahlı isyan patlak verdi.
Birileri silahlı isyanın ordu ve emniyet
güçlerinin protestoculara karşı gösterdikleri aşırı şiddetten dolayı hasıl olduğunu iddia etmektedir. Bunun doğru olduğunu varsayalım. Burada cevap
arayan soru şudur;
Bu kadar silah yüzlerce insanın eline nasıl ve ne zaman geçti? Suriye’de
silah satışı yasaktır. Trafik polisleri bile
silah taşımaz. Suriyeli muhaberat ve
emniyet kuvvetlerinden çok korkar ve
çekinir. Buna rağmen bu kadar silah
nereden geldi ve neden depolandı? Bu
sorular bile aslında Suriye’de cereyan
eden hadiselerin organizeli ve bu koordinasyonun devlet ve istihbarat kurumlarının bilfiil içinde yer alması ile
mümkün olduğunu göstermektedir.
Camiler ve denetimsiz bırakılan dini
medreseler silahlı isyanın merkezinde
yer aldılar. Sofistike iletişim araçlarının
yaygın olarak mevcut olması, nitelikli
silahların kullanılması, onlarca tünelin
kazılması, Katar El-Ceziresi ile Suudi ElArabiyesi Fransız 24’ü, ABD CNN’i isyana hayati önemde olan katkılar sağladılar. Militan gibi çalıştılar. Legal illegal
bütün aktivitelerin içinde yer aldılar.
Bütün bunların hasıl olabilmesi için
bu kuvvetlerin devletin içindeki casuslarından, işbirlikçilerinden büyük yardımlar gördüler. Olayların başında devletin bu kadar fire vermesinin ve bocalamasının yegâne sorumlusu devletin
kendisidir. Bu hakikat Suriye devletinin bol hainlere haiz olduğunu ortaya
koymuştur. İlginç olan şudur ki, Suriye
devletine, Esad’a ve orduya sahip çıkanların büyük bir kesimi aslında devletin ihmal ettiği ve liberalleşmeden en
çok zarar gören fakir halk tabakasıydı.
Ayrıca, “milli” burjuva kesiminin ezici
çoğunluğu bu isyan içinde yer almadı.
Muhalefetin Sünni-Alevi provokasyonları ve propagandalarına rağmen Suriye halkının önemli bir kesimi Suriyelilikte ısrarcı kaldı.
Katliamcılar Türkiye’ye kaçtı
Suriye’de yaşanan ilk katliamlar
Ürdün ve Türkiye’den Suriye’ye geçen silahlı militanlar tarafından yapıldı. Türkiye sınırına yakın olan Cisr
El-Şuğur kasabasında Türkiye’den gelerek karakol ve emniyet binasını basan teröristlerin 110 emniyet mensubunu katletmeleri ve bazılarını canlı
gömmeleri Türkiye Şam Büyükelçisi ve yabancı diplomatlar tarafından
olay yerinde yaptıkları inceleme ile
tespit edildi. Katliamı yapanlar tekrar Türkiye’ye kaçmışlardı. Benzeri bir
katliamı Ürdün’den gelenler Der’a da
karakol ve polis binalarını basarak,
içerdekileri infaz ederek ve binaları
yakarak yapmışlardı. Her iki olayda
ilginç olan husus şudur ki, katliamlardan sonra organize bir propaganda ile sivil halkın kaçması Türkiye ev
Ürdün’e sığınması teşvik edildi. Katliam haberini alan ordunun harekete
geçtiği ve emniyet mensuplarının intikamını almak için sivil halkı katledeceği propagandası yapıldı. Etkili olan
propaganda ile binlerce kişi Türkiye
ve Ürdün’e kaçtı. Türkiye ve Ürdün
sınır bölgelerinde infiale yol açan bu
hadiseler aslında pimi çekilmiş bom-
söyleşi
sosyal hukuk 31
Ocak 2016
>
banın patlaması ve ülke çapında hazır
bekleyen hücrelerin harekete geçmesi için beklenen mesajdı.
>
Bugün sahada demokratik bir muhalefetin kaldığı söylenebilir mi?
Demokratik kurallara bağlı ve insan
haklarına saygılı tüm muhalefet güçleri çatışma ortamından uzaklaştı. Suriyelilik bilinci taşıyanların ya Esad güçlerinin yanında yer aldığı veya geri çekilerek Esad lehine bir normalleşmeyi
bekledikleri gözlemleniyor. Buna karşılık kamuoyuna muhalif diye empoze
edilenler büyük oranda mezhepçi yapılanmalardı. Bugün Suriye ordusu dışında muhalefet sahasında etkili 3 ordu
bulunmaktadır. En güçlü kolu oluşturan
YPG başta olmak üzere “Kürt” kimlikli
ordu. IŞİD ordusu ve El-Nusra’nın başını çektiği Fetih ordusu. Sayıları yüze
ulaşan, şatafatlı Osmanlı sultanları
isimleri alan “Türkmen” gruplar dahil,
bütün diğer orducuklar bu üç ordunun
feleğinde hareket ederler. Her üç ordunun dış bağlantıları kuvvetlidir. ABD,
Türkiye, Katar ve Suudi Hanedanlıkları
başta olmak üzere birçok devletin bu
ordular içinde uzantıları vardır.
Türkiye sünni islam devleti peşinde
Katar ve Suudi istihbarat subayları
ve sermayesi ikinci ve üçüncü ordularda çok güçlü temsil edilmektedir. Türkiye, ilk dönemlerde, Kürtlerin başarılarını dizginlemek ve Suriye ordusuna
karşı başarıları teşvik etmek adına IŞİD
ile dirsek teması içinde olduğu bir çok
diplomatik kaynak tarafından dillendirildi. Ancak Türkiye, özellikle üçüncü
ordunun (Fetih) en önemli müttefikidir. IŞİD ve Fetih orduları Suriye’de kendi “Sünni” İslam yorumları ile örtüşen
dine dayalı bir sistem hedeflemektedir. YPG’nin başını çektiği birinci ordunun siyasi hedefleri çelişkiler arz eder.
Bu kesim Suriye devleti dahil bütün
aktörlerle temas halindedir. Konjonktüre uygun pozisyon almaktadır. Kendi içinde homojen değildir. Barzani ile
yakın münasebet içinde olanlar olduğu
gibi PKK’yi kardeş örgüt olarak telakki
edenler vardır.
“Demokratik bir Suriye” için ülkenin
Kürt, Sünni ve Alevi bölgelere ayrıştırılmasının elzem olduğunu telkin edenler
de mevcuttur. Bu hedefleri ile dini ordular ile zımni ittifak halindedir. ABD ile
hareket etmenin Kürdistan’ın kurulmasına hizmet edeceğini ifade edenler olduğu gibi, laik ve devrimci bir karakter
taşıyan Kürt silahlı hareketinin ABD ve
İsrail’e mesafeli kalması gerektiğini bir
ihtimal Rusya ile hareket etmenin daha
faydalı olacağını düşününler de vardır.
Son dönemlerde, Suriye’nin toparlanması ve karşı atağa geçmesinden mütevellit Suriye’den ayrılıp bağımsız bir
Kürdistan arzulamadıklarını, demokratik bir Suriye içinde demokratik mahalli
yönetim talep ettiklerini dillendirmektedir.
Bu ordulara destek veren yabancı
devletlerin farklı hedefleri zuhur etmektedir. Ancak şu an sahada üç bariz proje rekabet halindedir. ABD’nin
Lazkiye denizi veya İskenderun körfezine taşımakı istediği Kürdistan planı uzun bir zamandır tedavüldedir.
Bunu başaramadığı takdirde, Suriye
devletinin Kuzey coğrafyasından Kürt
kantonları vasıtasıyla uzak tutulması amaçlanmaktadır. Rusya, Suriye
devletinin ülkenin her karış toprağına egemen olduğu ancak Kürtlerin
demokratik haklarının teslim edildiği
bir projenin daha rasyonel olacağını
düşünmektedir.
Türkiye, ABD’nin projesi ile Rusya’nın
hedefleri arasına bir kama sokmak arzusundadır. Türkmen kökenli cihatçıların da parçası oldukları Nusra öncülüğündeki Fetih ordusunun Lazkiye’nin
Kuzeyinden Fırat nehrinin Batısına kadar olan alanda hâkimiyet sağlamasını istemektedir. Böylece hem Kürt kantonların Halep ve Lazkiye’ye sarkmalarına engel olacağı hem de kontrolünde
kalacağı bu bölge üzerinden Esad iktidarı üzerinde baskı kurmaya devam
edeceği inancındadır. Ayrıca desteği ile
sağlanan askeri kazanımlar sayesinde
Suriye’nin siyasi geleceğinde söz sahibi
olabileceğini beklemektedir. Suriye’nin
dağılması halinde, son ihtimal olarak,
bu bölgeleri Türkiye’ye ilhak etme arzusunda olanlarda mevcuttur.
Son olarak Rusya’nın müdahalesi
ve düşürülen Rus jeti hakkında ne
düşünüyorsunuz?
Rus hava operasyonlarının Türkiye’nin
emellerine zarar vermesi Erdoğan-Davutoğlu hükümetinde zuhur eden derin rahatsızlığın sebebidir. Şu an Suriye ordusu
sahada en kuvvetli hamleleri yapabilen
ve sonuç alan konumdadır. Diğer her üç
ordu vur-kaç ve alanlarını savunma pozisyonundadır. Suriye ordusu kararlı Rus
müdahalesi sonrasında önemli bir üstünlük elde etti. Ancak bu üstünlüğü nihai
bir zafere kavuşturması için henüz zaman
erken. Ayrıca Suriye, her an yeni müdahalelere ve gelişmelere gebe olmaya müsait bir sahadır.
Burada Rus uçağının düşürülmesinden sonra ortaya çıkan yeni askeri durum ise manzaranın biraz daha netleşmesine yol açtı. Plan ve hedef odaklı
çalışan devletler bir uçak ile üç ve daha
fazla hedef alır. Nitekim de öyle oldu:
Lazkiye’nin Kuzey’inde ve başka noktalarda daha sert müdahalelerde bulundu ve daha rahat bulunmaya devam edecek. Gıda veya başka amaçlar
için Türkiye hudut kapılarını kullanan
muhalif gruplar artık bu noktalarda da
rahat ve güvenli bir atmosferde çalışamayacak. Daha önce bu noktalara “angajman kuralları gereği” 10 ve hatta 20
km yaklaşamayan Suriye savaş uçakları
artık Rus savaş uçakları tarafından ziyaret edilecek. Cilvegözü sınır kapısından
hemen sonra yaratılan ticaret bölgesi
ama özellikle Y-Hong Kong statüsünde
faaliyet yürüten Sarmada kenti ilk kez
ağır bombardımanlara maruz kaldı. Bu
mekanlar savaş lordlarına milyonlarca
dolar getirim sağlıyordu.
Rusya, Suriye’ye S-300 leri bile vermekte tereddüt ediyordu. Uçak düşürüldü Lazkiye’ye S-400 ler ikame edildi.
Suriye hava sahasını ihlal edecek uçaklara ama özellikle Türk savaş uçaklarına uyarıda bulunuldu. Davutoğlu’nun
uçuşa yasak bölge, güvenli bölge hayaline açık meydan okudu. Suriye’nin
uzun zamandır sahip olmak istediği
Rus T-90 tanklarını teslim almaya başladı. İran önümüzdeki dönemde mevcut olan askeri varlığını artıracak ve savaşa daha aktif müdahale edecek.
Yeni bir Dünya düzeni kuruluyor. Bu
nizamın tohumları Şam coğrafyasının
toprağına da atıldı. Hangi tohum tutar
sorusuna, Kızılderili deyimi ile, “hangisini daha iyi beslersen” diyelim. Ya 100
sene önce bu toprağa atılan tüm bölgeyi etnik ve mezhep temelinde parçalayan, suni sınırlar çizerek yaratılan yapay erkler arasında sürekli krizler çıkartan, işgal, terör ve talan projesi olan
Sykes-Picot sömürgeci zihniyet yeniden hortlayacak yahut çoğulcu, ötekinin varlığı ve hukukuna saygılı, sosyal
adaleti ve ekonomik refahı temin eden
anti-emperyalist ve anti-Siyonist bir
düzen bina edilecek.
Mehmet
Yuva
Kimdir?
Hatay’ın Samandağ ilçesinde
Lise eğitimini tamamladıktan sonra Batı Almanya Frankfurt Johann
Wolfgang Goethe Devlet Üniversitesi, Siyasal Bilimler Fakültesi-Uluslararası Siyasi İlişikler Tarihi Bölümünden mezun oldu. ABD-New
Hampshire Vilayet Üniversitesi,
Amerika Tarihi Bölümünden Yüksek
lisans ve mastır yaptı. Aynı bölümde, “Kıbrıs Tarihi ve ABD’nin Kıbrıs
Taksiminde Rolü” adlı Doktora çalışması, 1997’de Suriye-Damaskus
(Şam) Üniversitesi Tarih Bölümü
bünyesinde kurulan ABD-Suriye Bilim Kurulu tarafından ‘Pekiyi’ derecesi ile kabul edildi. 2000-2007 yılları arasında Suriye’nin ilk özel koleji olan ve Cambridge Üniversitesi
bünyesinde İngilizce eğitim veren
Pakistan İnternational School’da
Kadim Tarihten Günümüze Suriye
Tarihi dersleri verdi. 2002’de Suriye-Türkiye Dostluk Komitesinin Genel Koordinatörü oldu. 2004-2011
arasında Dimaşk (Şam) Üniversitesi
bünyesinde yer alan Türkçe Öğretim Merkezinin müdürlüğünü yaptı. 2006’dan bu yana Suriye Devlet
Başkanı Beşar Esad’a Türkiye’den
gelen resmi heyet ziyaretleri esnasında tercümanlık yapıyor. Arapçadan türkçeye, türkçeden arapçaya
bir dizi eseri çevirerek iki ülkenin
kültrel ve siyasal yaşamına katkıda
bulundu.
Halen Dimaşk (Şam) Üniversitesi-Tarih Bölümünde, ABD Tarihi,
Çağdaş Dünya Olaylar tarihi, yüksek lisans programında da Kıbrıs
ve Modern Türkiye Tarihi derslerini
veriyor.
Bu sayımızı,
yazarımız olmayı
kabul eden
fakat bu yazıyı
yazamadan
katledilen
Tahir Elçi’ye
adıyoruz...
Download