MEKKE VE MEDİNE`DEKİ İSLAMİ ESERLER İSLAMİ ESERLER

advertisement
MEKKE VE MEDİNE’DEKİ İSLAMİ ESERLER
İSLAMİ ESERLER; MEKKE VE MEDİNE
GİRİŞ
Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla
“Ebedi hayatın sermayesi olan ve insanı tevhit ve tenzih ufkuna
yakınlaştıran haccın manevi mertebeleri, onun kulluğa yönelik
yönergelerine sahih, yaraşır ve titizlikle amel edilmediği sürece
gerçekleşmeyecektir.”
Hazreti İmam Humeyni (r.a)
Hac; görkemli bir gösteri, muvahhit insanın O’nun dışında her şeyden
kurtuluşunun doruk noktası ve hoyrat nefsin savaş arenası ötesindeki yolu;
bireysel ve toplumsal hayatın yayılımında aşkın, fedakârlığın, bilincin ve
sorumluluğun benzersiz yansımasıdır. O halde hac, İslam mektebinin hakikat
ve değerlerinin tam anlamıyla cilvelenmesidir- berraklaşmasıdır.
Müminlerin bu ilahi ibadetle derin bir tanışıklıkları vardır ve her sene
dünyanın her yerinden coşkulu katılımlarıyla kalplerinin pasını zemzem
tevhidinin berraklığıyla temizlerler ve Hz. Hak’la misaklarını yenilerler. Bizim
edep ve kültür mirasımız, haccın hayat veren öğretileriyle dopdoludur, ancak
bu önemli farzın sayısız boyutları tanınmamış ve unutulmaya terk edilmiştir.
İmam Humeyni’nin (r.a) pasparlak düşüncesi ışığında İslam İnkılabı’nın
zaferi, diğer İslam maarifi ve hükümleri gibi haccı da kendi gerçek yerine
oturtmuş ve onun dosdoğru yüzünü ve zengin içeriğini ortaya koymuştur. Ne
var ki haccın felsefesi, boyutları ve bereketlerinin tanınıp tanıtılması; mümin
hacı adaylarının, Allah’ın meleklerinin indiği kutsal duraklarda ve nebilerin ve
velilerin durak yeri olan kutsal yerde, dini bilinç ve şuurla adım atması için
önümüzde henüz upuzun bir yol vardır.
Böylesine büyük hedefin gerçekleşmesi doğrultusunda “Yüce Rehberlik
Makamı Hac Organizasyonu Temsilciliği”, İmam-ı Rahil’in (r.a) yüce ve
ölümsüz düşüncelerinden ilham alarak İbrahimi haccı ihya etmek ve İslam
İnkılâbı’nın büyük rehberi Hz. Ayetullah Hameneî’nin (Allah ömrünü uzun
etsin) çok değerli yol göstericiliğinden faydalanarak Müslüman düşünürlerin,
hac kültürü sevdalılarının ve Haremeyn-i Şerifeyn ziyaretçilerinin önüne yeni
bir bölüm açma çabasındadır. Bu sebeple “Yüce Rehberlik Makamı Hac
Organizasyonu Temsilciliği”, hac maarifi ve hakikatleri konusunda araştırma,
telif, tercüme ve çeşitli eserler alanında mukaddes mekânlarla, tarih ve büyük
İslami şahsiyetlerle aşina olma; olayları inceleme, hatıraları sunma ve özellikle
hac âdâbı meselelerini öğretme doğrultusundaki çaba ve gayretlerine
başlamıştır.
1
Şimdi siz değerli okuyucunun elleri arasındaki bu değerli eser temsilciliğin
en kalıcı ve faydalı çalışmalarındandır. Hiç şüphesiz düşünürlerin yardımları
ve önerileri eserin eksiklerini azaltıp ilmi seviyesini arttıracağında hiç kuşku
yoktur. Bu doğrultuda Yüce Rehberlik Makamı Hac Organizasyonu
Temsilciliği Araştırma Merkezi, ilgililerin tamamının işbirliğini bekler ve
samimi bir kalple onların ellerini sıkar.
Şüphesiz başarı Allah'tandır.
Hac ve Ziyaret Araştırma Merkezi
ÖNSÖZ
Allah ve Resulü’nün (s.a.a) haremi âşıkları, bu iki haremi şerife gitmekle hac
amellerini yerine getirmenin yanında Allah’ın Peygamberi (s.a.a),
Emirülmüminin (a.s) ve Sadr-ı İslam’ın seçkin ve özel simalarının geride
bıraktıkları hatıraların araştırması içindedirler. Bu kimseler, Haremeyn’deki
mübarek eserleri tanımaya ve orada yer alarak bu büyük şahsiyetlere ilgi ve
alakalarını göstermeye; namaz kılıp dua okuyarak ahiretleri için azık
toplamaya müştaktırlar.
Açıktır ki bu seferin temel hedefi, hac amellerini yerine getirmektir ve Allah
evi ve Peygamber’in (s.a.a) kabrini ziyaret aşkıyla Hicaz’a giden ziyaretçinin,
seferinden önce, bu seferin nasıllığıyla tanışması gerekir. Bu seferin en zaruri
yanı, hac amellerini öğrenmektir ve buda kervandaki din görevlisinin
varlığıyla mümkün olacaktır.
Hac amellerinin yerine getirilip Mekke ve Medine gibi bu iki tarihi şehre
aşina olunması ve bu şehirlerdeki mukaddes mekânların tanınması unvanında
ziyaretçilerin zihinlerinin hazırlanmasının çok önemli olduğunda hiç şüphe
yoktur. Bu arada yegâne sorun, değerli ziyaretçilerin, yolculuktan önce bu
konuda ön araştırmalarının olmayışı ve kafile din görevlisinin bir şeyler
söyleme beklentisinde olmalarıdır. Hâlbuki ziyaretçilerin seferlerinden önce
azda olsa araştırmaları ve muhtasar bilgilerinin yanında günümüzde alışıla
gelen yolculuk boyunca ziyaretçilere sunulan din görevlisinin bilgi ve
kılavuzluğundan daha çok yararlanılması gerekir. Bu doğrultuda ziyaretçiler
ilk günlerde bu konuda yazılmış kitapları gözden geçirerek mukaddes bu iki
şehrin genel durumu hakkında zihni betimlemeye sahip olabilir ve gittikleri
her yerin konumuna daha önceden aşina olabilirler.
Bu zorunluluk eskiden beri bu iki şehri tanıtıp hacıların istifadesine sunmak
hedefinde olan kimselerin, bu doğrultuda kitaplar yazmalarına sebep olmuştur.
Geçmiştekilerin eserleri, ayrıntılı ve çok değerli olmasının yanında ne dil
bakımından ve ne de nitelik ve nicelik bakımından günümüz ziyaretçilerinin
bilgisiyle uyuşmayacağı son derece doğaldır. Her iki şehrin mekân ve
yapılarının değişime uğramasıyla birlikte bu doğrultuda yazılan eserlerin ziyaretçilere kılavuzluk etmesi hedefiyle yazılmıştır- güncelleştirilmesi
zaruretini gerektirmektedir.
2
Bu sebeple geride bıraktığımız yıllar süreci içinde Yüce Rehberlik Makamı
Hac Organizasyonu Eğitim ve Öğretim Bölümü Yardımcılığı, ziyaretçilerin bu
doğrultudaki bilgilerini arttırmak için takdire şayan çalışmalarını başlatmıştır.
Mekke ve Medine şehirlerinin tarihi eserlerini tanıtma alanında birkaç ayrı
kitap yazılmış ve çeşitli hacimlerde basılmıştır. Aynı şekilde çok değerli
“Mikât-ı Hac” dergisinde mukaddes mekânlar hakkında araştırmalar yapılmış
olup bu araştırmaların bazısı telif, bir kısmı da tercümeden ibarettir. Her
halükarda söz konusu dergi, mukaddes mekânların tarihi boyutlarının
aydınlığa kavuşturulmasında kayda değer yardımlarını ilgili insanların
dikkatine sunmaktadır.
Bendeniz Hicri Şemsi 1370/1991 yılında Hüccetü’l İslam ve’l Müslimin
Sayın Seyit Ali Gazi Asker’in (Allah izzetini arttırsın) tavsiyesiyle bu alanda
kitapçık yazmaya başladım ve Hicri Şemsi 1371/1992 yılında bu kitapçık
basılmıştır. Zamanla söz konusu bu kitapçığın metninin ıslahı yapılmış ve
eklemeler gerçekleşmiş ve Hicri Şemsi 1375/1996 yılında nispeten daha geniş
hacimli olarak başka bir görünümde basılmıştır. Hicri Şemsi 1379/2000
yılında resimlerin, haritaların ve daha çok bilgilerin içerdiği başka bir kitap
unvanında basılarak hizmete sunulmuştur. Hicri Şemsi 1381/2002 yılının
Ağustos ayında söz konusu bu kitabın basım ve içeriğini de kapsamak üzere
metninin yanlışlıkları ve kitaba eklenmesi gereken konuların eklenmesi
doğrultusundaki hatırlatmalar, bu kitabın daha iyileştirilmesinin ön hazırlığını
oluşturmuştur. Bir sonraki aşamada hazırlanan bu kitap, benim çabamın ve
Hüccetü’l İslam Şeyh Muhammed Hüseyin Fellahzade, Şeyh Muhammed
Mehdi Mi’râcî ve Şeyh Rıza Muhtârî (Allah onların bereketini arttırsın) gibi
değerli dostların tavsiyelerine riayet etmenin bir ürünüdür.
Bu sene -1389/2010- kitabın yeniden gözden geçirilmesi ve düzeltmeler
yapılarak bazı mukaddes mekânlar hakkındaki gerçekleşen çeşitli değişimlerin
bilgilerini güncelleştirmek için karar alındı. Kitabın basımından önce değerli
dostum Hüccetü’l İslam ve’l Müslimin Mi’râcî kitabın tüm metnini titizlikle
gözden geçirdi ve çok faydalı hatırlatmalarda bulundu ve ben de yaklaşık
bunların tamamına riayet ettim. Hüccetü’l İslam ve’l Müslimin Mi’râcî’nin bu
konudaki gösterdiği titizlik ve hatırlattığı noktalardan ötürü kendilerine
teşekkür ediyorum.
Hatırlatılması gerekir ki, bu kitapta Hicri Şemsi veya Hicri Kameri olduğu
belirtilmeyen tarihlerin tamamı gerçekte Hicri Kameri yılına göredir. Bunun
haricindeki miladi tarihler “ş” ve “m” şeklinde kısaltılarak gösterilmiştir.
Bizim dualarımızın sonu şudur: “Hamd âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.”
Resul Caferiyan 15 Aban 1389/2010.
(1) ÖN GİRİŞ KONULARI
Hac Edebiyatına Kısa Bir Bakış
3
Asıl konuya girmeden önce, İslam edebiyatı ve kültüründe hac unvanında
tanınan şeyin dini, tarihi ve ahlaki çeşitli ilimler bölümünde söz konusu edilen
büyük bir maarifin bütünü olduğuna işaret edilmesi zaruridir. Kelimen tam
anlamıyla yaygın olan bu edebiyatın/söylemin dairesinde, fıkıh ve irfan
bölümünde bu konuda söylenenler, tarih ve medeniyetlerin de dikkate değer
bir bölümünü oluşturmuştur. Genel olarak haccın edebiyatı bölümünü birkaç
alanda bilmek mümkündür:
1-Haccın tefsir ve şerhlerini içeren Kur’an ve rivayetler bölümü.
2-Hac amellerini kapsayan fıkıh kitapları. Aynı şekilde haccın genel ahlakını
ve hac ziyaretini kapsayan kitapları da bu bölümden bilmek gerekir.
3-Hac duaları ve hac ziyareti açısından haccın âdâbını kapsayan dua ve
ziyaretler bölümü.
4-Geniş alana yayılan hac irfanı ve ahlakına ek olarak gerek bu konuda
yazılmış eski metinler ve gerekse dikkate değer yeni eserler bölümünde.
5-Toplumsal ve siyasi bölümde haccın dikkate değer rolü, siyasi ve toplumsal
açıdan özelleşmiş ve bu alanda çok sayıda eserler yazılmıştır.
6-Tarih ve medeniyetler bölümü; burada da çok önemli konular vardır ve
bunlar birkaç konuda kısımlara ayrılarak söz konusu edilebilir:
a-Haremeyn-i Şerifeyn’in tarihi veya Mekke ve Medine şehri hakkında çok
geniş ve derin yazılan eserler.
b-Tarihi eserler bölümü; gerçi geçmişteki eserlerde Mekke ve Medine tarihi
vardır ve son yıllarda bağımsız bir bölüm unvanıyla söz konusu edilip bu
konuda çeşitli ülkelerde dikkate değer araştırma çalışmaları kaleme alınmıştır.
c-Hac yolu veya hac yollları hakkında kaleme alınan eserler. Bu konudaki
kitaplar ikinci ve üçüncü asırda başlamış ve hacca karayoluyla gidildiği
dönemlere kadar bu konuda Arap, Türk ve Fars edebiyatında pek çok eserler
kaleme alınmıştır.
d-Hac yolculuğu günlüğü (seyahatname). Bu alanda beşinci ve altıncı asırda
ve daha sonra Arap, Fars ve Türk edebiyatında çok sayıda eserler kaleme
alınmıştır ve şimdiye kadar da devam etmektedir. Şayet bu eserlerin sayısı
binlerce unvana ulaşmıştır.
Tarihte Haremeyn-i Şerifeyn Hakkında Yazılan Seçkin Eserler
A- Mekke
Tarih yazarları ve coğrafya bilimcileri, Mekke ve Medine şehirleri hakkında
yazdıkları kadar diğer şehirler hakkında kitap yazmamışlardır. Bunun sebebi
çok açıktır, zira hepimizin bildiği gibi bu iki şehir Müslümanların nezdinde
kutsallığa sahiptir ve bu şehirler hakkında olup biten haberler ve tarihi ve dini
yapıların nasıl değişime uğradığı Müslümanlar için son derece önemlidir.
Gerçi bu eski yazıtların bir kısmı çeşitli sebeplerle kaybolmuş ve hatta
bunların bir nüshası bile bize ulaşmamış olsa da yine de bunların birçoğu bize
4
ulaşmış ve son zamanlarda bu konuda sayılı eserler kaleme alınmıştır. Burada
bu eserlerin en önemlilerini kısaca tanıyalım:
*Ahbâr-i Mekke ve Mâ Câe fîhâ mine'l-Âsâr
Ebu’l-Velid Muhammed b. Abdullah b. Ahmed Ezrâkî’nin eseri: Bu kitap,
ikinci asrın sonlarında ve üçüncü asrın başlarında kaleme alınmış ve Mekke
tarihi hakkında yayınlanmış en eski eserlerdendir. Mekke hakkındaki şahsa
münhasır bilgilerden oluşan bu eser, iki cüz ve iki cilt şeklinde Rüşdî Salih
Mulahhas’ın incelemesiyle basılmıştır. (Beyrut, Daru’l-Endülüs 1983).
* Ahbâr-i Mekke fî Kadîmi'd-Dehri ve Hadîsihi
Ebu Abdullah Muhammed b. İshak Fâkihî’in eseri: Bu kitap Ezrâkî’nin’nin
Ahbâr-i Mekke kitabı yanında- Mekke şehri tarihi hakkındaki hicri üçüncü
asırda kaleme alınan ikinci eski eserdir. Bu eserin bir bölümü ortadan gitmiş
ve geride kalanı Abdülmelik b. Abdillah Dehîş’in araştırmasıyla 1414 yılında
Mekke şehrinde üç cilt olarak basılmıştır.
*el-Ikdu's-Semîn fî Târîhi'l-Beledi'l-Emin; İmam Takiyüddin Muhammed
b. Ahmed el-Hüseynî el-Fâsî’nin (775-832) eseri. Eserin sahibi bu kitapta,
Mekke şehri büyüklerinin biyografilerini şerh etmiştir. Bu kitabı
Müessesetü’r-Risale 1406 yılında basmıştır.
*İthâfu'l-Verâ bi-Ahbâri Ümmü'l-Kurâ
Ömer b. Fehd b. Muhammed (812-885). Eserin sahibi bu kitabına Nebevi Sire
konusuyla başlamış ve yıllara göre kendi zamanına kadar Mekke şehri
olaylarına yer vermiştir (Mekke: Camiatu Ummu’l Kura neşriyatı 5 cilt).
*Gâyetü'l-Merâm bi- Ahbâri Saltanati'l-Beledi'l-Harâm
İzzeddin Abdülaziz b. Ömer b. Muhammed b. Fehd (850-922). Mekke tarihi
hakkında yazılan bu kitapta yıllar esas alınmış olup -zikrettiğimiz- İthâfu'lVerâ kitabının devamı ve tamamlanmasına yöneliktir.
*el-İ’lam bi’l-A’lâm-i Beytullahi’l-Harâm
Muhammed b. Ahmed b. Muhammed Nehirvâlî (ö.990). Mescid-i Haram’ın
tarihi ve bu mescidin fıkhi hükümleri konusunda yazılmış ve Mekke’de (1416
yılında) basılmıştır. Onuncu asra kadar Mescid-i Haram’ın tarihi hakkında
yazılan en zengin eserlerdendir.
*Tarih-i Mekketi’l-Müşerrefe ve’l-Mescidi’l-Harâm ve’l-Medineti’şŞerife
Muhammed b. Muhammed b. Ahmed-i Mekkî (ö.785). Bu kitap, Adil
Abdulhamid el-Adevî’nin araştırmasıyla Mekke’de (el-Mektebetü’t-Ticariyye
1416) basılmıştır.
*el-Ercü’l-Meski fî Tarihi’l-Mekkî
Ali b. Abdulkadir Taberî (ö.1080). Eşref Ahmed el-Cemal’in çaba ve telaşıyla
Mekke’de (el-Mektebetü’t-Ticariyye 1416 ) basılmıştır.
5
*Tehinnetu Ehli’l-İslam bi Tecdidi Beytillahi’l-Harâm
İbrahim b Muhammed b. İsa (ö.1079). Bu kitap 1418 yılında Mekke’de
basılmıştır.
*Menâihi’l-Kerem fî Ahbâri Mekke ve’l-Beyt ve Vulatu’l-Harem
Ali b. Tacuddin Sencârî. Düzeltmelerle birlikte yedi cilt olarak basılmıştır
(Mekke, Camiat-i Ümmi'l-Kurâ 1419).
*Tarih-i Umerâi Mekke (8. yıldan 1344’e kadar); Arif Abdulğani’nin
eseridir. Bu kitap Mekke tarihinin özellikle hâkim ve emirlerinin tanınmasında
ve Mekke şehrinin siyasi değişimleri hakkında yazılmış ve kitabın yazarı
övgüye değer bir çabayla eserini kaleme almıştır. Bu kitabın bilgilerine göre
Mekke şehrinin tarihini, hâkimler silsilesine göre takip etmek mümkündür.
Kitabın ismi ve kapsadığı yıllar dikkate alındığında bu eserde Suudi dönemi
idarecilerinin isminin geçmediği anlaşılmaktadır.
*Tarih-i Mekke Dirâsatun fî’s-Siyaseti ve’l-İlm ve’l-İctima ve’l-Umrân
Ahmed es-Sebâ’i’nin eseri. Hicri on dördüncü yüzyılın başından sonuna
kadar son on yıl içerisinde Mekke’nin siyasi, içtimai ve ilmi tarihi hakkında
yazılmış en meşhur eserlerden birisidir ve defalarca basılmıştır. Bu kitabın
hicri 1414 yılında yedinci baskısı yapılmış ve Farsça tercümesi Mekke Tarihi
unvanında bendeniz tarafından hazırlanmış ve 1386/2007 yılında Meş’ar
neşriyatı tarafından basılmıştır.
*İfâdetu’l-Enâm fi Ahbâr-i Beledi’l-Harâm
Abdullah Ğâzî’nin eseridir ve Hicri Kameri 1430 yılında Abdülmelik b. Dehîş
düzenlemiştir. Yedi cilt şeklinde basılan bu eserde Mekke tarihi birinci asrın
ilk yarısından hicri on dördüncü asra kadar ayrıntılı olarak yazılmıştır ve
kitabın müellifi Hicri Kameri 1365 yılında vefat etmiştir.
*et-Tarihi’l-Kavîm lî Mekketi ve Beytullahi’l-Kerim
Muhammed Tahir Kurdî Mekkî Hattât’ın eseridir ve Abdülmelik b. Dehîş’in
çabalarıyla basılmıştır. Geçtiğimiz birkaç son on yıl içinde rahle boyu altı cilt
olarak yazılmış bu eser, Mescid-i Haram’ın tarihi hakkında yazılan en ayrıntılı
ve en yeni ansiklopedilerden birisidir. Harem sorumlularının birisi tarafından
kaleme alınan bu eserde müellif, çok eski kaynakların bilgilerinden
faydalanmanın yanı sıra Harem ve Harem’deki değişimleri içeren kendi
müşahedelerini de kaydetmiştir. Bu kitabın birinci cildi, ilk kez 1385 h.k
yılında ve altıncı cildi 1414 h.k yılında basılmıştır.
B-Medine
Medine-i Münevvere şehri için de eskilerde ve yenilerde pek çok tarihi ve
diğer alanlarda eserler kitapları yazılmıştır ve burada söz konusu bu metinlerin
en önemlilerini tanıyacağız:
6
*Tarih-i Medineti’l-Münevvere
Ebu Zeyd Ömer b. Şebbe Numeyrî’nin (173-262) eseri (Kum, ofset baskı
1368 h.ş). Bu eser, yöresel tarihlerin en eskisidir ve maalesef eksik bir şekilde
elimize ulaşmıştır. Bu kitabın bir bölümü Medine şehrinin tarihi ve coğrafi
tarihi ve diğer bölümlerinin çoğunluğu, ilk halifelerin hilafet dönemlerindeki
tarihi ve siyasi değişimleri içermektedir. Bu eseri Fehîm Muhammed Şeltût
incelemiş ve dört cüz şeklinde yayınlanmıştır.
*ed-Durretü’s-Semîne fi Tarihi’l-Medine
Muhibbuddin İbnu’n-Neccâr (573-640) (Medine, Buhus ve Dirasât Merkezi
1426). Bu eser, Medine tarihi hakkında yazılmış en önemli metinlerden birisi
sayılır. Medine şehrinin tanınmasında hicri yedinci yüzyılın temel
kaynaklarından olan bu eser, Ahbâr-i Medineti’r-Resul unvanında da
basılmıştır.
*Tarih-i Maâlimi’l-Medineti’l-Münevvere Kâdimen ve Hâdisen
Ahmed Yasin El-Hayyârî (1991). Eski metinlerden faydalanılan bu eserde
resim ve haritalarla birlikte pratik birebir yüz yüze görüşmeye dayalı
araştırmalar sunulmuştur.
*et-Tarif bimâ Aneseti’l-Hicretu min Meâlim-i Daru’l-Hicret
Cemaleddin Matarî (741) (Medine, 1372). Medine tarihi hakkındaki hacmi az,
değeri büyük bu eser, ilk defa hicri sekizinci asırda Medine’de telif edilmiştir.
*el-Mağânimu’l-Mutabe fi Meâlim-i Tâbbe
Mecduddin Ebu Tahir Muhammed b. Yakup Firuzâbadî (729-823). Medine
şehri tarihi hakkındaki bu değerli eserde Medine şehrinde yer alan mekânlar
alfabetik sıraya göre tanıtılmıştır. (Riyad, Daru’l-Yemâme, 1389 h.k,
Araştırma: Hamd Câsir).
*Vefâul-Vefâ bi Ahbâri Dâru’l-Mustafa
Nureddin Ali b. Ahmed Semhûdî’nin (ö.911) kitabı. İki ciltte dört bölüm
olarak yayınlanmıştır. Kasım es-Samarrâî’nin üzerinde çalışıp gözden
geçirdiği bu yeni çalışması, el-Furkan Müessesesi tarafından basılmıştır.
Ancak biz, çalışmamızda bu kitabın eski basımına müracaat ettik.
Ansiklopedik bu eser çok eski aktarımlarla ve kutsal Medine şehri hakkında
yepyeni araştırmalarla dolu olup kendi alanında benzersiz bir eserdir. Semhûdî
bu eserinde, Medine tarihi araştırmacılarının ihtiyaç duyduğu ve günümüzde
de mevcut olmayaan pek çok kitaptan yararlanmıştır. Buna ek olarak Semhûdî,
adım adım şehri gezmiş ve tarihi eserleri tanıtmıştır. Özetle söyleyecek
olursak, metni Arapça olan bu eser, yüz yıl önce “Ahbâr-i Medine” unvanında
Farsçaya çevrilmiş ve Hicri Şemsi 1376/1997 yılında “Meş’ar” yayınevi
tarafından basılmıştır.
*Behcetu’n-Nufûs ve’l-Esrâr fî Tarih-i Dari Hicreti’n-Nebiyyi’l-Muhtâr
(s.a.a)
7
Abdullah b. Muhammed b. Abdülmelik el-Mercânî (ö.769). Bu kitap, 1418
yılında Mekke şehrinde iki cilt olarak basılmıştır.
* Tarih-i Umerâi Medineti’l-Münevvereti
Arif Abdulğani’nin eseridir. (Kum, 1419, ofset). Sadr-ı İslam’dan 1417 yılına
kadar Medine emirleri hakkında son derece değerli ve önemli bilgileri sunan
bu eserin bir benzeri daha yoktur.
*Fusûlun min Tarihi’l-Medineti’l-Münevvere
Ali Hafız (Cidde, Mektebetü’s-Sekâfe). Kitabın müellifi, geçtiğimiz çeyrek
asırda Medine tarihi ve dini eserler dalında en seçkin şahsiyetlerden birisi olup
Medine şehri tarihi çalışmalarını bu kitapta toplamıştır.
*Medine Şinâsî
İranlı araştırmacı merhum Muhammed Bakır Necefî’nin1 bu kitabı şimdiye
kadar iki cilt olarak basılmış ve üç cildinin de basılmasına karar verilmiştir.
Medine hakkında Farsça dilinde yayınlanan bu eser, inceleme ve araştırmaya
dayalı en geniş eserlerden birisidir. Bu kitabın birinci cildi Medine deki
mescidler ve bazı tarihi eserlerini ve ikinci cildi Allah Resulü (s.a.a)
zamanındaki savaşların coğrafyasını içerir. Bu kitap Almanya’da basılmıştır
ve ilgi çekici resim ve haritalarla doludur.
*Meâlimi’l-Medineti’l-Münevvere beyne’l-İmâre ve’t-Tarih
Abdülaziz Kakî2 (Medine, 1426). Medine Belediye İnşaat Mühendisi’dir. Bu
eserin Medine tarihi hakkında yazılan son yılların en kapsamlı kitabı olduğu
söylenebilir ancak tam olarak yayınlanmamıştır. Şimdiye kadar iki cildi, üç
cilt olarak yayınlanmış bu kitap on cilt olarak yayınlanması kararlaştırılmıştır.
Bu kitabın birinci kısmı Medine’nin doğal durumu hakkında ve ikinci kısmı,
Medine’nin yapılanması ve modernleşmesi hakkındadır. Bu kitabın dördüncü
kısmının Medine mescidleri hakkında olması belirlenmiştir. Bu eser Medine
şehri hakkında yazılan benzersiz ansiklopedilerdendir. Eserin müellifi en güzel
resim ve haritalardan faydalanarak ve ilgi çekici basımıyla eserini ziyaretçilere
sunmuştur.
*el-Mesâcidi’l-Eseriyye fî Medineti’l-Münevvereti
Muhammed İlyas Abdulğani’nin eseridir ve son yıllarda (1418 k) Medine
mescidleri tarihi hakkında yazılan kitaplardandır. Kitapta gösterilen dikkatin
yanında çeşitli tarih dönemlerinde mescidler hakkında önemli bilgiler
verilmektedir.
-Muhammed Bakır Necefî 1381/2002 yılında Almanya’da vefat etmiş ve Hz. Abdulazim Hasenî’nin
kabri yanına defnedilmiştir. Mısır’da İran eserleri, Bahaîler vb. çok değerli çalışmaları da olmuştur.
Mikât neşriyatının Muhammed Bakır’la yaptığı röportajda hayatı hakkında geniş bilgi verilmiştir.
2
-Kakî, Medine şehrinde çok değerli bir müzenin kurucusudur bu müzede Medine şehrinin eski ve
yeni resimleri, haritaları ve Sadr-ı İslam dönemi savaş sahnelerinin maketleri bulunmaktadır. Bu müze
Kakî ticaret merkezinin arkasında ve Ali b. Ebi Talib (a.s) caddesinin başındadır. Ziyaretçilere bu
müzeyi görmelerini tavsiye ederiz.
1
8
Söylediklerimize ilaveten Medine ve Medine tarihi eserleri hakkında onlarca
eser yazılmış ve bunların bazıları Farsçaya tercüme edilmiştir.
(2) ESKİ HAC YOLLARI
Allah’ın evinin ziyaretçilerini Cidde’ye götürme vesilesi adı altında, uçağın
toplu taşımacılığa girmesinden önce, ziyaretçiler karayolları ve
denizyollarından hacca gidiyorlardı. Bu tür yolculuklar, iki önemli aşama
geçirmiştir. Yelkenli gemiler ve develerden yararlanılan dönem; taşımacılıkta
ve ziyaretçilerin hacca götürülmesinde buharlı gemi ve arabalardan
yararlanılan nispeten yeni dönem. Deve taşımacılığının uzunca bir süreç
geçirdiği kesindir ve en azıdan on dokuzuncu asrın sonlarına hatta yirminci
asrın çeyreklerine kadar bazı bölgelerde kullanılmıştır.
Geçmişte karayollarından istifade edilmesi, coğrafyayla birlikte “Hac Yolu"
unvanında bir ilmin daha ortaya çıkmasına sebep oldu. Bu ilmin büyük bir
bölümünü, doğrudan hac yolları, kervansaraylar veya seyahatname (hac
günlüğü) kalıplarında yazılan coğrafi bilgiler oluşturmuştur.
Mekke ziyaretçisi üç aydan başlayıp bir seneye kadar yolda kalabilirken
Haremeyn’de yalnızca bir iki ay kalabiliyordu. Dolayısıyla hac kavramı
kullanıldığı zaman, sadece Haremeyn’de ikamet edilmesi değil, bir
ziyaretçinin kendi şehrinden yola çıkmasıyla başlayıp tekrar o şehre
dönmesine kadar durumu akla geliyordu.
Kat edilen bu yolların sadece fezasının aydınlığa kavuşması için ve
“Haremeyn-i Şerifeyn” yolu olması hasebiyle, İslami asırlar sürecinde
tanınmış hac yollarının kısaca fihristini açıklayacağız.
Söz konu yolların tamamının bir noktayla yani Mekke ve Medine’yle
sonuçlanıyor olması bu yolların en önemli özelliklerinden birisidir. Gerçekte
hac yolu doğudan batıya uzanan bir yol değil, bilakis İslam dünyasını Mekke
ve Medine isminde bir noktada birleştiren yollar bütünüdür. Dolayısıyla genel
planda Mekke’yi merkez hesap edip İslam topraklarının tamamından
Mekke’ye doğru bir yol açılmalıdır.
Bu yollar asli ve feri (asıl olmayan) yollar olarak ikiye ayrılır şöyle ki: Bir
şehirdeki hacı adayları, daha büyük kervanın oluştuğu kesişim noktasına
ulaşıyor ve daha sonra bir yol üzerinden hareket ediyorlardı. Daha sonra
9
gitgide Hicaz’a yakın bölgedeki çeşitli şehirler birbirlerine birleşiyordu.
Derken o şehirlerdeki asli yollar başlıyor ve büyük kervanlar yola düşüyordu.
İslam’ın orta çağlarında birkaç asli şehir vardı ki diğer bölgelerden gelen
hacılar bu şehirlerde buluşup birleştikten sonra Haremeyn’e doğru hareket
ediyorlardı.
1. Kûfe, Bağdat ve Necef Üzerinden Irak Yolu
Hac yolu için kilit unvanında hatırlatılması gereken ilk yol Irak-Hicaz
yoludur. Irak, Şam’dan sonra Müslümanların eliyle fethedilen ikinci bölgeydi.
Onun ardından Basra ve Kûfe şehirleri kuruldu ve Peygamber (s.a.a) ashabının
pek çoğu ve Arap Yarımadasında yaşayan diğer Arap Müslümanlar fetihlerin
devam etmesi ya da yaşamak amacıyla Irak’a geldiler. Bu kimseler Irak-Hicaz
yolundan, kendi asli yaşam bölgelerine geliyor veya Haremeyn’i ziyaret etmek
için oradan Hicaz’a dönüyorlardı. İslam’dan önce muhtemelen Araplar bu
yoldan İran Krallığı’na geliyorlardı. Kûfe yaklaşık iki asır boyunca hacı
kervanlarının yoğun olarak toplanıp Hicaz’a gittikleri bir merkezdi. Sonraları
“Zübeyde” veya “Cebel” yolu olarak meşhur olan bu yolda “Zerûd”,
“Sa’lebiyye” ve “Kadisiyye” konaklarıyla karşılaşıyoruz ki, bu mesirde
toplam 27 asli konaklama yeri vardır.
Bu zaman sürecinde İslam’ın doğusundaki Müslümanlar Irak’ta toplanıp
Irak yolundan Hicaz’a doğru gidiyorlardı.
Bağdat’ın kurulmasından sonra, zamanla Kûfe’nin önemi azaldı ve bu şehir,
hac kervanlarının yıllık toplandığı hilafet merkezi unvanını taşıdı. Abbasi
devletinin ve devletin atadığı “Hac Emiri”nin yardımıyla söz konusu bu
kervan hacca gidiyordu. Bu yolun özel sorumlusu vardı ve sorumlunun bu
yolu canlı tutması gerekiyordu.
Bağdat’ın merkezliğini kaybettiği dönemlerde Necef şehri, İran ve Iraklı
ziyaretçilerin toplandığı merkez haline geldi. Bu durum özellikle onuncu
asırdan on dördüncü asra kadar devam etmekle birlikte Safevî devletinin
kurulduğu ve devletin Irak’ı gölgesi altına aldığı dönemlere rastlar. Bundan
sonra İranlı halk, özellikle İran’ın merkez bölgelerindeki hacılar, bu yoldan
yararlanıyorlardı. İranlı hacılar özellikle gidiş dönüşlerinde ya da her iki
durumda da Masum İmamlar’ı (a.s) ziyaret etmeye özen gösteriyorlardı.
Irak-Hicaz bazında istifade edilen bu yol, üçüncü asırda “Zübeyde Kapısı”
olarak tanınıyordu. Bu yol, Harun’un eşi Zübeyde’nin (ö.193) bu bölgede pek
çok kaynak suları ve yeşil alanlar oluşturması sebebiyle “Zübeyde” ismiyle
anılmıştır. Bu yol, Kûfe’den Kadisiyye’ye ve oradan çöl ortalarına nüfuz
ederek Hicaz’a doğru gidiyor ve “Nükre” noktasında iki kola ayrılıyordu ve
bunlardan birisi Mekke’ye bir diğeri de Medine’ye gidiyordu.
Irak yolu da Hicaz tarafına doğru iki bölümdü. Bunların bir bölümü
Basra’ya, diğer bir bölümü de Kûfe veya Bağdat ya da Necef yönündeydi.
Başka bir ifadeyle Kûfe güzergâhı yolunun birisi Hicaz’a ve bir diğeri de
Basra’dan Hicaz’a doğru uzanarak bir açıdan “Zâtü’l-Irk” diğer bir açıdan da
“Madenü’n-Nükre” de birbirleriyle birleşiyordu. “Madenü’n-Nükre”den
Medine’ye doğru da bir yol vardı.
10
Bu yol, son üç dört asırda “Cebel Yolu” adıyla tanınıyordu.
İranlılar eskiden beri bu yolu kullanmaktaydılar. Ancak bu yolun güvenlik
durumu tehlikeye düştüğü zaman İranlılar, Irak’ın kuzeyinden Halep’e oradan
da Suriye’ye ve sonra Şam yolundan Medine-i Münevvere ve Mekke-i
Muazzama’ya gitmeyi tercih ediyorlardı.
2. Şam Yolu
En eski hac yollarının en önemlilerinden bir diğerinin Şam yolu olduğunu
hatırlatmamız gerekir. Araplar özellikle Kureyş kabilesi, İslam’dan önce bu
yoldan ticari bir yol unvanıyla çok yararlanıyorlardı. Yemen halkı da ilk etapta
Şam’a ulaşmak için Mekke’ye ve oradan da bu yoldan Şam’a gidiyorlardı.
İslam’dan sonra ve Şam-Hicaz arasındaki irtibatın güçlenmesinin ardından
özellikle hac için bu yoldan gidip gelmeler çoğalarak bu yol ihya edildi. Bu iki
yol arasında genellikle yerleşim bölgesi ya da kaynak suları yanı başında
kurulan sayısız konaklama yerleri vardı ve 23 konaklama yeri, bunlar içinde
en önemlilerini oluşturuyordu. Doğal olarak çeşitli dönemlerde bu yollar az
çok değişime uğramıştır. Söz konusu yerlerin iklim şartları veya sultanların
özel yardımları buraların değişmesine sebep olmuştur. “A’la”, “Tebük Kalesi”
şehirleri ve Salih Peygamber’le (a.s) alakalı eserlerin bulunduğu yerler söz
konusu konaklama yerlerindendir ve zamanla bunların bazıları tek bir şehir
şekline dönüşmüştür.
Çok geniş bölgelerdeki Müslümanların yararlandıkları bu yola “Şam
Bölgesi” denilir ve günümüzde bu bölge birkaç ülkeyi kapsamaktadır. Şam’ın
sürekli kendine has kervanları olagelmiştir ve Şam kervanı, görkemli şekilde
süsleyip deve üzerine koydukları mahmellerine3 Mekke’ye getirirdi ve “Şam
Mahmeli” ismini verdikleri bu mahmel, onların alameti sayılırdı.
3. Mısırlıların Yolu
Mısırlılarında hacca gelmek için özel yolu vardı. “Tolunoğulları” sonra
“Fâtımîler” ardından Memlûkler zamanında Haremeyn Mısır’ın sultası
altındaydı ve Haremeyn’in iktisadı, Mısırlılar tarafından yapılan yardımlarla
temin ediliyordu. Mısırlılar alabildiğince görkemli bir şekilde Fustat’tan
Kahire’ye doğru hareket ederek güneye geliyorlardı. Mısırlılar iki asır
boyunca Kızıldeniz’in batı sahil şeridindeki “Ayzâb” ismindeki limandan
hacılarını gemiye bindiriyor ve denizin bu tarafına gelerek Cidde’den
Mekke’ye yöneliyorlardı. Ancak etkenlerin ortadan kalkmasıyla özellikle de
“Île (Akabe)”nin tekrar Haçlılardan alınmasıyla, yeniden bu yoldan
yararlanıldı ve zamanla “Ayzâb” gemi limanı özelliğini kaybetti.
Mısır hacılarının yolu, Kızıldeniz’in en kuzey noktasından ve bu denizin doğu
şeridinden “Sina”yı geçerek “Nahl”e doğruydu. Gerçekte Mısırlılar bu yolu
güney tarafına ve Mekke’ye kadar sürdürüyorlardı. Bu yolun da pek çok
-Mahmel: Deve sırtında bulunan ve insanların kolayca binip yolculuk yapmasını sağlayan bir
gereç. Çev.
3
11
konaklama yerleri vardır ve bunlar, kitaplarda ve özellikle seyahatnamelerde
çokça zikredilmiştir.
4. Mağribli Hacıların Yolu (Kuzey Batı Afrika Bölgesi)
Mağribli ve diğer Afrika beldelerinin hacıları, İskenderiye ve Kahire’ye
ulaşmak için el-Cezayir’den oradan önce de Endülüs’ten uzunca bir yolu kat
ediyorlar ve sonra Mısırlıların kervanlarıyla birlikte veya onlardan biraz önce
ya da sonra, yine Mısırlıların yolundan Mekke’ye doğru yollarına devam
ediyorlardı. Magribli ve Afrikalı hacılar, ilk önce deniz yolundan “Sicilya”dan
İskenderiye tarafına ve oradan da karayolu güzergâhını seçiyorlar daha sonra
karayolunu seçerek Afrika Kıtası’nın kuzeyinden Kahire’ye yöneliyorlardı.
Bunun yanında siyasi sorunlarla karşılaşılması durumunda daha uzun bir yolu
seçtikleri de oluyordu. Mağribliler yollarının uzun olmasına rağmen Mekke
üzerinde çok etkiliydiler ve onların çoğu Medine’ye yerleşmişti. Tarihin bir
kesitinde Nebevi Haremi’n hizmetçilerinin çoğunu Mağribliler oluşturmuştu.
5. Yemen Yolu
Irak ve Şam kervanına katılan kervanlarda vardı. Bu bölge sürekli İslam’a
alaka duyuyor ve onların çoğu iş ve ibadet için Mekke’ye gelerek oraya
yerleşiyorlardı. Hac işinde yemenin kendine has eserleri vardı ve tarihi bir
kesitte Mekke’yi sultaları altına almışlardı.
Yemen hacılarının Mekke’ye ulaşmak için iki yolu vardı: Birincisi dâhili,
diğer ise Kızıldeniz sahil şeridi. Sahil şeridi yolu, San’a’dan Mekke’ye kadar
21 konaklama yeri içeriyordu. Ne var ki dâhili yol,” San’a”dan “Saada’ya
geliyor ve dağlık yollardan geçerek; “Asîr”, “Cereş”, “Bişe”, “Tabâle” ve
“Turbe”yi geride bırakarak “Karnü’l-Menâzil”e ulaşıyordu.
Yemenliler üçüncü bir yoldan yani deniz yolundan da yararlanıyorlardı.
Yemen’in sahil şeridindeki İslam’a yönelen kabileler gemiye biniyorlar,
Cidde’de ya da “Yenbu”da inerek Mekke veya Medine’ye geliyorlardı.
6. Lehsâ Veya Umman Yolu
Fars Körfezi güney sahil şeridi toprakları eskiden beri Arap ve İranlı
muhacirlerinin yaşadığı yerlerdi ve buralar, tarihin çeşitli kesitlerinde
doğrudan İranlıların sultası altında olmuştur. Çok eski anlamıyla Basra
yakınlarına kadar sahil şeridini kapsayan ve şimdiki tabirle Umman ve
Bahreyn hacıları, genellikle “Lehsâ” ismindeki yolla hacca gidiyorlardı. Bu
güzergâh, “Ahsa”dan Arap Yarımadası’nın merkezi bölümüne doğru yani
“Büreyde” ve “Hâil”e ve oradan da Mekke’ye doğru gidiyordu ve bu yol hem
çok uzak ve hem de çok tehlikeliydi. Son yıllarda bu yolun misafirleri
Riyad’dan da geçiyorlardı. Bu bölgen halkının bir kısmı Hint Okyanusu sahil
şeridinden “Hadramut” tarafına ve oradan da Yemen’e yöneliyor ve Yemen
kervanlarıyla birlikte Kızıldeniz sahillerinden Mekke’ye gidiyorlardı.
7. İstanbul Hacıları
Hicri dokuzuncu asrın yarısında İstanbul’un fethedilmesi ve Osmanlı
Devleti’nin, devlet merkezini İstanbul’da kurmasından sonra bu şehirde de
12
Hicaz tarafına doğru büyük kervan hareket ediyordu. Bu kervanın izlediği
yolun ikinci yarısı, Şam yoluydu. Fakat İstanbul kervanı hacıları, pek çok
Türkleri ve Osmanlının yardımını arkasına alması hasebiyle çok büyük bir
kervandı. Bu kervan düzenli olarak İstanbul’dan hareketini başlatıyor ve
Konya tarafına geliyordu. Sonra Akdeniz sahil şehirlerine doğru oradan da
kendi güneyinden Şam’a yöneliyordu. Şam’da, Şam bölgesi halkının büyük
topluluğuyla birleşiyor ve kervanın tamamı “Şam Kervanı” adı altında
Haremeyn’e geliyorlardı. Bu yol, 1281 yılına kadar karayoluydu, ama bu
tarihten sonra Osmanlı hac kervanı denizden (İstanbul’dan Akdeniz sahil
şehirlerine ve oradan Süveyş kanalı yoluyla Kızıldeniz’e ve oradan Cidde
limanına) hareket ederek Cidde’ye geliyordu. Bu dönemde Küçük Asya’yı
(Anadolu) aşıp Şam’a kadar gelen kuraklık, bu yolun terk edilmesine sebep
oldu. Bu yol ve yol üzerindeki şehir ve köyler hakkında konaklama yerleri
unvanında onlarca kitap yazılmıştır.
8. İranlıların Deniz Yolu
Eskiden beridir İranlı hacı adayları hacca gitmek için deniz yolundan da
yararlanıyorlardı. Bu yol Fars Körfezi limanları ve Basra aracılığıyla
“Buşehr”e, Umman Denizi’ne ve Hint Okyanusu’ndan Aden sahillerine ve
Ümit Burnu’nu geçerek Kızıldeniz ve oradan Cidde’ye ulaşıyordu. Bu yol,
özellikle buharlı gemiler ve yabancı şirketlerin sayesinde daha bir ciddi konum
kazandı. Genel olarak İran’ın güney bölgesi hacıları ya “Buşehr” limanına
gidip oradan yola koyuluyordu ya da Masum İmamlar’ın (a.s) ziyaretine gidip
oradan Irak’ın güneyine giderek Basra’dan Fars Körfezi’ne giriyor ve uzunca
bir yolu katediyorlardı. Bu yolun kullanımı artınca deniz yolundan daha az
istifade edilir hale gelindi.
Deniz yolundan Hindistanlı Müslümanlarda yararlanıyorlardı. Hindistanlılar
özellikle Güney Hindistanlılar “Surat Limanı”ndan Hint Okyanusu kanalıyla
Cidde’ye yöneliyorlardı.
9. Kuzey İranlı Hacıları ve Mâverâünnehir Hacıları Yolu
Mâverâünnehir hacıları İran’da Safevî Hükümeti kurulduğu dönemde İran
yolundan geçemedikleri için Hazar denizini dolanarak Karadeniz tarafına ve
oradan İstanbul’a gelerek Haremeyn’e yönelmek zorundaydılar. Onlar Rus
döneminde de sorun yaşıyorlardı. Cebel yani Irak yolu tehlikeli telakki
ediliyordu ve özellikle buharlı gemiler de denizlerde çalışmaya başladı ve bir
kısım İranlılar özellikle Tahran’dan Kuzeyi, Azerbaycanı ve Horasan’ı tercih
ederek Rusya’ya gidiyor ve oradan hacca ilerliyorlardı. Horasanlılar Hazar
denizinin doğu sahiline ve bu bölgeyi geçerek sahilin batısına gelerek
karayolları taşımacılığıyla Karadeniz sahillerine hareket ediyorlardı. Tahran
halkı Enzelî’ye geliyor ve buradan bu yolu kat ediyorlardı. Azerbaycanlılar da
Karabağ veya o bölgelerin karayolunu seçiyor ve Tiflis’e gelip oradan
Karadeniz limanlarından İstanbul’a ve oradan da Akdeniz’i ve Süveyş
Kanalını geçerek Kızıldeniz’e giriyorlar ve Cidde’de iniyorlardı. Bu yol Kaçar
13
Devletinin yarı döneminde alışılagelmiş bir yoldu. Bu döneme ait elimizde
pek çok seyahatname bulunmaktadır ve bu seyahatnameler, bu yoldan
yararlanan kimseler tarafından kaleme alınmıştır.4
ARAP YARIMADASI COĞRAFYASI (3)
Müslümanlara yönelik İslam coğrafyası kitaplarına bakıldığında bu
kitapların, Mekke’nin yeryüzünün merkezi olduğunu kabul ettiklerini
göreceğiz. Belki de bu kitapların yazarları “Dahvü’l- Arz”hadisinden ilham
almış olabilirler. Bu hadiste yeryüzünün Kâbe’den başlayarak genişleyip
yayıldığına işaret edilmiştir ve bu mübarek günde yani Zilkade ayının 25.
gününde “Dahvü’l-Arz” unvanıyla oruç tutulması vurgulanmıştır.5 Söz konusu
bu nokta eski coğrafi eserlerin bu görüş üzerinde durmalarına ve dünya
coğrafyası hakkında bir şey diyecekleri zaman öncelikle Mekke’den
başlamalarına sebep olmuştur.
Arap Yarımadası üç taraftan sularla çevrilmiş kurak bir bölgedir. Batıda,
Arap Yarımadası’yla Afrika Kıtası’nın ayrışım noktası olan Kızıldeniz,
Güneyde Hint Okyanusu ve doğuda, Arap Yarımadası’nı İran’dan ayıran
Umman denizi ve Fars Körfeziyle çevrilmiştir. Sadece kuzey tarafından
Kuveyt, Irak ve Şam bölgesiyle kara sınırına bağlanmıştır.
4
-Daha fazla bilgi için bkz: Hac Yolu, Tahran, 1388.
-Misbahu'l-Mutecehhid, s.669.
5
14
Arap Yarımadası coğrafi açıdan birkaç bölgele ayrılır:
1-Hicaz: Kızıldeniz doğu sahilleri ve doğal olarak Arap Yarımadası’nın batı
bölümlerini kapsamaktadır. Bu konuda daha çok bilgi verilecektir.
2-Tehâme: Arap Yarımadası’nın bir bölümü Hicaz’ın güneyinde yer alır.
Başka bir tanımlama esasınca Hicaz’ın kendisi batı ve doğu bölgesi olarak
ikiye ayrılmıştır; doğusu dağlık olup “Hicaz” ismini almış ve Kızıldeniz’e
doğru çöl şeklinde uzanan batı kısmı da “Tehâme” olarak isimlendirilmiştir.
3-Necd: Kuzeyden güneye uzanan Arap Yarımadası’nın orta bölgesi olup
Hicaz’ın doğusunda yer alır.
4-Aruz: Arap Yarımadası’nın geniş bir bölgesidir ve burasının doğusu terim
anlamıyla “Aruz” olarak isimlendirilir. Doğu bölgesinin en önemli şehirleri;
Ahsa ve Katif’tir ve bu şehirler, Arabistan’ın Şia merkezli bölgeleridir. Adanın
doğu ve batı kenarlarında Katar, Bahreyn ve Umman ülkeleri yer alır.
5-Yemen: Arap Yarımadası’nın güney bölgelerini kapsar ve Kuzey Yemen ve
Güney Yemen olmak üzere ikiye ayrılır ve hâlihazırda buraları tekbir ülke
olarak hesap edilmektedir.
Arap Yarımadası coğrafi açılardan çeşitli bölgelere ayrılmasının yanında
siyasi açıdan da birkaç bağımsız birimleri içermektedir. Günümüzde Arap
Yarımadası’nın en geniş ve en önemli bölümünü Suudi Arabistan ülkesi
oluşturmuştur.
Suudi Arabistan Ülkesi
Arap Yarımadası’nın önemli bir bölümünü oluşturan Arabistan’ın dışında
Arap Yarımadası’nın önemli ülkeleri şunlardan ibarettir: Yemen, Kuveyt,
Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ve Umman.
Resim 1 s.38
Geçmişte “Arap Yarımadası” ismiyle tanınan Suudi ülkesi, Suudi devletinin
kurulmasından sonra “Âl-i Suud” ailesi olarak meşhur olmuştur. Âl-i Suud
faaliyetlerini on birinci asırda “Necd”de başlatmış ve zamanla hicri on
dördüncü asrın ilk onuncu yıllarında nispeten uzunca bir müddet bu ülkeyi
sultası altına almıştır. Bu konuda kitabın başka yerinde ayrıntılı bilgi
verilecektir.
HARİTA S.39
15
Melik Abdülaziz, bu ülkeyi sultası altına aldığında bu ülkenin adı “elMemleketü’l Arabiyyeti’l-Suudiyye” olarak değişmiştir. Bu ülkenin
yüzölçümü 2.240.000 kilometre karedir. Kuzeyinde Ürdün, Irak ve Kuveyt’le,
güneyinde Yemen’le, doğusunda Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Katar ve
Umman’la komşudur. Yukarısında hurma ağacı ve ağacın altında birbirini
kesen iki kılıç, bu ülkenin bir çeşit kültürel nişanesini oluşturur.
Suudi Arabistan ülkesi aşağıda sıralanan altı büyük bölgeden oluşmaktadır:
1-Hicaz Bölgesi: Bu bölgenin en önemli şehirleri; Mekke, Medine, Taif ve
Cidde’dir.
2-Kuzey Bölgesi: Bu bölgenin en önemli şehirleri; Tebük, Hâil ve Irak ve
Suriye sınırındaki “Arar” şehridir.
3-Rub’u’l-Hâli Bölgesi: En önemli şehirleri; Abuyle ve Şevâle’dir.
4-Doğu Bölgesi: En önemli şehirleri; Demmâm, Zahrân ve Cübeyl’dir.
HARİTA 40
5-Asîr Bölgesi: En önemli şehirleri; Necran, Abha, Hamîs ve Cizân’dır.
6. Necd Bölgesi: En önemli şehirleri; Riyad, El-Harec, Dir’iyye, Uneyze ve
Büreyde’dir.
Hicaz Bölgesi
Hicaz kelimesi “he-ce-ze” harflerinin türevi olup “menee” (mani oldu ve
engelledi)” anlamına gelir. Hicaz denmesinin sebebine gelince: Kızıldeniz’inin
karşsısında kuzeyden güneye “Serât” dağının 1760 kilometrelik bir uzantısı
vardır ve bu uzantı, doğu ve batı şeklinde (batısı Kızıldenizi’n kenarlarında)
iki bölüm olarak ayırmıştır ve onun bir tarafında Necd ve diğer tarafında da
Tehâme yer almıştır. Böylelikle bu dağlar iki bölgeye mani ve engel olmuştur
16
ve Hicaz, tam olarak batı tarafına doğru dağlık bölgeyi yani Kızıldenizi’i
kapsamaktadır. Gerçekte Mekke ve Medine’nin yer aldığı Kızıldenizi’in doğu
taraflarına Hicaz denilmektedir.
Arap Yarımadası’nın diğer bölgeleri gibi Hicaz’da kuraktır ve bazı vadilerinde
sadece mevsimlik sular veya su kuyuları bulunur ve buraları eskilerde Arap
kabilelerini kendi etrafında toplamıştır. Arap kabilelerinde su sorunu çıkmazı
binlerce yıl olagelmiştir. Bu sebeple eskilerden birkaç çeyrek asra kadar
Hicaz’da toplu yerleşim bölgeleri ve köy yerleşim bölgeleri çok azdır.
İslam’ın doğuşu zamanında sadece Mekke, Taif, Yesrib ve Hayber gibi
şehirler yerleşim bölgesi olarak tanınıyordu.
Resim 2. S. 41
BİRİNCİ BÖLÜM: MEKKE-İ MÜKERREME
Mekke Şehri ve Coğrafi Konumu
İslam’dan Önce Mekke ve Medine
İslam Dönemi Mekke Tarihi
İslam Döneminde Kâbe ve Mescid-i Haram
Mescid-i Haram’ın Yapılandırılmasının Tarihi
Mekke’de Bulunan Mescidler
Meşair-i Mukaddese ve Mescidleri (Mekke’deki Mukaddes Yerler ve
Mescidler)
Mekke ve Medine’nin Dini Eserleri ve Tarihi
17
MEKKE ŞEHRİ VE COĞRAFİ KONUMU
Hicaz’ın en önemli şehri ve en mukaddes bölgesi, hatta daha ötesi,
yeryüzünün en mukaddes şehri, Mekke’dir. Bu şehir Kızıldeniz’in seksen
kilometre uzağında yer alır. Mekke şehri ekvator çizgisinin 40 derece ve 9
dakika boylamında ve 31 derece ve 28 dakika enleminde olup deniz yükseltisi
330 metredir.
Ümmü’l-Kurâ olarak da tanınan bu şehrin ortaya çıkış felsefesi ilki ibadet
merkezi ikincisi ise ticaret bölgesi olması hasebiyle iki açıdan ele alınır. Bu
şehir Kur’an’da “Bekke” adıyla da yâd edilmiştir.6 Bazı rivayetlerde Mekke,
Harem’in ismi ve Bekke, Kâbe’nin mekânı olarak bilinmiştir.7 Bazı nakillerde
“Bekke” halkın orada ağlaması olarak tabir edilirken bazı nakillerde de halkın
bir kısmının diğer bir kısmına eziyeti;8 gerçekte kalabalık ve izdiham
anlamında anlamlandırılmıştır.
Mekke’nin isimlendirilmesinde çeşitli görüşler nakledilmiş ve bu görüşlerin
birisinde “Mekke, gerçekte “Mek” ve “Rab” kelimelerinin birleştirilmesiydi”
denilmiştir. “Mek”, “Beyt” anlamındadır ve Mekke yani Beytu’r-Rab anlamını
taşımaktadır. Başka bir nakilde de şöyle gelmiştir: “Bek” isimin sonuna
getirilen ek unvanında “Vadi” anlamındadır, “Bek”in “Baalebek” kelimesinde
“Vadi” anlamına geldiği örneğinde olduğu gibi. Dolayısıyla “Batlamyus”un
Mekke için (yani Mâkârâbâ) söylemi esasına göre bu şehri, “Rabbin Vadisi”
ismiyle tanımamız gerekir. Bazıları da (Batlamyus’un deyimiyle) “Makrâbâ”
kelimesini Arapçadaki “Mukarreb” yani yakınlık kelimesinden almışlardır.
Buna göre terim anlamıyla “Allah’a yakınlık veya ilahlara yakınlık iddiasında
bulunan” kimseler için söylenmiş olması mümkündür. Bunlar bir tarafa,
Mekke ve Bekke için pek çok anlam zikredilmiştir ki, bunların çoğu sanı ve
tahmine dayalıdır.9
Mekke’nin isimlendirilmesinde “Rab” ve “Beyt (Ev)” iki önemli unsurdur. Bu
mesele, bu şehrin Allah’ın evindeki oluşumun göstergesi olup bunun kendisi
bu şehrin çok eskiye dayalı kutsiyetini ortaya koymaktadır.
Mekke’nin diğer isimleri “el-Beledü’l-Emin” ve “el-Beledü’l-Haram”dır ve
bu şehrin ibadet merkezi olması münasebetiyle bu isimlerden yararlanılmıştır.
Kur’an’ı Kerim’de, Mekke’nin ibadet merkezi oluşu önemle vurgulanmıştır.
-Âl-i İmrân, 96.
-Tefsir-i Ayyâşî, c.1, s.187.
8
-Usul-u Kâfi, Kuleynî, c.4, s.211.
9
-Bkz: Mikât-ı Hac dergisi, 2. sayı, s.205-219. Söz konusu üç aylık Farsça dergisinde Mekke’nin
isimleri fihrist şeklinde getirilmiştir. Daha fazla bilgi için bkz: Mekke’nin İsimleri, Muhammed Mehdi
Fakîhî, sayı: 4, s.132-151.
6
7
18
Şam bölgesinden Yemen’e doğru hareket eden ticaret yolunun bu bölgeden
geçmesi sebebiyle tarihi yazılarda Mekke şehri nispeten eski bir şehir olarak
anılmıştır. Buna ek olarak bu şehrin tarihi yapılanmasını, Kâbe’nin inşasından
veya en azından Kâbe’nin yenilenmesinden itibaren bilinmesi gerekir.
İbrahim’in (a.s) Kâbe’yi onarması yaklaşık dört yıl önce yani milattan önce
1950 yıllarında gerçekleşmiştir. Bu zaman, tufanın Kâbe’yi tamamen ortadan
kaldırması ve Allah’ın emriyle İbrahim’in (a.s) yeniden Kâbe’yi inşa etmesine
rastlar. İbrahim vadisi Mekke’deki vadilerin en önemlisidir. Bu vadinin
isminin çok eskilere dayanması gerekir.
Mekke, ibadet açısından da sayısız faziletler içerir. Mekke’nin en önemli
fazileti, Allah’ın evinin ve Mescid- Haram’ın; İbrahim’in (a.s) Allah’la
konuşmasında kullandığı ifadeyle “Beytike’l-Muharrem” bu şehirde yer
almasıdır. Allah Teâlâ Kur’an’da Mekke şehrini, mukaddes Tur dağının
yanında zikretmiş ve şöyle buyurmuştur: “Tin’e ve zeytûn’a andolsun. Sinâ
dağına andolsun, Bu güvenli şehre (Mekke’ye) andolsun ki.”10
Allah Teâlâ aynı şekilde İbrahim’in (a.s) bu şehir hakkındaki şu duasını da
kabul etmiştir: “Rabbim! Bu şehri güvenli bir şehir kıl. Halkından Allah’a ve
ahiret gününe iman edenleri her türlü ürünlerle rızıklandır.”11
Allah Resulü (s.a.a), Harem’den dışarı çıkacağı zaman şöyle buyurur:
“Sen ne kadar da temiz bir şehirsin ve benim için ne kadar da
sevimlisin. Kavmim beni bu şehirden çıkartmasaydı, senin yanından
başka hiçbir yerde kalmazdım.”12
İmam Muhammed Bakır (a.s) bu şehir hakkında şöyle buyurur:
“Mekke’de uyumak, diğer şehirlerde geceyi ibadetle geçirmek gibidir.”13
İmam Sadık da (a.s) şöyle buyurmaktadır:
“Allah katında yerlerin en sevimlisi Mekke’dir. Allah katında hiçbir
toprak, Mekke’nin toprağından, hiçbir taş Mekke’nin taşından, hiçbir
ağaç Mekke’nin ağacından, hiçbir dağ Mekke’nin dağından ve hiçbir su
Mekke’nin suyundan daha sevimli değildir.”14
Mekke Kuyuları
Kur’an bu şehri İbrahim’in (a.s) dilinden “Ekilip biçilmeyen kurak bir yer”
olarak isimlendirmiştir. Önceleri Zemzem kuyusu, bu şehrin suyunu temin
ediyordu, ancak zamanla bu kuyunun etrafında başka kuyularda ortaya çıktı.
10
-Tin, 1-3.
-Bakara, 126.
12
-Sünen-i Tirmizî, c.5, s.327, h.3926.
13
-Men La Yahzuruhu'l-Fakih, c.2, s.228.
14
-a.g.e., c.2, s.243.
11
19
Gerçekte her sene hacı sayısının artması, su temin edilmesi için daha çok çaba
ve gayreti gerektirdi. Bu sebeple İslam’dan önce Mekke’deki en önemli
atamalardan birisi “Sikâyet”15 idi. Mekke halifeleri ve hâkimleri de sürekli
hacıların içme suyu, gusül ve hamamları için yeni kuyular oluşturma
düşüncesindeydiler.
Mekke’de bir kuyudan başka bir noktaya hareket eden bir tür su vardı ki ona
“Ayn-veya “çeşme” denilirdi. Diğer bir su da “Bi’r” yani kuyu suyuydu ve
kuyudan dışarı çıkartılarak kullanılmaktaydı.
Muaviye kendi emirliği zamanında, su ihtiyacının karşılanması için
Mekke’nin çeşitli noktalarında kaynak suyu-çeşme açılmasını emretti.16
Mekke’de pek çok kuyu vardı ve Zemzem kuyusu bunların ilkiydi. Gitgide
kuyuların sayısı çoğaltıldı. Bunlardan en önemlisi, diğerlerine nazaran daha
çok meşhur olan “Zî-Tuvâ” kuyusu idi. Bazen iki, bazen de üç kuyu
birbirlerine yakın kazılmaktaydı.
Emevilerin son dönemlerinde hacıların daha rahat kullanması için ilk kez
Arafat’ta su havuzu yapıldı. Ondan sonra Harun ve akabinde Me’mun, eski su
kuyularının tamirini yaptılar ve yeni kuyular açtılar.
Mekke’de çeşme, kaynak sularının en meşhurlarından birisi “Zübeyde” Mansur’un oğlu Cafer’in kızı- kaynak suyudur. Bu kaynak suyunu, Harun
Reşit’in eşi Mekke için hazırlamış ve “Ayn-ı Zübeyde (Zübeyde’nin ÇeşmesiKaynak Suyu) olarak meşhur olmuştur. Bu su, büyük zahmetlerle Harem’in
dışındaki “Tâd” dağının tepesinden getirilmiş ve Harem’e aktarılmıştır. Aynı
şekilde yine Harun Reşit’in eşinin emriyle “Numan Çeşmesi”nin Arafat’a
aktarılması da önemli adımlardandır. Gerçekte “Numan Çeşmesi” ve “Arafat
Çeşmesi”, “Ayn-ı Zübeyde” olarak isimlendirmişler ve bu iki kaynak suyunu
onunla alakalandırmışlardır. Bu kaynak suyunun çıkartılması ve tarih boyunca
söz konusu kaynak suyu üzerinde yapılan tamiratlar, bir kitabın bağımsız bir
konusunu oluşturur.
Su kuyuları ve kaynak sularına ilaveten bazen sultanlar ve emirlerin
vasıtasıyla “Sebil” unvanında özel su dağıtım mekânlarının kurulmasının da
kendine has bir önemi vardır ve bunların fihristleri mevcuttur.17
Mekke ve Mekke etrafındaki onlarca kaynak sularının sürekli tamire ihtiyaç
duyduğu ve çeşitli zaman kesitlerinde de bunların tamir edilmesi son derece
doğaldır. Şimdilerde de “Zübeyde Çeşme”si faal olup bunun tamiri ve
suyunun temini için özel bir idari birim bulunmaktadır.
-Sikâyet: Bu görev Mekke'ye gelen hacılara içecek, su tedarik etmekten ibaretti. Çev.
-Tarih-i Mekke, Ezrâkî, c.2, s.227-232.
17
-İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.365-366.
15
16
20
Her halükarda bu topraklarda suyun son derece büyük bir önemi vardır öyle
ki, bölgeler çeşmelerinin isimleriyle anılır ve her nokta ve her bölge, isminin
önüne “Ayn”, “Bi’r” ve “Âbâr” getirilerek bu ön eklerle anılırlar.
Mekke’nin Önemli Dağları
Mekke dere yatağında konumlanmış ve etrafı dağlarla çevrelenmiştir öyle ki,
buradan Yemen’e, Kızıldeniz’e ve Şam’a birkaç çıkış yolu vardır. Mekke’de
yer alan dağların en önemlileri şunlardan ibarettir:
1. Ebu Kubeys:
Deniz rakımı 420 metre olan bu dağ, Mescidi- Haram’ın doğusundadır. Hali
hazırda kraliyet sarayı bu dağ üzerine inşa edilmiş ve görüş mesafesinin açık
olduğu bir bölümü “Mes’â”18ya bakmaktadır. Gerçekte bu dağın bir bölümü
alınmıştır. Bu dağı, Kâbe’ye komşu olması sebebiyle mukaddes bir dağ olarak
bilmişlerdir. Aynı şekilde de bu dağın, Nuh tufanında Hacerü’l-Esved’in
emanettarlığını yaptığını da söylemişlerdir. Sa’y’e başlama noktası olan Safa
dağı, bu dağın eteklerinde yer almıştır.
2. Kuaykıân veya Hint Dağı:
430 metre rakımlı bu dağ Mekke’nin batısındadır. Bu iki dağın birbirine
uzaklığı Mekke’nin eski sınırı kadardır. Çok eski dönemlerde bu dağın
etrafına ve bir bölümüne yerleşim bölgeleri yapılmıştı.
3. Cebelü’n-Nûr (Hirâ) Dağı:
634 metre rakımlı bu dağ Mekke’nin kuzey doğusundadır. Allah Resulü’ne
(s.a.a) ilk Kur’an ayetleri bu dağda nazil olmuştur. Bu dağ “Sübeyr-i A’rac”
ismiyle tanınır. Daha sonraları Cebel-i Hirâ (Hirâ Dağı) olarak isimlendirilmiş
ve Mekke ahalisi genellikle bu dağı Cebelü’n-Nûr olarak bilir.
4. Sevr Dağı: 759 metre rakımlı bu dağ Mekke’nin güneyindedir. Peygamber
(s.a.a) hicret esnasında bu dağa gizlenmiştir.
5. Handeme Dağı: Bu dağ, Ebu Kubeys dağının arkasında yer alır.
6. Ömer Dağı: Mekke’nin batısında yer alır.
7. Sebîr: Mekke’nin doğusundadır.
Mekke dağları arasında diğer vadilere oranla İbrahim Vadisi daha uzundur ve
Mescid-i Haram burada konumlanmıştır. Gerçekte burası seli engelleyen bir
mesirdir. Şöyleki; yağmur suyu, Mekke ve Ma’lât’ın yukarısından hatta Hirâ
Dağı eteklerinden “Hacûn” tarafına doğru gelerek oradan mescid tarafına
sonra Mescid-i Haram’ın bu tarafında yer alan “Mesfele”ye ve oradan
“Ecyâd”a ulaşıyordu. Bu vadi, Mekke’nin en önemli vadisidir ve vadilerin
reisi olarak yâd edilir. Mekke’nin eski yerleşim mahalleleri daha ziyade bu
vadinin etrafında oluşmuştur.
18
-Mes’â: Sa’y edilen yere denir. Çev.
21
Gerçekte eski Mekke, Ma’lât ve Mesfele’ye doğru iki taraflıydı. Mekke’nin
sadece Ma’lât tarafına doğru genişliği, Cuderiyye Pazarı sonlarındaki Mescid-i
Râye’ye ve sonu ise Cin Mescidi’e doğru uzanıyordu.
s. 51 HARİTA
İSLAMDAN ÖNCE MEKKE VE KÂBE
İbrahim’in (a.s) Eliyle Kâbe’nin Yapımı
Bir kısım rivayetler Kâbe’nin Hz. Âdem’in (a.s) eliyle yapıldığını tekit eder.
Bu rivayetlere göre hac merasiminin başlangıcı da Hz. Âdem (a.s) zamanına
döner. Ayrıca Mekke etrafında bazı yerlerin isimlendirilmesi de Hz. Âdem ve
eşi Havva (a.s) ile alakalı haberlerde yer almıştır. Bu rivayetleri kabul edersek,
Hz. İbrahim (a.s) gelip Kâbe’yi yeniden inşa edene kadar, Kâbe’nin Âdem’den
(a.s) sonra önemli bir yer olmadığı anlaşılır. Böylelikle Kur’an’ın tarihi bakışı
açısından Mekke ve Kâbe’nin tarihi, insan tarihiyle aynı olur. Kur’an,
Kâbe’nin Hz. İbrahim’in (a.s) eliyle yenilendiğini belirtirken, daha önceki
tarihlerde Kâbe’nin varlığını ve sonradan bozulmuş olabileceğini de olumsuz
saymamaktadır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Hani biz İbrahim’e Kâbe’nin yeri, “Bana hiçbir şeyi ortak koşma; evimi,
tavaf edenler, namaz kılanlar, rüku ve secde edenler için temizle” diye
belirlemiştik.”19
“İnsanlar arasında haccı ilan et ki, gerek yaya olarak, gerek uzak yollardan
gelen yorgun develer üzerinde sana gelsinler.”20
“Hani İbrahim, İsmail ile birlikte evin (Kâbe’nin) temellerini yükseltiyor, “Ey
Rabbimiz! Bizden kabul buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla
bilensin” diyorlardı.”21
Hac suresinin 28. ayeti ve İbrahim suresinin 35-37. ayetleri de Kâbe’nin
İbrahim (a.s) ile alakasını ortaya koymaktadır. İbrahim (a.s) Kâbe’nin
inşasından sonra Allah Teâlâ’dan bu mekânın kendisi için güvenli bir harem
kılmasını istedi. Allah Teâlâ da İbrahim’in (a.s) duasını kabul etti. Buranın
emniyetli ve güvenilir bir yer olması, asırlar boyunca Mekke’yi bedevi
19
-Hac, 26.
-Hac, 27.
21
-Bakara, 127.
20
22
kabilelerin saldırılarından korudu ve orayı güvenli bir şehir ve Kur’an’ın
ifadesiyle “el-Beledü’l-Haram” karar kıldı.
Kur’an’da on yedi defa “Beytullah” ismi gelmiştir: İki defa “Kâbe” unvanı
ile yedi kere “el-Beyt” unvanıyla, bir defa “Beyt” unvanıyla, iki kere “elBeytü’l-Haram” unvanıyla, iki defa “el-Beytü’l-Atik” unvanıyla, bir defa
“Beytike’l-Muharrem” unvanıyla ve iki kere “Beytî” unvanıyla. Kur’an’da on
beş defa da “el-Mescidü’l-Haram” unvanı zikredilmiştir.22
Beytullah’a (Allah’ın evi) küp şeklinde olması sebebiyle Kâbe denilmiştir.
Rivayette Kâbe’ye karşılık yer alan Beytü’l-Mâmûr’un da küp şeklinde olduğu
rivayet edilmiştir. Beytü’l-Mâmûr da Allah’ın arşının hizasında yer alır ve
arşta dört sütun üstünde yükselmiştir ki bunlar şunlardan ibarettir:
“Sübhanellah”, “Ve’l-Hamdülillah”, “Vela İlahe illallah” ve “Vallahu Ekber.”
23
Kâbe, bir anlamda eski ev anlamında “Beytü’l-Atik” olarak ta
isimlendirilmiştir. Bir rivayette “Atik” hür ve özgür anlamında gelmiştir yani
şahıslara ait evlerin aksine, bu ev, kişiye ait mülk olmaktan (şahısların malı
olmaktan) bağımsızdır.24
İbrahim (a.s) niçin Mekke’ye geldi? İbrahim’in (a.s) eşi Sâre, İbrahim’in (a.s)
Hacer’le evlenmesi ve İsmail’in (a.s) doğmasının ardından İbrahim (a.s) ile
Sâre arasında anlaşmazlık doğdu ve İbrahim (a.s), Allah’ın emri ile Hacer ve
İsmail’i (a.s) alarak Mekke’ye geldi ve burada onları yalnız bırakarak tek
başına geri döndü. Allah’ın lütfu ile Zemzem suyunun bulunmasından sonra,
Hacer ve İsmail (a.s) için yaşam ümidi doğdu. Bölgede yaşayanlar, suyun
ortaya çıkmasıyla birlikte buralara gelerek yaşamlarına devam ettiler.
Gerçekte İbrahim’in (a.s) dininin bu bölgede ihya edilmesi için olup bitenlerin
tamamı takdiri ilahiydi. İsmail (a.s) otuz yaşına geldiğinde, İbrahim (a.s) bir
kez daha Mekke’ye geldi ve İsmail’le (a.s) birlikte Kâbe binasını yeniden
yaptılar.
Allah’ın evinin yapılması ardından, Mekke civarında yaşayan kabileler ve
Allah’ın onlar arasında İsmail’in (a.s) eşini seçtiği “Curhum” kabilesi tevhit ve
Allah’a tapınmaya yöneldi ve ondan sonra hac merasimleri oluşturuldu.
Zamanla bu kültür Arap Yarımadası’nda yaşayan diğer Araplar arasında da
yaygınlaştı.
Hacer ve İsmail’in (a.s) Mekke’ye gelmesi ve İbrahim’in (a.s), İsmail’i (a.s)
kurban etme meselesi hakkında açıklanan kıssaya ve Hacer’in Safa ve Merve
arasında su arayışı hakkındaki nakle baktığımızda, hacla alakalı sünnetlerin
daha ziyade bu gerçeklerden alındığını göreceğiz. Yani tertemiz ve muvahhit
22
-el-Hac ve'l-Umre fi'l-Kitab ve's-Sünne, s.75.
-Men La Yahzuruhu'l-Fakih, c.2, h.2110.
24
-Usul-u Kâfi, c.4, s.189, h.5.
23
23
insanların hayat gerçekleri -Hanif dininin yadigârıdır- tevhide yönelen diğer
insanlar için Allah’ın ibret alametleri unvanında baki kalmıştır.
Hac, ilahi şiar ve nişanelerin ihyası ve tevhit dininin korunmasıdır.
Hac, seçkin ve muvahhit bir ailenin kararlaştırdığı ibadetlerin göstergesidir;
bu ailenin babası İbrahim’dir (a.s); İbrahim (a.s), tevhidi dinlerin tarihi
dönemlerde tanınmış şahsiyetidir. Onun iki oğlu, İsmail (a.s) ve İshak (a.s)
Ben-i İsrail kanadından Yahudilik ve Hıristiyanlığı kapsayan ve Arap
kanadından da İslam ümmetini kapsayan muvahhit kavimlerin çıkış noktasıdır.
Bu sebepledir ki, Allah Teâlâ İslam dinini “Hanif Din” olarak isimlendirmiş
ve Müslümanlar için “Müslüman” ismini Hz. İbrahim’in (a.s) dilinden seçmiş
ve Kâbe evini de “Kâbe”, “el-Beytü’l-Haram” ve “el-Beytü’l-Atik” olarak
isimlendirmiştir. Bazıları “Beytü’l-Mâmûr” isimini, Kâbe’nin başka bir ismi
olarak kabul etmişlerdir.
İbrahim’in (a.s) eliyle yapılan Kâbe’nin binasının bazı rivayetler esasına
göre yüksekliği yaklaşık 4/32 metre olup doğusundaki duvar 24 metre,
batısındaki duvar 23/10, kuzeyindeki duvar 16/5 ve güneyindeki duvar 15
metreydi. O zamanlar Kâbe’nin tavanı yoktu ve duvarları da taştandı.
İsmail’in (a.s) Haleflerinin Elinde Mekke ve Kâbe
İsmail (a.s) Mekke bölgesindeki Arapların arasında büyüdü ve onlar
arasından kendine eş seçti. Ondan gelen nesle “Adnan Arapları” denir. Kureyş
nüfus sicilinde Peygamber Ekrem’in (s.a.a) atası olarak bilinen Adnan
Arapları, İsmail’in (a.s) neslinden olma itibariyle Arap değillerdir, zira İsmail
(a.s) Arap değil, Beynu’n-Nehreyn halkı ırkındandı. Bu sebeple onlara
“Mustarabe” (Sonradan Araplaşmış Araplar) denilir. Adnanilerin karşısında,
“Kahtaniler” veya Güney Arapları yer alır ki, bunlar asil Arap veya “Arab-ı
Âribe” olarak meşhurdurlar.
İsmail’in (a.s) içinde yetiştiği kabilenin ismi “Curhum” dur. Bu kabile
sonraları ortadan silinmiş ve tarihte kaybolup gitmiştir. Curhum kabilesinin
Mekke’ye hâkim olduğu dönemde, söz konusu bu kabile insanları muvahhitti
ve uzun yıllar tevhit inancını taşıdıktan sonra putperest olmuşlardı. Bu kabile
halkı “Amr b. Luhay” isminde kendi büyüklerinden olan bir şahsiyete
uymuşlar ve bu şahsın, Şam’dan Mekke’ye getirdiği “Hübel” isminde puta
tapıyorlardı. Böyle olmasına karşın Adnaniler Kâbe evine ve Kâbe’nin
Rabbine de inanıyorlardı. Zamanla putların sayısı artmış ve İslam’ın doğuş
zamanına kadar, bazı tarihi veriler esasınca, halkın kendi evinde bulundurduğu
putların dışında Kâbe’nin etrafında ve içinde yer alan putların sayısı 360’a
çıkmıştır.
Curhum kabilesinden sonra “Huzâa” kabilesi Mekke’ye hâkim olmuştur.
Ondan sonra zamanla Kureyş kabilesi onların elinden Mekke’yi almayı
24
başarmış ve kendisi hâkim olmuştur. Tarihi ihtimale göre Kureyş kabilesinin
Mekke’ye hâkim olması, yaklaşık hicretten iki asır öncelerine rastlar.
Mekke’de Kureyş
Kusayy b. Kilâb, Huzâa kabilesi reisinin damadıydı. Kusayy, eşinin
babasının ölümünden sonra, Kureyş’in Mekke etrafında yaşayan dağınık
boylarından yararlanarak ve onların yardımıyla Mekke’ye hâkim olmayı
başarmıştı. Kusayy, Mekke’nin yapılandırılması için epeyce çaba harcadı ve
Kureyş’in önde gelen seçkin ve kırk yaş üstü kimselerin meşveret etmeleri
için “Dâru’n-Nedve”yi kurarak Mekke’deki işleri ela aldı. Kusayy; Mekke’nin
işlerini “Bayraktarlık”, “Kâbe Perdeciliği”, “Hacılara Su Dağıtımı”, “SefirlikElçilik” ve… gibi bölümlere ayırdı ve bu görevlerin her birini Kureyş
boylarına verdi. Onun Kâbe’nin yenilenmesi için çaba sarfettiğini
yazmışlardır. Kusayy’dan önce Kâbe, Kâbe’nin etrafından itibaren uzak
mesafelere kadar yerleşim bölgesinden mahrumdu, ancak Kusayy onları
Kâbe’nin yakınına getirmiş ve Kâbe’nin etrafında yalnızca tavaf edilecek
kadar mesafe bırakmıştır.
Kusayy’dan sonra, onun oğulları Abdumenaf ve Abduddar ve ondan sonra da
Abdumenaf’ın oğulları Haşim ve Haşim’in oğlu Abdülmuttalib, Mekke
üzerinde nüfuz sahibi olmuştur. Mekke’nin ticaret merkezine dönüşmesi ve
Kureyş’in uzak beldelerde ticaretle uğraşması, Haşim zamanında olmuştur.
Allah Teâlâ bu meseleye işaret ederek şöyle buyurur:
“Kureyş'e kolaylaştırıldığı, evet, kış ve yaz seyahatleri onlara kolaylaştırıldığı
için onlar, kendilerini açlıktan doyuran ve her çeşit korkudan emin kılan şu
evin Rabbine kulluk etsinler.”25
RESİM S.57
Kusayy b. Kilâb, Kureyş kabilesini Mekke etrafında topladığı zaman,
Kureyş’in her taifesini Mekke’nin bir bölümüne yerleştirdi. Kusayy,
“Kâbe’nin yüzünü” yani yukarıdan Şi’b-i Ebi Talib’i (Ebu Talib Mahallesi)
kapsayan Mekke’nin “Ma’lât”ı veya Mekke’nin yukarısını, kendisine ve
oğullarına özelleştirdi. Bu sebeple, onun çocukları bu bölgede oturuyorlardı.
Ecyâd bölgesini (Kubeys Dağının arkasında Ecyâd-ı Kebir ve Ecyâd-ı Sağir’i
kapsayan bölge) Ben-i Mahzum’a ve Mekke’nin “Mesfele” bölgesini, Ben-i
Cumeh’e has kıldı. Ben-i Sehm’i, “Seniyyet-i Süfla” ki günümüzde “Şubeyke”
ismiyle tanınan bölgeye yerleştirdi. Seniyye’in aşağılarında yer alan ve
günümüzde Ömer Dağı olarak meşhur olan bölgeye de Ben-i Adi kabilesini
(Ömer bu kabiledendir) yerleştirdi.26
Ebrehe ve Mekke
25
26
-Kureyş-1-4.
-Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.3, s.260.
25
İbrahimi tevhitle özdeşleşen Arap kabileleri, asırlardır çeşitli yerlerden ve
Arap Yarımada’sından Kâbe’yi ziyaret etmek için Mekke’ye geliyor ve
ziyaretin yanında da ticaretle uğraşıyorlardı. Bazı Arap kabileleri belirsiz
sebeplerle kendi bulundukları yerlerde Kâbe’ler yapmışlar ve Kâbe’ye gelme
eziyetinden kurtulmuşlardır. On taneden fazla bilinen söz konusu bu Kâbe’ler,
ciddi anlamda değer konusu oluşturmamıştır.
Habeşli Ebrehe, Kızıldeniz’den bu bölgelere doğru gelip Yemen’e sulta
kurunca, bu bölgede Mesih’in dinini hâkim kılma kararı aldı. Bu sebeple bir
kilise yaparak Arap halkını Kâbe’nin ziyaretinden alıkoymak ve onları
kiliseye gelmeye zorlamak düşüncesinde ısrar etti. Şayet Ebrehe’nin,
Hıristiyanlık yayılımcılığının devam ettiricisi olduğu söylenebilir, ancak
Ebrehe Arapların direnişiyle karşı karşıya gelince, Mekke’ye saldırarak
Kâbe’yi yok etme kararı aldı. Allah Resulü’nün (s.a.a) doğduğu yıla denk
gelen bu meşhur olay “Âmu’l-Fil” (Fil Senesi) adıyla gerçekleşmiştir.
Ebrehe, Abdülmuttalib’in Mekke’ye manevi hâkimiyetinin olduğu zamanda
Mekke’ye saldırdı, ama ilahi gücün azabına uğradı ve kendiyle birlikte
askerleri öldü. Bu olaydan sonra, Kâbe ve Kureyş’in itibarı daha çok arttı ve
Araplar, Allah’ın evi Kâbe ve Kâbe halkına daha çok saygı gösterdiler.
Bazı rivayetlere göre Ebrehe, günümüzde “Muhassir Vadisi” yani “Fil
ashabının hasret yeri” olarak bilindiği yerde yok edilmiştir.27 Burası, “Meş’ar”
ve “Mina” topraklarında yer alan küçük bir vadidir. Hacıların Zilhicce ayının
onuncu günü Kurban Bayramı’nda şafakla birlikte bu vadiyi geçip Mina’da
olmaları gerekir, zira rivayetlerin tavsiyesine göre, azap görmüş bu bölgeden
hızlıca geçilmesi gerekir.
Kureyş’in Eliyle Kâbe Binasının Yapılması
Kâbe sürekli kutsaldı ve Araplar Kâbe’nin etrafında dönüyor ve kendi
putlarına tapmakla meşgul oluyorlardı. Araplar, Kâbe’nin İbrahim (a.s) ve
İsmail’in (a.s) eliyle yapıldığına inanıyorlardı ve bu inanç, Arapların
İslam’dan önceki inançlarında da vardı. Arapların dini sünneti, İbrahim (a.s),
İsmail (a.s) ve Kâbe eksenliydi ve ne Hıristiyanların ve ne de Yahudilerin,
Araplar arasında ve özellikle Arap Yarımadasında nüfuzları yoktu.
Kâbe zaman zaman Mekke vadisinden gelen sellerden ötürü zarar görüyordu
ve Mekke’de hükümet eden kabileler aracılığıyla yeniden tamir ediliyordu.
Elbette bazen de geçen zaman sürecinde Kâbe’nin zarar görmesinin sellerle bir
alakası yoktu.
Kâbe’nin en son yenilenmesi, Peygamber’in (s.a.a) bi’setinden beş sene
önce yani Peygamber (s.a.a) otuz beş yaşındayken Kâbe’nin büyük bir
bölümünün ciddi hasarlar görmesi sonucu gerçekleşmişti.
O zamanlarda Kâbe’nin tavanı yoktu ve duvarlarının boyu da bir insanın
boyu kadar bile kalmamıştı. Kureyş, Kâbe’yi ilk günkü gibi onarıp yapmayı
-Bkz: Zâdu'l-Meâd, İbn-i Kayyim Cevzî, c.1, s.274; c.3, s.17. “Sin” harfinin kesre okunuşuyla
“Muhassir”, kendi yolcularını zahmete düşüren anlamındadır.
27
26
kararlaştırdı. Ancak Kureyş’i, Kâbe’nin onarılmasına iten asıl sebep şuydu:
Kâbe’nin ortasında, içinde hazinenin bulunduğu ve Kâbe’ye ait eşyaların
saklandığı bir kuyu vardı ve burası Kâbe’nin hazinesi olarak ün kazanmıştı.
Bir gece bir grup kuyuya inerek Kâbe’nin mallarını çaldılar. Kureyş, bu
konuda araştırma yaptı ve hırsızlık yapanları yakalayarak cezalandırdı. Sonra
Kâbe’nin duvarlarını yükselterek hem ilk haline getirmek hem de
duvarlarından birilerinin girmesini önlemek için Kâbe’yi yapılandırma kararı
aldı. Aynı zamanda Kâbe’ye tavan yapılması da düşünülmüştü.
Kureyş, kendi arasında aldığı bu kararı onayladı ve para toplamaya başladı.
Kâbe’nin duvarlarının tümden kaldırılarak yeniden yapılması kararlaştırıldı.
Söktükleri ilk taşın tekrar yerine gitmesi, herkesi telaşlandırdı. İçlerinden birisi
şöyle dedi: “Bunun sebebi, Kâbe’nin yapımında harcanan paranın helal
olması ve en küçük miktarının bile şüphe içermemesi gerekiyor. Acaba
şimdiye kadar toplanan parada herhangi bir şüphe var mı?” Derken mevcut
paranın bir kenara bırakılması ve yeniden para toplanması kararlaştırıldı, ama
bu defa para helal olacak ve en küçük bir şüpheden bile uzak olacaktı.
Hal böyle olunca Kâbe’nin saygınlığı onları eski duvarların yıkılmasından
alıkoydu ve hiç kimse işe başlamaya yanaşmadı. Kureyş’in önde gelenlerinden
Velid b. Muğire şöyle seslendi: “Ey Kureyş! Ben işe başlıyorum ve eski
duvarın bir kısmını söküyorum, sizde bana yardım edin.”
Velid b. Muğire baltayı aldı ve birkaç taşı çıkardı. Kureyş ona yardıma
yanaşmadı ve kendi kendilerine “Bırakalım üstünden bir gece geçsin, eğer
Velid’in başına bir belanın gelmediğini görürsek, Allah’ın yaptığımız bu
işten razı olduğu anlaşılır. Eğer onun başına bir şey gelirse, o zaman Allah,
bizim bu yaptığımızdan razı değildir.” dediler. Bir gece geçti ve Velid’in
başına bir şey gelmedi. O gün herkes Velid’in yardımına koştu ve geride kalan
harap duvarları söktüler. Bu iş, Kâbe’in temeline varıncaya kadar devam etti.
Derken orada bir yeşil taş gördüler. Baltanın bu taşa değmesiyle tüm Mekke
sarsıldı. Burasının İbrahim’in (a.s) yaptığı asıl yer olduğunu ve ona el
sürülmemesi gerektiğini anladılar.
Şimdi Kâbe’nin dört duvarını kökünden sökme zamanıydı. Kureyş’i dörde
böldüler ve onların her biri Kâbe’nin bir bölümünün yapılmasını üstlendi.
Duvarlar Hacerü’l-Esved’in hizasına yükseltildiğinde Kureyş arasında
anlaşmazlık çıktı ve neredeyse birbirlerini öldüreceklerdi. Derken kabile
büyükleri öne çıkarak Kâbe’nin yapılması için birbirleriyle tartışıp kan
dökülmemesi gerektiğini ve mescidin dışından gelen ilk kimsenin
hükmetmesini ve onun hükmünü de herkesin kabul etmesini söylediler.
Birkaç saat beklediler, derken Muhammed (s.a.a) mescidin dışından
çıkageldi. Kureyşlilerin hepsi onu görmekten büyük bir mutluluk duyarak
“Emin geldi” dediler. O zamanlardan Kureyşliler Muhammed’i (s.a.a) Emin
ismiyle çağırıyorlardı, zira onda eminliği ve doğruluğu görüyorlardı.
Muhammed’den (s.a.a) ihtilafa düştükleri konuda hükmetmesini istediler.
Muhammed (s.a.a) onlardan bir hırka getirmelerini istedi. Muhammed (s.a.a)
Hacerü’l-Esved’i hırka üzerine koydu ve dört gruba ayrılan Kureyşlilerin
27
hırkanın birer köşesinden tutmalarını istedi. Onlar hırka içindeki Hacerü’lEsved’i konulacağı yere getirdiler ve Muhammed (s.a.a) kendi eliyle Hacerü’lEsved’i alarak yerine koydu. Bu hüküm, onların hepsini razı etmiş ve
husumeti ortadan kaldırmıştı.28
Kâbe’nin boyu 8/64 metreye ulaştı ve Kâbe için bir tavan yapıldı ve
tavandan gelen suyun da bir oluk vesilesiyle Hicr-i İsmail’in bulunduğu tafara
dökülmesi sağlandı ki şimdi de olduğu şekildedir. Kâbe’nin içi boyandı ve
İbrahim’in (a.s) ve mukaddes Meryem’in (s.a) İsa’nın (a.s) kucağında yer
aldığı resimlerle süslendi. Daha önce güya Kâbe içinde bazılarının İshak’a
(a.s) ait olduğu söylenen yazıtlar vardı.29
Ne var ki bu kıssa başka bir yoldan bir takım eklemelerle nakledilmiştir.
Nakilde geldiğine göre: O zamanlar Rumların gemilerinden birisi Cidde
sahillerinde tufana tutularak parçalandı. Velid b. Muğire, Kureyşten bir grubun
eşliğinde bu geminin parçalarını satın aldılar. Gemide “Bâkûm” ismindeki
mimarı da kendileriyle birlikte Mekke’ye getirdiler ve Kâbe’nin yapımı
hakkında onunla konuştular. Kâbe’nin temelden yapılması ve bu iş için çok
miktarda Mekke’ye taş getirilmesi kararlaştırıldı. Taşları getirenler arasında
Muhammed’de (s.a.a) vardı. Velid b. Muğire Kâbe’nin taşlarını söküyor ve
şöyle diyordu: “Ey Allah’ım! Bize gazaplanma, zira niyetimiz hayırdır.”
Diğerleri de Velid b. Muğire’ye yardım ediyorlardı. Kureyş arasında, “Sadece
temiz ve helal mallarınızla yardım edin, sıla-ı rahmi keserek birilerine
zulmettiğiniz mallarla değil” şeklinde söylemişti.
Kâbe’nin dört duvarının yapılması için Kureyş arasında kura çekimi yapıldı.
Hicr-i İsmail’le (a.s) Hacerü’l-Esved arasındaki mesafenin yapılması ki,
Kâbe’nin kapısı da o bölümün içindeydi, Abdumenaf ve Ben-i Zühre’ye düştü.
Bu taraftan Hicr-i İsmail’e kadar olan yer, Ben-i Esed b. Abduluzza ve Ben-i
Abduddar b. Kusayy’a ve Rükn-i Yemânî’den Hacerü’l-Esved’e kadar olan
kısım Ben-i Sehm, Ben-i Cumeh, Ben-i Adi ve Ben-i Âmir b. Lu’eyy’e düştü.
Hacerü’l-Esved’in yerine konması hususunda Kureyş arasında ihtilaf oldu ve
neredeyse birbirlerini öldüreceklerdi. Derken mescidin dışından gelen ilk
kimsenin hükmetmesive onun hükmünü de herkesin kabul etmesi
kararlaştırıldı. Birkaç saat beklediler ve derken Muhammed (s.a.a) mescidin
dışından çıkageldi. Kureyşlilerin hepsi onu görmekten büyük bir mutluluk
duyarak “Emin geldi o nasıl hükmederse hepimiz razı olacağız” dediler.
Muhammed (s.a.a) kendi hırkasını yere serd ve Hacerü’l-Esved’i hırka üzerine
koydu ve şöyle buyurdu: “Kureyş’in büyük kabilelerinden dört kişi gelsin.”
Muhammed (s.a.a), dört kişinin (Utbe b. Rebia, Ebu Zemea, Ebu Hüzeyfe b.
Muğire, Kays b. Udeyy) hırkanın birer köşesinden tutmalarını istedi. Onlar
hırka içindeki Hacerü’l-Esved’i konulacağı yere getirdiler ve Muhammed
(s.a.a) kendi eliyle Hacerü’l-Esved’i alarak şimdiki olduğu yerine koydu.
Sonra duvarlar tavana kadar yükseltildi ve tavanın düşmemesi için de altı
temel ayak üzerinde on beş sütun düşünüldü ve Hicr-i İsmail, Kâbe’den
ayrıldı. Daha önce Hicr-i İsmail Kâbe’nin içindeydi. Yer seviyesinin
yukarısına tek yönlü bir kapı yapıldı.
28
29
-Sîret-i Resulullah (s.a.a), c.1, s.174-176.
-a.g.e., c.1, s.177.
28
Anlatıldığına göre cahiliye döneminde Kureyşliler Pazartesi ve Perşembe
günleri Kâbe’nin kapısını açıyorlardı ve kapıya, yukarı çıkmak isteyenler için
basamaklar yapmışlardı. Kâbe’nin saygınlığından dolayı hiç kimse
ayakkabıyla girmiyordu.30
Tarihte yazıldığına göre Kâbe’nin içi boyandı ve İbrahim’in (a.s) ve
mukaddes Meryem’in (s.a) İsa’nın (a.s) kucağında yer aldığı resimlerle
süslendi.
Emirülmüminin’in (a.s) Doğduğu Yer
Kâbe’nin yeniden yapılmasından yaklaşık dört ya da beş sene önce
Emirülmüminin (s.a) Kâbe’de dünyaya geldi. Bu konuda araştırma yapanların
en küçük kuşkularını bile ortadan kaldıracak kadar tarihi nakiller ve edebi
şiirler vardır.31 Bu, İmam Ali (a.s) ve Peygamber’in (s.a.a) çok sevdiği Ali’nin
(a.s) annesi Fatıma binti Esed için bir seçkinliktir. Zira Allah Resulü (s.a.a)
çocukluk döneminin bir bölümünü Ebu Talib’in evinde geçirmiştir. Meşhur
görüşe göre, Kâbe’nin duvarının yarıldığı ve Fatıma binti Esed’in içeri girdiği
kısım, Rükn-i Yemânî tarafındadır. Kâbe’nin onca tamirinden sonra söz
konusu Kâbe duvarındaki bu yarıktan bir eserin kalmaması son derece
doğaldır.
İSLAM DÖNEMİ MEKKE TARİHİ
İslam’ın Doğuşundan Hicrete Kadar Mekke
Allah’ın Resulü Muhammed (s.a.a), Âmu’l-Fil’de (Fil Yılı) dünyaya geldi
ve onun doğmasıyla, Allah’ın nuru bir kez daha yeryüzünü aydınlattı. Kisra
Saray Eyvan’ı sarsılarak yıkıldı, Save Gölü kurudu ve Farsların ateş
tapınaklarındaki ateşler söndü. Muhammed (s.a.a) saygı değer babasını
görmedi. Bir müddet çölde Halime-i Sadiye’nin kucağında büyüdü ve sonra
iki sene, Mekke’nin seçkin şahsiyeti Abdülmuttalib’in sorumluluğunda kaldı.
Abdülmuttalib’in vefatıyla, değerli amcası ona bakma şerefine nail oldu. Bir
müddet ticaretle uğraştı ve yirmi beş yaşında Hatice (s.a) ile evlendi. Bu
evlilikten on beş yıl sonra kırk yaşında peygamberliğe seçildi.
Allah Resulü (s.a.a) güvenilir ve doğru sözlüydü. O, her yılda bir ay Hirâ
Mağarası’nda ibadetle meşgul oluyordu ve hiç kimsenin onun hakkında
kesinlikle kötü bir hatırası yoktu ve kimse ondan yalan işitmedi.
Üç yıla kadar açıktan ve resmi olarak davet etmedi, bu sebeple bir grup
fıtratı temiz kimseleri Müslüman yapmayı başardı. Ona ilk iman edenlerin
birincisi Ali (a.s) ve ikincisi, eşi Hz. Haticetü’l-Kübra (s.a) idi.
Davetin açıktan olup resmilik kazanmasıyla, Kureyş’in İslam’la düşmanlığı
da başladı. Ebu Cehil, Utbe b. Rebia, Ebu Süfyan ve hatta amcası Ebu Leheb,
-Tabakât-ı İbn-i Sa'd, c.1, s.133.
-Daha fazla bilgi için bkz: Mevlud-u Kâbe, Allame Erdûbâdi, tercüme İsa Eherî, Kum, Risalet
yayıncılık, 1379.
30
31
29
Peygamber (s.a.a) ve tabilerine eziyetlerin en şiddetlisini uyguladılar, ancak
onlar zorlu dayanışı bırakmadılar.
Bi’setin beşinci yılında Müslümanlardan bir grup, Ebu Talib’in oğlu
Cafer’in öncülüğünde müşriklerin baskısından kurtulmak için gizlice
Mekke’den hicret etti ve Kızıldeniz’i geçerek Habeşistan’a gitti. Ondan
sonraki yıllarda Peygamber (s.a.a), Ebu Talib ve Ben-i Haşim fertlerinin (Ebu
Leheb’in dışında) himayesinde Mekke’de yaşıyordu. Ebu Talib’in
Peygamber’in (s.a.a) korunmasında çok önemli bir rolü vardı. Kureyş, Ebu
Talib’i Peygamber’i (s.a.a) himaye etmesinden vazgeçiremeyince, Ben-i
Haşim’in aleyhine bir anlaşma imzaladılar. Bi’setin yedinci yılında imzalanan
bu anlaşma, Mekke’de “Şi’b-i Ebi Talib” yani Ebu Talib mahallesinde Ben-i
Haşim’i ablukaya aldı ve Kureyş, onlarla her türlü iktisadi ve ailevi irtibatını
kesti.
Kureyşlilere göre bu anlaşma, Ben-i Haşim’in Peygamber’i (s.a.a)
korumaktan vazgeçip onu Kureyş’e teslim etmesiyle geçersiz sayılabilirdi.
Ben-i Haşim üç sene zorlu koşullara dayanmasının ardından anlaşma iptal
edildi ve böylelikle Ben-i Haşim’in iftihar dolu yeni bir yaşamı da başlamış
oldu.
Çok geçmeden Allah Resulü’nün (s.a.a) iki eski dostu Ebu Talib (a.s) ve
Hatice (s.a), birbiri ardınca dünyaya veda ettiler. Bu iki değerli şahsiyetin
vefat münasebetiyle Bi’setin onuncu yılı, “Âmu’l-Hüzn (Hüzün Yılı)” olarak
isimlendirildi.
Bi’setin on birinci yılı Yesrib yoluna doğru bir ümit ışığı doğdu ve bu bölge
halkının sayılı bir kesimi İslam’la tanışarak Müslüman oldular. Daha sonra
bi’setin on ikinci ve on üçüncü yıllarında Yesrib Müslümanlarının sayıları
arttı. Böylelikle Mekke’de Allah’ın evinin yanında kötü ve zalim müşriklerin
esaretindeki Müslümanlar, Mekke dışındaki Yesrib şehrine yol bularak
hürriyetlerine kavuştular.
Mekke’de bi’setin on üç yıllık bir hatırası vardı; bir taraftan Allah
Resulü’nün (s.a.a) azılı düşmanları müşriklerin varlığı söz konusuyken diğer
taraftan parmak sayısı kadar az, ama müşriklerin işkencesi altında “Allah
birdir” feryatlarının Mekke’yi doldurduğu tarih kanalında İslam’ın varlığının
korunmasında çok büyük bir payı olan Peygamber’in (s.a.a) yaranları vardı. O
zamanlar Müslümanların kıblesi Beytü’l-Mukaddes’ti, ama Mescidü’l-Haram
ve Kâbe’nin de çok yüce bir konumu vardı.
Allah Resulü (s.a.a) bi’setin on üçüncü yılında, Yesrib halkının davetiyle
oraya gitti ve Mekke’yi kısa bir süre Müşriklerin eline bıraktı. Yedi yıl sonra
umre kastıyla bir günlüğüne Mekke’ye gelebildi ve sonunda hicretin sekizinci
yılında, İbrahimi tevhidin sınırlarındaki bu şehri necis müşriklerin ve putların
varlığından temizledi.
Hicretin ikinci yılında Müslümanların kıblesi Beytü’l-Mukaddes’ten Kâbe
tarafına doğru değişti ve bu olay, Mekke ve Kâbe’nin İslam’ın asli merkezi
30
olduğunu ve olmaya devam edeceğini ortaya koydu. Aynı şekilde kıblenin
değişmesi, Yahudi kültürüne karşı kazanılan bir zafer olmanın yanında
Kâbe’yi kendi müşrik inançlarıyla ablukası altına alan Kureyş’ karşı da bir
zaferdi. Gerçekte bu hareketle tevhit temeline dayanan İbrahim’in (a.s) dini,
kelimenin tam anlamıyla ihya edildi.
Allah’ın Resulü (s.a.a) Kureyş’e karşı kazandığı bu zaferle bu azametli şehri
kendi devletinin merkezi yapmadı. Sebebine gelince, fedakar yaranı Ensar’a
onların yanında kalacağına dair söz vermesiydi.
Allah Resulü (s.a.a) Mescid-i Nebevi’nin yanındaki kendi evinde vefat etti
ve bu noktada defnedildi. Bir milyarın üstündeki Müslümanların kalbi, burayı
ziyaret etmek için çarpmaktadır.
Mescidü’l-Haram ve onun tarihçesine değinmeden önce, Mekke şehrinin
İslam dönemindeki tarihine kısaca göz atmamız çok yerinde olacaktır.
RESİM 4 S.67
İslam Sonrası Mekke Tarihi
Medinetü’n-Nebi’de İslam devletinin kurulmasından sonra, Mekke dini
cihetten seçkin bir konuma oturdu, zira hicretin ikinci yılında Kâbe
Müslümanların kıblesi olmuş ve dünyanın her noktasındaki Müslümanlar,
namaz için Mescidü’l-Haram’a yönelmekle mükellef olmuşlardı. Allah Teâlâ
bu konuda şöyle buyuruyor:
“(Ey Muhammed!) Biz senin çok defa yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu
(vahiy beklediğini) görüyoruz. (Merak etme) elbette seni, hoşnut olacağın
kıbleye çevireceğiz. (Bundan böyle), yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir.”32
Ancak siyasi açıdan Medine’nin merkez olması hasebiyle Mekke şehri ikinci
derecede öneme haizdi. Bu dönemde Mekke’nin seçkin şahsiyetleri devlette
yeni bir paya sahip olmak için Medine’ye gitmişlerdi. Söz konusu bu
bireylerin çoğu hicretin sekizinci yılı zorla Müslüman olmuşlardı. Örneğin,
Ben-i Ümeyye Mekke’de değil, Medine’de göze çarpmaktadır.
Peygamber’in (s.a.a) döneminde kısa bir müddet Muâz b. Cebel ve kısa bir
dönemde Hâris b. Nevfel b. Hâris b. Abdülmuttalib ve çok kısa bir sürede
Attâb b. Üseyd Mekke’de hükümet etmişlerdi. Halifelerin zamanında Mekke
valilerinin en önemlilerinden bazıları şunlardır: Nâfi b. Abdülhâris, Abdullah
b. Ebezî, Halid b. Âs Mahzumî ve Abdullah b. Halid b. Useyd Emevi. İmam
Ali (a.s) zamanında Mekke’nin ilk valisi Ebu Kutâde El-Ensari ve ikincisi
Kusem b. Abbas ve sonra Ma’bed b. Abbas’tı. Bu şehrin son hâkimi İmam
Ali (a.s) ve İmam Hasan (a.s) tarafından görevlendirilen Câriye b.
Kudâme’dir.
32
-Bakara, 144.
31
İmam Ali’nin (a.s) Hicaz’dan Irak’a gitmesiyle Hicri Kameri 36. yılında
hilafet merkezi Medine’den Irak’a taşındı ve Mekke ve Medine, “Haremeyn”
unvanında kendi dini önemini korumakla birlikte, belirleyici dini simaların ve
siyasi sahabelerin çocuklarının çoğunun bulunmasına rağmen, siyasi açıdan o
anlamda pek önem taşımıyordu.
İmam Hasan (a.s), Muaviye ile sulhundan sonra Medine’ye döndü. Kardeşi
İmam Hüseyin (a.s) de bu şehirde yaşıyordu. Buna ek olarak Abdullah b.
Zübeyr ve Abdullah b. Ömer gibi birçok sahabenin çocukları da buradaydı.
Dimeşk’te (Şam) Muaviye’nin hükümeti sağlamlaştıktan sonra Medine
üzerindeki gözetim sıklaştırıldı ve Emevilerin önemli simalarından bazıları
Medine hükümetini ele aldılar. Utbe b. Ebi Süfyan, Anbese b. Ebi Süfyan,
Mervan b. Hakem, Saîd b. Âs Emevi ve oğlu Amr, Muaviye zamanında
Mekke’ye hâkimlik yapan kimselerdendiler. Muaviye döneminde, halk tam
anlamıyla Emevilere itaat etmiyordu ve Medine’de hükümet muhalifi pek çok
sahabe çocuğu vardı.
Yezid işbaşına gelince ilk etapta kendisine muhalif olan sahabe çocuklarını
ortadan kaldırmak istedi. Ancak İmam Hüseyin (a.s) Medine’den Mekke’ye ve
oradan da Irak’a gitti ve Hicri Kameri 61 yılının Muharrem ayında Kerbela’da
şahadete erişti. Abdullah b. Zübeyr de İmam Hüseyin’in (a.s) eşliğinde
MekMedine’den Mekke’ye, ancak burada kaldı. O zaman Mekke’nin hâkimi
Velid b. Utbe b. Ebi Süfyandı.
Hicri 61. yılda İmam Hüseyin’in (a.s) hareketinin bastırılmasından sonra,
sahabe neslinden olan Medine halkı, hicretin 62. yılında ayaklanma çıkardı.
Bu ayaklanmanın ardında Mekke’de yaşayan ve bu şehri kendi hâkimiyeti
altına alan Abdullah b. Zübeyr vardı. İlk etapta Şam’dan gönderilen ordu,
Medine’ye yöneldi ve şehrin yani Harre33 katliamından sonra Mekke’ye
saldırdı. Başarısızlıkla sonuçlanan bu saldırının ardından Mescidü’l-Haram ve
Kâbe haddinden fazla zarar gördü.
Yezid’in ölüm haberinin ulaşmasıyla Şam ordusu geri döndü ve Abdullah b.
Zübeyr önce Hicaz’ı sonra Irak’ı sultası altına aldı. Abdullah b. Zübeyr, hicri
73. Yılına kadar bu şehirde hükümet etti. Bu yılda Abdulmelik b. Mervan’ın
emriyle Haccac Mekke’ye saldırdı ve Kâbe’nin yakılması yanında Abdullah b.
Zübeyr darağacına asıldı ve bir kez daha Hicaz ve Arap Yarımadası,
Emevilerin sultasına girdi. Zübeyr’in sekiz yıllık hükümetinde Ben-i Haşim,
Zübeyr oğullarının baskısı altında yaşamışlardı. Zübeyr Hanedanlığı Emevi ve
Alevi çizgisinin karşısında Kureyş kanadının orta çizgisinin temsilciliğini
yapıyordu. İbn-i Zübeyr, Mekke hükümeti boyunca Kâbe’yi temelden yıkıp
yeniden inşa ederek Hicr-i İsmail’in (a.s) bir bölümünü Kâbe’nin içine kattı ve
buna ilave olarak Kâbe’ye şimdiki kapısının karşısına Rükn-i Yemânî’nin
kenarına bir kapı daha açtı. Haccac’ın gelmesiyle bir kez daha Kâbe yıkıldı ve
İbn-i Zübeyr’den önceki zamanda olduğu gibi yeniden yapıldı.
RESİM 5. S.70
33
-Harre: Volkanik arazi. Kara taşlı yer. Mütercim.
32
Şahlığa dayanan bir devlet olan Emevi Hükümeti, kendi hanedanlığından ve
tamamen kendisine bağlı valileri Mekke’nin önemli şehirlerine atadı. Halid b.
Abdullah Kasrî, Abdullah b. Süfyan Mahzumî ve Yahya b. Hakem b. Ebi Âs,
Emevilerin Mekke şehirlerine atadığı şahsiyetler arasındaydı. Bir müddet
Ömer b. Abdülaziz ve Mesleme b. Abdülmelik bu şehirde valilik yaptılar.
Mekke’deki Emevi valilerinin en çirkeflerinden birisi Haccac’ın kardeşinin
oğlu Yusuf b. Ömer Sakafî idi ve bu şahıs Mekke’de pek çok cinayete
bulaşmıştı. Mekke Hicri Kameri 129 ve 130 yıllarında Hariciler’in eline düştü
ve ondan sonra tekrar Emeviler hâkimiyeti ele geçirdiler. Her ne kadar bu
defasında saltanatlarının ömrü sona erdi ve Hicri Kameri 132 yılında İslam’ın
doğusunda tamamen yıkıldılar.
Arap tutuculuğu ve taassubu ilkesine dayanmaları, tertemiz Muhammedi ve
Alevi İslam’la savaşmaları, İmam Hüseyin’in (a.s) kendisini, Ehlibeyt’ini (a.s)
ve ashabını şehit etmeleri ve eşraflığın-efendiliğin kökleşmesi, refah istemi ve
dâhili ihtilaflar gibi etkenler, Emevi hükümetinin yıkılmasının en önemli
sebepleri arasında sayılabilir.
Abbasi Döneminde Mekke
Emevilerin yıkılmasından sonra doğal olarak, doksan yıl Emevilerin baskısı
altında olan ve halk arasında Emevilerin halefi kabul edilebilecek yegâne
halefi telakki edilen Ben-i Haşim hükümetin başına geldi. Ben-i Abbas
Ehlibeyt (a.s) adına gücü eline geçirdi. İlk etapta Şia’ymış gibi göründü, ama
kısa bir süre sonra, Alevilerle mukabele etmek adına Sünnilerin teveccühünü
kazanmak için Ehlisünnet mezhebini kabul etti ve resmi olarak tanıdı.
Abbasilerin en önemli rakibi, bir an bile kıyam ve ayaklanmadan geri
durmayan Alevilerdi. Alevilerin çoğunluğu Mekke ve Medine şehirlerinde
yaşıyorlardı. Bazı alevi grupları perişanlık içinde dünyanın uzak noktalarına
hicret etmişlerdi, ama Mekke ve Medine şehirleri hiçbir zaman onların
varlığından mahrum kalmadı.
Mekke’nin ilk Abbasi valisi Davud b. Ali b. Abdullah b. Abbas idi. Onun
görevden alınmasından sonra Seffâh dayısı Ziyad b. Abdullah Hârisî’yi Mekke
valiliğine atadı. Ondan sonra Mansur da Mekke’ye valiler atamıştır ki Sarî b.
Abdullah b. Hâris bunlardan birisidir.
145 yılında Mekke’de Nefsi Zekiyye’nin ve Basra’da Zekiye’nin kardeşi
İbrahim’in ayaklanmaları bastırıldı ve sarsılan Abbasi devleti yeniden
güvenliğe kavuştu. Mansur bu defa amcası Abdüssamed b. Abdullah’ı Mekke
valisi yaptı. Bu şahıs, Alevilerin lehinde şiir okuyan Südeyf b. Meymûn’u
Mekke’de canlı canlı gömmüştür.
Mekke’de Abbasi valilerinin varlığı, Alevilerin kıyamı için bir set olabilirdi.
Mansur, kendi halifelik dönemimde dört defa hacca geldi gitti ve beşinci
defasında yani 158 yılında Mekke’de öldü ve “Ma’lât Mezarlığı” kenarına
defnedildi.
33
Mekke 169 yılında Hüseyin b. Ali (Fehh Şehidi) kıyamına kadar Abbasi
valilerinin elindeydi. Bu yılda “Şehit Fehh” kıyam etti ve halk arasındaki
saygın konumu ve ansızın şehit olması hasebiyle Abbasi devletine zorlu bir
darbe indirdi. Şehit olduğu bölge günümüze kadar “Mantakatü’ş-Şüheda”
(Şehitler Caddesi) olarak isimlendirilmiştir ve kabri belirgin bir şekilde
yapılmamış bilakis kabristanın bir kısmı yerle bir olmuş ve Bakî Mezarlığı
gibi kapı konulmaksızın duvarla çevrelenmiştir.
“Fehh” hadisesinde firar eden İdris b. Abdullah Alevi, Afrika’da İdrisliler
devletini kurdu. Kardeşi Abdullah da İran’ın kuzeyinde kıyam etti, ama
kıyamı bastırıldı.
199 yılında bir kez daha “Aftas” olarak meşhur olan Hüseyin b. Hasan
isminde Alevilerden birisi Mekke’ye geldi ve Sarî b. Mansur Şeybânî’nin
rehberliği altında Irak’ta kıyam ederek bir müddet Mekke’yi elinde tuttu. Sarî
b. Mansur’un yenilmesiyle birlikte, Mekke halkından Muhammed b. Cafer
Sadık (a.s) için biat almaya çalıştı. Bu şehrin Alevi büyüklerinden olan ve
“Dibâc” ismiyle meşhur idi. O görevi Ali ve Hüseyin b. Hasan Aftas’a bıraktı.
Me’mun Hicri Kameri 200 yılında Mekke’ye bir ordu çıkardı ve Dibâc’ı
teslim olmaya zorladı. Hicri Kameri 202 yılında İbrahim b. Musa El-Kazım
(a.s) isminde Alevilerden birisi Mekke’ye galebe etti, ama Abbasiler onu
Mekke dışına sürdüler.
Görünürde Alevilerle dost gibi görünen Me’mun, bu hareketlerin
bastırılmasından sonra, hükümetinin birçok dönemlerinde Mekke şehrini
Alevilerin eline bıraktı. Onun bu tavrı, Alevilerin Hicaz’a daha çok hâkim
olmalarının alt yapısını hazırladı.
Söylenmesi gerekir ki Alevilerin Mekke nüfuzuna ilave olarak Abbasi
devleti tarafından “Emirü’l-Hac” unvanında birisi her yıl hacıların idari
işlerini üstleniyordu ve hacıların idari işleri Mekke hâkiminin eline düşmesi
mümkündü ve aynı şekilde hacıların idari işlerini, Abbasi hanedanının
seçkinlerinden birisinin üstlenmesi ihtimali de vardı.
Me’mun’dan sonra Abbasi hanedanın fertleri ve o zamanlarda devlette
sınırsız nüfuzu olan Türk idarecileri Mekke valiliğine ulaştılar. Alevilerin
kıyamı hicrî 250 yılından bu yana dünyanın her tarafını sardı ve İsmail b.
Yusuf isminde Alevilerden birisi Mekke’ye nüfuz etti, ama bir sonraki yılda
öldü. Hicri Kameri 301 yılında Alevilerden bir diğeri bir süre Mekke’yi eline
aldı.
Mekke şehri 317 h.k yılında Ebu Tahir Kırmıtî rehberliğinde “Karmatîler”in
hâkimiyeti altına girdi. İsmâilîler’e mensup olan Karmatî fırkası zamanla
bağımsızlığına ulaşarak bu yıllarda Mekke’yi işgal etti ve Hacerü’l-Esved’i
alarak Fars Körfezi’nin güney doğu sahillerindeki kendi asli bölgeleri olan
“Hicr”e -günümüzde Ahsa ve Bahreyn bölgesi- götürdü. Karmatîler, Abbasi
devletinin ya da İslam dünyasının her hangi bir idarecisinin isteği olmaksızın
yirmi iki yıl sonra Hacerü’l-Esved’i asli yerine getirdi.
34
On dördüncü asırdan bu tarafa İslam dünyasında Alevilerin nüfuzu arttı ve
Abbasiler de mümkün mertebe onlarla anlaşma yolunu tuttu. Şerif Murtaza ve
Şerif Razî’nin babası yani Ebu Ahmed Musevi (ki Talibîlerin sorumlusu idi),
Abbasi hükümeti tarafından Emirü’l-Hac unvanıyla yıllarca hacıların idari
işlerini üstlenmişti.34
Mekke’de Fatımî Devleti ve Eşraf Hükümeti
Fatımîlerin Mısır’a 358 yılında hâkim olduğu zaman Cafer b. Muhamed b.
Hasan b. Ali (a.s) isminde eşraf ve seyitlerden olan birisi de Mekke’yi
tasarrufu altına aldı. Ondan öce Fatımî halifesi Mu’iz, Âl-i Cafer ve
Hasanîler’in Mekke’de arasını bulmuş ve onları barıştırmıştı. Şimdi ise eşraf,
Fatımî devletiyle birleşmiş ve Fatımîler’in Mısır’da gücü eline geçirmesiyle
İslam dünyasının en önemli haremi olan Mekke üzerinde, Abbasilerle
Fatımîler yakın mücadeleye girişmişlerdi. Bu şehre hâkim olmak, hâkim
kanadın hilafetinin resmiyeti ve meşruiyeti zihinlerde yer edecekti.35
Fatımîler, Yemen ve beşinci asrın ortalarında San’a’da güçlenen “Suleyhî
Devleti” yoluyla Mekke’ye hâkim oldular. İsmaili devletlerinden olan ve pek
çok gücü elinde bulunduran “Suleyhî Devleti”, Mekke’ye hâkim olmakla Şia
Fatımîlerinin bu şehirde nüfuz sahibi olmalarının alt yapısını hazırladılar.
Fatımîlerin en önemli rakipleri Abbasi devleti ve doğuda güçlenen Selçuklu
devletiydi. Bunlar arasındaki ciddi ve geniş alanlarda rekabet vardı ve bundan
dolayı haccın, müsülanların birlik ve beraberliğini sağlamasındaki önemli
rölünü olumsuz yönde etkiliyordu.
Diğer taraftan Mekke’de hâkim olan Aleviler için mal ve servetin bu şehre
getirilmesi doğrultusunda bu rekabetten yararlanmak kadar önemli bir şey
yoktu. Her halükarda Mekke’deki Aleviler, Fatımîler’in fıtri Şia olmaları
hasebiyle onlarla daha bir uyum içinde olmaları ve onlar adına hutbe
okumaları gayet doğaldı. Cafer 380 yılına kadar Mekke’de hükümet etti ve
ondan sonra oğulları İsa ve ardından Ebu’l-Futuh, Mekke’yi idare ettiler.
Nasıl Medine İmam Hüseyin’in (a.s) torunları elindeyse Mekke de
Hasanîlerin elindeydi ve bu iki grup arasındaki çekişme yıllar yılı devam etti.
Cafer b. Muhammed ailesi 453 yılına kadar Mekke’de hükümet etti. Bu
devleti, Mekke’deki Eşraf’ın ilk devleti olarak tanıtırlar. Onlardan sonra iki
sene Eşraf-ı Süleymanî taifesi Mekke’de hükümet etti ve Eşraf hükümetinin
üçüncü dönemi, Seyid Hasanîler’den olan Ebu Haşim Muhammed b. Cafer
aracılığıyla tesis edildi. Bu şahıs, Fatımîler adına hutbe okuyordu. Fatımîler’in
Mısır’da çıkmaza düşmesi ve onlar tarafından gelen yardımın kesilmesiyle
462 yılında Ebu Haşim Abbasiler adına hutbe okudu. Buna karşın Şia olması
sebebiyle Mescidü’l- Haram’da ezan okunurken “Hayye alâ Hayri’l-Amel”
cümlesi olduğu gibi devam ediyordu. Fatımîler rekabete devam ettiler ve
hutbeler, Abbasiler ve Fatımîler adına sürekli değişim içinde okundu. Bu
34
35
-Tarih-i Mekke, Ahmet Sebâ’i, s.175.
-a.g.e., s.194.
35
mesele, söz konusu devletlerin hangisinin Mekke hâkimine razı edici hediye
göndermesine bağlıydı. Hiç şüphesiz Fatımîler’in Mekke’ye nüfuz etmesinin
en önemli eserlerinden birisi, bu şehre Şia mezhebinin nüfuzuydu36 ve buda
İsmailî, Zeydî ve İmamî olarak üç şekilde kendini göstermişti. Bu üç eğilimin
tamamının sloganı “Hayye alâ Hayri’l-Amel”di ve hiçbir Sünni buna muvafık
değildi ve bu cümlenin Mescidü’l-Haram’da yükselmesi onların tamamını
rahatsız ediyordu.
Mekke emirliği Muhammed b. Cafer’den sonra oğlu Kasım’a ve ondan
Kasım’ın oğlu Fuleyte’ye geçti. Fuleyte’nin ölümünden sonra 527 yılında bu
hanedanlık arasında ihtilaf çıktı. Zengî devletinin -Nureddin Zengî- başa
gelmesiyle, Zengî devleti Mekke’de nüfuz sahibi oldu, ancak işler Eşraf’ın
elindeydi. Selahaddin Eyyübi’nin 569 yılında iş başına gelmesiyle Mekke’de
Eyyübiler adına hutbe okunuyordu. Eşraf devletinin üçüncü döneminin
Mekke’ye hükümet eden en son ferdi Davut b. İsa’ydı ve 597 yılında Mekke
emirliğinin yetkisi bu şahıstaydı.
Eşraf hükümetinin dördüncü dönemi Kutâde b. İdris’le başladı. Bu şahıs, elde
ettiği güçle tamamen Mekke’ye hâkim oldu ve Abbasilerle düşman olmasına
rağmen, Abbasilere zorla kendisini kabul ettirecek şekilde davrandı. Gerçekte
Mekke, çeşitli bölgelerdeki -Irak, Mısır ve Yemen- emirlerin tamahkâr
olmaları sebebiyle, bir şahsın söz konusu bölgelerin emaretini elinde
bulundurmasını gerektirecek bir durumdaydı. Bu şahıs, Eşraf olarak
isimlendirilen Mekke Sadat’ın (Seyitleri) dışında biri olamazdı. Bu sebeple en
zor koşullar altında bile aşırı Sünni eğilimli Eyyübi devleti veya Abbasi
devleti, Mekke’deki Alevi Eşraf hükümetinin birisine boyun eğmek
zorundaydılar.
Kutâde’den sonra Kutâde’nin oğlu Hasan ve ardından Râcih gücü eline aldı.
Elbette bu dönem, yani hicri yedinci asrın ilk kırklı yılları, fitne ve kargaşanın
yaşandığı bir dönemdi.
Memlûkler ve Osmanlı Döneminde Mekke
Hicri Kameri 652 yılından -Bağdat’ın düşmesinden dört sene önce- Ebu
Nümey isminde Kutâde’nin torunlarından birisi Mekke’de gücü eline geçirdi.
Abbasilerin düşmesiyle Mısır’da Memlûk devleti37 kuruldu. Memlûk
devletinin güçlü sultanı Baybars, 667 yılında hacca geldi ve Ebu Nümey
tarafından karşılandı. Ebu Nümey, elli senelik Mekke hâkimiyetinden sonra
701 yılında Mekke’de öldü. Ebu Nümey Mekke hâkimiyeti yıllarında bazen
-Tarih-i Mekke, Ahmet Sebâ’i, s.216.
-Hicri yedinci asrın ortalarında Türk kölelerin eliyle Mısır ve Şam’da ortaya çıkan Memlûk Devleti
922 yılında Osmanlı padişahi Yavuz Sultan Selim tarafından yıkılmıştır. Memlûk Devleti, İslam
devletlerinin en önemlilerinden sayılır.
36
37
36
Memlûklerle bazen de Yemen’deki Âl-i Resul devletiyle dostluk ilişkisi vardı.
Ebu Nümey’in oğlu Rümeyse’in 737 yılına kadar Mekke’de bağımsız olarak
hükümet sürecine değin diğer oğulları birbirleriyle rekabet halindeydiler. Bu
yıllarda Memlûkler ve Âl-i Resul devletlerinin yanında İran-Moğul
hâkimlerinden Hudabende ismiyle meşhur Olcayto ve oğlu Ebu Said de
İslam’ı seçmişlerdi ve Mekke’ye hâkim olma düşüncesindeydiler.
Hicri Kameri 747 yılında Rümeyse’nin ölmesiyle, onun oğulları ve torunları
Osmanlının tasallutuna kadar 923 yılında Mekke şehrinde hükümet ettiler.
Sultan Selim zamanında Eşraf sınfından olup Mekke’ye hâkim olan kimse Ebu
Nümey’in torunlarından Şerif Berekât’tır.
Osmanlı sultanı Yavuz Sultan Selim 922 ve 923 yıllarında binlerce insanı
öldürerek Memlûk devletini tamamen ortadan silmeyi başardı ve Osmanlı
devletinin Haremeyn üzerinde nüfuz kurmasının alt yapısını oluşturdu. Hal
böyleyken Osmanlı devlet adamları Hicaz’ın özel koşulları ve siyasi geçmişi
sebebiyle, Mekke’deki nüfuzunun devam etmesi için bu şehirde Hasan-i Eşraf
hâkimiyetini kabul etmek zorunda kaldı. Şimdi iki üç asırlık hacıların
rehberliğini yapan Mısır kervanının yerine Sultan Selim, Rum kervanını
görevlendirmişti ve Şam’dan Hicaz’a hareket eden bu kervan, hac günlerinde
en önemli kervanlardan birisi sayılıyordu.
Berekât’ın oğlu ikinci Ebu Nümey, 932 yılında babasının ölümünden sonra
onun yerine oturdu. İkinci Ebu Nümey Eşraflar’ın tüm dönemlerinde Mekke
hâkimlerinin en güçlüsüydü. Bu şahsın en önemli girişimi, 948 yılında
Cidde’ye saldıran Portekiz sömürüsü karşısında savaşmak ve toplu seferberlik
ilan ederek halkı harekete geçirmek olmuştur. İkinci Ebu Nümey 974 yılına
kadar Mekke’ye hâkim olmuş ve sonra hükümeti oğlu Hasan’a bırakmış ve
Hasan da 1010 yılında Necd’de ölmüştür. Hasan’ın hükümranlığından sonra
oğlu Ebu Talib iki yıl, ondan sonra da Ebu Talib’in oğlu İdris 1021 yılına
kadar Mekke hâkimliğinde kalmıştır.
Bu fertlerin tamamını Osmanlı devletinin zorunlu olarak tanıması
gerekiyordu. İdris’ten sonra Ebu Nümey soyundan gelenler Mekke emirliğini
ele geçirmişler ve zamanla kendi aralarında çeşitli gruplara ayrılmışlardır.
Bunlar arasında amcaoğulları da birbirleriyle çatışmaya girmişlerdir.
Osmanlı Devletinin İran Hacılarına Zorluk Çıkartması
Bu asrın en zorlu dönemlerinden birisi Osmanlı devleti ve tutucu Sünni
âlimlerinin Şiaların, İranlı hacıların ve Haremeyn’de yaşayan Şia âlimlerinin
aleyhine harekete geçtiği dönemdi. Şia aleyhine olan hareketlerin en önemlisi
Hicri Kameri 965 yılının Şaban ayında Şehid-i Sânî’yi tutuklayarak şehit
etmeleri oldu. Bazı tarihçilerin yazdığına göre Şehid-i Sânî’yi Mescidü’lHaram’da yakalayıp İstanbul’da şehit etmişlerdir. Bu olaydan önce 945 yılında
Mekke’de mezhebi bir meselede tartışan Şia âlimi Esterâbâdî’yi öldürdüler.
Daha sonraları 976 yılında da Safevî devlet adamlarından olan Masum Bey
Safevî’yi ve ona eşlik edenleri "Fatıma Vadisi"nde Mekke’deki bir evde
37
öldürüp bu olayı bedevi Araplara nispet verdiler. Aynı şekilde 1042 yılında
Mekke’deki İranlı hacılara ne kendilerinin ne de İranlı hemşerilerinin hacca
gelmeye haklarının olmadığı ilan edildi. Ahmet Sebâ’i’nin yazdığına göre
bunun sebebi tarihi kaynaklarda belirtilmemiştir.38
Hicri Kameri 1040 yılında sürekli Mescidü’l-Haram’da ibadetle meşgul olan
Mirza Zeynelâbidin Kaşanî isminde bir Şia âlimini tutup eziyet ederek
öldürdüler. Nitekim 1047 yılında İranlı hacıları hacdan men etmiş ve çok
şiddetli bir şekilde onları Mekke’den çıkartarak bir sonraki sene hacca gelme
haklarının olmadığını söylediler.39 Aynı şekilde 1088 yılında Şiaların
Kâbe’nin perdesini necis ettikleri bahanesiyle, bu şehirde Şia katliamı
başlattılar ve Makam-ı İbrahim’in (a.s) arkasında Kur’an okumakla meşgul
olan Muhammed Mü’min Razavî isminde bir âlimi de öldürdüler. Aynı
şekilde 1101 ya da 1105 yılında Kâbe’nin perdesini tutan Şeyh Hüseyin
Tenkâbunî isminde bir âlimi hastalanacak kadar dövdüler. Bu şahıs, Medine
yolunda öldü ve Rebeze’de Ebuzer’in kabri kenarına defnedildi.40
Bu dönemden yıllarca önce ve sonra Mekke âlimleri, Şia’nın tekfir
edilmesine dair pek çok kitap yazdılar ve Sünni fakihlerin bazıları Sünni ile
Şia’nın savaşması fetvasını verdiler. Kandahar Afganlılarının 1134-1135
yıllarında İsfehân’a saldırması ve Şia Safevî devletinin düşmesi bu fetvaların
bir sonucudur.
Hicri Kameri 1157 yılında Nadir Şah’ın Osmanlı devletiyle çatışması
zamanında Haremeyn’deki hatiplerin tamamına minberlerde Şialara lanet
etmeleri ilan edildi.41
Osmanlılarla Kaçar devleti ilişkisi nispeten iyiydi, böyle olmasına karşın bu
düşmanlık mirası, Osmanlıların bir sonraki dönemini de etkiledi ve defalarca
Acem şahsiyetlerine özellikle Medine’deki İranlılara aşırı baskı yapıldığı ve
öldürüldüğü, seyahatname yazarları ve Osmanlı arşivleri aracılığıyla
yansıtılmıştır.
Suudi dönemindeki sakinliğe rağmen bu olayların birçok örnekleri vuku
bulmuştur. Örneğin Hicri Şemsi 1322 yılında tavaf esnasında hastalığından
dolayı istifra eden ve yere dökülmemesi için ağzına havlu tutan İranlı hacısı,
tutucu birkaç Mısırlının tanıklığıyla mahkemeye çıkarılmış ve Medine
yargıcının yargısı sonucunda Zilhicce’nin on dördüncü gününde Merve
kenarında binlerce hacının gözü önünde alenen boynu vurulmuştur. Bu olay,
İranlıların dört seneye kadar hacca gitmemesine ve iki devletin siyasi
ilişkisinin bozulmasına sebep oldu. İranlılar tekrar 1327 h.ş yılında resmi
olarak hacca gittiler.42
Safevîlerin tüm dönemlerinde ve bu dönemlerden kısa bir süre sonra çok
sayıda Şia âlimi Mekke’de yaşıyordu. Biyografi yazarları Mekke ve
Medine’de ikamet edip yaşayan onlarca Şia âlimin ismini kaydetmişlerdir.
-Tarih-i Mekke, Ahmet Sebâ’i, s.371.
-Menâihu’l-Kerem, c.4, s.181-182.
40
-Bkz: Safaviyan der Arsa-i Din, Ferheng ve Siyaset, c.2, s.740 (Mekke’den Medine güzergâhı
üzerindeki “Rebeze” ismiyle bilinen yer tarihte Rebeze olarak meşhur olan yer değildir. Ebuzer’in
vefat ettiği Rebeze, Medine’den Irak tarafına doğru yer alan bölgenin ismidir).
41
-Tarih-i Mekke, Ahmet Sebâ’i, s.428.
42
-Daha fazla bilgi için bkz: Merve Şehidi, Seyit Ali Gazi Asker.
38
39
38
Mekke ve Suudilerin İşbaşına Gelmeleri
Vahabilerin Necd’de davete başladığı yıl, Hicri Kameri 1157 yılıdır. Bu
tarihte Muhammed b. Abdülvahhab (1115-1206) şirk adını verdiği her şeyin
karşısında kendi davetini başlattı. Abdülvahhab başlattığı davetini yaymak için
"Deriyye" şehrine gitti ve bu şehrin hâkimi Muhammed b. Suud’la (1179) el
ele vererek Vahabilerin davetinin başarıya ulaşması için yol açtı. Söz konusu
hareket, ilk etapta Necd bölgesini kapsamına aldı ve sonra pek çok savaş ve
kan dökülmesi ardından bir taraftan Fars Körfezi sahillerine kadar diğer
taraftan da Mekke ve Medine’yi de kapsayacak şekilde Hicaz bölgesinin
tamamına yayıldı.
Vahabilerin davetinin iki merhalesi vardır:
Birinci merhale: Vahabiler; Muhammed b. Suud, Abdülaziz b. Muhammed b.
Suud, Suud b. Muhammed ve Abdullah b. Suud hanedanlıklarıyla 1235 yılına
kadar yetmiş beş yıllık bir dönem hükümet ettiler ve Necd hükümetinin
Osmanlı Devleti’nden İbrahim Paşanın eliyle ortadan kaldırılması Muhammed Ali Paşanın oğlu- ve Abdullah b. Suud’un İstanbul’da
öldürülmesiyle Suud hanedanlığı düştü. Ondan sonra yaklaşık seksen yıllık bir
süreci uzlet ve zillet içinde geçirdiler.
Bu dönemde Eşraf Mekke’de hükümet ediyordu. Bu zamanlar Osmanlı
Devleti, Avrupa devletleriyle zorlu mücadeleyle meşguldü. Buna ilaveten
Osmanlı içindeki Milliyetçi ve laik hareketler, devletin gücünü azaltmaya
çalışıyorlardı. Osmanlı’nın en son güçlü sultanı Sultan Abdülhamid (12931327), kısa bir süre Osmanlı’nın çöküşünü erteledi, ancak Rusya ve İngiltere
gibi Avrupa devletlerinin komploları karşısında ve Türkiye içerisindeki
yenilikçilik iddialarında bulunanlar ve özellikle milliyetçilik akımı, devletin
yıkılmasını hızlandırdı.
Arapların, Türklerin aleyhine başlattıkları “es-Sevretü’l-Arabiyyeti’l Kübra”
(Büyük Arap Hareketi) isminde özgürlükçü hareketi, Osmanlı Devletindeki en
önemli hareketlerden sayılmaktadır. Gerçekte antitürk hareketi olan bu akım,
Osmanlı Devletini baştanbaşa kuşatan milliyetçilik akımıydı. Şerif Hüseyin,
İngilizlerin kışkırtmasıyla büyük bir Arap devletinin kurulması hedefi
doğrultusunda Arapların bu hareketinin rehberliğini üstlendi. Şerif Hüseyin’in
bu girişimi, Vahabilerin eline düşmeden önce elinde bulundurduğu Hicaz’ı
tekrar geri almasıyla sonuçlandı. Şerif Hüseyin’in iki oğlundan birisi olan
Abdullah Ürdün’e ve diğeri Faysal Irak’ta hükümet ediyorlardı.
Faysal ilk etapta Suriye’de hükümet kurdu, ancak Fransızlar onu ülke dışı
ettiler. Daha sonra İngilizler Faysal’a Irak’ı verdiler. Bu iki bölgede yani Irak
ve Ürdün’de Şerif Hüseyin’i yeni halife unvanında tanıdılar ve onu
“Emirülmüminin” ve “Melikü’l-Arap” olarak isimlendirdiler.
Ne var ki Şerif Hüseyin’in gücü devam etmedi, zira yıllar yılı Eşraf ile savaşan
Necd Vahabileri, yeni bir rehberle Necd’i nüfuzları altına almayı ve yavaş
yavaş Hicaz’a doğru hareket etmeyi başarmışlardı.
39
İkinci Merhale: Vahabilerin ikinci merhalesi, 1902 yılında Abdülaziz b.
Abdurrahman’ın (bir sonraki Melik Abdülaziz) faaliyetiyle başladı. Bu yıl,
onun Kuveyt’ten Necd’e geldiği ve Necd’i ele geçirip gücünü genişleterek
Hicaz ve Haremeyn topraklarına hareket ettiği sürece rastlar. Arap
kabilelerinin Abdülaziz’i desteklemeleri ve İngilizlerin Abdülaziz’e
yönelmesi; en azından Abdülaziz’le savaşmaması, Vahabilerin bu bölgedeki
sultasının alt yapısını hazırlamıştır.
Yıllar yılı Mekke Eşrafı’nın yasaklamasıyla hac görevini yapamayan Necd
halkı, ilk defa Hicri Kameri 1340 yılında haccettiler. Yeniden hac amelinden
men edilmelerinden sonra, savaşmaya başladılar. 1343 yılında Taif düştü.
Şerif Hüseyin’le Vahabilerin savaşı, Şerif Hüseyin’in yenilgisiyle sonuçlandı
ve Şerif Hüseyin’in Cidde’ye geri çekilmesiyle, oğlu Ali’ye “Hicaz’ın Şerifi”
unvanıyla biat etmesi söz konusu oldu ve sonuçta kabul etti. Bu olay 1343
yılının Rebiülevvel ayında gerçekleşti. Suudi askerlerinin Mekke’ye saldırı
haberiyle, Şerif Ali Mekke’nin dışına çıktı ve böylelikle Vahabilerin Mekke’yi
sultaları altına almalarının mukaddimesi hazırlanmış oldu. Şerif Hüseyin 1349
yılında Emân’da (Ürdün) öldü ve Kudüs’te defnedildi.
Suudi ordusu yalnızca birkaç günlük Şerif Ali’ye biatinden sonra Mekke’ye
girdi ve ilk etapta “Mualla Kabristanlığı”ndaki var olan yapıları harap etti.
Aynı şekilde Hirâ Dağındaki kubbeyi harabeye çevirdi.43 Suudiler 1344
yılında Medine’ye hâkim oldular ve orada da Bakî ve Uhud mezarlıklarındaki
kubbe ve yapıları yıktılar ve bu ülkede “bid’atle mücadele” adı altında
mezhebi anlayışlarını ortaya koydular. İmamların (a.s) kabirlerinin yıkılması
hicri 1344 yılı ve Şevval ayının sekizine rastlar ki bu tarihten sonra ve şimdiye
kadar Şialar, İmamların (a.s) matemini tutmaktadırlar.
Suudilerin Haremeyn’e tasallutu ve Suudi devletinin büyümesiyle zamanla
Suudi Arabistan ülkesi adı altında yeni bir ülkenin varlığı ilan edildi.
Abdülaziz (1293 h.k) 1373 yılına kadar bu ülkede hükümet etti ve günümüze
kadar (1431) onun oğulları -hali hazırda Melik-Kral Abdullah’tırhükümranlığını sürdürmektedirler.
Bakî’nin ve Hz. Hamza’nın Türbesi’nin viran edilme haberi Müslümanlara;
özellikle dünyanın çeşitli noktalarında yaşayan Şialara ve bilhassa İranlılara
ulaşınca topluca ve büyük bir endişeyle devletlerinden, Suudilere karşı cephe
almalarını istediler. Vahabiler, Osmanlı Devletinin dağılması, Arap
dünyasında yaşanan tefrikalar ve İngiliz ve Fransızların Arap ülkelerini
paylaşması gibi öne çıkan bu durumdan yararlanarak, Arabistan üzerindeki
hâkimiyetleri korumuşlar ve Eşraf hâkimiyetinin geri gelmesinin önünü
almışlardı.
Hicri Şemsi 1304/1925 yılında Vahabilerin Haremeyn’e sultası ve İmamların
(a.s) defnedildiği Bakî Mezarlığı’nın viran edilmesi haberi çabucak İran’da
yansıma buldu. Bu olayın ardından âlimler, meşveret meclisleri düzenlediler
43
-et-Tarihi’l-Kavîm, s.307.
40
ve devlet de bu bağlamda resmi bildiri yayınladı ve o yılın Sefer ayının on
altıncı günü tatil ilan edildi; Milli Şura Meclisinde de müzakereler
gerçekleşti.44
İşte bu olaydan sonra Eşraf yaklaşık bin yıllık siyasi rollerini elden verdi ve
Vahabilerin izlediği siyasetle tamamen ablukaya alındı. Günümüzde de Mekke
ve Medine’de Eşraf vardır, ancak hiçbir şekilde söz konusu belirginliklere
sahip değildir.
-O zamanın devletinin yayınladığı bildirisinin metni şöyledir:
Umuma Yönelik ve İvedi Telgraftır
İl ve ilçe idarecileri ve devlet memurlarının tamamına:
"Telgraf haberleri gereğince Vahabi taifesi tarafından Medine-i Münevvere'ye saygısızlık ol-muş
ve İslam'ın Mescid-i A'zam'ı top ateşine tu-tulmuştur. Bu büyük faciayı işiten devlet son de-rece
üzülmüş ve bu doğrultuda inceleme ve etkili girişim hazırlığı içindedir. Duygularımızı ortaya
koyup matem tutmak için merkez, Sayın şeyhülislamların tevafukuyla ülkede bir gün boyunca
tatil yapılması kararı aldı. Bunun için idareci ve devlet memurlarının tamamının kendi yetkileri
altındaki ülkenin her noktasında yer alan âlim, devlet idareleri ve halkın tamamına ulaştırmaları
ve Sefer ayının on altısı Cumartesi gününü tatil ve matem günü ilan etmelerini kararlaştırdım".
Yüce Kuvvetler Başkanlığı ve Devlet Başkanı – Rıza.
44
Bu bildiriden ardından Sefer ayının on altısı Cumartesi (15 Şehriver) genel tatil ilan edildi ve
Tahran'ın çeşitli grupları yas ve matem merasimleri düzenledi. Davet edildiği gibi âlimler Cumartesi
günü Sultani Mescidi'nde toplandılar ve Tahran'ın her yerindeki çeşitli gruplar yas ve matem halinde
Sultani Mescidi'ne yönelerek orada derin hüzünlerini gösterdiler. Aynı günün ikindi vaktinde de
Devlet Kapısı’nın dışında on binlerce insan bir araya geldi ve hatipler heyecan uyandırıcı
konuşmalarıyla Medine olayları ve Vahabiler tarafından Allah Resulü'nün (s.a.a) kümbetine yapılan
saygısızlık karşısında nefretlerini dile getirdiler. (Tarih-i Bist Saleî İran, Hüseyin, Mekkî, c.3, s.395396, Tahran, A’lemî, 1373.
Bakî Mezarlığı’nın viran edilmesi haberinin yayınlanmasına kadar güya ortam sakindi. Bu haberin
yayılmasından sonra bir kez daha 1305/1926 yılının Ekim ayında söz konusu bu haber olay yarattı.
Taklit Mercilerinden iki kişi Merhum Ayetullah Seyit Ebu'l Hasan İsfehânî ve Muhammed Hüseyin
Nâinî, Necef-i Eşref’ten Tahrana telgraf çektiler, Bu telgrafın metni şöyledir:
“Vahabi yargıcı Bakî Mezarlığı’ndaki İmamların (a.s) mukaddes kabir ve türbelerinin
yıkılmasına hükmetmiştir. Şevval ayının sekizinde vahşice Haremeyn’i yıkmaya başlayan zındık
hükümete karşı hükümetiniz tarafından neden bir şey yapılmaz. Eğer devlet ve İslam hükümeti
tarafından acilen bir şey yapılmazsa İslam’ın Fatiha’sı okunacaktır”.
Bunun ardından Merhum Müderris mecliste bir konuşma yaptı ve Şah’tan, bu konuda bir meşveret
komisyon kurulması için milletvekillerinden belirli şahısları görevlendirmesini istedi. Bu komisyonun
neticesine göre bu konuda daha çok araştırma yapılacak ve Vahabilerin akımları konusundaki önceden
var olan dosya mütalaa edilerek, bu hadisenin telgrafla bildirilmesinin yanında eyaletlerin tamamına
ilan edilecekti. Bu toplantıda Müstevfi'l-Memalik, Merhum Müderris’in önerisiyle başbakanlık
makamını kabul etti.
Bu olaydan sonra Müstevfi'l-Memalik, başbakanlık makamından söz konusu vakıa hakkında bir bildiri
yayınladı. Bu bildiride feci ve vahşi bu hareketten dolayı derin üzüntüsünü dile getirerek Müslüman
kesimlerinin tamamına şu çağrıda bulundu:
“İslam inancının vahdet hükmünce bir araya gelip imkânlar dâhilinde bu tecavüz içeren
girişimlerin önünü almaya çağırmaktadır. Haremeyn-i Şerifeyn hakikaten İslam âleminin
tamamına aittir ve hiçbir Müslüman milleti, başka milleti hesap etmeksizin Müslümanların
kıblesi ve İslam dininin merkezi olan bu mukaddes yeri kendine has kılmaya, istediğini yapmaya
ve kendi inanç ve öğretilerini başkalarına dayatmaya hakkı yoktur.
Dolayısıyla tüm İslam dünyasından İslam milletlerinin genelini kapsayacak bir toplantı düzenleyerek; Haremeyn-i Şerifeyn meselesini halletmelerini ve Müslümanların tamamının kendi
inançları doğrultusunda özgürce Mekke-i Muazzama ve Medine-i Tayyîbe'nin manevi bereket ve
semavi feyzinden yararlanmaları ve hiçbir ayrıcalık ve istisna gözetmeksizin bu mukaddes
mekânların feyzinden kana kana içmeleri için bir kanun düzenlemelerini rica ediyoruz”,
Tarih-i Bist Saleî İran, Hüseyin, Mekkî, c.4, s.86-87 ve 92-93.
41
S. 84 HARİTA
İSLAM DÖNEMİNDE KÂBE VE MESCİDÜ’L-HARAM
İslam’ın Başlangıcından Şimdiye Kadar Kâbe’nin Tahribi Ve İnşası
Hicri Kameri 64 yılında Abdullah b. Zübeyr ayaklandı ve Mekke şehrini
kendi hükümetinin merkezi yaptı. Şam ordusu Zübeyr oğullarının hükümetini
düşürme peşindeydiler. Mekke’yi ele geçirmek için önce Medine’ye gittiler ve
Medine şehrinin kıyamının bastırılması ardından Mekke’ye yöneldiler. Mekke
etrafındaki dağlara çıkıp şehri muhasara ettiler ve mancınık kurarak taş ve ateş
gülleleriyle Mekke’ye saldırdılar. Bu çatışmada Kâbe’nin örtüsü tutuştu ve
ondan sonrada viran oldu. Bu haldeyken, Şam ordusuna Yezid’in ölüm haberi
geldi ve onlarda geri döndüler.
Abdullah b. Zübeyr bazı ashabın muhalefetine rağmen Mekke’de kaldı ve
Kâbe’nin duvarlarını kökünden sökerek yeniden yaptı. Zübeyr Kâbe’yi,
Kureyş’in değiştirdiği ve Hicr-i İsmail tarafından altı zer’ ve bir karış yaklaşık üç metre- eksilttiği bölümü Kâbe’nin içine alıp Kureyş’ten önceki
bina gibi yapmaya çalıştı.
Buna ek olarak Kureyş’ten önce olduğu gibi Kâbe’ye yerden itibaren iki
kapı yaptı -şimdiki gibi kapıları yaklaşık yerden iki metre yükseklite koymadıbu kapıların birisi giriş diğeri de çıkış içindi. Bu kapılar tam olarak önceki
yerlerine yerleştirildi. Hali hazırda bu kapıların birisi doğu tarafında diğeri ise
batı tarafındadır. İbn-i Zübeyr bir miktar Kâbe’nin boyunu da yükselterek
yirmi yedi zer’e45 çıkardı. Hicr-i İsmail duvarını da dairesel yapmadı ve
Kâbe’ye suyun Hicr-i İsmail’e dökülmesi için oluk yaptı.
İbn-i Zübeyr zamanında Kâbe onarım halindeyken Kâbe’nin tahta duvarlarla
çevrelenmesi ve hacıların bunlar etrafında tavaf etmesi adet haline geldi. Bu
vesileyle Kâbe’nin tamir edilen yerleri bozulmuyor ve yeniden yapılmasına
gerek duyulmuyordu.
Hicri Kameri 73 yılında Mekke şehri Haccac b. Yusuf Sakafî’nin eline düştü
ve Abdullah b. Zübeyr öldürüldü. Haccac, zamanın halifesi Abdülmelik b.
Mervan’a bir mektup yazarak ondan Kâbe’yi eski şekline getirmek ve
45
-Zer’: Her zer’ yaklaşık 104 cm’dir.
42
Zübeyr’in eklediği yerleri kaldırmak için izin istedi. Abdülmelik Kâbe’nin
bi’setten önceki şekle getirilmesi için Haccac’a izin verdi. Buna göre Kâbe’nin
bir kapısı olacak ve Hicr-i İsmail’de Kâbe içine alınan miktar kadar ek
yapılacaktı. Sonraları Abdülmelik’in bu kararından pişman olduğunu
yazmışlardır. Zira Zübeyr’in Kâbe’deki değişikliği, Peygamber’den (s.a.a)
gelen rivayet esasına göre yaptığı söylenilmiştir. Kâbe’deki bu değişime göre
İbn-i Zübeyr’in değiştirdiği yerlerin tamamı eski haline geldi.
Yıllar sonra Abbasi halifesi Mansur, Kâbe’yi İbn-i Zübeyr’in yaptığı gibi
yamayı düşündü ama Malik b. Enes onu bu işten sakındırarak şöyle dedi:
“O, Kâbe’nin sonraki emir ve hâkimlerin elinde oyuncak olacak bir
girişimde bulunmamalıdır; öyle ki, her gün birileri eksiltir veya ekler ve
Kâbe’nin heybeti ortadan kalkar.”
Kâbe’nin yapımında kullanılan malzemeler, etraftaki dağlardan toplanıp
getirilen kara taşlardı ve bu sebeple Kâbe binası, son derece sağlam ve
dayanıklıdır.
Daha sonraları Kâbe’nin yenilenmesi, tamir ve onarım şeklinde devam etti.
804 yılında Sultan Ebu’n-Nasr Kaytabay, Kâbe’nin içini onardı ve bu konuyu
Kâbe içinde yer alan bir yazısında dile getirdi.46 Bazen muhtasar surette
duvarlar ve bazen de tavan tamir edildi. Örneğin 905 yılında Kâbe’nin tavanı
bozuldu ve tamir edildi.47 Nitekim 1020 yılında da Kâbe’nin duvarlarının bir
kısmı tamir edilmişti.48
KABENİN RESİMLERİ S. 87
Sadece Dördüncü Murad zamanında, Kâbe tam olarak Haccac zamanında
olduğu gibi Hacerü’l-Esved’e el sürülmeden temelden yenilendi. Nispeten
tamamlanan bu yenilenme Hicri Kameri 1040 yılında gerçekleşti.
Kâbe’nin temelden yenilenmesinin delili, 1039 yılında Mekke’ye gelen
büyük bir selin Kâbe duvarlarının büyük bir bölümünü yıkmasıdır. Kâbe’nin
yaklaşık bin yıldan sonra bu yılda temelden yenilenmesinin ayrıntıları, Mekke
tarihi kaynaklarında nakledilmiş ve Abdullah Ğâzî bu olayın tamamını düzene
koyarak kendi kitabında işlemiştir.49
Aynı şekilde Mekke’ye gelen seli ve yıkılan Kâbe duvarlarının yeniden
yapılmasına dair bilgileri, aynı zamanda Kâbe’nin yapımında bizzat işçilik
46
-İfâdetu’l-Enâm, c.1, s.419.
-a.g.e., c.1, s.412-414.
48
-a.g.e., c.1, s.414.
49
-Konuyla ilgili en ayrıntılı kaynaklardan birisi olan İfâdetu’l-Enâm kitabının 318-404 sayfalarına
müracaat ediniz.
47
43
yapan zamanın seçkin Şia âlimlerinden Zeynelâbidin Kaşanî, Müferrehatü’lEnâm fi Tesis-i Beytullahi’l-Haram adlı küçük bir risalesinde dile getirmiştir.50
Risalenin müellifi yazısına şöyle başlıyor:
“1039 yılı Şaban Ayının on dokuzuncu günü Çarşambası Mescidü’lHaram’ın içine büyük bir sel geldi ve su, bu aciz kulun boyundan bir karış
iki parmak ölçüsünde Kabe-i Şerif’in sütunlarına kadar yükseldi… Mekkei Muazzama’da çok büyük yıkılmalar oldu ve bu selde dört yüz kırk iki kişi
öldü. Mescidü’l-Haram’da otuz küçük çocuk ve bir muallim de ölenler
arasındaydı. Mescidin kapılarından giren su, çocukların boyunu
aştığından dolayı bu çocukların hiçbirisi dışarı çıkamadı ve sular içindeki
muallime de ulaşamadılar.”
Müellif, Mescidü’l-Haram’ın ve Kâbe duvarlarının nasıl yapıldığını geniş
genişçe anlattıktan sonra bu risalesinde kendisinin ve Hüseyin Eberkûhî
isminde bir şahsın rolünü açıklamıştır.
Gerçekte Kâbe’nin İbrahim (a.s) vadisi uzantısında yer alması, selin ona
zarar vermesine sebep oluyordu. Selin kanalı, Mescidü’l-Haram yolundan
geçiyor ve bu yol sel suyunu Harem’e doğru sürüklüyordu. Bundan önce Sadrı İslam döneminde “Mescid- Radmi’l-A’la” olarak isimlendirilen “Mescid-i
Râye” bölgesine sel setti yapılıyordu. Bu sel, genellikle Ben-i Şeybe
kapısından Mescide giriyordu ve be sebeple bu kapıya “Sel Kapısı”
deniliyordu.51 Böyle olunca çoğu zaman sel Mescid-i Haram’a akıyor ve
burasını suyla dolduruyordu. Eskiden beri Mekke halkı şiddetli bu sellerin her
birine isim veriyor ve sayılarını da unutmuyordu.52
Hicri Kameri 1350 yılına kadar Mekke’ye gelen sellerin sayısı tarih
kitaplarında seksen beş olarak kaydedilmiştir.53 Ondan sonra 1384 yılında
Mekke’de önemli bir sel daha olmuştur ve bu selin resimleri henüz bakidir.
Her halükarda 1040 yılındaki temel onarımından bu güne kadar Kâbe
üzerinde sadece kısmi ve yüzeysel yenilikler gerçekleşmiştir. Ğâzî, bu tür
tamiratların fihristini kitabında nakletmiştir.54 Haremdeki yazıtta Osmanlı
Sultan Mahmud’un 1070 yılında Kâbe’nin tavanını ve içini onardığı yer
almıştır.55
Kâbe’nin en önemli tamirlerinden birisi 1377 yılında Melik Suud b.
Abdülaziz’in emriyle tavanın onarılmasıyla gerçekleşmiştir. Bu girişimde
-Bu risale, elinizdeki bu kitabın müellifinin çabalarıyla “Mikât-ı Hac” isimli üç aylık derginin ikinci
yılında ve beşinci sayısında basılmıştır. Bu risalenin Arapça metni Sayın Ammar Nessâr’ın gayretleri
ve Meş’ar Yayıncılık tarafından (Tahran, 1387) basılmıştır.
51
-İfâdetu’l-Enâm, c.1, s.557.
52
-Üçüncü asra kadar Mekke sellerinin fihristi için bkz: Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.3, s.104-112; Sel
setlerinin fihristine de aynı eserin 112. sayfasına bakınız.
53
-Ahbâr-i Mekke, Ezrâkî, Eklemeler, c.2, s.326; Havadis-i Tarih-i Mekke, Muhammed Hadi Emini,
Üç aylık Mikât-Hac dergisi, sayı:1, s.68-72. Bu makelede seller ve sel setleri hakkında uzununca bilgi
verilmiştir. Ayrıca bakınız: İfâdetu’l-Enâm, c.1, s.415-418.
54
-İfâdetu’l-Enâm, c.1, s.418.
55
-a.g.e., c.1, s.418.
50
44
önceki tavan tamamen alınmış ve duvarlarının elden geçirilmesinden sonra
yeni tavan yapılmıştır. Tavanın değiştirilmesinin yanında Kâbe’nin içi, tavana
ulaşma merdiveni, su akıntısının sağlandığı oluk ve asli sütunlar da
onarılmıştır.
Hicri 1415-1417 Yıllarında Kâbe’nin Bakım ve Onarımı
Kâbe’nin 1040 yılındaki en son tamiri üzerinden 375 yıl geçmiş ve bu
zaman sürecinde Kâbe duvarları içten ve dıştan hasar görmüştü ve tamir
edilmesi gerekiyordu. Duvarın dışındaki taşların bazıları yıpranmıştı ve
buraların tamir edilmemesi hiç de doğru bir iş değildi. Bu sebeple 1414 yılında
Kâbe’ye toptan bakım kararı alındı. Alınan bu karar göre taşların aralarındaki
oyulan yerler doldurulacak ve kırılan taşların yerine aynısından Mekke
dağlarından taş getirilecekti.
Taşların boğumları arasına beyaza benzeyen özel bir sıva ile düz hatlar
çekildi ve Kâbe’nin yapısı o eski yapı olmasına rağmen yeni yapı görünümü
verildi. 1415 yılında ziyaretçilerin görebileceği şekilde Kâbe duvarlarının
dışının onarılması tamamlandı.
Ondan sonra var olan bozuk yerlerin tamir edilip oluşacak bir sonraki
bozukluğun alt yapısını kaldırmak kastıyla Kâbe’yi tekrar yenileme düşüncesi
söz konusu edildi. Yapılacak bu tamirle Kâbe içindeki levhalar ve yazıtların,
asli taşlarla arasındaki açıklardan dolayı oluşan karınca ve mantarların ortadan
kaldırılması kararlaştırıldı. Böyle bir girişim zaman alacağından ötürü Hicri
Kameri 1418 yılının başına ertelenip işe bu yılın Muharrem ayının onunda
başlandı.
Onarım çalışmalarının sorumluluğunu Bin Ladin Müessesesi üstlendi ve
Kâbe’nin duvarları etrafına yüksek duvarların çekilmesiyle mühendis ve
işçiler Muharrem ayının onunda hızlı bir şekilde çalışmaya başladılar. Halkın
görmesini engelleyerek çalışmaların perde arkasından yapılmasının tecrübesi
1040 yılındaki onarım faaliyetlerine dayanıyordu. O yılda zamanın birçok
âlimi, Kâbe’nin hürmetinin korunması için onarımın perde arkasında
yapılmasına dair fetva vermişlerdi.56 Kâbe’nin etrafına perde çekildi, elbette
halkın el sürmesi için Hacerü’l-Esved perdenin dışında bırakıldı.
Kâbe’nin en son yenilenmesinde öncelikle yadigâr ve tarihi levhalar
Kâbe’nin içinden çıkarıldı ve başka bir yerde saklandı. Kâbe’nin tavanı ve üç
tahta sütunu da tamamen alındı ve yeniden yapıldı. Kâbe’nin duvarının iç yüzü
de, dış yüzü gibi ıslah edildi. Sıvaları alınmak için kaldırılan taşların tamamı,
ilk etapta numaralandırıldı ve onarıldıktan sonra eski yerlerine konuldu. Doğal
olarak yapıştırma özelliğini koruması için sıvaları da değiştiriliyordu. Söz
konusu bu işler, binanın sağlamlığının korunması için kademe kadame
yapılıyordu. Böylelikle duvarlar yukarıdan sökülerek yer seviyesine kadar
indirildi. Kâbe’nin tavanının yapılmasındaki en önemli madde olan ağaç için,
çeşitli merkezlerle pek çok meşveret edilmiş; karınca ve haşerenin
çoğalamayacağı, kendini bırakmayacağı ve Mekke iklim koşullarına dayanıklı
56
-Bkz: İfâdetu’l-Enâm, s.333.
45
bir ağacın kullanılması kararlaştırılmıştı. Tavanda kullanılacak ağacın
parçaları genellikle on metre uzunluğunda ve en az bir metre genişliğinde
olması gerekiyordu. Söz konusu bu ağaçlar Burma ormanlarından seçildikten
sonra Cidde’de hazırlanarak Mekke’ye getiriliyordu. Kâbe’nin içinin
onarılmasından sonra tavanı ve Hicr-i İsmail’de tamamen yenilenmiş oldu.
Böylelikle Kâbe’nin taşları ve gerçekte duvarların dış kaplaması değiştirilerek
Kâbe tamamen onarıldı.57
Mescidü’l-Haram ve İlerleyen Dönemlerde Genişlemesi
Mekke’de İslam’ın başarıya ulaşması, Allah’ın evinin içi ve etrafının çirkin
putlardan temizlenmesine Mekke fezasının tevhit alameti olan Bilal’in (a.s)
ezan sesiyle dolmasına sebep oldu. Bu zamana kadar Mescidü’l-Haram’ın
etrafında hiçbir duvar yoktu. Sadece Kâbe’nin tavaf edilen tarafında Arapların
evleri vardı.
İslam’ın ilerlemesi ve Müslümanların sayısının artmasıyla, tavaf alanının
daha geniş olması gerektiği hissedildi. Bu sebeple ikinci halife, Kâbe
etrafındaki evlerin satın alınıp yıkılmasını ve Mescidin genişletilmesini emretti
ve Mescidin etrafına bir insanın boyundan az yükseklikte duvar çekilmesini;
bu duvarlara kapılar açılıp duvarların üstüne lambaların yerleştirilmesini ve
Kâbe’nin perdesinin de değiştirilmesini söyledi. Kâbe ve Mescidin sel ağzı
olması sebebiyle Kâbe ve Mescidin selden korunması için etrafına set
yapılmasına çalışıldı.
Eski gelenekler esasınca, Kâbe etrafında yaşayan halka, Kâbe’nin
saygınlığının zedelenmemesi için evlerinin Kâbe’den daha yüksek
yapmamaları emredildi. İlginçtir ki, İslam’ın doğuşundan önce Mekke halkı,
Kâbe’nin kutsallığından ötürü evlerini küp şeklinde yapmıyorlardı.
Hicri on yedinci yılda İkinci halifenin girişiminden sonra, üçüncü halife hicri
yirmi altıncı yılda bir kez daha mescidin alanını genişletti ve etraftaki evlerin
alınıp mescidin büyütülmesini emretti. Bundan dolayı halifeyle ev sahibi olan
bazı sahabe arasında anlaşmazlık çıktı ve sonuçta onların bazısı bu işe razı
olurken bir kısmı da razı olmamıştı.
Üçüncü halife Mescidin alanının büyütülmesiyle birlikte mescide sundurma
(revak) yapılmasını emretti. O zamana kadar Kâbe’nin etrafı tamamen açık ve
tavansızdı ve ilk defa bu yerlerin bir kısmına sundurma yapılmıştı.
RESİM 7 S. 92.
Velid Zamanında Kâbe’nin Genişletilmesi
Emevi halifesi Velib b. Abdülmelik (86-96 yıllarında halifelik yapmıştır),
beytülmalın Şam etrafındaki yerlerden haraç, cizye ve öşür unvanlarında
alınan ganimet ve mallarla dolu olduğu bir dönemde halifelik yapmıştır. Bu
-Bkz: Mikât-ı Hac dergisi, , Ubeydullah Muhammed Emin Kurdî, “Ahirin Tovsia ve Meremmet-i
Kâbe” sayı: 36, s.128-144. Daha fazla bilgi için bkz: “Er-Riasetü’l-Amme li Şuuni’l-Haremeyn”
sitesi.
57
46
şahıs refah ehli ve büyük görkemli binalar yapmasını seven birisiydi. Bu
sebeple Dimeşk’teki Emevi Mescidi, Medine’de Mescid-i Nebevi ve birçok
yerlerin yapımına ek olarak Mescid-i Haram’ı 1725 metre daha genişletti ve
mescidi yeniden ele aldı. Velid, mescidin etrafına büyük sütunlar üstünde
yükselen sundurmalar (revak) yaptı. Bu sütunlar en güzel surette süslendi ve
bir kısmı da altın işçiliğiyle bezendi. Aynı şekilde Velid b. Abdülmelik,
Kâbe’nin oluğunu da altından yaptırdı. Kâbe’nin altınoluğu günümüze kadar
şöhretini korumuştur.
Abbasiler Zamanında Mescidin Binası
İkinci Abbasi halifesi Mansur (136-158 yıllarında halifelik yapmıştır) hac
için Mekke’ye geldi. Mansur, Mescidin hac için gelen Müslümanları çekecek
kapasitede olmadığını hissetti ve etraftaki evlerin satın alınıp mescide
eklenmesi kararını aldı. Etraftaki ev sahipleri, onun bu kararına muhalefet
ettiler, ancak daha sonra evlerinin satın alınmasına razı oldular.
Bu genişletilmeyle mescidin mesafesi iki katına çıktı ve mescidin alanına
yaklaşık beş bin metre eklendi. Söz konusu imar ve genişletme çalışmaları,
mescidin kuzey ve batısından gerçekleşti. Tekrar mescid için sundurmalar
yapıldı. Bunun yanında mescidin batısına da bir minare çıkarıldı. Duvarların
ve sütunların süslenmesi çoğaltıldı. 137 yılında başlatılan mescidin yapımı
Hicri Kameri 140 yılında tamamlandı.
Abbasi Halifesi Mehdi
Mansur’un oğlu Mehdi (hilafeti: 158-169) 161 yılında tekrar mescidin
alanını hususunda imar ve genişletme kararı aldı ve daha çok ev satın alarak
mescidin alanını genişletti. Halkın bazısı evlerini vermekten kaçındılar. Mehdi
bu konuda Musa b. Cafer’e (a.s) sorunca o şöyle yazdı:
“Eğer halk, Kâbe’den önce buraya ev yapmışsa, evlerini bırakmama
öncelikleri onlara aittir, ancak ilk önce Kâbe buradaydı ise ve halk ondan
sonra gelmişse, mescidin bu yerlere olan hakkı önceliklidir.”
Mehdi bu noktaya dayanarak etraftaki evleri aldı. Ondan sonra ev sahipleri
İmam Kazım’ın (a.s) yanına geldiler ve ondan, Mehdi’den evlerinin parasını
almasını söylediler ve İmam da (a.s) böyle yaptı.58
Mehdi zamanında mescidin alanına 8380 metrekare eklenmişti. Bu imar ve
genişletme çalışmalarında, mescidin etrafına kapılar açıldı ve asırlar sonrasına
kadar bu şekilde baki kaldı.
KROKİ S. 94
58
-Tefsir-i Ayyâşî, c.1, s.185; el-Hac ve'l-Umre fi'l-Kitab ve's-Sünne, s.63-64.
47
İkinci halife Mehdi Abbasi 164 yılında uzmanlardan mescidin, küp şeklinde
batıya doğru genişletilmesi ve Kâbe’nin de genişletilen bu küpün ortasında yer
alacak şekilde konumlandırılası için bir proje hazırlamalarını istedi. Böylelikle
mescidin alanına 6560 metrelik bir alan daha eklenmiş oldu. Aynı şekilde
buraların etrafına da ravaklar ve sütunlar yapıldı. Şimdilerde de bu sütunlar ve
üzerindeki Abbasi halifesi Mehdi’ye ait yazıtlar olduğu gibi kalmıştır.
Hatırlatılması gerekir ki, Mehdi zamanında mescid, Mes’â tarafına doğru
genişletilmiş ve mescid ile Mes’â bölgesi arasında hiç mesafe kalmamıştır. Bu
halde de sonraları zamanla bu alana evler yapılmıştır.59
Abbasi halifeleri “Mutezid” ve “Muktedir”in döneminde, mescidin kuzey ve
batı tarafına küçük bölümler eklenmiştir. Kusayy b. Kilâb zamanında cahiliye
döneminde önemli işler hakkında Kureyş’le meşveret etmek için Mescidü’lHaram’ın kenarına yapılan “Dâru’n-Nedve”, genişletilen bu bölümler
arasındaydı. Sadece kırk yaşı üstündeki Kureyşlilerin danışma celesesi
düzenlendiği Dâru’n-Nedve, hicri üçüncü asrın sonlarına kadar ayakta kalmıştı
ve hac için gelen halifeler burada kalıyorlardı.
Bu dönemde Dâru’n-Nedve’ye ilgisiz kalındı ve yavaş yavaş yok olmaya
doğru gidiyordu. Her yağmur yağışında Mescidü’l-Haram çamura
beleniyordu. Bu sebeple Mekke valisi Abbasi halifesi Mutezid’e (hilafeti: 279289) şikâyette bulundu ve halifeden buraya mescid yapılması ya da hacıların
kalacağı bir yere dönüştürülmesini istedi. Mutezid bu öneriyi kabul etti ve
emir çıkardı. Bu imar ve genişletme çalışmaları Hicri Kameri 281 yılında
gerçekleşti.
Abbasi Halifesi Muktedir (hilafeti: 295-320)
Muketdir de İbrahim Kapısı tarafına doğru bir miktar mescidi genişletti.
Müstensir Billâh döneminde de (hilafeti: 623-640) yeni binalar yapılması ve
bazı binaların yenilenmesi için çok çaba harcandı. Bu halifeye dair yeni
binalar inşa edilmesi yazıtlarda yadigâr olarak kalmıştır. Harem müzesinde
saklanan Tavaf yerinin tabanın yapılmasına dair yazıtlardan birisi bunun
örneklerindendir. Aynı şekilde "Akabe Cemresi"nin yakınlarındaki Biat
Mescidi’nin yapımında bu yapının duvarına işlenen yazıt da bu halifenin
geride bıraktığı yazıtlardandır.
Daha sonra Mescid-i Haram’ın kısmi yapım ve onarımı devam etti, ancak
mescidin genişletilmesi doğrultusunda bir adım atılmadı. Her halükarda
Memlûkler ve Osmanlılar döneminde Mescid etrafındaki sundurmaların
yapılması ve zaman zaman tamirlerin gerçeklemesinin, söz konusu bu
yapılanmaların esasını oluşturduğu açıktır. Bu yapım ve onarım bilgilerine
Mekke tarihini içeren kitaplarda, çeşitli seyahatnamelerde ve Memlûk ve
Osmanlı halifeleri tarihine dair kitaplarda rastlamak mümkündür. Bazı
59
-Tarih-i Mekke, Ahmet Sebâ’i, s.159.
48
tarihlerde bir takım eklere dair bilgiler yoksa bunun sebebi, ciddi bir
genişletilmenin olmaması yanında sadece yeni yapıların dikkate alınmasıdır.
Buna rağmen bu doğrultudaki bilgiler, bizim ele aldığımız bu kitaba
sığmayacak kadar çoktur. Hicri onuncu asırda özellikle Memlûklerin büyük
sultanı Kaytabay zamanında yeni yapımlara dair çeşitli yazıtlar bulunmaktadır.
Hali hazırda mescid etrafındaki sundurmalara bakılarak, bu yapıtların,
Memlûk ve özellikle Osmanlı mimarına ait olduğu anlaşılmaktadır.
802 yılında Mescid-i Haram’da bir yangın olayı patlak verdi. Ateş,
Mekke’nin Mescid-i Haram’ın batı tarafındaki Babu’l-Hazreve’ye bitişik olan
meşhur Ribât’lardan birinden kaynaklanıyordu. Burası elin ulaşamayacağı ve
ateşin söndürülme imkânının olmadığı mescidin sundurma tavanındaydı.
Tavanın batı bölümü yanarak kuzey tarafına Şâmî yani Babu’l-Acele60 tarafına
doğru ulaştı. Bu yangından sonra 803 yılında mescidin yenilenmesi başladı ve
sütunlar ve etraftaki sundurmalar yapıldı. 825 yılında Memlûk sultanlarından
Barsbay isminde birisi, Harem mekânlarının viran olmaya yüz tutmuş
bölümlerini yaptı.
HARİTA.S.97
Böylelikle Mısır padişahlarının iki üç asır boyunca Harem’in yenilenmesi ve
onarılmasında önemli rollerinin olduğunu söylememiz gerekir. Aynı zamanda
bunların Haremeyn-i Şerifeyn’e yaptıkları hizmetleri de pek çoktur.
Osmanlı döneminde yani Osmanlıların hicri onuncu asrın üçüncü on yılında
Haremeyn’i ellerine aldığı zamanlarda da yapım ve onarım çalışmaları devam
etmiştir. Bu zamanda ve daha sonraki uzun dönemlerde Mescidü’l-Haram’ın
etrafı bölmelerle, zaviyelerle ve medreselerle doluydu. Memlûk ve Osmanlı
sultanlarının çoğu dini eğitim ve sufi veya misafirler için binalar yapmaya ilgi
duyuyorlardı. Çok uzun olup Mekke’deki yapılan bölüm ve Ribât’ların fihristi
iki cilt kitap olmuştur. Mekke’de bu asırlarda onlarca önemli medreselerde
yapılmıştır.
Hicri on birinci yüzyılın olaylarını içeren eserlerden birisi Nehirvali’ye ait
olan (ö. 990) el-İ’lam bi’l-A’lâm-i Beytullahi’l-Harâm kitabının esas alınarak
yazıldığı Cevâhiri’t-Tarihi’l-Mekkî isimli kitaptır ve bu kitap esasınca Mescidi Haram’ın detaylı bir nitelendirilmesi yapılabilir. Söz konusu kitabın
bildirdiğine göre Osmanlıların bir asır boyunca Harem’e egemenliğinin ve o
zamanın, mescide hâkim mimarisinin zamanla Rum mimarisine doğru
değişimi müşahede edilebilir. Osmanlılar geniş onarım çalışmalarına ek olarak
minareler yapmış ve ziyaretçiler ve Haremeyn sakinlerinin durumlarının
kolaylaştırılması için bol miktarda mal ve para yardımında bulunmuşlardır ki
60
-İfâdetu’l-Enâm, c.1, s.688.
49
gönderilen bu paralara ıstılahen Surre-i Hümayun (Hümayun’a ait para kesesi)
deniliyordu.
Bâber, Hümayun, Ekber ve Cihangir isimlerindeki bazı Hint Moğolları
sultanlarının da Mekke’ye yüklü paralar gönderdiğine dair bilgilerin
zikredilmesi, bu kitabın ilginç noktalarından birisidir. Hintlilerin halka ve
Haremeyn’in mübarek mekânlarına mal ve para göndermeleri, on üçüncü asrın
sonlarına hatta on dördüncü asrın başlarına kadar devam etmiştir.
Suudiler Döneminde Mescidü’l-Haram
Hicri Kameri 1368 yılında (1328 h.ş) Abdülaziz Suudi, mescidin her taraftan
genişletilmesi emrini verdi. Hicri Kameri 1375 yılında (1335 h.ş) başlayan
imar ve genişletme çalışmasıyla Mescidin alanı 160861 metreye kadar ulaştı.
Bu miktardaki genişlikle üç yüz bin namaz kılan kimselerin varlığı dikkate
alındı.
s. 99 harita
Mescidin kapıları da çoğaltılarak altmış dörde çıkartıldı. Melik Fahd, kardeşi
Halid’in ölümünün ardından Hicri Kameri 1402 (1361h.k) yılında saltanata
ulaştı. Melik Fahd, faaliyetlerinin temelini Haremeyn-i Şerifeyn işleriyle
ilgilenmek olarak belirledi. O, 1409 yılında Mescidü’l-Haram’ın benzeri
görülmemiş bir şekilde yapılıp onarılması kararını aldı. Mescidü’l-Haram’da
yapılan bu imar ve genişletme çalışmaları Mescidü’l-Haram’ın tarihinden
şimdiye kadar yapılan imar ve genişletme çalışmalarının en kapsamlısıydı.
Suudilerin ikinci ek çalışması genelde Mescidin batı bölümünde gerçekleşti
ve bu bölümün alanı 76000 metre küp genişletilerek küp şeklinde Mescidin
batı kenarına eklendi. Bu bölüme her biri 89 metre yüksekliğinde iki büyük
minare yapıldı. Bununla birlikte her birinin dört sütun üstünde yer aldığı üç
büyük kubbe inşa edildi. Hatırlatılması gerekir ki, hali hazırda Mescidü’lHaram’ın minare sayısı dokuz adettir.
Bunlara ek olarak yer altının inşası, birinci katın üzerine bir kat daha bina
yapımı ve namaz kılınması için ilk katın yukarı alanının düzenlenmesi gibi
faaliyetlerde bir diğer köklü girişimlerdendir. Aynı şekilde ziyaretçilerin
birinci kata ve tavana intikal ettirilmesi ve sıradan basamakların yerine
Mescidin çeşitli bölümlerine elektrikli taşıyıcıların yerleştirilmesi de bu
girişimler içinde yer alır.
Aynı şekilde yeni eklenen sundurmalar ayrılmış, namaz kılınması için
Mescidin dışının doğusuna, batısına ve güneyine üstü açık bölümler
50
eklenmiştir. Söz konusu bu bölümlerin kabataslak alanı doğuda -Mes’â’nın
(sa’y yapılan yer) dışında 46000 metre küp ve başka bir yönünde de 42000
metre küptür ki, bunların toplamı 88000 metre küptür.61
Mescidü’l-Haram’ın hava değişiminin sağlanması içinde çaba harcanmıştır;
Mescidin bir bölümünden serin hava dolaşımı sağlanmış ve Mescide 450
metre uzaklıktaki “Ecyâd” bölümündeki merkezi sütunlar arasından soğuk
hava akımı oluşturulmuştur. Ancak Mescid daha ziyade tavana monte edilen
1292 adet pervane aracılığıyla serinletilmektedir.
S. 101. Resim 16-19
Kâbe Etrafının Genişletilmesi
Hicri Kameri 1386 yılında Mescidü’l-Haram’ın Kurâre gibi eski
mahallelerin bulunduğu kuzey ve kuzeydoğu etraflarında epeyce yıkım
çalışmaları başladı. Cuderiyye ve Gazze pazarları, oteller, çok sayıda küçük
pazarlar, yüzlerce ve hatta binlerce evin yıkılması başlatıldı ve bu çalışmaların
üzerinden üç sene geçtiği bu günlerde (1389/2010) çok geniş alanlar
düzeltilmiştir. Savki’l-Leyl’e (Akşam Pazarı) kadar devam eden bu çalışmalar
Şi’b-i Âmir’e kadar devam edileceği görülüyor.
Suudi devletinin dediğine göre ileriki yıllarda yeni bölgede otel ve yeni
pazarların yapılması söz konusu bu projenin kapsamında yer alacaktır.
Böylelikle bundan sonra Şâmîye, Kurâre, Savki’l-Gazze… gibi Mekke’nin
eski yerleşim bölgelerinden ve mahallelerinden geriye hiç bir şey
kalmayacaktır.
61
-el-Kabetü’l-Muazzama ve’l-Haremâni’ş-Şerifân, s.209.
51
MESCİD-İ HARAM’IN BAZI BÖLÜMLERİNİN YAPILMASININ
TARİHÇESİ
Kâbe Binası
Daha önce Kâbe binası ve Mescid-i Haram’ın inşasının tarihçesine
değinmiştik. Şimdi Kâbe ve Mescid-i Haram’ın inşasının ince detaylı
bilgilerini açıklayacağız.
Bazı veriler esasınca kısmi farklılıkların görülmesi yanında siyah taştan
yapılan Kâbe’nin özellikleri şöyledir:
Kâbe kapısının kenar uzunluğu; yani Rükn-i Esved’den Rükn-i Irakî’ye kadar
olan ölçüsü 11/68 metre.
Rükn-i Irakî’den Rükn-i Şâmî’ye kadar olan yerin uzunluğu; yani Hicr-i
İsmail’in bulunduğu yer 9/90 metre.
Rükn-i Yemânî’den Rükn-i Esved’e kadar yerin uzunluk ölçüsü 10/18 metre.62
Başka bir veride yer alan bilgiye göre: Kâbe’nin yüksekliği yaklaşık on beş
metre (tam olarak 14/85 metre), Hicr-i İsmail’in yer aldığı yer on metre ve on
santimetre (tam olarak 10/22) ve diğer iki kenarın uzunluğu on bir metredir
(tam olarak 11/58).63
Kâbe’nin açıları da yaklaşık dört yöne doğrudur; kuzey, güney, doğu ve batı.
Hacerü’l-Esved’in yerden yüksekliği 1/10, Kâbe’nin kapısı da tavaf
zemininden yaklaşık iki metre yüksekliğindedir ki merdivenlerden yukarı
çıkılacak şekildedir. Kâbe’nin rakımı yaklaşık 300 metredir (denizden
yüksekliği). Kâbe’nin yeri yaklaşık Mescidü’l-Haram’ın ortasıdır ve diğer iki
kenara nispetle daha ziyade Mescidü’l-Haram’ın güneydoğu tarafına yakındır.
“Er-Riasetü’l-Amme li Şuuni’l-Haremeyni’ş-Şerifeyen” sitesinde tarihçilerin
Kâbe duvarlarının ölçülerindeki farklı hesaplamalarının, el zirâsı ile demir
zirâsından kaynaklandığına değinilmiştir. El zirâsı 46 ile 50 santimetre
arasında fark varken demir zirâsında 50 ile 56 santimetre arasında fark vardır.
Öyle ki bazıları el zirâsını 48 santimetre olarak bilirler. Bunun yanında
modern ölçü esasınca: Suudilerin Mescidü’l-Haram’ı ilk genişlettiği
62
63
-el-Kabetü’l-Muazzama ve’l-Haremâni’ş-Şerifân, s.104.
-Daha fazli bilgi için bkz: İfâdetu’l-Enâm, c.1, s.420-423, zirâ ölçü birimine göredir.
52
zamandaki yaptıkları ölçüm esasına göre, Kâbe’nin duvarının aşağısından
itibaren yüzölçümü 145 metreydi.
Ümmi’l-Kurâ Üniversitesi Hac Konuları Merkezi’nin ölçümü esasına göre
Kâbe’nin ölçüleri şöyledir: Rükn-i Hacerü’l-Esved’den Rükn-i Şâmî’ye kadar
11/68 (Kâbe burada yer alır), Rükn-i Yemânî’den Rükn-i Garbî’ye kadar
12/04; Rükn-i Hacerü’l-Esved’den Rükn-i Yemânî’ye kadar 10/18 ve Rükn-i
Şâmî’den Rükn-i Garbî’ye kadar 9/90 metredir.
Hicri Kameri 1352 yılında bizzat kendisinin ölçüm yaptığı Baslâme’nin
ifadesine göre: Kâbe’nin içinden; Yemânî duvarının ortasından Şâmî duvarın
ortasına kadar 10/15 ve doğu duvarının ortasından batı duvarı ortasına kadar
8/10 metredir.
Kâbe sağlam siyah taşlardan yapılmıştır ve Kâbe perdesinin aralanmasıyla
bu açıkça görülür. Hicri Kameri 1040 yılında Kâbe’nin yapımından günümüze
değin yerli yerinde olan bu taşlar Mekke dağlarından ve özellikle Mekke’nin
Şubeyke mahallesindeki Cebelü’l-Kâbe’den alınmıştır. Bu taşlar farklı
ölçülerdedir öyle ki, en büyüğünün uzunluğu 190, genişliği 50 ve yüksekliği
28 santimetre ve en küçüğünün boyu 50 ve genişliği 40 santimetredir.
RESİM S. 105
Kâbe’nin sütunlarına eritilmiş kurşun dökülerek sağlamlaştırılmıştır.
Kureyşlilerin yapımından önce Kâbe’nin iki kapısı vardı: Birisi doğu tarafında
-şimdiki kapının bulunduğu yer- diğeri ise batı tarafındadır; birisi giriş, diğeri
ise çıkış içindi. Ancak Kureyşliler sadece doğu kapısını koymuşlardı.
Daha önce söylediğimiz gibi sonraları İbn-i Zübeyr, başka bir kapı daha açtı,
ancak bu kapı Haccac tarafından kapatıldı. Şimdilerde ise Kâbe’nin bir kapısı
vardır. Bu kapı şimdiye kadar defalarca değiştirilmiştir. En son Hicri Kameri
1398 yılında Halid b. Abdülaziz’in emriyle yenilenerek takılmıştır. Önceden
değindiğimiz gibi Kâbe’nin binası da 1040 yılından son asra kadar tamir
edilmemişti, ancak Hicr Kameri 1388 yılında Suud b. Abdülaziz’in emriyle
Kâbe onarıldı ve1417 yılı ve sonrası Fahd b. Abdülaziz’in emriyle Kâbe
duvarları yeniden elden geçirildi.
Kâbe’nin tavanı çift tavandır (120 santimetre aralıkta) ve ortasında
sıralanmış üç tahta direk vesilesiyle ayakta durması sağlanmıştır. Onun
etrafına mermer taşları konulmuş ve kenarına da tavana ulaşılması için
basamaklar yapılmıştır. Tavan üstüne çıkılması için açılan kapı “et-Tevbe”
kapısı olarak meşhurdur.
Şadırvan64
64
-Kâbe duvarının temeline bitişik çıkıntı. Çev.
53
Kâbe’nin dört duvarının korunması için etraflarına yapılan şadırvanın(temele
bitişik çıkıntının) Kâbe yapısının korunması için konulduğu anlaşılıyor.
Şadırvana ait bilgiler en azından ikinci asırda vardı, zira rivayetler ve tavafla
alakalı fikhi hükümler, bu konuya değinmiştir. Üçüncü asırda şadırvan birçok
taş parçasından oluşmuştu. Mekke tarihçisi Ezrâkî, Ahbâr-i Mekke isimli
kitabında bu taşların sayısını ele almıştır.
Rıfat Paşa, Kâbe etrafındaki şadırvanın bir tür mermer taşından olduğuna
işaret etmiştir. Kâbe duvarı etrafında yer alan şadırvanın yüksekliği kuzey
tarafından 39 enleminde 50 santimetre yüksekliğinde, batı tarafından 80
enleminde 27 santimetre yüksekliğinde, güney tarafından 87 enleminde 24
santimetre yüksekliğinde ve doğu tarafından 66 enleminde yüksekliği 22
santimetre olarak bilinir. Şadırvan 1417 yılında son defa eski mermer
parçalarıyla yenileri karıştırılarak yeniden yapılmıştır.
Kâbe’nin Perdesi
Mescidü’l-Haram’a doğu tarafından Babu’s-Selam’dan veya Babu’n-Nebi
tarafından girip Kâbe’ye baktığımızda, bu evin üzerinde Kur’an ayetleriyle
işlenmiş siyah perdeyle örtülmüş bir azametin yansıdığını göreceğiz. Bu
ayetler altın ve gümüş iplerle işlenmiş ve Kâbe’yi çepeçevre sarmıştır.
Gümüşle kaplanmış Kâbe’nin kapısının üzerine halis altın işlenmiş ve altınla
yazılmış ayetler de belirgin bir şekilde göze çarpmaktadır.
KROKİ S. 107.
İlk defa Hz. İbrahim’in (a.s) Kâbe üzerine perde çektiği söylenir. Daha sonra
Kureyş bu sünneti devam ettirmiş ve Kâbe perdeciliği makam unvanıyla özel
bir atama şekline dönüştürülmüştür. Allah Resulü (s.a.a), Mekke’nin fethinden
sonra (hicretin sekizinci yılı ve Ramazan ayının yirmisi) Kâbe’nin perdesini
değiştirdi. Ondan sonra halifelerin sürekli yaptığı işlerden birisi, her yıl
Kâbe’nin perdesini değiştirmek olmuştur. Daha ziyade bu örtünün Kâbe’nin
duvarlarının zarar görmemesi ve saygınlığının korunması amacını taşımasına
rağmen zamanla siyasi açıdan bunun çok önemli olduğunu ve örtüyü
dokuyanlar için bu işin bir iftihar kaynağı olduğunu söylememiz gerekir. Hiç
şüphesiz perde dokuma ustalığında Mısır öncü konumundadı, bu sebeple
Abbasilerin zamanında bile yıllarca Kâbe örtüsünün dokuması Mısırlılar
tarafından yapılmıştır.
İslam devletleri arasında, İslam dünyasının bir köşesinde bir devlete hâkim
kimseler içinde, siyasi gücü çok olanlar böyle bir iftihara sahip olma başarısı
elde edebiliyordu. Emevilerden sonra Fatımîler, Yemen hâkimleri ve zaman
zaman da nüfuz sahibi olan bölgesel güçler Kâbe perdesinin hazırlanması
sorumluluğu üstleniyorlardı. Söz konusu sorumluluğu üstlenen hâkim güçler,
perdeye kendi isimlerini yazıyorlardı ve perde yerinde olduğu sürece bu
isimler, tavaf edenler tarafından müşahede ediliyordu. Örneğin hicri dördüncü
yüz yılın başlarında Ebu’s-Seraya, Aleviler olarak bir süre Irak’ın gidişatını
54
ele almıştı ve Mekke’de onun temsilciliğini yapan Hüseyin b. Aftas, üzerinde
şöyle yazılan bir perdeyi Kâbe’ye göndermişti:
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Muhammed ve onun tertemiz
seçkin Ehlibeyti’ne selam olsun. Bu örtü, Âl-i Muhammed davetçisi Emir
Ebu’s-Seraya el-Esfar b. el-Esfar tarafından Beytullahi’l-Haram için
yaptırılmıştır.”65
Söylenmesi gerekir ki, bu perdenin dokunmasında, büyük maharet ve ustalık
gösterilmiştir. Çoğu zaman Kâbe perdesinin dokunmasının masrafına seçkin
ve önde gelen şahıslar ortak oluyorlardı örneğin Mısır’da bazı varlıklı kimseler
pek çok köyü, perdenin dokunması için vakfediyorlardı.66
Halifelerin Kâbe perdesine dair haberleri tarihi kaynaklarda gelmiş ve
“Kurdî” bunların tamamını tek tek et-Tarihi’l-Kavîm kitabının dördüncü
cildinde zikretmiştir. Bu perdelerden birisi Ebu’n-Nasr Esterâbâdî isminde bir
şahsın dokuyup 446 yılında hacca gönderdiği perdedir.67 Hicri Kameri 532
yılında da Ramşet Farisi isminde bir İranlı Kâbe’nin perdesini hazırlamıştır.
Bu yılda sultanların ihtilafa düşmeleri sebebiyle Kâbe’ye perde
gönderilmemişti.68
İran’da Timur’un döneminde, Timur’un oğlu Şahrûh birkaç yıl Kâbe için
perde gönderdi. Bu dönemde ve Osmanlıların iş başına gelmesine kadar,
Memlûkler ve Osmanlılar Haremeyn-i Şerifeyn’e hizmet ediyorlardı ve istisna
olarak başkalarının Kâbe için örtü göndermelerine izin veriyorlardı. Şayet
nakledilmesi yerinde olur ki, 865 yılında Mısırda sultanlığa ulaşan Ebu Said
ismiyle meşhur Melik En-Nasir Memlûkî, Kâbe için örtü gönderdi.69
Alışıla geldiği gibi her sene örtünün takılacağı zaman Mescidü’l-Haram
hizmetçilerine ve Haremeyn halkına bir miktar para ve hediye gönderiliyordu.
Aynı şekilde örtüyü hediye eden şahsın isminin örtü üzerine yazılması ve bu
işin yıl boyunca o şahsın büyüklüğünün bir göstergesi olması da alışıla gelmiş
adetlerdendi.
Kâbe’nin örtüsünü her yıl Mısırlı veya Şamlı hacılar kervanıyla
gönderiyorlardı. Mısır kervanının Memlûk devleti zamanında itibarı vardı. Bu
devletin yıkılmasından sonra ilk defa Sultan Selim Rum kervanını yola
düşürdü ve 923 yılında Kâbe’nin örtüsünü gönderdi.70 Ancak sonraları Rum
kervanı fazla itibar kazanamadı ve Mısır ve Şam kervanları itibarlarını
korumayı başardılar. Osmanlı devletinin son onlu yıllarında Osmanlı
tarafından atanan hac işleri sorumlusu, Şam kervanının idareciliğini yapıyor ve
bu yol üzerindeki hacıları hacca getiriyordu.
Birkaç asır Mısır tarafında temin edilen Kâbe perdesi, bu ülkenin hâkimleri
tarafından belirlenen vakıfların gelirleri vesilesiyle dokunuyordu. Vakfedilen
65
-Ahbâr-i Mekke, Ezrâkî, c.2, s.263-264.
-et-Tarihi’l-Kavîm, Muhammed Tahir Kurdî, c.4, s.228.
67
-et-Tarihi’l-Kavîm, c.4, s.198.
68
-et-Tarihi’l-Kavîm, c.4, s.198.
69
-a.g.e., s.202.
70
-Menâihi’l-Kerem, c.3, s.227-228.
66
55
köylerin uzunca bir isim listesi kaynaklarda zikredilmiştir.71 Kâbe perdesinin
yüzeyinin yazımında yüksek miktarda altından istifade ediliyordu.
Kâbe’nin örtüsü güneş, yağmur ve rüzgâra maruz kalması sebebiyle her yıl
yenilenmesi gerekiyordu. Bazı yıllarda iki defa değiştiriliyordu.
Değiştirileceği yılın son günlerinde Kâbe örtüsünün değiştirilmesi gerektiğini
açıkça görmek mümkündür. Ezrâkî, Hicri Kameri 200 yılından 244 yılına
kadar değişen örtü sayısını 170 adet olarak hesaplamıştır.72
Kâbe’nin örtüsü son yüzyıla kadar siyahtı ve üzerindeki altın yaldızlı yazıyı
müşahede etmek mümkündü. Elbette bazı zamanlarda başka renklerden de
yararlanılıyordu. Örneğin Selçuklu Melikşah döneminde, Gazneli Sultan
Mahmud zamanında Kâbe’ye gönderilen örtü sarı renkliydi.73 Abbasi halifesi
Nâsır zamanında ilk önce Kâbe için yeşil örtü hazırlanmış daha sonra Nâsır’ın
hilafetinin sonlarında siyah renk olması kararlaştırılmıştır ki, ondan sonra
siyah rengi korunmuştur.74
Kâbe örtüsü, genellikle Arefe günü veya kurban bayramı günü takılıyordu.
Kâbe’nin içinde de bir perdenin olduğu ve birkaç yılda bir değiştirildiğinin de
söylenmesi gerekir. Birkaç yılda değiştirilmesinin sebebi ise, iç perde güneş
altında değildi ve çabuk yıpranmasına vesile olacak ziyaretçilerin
dokunmasından da uzaktı.
Suudi devletinin istikrarından sonra, devlet bu işi kendisi üstlenerek diğer
devletlerin hacca dair dini işlere nüfuz etmesinin önünü almaya çalışmıştır.
RESİM 24-25 S. 111
Suudilerin Zamanında Kâbe’nin Örtüsü
Abdülaziz Hicri Kameri 1343/1924 m. yılında Hicaz işlerini ele almasının
ilk yılında yani 1344 yılında Mısır kervanı tarafından gönderilen örtü, Kâbe’ye
takıldı. Suudilerin bu duruma tahammül edemeyecekleri ortadaydı.
Abdülaziz 1346/1927 m. Kâbe örtüsünün dokunması için özel bir atölyenin
kurulması emrini verdi ve çok geçmeden aynı yılın Muharrem ayında girişim
başlatıldı ve Recep ayında tamamlandı. Kâbe’nin örtüsü bu iş yerinde
hazırlanıyordu. Saf ipekten dokunan bu örtü Suudi ve Hintliler tarafından
dokundu.
Bu atölyede her yıl Kâbe için örtü dokunuyordu. İlk defa 1352/1932 yılında
söz konusu bu atölyede hazırlanan örtü Kâbe’ye takıldı.
Miladi 1958 yılında Mısır bir kez daha Kâbe örtüsünü hazırlamak için rağbet
etti ve Mısır’ın ısrarları üzerine Melik Abdülaziz Kâbe örtüsünün onlar
71
-İfâdetu’l-Enâm, c.1, s.457.
-Tarih-i Mekke, Ezrâkî, c.1, s.264. Bunun uzak bir ihtimal olduğunu tahmin ediyoruz. Zira Kâbe
perdesinin sıradan bir kumaş olması ve yılda birkaç defa değiştirilmesi durumunda böyle bir sayıya
ulaşılabilir.
73
-en-Nücumu’z-Zâhire, c.5, s.95.
74
-el-Ikdu's-Semîn, c.1, s.58.
72
56
tarafından hazırlanmasına muvafakat etti. Ancak 1381/1961 yılında Mısır
siyasi özel sebeplerden dolayı örtüyü hazırlamaktan kaçındı ve o zaman Melik
Abdülaziz, Kâbe örtüsünün dokunacağı atölyeyi bir kez daha faaliyete
geçirmek için karar aldı. Söz konusu bu atölye Hicri Kameri 1384 yılında işe
başlayarak günümüze kadar bu görevi üstlendi.
Suudi Arabistan 1357/1938 yılında bu atölyeyi, Kâbe örtüsünü dokuyup
hazırlaması için 1500 metre kare üzerine kurdu. İlk etapta bu örtünün
hazırlanışı tamamen sade ve elle yapılıyordu, ancak 1392/1972 yılında yüz bin
metrekarelik yeni bir atölyenin yapılması emredildi. O zamanlarda Bakanlar
Şurası Başkanı İkinci Yardımcısı ve İçişleri Bakanlığı makamını üstlenen
Melik Fahd var gücüyle çalışarak 1395/1975 yılında veliaht olduğunda bu
ötölyeyi açtı. Bu atölye, yakınında Harem Müzesi’nin de yer aldığı eski Cidde
caddesindedir. Ben kendim (bu kitabın yazarı) Hicri Şemsi 1380/2001 ve
1381/2002 yıllarında bu iki atölyeyi de iki defa görmeyi başardım.
Yeni yapılan bu atölye iki bölümden oluşmaktadır: İlk bölümünde Kâbe’nin iç
örtüsü ve örtünün kuşağı dokunur ve örtü üzeri gümüş ve altın suyuna batırılan
iplerle süslenir. Modern araçlarla donanmış olan ikinci bölümünde Kâbe’nin
dış örtüsü dokunur. Diğer bölümleri ise şunlardır:
1-Mescidlerin halı ve kilimlerinin dokunduğu otomatik dokuma bölümü.
2-Kâbe örtüsünün yapımında kullanılan ipeğin boyandığı bölüm.
3-Modern otomatik araçlarla donanmış tamir ve onarım işlerinin yapıldığı
bölüm.
Kâbe Örtüsünün Özellikleri
54 parçadan meydana gelen Kâbe örtüsünün; her bir parçası 14 metre ve
genişliği 95 santimetre olup tamamı 2650 metre küpün üstündedir. 16
parçadan oluşan Kâbe’nin kuşağı 95 santimetre genişliğinde 45 metrelik bir
alanı kaplar.
Kâbe örtüsünün hazırlanmasında 720 kiloluk boya maddeleriyle boyanması
için 670 metrelik beyaz saf ipeğe ihtiyaç varken kuşak ve örtünün kapı tarafına
gelen bölümü için toplam 120 kilo altın ve gümüş ipe ihtiyaç duyulur.
Daha önce söylediğimiz gibi Kâbe’nin dış örtüsü siyah ve iç örtüsü başka bir
renktedir. Siyah renginin seçilmesinin sebebi tam olarak belli değildir. Her
halükarda Kâbe siyah örtüsüyle, Mescidü’l-Haram’ın beyaz alanı üzerinde boy
gösterir ve kendine has cezbedici bir görünüm sergiler. Zamanla Kâbe’nin
siyah örtüsünden herkes bir çıkarım ve yorumda bulunmuştur. Şair Ebiverdi,
çok sayıda hacının hac yolunda binlerce eşkıya eliyle öldürülmesi
münasebetiyle şöyle dile gelmiştir:75
Kâbe günahsız öldürülenlerden dolayı
Sürekli giyer siyah elbisesini
Dindar Acem şehitlerinden dolayı
Zemzem suyu utancından yere çekildi.
75
-Seyahatname-i Manzûmi Hac, (Zamâim) s.91.
57
“Berka” ismindeki Kâbe kapısının perdesi siyah ipekten dokunmuş ve
Resmü’l-Hat’la yukarısına Kur’an ayeti işlenmiştir. Kâbe kapısının örtüsü
Mekke-i Mükerreme’de yapılarak Kabe-i Müşerrefe’ye hediye edilmiştir. Bu
örtünün alt kısmında şu cümle yer alır:
“Haremeyn-i Şerifeyn’in hadimi-hizmetçisi Melik Fahd b. Abdülaziz Âl-i
Suud, Allah kabul etsin.”
Melik Abdullah’ın değişmesinden sonra tabii olarak bu isimde değişecektir.
Kabe-i Müşerrefe’nin örtüsünün hazırlanmasının gideri 17 milyon Suudi
riyalına ulaşır.
Kâbe Örtüsüne Yazılmış Kur’an Ayetleri
Küp şeklindeki Kâbe’nin ortasına ipek ipliğiyle “La ilahe İllallah” ve
“Muhammeden Resulullah” kelimesi yazılmış ve bu kelimenin sağ ve soluna
“Ya Allah” “Lafzı Celale”si 8 sayısı şeklinde işlenmiştir.
Kâbe’nin kuşağı üzerine ve doğu kısmına altın ve gümüş iplerle şu ayet
işlenmiştir:
ِ ‫َّاس واَمنا واتَّ ِخ ُذوا ِمن م َق ِام اِب ٰرهيم مصلًّى وع ِه ْدنَا اِ ٰلى اِب ٰره‬
ِ
ِ
‫يل اَ ْن طَ ِّه َرا بَ ْيتِ َى‬
َ ‫﴿ َوا ْذ َج َعلْنَا الْبَ ْي‬
ََ َ ُ َ ْ َ ْ
َ ً ْ َ ِ ‫ت َمثَابَةً للن‬
َ ْ
َ ‫يم َوا ْس ٰمع‬
ِ َ َ‫ود* واِ ْذ ق‬
ِ
ِ
ِ ‫ب اجعل ٰه َذا ب لَ ًدا ٰا ِمنًا وارُز ْق اَ ْهلَهُ ِمن الثَّمر‬
ِ ِ
‫ات َم ْن ٰا َم َن ِم ْن ُه ْم‬
َْ
َ
َ ‫ين َوالرَّك ِع الس ُج‬
َ ‫ين َوال َْعاكف‬
َ ‫للطَّائف‬
ََ َ
ْ َ ْ ِّ ‫يم َر‬
ُ ‫ال ابْ ٰره‬
ٰ ِ‫ب‬
ِ ‫اب النَّا ِر وبِْئس الْمصير * واِ ْذ ي رفَع اِب ٰرهيم الْ َقو‬
ِ ‫ضطَرهُ اِ ٰلى َع َذ‬
ٰ ْ ‫الل ِه َوالْيَ ْوِم‬
‫اع َد ِم َن‬
َ َ‫اْل ِخ ِر ق‬
ْ َ‫ال َوَم ْن َك َف َر فَاَُمتِّعُهُ قَل ًيل ثُ َّم ا‬
َ ُ ْ ُ َْ َ ُ َ َ َ
ِ
ِ ِ
‫َك َواَ ِرنَا‬
َّ ‫ت‬
َ ‫َك َوِم ْن ذُ ِّريَّتِنَا اَُّمةً ُم ْسلِ َمةً ل‬
َ ‫اج َعلْنَا ُم ْسلِ َم ْي ِن ل‬
َ َّ‫يل َربَّنَا تَ َقبَّ ْل ِمنَّا ان‬
َ ْ‫ك اَن‬
ْ ‫يم * َربَّنَا َو‬
ُ ‫السم‬
ُ ‫يع ال َْعل‬
ُ ‫الْبَ ْيت َوا ْس ٰمع‬
ِ
ِ
﴾‫الرح ُيم‬
َّ ‫ت الت‬
َّ ‫اب‬
َ َّ‫ب َعلَْي نَا ان‬
َ ْ‫ك اَن‬
ُ ‫َّو‬
ْ ُ‫َمنَاس َكنَا َوت‬
“Hani, biz Kâbe'yi insanlara toplantı ve güven yeri kılmıştık. Siz de Makam-ı
İbrahim’den kendinize bir namaz yeri edinin. İbrahim ve İsmail'e şöyle
emretmiştik: "Tavaf edenler, kendini ibadete verenler, rükû ve secde edenler
için evimi (Kâbe'yi) tertemiz tutun." Hani İbrahim, "Rabbim! Bu şehri güvenli
bir şehir kıl. Halkından Allah'a ve ahiret gününe iman edenleri her türlü
ürünle rızıklandır" demişti. Allah da, "İnkâr edeni bile az bir süre, (bu geçici
kısa hayatta) rızıklandırır; sonra onu cehennem azabına girmek zorunda
bırakırım. Ne kötü varılacak yerdir orası!" demişti. Hani İbrahim, İsmail ile
birlikte evin (Kâbe'nin) temellerini yükseltiyor, "Ey Rabbimiz! Bizden kabul
buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, bilensin. "Rabbimiz! Bizi sana teslim
olmuş kimseler kıl. Soyumuzdan da sana teslim olmuş bir ümmet kıl. Bize
ibadet yerlerini ve ilkelerini göster. Tövbemizi kabul et. Çünkü sen, tövbeleri
çok kabul edensin, çok merhametli olansın."76
Kâbe kuşağının güney tarafına yani Rükn-i Hacerü’l-Esved’le Rükn-i
Yemânî’nin ortasına şu ayet işlenmiştir:
76
-Bakara, 125-128.
58
ٰ ‫﴿بِس ِم‬
ِ
ِ َّ ِ ِ ٰ
ِ
ِ‫ت و‬
ٍ
‫ض َع‬
َّ ‫الر ْح ٰم ِن‬
َّ ‫الل ِه‬
َ ‫الرح ِيم * قُ ْل‬
ُ ‫ين * ا َّن اَ َّو َل بَ ْي‬
ْ
َ ‫يم َحني ًفا َوَما َكا َن م َن ال ُْم ْش ِرك‬
َ ‫ص َد َق اللهُ فَاتَّبعُوا ملةَ ابْ ٰره‬
ِ ‫ات م َق‬
ِ
ِ ‫َّاس ِحج الْب ْي‬
ِ
ِ ‫يم َوَم ْن َد َخلَهُ َكا َن ٰا ِمنًا َولِ ٰل ِه َعلَى الن‬
ِ ‫لِلن‬
‫ت‬
ٌ َ‫ين * ف ِيه ٰاي‬
ُ َ ٌ َ‫ات بَيِّ ن‬
َ
َ ‫َّاس لَلَّذى ببَ َّكةَ ُمبَ َارًكا َو ُه ًدى لل َْعالَم‬
َ ‫ام ابْ ٰره‬
ٰ ‫الل ِه و‬
ٰ ِ ِ
ِ ِ ‫ْكت‬
ِ ِ َ َ‫م ِن استَط‬
ِ ٰ ِ
‫اللهُ َشهي ٌد َع ٰلى‬
َ ِ ‫ين * قُ ْل يَا اَ ْه َل ال‬
ْ َ
َ ‫اب ل َم تَ ْك ُف ُرو َن ب ٰايَات‬
َ ‫اع ال َْيه َسب ًيل َوَم ْن َك َف َر فَا َّن اللهَ غَن ٌّى َع ِن ال َْعالَم‬
﴾‫َما تَ ْع َملُو َن‬
“Bismillâhirrahmânirrahîm. De ki: "Allah, doğru söylemiştir. Öyle ise hakka
yönelen İbrahim'in dinine uyun. O, Allah'a ortak koşanlardan değildi."
Şüphesiz, insanlar için kurulan ilk ibadet evi, elbette Mekke'de, âlemlere
rahmet ve hidayet kaynağı olarak kurulan Kâ'be'dir. Onda apaçık deliller,
Makam-ı İbrahim vardır. Oraya kim girerse, güven içinde olur. Yolculuğuna
gücü yetenlerin haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr
ederse (bu hakkı tanımazsa), şüphesiz Allah bütün âlemlerden müstağnidir.
(Kimseye muhtaç değildir, her şey O'na muhtaçtır). De ki: "Ey kitab ehli!
Allah, yaptıklarınızı görüp dururken Allah'ın âyetlerini niçin inkâr
ediyorsunuz?"77
Kuşağın batı kısmına yani Rükn-i Yemânî ile Hicr-i İsmail arasına şu ayet
işlenmiştir:
ِ ‫ت اَ ْن َْل تُ ْش ِر ْك بى َشي پا وطَ ِّهر ب يتِى لِلطَّائِفين والْ َقائِمين والرَّك ِع السج‬
ِ ‫﴿واِ ْذ ب َّواْنَا ِِْلبْ ٰرهيم م َكا َن الْب ْي‬
ِ ‫ود * َواَذِّ ْن فِى الن‬
‫َّاس‬
ُ
َ
ََ
َ َ
ََ
ََ
َ َْ ْ َ ً ْ
﴾‫وك ِر َج ًاْل َو َع ٰلى ُك ِّل َض ِام ٍر يَاْت َين ِم ْن ُك ِّل فَ ٍّج َعم ٍيق‬
َ ُ‫ْح ِّج يَاْت‬
َ ‫بِال‬
“Hani biz İbrahim'e, Kâbe'nin yerini, "Bana hiçbir şeyi ortak koşma; evimi,
tavaf edenler, namaz kılanlar, rükû ve secde edenler için temizle" diye
belirlemiştik. İnsanlar arasında haccı ilan et ki, gerek yaya olarak, gerek uzak
yollardan gelen yorgun develer üzerinde sana gelsinler.”78
Kuşağın kuzey kısmında ise şu ibaret yer alır:
“Bu örtü Hadimu’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn’in
Mükerreme’de yapılmıştır.”
emri
ile
Mekke-i
Örtünün Kâbe’ye giriş kısmı üzerine yuvarlak ve küp şekillerinde şu ayet
işlenmiştir:
ِ ‫ص ْد ٍق واَ ْخ ِر ْجنى م ْخرج‬
ِ ‫ب اَ ْد ِخلْنى م ْد َخل‬
﴾‫صيرا‬
ِّ ‫﴿ َوقُ ْل َر‬
َ ْ‫اج َع ْل لى ِم ْن لَ ُدن‬
ْ ‫ص ْد ٍق َو‬
ََ ُ
َ
ً َ‫ك ُس ْلطَانًا ن‬
َ ُ
“De ki: "Rabbim! (Gireceğim yere) doğruluk ve esenlik içinde girmemi sağla.
(Çıkacağım yerden de) beni doğruluk ve esenlik içinde çıkar. Katından bana
yardımcı bir kuvvet ver."”79
-Âl-i İmrân, 95-98.
-Hac, 26-27.
79
-İsrâ, 80.
77
78
59
Aynı yerin alt kısmına ise yine yuvarlak ve küp şekillerinde şu ayet
işlenmiştir:
﴾‫﴿ َوَْل تَ ِهنُوا َوَْل تَ ْح َزنُوا َواَنْ تُ ُم ْاْلَ ْعلَ ْو َن اِ ْن ُكنْتُ ْم ُم ْؤِمن َين‬
“Gevşemeyin, hüzünlenmeyin. Eğer (gerçekten) iman etmiş kimseler iseniz
üstün olan sizlersiniz.”80
Bu ayetin hemen ardından da Ayetü’l-Kürsî işlenmiştir.
Bu yazıların tamamı altın ve gümüş ipliklerle ve harikulade bir hatla
işlenmiştir.
Ehlibeyt’in (a.s) rivayetlerinde Kâbe’nin örtüsünün tutulması ve bu
haldeyken dua edilmesi tekit edilmiştir. Nitekim Hz. Ali b. Hüseyin (a.s)
defalarca böyle yapmıştır.
Cahiliye döneminden birkaç yıl önceye kadar Sidânet81 görevini elinde
bulunduran Ben-i Şeybe değiştirilen perdeyi kendi arasında paylaşıyor ve
satıyorlardı. Onlar bu işi devletin gözetiminde yapıyorlardı. Şimdi ise güya
özel bir takım deliller üzerine şayet Kâbe örtüsüne teberrük edilmemesi en
önemli delili olabilir, bazı Vahabi âlimleri örtünün korunması ve yıllık
paylaştırılmasının yasaklanması önerisinde bulunmuşlardı. Daha sonra bunun
karşılığında Ben-i Şeybe’ye bir miktar para ödenmesi kararı alınmıştır.
Gerçekte geçmişte de Kâbe örtüsünün alınıp satılması konu ediliyordu ve
bunda hiç kimsenin bir şüphesi yoktu.82 Kâbe örtüsünün alınıp satılması
Ehlibeyt’in (a.s) rivayetlerinde de söz konusu edilmiş ve izin verilmişti.83
Değinilmesinde yarar vardır ki, bazen çeşitli beldelerin hâkimleri tarafından
altın kandiller gibi çeşitli eşyalar Kâbe’ye hediye ediliyordu. Çoğu zaman
“Sedenetü’l-Beyt” ismi verilen Mescid ve Kâbe sorumluları Kâbe’ye hediye
edilen bu eşyaları satıyor ve Beytü’l-Haram’ın giderlerine harcıyorlardı, zira
söz konusu bu kandillerin Kâbe içine asılmasının hiçbir faydası yoktu.
Kâbe’nin Rükünleri
Kâbe’nin dört açısı “Rükün” olarak isimlendirilir. Ne zaman “Rükün”
kelimesi sonuna bir ek almaksızın kullanılırsa bundan Hacerü’l-Esved’in yer
aldığı rükün kastedilir.
Tavaf güzergâhı Hacerü’l-Esved’den başlayarak Rükn-i Irakî’ye ulaşır,
ondan sonra Rükn-i Şâmî ve Rükn-i Yemânî’den sonra tekrar Rükn-i
Hacerü’l-Esved’e ulaşılır ve böylelikle bir “Şavt” tamamlanır.
RESİM S.116
-Âl-i İmrân, 139.
-Kâbe'nin perdedarlığı, anahtarının muhafızlığı, kapısının açılıp kapanması demek olan Hicâbet
görevidir.
82
-İfâdetu’l-Enâm, c.1, s.479.
83
-Usul-u Kâfi, c.2, s.148.
80
81
60
Bu dört rükün arasında Yemânî ve Esved rükünleri diğer iki rükünden daha
faziletlidir. Nitekim Şia ve Ehlisünnet’ten, bu iki rüknün fazileti hakkında
rivayetler nakledilmiştir. İmam Bakır’dan (a.s) nakledilen bir rivayette İmam
(a.s) şöyle buyurur:
"Allah Resulü (s.a.a) Rükn-i Yemânî ve Rükn-i Esved olmak üzere iki
rükne elini sürer, onları öper ve yüzünü onlara koyardı."84
Ebu Meryem şöyle naklediyor:
“İmam Bakır’la (a.s) birlikte tavaf ediyordum. İmam her tavafında
Rükn-i Yemânî’ye elini sürüyor ve: ‘Ey Allahım! Sana tövbe etmem için
sen benim için tövbe et ve dönmemek üzere beni koru.”85
İmam Cafer Sadık da (a.s) Rükn-i Yemânî'yi cennet kapılarından bir kapı
olarak tanıtmakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Açıldığı günden itibaren hiçbir zaman kapanmamıştır ve duanın
kabul edildiği yerlerdendir."86
Allah Resulü’nün (s.a.a) şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
“Hacerü’l-Esved’e ve Rükn-i Yemânî’ye el sürmek, insanın günahlarını
temizler.”87
Meşhur nakle göre Fatıma binti Esed’in Kâbe içine girip çocuğu Ali b. Ebi
Talib’i (a.s) dünyaya getirmesi için yarılan yer Rükn-i Yemânî’nin kenarıdır.
Kabenin duvar ve kapısında gerçekleşen bakım ve onarımlar sebebiyle bu
değerli ve seçkin hanımın Kâbe’ye girdiği yerden bir eser kalmamıştır ve
hangi şekilde olursa olsun böyle bir yerin araştırılması mümkün değildir.
Hacerü’l-Esved
Hacerü’l-Esved veya siyah taş, Mescidü’l-Haram’ın çok değerli bir parçası
olagelmiş ve 1/5 metre yüksekliğinde Kâbe’nin Rükn-i Esved tarafında karar
kılmıştır. Bu mukaddes taş, İslam’dan önce ve İslam’dan sonra sürekli tam bir
itina ve kâmil bir yönelme yeriydi ve gerçekte Kâbe’nin asli unsurlarındandır.
Böyle bir kutsallığa sahip olması hasebiyle Allah Resulü (s.a.a) onu yerinde
bırakmış ve put şeklinde yapılan diğer taşları atmıştır.
Bi’setten beş sene önce Kâbe’nin tahribinde Hacerü’l-Esved Mescid’in
uzağına düştü. Onun kendi yerine konulacağı zaman, daha önce genişçe
açıklandığı gibi Kureyş kavgaya tutuştu. Ancak Allah Resulü’nün (s.a.a)
dirayetiyle, bu taş onun mübarek abasına konulmuş ve abanın dört köşesinden
-Usul-u Kâfi, c.4, s.408; Hilyetu’l-Evliya, c.8, s.203.
-Usul-u Kâfi, c.4, s.409, h.14.
86
-Usul-u Kâfi, c.4, s.409.
87
-Müsned-i Ahmed, c.2, s.3.
84
85
61
Kureyşliler tutarak faziletten kendi paylarına düşeni almışlar ve sonuçta
Peygamber (s.a.a) tarafından bu taş kendi yerine konulmuştur. Zamanla
değişimlerin etkisiyle bu taşın hacmi azalmış ve hatta birkaç parçaya
ayrılmıştı. Bu taşın en son parçalanmasından sonra onun çeşitli parçaları
birbirine eklemişler ve onu gümüş bir kabın içene koymuşlardı. Halihazırda
taşa dokunulup öpülecek miktarda bir yer bırakılmıştır.
Birçok rivayetlerde Hacerü’l-Esved’in cennet taşı olduğu ve Hz. Âdem’le (a.s)
birlikte yeryüzüne gönderildiği yer almıştır.88
İbn-i Abbas’tan nakledildiğine göre Allah Resulü’ne (s.a.a) biat etmeyen daha
sonra Hacerü’l-Esved’e dokunan kimse Allah ve Resulü’ne (s.a.a) biat
etmiştir.
Aynı şekilde rivayette geldiğine göre bu taş ilk önceleri beyazdı, ancak
Âdemoğulları’nın işledikleri günahlar sebebiyle siyahlamıştır.89
Allah Resulü’nün (s.a.a) şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
"Kıyamet günü Yüce Allah, Hacer-i Esved'i gören iki gözü ve konuşan
bir dili olarak yaratacak ve o da kimin ona el sürdüğüne tanıklık
edecektir."90
Aynı şekilde Allah Resulü’nün (s.a.a) şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
“Hacerü’l-Esved yeryüzünde Allah’ın elidir, onu mesh eden kimse
Allah’ın eline mesh etmiş (gibi)dir.”91
İmam Sadık (a.s) buyuruyor:
“Hacerü’l-Esved’in etrafında kimsenin olmaması suretinde rahtlıkla
dokunup onu öpme imkânı varsa öpün ve izdiham halinde ona uzaktan
tekbir söyleyin.”92
Halen Müslümanların geneli de böyle yapmaktadır.
Aynı şekilde İmam Sadık’ın (a.s) buyruğu gereği kadınlardan kaldırılan
şeylerden bir tanesi de Hacerü’l-Esved’e dokunmaktır.93
RESİM S. 119
Bir gün ikinci halife Hacerü’l-Esved’i öperken şöyle demiştir:
88
-Usul-u Kâfi, c.4, s.184.
-a.g.e., s.190.
90
-Evâli'l-Leâli, c.1, s.185.
91
-el-Hac ve'l-Umre fi'l-Kitab ve's-Sünne, s.102.
92
-Bkz: Usul-u Kâfi, c.4, s.404; et-Tehzib, c.5, s.103.
93
-Men La Yahzuruhu'l-Fakih, c.2, s.326.
89
62
“Seni Allah Resulü (s.a.a) öptüğü için öpüyorum, aksi takdirde ben seni
fayda ve zararı olmayan bir taşın dışında bir şey olarak bilmiyorum!”
Emirilmüminin Ali (a.s) şöyle buyurur:
“Hacerü’l-Esved’in hem faydası vardır hem de ziyanı; müminlerin
vefasına ve kâfirlerin inkârına şehadet eder.”94
Hicri Kameri 317 yılında Karmatî ismiyle meşhur olan İsmâilîler fırkasından
bir grup Hacerü’l-Esved’i Kâbe’nin kenarından alıp Ahsa’ya götürdü. Bu fırka
22 yıl -bu yıldan dört gün az- boyunca Hicri Kameri 339 yılına kadar
Hacerü’l-Esved’i orada tuttular sonra bu yılın kurban bayramı günü aldıkları
yere geri getirdiler.95 Ondan sonraki yıllarda ard arda isteyerek ve istemeyerek
Hacerü’l-Esved yerinden alındı ve her alınışında ondan bir parça ayrıldı. Bir
defasında 363 yılında Rumlu birisi (büyük bir ihtimalle Hıristiyan) Mekke’ye
geldi ve Mescidin kalabalık olmadığı anda Hacerü’l-Esved’de bir darbe
indirdi. Hicri Kameri 1351 yılının Muharrem ayında da Afganlı birisi
Kâbe’nin bir parça taş, bir miktar örtü ve basamaklardaki gümüşü aldı, ancak
bu şahsı yakalayıp idam ettiler.96 Ne şekilde olursa olsun Hacerü’l-Esved’den
ayrılan parça tekrar aynı yerine olduğu gibi konuldu. Hali hazırda Hacerü’lEsved gümüş bir kabın içinde korunmaktadır.
Hacerü’l-Esved’in yerden itibaren duvara doğru yüksekliği 1/5 metredir.
Ona dokunulması ve öpülmesi tekit edilmiş ve rivayetlerde Allah Resulü’nün
(s.a.a) Hacerül-Esved’e dokunmaya ve onu öpmeye özen gösterdiği yer
almıştır.
Tavafın Hacerü’l-Esved den başlayıp orada bittiğini söylemememiz gerekir.
Üç dört yıl önce bu taşın hizasından yer üzerine siyah bir hat çekilmiş
(Mescidin sonuna kadar) daha sonra izdiham yaşanmasından dolayı
kaldırılmıştır. Buna ilave olarak tavaf edenlerin yönlendirilmesi için Hacerü’lEsved’in üzerine yeşil renkli bir lamba konulmuştur.97
Mültezem
Bir yönünde Hacerü’l-Esved ve diğer tarafında Kâbe kapısının yer aldığı Kâbe
duvarının bir kısmına “Mültezem” denilir. Halkın bu kısımda durup kendini
duvara yapıştırarak dua etmesi hasebiyle bu isim verilmiştir.
94
-Şerhi’l-Ahbâr-i Gazi Numan, c.2, s.317.
-Daha fazla bilgi için bkz: Mikât-ı Hac dergisi, “Fitne-i Karamite der Mekke”, Üstat Yakup Caferi,
sayı: 5.
96
-İfâdetu’l-Enâm, c.1, s.544.
97
-Zamanımızda gerçekleşen ilginç olaylardan bir tanesi şudur: 1400 yılı Muharrem ayının başlarında
şahsın birisi Kâbe’nin kenarında ve Hacerü’l-Esved’in altında kendisinin Mehdi olduğunu ilan etti. O
gece ve sonrasında bu şahısla birlikte olan silahlı bir grup, Mescidin içine girmişler ve ona biat
etmişlerdi. Sonra Suudi devletiyle yaşanan uzunca bir çatışma sonucunda bu kimseler aradan
kaldırılmıştı. O gece Mescidü’l-Haram’da olan Ayetullah Feyzi Kaşanî olayla detaylı bilgi vermiştir.
Daha fazla bilgi için bkz: Keyhan (1364), hatıralar bölümü, s. 20. Bu olaydan sonra Suudi
Arabistan’da Ehlisünnet’in Mehdi’nin zuhuruna nasıl inandığını konu eden birçok kitaplar yazıldı. Bu
olaydan sonra Suudi şehitleri anısına Mekke’nin Ecyâd semtinde Şuheda (şehitler) oteli yapılmış ve
vakfedilmiştir. Olayda ölen devlet görevlilerinin isimleri otelin içindeki tabloda görülebilir.
95
63
Rivayette nakledildiğine göre Allah Resulü (s.a.a) duvarın bu kısmına
yüzünü ve ellerini koymuştur. Aynı şekilde Allah Resulü’nün (s.a.a) şöyle
buyurduğu nakledilir:
“Mültezem, duanın kabul edildiği bir mekândır ve burada dua edip de
Allah’ın duasını geri çevirdiği hiçbir kul yoktur.”98
Kulun, bu bölüme elini koyup günahlarını itiraf etmesi burada gerçekleşen
amellerden birisidir. Nitekim İmam Sadık (a.s) şöyle buyurur:
“Burada günahını itiraf edip bağışlanma isteyen hiçbir kul yoktur ki,
Allah onu bağışlamamış olsun.”99
Müstecâr
Kâbe'nin diğer yüzünde, Mültezem'in karşısında, Rükn-i Yemânî duvarının
kenarında yer alan bölüme "Müstecâr" denir. “Câr” komşu ve “Müstecâr”
komşuya sığınmak ve genel olarak “sığınmak” anlamında kullanılır.
Bir zamanlar Kâbe’nin iki kapısı vardı ve söz konusu bu kısımda yer alan
kapı kaldırıldı. Burası da duanın kabul edildiği bir yerdir. Halkın buraya
sığınmasından dolayıl Müstecâr denilmiştir. Burası Fatıma binti Esed’in
Kâbe’ye İmam Ali’yi (a.s) dünyaya getirmesi için girdiği duvarın bir
bölümüdür.
Hatîm
Mescidü’l-Haram’ın muhterem yerlerinden biriside Kâbe duvarı kenarında
yer alan “Hatîm”dir. Halk burada dua etmek için toplanır ve izdiham
yaşanır.100 “Hatîm”in Hacerü’l-Esved ve Kâbe kapısının alanını mı yoksa daha
fazla bir alanı mı kapsadığı ihtilaflıdır, ancak İmam Sadık’tan (a.s) gelen bir
rivayette söz konusu bu yerin kapsamına giren bölgeye Hatîm denilmiştir.101
Nitekim Şeyh Saduk Kâbe kapısıyla Hacerü’l-Esved ortasında yer alan ve Hz.
Âdem’in tövbesinin kabul edildiği bu kısma Hatîm denildiğini nakleder.102
Başka bir tanımlamaya göre Hacerü’l-Esved’in başladığı ve Kâbe yakınlığı
ölçüsündeki asıl Zemzem tarafına doğru -kapatılan ve asıl Zemzem
kuyusundan uzak olan bir sonraki giriş kısmı değil- uzanan ve oradan da
Makam-ı İbrahim’e ve sonra Hicr-i İsmail’e kadar devam eden kısma Hatîm
98
-el-Firdevs, c.4, s.94; el-Hac ve'l-Umre fi'l-Kitab ve's-Sünne, s.109.
-el-Kâfi, c.4, s.410, h.4.
100
-İlelu'ş-Şerâi, s.400.
101
-İlelu'ş-Şerâi, s.400; el-Kâfi, c.4, s.194, h.5, s.527.
102
-Men La Yahzuruhu'l-Fakih, c.2, s.209.
99
64
denilir.103 Hanefiler tarafından getirilen bir diğer tanıma göre Hatîm, Hicr-i
İsmail’in içerisinde yer alır.104
Hatîm ilk başlarda Müslümanların dikkat konusu olmuştur ve halk yardım
talep edip dua etmek için burada toplanıyordu. Burada namaz kılmanın büyük
fazileti vardır ve burada namaz kılınması tekit edilmiştir.
Kâbe kapısının yer aldığı çizgi ortasında ve Kâbe duvarının kenarında yer
yüzeyinde bir çukur vardır ve Makam-ı İbrahim’in (a.s) önceki yerinin bu
çukur olduğu söylenmiştir. Aynı şekilde burada Allah Resulü’nün (s.a.a)
namaz kıldığı söylenmiştir. 1377 yılında namazda yaşanan izdiham sebebiyle
doldurulmuş ve çukurun yeri de taşla belirlenmiştir. Kâbe yapımında çalışan
ustaların harcı bıraktıkları bu yere “Macen” denilmiştir.
Hicr-i İsmail
Rükn-i Irakî ve Rükn-i Şâmî arasındaki mesafede 1/30 metre yüksekliğindeki
kavis şeklindeki duvara Hicr-i İsmail adı verilmiştir.
Hicr-i İsmail, İbrahim (a.s) ve İsmail (a.s) ve Kâbe binası zamanından kalan
bir yadigârdır. Dolayısıyla buranın tarihi geçmişi, İbrahim’in (a.s) eliyle
yaptığı Kâbe binasına dayanır.
Tarihte anlatıldığı kadarıyla İsmail (a.s) bu yerde çadır kurmuş ve annesi
Hacer’le birlikte bu yerde yaşıyorlardı. Hacer vefat ettikten sonra buraya
defnedildi. İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
“Hicr, İsmail’in (a.s) evi ve Hacer’le İsmail’in (a.s) defnedildiği yerdir.”105
İbrahim’in (a.s) binası olarak meşhur olan Hicr, Kâbe’nin içindeydi, ancak
Kureyş Kâbe’yi inşa ederken burasını Kâbe’nin dışına aldı. Yakut Hımevî,
Kureyşlilerin Kâbe’nin yapımı esnasında burasını dışarıda bırakıp yerini
işaretlemeleri sebebiyle Hicr ismini aldığını ve bundan ötürü Hicr’in, Kâbe
içinde olması gerektiğini ve burasının tavafın dışında olamayacağını söyler.
Bazı rivayetlerde pek çok peygamberin burada defnedildiği gelmiştir.
Mansur dönemi öncesi Hicr, sıradan taşların üst üste konulmasıyla
yapılmıştı, ancak ilk defa Abbasi halifesi Mansur, Hicr’i beyaz taşlarla
kapladı. Ondan sonra Abbasi halifeleri Mehdi ve Harun zamanında da bu
taşlar yenilenerek değiştirildi ve daha sonraki dönemlerde yenileme işi devam
etti. Hicri Kameri 1417 yılında Kâbe’nin kapsamlı tamir edilmesi olayında son
defa Hicr ve Hicr’in üzerindeki gece lambaları yenilendi.
Kâbe’nin, Mizâb’ın (Altın Oluk) aşağısından Hicr duvarına olan uzaklığı
8/45/5 metredir.
RESİM 28 S. 123
-et-Tarihi’l-Kavîm, c.4, s.156, Ezrâkî’nin nakliyle.
-ez-Zuhûru'l-Muktetafe, s.73.
105
-el-Kâfi, c.4, s.210, ş.14.
103
104
65
Kâbe’nin Mizâb’ı (Altın Oluk)
Hicr-i İsmail’in içeri tarafa doğru yerleştirilen Kâbe’nin altın Mizâb’ı (Altın
Oluğu) halkın özel ilgi ve alaka konusu olmuştur. Bu alaka özellikle ilahi
rahmetin; yağmurun yağıp Kâbe oluğundan Hicr-i İsmail’in içine aktığı
zaman, eğer görevliler dikkat etmeseler bazı ziyaretçilerin ayaklar altında
kalıp ölmelerine sebep olacak kadar şiddetlidir. Ezrâkî’nin yazdığına göre
Kâbe’nin oluğu Melik b. Abdülmelik tarafından altınla kaplanmıştır. 537
yılında İranlı Ramşet b. Hüseyin yeni bir oluk yaparak 539 yılında Kâbe’ye
monte etti. Abbasi halifesi Müktefî, iki yıl sonra bu oluğu çıkardı ve başka bir
oluk yaptı. 781 ve 959 yıllarında oluk bir kez daha değiştirilerek yerine yenisi
yapıldı. 1012 yılında Osmanlı sultanı Ahmed’in emriyle tekrar değiştirildi ve
son defa Osmanlı sultanı Abdülmecid oluğu değiştirdi ve Hicri Kameri 1377
yılında değiştirilen bu oluk yenilenmiş oldu. Asıl maddesi gümüş olan bu oluk
atınla kaplandı. 1417 yılında Kâbe’nin kapsamlı bir onarım görmesi esnasında
oluk da değiştirildi. Osmanlı padişahı Abdülmecid tarafından yaptırılan oluk
285 santimetredir.
RESİM 29. S. 124.
Makam-ı İbrahim (a.s)
Mescidü’l-Haram’ın bir diğer mukaddes yeri Makam’ı İbrahim’dir (a.s). Bu
makam ilahi şiarların birisi olarak anılır. Nitekim Allah Teâlâ burası için şöyle
buyurmuştur:
“Siz de Makam-ı İbrahim’den kendinize bir namaz yeri edinin.”106
Bu mekân, İbrahim’in (a.s) Kâbe’nin duvarlarını yükselttiği zamanla
alakalıdır; duvarlar elin yetişemeyeceği yere kadar yükseltildiği zaman, taş
getirdiler ve İbrahim (a.s) bu taş üzerine çıktı, İsmail’in (a.s) verdiği taşları
alıp duvarları yükseltti. Bir rivayette İbrahim’in (a.s) bu taş üzerine çıkıp halkı
hacca çağırdığı belirtilmiştir. Bu taş üzerinde İbrahim’in (a.s) ayak izleri
belirgindir, ancak parmaklarının izi yoktur.
Boy ve eni 40 santimetre ve yaklaşık 50 santimetre yüksekliğindeki bu taş,
şekil itibariyle küpe benzemektedir ve sarı ile kırmızı arasında bir rengi
olduğu söylenebilir. Abbasi halifesi Mehdi zamanı ve sonrası bu taş altınla
kaplanmış ve zarar görmemesi için bir kap içine alınmıştır.
KROKİ S.125
Geçmişte bu yerin üstünde tuğla, taş ve ağaçtan büyük bir bina yapılmış ve
etrafı Kur’an ayetleriyle süslenmişti. Bu yapının Mescidin fezasını küçültmesi
ve tavaf alanını daraltması hasebiyle buranın Mescidü’l-Haram’ın dışarısına
taşınması söz konusu edildi.
Bazı rivayetlere göre Makam-i İbrahim’in (a.s) Mekke’nin fethine kadar
Mescidü’l-Haram’ın içindeydi ve fetihten sonra Allah Resulü (s.a.a) burasını
çıkarıp Kâbe kenarının yakınına koydu. “Siz de Makam-ı İbrahim’den
kendinize bir namaz yeri edinin.” Ayetinin nüzulünden sonra Allah Resulü
106
-Bakara, 125.
66
(s.a.a) Makam-i İbrahim’i (a.s) şimdiki olduğu yere taşımalarını emretti.107
Başka bir nakle göre ikinci halife zamanına kadar burası Kâbe’ye bitişikti ve
halife burasını şimdiki yerine taşıdı. Değişik nakiller, Makam-i İbrahim’in
(a.s) yer değiştirme görüşünün alt yapısını oluşturmaktadır.
Hicri Kameri 1377 yılından 1380/2001 yılına kadar Makam-ı İbrahim’in
(a.s) Mescidü’l-Haram’dan başka bir noktaya taşınması konusunda Ehlisünnet
âlimleri arasında tartışmalar yaşandı. İlk etapta Ben-i Şeybe yakınlarındaki
küçük bir binanın yanına götürülmesi karalaştırıldı, ancak İslam dünyasının
çeşitli yerlerindeki âlimlerin şimdiki yerinde kalması doğrultusundaki
baskıları sebebiyle Suud hükümeti şimdiki yerinde -küçük metal bir yapı
içerisinde- kalmasını kabul etmek zorunda kaldı.108 Hicri Kameri 1387 yılının
Recep ayında yeni küçük metal yapı yerleştirildi ve çok geçmeden bu yapı
aynı şekliyle ama yeni bir görünümle yapılarak yerine konuldu. Önceki metal
yapı Mekke-i Mükerreme’de Harem müzesinde korunmaktadır. Eklememiz
gerekir ki, İranlılar Makam-ı İbrahim’in (a.s) karşısında Kâbe’ye doğru namaz
kılarlar, yani İran’ın kıble tarafına doğru coğrafi konumu Hacerü’l-Esved’le
Rükn-i Irakî açısı arasındadır.
RESİM 30 S. 126
Kâbe’nin Kapısı
Defalarca söylendiği gibi Kâbe’nin İslam’dan önce iki kapısı vardı; birisi şu
anki bulunduğu yer ve diğeri burasının karşısı. Bi’set’ten beş sene önce
Kâbe’nin yenilenmesinde tasarruflu olması açısından bir kapı bıraktılar. İbn-i
Zübeyr’in yenilediği Kâbe binasında iki kapı vardı, ancak Haccac kapının
birisini kaldırarak Kureyş’in yaptığı ilk haline dönderdi. Bu kapı, herkesin
Kâbe içine ulaşımı olmaması ve içeri girilmesi için merdivene ihtiyaç
duyulacak bir yere yapıldı. Emir ve hâkimler tarafından yaptırılan ve Harem
müdüriyetine hediye edilen bu merdivenlerin açıklamaları kaynaklarda
zikredilmiştir. Abdullah Ğâzî (ö.1365 k) şöyle diyor: “Hali hazırdaki
merdiven Tik Ağacı’ndan yapılan ve on beş basamaklı olup, Hintliler
tarafından hediye edilmiştir. O zamanlar başka merdivenler de vardı.”109
Ancak bundan daha önemlisi Kâbe kapısının yapımında insanların daha çok
çok rekabet etmesidir. Zira her halükarda halife ve sultanların hediye ettiği bu
kapıların üzerinde yazıtlar bulunmaktaydı. Kâbe için yapılan kapıların isim
listesi Memlûkler ve Osmanlılar zamanından Suudi hükümeti dönemine kadar
mevcuttur. Hâlihazırdaki Kâbe’nin kapısı, Halid b. Abdülaziz’in emriyle
yapılmıştır. Halid Kâbe’ye girme esnasında Hicri Kameri 1365 yılında babası
Abdülaziz’in yaptırdığı önceki kapının yıprandığını farketti ve yeni bir kapının
yapılıp takılmasını emretti. Bu olay Hicri Kameri 1399 yılında gerçekleşti. Bu
kapı ve Babu’t-Tövbe ismiyle meşhur olan tavana açılan kapı için çok yüksek
ayarda toplam 299 kilo altından yararlanılmıştır.
RESİM 31
107
-et-Tarihi’l-Kavîm, c.4, s.43.
-a.g.e., c.4, s 52.
109
-İfâdetu’l-Enâm, c.1, s.428-429.
108
67
S.127
Zemzem
Mescidü’l-Haram’ın önemli eserlerinden bir diğeri Zemzem Kuyusu’dur ve
İsmail Kuyusu, Hafire-i Abdülmuttalib, Şifa-u Sukm, Meymûne, To’m,
Bereket, Berre… isimleriyle de tanınır. Bu kuyu Mescidü’l-Haram’ın
doğusundadır ve İbrahim (a.s), İsmail (a.s) ve Hacer’in geride bıraktığı diğer
eserlerden birisidir. İslami kaynaklarda geldiğine göre İbrahim (a.s) eşi ve
oğlunu terk ettiğinde, Hacer ve İsmail’e (a.s) susuzluk galebe çaldı ve Allah
Teâlâ, Cebrail’in (a.s) vesilesiyle onların susuzluktan ölmemeleri için bu
kuyuyu ortaya çıkardı. Bu sebepledir ki zemzem Allah’ın nişanelerinden
birisidir. İlk başlarda Mekke suyu bu kuyudan temin ediliyordu, ancak daha
sonra Mekke etrafına başka kuyular açıldı. Araplar bu kuyuyu çok mukaddes
biliyorlardı hatta denildiğine göre Sasaniler silsilesinin atalarından olan Sasan
b. Bâbkân da bu kuyudan su içmiştir! Bu olay, İranlıların da zemzem suyunu
mukaddes bilmelerinin bir göstergesidir.
Bu kuyunun Mekke halkı için çok önemli olması Kureyşliler arasında
“Sikâyet” (hacıların su ihtiyacının temini) makamının ortaya çıkmasına vesile
olmuştur. Bu görev, İslam’ın ilk yıllarında Peygamber’in (s.a.a) amcası
Abbas’ın elindeydi. Söylendiğine göre bu kuyu bir müddet dolmuş ve
Abdülmuttalib yeniden açmıştır. Her ne kadar şimdilerde bu kuyunun suyu
azalmışsa da o zamanlardan günümüze kadar bu sudan istifade edilmektedir.
Ehlibeyt’in (a.s) rivayetlerinde zemzem suyunun içilmesi tavsiye edilmiştir ve
Müslümanların tamamı bu suyun bereketine inanırlar. İmam Ali (a.s) şöyle
buyurur: “Yeryüzünün en iyi suyu zemzemdir.”110 Bu rivayet Peygamber
(s.a.a) ve imamların (a.s) tavaftan sonra genellikle bu sudan yararlandıklarını
göstermektedir.
Şimdilerde Suudi Arabistan’da bazı şirketler hediye bazında hacılara
zemzem suyuyla doldurulmuş kapları hediye olarak verirler.
Abbasiler su hizmetlerini kendi hakları bildikleri dönemde zemzem kuyusu
üzerine kubbe yapmışlardı ve bu kubbe asırlarca olagelmiş ve sürekli
onarılmıştır. Suudilerin döneminde imar ve genişletme çalışmaları projesi
başlatılmış ve Makam-ı İbrahim’in (a.s) kubbesinin yıkılması yanında bu
zemzem kuyusunun kubbesi de yıkılmış ve sadece kuyu suyundan
yararlanmak için kuyu içine inilecek basamaklar yapılmıştır. Aynı şekilde
zemzem suyu, boru döşenmesi vesilesiyle Mescidü’l-Haram’ın dışına
taşınmıştır.111
Günümüzde bu suyun toplanma merkezi, suyun saflaştırılıp diğer sulardan
ayrıştırılması “Kudey” bölgesinde büyük bir tesiste yapılmaktadır ve buradan
110
-el-Mehâsin, c.2, s.399, h.2394.
-Daha fazla bilgi için bkz: Mikât-ı Hac, Zemzeme-i Zemzem, Seyit Ali Gazi Askeri, sayı: 10, s.84105; Çah-ı Zemzem, sayı:5, s.137-148.
111
68
araba ve su boruları vesilesiyle diğer noktalara taşınmaktadır. Alışıla geldiği
üzere Müslümanlar hac ve umre görevlerini yerine getirdikten sonra, kendi
ülkelerine bir miktar zemzem suyu götürürler. Bu konuda özellikle Türkiye ve
Mısır hacıları diğer ülke hacılarından daha öndedirler.
RESİM 32-33-34
S.129
Mescidin Kapıları
Tarihi geçmişte ve yapılan imar ve genişletme çalışmalarında Mescidü’lHaram için birçok kapı yapılmıştır ve bunların bir kısmı her dönemin özel
ismiyle anılmıştır. Hali hazırda Mescidin küçük büyük birçok kapısı vardır.
Küçük kapıların çoğunluğu sa’y bölgesi tarafındadır. Bunların bazılarının
isimleri şöyledir:
“Bâbu Ben-i Şeybe”, “Bab-ı Selam”, “Bab-ı Ali”, “Bab-ı Nebi”, “Bab-ı
Abbas” ve bu kapıların iki yönünde Merve karşısındaki “Bab-ı Merve” ve
Safa karşısında “Bab-ı Safa” yer alır. Yeni imar ve genişletme çalışmalarında
bu kapıların çoğu kapatılmış ve bunların tabelaları da kaybolmuştur.
Bab-ı Ben-i Şeybe’nin kendine has özel bir itibarının olduğunu söylememiz
gerekir, zira Kâbe üstünden Hubel putunun aşağı düşmesinden sonra şirk ve
putperestliğin muvahhitlerin ayakları altına alınması için bu put buraya
gömülmüştür. Mescidü’l-Haram’a bu kapıdan girilmesinin müstehap
olmasının delilide budur.112
Hali hazırdaki Ben-i Şeybe kapısı, Bab-ı Selam’ın karşısında yer almaktadır
ve bu kapıdan girmenin müstehap olmasının sebebi de bundan
kaynaklanmaktadır. Mescidü’l-Haram’ın eski iç alan resimlerinde Kâbe’nin
yakınında küçük bir kapı suretinde görünen kapı, eski Bab-ı Selam’dır ve
teberrük maksadıyla kaldırılmamıştır, ancak Suudilerin döneminde imar ve
genişletme çalışmalarında burası kaldırılmıştır.
Mescidin kuzey kısmında çeşitli kapıların yanında Merve dağı uzantısında
“Babu’l-Feth” yer alır ve en önemli kapılar arasında yer alan bu kapı, çok
büyüktür. Allah Resulü (s.a.a) Mekke’nin fethinde (hicretin sekizinci yılı
Ramazan ayının yirmisi) bu kapıdan girmiştir.
Batı tarafının en önemli kapısı “Bab-ı Fahd”tır, zira Fahd hükümeti
döneminde Mescid’in imar ve genişletme çalışmaları burada yapılmıştır.
Mescidin güney semtinde iki kapı vardır; biri çok büyük olan Bab-ı
Abdülaziz diğeri ise ziyaretçilerin geliş gidiş yeri olan Bab-ı Ecyâd’dır ve
küçük bir kapıdır.
Mes’â113
112
113
-Men La Yahzuruhu'l-Fakih, c.2, s.238, h.2292.
-Safa ile Merve arasında sa'y yapılan yere denir. Çev.
69
Mes’â, Safa ile Merve dağlarının arasındadır ve hacıların burada sa’y
yapmaları gerekir. Sa’y, hac ve umrenin asli amellerindendir ve Allah Teâlâ
Kur’an’da Safa ile Merve’den ilahi nişaneler unvanıyla bahsetmiştir:
ٰ ‫ف بِ ِهما ومن تطََّوع خي را فَِا َّن‬
ٰ
ِ
َّ
‫الل َه‬
َّ ‫﴿اِ َّن‬
َ ‫الص َفا َوال َْم ْرَوَة ِم ْن َش َعائِ ِر الل ِه فَ َم ْن َح َّج الْبَ ْي‬
َ َ‫ت اَ ِو ا ْعتَ َم َر فَ َل ُجن‬
ً ْ َ َ َ ْ َ َ َ َ ‫اح َعلَْيه اَ ْن يَط َّو‬
﴾‫َش ِاك ٌر َعل ٌيم‬
“Şüphesiz Safa ile Merve, Allah’ın (dininin) nişanelerindendir. Onun için her
kim hac ve umre niyetiyle Kâbe’yi ziyaret eder ve onları da tavaf ederse,
bunda bir günah yoktur. Her kim de gönlünden koparak bir hayır işlerse,
şüphesiz Allah onu bilir, karşılığını verir.”114
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurur:
“Allah nezdinde hiçbir yer Mes’â’dan daha sevimli değildir. Zira
şüphesiz her kibirli zorba orada zelil duruma düşer.”115
Safa ve Merve önceleri küçük iki dağdı ve birisi (Safa) Ebu Kubeys diğeri ise
Kuaykıân dağının eteklerinde yer alıyordu. Bu nokta vadinin aşağısındaydı ve
bilindiği üzere Safa ve Merve arasında sa’y yapan kimse, Merve’nin
yukarısından aşağı doğru gider ve tekrar Merve’nin yukarısına çıkardı. Bu
bölge muhtemelen Abbasi halifesi Mehdi dönemindeki imar ve genişletme
çalışmalarıyla birlikte dümdüz olmuş ve vadi olma özelliği ortadan gitmiş ve
zamanla yeni bir görünüm ortaya çıkmıştır. Safa Dağı Mescidü’l-Haram’ın
güney doğusunda ve Merve Dağı da kuzey doğusunda yer alır.
Mescidü’l-Haram’da yeni imar ve genişletme çalışmalarından önce Mes’â
ile (sa’y bölgesi) Mescidü’l-Haram arasında bir boşluk vardı ve hatta bu arada
bir pazar bulunuyordu. Ancak Mescidin genişletilmesiyle Mescidin alanı sa’y
bölgesine kadar uzatıldı ve bizim zamanımızda Mes’â’nın batı sınırı,
Mescidü’l-Haram sınırına kadar olan kısım olarak hesap edilir. Doğal olarak
Mescidü’l-Haram ile Mes’â’ arasındaki kısa ve geniş duvar, Mes’â’nın bizzat
kendisi gibi mescidin bir parçası değildir.
Haccın diğer nişaneleri gibi Safa ile Merve arasında sa’y etmek İsmail (a.s)
ve Hacer’in yadigârlarındandır. Rivayette geldiği üzere, Hacer su ararken Safa
ile Merve arasında yedi defa gelip gitmiştir. Safa ile Merve arasında sa’y
edilmesi İbrahimi bir sünnet olup cahiliye zamanında da haccın kısımlarından
sayılıyordu, elbette cahiliye döneminde sa’y alanının her iki başına da iki put
yerleştirilmiş ve her bir puta ulaşıldığında onlara ellerini sürüyorlardı. Cahiliye
insanları birinin erkek diğerinin de kadın olan Esâf ve Nâile isimlerindeki
putların zina ettikleri için taşa dönüştüklerini zannediyorlardı! İslam, Hacer’in
yadigârını korudu ve müşriklerin çıkarımlarını uzağa attı.
O zamanlar sa’y yeri geliş ve gidiş olmak üzere ikiye ayrılmış ve ilk defa
şemsi 1345/1966 yılında sa’y edenlerin ve etraftaki dükkân sahiplerinin tozdan
zarar görmemeleri için burası küçük taşlarla kaplanmıştı. Daha sonra Melik
114
115
-Bakara, 158.
-Usul-u Kâfi, c.4, s.434, h.3.
70
Suud döneminde buranın duvarları beton yapıldı ve zamanla hicri on beşinci
yüzyılın ilk yıllarında yapılan tamir ve onarımların ardından şimdiki
görünümüne ulaştı. Sa’y bölgesinin dış alanı ve buranın namaz kılınması için
taş saha şeklinde yapılması Kral Fahd zamanındaki girişimlerden birisidir. Bu
alanın bir kısmı yerinden kaldırılan Ebu Kubeys dağı bölgesindedir ve en
önemli alanı Şi’b-i Ebi Talib’tir. Bu kısım zamanla yerleşim bölgesi yapılmış
ve son zamanlarda cadde ve dükkânlara dönüştürülmüş; namazın ikame
edilmesi için beyaz küçük taşlarla kaplanarak açık bir meydan haline
getirilmiştir.
Sa’y alanının yeni tamiratından önceki ölçüleri şöyledir: Sa’y alanının
uzunluğu 394/5 ve eni 20 metre olup116 birinci tabakanın yüksekliği 12, en üst
tabakanın yüksekliği 9 metredir. Şialar Mescidü’l-Haram’ın ikinci ve üçüncü
katında tavaf etmedikleri gibi Mes’â’nın (sa’y yeri) ikinci katında da sa’y
etmezler. Elbette buralarda tavaf ve sa’y’ın caiz olduğuna dair görüşlerde yer
almaktadır ki, müçtehitlerin risalelerine müracaat edilmesi gerekir.
Son yapılan restore çalışmalarında sa’y yeri birkaç tabaka halinde yapılmış ve
alt kat unvanında da yer altına bir tabaka daha yapılmıştır. Ayrıca sa’y yerinin
eni iki katına çıkarılmıştır ve önemli bir bölümü sa’y meydanı dışından sa’y
sınırı dâhiline kadar sa’y alanı olarak kararlaştırılmıştır.
Mes’â’nın (sa’y bölgesi) toplam on sekiz kapısı vardır ve bu kapılar, sa’y
alanının dışını Mes’â’nın içine ve ordan da Hareme bağlar. Bu kapıların
bazıları, Arap dilinde “Abbâre” denilen köprü üzerinden Mescidin içinde son
bulur. Nispeten büyük olan alt katın yolu, sel esnasında Mes’â’nın zarar
görmemesi için suyun başka bir tarafa yöneleceği şekilde yapılmıştır. Hali
hazırda yeni değişimlerle söz konusu kapıların çoğundan ya haber yoktur ya
da bunların giriş yerleri yer altından değiştirilmiştir. Daha önce kapıların
üzerinde isimlerinin yazılı olduğu tabelalar da kaldırılmıştır.
Safa dağının bir bölümü yerli yerinde kalmıştır ve sa’y edenler o kadar
önemli olmamasına karşın bu dağa ulaştıkları zaman ayaklarını buraya
vururlar, zira daha önce söylenildiği gibi burasının bir kısmı küçük taşlarla
kaplanmış olması hasebiyle sa’y edenlerin ayaklarının dağın taşına ulaşmasına
gerek yoktur.
Şemsi 1374 (1416 h.k) yılına kadar Merve dağının bir bölümü duruyordu,
ancak bu yıllarda sa’y edenlerin dönme alanlarının genişletilmesi hedefiyle ve
onların rahatlığı için kalan bu bölümde kaldırılmış ve buranın bitiminden
dışarı doğru bir kapı konulmuştur. Bunun yanında Safa dağının önemli bir
bölümü yerindedir ve ziyaretçiler Kur’an kıraati için burada otururlar.
Günümüzde bu bölümde kapatılmış ve böylelikle Safa dağının kalan kısmına
ulaşım ortadan kalkmıştır. Doğal olarak buranın bir bölümü de küçük taşlarla
-Geçmişte zirâ ölçüsü (yarım metreye yakındı, yani 46-48 cm.) hesabına göre ölçülüyordu.
Ezrâkî’nin yazdığına göre Safa ve Merve arası 766 ve yarım zirâdır. Bazıları 780 zirâ olarak
yazmışlardır. Hervele mahalli olan iki yeşil lamba arasının ölçüsünü 125 zirâ olarak yazmışlardır.
116
71
kaplanmıştır ve sa’y için bu dağın görünen bölümüne gitme gereği olmadığı
açıktır.117
1386 yılında sa’y yerinin eninin genişletilmesi için çaba sarf edildi. Bu
girişimle genişletilen bölgenin şer’i açıdan Safa ile Merve arasında yer
almadığı sorunu ortaya çıktı. Bu doğrultuda Suudi âlimleri arasında çeşitli ilmi
dergilerde de yazılar yazıldı. Bu olay Şia tarafından da ele alındı ve Ayetullah
Şeyh Cafer Subhanî kaleme aldığı küçük bir risalesinde bu alanın
genişletilmesine muvafık olduğu yönde görüş bildirdi. Mes’â konusunda tarih
boyunca gelen haberlere göre burasının tedrici olarak batıdan doğuya doğru
değiştiği çıkarımında bulunmak mümkündür. Daha önce söylediğimiz gibi
Abbasi halifesi Mehdi döneminde çok sayıda evlerin satın alınmasıyla sa’y
mahalli değişim yaşamıştır.118 Peygamber (s.a.a) zamanında ve sonrası
dönemlerde geniş bir vadi olması ve daha sonra küçük bir güzergâha
dönüşmesi hasebiyle şimdilerde buranın büyütülmesinde hiçbir sakınca
yoktur, zira bu girişim bir tür faaliyet ve bir tür eski haline döndürmek sayılır.
Muhalif görüşlere rağmen Suudi Arabistan devleti sa’y yerini genişletmiş ve
iki kat daha artırmıştır. Öyle ki, bu imar ve genişletme çalışmalarından önce
geliş gidiş mesafesi, günümüzde sadece Merve’den Safa’ya ve Safa’dan
Merve’ye dönülecek mesafe kadar eklenerek şemsi 1387/2008 yılında
kullanıma açılmıştır. Genişletmenin yanında buranın güzelleştirilmesi de
yapılan faaliyetlerin içinde yer almaktadır. Hali hazırda bu çalışmayla sa’y
yeri önceki durumuna nispetle iki katına çıkmış ve daha önce Mescid’in
dışından sa’y yerinin içine ve oradan Mescid’in içine doğru uzanan yolların
kapatılması sa’y’ın daha hızlı kat edilmesini sağlamıştır. Söz konusu bu yollar
alt kata taşınmış ve buradan Mescid’e girmek isteyenler sa’y yerinin altından
geçerek Mescid’e girerler.
RESİM 35 -40
S.134
Mescidü’l-Haram’da Dört Makam
Tarihi veriler ve Mescidü’l-Haram’ın eski resimlerinin ortaya koyduğu
kadarıyla Mescid’in içinde dört yerde küçük yapılar vardı ve cemaat imamı
bunların altında durarak namaz kıldırıyordu. Gerçekte hicri beşinci veya ondan
sonraki yüzyılda Ehlisünnet’e tabi olanların her birinin kendi imamı arkasında
namaz kıldığı dönemde Mescidü’l-Haram’da Hanefi, Şafi, Maliki ve Hanbelî
imamlarının cemaat namazı kıldırdıkları dört yer oluştu ve bu yerlerde her
mezhebin mukallidi (taklit eden kimse) kendi imamı arkasında namaz
kılıyordu. Akşam namazında hepsi bir anda başlıyorlardı, ancak bazı
vakitlerde sırasıyla Şafi, Maliki, Hanbelî ve sonra Hanefi namaz kılıyordu.119
-Daha fazla bilgi için bkz: Mikât-ı Hac dergisi, “Safa ve Merve”, Seyit Ali Gazi Asker, sayı:9,
s.88-120.
118
-Bkz: İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.120-122.
119
-et-Tarihi’l-Kavîm, c.5, s.328; İfâdetu’l-Enâm, c.1, s.750-758.
117
72
Şia Zeydîlerin Mescidü’l-Haram’ın işlerini ele geçirdiği dönemlerde Zeydî
imamı da cemaat namazı kıldırıyordu. Bazı dönemlerde Hanbelî mezhebi
imamının mescidde yer almadığını söylememiz gerekir.
Hanefi makamı muhtemelen beşinci asırda yapılmış ve ilk defa İbni
Cübeyr’in seyahatnamesinde (altıncı yüzyılda) buna işaret edilmiştir.120
Osmanlı devletinin Hanefi mezhebine tabi olması sebebiyle bu dört makam
içinde ön önemli makam, Makam-ı Hanenfi idi. Hanefi makanı Kâbe’nin altın
oluğunun karşısında yer alıyordu. İlk etapta Makam-ı İbrahim’in (a.s)
arkasında yer alan Şafi makamı daha sonra zemzem için yapılan binanın
yukarısına taşındı.
Suudi döneminde bu dört makam zamanla tahrip oldu ve Sünnilerin tamamı,
Suudilerin tayin ettiği bir imamın arkasında namaz kılmak zorunda kaldılar.
Kurdî’nin yazdığına göre bu olay Abdülaziz’in iş başına gelmesiyle
yaygınlaştırılmıştır.121 Ancak makamların tahrip edilmesi 1377 yılında
başlamıştır.
Mekke Hareminin Kütüphanesi
Harem, mukaddes Mekke şehrinin ilim ve hadis merkezlerinden birisi olup
yüzyıllar boyunca bu şehirde muhaddis, müfessir ve fakihler ders verip vaaz
etmekle meşgul olmuşlardır. Bununla birlikte bu mescidde Kur’an okunması,
Kur’an hıfzının, Kur’an nüshalarının ve hadis eserlerinin korunmasına sebep
olmuştur. Dolayısıyla Mescidü’l-Haram’ın eskiden beri kitap mahzenine veya
tabiri caizse kütüphaneye sahip olduğunu dikkate almak gerekir.
Elimizdeki bilgiler esasınca ilk defa bu mescidde 887 yılında “Kubbetü’lAbbas” adındaki yerde kütüphane oluşturuldu. Bu kütüphane daha sonraları
1259 yılında Sultan Abdülmecid’in emriyle modern bir şekle büründürüldü.
Abdülmecid, âlim ve talebelerin (dini öğrenim gören öğrencilerin) istifade
etmeleri için İstanbul’dan buraya çok sayıda kitap gönderdi. O zamanlarda bu
kütüphanenin başkanı ve çalışanları vardı.122 Bu kütüphanenin, 1406 yılına
kadar kütüphane için Mescidü’l-Haram’ın dışına yapılan ayrı bir binası vardı
ve Mescidü’l-Haram’ın kütüphanesi sayılıyordu.
Yenilerde (1430 h.k) Abdullah Hayyât-i Garbî Caddesi’nde Harem
kütüphanesi için yeni bir bina yapıldı. Buranın Peygamber’in (s.a.a) doğduğu
yere yapılan kütüphanenin bir parçası olduğunu ve şimdiye kadar (1431 h.k)
varlığını koruduğunu söylememiz gerekir. Ben (bu kitabın yazarı) bu yılda bu
kütüphaneyi görmeyi başardım.
-Rıhlet-i İbni Cübeyr, s.84-85; Rıhlet-i İbni Batuta, s.179.
-et-Tarihi’l-Kavîm, c.5, s.328.
122
-İfâdetu’l-Enâm, c.1, s.630.
120
121
73
Mekke’deki Mescidler
Mescidler ve Mukaddes Mekânlar
Mukaddime
Kutsal mescidleri ve Mekke tarihininden bahsetmeden önce “Mescid” ve
“Teberrük” hakkında açıklama yapacağız:
Allah Resulü (s.a.a) ilk defa Kubâ’da mescid yaptıktan sonra Medine’nin
merkezinde Mescidü’n-Nebi’yi inşa etti. Müslümanlar, Allah Resulü’nün
(s.a.a) bu mescidlerde namaz kılması sebebiyle, Peygamber’in (s.a.a) namaz
kıldırdığı yerlere tam anlamıyla önem verdiler. Ondan sonra her kabile mescid
yapmak istediğinde, Peygamber’i (s.a.a) kendi kabileleri arasında namaz
kılmaya davet ediyorlardı. Daha sonra söz konusu kabile, Peygamber’in (s.a.a)
namaz kıldığı yerde teberrük amaçlı mescid yapıyordu. Hatta Peygamber’in
(s.a.a) namaz kıldığı evler bile Müslümanlar için mübarek sayılıyordu.
Tarihçiler ve muhaddisler, Peygamber’in (s.a.a) namaz kıldığı mekânların
listesini elde etmeye çalışmışlardır. Bu iş zor değildi, zira ilk etapta bu
mekânların tamamı mescid haline dönüştürülmüştür. Bazıları Allah
Resulü’nün (s.a.a) yalnızca Kubâ ve Mescidü’n-Nebi’yi yaptırdığı gibi yanlış
74
bir düşünceye kapılmışlardır, hâlbuki tarihi kaynaklar bunun aksini ortaya
koymaktadır.
Allah Resulü’nün (s.a.a) vefatından sonraki yıllarda bu inanca karış olanlar,
bu işin şirkle sonuçlanacağı bahanesiyle, Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz
kıldırdığı yerlerde teberrük kastıyla namaz kılınmasının önünü almışlardır. O
yıllarda sayıca az olan bu kimselere hiç kimse itina etmemiş ve bu mekânlar
da kendi konumularını olduğu gibi korumuşlardır.
Hicri sekizinci yüzyılda Ehlisünnet âlimlerinden birisi Ehlisünnet mezhebi
içinde yeni bir fırka icat ederek bir takım itikadi meseleleri söz konusu etti.
İbn-i Teymiye ismindeki bu şahıs, teberrük meselesine saldırdı ve
Peygamber’in (s.a.a) yaptırdığı Mina’daki Kubâ Mescidi, Hirâ Mescidi ve…
gibi kutsal yerlere dil uzattı.123 Bu türden işleri şirk olarak niteleyen İbn-i
Teymiye, o zamanlarda ve daha sonraki yıllarda Ehlisünnet âlimleri tarafından
dışlandı.
Hicri on ikinci yüzyılın sonlarında bu düşünce bir kez daha Muhammed b.
Abdülvahhab aracılığıyla Necd’de ihya edildi ve onun ortaya koyduğu şeyler,
günümüzde “Vahabi” mezhebi olarak meşhurdur ve Arabistan hâkimleri bu
düşüncenin arkasında yer alıp Vahabilik mezhebini yayma hedefindedirler.
Allah Resulü’nün (s.a.a) bu yerlerde namaz kılmasını, bu düşüncenin söz
konusu ettiği anlayışın yanlışlığına delil olarak göstermek yeterlidir. Sahabe
ve sahabe sonrasında Selef-i Salih bu yerlerin korunması için çabalamıştır.
Hali hazırdaki Mekke ve Medine tarihi, geçmiş asırlarda bu yerlerin restore ve
yapılandırılmasına önem verildiğini ortaya koymaktadır ve bunun
doğruluğunda en küçük bir şüphe dahi yoktur.
Selefi Salih’e tabi olmaları gereken Vahabi mezhebi taraftarlarının Selef-i
Salih’in söz konusu bu mescidleri korumak doğrultusundaki girişimlerini nasıl
görmezlikten gelebilirler? Geçmişte ikinci halife Ömer’in oğlu Abdullah
herkesten daha ziyade Peygamber’den (s.a.a) geride kalan eserleri takip
ediyordu ve Abdullah’ın bu tutumu hakkında Ehlisünnet kaynaklarında pek
çok nakiller yer almaktadır.
Utbân b. Malik’in evinde Peygamber (s.a.a) sadece bir kez namaz kılmıştır.
Fakat burası on iki asırdan daha çok varlığını koruyabilmiştir. Buna binaen
Vahabi mezhebinin, “Selef-i Salih’in Peygamber’in (s.a.a) namaz kıldığı yerin
bereketine inançları yoktu” şeklinde görüş bildirmelerini esefle karşılamak
gerekiyor.
İlginçtir ki, Sadr-ı İslam’da ziyaretçiler, tabiin ve Selef’in gözleri önünde
Kubâ Mescidi’ni ziyaret etmek için doğruca Peygamber’in (s.a.a.) kat ettiği
cadde ve sokaklardan geçmişlerdi.124
Aynı şekilde bilmemiz gerekir ki, sahabe ve tabiin, Allah Resulü’nün (s.a.a)
adım attığı yerlerin fihristini çıkarmaya çalışmışlardır. Üçüncü yüzyılda
Fâkihî, sahabe ve tabiinden geride kalan bilgileri fihrist niteliğinde el123
124
-İktizau's-Sırati'l-Müstakim, s.424.
-Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.57.
75
Mevaziü’l-İlleti Dahaleha Resulullah (s.a.a)” (Resulullah’ın (s.a.a) girdiği
mekânlar) kitabında getirmiştir.125
Suudi devletinin Mekke ve Medine arasında yaptırdığı büyük caddeye
“Tarikatü’l-Hicre” ismini vermesi de ilginç noktalardan birisidir. Onların
böyle bir isim seçmesi bir şekilde teberrük meselesini söz konusu etmektedir.
Şayet bu sebeple geçmişte bazı tutucular, bu ismin ihya edilmesi için bu
caddeye verilen ismi bir tür şirk bilmişlerdir.126
Her konuda ifrat ve aşırı eğilimciliğin yerilmesi gayet doğaldır ve önemi az
olan meselelerin, mezhebin temel meseleleri gibi söz konusu edilmemesi
gerekir. Ancak bizim sahabe, tabiin, Ehlibeyt (a.s) âlimleri ve Masum
İmamlar’ın (a.s) takip ettiği yöntemi şirk telakkisi unvanında bir kenara
bırakmamamız ve milyonlarca Müslümanın; İslam dairesindeki her mezhep ve
her fırkanın teberrüke olan inancına saldırmamamız gerekir.
Şimdi mübarek mescid ve Mekke tarihinin açıklamasına geçeceğiz ve bir
sonraki bölümde Medine’deki mübarek mescidleri inceleyeceğiz:
Cin Mescidi
Cin Mescidi, Mekke’nin en eski mescidi olarak bilinir. Bu mescid, Hacûn
Dağı’nın aşağılarında Harem tarafında ve Hacûn’a yüz elli metre uzaklıkta
olup, Hacûn Mezarlığı kenarında yer alır. Bu mescidin batı kenarında “Şari-i
Mescidi’l-Cin” isminde küçük bir cadde vardır ve buraya ait eski bir tabela
henüz duvar üzerinde asılıdır. Buranın doğusunda da Mescidü’l-Haram
Caddesi vardır ve Cin Mescidi, yaklaşık bu iki caddenin kesiştiği yerdedir.
Bu mescidin isimlerinden birisi Mescidü’l-Hares”tir. Ezrâkî’nin nakline göre
Mekke’de gece devriyesine çıkan Sahibü’l-Hares (muhafız-bekçi) bu noktaya
gelip ariflerle -kabilenin tanınmış seçkin simaları- ve “Şi’b-i Amir” ve
“Seniyyet-i Medeniyyin”in muhafızlarıyla görüşmesi hasebiyle “Mescidü’lHares” ismini almıştır.
Bu mescidin Cin olarak isimlendirilmesi, bazı rivayetlerin bildirdiğine göre
Cin suresiyle alakalıdır. Allah Teâlâ bu surede cinlerin ilahi ayetleri
işittiklerini ve iman ettiklerini buyurmuştur.127 Güya bu ayetler, Mescidü’l-Cin
ismiyle meşhur olan bu mescidde nazil olmuştur. Bazıları, cinlerin
Peygamberle (s.a.a) biat emesi sebebiyle burasının “Mescidü’l-Biy’at” olarak
isimlendirildiğini söylerler.
Bazı tarihi rivayetlerde Allah Resulü’nün (s.a.a), mescidin yerini Abdullah
b. Mesud’a bildirdiğine işaret edilmiştir.
Bu mescidin yapılış tarihi hakkında kesin bir bilgi yoktur, ancak mescidin
ikinci asır ve daha sonrasında varlığını koruduğunu biliyoruz. Bu sebeple bu
isimle tanınmış ve çeşitli asırlarda tarihçiler de bu isimle anmışlardır. Hares
Mescidi olarak da bilinen bu mescid, 1112 yılında art arda gelen sellerle
ortadan kalkmaya yüz tutmuş, ancak onarılıp yenilenmiştir. Bu yenileme
125
-Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.4, s.91.
-Mecmu-u Fetâva ve Makâlat, bin Baz, c.3, s.334.
127
-Cin, 1-2.
126
76
çalışmalarında mescidin eski mihrabı toprak altından dışarı çıkarılmıştır.128
Aynı zamanda bir kubbesinin de olduğu bu mescidin kubbesi, Ğâzî’nin
yazdığına göre Hicri Kameri 1343 yılında ortadan kalkmıştır.
Günümüzde bu mescid, önceki yerindedir ve yenileme çalışmalarıyla 600
metre kareye ulaşmıştır. Sağlam yapıya sahip olan bu mescidin kuzey doğu
tarafında bir minaresi vardır. Bu mescidin 1420 yılında tekrar yıkıldığını ve
şimdilerde yeniden yapıldığını söylememiz gerekir. Yapımına 1421 yılında
başlanan bu mescid, tamamlanma halindedir. 1423 Rebiussani ayında umre
için gittiğimde (kitabın yazarı) tamamlandığını gördüm. Söylenildiğine göre
birkaç ay sonra kullanıma hazır hale gelecektir.
RESİM 42-43
S.141.
İcabe Mescidi
Bu mescid Meâbide Meydanı’nın aşağısında, Ebtah caddesinin başlarında,
Mescidü’l-Haram yolunda ve Şariu’l-İcâbe adındaki tali yolun başındadır.
Hali hazırdaki güzergâhın devamı İcabe caddesinden Seniyyet-i Ezâhire’129ye
ulaşır ki burası, Peygamber’in (s.a.a) hicretin sekizinci yılının Ramazan ayında
Mekke’nin fethiyle beraber Mekke’ye girdiği yerdir. Burası, Seniyyet-i
Harmân Bağı’nın bulunduğu yerdir ve günümüzde Mekke Belediye Binası
buradadır.
İkinci asırda Fâkihî bu mescidden söz ederek şöyle der: “Bu mescid, tarihte
Şi’b Âl-i Kafkas ismiyle tanınan yerin başında yer alır. Bu kısım, el-Îyr
dağının içerisindedir.”
Bu mescidin tarihi-dini geçmişi hakkında kaynaklarda birkaç bilgi yer alır:
Birincisi İbni Batuta’nin işaret ettiği Peygamber’in (s.a.a) umre dönüşünde
dinlendiği yerdir. Başka bir görüşe göre Peygamber (s.a.a) günlerce Hirâ
Mağarasındaydı ve geceyi Hatice ile burada geçiriyordu. İbni Fahd da
ravilerin dilinden şöyle yazıyor: “Denildiğine göre cinler burada Allah
Resulü (s.a.v) ile görüşmeye geliyorlardı.”
Mekke şehrinin muasır yazarı kitabında şunları yazıyor: “Bu mescide
“Mescidü’l-İstirâhe” derler, zira Allah Resulü (s.a.v) on üçüncü günde
Mina’dan ve Veda Haccı’ndan dönerken burada dinlendi.”130 Aynı şekilde
yazar şöyle devam ediyor: “Söylenildiğine göre Peygamber (s.a.v)
çocukluğunda koyunları otlatmak için buraya getiriyordu.”131
-İthâfu Fudala’z-Zaman, c.2, s.323-324.
-Seniyye dağ yolu demektir. Seniyyet-i Ezâhir, Mekke ile Medine arasında bir dağ yolunun ismidir.
Çev.
130
-Mekke fi Vicdanî, s.102.
131
-İthâfu’l-Verâ, c.4, s.20.
128
129
77
Mescidü’l-İcâbe’yi Mekke’nin birkaç eski mescidleri arasında bilmemiz
gerekir. Bu mescid yıllar boyu Mescid-i Kunfuz veya Âl-i Kunfuz, Mescidü’lİcâbe ve Mescidü’l-İstirâhe gibi meşhur isimlerle anıla gelmiştir.
Fâkihî şöyle yazıyor: “Bu Şi’b’de Muhammed b. Süleyman’ın sarayının
karşısında yer alan “Âl-i Halef b. Abdurbih b. Sâib” denilen Âl-i Halef b
Abdullah b. Sâib’in evi vardı. Bir diğer ismi “Şi’bi’l-Liâm”dır ve bu Şi’b,
Harmân Bağının yukarısında yer alan kimsenin sol tarafında kalır. Bu
zamanda (Fâkihî’nin yaşadığı üçüncü asırda) Ben-i Mahzum kabilesinden
Halefiin’in evi buradaydı. Hazârime’de (Harzremut ahalisi) bu Şi’b’de
yaşıyordu. Zikredilen bu Ş’b “Şi’b-i Halefiin” olarak meşhurdur. Orada yer
alan mescidde Peygamber’in (s.a.v) namaz kıldığı söylenir.
Züheyr b. Kunfuz’dan nakledildiğine göre Allah Resulü (s.a.a) gündüzleri
Hirâ’da geçiriyor ve geceleri aşağı inerek (söz konusu yere) Ebu Ubeyde’nin
evinin arkasındaki Şi’b-i Halefin ismiyle meşhur olan mescide gidiyordu. Bu
zamanda Hatice de Mekke’den geliyor ve birbirlerinden ayrılana kadar bu
Şi’b’in yakınlarında birlikte oluyorlardı.132
İcabe Mescidi Hakkında Söylenilmesi Gereken Birkaç Nokta:
Bir: Mescidü’l-İcâbenin karşısında yer alan Harmân Bağı, tam olarak Mekke
Belediyesinin -Emanetü’l-Asımeti’l-Mukaddese- olduğu yerdedir. Caddenin
“Ri-u Ezâhir” tarafına olan bir bölümünü de bu bağın içinden saymak gerekir.
İki: Mescidü’l-İcâbe üçüncü asra kadar bu isimle tanınmıyordu. Üçüncü
asırda Fâkihî bu mescidi Âl-i Kunfuz olarak anar.
Üç: Mescidü’l-İcâbe’ye ait olan yazıtlarda, bu mescidin dokuzuncu asırda
yeniden yapıldığına işaret edilmiştir. Bunun yanında, mescidin yeniden
yapılması hakkında mescidin önceki binasının bu yüzündeki mihrapta yer alan
iki beyitlik şiirde bir başka yazıtlardandır. Mihrabın üzerindeki duvara asılı
olan yazıtın metni, mescidin binasını, müfettiş Abdullah Cemali’nin 898 yılı
Sefer ayının Cuma günü yaptığına işaret etmektedir. Aynı şekilde mihrap
üzerine asılı olan başka bir yazıtta bu mescidi Sultan Ahmed’in 1124 yılında
yeniden yaptırdığına değinilmiştir.133
İbni Batuta sekizinci asırda Mescidü’l-İcâbe’den bahsederek şunları yazar:
“Orada Allah Resulü’nün (s.a.v) umreyi bitirdikten sonra dönüş yolunda
istirahat ettiği bir mescid vardır ve şimdilerde de halk burasını teberrük
için öper.”134
İbni Fahd 720 yılı hadiselerinde şöyle yazmıştır: “Bu yılda Mescidü’l-İcâbe
tamir edildi. Bu mescid, Mina’ya giden kimsenin sol kolu tarafında ve
Seniyyet-i Ezâhire’’dedir. Allah Resulü’nün (s.a.v) burada namaz kıldığı
söylenmiştir.”135
-Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.4, s.180-181. Ayrıca bkz: Ahbâr-i Mekke, Ezrâkî, c.2, s.286-287.
-el-Âsâru’l-İslamiyye fi Mekketi’l-Mükerreme, s.186.
134
-er-Rıhleti’l-Hicaziyye, s.164.
135
-İthâfu’l-Verâ, c.3, s.172.
132
133
78
O, 831 yılı hadiselerinde şunları kaydetmiştir: “Emir Seyfuddin Şahin
Osmanî, bu yılda Seniyyet-i Ezâhire’ye yakın Şi’b’de bulunan Mescidü’lİcâbe’nin tamirini yaptı.136 Zikredilen bu mescid, 1134 yılında Ebtah’ta
yaşayan Şeyh Basri Nâmî tarafından yenilendi.”137
Hicri Kameri 1394 yılında mescidin eski yapısı yıkıldı ve aynı yerine yeni bir
mescid yapıldı. Mescidin günümüzdeki binası küp şeklinde olup 400 metre
kare alana sahiptir. Bu mescidin, güney ve batı duvarının birleştiği yerde
minaresi vardır. Mekke’de yer alan bu mescidde defalarca namaz kılmak bana
da (kitabın yazarı) nasip oldu. İcabe Mescidi 1421 ve 1422 yıllarında görkemli
bir şekilde yenilenmiş ve bu münasebetle bazen burası İcabe Mahallesi olarak
isimlendirilir.138 Buna ilaveten İcabe Mescidi isminde büyük bir tabela da
mescidin üzerine asılmıştır. Böyle bir girişim, bazı mescidlerde
gerçekleştirilmiştir ve bu girişimler, mübarek mekânların ihyası
doğrultusundaki hareketin başlangıcı sayılır.
RESİM 43
S.144
Müttekâ Mescidi
Mukaddes Mekke şehrindeki bu mescid, Ecyâd-ı Sağir’de Ebu Kubeys
Dağının arkasına bitişik küçük bir Şi’b’in içinde yer alır.
Ezrâkî, Ecyâd-ı Sağir’den bahsederken şunları kaydeder: “Bu Şi’b, Ebu
Kubeys Dağı’nın arkasına bitişik küçük bir Şi’b’dir. Bu Şi’b, Ecyâd-ı
Kebir’in -Mescidü’l-Müttekâ’ya varmadan Hişam b. Ebi’l-Âs’ın ve Züheyr
b. Ebi Ümeyye’nin evlerinin başlarında yer alır- karşısındadır.”139
O, başka bir yerde Peygamber’in (s.a.a) namaz kıldığı mescid hakkında şöyle
der: “Ecyâd’da yer alan mescide el-Müttekâ derler.” Daha sonra Ezrâkî
birkaç rivayet nakletmiştir ki, bu rivayetler esasına göre Peygamber’in (s.a.a)
burada namaz kıldığı kesin değildir. Her halükarda Ezrâkî, Peygamber’in
(s.a.a) kesinlikle Ecyâd’da namaz kıldığını kabul eder.140
Mekke tarihi ve eserlerinin çağdaş araştırmacısı Abdülmelik b. Duheyş
şunları kaydeder: “Mescidü’l-Müttekâ, İkrime Kuyusu’nun yer aldığı Şi’b’in
içindedir. O da Ecyâd-ı Sağir’de Handeme Dağı’nın eteklerinde yer
alır.”141
Çağdaş araştırmacılardan Züheyr Kutbî şöyle yazar: Son zamanlarda
Müttekâ Mescid’i yıkıldı ve onun yerine Kahire Oteli yapıldı. Bir müddet
136
-a.g.e., c.4, s.20.
-İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.38.
138
-Daha fazla bilgi için bkz: Minhel dergisi, Mescidü’l-İcâbe bi Mekketi’l-Mükerreme Dirasatü’tTarihiyye ve Sakâfiyye, sayı: 513, s. 4-15. Bu dergide yayınlanan makalede, İcabe Mescid’i ve
mescidde yer alan yazıtlar hakkında geniş araştırma yapılmıştır.
139
-Ahbâr-i Mekke, Ezrâkî, c.2, s.290.
140
-Ahbâr-i Mekke, Ezrâkî, c.2, s.202.
141
-a.g.e., c.4, s.9, dipnot.
137
79
sonra bu otel de yıkılmış ve onun yerine Kakî Oteli yapılmıştır.142 Şimdilerde
Bab-ı Ecyâd’ın karşısında bir cadde vardır ve bu caddenin başında, caddeden
Harem’e giren kimsenin sol tarafında Müsteşfa’l-Âm (Umumi Hastane)
caddesi yer alır ve buradan sonra bir köprü gelir, köprünün yüz metre
sonrasında sağ tarafında Kakî Oteli bulunur; bunun karşısında da Îlâf Oteli
vardır. Bu otelin girişi caddeye kadar uzanır. Bilindiği üzere Kakî Oteli’yle
Mescidü’l-Haram’ın arasındaki mesafe 400 veya 500 metredir.
Şecere Mescidi
Mikât’ta yer alan meşhur Mescid-i Şecere’nin dışında Mekke’de bu isimle
anılan ve Cin Mescidi’nin karşısında yer alan çok eski bir mescid daha vardır.
Fâkihî bir rivayeti naklederek şöyle kaydeder: “Söylenildiğine göre Allah
Resulü (s.a.v) Mescid-i Şecere’de namaz kılmıştır. Bu mescid, Yecec
Mahallesinin aşağılarındadır.” Fâkihî’nin aktardığı başka bir rivayette şöyle
geçmektedir: “Abdulah b. Ömer Mekke’ye her gidişinde, yakınında bir
ağacın yer aldığı bir mescide gidiyordu. Buranın kalabalık olmadığı
zamanını yakaladığı an, namaz kılıyor ve eğer kalabalıksa başka bir yere
gidiyordu.” Daha sonra Fâkihî bir şiirde Yecec’i Betha’da olduğuna
değinir.143 Betha, hali hazırdaki Meâbide Meydanı ile Cin Mescidi’ne kadar
olan yerin arasında bir bölgedir.144
Abdullah b. Ömer’in Allah Resulü’nün (s.a.a) gittiği her yere gidip
durduğunu ve buralarda namaz kıldığını söylememiz gerekir.
Fâkihî başka bir yerde şöyle diyor: “Namaz kılınması müstehap olan ve
Allah Resulü’nün (s.a.v) eserlerinden sayılan mescidlerden birisi de
Mescid-i Şecere’dir. Bu mescid, Mekke’nin yukarı semtinde, “Minaretü’lBeyda”nın (beyaz minare) arkasında ve Mescidü’l-Hares’in (Cin Mescidi)
karşısındaki dağın kenarında yer alır. Burada bir ağaç vardı ve Allah
Resulü (s.a.v) bu ağacı çağırdı ve ağaç da yerinden sökülüp Allah
Resulü’nün yanına gelmişti.” Fâkihî daha sonra Peygamber’in (s.a.a) söz
konusu mescidin yerinde bu mucizesi hakkında beş rivayet nakletmiştir.145
Bu rivayetlerden birisinde geldiği üzere Peygamber (s.a.a) Rükânet b. Abdi
Yezid b. Haşim’i İslam’a davet etmiş o da: Ağacı çağırıp yanına getirmediğin
sürece iman etmeyeceğim, demiş ve Peygamber de (s.a.a) ağaca: “Allah’ın
izniyle yanıma gel” demişti ve ağaç da Peygamber’in (s.a.a) yanına gelmişti.
142
- Mekke fi Vicdanî, s.99.
Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.4, s.34-35.
144
-Fâkihî şöyle diyor: Betha, Hares Mescidi ile Harmân’a veya Harmâniyye’ye kadar (Mekke
Belediyesinin fiili yeri ve Meâbide Meydanı’nın aşağısı) olan bölgenin adıdır. Buraya Ebtah derler.
Ahbâr-i Mekke, c.3, s.79. Daha öncesi, Duheyş, Betha’nın belirlenmesi konusunda Fâkihî’nin başka
bir yazısına dayaranak şöyle diyor: Bab-ı İbrahim ile Bab-ı Hazvere ve Mescidü’l-Haram’da yer alan
Bab-ı Veda’sından Şi’b-i Âmir’e kadar olan yere Betha derler. Ahbâr-i Mekke, s.75-76.
145
-Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.4, s.27-30.
143
80
Ezrâkî de Mescid-i Şecereden bahsetmiş ve şöyle yazmıştır: “O mescid, Cin
Mescidi’nin karşısındadır.” Daha sonra Ezrâkî Peygamber’in (s.a.a) buradaki
mucizesine işaret etmiştir.146
Abdullah Ğâzî şöyle yazar: Bu mescid, Muâbide semtindeki Cin
Mescidi’nin arkasında yer alan Mescidü’l-Havta’nın kendisidir.147
Züheyr Kutbî Mescid-i Şecere’nin şimdiki durumu hakkında şöyle yazar:
“Bu mescid, Süleymaniye Meydanı’nın yakınlarındaki (şimdilerde
Süleymaniye Köprüsü) Cin Mescidi’nin (Harem’e gitmek isteyen kimsenin
yolu üzerinde) komşusudur. Bu mescidin şimdiki ismi Mescid-i Cenderâvî’dir
(İbrahim Cenderâvî’ye nispet edilir).”148
Bu mescid, Cin Mescidi’nin on metre aşağısında, Cin Caddesi’nin devamında
Harem yolunda ve tam olarak Süleymaniye Köprüsü’nden öncedir. Yaklaşık
yirmiye on iki ölçülerindeki bu mescidin üstünde “Mescid Rakam 43”
şeklinde bir tabela göze çarpar.
Söylenmesi gerekir ki, Mescid-i Şecere’nin karşısında (Süleymaniye
Köprüsünden önce Cin Mescidi tarafına doğru giden kimsenin sağ tarafında)
başka küçük bir mescid daha vardır ve bu mescid, bölge halkına göre Mescid-i
Râye’dir. Bu durumda Cuderiyye Pazarı’nın evvelindeki mescidin Râye
Mescidi olmaması gerekir.
Redmü’l-A’lâ Veya Râye Mescidi
Fâkihî Ahbâr-i Mekke kitabında bu isimde bir mescidden bahsetmiştir.
“Redm”, set anlamına gelir. “Alâ” ise Mekke’in yukarısı ve üstü (Ma’lât) yani
Mescidü’l-Haram yoludur (Mina güzergâhı). Bu mescidin karşısında yani
Ecyâd’dan öteki tarafta (Mekke aşağı tarafı) Mesfele yer alır. Her halükarda
Cuderiyye Pazarı’nın başlangıcında; Ebu Süfyan Caddesi’nin sonlarındaki
(İranlıların deyimiyle Ebu Süfyan Pazarı) mescid, Redm Mescidi olarak bilinir
149
ve şimdilerde yıkım sebebiyle burası tamamen kaybolmuştur.
Fâkihî şöyle yazar: “Bu mescid, Mekke’nin yukarı kısmında Redmü’lA’lâ’nın kenarında ve Cübeyr b. Mut'im b. Adî b. Nevfel Kuyusu’nun
yakınlarındaydı. Bu kuyunun ismine “Bi’r-i Ulyâ” da denilmiştir.” Fâkihî
şöyle devam eder: “Allah Resulü (s.a.v) burada namaz kılmıştır.”
Nakledildiğine göre sahabelerden birisi şöyle demiştir: “Allah Resulü’nün
(s.a.v) öğle ve ikindi namazını “Bi’r-i Ulyâ” yakınında kıldığını gördüm.
Abdullah b. Abbas b. Muhammed bu yere mescid yaptı ve mescidin
kenarına su havuzu yaptı.” Mekke fakihlerinden bazıları şöyle derler: “Eski
146
-Ahbâr-i Mekke, Ezrâkî, c.2, s.201.
-İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.40.
148
-Mekke fi Vicdanî, s.101. Mekke fi’l-Karni’r-Rabi Aşer kitabında bu mescidden Mescidu’dDenderâvî olarak yâd edilmiştir ki yanlış olması gerekir.
149
-Mucem-i Meâlimi’l-Hicaz, c.2, s.185. Mukaddes mekânların tamamı Ma’lât kısmında yer alır ve
bu sebeple bu bölüm, Mesfele’ye (Mekke’nin aşağıları) nispetle daha faziletlidir. Bkz: Ahbâr-i Mekke,
Fâkihî, c.3, s.99.
147
81
Mekke evleri buraya kadar uzanıyordu ve evlerin tamamının arası
Mescidü’l-Haram’dan Bi’r-i Ulyâ’ya kadardı.”150
Mekke’nin fethi olayında Peygamber’in (s.a.a) Mekke’ye girişi hakkında şöyle
nakledilmiştir: “Peygamber (s.a.a) Meâbide yakınında Seniyyet-i Ezâhire’’den
Mekke’ye girdi ve şimdiki Mescidu’r-Râye mahalline Cuderiyye Pazarı’nın
girişine kendi bayrağının asılmasını emretti.151
Cübeyr b. Mut'im Kuyusu da son zamanlara kadar mevcuttu ve araştırmacı
Ezrâkî’nin ortaya koyduğu görüş esasına göre burası Mescidü’l-Haram’ın
yakınlarında yer alıyordu. İbrahim Vadisi güzergâhında olan bu yerde sel seti
bulunuyordu. Sel yolu, tam olarak Mescidü’l-Haram’a doğruydu ve Kâbe’nin
kenarından geçerek Ecyâd semtine doğru gidiyordu. Bu set, Kâbe etrafındaki
halkın evlerinin korunması için yapılmıştı. Fâsî, 601 yılı olaylarının zeylinde
şunları yazar: “Bu yılda Râye Mescidi tamir edildi.”152 İbni Fahd 801
hadiselerinin zeylinde şunları kaydeder: “Bu yılda Râye Mescidi
düzeltildi.”153 “852 yılında da düzenlenen merasimde Râye Mescidi’nin
olduğu yeri Mes’â’ya (sa’y yeri) kadar mumlarla aydınlattılar.”154
Fâkihî’nin kitabının araştırmacısı Abdülmelik b. Duheyş’in görüşü esasınca bu
mescid şimdilerde Cuderiyye Pazarı’nın başlarında yer alır. Bu mescidin bir
tarafı pazara doğru diğer bir tarafı da Mescidü’l-Haram’a doğrudur. Bu mescid
çok büyüktür ve şimdilerde Râye Mescidi olarak tanınır ki bu isim nispeten
yenidir.
Râye Mescidi Hicri Kameri 1361 yılında yeniden inşa edildi ve son defa
1394 h.k yılında imar ve genişletme projelerinde yaşanan sorunlar sebebiyle
mescidin yeri bir miktar değiştirildi ve eski yerin kuzeyine taşındı. Bu
mescidin hali hazırdaki yüz ölçümü 233 metre karedir.
Bölgede oturanların bazılarına göre Râye Mescidi, Cuderiyye Pazarının
başlangıcındaki mescid değil, bilakis Süleymaniye Köprüsü’nden önce
Mescidü’l-Haram’dan Cin Mescidi tarafına doğru giden kimsenin sağ
tarafındaki mescid, Râye mescididir. Bu mescid son yıllarda yenilenmiştir.
Üzerine asılı olan tabelada bu mescid, Cuderiyye Pazarı girişindeki mescid
değil de Râye Mescidi olarak tanıtılmıştır.
RESİM 45
S.149
Ganem Mescidi
150
-Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.4, s.19.
-et-Tarihi’l-Kavîm, c.2, s.67.
152
-Şifau’l-Gerâm, c.1, s.261; el-Ikdu’s-Semîn, c.5, s.290.
153
-İthâfu’l-Verâ, c.3, s.416; el-Ikdu’s-Semîn, c.7, s.76.
154
-İthâfu’l-Verâ, c.4, s.278.
151
82
Fâkihî, Karn-i Meskele’de (sâd harfi ile de yazılmıştır) bulunan bir
mahalleden bahsederek şöyle yazar: “Meskele, Peygamber’in (s.a.v) Mekke
fethinden sonra oturduğu ve Mekke şehri Müslümanlarıyla biat etiği
yerdir.”155
Ezrâkî, Peygamber’in (s.a.a) Mekke’nin fethinden sonra Müslümanlarla biat
ettiği bu yerin mescid olduğunu söyler. Bu mescid, Karn-i Meskele
mahallesindeydi. Fâkihî şunları ekliyor: Bu mescid Mekke’nin yukarı
kısmında Karn-i Meskale’de Sûk el-Ganem (koyun pazarı) yakınındaydı.156
Ahbâr-i Mekke kitabı araştırmacısı İbni Züheyr’in şöyle dediğini kaydeder:
“Şimdi bu mescid bilinmiyor.”157 Ancak o, başka bir konuda dipnotta şunları
yazmıştır: “Sûk el-Ganem önceden Rukmeteyn Dağı’nın doğusundaki vadi
içlerindeydi ve şimdi Sûk el-Cuderiyye -veya Ebu Süfyan Pazarı- olarak
isimlendirilir. Orada Mescidü’l-Ganem isminde küçük bir mescid vardır ve
bu mescidin, Ezrâkî’nin hatırlattığı ve Karn-i Meskele Mahallesi’nde
olduğunu söylediği mescid olması hiç de uzak bir ihtimal değildir.”158
İlginçtir ki, son yıkımlarda (1387-1388) Karn-i Meskele Mahallesi etrafında
bulunan Cuderiyye Pazarından Mes’â’ya doğru ve Babu’l-Feth karşısındaki
Babu’l-Fahd’a kadar yer alan bina ve oteller tamamen yıkılmış ve yeni bir
proje ile açık bir alan oluşturularak oteller ve pazarlar yapılmıştır.
Söylenmesi gerekir ki, söz konusu bu pazarın başlarında, burasının
yıkılmasından öncesine kadar 1387 yılında Harem’den yukarı tarafa ve sol
tarafa doğru yaklaşık içinde namaz kılınan on iki metre bir zaviye-bölüm vardı
ve burası da 1374-1375 yıllarında yıkıldı ve yerine “es-Sureyh li’l-Hardavat
ve’l-Hedaya” isminde mağaza yapıldı. Yaptığım araştırmaya göre bu bölgede
başka bir mescidin varlığından söz edilmemiştir. Bu yerde yaşayan dükkân
sahiplerinden birisi, burasının “Zaviyet-i İmam Taberî” olarak
isimlendirildiğini söyler.
Bu mescid, Mescidü’l-Biy’at (Biat Mescidi) olarak da anılır ve Abdülmelik
Duheyş’e göre bu mescid yok olmuştur. Mekke tarihi eserleri ve Hicaz
kabileleri hakkında çok sayıda eser sahibi olan Mekke tarihi araştırmacısı Atik
b. Gays Biladî (1352-1431) -ben defalarca Mekke’de ki evinde bulundumMescidü’l-Biy’at’ın veya Mescidü’l-Ganem’in telefon idaresinin karşısında
Hacûn Köprüsünün aşağısında olduğunu ifade ederek şöyle devam eder: Karni Meskele tam olarak buradadır. Anlatılanları göz önünde bulundurduğumuz
zaman bu mescidin yeri hakkında net bir şey söylenemez.
Muhtefa Mescidi
155
-Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.4, s.137.
-Ahbâr-i Mekke, c.3, s.201.
157
-a.g.e., c.2, s.201.
158
-a.g.e., c.2, s.271.
156
83
Son çeyrek asra kadar Allah Resulü’nün (s.a.a) evinin arkasında Şi’b-i Ebu
Talib’te (Ebu Talib Mahallesi) bir mescid vardı ve burasına “Muhtefa
Mescidi” diyorlardı. Fâkihî’nin nakline göre Ebu Leheb’in evi, Hatice (a.s) ve
Peygamber’in (s.a.a) evinin yanındaydı159 ve burada Ebu Leheb eşiyle birlikte
Peygamber’e (s.a.a) eziyet ediyordu. Fâkihî şöyle yazıyor: “Hatice’nin evinin
dışında bir taş vardı. Suleym b. Müslim ya da Mekke fertlerinden birisinin
nakline göre Peygamber’in (s.a.a) muhalifleri Adiyy b. Hamra ve Ebu
Leheb’in evinden Peygamber’e (s.a.a) taş atıttıkların Peygamber (s.a.a),
Hatice’nin evinin dışındaki bu taş arkasına saklanıyordu. Bu taşın ölçüsü
bir zirâ ve bir karıştı.”160
Burası Muhtefa Mescidi olarak meşhurdu ve yıkımından öncesine kadar
Melik Abdülaziz döneminde küçük bir yapıydı.
Fâsî burasını Muhtefa Mescidi olarak anmış ve şöyle yazmıştır: “Sûk elLeyl’de (Akşam Pazarı) Peygamber’in (s.a.v) doğduğu yerde bir mescid
vardır ve burasına Muhtefa Mescidi derler. Halk Peygamber’in (s.a.v)
doğum günlerinde buraya gelir.”161
İlginçtir ki, Fâkihî zamanında yani hicri üçüncü asırda Ali b. Ebi Talib
Şi’b’inde (Ebu Talib Şi’b-i) bir mescid vardı ve bu mescidde Peygamber’in
(s.a.a) eserleri mevcuttu. Fâkihî bu haberin naklinden sonra şöyle yazıyor:
“Miraç, Ebu Talib Şi’bi’nden başlamıştır.”162 Şimdilerde asılan tabelalarda
bu mahalle “Şi’b-i Ali” olarak isimlendirilmiştir ki bundan maksat İmam Ali
b. Ebi Talib’tir (a.s).
Hamza Mescidi
Hamza b. Abdülmuttalib’e mensup olan bu mescid Mesfele bölgesinde
İbrahim Caddesiyle Hamza b. Abdülmuttalib Caddesinin kesiştiği noktada yer
alır. Söz konusu bu mescid küçük bir mescid idi. Hicri Kameri 1375 yılındaki
bakım çalışmalarında alanı genişletilererk 160 metre kareye çıkarıldı. Hamza
b. Abdülmuttalib, Peygamber’in (s.a.a) amcası ve İslam ordusunun meşhur
komutanlarındandır. Hamza, Mekke’de Allah Resulü’ne (s.a.a) iman etti ve
İslam’ın Mekke’de güçlenmesine sebep oldu. Hicretten sonra Bedir savaşında
cesurca savaştı ve Uhud savaşında şehit edildi. Allah Resulü (s.a.a) onu
“Şehitlerin Efendisi” olarak isimlendirdi.
Bilal Mescidi
Bilal’e nispet verilen bu mescid, Ebu Kubeys Dağı’nın tepesinde yüz metre
karelik bir yerdir. Bu mescid, yeni imar ve genişletme projelerinde ve Suud
hükümetinin misafirlerini ağırlamak için Ebu Kubeys Dağı’na sarayların
yapımı sebebiyle yok olmuştur. Şimdilerde de bu mescidden resimlerinden
başka hiçbir eser kalmamıştır.
159
-Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.3, s.280.
-a.g.e., c.4, s.7.
161
-el-Ikdu’s-Semîn, c.1, s.65; ez-Zuhûru'l-Muktetafe, s.99.
162
-Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.5, s.33; hatırlatmamız gerekir ki, Kur’an ayetlerinin zahiri esasınca
Miraç, Mescidü’l-Haram’dan başlamıştır.
160
84
Bilal b. Rebâh, İslam dinine ilk yönelen kimselerdendi. Bilal, müşriklerin
ağır işkencelerine maruz kaldı, ancak dayandı ve “Allah birdir” feryatlarıyla
müşriklere eziyet etti. Bilal, Mekke’nin fethinden sonra Kâbe’nin üstüne çıktı
ve okuduğu ezanıyla etrafı çınlattı. Bazıları Bilal’in Ebu Kubeys Dağı’nda
ezan okuduğunu ve ezan okuduğu yerin mescid olduğunu söylemişlerdir.
Anlaşıldığı kadarıyla sonraları birileri tarafından Bilal’in anısına Ebu Kubeys
Dağı’nın üstüne bu mescid yapılmıştır.
Fâkihî üçüncü asırda, İbrahim’in (a.s) Ebu Kubeys Dağı’nın zirvesinde
durup halkı hacca çağırdığı noktada yer alan İbrahim Mescidi’ni yâd
etmiştir.163
RESİM 46
S.152
Ümmü Hânî’nin Evi
Ümmü Hânî, Emirülmüminin Hz. Ali’nin (a.s) kız kardeşi ve Kureyş’in
tanınmış kadınlarındandır. Allah Resulü (s.a.a) onunla evlenmek istemiş,
ancak bir takım sebeplerden ötürü Ümmü Hânî Allah Resulüne (s.a.a) özrünü
bildirmiş ve Allah Resulü de (s.a.a) onun özrünü kabul etmiştir. Ümmü
Hânî’nin evi Safa Dağı’nın yakınlarındadır. Bazıları, Allah Resulü’nün (s.a.a)
yatsı namazından sonra Ümmü Hânî’nin evinde istirahat ettiğini ve buradan
Mirac’a gittiğini yazmışlardır. Daha önce dip notta değindiğimiz gibi Kur’an
ayetlerinin zahirine göre (eğer Mekke şehrinin kendisi kastedilmemişse) Miraç
Mescidü’l-Haram’dan başlamıştır.
Ümmü Hânî’nin evi Hazûre tarafında Babu’l-Veda yakınındaydı.164
Ezrâkî’nin yazdığına göre Abbasi halifesi Mehdi zamanında Mescidü’lHaram’ın imar ve genişletme çalışmalarında Ümmü Hânî’nin evi Mescidin
içinde kalmıştır. Ezrâkî şöyle devam eder: “Minarenin yakınında bulunan
Ümmü Hânî’nin evi Ben-i Haşim’in elindeydi Abbasi halifesi Mehdi
zamanında Mescidü’l-Haram’ın imar ve genişletme çalışmalarında Ümmü
Hânî’nin evi Mescidin içinde kalmıştır.”165 Mescidü’l-Haram’ın
kapılarından birisi de bu evin karşısındaydı ki burası “Bab-ı Ümmü Hânî”
binti Ebu Talib” olarak isimlendiriliyordu.166 Et-Tarihi’l-Kavîm isimli değerli
kitabın sahibi Kurdî, bu kitabında Ümmü Hânî’nin evi hakkında ayrıca başlı
başına araştırma yapmış ve kendi zamanında evin tam olarak yerini Babu’lVeda minaresinin altında Ecyâd’ın karşısında bilmiş ve şöyle yazmıştır:
“Rükn-i Yemânî ile Babu’l-Veda Minaresi arasına kadar olan mesafe 120
metredir.167 Mescidin güneyinden -Bab-ı Ecyâd- görülen tek minaredir.
-Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.4, s.16. Fâkihî şunları ekliyor: Bazıları bu mescidin İbrahim Kubeysî’nin
anısına yapıldığını söylemişlerdir ve daha sonraları bu mescid yanlışlıkla İbrahim’e (a.s) nispet
verilmiştir! Bkz: Ahbâr-i Mekke, c.4, s.17.
164
-et-Tarihi’l-Kavîm, s.208.
165
-Ahbâr-i Mekke, Ezrâkî, c.2, s.234.
166
-a.g.e., c.2, s.91
167
-et-Tarihi’l-Kavîm, c.1, s.218-220.
163
85
Mekke’nin fethinden sonra Peygamber’in (s.a.a) girdiği ilk ev Ümmü
Hânî’nin eviydi. Sonra Abdullah b. Mesud da Mekke’ye geldiğinde Ümmü
Hânî’nin evine gidiyordu. Bu mesele, Ümmü Hânî’nin evinin büyük olduğunu
ve önde gelen kimselerin ağırlandığı yer olduğunu göstermektedir. Şayet
Abdullah teberrük için bu eve gitmiş olabilir.
Her halükarda dokuzuncu asrın sonlarında Mescidü’l-Haram’ın yakınında
“Ümmü Hânî” isminde bir mescidden bahsedilmiştir168 ve burasının gerçekte
Ümmü Hânî’nin asıl evine yakın olma ihtimali de vardır.
Zî-Tuvâ Yolu Mescidi
Fâkihî şöyle yazıyor: Allah Resulü’nün (s.a.v) eserlerinin görüldüğü
mescidlerden birisi Tenim ve Cidde yol ayrımındaki Zî-Tuvâ Mescidi’dir.
Fâkihî’nin kitabının dipnotunda yaptığım düzeltme esasınca bu mescid ZîTuvâ’ya doğru giden kimsenin tam olarak Tenim-Cidde iki yol ayrımının
başında yer alır. Ancak cadde genişletme faaliyetleriyle ortadan kalkmıştır!169
Peygamber’den (s.a.a) geride kalan eserlere teberrük etmeye inanan Abdullah
b. Ömer, Mekke’ye gireceği zaman sürekli buradan gelir ve gusül alarak
Mescidü’l-Haram’a girerdi.170
Cafer-i Tayyar Mescidi
Sonraları “Dâru Dakûkî” adıyla tanınan Cafer-i Tayyar Mescidi, Mescidü’lHaram kapılarından Daru’l-Acele yakınında Mescidin kuzey tarafındadır. Bu
mescide ait yazıt, Haremeyn-i Şerifeyn’in Sergi Salonu’nda korunmaktadır ve
yazıttan anlaşıldığı kadarıyla bu mescid, 945 yılında yapılmıştır. Söz konusu
yazıta göre bu mescidi Abdülaziz Âsıf Han yaptırmıştır.171
Ebubekir Mescidi
Mekke’nin bir diğer eski eserlerinden birisi “Ebubekir Mescidi”dir. Allah
Resulü’nün (s.a.a) Ebubekir eşliğinde bir gece Sevr Mağarası’na doğru hicret
ettiği ve hareketlerine buradan başladıklarını söylemişlerdir. Bu mescid
Mesfele bölgesinde ve Hamza Mescidi’nin yakınlarında yer alır. Tarihi
kaynaklarda üçüncü asırdan bu yana bu mescidden söz edilmiştir. Hali
hazırdaki mescid önceki yerinde yapılmıştır ve bu mescidin Mescidü’lHaram’a kadar olan uzaklığı birkaç yüz metreye ulaşır ve yaklaşık 160 metre
karedir. Mescidü’l-Haram’ın batı yönünden Halit b. Velid Caddesi başında bu
isimde bir mescid yer alır. Söylenildiğine göre Halit b. Velid Mekke’ye
buradan girmesi hasebiyle bu mescid Halit b. Velid Mescidi olarak
isimlendirilmiştir.
Mübarek ve kutsal sayılan diğer mescidlerin listesi günümüze kadar taşınmış
ve Abdullah Ğâzî bunların listesini çıkarmıştır.172
168
-Gâyetü'l-Merâm bi- Ahbâri Saltanati'l-Beledi'l-Harâm, c.2, s.558.
-Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, s.27.
170
-Rıhlet-i İbni Batuta, s.143.
171
-el-Âsâru’l-İslamiyye fi Mekketi’l-Mükerreme, s.189.
172
-İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.42-45.
169
86
MUKADDES YERLER VE MESCİDLERİ (CAMİLERİ)
Arafat
Arafat yaklaşık Mekke’nin doğusunda bir miktar güneye meyilli Taif ve
Mekke yolu arasında 18 kilometre karelik büyük bir bölgenin adıdır. Bu bölge
etrafındaki yarım daire şeklindeki dağların aracılığıyla belirlenmiştir.
Beytullahi’l-Haram hacıları Arefe günü yani Zihicce ayının dokuzunda şer’i
zaman esasına göre öğleden akşama kadar bu bölgede kalırlar ve fıkhi terim
87
olarak hacıların burada kalmasına “Vukuf” denilir. Arafat’ta vukuf o denli
önemlidir ki Peygamber (s.a.a); “Hac Arefe’dir” veya “Hac Arafat’tır” diye
buyurmuştur.173 Temettü haccının rükünlerinden birisi “Vukuf”dur ve
Vukuf’un yapılmaması durumunda hac geçerli sayılmaz. Burada Vukuf
üzerinde durulmasının bir diğer önemi de Kureyşlileri burada durmaya teşvik
edip yönlendirmekle bağlantılıdır. Zira Kureyşliler kendilerini seçkin bir
kabile biliyorlar ve kendilerini, Humus Ehli ve Harem Ehli olarak
tanıtıyorlardı; bu sebeple de Arafat’ta kalmaya da ihtiyaç duymuyorlardı.
Hâlbuki Allah Resulü (s.a.a) onların bu davranışını doğru bilmiyordu ve
kendisi de Veda Haccı’nda Arafat’ta durmuştu. Bu emrin esası da Kur’an’ın
şu ayetine dayanıyordu: “Sonra insanların akın ettiği yerden siz de akın
edin.”174 Bu ayet kendilerini üstün gören ve Arafat’ta durmak hakkında yanlış
düşüncelere kapılma bahaneleriyle bu işten kaçınan kimseler hakkında nazil
olmuştur.
Arafat, Mescidü’l-Haram sınırlarının dışındadır ve burada durulması yani
hacıların Harem sınırları dışına çıkıp tekrar bu sınırların içine girmesi olarak
tefsir edilmiştir. Tarihin çeşitli kesitlerinden şimdiye kadar Arafat’ın etrafını
asılan tabelalarla tam olarak belirlemişlerdir. Bu bölgenin Arafat olarak
isimlendirilmesi hakkında söylenmesi gereken dört nokta şudur:
1-Cebrail-i Emin hac merasimini Âdem’e (a.s) veya İbrahim-i Halil’e (a.s)
öğrettiği zaman sonunda şöyle demiştir: “Bildin mi?” (öğrendin mi?).175
2-Âdem (a.s) ile Havva bu bölgede birbirlerini tanımışlardır (Teârefâ: yani
birbirlerini yeniden bulmak).
3-Bu bölgede halkın günahlarını itiraf etmesi hasebiyle Arafat ismiyle
tanınmıştır. Buranın isimlendirilmesi hakkında İmam Cafer Sadık’tan (a.s)
rivayet edilen bir hadiste İmam şöyle buyurur:
“Cebrail, öğlen vakti Arefe’de İbrahim’e: Ey İbrahim! Günahlarını itiraf
et ve (hac) amellerini tanı demiştir ve Cebrail’in İbrahim’e “İ’tarif”
(Tanı) demesinden dolayı buraya Arafat denilmiştir.”176
4-Bazıları, Arefe’yi dağ anlamında bilir.
Arafat’ın kuzey doğusunda “Cebelü’r-Rahme” (Rahmet Dağı) yer alır. Bu
dağ, Arafat’ı saran dağlar arasında değildir. Hicri sekizinci yüzyılda Musul ve
Şam Veziri Cemaleddin İsfehânî, yukarıya çıkışı kolaylaştırmak için dağın
aşağısından yukarısına kadar basamak yaptırmıştır. Söylenilmesi gerekir ki,
173
-Sünen-i Tirmizi, c.5, s.214, h.2975; Evâli'l-Leâli, c.2, s.93.
-Bakara, 199.
175
-Bkz: İlelü’ş-Şeraî, c.2, s.436.
176
-a.g.e., c.2, s.436.
174
88
Şia fıkhında Vukuf zamanında -Zilhicce ayının dokuzunda şer’i zaman esasına
göre öğleden akşama kadar- Arafat Dağı’na çıkmak mekruhtur.
Allah Resulü’nün (s.a.a) Veda Haccı Hutbesi’ni bu dağın üzerinde okuduğuna
dair rivayet vardır.177 Geçmişte dağın aşağısında “Mescidü’s-Saharât” isminde
küçük bir mescid vardı ve söylenildiğine göre Allah Resulü’ (s.a.a) burada
konuşma yapıyordu.178 Birkaç noktayı içeren bu hutbenin büyük bir önemi
vardır, şöyle ki:
1-Başkalarının mal ve can harimine riayet etmenin gerekliliği.
2-Haram aylarının hürmetine riayet etmek ve haram aylarında yapılmayan
değişimler için ayların yerini değiştirmenin yasaklanması.
DAĞ RESMİ S. 159
3-Yanında emaneti olan herkesin emaneti sahibine vermesi.
4-Faiz ve faizciliğin yasaklanması.
5-Cahiliyet döneminde dökülen kanlarla ilgili hakların geçersiz kılınması.
6-Evli eşlerin birbirlerine karşı hakları ve özellikle erkeğin kadın hakkına
riayet etmesi.179
Arafat’ta bulunanların günahlarının Arefe günü bağışlanacağını tekit eden
pek çok rivayet vardır. İmam Ali (a.s) şöyle buyurur: “Allah Resulü’ne (s.a.a)
“Arafat ehlinden hangi grubun günahı daha çoktur?” diye sorduğumda
Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu: “Arafat’tan dönen ve bağışlanmadığını
düşünenler.” İmam Cafer Sadık (a.s) bu sözün açıklamasında şöyle buyurur:
“Bundan
Allah
Teâlâ’nın
rahmetinden
ümidini
kesenler
180
kastedilmiştir.”
RESİM 47-48
S.160
Nemire veya Hz. İbrahim Mescidi
Arafat’ın batısında “Nemire Mescidi” isminde büyük bir mescid vardır. Bu
mescidi Hz. İbrahim (a.s) Mescidi, Arefe Mescidi ve Urene Mescidi -Arafat’ın
kenar vadisi- gibi isimlerle de anmışlardır. Nemire Mescidi hicri ikinci
yüzyılda ve Abbasi halifesi Mansur döneminde yapılmış ve ondan sonra da
tarih ve seyahatname yazarlarının ilgisini çekmiştir. Mescidin binasının ilk
asırda var olması ve ikinci asırda Mansur tarafından yenilenmesi ihtimali
vardır. Bu mescidin bir bölümü Arafat’ın şer’i ölçüleri içinde değildir ve
Sünni ve Şia âlimlerinin inancına göre vukuf zamanında kimsenin burada
durmaya hakkı yoktur.
-Daha fazla bilgi için bkz: Mikât-ı Hac, sayı: 12, s.142-162.
-et-Tarihi’l-Kavîm, c.6, s.41, 54 ve 55. Mescidin resimleri bu sayfalarda yer almıştır.
179
-Bkz: Mikât-ı Hac, sayı: 28, s.96-97.
180
-el-Caferiyât, s.64: el-Hac ve'l-Umre fi'l-Kitab ve's-Sünne, s.220.
177
178
89
Abbasi halifesi Mehdi zamanında mescidin alanı yaklaşık sekiz bin metre
kareydi ve bu, hicri ikinci asırda Müslümanların söz konusu mescide
verdikleri önemi gösterir. Nemire Mescidi Hicri Kameri 559 yılında
Cemaleddin İsfehânî tarafından yenilenmiş ve alanı yaklaşık 14400 metreye
kadar genişletilmiştir. İhtimal doğrultusunda bu mescid o zamanlarda tavansız
ve sundurmasızdı, ancak Osmanlılar zamanında bu mescid için sundurmalar
(revaklar) yapılmıştır.
Mescidin şimdiki binası, Suudiler zamanında yapılmış ve Fahd’ın imar ve
genişletme çalışmalarının öncesine kadar on sekiz bin metrekareye ulaşmıştı.
Şimdi bu mescidin çeşitli sundurmaları ve doğu ve batıdan müşahede edilen
dört minaresi bulunmaktadır.
Meş’arü’l-Haram veya Müzdelife
Hacılar Arafat’tan Mekke’ye dönüş yolunda iki dağ arasında “Me’zemeyn”
adında bir vadiden geçerler. “Me’zem” dar yol veya başka bir ifadeyle boğaz
anlamında olup bununla bölgenin geliş gidiş yolundaki boğaza (dar geçite)
işaret edilir. Hacılar, bu vadiden geçerek Müzdelife veya Meşarü’l-Haram
bölgesine ulaşırlar ve Meşarü’l-Haram’ın diğer bir yönünde yani Mina
semtindeki küçük bir vadi olan Muhassir Vadisi’nden181 geçerek Mina’ya
girerler. Müzdelife’nin sınırları çok büyük tabelalarla belirlenmiş ve
“Müzdelife’nin başlangıcı” veya “Müzdelife’nin bitimi” şeklindeki ifadeler ile
burasının sınırlarını tanımak mümkündür.
Zilhicce ayının onuncu gecesinde bütün hacılaır Müzdelife’in bu noktasında
toplanır. Dolayısıyla büyük bir izdiham oluşur. İşte bu nokta da oluşan bu
insan izdihamından dolayı Müzdelefe denir. Zaten Müzdelefe de insan
izdihamı manasınadır. Allah Teâlâ Kur’an’da burasını anmıştır:
ِ ٰ
ِ ْ َ‫ض ًل ِمن ربِّ ُكم فَِا َذا اَف‬
ٍ
‫ْح َر ِام َواذْ ُك ُروهُ َك َما‬
ٌ َ‫س َعلَْي ُك ْم ُجن‬
َ ‫ضتُ ْم م ْن َع َرفَات فَاذْ ُك ُروا اللهَ ع ْن َد ال َْم ْش َع ِر ال‬
ْ َ ْ ْ َ‫اح اَ ْن تَ ْبتَ غُوا ف‬
َ ‫﴿ل َْي‬
ِ
ِ ِ ِ
﴾‫َّاس َو ْاستَ غْ ِف ُروا ٰاللهَ اِ َّن ٰاللهَ غَ ُف ٌور َرح ٌيم‬
ُ ‫ضوا ِم ْن َح ْي‬
ُ ‫ين * ثُ َّم اَفي‬
َ َ‫ث اَف‬
َ ‫َه ٰدي ُك ْم َوا ْن ُك ْنتُ ْم م ْن قَ ْبله لَم َن الضَّال‬
ُ ‫اض الن‬
“(Hac mevsiminde ticaret yaparak ) Rabbinizin lütuf ve keremini istemekte
size bir günah yoktur. Arafat’tan ayrılıp (sel gibi Müzdelife’ye) akın
ettiğinizde, Meşa’ar-i Haram’dan Allah’ı zikredin. Onu, size gösterdiği gibi
zikredin. Doğrusu siz onun yol göstermesinden önce yolunu şaşırmışlardan
idiniz. Sonra insanların akın ettiği yerden siz de akın edin ve Allah'tan
bağışlanma dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet
edendir.”182
Nemire Mescidi’nin altı kilometre uzaklığında ve Mina’da Hayf Mescidi’nin
beş buçuk kilometre uzaklığında Müzdelife Mescidi yer alır. Bu mescid,
Abbasiler döneminde yaklaşık dört bin kilometre kareydi ve sadece etrafı
çevrili ve üstü açıktı. Bu mescid defalarca yenilendi ve Hicri Kameri 1072
yılında Osmanlı sultanları da burasını yenilediler. Hicri Kameri 1399 yılında
181
182
-Muhassir Vadisinin sınırları hakkında bakınız: Mikât-ı Hac, sayı: 3, s.173-182.
-Bakara, 198-199.
90
bu mescidin yenilenmesi tamamlandı. Şimdi dikdörtgen şeklinde olan bu
mescid yaklaşık altı bin metrekaredir.
RESİM 50
S.161
Mina Toprakları
Muhassir Vadisi’ni geçtikten sonra başlayan Mina183 topraklarının uzunluğu
yaklaşık 3/5 kilometre ve genişliği de yaklaşık beş yüz metredir. Burası sıralı
iki dağın arasında olup Mekke’de sona erer. Mina’nın sınırları da belirlenmiş
ve Mekke güzergâhında Akabe Cemresi, Mina sınırı sayılır.
Hacılar, onuncu günden on ikinci güne kadar -bazıları on üçüne kadarMina’da kalırlar. Mina’nın bitiş kısmı yani Akabe, ilk defa Müslümanların
Allah Resulü (s.a.a) ile biat ettikleri ve onların biatinin “Biatü’l-Akabe”
(Akabe Biati) olarak meşhur olduğu yerdir. El-Biat Mescidini işlerken bu
konuya değineceğiz. Mina’nın Mekke’ye en uzak kısmı Müzdelife ve Mina
arasında yer alan Muhassir Vadisi’dir ve burası için Ebrehe’nin ordusunun
ilahi azaba uğradığı yer olduğu söylenebilir.
Söylenildiğine göre “Mina” kelimesi Cebrail’in (a.s) Hz. Âdem’e (a.s) şu
sözünden alınmıştır: “Etemenne’l Cenne? Acaba cenneti arzuluyor musun?”
Aynı şekilde İmam Rıza’dan (a.s) nakledilen bir hadiste İmam (a.s) şöyle
buyurmuştur: “Cebrail’in İbrahim’e (a.s): Allah’tan ne istersen iste
(Temanna et)” demesinden ötürü “Mina”ya Mina denilmiştir. İbrahim
(a.s), Allah Teâlâ’dan oğlu yerine bir kurban göndermesini ve İsmail’in
(a.s) fidyesi unvanında bu kurbanı keseceğini istemiş Allah da onun
arzusunu kabul etmiştir.”184
Hacıların Mina’daki temel eylemleri şudur: Onuncu gün ilk etapta Akabe
Cemresi’ni taşlarlar. Taşlamadan sonra “Kurban keserler” ardından “Halk”
(yani başı tıraş etmek) veya “Taksir” (başın veya tırnakların bir bölümünün
kısaltılmassı) görevini yerine getirerek İhram halinden çıkarlar. Hacılar on
birinci ve on ikinci günü her üç cemereyi -Akabe Cemresi, Ortanca Cemre ve
Küçük Cemre- taşlamaya dikkat ederler ve buna izafeten geceleri -hac
amellerinde ayrıntılı olarak yer almıştır- Mina’da kalmaya da (Beytute) dikkat
ederler. Bunlar İslam’dan önce de var olan amellerdir ki Hz. İbrahim’le (a.s)
başlamıştır.
-Mina’nın manası hakkında birkaç görüş belirtilmiştir:
1-“Yumna fiha mine’dima ey: Yurag” Yani orada kan dökülecektir. Bazılarına göre Mina kelimesi,
Cebrail’in (a.s), Hz. Âdem’e söylediği ““Etemenne’l Cenne? Acaba cenneti arzuluyor musun?”
sözünden alınmıştır.
2-İbn-i Abbas’ın sözüne istinat edilmiştir. İbn-i Abbas şöyle der: “İnsanların toplandığı yere mina
denir. Çünka Arap insanların toplandığı her yere mina der.”
3-Allah (c.c), İsmail (a.s) yerine Hz. İbrahim’e (a.s) fidye unvanında kurban göndererek ona minnet
bıraktı. Şayet Yüce Allah burada kullarının günahlarını bağışlayarak onlara minnet bırakmaktadır.
İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.103.
184
-Uyun-u Ahbari'r-Rıza,, c.2, s.91; İlelu'ş-Şerâi, s.435.
183
91
Bir hadiste İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurur: “Remy-i Cemerat’ın
hikmeti şudur: Şeytan Cemere yerinde İbrahim’e (a.s) göründüğünde
Cebrail, İbrahim’den şeytana yedi taş atmasını ve her taşın isabet
etmesiyle tekbir söylemesini istemiş ve İbrahim’de böyle yapmıştır ve bu
sünnet olmuştur.”185
S.163 KROKİ
Sadr-ı İslam’da Cemre-i Ûla ve Cemere-i Vustâ her taraftan açıktı ve
taşlanabiliyordu, ancak Cemere-i Akabe186, dağın orta yerlerindeydi ve Allah
Resulü (s.a.a) burasını, sol tarafından Mekke’yi arkasına ve sağına da Mina’yı
alacak şekilde taşlıyordu.187 Şia rivayetleri esasına göre Remy eden şahsın
(şeytan taşlayan kimsenin) Allah Resulü (s.a.a) gibi yapması müstehaptır.
Hicri Kameri 1376 yılında Mekke Şer’i Mahkeme Yargıcı Abdullah b.
Duheyş, dağın bu tarafının taşlanmaması için dağın kaldırılması fetvasını
verdi, ancak şimdilerde Akabe Cemresi her taraftan taşlanmaktadır.
Geçmişten Osmanlı devleti zamanına kadar kurban bayramı gecesinden iki
gün sonra Mina’da kutlama düzenlenir ve her yer ışıklandırılırdı. Hicri on
ikinci yüzyılın yarısının başlarında hacla müşerref olan İsfehân’lı kadın şair,
kendi seyahatnamesini şiire dökmüş ve Mina’daki kutlamaları gördüğünde bu
sahneyi kitabında şiire dökmüştür.188
Mina’da bina yapılmasının doğru olup olmadığı fıkhi meselelerden birisiydi.
Bu konuda pek çok ihtilaflı görüşler olmuştur. Vahabiler döneminden önce
Mina’da çeşitli binalar vardı, ancak onlardan sonra bir süre bu binalar yıkıldı
ve Abdullah bin Baz son zamanlara kadar Mina’da sürekli binaların varlığına
muhalifti. 1418 yılından bu yana yeni binalar yapıldı. Bu binalar normal inşaat
malzemeleriyle değil, çok kalın çadırlarla kalıcı bir şekilde yapılmıştır.
Geçmişte bunun tam tersine, hac ibadetlerinin yerine getirilmesinden sonra
çadırlar sökülüyordu, ancak yeni çadırlar yıl boyu sökülmeden kalmaktadır.
Aynı şekilde ana ve yan-tali yolların tamamı ya çakıl taşlarıyla döşenmiş ya da
asfaltlanmış ve bu surette Mina hac günlerinde daha çekici hale getirilmiştir.
Muhassir Vadisi’ni geçtikten sonra Mina’nın ilk bölümünde İran çadırları
yer alır. Bu bölüm Cemerat’a uzak olmasıyla diğer hacıların gelip gittiği
yerlerden daha sakin ve temizdir.
Muhassir Vadisi tarafından Mina’ya giriş bölümünde mezbaha (hayvan
kesilen yer) vardı (şimdide vardır), ancak sanki böyle bir yer Mina’da yok
gibiydi. Hicri Kameri 1420 yılında asıl mezbaha Mina’nın 500 metre uzağına
“Muaysam” isminde başka bir yere taşındı ve araçlarla donanmış bu yerde her
ülke hacıları için taksim edilmiş bölümleriyle faaliyet göstermektedir.
- İlelu'ş-Şerâi, s.437.
- CEMRELER
Mina'da üç cemre vardır. Bunlar:
a-Akabe Cemresi (Cemre-i Akabe veya Cemre-i Kubrâ): Halk arasında "Büyük Şeytan" denir.
b-Orta Cemre (Cemre-i Vustâ): Halk arasında "Orta Şeytan" denir.
c-Küçük Cemre (Cemre-i Ûla): Halk arasında "Küçük Şeytan" denir. Çev.
187
-et-Tarihi’l-Kavîm, c.6, s.15.
188
-et-Tarihi’l-Kavîm, c.6, s.15.
185
186
92
Şunu da söylememiz gerekir ki, Zilhicce ayının on birinci gününden on
üçüncü gününe kadar olan üç gün “Eyyâm-ı Teşrîk” olarak isimlendirilir.
“Teşrîk” kurban etinin kurutulması anlamındadır. Etlerin kurutulması
yöntemiyle bozulmaktan korunuyor ve daha sonraki aylarda istifade
ediliyordu.
Geçmişte İslam’ın ilk asrında Mina’da birkaç mescid vardı ve bunların bir
kısmı yok olmuş ve bazıları da hala varlığını korumaktadır. Bu mescitlerin
(camilerin) hakkında kısaca açıklamada bulunacağız:
RESİM: 51-54
Hayf Mescidi
Hayf Mescidi, Mina bölgesinin en önemli mescididir. Bu mescidin ortaya
çıkmasının felsefesi hakkında dikkat çekici rivayet vardır. Bildiğimiz
kadarıyla hicretin beşinci yılında Mekke müşrikleri, Yahudileri kışkırtarak
Medine’ye saldırmak ve İslam’ı kökünden kazımak için Arap kabilelerinin
bazılarıyla ortak hareket etme anlaşması imzaladılar. Onların bu anlaşmayı
imzalamak için seçtikleri yerde sonraları Hayf Mescidi yapıldı. İslam’ın
aleyhinde müşriklerin anlaşma yaptıkları yerde mescidin yapılması, Kureyş’in
diğer Arap kabileleriyle ittihadını kaldırmak anlamına geliyordu.
“Hayf” dağlık bölge olma özelliği azaltılmış, ancak henüz sahra suretine
dönüşmemiş anlamındadır. Böyle bir bölge “Safâih Dağı”nın etekleri arasında
yer almış ve burada Hayf Mescidi yapılmıştır.
Bazı rivayetlerin esasınca Hayf Mescidi, Allah Resulü’nün (s.a.a) önemli
hutbesine tanıklık etmiş ve bu hutbe rivayetlerde nakledilmiştir.189 Aynı
şekilde Masum Önderlerin (a.s) rivayetlerinde şöyle tavsiye edilmiştir:
Mina’daki kimse namazlarını Hayf Mescidi’nde kılmaya özen göstermelidir,
çünkü burada yetmiş peygamber namaz kılmıştır.190 Başka bir nakilde
Havva’nın (s.a) kabri burada olduğu gibi Âdem’in de (a.s) Hayf Mescidi’nde
defnedildiği gelmiştir.191 Aynı şekilde Semât Duası’nda da bu mescide işaret
edilmiştir.
İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurur: “Mina’daki Hayf Mescidi’nde namaz
kılınız. Burada Allah Resulü (s.a.a) hayattayken mescidi (namaz kıldığı
yer) Mescidin minaresine yakında ve kıble yönü sağ ve sol tarafı otuz
zirâ’ya ulaşıyordu… yapabilirseniz burada namaz kılınız. Böyle yapınız,
zira bin peygamber burada namaz kılmıştır.”192
Her halükarda çok eski zamanda yapılmış olan Hayf Mescidi hakkında ilk
bilgiler üçüncü asra aittir. Tarihçilerin yazdığına göre Hicri Kameri 240
yılında sel burasını yıkmış sonra aynı yerine mescid inşa edilmiş ve mescidin
korunması için sel seti yapılmıştır. O zamanda bu mescidin alanı 1500 metre
kareydi.
189
-Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.4, s.270.
-Ahbâr-i Mekke, Ezrâkî, c.1, s.69.
191
-Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.4, s.268.
192
-Usul-u Kâfi, c.4, s.519.
190
93
Hayf Mescidi’nin etrafında küçük sundurmalar-ravaklar bulunuyordu. Bu
mescid Hicri Kameri 556 yılında Musul ve Şam Veziri Cemaleddin İsfehânî
tarafından yenilenmiştir.193 Hayf Mescidi’nin hicri dokuzuncu asırda görkemli
bir yapısı vardı.
Hayf Mescidi 874 yılında -Mısır Memlûk sultanlarından Kaytabay tarafındanaşırı derecede harabeye dönmesinden sonra yeniden yapıldı ve duvarları taş ve
alçıdan yapılarak yenilendi. Aynı şekilde bu mescidin mihrabı üzerine yüksek
bir kubbe yapıldı; nitekim mescidin ortasında da kubbe yapılmıştı.194
Mescidin eski büyük binası son asra kadar yerindeydi, ancak rengi yıpranmış
ve sadece dört duvarı kalmıştı; ortasında bir kubbe ve minaresi de bulunan
burası Makam-ı İbrahim olarak meşhurdu. Merhum Şeyh Abbas Kummî
Mefâtihü’l-Cinân (dua kitabı) kitabında şöyle yazmıştır: “Minarenin
kenarında müstehap namaz (altı rekât) kılınmalıdır. O zamanda mescidin
tabanı küçük taşla kaplanmıştı. Bazıları burasını Allah Resulü’nün (s.a.a)
namaz kıldığı yer olarak bilirler.”
Bu mescid en son Hicri Kameri 1392 yılında Suudi devleti tarafından
yenilenmiş ve büyük bir bina inşa edilerek çeşitli sundurmaların yapılmasıyla
alanı 23660 metre kareye çıkartılmıştır. Bu mescidin uzunluğu 182 ve
genişliği 130 metredir.
Bu mescid sadece Mina’da beytute zamanlarında açık olup bunun dışında
hemen hemen yıl boyu kapalıdır. Maalesef o günlerde de burası yeri yurdu
olmayan kimselerin dinlenme yeri olmasına karşın burada hiç ibadet yeri
yoktur. Bu mescidde yalnızca namaz vakitlerinde namaz kılma imkânı vardır.
RESİM 55
Biat Mescid
Yesrib halkı İslam’la tanıştığı zaman hac günlerinde ve Akabe Cemresi’nde
ilk defa Allah Resulü (s.a.a) ile biat etti ve ondan sonra İslam Medine’de
yayıldı. Müslümanların bu önemli olayın azametini derk etmeleri sebebiyle bu
biat yerine “Mescidü’l-Biy’at” isminde meşhur olan mescid yaptılar.
Mescidin yapılmasına dair tarihi bilgi en azından hicri ikinci asra dayanır ve
İbni Fahd’ın nakline göre Mescidü’l-Biy’at Hicri Kameri 144 yılında
yapılmıştır. Bu konu Biat Mescidi’ndeki yazıtta yer alan bilgi esasına göredir.
İbni Fahd bu yıla dair hadiselerin zeylinde şunları yazıyor: “Bu yılda Mescidi Biat denilen bir mescid yapıldı; bu mescid Akabe’nin yakınlarında ve
Mina’nın Mekke tarafına doğru son sınırında yer alır. Bu mescid,
Mina’dan Mekke’ye doğru giden kimsenin sol tarafında kalır. Mescid-i
-Bu şahıs Haremeyn’e çok hizmet etmiş ve Mekke ve Medine’de muhtelif kutsal mekânların
yenilenmesi için pek çok masraf yapmıştır. 559 yılında ölen bu şahıs için Bağdat, Hille, Kûfe ve
Mekke’de namaz kılınmış; Kâbe etrafında tavaf ettirilmiş ve Mescid-i Nebevi’nin doğusunda
Peygamber’in (s.a.a) Haremi’ne on beş metre uzaklıkta defnedilmiştir. Bkz: İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.5758.
194
-Bu yapının yenilenmesinin ayrıntılı bilgileri için bakınız: İthâfu’l-Verâ, c.4, s.509-513.
193
94
Biat ile Akabe Cemresi’ne kadar olan mesafe bir galve195 veya biraz
fazladır.”196 O, Hicri Kameri 620 olaylarının zeylinde şunları kaydediyor:
“Abbasi halifesi Müstensir Billâh bu yılda Mina yakınındaki mescidi tamir
etti.”197
MASUME İLK ETAPTA BURAYA KADAR BAKMIŞTIR.
Bu mescidin Osmanlı sultanlarının eliyle yenilendiğine dair haber
nakledilmiştir. Aynı şekilde nakledildiğine göre bu mescidde iki yazıt
bulunmaktadır; birisi bu mescidin Ebu Cafer Mansur’un 144 h.k yılında
yaptırdığını diğeri ise 629 h.k yılında Abbasi halifesi Müstensir’in zamanında
yapıldığını gösterir.198
Hicri Kameri 144 yılından geride kalan ve mescidin dışının batı tarafındaki
duvara asılı olan bir yazıtta şöyle gelmiştir: “Allah Resulü (s.a.v) ile ilk kez
biat yapılan yerde Emirülmüminin (Allah ömrünü uzun etsin) Emir Abdullah bu
mescidi-Biat Mescidi’ni yaptırmıştır.”199 Başka bir yazıtta şöyle gelmiştir:
“Mescid-i Biat Allah’ın evi hacıları ve yolda kalanlar için Emirülmüminin
Abdullah’ın (Allah ömrünü bereketli kılsın) emri ile ve Sarî b. Abdullah’ın eliyle
144 yılında yapılmıştır. Allah Emirülmüminin’e böyle bir ameli salihe izin
vermesinden ötürü büyük ecirler versin.”200 Bir başka yazıtta Abbasi halifesi
Müstensir ve 625 yılıyla alakalıdır. Bu yazıtta mescidin güney tarafındaki
duvarına yapıştırılmıştır.
Dolayısıyla Biat Mescidi asırlar boyunca hacıların dikkate alıp yöneldikleri
ve ziyaret ettikleri mescidlerden birisiydi. Mukaddes ve mübarek yerlerden
uzaklaşılması sünnetini yerleştiren İbn-i Teymiye bu mübarek yer ve mescid
hakkında açıkça kötü söylemde bulunuştur.201 Bu, İbn-i Teymiye asrındaki
Müslümanların bu mescide büyük alaka gösterdiklerini ve burasının
Müslümanların uğrak yeri olduğunu göstermektedir.
En son yenilemede bu mescidin yüzölçümü 375 metre kareydi ve üzeri
açıktı. Kutbuddin Nehirvâlî’nin yazdığına göre bu mescidde iki yazılı taş
vardır ve bunlardan birisi mescidi, Abbasi halifesi Mansurun yaptığını diğeri
ise 629 yılında Abbasi halifesi Müstensir’ın yaptığını göstermektedir. Bu
taşlar, mescidin duvarına yapıştırılmıştır ki bu taşların yok olması ve mescidin
eserinin kaybolması mümkündür. Mısr-ı Emin’in kâtibi merhum İbrahim,
Arafat Kaynak Suyu’nu yeniden yaptırmış bu suyu duvarla çevreleyip eyvannı
yapmış, ancak bitirmeden ölmüştür.202
On birinci asırda Muhammed Bakır Şerif İsfehânî şöyle yazıyor:
“Mekke’den Mina’ya giden kimsenin sol tarafına düşen ve bu ikisi
arasında Mina’ya yakın olan mescid, Biat Mescidi’dir ve şimdi bu
-Bir ok atımı mesafesi kadar.
-İthâfu’l-Verâ, c.2, s.180.
197
-a.g.e., c.3, s.38.
198
-et-Tarihi’l-Kavîm, c.6, s.28.
199
-el-Âsâru’l-İslamiyye fi Mekketi’l-Mükerreme, s.217.
200
-a.g.e., s.218.
201
-İktizau's-Sırati'l-Müstakim, s.426.
202
-el-İ’lam bi’l-A’lâm-i Beledi’l-Harâm, s.47.
195
196
95
mescidden bir eser kalmamıştır. Burada Peygamber (s.a.v) yetmiş Ensar’la
biat etmiştir.”203
Başka bir kaynakta bu mescidin 1250 yılı civarında Abdülhamid Han’ın
saltanat zamanında tamir edildiği mihrabıyla beraber kıblede bir sundurmanın
yer aldığı bunun karşısında büyük duvarlı avlunun bulunduğuna ve hali
hazırda faaliyette olduğuna işaret edilmiştir. Mescidin mihraptan avlu sonuna
kadar uzunluğu 38 zirâ ve altıda biridir.204
1422 yılı Şaban ayında saygı değer dostum Fellahzade Bey’le birlikte burayı
ziyaret ettik. Mescid olduğu şekliyle yerli yerindeydi, ancak kapısı
sökülmüştü. 1423 yılında tekrar ziyaret ettiğimizde mescidin durumu aynen
devam ediyordu.
Ben bu mescidi en son 1430 yılında gördüm. Bu zamanda Mina bölgesi çok
genişlemiş Cemarat tarafından iki dağın bölümü kaldırılmış ve etrafına birkaç
kat köprü yapılmıştı. Be seferimde etrafı dağlarla çevrilmiş bir tepenün
üzerindeki Şi’b’in içindeki mescidin etrafındaki dağlar düzeltilmiş hatta
onlarca metre mescid etrafındaki dağ ve tepeler yerle bir edilip düzeltirmiştir;
bunların yerine cadde ve köprü yapılmıştır. Böylesine görkemli imar ve
genişletme çalışmalarına karşın mescidin yerli yerinde kalmasına şükretmek
gerekir. Bu gezimde mescidde hiçbir değişimin olmadığını ve etraftaki
çalışanların burada namaz kıldıklarını gördüm (kitabın yazarı anlatıyor).
Hacıların birkaç gün Mina’da oldukları sürede bu mescide gelip namaz
kılarak mübarek bu mescidi mazlum bırakmamaları son derece uygun bir iştir.
Zira daha önce söylediğimiz gibi İslam Mekke’nin muhasarasından bu
mescidin olduğu yerde dışarı çıkmış ve Medine’ye nüfuz ederek çabucak zafer
yolunu kat etmiştir. Fâkihî Ahbâr-i Mekke kitabında Akabe Biati kıssasını,
Biat Mescidi unvanı zeylinde uzunca yazmış ve o korkunç gecede Akabe’de
Allah Resulü (s.a.a) ile biat eden Ensar’ın isimlerini zikretmiştir. Bu gece
İmam Ali (a.s) bu yerin girişinde düşmanların buraya nüfuz etmemesi için
gözetmenlik yapmıştır.205
RESİM 56-57-58
Nahr Mescidi
Mina’da Cemere-i Ûla ile Cemere-i Vustâ arasında yer alan mescidlerden
birisi de Nahr Mescidi’dir. Rivayet edildiğine göre Allah Resulü (s.a.a) bu
mescidde öğlen namazı kılmış ve 63 adet kurbanını burada kesmiş ve İmam
Ali’ye (a.s) kurbanların sayısını yüze kadar çıkarmasını buyurmuştur. Fâsî’nin
yazdığına göre bu mescid sekize yedi zirâ idi. Abdullah Ğâzî (ö.1365 h.k)
şöyle yazıyor: “Hali hazırda bu mescid kullanılmaktadır ve mescidin
mihrap tarafı duvarında üzeri yazılı iki taş vardır. Mescid son derece dar
bir sokakta yer almıştır.”206
-Cevâhiri’t-Tarihi’l-Mekkî, s.263. (Makalat-ı Tarihi’de basılmıştır, 15.defter).
-İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.49.
205
-Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.4, s.231.
206
-İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.50.
203
204
96
Onlarca yıl yeni imar ve genişletme çalışmaları sebebiyle bu mescidden bir
eserin kalmadığını söylememiz gerekir.207
KEBŞ MESCİDİN RESMİ
Kebş Mescidi
Kebş (Koyun) Mescidi Arefe’ye doğru giden kimsenin sol tarafında Sebîr
Dağı’nın eteklerinde yer alır. Allah Teâlâ İsmail’in (a.s) yerine kesilmesi için
İbrahim’e (a.s) bu yerde kurban göndermesi sebebiyle bu isimle anılmıştır.
Bazıları bu mescidi Cemere-i Ûla ile Cemere-i Vustâ arasında yer alan Nahr
Mescidi olarak bilirler.208
Kevser Mescidi
Mina mescidlerinden bir diğeri de Kevser Mescidi’dir. Söylenildiğine göre
bu mescidde Allah Resulü’ne (s.a.a) Kevser Suresi nazil olmuştur. Bu mescid,
Mina etrafına köprülerin yapımı sebebiyle yok olmuştur.
Safâih Mescidi
Hayf Mescidi’nin kuzeyinde Safâih Dağı’nın eteklerinde yer alan bir diğer
mescidde “Safâih Mescidi” veya “Mürselât Mescidi” olarak isimlendirilir. Bu
mescidde “Mürselât” isminde tanınan bir mağara vardı. Buhari’nin rivayetine
göre Abdullah b. Mesud şöyle diyor: “Allah Resulü’yle (s.a.v) birlikte
Mina’da bir mağaradaydık; burada Mürselât Suresi nazil oldu.”209Aynı
şekilde söylenildiğine göre Allah Resulü (s.a.a) bu mescidde istirahat etmiş ve
kafasını koyduğu taş üzerinde onun başının izi kalmıştır. Elbette yetmiş yıl
önce bu mescidden hiçbir eser kalmamıştır.210
Tenim veya Ayşe Mescidi
Medine yolundan Mekke’nin giriş yoluna doğru “Nâim” ve “Na’im”
isminde iki dağ arasında Numan adında bir bölge vardır. Bu bölgenin
Mescidü’l-Haram’a uzaklığı yaklaşık on kilometredir. Tenim çöldeki bir
ağacın ismi olarak bilinir.
Tenim Mescidi, müfrede umresi için ihram giyilen bir yerdir. Bir zamanlar
burası Ayşe Mescidi olarak da meşhurdu, zira Allah Resulü (s.a.a) Ayşe’ye bu
yerde ihrama girmesini buyurmuştu.
Zamanımıza kadar ulaşan yazıtlar bu mescidin 310 yılında Abbasi halifesi
Muktedir’in vasıtasıyla yenilendiğini gösterir. Bu yazıtta mescidin ismi Ayşe
Mescidi olarak gelmiştir.211 Nitekim başka bir taş yazıtta mescidin 619 yılında
Ebu
Muzaffer
Selahaddin
Yusuf’un
aracılığıyla
yenilendiğini
göstermektedir.212
207
-et-Tarihi’l-Kavîm, c.6, s.28.
-Bkz: İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.50.
209
-Sahih-i Buhari, c.2, s.650; İfâdetu’l-Enâm, c.6, s.64.
210
-Bkz: et-Tarihi’l-Kavîm, c.6, s.27.
211
-Söz konusu yazıtın metni için bakınız el-Âsâru’l-İslamiyye fi Mekketi’l-Mükerreme, s.228.
212
-a.g.e., s.229.
208
97
Her halükarda Tenim Mescidi çeşitli asırlarda tarihçiler ve seyahatname
yazarlarının ilgisini çekmiş ve defalarca yenilenmiştir. Osmanlı döneminde bu
mescid yeniden yapılmıştı, ancak tavanı yoktu. Hicri Kameri 1398 yılında bu
mescid nefis bir yapılanma geçirmiş ve alanı 1200 metreye kadar çıkarılmıştır.
Söz konusu bu mescid Mescidü’l-Haram sınırında yer alır ve mescidin
karşısında cadde ortasında ve kenarında Mescidü’l-Haram’a girişi gösteren
sütunlar göze çarpar.
RESİM 59-60
Tenim’deki İmam Ali (a.s) Mescidi
Bu mescidden kısa bir notun haricinde geride bir şey kalmamıştır ve İbni
Fahd, İbn-i Zübeyr ve onun ihrama girdiği yer hakkında bilgi verirken bu kısa
nota da değinerek şöyle demiştir: “Abdullah b. Zübeyr, Ayşe Mescidi’nin
karşısında ve bu mescide bir ok atımı uzaklıkta bir yerde ihrama girdi.
Burası Ali’ye (a.s) nispetlendirilen mescidin yakınındaydı.”213 İbni Fahd’ın
bu konuyu Hicri Kameri 64 yılı olaylarının zeylinde getirdiğini söylememiz
gerekir.
Tenim Mescidi’nin 200 metre uzağında yani Mescidü’l-Haram sınırına iki
yüz metre kala dağın yakınında Allah Resulü’nün (s.a.a) sahabelerinden
Hubeyb b. Adiy isminde birisinin şehit düştüğü bir yer vardır. Siyer
yazarlarının ifadelerine göre bu şahıs Rac’i olayı esirlerindendi ve bu olayların
akışında hicretin dördüncü yılında Kureyş’in eline düştü ve onu bu noktada
öldürdüler. Söylendiği üzere sonraları bu şahsın şehit edildiği yere bir minare
yaptılar ve bu minare Kurdî’nin yazdığına göre Hicri Kameri 1377 yılına
kadar ayaktaydı.214
Cirâne Mescidi
Müfrede umresi için ihrama girilen yerlerden birisi de Cirâne veye Ci’irrâne
bölgesidir. Allah Resulü’nün (s.a.a) Huneyn savaşından döndükten sonra
yaklaşık on beş gün Cirâne’de durduğu ve savaş ganimetlerini Hevâzîn
kabilesiyle birlikte halka paylaştırdığı nakledilmiştir. Cirâne’de “Mescid-i
Resul” ismiyle meşhur bir mescid vardır. Allah Resulü’nün (s.a.a) bu yerde
birkaç gün durmasının dışında burada namaz kılıp kılmadığına dair elimizde
bir rivayet yoktur.
Resul Mescidi, Cirâne Vadisi’nin sol tarafında yer alır. Bu mescid Hicri
Kameri 1263 yılında Hindistan’ın Haydarâbad Şahlarının birisinin eşi
tarafından yenilenmiş ve bu olay, mesciddeki yazıt üzerinde de yadigâr olarak
kalmıştır. Cirâne mescidi bir kez daha 1370 yılında ve daha sonra Hicri
Kameri 1374 yılında Suudi Vakıflar Bakanlığı tarafından yeniden yapılmıştır.
Bu mescidin şimdiki alanı 1600 metre karedir ve mimarisi ise Tenim
Mescidi’ne benzer.
213
214
-İthâfu’l-Verâ, c.2, s.76.
-et-Tarihi’l-Kavîm, c.5, s.154.
98
Hali hazırda bu mescid, mescide ismini veren Cirâne kasabasında olup
Mekke’nin 24 kilometre kuzey doğusunda ve biri Duveyd yolundan Seref
Vadisi ile diğeri Şerâ’i yolunun kesisştiği iki mesir üzerinde yer alır.
Seref Vadisi hakkında ise söylemek gerekir ki; Sefer Vadisi, Cirâne Vadisi
üzerinde olup Mekke’nin 12 kilometre kuzey batısında Tenim Vadisiyle
Fatıma Vadisinin arasındadır. Allah Resulü’ (s.a.a) hicri yedinci yılda müfrede
umresi için Mekke’ye gelmiş ve Seref Vadisi’nde Meymune ile evlenmiştir.
İlginçtir ki, sonraları Meymune burada vefat etmiş ve buraya defnedilmiştir.
Seref Vadisi’nde Meymune’nin mezarı kenarında yer alan mescid son
zamanlara kadar duruyordu, ancak zamanla yok olmuştur. Bu mescidin
resimleri Snouk Hurgronje’nin seyahatnamesinde mevcuttur ve bu resim
esasına göre bu mescidin Tenim Mescidi’nin eski yapısının mimarisine
benzediği söylenebilir.215
RESİM 61 S.175
Hudeybiye’de Şecere Mescidi
Bu isimle üç mescid meşhurdur. Bunlardan ilki Medine’de ihrama girilen
yerdedir. İkincisi Mekke içinde Süleymaniye Köprüsü’nün yakınında
üçüncüsü ise Hudeybiye bölgesinde Mekke yakınındadır. Bu bölge ismini
“Hudebâ” ismindeki ağaçtan almıştır ve sonraları ikinci halife Ömer bu ağacın
kesilmesini emretmiştir. Burası Mescidü’l-Haram’a 24 kilometre uzaklıkta bir
yer olup hali hazırda Şumeysî olarak bilinir.
Allah Resulü (s.a.a) hicretin altıncı yılında umre için Mekke’ye geldi, ancak
müşrikler engel oldu ve Allah Resulü (s.a.a) onlarla bulaşmamak için batı
tarafına doğru yolunu değiştirdi ve Cidde’deki eski bir güzergâhta yer alan
Hudeybiye de durdu ve Mekke’ye bir temsilci gönderdi; bu temsilcinin geri
dönmemesi üzerine, bir ağaç altında ashabından düşmanların karşısında
durmaları için biat aldı. Bu biat “Rıdvân Biatı” ve “Şecere Biatı” isimleriyle
tanınır. Mekke’ye giden temsilcinin geri dönmesiyle savaşmaktan vazgeçildi
ve sonra Kureyşlilerin söylemleri üzerine Hudeybiye antlaşması imzalandı.
Bu ağacın yerine Şecere Mescidi ismiyle bir mescid yapılmıştı ki, Suudi
hükümeti burasını yıkmıştır. İkinci halife de kendi hükümeti döneminde bu
ağacı kökünden kesmiştir!216
Fâkihî, Hudeybiye’de Âl-i Kurz Mescidi isminde bir mescidden bahsetmiş ve
halkın, Allah Resulü’nün (s.a.a) burada namaz kıldığına inandığını
söylemiştir.217
Allah Resulü’nün (s.a.a) mucizelerinde yer aldığına göre Hudeybiye’de bir
kuyu vardı ve Allah Resulü’nün (s.a.a) ordusu burada ikamet ederken bu
kuyunun suyunu bitirmişti. Allah Resulü (s.a.a) kuyunun başına gelerek su
-el-Âsâru’l-İslamiyye fi Mekketi’l-Mükerreme, s.237.
-Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.5, s.77-78.
217
-a.g.e., c.5, s.82.
215
216
99
istedi ve mübarek ağzına aldığı suyu kuyuya döktü ve sonra kuyu suyla dolup
taştı.218
Hudeybiye bölgesinde ihrama girmek için Şumeysî Mescidi isminde bir yer
vardır ve bu noktada “Şumeys Kuyusu” olması hasebiyle mescid bu isimle
anılmıştır. Bu mescidin yeni bir yapısı vardır ve eski Cidde yolundan
Mekke’ye giren kimseler, Mekke’ye 20 kilometre uzaklıktaki bu mescidde
ihrama girerler.
Hali hazırda Cidde ya da Mekke tarafına doğru giden arabaların denetlenme
merkezinde Hudeybiye isminde bir kasaba vardır. İki mescidin yıkıldığı bu
yerde birkaç tane kuyu birkaç bağ ve devlet müesseseleri vardır. Osmanlı
döneminden kalan bir bakkal, eski bir kuyu ve su dağıtılan yerin bulunduğu bu
bölge, Hicri Kameri 1362 yılında Abdülaziz zamanında yeniden inşa
edilmiştir.219
RESİM62
S. 176
Gadir-i Hum Mescidi
Burası tam olarak Allah Resulü’nün (s.a.a) İmam Ali’yi (a.s) kendi yerine
seçtiği yerdir. Burada Ehlibeyt (a.s) dostları tarafından mescid yapılmış ve o
zaman ve daha sonrası Ehlibeyt (a.s) kendi Şialarını bu mescide gitmeye
teşvik etmişlerdir.
Bu konuda Şia kaynaklarında pek çok rivayet nakledilmiştir. Bir rivayette
Hessân Cemmâl şöyle diyor: İmam Sadık’ı (a.s) Medine’den Mekke’ye
götürüyordum. İmam (a.s), Gadir-i Hum Mescidi’ne ulaştığında, mescidin
soluna baktı ve şöyle buyurdu: “Burası Allah Resulü’nün (s.a.a) ayağını
bastığı ve: ‘Ben kimin mevlası isem Ali’de onun mevlasıdır’, buyurduğu
yerdir.”220
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurur: “Gadir Mescidinde namaz kılmak
müstehaptır. Allah Resulü (s.a.a) bu mescidde Ali’yi (a.s) kendi yerine
seçtiğini ilan etmiş ve Allah Teâlâ burada hakkı aşikâr etmiştir.”221 Bu
rivayet, hacca giden Şiaların Gadir Mescidi’ni ziyaret etme imkânları olduğu
sürece bu mescide gitmelerine ve orada namaz kılmalarına sebep olmuştur.
Şehid-i Evvel Zikrâ kitabında “Bizim zamanımıza kadar Cuhfe
yakınındaki Gadir Mescidi duruyor ve duvarları yıkılmamıştı; genellikle
hacıların yolu bu mescidin kenarından geçer”222 şeklinde yazmıştır.
Seyahatnamelerin birçoğunda Gadir-i Hum Mescidi’nden söz edilmiştir.
Bu mescidin tam yeri hakkında özellikle uzun yıllardır kervanların yolunun
değiştiğini de hesap ederek iki görüş vardır:
218
-el-Bidâye ve n-Nihâye, c.6, s.94.
-el-Âsâru’l-İslamiyye fi Mekketi’l-Mükerreme, s.69.
220
-Usul-u Kâfi, c.4, s.566.
221
-a.g.e.
222
-Bihâru’l-Envâr, c.97, s.225.
219
100
1-Katif’in seçkin Şia âlimlerinden Abdülhadi El-Fazlî’nin açıklamaları:
“Gadir bölgesi hali hazırda “El-Gurbe” denilen noktada yer alır; Medine’den
Cidde’ye doğru giden kimse Cuhfe ayrımında “Râbiğ” şehrine ulaşır. Cuhfe
yol ayrımından Mikât Mescidi’ne kadar yaklaşık 10 kilometre yol vardır.
Dolayısıyla Mikât Mescidi’nden “Kasr-ı Ulya” tarafına doğru gidilmesi
gerekir. Bu yol tamamen kumluktur. Kasr-ı Ulya, Mekke yoluna giden Cuhfe
köyü yakınındadır. Mikât Mescidi ile Kasr-ı Ulya arası 5 kilometredir. Bu
yoldan El-Gurbe’ye de gidilebilir. Kumluk olması hasebiyle yolun bulunması
çok zordur. Gadir bölgesi yaklaşık Harre’ye yakındır. Siyah taşların
bulunduğu bu yerde ekim dikim yapılmaz. Harre’nin bitiminde geniş bir vadi
görülür ki, burası Gadir Kaynak Suyu’nun bulunduğu yerdir. İşte burada Allah
Resulü (s.a.a) ilahi mesajı halka ulaştırmak için durmuştur. Bu vadi, kuzey ve
güney tarafından iki dağla kuşatılmıştır ve Gadir Kaynak Suyu, kuzey
tarafındaki dağın çok daha yukarısındaki güney kısmındaki dağın eteklerinden
kaynaklanır. Gadir’e gitmek isteyen için iki yol vardır:
Birincisi: Râbiğ Havaalanı kenarındaki Cuhfe yol ayrımından başlanmalı ve
Cuhfe köyüne kadar 9 kilometrelik yol kat edilmelidir. Sonra Cuhfe köyünden
sağ tarafa doğru iki kilometrelik kumlu yoldan gidilmelidir. Bu vadinin son
bulmasıyla Gadir’e ulaşılır.
İkincisi: Mekke ile Medine yolunun ayrıldığı yerden Râbiğ tarafına doğru
hareket ederek on kilometrelik bir yoldan sonra Gadir semtine doğru tali bir
yola girilir. Râbiğ’den Gadir’e kadar 26 kilometredir.
Genel olarak Gadir-i Hum bölgesi Mikât Mescidi’nin doğusunda Cuhfe’ye 8
kilometre uzaklıktadır. Burasının güneyi Râbiğ şehrine 26 kilometre
uzaklıktadır. Burada yapılmış eski bir mescidin eserini bulmak mümkündür.
Coğrafi kaynaklarda ve hadis kitaplarında yer aldığına göre eski Cuhfe ile
Gadir Mescidi arasındaki mesafe üç mil yani üç ila beş kilometredir ve bunun
dışındaki bilgi kabul edilemez.
2-Üstat Merhum Muhammed Bakır Necefî’nin açıklaması:
Üstat girişte işaret edilen ve herkesin Cuhfe’ye yakın bir yerde ve el-Gurbe
ile alakasının olmadığını dedikleri şeylerin El-Gadir’le bir alakasının
olmadığına inanır ve eski coğrafya kitaplarında geldiği gibi Gadir’in El-Harâr
isminde bir yerde olduğunu söyler. Üstada göre Gadir, hali hazırdaki Mikât
Mescidi’ne üç millik bir yerdedir. Gerçekte Cuhfe’nin iki stratejik noktasında
yani birisi Mikât Mescidi diğer ise az bir yakınlıkta Gadir Mescidi noktasında
yer alır. Üçüncü asırda Harbî’nin yazdığına göre Cuhfe’de birisi “Azur” olarak
da isimlendirilen Nebi Mescidi diğer ise burasının bitiminin yakınındaki
Peygamber’e nispet verilen (s.a.a) “Eimme Mescidi” (İmamlar Mescidi)
isminde iki mescid vardır. Bu görüşe göre Gadir Mescidi tam olarak üçüncü
asırdan altıncı asra kadar Cuhfe isminde pazar ve mescidin olduğu yerdir ve
Yakut’un yedinci asrın başlarında yazdığına göre burası harap edilmiştir.
Yerleşim yeri olan Cuhfe köyü Eyyûbiler döneminde Cidde İskelesinin
gelişmesi karşısında burası harap olmuştur.
101
Üstat Muhammed Bakır’ın görüşüne göre Gadir Mescidi hali hazırdaki
Mikât Mescidi’nin kuzeyinde; Kasr-ı Ulya isminde tarihi eski bir yapının
bulunduğu yerdedir. Bu kalenin ya da bölge halkının deyimiyle Kasr-ı
Ulya’nın konumu; 22/44 coğrafi enleminde 39/07 boylamında olup tam olarak
Râbiğ şehrine 16 kilometrelik uzaklıkta Kızıldeniz yakınında ve Medine,
Cidde ve Mekke sahil yolunun 9 kilometre doğusundadır.223
Her halükarda Ehlibeyt’in (a.s) rivayetlerinde bu mescid anılmış ve burada
namaz kılınması tavsiye edilmiştir.224 Çeşitli asırlarda bu mescide dair bilgiler
tarihi kaynaklarda kaydedilmiştir. Var olan bu rivayetlerden dolayı Şia
fakihleri kendi eserlerinde ziyaretçilerin bu mescidde namaz kılmasının
müstehap olduğuna değinmişlerdir.225
RESİM 63
S.179
Fetih Mescidi
Fetih Mescidi Cemûm bölgsinde su kaynağı yakınındaki Fatıma
Vadisindedir. Burası İslam ordusunun birlikte hareket edip Mekke’ye girmek
için toplandıkları yerdir. Bu noktada Ebu Süfyan Peygamber’le (s.a.a)
görüşmek için acele etmiş ve Müslüman olmuştur. Bu mescid Hicri Kameri
1397 yılında Şeyh Hasan Bekir Muhammed Kutup tarafından yenilenmiştir.226
Fatıma Vadisi’nde Ravza noktasında Ravza Mescidi adında bir mescid daha
vardır ki bu mescid Osmanlıların son dönemlerinde yapılmıştır.
-Üstat Necefî’nin verdiği bilginin tamamını görmek için Mikât-ı Hac dergisinin 42. sayısına
bakınız.
224
-Usul-u Kâfi, c.4, s.566; Men La Yahzuruhu'l-Fakih, c.2, s.335; Misbahu'l-Mutecehhid, s.709.
225
-Daha fazla bilgi için bkz: Mikât-ı Hac, “Mescid-i Gadir”, Muhammed Cafer Tabesî, sayı:12, s.138140. Yazar makalesinde fakihlerin görüşlerini fihrist şeklinde zikretmiştir.
226
-el-Âsâru’l-İslamiyye fi Mekketi’l-Mükerreme, s.234.
223
102
MEKKE-İ MÜKERREME’NİN DİĞER MEZHEBİ VE TARİHİ
ESERLERİ
Ebu Talib Mahallesi (Şi’b-i Ebu Talib)
Mekke etrafındaki dağlık bölge Mekke ve Mekke etrafından birçok
mahallelerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İki yakın dağın ortasında yer
alan ve çeşitli ölçülerde olması mümkün olan sınırlara Şi’b (Mahalle) denilir.
Şehrin çıkış sınırındaki iki dağın mesafesine “Seniyye” denildiğini
hatırlatmamızda yarar vardır.
Mekke’de çok sayıda mahallelerin bulunması “Mekke halkı, kendi
mahallesini başkalarından daha iyi bilir” şeklinde Darbu’l-Mesel’inin227
söylenmesine sebep olmuştur.
Daha önce ayrıntılı olarak anlattığımız gibi Kusayy b. Kilâb Mekke hâkimi
olduğu zaman Kureyş kabilelerinin hepsine Mekke’de bir yer verdi. Kusayy
Mekke Ma’lât tarafından Ebu Talib mahallesinin kapsadığı Kâbe yönünü
kendi kabilesi, çocukları, Abdumenaf ve Abduddar için özelleştirmişti. Bu yer
(mahalle) Kâbe’ye yakın olması hasebiyle Mekke’nin en güzel noktasıydı ve
gerçekte burası Ebu Kubeys Dağı ile Handeme Dağı arasındaydı.
Ebu Talib Mahallesi Ben-i Haşim Oğulları’nın elinde olup çeşitli
dönemlerde “Şi’b-i Ben-i Haşim”, “Şi’b-i Ebi Talib”, “Şi’b-i Ali b. Ebi Talib”
ve “Şi’b-i Ebi Yusuf” gibi çeşitli isimler verilmiştir. Bu hanedanın en seçkin
şahsiyetleri bu mahallede dünyaya gelmişler ve burada yaşamışlardır.
S. 182
HARİTA
Geniş alanı kapsayan bu mahalle şimdilerde taşla kaplanmıştır ve hacıların
istirahat ve namaz kılma yeri olmuştur. Ziyaretçi, Mescidü’l-Haram’ın dışına
çıktığında Bab-ı Abbas ve Bab-ı Ali veya Bab-ı Selam kapısından dışarı çıkar
ve Mes’a’yı geçerek taşlarla kaplanmış Ebu Kubeys Dağı’nın aşağısında açık
bir alana ulaşır. Bu yolun devamından sol taraftaki tuvaletlerin yerine kadar ve
sonra biraz cadde tarafına doğru olan kısım Şi’b-i Ebi Talibin önemli
bölümündendir.
Burası Allah Resulü’nün (s.a.a) yaranlarıyla birlikte üç yıl boyunca diğer
Kureyş kabileleri tarafından muhasara altına alındığı ve tüm zorluklara
rağmen bu dönemi geride bıraktığı yerdir. Ebu Talib Ben-i Haşim’in büyüğü
-Darbu’l-Mesel: Eskiden söylenen ve bir hikmeti içeren söz anlamına gelen bir tâbir olup Türkçe
karşılığı atasözüdür. Çev.
227
103
unvanında oğulları Cafer ve Ali’yle (a.s) birlikte Allah Resulü’nün (s.a.a)
korunmasında çok önemli bir rol üstlenmiştir.
Allah Resulü de (s.a.a) bu mahallede doğmuştur ve Hatice’nin Allah
Resulüyle (s.a.a) birlikte yaşadığı ve Fatıme-i Zehra’nın (s.a) doğduğu ev de
buradadır.
Hali hazırda Ebu Talib Mahallesi’nin dağın tepesinde Sûk el-Leyl ismi
verilen bir bölümü kalmıştır. Sûk el-Leyl, Mes’a’nın karşısındaki dağların
üzerindeki evleri kapsayan mahallenin ismidir. Bu mahalledeki tarihi
mekânlar, Mescidin genişletilmesiyle Mescidü’l-Haram’ın bir bölümü
olmuştur. Mes’a tarafından bu mahallenin bir bölümünün yani Mescit’ten sa’y
bölgesine kadar olan bölümü şimdilerde de Mescidin bir kısmı olarak varlığını
korumuştur. Doğal olarak, Abbasi halifesi Mehdi’nin Mescidi imar ve
genişletme çalışmalarıyla Şi’b içinde olan Ebu Talib’in kızı Ümmü Hânî’nin
evi de Mescidin bir parçası olmuştur. Böyle olunca Ebu Talib Mahallesi’ni
etrafı Handeme ve Ebu Kubeys dağlarıyla ve Mescidü’l-Haramla çevrelenmiş
büyük bir mahalle olarak bilmek gerekir. Ebu Talib Mahallesi’nin kenarında
Âmire Mahallesi vardı ve şimdilerde de bu isimle anılmaktadır. Hali hazırda
Ebu Talib Mahallesi, Ali (a.s) Mahallesi olarak meşhurdur.228
Mevlidü’n-Nebi (s.a.a) (Peygamber’in Doğduğu Yer)
Allah Resulü’nün (s.a.a) doğduğu ev, Ebu Talib Mahallesi’nde ya da dakik
bir ifadeyle Sûk el-Leyl’de yer alır. Hicri ikinci yüzyılda Harun’un annesi
Hayzaran burasını satın almış ve mescide dönüştürmüştür. Üçüncü yüzyılda
Ezrâkî burasını “Allah Resulü’nün (s.a.a) doğduğu ev” unvanıyla yâd etmiş ve
şöyle yazmıştır: “Harun’un annesi Hayzaran burasını satın alıp mescid
yaptırmadan önce burası Haccâc’ın kardeşi Muhammed b. Yusuf’un
eviydi.” Ezrâkî bu ev ve burada Allah Resulü’nün doğduğu hakkında hiçbir
kuşkunun olmadığına tekit eder.229
Daha sonraki asırlarda Müslümanlar bu yeri çok saygın biliyorlar ve
özellikle Allah Resulü’nün (s.a.a) doğduğu Rebiülevvel ayının 12’sinde
burada kutlama yapıyorlardı. Fâsî bu kutlamaların ayrıntılarını kaleme
almıştır.230 Nitekim burası Memlûkler döneminde defalarca yenilendi.231
Yemen hâkimi Melik Muzaffer Ğassânî, ondan önce Memlûk sultanı Ferec b.
Berkûk, ondan önce Mısır hâkimi Eşref Şaban ve ondan önce ilk defa Abbasi
halifesi Nâsır burada binalar yaptırmışlardı.232 Mevlidü’n-Nebi (s.a.a) 1009
yılında bir minaresi de vardı.233
Osmanlı sultanları buraya pek çok ilgi duyuyorlardı. Özellikle Selim’in oğlu
Sultan Süleyman 935 yılında Peygamber’in (s.a.a) doğduğu evin yenilenmesi
emrini verdi. Aynı şekilde Osmanlı sultanı Muhammed b. Murad (ö.1012)
saray ağalarından Gazanfer isminde birisine burasının yenilenmesi emrini
verdi. Gazanfer de çok para harcayarak burasına bina ve büyük bir minare
-Daha fazla bilgi için bkz: Mikât-ı Hac, Şi’b-i Ebi Talib, Seyit Ali Gazi Asker, sayı: 3, s.140-171.
-Tarih-i Mekke, Ezrâkî, c.2, s.198.
230
-Şifau’l-Gerâm, c.1, s.510.
231
-İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.70.
232
-Menâihi’l-Kerem,, c.3, s.264-265.
233
-el-Ercü’l-Miskî, s.180.
228
229
104
yaptı ve burasının gideri için Osmanlı devletinde vakıf malları belirleyerek söz
konusu yer için müezzin ve cemaat imamı atadı. Bunun yanında haftada iki
gün ders vermesi için bir müderris de görevlendirdi.234 Mısır hâkimi
Muhammed Ali Paşa da Osmanlı sultanı Mahmud Han’ın emriyle 1230
yılından sonra burasını tamir etti. Burasının en son tamiri Abdülhamid Han
zamanında olduğu bilinir.235
Hicri Kameri 1315 yılında bu evin ziyaret etme başarısına eren ziyaretçinin
birisi şunları yazıyor:
“On dördüncü günün Cuması Mevlidü’n-Nebi ismiyle meşhur olan Allah
Resulü’nün (s.a.a) doğduğu evi ziyarete gittik. Burası Sûk el-Leyl’de yer
alır. Kapıdan içeri girdik ve yaklaşık on dört basamak aşağı indik. Mescid
ismi verilen bir odaya girdik. Sonra başka bir odaya gittik. Bu odada bir
zarih vardı. Hizmetçi zarih’in kapısını açtı. Bu zarih’in içinde bir çukur
vardı. Çukurun ortasında yeşil renkli bir taş vardı ve burası Allah
Resulü’nün (s.a.a) doğduğu yerdi. Bu tertemiz yeri öptük ve yüzümüze
sürerek bu yüce mekânın tozunu toprağını gözümüzün sürmesi yaptık.
Ondan sonra mescidin kapısına gelip her birimiz ikişer rekât tahiyyat
namazı kıldık ve dışarı çıktık.”236
Suudi devletinin iş başına gelmesiyle diğer kutsal yerlerle birlikte Allah
Resulü’nün (s.a.a) doğduğu yerde yıkıldı. O zamanın Mekke Belediye Başkanı
Şeyh Abbas Kattân’ın (hicri 1347-1364) ısrarla Melik Abdülaziz’den
burasının kütüphane yapılmasını istemesi sonucu burada “Mektebet-i
Mekketi’l-Mükerreme” isminde kütüphane binası yapıldı ki, şimdiye kadar
varlığını korumuştur.237
Hali hazırda Müslümanların çoğu ve özellikle diğer ülkelere nispetle
burasının geçmişi hakkında herkesten daha çok bilgiye sahip olan Türk
ziyaretçileri burasının kapısı arkasında toplanıp namaz kılarlar. Son
zamanlarda burasını ziyaret eden Müslümanların sayıları artmış ve Suudi
devleti burasına bir tabela asarak hiçbir yerin mübarek olmadığını ve buralarda
namaz kılınmasının caiz olmadığını bildirmiştir!
Mescidü’l-Haram’ın doğu ve kuzey taraflarında geniş yıkım projeleriyle
onlarca otel ve binlerce mağazanın yıkılmasına karşın Mescid-i Nebevi olduğu
gibi yerinde kalmış ve sene de (1388) ziyaret edilmiştir. En azından bu
kütüphanenin varlığıyla bu yerdeki tarihi binanın kütüphane unvanında
korunmasını ümit ediyoruz.
RESİM 64-65
S.186
Hz. Haticetü’l-Kübra’nın Evi
234
-Menâihi’l-Kerem,, c.3, s.506
-İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.71.
236
-Seyahatname-i Molla İbrahim Kâzirûnî, Miras-ı İslami İran, defter:5, s.366. Molla İbrahim
yazısının devamında Hz. Hatice’nin (s.a) evini nasıl ziyaret ettiğini anlatmaktadır.
237
-Fi Rihâb-i Beytullahi’l-Harâm, s.263; et-Tarihi’l-Kavîm, s.171-173.
235
105
Hz. Hatice’ye (s.a) mensup bu ev, Peygamber’le (s.a.a) eşi Hatice’nin (s.a)
müşterek yaşadıkları ve Fatımatü’z-Zehra’nın (s.a) doğduğu yerdir. Bu ev,
Müslümanların ilgi ve alaka gösterdikleri bir yer olup Mekke’de tanınmış en
hayırlı mekânlardan birisidir. Bu eve ait haritada Musallay-ı238 Nebi (s.a.a) ve
Fatıma’nın (s.a) doğduğu yer belirlenmiştir. Tarihi nakiller esasına göre Hz.
Zehra (s.a), annesi Hatice’nin (s.a) evinde doğmuştur ve bu ev, Ebu Talib
Mahallesi’nde yer alır.
Peygamber’in (s.a.a) hicretinden sonra Akil bu evi tasallutu altına almıştır.
Söylendiği üzere; Kureyş’in onca ağır baskılarında Akil’in Peygamber’e
(s.a.a) en yakın kimse olma hasebiyle bu evi almıştır. Daha sonra Muaviye bu
evi Akil’den satın aldı ve mescide çevirdi. Ebu Süfyan’ın evi de bu evin
yakınındaydı. Burası Mekke’nin fethinden sonra Allah Resulü’nün (s.a.a):
“Kim Ebu Süfyan’ın evine sığınırsa kurtulmuştur” dediği evdir.239
Muhammed Tahir Kurdî’nin yazdığına göre zamanla burasının üzerine pek
çok bina yapılmıştır ve son defa “Hz. Zehra’nın (a.s) doğduğu yer” unvanında
bina yapılmıştır. Bu binayı Mekke Belediye Başkanı Şeyh Ali Kattân
yapmıştır ve Hicri Kameri 1368 yılında burasına Kur’an hafızlığı ve Kur’an
kıraati için bina yapılmıştır. Bu bina Kurdî’nin kitabının telifine kadar Kur’an
hafızlığı yapılan medreseydi.240 Ondan önce Osmanlı döneminde Hatice’nin
(s.a) evinin olduğu yere “Tekyetü’s-Seyyideti Fatıma” ismiyle meşhur olan bir
sığınak yapıldı.241 En son yapılandırılmada Hatice’nin (s.a) evi ve söz konusu
medrese yok olmuştur.
RESİM 66-67-68
S.187
Birkaç Doğum Yeri Hakkında Hatırlatmalar
Daha önce söylediğimiz gibi Sûk el-Leyl’deki Mevlidü’n-Nebi’nin yerinde
şimdi “Mektebet-i Mekketi’l-Mükerreme”yer alır. Mes’a’nın arkasında ve Ebu
Kubeys Dağı’nın karşısında geride kalan tek açık alan burasıdır. Buraya az bir
uzaklıkta “Hz. Zehra’nın (s.a) doğduğu yer” olan Hz. Hatice’nin (s.a) evi
vardı.
Fâsî şöyle yazıyor: “Bu evde ziyaret edilen üç nokta vardır; birincisi Hz.
Zehra’nın (s.a) doğduğu yer ikincisi “Kubbetü’l-Vahy” ve üçüncüsü ise
“El-Muhteb’e”dir.” Fâsî daha sonra şunları ekliyor: “Burada mescid
şeklinde başka yerlerde vardır. Muhibbuddin Taberî’nin nakli esasınca
Mescidü’l-Haram’dan sonra en hayırlı ev, bu evdir.”242
Ebu Talib Mahallesi’nin başka bir noktası “Ali’nin (a.s) doğduğu yer” olarak
tanınır. Elbette bu bilgi, Hz. Ali’nin (a.s) Kâbe içinde doğduğuna dair nakille
çelişir.243
-Peygamber Efendimizin (s.a.a) namaz kıldığı mekân. Çev.
-Bihâru’l-Envâr, c.21, s.103
240
-et-Tarihi’l-Kavîm, s.174.
241
-a.g.e.
242
-el-Ikdu’s-Semîn, c.1, s.98.
243
-Daha fazla bilgi için bkz: Mevlid-i Kâbe, Allame Muhammed Ali Erdûbâdî, Tercüme Musa Ahrî,
Risalet, Kum, 1379.
238
239
106
Mekke’nin başka bir yeri de “Hamza’nın doğduğu yer” olarak meşhurdur.
Fâsî’nin nakline göre bu bina Mekke’nin aşağısında Babu’l-Yemen’in
yakınındadır.
Diğer bir yer Ebu Saîd’in evi ve Daru’l-Acele’nin yakınında “Cafer’in
doğduğu yer” olarak meşhurdur. Fâsî şöyle diyor: “Bazıları burasını Cafer b.
Ebi Talib’in doğduğu yer olarak bilirler, ancak burasının üzerindeki bir
yazıtta şöyle gelmiştir: “Mevlid-i Caferu’s-Sadık ve Dahalehu’n-Nebi.”
Fâsî ekliyor: “Burada hem Allah Resulü’nün (s.a.a) hem de Cafer Sadık’ın
(a.s) doğmasının çelişir bir tarafı yoktur.”
Erkam B. Ebi Erkam’ın Evi
İslam’ı kabul edenlerin yedincisi Erkam’dır. Onun evi, Safa Dağı’nın
kenarındaydı ve Müslümanlar için güvenilir bir yer sayılıyordu. Kırk erkek ve
on kişiden fazla kadının burada saklandığı nakledilmiştir.244
Her halükarda bi’set’in dördüncü yılında Allah Resulü (s.a.a) yaranlarıyla
birlikte bu evde kalıyor ve Müslüman olmak isteyen kimseler bu eve giderek
hidayete eriyorlardı. Bu ev İslam tarihinde, tarihi bir süreç olacak kadar
önemlidir ve siyer kitapları Mekke dönemi hadiselerini Erkam’ın evinde veya
ondan sonra gerçekleştiğini Erkam’ın eviyle belirlemişlerdir.
Bu evi, Abbasi halifesi Mehdinin eşi ve Harun’un annesi Hayzaran 171
yılında hacca geldiğinde satın aldı ve tarihte “Dâru Hayzaran (Hayzaran’ın
Evi)” olarak şöhret bulmuştur. Müslümanlar bu evin taşıdığı değeri bilerek
burasını mescid yapmışlardır, şayet Hayzaran’ın da burasını mescid
yapmasının sebebi budur. Çocukların Kur’an hıfzetme merkezi olan ve Safa
Dağı’ndan Mes’a’nın başlangıcına 48 metre uzaklıkta olan bu yer, Hicri
Kameri 1375 yılında Suud b. Abdülaziz dönemindeki imar ve genişletme
çalışmalarıyla Mescidin içine katılmıştır.245 Şimdilerde Mescid tarafına açılan
ilk giriş, Erkam’ın anısı unvanında Erkam’ın Kapısı olarak isimlendirilmiştir
ve bu bölümde yapılan yürüyen merdivenin o yer olma ihtimali de vardır.
Tarihi nakillerde geldiğine göre Erkam’ın Evi, Safa Dağı üzerindeydi. Tarihi
bu nakilden Erkam’ın Evi’nin Safa Dağı’nın eteklerinde olduğu günümüzde
Mescidin içine katıldığı ve Safa Dağı’nın sadece bir bölümünün Mes’a’nın
başların yerinde kaldığı kastedilmiştir.
Hicri Kameri 555 yılında bu evin üzerinde yer alan yazıtta şöyle yazar:
“Burası Allah Resulü’nün (s.a.a) saklandığı yer olarak tanının Hayzaran’ın
evidir ve Allah’ın dergâhının muhtacı olan bu kul, Şam ve Musul Veziri
Cemaleddin Şerefu’l-İslam Ebu Cafer Muhammed b. Ali b. Ebi Mansur
İsfehânî burasını 555 yılında yaptı.”246 Doğaldır ki ondan sonra burası
defalarca onarılmıştır.
Hirâ Dağı ve Hirâ Mağarası
244
-Ahbâr-i Mekke, c.4, s.14.
-et-Tarihi’l-Kavîm, c.2, s.88.
246
-et-Tarihi’l-Kavîm, c.2, s.90.
245
107
Hirâ Dağı “Cebelü’n-Nûr”, “Cebelü’l-Kur’an” ve “Cebelü’l-İslam”
isimleriyle de tanınır. Risalet asrının mezhebi eserlerinin geride kaldığı ve
Mekke’nin mukaddes mekânlarından birisi olan Hirâ Dağı, deniz seviyesinden
iki yüz metre yüksekliğiyle Mekke’nin kuzey doğusunda yer alır. Bu dağın
üzerinde yeşillik ve su göze çarpmaz. Bu dağın uzantısında Arafat’ın etrafında
başka dağlarında olduğunu ve şimdilerde Taif dağlarıyla bir bağının da
olduğunu söylememiz gerekir.
Takriben Hirâ Dağı’nın tepesinin elli metre aşağısında beş kişinin
oturabileceği ve bir kişinin ayakta kalabileceği Hirâ Mağarası yer alır.
Cahiliye döneminde buraya, zahit ve abit kimselerin yararlanması ve Allah
Resulü’nün (s.a.a) ibadet yeri olması hasebiyle Hirâ Mağarası denilmiştir.
Allah Resulü (s.a.a) yılın belli günlerini özellikle Mübarek Ramazan Ayı’nı
burada geçiriyordu. Allah Resulü’ne (s.a.a) ilk vahiy bu mağarada geldi ve
Alak Suresi’nin ilk beş ayeti burada nazil oldu:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı “alak”dan yarattı. Oku! Senin
Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini
öğretendir.”247
Dolayısıyla burası Mekke’nin en hayırlı ve en bereketli noktası sayılır ve
insanlar burada namaz kılarlar.
Hirâ Dağı’nın karşısında yer alan Sebîr Dağı da diğer mukaddes yerlerden
sayılır. Denildiğine göre Allah Teâlâ İsmail’in (a.s) yerine kurban edilmesi
için bu dağdan kurban göndermiştir.
Hirâ Dağı geçmişten günümüze Mekke ziyaretçilerinin ilgi ve alakasını
çekmiştir ve buraya ait kıssalar dillerde dolaşır. Bu kıssalardan birisi Allah
Resulü’nün (s.a.a) göğsünün yarılma kıssasıdır.248 Elbette doğru olduğunu
kabul edecek olursak bu olay Hirâ Dağı’nda değil, çölde gerçekleşmiştir.
Bu dağın tepesine Osmanlı sultanı Abdülaziz tarafından kubbe yapılmıştır ve
bu kubbenin yapımı Hicri Kameri 1278 yılıyla alakalıdır. Daha öncede buraya
kubbe yapılmıştı ve Abdülaziz’den önce 916 ve 1019 yıllarında da söz konusu
bu kubbe yapılmış ve daha sonraları tamir edilmiştir.249
Suudi devleti, kabul ettiği kendi özel mezhebi sebebiyle, kutsal bu dağa çok
az da olsa hiç önem vermemiş ve buraya gelip gitmelerin çoklaşması
şartlarının iyileştirilmesi doğrultusunda hiçbir girişimde bulunmamıştır. Bu
sebeple ziyaretçilerin mağaraya gideceği güzergâhı son derece pis ve yabancı
dilencilerle dolu olup aşırı derecede tiksindirici bir haldedir. Buna ek olarak
bazı yıllarda Hirâ Mağarası’na giden yolda çok sayıda maymun görülür ve
insan bunları gördüğü zaman bu maymunları kimlerin getirdiğine şaşırıp kalır.
En azından ben buraya gittiğimde vaziyet böyleydi. Dostların anlattıklarına
göre bu durum olduğu gibi devam etmektedir. Bununla birlikte yeni habere
göre (1431h.k) bu yola basamak yapılmış ve temizlenmiştir. Eğer böyleyse
247
-Alak, 1-5.
-İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.14.
249
-a.g.e., c.1, s.17.
248
108
Mekke’de var olan yeni hakim görüşle, daha önce burasına hâkim olan
görüşün farklı olduğu anlaşılmaktadır.
Sevr Dağı Ve Sevr Mağarası
Sevr Dağı, Mescidü’l-Haram’ın güney doğusunda Taif yolunda ve
Mekke’ye nispetle uzakta yer alır ve Hirâ Dağı’ndan daha büyüktür.
Denildiğine göre bu dağ “Sevr b. Menât” ismiyle bilinir.
Birbirine bağlı üç dağ Sevr Dağı ismiyle tanınır ve Sevr Mağarası, bu dağların
üçüncüsünde yer alır. Mekke müşrikleri Allah Resulü’nü (s.a.a.) öldürmek
istediklerinde, Allah Resulü (s.a.a) evinden çıktıktan sonra tesadüfen
Ebubekir’le karşılaşır ve onunla birlikte Mekke’nin güneyine doğru yola çıkar.
Doğal olarak Allah Resulü’nün (s.a.a) Yesrib’e gitmesi için Mekke’nin
kuzeyine doğru gitmesi gerekiyordu, ancak müşrikleri şaşırtmak için güneyi
seçti ve Sevr Mağarası’na ulaştı. Allah Resulü (s.a.a) Ebubekir’le birlikte
mağaraya girdi ve üç gün burada saklandı. Müşrikler, Sevr Mağarası’nın
yakınına kadar geldiler, ancak müşriklerin mağaranın içine girmesine engel
olması için ilahi bir mucizeyle örümcekler mağaranın ağzına ağ ördü ve
onlarda bu ağı görünce, buraya kimsenin girmediğini düşünerek mağaraya
girmekten vazgeçtiler. Allah Teâlâ Kur’an’da bu mağarayı yâd etmiştir:
“Siz ona yardım etmezseniz hatırlayın o zamanı ki kâfirler, onu yurdundan
çıkardıkları zaman yardım etmişti ona. O, iki kişinin ikincisiydi ancak ve hani
ikisi de mağaradaydılar, arkadaşına, mahzun olma demişti, şüphe yok ki
Allah, bizimle berâberdir. Şüphe yok ki Allah, ona mânevî bir kuvvet ve huzur
vermişti ve onu, sizin görmediğiniz ordularla kuvvetlendirmişti ve kâfir
olanların sözlerini alçaltmıştı, Allah'ın sözüyse zâten yüceydi ve Allah, her
şeye üstündür, hüküm ve hikmet sâhibidir.”250
Sevr Dağı; Sevr Caddesi, Taif Caddesi ve Keddî Caddesi gibi isimlendirilen
caddeler arasında ve Mekke’nin aşağısında yer alır. Daha ziyada Sevr
Dağı’ndan mağaraya doğru gitmek isteyenler için burasına bir çeşit
basamaklar yapılmıştır ve doğal olarak ziyaretçilerin bir buçuk saat yürümeleri
gerekir. Mağaranın giriş ve çıkış olmak üzere iki güzergâhı vardır ve
Mağaranın asli yolunun kıble tarafında olması burasının arkasına düşen
mağara giriş yolunun daha sonraları yapılmış olması ihtimali vardır. Bu
mağara birkaç kişinin oturabileceği ve en azından iki ila üç kişinin oturarak
namaz kılabileceği büyüklüktedir. Sevr Mağarası’nın yakınında taş altında ters
çevrilmiş kâse şeklinde küçük bir mağara daha bulunur. Üçüncü asırda Fâkihî
mağaranın bulunduğu yeri Sevr Mescidi unvanında hatırlatır.251
RESİM 71-72
S.192.
250
251
Tevbe, 40.
-Ahbâr-i Mekke, Faki, c.5, s.35.
109
Mualla Mezarlığı
Mualla, Ma’lât veya Hacûn Mezarlığı -yukarı mahalle ve Mesfele’nin
karşısı- veya İranlılar arasında Ebu Talib Mezarlığı olarak meşhur olmuştur;
güya geçmişte burasının Ebu Talib Mahallesi’yle tatbikindeki hatadan dolayı
veya Ebu Talib’in kabrinin burada olduğunun söylenmesi hasebiyle böyle
bilinir. Bu mezarlık çok eski olup Allah Resulü’nün (s.a.a) seçkin dedelerini,
pek çok sahabeyi, âlimleri ve tabiini kucaklaması sebebiyle Bakî
Mezarlığı’ndan sonra Müslümanların dikkate alıp itina gösterdiği yerdir ve
Kâbe ziyaretçilerinin genel ziyaretgâhı hesap edilir. Allah Resulü’nden (s.a.a)
buradaki kabirler için şöyle buyurduğu nakledilir: “Ne kadar güzel bir yerdir
ve bu yerin kabirleri ne kadar güzeldir.”252 Bu kabristan çok büyüktü ve
tarih boyunca o tarafa bu tarafa intikal etmiştir.
HARİTA S. 193
Bu kabristanın bir bölümünü “Şi’b-i Ebi Düb” oluşturur. Allah Resulü’nün
(s.a.a) annesi Âmine’nin kabrinin burada olduğunu ve Allah Resulü’nün
(s.a.a) annesini ziyaret etmek için buraya geldiğini söylemişlerdir.253
Hacûn’daki bu kabrin üzerine Mısır valisi Abbas Paşa tarafından özel parça
örtülmüş ve gümüş işlemeli bir parça da İsmail Paşa zamanında kabrin üzerine
örtülmüştür. Elbette başka bir görüşe göre Hz. Âmine’nin kabri “Ebvâ”dadır
(Mekke ile Medine arasında ve Medeine’ye 23 mil uzaklıkta tali yerlerden
birisi).
Ezrâkî’nin dediğine göre Mekke halkı ölülerini İbrahim Vadisi’nin sağına ve
soluna defnediyordu ve bu, hem cahiliye döneminde hem de Sadr-ı İslam’da
böyleydi. Ancak Peygamber’in (s.a.a) Mualla Mezarlığına ve buradaki
kabirlerin ne kadar güzel kabir olduğuna işaret etmesinden sonra zamanla bu
vadinin sol tarafı Mekke halkı ölülerine has kılındı.254 Son yüzyılda Hz.
Hatice’nin (s.a) kabrinin de bulunduğu bu Şi’b, Mualla Kabristanı’nın en
kutsal yeri olarak tanınır. Şahsın birisi rüyasında Hz. Hatice’nin (s.a) kabrini,
Fuzeyl b. İyaz’ın kabri yakınında olduğunu görür ve bu olaydan sonra Hz.
Hatice (s.a) için buraya bir kabir yapılır.255 Elbette Hz. Hatice’nin (s.a)
Hacûn’da defnedildiği nakledilmiştir.256 Mualla Kabristan’ında kadın ya da
erkek hiçbir sahabenin belirgin olarak tanınmadığını eklememiz gerekiyor.
Bu kabristan son asırda “Ben-i Haşim Kabristanı” olarak tanınır. Kabristanın
girişi üzerine asılmış taş, söz konusu bu kabristanın Hicri Kameri 1383 yılında
yeniden yapıldığını gösterir. Hali hazırda Hacûn Dağı’nın kaldırılmasıyla
kabristanın bu tarafa doğru sınırlarının genişletilmesine çalışılmaktadır.
Hicri Şemsi 1388 yılında bu kabristanın içine girdik ve ziyaret ettik; dağın
bir bölümü kaldırılmıştı ve kabristanın içine giden yollar boyanarak
-Şifau’l-Gerâm, c.1, s.533; İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.147.
-İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.148.
254
-Tarih-i Mekke, Ezrâkî, c.2, s.211.
255
-İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.149.
256
-Tarihi’l-Hamîs, c.1, s.301.
252
253
110
mezarlığın çeşitli bölümleri arasına duvarlar çekilmiş ve çok nefis bir
görünüme kavuşmuştu. Geçmişte kabristana girmek yasaktı, ancak hali
hazırda kabristanın eski bölümüyle alakalı pencerelerin arkasından erkeklerin
girebileceği bir yer vardır.
Cahiliye ve İslam döneminde Mekke halkı ve özellikle İbrahim Vadisi
sakinlerinin ölülerini defnettikleri bu kabristanda çok sayıda büyük şahsiyetler
defnedilmiştir:
Abdülmuttalib
Hacun Kabristanı’na defnedilen çok önemli şahsiyetlerden birisinin
Peygamber’in (s.a.a) dedesi Abdülmuttalib olduğu söylenebilir. Abdülmuttalib
Mekke şehrinin son derece şahsiyet sahibi fertlerindendi ve Araplar arasında
pek çok nüfuzu vardı. Abdülmuttalib, iki sene Allah Resulü’nün (s.a.a)
bakımını üstlendi. Büyük bir ihtimalle hatta yakinen Arapların onun sünnetine
tabi olduğu ve İslam’ın da bazılarını teyit ettiği amellerinin bir kısmı
İbrahim’in (a.s) sünnetinden ve Haniflerin mektebinden alınmıştır.
Abdülmuttalib’in, İbrahim’in (a.s) dininin ihya edicilerinden birisi olarak
bilinmesi gerekir.
Ebu Talib
Belirleyici çehrelerden birisi de Abdülmuttalib’in oğlu ve Peygamber’in
(s.a.a) amcası Ebu Talib’tir. Ebu Talib takiye perdesi altında, müşriklerin
baskıları karşısında Allah Resulü’nü (s.a.a) övülmeye değer himayesiyle
kendini ortaya koymuştur. Ebu Talib, Kureyş’in tehditleri karşısında Allah
Resulü’nü (s.a.a) onlara teslim etmemiş ve her alanda Allah Resülü’nü (s.a.a)
koruyacağını açıklamıştır. Ebu Talib’ten geride kalan pek çok şiir, onun derin
imanını göstermesi yanında edebi çehresini de ortaya koymaktadır. Onun
şiirleri, üçüncü asırda bir araya getirilen divanın zımninde hali hazırda bir
kitap şeklinde basılmıştır. Tarihin dakik belgeleri esasına göre Ebu Talib,
Mekke’nin çetin ve boğucu yıllarında Peygamber’in (s.a.a) en büyük
yardımcılarındandı. Ebu Talib, bi’setin ilk başlarında oğulları Cafer (a.s) ve
Ali’yi (a.s) Allah Resulü’nün (s.a.a) hizmetine gönderdi ve kendisi de hayatta
olduğu bi’setin onuncu yılına kadar Peygamber’i (s.a.a) korumaktan hiçbir
şekilde geride kalmamıştır.
Hatice (s.a)
Ebu Talib Kabristanı’nın da defnedilen diğer seçkin şahsiyetlerden birisi de
Hz. Hatice’dir (s.a). Hz. Hatice (s.a) fedakâr ve Allah Resulü’ne (s.a.a) ilk
iman eden kadındı. Hz. Hatice (s.a) tüm varlığını İslam’ın öne çıkması için
vakfetti ve Kureyşlilerin Allah Resulü’ne (s.a.a) baskıları karşısında, evinde
Peygamber’in (s.a.a) en iyi samimi yardımcısı sayılıyordu. Allah Resulü
(s.a.a) sürekli onu iyilikle yâd ediyordu; hatta Peygamber’in (s.a.a) bazı
eşlerinin kıskanmalarına rağmen o, Hatice’yi (s.a) övmekten el çekmiyordu.
Tarihi verilere göre ilk defa 950 yılında Mısır Defterdarı Muhammed b.
Süleyman, Hz. Hatice’nin (s.a) kabri üzerine Şümeysî taşından bir kubbe
yaptırmış, kabir üzerine kıymetli kumaşla örtülü sandık koymuş ve burasının
111
bakımı için ücretli bir hizmetçi tutmuştur.257 Bu kabir Hicri Kameri 1242
yılında bir kez daha tamir edilmiş ve on üçüncü asrın ortalarında İfâdetu’lEnâm kitabının telifine kadar baki kalmıştır. Bu kitabın yazarı Abdullah
Ğâzî’nin ifadesine göre Hz. Hatice’nin (s.a) kabri üzerinde yeşil renkli bir
kumaş vardı ve bu kumaşı bin iki yüz altmış yılına az kala Abbas Paşa’nın
annesi göndermişti.258
Her halükarda son zamanlara kadar varlığını koruyan Hz. Hatice’nin (s.a)
kabri üstündeki bu anıtı Vahabiler kaldırdılar. Aynı şekilde Vahabilerin
nüfuzlarından sonra da bazı kabirlerin üzerindeki sandık ve mezar taşları
kaldırıldı.259 Hz Hatice’nin (s.a) kabri yanında, Mekke’de saygın birisi olarak
bilinen Abdülmuttalib b. Ğâlib’in (vefat 1300) mezarı vardır.260
Peygamber’in (s.a.a) dedelerine mensup olan kabirlerin üzerinde kabir
sandığı vardı, ne var ki tarihi açıdan bunların kabirlerinin nerede olduğuna dair
tereddütler söz konusudur - her ne kadar Peygamber’in (s.a.a) dedelerinin
çoğu Hacûn’da defnedilmiştir- zira onuncu asır öncesine kadar Mekke tarih
yazarları bu büyük şahsiyetlerin mezarlarının Hacûn’da olduğuna dair bir şey
söylememişlerdir.261 Ancak bildiğimiz kadarıyla Hacûn’da defnedilmişlerdir
ve doğal olarak mezarlarının orada ziyaret edilmesi gerekir.
Şia Âlimleri
Mekke’de ölen ya da şehit edilen Şia âlimlerinin çoğu da bu kabristanda
defnedilmiştir. Bunlardan birisi Hicri Kameri 1039 yılında Kâbe’yi
yenileyenler arasında yer alan Zeynelâbidin Kaşanî’dir. Bu yılda Kâbe selden
dolayı yıkılmış ve bu seyit âlim başkalarının da yardımıyla Kâbe’yi
yenilemiştir.262
Şia Ve Sünni Büyükleri
Her halükarda Mualla Kabristanı, Şia ve Sünni Müslümanlarının ilgi ve
alaka duydukları ziyaret yeridir. Meşhur lügat âlimi Firuzâbadî “Esaretü’lHucûn li Ziyareti’l-Hacûn” isimli risalesinde, Mualla Kabristanı’nın ve burada
defnedilen kimselerin tarihçelerini konu etmiştir. Muhyî Lârî, “Futuhu’lHaremeyn” isimli uzunca bir kasidesinde bazı zahit ve sufi şahsiyetlerin bu
kabristanda olduğunu hatırlatır. Şeyh Ali Kirmânî, Hâce Fuzeyl İyaz ve Şeyh
İsmail Şirvânî bu şahsiyetler arasında yer alır. Lârî, Abdullah b. Zübeyr’in
-el-İ’lam bi’l-A’lâm-i Beytullahi’l-Harâm, Nehirvâli, c.443; İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.150.
İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.151.
259
-Vahabilerin geride kalan eserleri yıkmaları hakkında bakınız: Mikât-ı Hac, Fi Menzili’l-Vahy,
Muhammed Hasaneyn Heykel, sayı: 9 s.222. Ebu Talib Kabristanı için bakınız: Mikât-ı Hac,
Cennetü’l-Mualla, Seyit Gazi Asker, sayı: 4 s.165-174.
260
-İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.151.
261
-1010 yılında Mekke eşrafından Hasan b. Ebi Nümey Mekke’de öldü ve Mekke eşrafından olan
oğlu Ebu Talib, babasının kabri üstüne -Hz. Hatice’nin (s.a) kabri yakınına defnedilmişti- kabir anıtı
yaptı. Hasan b. Ebi Nümey’in iki oğlunda birisi Abdülmuttalib bu yılda ve diğer oğlu Ebu Talid 1012
yılında öldü ve her ikisi de babasının yanına defnedildi. (Bkz: Menâihi’l-Kerem,, c.3, s.507-523. )
Bazıları son yıllarda Hacûn Mezarlığı’nda defnedilmiş olan Allah Resulü’nün (s.a.a) dedesi ve amcası
Abdülmuttalib ve Ebu Talib’in söz konusu bu iki kişinin olması ihtimalini vermişlerdir. Her halükarda
Ebu Talib ve Abdülmuttalib’in Hacûn Mezarlığında defnedildiğinde şüphe yoktur.
262
-Daha önce bu şahıs hakkında açıklama yapıldı.
257
258
112
kabrine de değinmiştir. Haccac, Abdullah b. Zübeyr’i 73 h.k. yılında bu kabrin
kenarında daracına astı. Lârî’nin “Futuhu’l-Haremeyn” de söylediğine göre
Abdullah b. Ömer’in kabri de bu kabristanın etrafındadır. Mekke tarihinin
meşhur yazarı Fâkihî’nin nakli esasınca Ömer’in oğlu Harmâniyye Bağı’nda şimdilerde Mekke Belediyesinin olduğu yer- defnedilmiştir ve hali hazırda
burası kimse tarafından bilinmez.263 Mekke’de ölen Abbasi halifesi Mansur da
bu kabristanda defnedilmiştir. Abdullah Ğâzî, Mualla Mezarlığı’nda
defnedilen tabiinden bazılarının ismini getirmiştir.264
Bazen yanlış yere -elbette İranlılar arasında- bu kabristan Şi’b-i Ebi Talib
unvanıyla anılır. Daha önce söylediğimiz gibi Şi’b-i Ebi Talib’in asli yeri Şi’bi Ali olarak bilinen yerdedir ve burası Mes’a’nın dışındaki açık alandan Sûk
el-Leyl’le kadar uzanan -dağın yukarılarında Mes’a’nın karşısındaki evleraçık bir alandır. Başka bir ifadeyle Ebu Kubeys Dağı kenarındaki tünelin
yanındaki dağdan –büyük otobüs durağını merkezi nokta olarak göz önünde
bulunuduracak olursak.” Mektebet-i Mekketi’l-Mükerreme”e ve Duvreti’lMiyah binasına kadar olan kısım, Ebu Talib Mahallesi olarak isimlendirilir.
Burasının yanında Handeme Dağı’nın kanarında Sûk el-Gazze ve Âmir
Mahallesi yer alır.
Mekke’nin ikinci kabristanı Şubeyke Mezarlığı’dır. Burası Mekke’nin
aşağısındaydı ve Kureyş Kabilelerinden (bunlar Ahlâf denilir) Abdudar
Oğulları, Mahzum Oğulları, Sehm Oğulları ve Cumeh Oğulları, kendi ölülerini
buraya defnediyorlardı. Bunun yanında Kureyş’in diğer kabileleri (bunlara
Mutayyibin denilir) Abdumenaf Oğulları, Esed b. Abduluzza Oğulları, Zühre
Oğulları ve Teym Oğulları kendi ölülerini Ma’lât Mezarlığı’na
defnediyorlardı.
Fahh Şehitlerinin Kabri
Hüseyin b. Ali b. Hasan b. Hasan b. Ali b. Ebi Talib Hicri Kameri 169
yılında Abbasilerin aleyhine (169-170) Mekke şehrinin Fah bölgesinde kıyam
etti. O, kıyamını Medine’de başlattı ve bu şehre hâkim olduktan sonra oradan
hac zamanına yakın üç yüz Şia ve yaranlarıyla birlikte Mekke’ye hareket etti.
O, Fah bölgesinde Abbasilerle karşı karşıya geldi ve yapılan savaşta şehit
oldu. Yanındakiler ve Hasanî seyitlerinin bir kısmı da şehit düştü.
Sayılı Hasanî Alevileri ve Şehit Fah, Şia İmamlarının (a.s) şehadetlerini teyit
ettiği şehitlerdi. Nakledilen rivayetlerin zımnında onun şehadet haberi
Peygamber’in (s.a.a) dilinden de nakledilmiştir. Bu rivayetlerin bazıları
şunlardan ibarettir:
Ebu’l-Ferec İsfehânî, İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğunu nakleder: “Allah
Resulü (s.a.a) Fah’tan geçerken durdu, bir rekât namaz kıldı ve ikinci
rekâtı kıldığında ağladı. Ashapta onunla birlikte ağladılar. Niçin ağladığını
sorduklarında şöyle buyurdular: Cebrail bana şu haberi verdi: “Ey
263
264
-Ahbâr-i Mekke, c.3, s.89-90.
-İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.163-170
113
Muhammed! Senin evlatlarından birisi burada öldürülecek; onun
yanındaki şehitlere, iki şehit ecri vardır.”265
Ebu’l-Ferec İsfehânî’nin naklettiği diğer bir rivayette Allah Resulü (s.a.a) Fah
bölgesine ulaştığında ashabıyla birlikte cenaze namazı kıldı ve şöyle buyurdu:
“Burada Ehlibeytim’den bir şahıs yanındaki toplulukla birlikte şehadete
ulaşacaklar. Onların kefeni ve kâfuru cennetten gönderilecek ve onların
ruhları bedenlerinden daha çabuk cennete koşacaktır.”266Aynı şekilde
nakledildiğine göre İmam Sadık (a.s) Mekke seferinde sahabelerinden birine
şöyle buyurdu: “Fah’a geldiğimizde beni uyarın.” Oraya yetiştiğinde İmam
(a.s) bineğinden indi, namaz kıldı ve sonra tekrar bindi. Bu sahabe bunun
sebebini sorduğunda İmam (a.s) daha önce Peygamber’den (s.a.a) rivayet
edilen hadisi ona nakletti.267
Şehitlerin başını Abbasi halifesi Hadi’nin yanına getirdikleri zaman Musa b.
Cafer (a.s) ve Alevilerin bir kısmı da ordaydı. İmam Musa (a.s) Şehit Fah
hakkında şöyle buyurdu: “Onlar iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran
bir kavimdi.”268
Hali hazırda bu kabir Şuheda Caddesi’ndedir ve bu bölgenin tamamını
şuheda bölgesi olarak tanırlar ve bu isim tam olarak Şehit Fah’ın şehadeti
hatırına verilmiştir. Şuheda-Tenim Caddesi’nin kesişim noktası yakınında
Şuheda Caddesi’nin tali caddelerinden birisi bu kabre doğru gider. Bu kabir,
bir dağın aşağısında yer alır ve şimdi burasının bir tarafı kabir ve diğer tarafı
da Futbol Meydanı’dır. Bu kabir tabiri caizse el-Bûkerî Mescidi’nin
arkasındadır.
Zikredilen bu kabir, yoldan dolayı üçe ayrılmış ve buradaki küçük üçgen
yok olmaya yüz tutmuş; buranın bir bölümü cadde seviyesinden birkaç metre
yukarısındadır. Bu bölümün etrafı 1380/2001 yılında dört duvarla çevrelenmiş
ve belediye tarafından Abdullah b. Ömer’in kabri tabelasını taşıyan bir kabir
yapılmıştır (1388 yılında da bu tabela yerindeydi). Fâkihî’nin yazdığına göre
Abdullah b. Ömer’in kabri Muhassab bölgesindedir (Şimdiki Mekke
Belediyesinin olduğu yer). Gerçekte burasının hangi hedefle bu isimle anıldığı
belli değildir. İleride bu konuda açıklama yapılacaktır. Ancak gerçek şudur ki,
burası eskiden beri Ömer b. Abdullah’ın kabri olarak meşhurdur ve Selim
Han, kendi Hac seyahatnamesi’nde Fah Dağı’nın aşağısında Ömer b.
Abdullah’ın kabrini ziyaret ettiğini söylemiştir.
Tüm bunlara rağmen altıncı asırda Abdullah b. Zübeyr’in Fah’ta
defnedildiğine dair bilgiler vardır.269 Abdullah b. Zübeyr’in başka yerde
defnedildiğini de söylemişlerdir, ancak genel anlamda bu bilgilerin hiçbirisi
kesinlik arz etmiyor.270
265
-Makâtilu't-Tâlibîn, s.367.
-a.g.e., s.366.
267
-a.g.e.
268
-Makâtilu't-Tâlibîn, s.380.
269
-Mecmau’t-Tavârih ve’l Kısâs, s.347.
270
-İfâdetu’l-Enâm, c.2, s.150-151.
266
114
Fah Mezarlığı’nın geride kalan asli bölümü, dağın yakınında eski dört duvarla
çevrelenmiş olan kısmıdır ve kapısı da kapatılmıştır. Bu dört duvar arasında
dağın tepesinden görülebilen yarım harabe şeklinde bir kabir daha vardır.
Verilere göre burasının Şehit Fah Hüseyin b. Ali’nin kabri olması gerekir ki,
mezhebi sebeplerden ötürü burasını kapatmışlardır.
RESİM 75
S.201
Muhassab
Mescidü’l-Haram’dan Mina’ya giden yolda; (Mescidü’l-Haram yolu) Hacûn
Köprüsü’nden şimdiki Mekke Belediyesinin olduğu yere kadar -yani
Emanetü’l-Asımeti’l-Mukaddese- olan bölge Muhassab bölgesidir. Başka bir
ifadeyle Meâbide Meydanı’ndan Hacûn Köprüsü’ne kadar uzanan; yani Allah
Resulü’nün (s.a.a) Müslümanlarla birlikte Mina’dan dönerken durdukları
yerdir. Bu bölgenin sınırları hakkında çeşitli görüşler olmasına rağmen271 yine
de yukarıdaki bilgi nispeten dakiktir.
Kureyşliler zamanında bu bölgede Allah Resulü’nün (s.a.a) aleyhine
anlaşma imzalanması sebebiyle Allah Resullü (s.a.a) burada durmuş ve şöyle
buyurmuştu: “Biz İnşallah Mekke’ye girdikten sonra özellikle Kureyşin
bize muhalefet ettiği yer olan Hiyf-i Ben-i Kenâne’nin (Muhassab) olduğu
yerde duracağız.”272
Daha önce söylediğimiz gibi burada İcabe Mescidi vardır. Başka bir
mescidde vardır, ancak Allah Resulü’nün (s.a.a) burada namaz kıldığına işaret
edilmemiştir ve hali hazırda bu mescidde bulunan yazıt 1362 yılında Melik
Abdülaziz döneminde burasının yenilendiğini gösterir. Bu mescid Rey-i
Zâhîr’in karşısına bakan caddede ve Kasru’s-Sakâf’ın yanında yer alır. Tarihi
verilere göre Abbasi halifesi Ebu Cafer Mansur Mekke’de öldükten sonra
burada ona namaz kılınmıştır.273 Mansur, Ma’lât Mezarlığı’nda ya da Hacûn
Kabristanı’nda defnedilmiş ve henüz kabri de bellidir. Hayy-i Cumeyyeze’nin
sonunda ve Mualla Mezarlığı’nın arkasında ve hali hazırda mezarlığı girişinin
başlarında Caferiye Mahallesi’ne bir yol vardır ve burasına Ebu Cafer Mansur
Mahallesi denilir. Çok tecrübeli ziyaretçilerden birisi otuz yıl önce burada
İmam Cafer Sadık’ın (a.s) Evi isminde bir evin olduğunu ve bir grup
ziyaretçilerle birlikte buraya gittiğini söylemiştir. Bir gün söz konusu bu
şahsın eşliğinde oraya gittik, ancak oranın adresini bulması mümkün değildi.
Mal’at ve Mesfele’nin sınırları hakkında Fâkihî ve Ezrâkî açıklamada
bulunmuşlardır. Mal’ât sınırı Cafer b. Muhammed’in Evi’nden başlamış
sonrası için hiçbir açıklama gelmeksizin zikredilmiştir.274 Bu evin (bazılarının
271
-Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.4, s.72-73.
-Ahbâr-i Mekke, Ezrâkî, c.2, s.162.
273
-Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.4, s.75.
274
-Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.4, s.130; Ahbâr-i Mekke, Ezrâkî, c.2, s.93 ve 266.
272
115
zannettiği gibi) İmam Sadık’ın (a.s) evi değil, Mekke Emiri Cafer b.
Muhammed b. Süleyman’ın evi olma ihtimali vardır veya Ebu Cafer Mansur’a
ait olması da mümkündür.
Hali hazırda Rey-i Zâhîr’in başlangıcı veya Harmân Bağı’nın olduğu yerde
Emanetü’l-Asıme yer alır ve burasının bir bölümü kabristandı. Fâkihî’ye göre,
Abdullah b. Ömer burada defnedilmiştir.275 Dolayısıyla Abdullah’ın Fah
Şehitleri Kabri’nde veya Ebu Talib Kabristanı’nda defnedildiğine dair sözün
doğru olmadığı anlaşılıyor. Hâlbuki son zamanlarda Fah Şehitleri Kabri
kenarında Abdullah b. Ömer’in kabrinin tablosu asılmıştır.
Ebu Leheb’in Kabri
Ebu Leheb, Peygamber’in (s.a.a) amcası olmasıyla birlikte onun en azılı
düşmanıydı ve Peygamber’in (s.a.a) varlığını Ben-i Haşim Taifesi’nin zaaf
sebeplerinden ve Ben-i Haşim’in diğer kabileleriyle düşmanlık etkenlerinden
biliyordu. Bu sebeple Allah Resulü’nün (s.a.a) tüm faaliyetlerinin önünü
almaya çalışıyordu. Bu düşmanlıktan ötürü Allah Teâlâ Peygamber’in (s.a.a)
onca düşmanları arasından sadece Ebu Leheb’in ismini anmış ve nazil ettiği
bir sürede onu ve eşini yerden yere vurmuştur. Kureyş ordusu Bedir Savaşı
için Mekke dışına çıktığı zaman Ebu Leheb bu şehirde öldü ve bir çukura
defnettiler. Ebu Leheb’in Mekke’nin aşağı bölümde çukura gömüldüğü yer
Seniyye güzergahı “Es-Seniyyetü’l-Bezya” ismiyle anılması ilginç bir
noktadır. İbni Batuta sekizinci asırda burasını görmüş ve burada taş bir
tepeciğin olduğunu ve buradan gelip geçenlerin burasını taşladığını
bildirmiştir.276 Yine İbni Batuta burasının Ebu Leheb’in defnedildiği yer
olarak meşhur olduğunu ve halkın, onun Allah Resulü’nün (s.a.a) düşmanı
olduğunu bildikleri için burasını taşladıklarını yazmıştır.
Ben-i Sa’d Kabilesinde Allah Resulü’nün (s.a.a) Yaşadığı Mahalle
Çok az teveccüh edilen noktalardan birisi de Halime’nin mensup olduğu
Ben-i Sa’d Kabilesi’nin yeridir. Allah Resulü (s.a.a) çocukluk dönemini
burada geçirmiştir. Allah Resulü’nün (s.a.a) bu dönemiyle alakalı film
yapımının incelenmesi için Taif’e giden yakın arkadaşlarımdan Mecid Mecidî
ve Haydariyân Beyler bu bölgeyi görmeye gitmişler ve bölgenin fotoğraflarını
çekmişlerdi. Onlar şöyle diyorlardı: “Bizim için Allah Resulü’nün (s.a.a)
çocukluk dönemini geçirdiği bu kabilenin yerini bulmak çok ilginçti. Murtaza
Bakırî isminde bir şahsın aracılığıyla bilgi edindik ve bazı arkadaşların
yardımıyla Taif’e doğru gittik. Yolumuz Mekke’den Taif’e giden yeni yoldu.
Bu yol, önceki yola göre yaklaşık yetmiş kilometre dada yakındı. Taif, serin
ve bağlarla dolu yemyeşil bir yerdir. Taif’e ulaştıktan sonra Taif’ten Ben-i
Sa’d bölgesine asfalt yoldan otuz kilometre yürüyerek Ben-i Sa’d’a geldik.
Burada bir şehir ve birkaç kasaba vardı. Buradan geçerek dağ tarafından
275
276
-Ahbâr-i Mekke, Fâkihî, c.3, s.89-90.
-Rıhlet-i İbni Batuta, s.143.
116
caddenin solundan gittik ve küçük köyleri gördük. Yol, inişli çıkışlı ve son
derece zorluydu. Epeyce sorup soruşturmanın ardından gelmek istediğimiz
yere ulaştık. Burası yüksek tepelerin eteklerinde ve geniş derelerin olduğu
bağcılık ve ziraat yapılan bir yerdi. Bu kabilenin el vurulmayan evleri yerli
yerindeydi. Çok serin hatta güneş altında bile albenisi olan bir havası vardı.
Şimdilerde de Ben-i Sa’d kabilesinin burada yaşadığını söylediler. Bölge halkı
güzel ahlaklı ve misafirperverdi. Birkaç saatimizi burada geçirdik. Bir taş
üstünde “Halime-i Sa’diye’nin Evi” yazıyordu.
RESİM 76-77-78
S.204
İKİNCİ BÖLÜM
MEDİNEY-İ MÜNEVVERE
Yesrib ve İslam
Mescid-i Nebevi (s.a.a)
Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) İçinin Bölümleri
Medine’nin Güneyindeki Mescidler (Kubâ) ve Mübarek Mekânlar
Medine’nin Doğusundaki Mescidler ve Mübarek Mekânlar
Medine’nin Batısındaki Mescidler ve Mekânlar
Bakî ve Bakî’nin Tarihi Eserleri
Uhud Gazvesi’nin Konumu ve Ondan Geride Kalan Tarihi Eserler
YESRİB VE İSLAM
Yesrib’in Tanınmasına Dair Giriş
117
Yesrib, Yesrib bölgesine ait belli bölgenin adı olup zamanla bölgenin
tamamı için söylenmiş ve bu bölge Ümmü’l-Kurâ ismiyle tanınmıştır. Allah
Resulü (s.a.a) bu şehre girdikten sonra Yesrib’e “Medinetü’n-Nebi” ve kısaca
“Medine” denilmiştir.277 Günümüzde Tariku’l-Hicre’den (Hicret yolu)
Medine, Mekke’ye yaklaşık 450 kilometrelik mesafede; 39 derece ve 36
dakika doğu ve bir saniye boylam çizgisinde ve 24 derece 28 dakika ve beş
saniye enlem çizgisinde yer alır. Bu şehrin deniz yükseltisi 597’den 639 metre
arasındadır.278 Hicri Kameri 1415 yılı nüfus sayımına göre bu şehrin nüfusu
yaklaşık 661 bindi. Günümüzde “Wikipedia”nın “Medine-i Münevvere”nin
girişinde yer aldığı bilgi esasınca Medine’nin nüfusu 130000 dür.
Yesrib veya eski Medine’nin kuzeyinde Kunât ve Cürf Vadileri ve
güneyinde Kubâ yer alır. Yesrib’in doğu ve batı yönünde “Harre”279 denilen
püskürük kayaçların oluşturduğu iki lav ovası vardır ve Yesrib’in doğusundaki
lav ovasına “Harre-i Vâkim” ve batısındaki lav ovasına da “Harre-i Vebre”
denilir.
Yesrib’in güneyinde “Harre-i Şevrân” olarak da isimlendirilen “Güney
Harresi” yer almıştır. Yesrib’in güneyindeki söz konusu püskürük kayaçları
Yesrib’i kuzeyinden batısına kadar kaplamış ve bu iki tarafı birbirine
bağlamıştır. Harre genel anlamda çok sağlam olarak yeryüzünü kaplayan ve
inişli çıkışlı tepelerin olduğu, ancak dağ şeklinde olmayan yere püskürük siyah
kayalara denilir. Medine’nin çok daha uzağında başka Harre’ler de vardır.
Şehrin kuzey kısmında, kuzey batıdaki Uhud Dağı ile batıdaki Sel’ Dağı sınır
boşluğunda takriben açık bir alan vardır ve çiftçiliğin yapıldığı asıl yer
burasıydı ve burada hurma bahçeleri vardı; hala da vardır.
Uhud Dağı’nın arkasında “Sevr Dağı” (Doğal olarak Mekke’deki Sevr Dağı
değildir) olarak isimlendirilen dairemsi kırmızı küçük bir dağ vardır. Bu dağ,
kuzeyde; tam olarak Medine’nin kuzey sınırındadır. Kûba’nın bu tarafında boy
gösteren “Îr” Dağı da Medine’nin güney sınır bölgesindedir. Hadiste güney ve
kuzeyde Îr ve Sevr Dağları arasındaki mesafenin Medine’nin “Harem”
sınırının belirlediği gelmiştir. Bu dağların her biri Mescid-i Nebevi’ye kadar
sekiz kilometredir. Harem’in doğu ve batı sınırı, Harre’nin doğu ve batı sınırı
gibidir.
İslam’dan Önce Medine Halkı
İslam’dan önce iki Arap ve Yahudi grubu Yesrib’te yaşıyordu. Başka bir
ifadeyle bu gruplar Doğu Harre, Batı Harre, Kubâ ve Uhud arasındaydılar.
Yahudi kabileleri Ben-i Kaynuka, Ben-i Nadîr ve Ben-i Kurayza’dan ibaretti
ve bunlar genellikle Avâlî bölgesinde -günümüzde Avâlî Caddesi veya Ali b.
-Berâ b. Âzib’in Allah Resulü’nden (s.a.a) naklettiği bir rivayette Allah Resullü (s.a.a) şöyle
buyurmuştur: “Kim Medine’ye Yesrib derse Allah’a tövbe etsin. O, Tâbe’dir, o Tâbe’dir.” Bkz:
Fezâili’l-Medineti’l Münevvere, Halil İbrahim, c.1, s.162-164. Bu şehrin diğer bir isminin Tâbe ve
Taybe olduğunu söylememiz gerekir. İbni Neccâr, ed-Durretü’s-Semîne kitabında Allah Resulü’nün
(s.a.a) şu rivayetini zikretmiştir: “Şüphesiz Allah Teâlâ Medine’yi Tâbe olarak isimlendirmiştir.”
278
-el-Kâbetü’l-Muazzama, s.232.
279
-Kızgın lav taşlarına benzeyen püskürük kayaçlardan oluşan bölge.
277
118
Ebi Talib (a.s) Mahallesiyle isimlendirilir- güney ve güney doğu’da
yaşıyorlardı.280 İbni Neccâr, Yesrib’de İslam’dan önce üç yüz Yahudi
sanatkârının yaşadığı Zühre bölgesinden bahsetmiştir.281
Harre’nin doğu hattı uzantısında Medine içerisinde iki Yahudi grubu ve
Evs’ten de üç grup vardı; önce güneyden kuzeye Ben-i Nadîr, Ben-i Kurayza
ve ondan sonra Evs’lilerden sırasıyla, Ben-i Zafer, Ben-i Abdu’l-Eşhel ve
Ben-i Zaûr kabileleri Uhud başlarında yer alan bölgede yaşıyorlardı.282
İslam’dan önce Harre’nin doğusundan Kubâ’ya kadar bölgenin asli bölümü
Yahudi kabilesi Ben-i Kurayza’nın elindeydi. Günümüzde gerçekte Mescid-i
Kurayza isminde Mescid-i Fazîh olarak meşhur olan bir mescid vardır (en
azından altı yıldır bu mescidin büyük bir bölümü bilinçli olarak yıkılmış ve
yeri düz bir alan şekline gelmiştir) bilindiği üzere onların yaşadığı yer
Kubâ’dan Harre’nin doğusu arasındaydı. Ben-i Kurayza cemiyeti ve onların
bölgesi genişti öyle ki, Harre-i Vâkim veya Doğu Harre Harre-i Ben-i Kurayza
olarak isimlendiriyorlardı.283 Elbette bu, Yahudilerin Medine’nin başka
yerlerinde yaşamadığı anlamında değildir. Onlar Medine’nin batısında Zubab
ve Feth arasında “Huseyke” denilen bir bölge de yaşıyorlardı.284 İbni Neccâr
şöyle yazar:
“Ben-i Kurayza ve bunların kardeşleri Ben-i Hadel Medine-i Âliye’de
Müzeyneb (Müzeynîb) Vadisi’nde ve Mehzûr’da ikamet ediyorlardı ve
Ben-i Nadîr de Müzeyneb’in kenarındaydı. Bunlar bu bölgede su kuyusu
kazmışlar, ağaç ekmişler, evler yapmışlar ve küçük kaleler veya Utum
yapmışlardı. Medine Yahudilerinin toplam 59 Utum’u vardı.”285 Utum,
Medine’de kale görevini yapmaktaydı ve Yesrib ahalisi bunlardan korunma
amaçlı yararlanıyorlardı.
Arap Yarımadası’nın güneyinde yaşayan Evs ve Hazrec kabileleri İslam’dan
yüz elli yıl önce Medine’ye gelmişlerdi. Bu sebeple Kureyş’in Adnani
kabilesinin aksine Evs ve Hazrec kabilelerini Kahtanilerden hesap etmek
gerekir. Yahudiler onlardan önce Medine’ye gelmiş ve Medine-i Âliye’nin
güzel yerlerini ele almışlardı. Güneyli bu Arap grubu, Yemen’de Arim
selinden sonra kuzeye yönelmiş ve burasını ikamet yeri edinmişlerdi. Sayıca
daha çok olan gruplar zamanla Yahudileri tasallutları altına almışlardı.
Evs kabilesinin üç katı olan Hazrec kabilesi merkezi bölgelerde ve ondan
önce Batı Harre’de yaşıyorlardı. Saltanat Caddesi -şimdilerde Osmanlı
Caddesidir- yakınından Kıbleteyn Mescidi ve yedi mescide kadar olan bölge
bunların yerleşim merkeziydi. Bölge güney tarafından Kubâ’nın batı yakınına
yani Bathân bölgesine kadar devam ediyordu. Başka bir ifadeyle Batı Harre,
-Âliye veya Avâlî, Kubâ’ya kadar Medine’nin güney bölgesini kapsamaktadır. Tarihte geldiğine
göre Allah Resulü (s.a.a) Medine’ye geldiğinde “Medine’nin Âliye’sine yerleşti.” Âliye’den maksat
Kubâ’dır. Bkz: el-Meâlimu’l-Esîre, s.201.
281
-ed-Durretü’s-Semîne, s.67.
282
-Âsâr-ı Medineti’l-Münevvere, Abdülkuddüs el-Ensârî, s.210
283
-Meâlimi’l-Medineti’l-Münevvere, 210.
284
-Mucemu'l-Buldan, c.2, s.261.
285
-ed-Durretü’s-Semîne, s.77-78.
280
119
kuzeyden güneye kadar Kıbleteyn Mescidi başlıyor ve Kubâ’nın yakınında
Rânûnâ Vadisi ve Cuma Mescidi’nin yer aldığı yere kadar devam ediyordu.
Batı Harre’nin kuzey bölgesi, çiftçiliğin yapıldığı bir yer olup burada çok
sayıda bağ vardır ve Uhut Dağı’nın eteklerine kadar uzanır. Bu yerin suyu, çok
meşhur olan Akik Vadisi’nden temin edilir. Medine’nin bazı zenginleri bu
bölgeye saraylar yapmışlardır ve bu yapılar asırlarca ayakta kalmıştır. Kaçar
dönemi seyahatname yazarları bu yerleri görmüş ve yazılarında buralarını
nitelemişlerdir.
Güney Harre’nin bir bölümü bir tür Batı Harre’nin uzantısı olup Ma’semü’lUlyâ olarak isimlendirilen bu bölüm, küçük Harreleri kapsar; bunların her biri,
bir mahallenin ismidir ve Kubâ bölgesinin özel yerlerini kapsamına alır. Bu
Harre’lerin arasında, Kubâ’yı verimli gösteren özellikle Kubâ’nın kuzeyinde
çok sayıda nefis bağ ve hurmalıklar vardır.
Yesrib Arap cemiyetinin, Yahudilerden çok önce var olduğunu söylememiz
gerekir. Böyle olmakla birlikte iki Arap kabilesi arasında anlaşmazlıkların
yaşandığı olaylar vardı ve bu anlaşmazlıklar, Yahudi kabileleri arasına da
sirayet etmişti.
İlk önceleri sadece Batı Harre ile Doğu Harre’nin arasında yer alan bir
bölümün ismi Yesrib iken daha sonra zamanla bu isim bütün bölgenin
tamamını kapsamıştır.
Medine Vadileri
Eğer Medine’deki iki coğrafi konumu bu şehrin önemli doğal özelliği olarak
bilirsek bunlardan birisi şehirdeki kuzey, batı ve doğu Harrelerinin varlığıdır.
Bir diğeri ise dağınık ve az orandaki suları belli yerlere yönlendiren vadilerdir.
Bu vadiler her noktada su ve çiftçilik ümidiyle yaşayan halkın ve kabilelerin
ihtiyaçlarını temin eder.
Medine’nin havası ve suyu Mekke’ye kıyasla daha iyidir, zira yeteri kadar
verimli toprakları ve suyu vardır, böyle olmasına karşın Medine’nin suyunun
az olduğunun söylenmesi gerekir.
HARİTA
S. 212
Bu şehrin birkaç meşhur vadisinden su akar, elbette bu sular sürekli değil,
geçicidir. Buna karşın ekim dikim ümidinin olduğu oranda su bulunur.
Medine’nin en güzel bölgesi, şehrin doğu ve batı uzantısındaki güney
tarafıdır ve burası Avâlî, Kubâ ve Usbe isimleriyle meşhur olup şehrin en
kalabalık nüfusunun yer aldığı bölgelerdir. Bu bölgede çok miktarda su
bulunur ve çeşitli mezraları günümüzde de görmek mümkündür. Bu bölümde
suyun kontrol edilmesi için doğuda “Mahzûr Vadisi”, güney doğuda
“Müzeyneb Vadisi” ve güneyde “Rânûnâ Vadisi” ve “Bathân Vadisi”nin bir
bölümü gibi vadi şebekeleri vardır ve Bathân Vadisi, kuzey batı kanalından bu
120
vadilerle birleşir. Bu sebeple Avâlî, Kubâ ve Usbe semtindeki vadi ve
kuyuların, bölge halkının burada yoğunlaşıp yaygın şekilde çiftçilikle uğraşma
etkenleri olduğunda hiç şüphe yoktur.
Bu vadilerin bir diğer etkisi de geniş alanda yer altı sularını takviye
etmeleridir; kuyu kazmakla bu sudan güzel bir şekilde yararlanılabilir. Su,
vadi, kuyu ve kaynak suyu, Medine Araplarının ve gerçekte Arap Yarımadası
halkının en önemli yaşam kavramlarından olup çeşitli bölgeler genellikle bu
unvanlarla isimlendirilmiştir.
Medine’nin en meşhur vadisi “Akik Vadisi”dir. Bu vadinin suyu bazen bazı
mevsimlerde o kadar fazla olur ki, Medine’nin batı mezralarından güneye
doğru bölümünün suyu buradan temin edilir. Bu vadi “Mübarek Vadi” olarak
da isimlendirilmiştir, zira Allah Resulü’nün (s.a.a) buraya karşı özel bir ilgi ve
alakası vardı. Rivayet edildiğine göre Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
“Bir gece Allah Teâlâ tarafından bana: ‘Bu mübarek vadide namaz kıl ve
kıyamet gününe kadar umre hac amalleri arasına girdi söyle’ emri
geldi.”286 Daha önce değindiğimiz gibi bu vadini kenarında çok sayıda saraylar
yapılmış ve bu saraylardan Said b. Âs Sarayı ve Urve b. Zübeyr Kalesi son
dönemlere kadar varlığını korumuştur.287
Anlatılanların ışığında en önemli vadiler şunlardan ibarettir: Medine’nin
kuzeyinde yani Uhud Dağı’nın güneyinde “Kanât Vadisi” Medine’nin güney
batısında, “Rânûnâ Vadisi”, Güney bölümünde “Bathân Vadisi”, günye
doğuda “Muzeyneb Vadisi, Medine’nin doğusunda “Mahzûr Vadisi” ve
kuzeyden güneye kadar uzanan Medine’nin batısında “Akik Vadisi”.
İslam’ın Yesrib’e Girmesi
Yesrib halkı Kâbe’ye saygı gösteriyor ve her yıl tavaf edip putlarına ibadet
etmek için Mekke’ye geliyorlardı. Buna ek olarak onlar Kureyşlilerle irtibat
içinde olmak için Mekke pazarlarını da hedefliyorlardı. Genel olarak
Yesriblilerin din ve imanları, Kureyşlilerin din ve imanından farklı değildi ve
bu, onların birbirleriyle aşinalıklarının söylenildiğinden çok daha uzun yıllara
dayandığını göstermektedir.
Peygamber’in (s.a.a) davetini aşikâr etmesiyle Kur’an ayetleri halk içinde
yayıldı ve Yesrib halkı, Mekke’ye gelip gitmeleri sebebiyle Kur’an ayetlerine
aşinaydılar, ancak Kureyşlilere duydukları saygıdan dolayı Allah Resulü’ne
(s.a.a) yaklaşmıyorlardı. Söylenildiğine göre onların “Mevalî-i Yahud” olarak
tanınmasına rağmen Peygamber (s.a.a) Akabe’de onların yanına gitti. Allah
Resulü (s.a.a) onlardan kendi sözünü dinlemelerini istedi. Yine söylenildiğine
göre onlar, yeni Peygamber (s.a.a) hakkında Yahudilerden işittikleri sözler
esasına göre Peygamber’e (s.a.a) özel bir ilgileri vardı ve bu ilgi ve alaka
onların İslam’a girmelerine sebep oldu.288
Yesrib halkından ilk yıl iki kişi ve on birinci yıl altı kişi Müslüman oldu.
Bunlar Allah Resulü’nün (s.a.a) yeni mesajını başkalarına ulaştırdılar ve
-el-Meâlimu’l-Esîre, s.195. Sadr-ı İslam Arapları ve daha sonraki dönemde Medine’nin batısından
kuzey ve güneye doğru uzanan bu vadiyi öven pek çok şiirler söylemişlerdir ve el-Meâlimu’l-Esîre
kitabında (199 sayfasına kadar) ayrıntılı olarak zikredilmiştir.
287
-Meâlimi’l-Medineti’l-Münevvere, c.1, s.547-548 ve 586-587.
288
-ed-Durretü’s-Semîne, s.93.
286
121
Müslüman olan on iki kişi bi’setin on ikinci yılında hac günlerinde Allah
Resulü’yle (s.a.a) görüşmeye gittiler. Ondan sonra Peygamber (s.a.a) en iyi
sahabesini yani Mus’ab b. Umeyr’i tebliğ için Yesrib’e gönderdi ve bi’setin on
üçüncü yılında Yesrib halkından yaklaşık yetmiş kişi, Allah Resulü (s.a.a) ile
biat etmek için Yesrib’ten Mekke’ye geldiler. Bunlar Allah Resulü’ne (s.a.a)
biat etmenin yanında, ondan Yesrib’e gelmesini istediler ve onu, tıpkı kendi
eşleri ve çocuklarını korudukları gibi koruyacaklarına söz verdiler.
Yesriblilerin bu daveti, Peygamber (s.a.a) ve ashabının hicretinin başlangıcı
oldu. Bu kitabın ilk bölümünde geçtiği gibi onların Allah Resulü’yle (s.a.a)
biat yerleri, Cemer-i Akabe’nin biraz aşağısında; Mekke’ye geliş yolunun
sağında içeri doğru yer alan bir mahalleydi. Şimdilerde burada Biat Mescidi
vardır. Daha önce bu mescid hakkında açıklama yapıldı.
Peygamber’in (s.a.a) Yesrib’e Girmesi Ve Stratejik Bir Nokta
Peygamber (s.a.a) miladi 622 yılının Rebiulevvel ayında Yesrib şehrine
geldi ve Peygamber’in (s.a.a) bu şehre gelmesinden sonra, bu şehrin adı
“Medinetü’n-Nebi” olarak meşhur oldu.
Peygamber’in (s.a.a) Medine’ye hicretinden önce, sahabeden birkaç kişi
Yesrib’e gitmiş ve Kubâ’ya yerleşmişti. Rebiulevvel ayının başlarında Yesrib
halkı Peygamber’in (s.a.a) şehre girmesini sabırsızlıkla bekliyorlardı.
Peygamber’in (s.a.a) şehre girişi Kubâ tarafındandı ve Müslümanlar burada
Allah Resulü’nü (s.a.a) karşıladılar.
Hali hazırda Mescid-i Nebevi’nin olduğu noktayı Peygamber’in (s.a.a)
ikamet edeceği yer olarak belirlemesinin hikmeti vardır ve dikkatle
düşünüldüğünde çok ilginç oldu görülecektir.
Medine’nin coğrafyasına bakıldığında, şehrin üç taraftan püskürük
kayaçlarla çevrelendiği ve sadece kuzey tarafının açık olduğunun dikkate
alınması, Peygamber’in (s.a.a) niçin burasını ikamet yeri için belirlediğinin
hikmetini anlamaya yardımcı olacaktır. Bu konuda genellikle Peygamber’in
(s.a.a) devesinin Ebu Eyyüb El-Ensari’nin evi yanında diz çöktüğü hatırlatılır.
Şunu da biliyoruz ki, Allah Resulü (s.a.a) Kubâ’dan buraya kadar beş
kilometrelik yolu dinginlikle ve yavaş yavaş gelmiş ve yanından geçtiği her
kabile, Peygamber’den (s.a.a) kendi yanlarında kalmasını istemiştir. Ancak
Allah Resulü (s.a.a) ikamet edeceği noktaya ulaşana kadar hareketine devam
etmiştir. Kaynaklarda şöyle gelmiştir:
“Allah Resulü (s.a.a) Medine’ye girmek istediğinde birisini dayıoğulları olan zira Abdülmuttalib’in annesi bu cemaattendi- Ben-i Neccâr’a gönderdi. Onlar
kılıçları hazır bir halde Peygamber (s.a.a) ve yanındakilere şöyle dediler:
“Korunmuş ve güven içinde binin.” O gün, Cumaydı. Allah Resulü (s.a.a)
kalkıp kendi devesini istedi. Müslümanlar toplanıp hazırlandılar. Allah Resulü
(s.a.a) Kasva isimli devesine bindi ve kimisi yaya ve kimsi de binitli olan halk
Peygamber’in (s.a.a) etrafında durmuşlardı. O anda Amr b. Avf -Kubâ’da
ikamet ediyordu- Peygamber’in (s.a.a) yanına gelerek “Acaba Kubâ’dan
rahatsız olduğunuz için mi gidiyorsunuz yoksa daha iyi bir ev mi
122
buldunuz?” diye sorduğunda Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ben, diğer
köyleri de kuşatan başka bir yere gitmekle emredildim…”289 Başka
köyleri kuşatan (Te’kulu’l-Kurâ) tabirinin çeşitli anlamlara gelmesine rağmen,
Allah Resulü’nün (s.a.a) diğer köylere musallat olacak bir noktayı seçmesi
anlamı akla geliyor. Allah Resulü’nün (s.a.a) Medine zamanındaki şehrin
coğrafi haritası bu noktanın, doğrudan Yesrib’in ortasındaki Mescid-i Nebevi
olduğunu (s.a.a) göstermektedir. Allah Resulü (s.a.a) daha ilk başta Medine’yi
de Mekke gibi “Harem” bilmiştir. Bu esasla Mekke, Allah’ın Haremi ve
Medine’de Allah Resulü’nün (s.a.a) Haremi’dir. Bu, Medine şehrinin
ulaşabileceği en büyük şereftir.”
Daha önce Harem’in kuzey ve güney sınırının Îr ve Sevr Dağları ve onun
doğu ve batı sınırının Doğu Harre ve Batı Harre olduğunu söylemiştik. Allah
Resulü’nden (s.a.a) nakledilen bir rivayette şöyle buyurmuştur:
“Allah’ım! İbrahim Mekke’yi harem kıldı, ben de, kan dökülüp
savaşılmaması ve savaş için kılıç çekilmemesi için Medine’nin iki yakasıiki dağ arasını -Îr ve Sevr- harem kılıyorum.”290
Allah Resulü (s.a.a.) yaşamak için Medine’yi seçti, onun hicretin sekizinci
yılında Mekke’nin fethinden sonra tekrar kendi şehrine dönebileceği gayet
doğaldı, ancak Medine’de yaşamayı ve burada defnedilmeyi tercih etti. Allah
Resulü (s.a.a.) birçok buyruklarında Medine’yi ve Medine halkını övmüştür.
Allah Resulü (s.a.a) Mekke’nin dışına çıktığında şöyle buyurmuştur:
S. 217
HARİTA
“Allah’ım! Beni en çok sevdiğim yerden çıkardın öyleyse kendi sevdiğin en
güzel yere koy.”291
Aynı şekilde şöyle buyurmuşlardır:
“Kim Medine’de ölme imkânı bulursa orada ölsün, zira ben orada ölene
şefaat ederim.”292
Allah Resulü’nün (s.a.a) bu şehri böylesine övmesi, bu küçük şehrin
yaklaşık en güzel yüz isme yakın ismi kendisine has kılmasına sebep olmuştur.
Bu isimlerden bazıları şunlardır: El-Mü’mine, El-Mahbûbe, El-Mukaddese,
El-Bârre, Dâru’l-Ebrâr, Arzullah, Tâbe, Taybe, Seyyidetü’l-Buldan, Daru’sSelâm, El-Muharreme, El-Mübareke, El-Mahrûse, El-Merhûme, El-Cebbâre,
-Müsned-i Ahmed, c.2, s.237, 247 ve 384; Subulü’l-Huda ve’r-Reşâd, c.3, s.271.
-Sahih-i Muslim, Kitabu’l-Hac, h.475; Meâlimi’l-Medineti’l-Münevvere, c.1, s.448.
291
-Mustedrek-i Vesâilu'ş-Şia, c.10, s.206.
292
-Fezâili’l-Medineti’l Münevvere, c.1, s.298-299.
289
290
123
El-Muhtâre, El-Kâsime, Harem-i Resulullah (s.a.a), El-Müveffiye, Kalbu’lİman, Kubbetü’l-İslam, El-Masume, Beyt-i Resulullah ve diğer isimler.293
Allah Resulü (s.a.a) Medine’yi şöyle nitelemişlerdir: “Medine; benim
hicret ettiğim, benim seçildiğim, kabrimin olduğu ve halkının,
komşularım olduğu yerdir.”294
Medine’nin her yerinde Allah Resulü’nün (s.a.a) eserlerinin alameti vardır
ve gerçekte inanç sahibi Müslüman’ın, bu toprakların her zerresini öpüp
koklaması gerekir. Eğer böyle yapamazsa en azından Allah Resulü’nün (s.a.a)
belirgin olarak hatırasını taşıyan yerleri, yaptığı savaşı, kıldığı namazı ve
yaptığı konuşmasını tanıması ve nübüvvet nurunun gölgesinde ne kadar büyük
bir nimete sahip olduğunu bilmesi gerekir.
Allah Resulü’nün (s.a.a) Medine’deki İlk Girişimi
Burada özetle on yılın olaylarına değineceğiz:
Birincisi: Peygamberin (s.a.a) ilk girişimi Medine’de mescid yapmak oldu.
Mescid; ibadet, kültür, siyaset ve idari işlerin merkezi olması yanında
Müslümanlar arasında İslam’ın asli sığınaklarından birisiydi.
İkincisi: Allah Resulü (s.a.a), Medine Müslümanları arasında ortak bir
anlaşma üzerinde muvafık kalmalarını sağladı. Müslümanların tamamının
uygulaması için oluşturulan ve buna göre Allah Resulü’yle (s.a.a) biat edilen
anlaşmaya göre hâkimiyet Allah’ın ve Resulü’nün (s.a.a) hakkı olarak tanındı
ve aynı şekilde anlaşmanın hukuk ve cezaya dair bir bölümü de kanun
unvanıyla belirlendi.
Üçüncüsü: Allah Resulü’nün (s.a.a) üçüncü girişimi, Müslümanlar arasında
kardeşlik anlaşmasının oluşturulmasıydı. Allah Resulü (s.a.a) Müslümanların
kendi aralarında daha çok irtibat ve bağlarının olması için onları birbirleriyle
kardeş yaptı. Müslümanlar arasında kendisine kardeş unvanıyla Ali b. Ebu
Talib’i (a.s) seçti.
Medine’de Yerleşim Ve Mekke’ye Bakış
Medine’ye gelmek, Mekke’yi görmezlikten gelmek anlamında değildi. Allah
Resulü’nün (s.a.a) dualarından birisinin: “Allah’ım! Mekke'yi bize
sevdirdiğin gibi Medine'yi de sevdir. Veya onu daha fazla sevdir.”295
buyruğuna rağmen bu böyleydi. Çok açık deliller gereğince Mekke, geçmişte
olduğu gibi hala asıldı. İlk olarak Mekke, Allah’ın Harem’i, İbrahim’in (a.s)
tevhit sığınağı ve tevhidin temel ilkesi unvanı olarak haccın düzenlendiği
-Medine’nin isimleri ve anlamları hakkında daha fazla bilgi edinmek için bkz: Mikât-ı Hac, Namhai Medine, Ahmed Zamanî, s.7, s.158-178.
294
-Subulü’l-Huda ve’r-Reşâd, c.3, s.313.
295
-ed-Durretü’s-Semîne, s.109.
293
124
yerdi. İslam, haccı kabul etmişti, ancak Mekke’nin önemi bunun ötesinde,
ikinci yılda kıble unvanında seçilmesiyle Allah Resulü’nün (s.a.a) Mekke’ye
daha çok itabar edip ondan el çekmeyeceği bunu açık olarak ortaya koymuştu.
Bu noktanın önemini bilen Kureyş, her ne pahasına olursa olsun; haram
aylarda savaşarak bile olsa da Müslümanların dinlerinden dönmesi dışında
onların Mescidü’l-Haram’ı elde etmelerinin önünü almaya karar aldılar. Bedir
savaşından önce inen ayette şöyle buyrulduğunu okuyoruz:
“Sana haram ayı, yani onda savaşmayı soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak
büyük bir günahtır. (İnsanları) Allah yolundan çevirmek, Allah'ı inkâr etmek,
Mescid-i Haram'ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak ise
Allah katında daha büyük günahtır. Fitne de adam öldürmekten daha büyük
bir günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar
size karşı savaşa devam ederler...”296
Bu ayette haram ayında savaşmanın, Allah’ın ve Mescid-i Haram’ın yolunu
kapatmanın ve Mekke ehlinin bu şehirden çıkartmanın hükmü açıklanmış ve
fitneler içinde, öldürmekten daha önemli olan Müslümanları dinlerinden
çıkartmanın öldürmekten daha önemli olduğu dile getirilmiştir. Söylenmesi
gerekir ki Bakara suresinin 196. ayetindeki “Haccı da umreyi de Allah için
tamamlayın” buyruğu, Bakara suresinin tamamı Bedir’de nazil olsa bile, her
ne kadar Kureyş’in Mekke’ye tasallutundan dolayı Müslümanların hacca
gitme cesareti olmasa da, bu dönemde haccın önemini ortaya koymaktadır.
Müslümanların Kureyş’in karşısındaki zaferini açıklayan Enfâl suresi’nde de
Allah Teâlâ, onlar Mescid-i Haram’ın yolunu kapatıyorken niçin onlara azap
edilmesin? sorusunu gündeme getirir: “Onlar Mescid-i Haram'dan
(mü'minleri) alıkoyarken ve oranın bakımına ehil de değillerken, Allah onlara
ne diye azap etmesin?”297 Bu ayet, Bedir savaşının bunun için yapıldığı
noktasına işaret edebilir. Fetih suresinin 25. ayeti ve Hac suresinin 25. ayeti de
Mescid-i Haram’ın yolunun kapatılması hatırlatılmıştır. Peygamber’in (s.a.a)
hayatının son dönemlerinde de aynı şekilde “Mescid-i Haram’dan alı koymak”
üzerinde duruluyordu. Nitekim Mâide suresinin 2. ayetinde şöyle
buyrulmuştur: “Sizi Mescid-i Haram’dan alıkoydular diye bir takımlarına
beslediğiniz kin, sakın ha sizi, haddi aşmaya sürüklemesin.” Bu ayette
müşriklerin Mescid-i Haram’ı Müslümanlara kapatmalarından dolayı onlara
baskı uygulayarak öc alınmaması gerektiğine işaret edilmiştir.
Anlatılanları göz önünde bulundurarak hicret sonrası Medine’nin Mekke’yle
ve Mekke halkıyla anlaşmazlık yaşayacak olmalarının en önemli meselelerden
birisi olması çok açıktı. Çünkü Allah Resulü (s.a.a) ne Mekke’yi görmezlikten
geliyordu ne de Mekke eşrafının Medine gibi diğer şehirlere tasallutuna
tahammül ediyordu; özellikle hicretin ikinci yılında İslam kıblesinin Beytü’lMukaddes’den Mekke’ye çevrilmesi, Müslümanların bu şehri elden
296
297
-Bakara, 217.
-Enfâl, 34.
125
vermeyeceklerini gösteriyordu. Hac ve umre Müslümanlar için o kadar
önemliydi ki, Allah Resulü (s.a.a) çetin koşullar içeren ve sadece üç gün
içinde -üstelik bir sonraki yılda- kendisi ve yanındakilerin umre için Mekke’ye
gelebilmeleri şartının koşulduğu Hudeybiye anlaşmasını kabul etmek zorunda
kalmıştı. Şimdi konuyu biraz öncesinden alalım:
Sonunda Müslümanlar Kureyş kervanlarına -bu kervanlar Mekke’den yola
çıkıyor ve Medine’nin yakınından geçerek kuzey tarafına yani Şam bölgesine
doğru gidiyordu- saldırıyı başlattılar. Müslümanlar bu yolla Mekke’de el
konulan mallarını telafi ettiler. Bu saldırının en önemlisi Bedir savaşıyla
sonuçlandı. Hicretin ikinci yılı Ramazan ayında, Müslümanlar Kureyş
kervanına saldırmak kastıyla hareket ettiler. Bunu sezen Kureyş,
Müslümanlarla savaşması için Mekke’den ordu çıkardı. İki ordu Bedir
kuyularının yakınlarında karşılaştı ve neticede şirkin elebaşlarının çoğu
öldürüldü. Kureyş büyükleri içinde savaşa katılmaması sebebiyle sadece Ebu
Süfyan canını kurtara bilmişti.
Hicretin üçüncü yılı müşrikler Bedir savaşını telafi etmek için Medine’ye
saldırdılar. Müşrikler, şehri uzaktan kuşatıp Uhud Dağı’nın eteklerinin
kuzeyinde konumlandılar. Allah Resulü (s.a.a) de düşmanın üçte biri kadar
yaranıyla Uhud bölgesine girdi. Yapılan savaşta ilk etapta Müslümanlar galebe
çaldı, ancak Müslümanların gafleti -bunun nasıllığı Uhud savaşı bölümünde
gelecektir- müşrikler tarafından darbe yemelerine sebep oldu; gerçi müşrikler
İslam’ı yok edemediler.
Hicretin beşinci yılında müşrikler Allah Resulü’ne (s.a.a) karşı ittihat
anlaşması imzaladı ve Ahzâb savaşı ordusunu hazırlayarak Medine’ye
saldırdılar. Onların saldırısından önce Müslümanlar şehrin kuzeyine yani
düşmanın o taraftan saldırması imkânı olduğu yere hendek kazmıştı. Düşman
hendek arkasında dize geldi ve yirmi gün sonra ki, bu süre içinde düşmanların
bazı pehlivanları hendeğin öbür tarafına geçmiş ve öldürülmüşlerdi, müşrikler
uğradıkları yenilgiyle Medine’yi terk ettiler. Gerçekte bu savaş, müşriklerin,
Müslümanların karşısında boy gösterip yenilgiye uğradıkları son savaştı.
Hicretin altıncı yılında Allah Resulü (s.a.a) bin beş yüz ashabı eşliğinde
umre kastıyla Mekke’ye yöneldi. Müşrikler, Allah Resulü’nün (s.a.a)
Mekke’ye girmesine mani olacaklarını ilan ettiler. Peygamber (s.a.a) yolunu
değiştirdi ve Hudeybiye’de -Cidde yolundadır- durdu. Bu arada Mekke’ye bir
elçi gönderdi. Elçinin dönmesi uzayınca, Allah Resulü (s.a.a) müşriklerin
karşısında mukavemet etmek için ashabından biat aldı. Bu biati “Rıdvân Biatı”
olarak isimlendirdiler. Allah Resulü’nün (s.a.a) gönderdiği elçi döndü ve
ardından müşriklerle Hudeybiye Antlaşması imzalandı. Bu anlaşma gereğince
on yıl savaş yapılmayacak ve bir sonraki yıl, Allah Resulü’nün (s.a.a)
ashabıyla beraber umre için üç gün Mekke’de kalabileceği kararlaştırıldı.
Altıncı ve yedinci yıllarda Allah Resulü (s.a.a) şah ve kabile büyüklerine
mektup yazarak onları İslam’a davet etti. Bu mektupların tamamını merhum
üstat Ahmed Miyânecî Mekâtibu’r-Resul adlı kitabında toplamıştır.
126
Aynı şekilde yedinci yılda hicretten sonra ilk defa Allah Resulü (s.a.a)
ashabıyla Mekke’ye giderek üç günlük umre görevini yerine getirmek için
Mekke’de kaldılar. Bu olay, Allah Resulü (s.a.a) için büyük bir başarıydı, zira
hac ve umreyi müşriklerin tekelinden çıkartabilmiş ve yıllarca Kureyşlilerin
elindeki “Mescid-i Haram’a ulaşma barajını”298 kırmayı başarabilmişti.
Sekizinci yılda müşrikler anlaşmayı bozdular ve Hudeybiye Antlaşması’nın
aksne davrandılar. Mekke’nin fethi için fırsat peşinde olan Allah Resulü
(s.a.a), Mekke tarafına doğru büyük bir ordu gönderdi ve kendisi de komutayı
eline aldı. Mekke gençlerinin ferdi direnmeleri dışında şehirde ciddi bir direniş
olmaksızın Mekke fethedildi. Allah Resulü (s.a.a) Mescid-i Haram’a çıkıp
putları kırdıktan sonra Mescid’in içine girdi ve putlardan temizledi. İmam
Ali’nin (a.s) Kâbe üzerindeki putların kırılmasında önemli bir payı vardı.
Böylelikle bi’setten yirmi üç yıl sonra ve hicretten sekiz sene sonra, Mekke
tamamen Müslümanların eline geçti ve Bilal, Kâbe’ye çıkarak ezan okudu.
Ondan sonra Hevâzin kabilesinin Huneyn’deki ayaklanması da söndü.
Dokuzuncu yılda Müslümanların çoğunluğunu oluşturduğu ve artık bir güce
sahip olmayan azınlıktaki müşriklerle birlikte hac düzenlendi. Allah Resulü
(s.a.a) Ali’den (a.s), şirkten beri olmayı ilan eden Beraat suresinin ayetlerini
büyük hac gününde -Arefe günü- halka okumasını istedi. Okunan bu mesajda
Allah ve Resulü’nün (s.a.a) şirk ve müşriklerden beri olduğu ilan edildi ve
müşriklerden dört aya kadar İslam’ı kabul etmeleri ya da mukavemet
göstermeleri hakkındaki son kararlarını vermeleri istendi. Ondan sonra bir
hadde kadar ve daha sonra şirk tamamen ortadan kalktı. Aynı şekilde
dokuzuncu yılda Allah Resulü (s.a.a), Tebük’e ordu gönderdi ve bu
çıkartmayla bir yere kadar Şam bölgesindeki kabileleri susturmayı
başarabilmişti.
Onuncu yılda Allah Resulü (s.a.a) kendi eşliğindeki yüz binden fazla
tabisiyle ilk haccını yaptı. Bu hac merasiminde, Allah Resulü (s.a.a) tarafından
hac amelleri tamamen açıklanıp şerh edilmişti. Allah Resulü (s.a.a) “Veda
Haccı” olarak meşhur olan son hutbesinin zımnında halka pek çok nasihatlerde
bulundu.
Allah Resulü (s.a.a) Zilhicce ayının on sekizinci gününde hac seferi
dönüşünde Gadir-i Hum’da Ali’yi (a.s) kendi yerine seçti ve Müslümanların
tamamı da Ali’ye (a.s) bu unvanda biat ettiler. Elbette çok geçmeden bir grup
bu ilahi antlaşmayı çiğnedi!
Allah Resulü (s.a.a) Gadir-i Hum olayından yetmiş gün sonra yakalandığı
ateşli hastalık sebebiyle hicretin on birinci yılında Sefer ayının 28’inde
Rabbine kavuştu. Henüz vefat etmeden önce İslam toplumunun içine düştüğü
korkutucu durumu ve ümmetin gelecekte sorunlara duçar olacağı, Allah
Resulü’nün (s.a.a) hal ve davranışlarında açık olarak görülüyordu. Tüm bunara
rağmen Allah Resulü (s.a.a), yirmi üç yıl Mekke ve Medine’deki çabalarıyla
en önemli tevhit dinlerinden birisinin temelini atmıştır. Günümüzde
milyonlarca kişi bu dine iman etmekte, Allah Resulü’nün (s.a.a) Mekke ve
298
-Enfâl, 34.
127
Medine’nin her karışındaki adımlarına aşk beslemekte ve her sene onun
tertemiz kabrinin ziyaret aşkıyla Medine’ye koşmaktadırlar.
İslam’ın İlk Yıllarında Medine
Allah Resulü’nün (s.a.a) vefatından sonra Medine şehri, hilafetin merkezi
suretine büründü ve İmam Ali’nin (a.s) hilafetinin ilk yılı yani hicri 36 yılına
kadar merkezlik konumu devam etti. İmam Ali’nin (a.s) Kufe’ye
yönelmesinden sonra Medine merkezi konumunu kaybetti ve daha sonra Irak,
Şam ve İslam dünyasına hükümet eden başka noktalardaki emirlerin
yönetimine geçti. O zamanlarda Ensar’ın varlığı yanında belli sayıda Muhacir
Müslümanlar ve Mekke’deki diğer Müslümanlar; özellikle çok sayıda Kureyş
taifeleri Medine’de yaşıyorlardı ve Medine şehri çok büyümüştü.
İmam Ali’nin (a.s) hilafeti döneminde Medine’nin ilk emirleri; Ebu’l-Hasan
Mâzenî Ensari, Suheyl b. Huneyf, Temmâm b. Abbas b. Abdülmuttalib, Ebu
Eyyüb El-Ensari ve Kusem b. Abbas’tı. Ondan sonra Muaviye döneminde bir
müddet; Mervan b. Hakem, Said b. Âs, Amr b. Said b. Âs ve Velid b. Utbe b.
Ebi Süfyan bu şehrin emirliğini ellerinde bulundurdular. O zamanın Medine
halkı, ne Aleviler ve ne de Emevilerin tarafındaydılar bilakis Kureyş arası yani
Bekrî ve Ömerî düşünceyi takip ediyorlar ve Abdullah b. Zübeyr gibi
kimselere meylediyorlardı. Hicri altmışıncı yılı Recep ayında Muaviye’nin
ölmesi ve İmam Hüseyin’in (a.s) Medine’den çıkması karşısında çok da
duyarlı davranmadı. Bir müddet sonra aynı halk, Yezid’e karşı ayaklandı ve
Yezid de 62 yılında Medine halkının bastırılması için bu şehre ordu gönderdi
ve bu ordu, Hendek bölgesinden geçerek çok sayıda sahabe çocuklarını
öldürdü. Harre Vakası-Katliamı olarak meşhur olan bu olayda, meleklerin
guslettiaği Hanzala’nın -Uhud savaşında şehit olmuştu- torunlarının tamamını
öldürdüler. Bakî Mezarlığı’nda Harre Şehitlerinin defnedildiği yer günümüzde
de belirgindir.
Emevilerin Hicaz hâkimiyetinin ortadan kalktığı ve 64 yılında Yezid’in
ölmesinden sonra Zübeyr Hanedanı’nın başladığı dönemde, ilk etapta sırasıyla
Abdulah b. Zübeyr, Cafer b. Zübeyr, Ubeyd b. Zübeyr ve son olarak Mus’ab
b. Zübeyr, bu şehrin hâkimiyetini ele geçirmişti. Bunların dışında kısa bir süre
Abdullah b. Zübeyr tarafından atanan kimseler bu şehre hâkim olmuşlardı.
Hicaz’ın Ben-i Ümeyye’nin eline geçtiği 72 yılında Talha b. Abdullah b. Avf
72 yılına kadar bu şehirde hükümet edenlerin sonuncusu olmuştur.
Ben-i Mervan döneminde ilk olarak Osman’ın valilerinden Tarık b. Amr
isminde bir şahıs ve ondan sonra Haccâc, Mekke ve Medine’de hükümet etti.
Haccâc’ın Irak’a gitmesiyle Medine Emevi Hanedanlarından Abân b. Osman
b. Affan, Hişam b. İsmail b. Velid b. Muğire ve Ömer b. Abdülaziz’in eline
geçmiş ve Ömer b. Abdulaziz 87 yılından 93 yılına kadar Medine’ye
128
hükmetmiştir. Mescid-i Nebevi ve şehirdeki diğer birçok mescidlerin Velid’in
emriyle yeniden yapılandırılması bu dönemde gerçekleşti.
Medine şehri 130 yılına kadar Emevilerin elindeydi. Bu yılda, Hariciler güç
kazandı ve Medine şehri; Ebu Hamza Harici Ebâzî ve Mufazzal Ebâzî gibi
Haricilerden birkaç kişinin eline düştü. Emeviler 131 yılında Medine’ye hâkim
oldular, ancak Emevi silsilesi Hicri Kameri 132 yılında hâkimiyetten düştü.
Abbasiler Döneminde Medine
Abbasiler, Kufe şehrinde gücü ellerine aldılar ve Mansur döneminde,
Bağdat’ı yapılandırarak hilafeti Bağdat’a taşıdılar. Abbasilerin Medine’deki
ilk emiri Seffâh’ın atadığı Yahya b. Cafer b. Temmâm b. Abbas’tı. Ondan
sonra sırasıyla Davud b. Ali b. Abdullah ve ardından Musa b. Davud b. Ali,
Abbasilerin ellerinde bulundurdukları diğer büyük şehirler gibi, bu önemli
şehre hâkim oldular. Gerçi çok nadir de olsa Abbasi olmayan kimseler kısa bir
süre bu şehrin valiliğini yapıyorlardı.
Medine şehri Hicri Kameri 145 yılında çok nüfuzlu Alevilerin
ayaklanmasıyla karşılaştı. “Nefsi Zekiyye” lakabı ve Mehdi unvanıyla
Muhammed b. Abdullah b. Hasan b. Hasan b. Ali (a.s) bu şehirde ayaklandı ve
şehri kuşattı. Nefsi Zekiyye iki buçuk aydan az bir süre İsa b. Musa
Abbasi’nin komutanlığını üstlendiği Abbasi ordusunun şehre ulaşmasına kadar
Medine’ye musallat oldu. Abbasi ordusu şiddet kullanarak ayaklanmayı
bastırabildi. Nefsi Zekiyye’nin kabri Medine’nin batısında asırlarca belirgindi
ve Vahabilerin dönemlerinde Saltanat Caddesi’nde yer alan bu kabrin eseri
ortadan kaldırıldı. Nefsi Zekiyye’nin şöhretine rağmen Taberî tarihi ve ondan
sonra diğer bir tarih kaynağı olan Tarih-i İbn-i İmâd el-Hanbelî’de yer alan
bilgiler esasınca Nefsi Zekiyye’nin kabri, Bakî Mezarlığı’ndaydı.299
Ondan sonra bu şehrin hükümeti Cafer b. Süleyman Abbasi’ye ulaştı ve bu
şahsın hâkimiyeti, 149 yılına kadar devam etti. İlginçtir ki, ondan sonra Hasan
b. Zeyd b. Hasan b. Ali (a.s), halife Mansur tarafından bu şehirde valilik yaptı.
Abbasi taraftarı olan sayılı Alevilerden olan bu şahıs, yıllarca Medine’de ve
diğer şehirlerde Abbasiler tarafından valiliğe atandı. Bu şehir zaman zaman
ikinci halifenin torunlarının elinde olmuştur.
Hicri Kameri 169 yılında Hüseyin b. Ali b. Hasan b. Hasan b. Ali (a.s),
Medine şehrinde kıyam etti, sonra Mekke’ye gitti ve Fah bölgesi noktasında
şehit oldu. Bu zamanlarda Abbasilerden sayılı birkaç kişi, Zübeyrilerden iki
kişi ve Kureyş Hanedanından bazıları da bu şehre hâkim olmuşlardı.
Emin ve Me’mun’un savaş esnasında Medine halkı, Me’mun’un tarafını
tuttu ve Cafer b. Hasan b. Hasan b. Ali ile şehrin hâkimi unvanında biat etti.
Bu şehirde Me’mun’un hilafeti zamanında çok kısa süreli valilik yapan
Alevilerden Muhammed b. Davud b. Hasan, Muhammed b. Caferu’s-Sadık ve
Ubeydullah b. Hasan -Abbas b. Ali’nin (a.s) torunlarından- gibi şahıslara
işaret edilebilir.
299
-Şezaretü'z-Zeheb, 144 yılı olaylarını anlatırken bu konuya değinmiştir.
129
Bu sürecin tamamında sayıları sürekli artan şehir sakinlerinin bir bölümü
unvanında Alevilerin pek çok nüfuzu vardı. Şimdi söz konusu bu aleviler,
Haseni ve Hüseynî hanedanı olarak iki kısma ayrılıyordu.
Abbasi halifesi Vâsık ve ondan sonraki dönemlerde, zamanla Türk
emirlerinin güce ulaşmasıyla Medine şehri kolaylıkla Abbasilerin elinden çıktı
ve burası Tür emirleri tarafından idare edildi. “Buğây-ı Kebir” 230 yılında ve
ondan az bir süre sonra “Türk Salih Abbasi”, bu şehrin sorumluluğun
yönetimini ele aldılar. Bunun yanında alışıla geldiği üzere şehir Kureyşlilere
ve tercihli olarak Abbasilere bırakılıyordu. Hicri Kameri 251 ve 252 yıllarında
Alevilerden birisi Mekke’de ve ardından Medine’de ayaklanma çıkardı ve bu
şahsın yaptığı çirkin işler, Alevilerin utanç vesilesi oldu. Bu şahıs, 252 yılında
vebaya yakalanıp öldü. 255 yılında iki Alevi bu şehirde kıyam ettiler ve
Abbasiler tarafından çabucak öldürüldüler. Bunları katili Ebu’s-Sâc Divdâd b.
Divdest isminde birisiydi ve sonraları bu şahsın nesilleri Azerbaycan’da ortaya
çıktı. Gidişattan rahatsız olan Alevilerden bir diğeri Muhammed b. Hasan
Hasanî idi ve bu şahıs, 271 yılında Medine’ye hâkim olmuştu. Kaynaklarda
onun laubali bir tutum izlediğini söylemişledir.
Medine’de bu tür ayaklanma ve kıyamlar pek çok patlak verdi ve bu
kıyamların bazısı kolaylıkla bastırılırken bazısı da Alevi liderlerinin ölümü ve
zindana atılmasıyla sonuçlandı. Alevilerin kıyam etmekten el çekmeyecekleri
açıktı; İmam Musa Kazım’ın (a.s) torunlarından Hasan’ın 271 yılında bir
müddet Medine’ye hâkim olması bunun bir örneğidir. Bu yıl, Alevilerin peş
peşe Medine’de ayaklandığı ve şehre musallat oldukları yıldı. Öyle ki,
bunlardan beş kişinin ismi Ebu’l-Ferec İsfehânî’nin Makâtilu't-Tâlibîn
kitabında gelmiştir. Ebu’s-Sâc’ın bazı Alevileri kendi yerine Medine valiliğine
ataması ilginç noktalardandır.
Söylenmesinde yarar vardır ki, Hasanî seyitlerinden olan ve çoğunluğunu
Hasanî Müsenna’ın neslinin oluşturduğu İmam Mücteba’nın (a.s) çocukları,
İmam Ali’nin (a.s) Medine ve Medine etrafında vakfettiği yerleri ellerinde
bulunduruyorlardı. Bu vakıfların bir bölümü Yenbe ve Medine dışındaki
yerlerdeydi. Hali hazırda Medine-i Münevvere’ye yetmiş kilometre
uzaklığında Yenbe İskelesi’nden önce yer alan kabirde üzerlerinde Hasanî
seyitlerine ait olan -hicri üçüncü yıl olması muhtemeldir- kabir taşları görülür.
Saygıdeğer Dostum; Şerif Seyit Enes Kutbî Hasanî (1381/2002), burada
Alevilerle onların düşmanları arasında anlaşmazlık çıktığına ve bura
yakınındaki kabir, mescid ve mezarın, halk tarafından Ehlibeyt (a.s) unvanında
tanınıp teberrük edildiğine işaret ederek söz konusu bu bölgeyi El-Fureyş
yakınında ve zikredilen köyü de Ridâde’nin bir feri olarak tanıtmıştır.
RESİM S. 228
El-Mezar olarak isimlendirilen ve yaklaşık Medine’ye yüz kilometre uzaklıkta
olan başka bir köyde de baba, oğul ve torunun yer aldığı üç seyit vardır;
söylendiği üzere bunlar birlikte şehit olmuşlardır. Bu köyde kabirlerin
üzerinde beyaz taşlar konulmuş ve bu şahıslar şehit unvanıyla yâd edilmiştir.
Üzerine noktasız Arap cümlelerinin kazındığı bu mezar taşlarının üçüncü asra
130
ait olması ihtimali vardır. Buranın kenarında halkın gidip geldiği bir mescid de
vardır.
Dördünce Asırdan Altıncı Asra Kadar Medine Alevilerinin Yerleşik
Devleti
Hicri Kameri 300 yılından bu tarafa alışıla geldiği üzere Medine ve Mekke
valiliklerine gelen Alevilerin sayıları artıyordu. Süleyman b. Muhammed,
Cafer b. Muhammed, Kasım b. Muhammed, Muhammed b. Ubeydullah b.
Tahir, Müslim b. Ahmet, Kasım b. Ubeydullah gibi Alevi ve Caferi şahıslar Abdullah b. Cafer ve az sayıda Akil’in nesilleri- birbirleri ardı sıra Medine de
valilik yaptılar. Bunların ardından bazı Türk emirleri Medine valileri
unvanında anılmıştır, ancak bunlar arasında çoğunlukla Aleviler bu şehre
hâkim olmuşlardır.
Medine’nin bu dönemine ve bundan sonraki döneme ait olan elimizde var
olan bilgiler esasınca, Medine’de Alevilerin devletlerinin dördüncü asrın
başlarında başlayıp devam ettiğini göreceğiz. Öyle ki, 381 yılından sonra,
Alevilerin dışında kimsenin Medine’ye hâkim olduğu hatırlanmaz. Söylenmesi
gerekir ki, büyük bir ihtimalle Medine Alevileriyle Şia devleti olan
Büveyhoğulları devletinin arasının çok iyi olması hasebiyle ilk defa
Adudüddevle tarafından Medine etrafına duvar çekilmiştir, elbette daha
sonraları bu duvar yıkılmış ve başka emirler tarafından yenilenmiştir.300
Medine duvarını çeken başka bir şahıs da Cemaleddin Ebu Mansur İsfehânî
ismiyle anılır ve bu şahsın Haremeyn-i Şerifeyn’deki yaptığı hayır işlerinin
tamamı, altıncı asır ve sonrası tarihi eserlere yansımıştır.
Fatımîler’in Mısır’daki gücünün arttığı bu dönemde Medine’deki bağımsız
Aleviler, bazen kendilerini Abbasilere ve bazen de Fatımîlere mensup
bilmişlerdir ve bu arada Hicaz’da bağımsız bir güç haline gelmek için
çalışmışlardır. Alevilerin birçoğu Haremeyn’de ve gâh gâhî Medine ve
Mekke’de hükümet ediyorlardı. Alevilerin nüfuz ve güçleri kâmil bir surette
Fatımîlerin sonuna kadar devam etti. Bu son zamanlarda git gide Medine’nin
emirliği nesillerinin İmam Hüseyin’e (a.s) dayandığı özel hanedanların eline
geçti ve Hasenîlerin Medine emirliği son buldu.
Selahaddin Eyyübi’nin (546-589) Fatımîleri devirdiği ve Alevi ve Şia
aleyhtarı bir tutum izlediği döneminde Medine Alevilerinin ve doğal olarak
Şia’nın bu şehirdeki nüfuzu sönmeye yüz tuttu. Böyle olmasına karşın
Alevilerin Medine’deki nüfuzlarının bu kolaylıkta kesilmeyeceği mümkün
olmadığı belliydi. Özellikle Aleviler Selahaddin Eyyübi’yle hızlı bir irtibata
girmeyi başarmışlardı. Bunun yanında gâh gâhî Abbasiler ve Eyyübiler, zorla
olsa da Haremeyn’e emirlerini atıyorlardı.
Bu dönemde patlak veren önemli değişimlerden birisi de şuydu: Selahaddin,
Haram-i Nebi’nin idaresi için çocukluk döneminde hadım ettiği ve daha sonra
“Âğavât” olarak isimlendirilen “Hâcegan” neslini oluşturdu. Zorunlu olarak
Habeşli ve Rumlu veya Hintli olmaları gereken bu şahısların görevi Haremi
korumak ve Hareme dair işleri idare etmekti.
300
-Bkz: Nüzhetü'n-Nâzirîn, s.198.
131
Medine hakimleri olan Âl-i Muhane Alevileriyle Mekke Alevi Emirleri
arasında anlaşmazlık çıktı ve onlarca yıl bu anlaşmazlık devam etti öyle ki;
birçok konularda hacıların hakları, iki grup arasında yaşanan bu anlaşmazlık
ve kavgalar arasında ayaklar altına alındı.
Söylenmesi gerekir ki, Aleviler, mezhebi konumları açısından etraftaki
önemli devletlerle olan irtibatları, siyasi konumlarına bir zarar vermeyecek
şekilde hareket ediyorlardı. Medine’deki Alevilerin mezhebi işlerinin şekli
gidişatı daha ziyade Şia gidişatı gibiydi. Böyle olmakla birlikte Eyyübi devleti
ve ardında Memlûk devletinin sultası sebebiyle, zorunlu olarak zahirde Sünni
mezhebi görünümündeydiler. Altıncı asırda özellikle hicri yedinci asırda,
Şiaların Medine üzerindeki nüfuzunun artmaya başlamasıyla, bir müddet
Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) idaresi de Alevilerin eline düştü. Yedinci asrın
ortasında Memlûkler zamanında Mısır’da güce ulaştılar ve bu taraftan Abbasi
devleti de Moğullar tarafından yok edildi ve Haremeyn bir tür Alevilerin
sultası altına girdi. Bu akış içinde Memlûk devletinin güçlü sultanı Baybars
667 yılında hacca geldi. Böyle olmakla birlikte şehrin idaresi irsi bir şekilde
Alevi hanedanından birisinin elinde baki kaldı. Yedinci asırda, Medine’nin
idaresi İsnâ Aşerî Şiaların elindeydi.301
Alevilerin yanında Memlûklere bağlı seçkin kimselerin de “Şeyhu’lHaremeyn” unvanında Medine’de gücü vardı ve Memlûklerin bu ataması,
Osmanlı döneminde de olduğu gibi devam etti.
HARİTA S. 231
Haremeyn’de Osmanlı Devleti
Medine bir Alevi devleti ve Memlûklerin atadığı bir Şeyhu’l-Haremeyn”in
sultası altında 923 yılına Memlûk devletinin son dönemine kadar yazgısını
tamamladı.
Memlûk devletinin yıkılmasıyla Hicaz, Osmanlı Sultan Selim’in sultasını
resmi olarak tanıdı. Sultan Selim, ilk “Hadimü’l-Haremeyn’il-Şerifyen(iki
haremin hizmetçisi)” unvanını kendisi için kullandı. Günümüze kadar
“Hadimü’l Haremey” unvanı devam etmektedir.
O zamanlarda Berekât b. Muhammed ismindeki Mekke Şerifi302 oğlunu
Kâbe’nin anahtarıyla birlikte Sultan Selim’in huzuruna gönderdi. Bu zamanda
Medine şehri de yavaş yavaş Mekke Şerifi’nin sultası altına girdi ve Şerif
zamanla Hicaz’ın tamamına hükmetti. Osmanlı sultanlarının Haremeyn
üzerindeki sultasının resmi olarak tanınmasıyla, sultanlar her yıl Aleviler
arasında ve diğer iki şehir halkı için çok miktarda para dağıtıyorlardı. Bunun
yanında iki şehrin yapılandırılması ve özellikle mukaddes mekânların bakım
ve onarımını da yaptılar.
Söylenmesi gerekir ki, İmam Hasan’ın (a.s) neslinden olan Mekke Şerif ve
emirlerinin yanında Harem Şeyhi de resmi bir makamdı ve doğrudan İstanbul
301
302
-Bkz: Tuhfetü’l-Ezhâr, c.2, s.357.
-“Şerif” kelimesi ıstılahta bu şehre hâkim olan Aleviler için kullanılır.
132
tarafından bu makama atama yapılıyordu. Zamanla hicri on birinci asrın
ortalarında Osmanlı sultanları, Medine emirliğini de Alevilerden alıp Harem
Şeyhine vermek için çaba sarf ettiler. Böyle olmasına karşın söz konusu bu
asır sürecinde Medine’de henüz Hasanî Alevilerinin gücü vardı ve bu şehrin
siyasi idaresinin bir bölümü Alevilerin elindeydi. Bunun yanında Mekke,
Şurefâ’nın yani Hüseynî Seyitlerin elinde olmaya devam ediyordu ve Hicaz’ın
tamamı üzerinde hüküm sahibiydiler, ancak Osmanlı devletine bağlıydılar.
Hatırlatılması gerekir ki, bu iki şehre hâkim olan Aleviler, bazen
kendilerinin Sünni bazen de Şia oldukları üzerinde tekit ediyorlardı. Bazı
Alevi hanedanlarının Şia ve bazıların da Sünni eğilimlerinin olması da
mümkündür. Her halükarda Osmanlı devletine bağımlı olmaları ve şehrin
çoğunluğunun ve diğer hacıların da Sünni olması sebebiyle, hatta Şia olan
kimseler bile birçok konularda takiye yapmaya mecburdular. Safevî
dönemlerinin tamamında, Arap ve İran Şia âlimlerinin çoğu Medine ve
Mekke’de yaşıyorlardı.
Böylesine dönemlerde Haremeyn’de ve özellikle Medine’de İranlı hacıların
sürekli çok zor ve sıkıntılı durumda olduklarına; Medine Sünnileri tarafından
küçümsenip eziyet edildiklerine ve hac amelini yerine getirmede sorun
yaşadıklarına işaret edilmesi gerekir. 1296 yılında Medine’ye giden İranlı bir
ziyaretçi bu konuda şunları yazıyor:
“Hicaz’da kendi gördüğüm şuydu: Bilmiyorum “Acem” halkı, orada hangi
sebepten dolayı gazap edilip küçük görülüyor… özellikle Acemin kan ve
malının helal ve mübah bilinen Medine’de Acem hacılarına verebilecekleri
her türlü zarardan geride kalmıyorlar.”303
Bu şahıs sözünün devamında şöyle diyor:
“Ve çoğunluğu temiz giyimli İran halkı, günlerce ziyaret için mescidde
durma özgürlüğüne sahip değillerdi, tek başlarına mescide gitmeye
cesaret edemiyorlardı ve geceleri ise mescidin içi onlara tamamen
yasaktı…Bakî Mezarlığı’nda tertemiz İmamların (a.s) kabrinde elinde
çomakla bekleyen sinirli ve çok çirkin bir bekçi vardı. Ziyaret için içeri
girmek isteyen her İranlı bir kıran vermek zorundaydı ve örneğin günde
beş defa girecekse, beş kıran vermesi gerekiyordu; bir miktar kaldıktan
sonra henüz ziyaret bile okumadan, dışarı çıkın diyordu.”304
Medine’de ve özellikle Medine etrafında ikamet eden kabilelerin bir
bölümünün İmamiye Şiası olduğunu söylememiz gerekir; Harb Taifesi
bunlardan birisidir ve bu taifelerin bazıları şimdiye kadar Medine etrafındaki
köylerde bu mezhep üzeredir. Aynı şekilde Medine’nin kuzeyinde Nuhâvele
unvanı altında çeşitli kabileler yaşar ve bunlar günümüze kadar İmamiye Şiası
olarak kalmışlar; mescidlerde, tekkelerde ve hüseyniyelerde kendilerini
korumuşlardır.305
-Mikât-ı Hac, sayı: 19, s.181.
-a.g.e., sayı: 19, s.181.
305
-Medine-i Münevvere’deki İmamiye Şiaları için bakınız: Camia-i Şiayi Medine-i Münevvere, Yazar
Werner Ende, Çevirmen Resul Caferiyan, Delil-i Ma, Kum, 379 h.ş.
303
304
133
Söz konusu bu Şiaların en önemli merkezlerinden birisi Ayetullah Şeyh
Amiri’nin bağıdır ve burada her akşam, Ayetullah Şeyh Amiri’nin imametiyle
akşam ve yatsı namazı kılınır; hac ve umre günlerinde İranlıların çoğu, onların
cemaat namazına katılır. Bu dört asrın tamamında Medine Şiaları, Irak, Cebeli
Âmul ve İranlı Şia ziyaretçilerini saygıyla ağırlamışlar ve Şialar da onlara
karşı sevgi ve muhabbet göstermişlerdir öyle ki, Medine’deki İranlı Şiaların
yerleşik adetlerinden bir tanesi Nuhâvele Şialarına ve bölgenin seyitlerine
hizmet ve yardım etmektir.
Bunun karşısında Sünniler, Nuhâvele Şialarına karşı olumsuz tavır takınmış
ve onları hor ve hakir görmüşlerdir. Daha önce söz konusu ettiğimiz İranlı
hacı bu konuda şöyle yazıyor:
“Bu taifenin -Nuhâvele- eski şehrin dışında son derce yıkık dökük evleri
vardır ve son derece ağır şartlar altında yaşarlar. Medine halkı, onlara
Harem-i Mutahhar ve Mescid-i Nebeviye girmeye izin vermez. Zaman
zaman bu taife mensuplarının evlerine girip onları dövdükleri ve mallarını
yağmaladıkları görülmüştür. Ben şuna inanıyorum ki, doğu topraklarında
yaşayan bir kimsebir fulus nezretse ve hacılar vasıtasıyla bunu onlara
ulaştırma imkânına sahip ise, bu nezrini başkalarına vermesi haramdır.
Çünkü Onların hangi zorluk altında yaşadıklarının açıklamak çok
zordur.”306
Her halükarda Hicri Kameri 1220 yılından itibaren Vahabilerin ilk
dönemlerinde ayaklanmaya başlamasıyla Medine onların eline düştü. Suud b.
Abdülaziz, 1220-1226 yılları arasında Medine’yi yönetti. Cafer b. İsmail
Medenî’nin anlattığına göre Suudilerin 1221 yılında Medine’ye musallat
olduğu dönemde, Mescid-i Nebevi’ye (s.a.a) ve burasının bir bölümü olan
Hücre-i Şerif’e saldırarak asırlar boyunca çeşitli şah ve emirler tarafından
hediye olarak gönderilen altın ve gümüş kandilleri yağmaladılar.307 İbni Suud,
Peygamber’in (s.a.a) mübarek kabrinin karşısındaki altın bölümleri bile
yağmaladı.308 Medeni, bu saldırıda Bakî Mezarlığı’ndaki kubbelerin de
yıkıldığını sözlerine ekliyor. Onlar Kubbetu’l-Hadra’yı (Peygamberimizin
(s.a.a) kabrinin yeşil kubbesi) bile harap etmek istemişler, ancak
başaramamışlardır.309
Hicri Kameri 1227 yılında Muhammed Ali Paşa (1769-1849) eşliğindeki
ordunun kuşatıcı hamlesinden sonra bu mukaddes şehir yeniden Osmanlıların
sultası altına girdi. Bu olayda Hicaz’daki Suudlar yenilmekle kalmadı,
Osmanlı ordusu onların merkezi Dır’iyye’ye girdi ve şehrin muhasarası
ardından Abdullah b. Suud’u esir aldı ve İstanbul’a göndererek orada
öldürüldü.
Bundan sonra Mekke Şerifi’nin varlığıyla birlikte başka şehirler valilerin
çoğunluğu Türk emirlerinden seçiliyordu. Bu sebeple Harem-i Nebi ve
Bakî’de bulunan Türk eserleri ve yazıtları oldukça yaygındır. Osmanlılar, bu
-Mikâtı Hac, sayı: 19, s.180.
-Nüzhetü'n-Nâzirîn, s.155-156.
308
-a.g.e., s.186.
309
-Nüzhetü'n-Nâzirîn, s.156-157.
306
307
134
şehrin yapılandırılıp onarılmasında da çok çaba sarfetmişlerdir. Bu eserlerin en
önemlilerinden birisi, Osmanlı sultanı Abdülhamid’in (1293-1327) yaptırdığı
Dimeşk-Medine tren yoludur. Bunun kenarına Türk mimarisi görünümünde
Anberiyye Mescidi yapılmıştır. Günümüze kadar Türk ziyaretçileri Medine
yolculuklarında bu mescidi görmeye gelirler ve Osmanlıya ait olan bu
mescidde Kur’an okumanın yanında, eskilerde kendilerinin bu şehre sultalarını
hasretle anarlar.
Medine Alevi emirlerinin sonuncularından birisi Abdullah b. Hüseyin’di. Bu
şahıs Şerif Hüseyin’in Hicri Kameri 1334 yılında Hicaz hâkimiyeti döneminde
Medine’nin emiri olmuştu ve daha sonra Ürdün Padişahı oldu.
Suudilerin Döneminde Medine
Hicaz’ın en son güçlü Şerifi, Şerif Hüseyin’dir ve ondan sonra 1344 yılında
Melik b. Abdülaziz’in liderliğinde ikinci Suud devleti bu şehre hâkim oldu. Bu
şehrin ilk Suudi emiri Nasır b. Suud Ferhan’dı ve şehrin sultaya alınmasından
hemen sonra Bakî’deki kutsal yerler ve ardından Uhud tahrip edilerek harabe
suretinde kendi haline bırakıldı.
O zaman ve sonrası çeşitli Suudi hanedanları bu mukaddes şehre hükmettiler
ve geçen bu süre zarfında, kendi mezhebi anlayışlarının gerektirdiği gibi
davranarak Mescid-i Nebevi (s.a.a) ve şehrin başka mukaddes yerlerini idare
etmeye koyuldular. Son yılların dışında bu sürecin tamamında şehirdeki
yerleşik Şia’yı kökten kurutmak ümidiyle Şialara haddinden fazla zorluk
çıkarmışlardı. Şimdilerde birkaç yıldan beri meseleye dirayetle yaklaşarak
Medine ve doğu bölgesi yani Ahsa ve Katif şehirlerindeki kendi
vatandaşlarının mezhebi özgürlüklerini artırmışlardır.
Suudi döneminde özellikle Fahd zamanında Medine şehri geniş ölçüde
büyümüş ve Suudi görevlilerinin özel ilgi ve alakasıyla yüz yüze gelmiştir. Bu
genişleme faaliyetlerinin en önemli sorunu, şehrin doğal tarihi görünümünün
yok edilmesidir, zira yapılandırma çalışmalarıyla yalnızca mukaddes yerlerin
çoğu yıkılmakla kalmamış, tarihi mekânlar ve önemli dağlar da kökünden
kazınmıştır. Yerinde hiçbir eserin kalmadığı Sakife-i Beni Sâide Mahallesi
örnek olarak gösterilebilir. Aynı şekilde küçük bir dağ olan Seniyetü’l-Veda,
tamamen mahvedilmiştir. Onun yanındaki Nefsi Zekiyye’nin kabri de ortadan
kaldırılmıştır. Gerçekte şehrin birçok tarihi eseri, Medine’nin
yapılandırılmasının kurbanı olmuştur.
MESCİD-İ NEBİ (S.A.A)
İslam’da Mescid
Allah Resulü’nün (s.a.a) Medine’deki ilk girişimin mescid yapmak olduğunu
söylemiştik. Ondan önce Kubâ’da da Peygamber (s.a.a) ve ashabının eliyle
mescid yapıldı. Böyle bir girişim, İslam’da mescidin önemli rolünün
135
göstergesidir. Mescid-i Nebevi hakkında bilgi vermeden önce mescidin anlam
ve önemine kısaca değinmemiz uygun olacaktır:
1- Mescid, secde yeri anlamında olup toprağa kapanmak, huzu ve eğilmek
anlamındaki “sucûd” kelimesinden alınmıştır ve ıstılahta Allah Teâlâ’ya
ibadet etme yeri için söylenir. Mescid kelimesi ilk olarak ibadet için yapılan
özel dört duvar için kullanılır ve ikinci olarak Allah Resulü’nün (s.a.a) rivayeti
esasına göre yeryüzünün tamamı için söylenir, buna göre yeryüzü toprağının
tamamı insanın secde etme yeridir. Mescid kelimesinin genel kullanımı için
söylenen ikinci anlam, İslam ümmetinin özellikleridir. Diğer dinler, Allah
Teâlâ karşısında yalnızca özel mekânlarda secde edip namaz kılarlar, ancak
İslam’a göre yeryüzünün tamamı temiz olup secde etme yeridir. Allah Resulü
(s.a.a), Ebuzer için Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi’nin faziletini
açıkladıktan sonra şöyle buyurur: “Namaz vakti nerede girerse orada
namazını kıl yeryüzünün her tarafı senin için mesciddir”310
“Mescid” kelimesi Kur’an’da yirmi sekiz yerde kullanılmış ve birçok yerde
Mescid-i Haram’a işaret edilmiştir. Mescid-i Haram, secde yeri olan Kâbe
etrafındaki yerdir.
2-Mescidin en önemli rolü, tertemiz yerde Müslümanların Allah için
ibadetlerinin bir bölümünün merkezi yeri olarak tanımlanır; İnsan, temiz
olmayan yere girmemelidir ve ibadet edilen yerin, her türlü pislikten
korunmuş olması gerekir. Mescid ibadet merkezi olmasının yanında, aynı
zamanda toplanma merkezidir. Cemaat ise, hem ibadet içindir hem de
ümmetin tek bir parça olarak Allah’ın ipine sarılması içindir.
Genel anlamda Müslümanlar için dört tür mescid düşünülebilir:
a. Mahalle mescidi.
b. Şehir halkı namaz kılanları için şehrin birleştirici ve kapsamlı yeri
unvanında merkezi mescidi.
c. Bir bölge halkının tamamının bayram namazı merasiminin düzenlendiği
musalla (namaz kılınan mekan).
d. Müslümanların tamamının yer aldığı Mescidü’l-Haram.
İslam asrının ilk başlangıcında mescid, ibadet merkezi olmasının yanında
hükümetin idare merkeziydi. Sonra, mescidden medrese unvanında da
yararlanıldı. Hükümet binası ve medrese yapılmasının ardından bazen de
medrese olarak kullanılsa da, mescid ibadet için özelleştirildi. Gerçekte
mescid, Müslümanların tamamının, bir ve Kahhar olan Allah Teâlâ’ya sığınma
yeri ve kutsallığın, paklığın, takvanın ve İslam toplumu vahdetinin sembolü ve
merkezidir.
3-Halkın Allah’a ibadet etmesi için ilk yapılan ev, Beytullahi’l-Haram’dır.
Dolayısıyla Mescidü’l-Haram ve Kâbe’nin, en eski ibadet yeri olarak
310
-el-Hac ve'l-Umre fi'l-Kitab ve's-Sünne, s.61.
136
bilinmesi gerekir. Kur’an, Mescidü’l-Haram’ın yanında, Mescidü’l-Aksa’dan
da bahsetmiştir. Bunlar, İslam’dan öncede var olan mescidlerdi. Buna ilaveten
Ehl-i Kitab’ın da kendine has yeri vardı. Daha sonra açıklayacağımız Mescid-i
Nebevi’yi (s.a.a), geçmişte açıkladığımız bu iki mescidin yanında zikredilmesi
gerekir.
Gerçekte İslam’da takva esasına göre yapılan ilk mescid, Kubâ Mescidi’dir.
Bu mescid, hicri ilk yılda; Allah Resulü’nün (s.a.a) Yesrib’e hicretinden
hemen sonra ve Kubâ bölgesine girmesiyle yapıldı. Ammar Yasir’in Kubâ
Mescidi yapımının ilk rolü üstlenen şahıs olduğunu söylememiz gerekir.
Ondan sonra Yesrib veya Medinetü’n-Nebi’de (s.a.a), Mescid-i Nebevi
yapıldı. Onun ardından Arap kabileleri kendi bölgelerine mescidler yaptılar.
Onlar Allah Resulü’nden (s.a.a), mescid yapmak için seçtikleri noktada namaz
kılmasını istediler. Daha sonra Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı yeri,
mahalle mescidi unvanında inşa ettiler. Hatta ilk başta mescid yapma niyetleri
olmasaydı bile, Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı yeri, kendileri için
mescid unvanında seçtiler. İbn-i Şebbe, Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı
yerlerin isim listelerini bir araya toplamıştır.311 Ondan önce bu mescidlerin
korunmasının, ashabın Allah Resulü’ne (s.a.a) derin inancının ve tabiinin bu
yerlerden bereket ummasının bir göstergesi olduğunu söylemiştik.
Biz, bu muhtasar satırlarda ilk önce Mescid-i Nebevi’yi (s.a.a), ardından
Mescid-i Kubâ ve Medine’nin diğer mescidlerini söz konusu edeceğiz ve daha
sonra Medine’deki diğer eserlerin açıklamasına yöneleceğiz:
Mescid-i Nebevi (s.a.a)
Mescidü’l-Haram’dan sonra mescidlerin en şerifi ve en kutsalı, Medine-i
Münevvere’deki Allah Resulü’nün (s.a.a) mescididir. Allah Resulü (s.a.a) bu
mescidde namaz kılınması hakkında şöyle buyurur:
"Benim mescidimde bir namaz kılmak, Mescid-i Haram hariç, diğer
mescitlerde bin rekât namaz kılmaktan daha faziletlidir."312
Allah Resulü (s.a.a) Yesrib’e girdiğinde, bu şehrin kabileleri ve önde gelen
şahsiyetlerinin tamamı, Allah Resulü’nün (s.a.a) kendi evlerine gelmesini
istiyorlar ve ona ev sahipliği yapmayı arzu ediyorlardı, ancak Allah Resulü
(s.a.a): “Devem nerede çökerse orada duracağım”, buyurdu. Deve,
günümüzde mescid olan yere ulaşınca çöktü. Devenin diz çöktüğü yere en
yakın olan ev, birbiri üstünde iki odası olan Ebu Eyyüb El-Ensari’nin eviydi
ve Allah Resulü (s.a.a), ikamet yeri olarak bu evi seçti.
Allah Resulü (s.a.a) ilk olarak evin altında ve Ebu Eyyüb de evin üstünde
kalıyorlardı, ancak bir müddet sonra Allah Resulü’nün (s.a.a) üstünde
kalmaktan rahatsızlık duyan Ebu Eyyüb, Peygamber’den (s.a.a) yer
değiştirmelerini istedi, ancak Allah Resulü (s.a.a) misafirlerin gelip gitmesi
sebebiyle aşağı odada kalmanın daha rahat olacağını buyurdu.
311
312
-Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.57-79.
-Usul-u Kâfi, c.4, s.556; Men La Yahzuruhu'l-Fakih, c.1, s.228.
137
Allah Resulü’nün (s.a.a) ikamet için seçtiği yer, bölgenin uzunluk ve
genişliğine kıyasla -Doğu ve Batı Harre’nin ortası- orta nokta sayılıyordu ve
bu, mescidin bu noktada yer almasının asli delillerinden birisiydi. Allah
Resulü’nün (s.a.a) bu noktayı seçmede bu delili söz konusu ettiğini ve: “Ben,
diğer yerleri kuşatan bir yerde ikamet etmek için emredildim.”,
buyurduğunu daha önce söylemiştik.
Mescid için seçilen yerin yakınının bir bölümünde “Garkad”313 ve hurma
ağaçları vardı ve diğer bir bölümü kabristandı. Henüz bu kabristandaki
kabirlerin eseri mevcuttur ve Allah Resulü’nün (s.a.a), satın aldığı Sehl ve
Süheyl isimlerinde iki yetim çocuğun kabri de bu kabristandadır. Bu noktanın
mescid olarak düşünülmesinden sonra ağaçları kesip mezarı düzleyerek
mescid yapımı için hazır hale getirdiler.
Peygamber’in (s.a.a) bu şehre girmesinden hemen sonra mescid binasının
taşları hazırlandı ve erkeğiyle kadınıyla ashabın tamamı iştiyakla mescidin
yapımına başladılar.
Genel olarak söylememiz gerekir ki, bu mescid, Allah Resulü’nün (s.a.a)
yaptığı ikinci mescid idi. İlk mescid olan Kubâ Mescidi’nden sonra şimdi
merkezi veya Medine’yi kuşatan bir mescid yapılmıştı. Ancak Allah Resulü
(s.a.a), bu iki mescidle yetinmedi ve zaman zaman kabileler arasına giderek
oralarla namaz kıldı ve o kabile için namaz kıldığı yeri, mescid yeri olarak
belirledi. Bununla birlikte belirlenen söz konusu mescidler için cemaat imamı
tayin etti veya genel olarak kıraati iyi olan kimsenin cemaat imamı olmasını
buyurdu. Allah Resulü’nün (s.a.a) yalnızca iki mescid yaptığı görüşü, çok eski
tarihi kaynaklarda yer alan pek çok nakillerle açıkça çelişmektedir.
Her halükarda Allah Resulü’nün (s.a.a) yaptığı mescidle günümüzde bu
mescidin yerine yapılan mescidin birçok açılardan farkı vardır, zira Allah
Resulü’nün (s.a.a) yaptığı mescidin alanı daha küçük, yapısı sade ve daha çok
ihlâslıydı. Mescidin uzunluğu yetmiş zirâ, genişliği altmış zirâ -her zirâ
yaklaşık yarım metredir- ve yüksekliği 1/75 metreydi öyle ki, bazılarının başı
mescidin tavanına yetişiyordu. Mescidin ilk binası hurma ağacının
tomruğundan ve yapraklarından yapılmış daha sonra hicri dördüncü asırda
kerpiç ve çamurdan yapılmıştı.314
Mescidin yapımı, muhacir ve diğer mahalle sakinlerinin çoğunun mescidin
etrafına ev yapmalarına sebep oldu. Bunun akabinde şehir, mescid etrafında
şekillendi.
Allah Resulü’nün (s.a.a) mescidinin ilk binası yaklaşık 35 metre uzunluğunda
ve 30 metre genişliğindeydi ve 1050 metre kare civarında bir alanı kaplıyordu.
İlk mescidin binası kerpiç ve çamurla yapılmış ve sütun olarak hurma
ağacından yararlanılmış; üzeri hurma ağcının dallarıyla örtülmüştü öyle ki,
yağmur yağdığında namaz kılanların başı ıslanıyor ve Allah Resulü (s.a.a) ve
ashabın secde ettiği yer çamur oluyordu.315 Başlangıçta mescidin kıblesi
kuzeye ve Beytü’l-Mukaddes tarafına doğruydu. Kıblenin değişmesinden
-Garkad: Kuş üzümüne benzer, siyah ve kırmızı meyveleri olan bir tür çöl ağacıdır.
-Vefâul-Vefâ, c.1, s.327.
315
-a.g.e., s.240.
313
314
138
sonra mescidin tavanının bir bölümü güney tarafına taşındı ve Suffe, mescidin
kuzeyine alındı.
Mescid bu binasıyla yedi yıl cemaat namazı ve Cuma namazının kılındığı
yer ve Allah Resulü’nün (s.a.a) hutbe okuduğu mekân oldu. Bazıları hicri
dördüncü yılda mescidin duvarlarının kerpiç ve çamurdan yapıldığını
yazmışlardır. Hicri yedinci asırda İslam’ın yayılması ve Müslümanların
artmasıyla, mescidin genişletilmesi söz konusu edildi. Allah Resulü (s.a.a)
mescidin uzunluk ve genişliğini büyüterek 2475 metrekareye çıkardı. Bu
genişletmede mescid, küp görünümü kazandı. Hicri ikinci yılda Mescidin
kıblesi de kuzeyden güneye değiştirildi ve ondan sonra Yahudilerin kıblesi
olan Beytü’l-Mukaddes tarafına doğru değil, Mekke tarafına doğru namaz
kılındı.
Günümüzde mescidin güneyinde -kıble tarafında- altın renkli parmaklıklar
vardır ve bu parmaklıklar mescidin doğusundan batısına kadar yani Allah
Resulü (s.a.a) zamanındaki mescidin güney sınırına kadar uzanır. Nitekim
mescidin ilk avlusunda yer alan birinci sundurmanın bitimindeki Osmanlı
sultanı Abdülmecid tarafından konulan sütunlar da Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a)
kuzey sınırında yer almıştır. Bu sütunlar, Bab-ı Nisa’nın karşısında
konumlanmıştır.
Minber tarafından beşinci sütun tarafındaki dört zirâ miktarı içerdeki bir
boşlukta Peygamber’in (s.a.a) defnedildiği yer vardır ve demir parmaklıklarla
çevrelenmiş bu yer, mescidin doğu sınırını oluşturur. Gerçekte doğu tarafında
mescidin asli yerindeki küçük bir bölüm içerisinde Hücre-i Şerif yer almıştır.
Mescidin batı sınırı, minberin sağındaki beşinci sütundur ve hali hazırda bu
yöndeki sütunlar üzerine “Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) bitim sınırı” yazılmıştır.
Büyük avlu başlangıcı da mescidin kuzey kısmı sınırını oluşturur. Mescid-i
Nebevi (s.a.a) ona on sütun ölçüsündedir. Söz konusu bu sütunlar üç renktedir.
Asli bölümün sütunların rengi Ehlisünnete göre Ravza’nın yerini gösterir. İlk
sütunlardan farklı olan ikinci tür sütunlar, mescidin yedinci asırdaki sınırlarını
gösterir. On sütuna kadar mescidin bitimi, hicretin onuncu yılına kadarki sınırı
belli eder.
Mescidin yapımıyla aynı zamanda yapılan bölümlerden birisi -günümüz
deyimiyle ev- iki hücreydi. Bu iki hücre, Allah Resulü (s.a.a) ve onun eşleri
Sevde ve Ayşe’nin oturması için yapılmıştı. Daha sonraları bu hücrelerin
sayıları arttırıldı. Güç yetirebilen sahabenin her biri, mescidin kenarına bir
hücre yaptı. Bu hücrelerin kapıları mescid tarafına doğru açılıyordu ve namaz
vaktinde, bu kapıdan içeri giriyorlardı. Ancak üçüncü yılda, İmam Ali’nin
(a.s) hücresinin kapısı dışında, bu kapıların kapatılması emredildi. Başka bir
yerde bu hücreler -günümüz deyimiyle evler- hakkında daha fazla sohbet
edeceğiz.
RESİM 79-80
S. 243
On Yedinci Yılda Mescidin Genişletilmesi
139
Fetihlerin artmasıyla birlikte Müslümanların sayısı çoğalıyor ve bu arada
Medine hilafet merkezi unvanında daha çok cemiyeti kendine cezp ediyordu.
İkinci halife (hilafeti: 13-23), etraftaki evleri satın alarak mescide katma kararı
aldı.
Mescid, bir miktar kıble yani güney tarafından ve aynı şekilde batı ve kuzey
tarafından genişletildi. Bu arada Peygamber’in (s.a.a) amcası Abbas’ın evinin
de yıkılması kararlaştırıldı, ancak olay sözlü atışmalara kadar götürüldü.
Halife, Peygamber (s.a.a) ashabından birinin hakemlik yapmasını kabul etti.
Bu sahabe de halifenin mescid için halkın elindeki yerini zorla alamayacağına
hükmetti. Tartışmanın son bulmasından sonra Abbas kendi evini, para
almaksızın mescide hediye etti. Mescidin yeniden genişletilmesiyle kıble
tarafından 5 metre, batı tarafından 10 metre ve kuzey tarafından 15 metre
mescide ilave edildi.
Mescide toplam 1100 metre kare eklenerek mescid alanının toplamı 3575
metre kareye çıktı. Bu yeni eklemeyle, mescide yeni kapılar da ilave edildi.
Mescidin alanına yapılan bu eklemeyle, eski sütunların yerini hurmadan
yapılan yeni sütunlar aldı ve mescidin binası da eskisine nispetle daha sağlam
oldu. Elbette kullanılan malzemeler yine çamur ve kerpiçti. Mescidin tabanı da
Akik Vadisi’nin kumlarıyla döşendi.316
Hicri 29 Yılında Mescidin Genişletilmesi
Üçüncü halife mescidin alanını, ikinci halife zamanına nispetle 4071
metrekareye ulaşacak şekilde genişletti. Cuma namazını dışarıda kılmak
zorunda kalan halkın istekleri sonucu halife mescidi genişletmek zorunda
kaldı. Bununla birlikte evleri yıkılan bazı kimseler, mescidin genişletilmesinin
karşısındaydılar. Halkın mescidin genişletilmesine muhalif olmasının bir diğer
delili de Osman’ın sahip olduğu haleti ruhiyesi doğrultusunda mescidi sade
halinden çıkartıp işlenmiş taşları mescidin yapımında kullanmasından
korkmasıydı.
Nakiller esasınca Osman, mescidin genel durumunu değiştirdi ve 496 metre
daha mescide ekledi. Mescidin yeni binasında işlenmiş taşlardan yararlanıldı
ve tavını da Tik Ağacı’ndan yapıldı. Bunun yanında mescidin ön tarafı yani
imamın durduğu yere, imamın namaz kıldıracağı küçük bir girinti (mihrab)
yapıldı. Osman, Ömer’e saldırıldığı gibi kendisine saldırılmaması ve
korunmuş bir yerde namaz kılması hedefiyle bu girintiyi yaptırmıştı.
Yukarıda yer alan nakillere göre üçüncü halifenin ilk defa mescidi sade
halinden çıkartıp işlenmiş ve tıraşlanmış taşlarla süslediği anlaşılmaktadır.
Mescidin ikinci ve üçüncü halife zamanındaki genişlemesi, az miktarda güney
ve daha ziyade kuzey ve mescidin batısı yönlerinde olmuştur. Doğu
bölümünde Allah Resulü’nün (s.a.a) hücresi (evi) vardı ve bunun için bu
kısımda genişleme olmadı.
Velid b. Abdülmelik Zamanında Mescidin Genişletilmesi
Mescid-i Nebevi (s.a.a) Hicri Kameri 88 yılına kadar değişmedi. Velid b.
Abdülmelik’in hilafeti zamanında halife tarafından Medine valisi seçilen
316
-Vefâul-Vefâ, c.2, s.656.
140
Ömer b. Abdülaziz, nispeten Mescid-i Nebevi’yi (s.a.a) genişletti. Velid’in
emriyle yapılan bu genişletmeyle Allah Resulü’nün (s.a.a) hücresinin yer
aldığı mescidin doğusu da büyütüldü. Velid’in emri esasınca Peygamber’in
(s.a.a) kabri etrafına duvar çekilmesi ve o taraftan da mescidin büyütülmesi
kararlaştırıldı. Bu hücrelerde Peygamber’in (s.a.a) hatıralarını ve sade
yaşamını gören Medine halkı, buralarda yapılacak yıkım haberi ardından
feryat etti.
Hz. Fatıma’ın (s.a) evi, İmam Hüseyin’in (a.s) küçük kızı ve Hasan b. Hasan
b. Ali’nin eşi olan Fatıma-ı Suğra’nın ihtiyarındaydı. Bazı rivayetler esasına
göre Velid’in mescidi ve özellikle mescidin doğusunu genişletmekteki asıl
hedefi, bu evin Hasan b. Hasan’ın elinden alıp onu buradan uzaklaştırmaktı ve
gerçekte siyasi bir hedef güdüyordu.317 Fatıma-ı Suğra, evinin elinden
alınmasına karşı çıktı, ancak Velid, evi zorla aldı. Bu sebeple halk yıllarca
orada namaz kılmaktan sakındı ve orasını zorla gasp edilen yer olarak gasbi
bildi.
Doğu, batı ve kuzey tarafından mescid genişletildi. Kuzey tarafından 100
metre, kuzey batı tarafından 67/5 metre ve güney batıdan doğu tarafına doğru
83/75 metre genişletilen mescidin alanı 6400 metre kareye kadar çıkartıldı.
Bazıları, bu dönemde mescidin alanının 7500 metre kareye ulaştığını
yazmışlardır. Orta bölümde bir sahnın-avlunun yer aldığı ve etrafındaki çok
sayıda sütunlar üzerindeki sundurmalarla (revaklarla) birlikte mescidin varlığı
korunuyordu.
Güzel yapılara pek çok ilgi duyan Velid, mescidin sağlamlaştırılması
yanında süslenmesini emretti. Taberî’nin verdiği bilgiye göre318 Velid,
mescidin yapılması için Rum Kayseri’nden yardım istedi ve o da yüz miskal
altını kapsayan çok miktarda para yardımı istemenin yanında maharet sahibi
yüz işçisini Velid’e gönderdi. Bu işçilerin yardımıyla Velid, görkemli bir
mescid yaptı.
Mescidin yeni yapımında sağlamlığın yanında tavanını 12 metreye
yükseltiler ve yağmur suyunun birinci tabakadan nüfuz etmesi halinde ikinci
tabakanın engel olması için aralıklı çift tavan yaptılar. Aynı şekilde mescide
dört minare yapıldı ve bunlardan birisi, Mervan’ın evinden yüksek olduğu için
kısa süre sonra yıkıldı.
Bu dönemde mescidin süslenip bezenmesi şöyle olmuştu: İşlenmiş taş
sütunlar demir kaplamalarıyla kaplanmış, yüksek duvarlar alçı ve çinilerle
bezenmiş, hücreler yenilenmiş, tavan Tik ağacıyla bezenmiş, Peygamber’in
(s.a.a) çamurdan yaptığı yerleri, sağlam ve taş yapı almış ve… özetle mescidin
yapısı, o zamana kadar Arap Yarımadasında görülmeyen bir binaya
dönüştürülmüştü. Çiniler ve duvar üzerine Şems suresinin ayetlerinin işlenerek
yazılması ilk süsleme örneğini olmuştu.
-Vefâul-Vefâ, c.2, s.514; el-Mescidi’n-Nebevi İberi’t-Tarih, s.113-114.
-Tarih-i Taberî, c.6, s.436; el-Mescidi’n-Nebevi İberi’t-Tarih, Muhammed Seyit el-Vekil,
kitabından naklen, s.119.
317
318
141
Yeni yapılandırma projesinde Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldırdığı yere
mihrap yapıldı ve mescidin dört köşesine minare inşa edildi. Mescidin
yapılandırma işleri hicri 88 yılında başlayarak, hicri 91 yılında
tamamlanmıştır.
Söylememiz gerekir ki, Velid yalnızca Mescid-i Nebevi’yi (s.a.a)
yenilemekle kalmamış, Peygamber’in (s.a.a) namaz kıldığı ve buralara mescid
yapılan yerlerin tamamını yenilemiştir. Bu yapılandırmalar, Medine’nin tarihi
mescidlerini konu alan tarihi kaynaklarda yazılmıştır.
Abbasi Halifesi Mehdi Döneminde Mescidin Genişletilmesi
Ben-i Abbas 132 yılında hilafet koltuğuna oturdu. Söylenildiğine göre
Abbasilerin birinci ve ikinci halifesi Seffâh ve Mansur, mescidi genişletmeyi
düşünmüşler, ancak buna fırsat bulamamışlardı. Özellikle Mansur, İmam
Hasan’ın (a.s) torunlarından Nefsi Zekiyye’nin liderliğinde kendisine karşı
ayaklanan Medine halkından gün yüzü görmemişti.
Mansur’un oğlu Mehdi, Mescidü’l-Haram -daha önce Mescidü’l-Haram
konusunda açıklama yapıldıve Mescid-i Nebevi’yi (s.a.a) yeniden
yapılandırdı. Mehdi 158 yılında Medine’ye geldi ve Allah Resulü’nün (s.a.a)
mescidini yenileme ve alanını genişletme kararı aldı. Onun bu konudaki fiili
girişimi 161 veya 162 yılında başladı.
Mehdi’nin mescide ilave ettiği alanın toplamı 2450 metreyi kapsıyordu.
Aynı şekilde o, mescidin sütun sayılarını çoklaştırdı ve birkaç kapı daha
ekledi. Bu zamanda mescidin yirmi kapısı vardı: Bunlardan dördü kuzeyde,
sekizi batıda ve sekiz kapı da doğudaydı. Bu yenilenmede mescidin etrafında
her biri sahabeye ait olan çok sayıda evler yıkılarak mescide eklendi. Abdullah
b. Mesud, Şurehbil b. Hasene ve Misver b. Mahreme’nin evi, yıkılan evler
arasındaydı.
Bazı tarihi kaynaklarda Me’mun’un da 202 yılında mescidde değişiklikler
yaptığına işaret edilmiştir. Bu konuya işaret eden Mucmelu’t-Tevârîh
kitabında şöyle anlatılır:
“Maarif kitabında Me’mun’un Medine’deki Mescid-i Nebevi’de pek çok
ekleme yaptığını okudum.” Sonra Me’mun’un emriyle yazılan kitabın
metnini de getirmiştir.319
Bu genişletmeden sonra yedinci asra kadar Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a)
alanının genişletildiğine dair elimizde bilgi yoktur ve mescidin
yapılandırılması için önemli bir girişimde bulunulmadığı ihtimali vardır. Fakat
görünen o ki çeşitli yıllarda mescidin tamiri yapıldı ve doğal olarak bu
tamirler olmaksızın mescidin ayakta kalması mümkün değildi.
Hicri Kameri 652 yılında yani Abbasilerin yıkılmasından üç yıl önce
Mescid-i Nebevi’de (s.a.a) ateş çıktı ve mescid önemli hasarlar gördü. Abbasi
halifesi mescidi tamir edemedi, zira Moğollar tarafından düşürülmüştü, ancak
Mısır Memlûkleri mescidin bakım ve onarımı için mimarlarını gönderdiler.
Ondan sonra Memlûk sultanı Muhammed b. Kalavan mescidin batı ve doğu
319
-Mucmelu’t-Tevârîh ve’l-Kasas, s.275.
142
tavan kısmını yaptırdı ve 705-706 yıllarında mescid için başka sundurmalar
yapıldı; çeşitli onarımlarla mescid ilk görünümüne tekrar kavuştu.
Hicri Kameri 886 yılında yıldırım sebebiyle mescidde tekrar yangın çıktı.
Memlûkler yeniden onarım faaliyeti sorumluluğunu üstlendiler ve mescidin
tamiri yanında yeni kervansaray, medrese ve yemekhane yapıldı. Bu yenileme
faaliyetiyle mescidin alanı 9010 metre kareye kadar çıkartıldı. Bu yangından
sonra Medine’ye gelen bir İranlı mescidde çıkan yangın ve Memlûkler
tarafından tamir edilmesini, olayın canlı şahitlerinden işitmiş ve bunları
kaleme almıştır.320
Osmanlıların Çabası
Daha sonraki merhalede mescidin yapılandırılması, Osmanlılar döneminde
ve hicri onuncu asırda gerçekleşmiştir. Osmanlı Sultan Süleyman 938 yılında
Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) bakım ve onarımı için telaş etti, ancak mescidin
temel bakımı girişimleri, Hicri Kameri 1265 yılında Birinci Sultan
Abdülhamid tarafından başlatıldı ve on üç yıl içinde mescid sağlam ve nefis
bir gürünüm kazandı. Bu yenilemeyle mescidin binası olabilecek en sağlam
yapısına ulaşmıştı. Ondan sonra sultanlar dönemi ve sonrası mescidin
yapılandırılması devam etti. Tarihçiler her dönemin yapılandırma bilgilerini
yazmışlardır.
Abdülaziz Suudi’nin Saltanatında Mescidin Genişletilmesi
Melik Abdülaziz tarafından mescidin yeniden yapılandırılmasının başladığı
Hicri Kameri 1370 yılına kadar mescidde esaslı bir bakım ve onarım faaliyeti
olmamıştı. Bu yılda Abdülaziz Suudi faaliyeti başlattı ve mühendislerin
gözetimi altında mescidin genişletilmesi projesini hazırladı. Hicri Kameri
1373 yılında resmi olarak işe başlandı. Mescidde yapılan bu yenileme
faaliyetinden sonra mescidin alanı 16327 metre kareye ulaştı.
Mescidde yapılan bu genişletme faaliyetiyle mescidin kuzey, batı ve doğu
tarafları büyütüldü. Mescide yapılan 6025 metre kare ilavenin yanında, mescid
etrafına meydan ve caddelerin yapılması için etraftaki evler yıkılarak mescide
16931 metre karelik bir alan daha eklendi. Nazirî, söz konusu genişletilme
çalışmalarından sonra mescidi şöyle niteliyor:
“Mescidin kuzey, doğu ve batısına yapılan üç tane Şebistan’ın (Harem
sarayı/Gece konaklama yeri) yapıldığı bu binaya, işlenip süslenmiş demir başlıklı
222 güzel sütun eklendi. Böyle bir binanın sağlamlığı için her birinin 127 metre
olan doğu ve batı duvarları ve 91 metre uzunluğundaki kuzey duvarı uzantılarına
küp şeklinde 74 sütun yapıldı. Bina, işlenip süslenmiş 44 büyük penceresiyle ve
söz konusu Şebistan’ın yarımay başlıklı sütunlarıyla görülmeye değer bir görünüm
kazandı. En son imar ve genişletme çalışmalarından önce mescid Fahd zamanında
binanın yapılandırılması yanında namaz kılanlara gölgelik etmesi için mescidin
etrafına geniş gölgelikler yapıldı. Mescidde yapılan yeni imar ve genişletme
çalışmalarına kadar var olan bu gölgeliklerin fotoğrafları mevcuttur.”
RESİM 81
320
-Daha fazla bilgi için bkz: Mikât-ı Hac, sayı: 10, s. 106-116.
143
S.249
Fahd b. Abdülazi’in Saltanatında Mescidin Genişletilmesi
Mescidde imar ve genişletme çalışmalarının son merhalesini Melik Fahd
başlattı. Fahd, Hicri Kameri 1402 yılında kendi saltanatını başlattı ve Kur’an
basımı, Mescidü’l-Haram ve Mescid-i Nebevi ve Kubâ, Kıbleteyn, Mikât ve
Cuma mescidlerinin genişletilmesi için çok çaba sarfetti. Bununla birlikte
mescidlerin yapılandırılması henüz devam etmektedir öyle ki, son yıllarda
Mübahele Mescidi de yeniden yapıldı. Aynı şekilde Mekke’deki İcabe
Mescidi, Cin Mescidi, Şecere Mescidi ve Râye Mescidi de ya restore
edilmektedir ya da yeniden yapılmıştır.
Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) taş yapı olarak genişletilmesi, iki üç yıl mescidin
haritasının çıkarılması ve harita çiziminden sonra hicri 1405 yılı (miladi 1984)
sefer ayının dokuzuncu günü başladı. Projenin müdürü, Suudi hükümetinin en
büyük imar şirketi olan Bin Ladin Şirket’iydi. İmar çalışması resmi olarak
1406 Muharrem’inde başladı. Projenin altyapı çalışmaları 1410 yılında
bitirildi ve sonra mescid binasının mimarisi için işe başlandı.
Mescide eklenilmesi düşünülen yeni binalar, mescidin doğu, batı ve kuzeyini
kapsıyordu, ancak mescidin güneyinde taşla kaplanmış meydandan mescidin
güney duvarı karşısındaki pazar dışında başka bir bina yapılmadı.
Yeni mescidin, 167000 kişinin namaz kılabileceği alana kadar genişletilmesi
kararlaştırıldı. Daha önce bu alan 16327 metre kareydi ve yeni imar ve
genişletme çalışmasıyla 137000 kişinin namaz kılma alanı olan 82000 metre
karelik bir alanın eklenmesi kararlaştırıldı. Bu verilerden eklenen alanın,
mescidin önceki alanının birkaç katı olduğunu anlıyoruz. Mescidin tabanın
genişletilmesi yanında namaz kılanlar için gölgelikte hazırlandı öyle ki, burada
90000 kişi namaz kılabilecekken mescidin yukarı ve aşağı katında toplam
257000 kişi namaz kılabilecekti. Mermer basamakların yanında çatıya
gidilebilecek birkaç adet yürüyen merdiven yapıldı.
Mescid etrafında açık alan olarak düşünülen yerlerin alanı da 235000 metre
kareye ulaştı. Bu alan 250000 kişinin namaz kılacağı büyüklüğe sahiptir.
Etrafta yer alan alanlara abdest almak için çeşitli yerler yapılıp buraların
aydınlatılması için taş sütunlar üzerine projüktürler takılmıştır. Buna ek olarak
mescidin önceki avlusuna da güneşten korunmak için otomatik açılıp kapanan
gölgelikler yapılmıştır.
Mescid etrafındaki otomatik gölgeliklerin sayısının geçen yıllar sürecinde
arttırıldığını bilmemiz gerekir. Bu gölgelikler sayesinde gündüzün yakıcı
sıcağından korunma sağlanır. Şemsi 1388/2009 yılında Bab-ı Cebrail’den
Bakî’ye kadar ve oradan harem pazarlarına kadar bu gölgelikler açıktı ve gün
boyu buralarda oturulup gezilebilecek bir haldeydi. Bu yerlerde oturulabilir
olması, ailelerin ziyaret imkânını sağlamıştır.
Daha önceki minarelerin yanı süre yeni imar ve genişletme çalışmalarıyla
her birinin 104 metreyi bulan altı minare daha eklendi. Böylelikle hali hazırda
mescidde on minare vardır. Daha önceki konularda bunlar hakkında bilgi
vermiştik.
Yeni binanın tamamında yeni bir mimari işçiliğinin kullanılması yanında
mescidin daha önceki Memlûk ve Osmanlı mimarisinin korunmasına özen
144
gösterilmiştir. Bu yapıda “Allah” ve “Muhammed” isimleri mescidin her
yerinde tekrar edilmiş ve halifelerin isimleriyle süslendiği Osmanlı döneminin
aksine bu yeni mimaride bu isimler kullanılmamıştır.
Mescidin yeni binasında ekleme yapılana üç tarafın tamamına gölgelik
konulmuş; yağmurdan ve güneşten korunmak için önceki iki sahna (avlu) da
otomatik açılıp kapanan on iki gölgelik yapılmıştır. Bu gölgeliklerin
sütunlarına, mescidin aydınlatılması için projüktörler takılmıştır.
Tavanların tamamının yüksekliği 14 metredir. Bu tavanlar içerisinden
havalandırma kanalları çok sayıda sütunlar üzerinde yükselmiştir. Bu
sütunların aşağısında, mescidin içerisine serin hava pompalanır.
Mescidin havalandırılması iki yoldan sağlanır: Birincisi dört buçuk metre
derinliğinde ve 79000 metre kare alana sahip mescidin altındaki cihazlardır.
İkincisi Mescide yedi kilometrelik bir bölgede yer altı kanalları suretiyle
soğutma cihazlarının suyu soğutmasıyla mescidin serinletilmesi temin edilir.
Hakeza elektirik de bu kanallar vesilesiyle mescide intikal eder.
Buna ek olarak pek çok sayıda hacıyı barındırabilecek oteller ve bunların
altında çok sayıda müstakil pazarlar yapılmıştır. Örneğin mescidin kıble
tarafından Bakî duvarlarıyla Gamame Mescidi arasına ziyaretçilerin
ihtiyaçlarını karşılaması için pazarlar yapılmıştır.
RESİM 82-86
S.251
MESCİD-İ NEBİ’NİN (S.A.A) İÇ BÖLÜMLERİ
İlk başta Allah Resulü’nün (s.a.a) mescidi etrafı çamur duvarla çevrilmiş ve
bir bölümü namaz kılanların güneşten korunmak için hurma dallarıyla
örtülmüş bir yerdi. Bunun birlikte mescid ve ibadet binasına uygun düşecek
çeşitli bölümleri vardı. Allah Resulü’nün (s.a.a) bu mescidin her yerindeki
hatıralarının, kendine has dini etkileri vardır ve bu eserlerin her biri mescidin
temel maneviyatının nişaneleridir. Bazı bölümler de sonradan eklenmiştir ve
biz, kısaca bunlara değineceğiz:
Ravza-i Mutahhara
Güney doğu bölümünde (kıbleye doğru) minberle kabir arasındaki mesafede
yer alan Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) bir bölümü “Ravza-i Mutahhara” ve
“Ravza-i Şerife” olarak tanınır. Bu bölümün fazileti pek çoktur, zira Allah
Resulü’nün (s.a.a) hadisinde burası Ravza-i Cennet olarak tanıtılmıştır:
“Evimle minberimin arası cennet bahçelerinden bir bahçedir. Minberim
havuzumun uzerindedir.”
Aynı şekilde yine Allah Resulü’nün (s.a.a) şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
“Benim minberim cennet kapılarından bir kapı üzerindedir.”321
321
-Yukarıdaki her iki hadis için bakınız: Usul-u Kâfi, s.553-554.
145
Bu hadis Şia ve Ehlisünnet’in ittifak ettiği bir hadistir, ancak Ravza’nın
sınırının tarifinde âlimler arasında ihtilaf söz konusu olmuştur:
Bazıları, Peygamber’in (s.a.a) kabri kenarındaki mescidin doğu duvarını
Ravza’nın doğu sınırı ve batıda ise sadece minber noktasını sınır bilmişlerdir;
böylelikle Ravza’nın sınırları, birisi minber diğer ikisi mescidin doğu duvarını
oluşturduğu üçgen bir alanla sınırlandırmışlardır. Hâlbuki bazılarının iddiasına
göre; Allah Resulü (s.a.a) zamanında mescidin her tarafı Ravza olarak
biliniyordu.
Başka bir görüşe göre Peygamber’in (s.a.a) kabri kenarında, mescidin doğu
duvarı karşısında batıda da aynı ende, minberden aşağı tarafına -kuzey
tarafına doğru- kadar bir alan da Ravza’nın sınırları dâhilindedir ve bu esasa
göre Ravza dikdörgen bir şekli kapsar. Bu tarif Ehlisünnet arasındaki en
meşhur tariftir. Bu görüş esasına göre bu bölümün sütunları, diğer
bölümlerdeki sütunlardan farklıdır öyle ki, kabirden minbere kadar bir sırada
yer alan sütunlar tamamen özel bir renkle boyanmıştır.
Şia âlimleri Ravza’nın tanımında şöyle derler: “Ravza, güney tarafındaki
mihrab duvarından -günümüzde demir korkuluklarla belirlenmiştir- başlayıp
kuzeyde dördüncü sütunla son bulur. Yani Ehlisünnet’in söylemiş olduğu
sütunlara ek olarak bir sutunu daha içine almaktadır. Doğu sınırı ise
Peygamber’in (s.a.a) ve Fatıma-i Zehra’nın (s.a) evinin içinde yer alır ve batı
tarafı ise Minber-i Şerife’nin karşısındadır.322
Ravza-i Mutahhara sınırları içinde üç mukaddes mekân vardır: “Allah
Resulü’nün (s.a.a) Merkad-i Mutahharası (Kabri Şerifleri)”, “Minber” ve
“Mibrap”. Sırasıyla bunların her birisi hakkında sohbet edeceğiz:
Allah Resulü’nün (s.a.a) Hücre-i Şerif’i ve Mutahhar Kabri
Mescidin en şerif noktalarından birisi Allah Resulü’nün (s.a.a) kabr-i
şerifidir. Allah Resulü (s.a.a), Allah’ın en sevgili ve peygamberidir ve onun
yirmi üç yıllık zahmetinin meyvesi, İslam’ın paha biçilmez mirasıdır.
Mescid yapılırken, mescidin doğu kenarına Peygamber (s.a.a) ve eşlerinin
oturması için hücreler yapıldı ve bu hücreler, Peygamber’in (s.a.a) vefatından
yaklaşık doksan yıla kadar ayaktaydı. İlk planda Sevde, sonra Ayşe ve onun
ardından Hz. Fatıma-i Zehra (s.a) için hücreler yapıldı. Tarihçilerin yazdığına
göre Allah Resulü (s.a.a), vefat ettiği hücreye defnedildi. Ehlisünnet’in rivayet
ettiğine göre Allah Resulü’nün (s.a.a) defnedildiği bu hücre, Ayşe’nin
hücresiydi. Başka bir ihtimale göre Ayşe’nin hücresiyle Hz. Fatıma’nın (s.a)
hücresi arasında Peygamber’in (s.a.a) dinlendiği ve eşlerinin hiçbirisine has
olmayan bir hücre daha vardı ve burada defnedildi.
-Bkz: Usul-u Kâfi, c.4, s.554. Bu rivayette Hz. İmam Cafer Sadık (a.s) minberden mescidin avlu
tarafına doğru dört sütun arasını Ravza’nın sınırları bilmiş ve “İç avludan (Sahn) Ravza’da hiçbir şey
yoktur.” buyurmuştur. Bkz: Mikât-ı Hac, sayı: 26, s.100-101.
322
146
Her halükarda Peygamber’in (s.a.a) burada defnedilmesinden sonra birinci
ve ikinci halifeyi onun yanına defnettiler ve zamanla Ayşe’ye ait olan yerle
burası arasına perde (daha sonra ikinci halife döneminde kısa duvar
çekilmiştir) çekildi. Velid dönemindeki imar ve genişletme çalışmalarına
kadar mescid bu haliyle kaldı. Mescidin doğu tarafının genişletildiği o
zamanda etrafına beş köşe çekilmiş olan Mutahhar Kabir mescidin içinde
kaldı. Kâbe yapısına benzememesi için beş köşe çekildiği söylenilmiştir.
Bunun yanında onun arkasında kıbleye doğru namaz kılan kimse, üçgen taraf
karşısında yer alıyordu ve burada namaz kılanlar amelen kabre yönelmiş
olmuyorlardı.
Söylenmesi gerekir ki Mısır İsmâilî hâkimlerinden Ebu’l-Hayca isminde
birisi ilk defa üzerinde Yasin suresi yazılı perdeyi kabrin üzerine örtmüştür.323
Bundan sonra üzeri Kur’an ayetleriyle yazılmış olan perde Mutahhar Kabir’in
üzerine örtülmeye başlandı.
Hicri Kameri 557 yılında Haçlıların nüfuz etmesi ihtimali sebebiyle Kızıldeniz yoluyla mescide saldırma imkânı vardı- onların Mutahhar Kabir’e
zarar vermemeleri için kabrin etrafına, alt tarafına kurşun döküldü.324 Daha
sonra 668-694 yıllarında bazı Memlûk sultanlarının emriyle Hücre-i Şerif için
tahtadan bölmeler (dairevi sur) yapılmıştır.
O zamana kadar Peygamber’in (s.a.a) kabrinin ziyaretçileri, Ömer b.
Abdülaziz tarafından kabrin etrafına yaptırılan ve kabirle arası bir buçuk metre
olan beş köşeli duvarın yanında durup ziyaretname okuyorlardı. Cemaleddin
İsfehânî, Hücre-i Şerifin etrafına tavana kadar yükselen zarih (türbe) yaptı ve
bu türbe 654 yılında yandı. Hücre-i Şerif’in tavanının yanıp düşmesi de bu
yangında vuku bulmuştur. Abbasilerin son halifesi Mustasım, yıkılan yerlerin
yapılması için bir grup gönderdi ve bu grup, Hücre-i Şerif’in tavanını yeniledi.
Hicri Kameri 668 yılında Baybars kabrin beş köşeli yapısı etrafına
dikdörtgen şeklinde zarif (türbe) suretinde ağ gibi duvar çekti ve Hz.
Zehra’nın (s.a) evini içine kattı ve teheccüd mihrabına kadar olan bölümü
bunun içine aldı.
Bu zamandan sonra halkın kabre ulaşması zorlaştı. Hz.
Zehra’nın (s.a) evi, bu bölümün içinde kaldı ve Mürebbeatü’l-Kabir sütunu da
halkın elinden çıktı. Onun, Peygamber’in (s.a.a) kabrinin kuzey batı açısında
yer alması sebebiyle Mürebbeatü’l-Kabir deninmiştir.
Hz. Zehra’ya (s.a) mensup olan kabir ve onun evinin bulunduğu Hücre-i
Tahire’nin alanı 240 metre (16 metre uzunluğunda ve 15 metre genişliğinde)
olup etrafına altın türbe (zarih) çekilmiştir.
Bu türbe için dört kapı yapıldı bu kapıların birisi güneyde yani kıble
tarafındaki “Bab-ı Tevbe”, diğeri batı tarafında ve Ustuvanatü’l-Serir
yakınındaki “Babu’l-Vufûd”, hücrenin doğusundaki “Bab-ı Fatıma” ve
dördüncüsü ise kuzeyde yer alan “Bab-ı Teheccüd” dür.
Ondan sonra Suudi döneminde tamiratın dışında Hücre-i Şerif’te bir
değişikli olmadı ve olduğu şekliyle kaldı. Zira Suudi anlayışında kabrin imar
ve yapılandırılması yasaktı. Kabrin yapılandırılmaması bir yana kabir
üzerindeki yazıtı halkın okumaması için yazıların üzerini koyu renkle
323
324
-Nüzhetü'n-Nâzirîn, s.182.
-a.g.e., s.194.
147
boyadılar ve hatta Kur’an rafları konularak halkın Hücre içerisini görmesinin
önünü aldılar ve hali hazırda halka buraya yaklaşma izni dahi vermiyorlar.
Peygamber’in (s.a.a) Mutahhar Kabiri’nin yanında burasının kuzey tarafında
Fatıma-i Zehra’nın (s.a) kabri unvanında bir yer vardır. Bazı nakillere göre
burası Hz. Zehra’nın (s.a) defnedildiği evidir.
Başka bir rivayete göre Hz. Zehra (s.a.a) Bakî Mezarlığı’na defnedilmiştir ve
Ehlisünnet daha ziyade bu rivayeti kabul etmeye meyillidir.
Söylediğimiz gibi Hücre-i Şerif’in toplam dört tane dış kapısı vardır.
Bunların ilki güneyde yer alan hicri 1026 yılına ait kapıdır. Bab-ı Teheccüd
ismindeki kuzey kapısı, Mihrab-i Teheccüd’ün karşısında yer alır. Bab-ı
Fatıma (s.a) ismiyle meşhur olan kapı doğuda yer almıştır ve üzerine şiirler
yazılmıştır. Batı kapısı ise Bab-ı Nebi (s.a.a) olarak meşhurdur.
Günümüzde Bakî Mezarlığı tarafından Mescid-i Nebevi’den (s.a.a) çıkan
kimse -mescidin doğu kapısının en güney tarafı- kendisinin sol tarafında
Hücre-i Şerif’i görür. Bu bölümde Peygamber’in (s.a.a) kabri karşısında
sırasıyla birinci ve ikinci halifenin kabirlerinin görüleceği üç kemer müşahede
edilir ve onun üzerinde şu ayet yazılmıştır:
ٰ
ٰ ‫ول‬
ِ
ِ
ِ ‫صواتَ ُهم ِع ْن َد ر ُس‬
َّ َ ِ‫الل ِه اُوٰلئ‬
َّ ِ
﴾‫يم‬
ٌ ‫ين ْامتَ َح َن اللهُ قُلُوبَ ُه ْم للتَّ ْق ٰوى ل َُه ْم َمغْف َرةٌ َواَ ْج ٌر َعظ‬
ْ َ ْ َ‫ين يَغُضو َن ا‬
َ
َ ‫ك الذ‬
َ ‫﴿ا َّن الذ‬
“Allah’ın elçisin huzurunda seslerini kısanlar, Allah’ın, gönüllerini takva
(Allah’a karşı gelmekten sakınma) konusunda sınadığı kimselerdir. Onlar için
bir bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.”325
Peygamber’in (s.a.a) kabrine doğru duran kimsenin sağ tarafındaki sütunların
birisinde şu şiir görülür:
“Ey kemikleri defnedilen ve onun güzel kokusunun sahrayı kapladığı en
hayırlı insan.”
Aynı şekilde Peygamber’in (s.a.a) kabri karşısında duran kimsenin sol
tarafındaki sütunda şu şiir yazılmıştır:326
“Senin yattığın iffetli, cömert ve kerem sahibi kabre canım feda olsun.”
RESİM 88-89
Minber
Mescidin mukaddes mekânlarından birisi Allah Resulü’nün (s.a.a)
minberidir. Pek çok rivayette Peygamber’in (s.a.a) ilk başta hurma ağacına
dayanarak hutbe okuduğu ve ashaptan birinin Allah Resulü’nün (s.a.a)
oturması, herkesin onu görmesi ve Peygamber’in (s.a.a) yorulmaması için
minber yapılması önerisinde bulundu.
325
326
Hucurat, 3.
-Bkz: Mikât-ı Hac, sayı:26, s.135.
148
Başka bir nakilde Allah Resulü’nün (s.a.a) çamurdan yapılmış basamak türü
bir şeyin üzerine oturduğu ve yedinci asırda tahta minber yapıldığı
söylenmiştir.
Muaviye zamanına kadar üç basamaklı bu minberden istifade ediliyordu.
Muaviye daha çok ilgi toplayıp kendisini hak göstermek içi Allah Resulü’nün
(s.a.a) minberini Medine’den Şam’a getirmek istedi, ancak Medine halkı itiraz
etti ve Muaviye’nin bu işi yapmasına engel oldular. Daha sonra marangoz bu
minbere altı basamak daha yaptı ve minber toplam dokuz basamak oldu. Bu
minber zamanla yok olmaya yüz tuttu ve altıncı asırda minberin geride kalan
bir kısmından teberrük unvanında yararlanıldı.
654 yılında Mescid-i Nebevi’de (s.a.a) yangın çıktı ve minber yandı.
Yazdıklarına göre minberi olduğu yere defnettiler. 664 yılında Mısır Memlûk
sultanı Baybars tarafından yeni bir minber yapılıp Medine’ye gönderildi.
Ondan sonra 797 yılında başka bir minber ve ardından 820 yılında bir minber
daha yapıldı ve bu minber 886 yılında çıkan yangında yandı. 889 yılında
Kaytabay’ın gönderdiği minberin yerini alan 998 yılında Osmanlı Sultan
Murad’ın gönderdiği minber, şimdiye kadar varlığını korudu. Bu minber çok
değerli sanat eserlerinden sayılır.
RESİM90
S.259
Mihrap
Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kılıp Allah Teâlâ için alnını toprağa
koyduğu ve secde ettiği yere mihrap yapıldı. Lügat kaynakları dikkate alınarak
söylenmesi gerekir ki: “Mihrap” meclis başı ve yukarısı anlamına gelir ve dini
geçmişi açısından bu kelime Kilise ve Yahudi tapınaklarıyla alakalıdır.
Nitekim Kur’an’da Zekeriya (a.s) ve Meryem (s.a) hakkında bu kelimeden
istifade edilmiştir.327
Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı yer tamamen belirgindir ve
günümüzdeki mihrabın yerinin hali hazırdaki mihrabın yeri olduğunda kuşku
yoktur. Elbette Allah Resulü (s.a.a) zamanında ve bir kaç onlu yıllara kadar
mihrap diye bir şey yoktu ve Müslümanlar bu kelimenin, yalnızca Kur’an’da
Hz. Meryem’le (s.a) alakalı olarak geldiğini biliyorlardı. Velid mescidin
genişletilmesi emrini vermesi ve Ömer b. Abdülaziz’in emri uygulaması
zamanında Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı yere bir mihrap yapıldı.
Şam’daki Hıristiyanları taklit ederek böyle bir girişim gerçekleşti. Bu mihrap,
uzun zaman boyunca değişmeler yaşadı ve Mısır Memlûk sultanı Kaytabay’ın
yaptırdığı hali hazırdaki mihrap baki kaldı. Osmanlı döneminde bu mihrap
Kur’an ayetleriyle süslendi.
Asıl mihrabın yanında mescidin kıble tarafında iki mihrap daha vardır ve
bunlardan birisi Osmanlı sultanlarına Osman’a mensup olup Mihrab-ı
Osmanî’dir; mescidin güney duvarı tarafındaki bu mihrap, hali hazırda cemaat
imamının namaz kıldırdığı yerdir. İkincisi Osmanlı sultanlarından Sultan
Süleyman’a mensup olup Mihrab-ı Süleymani veya Mihrab-ı Hanefi’dir ve bu
327
-Âl-i İmrân, 37.
149
mihrap Allah Resulü’nün (s.a.a) mihrabının batı tarafında yer alır. Bu mihrap,
Hicri Kameri 860 yılından sonra yapılmıştır.
Bunun yanında Peygamber’in (s.a.a) türbesinin kuzeydeki duvarın sonunda
Allah Resulü’nün (s.a.a) bazı gecelerde gece namazı kıldığı “Mihrabü’tTeheccüd” yer alır. Bir zamanlar “Dekketü’l-Âğavât”ın arkasında -günümüzde
yanlışlıkla “Suffe” olarak isimlendirilen ve “Hâcelerin Oturağı” isminde- bir
mihrap daha vardı.
RESİM 91
S.260
Mescidin Sütunları
Mescidin tavanı sütunlar üzerindeydi ve tavanı koruması yanında bu
sütunlardan Allah Resulü (s.a.a) ve ashap da istifade ediyordu. Sütunların her
birinden geride kalan hatıralar bu sütunlara mukaddeslik bahşetmesine sebep
olmuş ve her biri özel isimler alarak tarihte kalıcılığını sürdürmüştür.
Mescidin her restore edilişinde, bu sütunların yeri değişmiyor, yalnızca eski
sütunların yerini yenileri alıyordu. Doğal olarak mescidin genişletilmesiyle
yeni sütunlar da ekleniyordu öyle ki, hali hazırda mescidin 2104 tane sütunu
vardır.
Mescidin eski yerinde güney tarafındaki sütunlar farklı rengiyle diğer
sütunlardan ayrılır. Daha önce değindiğimiz gibi bu sütunların her birinin
kendine has özel hatırası vardır ve biz burada bunların bazılarına yer
vereceğiz:
1. Hares Sütunu
Mescidin mukaddes sütunlarından birisi “Hares” veya “Muharris”
sütunudur. İmam Ali (a.s) bu sütunun kenarında oturup Peygamber’i (s.a.a)
koruduğu ve ona bekçilik yaptığı için bu isimle anılır. Yazdıklarına göre:
“Muhakkak Allah, seni korur.”328 ayetinin inmesinden sonra İmam Ali (a.s)
artık Peygamber’i (s.a.a) korumayı bırakmıştır, zira Allah’ın bizzat kendisi,
onu korumayı üstlenmiştir.
Musa b. Seleme şöyle diyor: “Cafer b. Abdullah b. Hüseyin’e “Ali b. Ebi
Talib’in (a.s) sütununun fazileti nedir?” diye sorduğumda o, şöyle dedi:
“Burası Muharris sütunudur ve filen kabir tarafındaki bu sütunun yanında
Ali (a.s) oturuyor ve Peygamber’i (s.a.a) koruyordu.”329
Aynı şekilde bu sütunun İmam Ali’nin (a.s) namaz kıldığı yer olduğunu
söylemişlerdir.
2. Tevbe Sütunu
İbn-i İshak ve diğer eski kaynakların rivayetilerine göre330 Tevbe sütunu,
Allah Resulü’nün (s.a.a) Ebu Lübâbe ismiyle meşhur Beşir b. Abdülmunzir
Ensari’nin hatırasını canlandırır. Hicretin beşinci yılında müşrik grupları
328
-Mâide, 67.
-Vefâul-Vefâ, c.2, s.448.
330
-es-Siretu'n-Nebeviyye, İbn-i Hişam, c.1, s.432, 544.
329
150
Medine’ye saldırıp şehrin kuzeyinde hendekle karşılaştıklarında Medine’nin
güneyinde oturan Ben-i Kurayza Yahudileriyle birleşerek kapıları açıp
buradan girebileceklerini düşünmüşlerdi. Ben-i Kurayza Yahudilerinin
Peygamber’le (s.a.a) anlaşmaları vardı ve buna rağmen müşriklerle birlikte
olmuşlardı. Ahzâb saldırısı bittikten sonra Allah Resulü (s.a.a) Ben-i
Kurayza’nın ardı süre giderek onları muhasara altına aldı.
RESİM S. 262
Ebu Lübâbe Allah Resulü (s.a.a) tarafından onlarla konuşmak için Ben-i
Kurayza’ya gitti. Ebu Lübâbe düşünmeden işaretle: Anlaşmaya bağlı
kalmadıkları için ölümün onları beklediğini anlattı. Ebu Lübâbe’nin bu
hareketi, Ben-i Kurayza’yı Müslümanların karşısında sıkı bir savunmaya
geçmelerine sebep olabilirdi. Hatasına anlayan Ebu Lübâbe, Ben-i
Kurayza’nın kalesinden çıkıp doğruca mescide gelerek mescidin sütunlarından
birisine kendini bağladı ve ağlayıp sızlanarak namaz kıldı.
Siyer kitaplarında Müslümanlara Allah’a ve Peygamber’e (s.a.a) hainlik
etmeyin buyruğunun yer aldığı Enfal suresi’nin 27. ayetinin her ne kadar
şüpheli olsa da Ebu Lübâbe hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Zira
Enfal suresi hicretin ikinci yılına ve Bedir savaşıyla alakalıdır. Her halükarda
Allah Teâlâ’nın, Ebu Lübâbe’nin tövbesini kabul ettiği haberi ulaşmıştır. Bu
sütun, söz konusu bu nakilden dolayı “Tevbe Sütunu” olarak bilinir.
Başka bir nakilde Ebu Lübâbe’nin Tebük savaşındaki yanlışından dolayı
tövbe ettiği söylenir.331 Bu nakille, yukarıda İbn-i İshak’tan rivayet edilen
nakil çelişir ve daha az meşhurdur.
Bir rivayette Allah Resulü’nün (s.a.a) nafile namazlarını Tevbe Sütunu’nun
yanında kıldığı gelmiştir. Allah Resulü (s.a.a) sabah namazından sonra bu
sütunun kenarına giderek nafile namazı kılıyordu.332
Abdullah b. Ömer teberrük inancına çok bağlıydı ve Allah Resulü’nün
(s.a.a) namaz kıldığı her yerde namaz kılmaya özen gösteriyor ve kendi
seccadesini Tevbe Sütunu arkasına seriyordu.333
3. Vufûd (Heyetler) Sütunu
Allah Resulü’nün (s.a.a) uygulama sahasına koyduğu işlerden birisi de
kabile büyüklerini İslam’la tanıştırmak ve siyasi anlaşmalar yapmaktı. Allah
Resulü (s.a.a) bu işlerin yürütülmesi için mescidde özel bir yer ayırmıştı ve
gelen heyetlerle bu özel yerde görüşüyordu. Burası mescidin sütunlarından
birisinin yanıydı ve sonraları bu sütun “Vufûd Sütunu” olarak tanındı ve şimdi
de aynı isimle bilinir. “vefd” elçi ve heyet anlamında olup çoğulu “Vufûd”tur.
Kaynakların dediğine göre burasına “Meclisü’l-Kalâde” de denilmiştir, zira
yine söylendiğine göre sahabenin büyükleri bu sütun kenarında oturarak
sohbet ediyorlardı ve burada oturmak ayrıcalık sayılıyordu.334
331
-Delailu'n- Nubuvve, Beyhakî, c.7, s.272.
-el-Meğanimü’l-Mutâbe, s.156, Tahkiku’n-Nusra, s.59 (her iki nakilde İbn-i Zübale’dendir).
333
-Tahkiku’n-Nusra, s.59; es-Sünenü'l-Kübra, Beyhakî, c.5, s.247
334
-Tahkiku’n-Nusra, s.60; Et-Ta’rif, s.61.
332
151
4. Serir Sütunu
Mescidin sütunlarından birisi Allah Resulü’nün (s.a.a) itikâf günlerini
yanında geçirdiği sütundu. Ashap, Allah Resulü’nün (s.a.a) dinlenmesi için
burasına hurma yaprakları sermişti. Burası Ustuvanetu’s-Serir yanında yer
aldığı ve Allah Resulü’nün (s.a.a) yatak gibi dinlenme yeri olduğu için yatak
anlamına gelen Serir olarak isimlendirilmiştir.
5. Kura (Ayşe veya Muhacirler) Sütunu
Bu sütun için üç isim zikretmişlerdir. Ayşe’nin Allah Resulü’nden (s.a.a)
rivayet ettiği bir hadisten dolayı burası “Kura Sütunu” ismini almıştır.
RESİM S.266
Rivayete göre Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Bu sütunun
kenarında öyle bir yer vardır ki, eğer halk burasının önemini bilselerdi
burada namaz kılmak için aralarında kura çekerlerdi.” Ayşe’nin bu
rivayeti nakletmesi ve burasının faziletini hatırlatması hasebiyle “Ayşe
Sütunu” denilmiştir. Muhacirlerin burada oturup sohbet ettikleri hasebiyle de
“Muhacirler Sütunu” ismini almıştır. Bu nakillerin çoğunu Semhûdî VefâulVefâ kitabında zikretmiştir.
6. Hannâne Sütunu
Daha önce minber yapılmadan önce Allah Resulü’nün (s.a.a) hurma ağacı
gövdesine dayanarak hutbe okuduğunu söylemiştik. Yazdıklarına göre Allah
Resulü (s.a.a) için minber yapıldığı ve onun, bu minber üzerinde sohbet ettiği
zaman, bu ağaç yavrusundan ayrılan dişi devenin ağlaması gibi bir feryadın
yükseldiği duyulmuştu. Bu sebeple söz konusu hurma ağacının yerine bir
sütun yapıldı ve “Hannâne” olarak isimlendirildi. Allah Resulü (s.a.a) bu
ağacın olduğu yere gömülmesini emretti. Bu sütunun yeri, mihrabın
batısındadır.
7. Murabbaatu'l-Kabr veya Cebrail (a.s) Sütunu
Cebrail’in (a.s) Allah Resulü’nün (s.a.a) yanına geldiği yer olması hasebiyle
“Cebrail (a.s) Sütunu” olarak isimlendirilmiştir. Burası aynı zamanda Hz.
Fatıma-i Zehra’nın (s.a) evinin girişidir.335
Bu sütun hali hazırda Hücre-i Şerif’in içinde olup asırlarca ulaşılması mümkün
olmamıştır. Burası Hücre-i Şerif’in kuzey tarafı duvarıyla Hücre-i Şerif’in batı
duvarının kesiştiği yerdir. Buraya ulaşılma imkânı olsaydı, çok kutsal bir
ibadet yeri olacak ve mübarek mekânları araştırma peşinde olan kimselerin
aşırı ilgi ve alaka duymalarına sebep olacaktı. Bazı rivayetler esasına göre Hz.
Fatıma’nın (s.a) kabri de bu bölümdedir.
Hz. Fatıma’nın (s.a) evinin fazileti yanında zikredilen bu sütunun fazileti
hakkında nakledildiğine göre Allah Resulü (s.a.a) kırk kuşluk vakti buranın
kenarına gelmiş ve ev halkı İmam Ali (a.s), Hz. Zehra (s.a) ve Haseneyn’e
335
-Vefâul-Vefâ, c.2, s.450; el-Mescidi’n-Nebevi İberi’t-Tarih, s.55.
152
(a.s): “Selam olsun size ey Ehlibeyt” şeklinde selam vererek şu ayeti tilavet
etmiştir: “Ey Ehlibeyt, ancak ve ancak Allah, sizden kiri gidermek ve sizi
tertemiz yapmak istiyor.”336 Bu rivayet Ehlisünnet’in çeşitli kaynaklarında
nakledilmiştir.337
8.Teheccüt Sütunu
Daha öce Allah Resulü’nün (s.a.a) türbesinin batı duvarı bitimi ve kuzey
duvarı noktasında Hz. Fatıma’nın (s.a) evinin kapısı ve Murabbaatu'l-Kabr
veya Cebrail Sütunu olduğunu söylemiştik. Doğu tarafa uzanan kuzey duvarın
devamında ve Hz. Fatıma’nın (s.a) evinin kuzey duvarı bitiminde Teheccüt
Mihrabı vardır. Bu mihrabda duran kimsenin sol tarafında Bab-ı Cebrail ve
sağ tarafında ise Makam-ı Cebrail vardır.
Bu nokta Peygamber (s.a.a) zamanında mescidin dışındaydı ve buradan Hz.
Resulün (s.a.a) gece namazını burada kıldığı ve bu sebeple Teheccüt Mihrabı
olarak meşhurlaştığı anlaşılmaktadır. Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurur:
“Farz namazı dışında namazların en hayırlısı evde kılınan namazdır.”338
Bazı nakillerde Allah Resulü’nün (s.a.a) herkes uyuduğunda her gece
Ali’nin (a.s) evi arkasına bir hasır sererek gece namazı kıldığı yer almıştır.339
Said b. Abdullah b. Fuzeyl şöyle diyor: “Ben burada namaz kılmakla
meşgulken, Muhammed Hanefiye’yi gördüm. Bana: ‘Bu yerin fazileti
hakkında bir şey biliyor musun?’ diye sordu ve ben de hayır dedim. Bana
şöyle dedi: “Burada otur, burası Allah Resulü’nün (s.a.a) gece namazı
kıldığı yerdir.”340
Müslümanlar zamanla mihrabın yanındaki bu sütuna -elbette mescidin bizzat
kendi sütunlarından bilinmemesi gereken bir sütundur- şiddetli ilgi ve alaka
duyamaya başladılar ve şimdiye kadar da Teheccüt Mihrabı’nın arkasında
namaz kılmak için toplanırlar.
9. Muhallaka Sütunu
Allah Resulü’nün (s.a.a) musallasının-namaz kıldığı yerin yakınındaki bu
sütun sonraları kenarında Mushaf’ın bulunmasından dolayı “Mushaf
yakınındaki sütun” olarak da söylenmiştir. Ancak niçin Muhallaka
denildiğinin sebebine gelince: "Muhallaka" kokulu manasına gelmektedir. Bu
sütunun bu adla adlandırılması, mescidin havasının güzel kokması için bu
sütuna "ud" konulmasından dolayıdır. Bu adet, Abbasi halifelerinden Mehdi
zamanında ve eşi Hayzaran tarafından başlatılmış daha sonraları devam
ettirilmiştir. Günümüzde bu sütun üzerinde Hayzaran ismi yer almaktadır.
Buhari’nin rivayeti esasınca Peygamber’in (s.a.a) ashabından Seleme b. Ekve’,
teberrüke itikadı sebebiyle sürekli bu sütunun yanına gelip namaz kılıyordu; o
şöyle diyordu:
336
-Ahzâb, 33.
-Daha fazla bilgi için bkz: Âyatu’t-Tathir fi Ahâdisi’l-Ferikayn, Seyit Ali Muhammed Ebtehî,
Seyyidi’ş-Şuheda yayıncılık, Kum, 1405h.k (iki cilt); Âyatu’t-Tathir fi Mesâdiri’l-Ferikayn, Seyit
Murtaza Askeri, el-Mecmeul-İlmi el-İslami, Tahran 1377 h.ş.
338
-Tabakâtu’l-Kübra, c.1, s.362.
339
-et-Ta’rif, s.33.
340
-Vefâul-Vefâ, c.2, s.451.
337
153
“Peygamberin bu sütunun yanında namaz kıldığını gördüm.” Malik b.
Enes de şöyle demiştir:
“Nafile namazının kılınacağı en iyi yer burası ve farz namazının kılınacağı
en iyi yer ise namazın ilk safıdır.” Ehlisünnet’in temel kaynaklarında yer alan
bu tür rivayetler, sahabenin ilk neslinin teberrük konusuna verdiği önemi
ortaya koyar.
Kıble değiştiği zaman bu sütunun, belli bir süre Allah Resulü’nün (s.a.a)
önünde yer aldığı ve gerçekte kıble alameti sayıldığını yazmışlardır.
Söylendiği üzere bir kısmının mihrabın yakınına düşen bu sütun, mihrabın
içerisindedir. Bu sütunun kenarında, Mushaf’ın korunduğu bir sandık vardı.
Hadikatü’z-Zehra (s.a)
Geçmişte mescidin birinci avlusunun güney açısında birkaç hurma ağacı
vardı. Hicri altıncı asırda İbni Cübeyr, bu avluda on beş hurma ağacının
olduğunu hatırlatmıştır. Sonraları buraya bir tane Sedir Ağacı ve bir tane de
Humre isminde ağaç dikilmişti. Sonraları burasının Teheccüt Mihrabı’na ve
Hz. Fatıma’nın (s.a) evine yakın olması hasebiyle “Hadikatü’z-Zehra –a.s-”
olarak isimlendirilmiştir. Bu ağaçların fotoğrafını eski fotoğraflar arasında
görmek mümkündür.
Mübarek on dört imamın mübarek isimleriyle birlikte, Aşere-i
Mübeşşere’nin isimleri (Ehlisünnet’e göre) ve Ehlisünnet’in dört mezhep
imamlarının isimleri birinci ve ikinci avlu duvarları üzerine hat yazısıyla
işlenmiştir. Bunlar arasında İmam-ı Zaman’ın (a.f) ismi, Muhammed el-Mehdi
şeklinde gelmiş ve uzaktan “hayy(hayatta)” okunacak surette yazılmıştır.
Söylenildiğine göre bu yazının “hayy” şeklinde okunmayacak şekilde
değiştirilmiştir. Bu yazıtlar (Ketibe) Osmanlı dönemine ait olup Kaçarlar
dönemi seyahatnamelerinde zikredilmiştir.341 Geçmişte Osmanlı devleti
döneminde İslam dünyasının birçok yerinde Ehlisünnet, ilk halifeler ve dört
mezhep imamlarının yanı sıra on iki imamı (a.s) da seviyorlardı ve bu sebeple,
İslam dünyasının en büyük mescidine on iki imamın (a.s) isimlerini
yazmışlardır.
RESİM 93
S.269
Suffe
Mekke ve etraf bölgelerdeki Müslümanlar Allah Resulü’nün (s.a.a) emriyle
Medine’ye hicret ettiler ve Medine şehrinin, bunların tamamını ağırlama
imkânının olmadığı aşikârdı. Ensar fedakârlık yaparak muhacirlerin büyük bir
kısmını kendi evlerine götürdü ve bunların bir kısmı da kendi varlıklarını
muhacirlerle paylaştı. Bununla birlikte muhacirlerin bir kısmı sığınaksız kaldı.
Söz konusu bu kimselerin kendileri için ev yapıp geçimliliklerini
sürdürebilecekleri bir işe sahip olmaları zaman aldı.
RESİM
-Seyahatname-i Hisâmu’s-Saltana, s.147-148; Seyahatname-i Ferhad Mirza, s.181. Bkz: Mikât-ı
Hac, sayı: 19, s.179; Seyahatname-i Ferâhânî, s.226; Seyahatname-i Nayibü’s-Sadr, s.220-221;
Seyahatname-i Necmü’l-Mülk, s.179; Seyahatname-i Mirza Davud, s.165.
341
154
S.270
Ensar’dan olan Talha şöyle diyor: “Muhacirler Medine’ye girdiklerinde,
arkadaşı olanlar, onların evlerine gidiyorlar ve tanıdıkları olmayanlarda
Suffe’de barınıyorlardı. Kendim Suffe’de ikamet ediyordum ve Peygamber
(s.a.a) günlük yetecek kadar bize hurma gönderiyordu.”342
Her halükarda fakir Muhacirler mescidin bir bölümüne yerleştirildi. Burada
onları güneşten koruyup gölgesinden yaralandıkları gölgelik vardı. Onlardan
bazıları akşam yemeğine Ensarın evlerine gidiyorlardı, ancak gece kalmak için
tekrar yerlerine geliyorlardı. Bu kimseler çoğu zaman Allah Resulü’nün (s.a.a)
gönderdiği az bir yiyecekle yetinmek zorundaydılar. Bir defasında onlardan
birisi şöyle demişti: “Bize o kadar hurma verilmişti ki, karnımız alev
almıştı!”
Suffe’de ikamet edenlerin sayısı zamanla değişiyor; artıp eksiliyordu. Siyer
kitaplarında isimleri zikredilen bu kimselerin sayısının yetmiş kişiye kadar
ulaştığı anlaşılmaktadır. Yedinci yılda Medine’ye gelen Ebu Hureyre şöyle
diyor: “Benim gördüğüm yetmiş kişiden hiçbirisinin abası yoktu. Bazıları
pantolon ya da aba yerine kendilerine havlu dolamışlardı; bazen havlu
onların bacaklarına bile ulaşmıyor ve avretlerinin görünmemesi için
havluyu elleriyle tutuyorlar bazen de havlulunun uzunluğu ayakları üzerini
örtecek kadar uzundu.”343 Bazıları bunların sayılarının yaklaşık yetmiş kişi
olduğunu söylemişlerdir.344
Suffe’de ikamet eden meşhur sahabelerin isimleri şunlardan ibarettir: Ebuzer
Gaffari, Salmani Farisi, Abdullah b. Mesud, Mikdat b. Esved, Huzeyfe b.
Yemân, Suheyb Rumî ve Bilal.
Bu kimseler cemaat namazına katılmaktan, ibadetten ve gazve ve seriyelere
katılmaktan başka bir işle meşgul değillerdi; abit ve zatih bir ruhiyeye sahip
olmaları hasebiyle İslam tarihi boyunca arif kimselerin örnekleri olmuşlardır.
Yeni Medine’ye gelen bu şahısların çoğu dini öğretileri öğrenmekle
meşguldüler. Ubade b. Samit’in, Suffe’de ikamet edenlere Kur’an öğrettiğini
söylemişlerdir. Bazıları Bakara suresinin 273. ayetinin Suffe ehli hakkında
olduğuna inanırlar. Bu ayette şöyle buyrulur:
“(Sadakalar) kendilerini Allah yoluna adayan, yeryüzünde dolaşmaya güç
yetiremeyen fakirler içindir. İffetlerinden dolayı (dilenmedikleri için),
bilmeyen onları zengin sanır. Sen onları yüzlerinden tanırsın. İnsanlardan
arsızca (bir şey) istemezler. Siz hayır olarak ne verirseniz, şüphesiz Allah onu
bilir.”
İmam Sadık’ın (a.s) babasından naklettiği bir rivayette İmam şöyle
buyurmuştur:
-Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.2, s.486.
-Sahih-i Buhari, c.1, s.120 (Dar-u İhyai't-Turas).
344
-Bkz: Mikât-ı Hac, sayı: 21, s.73.
342
343
155
“Allah Resulü (s.a.a) Suffe Ashabı’na başvururdu, zira onlar, Allah’ın
misafirleri ve ailelerini, mallarını ve varlıklarını terk edip Medine’ye hicret
etmiş ve Allah Resulü (s.a.a) onları Suffe’ye yerleştirmişti. Sayıları dört yüz
olan bu kimselere, Allah Resulü (s.a.a) sabah akşam selam veriyor ve
onların hal hatırlarını soruyordu. Bir gün Allah Resulü (s.a.a) onlardan
birisini ayakkabısını dikerken, bir diğerini abasını yamarken ve üçüncü
kişiyi başını yıkarken gördü. Allah Resulü (s.a.a) onların her birine günde
bir ölçek hurma paylaştırıyordu. Onlardan birisi kalkıp şöyle dedi: ‘Ey
Allah’ın Resulü! Sizin bize yedirdiğiniz bu hurmalar, karnımızı
kazındırıyor ve yakıyor!’ Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu: “Allah’a
yemin olsun! Eğer gücüm yetseydi dünya nimetlerini önünüze sererdim.
Ancak sizler, benden sonra hayatta olacaksınız ve sabah akşam çeşitli
kaplarda değişik yiyeceklerle dolu yiyeceklere sahip olacaksınız. Sizlerden
bazıları, sabah bir sofra açacak akşam başka bir sofra serecek. Sizler
büyük evler yapacaksınız ve Kâbe gibi yüksek evlerde oturacaksınız.”
Ashaptan birisi kalkıp şöyle dedi: “Ey Allah’ın Resulü! Ben o günler için
sabırsızlanıyorum, ne zaman o günlere kavuşacağız.” Allah Resulü (s.a.a)
şöyle buyurdu: “Sizlerin bu zamanı, o zamandan daha iyidir. (Şimdi)
Karnınızı helalle doldurmuş olabilirsiniz, ancak (yarın) karnınızı
haramla doldurmanızdan korkarım.”345
Suffe ashabı için özelleştirilen yer, mescidin doğu bitimi tabiri caizse mescidin
bitimi; kuzey duvarı kenarında 96 metrelik üstü örtülü bir yerdi. Dolayısıyla
günümüzde Suffe unvanında gösterilen yer gerçekte “Dekketü’l-Âğavât” Hâcelerin Dükkânı- olarak isimlendirilen yerin, Suffe ashabının yeri değil,
onun batısında Peygamber (s.a.a) zamanındaki mescidin içinde yer alması
gerekiyor. Günümüzde yanlış yere Suffe diye isimlendirilen yer, Peygamber
(s.a.a) zamanından 88-91 yıllarına Velid b. Abdülmelik zamanında imar ve
genişletme çalışmalarına kadar mescidin dışındaydı ve Allah Resulü’nün
(s.a.a) bazı eşlerinin hücreleriydi.
Kubbetu'l-Hadrâ/ Yeşil Kubbe
678 yılında Memlûk sultanı Kalavun, Peygamber’in (s.a.a) mutahhar kabri
üzerine kümbet yaptı. Bundan öncesine kadar sadece bu bölümün duvarı,
mescidin diğer bölümlerinin duvarlarından biraz yukardaydı. Kalavun’un
yaptığı kümbet, aşağı tarafta küp şeklindeki sütunların üzerindedir fakat yukarı
bölümü sekiz köşelidir. 853, 878 ve 881 yıllarında mescidin birkaç yeri
yapılandırıldı, birkaç hücresi yenilenip taş taban yapıldı ve kümbet tamir
edildi. 886 yılındaki yangında maksure-bölme ve kubbe büyük zarar gördü,
ancak Hücre-i Şerif yani kabrin olduğu alan bu yangından etkilenmedi. Bunun
ardından 887 yılında Sultan Kaytabay, yangından büyük zarar gören kubbeyi
yeniden yaptı. Bir kaç sene sonra kubbe tekrar yenilendi.
1233 yılında Osmanlı sultan Mahmud döneminde de kubbe yenilendi ve o
zamana kadar kubbenin rengi mordu. Sultan Abdülhamid döneminde mübarek
345
-Bihâru’l-Envâr. Allame Meclisi, , c.22, s.310; c.70, s.128 ve c.72, s.38. Daha fazla bilgi için bkz:
Mikât-ı Hac, sayı:21, s.77-78.
156
kabir üzerindeki kubbenin rengi değiştirilip yeşil yapıldı ve bu zaman ve
bundan sonrası “Kubbetu'l-Hadrâ (Yeşil Kubbe)” olarak meşhurlaştı.346
Uygulama gereğince her sene kubbenin rengi üzerine renk vuruyorlardı.
Kubbeyle gökyüzü arasında tavan gibi bir engelin olmaması için kubbenin
altından delik açılması ilginç bir noktadır. Bu deliğin açılma kıssası şöyledir:
Medine’ye yağmur yağmadı ve halk bu konuda Ayşe’den yardım istedi. Ayşe
de halka, Peygamber’in (s.a.a) kabrinin varlığını hatırlattı. Peygamber’in
(s.a.a) eşi, teberrük ve tevessüle inancı olmayanların aksine halkı kabre
yönlendirdi. Kabir üzerine kubbenin yapılmasından buyana deliğin aralanarak
yağış az olduğu zaman Allah’tan yardım istenmesi sünnet olarak kalmaya
devam etti.347
Mescidin Kapıları
Peygamber (s.a.a) zamanında Mescid-i Nebevi’nin ilk binasına üç tane kapı
yaptılar. Doğu kısmında Cebrail Kapısı vardı ve sonraları bu kapıya “Âl-i
Osman Kapısı” ve “Bab-ı Nebi” de deniliyordu. Bu kapının asıl yeri mescidin
doğu duvarında Hücre-i Şerif’in batı duvarıyla kuzey duvarının kesişim
noktasından yaklaşık iki metre daha yüksekti. Gerçekte Cebrail Kapısı tam
olarak asıl kapının karşısında değil biraz daha kuzey tarafa meyillidir.
Mescidin batı kapısı “Bab-ı Atike olup “Bab-ı Rahmet” ismiyle meşhurdur.
Burası Allah Resulü’nün (s.a.a) mescide girdiği kapıydı ve kıblenin
değişmesiyle bu kapının yeri de değişti.
Üçüncü kapı da kıblenin değişmesinden öncesine kadar mescidin güney
duvarında ve Efendimizin (s.a.a) mihrabıyla Hücre-i Şerif arasındaydı ve
sonraları kıblenin değişmesiyle bu kapı, mescidin kuzey duvarına taşındı.
Söylenmesi gerekir ki mescidin doğu, batı ve kuzey duvarları kenarına
hücreler yapıldığında bu hücrelerin her birine kapı açıldı ve hücrelerin
sahipleri “Huhe” adı verilen küçük kapılardan mescide giriyorlardı.
Hicretin üçüncü yılında Uhud Gazvesi’nden biraz önce Allah Resulü (s.a.a) gerçekte Allah’ın emriydi- Ali’nin (a.s) kapısı dışında mescide açılan bütün
kapıların kapatılmasını emretti. Bu hadis Ehlisünnet’in muteber hadis
kitaplarında da nakledilmiştir.348 İslam’ın ilk asrında genellikle şeyheyn
(Ebubekir ve Ömer) taraftarı olan Medine ahalisi hadis kaynaklarında
Ebubekir’in kapısı hakkında nakledilen bir rivayetin esasınca Allah
Resulü’nün (s.a.a) şöyle buyurduğu söylenmiştir: “Ebubekir'in penceresinden
başka mescide bakan açık pencere kalmasın.” Söylendiğine göre mescidin batı
duvarında ve Babı’s-Selam’ın yakınında Ebubekir’in evinin yanında bir
penceresi vardı ve gerçekte Ebubekir’in hücresiyle mescid arasında bir
pencere vardı ve o, buradan mescide giriyordu. Bu hücre (ev) imar ve
genişletme çalışmalarında mescidin içine alındı, ancak mescidin batı
duvarındaki tabela onun kapısını göstermektedir. Mescidin batı duvarının
onlarca metre genişletildiği söylememiz gerekir. Kapıların kapatılması hadisi
-Tamir ve Tovsee-i Mescid-i Şerifi Nebevi, s.69-70.
-Bkz: Nüzhetü'n-Nâzirîn, s.193.
348
-el-Hâvî li’l-Fetâvâ, c.2, s.120; Bu hadisin yolları hakkında bakınız: Ehlu’l-Beyt fi’l-Mektebeti’lArabiyye, s.223-235.
346
347
157
ve Ebubekrin kapısı hakkında hadis kaynaklarında ilginç açıklama ve
yorumlar getirilmiş ve bunları Semhûdî Vefâul-Vefâ kitabında zikretmiştir.
Bab-ı Selam ve Bab-ı Nisa’nın da ikinci halife asrında mescide ilk eklenmiş
bölümlerden olduğunun söylenmesi gerekir.
Mescidin yeni binasına eklenen kapıların sayısı toplam yetmiş büyük kapıyı
kapsar. Numaralandırılan bu kapıların sayısı kırk bire kadar ulaşır. Bunların
ilki yani kapı no:1 Bab-ı Selam ve 41 nolu kapı ise Bab-ı Bakî’dir.
Harem-i Nebevi’nin (s.a.a) Kütüphanesi
Harem-i Nebevi’nin (s.a.a) Kütüphanesi Hicri Kameri 1428 yılı sonuna
kadar birkaç kat şeklinde mescidin ortasındaydı, ancak bu yılda mescidin batı
tarafında Babu’l-Atik’in kenarına ve mescidin üst katına kütüphane binası
yapıldı ve basılmış kitapların tamamı buraya alındı.
Mescidin doğu tarafına söz konusu kütüphanenin yakınına kadınlar için daha
küçük bir kütüphane yapıldı. Bu kütüphaneye gitmek için geniş yürüyen
merdiven yapılmıştır ve kütüphane, asli koridorları yanında tali koridorları,
odaları ve açık kitap raflarıyla alaka duyanların ziyaretine açıktır.
Günümüzde asli nüshalar ve çok az bulunan taş basma kitaplar, mescidin
ortasındaki ilk kütüphanede korunurken yeni yapılan kütüphanede 120 bin cilt
kitap bulunmaktadır.
Mescidin Minareleri
Mescidin ilk binası ve Velid b. Abdülmelik zamanında mescidin
genişletilmesi faaliyetlerine kadar mescidde hiçbir surette minarenin
olmadığını göstermektedir. O zamanlarda müezzin sadece mescidin üstüne
çıkarak ezan okuyordu. Velid’in emriyle mescidin her köşesine minare
yapıldı. Bu minareler zamanla yenilenerek yerlerini daha sağlam minarelere
bıraktı. Yeni minareler Sultan Kaytabay eliyle yapıldı ve mescidin imar ve
genişletilmesi çalışmalarında bu minarelerin bazıları yerini korurken bazıları
da varlığını koruyamadı. Daha sonraları mescid için yeni minareler yapıldı.
Mescidin dört asli minaresi şunlardan ibarettir: Kuzey köşelerde yer alan
“Süleymaniye Minaresi” ve “Mecidiye Minaresi”dir ve Suudi döneminde her
ikisi de yıkılmış ve yerlerine yenileri yapılmıştır. Üçüncüsü Yeşil Kubbe’nin
kenarında ve güney doğu köşesindeki “Reisiyye Minaresi” olarak meşhurdur.
Hicri Kameri 886, 888 ve 892 yıllarında üç kez Kaytabay tarafından tamir
edilen ve altmış metre yüksekliğindeki bu minare şimdiye kadar varlığını
korumuştur.
Bab-ı Selam’ın kenarında yer alması hasebiyle “Bab-ı Selam Minaresi”
adıyla meşhur olan dördüncü minare mescidin batı köşesinde yer alır. Bu
minare Memlûk sultanı Ahmed b. Kalavun tarafından hicri 706 yılında
yapılmış olup şimdiye kadar olduğu şekliyle kalmıştır. Memlûk Kaytabay
tarafından Bab-ı Rahmet tarafına yaptırılan başka bir minare daha vardı, ancak
bu minare Suudi döneminde kaldırıldı. Fahd döneminde mescide yapılan yeni
eklemelerde altı minare daha eklendi. Günümüzdeki mescidin minare sayısı on
tanedir.
158
Allah Resulü’nün (s.a.a) Hücreleri ve Fatıma’nın (s.a) Hücresinin
Konumu
Allah Resulü (s.a.a) mescidin yerini aldığında etraftaki yerlerin sahipleri
Allah Resulü (s.a.a) ve Muhacirlerin ikameti için kendi yerlerini bağışladılar.
Mescidin doğu tarafı Allah Resulü (s.a.a) ve onun eşleri ve kızı Hz.
Fatıma’nın (s.a) ikamet etmesi için özelleştirildi. Muhacirlerin bir kısmı,
mescidin diğer kısımlarına yerleştiler ve böylelikle tek odalı evler yapıldı. 4
veya 5 metre uzunluk ve genişliğindeki hücre, evin kapısından hücre kapısına
kadar 3/5 metreydi.
Allah Resulü’ne (s.a.a) özelleştirilen bölümde, Efendimizin (s.a.a) ömrünün
sonuna kadar yaşadığı on hücre vardı ve üzerleri örtülü bu hücrelerin duvarları
hurma dallarından yapılmış ve her türlü süslemeden uzaktı. Ümmü Seleme
evinin duvarlarını kerpiçten yaptığında, bu hücre, Peygamber’in (s.a.a) diğer
eşlerinin hücresinden tamamen farklı hale gelmişti. O zamanlarda Medine
etrafında çokça süslü taştan yapılmış kale görünümünde “Utum” adı verilen
evler göze çarpıyordu. Böyle bir yapıya sahip olan Ka’b b. Eşref’in kalesi son
zamanlara kadar varlığını korumuştur.
RESİM 96
S.277
Mescid Etrafındaki Evlerin Konumu
Hicretin ikinci yılında kıblenin değişmesi sebebiyle etraftaki evlerin
konumları da değişti. Kıblenin değişmesinden önce Medine Müslümanları
kuzeye Beytü’l-Mukaddes tarafına doğru namaz kılıyorlardı. Doğal olarak
mescidin güney duvarına ev yapılmıştı. Ancak kıble Mekke yönüne
çevrildiğinde Müslümanlar güneye doğru namaz kıldılar ve bu evlerde başka
yönlere taşındı. Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) o zamandan günümüze kadar
güney tarafında az bir genişletme dışında genişletilmediğini söylememiz
gerekir.
Günümüzde Allah Resulü’nün (s.a.a) defnedildiği mescidin doğu tarafında,
onun en güneyinde ve hatta mihrabın hizasındaki noktanın birüz üst tarafında
Hafsa’nın evi vardı. Hali hazırda Peygamber’in (s.a.a) kabri karşısındaki en
doğu tarafına kadar uzanan bu noktanın, mescidden dışarı çıkılan koridor
olması gerekir.
RESİM S.287
Hafsa’nın evinin devamında Ayşe’nin hücresi yer alır ve meşhur görüşe göre
Peygamber’in (s.a.a) defnedildiği yer burasıdır. Sonraları Ebubekir ve Ömer
de buraya defnedilmişlerdir. Elbette hali hazırda zarihle-türbe etrafının
çevrelendiği yerin hepsi Ayşe’nin hücresi değildir. Burasının kuzey tarafının
yarısı Fatıma (s.a) ve eşi Ali’nin (a.s) evidir. Hz. Fatıma’ın (s.a) evinin kuzey
duvarı, Teheccüt Mihrabı’na kadar uzanır ve hali hazırda Peygamber’in (s.a.a)
türbesinin kuzey köşesidir; mescidin yerinden biraz yüksek olan ve Kur’an
raflarının konulduğu bu yerin arkasında ziyaretçiler dua edip namaz kılar.
159
Tarihçilerin bir kısmının kabul ettiğine göre: Günümüzde Peygamber’in
(s.a.a) defnedildiği ve Ayşe’nin -hükümetin yardımıyla- sahiplendiği yer
gerçekte iki bölümü kapsamaktaydı; bir bölümü Ayşe’ye ait ve özeldi ve e
Peygamber’in (s.a.a) vefatından sonra defnedildiği diğer bir bölüm ise
Peygamber’in (s.a.a) kendisine aitti.
Teheccüd Mihrabı’ndan sonra yer alan Peygamber’in (s.a.a) eşlerinin
hücreleri sırasıyla şöyledir: Teheccüt Mihrabı’nın kuzey uzantısında ve
günümüzde Suffe’nin yeri olarak tanınan -daha önce burasının Suffe’nin yeri
olmadığını söylemiştik- yerde Cahş’ın kızı Zeyneb’in evi vardır. Ondan sonra
kuzey şeridinde sırasıyla Cüveyriye, Ramle ve Meymune’nin evi yer alır. Bu
evlerin tamamı mescidin doğu duvarına bitişiktir. Bu evlerin yapıları
gerçekten küçüktü ve bazı rivayetlerde geldiğine göre bu evler Bab-ı Nisa’ya
kadar uzanıyordu.
Doğu tarafında Ayşe ve Fatıma’nın (s.a) evi arkasında yer alan diğer iki ev
Sevde ve Ümmü Seleme’ye aittir. Bu iki ev, Ayşe ve Fatıma’ın (s.a) evlerinin
doğu duvarına bitişmiştir. Ümmü Seleme’nin yaşadığı evde hicri dördüncü
yıla kadar Zeyneb binti Huzeyme yaşıyordu ve onun vefatından sonra Ümmü
Seleme burasını ikamet yeri edindi. Doğal olarak Hz. Fatıma’nın (s.a) evinin
mescidin doğu tarafına doğru Ümme Seleme’nin evi yanından geçen küçük bir
yolunun olması gerekir. Tarihi verilere göre Peygamber’in (s.a.a) vefatından
sonra halk burada yıllarca Cuma namazı kılmıştır.349 Söz konusu toplam
dokuz evin sadece dördü içerden hurma dallarıyla ev şeklinde taksim edilmişti
ve Peygamber’in (s.a.a) diğer beş eşinin hiçbir şekilde evleri yoktu.350
Daha önce sahabenin bazılarının mescidin kenarına ev yaptıklarını
söylemiştik. Bu evlerin bazılarında ikamet edilmemesi ve ev sahiplerinin
örneğin öğle ile ikindi namazı veya akşamla yatsı namazı arasında buralarda
dinleniyor olmaları mümkündür. Bu evlerin çoğunluğunun kapısı mescide
açılıyor ve hicri ikinci yıla kadar bu kapılardan mescide giriyorlardı. “Ali’nin
kapısı hariç, kapıları camiye açılan bütün evlerin kapıları kapansın”
buyruğundan sonra, bu evlerin mescide açılan kapıları kapatıldı. Ashap bu
konuda Allah Resulü’ne (s.a.a) itiraz ettiklerinde Allah Resulü (s.a.a): “Bu,
Allah’ın emridir”, buyurdu. İbni Abbas, Zeyd b. Erkam, Berâ b. Âzib Ensari,
Sa’d b. Ebi Vakkas, Abdullah b. Ömer, Cabir b. Abdullah Ensari, Ümmü
Seleme ve diğer birçok sahabe tarafından da bu hadis rivayet edilmiştir. İbn-i
Asâkir Tarih-i Dimeşk kitabında Hz. Ali’nin hayatı bölümünde bu hadisleri
zikretmiştir. 351
Kur’an’da bir defasında bu evler “Hucurat” unvanında anılarak şöyle
buyrulmuştur:
“(Ey Muhammed!) Odaların arkasından sana bağıranların çoğu aklı
ermeyen kimselerdir.”352
Bir defasında da “Buyût” unvanında yâd edilmiştir:
349
-ed-Durretü’s-Semîne, s.248.
-ed-Durretü’s-Semîne, s.248.
351
-Tercümet-i el-İmam Ali b. Ebi Talib (a.s), (İbn-i Asâkir, Muhammed Bakır Mahmudi’nin
tashihiyle), s.275-305.
352
-Hucurat, 4.
350
160
“Ey İman edenler! Yemek için çağrılmaksızın ve yemeğin pişmesini
beklemeksizin (vakitli vakitsiz) Peygamber’in evlerine girmeyin, çağrıldığınız
zaman girin.”353
Hicri Kameri 91 yılına kadar evler ilk hallerinde olduğu gibi yerinde kaldı,
ancak Velid b. Abdülmelik Medine’de geniş çaplı binaların yapımını başlatıp
Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) genişletilmesi ve Medine’deki tüm mescidlerin
yapılandırılması düşüncesinden sonra zamanın Medine valisi Ömer b.
Abdülaziz’e mesciddeki evlerin yıkılmasını emretti. Medine halkı bu işten çok
rahatsız olmuş ve ağlar gözlerle evlerin yıkılmasını seyrediyorlardı. Halk,
gelecek nesillerin Peygamber’in (s.a.a) sade ve gösterişten uzak yaşantısını
bilmeleri için bu eserlerin ortadan kaldırılmasına son derece rahatsız olmuştu.
Said b. Musayyib şöyle diyor: “Keşke bu evler olduğu gibi yerinde kalsaydı
ve Medine’ye gelenler, Peygamber’in (s.a.a) kendi yaşamında halkı
övünüp biriktirdiği şeyler konusunda nasıl dengelediğini ve onları nasıl
zahitliğe yönlendirdiğini görseydi.354
Her halükarda Allah Resulü (s.a.a) kendi Hücre-i Şerif’ine defnedildi ve
birinci ve ikinci halife de, burasının kendi mülkü olduğunu iddia eden
Ayşe’nin izniyle buraya defnedildiler; zamanla burasının etrafına duvar
çekildi. Ayşe, kendi evini yüklü bir miktar karşılığında Muaviye’ye sattı ve
kendisi hayatta olduğu sürece burada yaşamayı şart koştu. Hicri Kameri 55
yılında Sevde öldü, onun evi Ayşe’nin evinin kenarında olması hasebiyle
ölmeden önce evinin Ayşe’ye verilmesini vasiyet etti.
Yıkım zamanında Fatıma’nın (s.a) evinde İmam Hüseyin’in (a.s) kızı
Fatıma-ı Suğra ve eşi Hasan b. Hasan b. Ali (a.s) yaşıyordu. Fatıma-ı Suğra,
mescidin büyütülmesi için evini vermeye yanaşmadı. Bu haber Velid’e
ulaşınca, evin zorla onların ellerinden alınması emri geldi ve söz konusu ev
beytülmalın parasıyla satın alınarak yıkıldı ve mescide katıldı. Burasının
Fatıma-ı Suğra’nın evi olması ve elinden zorla alınması, dolayısıyla
gasbedilmiş olması sebebiyle halk burada asırlarca namaz kılmadı. İşte bu
hadiseden sonra Fatıma-ı Suğra’nın evi zorla elinden alınmış ve o da Harre
bölgesi yakınlarına yerleşmişti. Yazıldığına göre Fatıma-ı Suğra, ev yapacağı
noktada iki rekât namaz kılıp dua etmiş ve bir de su kuyusu çıkarmıştır.
“Hüseyin’in (a.s) kızı Fatıma’nın kuyusu” olarak meşhur olan bu kuyu, on
üçüncü asra kadar varlığını korumuştur.355 Menâhe’de Gamame Mescidi ve
İmam Ali (a.s) Mescidi’nin yakınında yer alan bu kuyu, imar ve genişletme
çalışmaları esnasında ortadan kaldırılmıştır.
Hz. Zehra’nın (s.a) evinin Murabbaatu'l-Kabr veya Makam-ı Cebrail’in (a.s)
kenarında yer aldığını, ancak Sultan Baybars zamanında 668 yılında Hücre-i
Şerif’in etrafının tahta bölmelerden (parmaklık) yapıldığını ve Hz. Zehra’nın
(s.a) evinin bu ağ ve alan içinde kaldığını yinelememiz gerekiyor. Ömer b.
Abdülaziz’in, Kabri Şerif etrafına yaptırdığı beş köşeli duvarı ve Hz.
Zehra’nın (s.a) evini kaplayan bu ağ ve daire şimdiye kadar varlığını
353
-Ahzâb, 53.
-ed-Durretü’s-Semîne, s.251; Vefâul-Vefâ, c.2, s.461.
355
-Nüzhetü'n-Nâzirîn, s.287.
354
161
korumuştur. Sonraları bu parmaklıklar yanmış ve bunların yerini metal
parmaklıklar almıştır. Büyük bir ihtimalle Hz. Zehra’nın (s.a) evinin bu
parmaklıklar içine alınmasının sebebi; halkın, Ömer b. Abdülaziz’in zorla
aldığı için burasını gasbedilmiş olarak bilmeleri ve burada namaz kılmaktan
kaçınıyor olamalarıdır. Ancak burasının parmaklıklar içine alınmasıyla güya
bu meselenin üzeri örtülmüş olacaktı.
İmam Sadık’tan (a.s) gelen bir rivayette İmama: Fatıma’nın evinde namaz
kılmak da Ravza’da namaz kılmak gibi midir? sorulduğunda İmam (a.s) şöyle
buyurmuştur: “Aksine daha faziletlidir.”356
Hz. Zehra’nın (s.a) evinin ön cephesinde yani evin güney ve kıble tarafı
kenarına bir sütun yapılmıştır. Yaklaşık iki yüz yıl öncesine dayanan bilgiler
esasına göre, mihrabın yeri çukurumsu gibiydi ve taşla kaplanmıştı.357 Hz.
Zehra’nın (s.a) kabri evindedir görüşünü savunanlar Hz. Zehra’nın (s.a)
burada defnedildiğini kabul ederler. Günümüzde ağ şeklindeki zarih içinde yer
alan Hz. Zehra’nın (s.a) evine ulaşım mümkün değildir.
356
-Usul-u Kâfi, c.4, s.556.
-Nüzhetü'n-Nâzirîn, s.170.
357
162
Medine’nin Güneyindeki Kutsal Mekân ve Mescidler (Kubâ)
Medine’nin güneyi, suyun bol olduğu ve verimli toprakların bulunduğu
yerdir. Böyle olmasına karşın bu bölge de küçük harreler (püskürük kayaçlar)
ve kayalık yerlerden nasibini almıştır. Çok miktarda hurma bahçeleri vardır.
Bu bölge genel olarak güney batısında Usbe, güneyde Kubâ ve güney doğuda
Kurban ve Avâlî’yi kapsar. Bu bölgede yer alan kutsal mescid ve mekânları
anlatmakla konuya gireceğiz:
Kubâ Mescidi
Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) güneyine altı kilometre uzaklığındaki Kubâ
bölgesi hava ve suyunun güzelliğiyle, ziraat yerleri ve bol suyuyla Medine
etrafındaki bölgelerden birisidir. Bu sebeple Kubâ’da pek çok hurmalıklar
vardı ve hala da vardır. Ben-i Amr b. Avf Taifesi olarak tanınan bölge halkı,
Kubâ’nın Medine’nin güneyinde ve gerçekte Mekke ve Medine yolunun
başında yer alması hasebiyle, Muhacirleri ve hicret zamanında Allah
Resulü’nün (s.a.a) şahsını ilk karşılayan halktı.
Allah Resulü’nün (s.a.a) gelmesinden önce, Mekke’den Medine’ye gelen
Muhacirler, geçici olarak Kubâ’da ikamet etmişlerdir.
Allah Resulü (s.a.a) Rebiulevvel ayının on ikinci gününün öğle vaktinde
Kubâ’ya girdi ve Ben-i Amr b. Avf kabilesi arasında bekâr olan Gülsüm b.
Hidm’in evinde ikamet etti. Allah Resulü (s.a.a) pazartesinden perşembeye
kadar onların arasındaydı ve bu zaman sürecinde Gülsüm’e ait olan zemini
mescid unvanında seçerek burasını mescid yaptı.
Allah Resulü’nün (s.a.a) Medine’de olduğu günlerde, İmam Ali b. Ebu
Talib’in (a.s) eşliğinde Peygamber’in (s.a.a) bazı aile fertlerinin Medine’ye
gelmesine kadar cemaat namazı kılınıyordu. Onlar geldikten sonra şimdiki
Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) yer aldığı Yesrib’e doğru hareket ettiler.
Allah Resulü (s.a.a) Kubâ’da bulunduğu bir kaç gün içinde buraya mescid
yaptı ve mescid alanı yalnızca harre taşlarıyla çevrelenmişti. Elbette Velid b.
Abdülmelik zamanındaki imar ve genişletme çalışmalarına kadar mescidin
tavanı yoktu ya da olsa bile hurma dallarıyla örtülmüştü.
Pek çok rivayet esasına göre Kubâ Mescidi “İlk günden temeli takva
(Allah'a karşı gelmekten sakınmak) üzerine kurulan mescit, içinde namaz
kılmana elbette daha lâyıktır.”358ayetinin somut örneğini temsil eder. Bu ayet,
söz konusu mescidin ilk günden temelinin takva üzerine yapıldığını ve bunun
için Allah Resulü’nün (s.a.a) burada namaz kılmasının daha uygun olduğunu
buyurur. Bu ayetin nüzul sebebi Kubâ Mescidi olması hasebiyle Kubâ
358
-Tevbe, 108.
163
Mescidi’ni “Mescidü’t-Takva” unvanıyla da tanımışlardır.359 Bu ayet, nifak ve
ihtilaf tohumları üzere bina edilen Dırar Mescidi’nin aksine, binası takva
temelleri üzerine yapılan Kubâ Mecidi hakkında nazil olmuştur. Ayette geçen
“Min evveli yevm (ilk günden)” tabiri, Kubâ Mescidi’nin ilk günden itibaren
halis ve tertemiz niyetler üzerine bina edildiğini göstermektedir.
RESİM 97-98
Kubâ Mescidi Karşısında Dırar Mescidi
“Orada temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da tertemiz olanları
sever.”360ayetinin Kubâ Mescidi’nde namaz kılanlar hakkında nazil olduğu
rivayet edilmiştir. Bu ayet, münafıkların Dırar Mescidi yapma girişiminde
bulunduklarına işaret eden ve hicri dokuzuncu yılda Tebük Savaşı’ndan kısa
bir süre öncesiyle alakalı Tevbe suresinin ayetleri yanında gelmiştir.
Dırar Mescidi hakkında söylenildiğine göre Mu’tab b. Kuşeyr, Sa'lebe b.
Hâtib ve... gibi mescidi yapan bir kısım kimseler -on kişi361- Allah Resulü’nün
(s.a.a) Tebük seferine çıktığında yanına geldiler ve uygulana geldiği şekliyle
Peygamber’den (s.a.a) yaptıkları bu mescidde namaz kılmasını istediler.
Peygamber (s.a.a) namaz kılınmasını gelindikten sonrasına bıraktı. Bu
cemaatin nifakıyla alakalı ayetlerin inişi ve Allah Resulü’nün (s.a.a) burasını
yakmaları için bir grup göndermesi bu seferde gerçekleşmiştir. Malik b.
Dahşem şöyle anlatıyor: “Ben evimden ateşle tutuşturulmuş hurma dalı
getirdim ve akşam ile yatsı arası; Mecma’ b. Câriye’nin cemaat imamlığı
yaptığı bir anda mescidi yakıp harabeye çevirdik ve içindekiler dağıldılar.
Peygamber’in (s.a.a) gelmesinden sonra Efendimiz (s.a.a) ev yapması için
burasının yerini Âsım b. Adî’ye verdi. Âsım kabul etmeyince, Efendimiz
(s.a.a) Sâbit b. Akrem’e verdi.” Çok enteresandır ki, yaptığı ilginçliklerle
tanınan Ebu Lübâbe mescidin enkazlarını alarak kendine ev yaptı. Şöyle
denilmiştir: Hiçbir zaman bu ev çocuk yüzü görmedi, hiçbir güvercin buraya
yuva yapmadı ve hiçbir kuş buraya yumurta bırakıp kuluçkaya oturmadı.362
Hicri yedinci asrın başlarında Yakut Hımevî şöyle yazar: “Kubâ Mescidi
karşısına yapılan Dırar Mescidi’nin bu güne kadar enkazı kalmıştır. Kubâ
Mescidi’ni ziyareti için bu bölgeye gelenler, Dırar Mescidi’ne de uğrayarak
tekme atıp giderler.”363 Yine aynı asırda İbni Neccâr şöyle yazıyor: “Bu
mescid, Kubâ Mescidi’nin yanında duvarları yüksek büyük bir mescidtir.
Halk buranın taşlarını alır ve bu mescidin nefis bir binası vardır.”364
Her halükarda Kubâ Mescid’i Allah Resulü’nün (s.a.a) yaptığı ilk mescidtir.
Allah Resulü (s.a.a) bu mescidde namaz kılınması hakkında şöyle
buyurmuştur:
-Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.55.
-Tevbe, 108.
361
-Bunların isimleri için bakınız: ed-Durretü’s-Semîne, s.355-356.
362
-el-Meğâzî, Vakidî, Farsça tercüme, s.796-797.
363
-Mucemu'l-Buldan, c.4, s.342 “Kubâ”nın zeylinde gelmiştir.
364
-ed-Durretü’s-Semîne, s.358.
359
360
164
“Kendini evinde temizleyip Kubâ Mescidi’ne gelip iki rekât namaz kılan
kimse bir umre sevabı almıştır.”365
Başka bir hadiste de şöyle gelmiştir:
“Allah Resulü (s.a.a) bazen binitli bazen de binitsiz Kubâ Mescidi’ne
geliyor ve iki rekât namaz kılıyordu.”366
Daha önce Allah Resulü’nün (s.a.a) Kubâ’ya girdiği zaman Gülsüm b.
Hidm’in misafiri olduğunu ve Sa’d b. Hayseme’nin evinde halkla beraber
namaz ikame ettiğini söylemiştik. Sa’d, Bedir Savaşı’nda, babası ise Uhud
Savaşı’nda şehit oldu. Sa’d b. Hayseme ve Gülsüm b. Hidm’in evi mescidin
kıbletarafındaydı -güney batı- ve bu evlerin her ikisi, hali hazırda mescidin
içinde konumlanmıştır. Hicri Kameri 1406 yılındaki imar ve genişletme
çalışmalarından önce Sa’d b. Hayseme’nin evi müstakil bir suretteydi ve on
dört asır boyunca Kubâ Mescidi ziyaretçileri, bu eve de giriyorlar ve namaz
kılıyorlardı. Günümüzde ise söz konusu bu iki mescidin yeri, Kubâ
Mescidi’nin kıble tarafında mihrabın sağında yer almaktadır.
Allah Resulü (s.a.a) Medine’nin merkezine yerleştikten sonra her hafta;
bazen cumartesi günleri bazen de pazartesi günleri Kubâ’ya geliyor ve bu
mescidde iki rekât namaz kılıyordu. İbn-i Şebbe yazıyor: “Allah Reslü iki gün
Kubâ’ya geliyordu.”367 Genellikle Allah Resulü’nün (s.a.a) yalnızca iki gün
Kubâ’ya geldiği meşhurdur. Bir defasında Hâris b. Süveyd’in kısası için bu
günler dışında bir günde gelmişti ve özel bir iş için geldiği belliydi. Hâris b.
Süveyd, babasının katili olan Müczer ismindeki şahsı Uhud savaşında ve
tamda savaşın sıcağı sıcağına olduğu bir anda bulup öldürmüştü. Hâlbuki her
ikisi de Müslüman’dı.368 Allah Resulü’nün (s.a.a) yaptığı gibi yapmayı ve
onun namaz kıldığı her yerde namaz kılmayı kendisine prensip edinen
Abdullah b. Ömer, Allah Resulü’nün Kubâ’ya cumartesi günleri geldiğinde
ısrar ediyor ve kendisi de böyle yapıyordu.
Allah Resulü’nün (s.a.a) her cumartesi ve pazartesi günleri Kubâ’ya gitmesi
onun yaşamında özel programa sahip olması ve kendi işini son lahzaya kadar
planlaması esasına göredir. Kubâ’da oturan bazı çehreler Allah Resulü’nün
(s.a.a) son derece iyi ashablarındandı.
Hicri onuncu asrın sonlarında Ömer b. Abdülaziz, Velid’in emriyle Kubâ
Mescidi’nin ilk binasını yıktı ve onun yerine sağlam yeni bir bina yaptı ve
mescid için sundurmalar yaptı.
Daha sonraları Kubâ Mescidi Musul hâkim ve vezirlerinden birisi
Cemaleddin Ebu Mansur İsfehânî tarafından Hicri Kameri 555 yılında
yenilendi. Bu vezirin eserleri Mekke ve Medine’nin tamamında göze çarpar ve
biz, bu kitapta birkaçına işaret etmiştik.
365
-Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.41.
-Sahih-i Müslim, Bab-ı Fadl-ı Mescid-i Kubâ, h.399.
367
-et-Tarihi’l-Kavîm li Mekketi ve Beytullahi’l-Kerim, c.1, s.264.
368
-Şerh-i Nehcül-Belaga, İbn-i Ebi'l-Hadid, c.15, s.47-49.
366
165
Kubâ Mescidi, sürekli Müslümanların ilgi ve alakasını çekmiş ve bu mescidin
defalarca bakım ve onarımı yapılmıştır. Hicri Kameri 1388 yılında Melik
Faysal, bu mescidin doğu tarafındaki sundurmalarını genişletti.
Kubâ Mescidi’nin yeni binası Hicri Kameri 1406 yılının Sefer ayında son
buldu. Bu mescid kendine has mimari şekliyle Medine-i Münevvere’nin en
önemli ve en güzel mescidlerindedir. Mescidin yeni binasında her biri 47
metre yükseklikte dört minare vardır.
Bu Mescidi’nin etrafıyla birlikte yaklaşık alanı 13500 metrekare olup
mescidin mimarının iddiasına göre bu alan yirmi bin kişinin namaz kılmasına
olanak sağlar.
Eklenmesi gerekir ki Kubâ bölgesi asli nüfusunun yarısı Şialar oluşturur ve
şimdilerde de bu Şialar namazlarını ikame ettikleri çeşitli küçük merkezlere
sahiptirler. Doğal olarak son yıllarda bölgeye pek çok muhacirin gelmesiyle
bölge nüfusu oluşumu değişmiştir.
Eris Kuyusu
Yakut Hımevî’nin deyimiyle “Eris” Şam Ehli lügatinde kurtuluş anlamına
gelir ve bu kelimenin başka bir anlama gelmesi ihtimali de vardır. Eris
Kuyusu; “Hatem Kuyusu” ve “Nebi Kuyusu” isimleriyle de anılmıştır. Bu
kuyunun suya ulaşılan yere kadar basamakları vardı. Tarih ve hadis
kaynaklarında bu kuyu defalarca söz konusu edilmiştir ki, bunların en
önemlisi Allah Resulü’nün (s.a.a) yüzüğünün bu kuyuya düşme hadisesidir.
Söylenildiğine göre Allah Resulü’nün (s.a.a) gümüş yüzüğü Osman’ın
elindeydi. Osman kuyu başında yüzükle oynarken yüzüğü suya düşürdü.
Müslümanlar yüzüğün bulunması için çok çalıştılar, ancak bulamadılar. Eris
Kuyusu, Kubâ Mescidi’nin batısında yer almıştır ve İnbi Neccâr (ö.643) kendi
zamanında bu kuyunun özelliklerini kaydetmiştir.369
Günümüzde Kubâ Mescidi’nin yanında mescidin batı köşesinde yer alan
havuz ve şelalenin yerinde, harabe olmadan önce burasını müşahede edenlerin
ifadesine göre büyük bir ihtimalle Eris Kuyusu vardı. Burasının uzantısında
cadde ve caddenin öteki tarafında da hurmalıklar vardır. Verilere göre Eris
Kuyusu’yla Kubâ Mescidi’nin birbirine uzaklığı çok azdır. Yıkımdan önce söz
konusu bu kuyunun üzerinde küçük bir kubbe vardı.
RESİM 99-100
Cuma Mescidi
Medine’nin kutsal ve tarihi mescidlerinden birisi Cuma Mescidi’dir ve bu
mescidin Ben-i Salim Mahallesi’nde olmasından dolayı Ben-i Salim Mescidi
de denilmiştir. Rânûnâ Vadisi kenarında yer alan bu mahalle, Medine’nin
önemli vadilerinden birisi olması hasebiyle bir zamanlar bu mescidi “Vadi
Mescidi” olarak isimlendirmişlerdi. Bununla birlikte mescidin diğer bir ismi
“Atike Mescidi”dir; bu isim üçüncü asırda yaygın olarak kullanılmıştır ve İbn-
369
-ed-Durretü’s-Semîne, s.169.
166
i Şebbe de Peygamber’in (s.a.a) bu yerde namaz kıldığına dair haberinde
burasını Atika Mescidi olarak yâd etmiştir.370
Hz. Resulü’nün (s.a.a) Kubâ’da birkaç günlük ikametinden sonra, Yesrib’in
asli bölümüne yöneldiğinde burada Cuma namazı kılması hasebiyle Cuma
Mescidi ismini almıştır. Allah Resulü’nün (s.a.a) imametinde kılınan ilk Cuma
namazı burada gerçekleşmiştir. İbn-i İshak genel olarak mescide
değinmeksizin Allah Resulü’nün (s.a.a) Rânûnâ’da Cuma namazı kıldığını
söyler. Bazı nakillerde de Allah Resulü’nün (s.a.a) Medine’ye gelmesinden
önce Mus’ab b. Umeyr veya Es’ad b. Zürare’nin Cuma namazı kıldırdığı yer
alır.
Kubâ Mescidi’nin kuzeyinde yer alan bu mescid altı yüz veya sekiz yüz metre
Kubâ Mescidi’nden uzaklıktadır. Bu mescid Kubâ Mescidi’nin aksine sadece
namak vakitlerinde açıktır.
Mescid-i Nebevi (s.a.a) gibi bu mescidde kerpiç ve çamurdan yapılmıştı ve
küçük bir tavanı vardı. Sonraları taş yapı olarak yenilenen bu mescidin
duvarları bir adam boyu yarısı kadardı. Mescid sekizinci asra kadar az bir
alana sahipti ve hicri dokuzuncu asırda yenilendi. Mecidin kuzeyden güneye
kadar uzunluğu 10 metre ve doğudan batıya kadar olan genişliği 8/25 metreydi
ve üzeri örtülü bir şebistan371 yapılmıştı. Başka bir nakilde mescidin,
Suudi’nin ilk binasından öncesine kadar sekize altı metre küçük bir alana
sahip olduğu gelmiştir.
Seyit Hasan Şerbetli’nin -Medine eşraflarından- bahçesinde yer alan bu
mescidin ilk yenilenmesi yine bu şahıs tarafından yapıldı. Bu mescidin önemi
Hicri Kameri 1412 yılında Suudi devletinin burayı yeniden ele almasına ve
1630 metrekarelik alanıyla nefis bir şekilde yapılandırılmasına sebep oldu.
Gülsüm b. Hidm Ve Sa’d b. Hayseme
Kubâ bölgesinde sürekli ziyaretçilerin ilgisini çeken çeşitli mekânlar
olagelmiş ve ne yazık ki zamanla mescidlerin çoğu kaybolup gitmiştir.
Kubâ Mescidi’nin yapılandırılmasından önce, burasının kıble tarafında iki
küçük mescid daha vardı. Bunlardan birisi Gülsüm b. Hidm’in evi diğeri de
Sa’d b. Hayseme’nin eviydi. Kubâ Mescidi’nin yenilenmesiyle bu evin ikisi de
mescidin içine alınmıştı. Bu iki yer Allah Resulü’nün (s.a.a) hicretten sonra
geldiği yer ve belli sayıda Medine’nin ilk muhacirlerinin yaşam yeriydi.
Dokuzuncu asırda Sehâvî şöyle yazıyor: “Mescidin avlusu Allah
Resulü’nün (s.a.a) devesinin çöktüğü yerdir ve buranın kıble tarafında Sa’d
b. Hayseme ve Gülsüm b. Hidm’in evi ve Eris Kuyusu yer alır.”372
Benat-i Ben-i Neccâr Mescidi
Şemsi 1373 yılına kadar Cuma Mescidi’nin kuzeyinde yaklaşık yüz metre
uzağında takriben on iki metre kare alanında üstü açık küçük bir mescid vardı.
Bu mescid, Medine’nin eski mescidlerinden olup Ben-i Neccâr’ın küçük
kızlarının burada durup Allah Resulü’nün Kubâ’ya girdiğinde “Taleal Bedru
-Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.68.
-Şebistan: Yatak odası ve gece ibadetine mahsus oda. Çev.
372
-et-Tuhfetü’l-Latîfe, s.70.
370
371
167
Aleyna (Üzerimize bir ay doğdu)” şiirini okudukları meşhurdur.373 Benim
şahsi gözlemlememe göre bu mescid -Üstat Kakî, Utbân b. Malik Mescidi
olduğunu yazmıştır374- Cuma Mescidi giriş kapısının karşısındaki caddeye
yirmi metre uzaklıkta yer almıştır ve birkaç sene önce Vahabilerin tahriki
sebebiyle yıkılmıştır. Bu konuda Utbân Mescidi’nin zeylinde gelen bilgilere
müracaat ediniz. 1310 yılında Medine’yi gören Selim Han Tekabî’nin Ben-i
Neccâr Mescidi’ni yâd ettiğinin hatırlatılması gerekir.
RESİM 104. S.291.
Ben-i Vâil Mescidi
Bu mescid Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı mescidlerdendir. Ben-i
Vâil, Evs kabilesindendi ve Kubâ’da yaşıyordu. Matarî (ö.741) şöyle diyor:
“Bu mescid, Şems Mescidi’nin başka bir tabirle Fazih Mescidi’nin
doğusunda yer alır.”375 Günümüzde bu mescidden bir eser kalmamıştır.
Dikkat edilmesi gerekir ki günümüzde Fazih Mescidiyle, Kubâ’da işaret edilen
mescidin bir irtibatı yoktur. Bu konuda Fazih Mescidi ile Kurayza Mescidi’nin
zeylinde gelen bilgilere müracaat ediniz.
Umre Mescidi
“Arafat Mescidi” veya “Umre Mescidi” isimleriyle anılan bu mescid, Kubâ
Mescidi’nin kıble tarafında yer alır. Arefe günü Allah Resulü (s.a.a) alanı
düzeltilen söz konusu bu yerde durup Arafat’ta vukuf yapan halka bakması
hasebiyle bu ismin verildiği söylenmiştir.
İbni Cübeyr seyahatnamesinde bu mescidi yad ederek şöyle demiştir: “Kubâ
köyü sonlarında Arafat’a üsten bakan bir tepe vardır ve buradan Daru’sSuffe’ye girerler; Ammar ve onun eşliğindekiler Medine’ye girdiklerinde
orada vardı."
Hayyârî şöyle yazıyor: Söz konusu mescid hali hazırda Kubâ Suudi
Medresesi’nin arkasındadır. Ne var ki kitabını tashih eden dipnotunda
burasının Kubâ Mescidi’nin kıble tarafında bir meydanın içinde yer aldığını
söylemiştir.376
Utbân b. Malik Mescidi
Bir kaç asır önce Kubâ’da “Utbân b. Malik Mescidi” isminde bir mescid
vardı. Ensarın ileri gelenlerinden olan Utbân Allah Resulü’nden (s.a.a) evine
gelerek namaz kılmasını istedi; Utbân bu vesileyle Allah Resulü’nün (s.a.a)
namaz kıldığı yeri kendisi için mescid yapmak istiyordu. Zira zaman zaman
sel geliyor ve Utbân ile mescidin arası açılıyordu. Bu sebeple Allah Resulü
(s.a.a) onun evine gitti ve namaz kılması için burada bir yer belirledi.
Böylelikle Utbân’ın evi mescide dönüştü.
-Bu şiirin Allah Resulü’nün (s.a.a) Medine’ye ilk girdiğinde Kubâ bölgesinde mi yoksa kuzeyde
tarafında (Seniyetü’l-Veda) savaşlardan birinden dönülmesi sırasında mı okunup okunmadığı
ihtilaflıdır. Bkz: Makalati Tarihi (Defter-i Panzdehum, Resul Caferiyan) s.163-170.
374
-el-Mecmuatü’l-Musavvara, c.1, s.150.
375
-Umdetu’l Ahbâr, s.205.
376
-Tarih-i Maâlimi’l-Medineti’l-Münevvere, s.125-126.
373
168
Utbân’ın evi, Cuma Mescidi’nin kuzeyindeydi ve Abbasi’nin söylemi
esasınca bu mescid Hicri Kameri 1036 yılında yenilendi, ancak şimdilerde bu
mescidden bir eser kalmamıştır.377
Muhammed İlyas Abdulğani yazıyor: “Cuma Mescidi karşısında yer alan ve
Hicri Kameri 1417 yılında aradan giden mescidin Utbân Mescidi olduğu
anlaşılıyor.”378 Muhammed İlyas bu mescidden daha önce açıklanan “Benat-i
Beni Neccâr Mescidi”ni kastetmiştir.
Teberrük unvanında Utbân’ın evinin korunması, tarih boyunca -en az on iki
asır- nesilden nesle tüm Müslümanların Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı
yerlerin kutsallığına inanmalarının en güzel delilidir.
Ben-i Beyâze Mescidi
Kubâ mescidlerinin bir diğeri “Ben-i Beyâze Mescidi”dir. İbn-i Şebbe Allah
Resulü’nün (s.a.a) burada namaz kıldığını söylemiştir. On birinci asırda
Abbasi bu mescidi görmüş ve binasının yenilenmesinde bir yere kadar katkıda
bulunmuştur. Abbasi’nin ifadesine göre mescid Kubâ Mescidi’nin batısında
“Tevbe Mescidi” ile “Ben-i Salim Mescidi(Cuma Mescidi)”nin arasındaydı.379
Fatıma Mescidi
Bu mescidde Kubâ’dadır. Abbasi bu mescidi yâd ederek şöyle yazmıştır:
“Bu mescidi, bize söylendiği gibi gördük. Seyit Zeynuddin Yemânî bu
mescidin binasını yeniledi. Allah onu ödüllerin en güzeliyle
ödüllendirsin!”380 Hali hazırda bu mescidin hiçbir eserini görmedik.
Ben-i Üneyf Veya Musbah Mescidi
Medine etrafında yaşayan ve Evs ile müttefik kabilelerden birisi Ben-i
Üneyf kabilesidir. Bu kabilenin mescidi Kubâ’nın güney batısındaydı kıbleden batı tarafına doğru ve Azk Kuyusu kenarında- ve Abbasi’nin
naklettiğine göre, Abbasi zamanında “El-Kaim” olarak meşhur bir bağın
yakınında yer almıştı.381 Mekke ve Medine yolunda ve Kubâ yakınındaki iki
metre yüksekliğinde taş duvarla çevrelenmiş bu mescidin kalıntılarını Hicri
Kameri 1418 yılına kadar görmek mümkündü.382
Rivayete göre Allah Resulü (s.a.a) hastalanan Talha b. Berâ’yı görmek için
Ben-i Üneyf bölgesine gelmiş ve bu şahıs öldükten sonra da cenaze
yakınlarına taziyet için tekrar gelmişti. Allah Resulü’nün (s.a.a) buraya geliş
gidişi esnasında namaz kıldığı yere Ben-i Üneyf ismiyle bir mescid
yapılmıştır.383
Tarih boyunca sürekli tarihçilerin dikkatini çeken bu mescide “Musbah
Mescidi” de denilmiştir. Başka bir kaynakta bu mescid şöyle nitelendirilmiştir:
377
-a.g.e., s 155.
-el-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.119-122.
379
-Umdetu’l Ahbâr, s.206
380
-a.g.e., 200-201.
381
-Umdetu’l Ahbâr, s.203.
382
-el-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.41.
383
-Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cenâiz, Bab-ı’t Ta’cil bi’l-Cenâze. El-Mesâcidi’l-Eseriyye’den
naklen, s.42.
378
169
“Bu mescid, Kubâ’da bir tepeciğin üzerinde Zerkâ Kuyusu ambarının
arkasında yer almıştır. Yine bu kaynakta, söz konusu mescidin varlığını
koruduğu; Kubâ’da Müstevdeat-i Ğassân’ın arkasında Kubâ Mescidi’nin
güney batısında üzeri açık bir binadan bahsedilmiştir. Burasının batı kenarında
da Allah Resulü’nün (s.a.a) karşılandığı “Musbah” ve “Seniyetü’l-Veda”
binası yer almıştır.384 Burası Medine’nin kuzey batısı yolunda ve Mescid-i
Nebevi’nin (s.a.a) batısındaki “Seniyetü’l-Veda” değildir.
Bazıları günümüzde Kubâ’daki “Subh Mescidi” olarak isimlendirilen
mescidin “Musbah Mescidi” olduğunu ve isim değiştirdiğini kabul ederler.
Kubâ’nın güneyine bir kilometre uzaklıkta yer alan bu mescid “Hazanatü
Maslahatü’l-Miyah ve’s-Sarfu’s-Sıhhî”nin arkasındadır.
Hicri Şemsi 1381/2002 yılında Şerif Enes Kutbî’nin eşliğinde burayı görüp
fotoğraf çekme fırsatımız olmuştu. Bir metre yüksekliğinde duvarları ve
tavansız yapısıyla bu mescid yirmi metre kare büyüklüğündeydi. İçerisine halı
serilmiş ve mihrap unvanında da bir yer belirlenmişti.
RESİM 105
S.294
Tevbe Mescidi
Kubâ Mescidi’nin batısında yer alan Usbe bölgesi, bu yörenin en gelişmiş
bölgelerindendir. İlk muhacirler Medine’ye geldiklerinde muhacirlerin bir
kısmı burada kalmışlar ve Sâlim Mevlâ Huzeyfe’nin eşliğinde namaz
kılmışlardır. Abbasi, bu mescidin Huceym Kuyusu yakınında gördüğü
yazar.385 Hayyârî’nin yazdığına göre burası makine mühendisi ve Aynü’zZerkâ idari biriminde çalışan Şeyh İbrahim Türkî’nin bahçesinde yer almıştır.
Hayyârî’nin kitabında Tevbe Mescidi’nin harabe resimleri basılmıştır.386
Muhammed İlyas Abdulğani de şunları kaydeder: “Mescidin yeri Kubâ
Mescidi’nin batısında Mekke’den hicret yoluyla Medine’ye giren kimsenin
sağ tarafındadır. Bu mescid, Şeyh Abdülhamid Abbas’ın mezralarına
varmadan bir mezra içinde yer almıştır.” Muhammed İlyas şunları ilave
ediyor: “Ben Hicri Kameri 1418 yılında bu mescidi gördüm; mescidin
ölçüsü on bire on birdi.”387 Ben kendim de (Bu kitabın yazarı) şemsi
1381/2002 yılında burayı görüp fotoğraf çekme başarısına ulaştım. Kısa
duvarları yıkılmış bu mescid bahçelik ve hurmalığın içindeydi ve işçiler
hurmaları yeri sermiş kurutuyordu. Hurmalığın sahibi Bakdû isminde Cidde’li
birisiydi.
Bu mescid “Usbe Mescidi” ve “Nur Mescidi” olarak da anılır. Bir nakilde
şöyle denilmiştir: “Allah Resulü (s.a.a), Usbe’deki Tevbe Mescidi’nde namaz
kıldı.” 388
-Tarih-i Maâlimi’l-Medineti’l-Münevvere, s.125.
-Umdetu’l Ahbâr, s.202.
386
-Tarih-i Maâlimi’l-Medineti’l-Münevvere, s.150.
387
-el-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.123-124.
388
-et-Ta’rif bimâ Ânesetu’l-Hicre, s.77.
384
385
170
İmam Seccad’ın (a.s) Evi
İmam Seccad’ın (a.s) evi, şimdilerde Ali b. Ebu Talib Caddesi olarak bilinen
Avâlî Caddesi’nde yer alır ve biz, o zaman Kubâ’ya doğru gittiğimizde
Kurban Mahallesin’de “Ma’hed-i Daru’l-Hicre” binasını görürüz. Bunun
yanında (binanın sağında) açık ve geniş bir zemin, zemin ve Ma’hed’in
ortasında giriş kapısı olmayan ve etrafı tamamen kapatılmış küçük bir bina yer
alır. Bazılarının nakline göre geçmişte burası İmam Seccad’ın (a.s) evi olarak
meşhurdu. Burasının önünde açık alanı olan bir futbol sahası vardır ve bu
alanın karşısında cadde yer almıştır. Söz konusu bu evin arkasında da
hurmalıklar vardır. Yazılı kaynaklarda bu konuda bir şey söylenmemiştir.
Ümmü İbrahim’in Meşrebe ve Mescidi
Meşrebe yani bahçe veya bitkinin rahatlıkla büyüdüğü yumuşak arazidir.
Ortasında büyük tepe veya oda ya da binanın bulunduğu zemin için de
söylenir. Meşrebe ortasında Suffe veya odanın yer aldığı Mâriye-i
Kıbtiyye’nin Allah Resulü’nün (s.a.a) oğlu İbrahim’i dünyaya getirdiği
bahçedir.389 Bu meşrebe Ben-i Kurayza bölgesinin kuzeyinde Harre’nin
doğusunda yer almıştır ve burasına ova da denilir.
Söz konusu bu yer İslam’ın Medine’ye girmesinden önce Muhayrık isminde
bir Yahudi’ye aitti. Uhud Savaşı patlak verdiğinde bu şahıs Yahudilere
“Muhammed’le (s.a.a) imzaladığımız antlaşma gereğince bizim, onun
yardımına koşmamız gerekir” dediğinde, Yahudiler bu gün, günlerden
Cumartesidir dediler. Muhayrık onların sözünü kabul etmedi ve kılıcını alarak
Peygamber’in (s.a.a) safına katıldı. Muhayrık hareket esnasında şöyle dedi:
“Ölürsem, sahip olduğum her şey Muhammed’indir (s.a.a).” Nitekim Uhud’da
öldü ve Allah Resulü (s.a.a) onun hakkında: “Muhayrık Yahudilerin en
hayırlısıdır”390 buyurdu. Böylelikle onun varlığı ve arazileri Peygamber’in
(s.a.a) eline geçti.
Allah Resulü’nün (s.a.a) İslam’a davet mektuplarından birini gönderdiği
Mısır hükümdarı Mukavkıs bu mektuba bir cevap ile birlikte seçkin bir hanım
olan Mâriye-i Kıbtiyye ve onun kız kardeşi Sirin’i Peygamber’e (s.a.a)
gönderdi. Allah Resulü Sirin’i, Hassan b. Sâbit’le evlendirdi. Güzel ve
mütedeyyin olan Mâriye’yi ilk etapta mescidin yakınındaki Hâris b. Numan’ın
evlerinden birisine yerleştirdi. Allah Resulü’nün (s.a.a) hanımlarından birisi
olan Hafsa’nın Mâriye’yi kıskanıp ona eziyet etmesi üzerine Allah Resulü
(s.a.a) onu Medine-i Âliye veya Avâlî bölgsindeki Meşrebe’ye yerleştirdi.
Burası İbrahim’in annesi Mâriye ismiyle “Ümmü Mâriye Meşrebesi” olarak
tanındı. Mâriye’nin buraya yerleşmesinden sonra Allah Resulü (s.a.a) zaman
389
390
-Vefâul-Vefâ, c.3, s.825.
-er-Ravzü'l-Ünüf fî Şerhi's-Sîreti'n-Nebeviyye li'bni Hişam, c.5, s.12.
171
zaman onu görmeye gidiyordu. Tabakâtu’l-Kübra’nın müellifi İbn-i Sa’d,
Ayşe’nin Mâriye’yi kıskandığını yazmıştır.391
Muhaddis ve tarihçilerin nakline göre “Ey peygamber! Eşlerinin rızasını
arayarak, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin sen kendine haram ediyorsun?
Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”392 ayetinin, Hafsa’nın
Mâriye’ye davranışı hakkında Peygamber’e (s.a.a) nazil olduğunu söylememiz
gerekir.393 Hatta Nur suresinde yer alan ve Ayşe’nin kendisi hakkında indiğini
iddia ettiği ayetlerin Mâriye ile alakalı olduğu nakillerde yer almıştır.394
Allah Resulü’yle (s.a.a) bazı eşleri arasında Mâriye konusunda tartışma çıktı
ve Peygamber (s.a.a) bir ay bunlardan uzaklaşarak Meşrebe’ye Mâriye’nin
yanına geldi. Hicri sekizinci yılda Zilhicce ayında Peygamber’in (s.a.a) oğlu
İbrahim burada dünyaya geldi. İbrahim bir yaşının biraz üstünde (Vakidî’nin
nakline göre) hicri onuncu yılda Rebiulevvel’in Salı günü vefat etmiş ve Allah
Resulü’nü (s.a.a) hüzne boğmuştur.
İbni Sa’d’ın yazdığına göre Mâriye hicri on altıncı yılın Muharrem ayında
vefat etti ve Bakî Mezarlığı’na Peygamber’in (s.a.a) eşlerinin yanına
defnedildi.395
Üçüncü asırda İbn-i Şebbe bu mescidden, Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz
kıldığı yer unvanında bahseder.396
Firuzâbadî Meşrebe hakkında şöyle yazıyor: “Meşrebe’deki mescid, Ben-i
Kurayza’ya ait bölgenin kuzeyinde ve ova olarak bilinen Doğu Harre yakınlarında
yer almıştır. Söz konusu bu yer Kasımi seyitlerinden İmam Hasan Askeri’nin (a.s)
kardeşi Ben-i Kasım b. İdris b. Cafer’in hurmalıklarının ortasındadır.”
Çağdaş tarihçilerden Hayyârî şöyle yazıyor: “Şimdilerde bu mescid beton
duvarlarla çevrelenmiştir ve etrafında kabristan vardır. Mescid ez-Zehra
Hastanesi’nden Vatani Hastanesi’ne giden yolun yarısının sol tarafında yer alır.
Burada ana caddeye yirmi metre uzaklığında tali bir cadde vardır ve Meşrebe
buradadır.”
Meşrebe-i Ümmü İbrahim, İmam Sadık’ın (a.s) Akabe b. Halid’e namaz
kılmasını tavsiye ettiği yerlerdendir. İmam (a.s) Şöyle buyurur: “Burası Allah
Resulü’nün evi ve namaz kıldığı yerdir.”397
Günümüzde binasının yok olduğu Meşrebe’de mezarlık vardır. Hayyârî
Meşrebe’nin fotoğraflarına kendi kitabında yer vermiş ve buraya dair bazı
fotoğraflarda el-Medine beyne’l-Mazi ve’l-Hazır398 isimli kitapta basılmıştır.
Bu kutsal yer son yıllara kadar ayaktaydı. Şenkîtî’nin yazdığına göre Hicri
Kameri 1405 yılında kendisi buraya gitmiş ve ziyaret etmiştir. Yine onun
söylediğine göre burası Şiaların bidat işlerinden dolayı kapatılmıştır! Usulen
şemsi 1366/1987 yılından şemsi 1369/1990 yılları arasında yani Mekke’deki
-Tabakâtu’l-Kübra, c.8, s.212 (Beyrut, Daru’t-Taaruf).
-Tahrim, 1.
393
-Tabakâtu’l-Kübra, c.8, s.215.
394
-Daha fazla bilgi için bkz: Hadisi’l-İfk, Allame Seyit Murtaza (Beyrut, Daru’t-Taaruf,1400).
395
-Tabakâtu’l-Kübra, c.8, s.216.
396
-Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.69.
397
-Usul-u Kâfi, c.4, s.560.
398
-el-Medine beyne’l-Mazi ve’l-Hazır, s.426.
391
392
172
kanlı olaydan sonra İranlıların hacca gitmediği yıllarda kabristanda yer alan bu
binanın yıkılmış olması gerekir.
Meşrebe binası etrafındaki kabristanda biri İmam Rıza’nın (a.s) annesi
Mecme, diğeri İmam Sadık’ın (a.s) eşi ve İmam Kazım’ın (a.s) annesi
Hamide-i Berberiyye ait kabirlerin yer aldığı söylenmiştir.
Şia kaynaklarında Meşrebe-i Ümmü İbrahim’i ziyaret etmenin ve namaz
kılmanın tekit edildiğini söylememiz gerekir.399 Bu sebeple söz konusu yer
sürekli Şiaların ilgi ve alaka duyduğu yer olmuştur ve her sene pek çok
ziyaretçi kapalı kapı ardına gelerek beraberindeki din görevlisinin bu mescidin
önemi hakkındaki konuşmasını dinlerler. Emr-i bi'l-Ma'rûf ve Nehy-i ani'lMünker memurları da buraya gelenleri uzaklaştırmakla meşguldürler!
Muhammed İlyas Abdulğani, halkın buraya cenazelerini defnetmeleri
sebebiyle hükümet burasını kapatılmıştır400 iddiasında bulunmuştur. Fakat bu
doğru değlidir. Burasının kapatılma sebebinin -1419 yılından sonra- Suudi
Devleti Emr-i bi'l-Ma'rûf ve Nehy-i ani'l-Münker İdaresi’nin sıkı muamelesi
olduğu hatırlatılır. Bu yer hakkında genişçe bahseden Abdülğani’nin kendisi
de fiili idarecilerin buraya hangi ölçüde merhametsizlik ettiklerinin
farkındadır. Allah’tan bu güzel makanın yeniden yapılandırma sebeplerini
hazırlamasını ümit ediyoruz.
Fadîh Mescidi (Redd’ü-Şems/Ben-i Nadîr Mescidi)
Bu mescid, Avâlî veya Ali b. Ebi Talib Caddesi’nde Meşrebe-i Ümmü
İbrahim’in yakınlarındadır ve yanlışlıkla Fadîh Mescidi olarak
isimlendirilmiştir. Gerçekte bu mescid Ben-i Kurayza Mescidi’dir ve biz, daha
sonra bunun hakkında açıklama yapacağız.
Tarihçi ve eski seyahatname yazarlarının ifadesine göre Fadîh ya da Redd’üŞems Mescidi Kubâ Mescidi’nin güney doğusuna bir kilometre ya da yedi yüz
metre uzaklığında bir vadinin kenarında yer almıştır. Kurban Mahallesinin bir
bölümü olan burası Müslümanların eline geçmeden önce Ben-i Kurayza
kabilesinin elindeydi. Siyer kitaplarında geldiği kadarıyla Bedir Savaşı’ndan
sonra gerçekleşen Ben-i Nadîr Gazvesi’nde Allah Resulü (s.a.a) düşmanı
muhasara etmek için konumlandı ve sonraları Fadîh Mescidi olan yerde Allah
Resulü (s.a.a) için çadır kuruldu. İmam Sadık’tan (a.s) gelen bir rivayet
esasına göre, burada yer alan ağaçların Fadîh veya hurma pekmezi anlamında veya hurma sütü- Fudayh ismiyle anılmasından ötürü mescid bu isimle
anılmıştır.
Mevcut nakiller esasınca Allah Resulü (s.a.a) burada çok namaz kılmış ve
Masum İmamlar’dan (a.s) da burada namaz kılınması tavsiye edilmiştir.401
İmam Sadık (a.s) Medine’de Şia ziyaretçilerine hitaben:
399
-Bihâru’l-Envâr, c.97, s. 235.
-el-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.220.
401
-Bihâru’l-Envâr, c.63, s.487; c.81, s.82; c.96, s.335; c.97, s.213, 214, 216, ve 224.
400
173
“Kubâ Mescidi’ne veya Fadîh Mescidi’ne ya da Meşrebe-i Ümmü İbrahim’e
gittiniz mi?” diye sorduklarında ziyaretçiler “evet” dediler. Bunun üzerine
İmam şöyle buyurdu:
“Bu ve birkaç şey dışında Allah Resulü’nden geriye kalan şeyler
değişmiştir.”402
Başka bir rivayette İmam Sadık (a.s) şöyle buyurur: “Şu yerlere mutlaka
gidin: Kubâ Mecidi, Meşrebe-i Ümmü İbrahim, Fadîh Mescidi, şehitlerin
kabri ve Fetih Mescidi ismiyle anılan Ahzâb Mescidi.”403 Ammar b. Musa
şöyle diyor:
“İmam Sadık’la (a.s) Redd’ü-Şems olayının yaşandığı yere yani Fadîh
Mescidi’ne gitmiştik.”404
Medine tarihinde gelen bilgileri dikkate alarak burası en çok ziyaret edilen
mescid olup Medine tarihçileri ve coğrafi bilimcilerinin çoğu, çeşitli asırlarda
bu mescidi kendi eserlerinde zikretmişlerdir.405
Mevcut tarih kaynaklarına göre burasının bir diğer ismi de Redd’ü-Şems’tir.
Bu isimle anılması hakkında şöyle denilmiştir: Ben-i Nadîr Kalesi’nin
muhasarasında Allah Resulü (s.a.a) başını Emirülmüminin Hz. Ali’nin (a.s)
dizine koyarak uykuya daldı ve güneş batımına yakın uyandı. Ali’nin (a.s)
ikindi namazını kılmadığını anlayınca ikindi namazını kılması için Allah’tan
güneşi tekrar getirmesini istedi. Redd’ü-Şems unvanıyla tanınan bu rivayeti
Ehlisünnet ravilerinden bir grup da nakletmiştir. Kaynakların bazıları kasıtlı ya
da kasıtsız güneşin tepede yer alması ve diğer noktalara nispetle söz konusu
yere daha çok ışık vermesi hasebiyle Redd’ü-Şems olarak isimlendirildiğini
yazarlar.406 Her halükarda bu mescid Sehâvî zamanında (ö.902) Şems Mescidi
olarak şöhret bulmuştur.407
Mescidin diğer bir ismi Ben-i Nadîr Mescidi’dir. Bu mescid Yahudi
kabilelerinden Ben-i Nadîr’in yerleşim bölgesine yakın olmasından dolayı bu
isimle de anılmıştır.
Usul-u Kâfi kitabında nakledilen bir rivayet,408 Redd’ü-Şems’in Fadîh
Mescidi olduğunu göstermektedir. Burası şimdilerde vadinin kenarında Şems
Mescidi ismiyle meşhurdur ve mescid olmasına dair eserlerinin kaybolduğu ve
geride girişsiz dört duvarının kaldığı bu yer Muhammed İlyas Abdulğani’nin
görüşüne göre Fadîh veya Şems Mescidi’dir ve hali hazırdaki Fadîh Mescidi
ise Ben-i Kurayza Mescidi’dir.409 Şemsi 1380/2001 yılında bu bölgeye
gittiğimde buraya dair çektiğim fotoğraflar elinizdeki kitapta basılmıştır.
402
-Usul-u Kâfi, c.4, s.561.
-a.g.e., c.4, s.560.
404
-Vesâilu'ş-Şia, c.14, s.355.
405
-Bkz: El-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.164-168.
406
-a.g.e., s.162-163.
407
-et-Tuhfetü'l-Latîfe, c.1, s.70.
408
-Usul-u Kâfi, c.4, s.562.
409
-el-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.179.
403
174
Meâlimi’l-Medineti’l-Münevvere kitabının yazarı Hayyârî’de Şems Mescidi’ni
başka bir yer bilmiş -hali hazırdaki Fadîh Mescidi’nin bulunduğu yerin
dışında- sürekli Şia olagelmiş Kurban ahalisinin dilinden Şems Mescidi’nin
Kurban bölgesinde olduğunu nakletmiştir. Abdulğani şöyle diyor: “Bu
mescid, Kubâ Mescidi’nin doğusunda yer alan vadi kenarındaki
tepeciğin
üzerinde
olması
sebebiyle
Şems
Mescidi
olarak
isimlendirilmiştir, zira güneş doğarken burasının üzerine doğar; ne var
ki şimdi harap olmuştur.” Abdulğani şunları ekliyor: “Bölge ehlinden
sorup soruşturmamın neticesinde Şems Mescidi’nin Fadîh Mescidi
olmadığı neticesine ulaştım, zira Şems Mescidi, Kurban bölgesindedir
ve burası Doğu Harre’nin kenarında ve Avâlî’de yer alan Fadîh
Mescidi’ne çok uzaktır.”410Abdulğani, kitabının dipnotunda hali hazırda bu
mescidin ortadan kalktığını ve dört duvarının dışında hiçbir şey kalmadığını
hatırlatır.
Gerçekte Abdulğani’nin sözü doğruysa, Kubâ Mescidi’nin doğusundaki
Şiaların Hayyârî’ye gösterdiği mescidin, Şems Mescidi olarak bilmesine dair
sözleri de doğru olacaktır, ancak Şems Mescidi olarak bilinen mescidin, Fadîh
Mescidi olduğunu eklememiz gerekir. Dolayısıyla hali hazırda Fadîh Mescidi
ismiyle meşhur olan mescid, Ben-i Kurayza Mescidi’nden başkası değildir.
Bununla birlikte Ben-i Nadîr’in ikamet yerinin Şems Mescidi yakınında olup
olmadığı sorununun halledilmesi gerekir ve her ne kadar muteber olmasa da
var olan haritalarda buna dair bir belirti yoktur.
RESİM109-110
Ben-i Kurayza Mescidi
Avâlî bölgesinin kutsal mescidlerinden bir diğeri Ben-i Kurayza Mescidi’dir
ve diğer mescidlerde olduğu gibi Ömer b. Abdülaziz’in Medine valiliği
zamanında dönemin Emevi halifesinin emriyle binası yenilenmiştir. Sehâvî
şöyle yazıyor: “Ben-i Kurayza Mescidi, Şems Mescidi’nin doğusundadır
ve nispeten bu mescidin uzağında yer alan mescid Doğu Harre’nin
yakınında konumlanmıştır.”411 Elbette Sehâvî’nin Şems Mescidi’nden
maksadı Fadîh Mescidi’dir.
Hayyârî şöyle yazıyor: “Bu mescid fakirlere vakfedilen “Hâcize” ismiyle
meşhur bir bahçenin yakınındadır. Söz konusu bu mescid harabe
evlerin ortasında yer almış ve güzel bir yapıya sahiptir. Denildiğine göre
410
411
-Tarih-i Maâlimi’l-Medineti’l-Münevvere, s.125.
-et-Tuhfetü’l-Latîfe, c.1, s.70.
175
Ömer b. Abdülaziz, Kubâ Mescidi’nin yenilenmesi esnasında burasını
da yenilemiştir.”
İbn-i Şebbe, Ali b. Rafi’nin şöyle dediğini yazar:
“Allah Resulü (s.a.a) bura sakinlerinden bir kadının evinde namaz kıldı.
Sonra bu evi Ben-i Kurayza Mescidi’ne kattılar. Allah Resulü’nün (s.a.a)
namaz kıldığı yer, önceleri minaresi olan ve daha sonra yıkılan Ben-i
Kurayza Mescidi’nin doğusundadır.”412
Şimdi bu mescidin yazgısı ne oldu ve nerededir? temel sorusunun
cevaplandırılması gerekir. Şenkîtî ve bazıları, burasının Doğu Harre’de ElHasebe’nin merkezinde yer aldığını kabul ederler.413Aynı şekilde Hayyârî bu
mescidin çok önceleri var olduğuna inanır ve kendisi bu mescidin resimlerine
de kitabında yer vermiştir.414
RESİM.S.304
Ancak Muhammed İlyas Abdulğani ise ki doğru olarak şöyle inanır: “Ben-i
Kurayza Mescidi, hali hazırda üzerine Fadîh tabelası asılı olan mescidtir
ve burası ez-Zehra Hastanesi ile Vatani Hastanesi arasında ve Ali b. Ebi
Talib (a.s) Caddesi’nden ayrılıp Emir Abdülmecid Caddesiyle (önceki
Hizam Caddesi) sonuçlanan bir yoldan 1450 metre sonra Ben-i Kurayza
Mescidi’ne ulaşırız. Mescid yirmi ikiye yirmi iki olup 484 metrekare bir
alana sahiptir.”415
Abdulğani, hali hazırdaki Fadîh Mescidi’nin gerçekte Ben-i Kurayza Mescidi
olduğu iddiasını ispatlamak için geniş bir şekilde konuyu ela almıştır, ancak
onun sözlerine bu kısa yazımızda yer vermeyeceğiz. Bununla birlikte onun
ikame ettiği delilleri dikkate alarak günümüzde Fadîh Mescidi ismiyle
meşhurlaşan mescidin Ben-i Kurayza Mescidi dışında bir mescid olmadığını
kabul edebiliriz. En azından İbni Neccâr zamanında (ö.634) Fadîh Mescidi’nin
başka bir yerde bilindiğini ve kendisinin tabiriyle Kubâ Mescidi yakınında
Şems Mescidi’nin yer aldığını söyleyebiliriz. Hâlbuki Ben-i Kurayza Mescidi
Meşrebe-i Ümmü İbrahim yakınında bir yerdeydi.416İbni Neccâr’ın bu sözü,
fiili Fadîh Mescidi’nin, Ben-i Kurayza Mescidi dışında bir mescidin
olmadığını güzel bir şekilde ortaya koymaktadır.
412
-Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.70.
-ed-Durretü’s-Semîne fi Maâlimi Daru’r-Resul el-Emin, s.148.
414
-Tarih-i Maâlimi’l-Medineti’l-Münevvere, s.147.
415
-el-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.174-178.
416
-Ahbâr-i Medineti’r-Resul, s.115-116.
413
176
Bu mescid, Avâlî Caddesi’nde el-Vatani Hastanesi’nden önce (Avâlî’ye
giden kimsenin sağ tarafında) yer almıştır. Mescid, Avâlî Caddesi’nin
başından- tali caddeden mescide kadar üç yüz metre uzaklıktadır. Hali hazırda
bu mescidin cemaat imamı yoktur ve çeşitli ülkelerden pek çok ziyaretçi gelir.
Bu mescid, Hicri Kameri 1422 yılı Şaban ayının dördünde (1380/2001) daha
önce söylediğimiz Suudi Devleti Emr-i bi'l-Ma'rûf ve Nehy-i ani'l-Münker
İdaresi tarafından harabeye çevrilmişti ve 1423 yılı Rebiussani’de ziyaret
ettiğimde aynı harabe şekliyle gördüm. Harabeye çevrilmiş bu mescidin
resimlerini bu kitapta sizlere sundum. En kısa sürede bu mescidin yerine daha
güzel bir binanın yapılmasını ve Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı bu
mübarek mescidin korunmasını ümit ediyoruz.
O tarihten sekiz sene sonra Medine-i Münevvere’de Ben-i Kurayza
Mescidi’ne gittim. Daha önceki gördüğüm ve resimlerini bu kitapta topladığım
mescidden bahçe duvarı kenarında koyu renkli düz bir alandan başka geride
bir şey kalmamıştı.
RESİM 111-112
Selman’ın Bağı veya Fukayr Mescidi
Fukayr, Medine’nin Âliye bölümünde yani Avâlî’de yer alan küçük bir
mahallenin adıdır.417 Nakledildiğine göre Allah Resulü (s.a.a) bu mahalleye ait
ziraat yerinin bir bölümünü “İkta(Bağış)” unvanında Hz. Ali’ye (a.s)
bırakmıştır.418 Dolayısıyla bu yerin Şialar için tarih boyunca Ali’nin (a.s)
alametini taşıması gerekir. Diğer mahallelerde olduğu gibi bu mahallede de bir
mescid vardı ve şimdi bu mescidden geride yıkıntıları kalmıştır. Salman Bağı
unvanındaki bu yıkık yapı, Ben-i Kurayza Mescidi’nin batısında -mescide
yaklaşık üç yüz ya da dört yüz metre uzaklığında- yer alır. Hicri Şemsi
1375/1996 yılında burasını değerli dostum Fellahzade eşliğinde gördük.
Şimdilerde hurmalığa benzeyen bir yer ve ortasında yirmiye yirmi ölçüsünde
zahiri görünümü mescid gibi olan yıkıntı bina vardır. Bu binanın bir köşesinde
mihrap ve mihrabın kenarına konulmuş Kura’anlar göze çarpar. Binanın
tabanına halıfleks ve birkaç hasır serilmiştir. Doğu ve batı duvarları sağlam,
ancak diğer bölümleri viran olmuştur. Burasının beş metre kuzeyinde susuz bir
havuz vardır. Girişi kapatılmış ancak su motoru olmaksızın boruları içeri
kadar götürülmüş bir su kuyusu göze çarpar. Bu bağın bakımsızlığından yıllar
yılı burasının terk edildiği ve sahibinin de belirsiz olduğu anlaşıyor.
417
418
-Maâlimu’l-Esire fi's-Sünne ve's-Sire, s.217.
-a.g.e., s.217
177
Bu binayı parmaklıklara çevrelemişlerdi. Asılan tabela, burasının Hüseyin b.
Ali (a.s) İlkokulu yapılacağını gösteriyordu. Salman Bağı ismindeki bu yer
Avâlî Caddesinde’dir. Ez-Zehra Hastanesi’ne vardıktan sonra Kubâ tarafına
doğru gitmek isteyen kimsenin yaklaşık beş yüz metre önünde sol tarafında bir
benzin istasyonu vardır. Benzin istasyonundan önceki sokak doğruca bu bağa
gider.
Şemsi 1381/2002 yılında Şerif Seyit Enes Kutbî’yle birlikte bir kez daha
burayı gördük. Daha önce gördüğüm gibi yine etrafı parmaklıkla çevrelenmişti
ve “Mıntıkatü’l-Asâr(Tarihi bölge)” tabelasından burasının Tarihi Eserleri
Koruma İdarsi’nin gözetimi altına alındığını gösteriyordu. Burasının kenarına
İmam Hüseyin (a.s) Okulu da yapılmış ve bu okulun bu zeminle bir alakası
yoktu.
Söylenildiğine göre Allah Resulü (s.a.a) hurma dikmek için Selman’a burayı
kazmasını buyurduğu için Fukayr Mescidi olarak meşhur olmuştur.
Allah Resulü (s.a.a) ile Selman’ın hurma ağacını diktikleri, ancak yıllar önce
bu ağacın yandığı söylenir.
RESİM 113-114
S.307
Ben-i Vakıf Mescidi
Bu mescid Avâlî’deki mescidlerden birisi olup Allah Resulü (s.a.a) burada
namaz kılmıştır. Abbasi burasının büyük bir mescid olduğunu ve Fadîh
Mescidi’nin kıble tarafından batı semtine doğru yer aldığını yazar.419 Bu
mescidin hali hazırda -elbette mescidden eser kalmamıştır- kuzey bölgesinde
Emir Sultan Sarayı’nın olduğu yerde konumlandığı söylenmiştir.420
Şecere Mescidi (Zu’l-Huleyfe Mescidi)
Medine’nin Mekke’ye doğru çıkış yolunun kuzeyinde Mescid-i Nebevi’ye
(s.a.a) sekiz kilometre uzaklığında; Kubâ Mescidi’nden üç kilometre sonra
Zu’l-Huleyfe bölgesine ulaşılır ve Şecere Mescidi (Mikât veya Zu’l-Huleyfe)
bu bölgede yer almıştır. Bu mescid, Medine’den hac ya da umreye giden
kimselerin Mikât (ihrama girme) yeridir.
Allah Resulü’nün (s.a.a) Mekke’ye giderken Semure ağacı (Sakız ağacı)
altında namaz kıldığı yere uygun olarak burasına Şecere Mescidi ismi
verilmiştir. Bununla birlikte Hudeybiye antlaşmasıyla sonuçlanan hicretin
altıncı yılı seferi cereyanında Allah Resulü (s.a.a), burada ihrama girdi.
Hicretin yedinci yılında Umretü’l-Kaza ve aynı şekilde hicretin dokuzuncu
yılında Haccetü’l-Veda için burada ihrama girdi. Doğal olarak burasının dini
419
420
-Umdetu’l Ahbâr, s.201.
-Tarih-i Maâlimi’l-Medineti’l-Münevvere, s.153-154.
178
açıdan çok önemli bir yer oluşunda şüphe yoktur ve bu sebeple Şecere Mescidi
sürekli halkın ilgi ve alakasını çekmiştir.
Geçmiş asırlarda bu bölge “Bi’r-i Ali” veya “Âbâr-i Ali” ismiyle anılmıştır.
İmam Sadık’ın (a.s) rivayeti esasına göre bu bölge geçimini sağlaması (İkta’)
için Ali’ye (a.s) verilmiş ve etrafta yer alan kuyuların da Ali’ye (a.s) ait olması
sebebiyle burası Âbâr-i Ali (a.s) ismiyle tanınmıştır.
Sekizince asırda yıkılmakla burun buruna gelen Şecere Mescidi istifade
edilebilir bir konumdaydı. Bilindiği üzere ilk binasının harem sara (şebistan)
ve avlusu vardı, ancak sekizinci ve dokuzuncu asırda sadece etrafındaki
duvarları kalmıştı. Bu mescid Hicri Kameri 1058 yılında Osmanlı döneminde
Hindistanlı birisi tarafından yenilendi ve minare yapıldı.
Mescidin son yapılandırılması Fahd döneminde gerçekleşti ve araba parkı
gibi çeşitli imkânları da kapsayan toplam doksan bin metreküp büyük bir alan
mescide özelleştirildi. Mescidin kendi alanı yaklaşık 26000 metreküptür.
Şecere Mescidi, Medine-i Münevvere’de yenilenip yapılandırılmış en güzel
minareye sahip olan mescidlerdendir.
RESİM 116-117
S.308
Muarres Mescidi
Muarres Mescidi, Şecere Mescidi’nin yakınında yer alır. “Ta’ris” konaklama
yerinde yolcunun gece sonu uykusuna denir. Allah Resulü’nün (s.a.a) bu
mescidde istirahat edip sabah namazı kılması hasebiyle bu mescidi Muarres
Mescidi ismiyle tanırlar. Ehlibeyt’in (a.s) rivayetinde bu mescidde beytute
(istirahat edip uyumak) tavsiye edilmiş ve Şia fakihlerinin bazıları, bu
mescidden geçen kimsenin burada durması gerektiğine dair fetva vermişlerdir.
Misbahu'l-Mutecehhid
kitabında
Peygamber’in
(s.a.a)
Muarresine
gelindiğinde ister gündüz olsun ister gece bura iki rekât namaz kılınması
Medine ziyaretinin adaplarından sayılmıştır.421
Bazı nakiller esasınca Allah Resulü (s.a.a) Medine dışına çıkmak istediğinde
Şecere Mescidi’nden geçiyor ve Medine’ye gireceği zaman Muarres yolundan
şehre giriyordu.422Nakilden anlaşıldığı kadarıyla birisinin kenarında Şecere ve
diğerinin kenarında Muarres’in bulunduğu iki yol, birbirinin kenarındaydı.
Şemsi 1354/1975 yılına kadar söz konusu mescidin harabe görünümüne dair
çekilen resimleri merhum Muhammed Bakır Necefi’nin “Medine Şinasi”
kitabında basılmıştır. Buna karşın hali hazırda yeni imar ve genişletme
çalışmalarında ya büyük mescidin kendisinin Şerece olduğu ya da Şecere’nin
etraftaki meydanların birinde yer aldığı kesindir.
Utum-i Ka’b B. Eşref
421
-Misbahu'l-Mutecehhid, s.709.
-Sahih-i Müslim, c.2, s.918, hadis no: 1275; Müsned-i Ahmed, c.2, s.263; el-Hac ve'l-Umre fi'lKitab ve's-Sünne, s.59.
422
179
Kale ve köşk arasında (ne kale ne de köşk gibi) yüksek duvarları olan yapılara
Utum denilir. İslam’dan önce Medine’de mezhebi eserlerden sayılmayan sayılı
eserlerden birisi Yahudilerin en zengin şahıslarından Ka’b b. Eşref’in
utum’udur (köşk bezeri yapı). Bu şahıs, İslam’ın aleyhine ayaklanması
sebebiyle Uhud Savaşı’ndan sonra ve Ben-i Nadîr’in Medine’den sürülmesi
akabinde Allah Resulü’nün (s.a.a) emriyle öldürüldü. Sed Caddesi’nde ve
Buthan Seddi’nin yakınında yer alan bu kale görünümündeki yapının
kalıntıları günümüze kadar varlığını korumuştur. Burası hakkında antik eser
olup olmadığına dair araştırma yapılıp yapılmadığını bilmiyorum, ancak
“Antik Eserler Bölgesi” tabelasından burasının antik eserlerden bilindiği
anlaşılmaktadır. Bir metre genişliğindeki duvarları ve bir kısmının yeraltına
gömülü muhtemelen birkaç katlı binanın etraftaki ziraat alanlarına nispetle yer
seviyesinden yüksekliği, İslam öncesi Yahudi yerleşim bölgesindeki bu tür
kale görünümlü yapılar hakkında bize ilginç bilgiler verebilir.
Cebeli Müferreh
Hacılar, hac amellerini yerine getirdikten sonra Mekke ile Medine arsındaki
zorlu ve zahmet dolu yolları kat ederek on ila on iki günü geride bırakıp
Medine-i Münevvere’ye ulaşıyorlardı. Medine’nin yakınında yer alan dağın
tepesinden gelmek, Allah Resulü’nün (s.a.a) yeşil kümbetinin görülmesine
sebep oluyordu. Müferreh Dağı olarak isimlendirilen burası, hacıların ilgi ve
alaka duydukları bir yerdi.
Yusuf Nabi (miladi 1124) bu konuda şunları kaydetmiştir: Medine-i
Münevvere’ye yarım saat kalmıştı. Gökyüzü cevherinin ismi Müferreh Dağı
belirmişti. Bu yüce dağın zirvesine yükselir yükselmez cihanın aydınlatıcı
aynası; Medine-i Münevvere hisarı suretinin cilvesi aşikâr oldu. Bu mukaddes
ve mutahhar gül bahçesi arasında dört minarenin kucağını ihata eden Hazra-i
Nebevi’nin kümbeti, gözleri nurlandırdı. Allah’ın azameti bir anda hacıların
ah ve feryadını yükseltti ve gül saksısını gülle; gözyaşı lalesiyle doldurdu.423
Maalesef bu güzergâhın neresi olduğunu ve bu dağın, hangi dağların
güzergâhında yer aldığını tam olarak bilmiyorum.
MEDİNE’NİN
MESCİTLER
DOĞUSUNDAKİ
KUTSAL
MEKÂNLAR
VE
Doğu Harre’nin uzantısında Harre’nin güney bölümünü geçtikten sonra
yaklaşık Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) karşısına beş yüz metre uzaklıktaki
bölgede Ben-i Kurayza ve Ben-i Nadîr’in evleri vardı. Geçmişte şehrin doğu
bölümüne güneyden kuzeye yarım daire şeklinde birleştiren Harre kenarında
kabileler yaşıyordu. Bu bölümde iki mescid ve bir de mezarlık vardı. Şimdi
bunların açıklanmasına yer vereceğiz.
423
-Sefer name-i Tuhfetü’l Haremeyn, Yusuf Nabi, Makalati Tarihi, Defteri Sizdehum, s.174.
180
İcabe Mescidi
Benu Muaviye b. Malik, Evs taifelerinden birisiydi ve bu kabile diğer taifeler
gibi kendi evleri arasına “Benu Muaviye Mescidi”424 – Ensar’ın bir boyu – ve
“İcabe Mescidi” isimlerinde meşhurlaşan iki mescid yaptılar. Şia
kaynaklarında “Mübahele Mescidi” unvanıyla hatırlatılan bu mescid İcabe
Mescidi olarak tanınır. Bu mescid Bakî’nin kuzey doğusuna dört yüz metre ve
Mescid-i Nebevi’ye (s.a.a) beş yüz elli metre uzaklığında Sittin Caddesi
(Melik Faysal Caddesi) kenarında yer alır.
Tarihçiler bu mescidin İcabe ismi hakkında şöyle yazmışlardır: Allah Resulü
(s.a.a) bu taifenin mescidine geldiğinde iki rekât namaz kıldı ve namazdan
sonra Allah Teâlâ’dan ümmetinin kuraklıkla helak edilmemesini ve ümmetinin
boğularak öldürülmemesini istedi ve Allah Teâlâ kabul etti. Üçüncü olarak
Allah’tan Müslümanların birbirlerin canına kastetmemelerini istedi, ancak bu
duasına icabet edilmedi.425Allah Resulü’nün bu iki isteğinin kabul edilmesi,
söz konusu mescidin “İcabe Mescidi” ismini almasına sebep oldu.
Abdullah b. Ömer Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı mekânlardan
geçerek Benu Muaviye taifesine gelir ve onlara Allah Resulü’nün (s.a.a)
namaz kıldığı yerde namaz kılmak için tam olarak burasını kendisine
göstermelerini ister.426Sa’d Vakkas şöyle diyor: Allah Resulü (s.a.a) buradan
geçtiği zaman Benu Muaviye Mescdi’ne gelerek iki rekât namaz kıldı ve
Allah’a dua edip dışarı çıktı.427
Bu mescid daha ilk yıllarda meşhurdu ve Medine Müslümanları
ziyaretçilerinin yanında saygınlığı vardı. Sekizinci asırda Matarî şöyle
yazıyor: Günümüzde viran olmuş bu mescid Benu Muaviye mahallesinde yer
almıştır.428Bu mescidin dokuzuncu asırda tavanı yoktu ve doğu ile batı arası
12 metre ve kuzeyi ile güneyi arası 10 metreydi. Hicri on ikinci asırda yazarın
birisi şunları kaydediyor: Medine halkı ne zaman yağmur duası etmek
isteselerdi İcabe Mescidi’ne giderek yağmur namazı kılarlar ve duaları hemen
kabul edilirdi.429
Söz konusu mescid Osmanlı döneminde yeniden yapıldı. İki harem sara
(şebistan), bir avlu (sahn) ve kuzey doğusuna bir minare yapıldı. Mescidin
yenilenmesi kameri 1418 yılında gerçekleşti ve büyük oranda genişletildi.
Şia kaynaklarında Medine’de Mübahele Mescidi’nden bahsedilmiş430 ve İcabe
Mescidi’nin, Mübahele Mescidi olduğu söylenmiştir. Bunun yanında
424
-Vefâul-Vefâ, c.3, s.828.
-Kitabu Müslim, Kitabu’l Fiten, hadis no: 2890.
426
-Muvatta, Malik b. Enes, Babu ma Cae fi’d-Dua, el-Mesâcidi’l-Eseriyye’den nakil, s.35.
427
-Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.75.
428
-et-Ta’rif, s.47.
429
-Terğibu Ehli’l Medine ve’l Vefa, s.134.
430
-Bihâru’l-Envâr, c.97, s.225.
425
181
Ehlisünnet kaynaklarında Mübahele Mescidi’nden hiç söz edilmemiştir.
Kur’an’da işaret edilen431 ve siyer kitaplarında geniş yer verilen Mübahele
kıssası, Allah Resulü’nün (s.a.a) Necran Nasranî âlimleriyle lanetleşmesi olayı
ile alakalıdır. Nasranî âlimleri Peygamber (s.a.a) ve yanındakileri – Ali,
Fatıma, Hasan ve Hüseyin – gördüklerinde lanetleşmekten vazgeçmişler ve
cizye vermeyi kabul etmişlerdir. Mübahele (lanetleşme) yerinin söz konusu
İcabe Mescidi’nin yeri olduğu söylenir.
Benu Zafer Mescidi
Medine’nin kutsal ve tanınmış mescidlerinden bir diğeri Evs kabilesinden
Benu Zafer Mescidi’dir. Bu isim, mescidin kendileriyle alakalı olduğu kabile
ismidir. Bu mescidin diğer bir ismi Bağle Mescidi’dir.
Bu mescid bir zamanlar pek çok ziyaretçiyi cezp ediyordu. Hali hazırda
harabeye çevrilmiş mescidin yerinde Abdülaziz Caddesi başında; Bakî’nin
doğu duvarını geçtikten sonra bu cadde girişinde – yaklaşık iki metre Ed-Dahil
Oteli’nden sonra – “Suudi Devleti Emr-i bi'l-Ma'rûf ve Nehy-i ani'l-Münker
İdaresi” yer almıştır.
İbn-i Şebbe şu ibareti yazmıştır: “Allah Resulü Beni Hâris Mescidi ve Beni
Zafer Mescidi’nde namaz kılmıştır.”432
Allah Resulü’nün (s.a.a) ashabından Muhammed b. Fuzale Zaferi şöyle diyor:
Bir gün Allah Resulüyle birlikte ashaptan Abdullah b. Mesut ve Muaz b.
Cebel bu mescide geldiler ve Allah Resulü, Muaz b. Cebel’den Kur’an
okumasını istedi. Muaz “Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de
onların üzerine bir şahit yaptığımız zaman, bakalım onların hali nice
olacak!.”433ayetine geldiğinde Allah Resulü ağladı.434
Bu mescid küçük olup uzun dönemler üstü açık olmasına rağmen tarihte
tamamen tanınan bir mescidtir. Semhûdî burada 630 tarihiyle birlikte Abbasi
halifesi “El-Müstensir Billâh” isminin yazılı olduğu ketibeyi (yazıt) gömüştür
ki, bu mescidin o zamanda yenilendiğini ortaya koymaktadır.
Nakledildiğine göre bu mescidde yer alan bir taş üzerine Allah Resulü’nün
(s.a.a) oturması, halkın teberrük için bu kutsal yere gelmesine sebep olmuştur.
Hatta burada Allah Resulü’nün (s.a.a) parmak izlerini taşıyan başka bir taşın
varlığından söz edilmiştir.435Suudi Devleti Emr-i bi'l-Ma'rûf ve Nehy-i ani'l-“Sana (gerekli) bilgi geldikten sonra artık kim bu konuda seninle tartışacak olursa, de di:
“Gelin, oğullarımızı ve oğullarınız, kadınlarınızı ve kadınlarımızı çağıralım. Biz de siz de
toplanalım. Sonra gönülden dua edelim de, Allah’ın lanetini (aramızdan) yalan söyleyenlerin
üstüne atalım.”Ali İmran, 61.
432
-Tarihü’l Medineti’l Münevvere, c.1, s.66.
433
-Nisa, 41.
434
-Kitab-u Buhari, Kitabu’t Tefsir, hadis no: 4582.
435
-Terğibu Ehli’l Meveddeti ve’l Vefa fi Sukni daru’l Habibi’l Mustafa (s.a.a), s.133.
431
182
Münker İdaresi burasının yıkılıp yerine
konumlandırılması emrini vermiştir.436
söz
konusu
bu
idarenin
Şia kaynaklarında Benu Zafer Mescidi özel ilgi ve alaka konusu edilmiş ve
ziyaretçilerin burada namaz kılmaları tavsiye edilmiştir.437
Ureyz’de Ali b. Cafer’in Kabri ve Mescidi
Ureyz, Medine’nin batısındaki havaalanı yolunda yer alır. Bu bölgede bir bina
vardı ve gerçekte bu bina, İmam Cafer Sadık’ın (a.s) oğlu Ali’nin kabri
üzerine yapılmıştı. Büyük bu yapıda hepsinin tuğlayla örülüp kapatılmış
birkaç tane kapı vardı. Binaya ait dört duvarla çevrelenmiş bir bölümün
müstakil bir kapısı daha vardı, ancak bu kapıda örülüp kapatılmıştı. Söz
konusu bu bina 1380/2001 veya 1381/2002 yılına kadar ayaktaydı, anacak
daha sonra tamamen yıkıldı. Hali hazırda böyle bir binanın varlığından hiçbir
eser görülmemektedir.
Ali b. Cafr Ureyzi – İranlı Ureyz’in seyit dedelerindendir – İmam Kazım’ın
(a.s) kardeşinin has ashabındandı ve İmama Kazım’dan (a.s) sonra İmam Rıza
(a.s) ve İmam Cevad’ın ashapları içinde yer aldı. Bu şahıs Masum İmamlar’ın
(a.s) hadislerinin rivayetçilerinden olup ondan yaklaşık 862 hadis nakledilmiş
ve “Mesailu Ali b. Cafer” unvanında basılmıştır.
Ali b. Cafer’in defnedildiği yer hakkında ihtilaf vardır. Merhum Muhammed
Taki Meclisi’nin de içinde yer aldığı bazı kimseler, onun Kum şehrinde
defnedildiğine inanırlar ki; hali hazırda Ali b. Cafer ismiyle meşhurdur. Ancak
Allame Meclisi şöyle der: Her ne kadar Kum’da Ali b. Cafer isminde bir kabir
olsa da bu konu muteber kitaplarda gelmemiştir.438Semnan şehrinde de Ali b.
Cafer isminde imam torunlarından bir şahsın kabri vardır. Ancak doğru olan
şudur ki, Ali b. Cafer’in defnedildiği asli yer, Medine-i Münevvere’deki Ureyz
bölgesidir.
Ali b. Cafer’in kabri üzerine yapılan asli eski binanın Osmanlı dönemine ait
olduğu anlaşılıyor. Bölge halkının bazılarının söylediğine göre söz konusu bu
bina son zamanlarda postaneydi ve boru tesisatı çekilmiş olması ve diğer yeni
imkânlar, görünürde burasından yararlanıldığını gösteriyordu. Anlaşıldığı
kadarıyla burası ziyaretçilerin uğrak yeri olması hasebiyle yıkılmıştır.
Ali b. Cafer’in kabrinin yeri Matar Caddesinde; Matar Caddesi ortasından
havaalanı tarafına doğru büyük dört yol hükmündeki meydandan önce
caddenin sağındaki tali yolda hurmalıklar arasındaydı. Burasının kenarında
Harre taşları (püskürük kayaçlar) ve bir de üzerinden Medine’nin görüldüğü
436
-Bkz: El-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.62.
-Bihâru’l-Envâr, c.82, s.81.
438
-A’yanü’ş-Şia, c.8, s.177; Ravzatü’l Muttakin, c.14, s.191; Bkz: Mukaddemeyi Mesailu Ali b.
Cafer, c.33; Türbeti Pakan, c.1, s.42-51; Şerhi Kamili ez Binayi Ali b. Cafer; Müstedrekü’l Vesail,
c.8, s.177.
437
183
tepecik vardı. Bazıları buradaki kalıntıların İslam’dan önce ya da İslam’ın ilk
yıllarında yapılmış küçük bir kalenin (Utum) kalıntıları olduğuna inanır. Ali b.
Cafer’in Kabri ve Mescidi’nin binasının, yaklaşık sekiz metreden on metreye
kadar çıkan duvarları vardı ve 52 ye 24 alanıyla en azından iki katlı dikdörtgen
şeklinde büyük bir yapıydı. Bu yapının birisi kuzey ve diğeri batı duvarında
iki kapısı vardı. Ben burasını ziyarete gittiğim zaman her iki kapının da
tuğlayla örülüp kapatıldığını gördüm. Söz konusu bu mescidin bir kısmı
görünüyordu, ancak tavanın çöktüğü belliydi.
Bu binanın harabeye çevrilmesi, kendi mezhebi kabullerine göre Haremeyn’in
mezhebi eserlerinin yaklaşık tamamını yok eden ifrati anlayışın yanlış
işlerinden birisidir.
MEDİNE’NİN BATISINDAKİ MESCİD VE MEKÂNLAR
Gamame Mescidi
Mescid-i Nebevi’de (s.a.a) kıble tarafına durup güneyi karşına alarak namaz
kılan kimsenin sağ tarafı batı ve sol tarafı - Allah Resulü’nün (s.a.a)
defnedildiği yer – doğudur. Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) güney batısı
uzantısında yaklaşık üç yüz metre uzaklığında birkaç mescid vardır ve
bunların en önemlisi Gamame Mescidi’dir. Diğer mescidler şunlardan
ibarettir: “Ali b. Ebi Talib (a.s) Mescidi”, “Ebubekir Mescidi”, “Ömer b.
Hattab Mescidi” ve “Osman b. Affan Mescidi”. Osman b. Affan Mescidi’nin
Menâhe’de olup olmadığı şüphelidir.
Bu bölgenin konumunun açıklanması için Gamame ve diğer mescidlerin –
geniş açıklaması yapılacaktır – İslam şehirlerinde üç tür mescidin olduğu
noktasına işaret edilmesi gerekir:
1. Mahalle Mescidi: Günlük namazların kılındığı mescid.
2. Cuma Mescidi: Cuma namazının kılındığı mescid.
3. Musalla: Bayram namazlarının kılındığı mescid.
Bayram namazları ve yağmur namazı için yapılan mescid, katılımın çok
olması sebebiyle şehir dışında açık bir alana inşa edilir. Alışıla geldiği üzere
bayram namazı genellikle açık alanda – hatta duvarsız – kılınır ve zaman
zaman mihrap için geçici bir yer belirlenirdi.
Gamame Mescidi ve diğer birkaç mescid ilk halifelerin adına “Münahe”
denilen ya da sonraları bu isimle anılan büyük alana sahipti. Münahe ziyaretçi
misafirlerin develerinin çöktüğü yer olup ziyaretçiler buradan yüklerini
hayvanları üzerine yüklemek için yararlanıyorlardı. Şehrin kenarında bu açık
184
alan, Allah Resulü’nün (s.a.a) bayram namazı kıldırdığı yerdi ve her sene
Allah Resulü (s.a.a) ve ondan sonra halifeler onun yerine burada namaz
kılıyorlardı. Allah Resulü’nün (s.a.a) ömrünün sonlarında bayram namazı ve
yağmur namazı kıldırdığı geniş alan günümüzde Musalla Mescidi veya
Gamame Mescidi ismiyle tanınır.
Bu mescidde ramazan bayramı ve kurban bayramının kılındığına dair
rivayetler vardır. Bu rivayetlerden birisi Ebu Said Hudrî’nin rivayetidir.
Rivayete göre Allah Resulü (s.a.a) ramazan ve kurban bayramı için buraya
gelmiş ve namazdan sonra namaz kılanların safında durarak onlara
vazetmiştir. Allah Resulü (s.a.a.) bir ordu çıkaracağı zaman buradan çıkartıyor
ya da başka bir emri olduğunda buradan bildiriyor ve sonra evine gidiyordu.439
Bayram namazına ek olarak alışıla geldiği üzere yağmur namazı da (istiska)
bayram namazının kılındığı musallada kılınıyordu.
Bu mescidde yağmur namazının kılınması, Peygamber (s.a.a) ve
Müslümanların duasının kabul edilmesinden sonra söz konusu mescidin
“Gamame Mescidi” veya “Ebr (Bulut) Mescidi” olarak isimlendirilmesine
sebep oldu. Abdulğani, mescidin bu isimle isimlendirilme sebebini eski
kitaplarda bulamadığını yazmıştır.440
Aynı şekilde bir rivayette geldiğine göre muhacirleri karşılayan Habeş hâkimi
Necaşi’nin ölüm haberi Peygamber’e (s.a.a) geldiğinde Efendimiz musalla
yerinde Necaşi’nin gıyabında cenaze namazını kıldırmıştır.441
Ebu Hureyre’den rivayet edilen başka bir hadiste Allah Resulü’nün (s.a.a)
seferden dönüp bu mescide ulaştığında, kıbleye dönüp dua ettiğini
anlatmaktadır.442
Bu mescidin ilk binası Allah Resulü’nün (s.a.a) bayram namazı kıldığı
noktadan itibaren Ömer b. Abdülaziz döneminde yenilenmiştir.443Daha sonra
zamanla bu mescidin binası defalarca yenilendi ve Müslümanların tamamının
yararlandığı bir yer olması hasebiyle buraya özel ilgi gösterildi. Bu mescidin
fiili binası Osmanlı padişahı Birinci Abdülhamit (1255-1277) dönemine ait
olup ondan sonra Sultan Abdülhamit zamanında (1293-1327) yenilenmiştir.
Suudi döneminde de bu mescidin var olan binası onarılmıştır ve onarıma dair
mevcut ketibe bakım ve onarımın 1411 yılına yani Fahd dönemine ait
olduğunu göstermektedir.
-Kitabu Buhari, Kitabu’l Eydeyn; El-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.225.
-el-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.232.
441
-Kitabu Müslim, Kitabu’l Cenaiz, hadis no: 1245.
442
-Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.138.
443
-Vefâul-Vefâ, c.3, s.785.
439
440
185
Uzunluğu 26 metre ve genişliği yaklaşık 13 metre olan bu mescidin toplam
alanı 338 metrekaredir. Son yıllarda bu mescid mimari özelliği korunarak
yeniden süslenmiştir.
İmam Ali b. Ebi Talib (a.s) Mescidi
Münahe mahallinde yani bayram namazının kılındığı büyük musallada
Mescid-i Nebevi’ye (s.a.a) üç yüz metre ve Gamame Mescidi’ne 122 metre
uzaklıkta “İmam Ali b. Ebi Talib (a.s) Mescidi” unvanında bir mescid vardır.
Öyle ki bazı kaynaklarda Osman’ın muhalifler tarafından muhasara edildiği
bir zamanda İmam Ali’nin (a.s) bu mescidde bayram namazı kıldığı
nakledilmiştir.
Semhûdî şöyle yazıyor: Allah Resulü’nün (s.a.a) belli bir yerde bayram
namazı ikame ettiğini göz önünde bulundurarak, bayram namazının kılınması
için başka bir tayin edeceği uzak bir ihtimaldir.444 Osman’ın muhasara edildiği
zaman İmam Ali’nin (a.s) bayram namazı kıldırdığında kuşku yoktur,445 ancak
muhtemelen İmam Ali (a.s) Peygamber’in (s.a.a) namaz kıldığı yerde namaz
kılmıştır, zira İmam Ali (a.s) bu yönlerden şiddetle Peygamber’e (s.a.a)
uyuyordu. Her halükarda musallada Peygamber’e (s.a.a.) ait mihrabın belli
olmayışından ötürü, muhtemelen İmam Münahe mahallinde bir kaç yerde
namaz kılmıştır.446
Diğer pek çok mescidde olduğu gibi bu mescidin ilk binasının da Ömer b.
Abdülaziz’e ait olduğunu bilirler. Doğal olarak sonraki asırlarda bu bina
defalarca yenilenmiştir. Zeynü’d-Din Zeygam 881 yılında mescidin binasını
tamir etmiştir. Son zamanlarda bu mescidin eski binası yıkılmış ve 1411
yılında yeniden yapılmıştır ve mescidin fiili alanı 882 metre karedir.
Ebubekir Mescidi
Münaha mahallindeki eski mescidlerden bir diğeri Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a)
güney batısına 335 metre uzaklıktaki “Ebubekir Mescidi” dir. Matarî (ö.741)
şöyle yazıyor: Bu mescidin yerinde de Peygamber’in (s.a.a) ve sonra da
Ebubekir’in namaz kılmış olması gerekiyor.447
Mecidin fiili binası 1254 yılında Osmanlı sultanlarından Sultan Mahmut
tarafından yapılmış ve 1411 yılında Fahd döneminde de tezyin edilmiştir. Bu
mescidin alanı 293 metrekaredir.
Ömer Mescidi
-Hulasatü’l Vefa, s.362.
-el-Mearif, İbni Kuteybe, s.196.
446
-Vefâul-Vefâ, s.49.
447
-et-Tarif, s.49.
444
445
186
Münaha’da yer alan başka bir mescid “Ömer Mescidi”dir. Semhûdî be
mescide niçin Ömer isminin verildiğine değinmemiştir. Bu mescidi 850
yılından sonra Şeyh Şemsüddin Muhammed Selavi yaptırdı ve zamanla Ömer
ismiyle anıldı. Selavi’nin eski kaynaklarda bu bölgede böyle bir mescidin
varlığından haberdar olup mescidi yaptırması mümkündür. Ancak bu konuda
tanıklık edecek bilgi mevcut değildir.
Bu mescidin fiili binası 1266 yılında Birinci Abdülmecid tarafından yapılmış
olup alanı 335 metrekaredir. Bu mescidde yakınlarındaki mescidler gibi 1411
yılında tamir edildi.
Osman Mescidi
Münahe’nin uzağında ve zikredilen mescidlerin uzantısında hali hazırda ki
Bilal Mescidi tarafında “Osman Mescidi” yer alır ve Medine tarihinin yeni
tarihçileri bu mescidin geçtiğimiz birkaç onlu yıllarında yapıldığını söylerler.
Muhammed İlyas Gani’nin ifadesine göre bu mescid on beşinci asrın ilk
onuncu yılında Şeyh Sadaka Hasan Haşkaci yapmış ve vakıflar idaresine
bırakmıştır. Dolayısıyla bu mescidin musalla sınırlarında yer alması, onun
tarihi mescid olduğu düşüncesini doğurmamalıdır.448
Kurban Caddesi uzantısında ( Emir Abdülmuhsin Caddesi) yer alan ve on
beşinci asrın ilk onuncu yılında Şeyh Muhammed Ebu’l Ala tarafından
yaptırılan hali hazırdaki Bilal Mescidi’nin de tarihi mescid bilinmemesi
gerekir. Bununla birlikte söylememiz gerekir ki Bilal Mescidi’nin musalla
bölgesinde ve fiili Ömer Mescidi’nin yakınında yer aldığında hiç kuşku yoktur
ve bu mescid yapılandırma faaliyetlerinde cadde genişletilmesi hasebiyle
yıkılmıştır. Söz konusu bu mescidin takribi yeri Anberiye’nin yakınında
telefon ve telgraf binasının kuzey tarafındadır.449
İslam’ın aleyhinde gerçekleşen Ahzâb savaşı İslam’ın küfür ittifakı
karşısındaki belirleyici savaşlarından birisi olup kâfirlerin Hicaz’da ebedi
yenilgisiyle sonuçlandı. Üstelik savaşı kâfirlerin başlatmasına rağmen kâfirler
yenildi. Kureyş kendi müttefiki Katfan kabilesiyle önceden yaptıkları
programla on bin kişilik ordu hazırlayarak Medine’ye yöneldiler.
Püskürük kayaçlarla güney, doğu ve batıdan muhasara edilen Medine şehrinin
tek girişinden birisi Uhud etrafında kuzey tarafı ve diğeri Sel’ Dağı tarafıydı.
Müslümanların zorunlu olarak burada konumlanması ve şehrin girişini
kapatmaları gerekiyordu. Meşhur görüşe göre ki doğrusuda budur, Salman
hendek kazılmasını önerdi ve Müslümanlar hendeğin kazılması için kendi
aralarında görev taksimi yaptılar. Kâfirler bölgeye ulaştıkları zaman Kureyş
kendi güçlerini Mecmeu’s-Suyul’da yer alan Sel’ Dağı tarafına Katfan kabilesi
448
449
-el-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.261.
-a.g.e., s.264.
187
de hendeğin arkasında Uhud’un güney eteklerine konumlandırdı. Bunların
karşısında üç bin kişiyi kapsayan İslam ordusu hendeğin bu tarafında yer aldı.
Müslümanların emir komuta merkezi hali hazırda Fetih Mescidi’nin
bulunduğu Sel’ Dağının arkasındaydı. Allah Resulü (s.a.a) buradaydı ve
hendeğin her noktasından kendisine haber ulaşıyordu. Müslümanların eşleri ve
çocukları zayıf fertlerle birlikte evlerinden çıkıp daha güvenli olan kalelere
(Utum) yerleştiler. Her iki taraf arasında defalarca oklar fırlatıldı ve Sa’d b.
Muâz’ında yer aldığı Ensar’dan altı kişi şehit oldu. Şehit olanlar arasında yer
alan Sa’da b. Muaz yaralanmış ve birkaç gün sonra şehit olmuştu. Savaşta,
kâfirlerin Müslümanlardan iki kat daha fazla olmasına rağmen doğrudan
Müslümanlar karşısında duramadıkları cepheler vardı. Bir defasında Halit b.
Velit beraberindeki yüz kişiyle, sayılı bir grup Müslüman’a saldırdı,
Müslümanların direnişiyle yüz yüze gelip geri döndü. Zaman zaman hendeği
geçmeye çalışan müşrikler fırlatılan taş ve oklarla karşılaşıyorlardı. Bu
sahnelerden birini, dikkatle seyreden Peygamber’in (s.a.a) eşi Ümmü Seleme
nakletmiştir.450
Bu muhasara ve savaş yaklaşık yirmi günden sonra kâfirlerin yorgunluk,
ümitsizlik ve yenilgisiyle sonuçlandı ve hiçbir netice elde etmeksizin
Medine’yi terk ettiler. Müşrikler bu gidişiyle hiçbir zaman Medine’ye ordu
gönderemediler.
Yedinci Asırda İbni Neccâr şöyle diyor: Bizim zamanımıza kadar hendekten
geride, suyunun Kubâ’dan kaynaklandığı oradan Medine’nin aşağılarındaki
(yani kuzey batı) Sıh bölgesinde Fetih Mescidi’nin yer aldığı hurmalıklara
kadar ulaşan su kanalları baki kalmıştır. Hendeğin kendisinde de hurmalık
vardır. Hendeğin önemli bir bölümü ortadan kalkmış ve duvarları
yıkılmıştır.451
Fetih Veya Hendek Mescidleri
Medine’nin kuzey batısında ve Sel’ Dağı’nın batı eteklerinde “Fetih
Mescidleri” isminde bir seri mescid vardır. Sel’ Dağı kuzey doğuda - yani
günümüzde mescidlerin resminin olduğu yer – Müslümanların Ahzâb
savaşında kazdıkları Doğu ve Batı Harre ortasına tepeden kuşatan Hendek’de
yer alıyordu. Hendek, Sel’ Dağı kenarının biraz batısından başlayıp yarım
daire şeklinde Batı Harre’i Doğu Harre’ye birleştiriyordu öyle ki, doğal bir
mani (Harreler) ve bunun eşliğinde yapay bir engel (kazılan hendek) düşmanın
Medine’ye saldırmasına engel oluyordu.
İbn-i Şebbe kendi kitabında – Medine tarihi konusundaki en eski eserdir – bu
bölgede yerlerini ve niteliklerini açıklamaksızın bir seri mescide işaret
etmiştir.
450
451
-Meğâzî-i Vakidî, s.348 (Farsça tercüme).
-ed-Durretü’s-Semîne, s.225-226.
188
Eski kaynakların birinde yalnızca “Fetih Mescidi”, “Salman Mescidi”, “Ali b.
Ebi Talib Mescidi” ve “Ebubekir Mescidi” gibi dört mescidin ismi
zikredilmiştir.452Ünlü Medine tarihçisi Semhûdî bölgede yalnızca dört
mescidin bulunduğunu söyler.453Hatta hicri on ikinci asra kadar bu dört
mescid vardı.454Bu bilgiler doğrultusunda Ömer Mescidi ve çoğunlukla
Ehlisünnetin Sa’d b. Muâz Mescid’i olarak andığı455 Fatıma Mescidi
isimlerindeki eklenen iki mescidin seksen yıl öncesiyle alakalı olduğu
anlaşılmaktadır.
Aynı şekilde çeşitli araştırmacıların yazdıklarına göre son yıllarda gerçekleşen
değişimlerden bir tanesi Ebubekir Mescidi’nin Ali b. Ebi Talib Mescidi
ismiyle ve Ali b. Ebi Talib Mescidi’nin ismi de Ebubekir Mescidi ismiyle
değiştirilmesidir! Çok enteresandır ki, Ebubekir Mescidi gerçekte Ali b. Ebi
Talib Mescidi’dir ve hali hazırda cadde uzağına düşmüş ve gerçekte
Ebubekir’e mensup olan bu mescid, Ali b. Ebi Talib Mescidi ismiyle kalmıştır.
Sel’ Dağı eteklerinde birbirlerinin kenarında konumlanan altı mescid vardır.
Araştırmacılara göre bunların yedincisi, Kıbleteyn Mescidi olup zikri geçen
mescidler topluluğundan ayrılmıştır. Bu mescidin açıklaması ileride
gelecektir. Bazı araştırmacılara göre de mezkûr mescidler grubunun yedincisi
Sel’ Dağı eteğinin başka bir noktasına yer alan Beni Haram Mescidi’dir.
1381/2002 yılında umreye için gidip Peygamber’in (s.a.a) kabrini ziyaret
ettiğimde dağ eteklerinde yeni bir mescid yapılıyordu. 1387/2008 yılında
tamamlanıp kullanıma açılan söz konusu bu mescidde tahiyyat namazı kılmak
nasip oldu.
Hali Hazırda Var Olan Mescidlere Gelince:
1. Fetih Mescidi
Bölgenin en önemli ve en tanınmış mescididir. İbni Ebi Zi’b şöyle diyor:
Allah Resulü (s.a.a) peştamal örtülü halde dağ üzerindeki mescide gitti ve
ellerini gökyüzüne açıp dua etti. Bir kez daha geldiğinde mescidde namaz kılıp
dua etti. Abdullah b. Ömer’in şöyle dediği nakledilmiştir: Allah Resulü (s.a.a)
dağ üzerindeki mescidlerin hepsinde namaz kılmıştır.456 Ahzâb savaşından
öncede bu noktada mescidin yer aldığını düşünmek oldukça zordur hatta o
zamanda mescidin oluşu da doğru değildir, ancak Müslümanlar Allah
Resulü’nün (s.a.a) burada namaz kılıp dua etmesi hasebiyle bu noktayı
çabucak mescide dönüştürdüler. Fetih mescidlerinin en önemlisi “Fetih
Mescidi”, “A’la Mescidi” ve “Ahzâb Mescidi” ismiyle meşhurdur. Bu mescid
-Ahbâr-i Medineti’r-Resul, İbni Neccâr, s.114.
-Vefâul-Vefâ, c.3, s.830-837.
454
-Terğibu Ehli’l Meveddeti ve’l Vefa, s.135.
455
-el-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.132
456
-Meğâzî, Vakidî, s.368 (Farsça tercüme).
452
453
189
dağ üzerinde yer almıştır ve ziyaretçiler birkaç basamaktan geçerek mescidin
içine namaz kılmaya girerler. Fetih Mescidi, Ahzâb savaşında arkasına
hendeğin kazıldığı dağın arkasındaydı. Bu dağın hendeğin ve hendek
arkasında konumlanan düşmanı gözetimi için iyi bir yere sahip olması
hasebiyle Allah Resulü (s.a.a) Ahzâb savaşını buradan idare ediyordu. Allah
Resulü (s.a.a) günlerce aralıksız namazını burada ikame etti ve bu sebeple
burası sonraları mescide dönüştürüldü.
Kaynaklarda şöyle gelmiştir: “Allah Resulü Fetih Mescidinde ve bu mescid
etrafındaki mescidlerde namaz kılmıştır.”457
Allah Resulü’nün (s.a.a) bu mescidde Müslümanların başarıya ulaşması için
dua etmesi ve duasının kabul edilmesi önemli noktalardandır. Rivayet
edildiğine göre Allah Resulü (s.a.a) pazartesi günü dua etmiş Çarşamba günü
duası kabul olmuş ve müşrikler yenilerek Medine’yi terk etmişlerdir.458
Bu mescid Sadrı İslam’da Müslümanların itina ettikleri mescidlerden birisi
sayıla gelmiş ve Ehlibeyt (a.s) rivayetlerinde ve Şia kaynaklarında burada
namaz kılmak tekit edilmiştir.459
İmam Sadık’tan (a.s) şöyle rivayet edilmiştir: Allah Resulü (s.a.a) Fetih
Mescidi’ne girdi, sonra birkaç adım yürüdü, üçüncü adımında dua etmek için
ellerini yukarı kaldırdı ve çokça dua ederek mescidden ayrıldı.”460
Aynı şekilde Allah Resulü’nün (s.a.a) Hendek savaşının son gecelerinde
Huzeyfe’yi bilgi toplamak için düşman tarafına gönderdiğinde bu mescidin
içinde oturduğu nakledilmiştir.461
İmam Sadık (a.s) Kubâ Mescidi, Meşrebe-i Ümmü İbrahim, Fadîh Mescidi ve
Uhud şehitlerini ziyaret etmeyi tavsiye etmekle birlikte gerçekte Fetih Mescidi
olan Ahzâb Mescidi’ni ziyaret etmek konusunda şöyle buyurmuştur: Allah
Resulü (s.a.a) şehitleri ziyarete geldiğinde: Sabrınızdan ötürü Allah’ın selamı
üzerinize olsun! Yeriniz ne kadar da güzeldir buyurmuş ancak, Fetih
Mecidi’ne geldiğinde şöyle buyurmuştur: “Ey sıkıntıda kalanların yardımına
koşan. Ey darda kalanların çağrısına icabet eden. Ey kederlilerin yardımcısı.
Endişemi, darlığımı ve hüznümü gider. Hakikaten sen, benim ve ashabımın
durumunu görüyorsun.”
Fetih Mescidi veya Â’la Mescidi ilk zamandan itibaren Müslümanların ilgi ve
alaka konusu olmuştur. Hicri üçüncü asırda İbn-i Şebbe’in nakli esasınca,
Allah Resulü’nün (s.a.a) tam olarak dua ettiği nokta mescidin sahnında silindir
suretinde belirgindi.
-Ahbâr-i Medineti’r-Resul (s.a.a), s.114.
-Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.60.
459
-Bihâru’l-Envâr, c.20, s.230.
460
-Tarih-i Medineti’l-Münevvere, İbni Şebbe, c.1, s.142; Vefâul-Vefâ, c.3, s.831.
461
-Vefâul-Vefâ, c.3, s.835.
457
458
190
Başka bir rivayette Fetih Suresi’nin bu mescidde Allah Resulü’ne (s.a.a) nazil
nakledilmiştir. Fetih Mescidi’ni “Ahzâb Mescidi” ve “Hendek Mescidi”
isimlerinde de anıldığı için bu mescidin, doğal olarak Hudeybiye’de nazil olan
Fetih Suresiyle değil, Ahzâb savaşıyla irtibatlı olması gerekir. Â’la
Mescidi’nin dağın eteğinde yer alması hasebiyle bu ismi alması mümkündür.
Bu mescidin güney kısmında (kıble tarafı) harem sara (şebistan) ve kuzey
kısmında avlusu (sahn) vardır.
Birinci Abdülmecid zamanına ait olan ve hicri 1270 yılıyla alakalı olan Fetih
Mescidi’nin fiili binası 24 metreküp ve yüksekliği yaklaşık 4/5 metredir.
Suudi devleti bu mescidi 1411 yılında tamir etmiştir.
2. Salman Farisi Mescidi
Yedi mescid içinde yer alan veya daha ince bir tabirler Hendek mescidlerinden
bir diğeri de Salman Farisi Mescididir ve bu mescid, Fetih Mescidinin
aşağısındaki ilk mescidtir. Bazı tarihi rivayetler esasına göre Salman’ın
hendek kazılması önerisinin Ahzâb savaşında büyük bir rolü olmuştur. Bu
mescid zamanla canlılık kazanmış ve Harem-i Nebevi ziyaretçilerinin ilgi ve
alaka duyduğu mekânlardan birisi olagelmiştir. Tarih ve seyahatname
yazarları da bu mescide işaret etmişlerdir. Harem sara (şebistan) ve avluya
(sahn) sahip olan bu mescidin uzunluğu 8/50 metre ve genişliği 7 metredir. Şia
kaynaklarında Salman Farisi Mescidinde namaz kılınması tavsiye edilmiştir.462
3. İmam Ali b. Ebi Talib (a.s) Mescidi
Salman Farisi Mescidi’nin aşağısında ve bu mescidin güney batısında yer alır.
Günümüzde bu mescid yanlışlıkla Ebubekir Mescidi olarak isimlendirilmiştir
ve doğal olarak bu yanlışlığın düzeltilmesi gerekir. Daha önce eski
kaynaklarda bu mescidin Fetih bölgesindeki asli dört mescidden birisi
olduğunu söylemiştik.
Maalesef söylenmesi gerekir ki, bu mescid hicri kameri 1414 yılında yolların
genişletilmesinde ortadan kaldırılmıştır!463Hali hazırda daha önce Ebubekir
Mescidi isminde başka bir mescid vardı veya aslen varlığı bile söz konusu
değildi ve Şialar arasında İmam Ali b. Ebi Talib (a.s) ismiyle meşhurlaşmıştı.
Ahzâb savaşında Emirülmüminin’in (a.s) ve Salman Farisi’nin çok önemli ve
belirleyici rol üstlendiklerini biliyoruz ve bu bölgede daha önce onun ve
Salman’ın isminde mescidin olması gayet doğal olacaktır.464
Semhûdî’nin yazdığına göre bu mescid harap olduktan sonra Medine-i
Münevvere valisi Zeynüddin Zigam Mansuri tarafından 876 yılında onarıldı.
462
-Bihâru’l-Envâr, c.97, s.225.
-el-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.146.
464
-Bihâru’l-Envâr’ın, c.20, s.230’da Emirülmüminin ismiyle anılan mescide işaret edilmiştir.
463
191
Semhûdî buraya kadar üç mescidin ismini anmış ve Ebubekir Mescidi isminde
bir mescidin varlığına rastlamamıştır. Elbette Semhûdî, kendisinden önceki
tarih yazarı Matarî’nin (ö.741) sözünü dikkate alarak dört mescidin ismini
zikrederek şöyle diyor: Muhtemelen Ebubekir isminde dördüncü bir mescid
daha vardı ve bu mescidden hali hazırda hiçbir eser kalmamıştır.465Dolayısıyla
Semhûdî kendi araştırmasında bu bölgede Ebubekir Mescidi isminde bir
mescide rastlamamıştır ve bu mescidin, zikri geçen üç mescidden sonraki
zamanla alakalı oluğunu düşünmek mümkündür.
Fetih Mescidi, Salman Mescidi ve Ali (a.s) Mescidi’nin binası 575 ve 577
yıllarında Fatımî devleti emirlerinden Emir Seyfüddin Hüseyin b. Hica
ismindeki bir şahıs tarafından yaptırılmıştır.
4. Ebebekir Mescidi
Tam olarak Fetih Mescidi’nin karşısında zikredilen mescidlerin güney
noktasında dağın tepesinde yer alan ve hali hazırda “İmam Ali b. Ebi Talib
(a.s)” ismiyle tanınan bir mescid daha vardır. Diğer mescidlerin binasında
olduğu gibi bu mescidin binası da Osmanlılar döneminde Suudiler tarafından
onarılmıştır. Muhtemelen Matarî’nin zikrettiği dördüncü mescid budur.
Nitekim söz konusu mescid, ileride ela alacağımız diğer iki mescidden daha
sonradır. Açık olan odur ki, Semhûdî bu mescidi zikretmemiş ve sadece şöyle
yazmıştır: Halkın bazısı Salman Mescidi’ni, Ebubekir Mescidi olarak
isimlendirmiştir!
5. Fatıma-i Zehra (s.a) Mescidi
Yedi mescid arasında yer alan mescidlerin bir diğeri Fatıma-i Zehra (s.a)
Mescidi veya Ehlisünnet araştırmacılarının deyimiyle Sa’d b. Muâz
Mescidi’dir. Her iki ismin ikisi de eski kaynaklarda gelmemiştir. Son yıllarda
Fatıma-i Zehra (s.a) ismiyle meşhur olan bu mescid yaklaşık on beş metre kare
alana sahiptir. Bu mescide kadın ve erkek ziyaretçilerin yoğunlaşması ve
izdiham sebebiyle – veya izdiham bahane edilerek – mescidin kapısı beton
duvarla örtülmüştür ve hali hazırda halk mescidin dışında namaz kılar. Bu
mescid Fetih Mescidi’nin güney batı sınırlarında yer alır.
6. Ömer Mescidi
Ömer Mescidi yedi mescidlerden (Mesacidi Seba) birisi olup Salman
Mescidi’nin aşağısında yer alır. Bazı araştırmacıların yazdığına göre hicri
dokuzuncu asra kadar ve hatta bu asırdan yaklaşık yüz yıl sonrasına kadar bu
mescidin olduğuna dair bir belirti yoktur. O, bu mescidin kameri 1303 yılında
yapılma ihtimalini kesin bilir.466 Ömer Mescidi’nin alanı 123 metrekaredir.
465
466
-Vefâul-Vefâ, c.3, s.836.
-el-Medinetü’l Münevvere Tatavvuruha’l Umrani, s.197.
192
Yeni Hendek Mescidi
Fetih bölgesi etrafı kameri 1424 yılında değişime uğradı. Suudiler dağın
eteğinde mevcut mescidlerin yukarısında büyük bir mescid yapmayı
kararlaştırdı. Üç katlı olup 4500 kişinin namaz kılabileceği alana sahip olan bu
mescid dört yıl içinde yapılarak 1429 yılında açıldı ve burada 28.8.1429
yılında ilk Cuma namazı ikame edildi. Nefis süslemesiyle harem sara
(şebistan) ve avlunun (sahn) yer aldığı bu dev yapı daha ziyade Şam ve İran
modelinde yapılmıştır. Tamamen modern bir yapıya sahip olan bu mescidde
güncel tekniklerden yararlanılmıştır.
İlk etapta yeni Hendek Mescidi’nin yapılması kararlaştırıldığında etraftaki altı
mescidden geride kalan dört mescidin yani Fetih Mescidi, Salman Mescidi,
Ömer Mescidi ve Ali Mescidi’nin kapatılması söylentisi vardı. Bu konu
19.7.2009 yılında Akkaz gazetesinde Medine Belediye Başkanı Abdülaziz b.
Abdurrahman’ın dilinden yansıtılmıştı. Söz konusu bölgede yer alan altı
mescidin içinde Fatıma-i Zehra (s.a) mescidinin de yer alması ilgi çekicidir.
Her halükarda bu güne kadar (1388/2009 yılının yaz mevsimi) bu olay
gerçekleşmemiş ve kuzeyden güneye sırasınca yer alan bu dört mescid
varlığını korumuş ve ziyarete açıktır. Şu bir gerçektir ki, Suudiler arasında
ifrati ve mutedil kanatların ihtilafı söz konusudur ve bu gruplar arasındaki
ihtilafları, Medine Gazetesi’nde (28.8.2009) görmek mümkündür.
7. Kıbleteyn Mescidi
Kıbleteyn Mescidi – Benu Seleme taifesiyle alakalıdır – Medine’nin batısında
ve şehrin “Bi’ru Rume” ismiyle meşhur olan kuyunun yakınında yer alan çok
eski mescidlerden birisidir. Kıble değişimiyle irtibatlı olması sebebiyle bu
mescidin yapımının hicri ikinci yıllına ait bilinmesi gerekir. Bu mescid Benu
Seleme taifesi arasında olması hasebiyle “Benu Seleme Mescidi” olarak da
meşhur olmuştur.
Kıblenin değişmesi olayı hicretin ikinci yılı Şaban ayında ya da başka bir
görüşe göre bu yılın Recep ayında gerçekleşti. Söz konusu tarihten önce
Müslümanlar Beytü’l Mukaddes’e doğru namaz kılıyorlardı. Yahudiler,
Müslümanları kıblesi olmadığı için kendi kıbleleri tarafına doğru namaz
kıldıkları için kınamaları ve bundan Allah Resulü (s.a.a.) ve Müslümanların
rahatsız olması sebebiyle kıble değişmişti.
Diğer bir nokta Kâbe binasının yapımı Beytü’l Mukaddet’ten önceydi ve
“Şüphesiz, insanlar için kurulan ilk ibadet evi, elbette Mekke’de, âlemlere
rahmet ve hidayet kaynağı olarak kurulan Kâbe’dir.”467ayetinde,
Kâbe’nin, Beytü’l Mukaddes’ten önce yapıldığı ve kıbleye daha yaraşır
olduğu anlatılıyordu.
467
-Âli İmran, 96.
193
Her halükarda Allah Resulü’nün (s.a.a) isteği ve duası sonucu, Müslümanların
rencide olmaması için kıblenin değiştiği bildirildi. Allah-u Teala kıblenin
değişmesini Bakara Suresinin 142-150. Ayetlerinde açıklamıştır. Peygamber’e
(s.a.a) hitap eden bu ayetlerden birisinde şöyle buyrulmuştur:
“(Ey Muhammed!) Biz senin çok defa yüzünü göğe doğru çevirip
durduğunu (vahiy beklediğini) görüyoruz. (Merak etme) elbette seni,
hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. (Bundan böyle), yüzünü Mescid-i
Haram yönüne çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun,
(namazda) yüzünüzü hep onun yönüne çevirin. Şüphesiz kendilerine kitap
verilenler, bunun Rablerinden (gelen) bir gerçek olduğunu elbette bilirler.
Allah, onların yaptıklarından habersiz değildir.”468
Bir nakle göre kıblenin değişmesi hükmü namaz arasında bildirilmiş ve namaz
kılanlar öğle namazının iki rekâtını Beytü’l Mukaddes’e diğer iki rekâtını da
Kâbe’ye doğru kılmışlardır. Namaz arasında dönmenin o kadar da zor
olmadığı anlaşılmaktadır; namaz esnasında bulunulan noktada Kâbe’ye doğru
dönmekle mümkün olduğu gibi bir konumdan diğer bir konuma geçiş
yapmakla da mümkündür. İbni Neccâr’ın naklettiği bir rivayette şöyle
gelmiştir: Allah Resulü (s.a.a) Beni Seleme taifesinden Ümmü Bişr adında bir
kadının – Bera b. Ma’rur’un kızı – ziyaretine gider. (O zamanlarda bu kadının
çocuğu yeni vefat etmiştir). Bu kadın Peygamber (s.a.a.) için yemek hazırlar.
Öğle vakti girince Allah Resulü (s.a.a) burada ashabıyla birlikte namaz kılar.
Öğle namazının iki rakatı kılındıktan sonra Allah Resulü’ne (s.a.a) Kâbe’ye
doğru yönelmesi emri gelir. Allah Resulü (s.a.a) Kâbe’ye doğru döner ve bu
sebepten ötürü bu mescid Kıbleteyn Mescidi olarak isimlendirilir.469Bir
rivayette erkeklerin kadınların olduğu ve kadınlarında erkeklerin olduğu yere
doğru yerlerini değiştirdikleri gelmiştir.470
Başka bir rivayet de kıblenin değişme hükmünün öğle ile ikindi namazı
arasında gerçekleştiği anlatılır öyle ki; namaz kılanlar öğle namazını Beytü’l
Mukaddes’e doğru ve ikindi namazını da Kâbe’ye doğru kılmışlardır. Kıblenin
değişmesinin Kıbleteyn Mescidi’nde veya Mescid-i Nebevi de olduğuna dair
iki değişik rivayet vardır. Rivayetin birinde – daha önce zikredildi – Allah
Resulü’nün (s.a.a) Kıbleteyn Mescidi’nde namaz kılması hasebiyle bu isimle
anıldığı zikredilmiştir. Diğer bir rivayette Allah Resulü’nün (s.a.a) kendi
mescidin de – Mescid-i Nebevi – ve bir grubunda Kıbleteyn Mescidi’nde
namaz kıldığı yer alır. Kıblenin değişmesinden sonra namaz esnasında kıble
değişiminin haberi onlara ulaşmış ve onlar da Kâbe’ye doğru yönelmişlerdir.
Genellikle tarihçiler Peygamber’in (s.a.a) Kıbleteyn Mescidi’nde namaz
kılarken kıblenin değiştiğini kabul ederler.
468
-Bakara, 144.
-Ahbâr-i Medineti’r-Resul (s.a.a), s.115.
470
-Mecmeu’z-Zevaid, c.2, s.14.
469
194
Büyük bir ihtimalle bu mescid Medine’de Ömer b. Abdülaziz’in valiliği
zamanında yenilendi, zira Ömer b. Abdülaziz, Velid b. Abdülmelik’in emriyle
Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı mescidlerin tamamını tamir edip
onarma kararı almıştı.
Kıbleteyn Mescidi kameri 950 yılında Kanuni Sultan Süleyman döneminde
yeniden yapıldı. Bazı tarihi verilere göre bu mescid kameri dördüncü asrın
başlarında yıkılmaya yüz tutmuştu. Bu mescid Fahd döneminde yenilenen
mescidler arasında olup nefis bir surette yapılmıştır. Kâbe’ye bakan mihrabı
yanında, bu mihrabın karşısındaki duvara daha önceki mihrabı gösteren bir yer
yapılmıştır. Var olan yazıtlar mescidin kameri 30.3.1408 yılında yapılıp 3920
metrekare alana sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Daha önceki kıble
duvarındaki yazılar kameri 1420 yılında silinmiş ve hali hazırda gözle görülür
bir şey yoktur.
Kıbleteyn Mescidi Medine’nin kuzey batısında Mescid-i Nebevi’ye (s.a.a) üç
buçuk kilometre uzaklığında yer almıştır. Kubâ Mescidi’nde olduğu gibi bu
mescidde tüm gün ve günün her saatinde açıktır, zira Ehlisünnet ve Şialardan
Medine’ye ziyarete gelenler, bu şehre sefer etmekle birlikte bu mescidi de
ziyaret ederek namaz kılarlar.
Zübab Veya Râye Mescidi
Zübab, Uhud Dağı ile Sel’ Dağı arasında yer alan bir dağdır ve bu bölge
Ahzâb savaşında Müslüman güçlerinin konumlandığı merkezlerdendi.
Nitekim Zübab Dağı’nın tepesine Allah Resulü (s.a.a.) için çadır kurulmuş ve
Allah Resulü (s.a.a) hendek kazımı ve savaş yerinin belirlenmesini buradan
idare etmekteydi.
Allah Resulü’nün (s.a.a) de savaş günlerinde namaz kıldığı kurulan bu çadır
yerine Ömer b. Abdülaziz mescid yapmış ve zamanla burası şehirde yer alan
dağın ismiyle meşhurlaşmıştır. Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı her yere
mescid yapmak ashabın pratiğe geçirdiği güzel bir sünneti olup bu mesele
sahabe, tabiin ve Müslüman nesillerinin teberrük konusuna derin inançlarını
ortaya koymaktadır. Her halükarda Peygamber’in (s.a.a) bu mescidde namaz
kıldığında kuşku yoktur.
Bu mescidin diğer isimleri “Karin Mescidi” ve “Râye Mescidi”dir. Güya
İslam bayrağının dağın tepesine asmaları veya Harre hadisesi
ayaklanmacılarının bayrağını buraya asmaları hasebiyle Râye Mescidi olarak
anılmıştır.
Zübab Mescidi dörde dört ölçülerinde çok küçük bir mescidtir. Şenkîtî bu
mescidi kameri 1406 yılında ziyaret etmiş ve şöyle yazmıştır: Bu mescid hali
195
hazırda Râye Dağı ismiyle meşhur olan küçük bir dağın üstünde yer alır ve
binası harabeye dönüşen bu mescidin mihrabının kalıntısı zorla görülür.471
Bu mescide dair diğer bir bilgi de üstat Ka’bi tarafından sunulmuştur ve üstat,
Râye Dağı ve bu dağın tepesindeki mescidin konumu hakkında bilgi vermiş ve
bu doğrultuda nefis resimler sergilemiştir.472
Seniyetü’l Veda Mescidi
Seniyetü’l Veda şehre girilen dar kanal girişi için söylenir ve burası
misafirlerin karşılanıp uğurlandığı yerdir. Medine’de şehre girilen iki dar
boğaz vardı ve bunlardan birisi Mekke ve diğeri Şam tarafı yönündeydi. Hali
hazırda söz konusu iki giriş kısmından Uhud Caddesiyle Ebubekir yolu
arasında yer alan Şam girişi varlığını korumuştur. Bu güzergâhın batı semtinde
Sel’ Dağı ve Zübab Dağı ve sağ tarafında Seniyetü’l Veda Mescidi yer alır.
Bazı tarihçilerin yazdığına göre şehir gençleri İslam ordusunun Tebük seferi
dönüşü karşılamasında şu şiiri okumuşlardır:
Ay doğu üzerimize
Veda tepesinden
Şükür gerekti bizlere
Allah’a davetinden
Ey bizden seçilen elçi
Yüce bir davetle geldin
Sen bu şehre şeref verdin
Ey sevgili hoş geldin
Başka bir rivayette bu şiirin Allah Resulü’nün (s.a.a) hicretinde Beni Neccâr
mahallesine girdiğinde okunduğu gelmiştir.
Seniyetü’l Veda karşılama ve uğurlama yeri olduğu için buna dair bilgiler az
çok tarihi kaynaklarda yer almıştır ve Allah Resulü’nün (s.a.a) bu dağın
kenarında İslam ordusunu Tebük seferi için donatması bunun örneklerinden
birisidir. Medine’de 145 yılında Abbasilere karşı kıyam ederek şehit düşen
Nefsi Zekiyye Muhammed b. Abdullah’ın mezarı, bu dağın yakınındaki
hatıralardan birisidir. Hali hazırda bu mezardan geride hiçbir eser kalmamıştır.
Seniyetü’l Veda’nın yerini, Zübab Dağı ile Nefsi Zekiyye’nin defnedildiği yer
arası olarak bilmişlerdir.473
Üstat Ka’bi şöyle yazıyor: Kameri 1406 yılında tamamen ortadan kalkmış olan
Seniyetü’l Veda Dağı’nın yeri, Osman Caddesi ve Ebubekir Caddesi (Saltanat
471
-ed-Durretü’s-Semîne, s.171.
-Mealimü’l Medineti’l Münevvere, c.1, s.274.
473
-Tarih-i Maâlimi’l-Medineti’l-Münevvere, Ahmet El-Hayyari, s.217.
472
196
Caddesi) köşesindedir. Burasının güneyinde Münaha Caddesi ve kuzeyinde
konutlar yer almıştır.474
Bunu Haram Mescidi
Beni Haram, Medine’de yaşayan Ensar taifelerinden birisidir ve kendi evleri
arasında yer alan bu taifenin mescidi şimdiye kadar varlığını korumuştur. Bu
mescidde Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kılıp kılmadığı hakkında ihtilaf
vardır. Bu taifenin Allah Resulü’nün (s.a.a) hayatta olduğu zamanda Sel’ Dağı
kenarına taşınmaları konusunda ihtilafın olması aynı zamanda Allah
Resulü’nün (s.a.a) burada namaz kılıp kılmadığı hakkında ihtilafa düşülmesine
sebep olmuştur.
Tarihi nakilde geldiğine göre Beni Haram ve Beni Seleme taifesi yerleşim yeri
konusunda Peygamber’in (s.a.a) yanına gelerek şikâyette bulundular. Allah
Resulü (s.a.a) Sel’ Dağı’nın batı bölümüne yerleşmeleri doğrultusunda onları
yönlendirdi ve onlar da kabul ettiler.475 Beni Haram taifesi buraya taşındıktan
sonra kendileri için mescid yapmışlar ve sonraları bu mescid Ömer b.
Abdülaziz tarafından yenilenmiştir. Diğer mescidlerde olduğu gibi bu
mescidin binası da Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı yer dikkate alınarak
yenilenmiştir. Hendek Savaşında yiyeceğin çoklaşması mucizesinin de bu
mescidin yapıldığı yerde gerçekleştiği söylenebilir.476
Bazılarının yedi mescidden birisi olarak saydığı Beni Haram Mescidi Sel’
Dağı’nın batısında Sih Caddesi’nden Fetih mescidlerine doğru giden kimsenin
sağ kolu üzerinde yer alır. Hali hazırda genişletilen bu mescid Sel’ Dağı
kenarında ve Medrese-i Saneviyetü’s-Samine’nin arkasındaki feri bir
caddededir. Söz konusu bu mescid, kameri 1388 yılından önce harabe olup
kimse bilmiyordu. Bu yılda Medine araştırmacı yazarlarından birisi yazılı
kaynaklara uygun olarak bu mescidin yerini tespit etmesi, mescidin yeniden
yapılmasına vesile olmuştur. Beni Haram taifesi hali hazırda “El-Ammari”
olarak meşhurdur.477
Bu bölgede yer alan mescidin yakınındaki dağın üstünde “Kehfu Beni Haram”
isminde bir mağara vardır ve Hendek Savaşında Allah Resulü’nün (s.a.a)
bazen bu mağarada gecelediği söylenilmiştir. Bir rivayette de Allah
Resulü’nün (s.a.a) Kehf Mağarasına gittiği ve namaz kıldığı yer alır.478
Sukya Mescidi
Bu mescid, Harre’nin Sukya mahallinde yer almıştır ve Allah Resulü’nün
(s.a.a) Sukya Kuyusu’ndan abdest aldığı ve Medine halkına dua ettiği
-Mealimü’l Medineti’l Münevvere, c.1, s.284.
-Tarihu’l Medine, İbni Şbebbeh, c.1, s.87.
476
-ed-Durretü’s-Semîne, s.233.
477
-el-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.49.
478
-Mecmeu’z-Zevaid, c.2, s.288.
474
475
197
nakledilmiştir. Diğer bir rivayete göre Allah Resulü (s.a.a) Sukya’ya
geldiğinde Sa’d b. Vakkas Mahallesinde durmuş ve abdest alarak kıbleye
yönelmiş ve şöyle dua etmiştir: Ey Allah’ım! Senin kulun ve Halil’in İbrahim,
Mekke ahalisinin bereketi için dua etti. Senin Resulün olan ben ise Medine
ahalisinin bereketi için sana dua ediyorum.479
Aynı şekilde Allah Resulü’nün (s.a.a) Bedir tarafına doğru hareket esnasında
burada durduğu ve ordu içindeki yaşı küçük fertleri geri çevirdiği
söylenmiştir.
Su kuyularının yer aldığı Sukya bölgesi hali hazırda Medine’de yer alan
Anberiye’deki eski tren istasyonu civarındadır. Anberiye Tren İstasyonu alanı
içinde istasyonun güney tarafı köşesinde son derece eski ve bakımsız bir
mescid göze çarpar. Bu mescid, tarihi kaynaklarda “Sukya Mescidi” olarak
tanınmıştır. Son dönem tarih yazarlarından birisinin yazılarında şunlar yer alır:
Bu mescid Anberiye Tren İstasyonu alanı içindeki güney kısmı köşesinde
konumlanmıştır.480Buna karşın Sukya Mescidi’nin varlığını koruyup
koruyamadığı hakkında iki görüş ortaya konmuştur. Bazıları bu mescidden
geride bir eserin kalmadığına inanırken bazıları da bu mescidin hali hazırda
Anberiye Tren İstasyonu alanı içinde istasyonun güney tarafında yer aldığına
inanırlar.
Muhammed İlyas Abdulğani söz konusu istasyon alanı içinde yer alan hali
hazırdaki mescidin Allah Resulü (s.a.a) zamanındaki Sukya Mescidi olduğuna
dair pek çok delil ortaya koymuştur.481Semhûdî’den çok önce bu mescidin
eserleri kaybolmuş ve yine Semhûdî’nin gayretiyle mescidin eski eserleri
bulunmuş ve yeniden inşa edilmiştir.
Şemsi 1375/1996 yılında bu mescidi ziyaret etmek nasip oldu. O zaman bu
mescid, birbiri sırasınca yer alan üç odadan ibaretti ve orta odada mihrabın
varlığı göze çarpıyordu. Mescidin uzunluğu 12 metre ve genişliği 4 metredir.
Maalesef bu mescid, gereken ilginin gösterilmemesi hasebiyle bir mescide
yakışmayacak bakımsızlık ve kirlilikle yüz yüzedir.
Şemsi 1380/2001 yılındaki ziyaretimde tarihi eserler idaresinin bu tren
istasyonunu yenileme kararı alığını öğrendim. İstasyon alanı içinde yer alan
Sukya Mescidi de yenilenmiş ve şemsi 1381/2002 yılında nefis bir mescid
görünümüne kavuşmuştu.
Urve Mescidi
Bu mescid, Medine’nin batısındaki en önemli vadisi olan Akik Vadisi’nde yer
alır. Bazı tarihçilerin naklettiğine göre Allah Resulü (s.a.a) bu mescidde de
-el-Fethu’r-Rabbani, c.23, s.255; El-Mesâcidi’l-Eseriyye kitabının 99. Sayfasından nakil.
-el-Maâlimu’l-Esire fi's-Sünne ve's-Sire, s.254.
481
-Bkz: El-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.103.
479
480
198
namaz kılmıştır. Güya daha sonraları bu mescidin eski yerine büyük bir
mescid yapılmıştır.
Malik b. Senan Mescidi
Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) batısında yer alan bu mescid Mescid-i Nebevi’nin
(s.a.a) imar ve genişletme çalışmaları neticesinde ortadan kalkmıştır. Allah
Resulü’nün (s.a.a) bu mescidin kenarında namaz kıldığı nakledilmiştir.
Fatıma-i Suğra Mescidi (İmam Hüseyin’in (s.a) küçük kızı)
Hz. Fatıma’nın (s.a) evinde oturan bu hamın, Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a)
genişletilmesi sebebiyle dışarı atılmış ve daha sonra başka bir eve yerleşmiş ve
oturduğu ev Fatıma Mescidi olarak tanınmıştır. Bu mescid, Mescid-i
Nebevi’nin (s.a.a) batı tarafının genişletilmesi sonucu ortadan kaldırılmıştır.
Minareteyn Mecidi
Akik yolunda yer alan bu mescidde Allah Resulü (s.a.a) namaz kılmıştır.
Hayyârî’nin söylediğine göre bu mescid, benzin istasyonuna varmadan
asfaltlanmış eski Cidde yolunun sağında yer alır.
Muhammed İlyas Abdulğani’nin söylediğine göre kendisi 1418 yılında
burasını görmüştür ve mescid, benzin istasyonunun yaklaşık yüz metre
uzağındadır. Bu mescidin hali hazırdaki binası 9 metre uzunluğunda, 8 metre
genişliğinde ve yaklaşık 2 metre yüksekliğindedir. Kaynaklarda bu mescidin
Bintü’l Hüseyin Fatıma Kuyusu yakınında olduğu gelmiştir ve halen bu kuyu
varlığını korumuştur.482
Fifau’l Hayyar Mescidi
Allah Resulü (s.a.a) Gazve’l Aşire’de “Fifau’l Hayyar Mescidi”nde namaz
kılmış ve ashabıyla bu mescidde dua etmiştir. Şehrin batısında yer alan
Medine İslam Üniversitesi’nin genişletilmesinde bu mescid ortadan
kaldırılmıştır.
Bilal b. Ebi Rebah Mescidi
Bu mescid yıkılmadan önce hükümet binası yerindeydi ve Allah Resulü (s.a.a)
burada bayram namaz kılmış ve Bilal’de nafile namazı kılmıştır.
Muğaysele Mescidi
Muğaysele veya Mağsele, Medine’de bir yerin adıdır ve asıl itibariyle
mezarlık ve cenaze yıkama yeri olan burası hurmalığa dönüşmekle mezarlık
olma özelliğini kaybetmiştir. Bu yerdeki mescid “Muğaysele”, “Mağsele” ve
482
-el-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.254.
199
“Beni Dinar” mescidi isimleriyle tanınmıştır ve bu isimlerin tamamı bir
mescid için kullanılır. Bu mescid Anbere bölgesindeki eski Cevazat’ın
arkasında olup sokakların içerisinden mescide uzanan yol vardır.
Muhammed İlyas Abdulğani yazıyor: Hali hazırda Muğaysele bölgesinde iki
mescid vardır; bunların ilki yükselti üzerindeki büyük bir mescidtir ve yer
seviyesinden yaklaşık 27 basamak yukarda konumlanmıştır. Bu mescidin batı
ve kuzeyinde iki kapısı vardır ve mescidin kuzey kenarında Maleha Mescidi
isminde bir mescid yer almıştır. Bu mescidin kıblesinde küçük bir mescid daha
vardır ve vakıflar bakanlığı tarafından mescidin üzerine Muğaysele Mescidi
ismini taşıyan tabela asılmıştır. Abdulğani bu açıklamasından sonra Beni
Dinar Mescidi’nin Muğaysele Mescidi olma ihtimalini sözlerine ekler.483
İbn-i Şebbe Abdullah b. Utbeden şöyle nakleder:
“Allah Resulü (s.a.a) Ğassâlin’de Beni Dinar Mescidi’nde çok namaz
kılıyordu.”484
Sakife-i Beni Saide
Sakife üstü örtülü sundurmaya (revaka) verilen isimdir. Anlaşıldığı kadarıyla
bazı taifelerin veya hepsinin genel işlerin görüşülüp özel toplantıların
düzenlendiği sundurmaları vardı. Kusayy b. Kilâb’ın Mekke’de Kureyş için
yaptığı Dâru’n-Nedve’nin de buna benzer bir yapısının olduğu söylenebilir.
Ancak Sakife-i Beni Saide, Benu Saide b. Ka’b b. Hazrec taifesine aitti ve
Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) yakınındaydı. Onun tarihi şöhreti vardı.
İbn-i Şebbe şöyle yazıyor: Allah Resulü (s.a.a) Sakife-i Beni Saide’ye gelmiş
ve orada namaz kılıp su içmiştir.485Bu sebeple Beni Saide Mescidi de söz
konusu edilmiştir.
Sakife’nin asıl itibariyle Ebubekir’in tarihte gerçekleşen biat olayından dolayı
meşhurlaştığını söylememiz gerekir. Allah Resulü’nün (s.a.a) vefatından sonra
Ensar kendi arasında halife seçmek için burada toplandı. Muhacirlerden üç
kişi Ebubekir, Ömer ve Ebu Ubeyde aceleyle toplantıyla yetiştiler ve Evs ve
483
-el-Mesâcidi’l-Eseriyye, s.53.
-Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.64.
485
-Bkz:Vefâul-Vefâ, c.3, s.858-859.
484
200
Hazrec arasında bölücülük çıkararak olayı kendi faydalarına olacak şekilde
bitirdiler. Böylelikle İslam’da ilk eğri tuğla konuldu ve Allah Resulü’nün
(s.a.a) Gadir-i Hum’da ki buyruğu kenara bırakıldı.
Sakife, Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) batı tarafında ve Beza’a’nın kenarındaydı.
Ensar’ın halife adayı Sa’d b. Ubade Sakife yakınında yaşıyordu.
Kameri 1030 yılı öncesine kadar Sakife’nin yapılandırılıp onarılmasına dair
tarihi veriye rastlanmaz. Bu yılda Ali Paşa isminde birisi, Sakife’nin
konumunu korumak amacıyla burasının üzerine bina yaptı. Bu binanın
resimleri Abdülkuddus Ensari’nin “Asaru’l Medineti’l Münevvere” kitabında
basılmıştır.
Kameri 1383 yılında burasının yerine, burayla birlikte etraftaki alana
kütüphane yapılması ve genel oturum düzenlemek amacıyla “Sakife-i Beni
Saide” isminde konferans salonu yapılması kararlaştırıldı. Ancak yıkım
faaliyetinden sonra - Sa’d b. Ubade’nin halifelik olayı gibi – bir neticeye
ulaşılmadı. Söz konusu yapılandırılması düşünülen alan – Sakife’de bunun
arasındaydı – yeni imar ve genişletme çalışmaları öncesine kadar 2740
metrekare bahçe ve 1905 metrekare elektrik santralinden ibaretti. Burası
Saltanat Caddesi, Münaha Caddesi ve Sehimi Caddesi arasında yer alan bir
üçgen şeklindeydi.
Ağa serdarın tashih ve tatbiki.
BAKÎ VE BAKÎ’DEKİ TARİHİ ESERLER
Bakî’nin Tarihçesi
Medine’nin hatıralarla dolu mekânlarından birisi Bakî Mezarlığı’dır.
Burasını Allah Resulü’nün (s.a.a) hicretinden önce Bakîu’l-Garkad ismiyle
anmışlardır. “Garkad” bir ağaç türüdür. Geçmişte mezarlığın içinde ya da
etrafında yer alan bu ağaçlar, mezarlığın genişletilmesiyle zamanla ortadan
kalkmıştır.
İslam’dan önce Yesrib şehir merkezinin kenar bölgesinde yer alan ve bu
şehir halkının mezarlığı olan Bakî, İslam’dan sonra da Medine’nin en önemli
201
mezarı oldu. Nispeten büyük bir alana sahip olan bu mezarlık –açık alanda ve
dağınık özelliği olan eski mezarlıklarda olduğu gibi– İslam’ın çeşitli
dönemlerinde sahabe, tabiin ve hepsinden önemlisi dört Masum İmam’ın (a.s)
defnedildiği yer olması sebebiyle Medine-i Münevvere ziyaretçilerinin
tamamının ziyaret yeri olmuştur.
Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a) doğusunda yaklaşık yüz metre mesafede yer alan
Bakî Mezarlığı’nın sınırları defalarca değişime uğramıştır. Yüz yıl öncesine
kadar şehir kapsamı dışında yer alan bu mezarlık hali hazırda Sittin,
Abdülaziz, Ebuzer ve Babu’l-Avâlî caddeleriyle çevrelenmiştir.
Bakî Mezarlığı, İslam’dan önce olduğu gibi Medine İslam devletinin ilk
yıllarında da mezarlık olarak kullanıldı. Bakî’ye defnedilen ilk muhacirlerden
birisi Osman b. Maz’ûn’dur. O, Mekke’de Peygamber’e (s.a.a) iman ettikten
sonra Habeş’e hicret etti ve Medine’ye hicret ettikten sonra Bedir savaşına
katıldı, daha sonra da vefat etti.
İbn-i Hacer’in nakline göre Osman b. Maz’ûn vefat ettiğinde Allah Resulü
(s.a.a) gözyaşları içinde onu öptü. Peygamber’in (s.a.a) oğlu İbrahim vefat
ettiğinde Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştu: “İbrahim bizim selefi
salihimiz Osman b. Maz’ûn’a kavuştu”.486
Allah Resulü (s.a.a) Osman b. Maz’ûn defnedildikten sonra onun mezarına
alamet bıraktı ve şöyle buyurdu: “Ondan sonra vefat edenlerin, onun
yanına defnedilmeleri için bu onun mezarının alametidir”.487
Bakî Mezarlığının dağınıklığı o zamanlarda da söz konusuydu ve hali
hazırda bazı sahabenin mezarlığın ilk bölümünden uzak düşmesinin sebebi de
budur. Sa’d b. Muâz’ın Masum İmamlar’ın (a.s) kabirlerine uzak düşmesi
bunun bir örneğidir. Sa’d b. Muâz, Allah Resulü’nün (s.a.a) hayatı döneminde
vefat eden ve Bakî’ye defnedilen tanınmış sahabelerdendir. Bu sahabe Hendek
savaşında yaralanmış ve birkaç gün sonra şehit olmuştur.
Belirtmek gerekir ki, birkaç sene öncesine kadar Bakî Mezarlığı ile
Peygamber’in (s.a.a) Harem’i arasındaki evler, pazarlar, sokaklar ve “Arif
Hikmet Kütüphanesi”nin yer aldığı çeşitli bölümler zamanla ortadan kalkmış
ve tabanı taşla döşeli açık alan olarak mescidin avlusuna eklenmiştir. Şialar
arasında “Ben-i Haşim Mahallesi” olarak bilinen bu yerde, İmam Cafer
Sadık’ın (a.s) evi olarak bilinen bir ev ve daha önce zikredilen “Zukak-ı
Cafer” ismiyle meşhur olan dar bir sokak vardı. 60-63 yıllarında yıkılan bu
evin resimleri mevcuttur.
(Resim 144-145-146)
Allah Resulü’nün (s.a.a) Bakî Mezarlığı’na Defnedilenlere Karşı Özel
İlgisi
486
487
-el-İsabe, c.4, s.462 (El-Beccari’nin araştırması).
-Tabakât-ı İbn-i Sa'd (Farsça tercüme), c.3, s.345.
202
Allah Resulü’nün (s.a.a) Bakî Mezarlığı’na karşı özel alakası vardı. Bazı
gecelerde oraya giderek Bakî ehli için bağışlanma dilerdi. Allah Resulü (s.a.a)
Bakî’ye gittiğinde şöyle buyururdu:
“Size selam olsun ey müminlerin evine defnedilenler. Birgün biz de size
katılacağız. Allah’ım! Bakî-i Garkad ahalisini bağışla. Allah’ım! Bizi de
onların mükafatına ortak eyle ve onlardan sonra bizi fitneye duçar etme.
Allah’ım! Bizi ve onları bağışla.”
Bir nakilde Ayşe şöyle demiştir: ‘Bazı gecelerde Allah Resulü’nün (s.a.a)
yavaşça yerinden kalkarak dışarı çıktığına şahit oldum. Bir defasında onu
takip ettim ve onun Bakî’ye giderek onlar için bağışlanma istediğini
gördüm.’ Yine ondan nakledildiğine göre Allah Resulü (s.a.a) gecenin
sonlarında Bakî’ye gidip şöyle buyurmuştur:
“Size selam olsun ey müminlerin evine defnedilenler. Allah Teâlâ sizin
yarınınız için vaat ettiği şeyi size verecektir ve biz de size katılacağız.
Allah’ım! Bakî-i Garkad ehlini bağışla.”488
Yine nakledildiğine göre Allah Resulü (s.a.a) Bakî’nin karşısında durarak
şöyle buyurmuştur:
“Size selam olsun ey bu kabrin mümin ve Müslümanları.”489
Berzencî’nin nakline göre hicri on üçüncü yüzyıla kadar dört Masum İmam’ın
(a.s) kubbesi yakınında dışarı giriş kapısında bir taş konulmuştu ve duanın
kabul edildiği yer olarak bilinen buranın Allah Resulü’nün (s.a.a) durduğu yer
olduğu söylenmiştir.490
İbni Neccâr’ın nakline göre Avsece Nâmî şöyle demiştir: “Bir gece Daru’lAkil’de dua ile meşgulken Cafer b. Muhammed (a.s) çıkageldi ve bana:
‘Acaba burası hakkında bir haber ya da hadis geldiği için mi burada
duruyorsun?’ diye sorduğunda ben ‘Hayır’ dedim. Bunun üzerine şöyle
buyurdu: ‘Burası Allah Resulü’nün (s.a.a) gece gelip Bakî ehli için
bağışlanma dilediği yerdir.’491 İbni Neccâr şunu da ilave ediyor: ‘Akil’in evi,
onun defnedildiği yerdir.’
Bakî ve Bakî’deki Mezarlar
Peygamber’in (s.a.a) vefatından günümüze değin kullanılan bu mezarlık
sahabe, tabiin ve âlimlerin pek çoğunu kucağında barındırmıştır. Malik b.
Enes şöyle diyor: “Bakî Mezarlığında yaklaşık on bin sahabe
defnedilmiştir.”492
488
-et-Tarif, s.41.
-Bkz: Furu-u Kâfi, c.4, s.559.
490
-Nüzhetü’n-Nâzirîn, s.279.
491
-Ahbâr-i Medineti’r-Resul (s.a.a), s.157.
492
-Nüzhetü’n-Nâzirîn, s.257.
489
203
Bazı kabirlerden Bakî’nin fertlere ait özel mekânlarının olduğu veya bir
aileye mensup olan fertlerin birbirlerinin kenarında defnedilme imkânına sahip
oldukları anlaşılmaktadır. Değişik zamanlarda vefat eden dört imamın yan
yana defnedilmeleri bunun bir örneğidir. Aynı şekilde Peygamber’in (s.a.a)
bazı eşlerinin veya kızlarının birbirlerinin yanında defnedilmeleri de bu
meseleyi teyit etmektedir. Bakî’ye, sahiplerinin evlerine yakınlarının
defnedilmesi iznini vererek eklenen yerler olması ihtimali de vardır. Söz
konusu bu evler zamanla Bakî’nin bir parçası olmuşlardır. Mesela Ömer b.
Abdülaziz’in bir evi 1500 dinara alıp Bakî’ye eklediğini zikretmişlerdir.493
Akil’in evi bazı ileri gelenlerin defnedildiği meşhur evlerdendir. Bu ev, tam
olarak Bakî’de yer almış ve Peygamber (s.a.a) zamanında ya da
Peygamber’den (s.a.a) bir müddet sonra Bakî’nin girişindeydi. Rivayetlere
göre Peygamber (s.a.a), buranın yakınında durup Bakî ehline selam veriyordu.
Peygamber’den (s.a.a) sonra da ona tabi olanlar da burada duruyorlardı.494
Kabirlerin yerli yerinde kalması, o zamanın halkının söz konusu bu kabirlere
ilgi ve alakasını ortaya koyar. Kabirlere gösterilen ilgi ve alaka, Şialara has
değildir, Ehlisünnet de Peygamber’in (s.a.a) eşlerinin veya Osman’ın kabrine
ve keza yan yana defnolan Malik b. Enes ve Enes’in üstadı ve Kur’an karisi
olan Nafi gibi âlimlerine saygı gösterip onların ziyaretlerine gidiyorlardı. Bu
mesele, ilk başlarda kabirler üzerindeki küçük binaların zamanla
büyültülmesine sebep oldu. Belirtmek gerekir ki, son asırlarda imamların
kabirlerinin etrafı Şialara özelleşti ve şimdiye kadar da Şialardan vefat eden
kimseler -1389/2010 yılında vefat eden Medine Şialarının lideri Ayetullah
Amri bunlardan birisidir- İmamlar’ın (a.s) kabirleri etrafına defnedilmektedir.
Bu alan Bakî Mezarlığı sorumlularının görüşüne göre Şialara hastır.
Abbasiler, Abbas b. Abdülmuttalib’in kabrini korumak için onun kabrini
yükselttiler. Abbas’ın kabrinin, dört imamın kabirlerinin ve Hz. Zehra (s.a)
veya Fatıma binti Esed’e mensup olan kabrin kenarında olması hasebiyle bu
kabir, söz konusu kabirlerle beraber genişletildi. Ondan önce ya da sonra
Peygamber’in (s.a.a) eşleri, halaları ve İmam Malik ve diğerleri için kabirler
yapıldı. Altıncı asır ve sonrası kimi büyük şahsiyetler burada ilgi ve alaka
duydukları bazı defnedilenlere kabirler yaptırdılar. İbni Neccâr’ın yedinci
asrın ilk yarısında bildirdiği kabirlerle –her ne kadar eklemeler olsa da–
günümüzde bildiğimiz kabirler yaklaşık aynıdır.495
Matarî’nin (ö.741) yazdığına göre Abbas ve dört imamın (a.s) kabirleri
üzerindeki kubbelerin yanı sıra Akil ve Abdullah b. Cafer’in kabri üzerinde de
kubbe vardı. Ondan sonra Osman b. Maz’ûn’un kenarına defnedilen
Peygamber’in (s.a.a) oğlu İbrahim’in kıble yönündeki türbesi yer
almaktaydı.496
493
-ed-Durretü’s-Semîne, s.465.
-a.g.e., s.465.
495
-Karşılaştırınız: Ed-Durretü’s-Semîne, s.454-464.
496
-et-Tarif, s.43.
494
204
Matarî’nin naklettiğine göre İbrahim’in defnedilme sırasında Peygamber’in
(s.a.a) “O, bizim selefimiz Osman b. Maz’ûn’a mülhak oldu” buyruğu da
ortaya koymaktadır ki, Osman b. Maz’ûn’un kabrinin İbrahim’in kabri
yanında olması gerekir.
Matarî sözüne şöyle devam ediyor: “Abdurrahman b. Avf ölmeden önce,
Ayşe ona kendi evindeki Ebubekr ve Ömer’in kabri kenarına defnedilmesi
teklifinde bulunda, ama Abdurrahman, Ayşe’ye Osman b. Maz’ûn’un yanına
defnedilmek için onunla sözleştiklerini söyledi.” Yine Matarî’nin yazdığına
göre o zamanda Akil’in kubbesinin içinde Peygamber’in (s.a.a) eşlerinin
kabirlerinde taşla çevrelenmiş olması, daha sonraları Peygamber’in (s.a.a)
eşleri için müstakil olarak kubbe yapıldığına işaret etmektedir.
Hicri Kameri 1306 yılının Muharrem ayında Bakî’yi yakından gören
“Naibu’s-Sadr”, Bakî’nin Medine şehrinin asli duvarlarının dışında yer
aldığını söyleyerek şöyle yazmıştır: “Etrafı hisarla çevrili Bakî’nin iki kapısı
vardı ve bunlardan birisi İmamların (a.s) kabirleri karşısında ve diğeri ise
Medine şehrinin asli giriş kapısının karşısındaydı. Burada taş üzerine
kazınmış Türkçe şiirlerden, Bakî Mezarlığı duvarının Hicri Kameri 1223
yılına ait olduğu anlaşılmaktadır. Bu yazıt Osmanlı sultanı Mahmut
tarafından yazılmıştır.”497
Bazı kaynakların yazdığına göre Hicri Kameri 1234 yılında Mısır valisi
Muhammed Ali Paşa, Osmanlı sultanının emriyle İmamların (a.s) kabirlerini
yeniden inşa etti.498
Osmanlı Devleti tarafından hanedanlığı Bakî’nin resmi yöneticiliğine
getirilen Seyit Cafer Medeni Berzencî (ö.1317 h.k) şöyle yazmıştır: “Bakî’de
Abbas ve dört imamın muhteşem kubbeleri vardı ve bu kubbeler Vahabiler
–Abdullah b. Suud– tarafından yıkıldı. Bu yıkılan kubbeler diğer kubbeler gibi
daha sonraları Osmanlı sultanı Mahmut tarafından yeniden yapıldı.
Medeni’nin söylediğine göre İmamların (a.s) türbesinin kapıcıları-hizmetçileri
Osmanlı sultanının emriyle Osmanlı hanedanlığı tarafından atanmıştı.499 Bu
kapıcılar seyit olmalarına rağmen Şialara ve özellikle Acem Şialarına karşı son
derece zorluk çıkarıyor ve İmamların (a.s) ziyaretine gelen her ziyaretçiden bir
miktar para alıyorlardı.500
Abbas ve İmamların (a.s) kubbesi yakınında İbni Ebi’l-Heyca’nın küçük bir
kubbesi vardı. Fatımî emirlerinden olan bu şahıs, Haremeyn’in mübarek
mekânlarının imarı için pek çok önemli çalışmalarda bulunmuştur. Burasının
yakınında Emir Çupan’ın –Çobanoğulları Hanedanlığı– kabri yer almıştır.501
Vahabiler, Medine’ye hâkim oldukları ilk dönemlerde Bakî Mezarlığı’ndaki
kabirleri yıktılar. Hicri Kameri 1344 yılında Medine’ye hâkim oldukları ikinci
dönemde de yeniden yapılan kabirleri tekrar harabeye çevirdiler. Vahabilerin
harabeye çevirdiği Bakî, günümüze kadar olduğu şekliyle kalmıştır. Bakî
-Sefer name-i Naibu’s-Sadr Şirazi, s.227.
-Bi Suyi Ümmü’l-Kurâ, s.316.
499
-Nüzhetü’n-Nâzirîn, s.276.
500
-Üç aylık “Mikatü Hac” dergisi, sayı, 19, s.181.
501
-Nüzhetü’n-Nâzirîn, s.281.
497
498
205
Mezarlığı’nda alışıla geldiği şekliyle kabrin baş ve ayak tarafına konulan taş,
kabrin kadına ait olduğunu ve tek taş ise kabir sahibinin erkek olduğunu ortaya
koymaktadır.
Geçtiğimiz yirmi yıl içinde Bakî’nin yıkılmış duvarları iki kez yapılmıştır.
Fahd b. Abdülaziz’in döneminde gerçekleşen son onarımı, öncesine göre
Bakî’yi harabe görünümünden çıkartmıştır. Bakî’nin bu projede Harem-i
Nebevi’nin yapısıyla uyumlu hale gelmesine dikkat edilerek ilk olarak
Bakî’nin duvarları nefis bir şekilde yapılmış, sonra içerisi ziyaretçilerin geliş
gidişleriden oluşan izdihamın çıkardığı toz-topraktan korunmak için Hicri
Kameri 1418-1419 yıllarında taşla kaplanmıştır. Bakî’deki İmamların (a.s)
kabirlerinin de taşla kaplanarak var olan durumdan kurtulmasını ümit
ediyoruz.
Belirtmek gerekir ki Bakî’deki İmamların (a.s) kabirlerine Osmanlı
Devleti’nin hâkimiyeti zamanında olması gereken ilgi gösterilmiyordu ve
belki de İranlı Şia sultanları da bu işe yönelmiyorlardı. Safevî Devleti’nin son
dönemlerinde Peygamber’i (s.a.a), Fatıma-i Zehra’yı (s.a) ziyaret eden ve
sonra Bakî’ye giden İranlı bir bayan İmamların (a.s) kabirlerinin içler acısı
halini şiirinde anlatmıştır.502
Hali hazırda Bakî’de var olan kabirler, kubbesiz ve baş tarafında bir taşın yer
aldığı açık bir alandan başka bir şeye sahip değildir. Bu halde bile Bakî’ye
defnedilen büyük şahsiyetlerin mezarlarının olduğu gibi belirgin kalması ve
tamamen ortadan gitmemesi, Müslümanların gönüllerinin rahatlamasına sebep
olmuştur. Gerçi zamanla yüzlerce ve şayet binlerce sahabe ve tabiin
unutulmaya bırakılmış ve onların kabirleri belirsiz kalmıştır.
Çeşitli asırlarda kaleme alınan tarihi seyahatnameler ve kitaplar, Harem-i
Nebevi’nin ziyaretçilerinin bu kabristana gereken önemi verdiklerini
göstermektedir. Müslüman fırka ve mezheplerinin tamamı “Hayru’l-Beşer”i
ziyaret ettikten sonra Bakî’de defnedilenleri ziyaret etmiş, İslam’ın görkemli
ilk asrını ve İmamların (a.s) mazlumiyetinin hatırasını canlı tutmuşlardır.
Maalesef bu kabirler Arabistan’ın yeni yöneticilerinin özel inançları sebebiyle
harabeye çevrilmiş ve milyonlarca ziyaretçinin ve diğer İslam dünyası
Müslümanlarının derin üzüntülerine sebep olmuştur.
Aşağıda Bakî’ye defnedilen bazı büyük şahsiyetleri tanıtmaya çalışacağız.
(Resim 147-148)
Şia İmamlarının (a.s) Kabirleri
Bakî’de ki en büyük kabirlerin Peygamber’in (s.a.a) amcası Abbas b.
Abdülmuttalib ve dört imamın (a.s) kabri olduğunu söylemiştik. Bu kabirlerin
yanında Fatıma-i Zehra (s.a) veya Fatıma binti Esed’in (s.a) kabri yer alır. İlk
502
-Sefername-i Manzum-u Hac, Banu-i İsfehânî, s.71-72.
206
yıllarda ilgi ve alaka odağı olan bu kabirlerinin üzerine ne zaman kubbe
yapıldığı belli değildir.
Meşhur tarihçi Mesûdî Murûcu’z-Zeheb kitabında söz konusu bu kabirlerin
üzerinde bir taş gördüğünü ve üzerine şu ibaretin kazınmış olduğunu
yazmıştır:
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla. Ümmetleri helak edip çürümüş
kemikleri dirilten Allah’a hamdolsun. Bu, Allah Resulü’nün (s.a.a) kızı ve
her iki âlemde de kadınların efendisi Fatıma’nın, Hasan b. Ali b. Ebi
Talib’in, Ali b. Hüseyin b. Ali’nin, Muhammed b. Ali’nin ve Cafer b.
Muhammed’in (Radıyallahu anhum ecmain)" kabirleridir.”503
Bu nakilde kubbenin varlığına işaret edilmemiştir, ama her halükarda
dördüncü asırda burasının açıkça varlığına değinilmiş ve bir nakle göre Şia
mezhebinden olan Mesûdî gibi ziyaretçilerin ilgi ve alaka odağı olmuştur.
İbni Neccâr (ö.643) imamların kabri üzerindeki “Kubbe-i Âliye” (Büyük
Kubbe)’den söz ederek şöyle yazıyor: “Bu kubbenin iki kapısı vardır ve
bunlardan birisi her gün ziyaret için açılır.”504
Muhammed b. Ahmed Matarî (ö.741) İmamların (a.s) mezarı üzerinde Abbasi
halifesi Nasır (575-622 yılları arasında halifelik yapmıştır) tarafından
yaptırılan “Kubbe-i Âliye” isminde bir kubbenin olduğunu yazmıştır.505
Daha önce Osmanlı döneminde İmamların (a.s) kubbesinin nasıl bir halde
olduğu ve Vahabilerin eliyle nasıl yıkıldığı açıklanmıştı. Kaçar Hanedanlığı
döneminde bazı İranlı ziyaretçiler Bakî Mezarlığı’ndaki İmamların (a.s)
mutahhar hareminin kısa betimlemesini yapmışlardır. Hicri Kameri 1299
yılında hacca giden Mirza Abdülhüseyin Han Efşar şöyle yazıyor: “Bakî’ye
girdik. Biraz yürüdükten sonra Bakî’deki imamların mübarek ravzasına
ulaştık. Mezarın bir kümbeti ve ortasında büyük bir ağaç sandık vardı. Bu
mübarek sandığın içinde İmam Hasan Mücteba (a.s), Ali b. Hüseyin (a.s),
İmam Muhammed Bakır (a.s), İmam Cafer Sadık (a.s) ve Abbas bir
aradaydı. Kümbet kapısının karşısında iki âlemin seyyidesi Fatıma-i
Zehra’nın (s.a) sandığı vardı. Ziyaretname okuyup sandıkları öptük.
Buraya giren herkes kubbenin ve sandığın küçüklüğünden dolayı elinde
olmadan gözyaşlarına boğulur. Fatıma-i Zehra’ın (s.a) mübarek
mezarlarının arkasında onun hüzünlü evi vardır. Peygamber’den (s.a.a)
sonra burada Hz. Zehra (s.a) ağlamakla meşguldü.”506
(Resim 149)
-Murûcu’z-Zeheb, c.4, s.132-133, sayı 2377, (Şarel Pala’nın tashihi, Beyrut, 1973)
-ed-Durretü’s-Semîne, s.455.
505
-et-Tarif, s.43.
506
-Sefer name-i Mekke, Mirza, Abdülhüseyin Han Efşar, s.168-169.
503
504
207
Konumuzun burasında Bakî’deki dört imamın (a.s) hayatına kısaca
değineceğiz:
İmam Mücteba (a.s)
Allah Resulü’nün (s.a.a) gülü Hasan b. Ali (a.s) hicretin üçüncü yılı
Ramazan ayının on beşinci gününde dünyaya geldi. Allah Resulü’nün (s.a.a)
İmam Hasan (a.s) ve İmam Hüseyin’e (a.s) çok büyük sevgisi vardı ve
Peygamberin (s.a.a) çocukları diye tanınıyorlardı. İmam Mücteba (a.s) Allah
Resulü’nden (s.a.a) sonra babası Emirülmüminin’in (a.s) yanında yer alarak
Cemel, Sıffin ve Nehrevan savaşlarına katıldı. Emirülmüminin’in (a.s)
şehadetinden sonra, babasının atamasıyla Irak halkı ona biat etti, ancak çeşitli
sebeplerden dolayı babasını Muaviye’yle savaşında yalnız bıraktıkları gibi onu
da yalnız bıraktılar. İmam Hasan (a.s) zorunlu olarak hükümeti bırakarak
Medine’ye döndü. Bu olay Hicri Kameri 41 yılında gerçekleşti. Bu olaydan
sonra İmam Mücteba (a.s) on yıl boyunca Medine’de Şialarla arasında irtibat
içinde yaşadı.
İmam Hasan (a.s) İslam ahlakının kâmil bir örneğiydi ve defalarca kendi mal
varlığını bölüp yarısını Allah yolunda bağışladı. Muaviye’nin planı ve eşi
Eş’as’ın kızı Ca’de’nin kirli elleriyle zehirlenerek şehit edildi. Medine halkı
İmam Hasan’ın (a.s) yas ve matemini tuttu.
İmam Hasan (a.s), dedesi Allah Resulü’nün (s.a.a) yanına defnedilmeyi
istiyordu, ancak Mervaniler, Allah Resulü’nün (s.a.a) defnedildiği yere malik
olduğunu iddia eden kimsenin işbirliğiyle buna engel oldular. İmam Hüseyin
(a.s), kardeşinin ayaklanma çıkarmaması tavsiyesine uyarak İmam Hasan’ı
(a.s) Bakî’ye defnetti.
İmam Seccad (a.s)
Şia imamlarının dördüncüsü olan İmam Seccad (a.s) Hicri Kameri 38 yılında
dünyaya geldi. İmam Mücteba’nın (a.s) ve babası Hüseyin b. Ali’nin (a.s)
imamet döneminde gençlik yıllarını geçirdi. İmam Seccad (a.s) Kerbela’da
bulunmuştu, ama hastalığı nedeniyle savaşa katılmadı. Kerbela hadisesinden
sonra yaklaşık otuz dört sene yani Hicri Kameri 94 yılına kadar Şiaların
liderliğini üstlendi. Bu dönem, zor bir dönemdi; Şialar Emeviler’in baskısı
altındaydılar. İmam Seccad (a.s) çeşitli yollarla samimi Şialarını kendi
etrafında toplayıp oğlu İmam Bakır (a.s) için ortam hazırlamayı başardı. İmam
Seccad’ın (a.s) en önemli yadigârı ahlaki, ibadi ve siyasi anlamlar içeren
dualarıdır ve bu dualar, Kur’an ve Nehcü’l-Belaga’dan sonra önemli dini
metinlerimizdendir.
Bazı tarihi kaynaklarda geldiği üzere İmam Seccad (a.s) Hicri Kameri 94
yılında Velid b. Abdülmelik’in tahrikiyle zehirlenip şehit edilmiş ve Bakî’de
İmam Mücteba’nın (a.s) yanına defnedilmiştir.
İmam Bakır (a.s)
Beşinci Şia imamı olan İmam Muhammed Bakır (a.s) Hicri Kameri 58
yılında doğdu ve Hicri Kameri 94 yılına kadar Medine’de babasının yanında
yaşadı. Babasının vefatından sonra, Şiaların rehberliğini üstlendi. İmam Bakır
208
(a.s) dini inançları tahriften korumak için uğraştı ve pek çok öğrenci
yetiştirerek İslam’ın asli maarifini Emeviler’in tahrif etmesinden korumaya
özen gösterdi. İmam Bakır’a (a.s) sahip olduğu ilmin çokluğu sebebiyle
‘Bakıru’l-Ulum’, yani ilimlerin yarıcısı lakabını verdiler. Sahabelerin
sonuncusu Cabir Ensari, Allah Resulü’nün (s.a.a) selamını İmam Bakır’a (a.s)
ulaştırdı ve onu öptü. İmam Bakır (a.s), Medine âlimleri arasındaki itikadi ve
fıkhi meselelerin zirveye çıktığı dönemde fıkıh, tefsir ve Sire-i Nebevi’nin
açıklanmasında apaçık bir çizgi izledi ve bu çizgi, Şiaların kendi Şia mezhebi
ilkelerinin dayanağı oldu.
İmam Bakır (a.s) Hicri Kameri 114 veya 117 yılında Hişam b. Abdülmelik’in
tahrikiyle şehit edildi ve Bakî’de babası İmam Seccad’ın (a.s) yanına
defnedildi.
İmam Sadık (a.s)
İmam Sadık (a.s) altıncı masum imamdır ve Şia mezhebi onun ismi olan
‘Caferi Mezhebi’ ismiyle tanınır. İmam Sadık (a.s) Hicri Kameri 80 veya 83
yılında Medine’de dünyaya geldi ve babasının vefatından sonra İmamiye
mezhebi tabileri olan asil Şiaların fikri ve siyasi rehberliğini üstlendi. İmam
Sadık (a.s) Hicri Kameri 148 yılına kadar yaşadı. Bu zaman sürecinde yaklaşık
dört bin öğrenci onun dersine katılıp onun ilminden yararlandı. İmam Sadık
(a.s), kendi asrı âlimlerinin tamamının övgüsünü kazandı.
Şia’nın dini kaynaklarında İmam Sadık’tan (a.s) tefsir, ahlak ve özellikle
fıkıhta Şia’nın temelini güçlendiren binlerce rivayet nakledilmiştir. İmam
Sadık (a.s), Şialarını başkalarının karşısında fıkıh ve hadis ilmiyle donatıp
Şialar arasında olabilecek sapmalara karşı mücadele vermiştir. Bu imamın
(a.s) döneminde de Abbasi Devleti’nin ilk dönemleri dışında Şialar üzerinde
şiddetli baskılar vardı. Abbasilerin ikinci halifesi Mansur’un İmam Sadık’a
(a.s) karşı özel bir kini vardı. Tarihçilerin yazdığına göre Hicri Kameri 148 yılı
Şevval ayının 25’inde onun tahrikiyle İmam Sadık (a.s) zehirletilerek şehit
edildi. İmam Sadık (a.s), Bakî Mezarlığında dedesi ve babasının yanına
defnedildi.
Geçmişte yüksek kubbeleri olan dört İmamın (a.s) kabirleri Müslümanların
özellikle de Şiaların ziyaret yerlerinden birisi olarak tanınıyordu. İmamların
(a.s) kabri üzerine yapılan kubbelerin en meşhuru beşinci asırda Selçuklu
Berkyaruk’un veziri “Mecdü’l-Mülk Kummî Beravestânî” tarfından
yapılmıştı. Ne var ki bu eser son zamanlarda ortadan kalkmış ve hali hazırda
Bakî’nin son derece sade bir mezarlığı olarak geride kalmıştır.507
Hz. Fatıma’ya (s.a) Ait Olduğu Söylenenen Kabir
Hz. Fatıma’nın (s.a) kabrinin yeri ve onun kendi evinde mi yoksa Bakî’de
mi defnedildiği hakkında kesin bir görüş bildirilemez. Hz. Fatıma’nın (s.a)
hali hazırda Hücre-i Şerif’teki kendi evinde defnedildiğini gösteren deliller
olduğu gibi Bakî’de defnedildiğini gösteren veriler de vardır.508
-Bakî’deki imamların haremi konusunda bakınız: “Mikatü Hac”, Muhammed Sadık Necmi’nin
ayrıntılı makalesi, sayı, 4, s.175-191, sayı,5 s.59-70, sayı 6, s.111-129, sayı 7, s.92-113.
508
-Bu konuda en eski sözler için bakınız: Tarih-i Medineti’l-Münevvere, İbni Şebbe, c.1, s.104-110.
507
209
Ehlisünnet eskilerden bu yana Hz. Fatıma’yı (s.a) Bakî’de defnedilmiş
olarak bilir ve onun kendi evinde defnedilmesini sadece ihtimal olarak söz
konusu eder. Bununla birlikte Şia İmamlarından (a.s) gelen hadislerde daha
ziyade Hz. Fatıma’nın (s.a) kendi evinde defnedildiği bildirilmiştir.509
İmam Sadık (a.s) ve Abbasiler’den İsa b. Musa’nın bulunduğu bir yerde
şahsın birisi Hz. Fatıma’nın (s.a) nerede defnedildiğini sorduğunda İsa:
‘Bakî’ye defnedildi.’ dedi. O şahıs dönüp İmam’a (a.s) sorduğunda İmam da
(a.s): “İsa senin cevabını verdi.” diye buyurdu. Adam ‘Ben sizden
soruyorum ve babalarınızın görüşünü öğrenmek istiyorum.’ deyince İmam
Sadık (a.s): “Evinde defnedildi.” cevabını verdi.510
Ebu Nasr Bezentî, İmam Rıza’dan (a.s) Fatıma-i Zehra’nın (s.a) nereye
defnedildiği sorulunca şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Fatıma (s.a) kendi
evine defnedildi ve mescidin genişletilmesiyle onun defnedildiği yer
mescidin içinde kaldı.”511
Bu rivayetler Şeyh Saduk, Şehy Müfid, Şeyh Tusi, İbni Tavus ve Allame
Meclisî gibi Şia’nın seçkin şahsiyetlerinin Fatıma-i Zehra’nın (s.a) kendi
evinde defnedildiği görüşünü kabul etmelerine sebep olmuştur. Söz konusu bu
yer hali hazırda ya mescidin içinde ya da kenarlarında yer almıştır.512
Şeyh Saduk şöyle yazıyor: ‘Hz. Zehra’nın (s.a) defnedildiği yer hakkında
çeşitli görüşler vardır. Bu görüşlerin bazısı onun Bakî’ye defnedildiğini
kabul ederken bazısı da kabir ve minber arasına defnedildiğini kabul eder.
Bazısına göre ise Hz. Zehra (s.a) kendi evinde defnedilmiştir ve Emeviler
zamanında mescidin genişletilmesiyle onun kabri mescidin içinde
kalmıştır. Bana göre son zikredilen görüş doğrudur.’513
Hz. Fatıma’ın (s.a) defnedilme zamanında Nehcü’l-Belaga’da İmam Ali’den
(a.s) nakledilen ibaret Şeyh Saduk ve diğer alimlerin görüşünün teyidi olabilir.
İmam Ali (a.s), Allah Resulü’ne (s.a.a) hitaben şöyle arz etmiştir: “Ey
Allah’ın Resulü! Benden ve senin yanında yatan ve herkesten daha önce
sana ulaşan kızından sana selam olsun.”514
Bakî’de Hz. Zehra (s.a) için kabir diye belirlenen yer, dört İmamın (a.s)
kabrinin sağ tarafının aşağısında (kuzey batısında) yer almıştır ve burasının
Fatıma binti Esed’in kabri olma olasılığı da vardır.
Âlemin seçkin kadınlarından birisi olan Hz. Zehra’ya (s.a) karşı Allah
Resulü’nün (s.a.a) pek büyük alakası vardı. Hz. Zehra (s.a), çocukları ve eşi
İmam Ali’nin (a.s) faziletleri hakkında Allah Resulü’nden (a.s) çok sayıda
rivayet nakledilmiştir. Bu rivayetlerden bir tanesi Allah Resulü’nün (s.a.a),
onu kendisinin bir parçası sayması ve ona yapılan eziyeti kendisine yapılan
-İbn-i Şebbe’in İmam Sadık’tan (a.s) rivayet ettiği şu rivayet buna örnek gösterilebilir: Fatıma’nın
(s.a) kabri kendi evindedir ve Ömer b. Abdülaziz burasını mescide katmıştır. Tarih-i Medineti’lMünevvere, c.1, s.107.
510
-Kurbü’l Esnad, s.293.
511
-Uyun-u Ahbari'r-Rıza, c.1, s.311.
512
-Üç aylık “Mikatu Hac” dergisi, sayı, 7, s.96-97; sayı, 26, s.104.
513
-Menla Yahzuruhu’l Fakih, c.2, s.572.
514
-Nehcü’l-Belaga, hutbe 202.
509
210
eziyet gibi bilmesi doğrultusundaki meşhur buyruğudur. Hz. Fatıma (s.a),
Sakife hadisesinden sonra zamanın hâkimiyetine muhalefet etti ve ömrünün
sonuna kadar onlarla konuşmadı. Hz. Fatıma (s.a), onların gözlerinden uzak ve
gece karanlığında defnedilmeyi vasiyet etti. O, böyle yapmakla onlara karşı
muhalefetini ve halifeler karşısında kendi mazlumiyetini ortaya koydu.
İbrahim’in Mezarı
Medine’de Allah Resulü’ne (s.a.a) nasip olan tek çocuk İbrahim’di. İbrahim
hicretin sekizinci yılının Zilhicce ayında Mâriye-i Kıpti’den dünyaya geldi.
Mâriye’yi, Mısır hâkimi hediye olarak Allah Resulü’ne (s.a.a) göndermişti.
İbrahim’in dünyaya gelmesiyle Medine’yi büyük bir sevinç kapladı.
İbrahim’in doğduğu yer “Meşrebe-i Ümmü İbrahim”di ve şu anda bile
Medine’de ki yeri bellidir; son zamana kadar orada bir bina da yerli
yerindeydi.
İbrahim on altı ya da on yedi aylıkken vefat etti ve Allah Resulü’nü (s.a.a)
gam ve hüzne boğdu. İbrahim, Peygamber’in (s.a.a) tavsiyesi üzerine
kendisinin fedakâr yaranı ve çok sevdiği Osman b. Maz’ûn’un yanına
defnedildi.
İbrahim’in kabri, ziyaret yeri olması sebebiyle sahabe ve tabiinin ilgi ve
alaka odağıydı. Sonraları bazı kabirlerin yapılandırılmasıyla İbrahim için de
kabir yapılmıştır.
Seyit Cafer Medenî (ö.1317), İbrahim’in kabriyle İbrahim’in kız kardeşleri
olan Zeynep, Rukayye ve Ümmü Gülsüm’ün kabrinin aynı yerde olduğunu
yazmıştır.515 Hâlbuki hali hazırda Benatü’n-Nebi (s.a.a) (Peygamber’in –s.a.akızları) adında başka bir yer belirlenmiştir.516 Tabi Medenî’de bu konuda
şüpheli konuşarak kendi zamanında Benatü’n-Nebi (s.a.a) ile İbrahim’in
kubbesinin ayrı olduğuna işaret etmiştir. O, Osman b. Maz’ûn’un kabrinin de
burada olduğunu yani İbrahim’in kabri kenarında Osman b. Maz’ûn’un da
ziyaret edilmesi gerektiğini sözlerine ekler. Aynı şekilde Abdullah b. Mesud,
Huneys b. Huzafe ve Es’ad b. Zürare’nin kabrinin de o civarda olduğu
söylenilmiştir.517
(Resim 150)
Benatu’r-Resul’ün (s.a.a) (Peygamber’in Kızları) Kubbesi
Allah Resulü’nün (s.a.a) üç kızı Bakî’ye defnedilenler arasında yer alır.
Önceden Peygamber’in (s.a.a) kızlarının kabri üzerinde kubbe vardı ve bu
kubbe Benatu’r-Resul (s.a.a) ismiyle meşhurdu. Allah Resulü’nün (s.a.a)
kızları şunlardır:
Rukayye
515
-Nüzhetü’n-Nâzirîn, s.277.
-Bakî’nin haritasına bakınız.
517
-Bkz: Terğibu Ehli’l Meveddeti ve’l Vefa, s.95.
516
211
Rukayye, Osman b. Affan’ın eşiydi ve onunla Medine’de yaşıyordu.
Rukayye, Bedir savaşında şiddetli hastalığa yakalanmış ve Allah Resulü (s.a.a)
Medine’ye dönmeden vefat etmiştir. Allah Resulü (s.a.a) onu Bakî’ye
defnetmiştir.
Ümmü Gülsüm
Rukayye’nin vefatından sonra Ümmü Gülsüm de Osman b. Afvan’la
evlendi. Ümmü Gülsüm, hicretin dokuzuncu yılında vefat etti ve Bakî’ye
defnedildi.
Zeynep
Zeynep, bi’setten önce Ebu’l-As b. Rebi’nin eşiydi. Allah Resulü’nün (s.a.a)
Medine’ye hicretinden sonra Zeynep Mekke’de tutuldu. Ebu’l-As, Bedir
savaşında müşriklerin safında yer aldı ve esir düştü. Zeynep, eşinin serbest
bırakılması için fidye olarak gerdanlığını gönderdi. Allah Resulü (s.a.a),
gerdanlığın geri gönderilmesini emretti ve Ebu’l-As’ı, eşini boşaması ve
Medine’ye göndermesi şartıyla serbest bırakacağını buyurdu. Böylelikle
Zeynep Peygamber’in (s.a.a) yanına geldi. Birkaç sene sonra Ebu’l-As
Müslüman oldu ve Medine’ye gelerek Zeynep’le evlendi. Zeynep, hicretin
sekizinci yılında vefat etti.
Bu üç kız kardeş birbirlerinin yanına defnedildiler. Daha önce de söylendiği
gibi onların kabri üzerinde kubbe vardı ve burası Medine’deki Bakî
Mezarlığı’nda ziyaret yerlerinden birisiydi.
(Resim 151)
Allah Resulü’nün (s.a.a) Eşleri
Allah Resulü’nün (s.a.a) eşlerinin çoğunluğu Bakî’de birbirleri kenarında
defnedilmişlerdir. Oraya defnedilenler şunlardan ibarettir: Huzeyme’nin kızı
Zeynep (ö.4 h.k), Zübeyr’in kızı Reyhane (ö.8), Mâriye-i Kıbtiye (ö.16),
Cahş’ın kızı Zeynep (ö.20), Ebu Sufyan’ın kızı Ümmü Habibe (ö.42 veya 44),
Ömer’in kızı Hafsa (ö. 45), Sevde (ö.50 veya 54), Yahudi Huyey b. Ahtab’ın
kızı Safiye (ö. 50), Hâris’in kızı Cüveyriye (ö.50 veya 56) ve Ebubekir’in kızı
Ayşe (ö.57 veya 58).
Ayşe, Allah Resulü’nün (s.a.a) yanına defnedilmek istiyordu, ama kendisi
Allah Resulü’nden (s.a.a) sonra yaptığı şeylerden dolayı onun yanına
defnedilmekten utandığını dile getirmiş ve bundan ötürü Bakî’ye
defnedilmiştir.
Hatice’den sonra Allah Resulü’nün (s.a.a) en iyi eşi Ümmü Seleme idi (ö.61)
ve en buhranlı günlerde Emirülmüminin Hz. Ali’nin (a.s) yanında yer aldı.518
(Resim 152)
-Allah Resulü’nün (s.a.a) eşleri ve kızlarının kubbe ve kabirleri için bakınız: Üç aylık Mikatü Hac
dergisi sayı 11, sayfa 164-177, Muhammed Sadık Necefi’in makalesi.
518
212
Fatıma binti Esed
Fatıma binti Esed, Allah Resulü’nün (s.a.a) nezdinde son derece sevimli
hanımlardan birisiydi. Bu hanımın o kadar azameti vardı ki, bazı tarihi
kaynakların yazdığına göre Kâbe’nin içine girip Emirülmüminin’i (a.s)
dünyaya getirmiştir. Fatıma binti Esed, Ebu Talib’le birlikte Allah Resulü’nün
(s.a.a) sorumluluğunun üstlenilmesine ortak olmuş, Allah Resulü de (s.a.a)
onu tıpkı annesi gibi bilmiştir. Bu hanım, Mekke’de Müslüman olan kadınların
ilklerindendi ve hicretten sonra Medine’de oğlu Ali’yle (a.s) birlikte
yaşıyordu. İbni Sa’d Tabakât’ında Allah Resulü’nün (s.a.a) onu görmeye
gittiğini ve onun evinde kaldığını nakletmiştir.519
Fatıma binti Esed hicri üçüncü yılda vefat ettiği zaman Allah Resulü (s.a.a)
çok üzüldü. Bazı tarihi kaynakların yazdığına göre Allah Resulü (s.a.a) onun
için kendi gömleğini kefen yaptı ve Fatıma kabre konmadan önce kendisi
kabre girdi. Allah Resulü’ne (s.a.a) şimdiye kadar bu işi neden hiç kimse için
yapmadığını sorduklarında şöyle buyurdu: “Ebu Talib’ten sonra Fatıma
binti Esed kadar hiç kimse bana iyilik etmedi. Cennette ona ipek elbise
giydirilmesi için kendi elbisemi ona giydirdim. Yatacağı yerde rahat
olması için onun yerinde yattım.”520
Allah Resulü (s.a.a) onun için namaz kıldı ve gözyaşlarıyla kabre koydu.
Allah Resulü (s.a.a) Fatıma binti Esed’e hitaben şöyle buyuruyordu: “Ey
annemden sonraki annem! Allah sana rahmet etsin.”521
Muhtemelen Fatıma binti Esed’in kabri, İmamların (a.s) kabri yanındadır.
Bazı rivayetlere göre onun kabrinin Bakî’nin sonlarında yer alan Sa’d b. Muâz
ve Ebu Said Hudrî’nin kabri yakınında olduğu söylenmiştir. İbni Neccâr’ın (ö.
643) kitabını kaleme aldığı yedinci asırda halk Sa’d b. Muâz’ın kabri
yakınında Fatıma binti Esed’in kabrini ziyaret ediyordu,522 ancak Semhûdî
Vefâul-Vefâ kitabında523 bu sözü doğru bulmamış ve onun kabrinin Allah
Resulü’nün (s.a.a) oğlu İbrahim’in kabri yakınında olduğunu söylemiştir.524
Matarî de onun kabrinin Osman’ın kabrinin kuzeyinde yani Sa’d b. Muâz’ın
kabri kenarında olduğunu kabul ederek Fatıma binti Esed’in kabri üzerinde bir
kubbe olduğunu söylemiştir.525 O zamanlarda söz konusu bu yer Bakî’nin
bittiği yerdi. Bunu İbni Neccâr da söylemiştir.
Abbas b. Abdülmuttalib
-el-İsabe, c.8, s.60.
-et-Teberrük (Ahmedi Miyaneci), El-İsabe’den nakil, c.8, s.60; El-İstiab, c.4, s.382; Kenzü’l
Ummal, c.6, s.228, hadis no: 4049; Vefâul-Vefâ, c.3, s.897-898.
521
-Terğibu Ehli’l Meveddeti ve’l Vefa, s.94.
522
-ed-Durretü’s-Semîne, s.462.
523
-Hülasatü Vefâul-Vefâ, s.420.
524
-Nüzhetü’n-Nâzirîn, s.280; Terğibu Ehli’l Meveddeti ve’l Vefa, s.94.
525
-et-Tarif, s.43.
519
520
213
Abbas, Peygamber’in (s.a.a) amcasıydı ve Mekke’de bir Ben-i Haşim’li
olarak Peygamber’in (s.a.a) yaşadığı zor dönemde onu koruyanlardan
sayılıyordu. Abbas, Mekke eşrafı olarak telakki ediliyordu ve eşrafi bir yapıya
da sahipti. Buna karşın Müslüman olduktan sonra Ben-i Haşim arasında Allah
Resulü’ne (s.a.a) yardım etmesi ve Peygamber’in (s.a.a) amcası olması
sebebiyle Allah Resulü’nün (s.a.a) ona ilgi ve alakası pek çoktu. Abbas, Allah
Resulü’nün (s.a.a) vefatından sonra Emirülmüminin Hz. Ali’ye (a.s) bağlı
kaldı ve Hicri Kameri 32 yılının Recep ayında Osman’ın zamanında hayata
veda etti.
Abbasiler gücü eline geçirdikleri zaman Bakî’deki dedelerine daha özel bir
alaka gösterdiler. Daha önce söylediğimiz gibi Şia mezhebine çok eğilimli
olan Nasır Abbasi (575-622) Abbas ve dört İmamın (a.s) kabirlerini inşa etti.
Akil b. Ebi Talib
Ebu Talib’in oğludur ve Emirülmüminin’den (a.s) yirmi yaş büyüktür. Akil
b. Ebi Talib zamanının tanınmış nesep ve soy tanıma bilginlerindendir. Akil,
Bakî’nin yakınındaki evinde yaşamış ve oraya defnedilmiştir. Tarihçilerin
nakillerinde Akil’in evine defnedilen başka isimler de zikredilmiştir. Hicri
Kameri 20 yılında hac seferinden Medine’ye dönen Ebu Süfyan b. Hâris b.
Abdülmuttalib, Akil’in evine defnedilenler arasındadır. Bazıları Akil’in
Medine’de vefat ettiğinde şüphe ederek onun Şam’da vefat ettiğini
yazmışlardır.526
Akil ve Abdurrahman b. Cafer’in kabrinin Abdurrahman b. Avf ve Sa’d b.
Ebi Vakkas’ın kabri yakınında olduğunu söyleyenler de olmuştur. Daha önce
İbni Avf’ın Osman b. Maz’ûn’un kabri yakınında; gerçekte Allah Resulü’nün
(s.a.a) oğlu İbrahim’in yakınında defnedildiğini söylemiştik.
Abdullah b. Cafer
Cafer b. Ebi Talib Mekke’de ilk Müslüman olanlar arasındaydı ve
Müslümanların Habeş’e hicreti zamanında Peygamber (s.a.a) tarafından
Muhacirlerin sorumlusu olarak seçilmişti. Hicretin yedinci yılında Medine’ye
dönmüş ve Müslümanların birinci komutanı olarak Muta Gazvesi’ne katılmış
ve bu savaşta şehit olmuştur. Cafer’in şahadetinden sonra Allah Resulü (s.a.a)
onun oğlu Abdullah’ı kolları arasına alarak Cafer hakkında şöyle
buyurmuşlardır: “Allah Teâlâ onun kesilen kolları yerine iki kanat verecek
ve o, cennette meleklerle birlikte uçacaktır.” Allah Resulü’nün (s.a.a) bu
buyruğu sebebiyle onu “Cafer-i Tayyar” olarak isimlendirmişlerdir.
Hali hazırda onun kabri Muta’nın –Ürdün’dedir– önemli mezarları arasında
yer alır. Son yıllarda kabri yenilenmiş ve –Hint Bohreleri aracılığıyla– mezarı
üzerine yeni bir türbe yapılmıştır. Allah Resulü (s.a.a), onun oğlu Abdullah’ı
küçük bir çocukken çok severdi. Allah Resulü’nden (s.a.a) sonra Abdullah çok
saygın bir şahsiyet oldu ve Ali b. Ebi Talib’in (a.s) kızı ve Fatıma-i Zehra’ın
(s.a) gözünün nuru Hz. Zeynep’le (s.a) evlendi.
Abdullah Kerbela’dan sonra söz konusu edilen seçkin şahsiyetlerden
birisiydi ve çok cömert olması sebebiyle “Cevad” sıfatıyla meşhurdu.
526
-Nüzhetü’n-Nâzirîn, s.278.
214
Abdullah vefat ettiği zaman, onu amcası Akil’in kenarına defnettiler. Akil’in
kendisinin de defnedildiği ev zamanla Bakî’nin bir bölümü haline geldi. Hali
hazırda bu iki büyük şahsiyetin kabri birbirinin yanında yer almaktadır.
(Resim 153)
İsmail b. Caferu’s-Sadık’ın (a.s) Kabri
İsmail, İmam Sadık’ın (a.s) büyük oğludur ve babasından on sene önce vefat
etmiştir. İsmail’in vefatından önce Şiaların geneli İsmail’in İmam Sadık’ın
(a.s) yerine geçeceğini düşünüyordu ve hatta İsmail öldükten sonra İmam
Sadık’ın (a.s), İsmail’in öldüğünü tekit etmesine rağmen bazı Şialar İmam
Sadık’ın (a.s) oğulları arasında onu imam kabul ettiler! Bu fırka daha sonraları
“İsmâilîler Fırkası” olarak meşhur oldu ve Mısır’da Fatımî devletini kurdu.
İsmail’in kabri yıllar öncesine kadar Bakî’nin tanınmış mezarlarındandı.
Bakî’deki diğer mezarların uzağında yer alması sebebiyle Bakî’nin dışında
kalmıştı. Sekizinci asırda Matarî’nin (ö.741) yazdığına göre bu kabir
“Meşhed-i Kebir” yani büyük bir mezardı ve Abbas’ın ve dört İmamın (a.s)
kubbesinin batısındaydı. İsmail’in kabri Ehlibeyt (a.s) dostları ve özellikle
İsmâilîler tarafından ziyaret edilmekteydi ve hicri on birinci asırda Ayyâşî’nin
bildirdiğine göre bu kabrin pek çok ziyaretçisi vardı.527 Matarî’nin hatırlattığı
gibi İsmail’in kabri Mısır Fatımîleri zamanında yapılmıştır.528 Medine şehrinin
asli bölümünün etrafı surla çevrili olduğu on ikinci asırda İsmail’in kabri bu
surun içindeydi ve gerçekte Bakî’nin dışında olup onun kabri Abbas ve dört
İmamın (a.s) karşısında yer almıştı.529
Yeni imar ve genişletme çalışmalarında bu kabir ortadan kalkmış ve bazı
gözlemcilerin ifadesine göre kabrin yeri ve bu yerde var olan şeylerin tamamı
Bakî’nin içine taşınmıştır. Hüccetü’l-İslam ve’l Müslimin Muhammed
Hüseyin Eş’ari bana (kitabın yazarı) şöyle anlattı: ‘İran İnkılabından iki üç
sene önce Medine’deydim. Kaldığımız bina Bakî’ye tepeden bakıyordu.
Gece yarısı bir anda seslerin yükseldiğini duydum. Pencereden dışarı
baktığımda İsmail’in kabri etrafındaki kalabalığı gördüm. Aşağı inerek ne
olduğunu sordum. Bana İsmâilîler'in büyük şahsiyetlerini çağırdıklarını ve
onların eşliğinde İsmail’in kabrini Bakî’nin içine taşıyacaklarını söylediler.
Sonra kabri kaldırıp Ümmül Benin’in kabri olarak bilinen yere defnettiler.’
Atike Ve Safiye’nin Kabri
Atike, Abdülmuttalib’in kızı ve Allah Resulü’nün (s.a.a) halasıdır. Bu hanım
Mekke’de Bedir savaşından önce “Kureyş ciğer parelerini kaybedecek”
anlamında rüya gören hanımın kendisidir. Bu rüya Kureyş ordusunun Bedir’e
-el-Medinetü’l Münevvere fi Rıhleti’l Ayaşi, s.175.
-et-Tarif, s.43-44.
529
-Terğibu Ehli’l Meveddeti ve’l Vefa, s.96.
527
528
215
hareket edecekleri anda söz konusu edilmiş ve Ebu Cehil, Atike’nin rüyasını
maskaralık olarak değerlendirmişti. Gerçekten de Kureyş Bedir savaşında Ebu
Cehil’in de aralarında yer aldığı büyük şahsiyetlerini kaybetmişti.
Abdülmuttalib’in diğer bir kızı ve Allah Resulü’nün (s.a.a) halası Safiye’dir.
Safiye, İslam’ın ilk yıllarında azametli kadınlarından olup Ahzâb savaşında
şehir içinde Ben-i Kurayza Yahudileri için casusluk yapan Yahudi birisini
öldürmüştür.
Birbirlerinin yanına defnedilen bu iki bacının geçmişte “Bakîu’l-Ammât”
olarak tanınan kabirleri vardı. Hali hazırda bu kabirlerden hiç bir eser
kalmamıştır. Şimdilerde bu iki bacının kabri Bakî’nin batı duvarı kenarında
yer almıştır.
Matarî (ö.741) Safiye’nin kabri hakkında -Atike’nin de orada olduğuna
işaret etmeksizin- şunları yazmıştır: ‘Kabrin üzeri taşlarla çevrilerek
belirginleştirilmişti, ancak Medine şehrinin duvarı yakınında olduğu ve Bakî’nin
çıkış yolu üzerinde kaldığı için kabir yapılması kararlaştırılmamıştır.’530
Anlaşıldığı kadarıyla bir sonraki asırda Safiye için de kabir yapılmıştır. Her
halükarda Matarî’nin naklinden Bakî’nin duvarının Safiye’nin kabri tarafında
yani tam olarak şimdiki yerinde olduğu ve Bakî Mezarlığı’nın uzağında
olmadığı anlaşılmaktadır.
Bu kabirlerin yanında Hz. Ebu’l-Fazli’l-Abbas’ın (a.s) annesi Ümmül
Benin’in olarak bilinen bir kabir daha vardır ve bu kabir de ziyaret
yerlerindendir.
(Resim 154)
Mescid-i Fatıma (s.a) veya Beytü’l-Ahzan
Daha önce Bakî’nin içinde dört İmamın (a.s) kabirleri yakınında “Beytü’l
Ahzan” ismiyle meşhur olan küçük bir mescid vardı. İslam’ın ilk asrını ele
alan tarihi kaynaklardan son zamanda kaleme alınan kaynaklara kadar böyle
bir mescidin varlığından söz edilmiştir. Bazı tarihi kaynaklarda burasının Hz.
Zehra’nın (s.a) babasına matem tutup ağladığı yer olduğu söylenmiştir. İlk
başlarda Hz. Zehra’ya (s.a) ait olan bu mütevazı mekân daha sonra “Beytü’lAhzan” veya “Kubbetü’l-Hüzün” ismiyle meşhur olmuş ve son zamanlarda
Mescid-i Fatıma (s.a) adıyla anılmıştır. Abbas b. Abdülmuttalib’in ve dört
imamın (a.s) kabirlerinin kuzeyinde yer alan bu mekân daha sonra Bakî’ye
eklenmiştir. Medine’de “Beytü’l-Ahzan”ın dışında aynı isimde başka bir yer
söz konusu değildir.
530
-Bazı araştırmacılar Atike’nin burada defnedilmiş olmasında şüphe etmişlerdir.
216
Gazali’nin şöyle dediği nakledilmiştir: ‘Medine ziyaretçilerinin her gün
Allah Resulü’ne (s.a.a) selam verdikten sonra Bakî’ye gitmeleri... ve
Fatıma Mescidi’nde namaz kılmaları müstehaptır.’531
Bakî’deki Ubey b. Ka’b’ın Mescidi
Tarihçilerin yazdığına göre Akil’in kabri ve Peygamber’in (s.a.a) eşlerinin
kabri yakınında “Ubey b. Ka’b Mescidi” isminde bir mescid vardı. Yine
tarihçilerin ifadesine göre Allah Resulü (s.a.a) bu mescitte namaz kılmış hatta
Allah Resulü’nün (s.a.a) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Halk buraya
gelmeye meyletmeseydi bu mescidde çok namaz kılardım.”532 Bu kabrin
Akil’in ve Peygamber’in (s.a.a) eşlerinin kabrinin karşısında yer alması
mümkündür.
Osman’ın Kabri
Osman b. Affan, Hicri Kameri 35 yılının Zilhicce ayında Medine’de çıkan
Basra, Irak ve Mısır’dan gelen Müslümanlarının itiraz amaçlı bir
ayaklanmasında ölmüştür. Halk Osman b. Affan’ı öfkeyle öldürdüğünden
dolayı Bakî’ye defnedilmesine izin vermedi. Bu sebeple Osman’ı Bakî’nin
dışındaki veya Bakî’nin arkasındaki “Huşşi Kevkeb” ismiyle meşhur bir
bahçeye defnettiler.533 Muaviye’nin işbaşına gelmesinden sonra, onun emriyle
Osman’ın defnedildiği söz konusu yeri Bakî’nin içine aldılar534 ve büyük bir
ihtimalle Osman’ın kabrini belirlenmiş bir şekilde tuttular. Zamanla Bakî’deki
meşhur kabirlerin yeniden elden geçirilmesinden sonra Osman için de bir
kabir yapılmış oldu. Vahabileri döneminde bu kabir de yıkıldı.
On üçüncü asırda (yaşayan) Seyit Cafer Medenî şöyle yazmıştır: ‘Osman’ın
kabrini yaptıran şahsın kabri de onun kabri içinde belirgindir.’535
Matarî’nin zamanında (741) Osman’ın kabrinin yer aldığı Bakî’nin bir bölümü
“Huşşi Kevkeb” ismiyle meşhurdu.536
Söz konusu bu yerin Osman b. Maz’ûn’un kabri olduğu söylentisinin şahidi
yoktur. Matarî’nin yazdığına göre Osman b. Maz’ûn’un kabrinin yanına
İbrahim defnedilmiştir.537 Aynı şekilde Berzencî, Osman b. Maz’ûn’un
ziyareti için Peygamber’in (s.a.a) oğlu İbrahim’in kabrinin ziyaret edilmesi
gerektiğini yazmıştır.538
İmam Seccad (a.s) ve İmam Sadık’ın (a.s) Evi
Hicri Kameri 1363 yılından sonra yıkılan Ben-i Haşim Mahallesi’nde ‘Dar-u
Ali b. Hüseyin’ ve ‘Dar-u Cafer b. Muhammed’ isimleriyle meşhur olan iki ev
vardı. Şimdilerden yıkılmış olan bu evler hali hazırda Bakî’nin asli kapısıyla
-İhya u Ulumuddin, Gazali, c.1, s.260; Bu mekân hakkında daha fazla bilgi edinmek için bakınız:
Üç aylık “Mikatu Hac” dergisi, Muhammed Sadık Necefi’nin “Beytü’l Ahzan” isimli makalesi, sayı
2, s.121-130.
532
-Nüzhetü’n-Nâzirîn, s.280-281.
533
-Mu’cemu’l Mealimi’l Hicaz, c.3, s.16.
534
-ed-Durretü’s-Semîne, s.463.
535
-Nüzhetü’n-Nâzirîn, s.274.
536
-et-Tarif, s.43.
537
-a.g.e.
538
-Nüzhetü’n-Nâzirîn, s.277.
531
217
Allah Resulü’nün (s.a.a) haremi arasında taşla kaplanmış alanda yer
almaktadır. Şia kaynaklarında bu iki evde namaz kılınması tavsiye
edilmiştir.539 Burada namaz kılınmasının tavsiye edilmesi, bu iki evin olduğu
yerin çok eskiye dayandığının göstergesidir. Semhûdî kitabında söz konusu bu
alanda Ebu Eyyüb Ensari ve İmam Cafer Sadık’ın (a.s) evinin olduğunu
hatırlatmıştır.540
Sekizinci asırda Matarî (741) İmam Sadık’ın (a.s) oğlu İsmail’in kabri
konusunda –hali hazırda kabrini Bakî’nin içine taşımışlardır– şöyle yazıyor:
“İsmail’in defnedildiği yerde ve bu yerin kuzey tarafında Zeynelâbidin Ali
b. Hüseyin’in –Allah onlardan razı olsun– evinin olduğu ve birinci evle
İsmail’in mezarı arasında İmam Zeynelâbidin’e (a.s) ait olduğu söylenen
bir kuyunun olduğu söylenir. Aynı şekilde İslamil’in kabrinin batı
tarafında unutulmaya terk edilmiş (mehcur) Zeynelâbidin (a.s) Mescidi
olarak bilinen küçük bir mescid vardı.”541
Bu açıklama hali hazırda tabanı taşla kaplanmış ve taş duvarları üzerine demir
korkuluklar yapılmış Bakî ile Mescid-i Nebevi (s.a.a) arasında Mescidin kenar
bölümü olarak ortaya çıkan alanla alakalıdır.
Son zamanlara kadar yerli yerinde kalan İmam Cafer Sadık’ın (a.s) evi de söz
konusu bu kısmın mübarek eserlerinden sayılıyordu. Matarî’nin yazdığına
göre Osman’ın evi bir zamanlar ‘Bab-ı Osman’ ismiyle meşhur olup Bab-ı
Cebrail’in karşısında yer almaktadır. Allah Resulü’nün (s.a.a) hicretin ilk yedi
ayında yaşadığı Ebu Eyyüb Ensari’nin evi burasının kıble tarafında yer
almıştır. İmam Cafer Sadık’ın (a.s) evi de bu semtteydi. Matarî, kendi
zamanında (741) söz konusu evin mihrabının eserlerinin belli olduğunu
yazmıştır.542
Daru’n-Nâbiğa
Peygamber’in (s.a.a) babası Abdullah’ın da yer aldığı kabirlerin bir kısmı,
şimdilerde mescidin batısının genişletilmesiyle Mescid-i Nebevi’nin (s.a.a)
içerisine alınmıştır. Tarihi açıdan Peygamber’in (s.a.a) babası Abdullah’ın
Medine’de vefat ettiğinde şüphe yoktur. Bu saygın şahsiyetin kabri, daha
sonraları ‘Daru’n-Nâbiğa’ olarak meşhur olan yerdedir. Resimlerinin de
mevcut olduğu bu yer, hali hazırda Mescid-i Nebevi’dedir. 1305 yılında
Nayibu’s-Sadr Şirazî bu yeri görmüş ve orada yazılan Türkçe şiiri kendi
kitabında zikretmiştir. Bu şiir esasınca543 Hicri Kameri 1245 yılında
Peygamber’in (s.a.a) babasının mezarı üzerine kabir yapılmıştır. Söz konusu
şiir şöyledir:
Kabri paki validi şahı Resüldür bu makam
539
-Bihâru’l-Envâr, c.97, s.225.
-Vefâul-Vefâ, c.1, s.732-733.
541
-et-Tarif, s.44.
542
-Bkz: Behcetü’n-Nufus ve’l Esrar, c.1, s.174.
543
-Sefer nameyi Naibu’s-Sadr, s.232.
540
218
Fazl-ı Hak, Sultan Mahmut ki bu hayri berteri
Vasfı amarende pertu cevheriyi tarihdur
Kabri pak-i makamı valid-i Peyğamberi
Tercüme:
Bu makam resullerin şahının babasının kabridir
Hakkın fazlıyla bu işi yapan Sultan Mahmuttur
Bu altın ışıltılı binanın vasfı tarihidir
Burası “Peygamber’in babasının tertemiz kabri”dir.
UHUD GAZVESİ’NİN KONUMU VE TARİHİ ESERLERİ
Uhud Savaşında Müslümanların ve Müşriklerin Konumları
Sadr-ı İslam’ın önemli gazvelerinden birisi hicretin üçüncü yılında
gerçekleşen Uhud Gazvesi’dir. Uhud Savaşı, tarihte Müslümanlarla müşrikler
arasındaki karşılıklı çekişmelerin bir sonucunda gerçekleşen önemli
savaşlardan biridir. Allah Teâlâ Âl-i İmr’ân Suresi’ndeki ayetleri bu savaşa
has kılarak Müslümanların yenilme sebebini bir kaç açıdan incelemiştir.
Bu gazvenin incelenmesini birkaç yönden ele almak gerekir:
1. Savaş hazırlıkları.
2. Savaşın kendisi.
3. Savaşın sonuçları.
Uhud Savaşı’nın hazırlıkları bölümü de birkaç şekilde söz konusu edilebilir:
1. Müşriklerin Bedir olayını telafi etmek için girişimleri.
2. Müslümanların hazırlığı ve müşriklerle nasıl savaşılacağının meşveret
edilmesi
3. Allah Resulü’nün (s.a.a) Uhud’a giderken izlediği güzergah.
4. Müşriklerin ve Müslümanların konumlandıkları yer.
Kitabın konusuna uygun olarak yukarıdaki mevzuların yanında tarihte
kaydedilenlere ve alan araştırmalarına dayanarak iki ordunun konuşlandığı
yerin coğrafi şekillerini açıklamak hedefindeyiz.
İki önemli meselenin bu konuda daha ayrıntılı açıklama yapmamıza sebep
olduğunu hatırlatmamız gerekiyor:
Birincisi
219
Uhud bölgesi, ziyaretçilerin özel bir aşkla ziyarete gittikleri bölgelerden
birisidir ve Allah Resulü’nün (s.a.a) asrında belirleyici savaşlardan birisinin bu
bölgede gerçekleşmesi sebebiyle, ziyaretçilerin söz konusu bölgeye özel ilgi
ve alakaları vardır.
İkincisi
Bazı tarihi kaynaklarda savaşın nasıl olduğu hakkında yanlış betimlemeler
ortaya konulması hasebiyle asli kaynakların verileri esasına göre olayın
yeniden ele alınması gerekir.
Uhud Dağı ve Uhud Bölgesi
Konuya girmeden önce doğudan batıya uzanan Uhud Dağı’nın Mescid-i
Nebevi’ye (s.a.a) beş buçuk kilometre uzaklıkta olduğuna işaret etmemiz
gerekir. Bu dağın kuzeyinde “Tarik-i Gayri’l-Müslimin” adıyla tanınan büyük
bir cadde yapılmış ve bu caddeyle Uhud Dağı arasında “Sevr Dağı” gibi küçük
dağlar yer almıştır. Peygamber’den (s.a.a) gelen bir hadiste Sevr Dağı, Medine
Haremi’nin kuzey sınırı olarak belirlenmiştir. Uhud Dağı’nın güney semtinde,
Medine etrafında bir cadde yer almıştır ve bu caddeyle Uhud Dağı arasında
Hamza’nın kabri, Rumât Dağı, Seyyid-i Şuheda Mescidi, Çeşme-i Şuheda,
Kanat Vadisi ve hali hazırda arabaların durduğu büyük bir meydan vardır. Bu
sınırlar içinde pek çok evler de yapmışlardır.
Uhud’un güney batısında Akik Vadisi’ne kadar uzanan pek çok hurmalık ve
ziraat alanları yer almıştır.
Bu dağ, etraftaki dağlar silsilesine bitişmeksizin tek başına olması hasebiyle
“Uhud” ismini almıştır. Bazıları ‘Uhud’ kelimesinin Allah’ın birliğine yakın
olması hasebiyle bu dağın isminin Uhud Dağı olduğu yorumunu
getirmişlerdir. Cahiliye döneminde bu dağın isminin ‘Ankad’ olduğu
kaydedilmiştir.544
Allah Resulü (s.a.a), Uhud Dağı’nı çok seviyor ve şöyle buyuruyordu: “Uhud
Dağı bizi çok seven ve bizim de onu çok sevdiğimiz bir dağdır.” Bu rivayet
önemli hadis kaynaklarında gelmiş ve doğruluğunda şüphe edilmemiştir.
(Resim 155)
Rumât veya Ayneyn Dağı
Rumât Dağı’nın Uhud’un güneyinde yer alan küçük bir dağ olduğunda hiç
kuşku yoktur. Hz. Hamza ve diğer Uhud şehitlerinin kabirleri, Rumât Dağı’yla
Uhud Dağı’nın arasını ayırmıştır. Söz konusu bu dağ, doğudan batıya yaklaşık
yüz elli metre uzunluğunda ve kırk metre genişliğindedir. Bu dağın doğu
tarafından geçen su kanalı, etkisinin görülebileceği oranda dağın eteklerinin
bir bölümünü aşındırmıştır. Osmanlı döneminde gözetleme yeri olarak istifade
edilen bu dağda, son zamanlara kadar bu dönemin etkilerini görmek
544
-Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.85.
220
mümkündü. Son yıllarda dağın doğal görünümünü koruması için dağda yer
alan yapıtların hepsi yıkılmıştır.545
Bu dağ, kenarında Kanat Vadisi ve “Aynü’ş-Şüheda”nın yer alması
hasebiyle “Ayneyn (iki kaynak suyu) Dağı” olarak isimlendirilmiştir.546
(Resim 156)
Müşrikler Neden Kuzeyden Medine’ye Girdiler?
Medine’nin, Mekke’nin kuzeyinde olduğunu biliyoruz ve doğal olarak
Mekke’den Medine’ye gelmek isteyen bir yolcunun Medine’ye şehrin
güneyinden girmesi gerekir. Medine’nin güney noktasında, Allah Resulü’nün
(s.a.a) Mekke’den Medine’ye hicret esnasında ilk olarak girdiği Kubâ bölgesi
yer alır. Dolayısıyla ‘Uhud Savaşı’ında Mekke müşrikleri, niçin Medine’ye
güneyden (Kubâ’dan) değil de kuzeyden girdiler?’ sorusunun
cevaplandırılması gerekir.
“Sel' Dağı” kenarında “Seniyetü’l-Veda” ismiyle anılan iki tepenin varlığı
hatırlatılması gereken önemli bir noktadır. Bu bölge Şam’a giden veya
Şam’dan dönen yolcuların uğurlandığı yerdi. Tebük ve Tebük’ün
uzantısındaki Şam’ın Medine’nin kuzeyinde yer aldığı açıktır, o halde bu
güzergâhın Şam yolcularının Medine’ye giriş çıkış yeri olacağı tabiidir. Şimdi
‘Uhud ve Ahzâb savaşlarında Mekke’den Medine’ye gelen şirk ordusu şehre
Kubâ’dan gireceği yerde neden şehri dolanarak kuzeyden Medine sınırlarına
nüfuz ediyorlardı?’ sorusu, cevaplandırılması gereken bir diğer sorulardandır.
Sorunun cevabı şudur: Medine şehrini terlik gibi veya “U” şeklinde bir hisar
çevrelemişti; dağ, kayalık –Harre Bölgesi– ve bir evle ihata edilmişti. Yegâne
nüfuz yeri, şehrin ihata edilmeyen yukarı tarafı yani Sel' ve Uhud Dağı’nın
ayrışım noktasıydı. Söz konusu bu yerde hiçbir doğal engelin olmadığını
söylememiz gerekir.
Medine şehrine nüfuz etmenin kısmi yollarından bir diğeri de güneyde –
güney doğu– yer alan yollardı ve bunların en önemlisi Ben-i Kurayza
kabilesinin yaşadığı bölgeydi. Elbette güneyin başka bir bölgesi daha vardı,
ancak Kubâ taşlığında yani çakıl bölgenin varlığı geliş geçişleri son derece
zorlaştırıyor ve yalnızca ferdi geçişlere imkân tanıyordu. Söz konusu bu
güzergâh, aynı zamanda Allah Resulü’nün (s.a.a) ve Mekke muhacirlerinin
hicret esnasında izledikleri ve Medine’ye girişin ilk durağı olan Kubâ yoluydu.
Medine şehrinin Kubâ girişi, donanımlı üç bin müşrik ordusuna geçit
verecek kapasitede olmaması önemli bir noktadır. Bu sebeple Mekke
müşriklerinin böylesine kayalık bir yoldan gelmemeleri gerekiyordu. Bununla
birlikte Mekke müşriklerinin, Müslümanlarla savaşabilecekleri açık bir alana
ihtiyaçları vardı ve böyle bir yer ise sadece kuzeyde bulunuyordu. Sonuç
itibariyle müşriklerin güneyden kuzeye doğru şehri dolanmaları ve oradan da
Medine şehrine girmeleri gerekiyordu. Diğer taraftan Ben-i Kurayza
tarafından yani güney doğudan da şehre girme imkânları yoktu, zira söz
545
546
-Meâlimi’l-Medineti’l-Münevvere, ilk ciltlendirilmiş haliyle c, 1, s.195.
-Asaru’l Medineti’l Münevvere, Abdülkuddüs Ensari, s.201.
221
konusu bölgede Ben-i Kurayzalılar yaşıyordu ve onlarında Müslümanlarla
yaptıkları anlaşma sebebiyle müşriklere geçiş izni vermeye hakları yoktu.
Dolayısıyla müşrik ordusunun Medine’ye nüfuz edecekleri tek yer ziraat
yapılan açık bir bölgenin başladığı Uhud Dağı’nın doğusuyla sınırlıydı.
Hendek Savaşı’nda da Mekke müşrikleri güneyden değil, bilakis kuzey
taraflarından veya bir başka ifadeyle Uhud Dağı’nın doğu tarafından
Medine’ye girmişlerdi. Müşrikler hendeğin yollarını kapatması sebebiyle Beni Kurayza güzergâhından nüfuz etmeyi düşündüler.
Allah Resulü’nün (s.a.a) Medine’den Uhud’a Kadar İzlediği Yol
Hali hazırda “Tarik-i Seyyidü’ş-Şuheda” olarak meşhur olan güzergâh,
yaklaşık olarak Allah Resulü (s.a.a) ve yaranının müşriklerle savaşmak için
Medine’den Uhud’a kadar izlediği yolun aynısıydı. Mescid-i Nebevi ile Uhud
Dağı’nın arası yaklaşık beş buçuk kilometredir. Bu güzergâhda İslam
ordusunun sağında; Medine’nin doğusu yani ‘Doğu Harre batıda ise Sel' Dağı
yer almaktaydı. Sel' Dağı’ndan Uhud Dağı’na; Uhud Dağı’nın eteklerinden
kuzeye kadar uzanan hurmalık ve ziraat bölgesi vardı.
Medine yolunun bir bölümünden Uhud Dağı’na kadar olan alanda iki
önemli kabile yaşıyordu. Bunlardan ilki Allah Resulü’nün (s.a.a)
mahallelerinde durup namaz kıldığı Ben-i Abdu’l-Eşhel kabilesiydi. Bu
kabilenin mescidi “Mescidü’l-Buheyr” ve “Mescidü’l-Esvaf” veya
“Mescidu’s-Secde” isimleriyle meşhur olan ve hali hazırda “Mescid-i Ebuzer”
ismiyle bilinen mescidin kendisidir.547
Bu mescidden sonra ihtiyar bir kadın ve erkeğe ait olup Allah Resulü’nün
(s.a.a) durup namaz kıldığı “Şeyheyn” ismiyle bilinen bir mescid daha vardı.
Şimdilerde de “Mescidu’d-Dir'” ismiyle varlığını koruyan bu mescidde Allah
Resulü’nün (s.a.a) akşam ve yatsı namazını kıldığı ve bir sonraki günün
sabahına kadar bu mescidde kaldığı söylenmiştir. Söz konusu bu mescid daha
sonraları “Mescidu’d-Dir'”, “Mescid-i Bedâi’” ve “Mescidu’ş-Şeyheyn”
isimleriyle anılmıştır.548 Allah Resulü’nün (s.a.a) bu mescidde zırh giymesi
sebebiyle söz konusu mescid “Dir'” ismini almıştır. Bu mesele tarih
kitaplarında549 nakledilmesine rağmen bazıları bunu kabul etmemiş ve Allah
Resulü’nün (s.a.a) Medine’de zırh giydiğini söylemişlerdir.550 Tarihi
nakillerde geldiğine göre Allah Resulü (s.a.a) savaş zamanı Şeyheyn
mahallinden müşrik ve İslam ordularının savaş hazırlıklarını uzaktan
görmüştür. Dolayısıyla “el-Bedâi'”nin Uhud’a uzaklığı yaklaşık bir buçuk
kilometreydi ve müşrikler Sel' Dağı’nın kuzeyinde ve Uhud Dağı’nın
batısında; bir bölümünün “Cürf” olarak isimlendirilen ziraat bölgesine
yerleşmişlerdir.
-Bu mescid hakkında bakınız: El-Medinetü Beyne’l Mazi ve’l Hazır, s.326-329; Et-Tuhfetü’l-Latîfe,
c.1, s.67.
548
-Tarihu’l Mealimi’l Medineti Kadimen ve Hadisen, s.133.
549
-el-Mağazi, c.1, s.219.
550
-el-Medinetü beyne’l Mazi ve’l Hazır, s.374.
547
222
Bu yolun devamında yani “Tarik-i Seyyidü’ş-Şuheda” da Ben-i Hârise
kabilesi yaşıyordu. Ben-i Abdu’l-Eşhel ve Ben-i Hârise kabilesi, Uhud’un
güney ayrımı ve iki Harre arasında olan topraklarında yaşıyor ve burada
ziraatla uğraşıyorlardı. Ben-i Hârise taifesinin mescidini hali hazırda “Mescidi Müsterâh” olarak isimlendirmişlerdir. Allah Resulü’nün (s.a.a) burada
dinlenmesi sebebiyle -Uhud Savaşı veya başka bir seferinde- bu mescidin
“Müsterâh” ismini aldığını kabul etmişlerdir.
Vakidî, bir rivayette söz konusu yolu Medine’den Bedâi’e ve buradan
Zukaku’l-Hısy’e ve buradan da Şeyheyn’e Seniyye’nin başlangıcına kadar
bilmiştir. Vakidî’nin bu sözü, Bedâi’ ile Şeyheyn’in farklı yerler olduğunu
gösterir. Bununla birlikte hatta onuncu asırdan önce “Mescid-i Bedâi'” ile
“Mescid-i Şeyheyn”in tek bir mescid olduğu bilinmiştir.551
Vakidî şöyle der:
“Akşam ve yatsı namazı Mescid-i Dir'de kılındı. Müslümanları gözeten
müşrikler Harre bölgesi yakınına kadar geldiler, ancak buradaki
çakıllardan ve Muhammed b. Mesleme’in varlığından korktukları için
içerlere girmediler.”552
Burasının doğu Harre olması gerekir; yani bu bölgeyi iyi bilen müşrikler doğu
Harre’nin başlarına kadar gelmişlerdi.
Her halükarda sabah vakti Allah Resulü (s.a.a) yola koyularak kılavuzların
İslam ordusunu uygun bir yere yönlendirmesini istedi. Allah Resulü (s.a.a)
şöyle emretti: “Yuhricena ale’l kavmi ala keseb.”553 “Keseb” kelimesi
toplanmak ve yakınlaşmak anlamlarında gelmiştir ve bu anlamıyla
Peygamber’in (s.a.a) buyruğunun anlamı şöyle olacaktır: “Bizi düşmanlara
yakın bir noktaya götürsünler.” Bu yolda Ben-i Hârise taifesinin bir kaç
noktada odaklanması mümkündü ve yol kılavuzları, Allah Resulü’nü (s.a.a)
Ben-i Hârise bağlarından geçirdiler.
İslam ordusu Ben-i Hârise kabilesinden “İbn-i Kayza” isminde birisinin
bahçesinden geçti. Bu şahıs münafık birisiydi ve İslam ordusunun bahçesinden
geçmesine itiraz etti. Onun itirazı, Ben-i Abdu’l-Eşhel kabilesiyle Ben-i Hâris
kabilesinin sözlü münakaşasına sebep oldu. Bu bölgede Ben-i Hârise’nin
yerleri vardı. Ben-i Abdu’l-Eşhel, daha ziyade bu bölgenin güneyinde
Medine’nin yakınında ve Ben-i Hârise ise bu bölgenin kuzey uçlarında
-Umdetu’l Ahbâr fi’l Medineti’l Muhtar, s.204. Ayrıca Vakidî’nin metni için bakınız: El-Meğâzî,
c.1, s.215-216.
552
-el-Meğâzî, c.1, s.217.
553
-el-Meğâzî, c.1, s.218. İbn-i İshak’ın Allah Resulü’nün (s.a.a) dilinden naklettiği ibaret şöyledir:
“Bizi onların toplandığı yere kim götürecek.” Onların toplandığı yerden; onlara yakın bir yer ve
onların İslam ordusuna hamle etmeyecekleri bir yer kastedilmiştir. Bkz: es-Siretu'n-Nebeviyye, c.3,
s.69 (Mestafa Es-Seka ve...nin düzeltmesi).
551
223
yaşıyordu. Allah Resulü (s.a.a) kuzeyden Uhud’a doğru hareket ettiğinde,
düşman ordusu kendini savaşa hazırladı.554
Şimdi yukarıdaki bilgiler esasınca Müslümanların kuzey doğuda ve
müşriklerin de kuzey batı yakınında -500-700 metre- olduğunu söyleyebiliriz.
Allah Resulü (s.a.a) yoluna Uhud’a kadar devam ederek yukarı çıktı öyle ki
Vakidî’nin deyimiyle günümüzde köprünün olduğu yere kadar gitti. Köprünün
yer aldığı bölgeye ulaştığında namaz vakti girmişti. Bu namaz, sabah
namazıydı. Bu köprü, ya suyunun doğudan batıya Uhud Dağı’nın eteklerine
doğru aktığı kanal üzerindeydi ya da kuzeyden güneye yani Uhud Dağı’nın
içlerinden –Hamza’nın kabrinin karşısı– kaynaklanan kanal üzerindeydi (şu
anda da bu iki kanalın birleştiği yerde köprü vardır).
İslam Ordusu ve Kureyş Ordusunun Konuşlandığı Yer
İslam ordusu hicretin yedinci yılı Cumartesi sabahı güneyden kuzeye doğru
hareket ederek doğu Harre’den Uhud bölgesine girdi. İslam ordusunun
yerleşim yeri hakkındaki İbn-i İshak şöyle yazar: “Allah Resulü hareket edip
-Uhud Dağı kenarına bir kilometre kala- Uhud’u arkasına alarak vadinin
girişinde durdu ve buraya konuşlandı.555
Uhud bölgesi (Şi’b-i Uhud) hali hazırda Uhud’un batı kısmındaki şehitlerin ve
Rumât Dağı’nın karşısında yer almıştır. Söz konusu bu bölüm, dokuz yüz veya
yedi yüz metre Uhud Dağı’nın eteklerine kadar devam eder ve bu arada yer
alan vadi, Uhud’un derinliklerinde toplanan yağmur sularını Uhud’un güney
tarafındaki açık alana doğru yani “Cürf” bölgesine doğru yönlendirir.
İbn-i İshak’ın nakli esasına göre Allah Resulü (s.a.a) ordusunu yukarıda zikri
geçen yerde konuşlandırmıştır. Burası, İbn-i İshak’ın ibaretinde gelen
“Udvetu’l-Vadi”dir. Doğal olarak İslam ordusu sağında Rumât ve Ayneyn’in
yer aldığı bölgenin girişinde konuşlanmıştı. Müşrikler de Uhud Dağı’nın
güneyinde ve Rumât Dağı’nın batısında yani İslam ordusuna makul bir
yakınlıkta ordugâh kurmuştu.
Vakidî’nin İslam ordusunun konuşlandığı yer hakkındaki ibareti şöyledir:
“Allah Resulü (s.a.a) Uhud’u arkasına, Medine’yi önüne ve Ayneyn Dağı’nı
soluna aldı.”556
Vakidî’nin naklettiği diğer bir görüşte şöyledir: Allah Resulü (s.a.a) Rumât
Dağı’nı arkasına alacak şekilde aşağılara indiğinde güneşte onun arkasında,
düşman ordusu ise onun karşısındaydı. Bu durumda müşrikler Uhud’un güney
batısında yer alan arazide konuşlanmışlardı öyle ki Medine müşriklerin
arkasında Uhud Dağı ise önlerinde yer almıştı.
554
-el-Meğâzî, c.1, s.219.
-es-Siretu'n-Nebeviyye, c.3, s.69.
556
-el-Meğâzî, c.1, s.220; Tabakâtu’l-Kübra, c.1, s.39.
555
224
Vakidî şöyle yazıyor: “Müşrikler vadi ortasında Medine’yi arkalarına ve
Uhud’u önlerine almışlardı.”557
Dolayısıyla İslam ordusu Uhud’u arkasına alarak çok uygun bir yere
sığınmıştı. İslam ordusunun solunda yani doğusunda Rumât Dağı vardı. İslam
ordusunun karşılaşabileceği yegâne zorluk Rumât Dağı ile Uhud Dağı
arasındaki mesafeydi ve buraya çok dikkat etmeleri gerekiyordu. Bunun için
Rumât Dağı üzerine yerleştirilen okçular bu tehlikeyi ortadan kaldırmış
olacaklardı.
Düşman, İslam ordusunun güney ve güney batısındaki vadiye yerleşmişti. Bu
vadi, Uhud bölgesinin dışına çıkan vadinin devamıydı. Savaş, at koşturmaya
uygun aynı zamanda açık ve geniş bir alan olan bu bölgede gerçekleşti.
Allah Resulü (s.a.a) Niçin Rumât Dağı Üzerine Elli Okçu Yerleştirdi?
Bir kısım ziyaretçilerin kılavuzları ve bazı tarihçilerin arasında yaygın olan
genel bir yanlışlık; Halid’in, arkadan, Uhud arasındaki Şi’b’den558
Müslümanları gafil avladığı düşüncesidir. Örneğin Mirza Muhammed
Mühendis el-Veciretü fi Tarifi’l-Medine isimli kitapçığında söz konusu
bölgeye işaret ederek şöyle yazmıştır: “Burası, Allah Resulü’nün (s.a.a)
İslam ordusunu korumaları için okçuları yerleştirdiği deredir, ancak
okçular, ganimete tamah edip yerlerini terkettiler ve düşmanlar da bu
dereye giderek İslam ordusunu yenilgiye uğrattı.”559
Üstat Muhammed Bakır Necefi Medine Şinasi kitabının ikinci cildinde aynı
görüşü sunmuş ve bu bakış açısına dayanarak haritasını çizmiştir.560 Tarihi
kaynakların dikkate alınmasıyla bu görüşün yanlış olduğunda hiç kuşku
yoktur.561
Müslümanların seçtikleri yer arka kısım (kuzey) güvenliydi ve bunun sebebi
ise Uhud Dağı’nın yükseltisiydi ve buradan öteki tarafa yol yoktu. Sadece
onların sol tarafı (doğu kısmı) Rumât Dağı ile Uhud arası sorunluydu. Allah
Resulü (s.a.a) bu kısmı da güvenceye almak istiyordu. Burasının güvenliğini
temin etmenin iki delili vardı:
1.Düşmanın arkadan İslam ordusuna saldırmasına engel olmuk ki, daha sonra
bu gerçekleşen bir meseleydi.
2. Düşmanın, Şi’b içindeki İslam ordusunun konuşlandığı yere saldırmasını
önlemek.
557
-el-Meğâzî, c.1, s.220.
-Yani: Uhud Dağı’nın içinden uzanan vadi ve şehitlerin kabirlerin karşısındaki yer.
559
-Bisuyi Ümmü’l-Kurâ, s.319.
560
-Medine Şinasi, c.2, s.269.
561
-Bu yanlış Sadık Ainevend’in “Atlas-ı Tarihi İslam” kitabında da vardır. Nitekim bu kitabın kırk
birinci sayfasında düşmanların Uhud yarığından geçerek okçulara saldırdığına işaret edilmiş ve Uhud
Gazvesi’ne has kılınan altı nolu haritayla da bu gösterilmiştir.
558
225
Dolayısıyla Allah Resulü (s.a.a) Rumât Dağı üstüne elli okçu yerleştirmek
suretiyle Müslümanların konuşlandığı yer olan Rumât Dağı ile Uhud Dağı
arasındaki mesafeyi güven altına almayı kararlaştırdı.
Şimdi sorulması gereken soru şudur: Rumât Dağı üzerine yerleştirilen okçular
hangi bölgeyi koruyacak ve oklarıyla düşmanın hangi kısımdaki nüfuzuna
karşı koyacaklardı?
Bu soruya vereceğimiz mantıklı cevap şudur: “Rumât Dağı üstünde duran
kimsenin, güneyden doğu tarafına dikkat ederek düşmanın Rumât Dağı’nı
söz konusu bu yerden dolanmasına engel olması gerekir. Çünkü kuzey
tarafı, Uhud Dağı vesilesiyle kapalıdır ve düşmanın yegâne nüfuz
edebileceği yer Rumât’ın güneyidir; düşman, batı tarafından (kendi
yerleştikleri yer) doğuya hareket ederek Rumât Dağı’nı dolanır ve
doğudan batıya Uhud ile Rumât arasındaki mesafeden geçip
Müslümanların ordugâhına arkadan saldırabilir. Dolayısıyla düşmanın
izleyeceği bu güzergâh, Rumât Dağı üstündeki okçuların görüş alanı
içinde kalır. Bu nitelemeyle Rumât Dağı üstündeki okçuların başka bir
yerden düşmanın saldırmasını beklemeleri düşünülemez.”
Halid b. Velid, atlı birliğiyle Müslümanlara saldırdığı zaman Müslümanların
savunma hazırlığı yoktu ve düzenleri bozulmuştu; çoğu silahlarını bırakıp
ganimet toplamakla meşguldüler.
Müslümanlar, düşmanın saldırısıyla dağılarak çeşitli yönlere kaçtılar ve
birbirlerine kılıç çektiler! Müslümanların yenilgiye uğradığı belliydi. Çoğu
Uhud Dağı tarafındaki alana ve hatta Uhud’un üstüne çıktı; bazıları da
kaçabileceği yerlere dağıldılar. Allah Resulü (s.a.a) yanındaki birkaç kişiyle
birlikte yavaşça Uhud semtindeki bölgeye gitti ve daha sonra Uhud bölgesinin
içlerine girerek Uhud Dağı’nın üstüne (sağ tarafına) çıkıp küçük bir mağaraya
sığındı.
HARİTA 384
Burada bizim hedefimiz, savaş meydanının Rumât Dağı’nın batısında
gerçekleştiğini ve Allah Resulü’nün (s.a.a) faciadan sonra Uhud bölgesi
tarafına doğru giderek söz konusu bölgenin içerisinden dağın üstüne çıkıp
müşriklerin şerrinden kurtulduğunun delillerini ortaya koymaktı.
Halid b. Velid’in Rumât Dağı’nı Dolandığına Dair Tarihi Tanıklar
Allah Resulü (s.a.a), Abdullah b. Cübeyr b. Numan’ın komutasındaki
okçularını Rumât Dağı’na yerleştirdi, zira İslam ordusunun arkasının
savunmasız olmasından korkuyordu ki, sonuçta korkulan hadise
gerçekleşmişti. Allah Resulü (s.a.a) okçulara hitaben şöyle buyurdu: “Bizim
226
arkamızı koruyunuz,
korkuyoruz.”562
zira
bize
arka
taraftan
saldırılmasından
Vakidî şöyle yazıyor: “Okçular İslam ordusunu arkadan koruyor ve
müşrikleri firar etmeye zorluyorlardı.” Hayatta kalan okçulardan birisi yıllar
sonra şöyle diyordu: ‘O gün attığımız okun her birisi ya atlara ya da
müşriklere isabet ediyordu.’563
Bu iki rivayet, okçuların Halid’in saldıracağı tarafı gözettiklerini
anlatmaktadır. Halid birkaç defa İkrime’yle birlikte bu dar boğazdan yani
Uhud ile Rumât arasından geçmeye çalışmışlar ne var ki Rumât’a yerleştirilen
okçuların ok yağmurlarına maruz kalarak kayıp verdikten sonra mecburen
dönmüşlerdi. Ancak dağ üzerine yerleştirilen okçuların yerini boşaltmalarıyla
Halid rahatlıkla buradan geçmişti. Bu durumda Halid’in ordusuyla
yararlanmayı hedeflediği yer, Müslüman okçularının gözetimindeydi. Hâlbuki
Halid’in, Uhud’u dolanması öngörülmüş olsaydı asıl itibariyle okçular Rumât
Dağı’na yerleştirilmezdi.
Safvan b. Ümeyye’nin kölesi Nestâs o anda Uhud’da bulunan müşriklerin
arasındaydı ve köle olması hasebiyle Safvan b. Ümeyye’nin mallarını
korumak için bulunduğu yerden ayrılmamıştı. Nestâs o anı şöyle anlatıyor:
“Bizim ordumuz yenilgiye uğradı ve Muhammed’in (s.a.a) ordusu bizim
konuşlandığımız yere girdi ve beni esir aldı... Elim bağlı bir vaziyette
Rumât Dağı’na baktım. Kureyş ordusunun oraya doğru giderek hiçbir
engelle karşılaşmaksızın Müslümanların karargâhının içine girdiklarini
gördüm. Zira okçuların gözettiği cephe boşalmış ve onlar (Müslüman
okçular) çalıp çırpmak için bizim tarafımıza doğru gelmişlerdi... Onlar
ganimet toplamakla meşgulken bizim ordumuz onların başına yığılıvermiş
ve rahatlıkla onları kılıçtan geçirmişlerdi. Bu anda Müslümanlar ellerine
geçen ganimetleri bırakarak bizim karargâhımızın dışına çıkıyorlardı.”564
Bu nakil, Nestâs’ın olup biten her şeyi gördüğünü ortaya koymaktadır. Nestâs,
okçuların müşriklerin mallarını ele geçirmek hedefiyle Rumât Dağı’ndan aşağı
indiklerini görmüştür. Keza müşriklerin komutanı Halid’in Rumât Dağı’ndan
geçtiğini -ki artık burada okçular yoktur ya da kalanlar da çabucak
öldürülmüşlerdir- ve Müslümanların birliğine saldırdığını müşahede etmiştir.
Anlatılan bu olay, Nestâs’ın Uhud’un karşısındaki açık alandan; kendisinin
kuzey ve kuzey doğusundan Rumât Dağı etrafını ve Uhud Dağı’nın eteklerini
gördüğünü ve olup biten her şeye şahit olduğunu ortaya koymaktadır. Bu
savaşın yazgısının değişimi o kadar kısaydı ki, Müslümanlar ganimet
toplamakla meşgulken ve henüz topladıkları ganimetler ellerindeyken bir anda
Halid’in saldırısıyla karşı karşıya gelmiş ve savaşın gidişatı çabucak
değişivermişti. Açıktır ki, Kureyş ordusunun altı kilometrelik Uhud yolunu
-gidiş geliş on iki kilometredir- dolanmış olması faraziyesi doğru değildir.
562
-el-Meğâzî, c.1, s.224.
-a.g.e., c.1, s.225.
564
-el-Meğâzî, c.1, s.230-231.
563
227
Ebu Nemr Kenâni anlatıyor: “Uhud günü biz (müşrikler) firar ettik ve
Muhammed’in (s.a.a) ashabı bizim ordumuzun mallarını yağmalamaya
koyuldular. Ben, Cemâd Dağı’na (savaş alanının batı tarafı) ulaşacak
kadar savaş sahnesinden uzaklaşmıştım. İşte o anda bizim ordularımız
Müslümanların başına üşüşüvermişti.”565
Rafi b. Hudeyc anlatıyor: “Okçular aşağı inmiş ve pek azı orada kalmıştı.
Halid b. Velid, Rumât Dağı’na baktı ve onların çok az olduğunu gördü.
Sonra süratle ordusunu alıp saldırıya geçti ve İkrime b. Ebu Cehil de onun
arkasından gitti. Geride kalan okçulara saldırılarak öldürdüler.”566
Bu nakilde de Halid’in Rumât Dağı’nı gözetlediği ve ele geçirmek için fırsat
beklediği anlatılmaktadır. Halid, Rumât Dağı’ndan kırk okçunun aşağı indiği
anda fırsatı ganimet bilip İslam ordusuna saldırdı ve bu işlerin tamamı yıldırım
hızıyla gerçekleşti.
İbn-i Abbas şöyle anlatıyor: “Okçular bu aradaki mesafeyi korumayı terk
ettikleri zaman düşman atlıları buradan Peygamber’in (s.a.a) ashabına
saldırdı.”567
Vakidî başka bir yerde şöyle diyor: “Halid, birkaç kez Peygamber’in (s.a.a)
solundan -Rumât Dağı tarafı- veya Uhud Dağı’nın eteklerinden saldırmayı
denedi, ancak okçular onun saldırmasına engel oldular. Bu iş bir kaç kez
tekrar etti ancak Müslümanlar önünü aldılar.”568
Bu ibaret Halid’in İslam ordusunun solundan hamle ettiğini güzelce anlatıyor.
Vakidî’nin ibareti şöyledir: “Bir kaç defa Halid, Peygamber’in (s.a.a)
solundan geçerek Uhud Dağı eteğinden Müslümanlara saldırmak istedi,
ancak okçular buna engel oldular.”
Büyük bir ihtimalle Halid savaşın başında Rumât Dağı’nın güneyinde dikkate
alınacak bir mesafede pusuya yatmış oradan doğuya gidip Rumât’ı dolanarak
Sefh Dağı’ndan yani doğruca Uhud tarafına inerek Uhud’un eteklerinden
Müslümanlara saldırmak istemiştir. Her halükarda Halid’in aşağıdan yukarı
doğru Rumât’ı dolanarak Uhud Dağı eteğinden Müslümanları arkasından
vurmak istediğinde hiç kuşku yoktur ve nitekim öyle de yapmıştır.
Savaş Sonrası Allah Resulü’nün (s.a.a) İzlediği Yol
Müşrik ordusunun saldırısı Müslümanların dağılıp kaçmasıyla sonuçlandı.
Bu arada müşriklerin temel hedeflerinden birisi Allah Resulüydü (s.a.a), ancak
Allah Resulü’nün (s.a.a) yüzünün kapalı olması sebebiyle onu tanımadılar.
565
-el-Meğâzî, c.1, s.261.
-el-Meğâzî, c.1, s.232; Tabakâtu’l-Kübra, c.1, s.41.
567
-Musned-i Ahmet, c.4, s.209.
568
-el-Meğâzî, c.1, s.229.
566
228
İmam Ali (a.s) ve Ebu Dücane’nin içinde yer aldığı çok az sayıda bilinçli
Müslüman Allah Resulü’nün (s.a.a) yanındaydılar ve Müslüman ordusunu
dağıtan müşrikler onları kıskaca aldılar, onlar da Allah Resulü’nün (s.a.a)
eşliğinde Uhud bölgesinin içlerine kadar geldiler. Savaş galibiyetinin
sıcaklığını yaşayan müşrikler o anda buraya gelmemiş, sadece ovamsı Cürf
bölgesine kaçan Müslümanları takibe, şehitleri müsle (kulak, burun ve bedenin
diğer azalarının kesilmesi) yapmaya ve ganimet toplamaya dalmışlardı. Bu
esnada Allah Resulü’nün (s.a.a) Şi’b’in içinde olduğundan hiç kuşku yoktur.
Söz konusu bu yer, bazı kafile kılavuzlarının Hamza’nın kabri başında
düşmanın geçtiği dar boğaz olarak ziyaretçilere tanıttığı yerdir.
Müşriklerden birisi Mus’ab’ı şehit ettiğinde Peygamber’i (s.a.a) öldürdüğünü
zannederek bu haberi yaydı. Ebu Süfyan Halid’e bu haberin doğru olup
olmadığını sorduğunda Halid şöyle dedi: “Ben Peygamber’i (s.a.a) çok az
sayıda ashabıyla beraber dağın yukarısına çıktıklarını gördüm.”569
Ka’b b. Malik anlatıyor: “Müslümanlar dağıldığı zaman Allah Resulü’nü
(s.a.a) tanıyan ilk kişiydim ve müminlere onun hayatta olduğu müjdesini
verdim.” O sözlerine şöyle devam eder: “O anda ben Uhud’daydım ve Allah
Resulü (s.a.a) kendisinin tanınmaması için bana susmamı buyurdu.”570
Doğal olarak o anda henüz tehlike tamamen bertaraf olmamıştı.
Nemle b. Ebi Nemle şöyle diyor: “Müslümanlar yenilgiye uğradıklarında
Muhacir ve Ensar’dan bir grubun Allah Resulü’nü (s.a.a) çembere alıp Uhud
bölgesine götürdüklerini gördüm. O zaman Müslümanların ne bayrakları ne de
düzenli birlikleri vardı ve Müşrikler vadiye rahatça gidip geliyorlardı ve hiç kimse
onlara engel olmuyordu.571 Düşmanlar vadide olduğu sürece Peygamber (s.a.a)
söz konusu bölgede kaldı ve onların gitmesiyle aşağı inerek şehitleri toplamaya
başladılar. Bu arada kaçanlar yavaş yavaş geri geldiler ve şehirdeki kadınlarda
buraya gelerek birlikte çoğu müsle olmuş şehitleri defnetmeye koyuldular.”
Uhud’un Günümüze Ulaşan Eserleri
Rumât Dağı üstünde durmak ve Uhud Dağı eteklerine bakmak, her ferdi
hüzne boğup rahatsız etmekte ve Allah Resulü’nün (s.a.a) tertemiz pek çok
ashabının özellikle şehitlerin efendisi Hamza’nın şehit edildiği maceranın acı
hatırasını anımsatmaktadır. Hiç kuşkusuz burası insanın hali hazırda
Medine’de bakabileceği ibret dolu noktadır.
Fush Mescidi
Allah Resulü (s.a.a), Uhud Dağı bölgesi içlerine gittiğinde bu bölgenin sağ
tarafına yaklaşık beş yüz ila yedi yüz metre uzaklıkta ve Uhud Dağı’nın
aşağısında ‘Şi’b-i Cirâr’ denen yerde öğle ve ikindi namazını kıldı. Daha sonra
Allah Resulü’nün (s.a.a) namaz kıldığı bu yere “Fush” veya “Fesih” ismiyle
569
-el-Meğâzî, c.1, s.237.
-a.g.e., c.1, s.236.
571
-a.g.e., c.1, s.237.
570
229
meşhur olan mescid yapıldı. Elbette bu küçüklükteki bir mescidin, geniş ve
rahat anlamına gelen ‘Fush’ ismiyle örtüştürülmesi son derece zordur.
Bazı rivayetlerde “Ey iman edenler! Size, “Meclislerde yer açın” denildiği
zaman açın ki, Allah da size genişlik versin.”572 ayetinin bu konu hakkında
indiğine yer verilmiştir.573 Semhûdî’nin de dediği gibi bu konuda söz konusu
nakle itimat edilemez. Diğer zayıf bir ihtimale göre mescidin asli ismi ‘Sefh’
olup -dağın aşağısındaki mescid anlamında- yanlışlıkla ‘Fesh’ okunmuştur. Bu
ihtimal de her ne kadar gerçeklik açısından kabul edilebilirse de ihtimalden
öteye geçmez.
Başka bir nakilde şöyle gelmiştir: “Allah Resulü (s.a.a) Uhud’da Şi’b-i Cirâr
denen yerin bitişiğinin sağ tarafında küçük bir mescidde namaz kıldı.”574
Söz konusu bu mescid Uhud bölgesinin en eski mescidlerindendir ve
İmamların (a.s) rivayetlerinde burada namaz kılınması tekit edilmiştir. Bu
rivayeti ileride zikredeceğiz.
Mescidin fiili yapısı yıkık dört duvardan ibarettir ve her iki taraftan viran
olmuş duvarların etrafına demir parmaklıklar çekilmiştir. Ben 1375/1996
yılında söz konusu demir parmaklıkların da yok olmaya yüz tuttuğunu
gördüm. Yaklaşık on beş ile yirmi metre karelik bir alana sahip olan mescidin
ortasında çürümüş inşaat malzemelerini görmek mümkündür. Bu da mescidin
içten ve dıştan harabeye dönüştüğünü ortaya koymaktadır. Bu mescidden
Müslümanların yararlanmamaları için kasıtlı olarak viran edildiği çok açıktır.
Böyle olmakla birlikte mescidin kasıtlı olarak harabeye dönüştürülmesine
rağmen mescidin etrafına demir parmaklık çekerek onun dini ve tarihi
eserlerini korumaya çalışan insanların varlığı söz konusudur. Suudi
hükümetinin yeni atmosfer içinde bu mescidi de çabucak tamir etmesini ümit
ediyoruz.
Mescidin elli metre yukarısının yirmi metre yükseltisinde küçük bir mağara
vardır ve Allah Resulü’nün (s.a.a) ilk başlarda burada saklandığı rivayet
edilmiştir. Her ne kadar bu konu meşhur olsa da tarihi dayanağı yoktur.575
(Resim 157) s.390
Senaya Mescidi
Peygamber’in (s.a.a) Uhud Gazvesi’nde kırılan mübarek dişleri adında bir
mescid daha vardır ve bu mescid, Uhud Dağı eteğinde ve Uhud bölgesine
572
-Mücadele, 11.
-Vefâul-Vefâ, c.3, s.348.
574
-Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.57.
575
-İbn-i Şebbe’nin naklettiği bu rivayetin zimmînde Allah Resulü’nün (s.a.a) Uhud’daki bu
mağaranın içinde oturduğuna yer verilmiştir. Bkz: Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.76.
573
230
varmadan Seyyidü’ş-Şüheda kabrinin beş yüz adım uzağında yer alır.
Hisamu’s-Saltana şöyle diyor: Küçük bir avlu (sahn) ve kümbeti olan Senaya
Mescidi’nin içine girerek iki rekât namaz kıldık. Bu mescid Hamza’nın
kabrinin yukarısının kuzey tarafındadır.576 Bu mescid, Utbe b. Ebi Vakkas’ın
Peygamber’in (s.a.a) mübarek dişini kırdığı yerde yapılmıştır. Şimdilerde
Hamza’nın kabri yukarısında ve Uhud bölgesinin girişindeki –bölge içine
doğru giden yolun devamında– mescidin, Senaya Mescidi olduğu anlaşılıyor.
Buna karşın mescidin Vahabiler tarafından harabeye çevrilmesinden sonra hiç
kimse bu mescidi yeniden yapılandırma cüretine sahip olmamıştır. Dolayısıyla
söz konusu bu mescidin tamamen yok olduğunu söyleyebiliriz.
Mirza Muhammed Mühendis 1294 yılında şöyle yazmıştır: Medine’ye yirmi
dakika uzaklıkta Seyyidü’ş-Şüheda Hamza’nın kabri vardır ve bu kabrin beş
yüz adım kuzey tarafı yaklaşık Allah Resulü’nün (s.a.a) mübarek dişinin
kırıldığı ve sekiz yüz on altı adım kuzey tarafı ise Hamza’nın kabrinin olduğu
yerdir. Buradaki derenin sonunda Allah Resulü’nün (s.a.a) Uhud gününde
yaralı bir halde ve tek başına namaz kıldığı bir mescid vardır; Hz. Sadık (a.s),
Ukbe b. Halid’e burada namaz kılmasını buyurmuştur.577
İmam Sadık’ın (a.s) buyruğu şöyledir: “...Burasını geçtikten sonra Uhud
tarafına gel ve Devnü’l-Harre mescidinde namaz kıl. Sonra Hamza b.
Abdülmuttalib’in kabrine uğra ve selam ver. Sonra şehitlerin kabrine uğra ve
ayağa kalkarak şöyle söyle: “Size selam olsun ey diyar ehli. Siz bizden
ayrıldınız ve biz de size katılacağız.” Sonra dağın kenarında yer alan sağ
tarafındaki geniş bir alandaki mescide gelirsin. Bu mescid Allah Resulü’nün
(s.a.a) Uhud gününde müşriklerden saklanıp namaz kıldığı mesciddir. Sonra
dönüp şehitlerin kabri kenarında namaz kılarsın ki Allah senin için böyle
emretmiştir.”578
Rivayette “Devnü’l Harre” ismiyle anılan ilk mescidin Uhud yolu üzerindeki
iki mescidden birisi olması gerekir; bu mescid ya “Mescidü’d-Dir'”dir ya da
“Mescid-i Müsterâh”tır. Dağın kenarının sağ tarafında Allah Resulü’nün
(s.a.a) namaz kıldığı mescid olarak hatırlatılan mescide gelince bu mescid
daha önce açıklamasını yaptığımız ve halkın uğrak yeri olan Fush
Mescidi’nden başkası değildir.
Kameri 1416 yılının zilkade ayının 25’i Cumartesi günü Uhud’a gittiğimde
araştırma yapmış, ancak araştırmamın sonucunda hali hazırda “Mescidü’sSenaya” isminde bir mescidin varlığına rastlamamıştım ya da vardı da ben
bulamadım. Hâlbuki bu mescidin harabe resimleri bazı kitaplarda vardır.
Şehitlerin kabirlerinin kuzeyinde taşlıkta veya Uhud bölgesinde bir kaç mescid
vardır; onlardan birisi Hamza’nın kabrinin kuzey doğusunda şehitlerin kabrine
beş yüz adım uzaklığında yer alan “Mescidü’s-Sadhy”dir. Bu mescidin
-Seyahatname-i Mekke, Hisâmu’s-Saltana, s.154.
-Bisuyi Ümmü’l-Kurâ, “El-Vecizü fi Tarifi’l Medine”, s.319.
578
-el-Kâfi, c.4, s.560-651.
576
577
231
“Senaya Mescidi” olmasını ümit ediyordum, ancak bölge ehlinden hiç kimse
bana yardımcı olamadı. Burasının biraz uzağında Mescidü’r-Ridade” ve
üzerinde kırık bir tabelanın yer aldığı bir mescid daha vardı; kabrin kuzey
doğusunda yer alan bu mescidin tabelasından mescidin isminin “Mescidü’lMevt” olduğu anlaşılıyordu. O zaman Suudi devleti Uhud bölgesinin içerisine
girip daha fazla araştırma yapılmasına izin vermedi ve buraya girip mağaraya
gitmeyi hedefleyen ziyaretçileri de memurlar geri çevirdiler. Her halükarda
“Mescid-i Fush veya Sefh” de yok olmaya yüz tutmuş ve kasten burasının
tamirinden kaçınılmıştı.
(Resim 158)
Mihras
Uhud Dağı’nın yukarısında “Mihras” isminde bir bölge vardır ve burada dağın
eteklerinden gelen su toplanarak doğal bir havuz oluşturmuştur. Allah Resulü
(s.a.a) İmam Ali’nin de (a.s) yer aldığı yaranlarıyla Uhud Dağı’nın yukarısına
çıktıktan sonra Mihras’ın kenarına oturdular. İmam Ali (a.s), Allah
Resulü’nün (s.a.a) kırılan dişinden ötürü ağzının kanını temizlemesi için bir
kapla Mihras’tan su getirdi. Allah Resulü (s.a.a) çok susuz olmasına karşın
Mihras’ın suyunun kötü kokması sebebiyle istifade etmedi.579
Uhud Dağının yukarısında “Kubbe-i Harun” isminde bir yer vardır.
Peygamber’e (s.a.a) dayandırılan bazı rivayetlerde geldiğine göre (Hz.) Harun
hac seferinde buraya gelmiş ve burada defnedilmiştir.580 Yıkık yapısı ve
yaklaşık bir buçuk metre duvarıyla varlığını koruyan bu kubbe, Uhud Dağı’nın
en tepe noktasındadır.
Medine’nin yerel araştırmacılarından Es-Saidi, burada yalnızca “Allah”
lafzının okunabildiği Kufi Hattı’na rastladığını yazmıştır. Yine Es-Saidi
burada 993 yılı ve “Muhammed Ali Cersehani” ismiyle bir taş yazıt olduğunu
söyleyerek bu yazıtta Bedir şehitlerinin isminin de yer aldığını ifade
etmiştir.581
1378/1999 yılında burasını gören Huccetü’l İslam Mikdadi notlarında şunları
kaydediyor: ‘Yarı yıkık kale arasında (Hz.) Harun’un kabri vardı ve
Abdurrahman b. Huveylid gibi tarihçiler kendi kitaplarında burasına yer
vermişlerdir. Her beş ayda bir kez buraya gidiyordum ve ikinci gidişimde bu
kalenin tamir edildiğini gördüğümde çok şaşırmıştım. Orada bulunanlara (Hz.)
Harun’un kabri hakkında bir şey bilip bilmediklerini sordum, ancak onlar
bilmediklerini söylediler. Üçüncü defa gittiğimde maalesef kabri yıkmışlar ve
onun yerine tuvalet suyunun temin edilmesi için su tankı koymuşlardı.
579
-el-Meğâzî, c.1, s.249.
-ed-Durretü’s-Semîne, s.185.
581
Uhud, s.24-25.
580
232
1375/1996 yılında gördüğüm taş yazıtın, son onarma çalışmaları neticesinde
kırılıp kaldırıldığını müşahede ettim.’
Eklemek gerekir ki: Şayet zikri geçen kabir Harun isimli birisine aitti ve
zamanla bu isim, Musa’nın (a.s) kardeşi (Hz.) Harun’a (a.s) nispet verildi.
Buna benzeyen pek çok hatalar Beni İsrail peygamberleri, İmamların (a.s)
torunları ve Peygamber (s.a.a) neslinden gelen seyitler içinde tekrarlanmıştır.
Uhud yolu başında bir kabristan vardı ve burası takriben Müslümanlarla
müşriklerin savaş alanıydı. Uhud ziyaretçileri, şehitlerin kabrine gelmeden
önce bu kabristanı sol tarafları üzerinde görürler. Uhud şehitlerinin bir
kısmının burada defnedildiğini söylemişlerdir.582Allah Resulü’nün (s.a.a) “Her
kesi şehit olduğu yere defnedin” buyurmasından ötürü, Uhud şehitlerinin bir
kısmının burada defnedilme ihtimali vardır. Ne var ki bu ihtimali
doğrulayacak kabir taşları mevcut değildir.
(Resim 159-160)
Hamza Mescidi
Şehitlerin kabrinin doğusunda “Hamza Mescidi” isminde bir mescid vardır ve
en azından kesinlikle bu mescidin “Senaya Mescidi” olmadığını söyleyebiliriz;
zira Hisamu’s-Saltana’nın işaret ettiği gibi Senaya Mescidi, şehitlerin kabrinin
beş yüz adım kuzeyindedir. Muhtemelen burası kümbet olan bir yere yapılmış
ve Meşhed-i Hamza ismiyle tanınmıştır. Hisamu’s-Saltana burasını görmüş
ama ziyaret etmemiştir. Hali hazırdaki Hamza Mescidi’nin söz konusu bu
mescid olduğunu ve kesinlikle Meşhed-i Hamza’nın burada yer almadığını
söylememiz gerekir. Zira Uhud Savaşı kabrin batısında; gerçekte Rumât
Dağı’nın batısında gerçekleşmiştir.
Ali Hafız şöyle diyor: Üstat Muhammed Ahmet Başmil “Uhud Gazvesi”
kitabında savaşın Rumât Dağı’nın doğusunda olduğunu zannetmiştir. Nitekim
Muhammed Şeys Hattab “Er-Rasulü’l-Kaid” kitabında ve Muhammed
Haseneyn Heykel savaşın Rumât Dağı’nın doğusunda olduğuna inanırlar. Ne
var ki Üstat Abdülkuddüs Ensari, Haseneyn Heykel ile tartışmış ve Heykel “Fi
Menzili’l-Vahy” adlı kitabında kendi görüşünden dönerek savaşın Rumât
Dağı’nın batısında gerçekleştiğini söylemiştir.583
Dolayısıyla adı geçen bu yazarların hatasının Meşhed-i Hamza ismiyle anılan
yeri Hamza’nın kabri bilmelerinden ve Uhud Savaşının da burada olduğunu
kabul etmelerinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
Hamza b. Abdülmuttalib’in Kabri
582
583
-Seyahatnameyi Mekke, Hisamü’s-Saltana, s.154 (kameri 1297).
-Fusulü min Tarihi’l Medineti’l Münevvere, s.196-197.
233
Uhud meydanının Seyyid-i Şühedası Hamza, Abdülmuttalib’in oğlu ve Allah
Resulü’nün (s.a.a) amcasıydı. Hamza, Allah Resulü’nün (s.a.a) Mekke’de
müşriklerin baskı altında olduğu, ihanete uğradığı ve küçük düşürüldüğü bir
zamanda Peygamber’e (s.a.a) iman etmişti. Hamza Müslüman olduktan sonra
yiğitçe müşriklerin karşısına dikildi, Allah Resulü’ne (s.a.a) yapılan ihaneti
kendisine yapılan ihanet telakki edip müşriklerin Allah Resulü’ne (s.a.a)
eziyet etmelerine mani oldu.
Hicretten sonra Hamza Medine’ye geldi ve müşriklerin ilk saldırı savaşında
İslam’ın ordu komutanlığını üstlendi. Hamza Bedir savaşında pek çok müşriki
helak etti öyle ki; Hamza’ya büyük bir düşmanlık besleyen Ebu Süfyan’ın eşi
Hind, Vahşi’yi Uhud savaşında pusuya yatıp uygun bir fırsatta onu mızrakla
öldürmeye zorladı ve Vahşi’de böyle yaptı. Hamza şehit edildiği zaman Hind,
Hamza’nın yanına geldi ve onun ciğerini yemek için karnını parçaladı, ancak
Hamza’nın ciğeri Hind’in ağzında taş oldu.
Seçkin sahabelerden olan Hamza’nın şahadetine çok üzülen Allah Resulü
(s.a.a) Hamza’ya “Seyyidü’ş-Şüheda” lakabını verdi ve Medine kadınlarından
Hamza için matem tutmalarını istedi.
İmam Sadık’ın (a.s) rivayeti esasına göre Fatıma (s.a) vefatına kadar haftada
iki ya da üç defa Hamza ve diğer Uhud şehitlerinin kabrine gidiyor, orada
ağlıyor ve namaz kılıyordu.584 Esbağ b. Nebate’nin şöyle dediği
nakledilmiştir: Fatıma-i Zehra (s.a) işaretle belirlenmiş Hamza’nın kabrine
gidiyordu.585
Allah Resulü de (s.a.a) Uhud şehitleri hakkında şöyle buyurmuştur: “Bunlar
şehitlerdir. Bunların yanına gelin ve selam gönderin. Gökyüzü ve yeryüzü
olduğu sürece bunlara selam verip de selamının cevabını almayacak kimse
yoktur.”586
Sekizinci asırda yaşayan Meraği şöyle yazıyor: Şehitlerin kabirleri içinde
yalnızca Hamza ve Abdullah b. Cahş’ın (bazı tarihi kaynaklarda Mus’ab b.
Umeyr’in kabri)587 kabri tanınmıştır. Nasır Li-Dinillah’ın annesinin
aracılığıyla 570 yılında kabrin üzerine büyük sağlam bir kubbe yapılmıştır.
Sonraları 893 yılında Sultan Kaytabay bu yapıya eklemeler yapmıştır. Söz
konusu kabir Suudi döneminde yıkılmış ve Şeyh Şerbetli, kabrin etrafına
duvar çekme iznini almayı başarmış ve daha sonra Şerbetli’nin çektiği duvar
tamir edilmiştir.588
584
-ed-Durretü’s-Semîne, s.211.
-Müsennif Abdürrezzak, c.3, s.574.
586
-Behcetü’n-Nufus ve’l Esrar, c.1, s.147.
587
-Terğibu Ehli’l Meveddeti ve’l Vefa, s.103.
588
-Meâlimi’l-Medineti’l-Münevvere (Mücelledi evvel) c.1, s.187-188.
585
234
Meşhed-i Hamza’yı yapan Sunkar Türki’nin kabri, Hamza’nın kabrinin
aşağısında yer alır. Meşhed-i Hamza’nın avlusunda Medine eşraflarından
birisi defnedilmiştir ki bu şahıs Uhud şehitlerinden telakki edilmemelidir.
Hicri 1297 yılında Hisamu’s-Saltana şöyle yazar: Önce Seyyidü’ş-Şüheda
Hamza’nın kabrine girdik. Üstü kapalı koridordan avluya (sahn) geçtik.
Hamza’nın mübarek kabri avlunun solundaydı ve iç içe geçen iki salonun
ortasındaki padişah tahtına benziyordu. Birinci türbede Hamza’nın mübarek
kabri ve koridorun diğer tarafında ikinci kabir vardı.589
Kameri 1344 yılında diğer kabirlerin yıkılmasıyla Hamza’nın kabri de
yıkılmış ve yıllar yılı kendi haline bırakılmıştı. Medine Belediye Başkanı’nın
gayretiyle kabrin etrafına duvar çekilmiş ve gözenekli pencereler yapılarak
kuzey tarafında yer alan duvara yerleştirilmiştir.
Merhum Üstat Muhammed Bakır Necefi şöyle yazmıştır: Kameri 1395 yılında
Seyit Mustafa Attar’a (1361-1368 yılları arasında Medine Belediye başkanlığı
yapmıştır) Hamza’nın kabrinin duvarlarına yerleştirilen çelik parmaklıklar
hakkında sorulduğu zaman Seyit Mustafa şöyle cevaplandırdı: Meşhed-i
Hamza ve Uhud şehitlerinin büyük binası yıkıldıktan sonra onların mezarları
etrafında duvar yoktu ve defalarca başıboş köpeklerin mezarlar üzerine gelip
gittiği görüldü. Medine âlimlerinin bir kısmı zamanın Medine Belediye
Başkanına konuyu ilettiler; o da kabirlerin etrafına duvar çekilmesini emretti.
Ben, daha önce Bakî’deki Ehlibeyt’in (a.s) kabirleri etrafına çekilen ve
Ehlibeyt (a.s) dostlarının daha emin bir tarafa taşıyıp korudukları demir
parmaklıkları Uhud şehitlerinin kabirleri etrafına yerleştirilmesini önerdim ve
böyle yaptık. Bu demir parmaklıkların kimler tarafından Ehlibeyt’in (a.s)
kabirleri etrafına konulduğu sorulduğunda şöyle cevaplandırdı: Bu
parmaklıklar İranlılar tarafından, Kaçar Şahı’nın himayesi ve Osmanlı
sultanının işbirliğiyle Medine’ye taşındı ve Ehlibeyt’in (a.s) kubbesine
yerleştirildi.590
Belirtmek gerekir ki kameri 1321 yılında Muhbiru’s-Saltana hacca gittiğinde
Eminü’s-Sultan’ın damadı Eminü’s-Saltana çelik bir türbe Bakî’deki
İmamların kabirleri etrafına yerleştirdi.591
Hicazlıların âdetine göre, güya son zamanlara kadar ve şayet şimdilerde de
böyledir; her yılın Recep ayının on ikinci günü Medine’ye gelerek geceyi
Uhud bölgesinde Seyyidü’ş-Şüheda’nın kabri başında geçirirler ve sabaha
kadar etraftaki açık alanda kalırlardı.592
(Resim/161-162-163)
589
-a.g.e., s.154.
-Medine Şinasi, c.2, s.261-262.
591
-Sefernameyi Muhbiru’s-Saltana, s.270.
592
-Zikriyyatü’l Uhudi’s-Selase, Muhammed Hüseyin Zeydan, 219.
590
235
Emirülmüminin (a.s) Mescidi ve Uhud’un Bazı Mukaddes Yerleri
Şia’nın bazı hadis kaynaklarında Uhud’da “Mescid-i Emirülmüminin” isminde
bir mescidin olduğu söylenmiştir. Rivayetlerde namaz kılınması tavsiye edilen
bu mescidin, Seyyidü’ş-Şüheda Hamza’nın kabri karşısında yer aldığı
belirtilmiştir.593 Şimdilerde böyle bir mescidin varlığından haber yoktur.
Daha önce açıkladığımız Fush Mescidi’nin kıble tarafında ve dağın içinde bir
insan boyu ya da biraz fazla yüksekliği olan bir yerde Allah Resulü’nün (s.a.a)
bir taş üzerine oturduğu söylenir. Aynı şekilde mescidin kuzeyinde dağda bir
mağara göze çarpar ki, Allah Resulü’nün (s.a.a) bu mağara içine girip namaz
kıldığı rivayet edilmiştir, ne var ki bu rivayet doğru değildir.
Uhud’da Medine Valisi Emir Vediy b. Cemmaz’ın bakımını yapıp suyunu
tekrar çıkardığı bir de kaynak suyu yer alır.
Birkaç sene öncesine kadar Rumât Dağı üstünde bir mescid vardı. “Uhud”
kitabının yazarı (Uhud ehlindendir) bu mescidin varlığına işaret etmiştir.
Yakın zamana kadar Rumât Dağı üzerinde görülen yapıların tamamının
mescid anlamına gelmeyeceğini söylemeliyiz, zira yaklaşık 1354 yılına kadar
Rumât dağı üzerine pek çok ev yapmışlardı ve bu sebeple Üstat Necefi,
bölgenin fotoğrafını çekmek için burada yer alan ev sahiplerinin hepsinden
izin almak mecburiyetinde kalmıştı.
Senaya Mescidi’nin kenarında “Hacer-u Mutteka” ismiyle anılan bir taş vardı
ve yaygın görüşe göre Allah Resulü (s.a.a) bir zamanlar bu taşa yaslanmıştı;
eski yazıtta bu konu mevcuttur.
Aynı şekilde şemsi 1340 yılında canlı şahitlerden birisi Uhud bölgesinde
birincisi İmam Seccad (a.s) diğeri ise İmam Sadık’ın (a.s) ismiyle tanınan iki
evin olduğunu söylemiştir.
Uhud’un Diğer Şehitleri
Seyyidü’ş-Şüheda Hamza’yla birlikte Ensar ve Muhacir’den yaklaşık yetmiş
kişi Uhud’da şehit oldular ve bunlar içinde Ensar’ın sayısı daha çoktu. Şehit
olanlar arasındaki seçkin şahsiyetler şunlardan ibarettir:
1. Mus’ab b. Umeyr
Mus’ab b. Umeyr, Mekke eşrafının çocuğu olmasına karşın bi’setin ilk
yıllarında İslam’ı kabul etti ve onca baskı ve ailesinin eziyetine rağmen Allah
Resulü (s.a.a) ve İslam’dan el çekmedi.
593
-Bihâru’l-Envâr, c.97, s.225.
236
Bi’setin on ikinci yılında Yesrib’in ilk Müslümanlarının Allah Resulü’ne
(s.a.a) biat ettiği zaman Allah Resulü (s.a.a) Mus’ab’ı tebliğci olarak onların
eşliğinde Yesrib’e gönderdi. Mus’ab, bir yıl içinde Yesrib halkı cemiyetinin
çoğunu Müslüman etmeyi başardı. Mus’ab’ın en önemli vesilesi Kur’an’dı ve
bundan ötürü “Medine Kur’an’la fethedildi”594 denilmiştir.
Mus’ab b. Umeyr’in şekli şemali Allah Resulü’ne (s.a.a) çok benzediği için
Mus’ab şehit edildiği zaman, onun katili Allah Resulü’nü (s.a.a) öldürdüğünü
zannetti ve Muhammed (s.a.a) öldü diyerek feryat etti. Bu haber
Müslümanların bazısının savaş sahnesinden kaçmasına sebep oldu, zira kaçan
bu şahıslar İslam’ın defterinin dürüldüğünü zannetmişlerdi. Nitekim Allah
Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler
gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geriye (eski
dininize) mi döneceksiniz.”595
2. Meleklerin Guslettiği Hanzala (Hanzala-i Guseylü’l Melaike)
Zifaf gecesini güvey odasında eşinin yanında geçirip o gecenin sabahı İslam
aşkıyla dopdolu bir kalple savaşa gidip şahadet şerbetini içen bir yiğittir.
3. Abdullah b. Cahş b. Rubab Esedi
Hamza’nın kabri kenarına defnedilen Muhacir şehitlerindendir. Uhud şehitleri
arasında sadece Hamza ve Abdullah’ın kabri belirgindir.
Belirttiğimiz gibi Uhud savaşında Muhacir ve Ensar’dan yetmiş kişi şehit
edildi. Bu kimseler zor günlerde İslam’ın yardımına koşarak Allah’ın dinini
savundular. Uhud Gazvesi’nde ailelerden bazıları çok değerli fertlerini
kaybetti. Hali hazırda Suudi Arabistan Devletinin Emr-i bi'l-Ma'rûf ve Nehy-i
ani'l-Münker memurlarının uygunsuz davranışlarına rağmen Uhud şehitlerinin
kabirleri son derece mukaddes mekânlarındandır ve Medine ziyaretçilerinin
yaklaşık tamamı, genele açık olan bu kabristanı ziyaret ederler.
4. Şemmas b. Osman Kurşi
Şemmas, yaralı olarak Medine’ye geldi ve bir gün sonra vefat etti. Allah
Resulü (s.a.a) onun cenazesini defnedilmesi için Uhud’a gönderdi.
5. Enes b. Nazr
Enes b. Nazr Uhud Savaşında yaklaşık yetmiş yerinden yaralanmıştı. Bu şahıs,
birisinin: “Muhammed öldürüldü, bizimde gidip ölmemiz gerekir!” diye feryat
594
595
-Futuhu’l Buldan, s.21; Rebiu’l Ebrar, c.1, s.302.
-Ali İmran, 144.
237
ettiğini duyunca: “Muhammed’in Allah’ı ölmemiş ve diridir” diyen şahsın
kendisidir.
6. Sa’d b. Rebi’; Medine’nin önde gelen şahıslarındandır.
7. Harice b. Zeyd; Sa’d b. Rebi’ ile birlikte aynı yere defnedilmiştir.
8. Amr b. Cumuh
Amr b. Cumuh topaldı ve dört çocuğu onun savaşa gitmesine engel olmuştu.
Allah Resulü (s.a.a) onlara şöyle buyurdular: ‘Babanızın savaşa gitmesine
mani olmayın belki de Allah Teâlâ ona şehit olmayı nasip etmiştir.’ Malik b.
Enes’in rivayetin göre Amr b. Cumuh ve Abdullah b. Amr Ensari bir kabre
defnedilmiş, ancak kabir sel ağzında olduğu için onları çıkarıp başka bir yere
defnetmek istediklerinde onlardan birisinin yarası güya dün şehit edilmiş
gibiydi. Bu olay Uhud’dan 46 sene sonra gerçekleşti.596
9. Ebu Said Hudrî’nin babası Malik b. Senan.
10. Abdullah b. Amr b. Hizam
Uhud Savaşı’nın ilk şehididir ve Peygamber (s.a.a) Abdullah’ın oğlu Cabir’e
şöyle buyurmuştur: Onun için ağlama. Melekler onu gökyüzüne çıkarmak için
kanatlarına almışlardır.597
İbni Neccâr (vefat 643) şöyle diyor: Günümüzde tanınan tek kabir Hamza’nın
kabridir. Abbasi’lerden Nasır Li-Dinillah’ın annesi (Zümrüt Hatun) bu kabre
kerpiçten ve nakışlı Sac ağacından türbe yaptırmış, türbenin etrafını duvar
içine almış ve duvara da her Perşembe günü (ziyaret için) açılan demir bir kapı
yaptırmıştır. Uhud şehitlerinin kabri üzerindeki taşlar dağınık haldedir ve
bunların Uhud şehitlerine ait oldukları söylenir.598
SEYYİDÜ’Ş-ŞÜHEDA YOLUNDAKİ TARİHİ MESCİTLER
1. Buheyr veya Ebuzer Mescidi
Hali hazırda “Tarik-i Seyyidü’ş-Şuheda” olarak meşhur olan yol, Allah
Resulü’nün (s.a.a) komutasındaki İslam ordusunun izlediği yolun yaklaşık
aynısıdır.
Medine’den Uhud’a kadar yer alan güzergâhta iki önemli taife yaşıyordu.
Bunlardan birisi Ben-i Abdu’l-Eşhel taifesiydi. Allah Resulü (s.a.a) bu taifenin
mahallesinde durup namaz kılmıştır. Allah Resulü’nün (s.a.a) doğru sözlü
-el-Muvatta, Kitabu’l Cihat, hadis no: 49, s.343; ed-Durretü’s-Semîne, s.212.
-Bahcetü’n-Nufus ve’l Esrar, c.1, s.144.
598
-ed-Durretü’s-Semîne, s.213.
596
597
238
sahabesinin ismiyle anılan Ebuzer Mescidi, bu taifenindir. Ben-i Abdu’l-Eşhel
taifesi, Uhud Savaşında çok şehit veren bir taifedir öyle ki, müşrik şair İbnî
Ziba’ri meşhur şiirinde Müslümanlardan intikam alma meselesini söz konusu
ederek Ben-i Abdu’l-Eşhel taifesine işaret etmiştir:
“Savaş devesi göğsünü Kubâ’dan gösterdiği zaman Ben-i Abdu’l-Eşhel
arasında ölüm yayıldı.”
Mescid-i Nebevi’ye (s.a.a) beş yüz metre uzaklıktaki Ebuzer Caddesi’ndeki bu
mescid gerçekte Ebuzer Caddesi ile Matar Caddesinin kesişim noktasında yer
almıştır. Bu mescid zamanla “Mescid-i Buhayr”, “Mescid-i Esvaf” ve
“Mescid-i Secde” isimleriyle tanınmıştır.599
Söz konusu bu mescidin “Secde” ismi, Allah Resulü’nün (s.a.a) burada namaz
kıldığına dair rivayetten alınmıştır. Bu rivayette Allah Resulü (s.a.a) bu
mescidde uzun süre secdede kalmıştır.600
Öyle anlaşılıyor ki bu mescid Ben-i Abdu’l-Eşhel kabilesinindi ve Allah
Resulü (s.a.a) bu mescidde namaz kılmakla bu taifeyi bereketlendirmiştir.
Daha sonraki dönemlerde bu mescidin hangi sebepten dolayı “Ebuzer” ismiyle
anıldığı belli değildir. Sekizinci asırda Matarî bu mescidi “Ebuzer” ismiyle
yad etmiştir.
Mescidin yapımı 1420 yılına kadar Suudi devletinin ilk yıllarına aitti ve bu
yılda yenileme hedefiyle yıkılmış ve elinizdeki bu eserin yeniden ele alındığı
zamanda restoresi tamamlanmıştır.
(Resim/164)
2. Dir' veya Şeyheyn Mescidi
Aynı şekilde Uhud Gazvesi yadigârlarından birisi de Allah Resulü’nün (s.a.a)
Uhud üzerinde yer alan “Dir’ Mescidi”dir. Uhud Savaşı’nda Allah Resulü’nün
izlediği yolla alakalı nakillerde yaşlı bir erkekle kadına ait olan Şeyheyn
isminde küçük bir yapıya işaret edilmiştir.
Tarihte yazıldığına göre Allah Resulü Şeyheyn denilen bu yerde durup namaz
kılmak için zırhını çıkarmıştır. Bazıları Allah Resulü (s.a.a) burada zırh (Dir’)
giymesi hasebiyle söz konusu mescide “Dir'” denildiğini söylemişlerdir.601 Bu
naklin doğru olmaması gerekiyor, zira Allah Resulü (s.a.a) Medine’den dışarı
çıkma kararı aldığında Medine’de zırhını giydi.602
-Bu mescid hakkında bakınız: el-Medine beyne’l-Mazi ve’l-Hazır, s.326-329; et-Tuhfetü'l-Latîfe,
c.1, s.67.
600
-Musned-i Ahmet, c.3, s.130.
601
-el-Mağazi, c.1, s.219.
602
-El-Medinetü beyne’l Mazi ve’l Hazır, s.374.
599
239
İslam ordusunun Uhud yolunu takip ettiği yolda yer alan Dir’ Mescidi, hali
hazırda Allah Resulü’nün (s.a.a) ikamet edip geride yadigar olarak bıraktığı
mescidlerden birisidir. Allah Resulü’nün (s.a.a) akşam ve yatsı namazını bu
mescidde kılıp ve burada sabahladığını söylemişlerdir. Ayrıca rivayete göre
Allah Resulü (s.a.a) ordusunu burada denetlemiş ve Zeyd b. Sabit ve Usame b.
Zeyd gibi yaşı küçük olan fertleri geri göndermiştir.
Bu mescid daha sonraları “Dir' Mescidi”, “Bedai’ Mescidi” ve “Şeyheyn
Mescidi” isimleriyle anılmıştır.603
Her halükarda eski nakiller esasına göre Allah Resulü (s.a.a) bu mescidde
namaz kılıp sabahı burada geçirmiştir.604
Bu mescid bir zamanlar üstü açıktı, ancak son yıllarda Medine
hayırseverlerinden birisi burasını yenileyip donatmış ve mescidin alanı yüz
metreye ulaşmıştır.
Dir' veya Şeyheyn Mescidi, İstirahe Mescidi’nin yaklaşık üç yüz metre
uzağında Uhud’a doğru hareket halinde olan birisinin sol tarafına düşen fer’i
bir yerde bulunmaktadır. Dir' Mescidi’nin karşısındaki sokakta üzeri şapkaya
benzer bir şekilde örtülü benzin istasyonu yapılmıştır.
(Resim/165)
3. Ben-i Hârise veya Mustarah Mescidi
Allah Resulü’nün (s.a.a) Uhud’a doğru hareket ettiği yolun devamındaki
bölgede ziraatla uğraşan Ben-i Hârise taifesi yaşıyordu. Bu taifenin de mescidi
vardı ve doğal olarak Allah Resulü (s.a.a) bu mescidde namaz kılmış ve
Uhud’a hareket ettiklerinde gece burada durup dinlenmiştir. Bu mescid Ben-i
Hârise bölgesinde olduğu için “Ben-i Hârise Mescidi” denilmiş ve Allah
Resulü (s.a.a) burada istirahat ettiği için de “Mustarah Mescidi” ismini
almıştır. Rivayette geldiğine göre bu mescidin halkı öğle namazını kıldıktan
sonra kıblenin değiştiğini duyduklarında ikindi namazını Kâbe’ye doğru
kılmışlardır.605
Seyyidü’ş-Şüheda Caddesi’nin kenarında yer alan –Şeyheyn Mescidi’nin sekiz
yüz metre kuzeyinde– bu mescid nefis bir yapıya sahiptir. Mescidin yanındaki
Osmanlılar dönemine ait olan kalenin bir bölümü varlığını korumuş ancak
1416 yılında yıkılmıştır.
-Tarihu’l Mealimi’l Medineti Kadimen ve Hadisen, s.133.
-Tarih-i Medineti’l-Münevvere, c.1, s.72.
605
-Kitabu Buhari, Kitabu’s-Salat, c.8, s.399; Mecmeu’z-Zevaid, c.2, s.14.
603
604
240
Uhud’la Medine arasında yer alan Ben-i Hârise bölgesi önemli bir yerdi.
Hendek Savaşı’nda da kazılan hendek, Ben-i Hârise bölgesinin doğu ve batı
kenarından geçmiştir. Daha önce söylediğimiz gibi Ben-i Hârise ile Medine
arasında Ben-i Abdu’l-Eşhel kabilesi yer almıştır ve Ebuzer Mescidi bu
kabileye aittir.
Hem Uhud Savaşında hem de Ahzâb savaşında Ben-i Hârise Allah Resulü’ne
(s.a.a) zorluk çıkarmıştır. Cabir b. Abdullah Ensari Ali İmran Suresinin 122.
ayeti olan “Hani sizden iki takım (paniğe kapılarak) çözülmeye yüz
tutmuştu. Hâlbuki Allah onların yardımcısı idi. Müminler, yalnız Allah’a
tevekkül etsinler” ayetinin Uhud hadisesinde Ben-i Hârise ve Ben-i Seleme
hakkında indiğini nakletmiştir.606Aynı şekilde başka bir habere göre Ahzâb
Suresi’nin 13. ayeti olan “Onlardan bir grup Allah Resulü’nden izin
istiyorlardı” ayeti de Ben-i Hârise ile alakalıdır.607
Tarihçilerin yazdığına göre hicri 62 yılında Hirre olaylarında Şam ordusu
Medine’ye saldırdığı ve inkılâbiler bu bölgeye hendek kazdığı zaman Ben-i
Hârise Şam ordusunun Medine’ye giriş yolunu hazırlamış,608 Şam ordusunun
bu mukaddes şehre girmesiyle zalim Emeviler katliam gerçekleştirmiştir.
(Resim/166)
Ebvâ’da Peygamber’in (s.a.a) Annesinin Kabri
Konumuzun burasında Mekke ile Medine arasında kalan Ebvâ bölgesindeki
mukaddes yerlerden birisi olan Allah Resulü’nün (s.a.a) annesinin kabrini
anmamız çok uygun olacaktır.
Allah Resulü (s.a.a) altı yaşındayken annesiyle birlikte dayılarını ziyaret
etmek için Medine’ye gitti ve Daru’n-Nabiğa’daki –hali hazırda Mescid-i
Nebevi’de (s.a.a) yer almaktadır– babasını ziyaret etti. Bu yolculukta Ebu
Talib ve Amine’nin Habeşli hizmetçisi Ümmü Eymen’de Allah Resulü’nün
(s.a.a) yanındaydılar. Yolculuğun dönüşünde Ebvâ bölgesinde Âmine vefat
etti ve bu bölgeye defnedildi. Başka bir görüşe göre Âmine, Mekke’deki
Hacun veya Ma’lat Mezarlığına defnedilmiştir. Her halükarda Osmanlı
döneminde her iki yerde de Amine’ye ait kabir yapılmış ve Vahabilerin
Hicaz’ı ele geçirmelerinden sonra her iki kabir de yıkılmıştır.609
Ebvâ bölgesi, Mekke ile Medine yolu arasında Vedan Vadisi yakınındaki
Ebvâ şehrinin on kilometre uzağında yer alan bir ziraat köyüdür.
-Kitabu Buhari, Kitabu’t-Tefsir, hadis no: 4558.
-el-Camiu lil Ahkami’l Kur’an, Kurtubi, c.14, s.148.
608
-Vefâul-Vefâ, c.1, s.130-131.
609
-et-Tarihi’l-Kavîm, c.1, s.74.
606
607
241
Kameri 1383 yılında Muhammed Tahir Kurdî Amine’nin kabrini ziyaret etmiş
ve kitabında kabrin resmine yer vermiştir.610
Semhûdî, Ebvâ kasabasında Peygamber’in (s.a.a) ismini taşıyan bir mescidin
olduğunu ve son zamanlarda bu mescidin eserlerinin kaldığını yazar.
Bedir Bölgesi
Hicretin ikinci yılında Ramazan ayının on yedisinde üç yüze yakın İslam
ordusu Ebu Cehil’in komutasındaki bin kişilik Kureyş ordusuyla Bedir
bölgesinde karşı karşıya geldiler. Bu savaşta zafer İslam ordusuna nasip oldu
ve yetmişten fazla Kureyş’in önde gelen büyükleri öldürüldü. Allah Resulü
(s.a.a) onların cesetlerini toplatıp bir kuyuya doldurdu ve onlara hitaben şöyle
buyurdu: ‘Ben Allah Teâlâ’nın vadesinin gerçekleştiğini gördüm, siz de
kendinize vaat edilenin gerçekleştiğini gördünüz mü?’ Enfal Suresinde bu
savaş hakkında bilgi verilmiş ve Allah Teâlâ, zulmün kökünün kazınması için
böylesine önemli bir zaferi Müslümanlara nasip etmiştir. Bedir bölgesi
Medine-i Münevvere’ye yüz elli kilometre uzaklıkta önemli bir yerleşim
bölgesidir. Büyük Hicret Yolu yapılmadan önce Mekke’nin Medine’ye geçiş
yolu Bedir’den geçiyordu, ancak hali hazırda yolcular burayı kullanmıyorlar.
Bedir şehitlerinin kabri bu bölgededir ve ziyaretçiler şehitlerin kabirlerini
ziyaret etmek için buraya gelirler. Söz konusu kabristanın kenarında halk
mezarlığı vardır. 1386/2007 yılında Mi’raci, Mihrizi ve Mehdevi Rad’ın da
yer aldığı bir grupla birlikte Bedir bölgesini ziyaret etmiştik, ancak
görevlilerin zorluk çıkarması sebebiyle mezarlığın içine giremeden mezarlığın
duvarı kenarından ziyaretname okumuştuk.
(Resim/167-168’ye)
Hayber ve Fedek
İslam’ın doğuş yıllarında Medine Yahudileri dışında Medine’nin yüz altmış
beş kilometre kuzeyinde Hayber bölgesindeki kalelerde (Ut’um) belli sayıda
Yahudi yaşıyor ve ziraat için kalelerden dışarı çıkıyorlardı.
Hayber bölgesi hava ve su koşulları açısından Hicaz bölgelerinin en verimli
ziraat bölgelerinden sayılmıştır. Her bir köşesinden yüzlerce kaynak suyunun
çıkmasına rağmen yine de dağlık bir bölgedir. Bölge ürününün çoğunluğunu
hurma oluşturur öyle ki, hurmanın Hayber’e götürülmesi –Kekiğin Kirman
şehrine götürülmesi misali– kınanma konusu olmuştur.
Hayber bölgesi ismiyle anılan Hayber şehri kuzeyde Tebuk, doğuda Hail,
batıda el-Ula ve güneyde Medine şehrine komşudur. “Medine-i Münevvere
Emirlikleri”nin bir bölümünü oluşturan Hayber’in yüzölçümü yirmi bin
610
-Et-Tarihi’l-Kavîm, c.1, s.80.
242
kilometre ve nüfusu yaklaşık altmış bindir. Hayber hali hazırda Medine’nin
170 kilometre kuzey doğusunda ve Medine-Tebuk-İran yolu üzerinde yer
almıştır.
İslam’dan önce bu bölgede halkın içinde yaşadığı büyük ve sağlam kaleler
vardı ve halk ekim dikim için kalelerden dışarı çıkıyordu. Söz konusu bu
kalelerin eserleri günümüze kadar varlığını korumuştur.611
Sadrı İslam’da Hayber Yahudileri ile ilgili şöyle bir olay yaşandı: Onlar Ben-i
Nadir ve Ben-i Kurayza olayından sonra Sullam b. Ebi’l Hakik ve Huyey b.
Ahtab gibi Yahudilerin ileri gelenlerine yer vererek İslam’ın aleyhine komplo
girişiminde bulundular. Bu sebeple hicri yedinci yılın Muharrem ayında İslam
ordusu onlara saldırdı ve Naim, Kamus vb. gibi Yahudi kaleleri birbiri ardınca
yenilgiye uğratılarak Müslümanların eline geçti. Hatta Merhab ismindeki
Yahudi İmam Ali’nin (a.s) eliyle öldürüldü. Kuşatılan Yahudi kalelerinden
birisi Allah Resulü’ne (s.a.a) mal ve canlarının korunması şartıyla teslim
olacaklarını söyledi. Hayber’in birkaç kilometre doğusunda yer alan ve
gerçekte Medine’ye çok yakın olan Fedek halkı da Allah Resulü’ne (s.a.a)
aynı şartlarda teslim olacağını ilan etti ve böylelikle Fedek Peygamber’le
(s.a.a) savaşmaksızın teslim oldu. Ele geçirilen mallar fıkhi açıdan tamamen
Allah Resulü’nün (s.a.a) sorumluluğunda olduğu için Peygamber (s.a.a) onu
Fatıma’ya (s.a) vermişti, ancak bilindiği gibi Allah Resulü’nün (s.a.a)
vefatından sonra Fedek, zamanın hükümeti tarafından Hz. Zehra’nın (s.a)
elinden alındı.
Hali hazırda Fedek yerine el-Hait isminde çok gelişmiş bir şehir dikkati
çekmekte ve ziyaretçilerin ilgi ve alakasını toplamaktadır.612
(Resim/169’dan 172’ye)
-Bu kaleler hakkında bilgi edinmek ve resimlerini görmek için bakınız: Hayber, Hüseyin Keremi,
Tahran, 1388.
612
-Bu konuda bakınız: Medine Şinasi, c.2, Hayber Savaşı’yla alakalı bölüm; Mikat Dergisi,
Muhammed Taki’nin “Fedek Nemadı Mazlumiyeti Ehli Beyt” adlı makalesi, sayı,34, s.79 ve 158-183.
611
243
KAYNAKLAR
1. el-Âsaru’l İslamiye fi Mekketi’l Mükerreme, El-Hârisi, 1430.
2. Âsaru’l Medineti’l Münevvereti, Abdülkuddus El-Ensari, Medine, ElMektebetü’l İlmiyeti’t-Ticariyye, 1985.
3. İthâfu’l-Verâ bi Ahbâr-i Ümmü’l-Kurâ, Ömer b. Fahd, Mekke, Danişgahi
Ümmü’l-Kurâ, 1983.
4. Uhud: El-Asar, El-Marike, Et-Tahkikat, Yusuf b. Matar Muhammedi, Suud
b. Abdülmuhyi El-Ensari, Cidde, Daru’l Mücteme, 1992.
5. Ahbâr-i Medineti’r-Resul, Muhammed b. Muhammed En-Neccâr, Mekke,
Mektebetü’s-Sekafe, 1981.
6. Ahbâr-i Mekke, Ebu Abdullah Muhammed b. İshak El-Fâkihî, Tashih-i
Abdülmelik b. Duheyş, 1994.
7. el-Ercü’l Meska.
8. İfâdetu’l-Enâm bi Ahbâr-i Beledillahi’l Haram.
9. Atlas-ı Tarihi İslam, Sadık Âinevend, Tahran, Medrese, 1378 ş.
10. Bihâru’l-Envâr, Muhammed Bakır Meclisi, Beyrut, Müessesetü’l Vefa.
11. Behcetü’n-Nüfus ve’l Esrar, Abdullah b. Muhammed El-Mercani, Mekke,
Mektebetü Nezar Mustafa Elbaz, 1998.
12 Bisuyi Ümmül Kura, Resul Caferiyan, Tahran, Meş’ar, 1373.
13. et-Tarihu’l Kavim li Mekketi ve Beytullahi’l Kerim, Muhammed Tahir
Kurdî, c. 5 Mekke, Mektebetü’n-Nehzati’l Hadise, 1412 k.
14. Tarihu’l Medineti’l Münevvere, Ebu Zeyd Ömer b. Şebbeh, Daru’l Fikr,
1368 ş.
15. Tarihu’l Mealimi’l Medineti’l Münevvereti Kadimen ve Hadisen, ElHayyârî, Tashih Muhammed Emin Kurdî, Medine, Daru’l İlm, 1410.
16. Tarihi Bist Salei İran, Hüseyin Mekkei, Tahran, Emir Kebir, 1356.
17. Tarihu Mekke, Ahmet Es-Sebai, Mekke, Nadi’s-Sekafi, 1994 m.
18. Tarihu Mekke, Ebu’l Velid Muhammed b. Abdullah El-Ezrâkî, Kum,
Mektebetü’ş-Şerifi’r-Rıza.
19. et-Teberrük, Hüseyin Ali El-Ahmedi’l Miyaneci, Tahran, Meş’ar, 1380.
20. Tuhfetü’l Ezhar fi Nesebi Ebnai Eimmeti’l Edhar, İbni Şedkam, Tahran,
Mirasu Mektub, 1379 ş.
21. et-Tuhfetü’l Latife fi Tarihi’l Medineti’l Müşerrefe, Şemsü’d-Din EsSehâvî, Kahire, 1979 m.
244
22. Tercümet-i el-İmam Ali b. Ebi Talib (a.s) min Tarihi Dimeşk, İbn-i Asâkir,
Tahkik: Muhammed Bakır El-Mahmudi, Beyrut, Müessesetü’l Mahmudi,
1398 k.
23. Terğibu Ehli’l Meveddeti ve’l Vefa fi Sukna Daru’l Habibi’l Mustafa
(s.a.a), İsmail b. Abdullah Üsküdari (vefat 1182), Tahkik: Adil Ebu’l-Mün’am
Ebu’l Abbas, Medine-i Münevvere, Mektebetü’s-Sekafe, (Bi ta).
24. et-Tarif bimâ Aneseti’l-Hicretu min Meâlim-i Daru’l-Hicret,
Muhammed b. Ahmet El-Matarî, Medine, El-Mektebetü’l İlmiye, 1382 k.
25. Camea-i Şia-i Nuhâvele der Medine-i Münevvere, Vernerande, Tercüme;
Resul Caferiyan, Kum, Delil 1379.
26. el-Hac ve'l-Umre fi'l-Kitab ve's-Sünne, Muhammed Muhammedi Reyşehri,
Tercüme: Cevad Muhaddisi, Kum, Daru’l Hadis 1380.
27. ed-Derrü’s-Semîn fi Mealimi Dari’r-Resuli’l Emin, Ğali Muhammed Emin
Eş-Şenkîtî, Cidde, Daru’l Kıble 1992.
28. Rebiu’l Ebrar, Carullah Zemahşeri, Ofset Kum, Menşuratü’r-Rıza, 1369 ş.
29. Rıhlet-i İbni Batuta, Beyrut, Daru Sadır, 1985 m.
30. er-Rıhletü’l Hicaziyet, Muhammed Lebib El-Betnuni, Kahire, EsSekafetü’d-Diniye.
31-er-Ravzü'l-Ünüf fî Şerhi's-Sîreti'n-Nebeviyye li'bni Hişam, Abdurrahman
Es-Suheylî, Beyrut, Daru İhyai’t-Turasi’l Arabî, 1412 k.
32. Zadu’l Mead fi Hedyi Hayri’l İbad, İbni Kayyimi’l Cevziye, Beyrut,
Müessesetü’r-Risale, 1412 k.
33.
34. Seyahatname-i Muhbiru’s-Saltana, Mehdi Galihan Hidayet (1321), Seyit
Muhammed Debir Siyaki, Tahran, Tiraje 1368.
35. Seyahatname-i Mekke, Hisamu’s-Saltana, Resul Caferiyan’ın çalışması,
Tahran, Neşri Meş’ar 1374.
36. Seyahatname-i Molla İbrahim Kazruni, Miras-i İslamiyi İran, Defteri
Pencum, 1376 ş.
37. Seyahatname-i Manzumi Hac, Banuyi İsfehânî, Resul Caferiyan’ın
çalışması, Tahran, Neşri Meş’ar 1374.
38. Seyahatname-i Mekkeyi Muazzama, Mirza Abdülhüseyin Han efşar (1299
k), Resul Caferiyan’ın çalışması, Tahran, İlm 1386.
39. Seyahatname-i Naibu’s-Sadr Şirazi, (Tuhfetü’l Haremeyn), (1305) Mirza
Masum Naibu’s-Sadr Şirazi, Tahran, Babek 1362.
40. es-Siretu'n-Nebeviyye, İbn-i Hişam, Tashih: Mustafa Es-Seka, İbrahim ElEbyari, Beyrut, Daru’l Marife.
41. Şuzuratü’z-Zeheb fi Ahbâri men Zeheb, İbnu’l İmad El-Hanbeli, Dimeşk,
Daru İbni Kesir, 1406 k.
42. Şifau’l Ğuram bi Ahbâr-i Beledi’l Haram, Takiyü’d-Din Ahmet El-Farisi,
Mekke, Daru İhyai’l Kutubi’l Arabiyye 1956.
43. Tabakatü’l Kübra, Beyrut, Daru Beyrut, 1405 k.
44. el-Ikdu's-Semîn fi Ahbâri’l Beledi’l Emin, Muhammed b. Ahmet El-Fâsî,
Kahire, Vezaretü’s-Sekafe, 1398 k.
45. İlelü’ş-Şerai, Şeyh Saduk, Necef, Matba’atü’l Hayderiyye, 1385 k.
46. Umdetü’l Ahbâr fi Medineti’l Muhtar, El-Abbasi.
245
47. Uyun-u Ahbari'r-Rıza, (a.s), Muhammed b. Ali b. El-Hüseyin b. Babeveyye
Eş-Şeyh Es-Saduk, Tahran, A’lemi.
48. Gayetü’l Meram bi Ahbâr-i Saltanati Beledi’l Haram, Abdülaziz b. Ömer
b. Muhammed Fahd, Mekke, Daneşgahi Ummü’l Kura 1988.
49. Futuhu’l Buldan, Bilazeri, Beyerut, Daru’l Kutübü’l İlmiyye,1987 m.
50. Faslü min Tarihi’l Medineti’l Münevvere, Ali Hafız, Cidde, Mektebetü’sSekafe.
51. Fezâili’l-Medineti’l Münevvere, Halil İbrahim, Cidde, Daru’l Kıble 1993.
52. fi Rihabi Beytullahi’l-Haram.
53. Usul-u Kâfi, Sikatü’l İslam Kuleyni, Tashih: Eli Ekber Gaffari, Tahran,
Daru’l Kutubi’l İslamiyye.
54. Menla Yahzuruhu’l Fakih, İbni Babeveyh Es-Saduk, Tahkik: Es-Seyyit
Hasan Horasan, Beyrut, Daru’l Ezva 1405.
55. Kitabu’l Buhari.
56. Kitabu Müslim.
57. Mecmeu’z-Zevaid ve Menbeu’l Fevaid, Nuru’d-Din Ali b. Ebi Bekr ElHeysemi, Beyrut, Daru’l Kutub, 1967 m.
58. Mücmelü’t-Tevarih ve’l Kısas, (Müellifi bilinmiyor), Tashih: Seyfu’d-Din
Necm Abadi-Zikferid, Berlin, 2000 m.
59. el-Mecmuatü’l Musavvarati li Eşheri’l Mealimi’l Medineti’l Münevveret,
Abdülaziz El-Kakî, Medine, 1999 m.
60. el-Mehasin, Ahmet b. Muhammed b. Halid Bergi, Tashih: Muhaddis
Ermevi, Tahran, 1370ş.
61. Medine Şinasi, c. 1-2, Muhammed Bakır Necefi, baskı: Almanya.
62. el-Medinetü’l Münevvere Tatavvuruha El-Umrani, Salih Lemei Mustafa,
Beyrut, Daru’n-Nehzeti’l Hadisise 1981.
63. el-Medinetü’l Münevvereti fi Rihleti’l Ayaşi, Muhammed Emhazun,
Kuveyt, Daru’l Erkam.
64. Murucu’z-Zeheb, Ali b. Hüseyin El-Mesudi, Tashih: Şarel Pela, Beyrut
1973.
65. el-Mesâcidi’l-Eseriyye fi’l Medineti’l Münevvere, Muhammed İlyas
Abdulğani, Medine 1998.
66. Müstedreku Vesailü’ş-Şia, Mirza Hüseyin En-Nuri, Tahkik: Müessesetü
Âli’l Beyt li İhyai’t-Turas, Kum.
67. el-Mescidi’n-Nebevi İberi’t-Tarih, Muhammed Seyyit El-Vekil, Cidde,
Daru’l Mücteme 1988.
68. Müsned-i Ahmed, (altı ciltlik baskı).
69. Misbahu'l-Mutecehhid, Eş-Şeyh Et-Tusi, Müessesetü Fıkhi’ş-Şia.
70. el-Mearif, İbni Kuteybe Ed-Dinuri, Kum, Mektebetü’ş-Şerifi’r-Rıza, 1373
ş.
71. Mealimü’l Esire fi’s-Sünneti ve’s-Sire, Muhammed Muhammed Hasan
Şerab, Dimeşk, Daru’l Kalem 1991.
72. Mucemu'l-Buldan, Yakut Hımevî, Beyrut, Daru’l Kutubi’l İlmiye 1990.
73. Mucemu’l Mealimi’l Coğrafiyye fi’s-Sireti’n-Nebeviyye, Âtik b. Gays ElBeladi, Mekke, Daru Mekke 1972.
246
74. Mucemu Mealimi’l Hicaz, Âtik b. Gays El-Beladi, Mekke, Daru Mekke
1978.
75. el-Meğazi, Muhammed b. Ömer El-Vakidî, Beyrut, Müessesetü’l A’lemi
1989.
76. Mekatilü’t-Talibin, Ebu’l Ferec El-İsfehânî, Tashih: Ahmet Sakar, Kum,
Mektebetü’ş-Şerifi’r-Rıza, 1373 ş.
77. Menâihi’l-Kerem, Ali b. Tacu’d-Din Es-Sencari, Mekke, Danişgahi
Ummu’l Kura 1998.
78. en-Nücumu’z-Zâhire fi Ahbâr-i Mısr ve’l Kahire.
79. Nezhetü’n-Nazırin, Cafer b. İsmail El-Berzencî, Kahire 1998.
80. Vefâul-Vefâ bi Ahbâr-i Dari’l Mustafa, Nuru’d-Din Ali Es-Semhûdî,
Beyrut, Daru İhyai’t-Turasi’l Arabi 1995.
247
248
Download