Gönüllerin Fethi (Semerkand Haftası)

advertisement
‫الرِحيم‬
َّ ‫الر ْْح ِن‬
َّ ِ‫بِ ْس ِم هللا‬
ِِ
ِ ْ ‫السالَم على سيِ ِدنَ حُم َّمد وآلِِه وصحبِ ِه أ‬
ِ
‫ي‬
َّ ‫ي َو‬
َ ‫َْجَع‬
َ ‫اَ ْْلَ ْم حد ِل َر ِب الْ َعالَم‬
ََْ َ َ
َ َ َ ‫الصالَةح َو َّ ح‬
1
GÖNÜLLERİN FETHİ (Semerkand Haftası)
Manevi temelini Şeyh Edebali (k.s)’nin, zahiri yapıtaşını Osman Gazi’nin attığı ve gelecekte dünyanın dört bir
tarafında İslam’ın hizmetkârlığına soyunacak olan Osmanlı devletine fetih ruhu Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)’den miras kalmıştır.
Savaşların, yıkımların, istilaların ve soykırımların gündemden düşmediği günümüz dünyasında, İslam fethinin
farkının ne olduğu iyi anlaşılmalı ve anlatılmalıdır. Tarih sayfalarımızı dolduran olayların muhasebesini yapabilmek
için fetih ruhunu anlamak zorundayız. Ancak bu şekilde bunalımını yaşadığımız kimlik sorunumuzu aşabilir,
tarihimizle yeniden barışabiliriz.
Fethi nasıl anlamalıyız? Fetih, Allah’ın mülkünde Allah’ın adının yüceltilmesi (İlâ-yı Kelimetullah), kalplerin ve
ülkelerin Allah’ın rahmetine ve adaletine açılması davasıdır. Bu tarif aslında Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in
örnek hayatının ve vazifesinin bir yansımasıdır.
Gerçekte fetih ruhu müminlere Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’den miras kalmıştır. O, önce
insanların gönüllerini fethetti sonra bağrında Beytullahı barındıran Mekke şehrini...
Her iki fetih de aynı amaç için yapılmıştı. İnsanın içinde ve Mekke şehrindeki Beytullah’ı, yani Allah’ın evini
Allah’tan gayrı olanlardan temizlemek. Böylece fethi manevi ve maddi diye ayırsak da, amacın Allah için olması
esastır.
Eğer fetih Allah için olmaz ise o mücadele Allah katında boş bir dava olmaktan öte gidemez. Buna fetih de
denemez. Bunun adı artık fetih değil, belki bir “nasiplenme” dir. Yani pay alma, işgal etme, üstün olma ve sömürü
davasıdır. İşte fethi diğer mücadelelerden ayıran temel fark da budur.
Fetih denilince hiç şüphesiz ilk akla gelen, Rabbimizin Habibine müjdesini vahiyle bildirdiği Mekke-i
Mükerreme’nin fethidir. Yani “Feth-i Mübin” dir. Bu fetih fetihlerin en büyüğü ve anlamlısıdır. Zira Mekke-i
Mükkereme görünürde bir yeryüzü parçası, hakikatte ise kâinatın kalbi hükmündedir. Bu sebeple bu şehrin
fethinde zahiri ve batıni pek çok hikmetler ve dersler vardır.
Mekke-i Mükerreme, Beytullah’ı bağrında taşır. Beytullah ise Allahu Teâlâ’nın vahdaniyetinin simgesi ve
kıblesidir. Allahu Teâlâ, Kâbe’ye yönelmeyi Allah’a yönelmekle bir tutmuştur. Bu sebeple Kâbe’nin putlardan
temizlenmesi ve asıl kimliğine kavuşması gerekiyordu. Belki bütün yeryüzü fetholunup yalnız Mekke-i Mükerreme
kalsaydı, fetihler temsil ettikleri manaya eremeyecek ve tevhid yeryüzünde ikame edilmiş olmayacaktı. Bu fetih,
hakkın hâkimiyeti ve batılın zevalinin de bir göstergesidir.
Mekke-i Mükerreme’nin fethi sonraki bütün fetihlerin anası olacak ve her fetih mesajını ve ruhunu bu
fetihten alacaktı. Tarih boyunca bütün aklıselim sahipleri, kan dökülmeden en büyük fethin nasıl gerçekleştiğini
idrak edecek, böylece en büyük Fatih olan Habib-i Kibriya s.a.v.’in nasıl gönüllere hükmettiğini de anlayacaklardı.
Resûl-i Ekrem (sallallâhü aleyhi ve sellem)'in ahlâk prensibi, düşmanı imha etmek değil, daima onu kazanmayı tercih
etmekti. Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) kendisine karşı yapılan bütün hakaretlerin, bütün haksızlıkların
intikamını alabileceği fırsat Mekke'nin fethedildiği gündü. İşte o gün fetih konuşmasında,
"Benim size ne yapacağımı zannediyorsunuz?" diye sordu.
"İyilik ümit ediyoruz. Sen kerim bir kardeş ve kerim bir kardeş oğlusun" dediler.
Bunun üzerine Hz. Peygamber
(sallallâhü aleyhi ve sellem),
"Gidiniz, serbestsiniz" buyurdu.1
5âmî, Sübülü'ı-Hüdâ Ve'r-Reşâd, 5/242; Kàdî İyâz, Eş-,5ifà, 1/81; İbn Hişâm, Sîre, 4/47; Kandehlevî, Hayâtü's-Sahâbe, 1/315; İbn Kesîr, Es-Siretü
Nebeviyye, 3/570.
1
2
Tarihte, zor ve baskı altında tutulup vatanından kovulan, sonra da vatanına dönme imkânını elde edince
oradakilere dokunmayan ve intikam alma yoluna başvurmayan herhangi bir şahıs ve toplum bulmak oldukça güçtür.
Uzun süren kanlı çarpışmalardan sonra karşı karşıya gelen ve bu karşılaşmada kin ve intikam duygusu bulunmayan iki
düşmana rastlamak da zordur. Bunun sırrı, Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)'in müsamaha anlayışında yatmaktadır.
Fetihten sonra Mekke halkı sanki mağlup edilmiş bir millet değildi; hak ve vazifeler konusunda zaferi kazananlarla
eşit duruma gelmişlerdi.
Yâ Allah yolunda cihad eden mücahidler ne ile meşguldüler? Onlar, yağma vb. ile meşgul değillerdi; belki de
Mekke'yi fethettikleri günün gecesini sabaha kadar tekbir, tehlîl ve Kâbe'yi tavafla geçirmişlerdi.2
Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem), Mekke'de hiçbir asker bırakmadan Medine'ye çekildi. Mekke'nin idaresini de
İslâm'ı yeni kabul etmiş Mekkeliler'e bıraktı. İşte Hz. Peygamber’in bütün bu davranışları, insanların kalbinin nasıl
kazanılacağını gösteren ve İslâm'ın hoşgörü anlayışını apaçık ortaya koyan hususlardır.3
Bu mukaddes fetih şu mesajı vermektedir: Fetihlerde asıl olan kalplerin fethidir. Ülkelerin fethi ise bu asıl
fethin tabii sonucudur. Bu sebeple tarih boyunca fetihlerin kalıcı olduğunu, ancak zulüm ifadesi olan işgallerin ise
kısa ömürlü olduğunu görürüz. Çünkü işgaller, fıtrata aykırı olarak gönüllere baskı uygularken, fetih ise insan
fıtratını okşar.
Fethin çağrıştırdığı en önemli mana şudur: Yeryüzünün kalbi hükmündeki Kâbe’nin putlardan temizlenmesi
insanlığın kurtuluşu için nasıl hayati bir önem taşıyorsa, beden ülkesinin merkezi olan insan kalbinin de, her türlü
putlardan ve masivadan temizlenmesi de aynı şekilde hayati önem taşımaktadır. Mekke-i Mükerreme’de nasıl Kâbe
Beytullah ise kalbimiz de Beytullah’tır. Unutulmamalıdır ki bedenimizdeki Beytullah’ın yıkılması Mekke-i
Mükerreme’de bulunan Beytullah’ın yıkılmasından daha büyük bir cürümdür. Çünkü Beytullah, Allah’ın evi olarak
vasıf edilmekle beraber insan eliyle inşa edilmiştir. Oysa insan kalbi bizzat Rabbimizin yaratmasıyladır. Dolayısıyla
kalbin fethi daha hayati bir önem taşımaktadır. 4
Bütün peygamberlerin temel görevi, kalpleri Allah’a çevirmektir. Bütün ilahi kitaplar, insanları zulmetten
nura, batıldan hakka, kötülükten hayra, hayvaniyetten insanlığa çıkarmak için gönderilmiştir.
Dinin hedefi insandır. İnsandaki hedef nokta kalptir. Kalbin en mühim vazifesi iman ve sevgidir. Sevginin
sonu, teslimiyet ve taattır. Yakinen inanmayan kimsenin sevgisi yalan, teslimiyeti riya, taatı taklittir.
Asıl mesele, harbi değil, kalbi kazanmaktır; kaleye değil, kalbe girmektir. İslam’ın istediği, kelle değil, kalptir.
Kalbini kazanamadığımız insan bizden değildir. Onun gülmesi, kızmasından daha tehlikelidir.
Allahu Teâlâ’nın bütün cihad emirleri, kalbi fethetmek için verilmiştir. İlk fethedilecek yer kendi kalbimizdir.
İlk teslim alınacak kimse, kendi nefsimizdir. Kalbi gaflet ile ölü olan bir kimse, başkasına hayat sebebi olamaz.
Eşyaya köle, şehvetine esir olan bir nefis, gerçek hürriyetin tadını alamaz ve başkasına tattıramaz.
Gerçek mü’minin bütün derdi Allah’ın rızasıdır. Biricik hedefi O’nun tanınmasıdır, tek beklentisi O’nun
sevilmesidir. Çünkü gerçek sevgiye ve övgüye sadece O layıktır. Kalbin huzuru ancak bu sevgi ile mümkündür.
İmansız paslı yürek, sinede yüktür; onun derdi dünyalardan büyüktür. Kalbin ilacı ilahi sevgidir. İnsan ancak bu
sevgi ile insandır. Bu sevginin kalplere ulaşması için ne yapılsa azdır.
Menkıbe
Bir şahıs Allah Rasûlü
(sallallâhü aleyhi ve sellem)’e
gelerek:
“Yâ Rasulallah! Bir adam ganimet için savaşıyor; bir başkası adının duyulması için savaşıyor, bir diğeri
yiğitliğini göstermek için savaşıyor, bir başkası kavim ve kabilesini savunmak için savaşıyor, birisi de karşı tarafa
kızdığı için savaşıyor, bunların hangisi Allah yolundadır?” diye sordu. Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem):
“Kim Allah’ın adını duyurmak ve dinini yaymak için savaşırsa, o Allah yolundadır; diğerleri değil.”
buyurdu.
İbn Kesîr, Es-Sîretü Nebeviyye, 3/576; 5âmî, Sübülül-Hüdâ Ve'r-Reşâd, 5/246; Kandehlevî, Hayâtü's-Sahâbe, 1/743.
Kalbin Hastalıkları, Siraceddin Önlüer, 2/146
4
Hayat Dengemiz, Peygamber’den (s.a.v.) Bir Miras: Fetih Ruhu, S. Muhammed Saki Erol
5
Buhari, Müslim, Ebû Davud
2
3
5
3
İşte bütün Peygamberler, âlimler, veliler, mücahidler, cömertler, şehitler hep bu uğurda mal ve can
vermişlerdir. Yani, Yüce Mevla’nın adını duyurmak, kalplere O’nu tanıtmak, sevdirmek ve insanları hiç bitmeyen bir
sevgiye erdirmek için çırpınmışlardır. Birilerini öldürmek için değil, diriltmek için hesap yapmışlardır. İntikam için
değil, ihya için yola çıkmışlardır. Çünkü bu ümmetin Peygamberi Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) böyle
yapmıştır ve böyle emretmiştir. Allahu Teâlâ’nın muradı budur. Şu örneği iyi düşünelim:
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem), Mekke’de iken Allah’ın adını duyurmak ve yüce daveti yaymak için Tâif’e gitti.
Sevgi ve merhametle halkı hak dine davet etti. Onlar iman etmedikleri gibi, edepsizce karşılık verdiler. Şehrin ayak
takımını ayarttılar; taşlı sopalı üzerine saldılar, saadetli ayaklarını kanattılar. Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)
kendisini bir bağa zor attı. Cenab-ı Hak, Habibinin sabır ve aşkını göstermek için, düşmanlarına imkân veriyordu.
Cebrail a.s. manzaraya dayanamadı, imdada yetişti. Yanında dağların meleği de vardı. Efendimize meleği gösterdi;
“emir ver şu dağı bu edepsizlerin üzerlerine kapatsın, hepsi helak olsunlar” dedi. Rahmet Peygamberi (sallallâhü
aleyhi ve sellem), Yüce Rabbin aşkına acısını unuttu, intikam hislerini yuttu ve “Hayır, hayatta kalsınlar. Bunlar bana
böyle davrandı, fakat ben bunların zürriyetlerinden ‘lâ ilâhe illallah’ diyecek bir neslin geleceğini ümit
ediyorum” buyurdu.
Ölçü ve hedef budur. Eğer münkir ve mücrimlerin helak edilmesi istenseydi, Allahu Teâlâ hiç kimseye
danışmadan bir anda hepsini helak eder, köklerini kazırdı. Mesele helak etmek değil, hayat vermektir. Hedef, yok
etmek değil, var oluşun manasını öğretmektir. Bunun için sabır, sevgi ve kontrol gücü gerektir.
Hz. Mevlâna’nın Mesnevisinde zikrettiği şu olay da bunlardan birisiydi:
Menkıbe
Hudeybiye dönüşü, fitne yatağı Kurayza ve Nadiroğulları üzerine gidilmiş, birçokları esir edilmişti. Görevliler
esirleri bağlayıp Medine’ye doğru sürüyorlardı.
Rahmet Peygamberi (sallallâhü aleyhi ve sellem) onlara bakıp güldü ve “Ne tuhaf! Şunların ellerini bağlayıp zorla
Cennet’e götürüyorlar; onlar ise gitmemek için asılıyorlar?” buyurdu.
Onun uzaktan tebessümünü gören esirler, durumlarıyla alay ediliyor zannettiler. Kendi aralarında:
“Şu peygambere bakın. Onun âlemlere rahmet olduğunu söylüyorlar. Geldi bizim kalemize girdi,
evlerimizi yıktı, ateşlerimizi söndürdü, ellerimizi bağladı. Bir de karşımıza geçmiş gülüyor” dediler.
çıkıp:
Onların bu gizli konuşmalarını Cenab-ı Hak, Rasulüne bildirdi. Allah Rasulü
(sallallâhü aleyhi ve sellem)
esirlerin yanına
“Ben sizi öldürmek için değil, kurtarmak için ordumu harekete geçirdim. Sizin kalenize değil,
kalplerinize girmek için geldim. Siz, inkâr ve küfür içinde Cehennemin üzerine ev kurmuştunuz, ben o evi yıkıp
size Cennette köşk yapmak için uğraşıyorum. Ben sizin elinizi tutup Cennet’e çekiyorum, siz elimden kurtulup
ateşe gitmek için çırpınıyorsunuz. Sizin bu halinize gülüyorum.” buyurdu.
İslam’a göre hiç bir şahıs veya ülkeye, para, toprak, petrol, bağ-bahçe, şehvet ve şöhret için cihad ilan
edilemez. Dinimizin istediği tek şey, Cenab-ı Hakk’ın kullara tanıtılması, kalplere sevdirilmesi ve dinin her türlü
şirkten temizlenerek sırf Allah için yaşanmasıdır.
İstanbul’un Fethi
Tarih sayfalarında önemli bir yer tutan, yeni bir çağın açılması ve bir çağın kapanması, olarak geçen devir,
İstanbul’un fethidir.
Sevgili Peygamberimizin (sallallâhü aleyhi ve sellem);
“Kostantiniyye mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onu fetheden
ordu ne güzel ordudur” hadis-i şerifinden işaret alan Müslümanlar, Ashab-ı Kiramdan itibaren İstanbul’u
fethetmek istemişlerdir. İstanbul’un manevi Sultanı Ebu Eyyüb el-Ensarî hazretleri de bu gaye uğruna şehid olan
4
mücahitlerden biridir. İbn-i Ömer, İbn-i Abbas, İbn-i Zübeyr ve daha niceleri bu orduda yer almıştı. Ancak,
Efendimizin müjdelediği bu şeref Osmanlının genç padişahı Sultan Fatih’e nasip olmuştur.
Fatih Sultan Mehmet Han, On üç yaşında ilk taht tecrübesi edinmiş, on altı yaşında II. Kosova zaferinde
mücahid bir şehzade ve cephe komutanı. On dokuz yaşında genç bir padişah. Yirmi bir yaşında “Fatih” unvanını
kazanmış, tarihçilerin “Sultanül Guzâti vel Mücahidin” (Gazilerin ve Mücahidlerin Sultanı) ve “Hakanül Berreyn
ve’l Bayreyn” (Karaların ve Denizlerin Hakanı) diye andığı II. Mehmed, matematik, felsefe ve mühendislikte âlim.
Balistik, mekanik ve dinamik dallarında kâşif, Devlet yönetiminde “Kanunname” sahibiydi. Edebiyatta “Avnî” müstear
ismiyle şair... Arapça, Farsça, Yunanca, Latince, Sırpça, İtalyanca, İbranice dilleri ile Uygur-Çağatay lehçelerini
bilen, mütefekkir, devlet adamı ve kumandan. Doğu’nun ve Batı’nın hükümdarıydı.
30 Mart 1432’de Edirne’de dünyaya geldi. Daha çocukluğundan itibaren emin ellerde talim ve terbiyesine itina
gösterilerek yetiştirildi. Hocaları arasında devrin meşhur âlimlerinden Molla Güranî, Akşemseddin, Molla Hayreddin
gibi isimlerin yanında, yabancılardan Ankonalı Griaco ve Giovanni Maria bulunuyordu.
Büyük dedesi Osman Gazi’nin kulağına söylenen “İstanbul’u aç, gülzar yap” sözleri ona da söylenmişti. Gözü,
Doğu Roma’nın son kalıntısı ve başkenti “Konstantiniyye”de idi. Bu şehir çocukluğundan beri rüyalarına giriyordu.
Kulaklarında yankılanan “Konstaniyye elbette fetholunacaktır. Onu fetheden ne güzel kumandan ve o asker ne
güzel askerdir” hadis-i şerifinde geçen “güzel kumandan” muştusuna erişmek için yanıp tutuşuyordu. Peygamber
övgüsüne mazhar olmaktan yüce daha ne olabilirdi? Bu sevda onda adeta aşka dönüşmüştü.
Devrin Mürşid-i Kâmili Akşemseddin (k.s) hazretlerinin bir numaralı müridi, madde ve manada fatih olmaya
aday. Tahta oturduğunda hemen yanı başında Çandarlızade Halil Paşa ile İshak, Sarıca, Zağanos, Şehabeddin
Paşalar gibi engin devlet tecrübesine sahip gazi devlet erkânı bulunuyordu.
Fetih için hazırlıklar başladı. Bu hazırlık içinde çağı aşan çalışmalar vardı. Metalurji alanında o güne kadar
görülmeyen imalat ile yeni toplar dökülmeye, roketler ve havan topları icad edilmeye başladı.
Diğer taraftan 1452’de dedesi Yıldırım Bayezid Han’ın yaptırdığı Güzelce (Anadolu) Hisarı’nın karşısına,
Boğazın Rumeli yakasında “Boğazkesen (Rumeli) Hisarının temellerini attı.
Hisarın planı, “Muhammed” isminin karaya atılmış bir imzası şeklinde çizilmişti. Planları, mimar Muslihiddin
tarafından çizilen bu kalenin inşaatına Padişah ve vezirler bizzat nezaret etmişti. Hisarın yapılmasından rahatsız
olan Bizans İmparatoru Konstantin Dragazes, Sultan’a elçi göndererek, inşaattan vazgeçilmesini isteyince Sultan
Mehmed’in cevabı şöyle oldu:
“İmparatorunuz Macarlar’la birleşip de babamın Rumeli’ye geçmesini engelledikleri zaman ne kadar güç bir
durumda kaldığımızı unuttunuz mu? Kadırgalarınız Boğaz’ı kapadı. Babam Sultan Murad, Cenevizliler’den yardım
istemek mecburiyetinde bırakıldı. Ben o zamanlar henüz pek genç olarak Edirne’de idim. Müslümanlar da, o
zamanlar dehşetten titriyorlardı. Siz, onların musibetlerine karşı hakaretlerde bulunuyordunuz. Babam, Rumeli
yakasında bir hisar yapmaya, daha Varna Savaşı’nda and içmişti. O andı şimdi ben yerine getiriyorum. Kendi
topraklarım üzerinde gönlümün istediği şeyi yapmama karşı gelmek için elinizde ne hak, ne de güç vardır. İki yaka
da benimdir. Anadolu sahili benimdir, çünkü siz savunmasını bilmiyorsunuz. Gidiniz, efendinize söyleyiniz ki, şimdiki
Osmanlı Padişahı kendinden öncekilere hiç benzemez. Şimdi benim iktidarımın eriştiği yerlere, İmparatorunuzun
hayalleri bile yetişemez.”
Kuşatma planı bizzat Sultan tarafından çizilip, uygulamaya konulmuştu. Şehrin haritasını eline alan Fatih,
topların ve kuşatma araçlarının nerelere konulacağını, nerelerden lağım açılarak, yerin altından şehre hücum
edileceğini, hendeklerin nerelerine merdiven dayanacağını, kara ve deniz birliklerinin yerlerini bizzat tespit edip,
harekâtı başlattı.
Maddi hazırlıkları bu şekilde tamamladıktan sonra, sıra manâ Sultanı Mürşidi’nin kapısını çalmaya geldi.
Bizansı tir tir titreten Sultan Mehmed, Akşemseddin’in huzurunda edep tutuyordu. Ak Şemseddin Hazretleri,
Kâmil bir insandı. Müridini, Padişah olmasına bakmadan terbiye sisteminde bir gevşeme, bir iltimas, bir hatır-gönüle
yer vermeyecek kıvamda yetiştirmişti. Mürid de o mürid idi ki, hükümdar olması, mürşidin varlığında tecelli eden
Rabbanî işaretleri fani bir kul olarak kabullenmesine engel değildi. Tarihe “çadır gecesi” olarak geçen o vuslat
5
gecesinde Ak Şemseddin, müridini olması gereken makamlara ulaştırmış, gönlünü aşk iksiriyle yıkamış, kalbini
ateşlemiş ve “Cihada var!. Ben de seninle bileyim...” diyerek gazâ meydanına salmıştı.
Medine’nin İstanbul’daki misafiri Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) ‘in ev sahibi Eyyüb el-Ensari’nin (r.a) kabri
şerifinin yeri tespit edilerek, Konstantiniyye’nin İstanbul olması için son hazırlık da tamamlanmıştı. 6
İstanbul’un muhasarası şiddetle devam ediyor, kanlar dökülüyor, henüz zafer nişanesi görülemiyordu. Bu
sırada kurulan Divan-ı Hümayun’da Bizanslılara hariçten yardım gelmekte olduğu da söyleniyordu. Kuşatmanın
anlaşma sonucu barışla sona ereceğini düşünenlerde olmuştur. Fakat bu kuşatmada âlimlerden ve evliyaullahtan
olduğuna inanılan yetmiş kadar zat vardı. Akşemseddin, Sivaslı Kara Şemseddin, Emir Buhari, Molla Fenari, Cübbe
Ali, Molla Gürani, Ensar Dede, Hatipzade, Molla Hace Hayreddin, Molla Siraceddin, Mehmed Çelebi gibi yüksek
simalar bunlar arasındadır.
Bu mübarek zatlar, İstanbul’un Müslümanlar tarafından mutlaka fethedileceğini, İstanbul’un fetholunacağına
dair hadis-i şerife dayanarak söylüyor, bu şerefe Fatih Sultan Mehmed’in erişmesini diliyorlardı. Hatta
َ ٌ ‫ ” بَ ْلدَة‬7 (güzel şehir) ifadesinin bu fethe tarih düşeceğini haber
Akşemseddin (k.s) hazretleri Kur’an’daki “ ٌ ‫ط ِّيبَة‬
َ ٌ ‫( “ بَ ْلدَة‬güzel şehir) ifadesi, İstanbul’un fethine tarih düşüp ebced hesabıyla hicri 857
veriyordu. (Kur’an’daki “ ‫طيِّبَة‬
yılını göstermektedir.)
İstanbul’un fethine yakın gökyüzünde parlak semavi bir alametin yükseldiği görülmüştü. Bu hayırlı bir işaret
sayılmış, ertesi gün denizden ve karadan tertibat alınmıştı. Büyük hücum 28 Mayıs’ı 29 Mayıs’a bağlayan gecenin
saat biriyle ikisi veya ikisiyle üçü arasında başlamıştır. Padişah kalkıp iki rekât namaz kılmış, sonrada kılıcını
kuşanarak atına binmiş ve bütün devlet erkânı ve ümerasıyla birlikte hücum mevkiindeki yerini almıştır. Mehter
seslerine tekbir nidalarının karıştığı, topların gümbür gümbür gürlediği sırada sancak-ı şerif de herkesin
görebileceği bir noktaya dikilmişti.
İstanbul’un surları en çok Edirnekapısı’yla Topkapı arasındaki eski adıyla Likus, bugünkü adıyla Bayrampaşa
deresinden şiddetli hücuma maruz kalmıştı. İmparator da bütün devlet erkânıyla birlikte Topkapı surları üzerinden
savaşa katılıyordu. Bir süre sonra Konstantin Dragazes, aldığı yaraların tesiriyle düşecek, Topkapı tarafından ve
daha kuzeydeki gediklerden girmeyi başaran Osmanlı kuvvetlerinin önünden adeta birbirini çiğneyerek kaçanların
ayakları altında son nefesini verecektir.
Bu sıralarda, ilk kez, Uluabatlı Hasan adlı kahraman Müslüman neferi surların üstüne kadar çıkmayı
başarmıştır. Ne yazık ki düşman tarafından atılan bir büyük taşın isabetiyle aşağıya yuvarlanmış, yaralı vücuduyla
tekrar sura tırmanmak isterken kaleden atılan başka taşın kendisine çarpmasıyla şehid olmuştur. Artık İstanbul’un
fethi an meselesidir.
Bizanslılar malik oldukları pek kuvvetli surlar sayesinde kendi varlıklarını öteden beri müdafaa ve muhafaza
ede gelmişlerdi. Şimdi ise Müslüman Türk kahramanları Bizans’ın bu surlarını tahrip etmiş, buralarda büyük
gedikler açmışlardı. Nihayet bu kahramanlar açılan bu gediklerden şehre hücum edip “ALLAH!, ALLAH!” ulvi
sedasıyla İstanbul’un ufuklarını fütühat nurları içinde bıraktılar. Artık bu büyük zafer bayramını binlerce iman ehli
tebrik edip kutluyor, binlerce muvahhidin lisanından tekbir ve LA İLAHE İLLALLAH sesleri semalara yükseliyordu.
Doğrusu şanlı Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) İstanbul’un Müslümanlar tarafından böyle tekbir ve tehlil (la
ilahe illallah) sedalarıyla bir gün mutlaka fethedileceğini apaçık bir mucize olmak üzere şu hadis-i şerifle haber
vermişti:
“Hak Teâlâ hazretleri mümin kullarına Roma’nın merkezi olan İstanbul’un tekbir ve tesbih ile fethini
nasip buyurmadıkça kıyamet kopmayacaktır.” 8
İşte bu peygamber müjdesi bugün gerçekleşmişti. İslam ordusunun her askeri lisanını tesbih ve tekbir ile
süslüyor, bu ulvi kelimelerin sedası göklere kadar yükseliyor, bütün kalplere incelik, ferahlık, hayret ve vakar
veriyordu.
Semerkand Dergisi, Fatih ve fetih, Muzaffer Taşyürek, Mayıs 1999
Sebe 34/15
8
El-Muttaki, Kenzu’l-Ummal, Deylemi, Firdevsü’l Ahbar
6
7
6
Hatta İstanbul’un bu muhasarası esnasında şehirde bulunan Sakızlı Piskopos Leanardo yazdığı bir tarih
kitabında şöyle demiştir: ”Eğer sizde bizim gibi la ilahe illallah Muhammedün Resulullah diyen Fatih ordusunun
sedalarını duysaydınız, diliniz tutulur kalırdı.”
Evet, bu ulvi tesbih ve tekbir sedaları, ruhlara boyun eğdiriyor, muhalif kuvvetleri hayrete, felce uğratıyor,
tevhid ehlinin karşısında direnilemeyeceğini kalplere duyuruyordu. Artık şehirde Müslüman Türk bayrakları
dalgalanıyordu. İslam hâkimiyeti yerleşmeye başlamıştı.
53 gün süren kuşatma, 28 Mayıs 1453’te fetihle neticelendi.
Müslümanların bu fethe muvaffak olmaları bir Salı gününe rastladığı için Rumlar’ca Salı günü uğursuz
sayılmaktadır. Müslümanlıkta ise hiçbir güne uğursuzluk yakıştırılamaz. 9
29 Mayıs günü Topkapı’dan merasimle şehre giren 21 yaşındaki Fatih’in yüzünde “ne güzel kumandan”
övgüsüne mazhar olmanın mutluluğu vardı. Ayasofya’ya yönelen Sultan Mehmed, bu büyük mabede doluşmuş ve
akıbetlerini bekleyen ahaliye ve patrike:
“Ayağa kalk, ben Sultan Mehmed; sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki, bugünden
itibaren artık hayatınız ve hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayın” dedi. Sonra ordusunun
kumandanlarına dönerek askerin halka hiç bir fenalık yapmamalarını emretmelerini ve herhangi birisi bu emre itaat
etmezse ölümle cezalandırılacağını bildirdi.
Bu esnada Akşemseddin (k.s) hazretleri askere doğru dönerek: “Ey gaziler bilin ki cümleniz hakkında ahir
zaman peygamberi, ol serveri kâinat ‘Ne güzel askerdir onlar’ buyurmuştur. İnşallah cümlemiz mağfuruz.
Fakat gaza malını israf etmeyip, İstanbul içinde hayır ve hasenata sarf ve padişahınıza itaat ve muhabbet
ediniz.” dedi. Sonra da padişahın başına iki çatal ablak sorgucu takmış ve “Padişahım, bütün Âl-i Osman’ın âb-ı rûyu
oldun. Hemen mücahid-i fi sebilillah ol!” diyerek gülbank-ı Muhammedî çekmiştir.
İki çatal sorguç ile Şark ve Garb’a, aynı zamanda madde ve manaya işaret etmiş olduğu anlaşılan mürşidin, her
fırsatta teyit ettiği “fi sebilillah mücahid” olmak fikrini böyle bir zevk ve sürur anında bile tekrar etmesi,
prensiplerinin asli kıymetlerle ne derece aynîleşmiş olduğunu gösteriyordu.
Fatih, şehrin binalarının kendisine ait olduğunu ilan ettirerek, tahribatın önüne geçti. Verdiği bir emirle
Ayasofya’ya minber ve mahfil yapılarak Cuma namazına yetiştirilmesini istedi. Ayasofya’da ilk cuma namazı 1
Haziran 1453’te kılındı. Mücahid gaziler büyük bir manevi coşku ile fethin sembolü Ayasofya’yı doldurmuşlardı.
Akşemseddin Hazretleri, Sultan Mehmed’in koltuğuna girip, hürmetle minbere çıkardı. Fatih, elinde seyf-i
Muhammedî ile yüksek ve heybetli bir sesle “Elhamdülillah, Elhamdülillah” diye hutbe iradına başladığında,
Ayasofya’yı dolduran mücahid gazilerde acayip haller zuhur edip, neşe, zevk ve cezbe içinde gözlerden yaşlar
dökülmeye başladı.
Hutbeden sonra minberden inen Fatih, Akşemseddin Hazretlerini imamete geçirerek, İstanbul’un manevi
fatihi arkasında İslam mücahidleriyle birlikte saf tuttu.
İstanbul’a, kendi adıyla anılan Fatih Camii ve Semaniye medreselerini kurdurarak, devrin âlim ve fazıl
kişileriyle ilim ve irfan meclisleri oluşturdu. İlmi tartışmalar başlatarak kendisi de “ulema sarığı” ile bu toplantılara
katıldı.
Fatih’in 30 yıl süren hükümdarlığı 3 Mayıs 1481’de sona erdiğinde İslam dünyasında büyük bir elem ve acı,
Hıristiyan âleminde bayram vardı. Avrupa kiliseleri çanlarını şükür ayinleri için çalarak La Grande Aguila e Morta!
(Büyük Kartal öldü) diye bayram ettiler.
Hıristiyan tarihçisi Trabzonlu Georgios’un onun hakkındaki hükmü şöyleydi:
“II. Mehmed, şüphesiz Kirus’tan, Büyük İskender’den ve Sezar’dan büyüktür. Hatta bir kelimeyle
söylemek lazım gelirse, gelmiş geçmiş bütün hükümdarların üstündedir.” 10
9
İstanbul ve Fatih, Ömer Nasuh Bilmen
10
Semerkand Dergisi, Fatih ve fetih, Muzaffer Taşyürek, Mayıs 1999
7
Fatih’in, kanunlara, adalete, hak ve hukuka bağlılığını, enbiya ve evliyanın himmetine dayandığını görmek için
birkaç örnek vermekte fayda görüyoruz:
İstanbul’u aldıktan sonra, Fatih Camii’nin etrafındaki geniş külliyeyi içine alan Fatih medreselerini yaptıran
padişah, burada kendisine ait bir oda almak istedi. Fakat medresenin âlimleri toplanıp bunun hukuken mümkün
olmadığını, burada oda almak için ya müderris, ya da talebe olmak gerektiğini söylediler. Bunun için de imtihana
girmek zorunda olduğunu belirttiler. Fatih bunun üzerine “bizim imtihandan korkumuz yoktur” diyerek zamanın
önde gelen âlimleri huzurunda imtihana tabi tutuldu ve bu imtihanı geçerek medresede müderris sıfatıyla oda
almaya hak kazandı. Hatta Fatih, devlet işlerinden fırsat bulduğu zamanlarda padişah kıyafeti ile değil de ulema
kıyafeti ile dolaşırdı. Nitekim İtalyan ressam Bellini’ye yaptırdığı meşhur resimde de ulema kıyafeti ile
görülmektedir.
Fatih’in ruh dünyasına vereceğimiz ikinci örnek, ulema ile birlikte mutasavvıflara da gösterdiği saygı ve
onların himmetini celbetme arzusudur. Akşemseddin’e bağlılığı ve fethi onun himmeti ile gerçekleştirdiği dillere
destandır. Bunun yanında devrinin diğer evliyasına da son derece saygılıydı. Şeyh Vefa k.s. Hazretleri’yle, defalarca
ayağına giderek görüşmek istemiş, fakat Şeyh Vefa kendi cazibesine kapılarak devlet işlerini aksatır endişesiyle
padişahla yüz yüze görüşmeyi reddetmişti. Fatih bunun üzerine defalarca onun kapısından ağlayarak dönmüştü.
Fatih Sultan Mehmet Han böyle olağanüstü manevi bir atmosfer içinde yaşarken, milleti de ahlâkta,
fazilette, hukuka bağlılıkta hükümdarlarına layık bir toplum oluşturmuştu. Hz. Peygamber s.a.v.’in “Nasılsanız öyle
idare olunursunuz” hadis-i şerifi, burada olumlu yöndeki anlamıyla tezahür ediyordu.
Fatih zamanındaki Müslüman toplumun ruh dünyasını anlamak için de iki örnek verelim. İlki şöyle:
Fatih, İstanbul’dan önceki başkent Edirne’de tebdil-i kıyafetle gezerken bir dükkâna uğrayarak bir şey satın
almak istedi. Fakat dükkân sahibi komşusuna gitmesini söyleyerek kendisine o malı vermedi. Gerekçesi ise,
kendisinin siftah yapması, oysa komşusunun henüz siftah yapmamış olmasıydı. Nitekim Fatih de, “böyle bir millet
ile ben değil İstanbul’u, dünyayı bile fethederim” demiştir.
İkinci örnek ise şöyle: Osmanlı askerleri, İstanbul’un fethinden sonra bir hapishanede asil tavırlı iki yaşlı
Bizanslı gördüler. Bunlar son Bizans imparatorunun haksız uygulamalarına karşı çıktıkları için hapse atılmış iki
devlet adamı idi. Bu mahkûmları Fatih’in huzuruna getirdiler. Fatih onları özgürlüklerine kavuşturup, iltifatlar etti.
Ayrıca Osmanlı ülkesini gezmelerini ve gördüklerini gelip kendisine rapor etmelerini istedi.
Bizanslılar önce Bursa’ya gittiler. Çarşı pazarı dolaşıp halkın birbirlerine ve yabancılara karşı davranışını
gözlemlediler. Baktılar ki, her tarafta saygı, sevgi, hoşgörü. Ezan okunduğu zaman dükkânları kapatmaya bile gerek
görmeden halk camiye gidiyor. Hırsızlık, dolandırıcılık, yolsuzluk, kimsenin hatırına bile gelmiyor. Hayret içinde
kaldılar.
Oradan adalet mekanizmasının işleyişini görmek için mahkemeye gittiler. O gün mahkemede şöyle bir dava
görülüyordu: “Adamın biri bir at satın almıştı. Eve geldiğinde yem yemediğini gördü. Eski sahibine iade etmek
istediğinde satıcı, satmadan önce atın yediğini söyleyerek geri almamıştı. Alıcı mahkemeye gitti, ama kadıyı yerinde
bulamadı. Mübaşire sorduğunda kadı’nın annesinin öldüğünü, bu yüzden bugün mahkemeye gelmeyeceğini öğrendi.
Çaresiz evine döndü. O gece hayvanı öldü. Ertesi gün kadıya tekrar gidip durumu anlattığında, kadı dün neden
gelmediğini sordu. Adam geldiğini ancak kendisini bulamadığını söyledi. Kadı bunun üzerine, ‘demek ki bu zarara ben
sebep oldum’ dedi ve beygirin parasını cebinden ödedi.”
Bizanslılar şaşkınlıkla olayı izlediler. Sonra da Bursa’dan Kütahya’ya gittiler. Kütahya halkının da Bursa halkı
gibi ahlâki olgunluğa sahip olduğunu gördüler. Kütahya’da da mahkemeye gidip, bir davayı izlediler: “Adamın biri bir
tarla satın almıştı. Tarlasını sürerken sabanının ucuna sert bir şey takıldı. Baktı ki bir küp altın. Pazarlığa dâhil
olmadığı için helal olmayacağı düşüncesiyle hemen tarlayı aldığı adama gidip altınları iade etmek istedi. Adam,
altınların tarlanın yeni sahibinin kısmeti olduğunu söyleyerek kabul etmedi. Olay mahkemeye intikal etti. Kadı
altınları önce bulana, sonra tarlanın eski sahibine teklif etti. İkisi de kabul etmeyince birinin kızı ile ötekinin oğlunu
evlendirdi ve düğün hediyesi olarak da altınları onlara verdi.”
Bizanslılar bu durum karşısında bir kez daha hayretler içinde kaldılar. Oradan Konya’ya gittiler. Çarşı
pazarda dolaşıp, burada da insanların birbirlerine davranışlarındaki güzel ahlâkı görüp hayran oldular. Konya’da da
8
bir mahkemeye gittiler ve şöyle bir dava ile karşılaştılar: “Konyalı bir tüccar, İtalyan bir tüccara iki balya pamuk
ipliği sipariş vermişti. O da maları gemiye teslim etmişti. Fakat gemi yolda fırtınaya yakalanıp battı. İplik sahibi
parasını istedi. Konyalı malın eline geçmediğini söyleyerek parayı ödemedi. Bunun üzerine İtalyan Konya’ya gelip
adamı mahkemeye verdi. Kadı, İtalyanın, malları Konyalıya teslim edilmek üzere gemiye yüklediğini, dolayısıyla
malların Konyalının malı olduğunu, batarken de Konyalının malı olarak battığını söyledi ve parayı Konyalıdan tahsil
etti.”
Kararı dinleyen Bizanslılar hayret içinde heyecanlanarak İtalyanla birlikte tezahürat gösterdiler. Kadı onları
sakinleştirdiyse de İtalyanı sakinleştirmeye muvaffak olamadı. Bunun üzerine kadı iplik sahibine, “sizin ülkenizde
böyle bir dava için nasıl hüküm verilirdi?” diye sordu. O da, “hiçbir yabancı için böyle bir hüküm verilmez?” dedi.
Bunun üzerine kadı: “Eğer ülkenizde güneş doğar, yağmur yağar ve ot, sebze biterse siz çocuklarınıza ve
hayvanlarınıza dua edin. Allah onların hürmetine sizi açlıktan öldürmüyor.” dedi ve adaletin her insanın hakkı
olduğunu ilave etti.
Bizanslılar hayret ve memnuniyet içinde Fatih’in huzuruna gelip gördüklerini rapor ettiler.
Burada Fatih’in milletinin ulaştığı ruhi zenginliği, ahlâk, insanlık ve fazileti görmekteyiz. İşte Fatih’e ve onun
askerine İstanbul’u fethettiren Fatih’te ve milletinde bulunan bu ruhtu. Bugünlere gelince; şimdi sadece biz değil,
bütün insanlık o ruhu arıyor.11
Önceki devirlerde Allah’ın adını duyurmak için, İslam ordularından önce Allah adamı Hak aşığı veliler,
alperenler, Müslüman olmayan bölgelere gönderilirdi. Bu yüksek şahsiyetli insanlar gayri müslimlerin bölgelerine
yerleşir, onlarla içli dışlı olur, kendilerine gerçek insanlığı ve hakiki dini yaşayarak gösterirlerdi. Bir zaman sonra,
onlara: “Gelin siz de bu güzellikle şereflenin, bir olan Allah’ın dinine girin, O’na ortak koşmayın” dediklerinde,
o zamana kadar yumuşamış kalpler, bu daveti kolay kolay ret edemezlerdi. Hemen kabul etmeseler bile, açıkça
nefret de etmezlerdi.
Onların kalbini yumuşatan şey, tehdit ve korku değildi; sevgi, ihlâs ve samimi insanlıktı. Hak ile batıl
arasındaki farkı anlamak için en güzel yol, gerçek bir hak adamını görmektir.
Kalpleri fethedenlerin ise iki önemli vasfı vardır:
1. İçi ve dışıyla istikamet üzere hareket etmek.
2. İnsanlardan hiç bir karşılık beklemeden davetini yürütmek.
Bu vasfa sahip olanlar, insanları sadece Allah için severler. Onlara sırf Allah için kızarlar. Sevgilerine ve
hizmetlerine karşılık verilmedi diye üzülmezler. Onlar, cömert kimselerdir. Hak için kendilerini kurban etmişlerdir.
Fetihler kâmil rehberlerin eliyle nefsini terbiye ve tezkiye edebilmiş vasıflı müminlerin gayretleriyle
gerçekleşebilir geçmişte ve günümüzde olduğu gibi. Nefs terbiyelerini tamamlayamayanlar ne gönülleri fethedebilir
ne de ülkeleri...12
Gavs-ı Kasrevî (k.s) hazretlerine işiniz nedir? diye sorulduğunda; ‘’Bizim işimiz kapımıza gelenlerin kalplerini
dünya muhabbetinden çözüp, ahiret muhabbetine bağlamaktır’’ diye cevap vermişlerdir.
Velhasıl günümüzdeki manevi fetihlerinden mimarları da Sadat-ı Kiram efendilerimizdir.
Allahü Teâlâ, Sadatların himmet ve bereketiyle bizleri, kalplerin fethi hususunda büyüklerin hizmetinden
ayırmasın inşallah. Âmin.
11
12
Semerkand Dergisi, İstanbul’u Fetheden Ruh, Ahmet Hüseyinoğlu, Mayıs 2002
Semerkand Dergisi, Kalplerin Fethi, Muhammed Emin Gül, Mayıs 1999
Download