6 Başkanlık tartışmaları neden önemli? Can Atalay: Müttehid iktidar geleneği, iktidarın tekleşmesine ilişkin kadim tercihtir 14 Barış hakkı ve barışa karşı suç Fikret İlkiz insan haklarının tarihsel geçmişindeki bir kilometre taşı olan savaşa karşı barış fikrini yazdı 24 Hitler’in 657 değişiklikleri (!) M. Cemil Ozansü, Devlet Memurları Kanunu’nda yapılmak istenen değişiklikleri ele aldı sosyal hukuk [email protected] Sosyal Haklar Derneği süresiz ve ücretsiz yayınıdır ∏ Ocak 2016 Yıkıntıların üstünde: Başkanlık sistemi ve hak mücadeleleri Dosya: s6-s17 2 kısa kısa sosyal hukuk Ocak 2016 Hrant Dink davaları birleştirildi Editörden Merhaba, Sosyal hukuk dergisi 3. sayısıyla karşınızda. Bu sayıda aslında yeni olmayan bir tartışma başlığı açma gereği duyduk: Başkanlık tartışmaları cenderesinde hak mücadeleleri. Türkiye’de uzun zamandır tartışılan bir konu olan “Başkanlık Rejimi” hemen tüm dertlerimizin çaresi ya da demokrasimizin sonu olarak görülüyor. Tartışmaların özünü ise ister istemez Erkler Ayrılığı, Cumhurbaşkanının yürütmedeki rolü, yargının ve parlamentonun yeni konumu gibi başlıklar oluşturuyor. Fakat esas olarak her birimizin hayatına nereden değeceği, günlük hayatımızda neyi değiştireceği, işe giderken yaptığımız kazada, bir derneğe üye olurken ya da ev sahibimiz bizi evden çıkarmak istediğinde başkanlığın etkisinin ne olacağı sorusuna verilmiş bir yanıt yok. Elbette ki sokaktaki vatandaşı esas ilgilendiren kısım da burası: Haklarımıza ne olacak? Bu sorunun cevabını bulmaya odaklanan bir tartışmayı başlatarak rejim tartışmalarının eksiklerini kapatmayı hedefliyoruz. Elbette bu tartışma bir son değil, aksine konunun daha geniş bir pencereden konuşulması için bir adımdan ibaret. Sosyal hukuk ekibi olarak, aramıza katılan yeni dostlarımızla birlikte mücadeleyi büyütmeye devam edeceğiz. Bizi izlemeye devam edin… Stajyer avukatlara işkur güzelliği > İstanbul Barosu ile yapılan görüşmeler neticesinde Türkiye İş Kurumu (İŞKUR) tarafından verilen bilgiye göre ikinci 6 aydaki avukat yanı stajını en az iki sigortalı çalışanı olan avukat veya avukatlık ortaklıklarında yapan stajyer avukatlar, İŞKUR tarafından “İşbaşı Eğitim Programı” kapsamında 160 fiili güne ka- dar desteklenecektir. Bu kapsamda zaruri gider olarak günlüğü 38,48 TL ve sigorta pirim gideri İŞKUR tarafından karşılanacaktır. Bu durumda cumarteside çalışılması halinde aylık 1.000 TL’ye kadar ödeme yapılabilecektir. İş kazası ve meslek hastalığı ile genel sağlık sigortası primleri de İŞKUR tarafından karşılanacaktır. > İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi, aralarında eski Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek, eski İstihbarat Daire Başkanlığı Personel Şube Müdürü Coşgun Çakar ve eski İstihbarat Daire Başkanlığı C Şube Müdürü Ali Fuat Yılmazer’in de bulunduğu 26 sanıklı Hrant Dink cinayetine ilişkin yeni davanın, İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesindeki ana dava dosyasıyla birleştirilmesini kararlaştırdı. Mahkeme heyeti, iddianamenin kabulüne karar verdi. Mahkeme, bu dava dosyasının, Dink cinayetine ilişkin ana davanın görüldüğü İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesindeki dosya ile birleştirilmesine karar verdi. Katkıda bulunanlar: Baran Kaya, Başar Toros, Bülent Akbay, Elif Yıldırım, Erdem Kılıçkaya, Gökay Işık, Mehmet Yuva, Özgür Karaduman, Pelin Buket Olçay, Uğur Kuranlıoğlu, Yasemin Zeytinoğlu Yazarlar: Akçay Taşçı, Arman Yılmaz, Can Atalay, Deniz Özen, Dilan Aydın, Evren İşler, Eylem Kılıç, Feyza Gezmen, Fikret İlkiz, Levent Pişkin, Mehmet Cemil Ozansü, Melda Onur, Murat Çelik, Nuray Özdoğan, Several Ballıkaya, Sidar Batun, Tora Pekin, Zülfiye Yılmaz Tasarım: Erdal Bektaş Sosyal Haklar Derneği süresiz ve ücretsiz yayınıdır. Dernek adına Sahibi: Ş. Can Atalay Adres: Osmanağa Mah. Kuşdili Caddesi 30 Ağustos Sk. No 4/2 Kadıköy İstanbul www.sosyalhukuk.org e-mail: [email protected] twitter: @sosyalhukuk Basım yeri: Ceylan Matbaa, Ahmet Uçar, Maltepe Mah. D. Paşa Cad. Güven İş Mrk. No:83/317 No: 318/319 Zeytinburnu İstanbul, Tel: 0 212 613 10 79 Davutpaşa Vergi Dairesi 884 082 9335 Beyaz toroslar davasında herkese beraat > Şırnak’ın Cizre ilçesinde, 199395 yılları arasında 21 faili meçhul cinayetle ilgili açılan ve aralarında Emekli Jandarma Kıdemli Albay Cemal Temizöz ve eski Cizre Belediye Başkanı Kamil Atağ’ın da bulunduğu 8 kişinin yargılandığı davada karar verildi. Mahkeme, savcının talebini kabul ederek, Albay Cemal Temizöz dahil bütün sanıklar hakkında “delil yetersizliğinden” beraat kararı verdi. Babasının ve amcasının kaybedilmesini anlatan Harun Padır’ın ardından söz alan Hamit Özmen, “Cemal Temizöz ve adamlarının Beyaz Torosları vardı” dedi. Özmen, “Cizre’de bizden habersiz kuş uçmaz diyorsanız, amcam ve ba- bamın akıbetini nasıl bilmiyorsunuz. Serbest bıraktıysanız neredeler?” diye sordu. Faili meçhullerden Ömer Candoruk’un eşi Hanım Candoruk ise şunları söyledi: “Beraat vermemeniz için yalvarıyorum. Hatası olsa hapiste olurdu, taşların altında olmazdı.” kısa kısa sosyal hukuk 3 Ocak 2016 İmam hatip davasında yürütmeyi durdurma > İstanbul Büyükşehir Belediyesi gözünü bostancıların barakasına dikti > Yedikule Bostanları’ndaki bostancılar barakalarının kaldırılması tehlikesiyle karşı karşıya. Bu sabah gelen İstanbul Büyükşehir Belediyesi ekipleri kaldırıma koydukları üç satış tezgahını kaldırdı. Barakaların da kaldırılacağını söyledi. Bostancılar, kendi yaptıkları barakaları yemek hazırlamak, yağmur yağdı- ğında sığınmak ve eşyalarını korumak için kurduklarını anlatıyor. Barakaların kaldırılmasını istemiyor. Çalıştay yapılacak Bostanlar 2013 yılında imara açılma istemiyle gündeme gelmişti. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Kasım 2014’te “Koru- ma Amaçlı Uygulama İmar Planı Tadilatını” yeniden değerlendirilmek üzere İstanbul Büyükşehir Belediyesi Meclisi’ne iade etmişti. Topbaş, taraflarla bir çalıştay yapılacağı ve mahallelinin istekleri doğrultusunda güvenlik, aydınlatma ve temizlik yapılacağı belirtse de bir adım atılmadı. İzmir’in Buca ilçesi İnönü Mahallesi’nde bulunan Hüseyin Avni Ateşoğlu İlk ve Ortaokulu’nun yanında yapılan ek binanın Buca Anadolu İmam Hatip Lisesi’ne verilmesine ilişkin veliler tarafından açılan davada karar açıklandı. İzmir 1. İdare Mahkemesi, imam hatip lisesinin derslik ihtiyacının bulunmadığını belirterek yürütmeyi durdurma kararı verdi. Veliler ile HAZİRAN ve Eğitim Sen tarafından yapılan ortak açıklamada, “Şimdi buradan başta vali, il, milli eğitim müdürü ve ilçe milli eğitim müdürü olmak üzere idareden, veliler, öğrenciler ve eğitimciler olarak kararın hızlı bir şekilde uygulanmasını ve okulun gerçek sahiplerine verilmesini istiyoruz” ifadelerine yer verildi. Kaynak: BirGün Son 6 ayda 163 gün sokağa çıkma yasağı > Son altı ayda altı kentin 17 ilçesinde toplam (en az) 163 gün sokağa çıkma yasağı ilan edildi. En çok yasak olan il Diyarbakır oldu. Diyarbakır’ın ilçelerinde aralıklarla toplam (en az) 102 gün sokağa çıkma yasağı ilan edildi. En çok yasağın hüküm sürdüğü ilçeler, Nusaybin, Silvan, Cizre ve Derik. Nusaybin’de 14 gün, Silvan’da 12 gün, Cizre ve Derik’te 9’ar gün aralıksız sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Toplam en fazla sokağa çıkma yasağı ilan edilen ilçe, üç kez yasak ilan edilen ve dördüncüsü halen süren, toplam 29 günle Nusaybin oldu. En fazla sokağa çıkma yasağı ilan edilen ilçe de yedi ayrı yasakla Silvan oldu. Kaynak: BİANET AYM, çocuk istismarına 16 yıl hapsi çok buldu, iptal kararı verdi > Mahkeme, kararın 16 yıldan az olmamak üzere” diye değiştirilmesi hükmünü iptal etti. Anayasa Mahkemesi (AYM) çocuklara yönelik cinsel suçlarda verilen “en az 8 yıl” hapis cezasının “16 yıldan az olmamak üzere” diye değiştirilmesi hükmünü 8’e karşı 9 oyla iptal etti. Cumhuriyet’ten Alican Uludağ’ın haberine göre çocuklara yönelik cinsel suçlara en az 16 yıl hapis cezası verilmesiyle mahkemenin takdir hakkının sınırlandırıldığını öne süren Yüksek Mahkeme, fiilden sonra mağdurun 18 yaşına gelmesiyle “ilişkinin resmi evli- liğe dönüşmesi gibi” olayların dikkate alınmadığını savundu. Bu yorum, “tecavüzcüsüyle evlendirme” örneklerini akıllara getirdi. Karar Resmi Gazete’de yayımlandı. Gerekçe kısmı sadece 1.5 sayfa olan kararda, tartışmalı ifadeler kullanıldı. Meclis’in cezalandırma yetkisini kullanırken toplumda hangi eylemlerin suç sayılacağını, nelerin ağırlaştırıcı veya hafifletici sebep olarak kabul edilebileceği konularında takdir yetkisinin bulunduğunu, ancak bu cezaların ölçülü olması gerektiğine işaret edildi. Kaynak: T24 4 Tahir Elçi’ye sosyal hukuk Ocak 2016 Arman Yılmaz Avukat İ nsan, kendini en çok doğduğu toprakta güvende hisseder. Sebebi çok basittir, doğduğunuz toprağı bilirsiniz; sokağını, taşını, insanını, havasını bilirsiniz ve bu bilme hali size güvende hissettirir, orada başınıza hiç kötü bir şey gelmeyecek hissiyle çıkarsınız sokağa… Ama bazıları için bu bir yanılsamadır, bile isteye kabul ettiğimiz gönüllü kendimizi kandırma durumu… Tahir ELÇİ tam da bu yanılsamanın, bu kendinden gönüllü kandırma halinin kurbanı oldu. Üstelik kendi toprağının kültür mirasının korumaya çalıştığı Dört Ayaklı Minarenin ayağında katledildi ve oraya düştü… Bu yazının baştan sona onun yaşadığı değer olan BARIŞ la dolu bir yazı olmasını çok isterdim ama umutlu bir şey yazmaya çalıştığım an aklım duruyor, o zaman olanı yazmak belki en doğrusu… Kendisinin arkasından yazılan yazıları okudum, hemen hemen hepsinde İnsan Hakları alanında çalışan namuslu bir hukukçu vurgusu vardı, bu tanım doğru ancak eksiktir. Uzmanlığı devlet suçlarıydı Tahir ELÇİ bir Fransız Televizyonuna verdiği son röportajlarından birinde, ne kadar çok tehdit aldığını ve öldürülme tehlikesi olduğundan bahsediyor ve bunun sebebini Devletin konuşulmasını gündeme getirilmesini istemediği bire bir faili olduğu suçlardan konuşmanın kendisini hedef haline getirdiğini anlatıyor… Bu devlette Ermeni Soykırımı derseniz ya da faili meçhul derseniz, hedef haline getirilirsiniz, diyor… Devlet suç işlemez üzerine kurulu bir başka kandırmacaya inan halk ise devlet hiç suç işler mi yalanına kendisini inandırmış, doksanlı yıllarda olduğu üzere bu problemin silahla çözüleceğine inanan siyasi partileri iktidar yapmış ve işlenen tüm suçlara rağmen hemen hemen tek bir devlet görevlisi ceza almamıştır. Bugün ise yine bu işin silahla çözüleceğine inanan bir başka iktidarı, olmayan ve olmayacak bir istikrar için iktidar yapmış korkan ve sindirilmiş insanların iktidarıdır. İşte böyle zamanlarda birileri çıkar ve bilinen ezberin tamamını bozar … Tahir Elçi bu ezberi bozandı… Doksanlı yıllarda Güneydoğu da Devlet yüzlerce insanı kendi maaşlı memurları eliyle öldürdü, hani her şeyde kanıt yazılı kanıt isteyenler var ya, burada bu komik savunmaları işe yaramadı, birçok yerde devlet görevlileri tarafından alınan kişiler iki gün sonra köprü altlarında işkence görerek öldürülmüş halde bulundu… Herşeyin sonunda insanlığa bıraktığı kocaman bir barış çığlığıdır! Vedat Aydın, bunlardan sadece bir tanesiydi. Kendisini koruma görevi verilmiş kolluk görevlileri tarafından evinden alındı ve öldürüldü, onu özellikle yazma nedenim Pazar günkü cenazenin onun cenazesine benzemesiydi tek farkı o gün saldıran devlet pazar günkü cenazeye saldırmadı… Ama insanların elinde yüzünde aynı umutsuzluk vardı, bana hissettirdiği aradan geçen 25 yıla yakın zamanda değişen ne var yine barış istediğini korkmadan haykıran bir insanın cenazesi yine Halk kendi çocuğuna sahip çıkıyor gene umutsuz gene çözümsüz… Derin ve karanlık bir devlet Devlet doksanlı yıllarda uyguladığı şiddeti sadece kurduğu gayri nizamı harp dairesi, JİTEM vb. altında yapma- dı, bölge halkının dini duygularını kullanarak kendisine bağlı bir örgütte yarattı… Hizbullah 90’lı yılların sokak ortasında enseye tek kurşun infazlarıyla bir döneme damgasını vurdu… İşte tam da aynı dönemde bu suçları Devlet işliyor, bu faili meçhullerin sorumlusunu bulunması ve yargılanması gerekir diyen aynı toprağı insanları çıktı tüm aldıkları tehditlere rağmen bu hukuksuzluğu kabul etmeyip cinayetlerin aydınlatılması için hukuk mücadelesi verdi… Zaman geçti devlet değişmedi, ismi D partisinden A partisine dönüşürken zihniyeti daha da karanlık bir güruhun eline kaldı, bu sefer ekmek peşinde olan insanın üstüne bombalar yağdırıldığında ve kendini bundan dahi sıyırabilen hesap vermeyen bir iktidara karşı hukuk mücadelesinde yine Tahir ELÇİ vardı… Devlet devam etti karanlığı da derinliği de arttı, yaptığı hiçbir şeyin hesabını vermemeyi, sayısal üstünlüğüne bağlayan ve bunun demokrasi olduğuna inan iktidar, bu sefer başlatıp hiçbir şey vermediği çözüm sürecini, siyasal olarak işine gelmediği için çatışmaya evriltti diğer tarafta tam devletin istediğine geldi ve her iki tarafın yada artık sayısını sayamayacağımız kadar tarafın en çok istediği şey oldu çatışma başladı. Sadece aktörlerin ismi değişti, bu sefer devlet kendi elinin ismi “Esedullah Timi “Bora Tugayı” oldu, tabi dönemin değişen koşulları araçlarını da Beyaz Toros’tan Beyaz Ford Ranger’a terfi ettirdi, tabi ki diğer özgür eylemciler de unutulmadı zaten yakındaydılar daha toplu ölümlerin sorumluluğunu da IŞID aldı kol kola birlikte yürüdüler, yürüyorlar… Karanlığın infaz şekliyle öldürüldü Tabi bu oluşturulan yapı en çok herkese karşı amasız fakatsız BARIŞ diyen insanlara yönelecekti ve yöneldi de, hem de öyle bir yaptılar ki, hiçbir zaman açıklığa kavuşturulamayacak şekilde öldürdüler Tahir ELÇİ’yi, üstelik mücadele ettiği karanlığın yıllarca sokaklarda enseye tek kurşun infaz yöntemiyle öldürüldü ve adeta hepimize ondan sonra kalan BARIŞ diyen insanların hepsine bir mesajla, ”tek kurşunluk canınız var” dedi. Barış demeye devam edeceğiz! Sizler o sokakları bilmiyorsunuz, o sokak başlarında bekleyen yaşları 7’den başlayıp 20’ye uzanan çocukları da tanımıyorsunuz. Onlar bizim çocuklarımız ve şu anda bizim onlara tüm olanlardan sonra inatla söylediğimiz ve söylemeye devam ettiğimiz BARIŞ sözünü anlamsız ve komik buluyorlar... Cenazeden sonra belki birazda iste- Tahir Elçi’ye yerek Bağlar Mahallesinin ara sokaklarından taziye yerine yürümeye başladık , her yüz metre de bir burnumuza gelen genzimizi yakan gaz kokuları içinde bazı sokak başlarında duran çocukları gördük 25 yıl önce aynı sokakta oynadığım aynı çocukların babalarıydı,. Belli ki çok sert, çok uzlaşmaz, çok korkusuz, çok haklı, çok ezilmiş, çok ölen hiç sesi duyulmayan çocuklar, onlar bizim çocuklarımız ve onlar sokakta oldukça bizlerin kafasına sıkacağınız o kurşunlardan ne korkumuz var, ne de olacak aynı Tahir ELÇİ gibi… Çocuklarımıza şiddeti öğrettiniz… Evet doğrudur, birazdan çatışma başlayacak, zırhlı araçlar bir tarafta, briketten yapılmış barikat diğer tarafta, gaz fişeği bir tarafta, havai fişek diğer tarafta, ellerinde kocaman kocaman silahlar olanlar bir tarafta, çoluğuyla çocuğuyla yaşlısıyla bebeğiyle hastasıyla, engellisiyle mahallesinde yaşayanlar sosyal hukuk 5 Ocak 2016 rütülemeyecek gerekçeleri bulması, bunu açıklaması ve arkasından durması nedeniyle! Tarihini korurken katledildi… Tahir ELÇİ kendi toprağının kültür mirasını korurken öldürüldü, basın açıklamasında söylediği şey, “burada çatışma istemiyoruz “ vurgusunun anlattığı, bu minare yüzlerce yıldır burada, türünün tek örneği sadece bizim değil insanlığın kültür mirası, bu yapıya sizden önceki hiçbir iktidar zarar vermedi, buna zarar vermemenin ve BARIŞ’ın bir yolu olmalı… Ama anlattığı kişiler hem orada hem Türkiye’nin her yerinde tüm Anadolu coğrafyasını, Osmanlı dönemiyle sınırlayan bunu siyasal bir varlık nedeni haline getirip bunu savunan; Osmanlının dahi zarar vermediği yapıları yıkan bir zihniyetin iktidarıydı, onlar için kentin hepsi yansa ne olurdu ki, olsa olsa yeni inşaat alanları çıkar rant olurdu, iyidir yani… Zaman geçti devlet değişmedi, ismi D partisinden A partisine dönüşürken zihniyeti daha da karanlık bir güruhun eline kaldı, bu sefer ekmek peşinde olan insanın üstüne bombalar yağdırıldığında ve kendini bundan dahi sıyırabilen hesap vermeyen bir iktidara karşı hukuk mücadelesinde yine Tahir ELÇİ vardı diğer tarafta ve tabi ki bizim çocuklarımız hiç bir zaman anlamadığınız ve anlamayacağınız, sizin uyguladığınız bu şiddet yüzünden artık bizlerden de yabancılaşmış ve şiddeti bilen çocuklarımız! Duvar yazılarınızdan “Kurdun dişine kan değdi korkun” yazılarınızı o duvarlara yazmaya devam ettiğiniz ve bizi kanla korkutmaya devam ettiğiniz sürece biz çocuklarımızla birlikte yürüyeceğiz, bizi korkutacağınız son şey kandır… Tahir ELÇİ bu gerçeği en açık şekilde gören ve bunun yaşanmaması için mücadele eden bir insandı… Diyarbakır Barosu tarafından yayınlanan Cizre raporunu edinip okuyun, göreceğiniz üzere ölenlerin yakınlarıyla ve yaralananlarla yapılan görüşmelerin tamamını kendisi yapmış ve bir mahalle de yada insanların toplu olarak yaşadığı bir yerde neden süresiz sokağa çıkma yaağı ilan edilemeyeceğini hiç tartışmaya mahal vermeyecek şekilde açıklamış… Gerekçesi de çok basit, devletin orada cezalandırma olarak kullandığı bu yöntemin yeni doğmuş çocuktan yatağa bağlı yatalağa kadar mahalle de yaşayanların tamamını etkileyen bir yaptırım olduğunu ortaya koymuş… İşte Tahir ELÇİ’yi de tam da bu yüzden öldürdüler, herkesin büyük büyük laflarından çok daha basit, ama çü- Tarihe not bırakmak Tüm mücadelesiyle eyvallahsız namuslu hukukçuyu kaybetmenin üzüntüsüdür bugün bizdeki… Onun söyledikleri, yaptıkları, verdiği mücadelesi onun aynı zamanda inandıklarını tüm açık yüreklilikle söylemesi gereken bir yere getirdi, televizyon programında “PKK silahlı bir siyasal harekettir” demesiyle birlikte yaratılan linç sonunda öldürüldü; yani Cumartesi dört ayaklı minare altında yaşanan suikast yaratılan lincin son sahnesiydi ve gerçekten iyi oynadılar… O, benim ve tüm bu olanlardan sonra da mücadele kararlılığında olanlar için, mücadelesinin önünde saygıyla eğildiğimiz, onsuz BARIŞ demenin daha zor bir şey olduğunu bilen, tarihe bıraktığı notu anlayan ve yaşatacak olduğumuz bir yerde… Her şeyin sonunda bıraktığı susturulamayacak ve hiç bir zaman kulaklarınızdan silinemeyecek bir BARIŞ ÇIĞLIĞIDIR! Yalnızca bir şarkı var Aklımda kalan Cesur bir adamın hikâyeleri Buradan uzakta yaşamış birinin Şimdi ozan şarkıları sona erdi Ve Ayrılma zamanı Hiç kimse size onun adını sormamalı* * “Bard’s Song - In The Forest” şarkısının sözlerinden alınmıştır. Takipteyiz S osyal Haklar Derneği(SHD) İskenderun Temsilciliği İskenderun’un kent merkezinde yer alan ve “karayolları” olarak bilinen arazinin park yapılması için çalışmalarını sokağa taşıdı. İskenderun için çok değerli olan bu alan bir süredir İskenderun kamuoyunun gündemini işgal ediyordu. Tartışmalar halen sona ermiş değil. Bu arazi üzerinde yönetenlerin ikircikli tutumu kafaları karıştırmaya devam ediyor. SHD İskenderun Temsilciliğinin 21 Kasım Cumartesi günü mahallelilerle gerçekleştirdiği sokak etkinliğinde yapılan açıklamaya yer veriyoruz: Yeşil alanları talan ediyorlar! Kıyı şeridi, ormanlar, parklar ve hazine arazileri gibi, İskenderun’da yapılaşmanın en yoğun olduğu bir bölgede yer alan bu arazi de İskenderun Halkına aittir! Bu alanlar üzerindeki tasarruflar seçilen yöneticiler eliyle, İskenderun halkı adına kullanılır. Yani bu alanlarda son sözü bu bölgelerde yaşamakta olan Halk verir. Halk bu alanların nasıl değerlendirilmesi gerektiğine, alanında uzman şehir plancılarının, mimarların, jeologların ve ilgili teknik adamlarının raporlarını ve önerilerini dikkate alarak verir. Bilimsel ve akılcı çözümler bu şekilde üretilir. Belediye meclis üyeleri, belediye başkanı, kaymakam veya Vali, halkın ve bilimsel verilerin ışığında bu alanlar hakkında karar vermek zorundadırlar. Belediye başkanı veya vali örneğin kanser hastalığı için kullanılacak ilaçların hangisi olacağına karar veremiyorlarsa, kent yapılaşması konusunda da bilim adamlarının ve halkın taleplerini görmezden gelerek, kendi kafalarına göre karar veremezler. İmar planlarında yeşil alanlar ve parklar üniversitelerin, teknik elemanların yoğun emekleri ve araştırmaları dikkate alınarak hazırlanıyor. Seçtiğimiz yöneticiler planlarda yeşil alan, dolgu alanı, kıyı şeridi olarak ilan edilen yerleri bir gecede değiştirerek betonlaştıracak kararlar alıyorlarsa bilinmelidir ki Halkın mallarını TALAN ediyorlar. Kandırıyorlar yalan söylüyorlar Karayolları arazisi de İskenderun halkına ait 6 mahallenin ortasında, etrafı beton bloklarla kuşatılmış, nefes alınabilecek tek arazidir. Bu arazinin “yeşil alan” olarak düzenlenmesi gerek bilimsel ve teknik raporlarla, gerekse mahkeme kararıyla tespit edilmiştir. Burada yaşayan biz İskenderunlula- rın talebi de bu değerli doğa parçasının yeşil alan olarak kullanılmasıdır. İskenderun Belediyesi’nin birkaç yöneticisi önce bakanlıktan bu alanın betonlaşmasına yol açacak bir karar aldırarak “rezerv alanı” ilan ettirdiler. Bu kararı da “biz bu alanı alabilmek için bu yola başvurduk” diyerek kurnazlıklarıyla övündüler. Yani açıkça bir başka devlet kurumu olan Karayollarını nasıl dolandırdıklarını anlatıyorlar. Biz bunu “İskenderun için yaptık” diyerek te halkı “suçlarına” ortak etmeye çalışıyorlar. İskenderun halkı kendi malı olan bir alan için neden yalana ve düzenbazlığa ortak olsun. Bu zihniyete prim verilmemelidir. Karayolları arazisinin betonlaşmasına yol açacak “rezerv alanı” ilan edilmesi karşısındaki tepkileri durdurmak için “burası park olacak” şeklinde açıklama yaptılarsa da kısa sürede bu açıklamanın da KUYRUKLU BİR YALAN olduğu ortaya çıktı. İskenderun belediyesi ihaleyi “blok esaslı zemin etüdü” yapmak üzere gerçekleştirdi. Bu ihalenin iptali için Hatay Barosu dava açtı. Dava süreci konusunda İskenderun halkını bilgilendirmeye devam edeceğiz. Dingil’e soruyoruz Mademki park yapmaya niyetlisiniz o halde neden “rezerv alanı” ilan ettiniz? Mademki park yapılacak o halde neden betonlaşma esaslı ihale yapılıyor? Mademki park yapacaksınız neden hemen yapmıyorsunuz? Mademki park yapacaksınız neden imar için bazı iş adamlarıyla gizli toplantılar yapıyorsunuz? Betonlaştırıyorlar Çok geçmeden atanmış bir yönetici olan Hatay Valisi 6 ay öncesinden bu alana Cami yapılması konusunda anlaşma yaptıklarını açıkladı. Belediye başkanı ile Hatay Valisi halka çelişkili açıklamalar yaparak bu alanın betonlaştırma niyetlerini ifşa ettiler. Biz Sosyal Haklar Derneği olarak seçilmiş veya atanmış yöneticilerin sırça köşklerde oturarak halkın yaşam kalitesini ortadan kaldıran, İskenderun halkını betonlaşma ile nefessiz bırakacak icraatlarına sessiz kalmayacağız. İskenderun halkının kendi malına sahip çıkmaya, çocuklarımızı ve geleceğimizi nefessiz bırakacak BETONLAŞMAYA dur demeye çağırıyoruz. Hep birlikte TALANA, YALANA VE BETONLAŞMAYA DUR DİYELİM! Sosyal Haklar Derneği İskenderun Temsilciliği 6 dosya sosyal hukuk Ocak 2016 Başkanlık tartışmaları neden önemli? Can Atalay Avukat M üttehid iktidar geleneği iktidarın tekleşmesine, bir elde toplanmasına ilişkin muktedirlerin kadim tercihinin adıdır. İktidar temerküz etmeli, tek elde toplanmalı, “işler” kimi aklı evvellerin itirazları ile uğraşılmaksızın sürdürülmelidir. Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne devlet geleneğinin ana doğrultusu iktidarın (yürütme erkinin) elinin rahat bırakılmasıdır. Erdoğan “başkancılığı” ise bu devlet aklının salt bir devamı olarak nitelenemez. Türk Tabipler Birliği’nin kamu özel ortaklıkları ile ilgili açmış olduğu iki davada verilen yürütmenin durdurulması kararları ile haklı(!) öfkesini dışa vurmakta sakınca görmeyen bir Cumhurbaşkanından, onun artık “güçler ayrılığı ilkesinin” arta kalan kırıntılarını hukukun lafzından dahi kazımak arzusundan söz ediyoruz. Sermayenin önündeki engelleri hukuku kuralsızlığın kuralları haline dönüştürerek düzleyen ve ortaya çıkan bu sınırsız yeni alanların sermaye tarafından çitlenmesinin kurallarına “Kanun” diyen bir neoliberal devlettir inşa edilmekte olan. Yurttaşları için hak öngörmeyen ancak yükümlülüklerini tanımlayan, idare için ise sınırsıza yakınsayan haklar -takdir yetkisi- öngören ancak kamunun yükümlülüklerini görünmez kılan bir ahir zaman kodifikasyonu ile karşı karşıyayız. Sermayenin önündeki engelleri hukuku kuralsızlığın kuralları haline dönüştürerek düzleyen ve ortaya çıkan bu sınırsız yeni alanların sermaye tarafından çitlenmesinin kurallarına “Kanun” diyen bir neoliberal devlettir inşa edilmekte olan 25 Kasım 2015 tarihli 64. Hükümet programında “kamu hizmeti” kavramının derli toplu yalnızca “güvenlik” bahsinde yer almasının da işaret ettiği üzere yurttaş olmak ile alınabilecek “hizmet” devletin zor aygıtları ile muhatap olmaya doğru daha da hızla daralacak. Neo liberal bir devletin neo-liberal yurttaşları ... Tam da bu noktada dikkatlerimizi Saray/AKP’nin özel işlevine, becerisine ve ideolojisine yöneltmekte yarar vardır: yurttaşın hakkı yerine muktedirin inayeti geçirilmektedir. Hak yok inayet (lütuf) var, kural yok kimin neye ne kadar erişebileceğini takdir eden yukarıdan aşağıya (ve aşağıdan yukarıya) çalışan bir mekanizmanın küçük yahut büyük parçaları olan otokratlar var. Bu neo-liberal buyurganlık mekanizmasının basit bir merkez-yerel ikiliği kurularak yanıtlanamayacağını da önemle not etmek gerekir. Diğer bir söyleyişle, kalkınma ajanslarına teslim edilmiş bir yerel demokrasinin yahut kendi bütçesini bizzat kendisini “marka” haline getirerek yaratma hedefi önüne konulmuş belediyelerin güçlendirilmesinin bu neo-liberal devlet/neo-liberal çıkmaz sokağında ya bir yol bularak ya da bir yol açarak çıkılmaksızın emeği ile geçinen yurttaşlar lehine bir kazanım olması olanaksızdır. Başkanlık tartışmaları tam da bu nedenle kendisinin çok ötesinde bir anlam taşıyor. Tayyip Erdoğan ile Ahmet Davut­ oğlu’nun farklı başkanlık sistemlerinden söz ediyor oluşlarını önemle not etmeliyiz ancak her ikisinin de neo-liberal devlette ve toplumu yukarıdan aşağı şer’i hükümlerin öngördüğü üzere belirleme konusunda mutabık olduklarını ise akıldan çıkarmamalıyız. Erdoğan-Davutoğlu (muhtemel) geriliminin sarkacına kendimizi kaptırmaksızın “parlamenter demokrasi” salt Louis Bonaparte Fransa’sında değil Saray/AKP Türkiye’sinde de ikirciksiz bir biçimde savunusu bu neoliberal devlet aygıtının karşısına emeği ile geçinen yurttaşların “yeni yurttaşlık” bilincini koyabilme ihtimalini taşımaktadır. Başta laiklik olmak üzere insanlığın kazanımlarının savunulması hakların bütünleşikliği ilkesini bileşik kaplar esasına uygun olarak hukukçuların dünyasından toplumsal mücadeleler alanın zihni heybesine taşırmakla mümkün olacaktır. Saray/AKP’nin başkanlık tartışması karşısında demokratik hakların savunusunun ancak sosyal hakların kazanılması mücadelesi ile verilebileceğini de önemle not etmeliyiz. “Başkanlık” cenderesinde haklar mücadelesi ancak demokratik hakların sosyalleşmesi ve ekolojistleşmesi ile bir hat tutabilecektir. Neoliberal, hukukun kaynaklarını din ile tanımlayan ve tekleşmiş (giderek bir yaf yahut parti devleti) niteliğindeki Yeni Türkiye’nin bu “yeni devleti” karşısında kahramanlığa hevesi olmayan, sıradan bir yurttaşın -onu salt seçmen yahut kitle(!) olarak görülmediği - bir “direniş mevzisi” olarak kavranması ve inşası önümüzdeki zor dönemin yaşamsal görevlerin en önemlilerindendir. dosya sosyal hukuk 7 Ocak 2016 Sultandan başkana “barınma hakkı” Bu madde anayasada durduğu halde Sultan’lar evlerinden atılmaya devam etti. Gecekondu mahalleleri, fabrikalara işçi üreten koca birer insan tarlasına dönüşüp, şehrin ortasında kaldıkça değerlendiler. Değerlendikçe de dozerlerle kazınıp bir adım öteye atıldılar Akçay Taşçı Avukat (Tam 30 yıl önce İstanbul’da) S ultan otuzlu yaşlarında 4 çocuk annesi bir kadın. Kocası ölmüş, 4 çocukla hayatta kalmaya çalışıyor. Sarıyer sırtlarında bir gecekondusu var. Kendi elleriyle yapmış. Evlere temizliğe gidip para kazanıyor, gelip çeşmenin başından su dolduruyor, çocukların karnını doyurup yatırıyor. Ertesi gün bir daha… Çocuklardan çok şikâyetçi, sürekli çokomel istiyorlar, “en iyisi fakir semtlere reklamları yasaklasınlar” diyor, reklamda görüp istiyorlar çünkü. Tabii o arada birkaç kez gidip oy kullanıyor Sultan, Muhtara oy veriyor. Sonra bir gün mahalleye birtakım adamlar geliyor. Mahalledeki arsaların büyük bir kısmını satın almışlar. Ama o kısımlar tamamen gecekondularla dolu. Hemen Muhtarın yanına gidiyorlar, anlatıyorlar durumu. Muhtar bunlara, yakında boğaz köprüsünün (muhtemelen Fatih Sultan Mehmet Köprüsü) yapılacağını, çevre yolunun da mahallenin kenarından geçeceğini söyleyip avanta pazarlığı yapıyor (dikkatle izleyiniz: Cumhurbaşkanının Muhtarlar buluşmaları). Gel zaman git zaman mahalleli teker teker sessiz sedasız boşaltıyor mahalleyi. Üç kuruş para alan tası tarağı toplayıp gidiyor. Ama hepsinin ağzı kilit, alışveriş hep muhtarlıkta yapılıyor. Bir gün Sultan eve geliyor ki, polis çevirmiş etrafı, kepçe yanaşmış evi yıkıyor. Feryat figan ediyor, ellerimle yaptım ben o evi diyor ama ne fayda. Polis yakalayıp Sultan’ı “biz de emir kuluyuz bacım” diyor. Sonra bir ara kurtuluyor Sultan bunların elinden, kazmayı kaptığı gibi vuruyor evinin duvarlarına, ben yaptım ben yıkarım diyor: Allah belanı versin Muhtar. Sonra başka bir sırta gidip kazmayı vuruyorlar gene toprağa, öyle ya “barınmak onların da hakkı”. Bu hikâyeden yaklaşık 40 sene önce Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, hazırlanan bir metni kabul ediyor: İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi. Beyannamenin 25. maddesi “herkesin, gerek kendisi, gerekse ailesi için, yeterli beslenme, barınma, sağlık bakımı ve gerekli toplumsal hizmetler de içinde olmak üzere, esenlik ve gönencini sağlayacak uygun bir yaşam düzeyine; işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık, ya da geçim olanaklarından, kendi istenci dışında yoksun kalacağı başka durumlarda, güvenliğe hakkı vardır.” Türkiye de bu metne imzasını atıp söz veriyor: “Sultan’ı kimse evinden atamaz.” Sonra bu sözünü alıp kendi anayasasına da yazıyor: “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir”(AY m.17). Yetmiyor, madde 56: “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.”, 57. maddesinde ise; “Devlet, şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır, ayrıca toplu konut teşebbüslerini destekler.” Bu madde anayasada durduğu halde Sultan’lar evlerinden atılmaya devam etti. Gecekondu mahalleleri, fabrikalara işçi üreten koca birer insan tarlasına dönüşüp, şehrin ortasında kaldıkça değerlendiler. Değerlendikçe de dozerlerle kazınıp bir adım öteye atıldılar. Sultan’ın evi yıkıldığında Başbakan Özal’dı. O da çok severdi “Başkanlığı”. Görüldüğü üzere deldiği tek anayasa maddesi savaşa girme kararına ilişkin değildi. Anayasada ve taraf olduğumuz birçok uluslararası sözleşmede “devlet bireylerin barınma hakkını koruma altına almakla” yükümlüydü. Bu günlerde yine milyonlarca “Sultan” ülkenin her yerinde Afet Yasası yoluyla evlerinden edilmeye çalışılıyor. Şehrin ortasında kalıp değerlenmiş neresi varsa “riskli alan” ilan edilip o riskli alanlarda dev projeler başlatılıyor. Oralardan çıkarılırken milyonlarca Sultan, Şevket, Nuri, Fatma Abla ve çocuklardan hastanesiz, okulsuz, parksız, bahçesiz uzak sırtlara sürülürken, bazıları küçük mahalle derneklerinde toplanarak iptal davala- rı açıp soruyorlar: bu memlekette hukuk yok mu kardeşim? Sorunun cevabını ise dönemin başbakanı veriyor: “Dışarıdan bakan “326 milletvekiliniz var, gene mi bahane?” diyor, ama bu kuvvetler ayrılığı denilen olay var ya, o geliyor sizin önünüze bir engel olarak dikiliyor.” Şimdi önümüzde bir başkanlık tartışması var. Kuvvetler Ayrılığı’na buradan bakan bir siyasetçi “Başkan” olduğunda Sultan’ın Barınma Hakkı ne hale gelir dersiniz? NOT: İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden sonra Ekonomik ve Toplumsal Haklar Sözleşmesi (1966), Habitat Toplantısı Sonuç Bildirgesi (1996), Avrupa Sosyal Şartı gibi birçok uluslar arası metin, her dünya vatandaşının “huzurlu ve güvenli bir ortamda barınma hakkı”na sahip olduğuna yer verdi. Devletler her toplantılarında bu hakkın varlığını tanıdılar: evet bu hak var AMA bunu biz sağlayamayız. Çünkü o kadar insana ev vermek büyük maliyet. Bu yüzden de metinlerde devletlere pozitif yükümlülük getiren ifadeleri hep engellediler. Barınma Hakkı, kim tarafından nasıl sağlanacağı meçhul bir halde, dünyanın en afili metinlerindeki yerini koruyor. 8 dosya sosyal hukuk Ocak 2016 Başkanlık tartışmaları ve LGBTİ Levent Pişkin Avukat 1 Kasım seçimlerinden sonra özellikle AKP’li yöneticiler tarafından ‘Yeni Anayasa’ ve ‘Başkanlık Sistemi’ söylemleri yeniden hız kazanmaya başladı. Yeni Anayasa’nın yapılmasının elzem olduğu toplumun neredeyse tüm kesimlerince ikrar edilmiş durumda. Ancak Cumhurbaşkanı ve AKP anayasa ihtiyacını sadece başkanlık sistemi ekseninde tartışıyor. On yıllara yayılan (yaklaşık iki yüz yıl) siyasal sistem tartışmasının temelinde başlangıçtan itibaren daha fazla demokrasi ve özgürlük arayışı yatıyor. Her ne olursa olsun yeni anayasanın ya da yapılacak mevcut değişikliklerin bu arayışa cevap vermesi gereklidir. Zira darbe anayasasının –yapılan tüm değişikliklere rağmen- ihtiyaca cevap olmadığı ve olamayacağı aşikâr. Bununla beraber, önerilen yönetim sisteminin yani adını sıkça duyduğumuz üzere başkanlık sisteminin de bunu sağlamayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Öncelikle, yeni anayasa çalışmasında öncelikli olarak tartışılması ve konuşulması gereken mesele yönetim sistemi değil, haklar ve özgürlükler olmalıdır. Bunun gerekliliği her şeyden evvel tarihsel bir arka plana dayanıyor: Devletin karşısında bireyin ve toplumun hak ve özgürlüklerinin korunması. Bir başka deyişle, anayasa bireysel ve kolektif hak ve özgürlüklerin garanti altına alınması ve bunlara yönelik tehditlerin önlemesi ve yöneticilerin bu kurallara bağlı olması gerektiği için var. Dolayısıyla anayasa yapım ve yazım süreçlerinde hak ve özgürlük cephesini genişletecek adımlar atılmalı ve sürece en yüksek katılım sağlanmalıdır. 2011’de Anayasa Uzlaşma Komisyonu adı altında başlayan ve uzlaşmamak için her yol denenen ve nihayetinde tarafların masadan kalkmasıyla sona eren yeni anayasa çalışması yukarıda bahsettiğimiz yolun nasıl olmaması gerektiğine dair önemli bir deneyim sunarak fikir veriyor. Ancak AKP’nin ‘Türk tipi başkanlık’ dayatması bu yolun alternatifini sadece mücadele ve direnmeyle, yani etkin bir muhalefetle mümkün kılacak. Neden itiraz ediyoruz? Başkanlık sistemi tartışmalarında, bu sistemin savunucuları tarafından en çok vurgulanan husus zayıf icranın güçlendirilmesi ve siyasi istikrar isteğini ileri sürüyor. Mevcut sorunların çözülememesinin sebebinin zayıf yetkileri olan bir icra kurulu olmasından ve bürokrasiden kaynaklı olduğunu savunuyorlar. 13 yıldır tek başına iktidarda olan bir partinin bütün bunları ileri sürmesinin siyasetsizliği ve ikrar niteliği bir yana dursun biz meseleyi LGBTİ hareketi ve hakları açısından ele alalım: Başkanlık sistemi LGBTİ’lere yönelik nefret cinayetlerine engel olabilecek mi? Başkanlık sistemi LGBTİ’lere yönelik sağlık, eğitim ve çalışma hayatındaki ayrımcılığı ortadan kaldıracak mı? Başkanlık sistemi yasalarda LGBTİ’ler aleyhine kullanılan ‘genel ahlak, haysiyet, namus vb.’ kavramları ilga edecek mi? Başkanlık sistemi yargının ve kolluk kuvvetlerinin LGBTİ’lere karşı olan tutumunda bir değişikliğe yol açacak mı? Bu sorular kuşkusuz çoğaltılabilir. Ancak ne kadar çok olursa olsun tüm bu sorulara LGBTİ hareketinin vereceği cevap tek: Hayır. Zira: Sebahat Tuncel’in verdiği soru önergesine gelen cevaba göre 2002-2009 yılları arasında 69 trans nefret cinayetine kurban gitti. Melda Onur’un daha sonradan verdiği soru önergesine gelen cevapta ise 2009-2014 yılları arasında 34 trans nefret cinayeti mağduru oldu. Transgender Europe’un çalışmasına göre 2008-2014 yılları arasında öldürülen trans rakamıyla Türkiye 49 ülke arasında dünya dokuzuncusu oldu. Eldeki kayıtlı verilere göre ise nefret cinayetlerinde Türkiye Avrupa’da birinci sırada. AKP’nin 13 yıllık iktidarları boyunca, resmi verilere göre yüzden fazla trans nefret cinayetine kurban gitmişken, LGBTİ’ler yaşamın her alanında ayrımcılığa maruz kalırken, yargı tarafından varoluşları indirim sebebi, kolluk tarafından cezalandırılma sebebi sayılırken başkanlık demek hangi sorunu örtecek? Tıpkı toplumun geri kalanının sorunlarına cevap olamayacağı gibi LGBTİ toplumun sorunlarına da başkanlık sistemi çözüm değil. Sorunların çözümü ve demokratikleşme için daha çok hak ve daha çok özgürlük gerekli. Bütün bunların yanında LGBTİ hareketi asla tek başına kendi özgürleşmesini değil, toplumsal bir özgürleşmenin imkânlarını aramış ve bu yönde hareket etmiştir. Dolayısıyla kolektif haklar alanını genişletmek bir tarafa dursun demokratik gelişime engel olacak olan yönetim biçimlerine kuşkusuz karşı çıkacaktır. Yönetimin gittikçe otoriter bir hal kazandığı, bunun muhafazakârlaşmayla paralel seyrettiği bu sebeplerin top- lumsal tezahürleri -tarihten de bildiğimiz- üzere ilk olarak LGBTİ’leri etkiledi/ etkileyecek. Bütün bunları bilerek otoriter bir yönetime LGBTİ hareketinin mesafeli ve dahi direngen duracağı izaha muhtaç değildir. Kaldı ki 2011’deki eşitlik maddesine cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğinin eklenmesi tartışmalarında AKP’nin aldığı tutum LGBTİ’lerin belleğinde tazeliğini koruyor. Yeni anayasa ve diğer pek çok yasal düzenlemeye dair hedefler hususunda LGBTİ hareketinin 2002 yılında çıkardığı ‘Eşcinseller Ne İstiyor?’ başlıklı strateji metninden1 çok uzağa gidemedik. En azından yasal alanda deyim yerindeyse bir arpa boyu yol dahi alınamadı. LGBTİ varoluşunun mücrimleştirilmesi bir devlet politikası olarak devam ediyor. 2015 yılında 13’üncü kez yapacağımız Onur Yürüyüşü’ne saldırılması bu politikanın ve artan muhafazakârlaşmanın bir sonucu ve parçası. Bu şartlarda LGBTİ hareketi açısından tartışılması gereken başkanlık sistemi değil özgürleşme imkânları ile yasal ve anayasal anlamdaki kazanımlardır. İş cinayetlerinde dünya sıralamasında ikinci, cinsiyet eşitliğinde son yirmide, demokrasi, adalet ve özgürlük en- AKP’nin 13 yıllık iktidarları boyunca, resmi verilere göre yüzden fazla trans nefret cinayetine kurban gitmişken, LGBTİ’ler yaşamın her alanında ayrımcılığa maruz kalırken, yargı tarafından varoluşları indirim sebebi, kolluk tarafından cezalandırılma sebebi sayılırken başkanlık demek hangi sorunu örtecek? deksinde ise son sıralara yerleşen bir ülkenin temel sorununun yönetim sistemi olmadığı açıktır. Kürt sorununa, kadın, nefret ve iş cinayetlerine, inanç temelli sorunlara, yargıya ve daha sayabileceğimiz onlarca temel konuya çözüm ancak özgürlük ve hak alanının genişletilmesi, sosyal devletin güçlendirilmesi ve demokrasiye ivme kazandırılmasıyla mümkün olacaktır, daha fazla baskıyla değil. 1 http://www.kaosgl.com/sayfa.php?id=798 dosya sosyal hukuk 9 Ocak 2016 Ekoloji bunun neresinde? Melda Onur CHP 24. Dönem İstanbul Milletvekili P “ eki bölünmek kötü bir şey mi sizce?” Benimle, son dönemde çokça söz edilen “özyönetim” hakkında röportaj yapmaya gelen sevgili muhabir arkadaşım samimiyetle sormuştu bu soruyu. Zira Jiyana Ekolojik için yaptığı röportajın başında “Özyönetim kelimesini yeni duymuyoruz. Kürtlerin icat ettiği bir şey değil. Ben ilk kez ‘özyönetim’ kelimesini Siyasal Bilimler Fakültesi’nde okurken Siyasal Sistemler dersinde Yugoslavya Modeli’ni okurken duymuştum” diye başlamıştım. Elimdeki Özyönetim isimli kitabımla ona sayfalardan çeşitli cümleler okudum. İlgiyle dinledi. Bunun üzerine Tito’nun ortaya koyduğu ancak artık var olmayan Yugoslavya modelinin nasıl bölünerek etnik dini savaşlara sahne olduğu ve bugün yeni ülkeler ortaya çıktığına kadar geldik sohbette. “İnsanlar bu yüzden Yugoslavya örneğini veriyor, bölünürüz endişesi yaşıyor” diye devam ediyordum. Ardından gelecek soruya aslında insiyaki olarak çanak tuttum. Çünkü ağzımdan şöyle bir yorum çıktı: “Tabii bilemiyoruz, Yugoslavlar bö- lündükten mutlu oldular mı, olmadılar mı? Farklı duygular var.” Aslında bu sözlerim biraz da sesli düşüncelerimdi. Soru hemen geldi ve diyalog şöyle gelişti: Peki bölünmek kötü bir şey mi sizce? Yani bir halkın kendi geleceğini kendi tayin etmek istemesi o kadar kötü mü? Halkın tamamı bunu istiyor mu? Bir de bölüneceği ülke ile bağları ne kadar kuvvetli ona bakmak lazım. Bugün bölünme nasıl olacak. Birçoğunun batıda işi gücü var, evlilikler var, dışarıda yaşayanlar ve orada yaşayıp bölünmek is- “Türkiye tipi başkanlık modeli”. Tercümesi: Oyunu ben kuracağım. Senin taşını da ben yürütürüm. Senin zarını da ben atarım; istediğim zarlar gelene kadar atmaya devam ederim. Kızma Birader! temeyenler var. Bütün bunlar sorunsuz bir bölünmeye götürür mü? Aslında siz ekolojiye inanan birsiniz. Ben biyoloji öğretmeniyim aynı zamanda. Hücreler bölünerek çoğalırlar ve bu çok sağlıklıdır. Çok daha sağlıklı bir bünye olur. Yaşamak için gereklidir Doğrusu bu tanımlama benim gibi doğal döngüye inanmış biri için çok çekiciydi. Haklılık payı çok yüksekti. Kendi yorumumla sürdürdüm. Doğru, fakat tam da senin dediğin gibi, bu hücreler bir bünyeyi bir bedeni oluşturur. Bence o beden Türkiye ise, o beden içerisinde sağlıklı bölünmelerin olması güzel. Bunu da Yerel Yönetimlerin Özerkliği olarak görürsek, karar almada ne kadar çok yerel birim katılımcı olur ise, vücudun işleyişi o kadar sağlıklı olur. Ama farklı yapıda ve vücudun işleyişine uyum sağlamayan hücrelerin çoğalması, sağlıklı bedenin hastalanmasına neden olur ve burada bir bacak, bir kol, bir organ kaybedilebilir. Bölünme bu olmamalı. Tabii burada o hücreleri hasta edenin beyin olduğunu belirtelim. İnsan bedeni ile ülke arasındaki bu benzeşme üzerine konuştuk. Bunları aktarmayacağım. Zira biyoloji bilgisi ve yönetim şekilleri arasındaki bağı anlatan daha detaylı bir yazıyı kendisinden bekleyerek, daha yüzeysel benzetmelerle yazıma biraz tat ve renk katmayı istiyorum. Kızma birader Başkanlık Rejimi tartışmaları bu ülke gündemini Özallı yıllardan beri hiç terketmedi. Birçok alanda bağımlı olduğumuz ABD’de yıllarını geçirmiş ve bu ülkenin dünyaya empoze ettiği sistemini benimsemiş bir siyasetçi olarak Turgut Özal, DPT kökenli olmasına rağmen, kamu bürokrasisini ABD’de yetişmiş prenslerine emanet etmeyi tercih etmişti. Prenseler diyorum, zira “Özal’ın Prensleri” ifadesi o yıllarda birileri tarafından ortaya atıldı. Özal yaşam tarzı olarak, şimdikilere göre daha liberal bir muhafazakârdı ve prens lafına bir tepki göstermedi. Bugünküler prens demeyi kendilerine hakaret addedebilir ve yerine “şehzadeler” kelimesini koyabilirler. Konumuz bu değil, geçelim. Başkanlık sistemini en çok “Latin Amerika’da Askeri Diktatörlükler” konulu tezimi yazarken okumak ve irdelemek zorunda kaldım. 1800’lerdeki bağımsızlık mücadelelerinin doğasından gelen bir siyasi ortamla, bu ülkeler Başkanlık sistemini benimsiyor. Zira İspanya, Portekiz gibi uluslararası sömürgeci ülkelerden bağımsızlık elde edilirken hep bir ulusal kahraman ve tabii bir de Kuzeyde Amerika Birleşik Devletleri örneği var. Ancak ne hikmetse ABD’de yerleşen ve dünyayı yöneten Başkanlık modeli, neredeyse 100 yıla yakın bir süre Latin Amerika ülkelerine dirlik vermiyor. Darbeler, diktatörlükler, faili meçhuller, evlatlarını arayan anneler Latin Amerika ülkelerinin yakın tarihinin acıları. Amerikalar’ın Kuzeyinde ve Güneyinde gelişen Başkanlık modellerinden Türkiye’nin hangisine benzeyeceğine dair bir kuşkumuz var mı? Yok. Daha da fenası “Türkiye tipi başkanlık modeli”. Tercümesi: Oyunu ben kuracağım. Se- dosya hukuk 10 sosyal Ocak 2016 nin taşını da ben yürütürüm. Senin zarını da ben atarım; istediğim zarlar gelene kadar atmaya devam ederim. Kızma Birader! Ekoloji, Başkanlık veya diğerleri Peki “ekoloji başkanlığın neresine düşüyor usta” sorusunu sorarsanız, aslında ekoloji herhangi mevcut bir siyasete tekabül etmiyor. Yerinden yönetimin esasını teşkil ediyor. Ama bu haliyle her sisteme uyarlanabilir mi? Evet. Esas olan ilkeleri koymaktır. Ekolojik Anayasa ile bunu talep ettik. Ekolojik Anayasa Girişimi olarak 2011 yılında ilkelerini koyduğumuz Ekolojik Anayasa’yı, Anayasa Uzlaşma Komisyonuna anlattık. Bu sayede kamuoyu da duydu. Neydi bir anayasayı ekolojik yapan ilkeler? Başlangıç ilkesi şuydu: Bu Anayasa, dünyayı gelecek kuşaklardan emanet aldığı bilinciyle doğayla uyum içinde yaşamaya söz veren Türkiye vatandaşları tarafından yazılmıştır. Burada “emanet” vurgusu var ve buna itiraz eden hiçbir siyasetçi olmadı. Cumhuriyetin nitelikleri için “Türkiye Cumhuriyeti’nin, doğanın ve onun bir parçası olan insanın haklarına saygılı bir hukuk devleti olduğu” yönünde tanımlama yapılmasını istemiştik. Peki ya konvansiyonel anayasalarda hukukta “kaynak” olarak tanımlanan doğal varlıklar? Onu da şöyle tanımlıyorduk: “Su, hava, genler, tohum ve doğanın diğer unsurları doğal varlıktır, kaynak olarak nitelendirilemez. Bu varlıklar doğanın bir parçası ve onlara bağlı yaşayan tüm canlıların ortak kullanımında olmalıdır. Doğal varlıklar mülkiyete tabi olmamalı, kendileri veya genetik bilgileri hiç bir şekilde patentlenememeli ve kamusal kullanımları ekolojik dengeler öncelikli tutularak güvence altına alınmalıdır.” Geleneklerin, dilsel ve kültürel çeşitliliğin, biyolojik çeşitliliğin algısı ve yaşatılmasındaki rolünü de dikkate alarak, “geleneklerin farklı dillerin ve kültürlerin korunması ve kendini gerçekleştirme ve geliştirme hakkı anayasal güvence altına alınmalıdır” demiştik. Bu doğal varlıkların kullanımında koruma dengesi ve ihtiyatlılık ilkesi olmazsa olmazlarımızdı. Kamu yararı ise emanetçilik anlayışıyla tüm canlıların haklarının korunması ve ekolojik dengenin devam etmesi sağlanacak şekilde yorumlanıyordu. Koruma – Kullanma rolleri Şimdi bu ilkeleri koyduğunuzda ve doğru işletebildiğinizde hangi sistemle yönetildiğiniz çok da önemli olmayabilir. Burada “yönetme” ifade- sini kullanmak da sıkıntılı. Daha doğru ifadesi “doğal akışı denetlemek” olabilir belki. Bu doğal akışın, daha somut ifadeyle koruma – kullanma dengesinin denetlenmesi olacak ise, bugün mevcut olan klasik siyasal yapıların tersine çevrilmesini gerektirir. Eskilerin ifadesiyle gerçek manada ayakların baş, başların ayak olması gerekir. Peki “ekoloji başkanlığın neresine düşüyor usta” sorusunu sorarsanız, aslında ekoloji herhangi mevcut bir siyasete tekabül etmiyor. Yerinden yönetimin esasını teşkil ediyor. Ama bu haliyle her sisteme uyarlanabilir mi? Evet Bugün, egemenliği ve onun doğal kaynağı olduğunu düşündüğü tüm varlıkların esas kullanıcılarının Başkan, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar değil; o sistemin en küçük birimlerinin, hücrelerinin olması gerekir. Koruma, denetleme görevinin ise “yönetici olarak seçilenler” tarafından yapılması gerekir. Oysa bugün ekolojik toplumlara bakıldığında egemenlerin hoyrat kullanımına karşı, “koruyucular” bu yerel, küçük yapılar olarak karşımıza çıkıyor. Mahalleler, köyler, köylüler, kadınlar... Peki bu kaynakları hoyratça kullanan küçük yapılar yok mu? Var elbet. Ama bu güdümlü kullanım, doğal döngünün bir parçası değil; egemenliği ve kaynak kullanım hakkını elinde tutanların, güç ve şiddetle kendilerine gönüllü ya da gönülsüz işbirlikçiler devşirmesi ile oluyor. Sözün özü: Ekolojinin özü, canlıyı var eden hücreden yola çıkarsak; bölünme, parçalanma, küçülme güzeldir. Ancak bu bölünmüş hücreler bir uyum içerisinde hareket ederlerse yaşam devam eder. Bu hücreler içerisinde hastalanmaya yol açmamak için hücrenin doğasını bozmamak gerekir. Çünkü hücreler farklı ama uyum içindedir; farklılık sağlıklıdır. Farklılaşma ise biyolojide sağlıksızdır. Ama her bir farklı hücreyi aynı hassasiyetle korumak gerekir; bu da beynin görevidir. Hücreler ise yaşamak için “kullanıcıdırlar”. Bunun aksi, organ kayıpları ve bütünün bozulmasıdır. Son söz: “Peki sağlıklı bölünmüş hücreler tamam, peki ya vücut neden Türkiye olsun?” sorusunu sorabilirsiniz: Haklısınız. Aslında devletler, sınırlar olmasın; Vücut dünya olsun derim. Dünya gelecek tarihinde birgün mutlaka olacaktır. Yaşam alanlarını “kalkınmaya” karşı koruma ya da Uyuşmazlık hakkı üzerine bir not Zülfiye Yılmaz İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Görevlisi 1 “ 9. yüzyıl uygarlığı sona erdi.” İlk baskısı 1944 yılında yapılan Büyük Dönüşüm1 bu cümleyle başlar. Karl Polanyi’ye göre, 19. yüzyıl uygarlığının üzerinde yükseldiği en önemli yapı kendi kurallarına göre işleyen piyasa (“self-regulating market”) olgusuydu. Aynı piyasa olgusu Polanyi için söz konusu uygarlığın çöküşünün de sebebiydi. Piyasa sistemi varlığını sürdüremezdi; çünkü ne özgürlükler ne de barış bu sistemde kurumsallaşabilmek için kendine yer bulabiliyordu. Bir “siyasi proje”2 olarak özerk piyasa düşüncesi ancak bu mitosa inanan bir piyasa toplumunda var olabilirdi. Bu siyasi projenin düzenleyici ilkesi ise ekonomik liberalizmdir. Buna göre, serbest piyasa sisteminin kurulması ve devamlılığı için piyasa aktörleri tarafından sürekli denetlenen bir müdahale- cilik ve yasama faaliyetinin sürekli artışı gereklidir. Yasama düzenlemelerinin hayata geçirilmesi adına örgütlenecek donanımlı bir yürütme kuvvetine olan ihtiyaç ise yadsınamaz. Piyasa ekonomisinin yerleştirilmesi adına idarenin şiddet, baskı, zorlama içerikli eylemlerinde artış bu dönemin önemli karakteristiğidir. Zira piyasanın kurulması ve özerkliğinin sağlanması için piyasanın kendisi dışında hiçbir müdahale söz konusu olmamalıdır. Devletten bu dönemde beklenen-Gramsci’nin terimleriyle ifade etmeye çalışırsak- sahip olduğu hegemonya araçlarıyla, hakim sınıfın ekonomik, ideolojik ve kültürel söylemlerini yayan eğitici(educator) rolünü layıkıyla yerine getirmesidir. Kendiliğinden ilerlemeye duyulan sonsuz, sorgusuz inanç, her ne pahasına olursa olsun gerçekleşecek soyut bir ekonomik gelişmenin sistemin krizlerini çözeceği ön kabulünü de beraberinde getirir. Polanyi’nin deyimiyle “iblis fabrikanın” çarklarında yitip giden çiftçi ve işçiler, aynı zamanda toprak çe- dosya virme hareketleriyle evlerinden, yurtlarından hatta manzara ve mevsimlerden sürülseler de, bu, nihai olarak piyasanın vadettiği kalkınmaya katkı sağlayacağından razı olunması gereken bir aşamaya tekabül eder. Arendt’in Birinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan göçmen grupları için kullandığı tabirle toplum, “yeryüzünün posası”3 muamelesi görse de, bu yeniden inşa sürecinin “kalkınmacı” sonuçlarını görmek üzere, ihtiyaçlarından, özgürlüklerinden ve eşitlikten mahrum bırakılmayı göğüslemek durumundadır. Oysa bu mümkün değildir. Sistem bir kurgunun üzerinde yükseldiğinden, mitosun çökmesi an meselesidir. Çünkü piyasa düzeninin toplumsal sürdürülebilirliği yoktur. 30 Mart 2014 yerel seçimlerinden bu yana gerek yerel yönetimler, gerekse merkezi idare tarafından daha çok dillendirilen katılım ve müzakere söylemlerinin yarattığı iyimser dalgadan hepimiz haberdarız. 5393 sayılı Belediye Kanunu, 6360 sayılı Büyükşehir Yasası, 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu, 5449 sayılı Kalkınma Ajanslarının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun ve dahası “paydaş katılımı” olarak adlandırılan süreçleri, kamu hizmeti sunumu ve kalkınma politikalarına içkin, esaslı bir yöntem olarak sunmaktadır. Bu bağlamda, kent konseylerinin kuruluş ve işlemesinde, belediye bütçelerine esas oluşturan stratejik plan ve performans programlarının kaleme alınmasında, bölgesel ve hatta ulusal kalkınma planlarının oluşturulmasında, ortaya çıkan nihai kararların katılımcı yöntemlerle hazırlandığı her politika belgesinde bulabileceğiniz ortak sonuçtur. 2014-2018 yılları arasını kapsayan Onuncu Kalkınma Planında 66 kez anılan katılım kelimesi yerelden ulusala doğru bir perspektifte; kadınlar, gençler, çocuklar, engelliler, yoksullar, işsizler ve dahasının katılımını, hak ve yaşam standartlarının belirlendiği politikaların merkezine yerleştirmiştir. Sistemin onlara atfettiği sıfat ise paydaştır ve yapmaları beklenen sürece katılmaktır. Bununla birlikte, Rousseau’nun genel irade söylemine rahmet okuturcasına, tiranik bir meşruiyet zeminine gönderme yapan “milli irade” mottosu üzerinden hareket eden bir rejimin, katılımcı demokrasi söyleminin samimiyetine inanmakta güçlük çekmek, akıl dışı bir eylem olarak adlandırılamaz sanırım. Ulusal düzeydeki bu söylemin, son 10 yıldır hız kazanan yerelleşme söylemine de sirayet ettiğini belirtmek gerekir. Kürt meselesinin çözümünde bir yöntem olarak gösterilen yerele yetki devrinin, aynı zamanda metropolleşme ve bölgeselleşme eğilimleri ile birlikte, ancak merkezden desteklenen kapitalist kalkınmacı bir bakış açısıyla uygulamasının top- sosyal hukuk 11 Ocak 2016 lumca kabulü halinde işlev göreceğini ve destekleneceğini söylemek yanlış olmaz. Katılım ise bu noktada, yatıştırıcı bir araç olarak, ancak hegemonik meşruiyet üretimine katkı sunduğu sürece makul ve makbuldür. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 2015-2019 yılları arası politika hedeflerini somutlaştıran stratejik planını gözden geçirme imkânınız oldu mu bilmiyorum. Katılım söyleminin yatıştırıcı işlevine verilebilecek nitelikli bir örnektir bu belge. Buna göre; yürütmeyi planladığı 807 süreçle ilgili olarak 423 çalıştay yapan Belediye, bu toplantılarda 959 kişi ile buluşmuştur. İç ve dış pay- biçimini belirleyen ekonomik aktörlere tanıması, baştan bu yana vurguladığımız piyasacı tahakküm düzenine eklemlenme hedefinin göstergesi olarak alınabilir. Demokrasi söylemi ise bu noktada, ikincil ve afaki; fakat işleyiş mantığına uyum sağladığı sürece müzakere edilebilir ve alkışlanabilir bir yönetim biçimini simgelemektedir. Sosyal devletin gerilemesi ile birlikte, merkezi idarenin kamu hizmetleri alanından açık ya da zımni bir şekilde çekilmesi ve yerel yönetimlerin sınırlı kaynaklarla farklı hizmet alanlarında görev üstlenmesi/ üstlenmek zorunda kalma- Uzlaşma yerine uyuşmazlık, şiddet ve korkudan beslenen plebisiter seçimler sonrasında teslimiyeti değil; en basit tanımıyla baskı ya da zorlama karşısında, bireylerin ifade ve eyleme özgürlüklerinin devlete ve aynı zamanda meslek kuruluşları ve yerel yönetimlere karşı korunmasını da ifade eder daşlarına, toplamda 39 çeşit olmak üzere 342 anket göndermiş ve bu anketlerin 201’ine cevap almıştır. Katılım oranı ise %58,77 ile 2010-2014 arası planda ulaşılan %35,36’lık orana göre “demokratik katılımcı” yönteme ulaşma olarak tanımlanmaktadır. Fakat asıl çarpıcı ayrıntı, paydaşların tanımıdır. 13 Ağustos 2014 tarihinde yaptığımız bilgi edinme başvurusuna verilen cevaba göre paydaşlar şunlardır: “İBB ile ilişkili olan kamu kurumları/kuruluşları, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve özel sektör dikkate alınmıştır. Özel sektör grubunda yer alan tedarikçi tespiti yapılırken müdürlüklerden en çok iş yaptıkları yüklenici firma isimleri alınmıştır.” 15 milyon civarı nüfusu olan bir şehir, bir metropol olan İstanbul’da ulaşım, sağlık, konut alanlarından kentsel düzenlemelere kadar birçok alanda yetkili ve görevli kılınan ve seçimle göreve gelen bir yönetim birimi olan belediyenin, katılımda önceliği hizmetten yararlananlara değil de; hizmetin yürütülüş sı, ulusal düzeydeki demokrasi krizinin yerele taşınmasını da zorunlu olarak beraberinde getirmektedir. Bu dönemde, yerinden yönetim kavramı hiç duymadığımız kadar gündemimize yerleşmiştir. Bununla birlikte, merkezin idari vesayeti ile çevrili, merkezi politikaların yerelde üretimi araçlarına dönüştüğü sürece el üstünde tutulan yerel yönetimler, merkezle çatıştığı noktada ise merkezin idari vesayeti aşan müdahalesi ve hatta güvenlik söyleminin hedefi haline gelebilmektedir. Hukuk doktrininde oldukça tartışmalı bir kurum olan kanun hükmünde kararname rejiminin, anayasal sınırları dahi aşındırmak suretiyle yarattığı Çevre ve Şehircilik Bakanlığının üstlendiği misyon bahsettiğimiz müdahale yöntemine iyi bir örnektir. 5 Ekim 2013’te Urfa’da yapılan Kent Konseyleri Birliği toplantısında, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanının, “yıkarak güzelleştirme hedefi” için ihdas ettik dediği Çevre Bakanlığı yasal ve anayasal süreçlerin izin vermediği her ka- musal alana müdahale edebilme yetkisi ile donatılmış, ayrıcalıklı bir merkezi idare birimidir. Bu nedenle, Bakanlık’ın geçtiğimiz günlerde basına yansıyan Kadıköy rıhtıma selatin cami yapılması projesi ve bunun gerekçesi olarak da Avrupa yakasındaki bu türden cami sayılarıyla bir dengenin kurulması gerekliliği açıklamasını bildiğimiz yerinden yönetim ve kamu yararı gerekleri, devletin inanan ve inanmayanlar karşısındaki objektif tutumunu güvenceleyen laiklik ilkesi ışığında yorumlamaya çalışmak, beyhude bir hukuki çabadan ibarettir. Zira yeni rejimde hukuk, önceki döneme göre daha çok işlevsel ve Polanyi’nin bizi uyardığı şekliyle piyasa düzeninin gerektirdiği dönüşüme hizmet etmeye daha çok elverişli olmalıdır. Katılımcı diskurun her seferinde vurguladığı “ortak akıl” kavramının işlevi, var olan muhalefeti yatıştırmak ve çoğunlukçu politikalar içerisinde erimesini sağlamaktan öteye geçmediğinde, Polanyi’nin insanın yaşam alanını “kalkınmaya” karşı”(“habitus versus improvement”) koruma çabası olarak tabir ettiği karşı hareketin söylemi ne olmalıdır? Yöntemi ve aktörleri tartışmaya açık olsa da, kendimizi yersiz yurtsuz hissettiğimiz bugünlerde, Polanyi’nin, bir toplumun ne kadar özgür olduğunun simgesi olarak işaret ettiği uyuşmazlık hakkı (“the right to nonconformity”) üzerinde düşünelim ve ısrar edelim derim ben. Uzlaşma yerine uyuşmazlık, şiddet ve korkudan beslenen plebisiter seçimler sonrasında teslimiyeti değil; en basit tanımıyla baskı ya da zorlama karşısında, bireylerin ifade ve eyleme özgürlüklerinin devlete ve aynı zamanda meslek kuruluşları ve yerel yönetimlere karşı korunmasını da ifade eder. Dolayısıyla bu hak, kendisini temsil etme konusunda yetkilendirdiği; fakat iktidarının meşruiyet temeli sorgulanan seçilmiş ya da atanmış tüm yöneticilere karşı toplumun direnme hakkını temsil eder. Bu hukuki-siyasi tablodan payımıza düşen razı olmak olmadığına göre, yaşam alanlarımızı korumak üzere ortaya koyduğumuz her tavır, demokratik düzenlerde kabul edilen muhalefet etme hakkı olacaktır. Bahsedilen yeni rejimin demokrasi ile asıl imtihanı, buradan başlamaktadır. 1 Karl Polanyi, The Great Transformation: The Political and Economic Origins of Our Times, Boston: Beacon Press, 2001. 2 Ayşe Buğra, “Polanyi’nin Çifte Hareket Kavramı ve Günümüz Piyasa Toplumunda Siyaset”, 21. Yüzyılda Karl Polanyi’yi Okumak: Bir Siyasi Proje Olarak Piyasa Ekonomisi, Der. Ayşe Buğra- Kaan Ağırtan, 1. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2009. 3 Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları/2: Emperyalizm, Çev. Bahadır Sina Şener, 2. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2009. dosya hukuk 12 sosyal Ocak 2016 Bilme hakkımız üzerine Tora Pekin Avukat İ fade özgürlüğü, Türkiye’de hiç bitmeyen bir tartışma, Erdoğan/AKP iktidarına özgü değil. Sınırlar kimi zaman biraz genişler, ardından yine daralır, nitekim reformlar da hiç bitmez. Zira aslolan devletin yurttaşlarına gerçek bir ifade özgürlüğünü asla tanımayacak bir iradeyi ayakta tutmasıdır. Bugün ise Erdoğan/AKP iktidarının kurumsallaştığı bir dönemde bu iradenin yine vites yükselttiğini görüyoruz. Üstelik bu kez müdahaleler sadece yasama-yürütmeyargı üçlüsünden gelmiyor; gazetelerin basıldığı, gazetecilerin hedef gösterilip, sonra da dövüldüğü bir evredeyiz. Toplumsal olayların izlenmesi sırasında, hele de Kürt muhalefeti söz konusuysa, gazetecilerin güvenlik güçlerince doğrudan hedef alınması bu evrenin karakteristik özelliklerinden biri. Bir diğeri, iktidarı kişiliğinde cisimleştiren Erdoğan’a yönelik eleştirilerin gördüğü muamele. Sayıları binlerle ifade edilen ceza soruşturmasına, akıl almaz biçimde tutuklama kararları eşlik ediyor. Beğenmediğimiz Anayasa’ya da, yasalara da sığmayan bu tutuklamalar, yargının vardığı dip noktayı gösteriyor. Terörle Mücadele Kanunu “kılıcı”, iktidara dokunan her konuda kolayca alınan yayın yasakları, İnternet medyasına yönelik “site kapatma” ve erişim engellemesi kararları ise kanıksanmış durumda. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay’dan gelen kimi iyi kararlar, bir an nefes aldırsa da etki doğurmaktan uzak. Gücü elinde bulunduranlar, bildiklerini okumayı sürdürüyorlar. Çok açık; bilgi ve özgür düşünce hala çok tehlikeli! Hele ki saklayacak şeyiniz çoksa. Ama bizim için de bu saklananlara erişmek ya da eriştiklerimizi yaymak ve eleştirmek bir hak. Medeni olduğunu varsaydığımız ülkelerde başka türlüsü mümkün değil. Çoğu zaman kağıt üzerinde kalsa da bizim de böyle bir iddiamız var. Mesela iç hukukumuzun bir parçası niteliğini kazanmış Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi tam da bunu güvence altına alıyor. AİHM’in yorumu sıkı bir özet niteliğinde: “İfade özgürlüğü, demokratik toplumun esaslı temellerinden biri olup, demokratik toplumun ilerlemesi ve her bir bireyin kendini geliştirmesinin temel şartlarından birini oluşturur. İfade özgürlüğü, sadece lehte olduğu kabul edilen veya zararsız veya ilgilenmeye değmez görülen ‘haber’ ve ‘düşünceler’ için değil, ama aleyhte olan, şok eden ve rahatsız eden haber ve düşünceler için de uygulanır. Bunlar çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleridir; bunlar olmaksızın demokratik toplum olmaz.” (VogtAlmanya kararı) Bugün Türkiye’nin demokratik bir toplumu ne oranda, ne kadar istediği ayrı bir tartışma konusu. Ama mevcut iktidarın bunu hiç istemediğini biliyoruz. Can Dündar ve Erdem Gül soruşturması bu durumun veciz bir örneği. Ortada iki tane haber dışında hiçbir delil olmamasına rağmen, casusluk ve terör örgütüne yardım suçlamasına maruz kalan ve bu nedenle tutuklanan iki gazeteci var. Söz konusu haberler, doğrudan hükümetin sorumlu olduğu, hem ulusal hem uluslararası hukuka aykırı eylemleri yani bu iktidarın suçlarını açık ediyor: İç savaş yaşayan bir ülkeye, istihbarat teşkilatı aracılığıyla silah ve mühimmat taşınmış. Haber doğru mu? Doğru. Gazetecilerin yaptığı bu doğru haberi kamuoyuna duyurmaktan, yani işlerini yapmaktan ibaret. Peki ortada casusluğa ya da terör örgütüne yardıma yorulacak en ufak bir emare var mı? Hayır. Aksine bu suçlamaları yönelttikleri adamları bırakmışlar, onlar da 6 ay gazete yapmayı sürdürmüşler. Öyleyse, soru son derece basit: Bu gazetecilerin bu haberleri yayımlama hakkı ve bizim de bunlara ulaşma hakkımız var mı, yok mu? Kağıt üzerinde olduğu açık ama “Bunu yanına bırakmam” diyen Erdoğan ile savcı/yargıçlarına göre yok. Tutuklama için 7 Haziran seçimlerini, o olmayınca 1 Kasım’ı bek- Bugün Türkiye’nin demokratik bir toplumu ne oranda, ne kadar istediği ayrı bir tartışma konusu. Ama mevcut iktidarın bunu hiç istemediğini biliyoruz. Can Dündar ve Erdem Gül soruşturması bu durumun veciz bir örneği lemesinden pek de kendine güveni olmadığını anladığımız bir yapı; % 49.5’la rahatlamış görünüyor. O yapıya ilişkin bir parantez açmanın tam zamanı: Aslında bu filmi izleyeli sadece birkaç sene oldu. Halen sürmekte olan “OdaTV Davası”nda, gazeteciler sadece yazdıklarından ve hatta henüz yayımlamamış oldukları çalışmalarından dolayı tutuklandılar. O zaman da iktidar da Erdoğan/AKP vardı, ama yalnız değildi, Cemaat ile birlikteydiler. Bugün “kanun kaçağı” olarak kim bilir hangi ülkede fink atan sabık savcı Zekeriya Öz’ün sözleri tutuklamalara ilişkin resmi görüşü özetliyordu: “Yürütülmekte olan soruşturma, bir kısım basın mensubunun gazetecilik görevleri, yazdıkları, yazacakları yazılar, kitapları ve ileri sürdükleri görüşlerle ilgili olmayıp “Ergenekon” terör örgütü soruşturması kapsamında elde edilen ve soruşturmanın gizliliği nedeniyle bu aşamada açıklanması mümkün bulunmayan bir kısım delillerin değerlendi- dosya rilmesi sonucu yapılması zorunlu hale gelen hukuksal bir işlemdir.” Sonra ortaklık bozuldu, birbirlerine düştüler. İktidarda kalmayı başaran taraf, öbürünü terörist ilan etti. Gazeteciler de yattıklarıyla kalıp tahliye edildiler. O arada Ahmet Şık ve Nedim Şener’in bu tutuklamalar nedeniyle güvenlik ve özgürlük hakları ile ifade özgürlüklerinin ihlal edildiği AİHM tarafından tespit edildi. Bugün geldiğimiz noktada ise; terörle suçlasalar da yöntem olarak dönemin Cemaatçi savcılarından el aldığını gözlemlediğimiz savcılar var. İstanbul’un başsavcısı Hadi Salihoğlu, Dündar ve Gül’ün tutuklanmalarının ardından adeta Zekeriya Öz’e nazire yapıyordu: “Dündar ve Gül, FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü›ne Üye Olmadan Bilerek ve İsteyerek Yardım Etmek, Devletin ulusal Ya da Uluslararası Yararları Bakımından Niteliği İtibariyle Gizli Kalması Gereken Bilgileri Siyasal Veya Askeri Casusluk Maksadıyla Temin Etmek ve Devletin Güvenliğine İlişkin Gizli Kalması Gereken Bilgileri Casusluk Maksadıyla Açıklama suçlarını işledikleri gerekçesiyle (…) tutuklanmışlardır. Soruşturmanın anayasal teminat altında bulunan ‘Basın Özgürlüğü’ ile hiçbir ilgisi bulunmayıp kişi hak ve hürriyetlerini ihlal edecek hiçbir tavır içerisine girilmemiştir. Şüpheliler gözaltına alınmaksızın telefonla aranmak suretiyle Cumhuriyet Başsavcılığımıza davet edilmişlerdir.” Yine sadece yazdıklarından dolayı teröre yardım etmekle suçlanan, tutuklanan, temel hak ve özgürlükleri çiğnenen gazeteciler var. Yine bunun tam tersini, kimsenin gazetecilikten tutuklanmadığını ileri süren savcılar var. Yine bu tutuklanmaları kendi lehine zanneden, ifade özgürlüğünden ölesiye korkan bir iktidar var. Yine tam da bu nedenle bilgiye ulaşma hakkından gittikçe mahrum bırakılan bir toplum var. Ama hayır artık cemaatçiler yok, tüm sorumluluk Erdoğan/AKP iktidarında ve haklarını teslim edelim sabahın kö r ü n de ev baskınları yerine de telefonla davet var. Evet, Türkiye’nin bundan sonraki ifade özgürlüğü rejimini belir- sosyal hukuk 13 Ocak 2016 leyecek yapı bu. Bu yapıyı tanıyor, neyi, nasıl, niçin yapacağını biliyoruz. Mesele, buna karşı bizim ne yapacağımızda. Türkiye’de, yaşam ve işkence görmeme2 hakları başta olmak üzere insanca yaşamaya dair pek çok hakkın sistemli biçimde ihlal edilmesi nedeniyle; kimi zaman ifade özgürlüğü lüks gibi görünüyor. Halbuki bahsedilen hakları aramamızın en önemli aracı ifade özgürlüğü ve onun bir parçası olan basın-yayın özgürlüğü. İfade özgürlüğü ile “bilme Öyleyse, soru son derece basit: Bu gazetecilerin bu haberleri yayımlama hakkı ve bizim de bunlara ulaşma hakkımız var mı, yok mu? hakkımız” giderek yurttaş olarak “bilme sorumluluğumuz” bir bütün. İktidarın tehdit ettiği, susturduğu, hapsettiği her bilgi, her görüş; birey olarak kendimizi oluşturma ve seçim yapma hakkımıza bir müdahale. Susmamak yetmiyor, susmayanların da sesi olmak gerekiyor. İktidarın konuşulmamasını istediği her konuyu daha çok konuşmakla işe başlayabiliriz. Cumhuriyet 10.11.2015, Selin Ongun’un Prof. Ersin Kalaycıoğlu ile söyleşisi bu kurumsallaşmaya dair önemli bilgiler içeriyor. 2 İşkence yok diyenlere; biber gazı, plastik mermi, ters kelepçe nedir diye soralım. 1 Kadın ve iktidar Eylem Kılıç Stajyer Avukat Y eni Türkiye’nin kadına ve kadının toplumdaki algısına yön verme çalışmaları erken dönemde başlamıştır. Yıllar geçtikçe uçmayı hayal eden kadın iktidarın Yeni Türkiye söylemi ile birlikte kendini, nasıl yaşaması gerektiğinin başkaları tarafından sorgulandığı bir ortamda bulmuştur. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde hak, hukuk denilince zihinlerde boşluklar oluşmaktadır. Oluşan boşluklar söz konusu kadın hakları olunca en üst noktalara varabilmekte ve haklar konusunda verilecek refleksleri aleyhe etkilemektedir. Kadının bir adı olsun diye uzun yıllar mücadele verilen ülkelerde iktidarın kendi algısıyla ‘ kadın hakları’ diyerek yeniden yaptığı her düzenleme öncelikle zaten var olan eril söylemin güçlenmesine katkı sağlamaktadır. Bu durum yalnızca kadının sosyal alanda ikinci planda konumlanması tehlikesini doğurmamaktadır. Bunun toplumsal algıda kabul görülmesini de meşrulaştırmaktadır. İktidarın tüm aygıtlarını kullanarak toplumu ikna etmeye çalıştığı söylemlerde kadının yeri gelenekselleşmiş zihniyeti canlandırmaktadır. Bu ortam kadın üzerind e baskı ortamı kurarak kadının var olan veya kazanılmış haklarını yasal olarak ortadan kaldırmasa dahi fiili olarak kaldırmaya çalışmaktadır. Bu durumun en somut örneği; 1983 yılında çıkarılan Rahim Tahliyesi ve Sterilizasyon Hizmetlerinin Yürütülmesi ve Denetlenmesine İlişkin Tüzük ile kürtaj hakkının sınırlarının hukuki olarak belirlendiği, 10 haftaya kadar kadının herhangi bir şart aranmadan kendi inisiyatifi ile karar verdiği kürtaj hakkı- dır. Bu hakkı çeşitli gerekçelerle hukuki olarak yasaklanmasa da fiili olarak yasaklanmış durumdadır. 2012 yılından itibaren kadınların kendi bedenleri ile ilgili tasarrufları hakkında iktidar sahiplerinin söz söylemeye başladığı daha sonrasında ise fiili olarak bu tasarrufların sınırlandırıldığı görülmektedir. Bunun doğal sonucu olarak kadınlar benim bedenim, benim kararım şiarıyla yola çıkarken devlet otoritesini elinde bulunduranlar absürt tavırlarla bu konu hakkında söz söyleme hakkını kendilerinde görmüş, toplumsal düzlemde kadının haklarını kontrol etme, baskı altına alma cüretinde bulunmuşlardır. Değişen toplumsal figürlerden kadınlar nasibini almaya başlamışlardır. Eğitimin imam hatipleştirilmesi, bu imam hatipleştirme güzellemesi gibi durumlar yeni düzende kadın modelini belirlemek yönünde atılan adımlardır. Toplumsal dönüşüm o kadar hızlı olmaktadır ki ailelerden kız ve erkek çocuklarının beraber okumaması yönünde talepler gelmeye başlamıştır. Eğitimin imam hatipleştirilmeye çalışılıp, birçok okulda bu yönde dönüşümler olması yalnızca siyasi erk sahiplerinin diledikleri düzene ulaşma çabalarıdır. İdeolojik çarpıtma aba altından sopa göstermek olarak değerlendirilebilir. AKP her dönemeçte daha da gericileşmektedir. Kadın için yeni roller belirlemekte, kadını hapsettiği düzlemde çoğunluğun onayladığı davranışları benimsemesi yönünde baskılar yapmaktadır. Kadın cinayetlerindeki kaçınılmaz artışlar bu durumun göz ardı edilemez sonucudur ve sorumlusu bizzat dayatan iktidardır. Yaptırımların caydırıcı olmaması ve erkeğe kadın üzerinde tahakküm kurma hakkını veren iktidar algılarla oynamaktadır. Şöyle ki kadının nasıl davranması, nasıl giyinmesi, kahkahalarla gülmemesi, hamileyken sokağa çıkmaması ve hatta çalışmaması yönünde direktifler vermektedir. Bu gibi durumların sonucunda toplumsal yeni düzen kadınlar üzerinde baskı aracı olarak kendini göstermektedir. Bu minvalde karşı çıkanlar huzur bozucu olarak addedilip, cadı avının tekrar başlamasını akıllara getirmektedir. dosya hukuk 14 sosyal Ocak 2016 Barış hakkı ve barışa karşı suç Fikret İlkiz Avukat 6 7’nci yılında yeniden insan haklarının temeli olan İnsan Hakları Evrensel Bildirisinin temelini oluşturan savaşa karşı barış fikrinin ve insan haklarının tarihsel geçmişindeki bir kilometre taşına değinmek gerekiyor. II Dünya savaşının dünya üzerindeki şiddet ve yıkımı sürerken ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt 6 Ocak 1941 tarihinde Kongreye hitaben “Dört Özgürlük Üzerine” bir konuşma yapmış ve şunları söylemişti: “ Tehlikelerden korunmaya çaba harcadığımız önümüzdeki günler için, dört temel insan özgürlüğü üzerine kurulu bir dünya bulacağımızı umuyoruz. İlki, dünyanın her yerinde, konuşma ve ifade özgürlüğüdür. İkincisi, dünyanın her yerinde, her kişinin Tanrısı’na kendi istediği biçimde tapınma özgürlüğüdür. Üçüncüsü, dünyanın her yerinde, yoksulluktan kurtulma özgürlüğüdür ki bu, her ulusa kendi vatandaşları için sağlıklı bir barışçıl yaşamı temin edecek ekonomik yakınlaşmanın kurulması anlamına gelir. Dördüncüsü, dünyanın herhangi bir yerinde, korkudan kurtulma özgürlüğüdür ki bu, hiçbir ulusun herhangi bir komşusuna karşı fiziksel saldırı eylemi gerçekleştirmek durumunda olamayacağı bir noktaya ve davranış aşamasına gelene dek sürecek dünya çapında etkin ve tam bir silahsızlanma anlamına gelir.” Bu sözleri akılda tutmak ve unutmamak gerekiyor. Yaşanılan I. ve II. Dünya savaşlarına neden olan siyasal iktidarların savaş istekleri yüzünden bireyler kan, gözyaşı ve zulüm yaşamışlardır. Savaşlarda yaşanan acılar tekrarlanmasın umuduyla temel hak ve özgürlüklerin ulusal üstü korunması fikri haklı bir zemin kazandı. Giderek insan hakları ile barış arasındaki karşılıklı etkileşim barışın hak olarak tanınmasına neden olmuştur. Barış hakkı ile diğer insan hakları arasında var olan koparılmaz bağ nedeniyle, her türlü baskı ve yıldırma eylemi, ayrımcılık, sömürü ve diğer kitlesel ve ağır insan hakkı ihlalleri aynı zamanda ve doğrudan doğruya barışı tehdit eder. Bu tehditlerin ortadan kaldırılması amacıyla dayanışma hakları çerçevesinde yer alan barış hakkı, bir insan hakkıdır. Bireyseldir ama aynı zamanda kolek- tif bir haktır. Barış hakkı, barışa yönelik ilerlemelerin engellenmemesidir. Devletlerin negatif yükümlülükleri yanında pozitif yükümlülüğü ise yerel, ulusal ve uluslar arası düzlemde barışın sağlanması ve korunması için önlemler alınması ve bunların desteklenmesidir. Halkların kutsal bir barış hakkına sahip oldukları, BM Genel Kurulunun 12.11.1984 tarih ve 39/11 sayılı kararı ile kabul edilen Halkların Barış Hakkı Bildirisinde resmi olarak ilan edilmiştir. Bu Bildiride halkların barış hakkını korumanın ve bunun uygulanmasını geliştirmenin ve teşvik etmenin her Devletin temel yükümlülüğü olduğu ilan edilmiştir. BM şartına yapılan atıfla halkların barış hakkını kullanmalarını temin etmek lanılmaya başlanmıştır. Uluslararası Kızıl Haç Örgütü’nün tartışmalı tanımına göre; silahlı çatışma iki devlet arasında gerçekleşip, silahlı kuvvetler mensuplarının müdahalesine yol açan bir görüş ayrılığıdır. 1949 yılında kabul edilen Cenevre Sözleşmelerinden başlayarak kabul edilen uluslararası sözleşmelerle önce savaşa karşı olmak, sonra savaş içinde hukuk yoluyla insanların imhasını ve ölümlerini bir nebze olsun durdurmak için çok çaba sarf edilmiştir. Savaş hukuku insan haklarını koruyabilir mi? Soruyu daha acımasızca soralım, işi öldürmek olan askerleri savaşırken ve savaşmayan bireyleri, savaşta koruyan bir hukuk var mıdır? Türkiye’nin “silahlı çatışma” yoluyla sorunu çözmek yerine barışçıl yöntemleri benimseyen bir ülke olmalıdır. Barış hakkını tanımak her devlet için olduğu gibi bizim içinde Roma Statüsü’ne taraf olmaktan geçer için savaş tehdidinin ortadan kaldırılmasına çaba göstermeyi yükümlülük kabul etmesi gereken Devletler kendi aralarındaki ilişkilerde güç kullanmayacaklar ve uyuşmazlıkları barışçıl yollarla çözümü kavuşturacaklardır. Böylece Bildiriyle Devletlere hem ulusal ve hem uluslararası düzeyde uygun önlemleri almak suretiyle halkların barış hakkının uygulanmasına yardımcı olmak üzere ellerinden gelenin en iyisini yapmaları için çağrıda bulunulmuştur.1 Bir yanda barış öte yanda savaş… Savaş, “Devletlerarasındaki ve belirli bir yoğunluktaki silahlı çatışmalar veya silahlı güç kullanılması vasıtasıyla diğerlerine karşı üstünlük sağlanması” olarak tanımlanabilir. Savaş hukuku, savaşan devletlerin kendi aralarındaki ve diğer devletlerle aralarındaki hukuksal etkilerini ele alan silahlı çatışma kurallarının bütünüdür.2 Savaş yerine, “silahlı çatışma” terimi kul- Vardır ve insancıl hukuk olarak anılmaktadır. 1949 Cenevre Sözleşmelerinin kabulünden sonra “silahlı çatışmalara” ilişkin uluslararası kuralları yanında bireylerin korunması için uluslararası insancıl hukuk(internatiolan humanitarian law) ortaya çıkmıştır. Savaş hukuku ile ortaya çıkan “insancıl hukuk” savaşa karışmayan ya da savaşı bırakan insanları korumaya dönük kuralların hukukudur. Ne kadar tuhaftır ki, savaş çıkmadan veya savaş hukuku uygulanmadan insanları korumaya dönük bir mekanizma için barış hakkını savunmak ve barışı istemekten başka çare yok. Eğer savaş çıkarsa; insancıl hukuk uygulanabilir. Yani, insancıl hukukun uygulanabilmesi silahlı çatışmanın varlığına bağlıdır. İnsancıl hukuk ise kuvvet kullanımı ve çatışmalar başladığı zaman, bunun ne şekilde yürütülmesi gerektiğine ilişkin kuralları düzenler. Günümüzdeki kavram karışıklığı içinde “savaş hukuku” (law of war), “silahlı çatışma hukuku” (law of armed conflict) ve “insancıl hukuk” (humanitarian law) terimleri aynı anlama gelecek biçimde kullanılıyor. İnsancıl hukuk; “savaş veya silahlı çatışma durumlarının etkilerini sınırlandırmak amacıyla insanlara (çarpışan ve siviller) yapılması gerekli olan asgari davranış ve yardıma dair kurallar bütününü içeren” hukuk dalıdır.3 Kızıl Haç Komitesi’nin tanımına göre, uluslararası veya uluslararası olmayan silahlı çatışmalardan kaynaklanan insancıl sorunların çözümüne yönelik anlaşma ya da örf, adet ile öngörülmüş kuralların bütünü insancıl hukuktur. İnsancıl hukuk, silahlı kuvvet kullanımının haklı ya da meşru olup olmadığı ile ilgilenmez. O halde kuvvet kullanımının meşru olup olmadığına kim karar verecektir? Uluslararası hukukta kuvvete başvurma hakkı için Birleşmiş Milletler Şartı ve ilkelerine ihtiyaç vardır. Hangi devlet tarafından kuvvete başvurulursa, ihlal edilmemesi gereken “insancıl hukuk” kurallarıdır. Bu hukukun uygulanma alanı silahlı çatışma çıkarma hakkı veya kuvvete başvurma hakkına sahip olunmasından bağımsızdır. Silahlı çatışmanın var olduğu her savaşta “insancıl hukuk” uygulanacaktır. Bir bakıma silahlı çatışmanın “meşruiyetini” sorgulamayan ve savaşan devletler hangileri olursa olsun, ölümleri, insan hakkı ihlallerini, insanların kitlesel imhasını, kan ve gözyaşlarını, çekilen eziyetleri biraz olsun azaltabilmek için ve özellikle de “sivillerin korunmasına” yönelik hukuk, insancıl hukuktur. Savaşlarda işlenen “suçlar” için yeni tanımlara ihtiyaç duyulmuştur. Soykırım (jenoside), insanlığa karşı suçlar, savaş suçları, saldırı (saldırgan savaş) suçu ya da barışa karşı suç, uluslararası suç tipleridir. Askeri çatışmalarda savaş hukuku kurallarını, insancıl hukuk kuralların ihlal eden “fail” ister asker, ister sivil olsun, uluslararası hukuk kurallarının ağır ihlalini gerçekleştirdiği için “savaş suçu” işlemiş olur ve savaş suçlusu olarak cezalandırılır. Bu suçun ötesinde asıl olan barışa karşı suç işlememek ve yargılanmamaktır. Barışı korumak için barışa karşı suç işlememek esastır. Uluslararası Ceza Divanı (UCM) en ağır olan bu suç tiplerinin faillerini yargılamakla görevli uluslararası bir yargı organı olarak kabul edilmiştir. Kuruluş statüsü, 1998 yılında Roma’da yapılan uluslara- dosya rası bir konferans sonunda kabul edilmiş ve 1 Temmuz 2002’de yürürlüğe girmiştir. 15 Kasım 2008 tarihi itibariyle 108 devlet Roma Statüsüne taraftır. Türkiye, Roma Statüsü’ne taraf değildir ve konferansta çekimser oy kullanmıştır. Türkiye UCD’ye taraf olacağını sürekli ifade etmektedir. Hatta 7.5.2004 kabul tarihli 5170 sayılı kanunla değişik Anayasanın 38 inci maddesinin son fıkrasında “Uluslararası Ceza Divanına taraf olmanın gerektirdiği yükümlülükler hariç olmak üzere vatandaş, suç sebebiyle yabancı ülkeye verilemez” düzenlemesi bile yer almıştır. Türkiye devlet olarak devletlerarasındaki dostane ilişkileri olumsuz etkileyecek uyuşmazlıklardan kaçınmalı, BM Şartı amaç ve ilkelerine uygun şekilde ve iyi niyetle hareket etmelidir. Savaş istememelidir, savaş isteyen devletlerden hiçbiri ile “ittifak” arayışına girmemelidir. Uluslararası barış ve güvenliğin korunması ve sürdürülmesine katkıda bulunmalıdır. Devletler barış ve iyi komşuluk ilişkileri içinde birlikte yaşayacaklardır. Kısacası Türkiye Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 15.11.1982 tarihli 37/10 sayılı kararıyla kabul ettiği “Uluslararası Uyuşmazlıkların Barışçıl Çözümü Manila Bildirisi” kurallarına uygun davranmalıdır. Türkiye ayrıca 08.09.2000 tarihli Birleşmiş Milletler Bin Yıl Bildirisi’nde vurgulanan uyuşmazlıkların barışçıl yollarla ve adalet ve uluslar arası hukuk ilkelerine uygun olarak çözümündeki ilkeleri dış politikasında yaşama geçirmelidir. Savaş istenmez, karşı olunur. Uluslararası barışı, adaleti ve güvenliği hiçbir devlet ve Türkiye tehlikeye atmamalıdır. Bir gün tarafı olduğunuz savaş yüzünden; eğer insanlığa karşı suç, savaş suçu, saldırı (saldırgan savaş) suçu ya da barışa karşı suç işleyen devletlerden biri olursanız, yargılanabilirsiniz. Türkiye’nin “silahlı çatışma” yoluyla sorunu çözmek yerine barışçıl yöntemleri benimseyen bir ülke olmalıdır. Barış hakkını tanımak her devlet için olduğu gibi bizim içinde Roma Statüsü’ne taraf olmaktan geçer. Böylece Uluslararası Ceza Divanı’nın (UCD) yargılama yetkisini tanımış oluruz. Yıllardır söz verdiğimiz gibi Türkiye Roma Statüsü’ne taraf olmalıdır. Böylece uluslararası sorumluluklarını üstlenmiş bir devlet olarak “silahlı saldırganlık müdahalesinin” hukuken meşru olmadığını içselleştirmiş bir devlet olarak barışı ve barış hakkını korumuş olur; bir gün uluslararası bir suçun faili olarak yargılansa bile… 1 Gemalmaz, Semih. Ulusalüstü İnsan Hakları Hukuku Genel Teorisine Giriş. İst.2010 Legal .7 Bası sy 1445 ve vd 2 Tezcan, Erdem, Önok. Uluslararası Ceza Hukuku. Seçkin. 2009. sf 565 ve diğerleri 3 Age, sy 559 Dip notu. Tütüncü, Ayşe Nur, İnsancıl hukuka Giriş, İst, 2006,s1. sosyal hukuk 15 Ocak 2016 Yeni şehircilik yeni Türkiye Deniz Özen Avukat D ev bir şantiyenin içinde yaşıyoruz. Hem fiziken, hem siyaseten, hem de hukuken. Erdoğan’ın “Yeni Türkiye”sinin yolu; vurulan “düşman” uçakları, tutuklanan gazeteciler, başı sonu olmayan sokağa çıkma yasakları ve buzdolabında saklanmak zorunda kalınan çocuk cenazeleri kadar, bu siyasal “inşaatın” finansman kaynağı olan yeni bir şehircilik anlayışından da geçiyor. Öyle bir şehircilik düşünün ki; yeşil alanlar, yapılaşmaya açılması unutulmuş boş arsalar olarak değerlendirilsin. Öyle bir şehircilik düşünün ki; imar uygulamaları, yoksul kent nüfusunun merkezden çepere sürgün edilmesinin yasal zeminini oluştursun. Ve öyle bir şehircilik düşünün ki; bu şehirciliğin bakanı, koca dünyada en çok beton mikserinin sesini sevsin. Bu uğurda; ekolojik risklerin tümüyle hiçe sayıldığı, 50 bin insanın hayatını doğrudan tehdit eden deprem gerçeğinin inşaat sektörünün canlı tutulması için bir bahane olarak kullanıldığı, kâr hırsı ile öldürülen işçilerin bedenleri üzerinde yükselen “lüks konutlar”ın kentin orta yerinde neo-liberalizmin zafer anıtları gibi birer birer dikildiği dev bir şantiyenin içinde bulduk kendimizi. Yoksul halkı şehir merkezlerinden ‘temizle’, kamusal alanları alışveriş merkezlerine dönüştür, “krizi fırsata çevir”. Karşınızda “Yeni Türkiye!” AKP iktidarının seleflerinden devraldığı ve kutsal bir mirasmışçasına yücelttiği talana dayalı ekonomi politikası, bugün gündelik hayatın dahi her anında karşımıza çıkan ve yaşam hakkımıza pervasızca saldıran bir tehdit unsuru haline gelmiş durumda. Bu vahşi saldırıyı görmek için, Gezi Parkı, 3. Köprü, 3. Havalimanı, Sulukule, Tarlabaşı, Ayazma, Yenikapı gibi akla ilk gelen birkaç örneği sıralamak yeterli. Sayılan tüm bu yerlerde ve nicelerinde inşaat şirketleri, yaşamı savunan herkese karşı çevik kuvvet bekçiliğinde toprağı deşmeye devam ediyor. 5366 sayılı Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun ile “6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” gibi sıkıyönetim nizamnameleriyle yurttaşlar ya zorla yerlerinden ediliyor ya da devletin bir verdiği yerde iki veren sonra da yirmiye satan çantacı “yatırımcıların” insafına terkediliyor. İktidarın Topçu Kışlası ısrarında Yoksul halkı şehir merkezlerinden ‘temizle’, kamusal alanları alışveriş merkezlerine dönüştür, “krizi fırsata çevir” simgeleşen “rant için beton” şiarı, ülkenin doğallığını koruyabilmiş her bölgesinde kendini gösteriyor. Derelere hidroelektrik santral, zeytinliğe termik santral, denize dolgu alanı, parka AVM, ormana karayolu, yaylaya yeşil yol yapmayı kendine görev edinmiş bu iktidarın hizmet aşkı, çok şükür ki son bulmuyor. Kah, “şehrin merkezinde ama şehrin gürültüsünden uzak” bir Hyde Park - Validebağ hayaliyle çıkıyor karşımıza, kah İstanbul’u boydan boya yaran Kanal İstanbul ile... Bazen Şişli’de bir gökdelen oluyor, bazense Fındıklı parkının orta yerinde bir metro istasyonu. Tahmin edileceği üzere, bu yeni şehircilik anlayışında, imar planları da usulen yerine getirilmesi gereken bir prosedür olmaktan öteye gidemiyor. Bütüncül planlamanın yerini “proje” aldığında, tek bir parsel için on yılda beş ayrı plan değişikliği yapılabiliyor. Buradan bakınca, manzara oldukça net. “Çılgın projeyi” Küçükçekmece’de aramaya gerek yok. Çılgın proje, bu yeni şehircilik anlayışının ta kendisidir. Ötesi, sözünü ettiğimiz “inşa” sürecinden hiç şüphesiz, “bağımsız yargı” da nasibini alıyor. Fransız Danıştay’ına göre “tıpkı bir ceza davasındaki savcı gibi ‘kamunun menfaatini savunan bir rol oynayan idari hâkim”, 3. Köprü ile ilgili imar planının iptaline karar verirse sürülüyor. Ya da şehircilik ilkeleri, planlama esasları ve evrensel hukuk ilkeleri tabir yerinde ise bizzat mahkeme karar- larıyla tepetaklak ediliyor. Örneğin, İstanbul 1. İdare Mahkemesi, Taksim Meydanı Yayalaştırma Projesine İlişkin 1/5000 ölçekli Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı ile 1/1000 ölçekli Uygulama İmar Planı Değişikliği’nin iptali istemiyle görülen davada, “...Taksim Gezi Parkı üzerinde Topçu Kışlasının yeniden inşasına olanak tanıyan avan projenin uygun bulunmasına ilişkin 27.02.2013 gün ve 139 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu kararının iptali istemiyle açılan davanın sonucunun beklenmesine...” karar verebiliyor. Yalın ifadesi ile; planlanan bölgede ne kadar yeşil alan, ne kadar konut, ne kadar eğitim alanı, ne kadar hastane olacağı gibi arazi kullanım kararlarını belirleyen imar planlarının iptaline ilişkin açılan bir davanın incelenebilmesi için, “Topçu Kışlası’nın ‘ihya edilebilir bir kültür varlığı’ olup olmadığının” karara bağlanması bekleniyor. İşin ilginci, bunun adına “idare hukuku” deniyor. Hal böyle olunca Türkiye’de idari yargılama, gerekçesiz ret kararlarından ve mahkeme kararlarını dahi uygulamayan kamu görevlileri hakkında verilen “...soruşturma izni verilmemesine...” kararlarından ibaret kalıyor. Tabii “İstanbul’un Kadir Abisi” ile “memleketin fiili reisi” de yine o bilindik cümleyi tekrarlıyor: “Yargının verdiği kararlara uymak zorundayız.” Kuşkusuz tüm bunlar, inşa edilen yeni rejimin memleketin her alanına ne şekilde nüfuz ettiğini gözler önüne seriyor. Bu halde “kentler kimindir” sorusu, cevabını hep birlikte vermemiz gereken bir soru olarak karşımızda beliriyor. Kentler kimindir? Yurttaşların mı, “yatırımcıların” mı? dosya hukuk 16 sosyal Ocak 2016 Bir sosyal hak olarak sağlık hakkı Sidar Batun Doktor S ağlığın bir olgu olarak ele alınışında da, toplumsal bir hizmet olarak örgütlenişinde de –çok ciddi sonuçları olan- yaklaşım ve uygulama hatalarının olduğu bir dönemden geçiyoruz. Daha geniş bir çerçevede bu kötüye gidişin arka planını insanı önemsemesini doğası gereği beklemediğimiz kapitalizmin sağlığa geç kalmış entegrasyonu üzerinden değerlendirebiliriz. Ancak içinden geçmekte olduğumuz dönem itibariyle genel olarak toplumsal ilişkilerin, özel olarak da devletin organizasyonunun etkisine dair bir değinme yapmak anlamlı duruyor. Konuyu ele alırken iki ayrı perspektiften bakılabilir: İlki insanı bir bütün halinde ve sosyal/sivilize bir hayvan olarak ele alma ve halk sağlığı önceliklerine odaklanma, ikincisi ise işleyişin bilimsel/rasyonel gerçekler üzerine kurulması. Yüzlerce yıllık birikimin üzerine yapılan çok önemli ve hem bireylerin, hem de halkın sağlığını ileriye taşıyan tartışmalar var bu alanlarda. Memleketimizde ise tümü hiçe sayılarak yönetsel üstünlükler fiili belirleyici haline gelmiş durumda. Sağlık çalışanlarının özlük hakları, hasta hakları, sağlık hizmetlerine coğrafi ulaşım imkânı, sağlığın bir sosyal hak olarak ücretsiz ve engelsiz sağlanması, toplum sağlığının korunması ve geliştirilmesi vb. bir dizi konunun bugünü ve yarını uzmanlarca yapılması gereken tartışmalar ve ihtiyaç duyulan fikir alışverişleri atlanarak hukuki ve idari kurumların eline teslim ediliyor. Bazı örneklere bakalım: “Domuz kanı var”, “Aşılar güvensiz”, “Hastalıklara neden oluyor” gibi gerekçelerle çocuklarına zorunlu aşı yaptırmak istemeyen anne ve babaların sayısının artması üzerine bir tartışma başladı ve konu yargıya taşındı. Sonraki gelişmeler ise şöyle: -T.C. YARGITAY 2.Hukuk Dairesi 04.05.2015 tarihli kararında “…..Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi çocukla ilgili her türlü kararlarda onun üstün yararının esas olduğunu öngörmektedir. Diğer yandan Türk Medeni Kanunu da yukarıdaki uluslararası sözleşme hükümlerine paralel olarak ana ve babanın velayetleri altındaki çocukların bakım, bedensel, zihinsel, ruhsal ve toplumsal gelişmeleri konusunda onların menfaatini göz önünde tutarak, gerekli kararları alacaklarını ve uygulayacaklarını kabul etmiştir (TMK. md 339/1, 340/1). Somut olayda çocuğa uygulanacak aşının, gelecekteki hastalıklardan çocuğu birey olarak korumak ve toplum sağlığı açısından gerekli olan Sağlık Bakanlığınca belirlenen “genişletilmiş bağışıklık programı” uyarınca yapılması zorunlu aşılardan olduğu görülmektedir. Böyle bir durumda çocuğun yasal temsilcileri uygulanacak aşı ile ilgili olarak aydınlatıldıkları halde, hiçbir haklı gerekçe ileri sürmeksizin buna rıza göstermiyorlarsa çocuğun menfaatine aykırı olan bu tavra hukuki sonuç bağlanamaz. Diğer bir ifadeyle ana ve babanın rıza göstermemeleri çocuğun üstün yararına açıkça aykırı ise rıza aranmaz.” di- yerek aşı yaptırmama talebini reddetti. Bunun üzerine konunun taşındığı Anayasa Mahkemesi ise anne-baba rızası olmadan çocuğa zorunlu aşı yaptırılmasının Anayasa’nın “kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı”nı düzenleyen 17’nci ve “temel hak ve hürriyetlerin ancak kanunla sınırlanabileceğine” ilişkin 13’üncü maddesine aykırı bularak çocuğuna aşı yaptırmamak isteyen ebeveynler için ilke niteliğinde bir ihlal kararı verdi. Bu kararın ardından gazetecilerin sorusu üzerine Sağlık Bakanı Müezzinoğlu,”Bireyin hakkı toplumun haklarını, sağlıklı geleceğini bozuyorsa burada karar toplumu ve diğer bireyleri koruma yönünde olacaktır. Anayasa Mahkemesi keşke bilim kurumlarının görüşünü alarak karar verseydi. Birey hakları önemli ama toplumun hakları onun önünde” diye konuştu. -Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Üyesi Profesör Nilay Etiler ise AYM kararı ile ilgili, “Aşılama, bireysel bir durum değil, bir toplumda bir hastalığın kontrol altına alınması o hastalığın salgınlarının olmaması hatta o hastalığın kökünün tamamen kazınabilmesi için toplumda yaygın bir şekilde aşı yapmak lazım. Bu bireysel bir anne babanın kararı değildir. Kişilerin bilgisinin olmadığı alanlarda toplum sağlığını etkileyen bir müdahale anlamına geliyor” dedi. Aşıların, halkın sağlığını korumak için geliştirilmiş en önemli bilimsel kazanımların başında geldiğini ifade eden halk sağlığı uzmanı Doç. Dr. İlker Belek de şöyle konuştu: “Aşı, ilgili olduğu hastalıktan, yalnızca aşılanan çocuğu ko- rumaz. Toplumsal bağışıklık dediğimiz bir mekanizma üzerinden aşılanmamış çocukları da korur. Ama bunun tersi de doğrudur. Çocuklarını aşılatmayan ebeveynler yalnızca kendi çocuklarını değil, toplumsal bağışıklık düzeyinin düşmesine katkıda bulunmuş olacakları için, bütün çocukların sağlığını tehlikeye atmış olurlar. Toplumsal bağışıklık hastalığın salgın yapmasının önlenmesi için çocukların en az yüzde 80’inin o hastalığa karşı aşıyla bağışık kılınmaları gerektiğini tanımlayan kavramdır. Bağışıklık oranı yüzde 80’in altına düştüğünde, birkaç sene içerisinde, aşılanmış çocukları bile kapsayabilecek salgınların ortaya çıkması kaçınılmaz olur. Anlaşıldığı gibi çocuğu aşılatmak, yalnızca bireysel sağlıkla ilgili, kendine yönelik değil toplumsal bir sorumluluktur.” Dr. Kamil Furtun 29 Mayıs 2015’de Samsun’da görevi başında silahlı saldırıda öldürüldü. Sağlık çalışanlarına mesleki pratiklerinden doğan sebeplerle ve/ veya mesleklerini icra sırasında uygulanan şiddetin hızla artmasından, bu konuda söylenen ve yapılanların ikiyüzlü olmasından dolayı TTB, SES Samsun Şubesi, Dev-Sağlık İş Genel Merkezi, Hemşireler Derneği 24.11.2015 tarihinde bir basın açıklaması düzenlemiştir. Bu basın açıklamasında şöyle denilmiştir: “Bu kişinin (Dr. Kamil Furtun’u öldüren zanlı) hakkında cinayet öncesinde pek çok şikâyet olduğunu, tutanaklar tutulduğunu geçen duruşmada burada yaptığımız açıklamada dile getirmiştik. Buna rağmen yetkililer hakkında bugüne kadar idari bir yaptırımda bulunulmamış aksine, Kamil Furtun cinayeti dosya hakkındaki ihmallerin ortaya çıkarılmasını sağlayan belgeleri sızdırdıkları gerekçesi ile sağlık çalışanları hakkında disiplin soruşturması açılmıştır.” İroninin katlanılması mümkün olmayan noktaya gelmesi ise basın açıklamasına vesile olan davanın 2. duruşması öncesinde, “belge sızdıranlar” hakkındaki soruşturmanın başlaması sonrasında Dr. Aynur Dağdemir’in öldürülmesi ile oluyor. Hastane personeli bir kadının şiddet görmesini engellemeye çalışırken yine bir kadın sağlık çalışanı katlediliyor, öldürenleri şikâyet ettiklerini söyleyenlerin soruşturulduğu memleketimizde… Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından “fukaranın hayali” diye lanse ettiği kamu-özel ortaklığı ile kurulacak şehir hastanelerinde yaşanan gelişmeler ise şöyle: TBMM’de çıkarılan yasa sonrası Sağlık Bakanlığı bünyesinde bir birim oluşturuldu ve ihaleler yapıldı. Sonrasında TTB tarafından açılan davada Danıştay 13. Daire Başkanlığı Ankara-Etlik, Ankara-Bilkent ve Elazığ ihalelerinin yürütmesinin durdurulmasına oybirliğiyle, 3359 Sayılı Yasanın Ek/7. Maddesinin son fıkrasının ise Anayasa’nın 2 ve 7 maddelerine aykırı görülmesi nedeniyle yürütmesinin durdurulması talebiyle Anayasa Mahkemesi’ne itiraz yoluyla başvuru yapılmasına oy çokluğuyla karar verdi. Kararın gerekçesindeki ifadeler de oldukça çarpıcı: “İptali istenen kuralda ise, …ancak bu maddede öngörülen hususlar hakkında Kanun›da yeterli belirleme yapılıp, sınır çizilmeden yasamaya ait olan asli düzenleme yetkisini yürütmeye devri niteliğinde olacak şekilde yürütmeye sınırsız bir alanda ilk elden düzenleme yetkisi tanınmıştır. …Bu nedenle, anılan düzenleme, Anayasa’nın 2. ve 7.maddelerine aykırı olan bir düzenlemedir” “…dava konusu ihaleye ait Genel Şartnamenin “Proje” başlıklı 1.2. maddesinde, idare tarafından, Ankara Etlik Entegre Sağlık Kampüsü içerisine taşınacak mevcut sağlık tesislerinin üzerinde bulunduğu taşınmazların da yükleniciye “tıbbi hizmetler dışındaki alanlar” kapsamında bırakılacağına ilişkin düzenlemeye yer verilerek, ilgili mevzuatta dayanağı bulunmayan şartları içeren şartname ile gerçekleştirilen ihalede hukuka uygunluk bulunmamaktadır” Bunun üzerine Sağlık Bakanlığı TTB’nin konuya ilişkin dava açma ehliyeti bulunmadığı gerekçesiyle yürütme durdurmanın iptalini istedi. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nda görüşülen itirazda ise “dava konusu Yönetmelik ile getirilen düzenlemelerin, kapsam ve nitelik itibariyle sağlık hizmetlerini ve hekimler başta olmak üzere tüm sağlık çalışanlarının hukuki durumlarını etkileyeceği kuşkusuzdur. Bu itibarla menfaatini ihlal eden dava konusu Yönetmeliğe karşı Birliğin 6023 sayılı Yasa sosyal hukuk 17 Ocak 2016 uyarınca dava açma ehliyeti bulunmaktadır” gerekçesiyle ret kararı çıktı. Konunun geldiği son noktada ‘’Konya Ekonomi Ödülleri 2012’’ töreninde dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan konuştu(17.12.2012): “Şehir hastaneleri projesi de yargı ve bürokratik oligarşi nedeniyle hayata geçirilemedi. Hâlâ bunu aşamadık, bitiremedik. Niye? Bürokratik oligarşi ve yargı bunlara takılıp kalıyor. Dışarıdan bakan ‘326 tane milletvekiliniz var, gene mi bahane’ diyor, ama işte bu kuvvetler ayrığı denilen olay var ya o geliyor sizin önünüze bir engel olarak dikiliyor.” Yukarıda bahsedilen her iki perspektiften de en temel ilkelerin açıkça ihlali ve hatta hiçe sayılması söz konusu bu örneklerde. Aşı konusunda yaşanan gelişmeler beden bütünlüğü hakkında bilimsel bir yanlışı barındırıyor. Bir yandan da bazı kıyasları kaçınılmaz kılıyor. Mesela taciz ve tecavüz davalarında iyi hal indirimleri enflasyon yaşarken bu yaklaşım niye sergilenmiyor? Bunları düşünmeye başlayınca bu ikircikli yaklaşımın halk sağlığını kolaylıkla atlayabilmesi de şaşırtıcılığını yitiriyor. Alışmaya diren- Hastane personeli bir kadının şiddet görmesini engellemeye çalışırken yine bir kadın sağlık çalışanı katlediliyor, öldürenleri şikâyet ettiklerini söyleyenlerin soruşturulduğu memleketimizde… meyi yine de sürdürmeye çalışırken bir başka tökezlemeyi de şiddet konusunda yaşıyoruz. Sağlık çalışanlarının çalışma ortamı, özlük hakları ve daha da temel olarak yaşama hakları artık sadece “idareye itiraz edeni yakarız” tadında değerlendiriliyor. Sağlıkla ilgili kamu kurum ve kuruluşlarının iyileştirilmesinin sadece mimari vurgularla ortaya konulması estetik yoksunluğunu özlük hakları ve sosyal haklar konularındaki umursamazlıkla buluşturuyor. Bunun vardığı son nokta olan Şehir hastaneleri konusu ise sağlığı bir hak olarak gören ve bunu sağlayan devletin önündeki oligarşik engeller ironisiyle dolu. Hukukçu değilim ancak kanaatimce Danıştay’ın verdiği ilk karardaki anlam gayet açık: yargı yürütmeye fazla alan tanıdığı için yasamaya itiraz ediyor. Kuvvetler ayrılığını kuvvetler arası kapışma olarak gören, kuvvetin tek elde toplanmasının halkın iyiliğinin tek yolu olduğunu düşünen iradeyi de kararın devamında zorlu bir sınav bekliyor. Zira şehrin merkezindeki hastane arazisinin ve yapılacak yeni hastanenin poliklinik dışındaki neredeyse tüm hizmetlerinin ortaklığın özel tarafına verilmesi huku- ka uygun değil diye devam ediyor karar. Yani oligarşi, sınırları belirsiz ve gereğinden fazla yetkiyle donatılmış tek kuvveti fukaranın sağlığı adı altında pervasız rant dağıtımı konusunda kuvvetler ayrılığının en temel mekanizmalarından biri olan denetime tabi tutuyor. Kadrolaşmanın bu kadar yoğun, kamu kurumlarının güvenilirlik ve yetkinliğinin bu kadar sorgulanır olması elde dururken; fiilen önemli ölçüde gerçekleşmiş olan kuvvetler ayrılığının ortadan kalkması durumunun kurumsal nitelik kazanacak olması ihtimali oldukça ürkütücü Sonuç olarak kadrolaşmanın bu kadar yoğun, kamu kurumlarının güvenilirlik ve yetkinliğinin bu kadar sorgulanır olması elde dururken; fiilen önemli ölçüde gerçekleşmiş olan kuvvetler ayrılığının ortadan kalkması durumunun kurumsal nitelik kazanacak olması ihtimali oldukça ürkütücü duruyor ve cevap aramamız gereken çokça sorun bırakıyor önümüze. Bunlardan birkaçı: Sağlıkta sevk sistemini kaldırarak 1. Ve 2. Basamağı atlamayı mümkün kılan uygulama sonrası kimi yerlerde var olan hastanelerin taşınması, kimi yerlerde şehir dışına ”7 yıldızlı” hastaneler yaparak kent merkezlerinin giderek artan bir ivmeyle sayıları çoğalan özel hastanelere teslim edil- di, edilmekte. Özel hastanelere sgk ödemesinin yolunun açılmasıyla hızla artan sağlık harcamalarını düşürmek için “reçete ücreti” vb. icatlarla hastalardan alınan ücretlerin artmış durumda. Sağlık çalışanlarının kamuoyu manipulasyonuyla hedef gösterilmesi ve sonuç olarak ağlıkta şiddetin son 5 yılda 8 kat artması. Ülkemizde yılda 2 bin civarında iş kazasından ölüm “saklanamadığı için” mecburen kayıt altına alınmaktadır; tahmin edilen gerçek rakam bunun en az iki mislidir; yılda kayıt altına alınan işle ilgili meslek hastalıklarından ölüm sayısı ise 10(on)dan azdır. Oysa işle ilgili hastalıklardan ölüm sayısının ülkemizde yılda en az 20 binlerde olduğu ILO yetkililerinin de ifadesidir. Neredeyse her bölgede ve her türde yapılan ve yapılmakta olan enerji santrallerinin vereceği ekolojik tahribatın yaratacağı hava, yiyecek, su vb. problemler halk sağlığı facialarına gebe. Bu sorunların kaynağı olan sebatçı hükümet iradesinin bütün yasal dolayımlarının kalkacağı bir ortamda cevap üretmekten çok listeyi hızla uzatmasını beklemek akla yatkın olanı. Burada önemli olan yeni anayasa tartışma süreçlerinde ve devletin yeniden yapılandırılmasında biz bu soruları ne kadar gündeme getirebileceğiz. söyleşi hukuk 18 sosyal Ocak 2016 Öğrencilerin hak mücadelesi Röportaj: Erdem Kılıçkaya Ü “ lkemiz ve üniversitemizin hukuken ve örgütlü zor aracılığı ile elde tutuluyor olması, egemen sınıfların üniversiteyi, mülkü olarak kullanmasının meşruiyetinin kanıtı olamaz. Ülkemizin ve üniversitemizin sahipleri ona hukuken sahip olanlar değil, fiilen ona can verenlerdir.” diyerek mücadeleye atıldı Öğrenci Koordinasyonları, devrimci-demokrat genç yığınların 90’lardaki sesi oldu. Biz de o dönemin en kitlesel eylemlerinin düzenleyicisi olan Öğrenci Koordinasyonları’nda aktif rol almış Başar Toros’la “Öğrencilerin Hak Mücadelesi” üzerine röportaj gerçekleştirdik. > Öğrencilik döneminizde mücadeleyle ilk tanışmanız nasıl oldu? Lisede politik bir öğrenci değildim. Liseler esasen politik faaliyetin, taleplerin olduğu bir alan da değildi o dönemde.12 Eylül’ün ilk kuşağıydık. Her şeyin yasaklı olduğu bir dönemde büyüdük.1989’da Bülent Ecevit’in de katılımıyla gerçekleşen İskenderun demir-çelik eyleminde ilk defa bir mitingin içinde kendimi bulmuştum. Gene aynı dönemlerde “Tek Tip Öğrenci Der- nekleri Yasası”na karşı düzenlenen öğrenci mitinglerinden haberimiz oluyordu lise öğrencileri olarak. “Öğrenci Dernekleri” muhalif üniversite öğrencilerine nefes alma imkânı sunan ilk kitlesel organizasyonlardan biriydi. Cumhuriyet ve Milliyet gibi ana ceren ise felç olmuştu. Gene aynı dönemlerde Kürt illerinde başlayan baskı ve terör sonucu birçok vatandaş hayatını kaybetmiş, faili meçhul cinayetler doruk noktasına varmıştı. Kirli savaş örgütü iş başındaydı. Tansu Çiller, Mehmet Ağar o dönemin 95 yazı harçlara uçuk bir şekilde yüzde 300 civarında bir zam gelmişti ve biz de buna karşı bir imza kampanyası başlatmıştık. 400.000 kişiye ulaşmıştık. Esnaf bizzat föylerimizi alıp imza çalışması yapıyordu bizimle birlikte. Tabi biz de yalnızca “harçlara zam” temasına sıkıştırmamıştık bu durumu. Bunun bir eğitim alanlarını piyasacılaştırma hareketi olduğunu, neo-liberal bir politika olduğunu olanca sadelikte anlatıyorduk insanlara akım medya organlarına kapaktan doğru girecek seviyede etkili eylemlilikler vardı üniversitede. Liseden biz bunları dönemin “boğuntu”lu yapısında fısıltılarla konuşur, paylaşırdık. Azcık kaçırsak tonu bir büyüğümüzün uyarısı ile karşılaşırdık. Bu tabi ilgimizi daha da cezbederdi. 1990 yılında hareketliliğin daha da tırmandığı bir dönemde İTÜ Mimarlık bölümünü kazandım. Üniversitelerde ve sokaklarda kitlesel eylemler düzenleniyordu, işçiler uzun süren grevlere çıkıyordu. Aynı yılın 1 Mayıs’ı çıkan olaylarda Mehmet Akif Dalcı isminde bir işçi vurularak öldürülmüş, İTÜ öğrencisi Gülay Be- önemli siyasi figürleriydi. Yönetememe krizinin hakim olduğu o yıllarda muhalefete yönelik baskı da ilk olarak en güçlü olduğu üniversitelerde vuku bulmuştu. Öğrenciler gözaltında kaybediliyor, işkencelere maruz kalıyordu. Öğrenci mücadelesinde hakim fikir siyasi geleneklerden bağımsız, faşizme karşı mücadele ekseninde kendine zemin yaratmış ve ciddi kazanımlar elde etmekteydi. Bu belki de yoğun baskıların olumlu nitelendirilebilecek tek sonucuydu. Öğrenci-gençlik mücadelesine çok büyük umutlarla gelmişken devletin çok ciddi bir baskı aygıtı olduğu far- kındalığına erişmiştim. Bir ideolojinin oluşturduğu yapısal gerçekliğin çözüldüğü, Türkiye’de de buna paralel bir biçimde solun ciddi kafa karışıklıkları yaşadığı bir dönemde öğrenci mücadelesi de tıkanmış bir vaziyette ama hiçbir zaman da pes etmeyen cüretkâr pozisyonuyla gelecek yıllara ümit vaat eder inişli çıkışlı bir haldeydi. İşin enteresan yanı ise sular durulmadan yeni bir hareket talepleriyle alanda olurdu. Öğrenci hareketinin çekildiği bir dönemde kamu çalışanlarının hareketi patlak verdi. İdeolojik-politik talebi olmasının yanı sıra “demokrasi” arayışı her şeyin önündeydi, aslında bu 90’lar Türkiye’sinin özeti niteliğinde. Kayıplardan biri de demokrasiydi. 91-94 arası dönemde örgütler iyice geri çekilmişti. Her gözaltının peşinden koşturulup kaybolmaması için çaba sarf edilen bir dönemde öğrenci psikolojik olarak kaldırılması zor bir sürecin içerisine sürüklenmişti. > Gelelim en büyük eylemliliklerin örüldüğü 95-96 yıllarına.20 Aralık 1995 Ankara “Harç” eylemi, 29 Şubat 1996 Ankara Üniversiteler Koordinasyonu’nun meclisteki pankart açma eylemi,24 Nisan 1996 “Acil 4 Talep” eylemi dönem gençliğinin en ses getiren organi- söyleşi zasyonlarından. Bu eylemlilikler hangi gelişim aşamalarından geçiyordu, neleri tartışıyordunuz o dönemlerde? Tartışmalar esasen geçmiş kuşakları örgütleyen öğrenci fikirlerini despot bulmakla, onları cezalandırır bir yerden gelişmekte idi fakat şunu da fark ediyorduk; harekete geçmezsek kaybolacağız. Bu yüzden tartışmalarımızı hareket halinde sürdürmek gerekliliğinde hemfikirdik. Öğrenciler olarak bu tartışmalarda aldığımız ilk iradi kararlar “Neyi yapmıyoruz?” sorusu üzerinden kıvılcımlandı. Yapmadığımız şeylerin başında derslerimize girmemek vardı. Derslere girelim dedik; ülke meselelerine verdiğimiz değer, öğrencinin sorunlarına çözüm bulma çabası bizi derslerimizden uzaklaştırırken sonuç alamayan biz gene aynı sebeplerle derslere düzenli katılım sağlama kararı aldık ve neticesinde çok iyi notlar almaya başladık, bu da sınıf ilişkilerimizi geliştirdi, öğretim üyeleriyle ilişkimizi geliştirdi. Elden ele taleplerimizi haykırdığımız dergiler dolaşıyordu. Tuhaf bir iklim yaratmıştık. 95 yazı harçlara uçuk bir şekilde yüzde 300 civarında bir zam gelmişti ve biz de buna karşı bir imza kampanyası başlatmıştık. 400.000 kişiye ulaşmıştık. Esnaf bizzat föylerimizi alıp imza çalışması yapıyordu bizimle birlikte. Tabi biz de yalnızca “harçlara zam” temasına sıkıştırmamıştık bu durumu. Bunun bir eğitim alanlarını piyasacılaştırma hareketi olduğunu, neo-liberal bir politika olduğunu olanca sadelikte anlatıyorduk insanlara. Kitlesel bir hareket olma hedefimiz vardı koordinasyon çatısı altında. Klasik sol anlayışın darlaştırıcı baskısını forumlarda kırmaya başlamıştık. Öğrenciler hep birlikte oralarda karar alıyorduk. Kitle çalışması üzerine biçimler üretiyorduk. Koordinasyonda da bunun üzerine tartışmalar yürütüyorduk.96 yılında Mecliste pankart açan arkadaşlarımıza verilen 96 yıllık ceza ve içerde oldukları süre boyunca koor- sosyal hukuk 19 Ocak 2016 dinasyonun verdiği mücadele bu kitleselliğin ördüğü tarihi bir eylemdi diye düşünüyorum. Çünkü devlet geri adım atma durumunda kalmış, karar Yargıtay tarafından bozulmuş ve suçlama “silahlı terör örgütü” kapsamından “silahsız terör örgütü” kapsamına düşürülmüş; cezalar belli ölçüde azaltılmıştı. Kitlesel hareket olma iddiası sonuç vermişti. > Bu eylemlilikleri örerken yapmış olduğunuz tahayyüller gençlik ve halk nezdinde ne kadar karşılık buldu? Tamı tamına buldu diyebilirim. Bunun en büyük örneği de harç protestolarıdır ki bugün hala ciddi ölçüde bir zaman gidilemediği görülmekte. Gezi’den sonra nasıl ki dillendirilemeyen bir Topçu Kışlası varsa 90’lar öğrenci hak mücadelesinin bugüne taşıdığı en büyük kazanım harç konusudur. Ama elbette sistem yeni hamleleri ile farklı dinamikler geliştirerek gene öğrenciyi zor koşullar altına sokmaktadır. Onun dışında en büyük öngörümüz demin de bahsettiğim piyasacı eğitim yapısının iyiden iyiye şekillenmeye başlaması idi ve bugün gördüğümüz üzere yüzlerce vakıf üniversitesi açılmış durumda oluşu ve geleceklerini maddiyat ile teminat altına alma vaadi vermelerinden bu tahminlerin yersiz olmadığını görüyoruz. > Medyanın olanlara refleksi nasıldı? İlk seneler görmezden gelindik elbette. İlerleyen dönemde önemli eylemlilikler gerçekleştirmemiz haber olmamızı kaçınılmaz hale getirdi. Gerici çeteler ve yapılar üzerimize püskürtülüyordu özellikle İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ve Marmara Üniversitesi’nde bu daha yoğun yaşanırdı. Tabi bu bizim yolumuzdan sapmamıza sebebiyet veremiyordu, veremeyecek kadar kitleseldik artık. Kendi siyasi hattımızı üniversitedeki hak taleplerimiz ve memleketin sorunları üzerinden sürdürüyorduk. Fakat medya bunu bir “iç savaş” benzetmesine götürebilecek kadar sert bir üslupla tavrımızın altını boşaltmaya çalışan bir yaklaşımla ele alıyordu. Bunu da garipsemiyorduk. Talepleri eşit, parasız, bilimsel eğitim olan bir öğrenciyi kim ne yapsın! > Sürecin devamında koordinasyonun atıl kalışı ve sönümlenişinin sizce sebepleri nelerdi ? Koordinasyonu aslında hareket biçimi olarak Gezi’ye fazlasıyla benzetebiliriz. İlginç saç kestirme eylemleri, değişik kesimlerden gelen gençler, mizah, yaratıcı sloganlar vs. bunların hepsi bu dönemde de vardı. Gezinin nüvelerini görmek fazlasıyla mümkündü koordinasyonda. Düzenle mücadele eden ama aynı zamanda düzeni de “ti” ye alan bir yapıyı görüyorsun. Koordinasyonu koordinasyon yapan şeyler de bunlardı. Soruna gelecek olursak, hak mücadelelerin aslında zayıf olduğu bir noktada koordinasyon vardı. Bu da aslında bizi yalnızlaştırdı. İlişkilenecek, örülebilecek bir dayanışma ağımız mevcut değildi. Fakat süreksizliğimiz, içerden ve dışardan beslenemememiz bizleri sönümlendiren şeylerdi bence. > Geçmişteki pratikleriniz ile bugünkü gözlemleriniz üzerinden dünü ve bugünüyle öğrencilerin hak mücadelelerini nasıl yorumlarsınız? Üniversitelerin piyasalaştırılmasını öngörüyorduk fakat bugünkü kadar somut örnekleriyle yüz yüze değildik. Bilimkurgu filmi misali sürekli gelecek yorumları yapıyorduk. Buna rağmen bu kaygıları ısrarla dillendirdik; bunu topluma aktarabildik. Bugün aslında bu durum öğrenciye daha yakın bir yerde durmakta. Ben bugün okulum İTÜ’ye gittiğimde piyasacı politikaların fiziksel açıdan kampüsün içinde nasıl nefes aldığını kafelerle, lokantalarla, ATM’lerle görüyorum. Bunun olumlu bir yanı var bana göre, o da bugünkü öğrenci mücadelesinin mücadele ettiği odaklar kampüsünde, burnunun dibinde. Her adımında bunu görmek mümkün… Koordinasyonun ilk dönemlerine bakacak olursak biz o dönemin popüler tabiri ile mücadele içerisinde olmayan arkadaşlarımızı “lümpen” olarak nitelerdik. Esasen öyle de kutuplaştırmaya sevk eden bir dönemdi. Ya mücadele edecektik ya da oturacaktık. Faşizmin en ağır koşullarını yaşıyorduk. Onları anlamaya çalışmıyor belki de yukarıdan bakıyorduk, düzene olan tepkimizi onlara yöneltiyorduk bu da anti-bilimsel bir tutumdu. Bugün üniversitelerde ne istediğini topluma etkin bir şekilde aktarabilecek potansiyele sahip bir gençliğin hala mevcuttur. Buna da en güzel örnekler Gezi hareketi ve kadın hareketleridir (üniversite öğrencilerinin katılımı açısından). Ama ne Koordinasyondan ne de Gezi direnişinden ciddi manada bir ders çıkarılabildiğimizi düşünmüyorum. Sınıfsal kökeni ne olursa olsun gençlik her zaman değişikliğe açıktır. Bugün de o gün de değişimden yana bir güç olmuştur gençlik, oradaki potansiyeli örgütlemek her zaman mümkün ve doğal olandır. Gezi’de birçok kez üniversite öğrencileri ile sohbet etme fırsatı buldum. Belki bundan önce dile getirmediği, getiremediği karanlık cenderenin içinde kendini hapsolmuş hissediyor ve buna isyan ediyor. Bu durumu politik bir dille ortaya koyuyor. Türkiye tarihinde eşine az rastlanır derecede şiddete maruz kalmış bir hareketin parçası olmakta beis görmüyor. Farkındalık seviyesi hala mevcut, bu ruh üniversitelerin üzerinde hala geziyor. hukuk 20 sosyal Ocak 2016 Ankara hep sonbahardır artık Söz söylemek susmak kadar zordur Nuray Özdoğan Avukat 1 0 Ekim… Güneşli bir Ankara sabahı… Öyle bir gün, öyle bir sabah… Dostlar, yoldaşlar ve sevdiklerimizle buluşacağımız için mutluyuz. Kimimiz gece yarısı otobüsüne binmiş, kimimiz birkaç gün önceden gelmişiz soğuk Ankara’nın sıcak ve güneşli 10 Ekim’ine. Ankara hiç bu kadar büyük bir kalabalık, bu kadar görkemli, hiç bu kadar heyecanlı bir kitle görmemiş olacaktı. Meydana sığmayacaktık, alana gelmeden yorulmuş olacaktık. Dostlarla sohbetlere dalmış olacaktık. Kürsüdeki sese bazen belki de hiç kulak vermeyecektik. Pankart cümbüşünü, kimler var merakıyla izleyecektik. Ne çokmuşuz, ne güzelmişiz, ne çok renkmişiz diyecektik. Omuzlarımızda yorgunluk yüzümüzde tebessümle otobüslerimize, evlerimize dönecektik. Evet VARIZ… Evet BİZİZ… Evet YAŞAMIZ... Evet BARIŞIZ… Evet UMUDUZ diyecektik. Diyemedik… Güz mezarına gömdük ölülerimizi İnsan kanı çıkmaz derlerdi öğrendik evlerimize gittiğimizde, üzerimizdeki kanı yıkamaya çalıştığımızda. Bildik ki katledenlerin de ellerinden çıkmayacak bu kan. Oğlunun kızının kanlı montu elinde çığlık çığlığa parçalanan cesedi arayan annenin çığlığı çığlımızdır artık. Ellerimizle topladığımız elleriniz ellerimiz, kollarınız kollarımız, yürekleriniz yüreğimizdir artık. Diyarbakır, Suruç’tan Ankara’ya Katliamcı, savaşçı politikalar karşısında yükselen barışın sesi tehditkâr olmaya başlamış olacak ki 2015 yılı katliamların yılı oldu ne yazık ki. 5 Haziran Diyarbakır HDP mitingine yapılan bombalı saldırıda 4 kişinin katledilmesi, miting için alanda bulunan yüzlerce insanın yaralanması, 22 Temmuz tarihinde barış talebine köprü olmak için Suruç’a giden 33 gencin katledilmesi onlarcasının yaralanması ve devamında gelen Ankara katliamı barışa ve kardeşliğe açılan savaşın acı verici merhaleleriydi. “Batı” için yeni olan, Kürdistan için hayatın ta kendisiydi. 10 Ekim Ankara Katliamı, 102 kişinin ölümü yüzlercesinin yaralanması sonucunu doğurdu. Ankara Katliamı dosyasına dair yaptığımız tespitlerin Suruç İçin Adalet Platformu’nun tespitleri ile ne kadar çok benzeştiğini gördüğümüzde, bu katliamların nasıl bir bütünün parçası olduğunu, erken bir planlamaya tekabül ettiğini anlamamak mümkün değil. Olay öncesi, olay sırasında ve olay sonrası güvenlik güçlerinin yaklaşımı, olaya müdahale şekli, savcılık soruşturma dosyalarının yürütülüşündeki hukuka aykırılıklardaki benzerlikler, katliamı gerçekleştirenlerin kimliklerinde, organizasyonel bütünlüklerinde, amaçsal bütünlükte gördüğümüz benzerlikler, katliamların asli ve feri faillerinin, ne bizden ne de birbirlerinden çok uzakta olmadığını göstermiştir. Katliam mağdurlarını avukatları tarafından yapılan tespitleri içeren Suruç Katliam Raporu’nda ve Ankara Katliam Raporu’nda, savcının olay yerine 2 saat gecikme ile geldiği, olay yerinde savcılık açıklamasının aksine yeterli sayıda savcının olmadığı, aynı gün yayın yasağı gizlilik ve kısıtlılık kararı alındığı, dosyanın soruşturmasının Terörle Mücadele Şube Ekiplerince yürütüldüğü, ölenlerin ve yaralıların eşyaları hakkında bilgi verilmediği, olay yerine gelen güvenlik güçlerinin yaralılara müdahaleyi zor- laştırdığı, yaralıların üzerine gaz sıkıldığı, olay yerinde güvenlik güçleri tarafından havaya ateş açıldığı şeklindeki ortak tespitler farklı zaman ve mekânda gerçekleşen katliamlardaki benzerlikler hiç de münferit olmayan katliamlar dizisi ile karşı karşıya olduğumuzu göstermiştir. Diyarbakır, Suruç ve Ankara katliamında, katliamı gerçekleştirenlerin ortaklığı, katliam soruşturmasının yürütülüşünde, kamuoyundan ve mağdurlardan gizlenmesinde izlenen yöntemlerdeki aynılık, bizler için, katillerin cehennemine giden taşlardı. İlginçtir ki, Diyarbakır Katliamı’nda, olay sonrası yaralılara ilk müdahalenin, mitingde bulunanlar tarafında yapılmış olması, olay yerinde müdahalede bulunacak güvenlik görevlisi olmaması ölü sayısının az olmasında önemli bir faktör olmuştur. Ankara Katliamı’nın yaşandığı gün olay yerinde bulunan veya sonradan gelen avukatların olay yeri incelemesine alınmak istenmemesi, olay yerinde savcı görevlendirdik diyen Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı açıklamasına rağmen olay yerinde iki savcının görülmesi, 500 metrelik olay yerinin, ölenlerin bulunduğu dar bir alanla sınırlı tutulması, daha sonra soruşturma dosyasına yaptığımız her başvuruya ilk Pankart cümbüşünü, kimler var merakıyla izleyecektik. Ne çokmuşuz, ne güzelmişiz, ne çok renkmişiz diyecektik. Omuzlarımızda yorgunluk yüzümüzde tebessümle otobüslerimize, evlerimize dönecektik. Evet VARIZ… Evet BİZİZ… Evet YAŞAMIZ... Evet BARIŞIZ… Evet UMUDUZ diyecektik. Diyemedik… sayfasına dahi bakmadan “kısıtlılık kararı nedeni ile reddine“ yazmakla görevlendirildiğini anlayacağımız savcının olay yerinde, “Bana niye soruyorsunuz?“ şeklindeki korku dolu ve oradan tesadüfen geçen birisiymiş gibi tavrı, hastanelere beş dakika mesafede olan olay yerine, ambulans girişini önlemek adına yolların resmi araçlarla kapatılmış olması, gerek itfaiye aracı gerek TOMA’lardan sıkılan gazla yaralılara müdahalenin önlenmesi, travma halindeki toplulukta korku ve panik yaratacak şekilde olay yerinde havaya ateş açılması, Türkiye tarihinin en büyük katliamın olduğu gün Ankara valilik binasında görüşülecek kimsenin bulunamaması, aynı gün içerisinde hızla yayın yasağı, kısıtlılık ve gizlilik kararlarının alınması, bu katliamların gerçek faillerini tespitte hiç de zorlanmayacağımızı ama faillerin korunduğu soruşturma dosyaları ile de adaleti gerçekleştirmenin olanaksız olduğunu göstermiştir. Barış Mitingi Tertip Komitesi tarafından sabah 10.00’da gar önünde, yürüyüşle başlayacak miting için yapılan izin başvuruları sırasında yapılan yazışmaların içerisine Emniyet yetkilileri tarafından, daha önce hiç karşılaşılmayan bir şekilde yedirilen “Mitingin 12.00-16.00 arasında Sıhhiye Meydanı’nda” yapılacağı ibaresinin sıkıştırılması, bu durumu sorgulayan sendika yetkililerine “önemli değil arkadaşlar öyle yazmış“ diyen güvenlik görevlilerinin olay saatinde nerde olduklarının tespiti de soruşturmada önem taşıyan başka bir nokta. Dikkatlerden kaçan başka bir ayrıntı Ankara Katliamı’ ndan 4 gün önce HDP eski ve yeni il yöneticilerine dönük, Facebook paylaşımları üzerinden (ki kimilerinde Facebook paylaşımı dahi yoktu) yasadışı örgüt üyeliği ve propagandası iddiası ile soruşturma başlatılmış olmasıdır. Gözaltına alınanlar 9 Ekim gecesine kadar emniyette Terörle Mücadele Şubesinde tutulmuşlardır. Soruşturma dosyasında Facebook çıktısı dışında hiçbir delilin toplanmamış olması, ayrıntılı hiçbir sorgulama olmadan tutukluğa sevk edilmesi bizi şaşırtmışsa da sevk edilen müvekkillerin mahkemece geç saatlerde de olsa serbest bırakılmış olması, ertesi günkü büyük barış mitinginin heyecanı ile üzerinde fazla düşünmediğimiz bir ay- sosyal hukuk 21 Ocak 2016 rıntı olarak kalmıştır. Ertesi gün, 4 gün boyunca HDP Ankara İl soruşturmasını yürüten Terörle Mücadele Şube Ekipleri ile olay yerinde göz göze geldiğimizdeki bakışlarını gördüğümüzde, olay yerine koruma ordusu ile gelen İçişleri Bakanı’nın gövde gösterisine dönüştürdüğü ziyaretini gördüğümüzde, anladık ki bu tablo başka tablo… Failler, mağdurlar, maktüller, soruşturmacılar ve avukatlar aynı olay yeri incelemesinde… Bu sadece bu ülkeye dair bir Kafkaesk hal midir? Gizlilik kısıtlılık yasağının, tüm katliam dosyalarında, CMK madde 153 düzenlemesini aşar şekilde müşteki ve mağdurların müdahillik haklarını engelleyecek şekilde uygulanması, dosyaya ve neticede asli faillere erişimi tümden olanaksız kılacak şekilde uygulanması, yasal düzenlemelerin her üç katliam dosyasında da aynı şekilde hukuka aykırı yorumlanması ve uygulaması artık şaşırmadığımız bir uygulama haline dönüştü ne yazık ki. Ankara Katliam dosyasında, yayın yasağı kararının tarafımıza tebliği talebi ile verdiğimiz dilekçeye dahi “kısıtlılık kararı olduğundan belge verilemeyeceği “ şeklinde yazılı şerh düşen savcılık da bilmektedir ki mesele bir ceza soruşturmasının yürütümünün çok ötesindedir. Yayın yasağı ve kısıtlılık kararının mağdur avukatlarına tebliğini dahi tehlikeli gören savcılığın yaklaşımı, “Dosya bizde değil”, ”TEM’e gidin”, “eşyalar bizde değil Tem’e başvurun”, “İfade mi vereceksiniz? TEM’e gidin”, “Eşyalar mı? Sizin müvekkilin eşyaları kriminale ayrıldı”, “Hangi eşyalar, bilmiyoruz TEM’e gidin “, “İfade tutanağı mı? Veremeyiz kısıtlılık kararı var”, “Olay yeri inceleme tutanağı mı? Avukatların orada olması yasal değildi ki zaten, kısıtlılık kararı var veremeyiz”. “Dosyayla ilgili bilgi mi? Valilik miyim ki açıklama yapayım”, “Biz, katledilenle- rin avukatları olarak ordaydık”, “Hayır yoktunuz”;bu ifadeler bir ceza soruşturmasında savcının konumuna, dosyaya hâkimiyetine/hâkimiyetsizliğinden dair daha fazla bir şeyler anlatmaktadır. Delillerin toplanması, müvekkillerin İnsanlığa karşı işlenen suç kategorisinde olan bu katliamların gerçek sorumlularının yürütülen mevcut soruşturma dosyaları ile açığa çıkartılmayacağı izlenimimizi güçlendirmektedir emanet eşyalarının akıbetinin sorulması, müvekkillere ait otopsi raporlarını, olay tutanaklarının talebine dair ve içeriği ne olursa olsun tüm dilekçelerin üzerine havale anında savcılık tarafından yazılan “gizlilik ve kısıtlılık kararı olduğundan reddine” yazıları… Bu hukuk sistemi içinde avukatlığın nesneleştirilmesine yaptığımız şahitliklerin en trajiğidir belki de bu katliam mağdurlarının avukatlığını yapmak. Kokteyl soruşturma hazırlıkları Cumhurbaşkanının “kokteyl terör örgütü” açıklamasını devamında, olayın faillerine dair yürütülmesi gereken soruşturmanın katliam mağdurlarının, katledilenlerin eşyalarının kriminale ayrılmasına odaklanması bizi savcılığın “kokteyl soruşturma hazırlıkları” ile karşı karşıya getirmiştir. Dosyadaki gizlilik kararı nedeni ile dosya içeriğine hiçbir şekilde ulaşamamakla beraber, katledilenlerin eşyalarını alma çabası sırasında karşılaştığımız tablo, düzenlenecek iddianamenin içeriği konusunda bizleri endişeye sevk etmiştir. Ankara Katliam Dosyasını yürüten Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçlar Soruşturma Bürosu tarafından, 27 kişi hakkında, IŞİD terör örgütü üyeliği suçlamasıyla 27 Ekim 2015 tarihli hazırlanan iddianamede ise Diyarbakır, Ankara ve Suruç katliamlarına hiç yer verilmemiş olması, katliam soruşturma dosyalarında gizlenmek istenenin ne olduğuna dair de veri sunmaktadır. Ankara Katliamının sorumlularına dair iktidar kanadından gelen birbirinden farklı açıklamalar, nihayetinde olayın DEAŞ, PKK, MLKP, DHKP-C ve belki o an akla gelmediği için zikredilmeyen birçok örgütün ortak işi olduğu açıklamasına kadar varmış ve bu açıklamaya iktidar ve savcılığın birbirini teyit eden ardıl açıklamaları da eşlik etmiştir. Bu tarz kokteyl terör örgütü açıklamaları, terör örgütüne üyelik veyahut terör örgütü propagandası iddiası ile yürütülen soruşturma fezlekelerinden tanıdık gelir bizlere. Açıklamalar, savaş ve güvenlik devletinin zihninin fezlekesi gibidir adeta. Gerçeğe ulaşmayı engellemenin en işlevli şeklidir gerçeğe giden yolu bilinmezlik ve belirsizlikle döşemek… İŞİD terör örgütünü doğrudan sorumlu tutmakta dahi zorlanan bu zihin hangi gerçeği ortaya çıkaracak? Gerçeğin ortaya çıkması demek, belki de bu fezlekelerin gerçek hazırlayıcılarının şüpheli konumuna düşmesi demek olacaktır. Katliam sorumlularını gizlemek için gösterilen çaba aynı zamanda katliam sorumlularını da görünür hale getirmektedir Katliamı gerçekleştiren örgütler öyle tehlikelidir ki(!) otopsi raporlarını almanız yasaktır, hazır bulunduğunuz ifade örneklerini almanız tehlikelidir. Ankara Katliamı’ndan sonra Tunceli Emniyet Müdürlüğü’nün 17 Eylül’de IŞİD’in bir mitingi canlı bomba ile hedef alabileceği yönündeki bilgiyi yazılı olarak Emniyet Genel Müdürlüğü’ne ve 81 il emniyet müdürlüğüne bildirdiği, yine MİT’in Suriye’deki istihbarat çalışmalarına dayalı olarak 29 Eylül ve 7 Ekim 2015 tarihlerinde IŞİD bağlantılı canlı bomba veya bombalı eylem yapılacağı bilgisini güvenlik birimleriyle paylaştığı ortaya çıkan bilgiler arasındayken, Suruç’ta yaşanan olaylar sonrasında CHP tarafından 09 Ağustos 2015 tarihinde açıklanan, bir örneği Davutoğlu’na gönderilen IŞİD raporunda bombacıların isim veya rumuzları dahi listede yer alıyorken hala sorumlular hakkında savcılık tarafından hiçbir işlem yapılmamış olması, ifadeye dahi çağrılmamış olmaları ,insanlığa karşı işlenen suç kategorisinde olan bu katliamların gerçek sorumlularının yürütülen mevcut soruşturma dosyaları ile açığa çıkartılmayacağı izlenimimizi güçlendirmektedir. Biz avukatlara kalan ise sadece, (onurla gururla yaptığımız) ölü ve yaralılarımız toplamak, tespit etmek, bir türlü bulamadığımız eşyalarının peşine düşmek değildir tabi ki… Asıl işimiz, asli ve feri faillerin gizlenmesi sonucunu doğuran savcılık soruşturmasının karşısına, katledilenlerin savunmanlarının yürüttüğü bir soruşturma yürütmek olacaktır. Yalan ne kadar ısrarla ve inatla söylenirse gerçeği bulmak o kadar zorlaşır. Gerçeğin peşindeki ısrar ve inat da bizi gerçek katillere götürecektir. Evet, belki şimdilik heybelerinden dökülen taşları izleyeceğiz ama o taşların bizi götüreceği yerin adalet ve gerçek olması umuduyla… hukuk 22 sosyal Ocak 2016 19 Aralık tufan’ı Av. Several Ballıkaya Av. Murat Çelik 19 Aralık 2000 saat sabaha karşı 04.30 Bayrampaşa, Ümraniye, Çanakkale, Ulucanlar ve diğerleri… O gün toplam 20 Cezaevinde kalan binlerce tutsak aynı anda yükselen dumanlar, patlayan bombalar, makineli tüfeklerin sesleri ile uyandılar. Uyku vaktinde adeta pusu kurulmuş. Devlet 19 Aralık günü hapishanelerde denetim kuracağını, artık kendi kurallarının dışına çıkılamayacağını ilan ederek koruması altında olması gereken insanlara karşı planlanmış, provası yapılmış savaş taktikleri ve savaş silahları ile saldırıya geçti. Operasyona giden süreçte devreye sokulan manipülasyon araçları ile içerde çok sayıda silah, patlayıcı ve tuzak olduğu ilan edilerek, kamuoyu oluşturulmaya ve toplum hapishanelerin devlet kontrolünde olmadığına ikna edilmeye çalışıldı. Ardından savaş düzenindeki birlikler cezaevine sokuldu. Uykularından uyanan tutsaklar, bir yandan henüz uyuyan yoldaşlarını kaldırmaya, diğer yandan da dört bir taraftan gelen kurşunlardan, atılan bombalardan korunmaya çalıştılarsa da dört bir yandan uygulanan şiddetin büyüklüğü karşısında, kendileri korumaları dahi mümkün olamadı. Sabaha karşı başlayan operasyon 19 cezaevinde aynı gün, Ümraniye hapishanesinde ise üçüncü günün sonunda tamamlandı. Hapishaneler tamamen boşaltılarak, hayatta kalmayı başaran tutsaklar, uzun zamandır hazırlığı yapılan F Tipi hapishanelere götürüldüler. Uluslararası literatürde hapishanede kalan tutuklu ve hükümlüler mahpus olarak tanımlanmasına karşın, biz tutsak demeyi tercih ettik. Çünkü mahpus kavramı, adeta savaşılan düşman olarak görülen, bu derece büyük bir şiddet uygulanarak alt edilmeye çalışılan insanların konumunu karşılamıyor, yaşananları tarife yetmiyor. Devletlerin üzerinde anlaştığı ve uymayı taahhüt ettiği üzere, mahpusların hakları ve onları koruyan bir hukuk var. Oysa 19 Aralık günü hapishanelerde hak da yoktu, hukukta. Yaşanan bir savaşsa düşmanla savaşın da bir kuralı var, ama 19 Aralık günü yapılan savaşın kuralı da yoktu. Operasyonun bilançosu ağırdı. İkisi operasyona katılan güvenlik görevlisi olmak üzere, 32 insan yaşamını kaybetmiş, yüzlercesi ağır şekilde yaralanmıştı. Sonradan yapılan Adli Tıp incelemelerinde güvenlik görevlileri de dâhil olmak üzere ateşli silah yaralanmasına bağlı olan tüm ölümlerin devlet görevlilerinin kullandığı silahlardan kaynaklanmış olduğu saptandı. Raporlara göre ölümlere neden olan silahlar yüksek kinetik enerjili harp silahı tabir edilen silahlardı. Otopsi raporlarında ölenlerin vücutlarından çok parçalı metalik maddeler elde edildiği belirtildi. Mermi kalıntılarının çok parçalı olması, vücuda girdiğinde patlayan, dolayısıyla tahrip gücü son derece fazla, uzun namlulu yüksek kinetik enerjili silahlara işaret ediyordu. Jandarma Genel Komutanlığı operasyona katılan birliklerde G 3 piyade tüfeği ve MP 5 makineli tüfek olduğunu bildirdi. Ancak soruşturma ve dava dosyalarına bildirilmeyen silahların da kullanıldığı, ölenlerin ve yaralıların raporları ile ortada. Operasyon sonrasında hapishanelerde yapılan incelemelerde içeriden dışarıya atış yapılmadığı saptandı. Bilirkişi raporlarında yer alan bu tespit, sadece güvenlik kuvvetlerinin silah kullandığını, tutsakların bulunduğu bölgeden atış yapılmadığını ortaya koyuyordu. Oysa devlet yetkilileri birbiri ardına yaptıkları açıklamalarda “çatışma”dan söz edip durdular. Ölümlerin tamamı güvenlik kuvvetleri tarafından yapılan atışlardan kaynaklı yaralanmaya bağlı olarak gerçekleşti. Adli Tıp Kurumu tarafından hazırlanan otopsi raporlarına göre kurşun yarasına bağlı ölümlerin yanı sıra meydan gelen ölümlerin bir diğer nedeni ise yanma veya gaz ve dumandan kaynaklı boğulmadır. Bu nedene bağlı ölümlerin operasyonda kullanılan yöntemlerin olağan bir sonucu olduğunu yine bilirkişi raporlarında yer alan tespitler ortaya koyuyor. İnceleme yapan Adli Tıp Görevlisi uzman bilirkişiler, hapishanelerde çok sayıda mermi çekirdeği ve patlamış bomba materyali buldular. Yapılan incelemelerde son derece önemli olan bir bulgu daha saptanmıştı. Güvenlik kuvvetleri menşei tam olarak saptanamayan çok miktarda gaz bombası ve yanıcı maddeyi hapishanenin içine, kapalı mekanda bulunan insanların üzerine atmış ve bu durum ölümlere neden olmuştu. İnceleme sırasında içeride öldürücü dozun üzerinde gaz bulunduğu saptandı. Kullanılan bomba kapsüllerinin üzerinde, kapalı yerde kullanılmasının kesinlikle yasak olduğu ibaresinin yer aldığı açıkça görülüyordu. Kullanılan bu bombaların menşei tam olarak saptanamadı. Ancak operasyon sıra- Operasyon sonrasında hapishanelerde yapılan incelemelerde içeriden dışarıya atış yapılmadığı saptandı. Bilirkişi raporlarında yer alan bu tespit, sadece güvenlik kuvvetlerinin silah kullandığını, tutsakların bulunduğu bölgeden atış yapılmadığını ortaya koyuyordu. Oysa devlet yetkilileri birbiri ardına yaptıkları açıklamalarda “çatışma”dan söz edip durdular sında binbaşı sıfatı ile görevli olan Zeki Bingöl sonradan yaptığı açıklamalar ve dava dosyasına gönderdiği beyanlarında, kullanılan bombaların armut biçiminde olduğunu ve bunları ilk kez gördüğünü söyledi ardından bu bombaların envantere kayıtlı olmadıklarını açıkladı. Soruşturmayı yürüten savcılık ve mahkeme tarafından defalarca istenmesine rağmen Genel Kurmay Başkanlığı ve İçişleri Bakanlığı kullanılan bombaların niteliğini bildirmedi, aksine bu konuda ellerinde bilgi bulunmadığını ifade ederek gerçekleri gizlemeye çalıştı. Hapishanelerin içine atılan bombaların ve gazların niteliğini anlamak için mağdurlar üzerindeki izlere ve anlatımlara bakarsak ölümlere ve yanmalara neden olan bu maddeleri ve operasyona ilişkin gerçekleri daha iyi görebiliriz. Özellikle Bayrampaşa hapishanesi C1 ve C2 kadınlar koğuşundaki tablo, hem kullanılan yöntemler ve operasyona hakim olan anlayışın görülmesi açısından çarpıcıdır. Kadınlar koğuşunda meydana gelen ölümler ateşli silah yaralanmasına ve yanmaya bağlı olarak gerçekleşmiştir. Koğuşlar delinerek çatılardan ve duvarlardan atılan bombaların yanı sıra, içeriye bir boru aracılığı ile gaz verilmiş bu nedenle de ko- ğuşlarda ani bir yangın çıkmış, koğuş kapılarının dışarıdan kapatılmış olması nedeniyle dışarı çıkamayan kadın tutsakların tümü yanmaya terk edilmiştir. “Açın kapıyı dışarı çıkalım” sözleri ve bu sözlere karşılık kapıların açılmadığı, o dönemde asker olan bir tanığın anlatımıdır. Nihayet dışarı çıkmalarına izin verildiğinde ise, geride tamamen kömürleşmiş 6 ceset ve tanınamayacak kadar yanmış şekilde çıkarılan onlarca yaralı kalmıştır. Bu bilinçli ve toplu katliam girişiminden sağ kurtulan mağdurlar, yanmayı şöyle tarif ediyor. “Üzerimizde giysilerimiz vardı ve onlar yanmamıştı. Ama altında etlerimiz yanmış, pul pul dökülüyordu.” Böyle bir yanmaya neden olabilecek maddeler hakkında yapılmış olan incelemeler, çoğunlukla beyaz fosfor kullanılan vakalardaki bulgulara işaret etmektedir. Operasyonun ardından açıklama yapan Başbakan Bülent Ecevit, İçişleri Bakanı Saadettin Tantan, Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk; operasyonun başarılı olduğunu, zayiatın beklenenden az olduğunu, hapishanelerin artık devletin kontrolünde olduğunu ve operasyonun ölüm orucunda olanların kurtarılması için yapıldığını ardı ardına açıkladılar. Operasyonun adı adeta bir ironi sosyal hukuk 23 Ocak 2016 yapılarak “Hayata Dönüş” konulmuştu. Bu açıklamalarda yer alan beklentilere ulaşmayan tek nokta vardı, o da olası ölü sayısı idi. Yapılan planlamada yer alan, 200 kişinin ölebileceği öngörüsü gerçekleşmemiş, sadece 32 kişinin ölümü ile operasyon tamamlanmıştır. Arka plandaki gerçekler Operasyona ne isim verilirse verilsin, hayata döndürmek bir yana onlarca hayatı söndürdüğü ortadadır. Operasyon planlamasında ve operasyon esnasında ölüm orucunda olanların zarar görmemesi için hiçbir önlem alınmadığı gibi, en sert müdahale ölüm orucu eylemcilerinin kaldığı koğuşlara yapıldı. Bu nedenle o gün bir çok tutsak ile birlikte ölüm orucu eylemcileri de öldürüldü. Oysa 21 Ekim’de başlayan ölüm orucu eyleminde ölen olmamıştı. Operasyonun adının iddia edildiği gibi “hayata dönüş” değil uygulanan yöntemlere uygun olarak “TUFAN” olarak belirlendiğini Jandarma Genel Komutanlığı’nın gönderdiği plandan öğrendik. Tufan kelimesi gerek dinsel metinlerde ve gerekse dünya halklarının yaşamlarında, mitolojilerinde ve inançlarında yer etmiş bir kavramdır. Kullanıldığı her metindeki anlamı insanlığın uğradığı büyük felakettir. Nuh Tufanı’ndan Maya Uygarlığına, Gılagamış’tan, Manu Uygarlığı’na ve Aristoteles’in metinlerine değin pek çok kültür, inanç ve metinde TUFAN’a aynı anlamı vermiştir: “İnsanlığın uğradığı büyük felaket”. 19 Aralık operasyonu da, “hayata dönüş” değil bir TUFAN’dı. Ölüm oruçlarının bir anlaşma sağlanarak bitirilmesi için görüşen demokratik kitle örgütü temsilcileri ve aydınlara, F Tipi hapishanelerin toplumsal bir mutabakat sağlanıncaya kadar açılmayacağını taahhüt eden Adalet Bakanı’nın gerçeği söylemediği de operasyonla birlikte açığa çıktı. F Tipi hapishaneler için toplumsal mutabakat beklenmemiş, bir yandan bu açıklamalar yapılırken diğer yandan yapımına devam edilen F Tipi hapishaneler tamamlanmıştı. Adalet Bakanının bir yandan ölüm oruçlarını anlaşma sağlayarak sona erdirmek istediğini, F Tipi hapishanelerin mutabakat sağlanıncaya kadar açılmayacağını açıklarken öte yandan, tutsakların anlaşmaya yanaşmadığı görüntüsü yaratarak operasyon için uygun kamuoyu algısı yaratmayı hedeflemiş olduğunu, operasyon sonrasında açılan dava dosyalarına gelen belgelerde açıkça görebiliyoruz. Cezaevleri merkezi koordinasyonunun bulunduğu Bayrampaşa hapishanesi bu niteliği nedeni ile en yoğun şiddetin yaşandığı ve en çok ölüm yaşanan yer oldu. Açık bir katliam ile yüz yüze kalan tutsaklar devlet malına zarar verme suçlaması ile yargılanmış olmasına karşın bu katliamın sorumluları şu ana kadar tam bir koruma ile gizlendi, yargı organlarının önüne çıkarılmalarına engel olundu. Her şeye rağmen, Bayrampaşa operasyonuna katıldıkları bildirilen 39 er hakkında açılan davada ortaya çıkan gerçekler operasyon hakkındaki resmi bilgi ve açıklamaların gerçeğe aykırı olduğunun ortaya çıkmasını sağladığı için önemli sonuçları olduğunu ifade etmek gerekir. Bayrampaşa dosyasına yansıyan belgeler gerçeğin tam da bakanın açıklamalarının aksi yönde olduğunu göstermiştir. Operasyon döneminde Jandarma Genel Komutanı olan Orgeneral Aytaç Yalman’ın tanık sıfatı ile verdiği ifade, operasyonun basit bir bakanlık planı olmadığını bir devlet kararı olduğunu ortaya koymaktadır. Aytaç Yalman’ın ifadelerine göre 19 Aralık operasyonu kararı 2 yıl önce MGK toplantısında alınmış ve planlanmıştır. Operasyonun her aşaması askeri savaş kurallarına göre krokiler ve maketler üzerinde çalışılarak, defalarca operasyon yapılacak hapishanelere gidilip inceleme ve tatbikatlar yapılarak kararlaştırılmıştır. Operasyon planı defalarca istenmesine rağmen Genel Kurmay Başkanlığı kendilerinde bir plan bulunmadığını, operasyonu kimlerin yaptığının belli olmadığını bildirerek adeta mahkemelerle, savcılıklara alay edercesine gerçeğe aykırı cevaplar vermeyi sürdürmüştür. Nihayet kesin olarak bilgi sahibi olduğunu beyan eden Aytaç Yalman’ın beyanları dayanak gösterile- rek planların gönderilmesi istendiğinde, Genelkurmay Başkanlığı’nın elinde planların bulunduğu ortaya çıkmıştır. 18 Aralık günü saat 20.00’de, yani operasyondan çok kısa bir süre önce, İstanbul Barosu Başkanı Yücel Sayman bir kez daha Bayrampaşa Cezaevi koordinasyonu temsilcileri ile Adalet Bakanı’nın bilgisi ve izni ile görüşmüştür. Yücel Sayman’ın mahkemede tanık olarak verdiği ifadeye göre görüşme olumlu geçmişti. Sorunun çözülebileceği, ölüm oruçlarının sona erdirilebileceği izlenimi ile Bayrampaşa Hapishanesinde ayrılan Yücel Sayman, Adalet Bakanı ile telefon aracılığı ile görüştü ve olumlu görüşlerini paylaşarak kendilerine biraz daha süre verilmesini istedi. Bakan bu isteğe hayır demedi. Bu görüşmeden oluşan olumlu havanın aldatıcı olduğu ise kısa sürede anlaşıldı. Görüşmeden sadece 8 saat sonra Bayrampaşa operasyonu başladı. Dava dosyasına gelen belgeler, tanıkların anlatımları Adalet Bakanlığı’nın organize ettiği tüm bu görüşme süreçlerinin samimiyetsizliğini ve kamuoyunun aldatılması, oyalanması amacı ile yapıldığını görmemizi sağlamıştır. Operasyon hakkındaki planlara bakıldığında 25 Eylül 2000 tarihine kadar operasyon planlarının tamamlandığı gösteriyor. Son olarak kontrol etmek ve eksiklikleri tamamlamak için 25 Eylül günü Jandarma Komutanlığı’nın Balmumcu’daki karargahında savcılar ve komutanların da yer aldığı bir toplantı yapılarak, hapishanelerde yapılacak son bir incelemenin ardından operasyon yapılacağı kararlaştırılmıştır. Tüm bunların ardından operasyon birlikleri Ankara ve diğer illerden gelerek eğitim amacı kışlalara yerleştirilmiş ve operasyon yapılması için tüm hazırlıklar tamamlanmıştır. Operasyona katılacak personelin bir tek endişesi kalmıştır. Operasyonda çok sayıda insanın ölebileceğini öngörmektedirler, bu nedenle sonradan yargılanabileceklerinden çekindiklerini ifade ederler. Bu endişe de giderilir ve yargılanmayacaklarına dair güvence verilmesi ile birlikte, 19 Aralık cezaevleri operasyonunun başlaması için talimat verilir. Bu koşullarda özel olarak eğitilerek hazırlanan operasyon timinin sakınacak çekinecek hiçbir şeyi kalmamıştır. Böylece hapishaneleri yakar, yıkar, öldürmekten, yakmaktan çekinmeden görevlerini tamamlarlar. Operasyonun ardından uygulanan şiddetin mağduru durumunda olan tutsaklar yıllarca ceza tehdidi ile yargılanmasına karşın, tam bir korumadan yararlanan güvenlik görevlileri ne yazık ki yargılanmadı, açılan birkaç göstermelik dava da beraat kararı ile sonuçlandı. Mahpus olmak direnişçi olmaktır bu ülkede hapishanelerin tarihi aynı zamanda hak gaspları, baskılar ile bun- lara karşı yapılan açlık grevlerinin, direnişlerin tarihi olmuştur. Çoğu zaman en küçük hakların elde edilmesi için pek çok hayatın karardığı, devletin en temel hakları dahi yapılan direnişler sonucunda kabul ettiği, elde edilen hakların yasal güvencesi olmadığından her an geri alınabilir olarak gördüğü, böyle de davrandığı bir hapishane anlayışı nedeni ile, hapishaneler Türkiye’nin kanayan yarası oldu. Hücre tipi cezaevi modeline geçiş denemeleri 19 Aralık’tan önce de pek çok kez yapıldı. İlk kez Eskişehir Cezaevine sevkler ile gündeme gelen tüm hücre tipi cezaevine geçiş denemeleri, direnişler ile karşılanmış ve her seferinde vazgeçilmek zorunda kalınmıştır. 1991 yılında çıkarılan Terörle Mücadele Yasası, siyasi mahpuslar için yeni bir dönemin başladığını çok kısa bir sürede görmemizi sağladı. Siyasi mahpusların 1 veya 3 kişilik hücrelerde tutulmasını öngören bu yeni infaz modelinin hayata geçirilmesi de gecikmedi. Bir süredir yapım aşamasında olan Eskişehir hapishanesi tamamlanmış ve yapılan operasyonda öldüresiye dövülen mahpuslar, bulundukları Cezaevlerinden Eskişehir’e sevk edilmişlerdi. Eskişehir hapishanesi tabutluk diye tanımlandı ve kapatılması için başlayan açlık grevi eylemi 27 günün sonunda kazanıma dönüştü ve Eskişehir hapishanesi kapatıldı. Sonraki tarihlerde Diyarbakır, Ümraniye, Buca, Burdur, Bergama, Ulucanlar hapishanelerine yapılan operasyonlarda da, koğuşlara girilmiş ve tutsaklar alınarak başka cezaevlerine sevk edilmek istenmiş, ancak gerçekleşen direnişler sonucunda devlet gasp edilen hakları iade etmek zorunda kalmıştır. Devlet yetkilileri 19 Aralık operasyonu ile birlikte hapishaneleri boşaltarak bir süreci kapattıklarını düşünseler de gerçek hiç de düşünüldüğü gibi olmadı. 19 Aralık ile uygulamaya konulan F Tipi hücreler ise yaraya adeta tuz basarak kangrenleşmesine hizmet etmekten başka bir işe yaramadı. Özgürlükleri ellerinden alınarak cezalandırılan insanlar, ikinci bir ceza olan izolasyona tabi tutularak toplumdan, insanı insan yapan tüm değerlerden koparılmaya çalışıldı. Operasyonun ardından F Tipi hücrelere konulan tutsaklardan günlerce haber alınamadı. İşkence ve baskı ile başlayan F Tipi hücrelerde birbirlerinden, dış dünyadan, tüm sevdiklerinden izole edildiler. Uygulamaya konulan tredman yöntemi ile siyasal kimlikleri rehin alınmaya çalışıldı. Ancak tüm bu hak ve hukuk gasplarına rağmen F Tipi hapishanelerin hücrelerinde tutulan “Özgür Tutsaklar” eşitlik ve özgürlük mücadelesinde daha kararlı bir şekilde yer almaya devam ediyorlar. Özgürlüğün vazgeçilmez, insanı insan yapan en temel hak olduğunu bilerek. hukuk 24 sosyal Ocak 2016 Hitler’in 657 değişiklikleri (!) Mehmet Cemil Ozansü İÜ Hukuk Fakültesi Öğretim Görevlisi K itlelerin gezi sürecinde başlayan devrimci isyanının, müesses muhalefet yapılarının ufuksuzluğu nedeniyle herhangi bir kazanım elde edemeden akamete uğramış olması, AKP rejiminin her geçen gün daha derinleşen bir gericileştirme dalgasıyla yol almasına neden oluyor. Somut iktidar hedef ve programından yoksun bir muhalefetin, anılan başkaldırıdan evvelki dönemle kıyaslandığında daha şedit bir gerici programla yüz yüze kalacağı, tarihsel bir tecrübe ve hakikat olarak ifade edilebilse de, Türkiye’nin mevcut durumunu herhangi bir iç çelişki taşımayan bir saflıkta değerlendirmek de abartılı bir karamsarlığa vücut vermekten başka bir anlama gelmez. Zira hızlı değişen zamanlarda, aslen “istikrarsız” bir yapıyla karşı karşıyayız. Bununla beraber AKP rejiminin göreli zayıflığı, tahmin edilenin aksine onu daha büyük saldırıları tatbike mecbur bırakıyor. AKP Hükûmetinin 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu hakkında yapılmasını planladığı değişiklikleri de bu bağlamda anlamlandırmak gerekir. Sosyal Hukuk Platformundan gelen okuduğunuz bu yazının hazırlanması teklifi, 657 sayılı Kanunun memuriyet güvenceleri aleyhinde değiştirilmesi hakkında yapmış olduğum bir tarihsel mukayeseyi açmam talebine dayanmaktadır. Anılan yorumumda, 1 Kasım sonrası AKP rejiminin yasama düzeyinde gerçekleştirmek istediği ilk icraatın devlet memurlarının kısmî hizmet güvencelerini ortadan kaldırmak olması ile Hitler’in şansölyeliğe getirilmesiyle başlayan “iktidara el koyma” sürecinde öncelikle devlet memurluğunun yasal temellerinin yeniden belirlenmiş olması arasında bir paralellik kurmuştum. Ancak bu analojinin sınanması için öncelikle süreğen ve tarafların yenişemediği bir iç savaş rejimi olan Weimar Cumhuriyetinin tecrübesi hakkında bazı temel bilgileri aktarmak isterim. Kasım 1918/19 Devriminin akabinde hazırlanan Weimar Anayasasının adıyla anılacak olan Alman Cumhuriyeti, doğduğu gün itibarıyla Prusya devlet aygıtı ile iktidara gelen Alman Sosyal Demokrat Partisi arasındaki gerilimli bir koalisyonu zemin tutmuştu. Sosyal Demokrat Parti, kendi içinden çıkan sol kanatları, Prusya devlet aygıtından artakalan bürokratik unsurlarla ve bilhassa İmparatorluk ordusuyla beraber ezerek 1918/19 devrimini (ve devamında gelişen çeşitli devrim teşebbüslerini) bir çeşit burjuva demokratik cumhuriyetine dönüştürebilmeyi başarmıştı. Ancak hemen şunu belirtmekte fayda var ki; tüm Weimar tecrübesi boyunca Prusya bürokrasisi hiçbir zaman, sosyal demokratların bürokrasiye karşı duyduğu güven hissinin bir benzerini Sosyal Demokrat Partiye sunmadığı gibi, bunların “cumhuriyetlerine” de sadakat beslemedi. İşte, Weimar Anayasasının meşhur “imtiyazlı memuriyet güvencelerini” düzenleyen 129. maddesi, Prusya bürokrasisine sunulmuş bir tavizin ifadesi olarak hukuk tarihindeki yerini bu nedene dayanarak aldı. 1 Kasım sonrası AKP rejiminin yasama düzeyinde gerçekleştirmek istediği ilk icraatın devlet memurlarının kısmî hizmet güvencelerini ortadan kaldırmak olması ile Hitler’in şansölyeliğe getirilmesiyle başlayan “iktidara el koyma” sürecinde öncelikle devlet memurluğunun yasal temellerinin yeniden belirlenmiş olması arasında bir paralellik kurmuştum 30’lu yıllara gelindiğinde ise, hem merkez sağın hem de sosyal demokratların zayıflaması nedeniyle Prusya devlet aygıtı, anılan ittifak içindeki varlığını sorgular hale geldi. Bununla beraber on yılı aşkın bir süre boyunca zaman zaman koalisyonlarda yer alan sosyal demokratların (aslen sosyal demokratların ama bazı yerel birimlerde komünistlerin de) hem federal hem de eyaletler düzleminde iktidarda bulunmaları sol ve devrimci eğilimli yeni memurların memuriyete intisaplarına neden oldu. Bu yeni durum, Alman sağının mevcut anayasal memuriyet hakları hakkındaki politikasında da bir değişikliğe gitmesine meydan verdi. Prusya bürokrasisinin daimi sözcüsü sayılabilecek Carl Schmitt gibi anayasa hukukçuları, 129. maddenin “geçiş amacı öngören özelliğini” ve dahası bu hükmün maksadının aslen 1918 devrimi öncesindeki bürokratik kadronun “radikal çevrelerin yıkıcı arzularından korunması” olduğunu işaret etmeye başladılar. Dolayısıyla 1930’lu yılların hemen başında, bir yanda sayıları azalma eğilimi gösteren ama bu engeli devamlı surette bir çeşit iç kooptasyonu sağlayarak aşmaya uğraşan Prusya bürokrasisi öte yandaysa sayıları bariz biçimde daha az olan ama öyle ya da böyle devlet bürokrasisi içinde yer tutan “varlığı arzu edilmeyen” bir kadro meydana gelmiş oldu. Ve tabii tüm bunların üstünde de Weimar Anayasasının 129. maddesinin sağladığı meşhur “imtiyazlı memuriyet güvenceleri” yer aldı. Bu “koordinasyonsuzluk”(!) ortamında, Prusya bürokrasi geleneğinin ve buna tâbi eski ve yeni kadrolarının beklediği kurtarıcının, mevcut memuriyet rejimini anayasaya rağmen kökten değiştirebilecek bir geçici diktatörlük olmasına hayret etmemek gerekir. 1933’e kadar denenen bonapartist diktatörlük girişimleri akim kalınca, artık aranan kurtarıcı istemeye istemeye de olsa, iktidara gelmesine rıza gösterilen faşist kitle partisi ve onun Führer’inden başkası olmadı. Bu şartlar altında, 7 Nisan 1933’te Hitler rejiminin ilk çıkardığı yasalardan biri, hangi özellikleri taşıyan memurların nasıl görevden uzaklaştırılacaklarını belirleyen “Devlet Memurluğunun Yeniden Düzenlenmesi Hakkında Kanun” oldu (emekliye ayırma veya yer değiştirme gibi seçeneklere tarihsel önemsizliği nedeniyle değinmiyorum). Birinci paragrafında “milli bir devlet memuriyetinin yeniden ihyasını ve idari işleyişin kolaylaştırılmasını” hedeflediğini ilan eden kanun, demiryolları idaresine ve merkez bankasına kendine özgü düzenlemeleri yapması kaydıyla is- sosyal hukuk 25 Ocak 2016 tisna tanırken; belediyelerde, eyaletlerde ve sair kamu kurum ve kuruluşlarında bulunan tüm memurları kapsamına alır. İkinci paragraf, 9 Kasım 1918 sonrasında memuriyete girenlerin genel bir yeterlik denetimine tabi tutulacağını belirlerken, üçüncü paragraf “aryan soydan gelmeyenlerin” ya emekliye sevkini ya da memuriyetten ıskatını düzenler (dünya savaşı gazisi olanlar ve şehit yakınları hariç tutulur). Kanunun genel anlamda geçerlik taşıyan ve tüm memurların memuriyet vasfını düzenleyen hükmü ise şöyledir: “bugüne kadarki siyasi faaliyetleriyle, her durum altında kayıtsız ve şartsız olarak milli devletin yanında yer almak hususunda itimada şayan olmayan memurlar, memuriyet görevinden çıkarılabilecektir”. İçişleri Bakanlığının dört gün sonra 11 Nisan 1933’te çıkardığı ilk genelge ile “Komünist Partisine veyahut yan kuruluşlarına üye olan tüm memurların memuriyet vasfını kendiliğinden yitirmiş oldukları” belirlenirken, bir kimsenin aryan olup olmadığının tespitinin “teknik” detayları da izah olunur. NSDAP, iktidarında istikrar sağladıkça bu kanunun uygulamasını genişleten birçok genelge ve kanun değişiklikleriyle 1945’e kadar yoluna devam eder. Şüphesiz ki Nazi rejimi, bir yanıyla Alman devletinin ulaştığı bir sonuçtur. AKP rejiminin yukarıda sunduğum kanun kadar net bir tanımlama üzerinden kadro politikası uygulayabileceğini düşünmek onun gücünü haddinden fazla abartmak olacaktır. Kaldı ki, 1933 Nazilerin “temizliğe” henüz başladıkları bir tarihi işaret eder. Oysa AKP rejimi, miyadını siyaseten çoktan doldurmuştur. Ancak devlet bürokrasisinin neredeyse tamamında, ondan da evvel (12 Eylül’den beri istikrarla) başlayan “arındırmayı” zaten tamamlamış olduğu gerçeğiyle de yüzleşmeliyiz. Kısa süreli koalisyon dönemlerinde, çok sınırlı biçimde bürokraside varlık bulabilmiş CHP ve DSP’nin son kalıntıları da AKP’nin geçtiğimiz dönemlerinde temizlenmek istenmedi mi? 2010 Referandumunda miting alanlarından başbakan, gazete köşelerinden M. Belge’ler “Yargıtay’ı dedeler yönetiyor” benzeri ithamlarla bürokrasinin mutlak biçimde sağın egemenliğine sunulmasının çağrısını yapmadı mı? Ergenekon, Balyoz benzeri davalar ile seküler eğilimli ordu mensupları kariyerlerini bırakmak mecburiyetinde bırakılmadı mı? Şüphesiz ki, planlanan bu 657 saldırısının hedefinde de artakalmış “arzu edilmeyen son kırıntıların”, iktidara teslim olmak istemeyen “milli ve yerli olamayan” alevi, kürt, sekülarist kamu görevlilerinin de tırpanlanması yer alacaktır. Dolayısıyla soru kendiliğinden şu şekle bürünüyor: Böyle dengesiz ve anayasa tanımaz bir bürokrasiyle Cumhuriyetin varlığını muhafaza edebilmesi mümkün olmadığından, nasıl ve ne biçimde bir “denazifikasyon” sürecine hazırlanıyoruz? Mesele bundan ibarettir. Öyle bir saygınlık ki (!) Feyza Gezmen Stajyer Avukat İ nternette araştırma yaparken bir gazetenin attığı ‘SAYGIN İNDİRİM (!) ‘ başlığı dikkatimi çekti. Haberin içeriğini okuduğumda canımın sıkılacağını biliyordum zira başlığın yanındaki (!) işareti mantıkların kabullenemediği bir konuda ceza indirimi yapıldığını açıkça gösteriyordu. Keşke okuduktan sonra hissettiklerim can sıkılması ile tarif edilebilseydi. Bu sebeple ben de başlığın hemen yanına aynı işareti koyarak haberin neye dair olduğunu ve yapılan indirimin neden yapıldığını öğrendiğinizde hissetmenize yol açacağım duygulara sizi hazırlamak istedim. Haber şöyle: Diyarbakır da bir kişi (!) ( bu sefer söz edeceğim varlık için doğru sıfatı bulamıyor ya da buraya yazamıyor olmamın isyanıdır) kendisini subay olarak tanıtarak ücretsiz ders verme bahanesiyle ikisi 14 biri 15 yaşındaki üç kız çocuğunu ( altını çiziyorum koyu kırmızıyla yazıyorum ÇOCUK!!!) evine götürerek esrar içiriyor, porno film izletiyor ve daha sonra da cinsel tacizde bulunuyor. 150 yıl hapis istemiyle yargılanan Ubeydullah Ç’ye verilen ceza ise şöyle; ‘uyuşturucu temin etme’ suçundan beraat etti. ‘Müstehcenlik’ suçundan verilen 3 kez 5’er ay hapis 4’er gün adli para cezası ise ‘bir daha suç işlemeyeceği’ kanaatiyle ertelendi. ‘Cinsel istismar’ suçundan ise ‘saygın tutum’ indirimi ile 10 yıl hapis cezası aldı. Bir bakalım bu ‘saygın tutum’ indirimi ne demek. Hakim; “failin geçmişi, sosyal ilişkileri, fiilden sonraki ve yargılama sürecindeki davranışla- rı, cezanın failin geleceği üzerindeki olası etkilerinin yanında, her somut olaya göre değişebilecek ve önceden öngörülemeyecek nedenleri de birlikte değerlendirerek bu hususta hak, adalet ve nasafet kurallarına uygun biçimde yargılama yaparak yukarıda ki nedenlerle failin cezasında indirim yapabilir. Şimdi bir de mağdure(ler) ya da aileleri açısından düşünelim; üç küçüğe porno izleten, esrar içiren ve tacizde bulunan adama ‘SAYGIN TUTUM’ indirimi yapılmış. Peki ya o üç küçüğün saygınlığı yok mu? O üç çocuğa, ruhlarında hayatları boyunca taşıyacakları izler bırakan adamın sadece 10 yıl ceza almasının nedeni Şimdi bir de mağdure(ler) ya da aileleri açısından düşünelim; üç küçüğe porno izleten, esrar içiren ve tacizde bulunan adama ‘SAYGIN TUTUM’ indirimi yapılmış. Peki ya o üç küçüğün saygınlığı yok mu? olarak mahkemede ki saygın tutumu (!) (Çocuğa cinsel taciz suçlamasıyla yargılanmakta olduğu mahkeme salonunda ne yapacaktı da saygın tutum sergilemeyecekti o da anlaşılmaz ya..)açıklaması nasıl yapılacak? O çocukların hakka, hakkaniyete, yasların onları koruyacağına inancı nasıl temin edilecek? Peki ya aileleri ‘çocuklarınızı yasalar koruyor’ a nasıl ikna edeceğiz? Eğer yasa 18 yaşından küçük olanı çocuk olarak kabul ediyorsa en büyüğü 15 yaşında olan çocuklarla ilgili cinsel taciz davasında yargılamanın herhangi bir yerinde ‘mağdurenin rızası’ ifadesi geçmesini o ailelere nasıl açıklayacağız? Şimdi de en başa dönelim; Subay olduğunu söyleyen bu kişi, bu imajı pekiştirmek için evine subay üniforması, gaz tabancası ve mermi bulundurarak “güven” duygusu yaratmaya çalışıyor. Etrafa ücretsiz İngilizce dersi verdiği haberini yayıyor ve eve bu amaçla gelen bu üç küçüğe cinsel tacizde bulunuyor. Mahkeme kararında ne demişti ‘mahkemedeki saygın tutumu ve tekrar suç işlemeyeceği kanaatinin oluşması’ (!!!) İşte benim beynimin kod belirtemeden hata verdiği nokta! Bundan sonrası büyük harflerle BU ADAM BU SUÇU İŞLEMEDEN ÖNCE EVİNE BUNUN İÇİN BİR DÜZEN KURMUŞ! ÇOCUKLARI TUZAĞINA ÇEKMEK İÇİN SÖYLEDİĞİ YALANLARI PEKİŞTİRECEK HERŞEYİ AYARLAMIŞ! BU ADAMIN EVİNDE DAHA ÖNCE BAŞKA BİR ÇOCUĞA KARŞI İŞLEMİŞ OLDUĞU CİNSEL İSTİSMAR SUÇUNUN GÖRÜNTÜ KAYITLARI BULUNMUŞ! BU ADAM ÜCRETSİZ DERS VERME BAHANESİ İLE KÜÇÜKLERİ TUZAĞINA ÇEKMİŞ ve SAYGIDEĞER MAHKEME HEYETİNDE HERNASILSA BİR DAHA SUÇ İŞLEMEYECEĞİ KANAATİ OLUŞABİLMİŞ. İşlenen suçun öncesi var, akla gelmez hazırlık aşamaları tamam ama şimdi bu son işlediği suçta o kadar pişman oldu ki bir daha suç işlemeyecek öyle mi? Ben anlayamadım… Belki de meselenin özü kravat takmak… E ne yapalım, bundan sonra cinsel taciz mağdurları mahkemeler karar verinceye kadar çıkarmasınlar kravatları… Hem belki birazcık mağdurun/ mağdurenin saygınlığı da hesaba katılır hem de cinsel tacizin suçlusunun hak ettiği cezayı almazsa bu suçtan zarar gören tarafın hayatı boyunca yaşayacağı esareti temsil eder kravat… aktüel hukuk 26 sosyal Ocak 2016 Hoşgeldiniz Avukat E.... İ.... Evren İşler Avukat M imarinin hayatlarımızda çoğu zaman fark etmediğimiz bir etkisi var; tarihi binalar yıkılıp yerine yenileri yapıldıkça o binalardaki anılarımız da yok oluyor mesela. Benzer şekilde, belli alanların mimari çevresi değişiktikçe, o bölgelerdeki toplumsal hafızamız kayboluyor. Bir de, kamusal binalar heybetli(!) inşa ediliyor ki, içine giren vatandaş binaya girişinden itibaren kendisini kamu otoritesi karşısında güçsüz hissetsin. Böyle kocaman kocaman adliye “saray”larımız var artık. Açıldıkları ilk günden itibaren, kamu otoritesinin varlığını avukatlara da kabul ettirmek isteyen otoriteleri ile birlikte şık, temiz, AVM benzeri binalar. İstanbul Adalet Sarayı açıldığında, ilk getirilen “uygulama” avukatların üstünün aranmaya çalışılmasıydı. Bir grup avukat direndi, dayak yedi, kapıdan kovuldu bacadan girdi, görüntülerini almak isteyen sivil polisleri adliye binasından kovdu ve avukatların aranmadan adliyeye girebilmelerini sağladı. Bir başka denetim mekanizması olan “çipli kimlik kartları” ile giriş yapmaya başladı avukatlar. Hatta bazı avukatlar için çok havalıydı bu durum; kimliğini okut, dıııttt, “hoşgeldiniz Avukat E... İ...” Aman pek sevimli. Bugünlerde, adliye koridorlarına girebilmek için de; kimliğini okut, dıııttt, “hoşgeldiniz Avukat E... İ...” Avukatın hangi koridora girdiğini, orada ne kadar kaldığını kaydetmekle ne amaçladıklarını yakında anlarız nasıl olsa, biz konumuza dönelim... Bir grup avukat neden bu kadar direnmişti üstünü aratmamak için? Çünkü Avukatlık Kanunu’nun 58 maddesi “Avukat yazıhaneleri ve konutları ancak mahkeme kararı ile ve kararda belirtilen olayla ilgili olarak Cumhuriyet savcısı denetiminde ve baro temsilcisinin katılımı ile aranabilir. Ağır ceza mahkemesinin görev alanına giren bir suçtan dolayı suçüstü hali dışında avukatın üzeri aranamaz.” demektedir. Gayet açık bir anlatımı var cümlenin ama bir de şöyle ifade edelim; bir avukat ağır cezayı gerektiren bir suç işlemiş bile olsa, ancak ve ancak suç üstü halinde üstü aranabilir. Peki ama neden? Peki neden avukatın üstü aranamaz? Avukatın üstünün aranmaması, avukatlara tanınmış bir ayrıcalık değildir. Tarihin hiçbir döneminde avukatları “sevmemiş” olan kanun koyucu, durup dururken avukatlara ayrıcalık tanımış değildir. Avukatın üstünün aranmaması, yargılama faaliyetinde kamu gücünün karşısında halkın temsilcisi olmasından ve korumakla yükümlü olduğu meslek sırrından kaynaklanmaktadır. Vatandaş gelir, avukatına sırrını verir, savunma malzemesi teslim eder, avukat müvekkilinin izni olmadan bu sırları açıklayamaz; hatta müvekkili izin verse bile avukatın tanıklıktan çekinme hakkı vardır. Meslek sırrı, savunma dokunulmazlığı, bağımsız savunmanın temsilcisi olması nedeni ile avukatın üstü aranamaz. Avukatın üstünün aranması, vatandaşın savunma hakkını ihlal eder. Avukatın üstünün aranması, savunmanın bağımsız olma niteliğini ihlal eder. Avukatın üstünün aranması, savunma dokunulmazlığını ihlal eder. Bu yüzden bir grup avukat, senelerdir, ısrarla, koşullar ne olursa olsun adliye girişinde üstünü aratmamak için direnir. Hep sorulan sorulara da cevap vermeye çalışalım. AVM’ye girerken üstünü aratıyorsun ama? Evet, çünkü AVM’ye vatandaş olarak giriyorum, üstümde kimsenin meslek sırrını içeren belge, bilgi veya herhangi bir malzeme taşımıyorum. Üstümde bunlar varsa AVM’ye gitmiyorum. Havaalanında kendini aratıyorsun ama? Yukarıda cevap aynen geçerli, bir de üstüne uluslararası havacılık kuralları var. Çantanda ne var ki aratmıyorsun? Meslek sırrı var. İstanbul Barosu Nereden Nereye? Avukatlık statüsü, Baro levhasına yazılmakla kazanılıyor. Avukatlık Kanununda yazılı koşulları sağlayan bir kişi, ancak herhangi bir Baroya kaydolduğunda “avukat” oluyor. Ancak, bu durum Baroyu “avukat”ın amiri haline getirmediği gibi, Baro’nun yaptığı birel işlemler hariç (ki bunlar da yargı denetimine tabi), “avukat”ın Baro’nun aldığı siyasi kararlara uygun hareket etme zorunluluğu yoktur. 2000 yılında avukat olduğumda, İstan- bul Barosu, avukatın üstünün araması meselesinde olduğu gibi halkın hak arama özgürlüğünün teminatı olan birçok konuda, avukatların ve halkın yanında tavır alırdı. Tarihi boyunca her zaman, İstanbul Barosu yönetimleri birçok konuda, birçok farklı kesim tarafından eleştirildi ama bir zamanlar en azından “avukatın üstünün aranması” gibi temel konularda Baronun yanımızda olacağını bilirdik. İstanbul Barosunun web sitesinde yapacağınız kısa bir araştırma ile bile görebileceğiniz üzere; İstanbul Beşiktaş Adliye Binası girişinde avukatların X-Ray cihazından sinyal vermeden geçiş yapmalarının istenmesi üzerine 31.08.2010 günü İstanbul Barosu Başkanlığı tarafından İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına yazılan yazı ile “Avukatların adliye binası girişinde üzerinin ve çantasının aranması uygulamalarının giderilmesi hususunda Başsavcılığınız tarafından gerekli girişimlerde bulunulmasını rica ederim” denilmiştir. Son döneme geldiğimizde ise, İstanbul Barosu Başkanlığı avukatların üstünün aranabilmesi için “bu arama değil taramadır” gibi hukuki dayanaktan yoksun kimi açıklama(!)lar ile İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı ile Protokol imzaladı. Bütün kamuoyunun bildiği üzere, bu Protokolün imzalanıp imzalanmadığı bile tartışıldı. Ancak, İstanbul Barosu web sitesinde bulunan 21.04.2015 tarihli “duyuru” ile Başsavcılık ile mutabakata varıldığı, bu mutabakatın hakim, savcı ve avukatlar arasında eşit uygulamayı içerdiği, avukatların çantalarını x-ray cihazına bırakacakları, çantada şüpheli cisim varsa avukatın bu cismi göstermesinin isteneceği ve cismin gösterilmemesi halinde avukatın adliyeye giremeyeceği, hakim ve savcıların da aynı uygulamaya tabi olacağı duyurulmuştur. Sevgili İstanbul Barosu Yönetimi, sen benim adıma ne hakla Savcılıkla “mutabakat” yapıp, Kanun hükmüne rağmen çantamın aranmasını sağlayabiliyorsun? Nasıl olur da, herhangi bir durumda, avukatın adliyeye alınmayacağına dair bir “mutabakat”a varabiliyorsun? Benim adliyeye girişimi, oradaki bir özel güvenliğin ve/veya savcının denetimsiz inisiyatifine bırakabiliyorsun? Sevgili İstanbul Barosu yönetimi, sayenizde üstünü aratmak istemeyen avukatlar artık şu cümlelerin muhatabı oluyorlar “Baronuz aranacağınızı söylüyor, siz nasıl aratmazsınız? Siz Baronuzu da mı tanımıyorsunuz? Ama avukat hanım, herkes aranıyor, siz niye ısrar ediyorsunuz?” Sevgili İstanbul Barosu yönetimi, her dakika açıklamak zorunda bıraktığınız hususları biz de buradan duyuralım; Evet, İstanbul Barosunun bu kararını (duyurusunu, protokolünü adı her neyse artık) tanımıyoruz. Sayısal kriterlere göre “Dünyanın en büyük Barosu”yuz demenin ne manası var, halkın hak arama özgürlüğünün teminatı olduğunuz kadar, meslektaşlarınızı birilerinin keyfi uygulamalarının muhatabı etmediğiniz kadar büyük olursunuz. Biz de işte o zaman, bu baronun mensubu olmaktan gurur duyarız. Geldiğimiz noktada, her adliyeye girdiğimizde hakkımızda tutanak tutuluyor. Her birimizin hakkında onlarca soruşturma var. Savcılıktan soruşturma akıbetlerini sorduğumuzda, “dosyaların kendilerinde olmadığını, bütün belgelerin İstanbul Barosuna gönderildiği” söyleniyor; soruşturmaların bazıları açık bazıları kapalı ama yapılan işlemin ne olduğunu bilmiyoruz çünkü dosya yok. Bilebildiğimiz kadarıyla, İstanbul Barosu tarafından, konu ile ilgili olumlu veya olumsuz herhangi bir işlem yapılmamış durumda. Terbiye(siz) Yani, her birimiz hakkında her an işleme konulabilecek durumda tutulan soruşturma dosyaları var. Ülke pratiği, hukukun her an bir terbiye mekanizması olarak kullanıldığını gösteriyor. Emin olabilirsiniz; üstümüzü aratmamakta o kadar haklıyız ki, bizi bu sonlandıramadığınız soruşturmalarınızla terbiye (!) edemezsiniz. Hak arama özgürlüğünden, meslek sırrından, savunmanın bağımsızlığı ve dokunulmazlığından vazgeçtiğimiz an, bu mesleğin sonunun geleceğini; bu haklara dokunulmasına izin verirsek insanların duruşma salonlarında savunmasız kalacağını, bir kısmı zaten göstermelik olan yargılamaların iyice tiyatro sahnesine döneceğini biliyoruz. Avukatlık mesleğinin sonu gelirse bize bir şey olmaz, “avukat” unvanı taşımadan da yaşarız; ama bu mesleğin sonu gelirse hakkını arayan veya yargılanan insanlarımız savunmasız kalır. Bu yüzdendir inadımız... kadın sosyal hukuk 27 Ocak 2016 Kadının adı: Mağdur Dilan Aydın Öğrenci 2 5 Kasım Toplumsal Cinsiyete Dayalı Şiddetle Mücadele Günü’ydü. Gündemde en güçlü yankıyı uyandıran “kadın cinayeti” dosyası olan Özgecan Aslan dosyasıydı. Toplumsal sağduyu literatürüne neredeyse henüz girmiş olan “kadın cinayeti” ifadesi yine patriarkal şiddettin yöneldiği cinsiyete ilişkin bir ifadedir. Bu sağduyu ifadesi, failin değil mağdurun cinsiyet kimliği üzerinden tanımlandığı için biraz eksiktir. Erkek şiddetinin homofobik transfobik şekilleri de incelenecek olduğu vakit maalesef aynı başlık altında yer kalmayacaktır ve yine siyasal iktidarın besleyip büyüttüğü erkek-egemen sivil ve üniformalı şiddet mekanizmalarının toplumsal cinsiyete dayalı şiddet davranışları için ise bu ifade hayli yetersiz kalacaktır. Özgecan Aslan dosyası, sanıklar hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilmesiyle karara bağlandı. Bu karar emsal teşkil etmesi gereken bir karardır ancak bu cinayeti –ötekilerden- ayrıştıran birçok nokta hukuksal ve toplumsal anlamda klinik bir gözlem alanı yarattı. Mersin Barosu’ndan baroya kayıtlı avukatlardan hiçbirinin zanlıların avukatlığını yapmak istemediğini duyurması “adil yargılanma hakkı” tartışmasının konusu olsa da bu refleks duygusal ve em- salsizdi. Mağdurun genç, güzel, başarılı oluşu hatta üniversiteyi ailesinin yanında okuyor oluşu bile toplumda hukuki gerekliliğin yapılmasından ziyade bireysel öfke tepkileri doğurdu. Bu denli “masum” bir genç kıza yönelik şiddet, sivil inisiyatifleri idam cezası tartışmalarına yöneltti. O arada idam cezasının hukukiliği tartışması atlanmış, infaz talebine geçilmişti bile. Sanık ilk duruşmada “bana şerefsiz dedi” savunmasını yaptı. Burada hakareti cinayete gerekçe gösteren bir erkek aklı çıktı karşımıza, bu savunmayı yapan kişi Adana-Mersin karayolu hattında dolmuş şoförlüğü yapan, yani benzer hakaretlere trafiğin olağan akışında maruz lir. Yapılageliş normun ne yazık ki yetmediği yönünde. Bu eksiklikten kaynaklı kadın platformları, ceza yasasına toplumsal cinsiyete dayalı şiddet suçunun eklenmesi yönünde talepler sunmak üzere hukuk çalıştayı hazırlığındalar. Kadına ve diğer dezavantajlı cinsiyetlere yönelik şiddet davranışları araştırması, şiddet tanımının belirlenmesiyle başlamalıdır. Birleşmiş Milletlerin altı temel insan hakları sözleşmesinden biri olan ‘Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW)’nin öncül maddelerinde ayrımcılığın tanımı yapılmıştır. Şiddetin tanımı ayrımcılığın tanımı kadar net olmasa da, şiddetin motivasyonu, şidde- Özgecan Aslan dosyası, sanıklar hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilmesiyle karara bağlandı. Bu karar emsal teşkil etmesi gereken bir karardır ancak bu cinayeti –ötekilerden- ayrıştıran birçok nokta hukuksal ve toplumsal anlamda klinik bir gözlem alanı yarattı. kalması hayli muhtemel bir kişiydi. Erkeğe özgülenen davranışların kadın tarafından sergilenmesi; kadını, şiddetin yöneldiği yere konumlayabildiği gibi, kadına özgülenen davranışların kadın tarafından sergilenmemesi de yine kadını; erkek şiddetinin mağduru haline getirebiliyor. Öte yandan duruşmada mağdur avukatları ajitatif ifadelere yer verdi, bunlar yine vicdan ve merhamet mekanizmalarını hedef alan söylemlerdi. Mağdur dezavantajlı bir kimlik olduğunda, norm yalnız başına onu korumaya yetmeyebi- tin mağdurunu bi bağlamda ayırıp yine şiddete müsait* bir yere iliştirmektir. Bu suçun failleri neredeyse her seferinde haklı oldukları zannıyla hareket ederler. Mutlaka bir çünkü’leri ama’ları vardır. Toplum canavarı ise şiddeti meşru kılacak kılıfı mutlaka ama mutlaka bir yerden çıkarıp gözümüze sokar, Özgecan Aslan cinayetinde bile… Bir yerlerde birileri, akşam vakti tek başına dolmuşta ne işi vardı? dedi. Bu sorunun cevabı elbet var. Ama kimseyi ilgilendirmez. Kadının davranışları, kararları, değer- leri yoruma açık değildir, erkeğinki de değildir ki zaten değil. Erkeklikle ilişkilendirilen şeref, haysiyet vesikaları bile cinsiyete dayalı şiddetin fitilidir. ‘’Bir kadın olarak’’ ifadesiyle başlayan, davranış formları dayatmalarıyla devam eden tüm cümleler şiddetin körüğüdür. Şiddeti nasıl tanımlayacağımız şiddete nasıl maruz kaldığımızla ilişkili olmamalıdır ama ilişkilidir. 2003 yılında hazırlanmış bir Birleşmiş Milletler raporunda Türkiye’deki kadınların %37’sinin şiddet mağduru olduğu belirtilmiştir. Görüyorum ve arttırıyorum, sene 2015, ve bu rakam %100. Çünkü şiddetten kasıt sadece fiziksel değil, kararlarına kendi hükümlerinizle müdahale ettiğiniz, özgürlük alanlarına tecavüzde bulunduğunuz, kendi değerlerinizle yargıladığınız her hal şiddettir. Tüm bunlara alkış tutmanız hatta sessiz kalmanız bile şiddettir. Bir seçenek dayatmanız şiddettir. Bir başkası adına inisiyatif kullanmanız şiddettir. Özgecan dosyası normun gerektirdiği gibi sonuçlandı. Bu bir lütuf değildir. Ama ne yazık ki diğer tüm katillerin bu özenle yargılanacağına emare de değildir. Bu bilinç hepimizi korkuyla zinde tutmalıdır. Kadına transa, homoya yönelen fiziksel ve duygusal şiddet davranışının karşısına itmelidir. Özgecan dolmuşta tek başınaydı ama sen ASLA YALNIZ YÜRÜMEYECEKSİN. *müsait: TDK’deki tanımlardan biri, “flört etmeye hazır olan, kolayca flört edebilen (kadın)” söyleşi hukuk 28 sosyal Ocak 2016 Ortadoğunun kesik damarları Röportaj: Av. Bülent Akbay S ayın Prof. Dr. Mehmet Yuva* ile Suriye Üzerine Röportaj yapmak için iletişime girdiğimizde kendisini Şam’da bulduk. Sayın Yuva’yı, Suriye’nin haklı mücadelesini dünyaya anlatmak için bir dizi yoğun programı yaşama geçirirken Şam’da bulduk. Suriye’de yaşananların dünü ve bugününü bölgenin kalbinden Sosyal Hukuk okurlarına ulaştırıyoruz. > Suriye’nin Dünya ve bölge için ihtiva ve arz ettiği ehemmiyet nedir? Şam coğrafyası (Suriye, Lübnan, Filistin, İsrail, Ürdün, Anadolu ve Irak) Dünya’nın merkezidir. Bu merkezin kalbi Suriye’dir. Antik çağdan günümüze kadar olan tarihi süreçte yükselen ve yok olan devletleri belirleyen hadiselerin kesiştiği ve yaşandığı mekândır. Hanedanlıkları devletlere, devletleri imparatorluklara dönüştüren ancak aynı derecede imparatorlukları, devletleri ve hanedanlıkları tarih sahnesinden çıkaran sahadır. Bu iddiam tarihi somut verilerle sabittir. Onlarca vaka ile izah edilebilir. Yunanca ve Latincede mevcut olan en önemli siyasi, felsefi, tıbbi ve edebi terminolojinin ana yurdudur. Avrupa, Afrika ve Asya kıtalarına ismini veren Suriyeli prenseslerin vatanıdır. Kadim dinlerin ve Semavi kitapların tedavüle girdiği diyardır. İstisnasız bütün nebilerin (peygamberler) yaşadığı nadide bir vatandır. Çok zengin tarihi eser ihtiva eden, demokrasi, diktatörlük, kent devletler, krallık ve daha nice siyasi sistemleri ikame etmiş, isimlendirmiş ve emsal teşkil etmiştir. Yeryüzü üzerinde var olan bütün kavim ve itikatların yan yana ve bir arada harmanlandığı vatan olmuştur. Şam coğrafyası Dünyanın en zengin, başta petrol ve doğal gaz olmak üzere, yer altı ve yer üstü kaynaklarına sahiptir. Bereketli Hilal olarak bilinen toprakların yer aldığı bölgedir. Bu özelliklere haiz olan Suriye’yi kontrol etme ve sahip olma mücadelesi her daim uzak yakın kuvvetlerin gündeminde olmuştur. Suriye’nin geçmiş yüz yılda cereyan eden olayların direkt tesiri altında kaldığı merkezi meselesi Filistin’dir. Suriye’nin Güney coğrafyasından koparılan ve sömürge kuvvetler Dünya Siyonist Örgütü, İngiltere ve Fransa ardından ABD’nin desteği ile kurulan İsrail, Şam ile tabii uzantısı Mısır arasına hançer gibi sokuldu. Buna rağmen Suriye, Filistin ve Lübnan’da cereyan eden gelişmelerde en önemli taraf ve aktör kaldı. Bu gerçeklik Suriye tarihi ile özdeştir. BAAS ve Esad iktidarı öncesinin de temel prensibidir. 1967’de su kaynakları açısından çok zengin olan bereketli Golan bölgesini İsrail işgaline kaptıran Suriye ihtiva edilmeden, teslim alınmadan, yok edilmeden veya bölünmeden İsrail ve müttefikleri Filistin ve Lübnan’da kolay cirit atamaz. 6 Ekim 1973’te patlak veren Suriye-İsrail savaşında, Baba Esad iktidarı döneminde, Golan bölgesinin bir bölümü (merkezi kent Kunaytra dahil) geri alındı. Suriye ile hasmani ilişkiler yaşamış olan, ABD ve İsrail’in bölgemizdeki en önemli dostu İran ve Suriye arasında, 1979 devrimi sonrasında, stratejik işbirliğinin temel taşları döşendi. Bu gelişmeler, 1950’den sonra ABD’nin feleğine girmiş olan Türkiye’nin Suriye başta olmak üzere bölgeye daha aktif müdahale etmesi için teşvik edildi. Menderes hükümetinin 1956’dan sonra Suriye’yi tehdit ve işgal etme faaliyetleri İngiltere-ABD- İsrail çıkarları uğruna zuhur etmiştir. Ve o tarihte henüz Suriye’de ne BAAS ne de Esad iktidardaydı. Ancak, “rough states-zor kontrol edilen ülkeler” kategorisinde görülen Türkiye’yi, sol hareketlerin kuvvetli toplumsal eylemleri sayesinde, 60 ve 70’li yıllarda rahat kullanamadılar. Bu fırsat, 1980 askeri darbesi ile hasıl edildi ve Türkiye, bu amaçlar için, önemli bir operasyon merkezi oldu. Filistin meselesi, 80li yıllar sonrasında, su ve enerji kaynaklarını elde etme, güzergâhlarını kontrol etme, İsrail’in her alanda üstünlük kurma, varlıklı, geniş ve kalabalık bir pazardan silah sanayi, elektronik, inşaat, otomotiv ve hizmet sektöründen en büyük payı kapma mücadelesi ile iç içe girdi. Bölgenin damarlarının kesilmesinin nedeni emperyal güçlerin pay kapma arzusudur. > Arap Baharı Öncesinde Suriye Eksenli Bölgesel Gelişmeleri Özetler misiniz? 21.ci yüz yılın ilk çeyreğinde, eski ABD Başkanı Bill Clinton’un ifadesiyle, “20.ci yüz yılda eksik kalmış projelerin tamamlanması” için, ABD ve müttefik- söyleşi leri, kurgulanmış olan 11 Eylül 2001 terör eylemini bahane ederek, kapsamlı bir saldırıya geçti. “Dünya barışı ve insanlığı tehdit eden El-Kaide terör örgütü ile savaş” vurgusuyla önce Afganistan ardından Irak işgal edildi. Milyarlarca dolarlık afyon ticareti, Orta-Asya’nın göbeğine askeri üs kurma, İran, Rusya, Çin ve Hindistan’ın artan nüfuzunun kıskaç altına alınması ve buralara özellikle dinidar kuvvetleri vasıtasıyla müdahale edilmesi, Afganistan’daki varlığın en önemli unsurlarıdır. Irak işgali bir talan ve bölme hareketidir. Irak ve Arap milli kimliğin en önemli temsilcisi olan ordunun tasfiye edilmesi, İsrail düşmanlığı temelinde eğitim yapan laik ideolojinin yaygınlaşmasında etkili olan Irak BAAS sisteminin lağva edilmesi amaçlandı. Etnik ve mezhepsel ayrışmalar teşvik edildi. ABD, Irak’a Fransa’nın 1920’lerde Lübnan’a dayattığı mezheplere dayalı siyasi sistemi ikame etti. Dünyanın en zengin tarihi eserleri yağmalandı. Merkez bankası altın rezervleri kamyonlara doldurularak meçhule götürüldü. Nüfus ve tapu daireleri yakıldı. Barzani hanedanlığı Kuzey Irak’a mutlak hakim edildi. Şii saltanatı teşvik edilerek Sünnilerde radikalizmin hortlamasının (El Kaide-IŞİD) alt yapısı hazırlanıp desteklendi. Milyonlar katledildi. Nüfusun büyük bir bölümü özellikle Suriye’ye sığındı. Yüzlerce alim, siyaset erbabı, gazeteci, mütefekkir, edebiyatçı, sporcu ve müzisyen öldürüldü. Petrol şirketleri Dünyanın en büyük petrol ve doğal gaz tabakası üzerinde olan ülkenin bereketini aralarında pay etti. Güneyde Şii, orta bölgelerde Sünni, Kuzeyde Barzani Kürt hanedanlığı egemen kılındı. Türkmenler filler tepişirken ayaklar altında kalan çimen misali kaldı. Sünni Türkiye iktidarları Şii Türkmenlerin feryatlarını duyamadı. Irak Türkmenlerinin sığındığı güvenli liman yine Suriye oldu. Irak işgali ardından ABD, Şam’a aleni olarak abanın altından sopayı gösterdi. İşgale karşı çıkmaması, isyancıları desteklememesi, Iraklılara kucak açmaması ve ABD’nin bölgeyi tanzim projelerinde görev almasını talep etti. Bu isteklerini ABD sultası, 2004’te dönemin Dış İşleri Bakanı Colin Powell’i Esad’a göndererek Şam’a resmen iletti. PowellEsad görüşmeleri esnasında Irak talepleri yanı sıra ABD, Suriye’nin Filistin örgütlerini sınır dışı etmesi, sunduğu askeri ve siyasi desteği kesmesi, Lübnan Hizbullah’ına askeri yardımlarını askıya alması ve ilişkilerini rafa kaldırması, İran ile bağını koparması, Lübnan’dan ordusunu çekmesini istedi. Bunları yaptığı takdirde Petrol Şeyhliklerinin sosyal hukuk 29 Ocak 2016 sermayesinin Suriye’yi şahlandıracağını, Esad’ın genç reformcu ve demokrasi sevdalısı bir lider olarak bölgeye emsal teşkil edeceği ve Batı ile ilişkilerinin iyileştirileceği, Suriye’nin ABD’nin terör listesinden çıkarılacağı ve Golan Bölgesinin halli dahil, İsrail ile yeniden barışın ve diplomatik münasebetlerin ikame edileceği vaat edildi. Esad’ın aslında Rusya’nın henüz sahadan uzak olduğu, İran’ın toparlanma sürecini yaşadığı ama en önemlisi ABD’nin en saldırgan bir döneminde ABD’nin taleplerini ret etmesi hiçte kolay bir mesele değildi. Ama Esad, ABD’ye teslim siyasi ve sosyo-ekonomik sorunlar yarattı. Bu Batıya ve dostlarına gösterilen güçlü meyle rağmen Suriye, geleneksek dostları ve Hizbullah gibi bölgesel müttefikleri ile irtibatı muhafaza etti. Ölü doğan proje Suriye’nin halen geleneksel dostlarıyla iyi ilişkileri sürdürmede ısrarlı olması, Rusya, Çin ve İran’ın toparlanıp karşı atağa geçmeden, Büyük Orta-Doğu Projesini (BOP) uygulamaya koymak isteyen ABD’nin sabrını taşırdı. Suriye zamana oynuyordu ve bu kabul edilemezdi. Suriye’yi içten fethetmenin Milyonlar katledildi. Nüfusun büyük bir bölümü özellikle Suriye’ye sığındı. Yüzlerce alim, siyaset erbabı, gazeteci, mütefekkir, edebiyatçı, sporcu ve müzisyen öldürüldü. Petrol şirketleri Dünyanın en büyük petrol ve doğal gaz tabakası üzerinde olan ülkenin bereketini aralarında pay etti. Güneyde Şii, orta bölgelerde Sünni, Kuzeyde Barzani Kürt hanedanlığı egemen kılındı. Türkmenler filler tepişirken ayaklar altında kalan çimen misali kaldı. Sünni Türkiye iktidarları Şii Türkmenlerin feryatlarını duyamadı. Irak Türkmenlerinin sığındığı güvenli liman yine Suriye oldu olmadı. ABD’nin Irak sahasında ABD’yi askeri olarak yoracak ve meşgul edecek her unsuru destekledi. Irak’ta askeri işgalini hızlı bir zafere dönüştüremeyen ABD, Suriye’yi işgal etme senaryosunu uygulamaya koyamadı. Barzani’nin yardımıyla ABD 2004’te, Suriye’nin Kuzeyinde ilk “Kürt isyanı” provasını sahneye koydu. Ancak bölgenin etkili Arap aşiretleri ve ordunun hızlı ve sert müdahalesi sonucu olaylar büyümeden kontrol altına alındı. Bunun yerine “soft power-yumuşak sulta” planı devreye sokuldu. Bu planın uygulayıcıları Türkiye, Katar, Suudi Hanedanlığı, Vatikan ve Batı oldu. Suriye biraz zorunluluktan biraz da öngörüsüzlükten, “açık kapı” diplomasisini devreye soktu. Türkiye ve Katar’dan gelen adımları taltif etti. Batının, “açılım, liberal ekonomi politikaları, özelleştirme” beklentilerine olumlu karşılık verdi. Şüphesiz ki, Suriye’nin bu politikaları adapte etmesi ülke içinde çok ciddi uzun soluklu ve zor bir süreci gerektirdiğini idrak eden ABD, Suriye’nin yumuşak karnı olarak bilinen Lübnan’da BOP’un doğması için 2005’te düğmeye bastı. Suriye ordusunun Lübnan’dan çıkması için organize protesto gösterileri, medya üzerinden açık saldırılar ve uluslararası baskılar arttı. Bunun için ortam da uygundu. Uzun yıllar Lübnan’da BM ve Arap Ligin onayı ile kalan, iç savaşı bitiren ve istikrar unsuru olan Suriye ordusu ortaya çıkan çok önemli sorunların sorumlusu ad edildi. Keyfi uygulamalar, kaçakçılıktan pay alan askeri ve siyasi yetkililer, rüşvet, muhaberatın her konuya müdahalesi, siyasi iktidarların şekillenmesine dahil olması Suriye’yi Lübnan iç politikalarında boğmaya başlamıştı. Suriye’nin dostlarının tavsiyelerini nazari dikkate almaması, Lübnan sahasından sorumlu olan Suriyeli yetkililerin (Fransa’ya kaçan Cumhurbaşkanı yardımcısı Abdulhalim Haddam misali) yabancı devletlerle para ve özel siyasi ilişkilere girmesi ve Suriye’yi çok zora sokan “ihanetler” içinde yer alması Şam’ı Lübnan üzerinden rahat vurmanın önünü açtı. İşte bu koşullar altında olan Suriye, Lübnan eski Başbakanı popüler Suudi Hanedanlığın vitrindeki yatırımcısı, Sünni Refik Hariri’nin bombalı suikast ile katledilmesi ve iki saniye sonra malum medyanın olayı Suriye’nin üzerine yıkma faaliyetleri ile Şam tamamen köşeye sıkıştı. BM Güvenlik konseyi kararı ile Suriye ordusunun Lübnan’dan çıkması istendi. Çıkmadığı takdirde BM kararına binaen askeri zor kullanılarak kararın uygulanacağı bildirildi. Suriye’nin Lübnan dosyasından sorumlu olan ve bugün birçoğu yurt dışına kaçanlar, ordunun Lübnan’dan çıkmaması ve karara meydan okuması için Esad’ı ikna etmeye çalıştılar. Amaçları orduyu uluslararası bir askeri güce kurban etmekti. Esad oyunu deşifre etti, rasyonel davrandı ve ordusunu çekti. Hariri katliamı için uluslararası mahkeme ve BM yetkilileri ile samimi işbirliğine hazır olduğunu deklere etti. Böylece Lübnan’ın ve belki de Suriye’nin “hukuki” işgal planını boşa çıkardı. Uluslararası ciddi bir baskı altında olan Suriye’nin Lübnan’daki müttefiki Hizbullah’a gerekli askeri yardımları yapamayacağını hesap eden ve psikolojik üstünlük elde ettiğini sanan İsrail, ABD’nin de oluru ile Temmuz 2006’da Lübnan’a çılgınca saldırdı. Suudi Hanedanlığı ve dinidar Münafık Sünni Kardeşlerin Şii Hizbullah’a destek verilmemesi gerektiğini fetvalarıyla ifade etmelerine rağmen, 33 gün süren savaşın sonunda Hizbullah, Suriye ve İran’ın verdiği açık destekle, İsrail’i bozguna uğrattı. Doğum Müjdesi dönemin Dış İşleri Bakanı Condalizza Rice tarafından ilan edilen BOP, Lübnan’da Hizbullah, Suriye ve İran’dan dolayı ölü doğmuştu. Tekerine çomak sokulan İsrail, ABD ve bölgesel taşeronları öfkeliydi. Projenin b planı; “Arap baharı” BOP direkt merkez ülkeler hedef alınarak değil, çevre ülkeler ele geçirilip merkez devletler kuşatılarak uygulamaya konulacaktı. Arap Baharı bombası Kuzey Afrika (Batı Arap Coğrafyası) ülkelerinde patlatıldı. Bu proje ile bir taşla birden fazla kuş vurulacaktı. Batının ikame ettiği köhnemiş müttefikler iktidardan uzaklaştırılıp Batı’nın bu ülkelerde (Tunus, Mısır) artık demokrasiyi inşa etmek istedikleri propagandası yapılacaktı. Arap dünyasının özgürlük ve demokrasiye hasret kalmış zenginlik içinde yoksul yaşayan halkları “devrim” yapacaktı. Ama bu devrimin Münafık söyleşi hukuk 30 sosyal Ocak 2016 Müslüman Kardeşler Örgütlerince kazanılması için uğraşı verilecekti. Bu örgütlerin hamisi ve ağabeyi AKP olacaktı. Kaddafi gibi, artık Batının da dostu olmuş kadim “diktatörler” dış askeri müdahale ile yıkılacak ve Libya petrolü, parası müdahaleci haramiler arasında paylaşılacaktı. Ülke onlarca dinidar yapılanmanın merkezi üssü haline getirilecek ve burada eğitilen ve donatılan yüzlerce cani ve harami ağır silahlarıyla birlikte Türkiye üzerinden ana hedef Suriye’ye taşınacaktı. Senaryo büyük ölçüde arzulanan biçimde tatbik edildi. Arap Baharı rüzgarı en nihayet Şam coğrafyasının kalbi olan Suriye kapılarına dayandı. Suriye’nin oturmuş ve iyi işleyen hukuk düzenine, ciddi siyasi ve ekonomik reformlara, yaygın rüşvet ve kayırmacılığın yok edilmesine, bürokrasi gırdabının rafa kaldırılmasına gayet ihtiyacı vardı. Ancak 100’e yakın ülkeden devşirilen cani ve haramilerin, demokrasi ve özgürlük karnesi sıfırlarla dolu olan Suudi ve Katar hanedanlığın, AKP iktidarının, Münafık Müslüman Kardeşler’in, Ürdün’ün, İsrail’in, ABD’nin, Fransa’nın ve sahadaki “Allahu Ekber” sloganı dışında bir program sunamayan dinidar mahlukların Suriye’ye hukuk düzeni, demokrasi, özgürlük ve insan hakları getirmedikleri üç maymun olmayan her insanın idrak ettiği bir somut vakıa idi. > Suriye’de 2011 yılından bu yana yaşananları özetler misiniz? Daha öncede ifade ettiğim gibi, Suriye’de ciddi siyasi hatalar sonucunda ayaklanmayı besleyen nesnel koşullar da vardı. Ülkede dini örgütler, illegal dergâhlar, tekkeler, dinidar cemaatler mantar gibi türedi- ler. Devrimci ve laik eğitim ve ekonomi sistemi yerini “serbest sosyal pazar” terimleri ile süslenen kapitalist ticaret ruhu hortladı. Serbest girişimcilik “serbestçe” faaliyet yürütmek değildir. Devlet, işçi, memur, çiftçi, sanatkâr, küçük tüccar ve kamu iktisadi teşekkülleri koruyacak, destekleyecek önlemler almadı. Buna rağmen ülkede yeni ticaret burjuvazisini temsil edecek siyasi bir parti oluşmadı. Buda hem devleti hem toplumu yönetme hakkını anayasada garanti altına almış olan BAAS partisinin hanesine yazılan eksiler oldu. Göstermelik, kendisinin taşeronları gibi hareket eden siyasi partiler topluma yetersiz kalıyordu. Toplumun en solunda yer alanlarla en sağında yer alanları BAAS içinde görmek mümkündü. Partiye akın edenlerin önemli bir kesimi partinin ruhuna, tarihine ve ilkelerine inandığı için değil, parti üzerinden sağlayacağı şahsi çıkarlar için oradaydı. Bu durum nifak, rüşvet ve iltiması yaygın hale getirdi. Ayrıca, şiddeti tasvip etmediğini ve İhvan hareketi ile bağının olmadığını deklere eden dini yapılanmaların toplumda önemli bir şebekeyi örmesinin imkânını yarattı. İçte bu durumu iyi takip eden dış güçler Türkiye, Ürdün, Lübnan, Avrupa ve Suudi hanedanlığında uzun yıllar yaşamakta olan veya oraya iltica etmiş özellikle Müslüman Kardeşler Örgütü (İhvan) mensuplarının 2010’dan itibaren aktif bir hare- ketlenme içinde oldukları gözlemlendi. ABD, İsrail, Ürdün, Suudi Hanedanlığı, Katar, Erdoğan-Davutoğlu hükümeti uzun bir zamandır bu hazırlıkların askeri alt yapısı üzerinde çalışmışlardı. “Duvara demokrasi istiyoruz yazısı yazan çocukların karakolda tırnakları koparıldı” yaygarası ile ilk ayaklanma provası Suriye-Ürdün arasında yer alan Der’a kentinde sergilendi. Ülkenin birçok yerinde “barışçıl” protesto gösterileri yapıldı. Aslında uzun bir müddet bu gösteriler herhangi bir müdahaleye maruz kalmadı. Bu esnada devlet ve BAAS partisi boş durmadı. Onlarda devlet ve Esad’ı destekleyen kitlesel gösteriler organize etti. Bu sürecin ülkede arzulanan ve başka ülkelerde sağlanan temelli dönüşümü mümkün kılmayacağı idrak edildi. B planı devreye sokuldu ve ülkenin bir çok bölgesinde aynı anda silahlı isyan patlak verdi. Birileri silahlı isyanın ordu ve emniyet güçlerinin protestoculara karşı gösterdikleri aşırı şiddetten dolayı hasıl olduğunu iddia etmektedir. Bunun doğru olduğunu varsayalım. Burada cevap arayan soru şudur; Bu kadar silah yüzlerce insanın eline nasıl ve ne zaman geçti? Suriye’de silah satışı yasaktır. Trafik polisleri bile silah taşımaz. Suriyeli muhaberat ve emniyet kuvvetlerinden çok korkar ve çekinir. Buna rağmen bu kadar silah nereden geldi ve neden depolandı? Bu sorular bile aslında Suriye’de cereyan eden hadiselerin organizeli ve bu koordinasyonun devlet ve istihbarat kurumlarının bilfiil içinde yer alması ile mümkün olduğunu göstermektedir. Camiler ve denetimsiz bırakılan dini medreseler silahlı isyanın merkezinde yer aldılar. Sofistike iletişim araçlarının yaygın olarak mevcut olması, nitelikli silahların kullanılması, onlarca tünelin kazılması, Katar El-Ceziresi ile Suudi ElArabiyesi Fransız 24’ü, ABD CNN’i isyana hayati önemde olan katkılar sağladılar. Militan gibi çalıştılar. Legal illegal bütün aktivitelerin içinde yer aldılar. Bütün bunların hasıl olabilmesi için bu kuvvetlerin devletin içindeki casuslarından, işbirlikçilerinden büyük yardımlar gördüler. Olayların başında devletin bu kadar fire vermesinin ve bocalamasının yegâne sorumlusu devletin kendisidir. Bu hakikat Suriye devletinin bol hainlere haiz olduğunu ortaya koymuştur. İlginç olan şudur ki, Suriye devletine, Esad’a ve orduya sahip çıkanların büyük bir kesimi aslında devletin ihmal ettiği ve liberalleşmeden en çok zarar gören fakir halk tabakasıydı. Ayrıca, “milli” burjuva kesiminin ezici çoğunluğu bu isyan içinde yer almadı. Muhalefetin Sünni-Alevi provokasyonları ve propagandalarına rağmen Suriye halkının önemli bir kesimi Suriyelilikte ısrarcı kaldı. Katliamcılar Türkiye’ye kaçtı Suriye’de yaşanan ilk katliamlar Ürdün ve Türkiye’den Suriye’ye geçen silahlı militanlar tarafından yapıldı. Türkiye sınırına yakın olan Cisr El-Şuğur kasabasında Türkiye’den gelerek karakol ve emniyet binasını basan teröristlerin 110 emniyet mensubunu katletmeleri ve bazılarını canlı gömmeleri Türkiye Şam Büyükelçisi ve yabancı diplomatlar tarafından olay yerinde yaptıkları inceleme ile tespit edildi. Katliamı yapanlar tekrar Türkiye’ye kaçmışlardı. Benzeri bir katliamı Ürdün’den gelenler Der’a da karakol ve polis binalarını basarak, içerdekileri infaz ederek ve binaları yakarak yapmışlardı. Her iki olayda ilginç olan husus şudur ki, katliamlardan sonra organize bir propaganda ile sivil halkın kaçması Türkiye ev Ürdün’e sığınması teşvik edildi. Katliam haberini alan ordunun harekete geçtiği ve emniyet mensuplarının intikamını almak için sivil halkı katledeceği propagandası yapıldı. Etkili olan propaganda ile binlerce kişi Türkiye ve Ürdün’e kaçtı. Türkiye ve Ürdün sınır bölgelerinde infiale yol açan bu hadiseler aslında pimi çekilmiş bom- söyleşi sosyal hukuk 31 Ocak 2016 > banın patlaması ve ülke çapında hazır bekleyen hücrelerin harekete geçmesi için beklenen mesajdı. > Bugün sahada demokratik bir muhalefetin kaldığı söylenebilir mi? Demokratik kurallara bağlı ve insan haklarına saygılı tüm muhalefet güçleri çatışma ortamından uzaklaştı. Suriyelilik bilinci taşıyanların ya Esad güçlerinin yanında yer aldığı veya geri çekilerek Esad lehine bir normalleşmeyi bekledikleri gözlemleniyor. Buna karşılık kamuoyuna muhalif diye empoze edilenler büyük oranda mezhepçi yapılanmalardı. Bugün Suriye ordusu dışında muhalefet sahasında etkili 3 ordu bulunmaktadır. En güçlü kolu oluşturan YPG başta olmak üzere “Kürt” kimlikli ordu. IŞİD ordusu ve El-Nusra’nın başını çektiği Fetih ordusu. Sayıları yüze ulaşan, şatafatlı Osmanlı sultanları isimleri alan “Türkmen” gruplar dahil, bütün diğer orducuklar bu üç ordunun feleğinde hareket ederler. Her üç ordunun dış bağlantıları kuvvetlidir. ABD, Türkiye, Katar ve Suudi Hanedanlıkları başta olmak üzere birçok devletin bu ordular içinde uzantıları vardır. Türkiye sünni islam devleti peşinde Katar ve Suudi istihbarat subayları ve sermayesi ikinci ve üçüncü ordularda çok güçlü temsil edilmektedir. Türkiye, ilk dönemlerde, Kürtlerin başarılarını dizginlemek ve Suriye ordusuna karşı başarıları teşvik etmek adına IŞİD ile dirsek teması içinde olduğu bir çok diplomatik kaynak tarafından dillendirildi. Ancak Türkiye, özellikle üçüncü ordunun (Fetih) en önemli müttefikidir. IŞİD ve Fetih orduları Suriye’de kendi “Sünni” İslam yorumları ile örtüşen dine dayalı bir sistem hedeflemektedir. YPG’nin başını çektiği birinci ordunun siyasi hedefleri çelişkiler arz eder. Bu kesim Suriye devleti dahil bütün aktörlerle temas halindedir. Konjonktüre uygun pozisyon almaktadır. Kendi içinde homojen değildir. Barzani ile yakın münasebet içinde olanlar olduğu gibi PKK’yi kardeş örgüt olarak telakki edenler vardır. “Demokratik bir Suriye” için ülkenin Kürt, Sünni ve Alevi bölgelere ayrıştırılmasının elzem olduğunu telkin edenler de mevcuttur. Bu hedefleri ile dini ordular ile zımni ittifak halindedir. ABD ile hareket etmenin Kürdistan’ın kurulmasına hizmet edeceğini ifade edenler olduğu gibi, laik ve devrimci bir karakter taşıyan Kürt silahlı hareketinin ABD ve İsrail’e mesafeli kalması gerektiğini bir ihtimal Rusya ile hareket etmenin daha faydalı olacağını düşününler de vardır. Son dönemlerde, Suriye’nin toparlanması ve karşı atağa geçmesinden mütevellit Suriye’den ayrılıp bağımsız bir Kürdistan arzulamadıklarını, demokratik bir Suriye içinde demokratik mahalli yönetim talep ettiklerini dillendirmektedir. Bu ordulara destek veren yabancı devletlerin farklı hedefleri zuhur etmektedir. Ancak şu an sahada üç bariz proje rekabet halindedir. ABD’nin Lazkiye denizi veya İskenderun körfezine taşımakı istediği Kürdistan planı uzun bir zamandır tedavüldedir. Bunu başaramadığı takdirde, Suriye devletinin Kuzey coğrafyasından Kürt kantonları vasıtasıyla uzak tutulması amaçlanmaktadır. Rusya, Suriye devletinin ülkenin her karış toprağına egemen olduğu ancak Kürtlerin demokratik haklarının teslim edildiği bir projenin daha rasyonel olacağını düşünmektedir. Türkiye, ABD’nin projesi ile Rusya’nın hedefleri arasına bir kama sokmak arzusundadır. Türkmen kökenli cihatçıların da parçası oldukları Nusra öncülüğündeki Fetih ordusunun Lazkiye’nin Kuzeyinden Fırat nehrinin Batısına kadar olan alanda hâkimiyet sağlamasını istemektedir. Böylece hem Kürt kantonların Halep ve Lazkiye’ye sarkmalarına engel olacağı hem de kontrolünde kalacağı bu bölge üzerinden Esad iktidarı üzerinde baskı kurmaya devam edeceği inancındadır. Ayrıca desteği ile sağlanan askeri kazanımlar sayesinde Suriye’nin siyasi geleceğinde söz sahibi olabileceğini beklemektedir. Suriye’nin dağılması halinde, son ihtimal olarak, bu bölgeleri Türkiye’ye ilhak etme arzusunda olanlarda mevcuttur. Son olarak Rusya’nın müdahalesi ve düşürülen Rus jeti hakkında ne düşünüyorsunuz? Rus hava operasyonlarının Türkiye’nin emellerine zarar vermesi Erdoğan-Davutoğlu hükümetinde zuhur eden derin rahatsızlığın sebebidir. Şu an Suriye ordusu sahada en kuvvetli hamleleri yapabilen ve sonuç alan konumdadır. Diğer her üç ordu vur-kaç ve alanlarını savunma pozisyonundadır. Suriye ordusu kararlı Rus müdahalesi sonrasında önemli bir üstünlük elde etti. Ancak bu üstünlüğü nihai bir zafere kavuşturması için henüz zaman erken. Ayrıca Suriye, her an yeni müdahalelere ve gelişmelere gebe olmaya müsait bir sahadır. Burada Rus uçağının düşürülmesinden sonra ortaya çıkan yeni askeri durum ise manzaranın biraz daha netleşmesine yol açtı. Plan ve hedef odaklı çalışan devletler bir uçak ile üç ve daha fazla hedef alır. Nitekim de öyle oldu: Lazkiye’nin Kuzey’inde ve başka noktalarda daha sert müdahalelerde bulundu ve daha rahat bulunmaya devam edecek. Gıda veya başka amaçlar için Türkiye hudut kapılarını kullanan muhalif gruplar artık bu noktalarda da rahat ve güvenli bir atmosferde çalışamayacak. Daha önce bu noktalara “angajman kuralları gereği” 10 ve hatta 20 km yaklaşamayan Suriye savaş uçakları artık Rus savaş uçakları tarafından ziyaret edilecek. Cilvegözü sınır kapısından hemen sonra yaratılan ticaret bölgesi ama özellikle Y-Hong Kong statüsünde faaliyet yürüten Sarmada kenti ilk kez ağır bombardımanlara maruz kaldı. Bu mekanlar savaş lordlarına milyonlarca dolar getirim sağlıyordu. Rusya, Suriye’ye S-300 leri bile vermekte tereddüt ediyordu. Uçak düşürüldü Lazkiye’ye S-400 ler ikame edildi. Suriye hava sahasını ihlal edecek uçaklara ama özellikle Türk savaş uçaklarına uyarıda bulunuldu. Davutoğlu’nun uçuşa yasak bölge, güvenli bölge hayaline açık meydan okudu. Suriye’nin uzun zamandır sahip olmak istediği Rus T-90 tanklarını teslim almaya başladı. İran önümüzdeki dönemde mevcut olan askeri varlığını artıracak ve savaşa daha aktif müdahale edecek. Yeni bir Dünya düzeni kuruluyor. Bu nizamın tohumları Şam coğrafyasının toprağına da atıldı. Hangi tohum tutar sorusuna, Kızılderili deyimi ile, “hangisini daha iyi beslersen” diyelim. Ya 100 sene önce bu toprağa atılan tüm bölgeyi etnik ve mezhep temelinde parçalayan, suni sınırlar çizerek yaratılan yapay erkler arasında sürekli krizler çıkartan, işgal, terör ve talan projesi olan Sykes-Picot sömürgeci zihniyet yeniden hortlayacak yahut çoğulcu, ötekinin varlığı ve hukukuna saygılı, sosyal adaleti ve ekonomik refahı temin eden anti-emperyalist ve anti-Siyonist bir düzen bina edilecek. Mehmet Yuva Kimdir? Hatay’ın Samandağ ilçesinde Lise eğitimini tamamladıktan sonra Batı Almanya Frankfurt Johann Wolfgang Goethe Devlet Üniversitesi, Siyasal Bilimler Fakültesi-Uluslararası Siyasi İlişikler Tarihi Bölümünden mezun oldu. ABD-New Hampshire Vilayet Üniversitesi, Amerika Tarihi Bölümünden Yüksek lisans ve mastır yaptı. Aynı bölümde, “Kıbrıs Tarihi ve ABD’nin Kıbrıs Taksiminde Rolü” adlı Doktora çalışması, 1997’de Suriye-Damaskus (Şam) Üniversitesi Tarih Bölümü bünyesinde kurulan ABD-Suriye Bilim Kurulu tarafından ‘Pekiyi’ derecesi ile kabul edildi. 2000-2007 yılları arasında Suriye’nin ilk özel koleji olan ve Cambridge Üniversitesi bünyesinde İngilizce eğitim veren Pakistan İnternational School’da Kadim Tarihten Günümüze Suriye Tarihi dersleri verdi. 2002’de Suriye-Türkiye Dostluk Komitesinin Genel Koordinatörü oldu. 2004-2011 arasında Dimaşk (Şam) Üniversitesi bünyesinde yer alan Türkçe Öğretim Merkezinin müdürlüğünü yaptı. 2006’dan bu yana Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’a Türkiye’den gelen resmi heyet ziyaretleri esnasında tercümanlık yapıyor. Arapçadan türkçeye, türkçeden arapçaya bir dizi eseri çevirerek iki ülkenin kültrel ve siyasal yaşamına katkıda bulundu. Halen Dimaşk (Şam) Üniversitesi-Tarih Bölümünde, ABD Tarihi, Çağdaş Dünya Olaylar tarihi, yüksek lisans programında da Kıbrıs ve Modern Türkiye Tarihi derslerini veriyor. Bu sayımızı, yazarımız olmayı kabul eden fakat bu yazıyı yazamadan katledilen Tahir Elçi’ye adıyoruz...