ARAP COĞRAFYASINDA OSMANLI HÂKİMİYETİNİN DİNAMİKLERİ Doç. Dr. Sadettin BAŞTÜRK Özet XVI. asrın başlarına gelindiğinde Osmanlıların, İslam’ın kutsal topraklarının bulunduğu, Baharat Ticaret Yolu’nun geçtiği Arap coğrafyasında bir hâkimiyetleri henüz söz konusu değildi. Oysa bahsolunan dönemde Batı Hıristiyan dünyası, gerçekleştirilen coğrafî keşifler neticesinde zengin doğuya ulaşabilmek için buldukları yeni yollar ve geliştirdikleri teknolojileri sayesinde okyanuslarda kurdukları deniz filolarıyla (özellikle Portekizliler) Arap coğrafyasının güneyinde göründüler. Arap coğrafyasının önemli bir bölümüne sahip Mısır merkezli Kansu Gavri hükümdarlığındaki Memluk Devleti ise güneyden Arap Coğrafyasına çıkarma yapan batılılara karşı, yeterli derecede olmasa da, mücadele etmeye başladı. Bütün bu gelişmelerin farkında olan devrin Osmanlı hükümdarı Yavuz Sultan Selim, Arap coğrafyasında hâkimiyet tesis edebilmek için ise bu coğrafyanın büyük bir bölümünde hüküm süren Memluk Devletini ortadan kaldırması gerekiyordu ki Memluklar da bir Türk-İslam devletiydi. Ancak Yavuz’un Memluklar üzerine sefere çıkması cihad ve gaza ile açıklamak mümkün görünmüyordu. Bu durum Osmanlı dünyasında “Arap coğrafyasının büyük bir bölümü Müslüman idi ve Batı Hıristiyan dünyasının istila tehlikesine karşı korunması gerekiyordu” şeklinde açıklanmaya çalışılmış, nihayetinde Yavuz Sultan Selim 1516 Mercidabık ve 1517 Ridaniye Savaşlarıyla Mısır’daki Memluk Devletini ortadan kaldırarak Osmanlıların Arap coğrafyasındaki hâkimiyet dönemini başlatmıştır. Daha sonraki yıllarda da coğrafyanın tamamına teşmil hale getirilmiştir. Osmanlıların Arap coğrafyasında bu şekilde başlayan hâkimiyetleri bazı bölgelerde XIX. asrın son çeyreğine, bazı bölgelerde ise XX. Asrın başlarına kadar devam etmiştir. Bu bölgelerin içerisinde Yemen’in durumu ise diğer bölgelere göre daha da farklı bir durum arz etmektedir. Çünkü Yemen, 1517’den sonraki süreçte Osmanlı hâkimiyetine iltihak ettiyse de 1635’de Osmanlı hâkimiyetinden çıkmıştır. 1820’lerden sonra yeniden Yemen’de Osmanlı hâkimiyetini tesis etme mücadelesi başlamış ve 1870’lerde gerçekleştirilmişse de I. Dünya savaşıyla yeniden son bulmuştur. Bu çalışmada genelde Osmanlıların Arap coğrafyasında, lokalde ise Yemen’de hâkimiyet tesis etme hedefleri ve Yemen’de Osmanlı hâkimiyetine karşı koyma hareketlerinin dinamikleri üzerinde durulmaya çalışılacaktır. Acaba Osmanlıların İslam’ın kutsal topraklarının da içinde Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Böl. Öğrt. Üyesi. Merkez-Nevşehir. [email protected] bulunduğu, büyük bölümü Müslüman olan bu coğrafyayı hâkimiyetlerine alırken amaçları, Batı Hıristiyan dünyasının istilasına karşı korumak mıydı? Veya Baharat Ticaret Yolu’nu, Kızıldeniz’i, Basra Körfezi’ni, Aden Körfezi’ni, Bağdat’ı, Şam’ı, Doğu Akdeniz’i, Nil Nehri’ni, Mısır’ı, kısaca zengin Arap coğrafyasını hâkimiyetlerine alarak Cihanşümul bir devlet olabilme gayelerini gerçekleştirmekmiydi? Zira XVII. asrın ilk yarısında Osmanlılar iç sarsıntı yaşamaya başlayınca ilk ayrılan coğrafya 1635’de Arap coğrafyasından Yemen olmuştur. O halde Osmanlıların Arap coğrafyasında hâkimiyet kurma ve buna karşı duruş dinamikleri neydi? Bunda Arap coğrafyası ahalisinin dini ve sosyolojik yapısı ne kadar etkili oldu. Çalışmada yukarıda bahsolunanlar doğrultusunda genelde Arap coğrafyası lokalde ise Yemen üzerinde durulacaktır. Anahtar Kelimeler: Arap Coğrafyası, Osmanlı Devleti, Yemen. THE DYNAMICS OF OTTOMAN SOVEREIGNTY IN THE ARABIC GEOGRAPHY Abstract At the beginning of the 16th century, Ottoman sovereignty was out of question in the Arabic geography where spice commerce road passes and there is sacred land of Islam. Whereas western Christian world was seen at the south of Arabic world with their sea fleets (particularly Portuguese) established by the technology they developed and by means of new routes in consequence of geographical discoveries to reach the rich east. Mamluk State was ruled by Kansu Gayri and based in Egypt having sovereignty over a significant part of Arabic geography and although it wasn’t adequate they struggled against westerns that landed on Arabic geography. Selim I was aware of all these developments and he needed to clear away Mamluk State that was ruling in a major part of this land in order to establish his sovereign at Arabic world but Mamluks were also a Turkish and Islamic state. It seemed to make an expedition on Mamluks was not explainable by Jihad or Gaza. This situation was tried to explained by “Because most of the Arabic World is Muslim it needs to be protected from western invasion”, after all Selim I provided Ottoman sovereignty at Arabic world by clearing away Mamluk state at Egypt with the wars of 1516 Marj Dabiq and 1517 Ridaniya. In later years it contained the entire region. The Ottoman sovereignty at Arabic geography began in this way and continued in some regions until the last quarter of 19th century and the beginning of the 20th century. Among these regions Yemen presents a different situation than other regions. Because even though Yemen entered into Ottoman rule after the process of 1517, it got off at 1635. The struggle to reestablish Ottoman sovereignty had started at 1820s and succeeded at 1870s but ended again at the World War I. In this study the targets of Ottomans to establish their rule in general at Arabic world and in regional at Yemen and the dynamics in Yemen against Ottoman sovereignty will try to be elaborated. When they capture this geography where most part of is Muslim and contains the sacred lands of Islam, was the real aim of Ottomans to protect of this land against the invasion of western Christian world? Or to become a worldwide state by controlling rich Arabic geography; Spice commerce route, Red Sea, Persian Gulf, Gulf of Aden, Baghdad, Damascus, Levant, Nile River, Egypt? When Ottomans began to have internal convulsion at the first half of the 17 th century, the first diverged part from Arabic geography was Yemen at 1635. So what were the dynamics that Ottomans establishing their sovereignty at Arabic world and that stance against it? How effective were the religion and sociological structure of Arabic geography at this situation? In this study Arabic geography in general and Yemen in specific will be held on the direction mentioned above. Key Words: Arabic Geography, Ottoman State, Yemen. Giriş; Arap Coğrafyası olarak adlandırdığımız coğrafyadan anlaşılması gereken sadece Arap Yarımadası (el-Cezire) olmayıp günümüzde Ortadoğu olarak adlandırılan ve yaklaşık 30’a yakın ülkeyi kapsayan geniş bir coğrafyayı ifade amaçlanmaktadır. Osmanlıların Arap Coğrafyasındaki hakimiyetleri XVI. asrın başlarında Yavuz Sultan Selim döneminde başlamış olup, onun Mısır seferi ile büyük ölçüde temin edilmiş olsa da Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanatının ilk dönemlerinde coğrafyanın hemen tamamına teşmil hale geldiği kabaca bir tasnifle söylenebilir. Ancak bu hakimiyetin seyrine, kaynaklardaki bilgilere ciddi bir değerlendirmeden sonra bakılacak olursa, Osmanlıların bu coğrafyada hakimiyet dinamikleri daha iyi anlaşılacaktır. XVI. asrın başlarında Osmanlılar, babasını tahttan indirerek tahta cülûs etmiş olan cevval padişah Yavuz Sultan Selim ile gücünün doruklarında bulunuyordu. Osmanlıların bahsolunan coğrafyada hakimiyet kurmalarına giden süreç, Anadolu’nun doğusuna ve Güneydoğusuna hakim olma teşebbüsleriyle başlamıştır. Yavuz Sultan Selim, Cihan devleti Osmanlılar için XVI. asırda doğudaki en büyük tehlike olarak gördüğü Safeviler’e 1514 Çaldıran Savaşı ile büyük bir darbe vurmuş, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu için Şah İsmail tehlikesi bertaraf edilerek buralarda Osmanlı hakimiyeti kısmen tesis edilmiş olarak görülüyor ise de tam manasıyla ortadan kaldırıldığı söylenemezdi. Hatta eskisinden daha büyük sıkıntılara yol açacak gelişmeler dahi doğabilirdi. Çünkü Şii Şah İsmail, Sünni Osmanlılara Çaldıran’da yenilerek dini açıdan hakim olduğu kitle üzerinde büyük bir hayal kırıklığına sebebiyet vermişti ve bu başarısızlığını telafi etmeye çalışıyor, kendisine bel bağlayanlara yeni ümitler vermek gerektiği düşüncesinde idi. Nitekim önceden belirlenecek bir günde Osmanlılar ile bir savaş daha yapma teklifinde bulunduğuna dair bilgiler mevcuttur. (Jorga, 2005-II: 282) Çaldıran galibiyetinden sonra Yavuz Sultan Selim, Dulkadiroğlu Alaüddevle meselesiyle uğraşıyor, Erzincan ve havalisinde Osmanlı hakimiyetini tam manasıyla tesis edebilmek için o yıl Amasya’da kışlamayı tercih etmişti. Nitekim 1515’de Turnadağ Savaşı ile Dulkadiroğlu Alaüddevle meselesi halledilmiş beyliğin başına aynı aileden ama Alaüddevle’nin rakibi konumunda olan Şehsuvaroğlu Ali Bey geçirilmiştir. Bu durum Şah İsmail’den ziyade Maraş merkezli Dulkadiroğulları’nın hamisi durumundaki Memluk sultanlığını daha fazlaca ilgilendirmekte idi. Dulkadiroğulları meselesi ilerleyen zaman içerisinde Osmanlı ile Memluk Sultanlığını arasında mücadeleye dönüşecek ve arkasından Osmanlıların Güneydoğu Anadolu’dan başlayarak Arap Coğrafyasındaki hakimiyetinin başlamasına giden süreci doğuracaktır. Mısır/Kahire merkezli olarak bugünkü Suriye ve Filistin’e, Malatya’ya kadar Anadolu’da hakimiyeti bulunan Memluk Sultanlığı ile Osmanlılar arasında, XIV yüzyılın sonlarında Yıldırım Bayezid’in Malatya’ya kadar inmesinin getirdiği kısa bir sıkıntılı dönem hariç, Fatih Sultan Mehmed’in Hac güzergahı su yolları ile ilgili girişimlerine kadar ciddi bir krize dönüşmeksizin devam edegelmiştir. O dönemlerde Memluk Sultanlığının Anadolu’ya olan ilgileri çok fazla idi. Divriği ve Harput’tan Malatya, Maraş, Urfa, Antep, Kilis, Adana, Tarsus, Antakya’ya uzanan coğrafya üzerinde nüfuzları yoğun olup bu bölgenin sınırlarında etkin bir güç konumunda idiler. (Kopraman, Türkler IX, 2002: 470-485, Tekindağ, Tarih Dergisi 30, 1976: 73-98) Fatih devrinde baş gösteren sıkıntılı sürecin ardından II. Bayezid döneminde Çukurova’daki mücadelelerde (1485-1491) Osmanlı kuvvetleri başarı sağlayamadıysa da Adana merkezli Ramazanoğulları ile Dulkadiroğulları üzerindeki himaye siyasetleri iki Türk devletini karşı karşıya getiren ana mesele gibi görünmektedir. (Tekindağ, Belleten XXXI/123, 1967:345373) Ancak İslâm’ın mukaddes topraklarını hakimiyeti altında bulunduran Memluk Sultanlığına karşı dolayısıyla İslâm’a karşı beliren Portekiz tehdidi karşısında Memluk sultanlığının Osmanlılardan yardım talepleri üzerine aradaki çekişmeler bir tarafa bırakılarak Osmanlılar Memluklulara ciddi oranda destekte bulunmuştur. Yavuz Sultan Selim’in Osmanlı tahtına cülusu vuku bulduğu zaman Memluk Sultanlığı tahtında Kansu Gavri bulunuyordu. Kansu Gavri Yavuz’un tahta çıkışını gönderdiği bir elçilik heyeti ile kutlamıştı ancak Safeviler üzerine çıkılacak seferde Yavuz’un müttefik olma çağrısını ise geçiştirmişti. Çaldıran Savaşı’na kadar Safevi-Memluk ilişkileri iyi değildi. Hatta 1510’da Şah İsmail’in Memluk Sultanlığı üzerine yürüyeceği şayiaları çıkınca 1511’de sınırlı sayıdaki Osmanlı-Memluk kuvvetleri Safevilere karşı birlikte sefer düzenlemişlerdir. Nitekim 1512’deki Şah İsmail ile Kansu Gavri arasındaki mektuplaşma sebebiyle iki devlet arasındaki ilişkiler neredeyse tamamen bozulmuştur. Fakat 1514’te Çaldıran Savaşı öncesi Yavuz’un Şah İsmail’e karşı Kansu Gavri’ye, birlikte hareket etme teklifine Gavri yine sessiz kalmış, hatta kendisine sığınan Osmanlı şehzadelerini himayesine almıştı. Bunlardan anlaşılan odur ki, Kansu Gavri her iki devleti de kendisi için tehdit olarak görmektedir. Fakat Çaldıran Savaşı’nın Osmanlılar lehine sonuçlanmasına Memluk-Osmanlı ilişkileri açısından bakıldığında Osmanlıların daha da Doğu ve Güneye ineme düşüncesini benimseyeceklerine işaret etmekte idi ve nitekim öyle de oldu. Kansu Gavri’nin bu durumu hissettiğine bariz örnek Osmanlıların Safevilere karşı kazandığı zafer Kahire’de büyük bir sessizlikle karşılanmıştır. Zafer haberini Kahire’ye getiren Osmanlı elçisi için herhangi bir tören yapılmamıştır. Bu durumu İbn Iyas eserinde “Bu esnada Memluk Sultanı, Selim’in bu zaferinden dolayı kalede davul çaldırmadı ve yine Kahire’nin süslenmesi emrini vermedi, bunun sebebi de anlaşılamadı” (Kanat, TDİD IV, 2000: 64-74) şeklinde kaydetmektedir. Yavuz Sultan Selim ise Çaldıran’dan sonra hem zaferin sonucu hususunda hem himaye altına alınan şehzade Kasım (Şehzade Ahmed’in oğulları Süleyman ve Alaeddin 1513’de Mısır’a sığınmış ancak vebaya yakalanarak hayatlarını kaybetmişler ise de Ahmed’in diğer oğlu Kasım’ı Gavri gizlice Kahire’ye getirterek himayesi altına almıştır.) (Uzunçarşılı, Belleten XVII/68: 531-532) hem de Dulkadiroğulları meselesi dolayısıyla Kansu Gavri’nin davranışlarını izlemeyi onun tepkisini görmeyi beklemiştir. Nitekim Hilafet merkezinde bahsolunan durumların görülmesine cihan padişahı Yavuz Sultan Selim’in tepki vermemesi de elbette beklenemezdi. Karşılıklı elçiler gidip gelmiş, Memluk himayesindeki Dulkadiroğlu Alaüddevle meselesi halledilmiş hatta kellesi Kahire’ye gönderilerek Kansu Gavri’nin önüne atılmış ve bir mektupla da Gavri’ye Yavuz “Eğer merd ise Mısır’da hutbesin ve sikkesin müstemirr (daim) etsin…” şeklinde çıkışmıştır. Gavri ise kendisine “baba” diye hitap eden Yavuz’un bu hareketinin yakışık almadığını zira bu kellenin bir “kafir hükümdarı” kellesi olmadığını dile getirmekle yetinmiştir. Bu esnada Kahire’de Yavuz’un Mısır’a yürüyeceği, bunun için hazırlıklar içinde bulunduğu şayiaları da oldukça etkilidir. Bütün bunlar üzerine Kansu Gavri Yavuz’un Mısır seferine çıkacağı düşüncesine kapılmış ve bu doğrultuda hazırlıklara başlayarak Halep’e doğru hareket etmesinin yanısıra Şah İsmail ile de Osmanlılara karşı mektuplaşmaya, gizlice elçilik teatisine girmiştir. Yavuz Sultan Selim’in doğuya sefer fikri hususunda ise döneme dair kaynakların ortak düşüncesi; Yavuz’un Mısır’ı ele geçirmeyi düşündüğü ama çıkacağı seferin öncelikle Safeviler üzerine yürümek ve bu esnada Memlüklerin ortaya koyacağı siyaseti de görmek istediği noktasındadır. Binaenaleyh Mısır hiç şüphesiz ki Fatih Sultan Mehmed’den bu yana Osmanlı padişahlarının İslam dünyasının liderliğini elde etme ve tek güç haline gelme isteklerinin anahtarı konumunda idi. Bilhassa üç semavi dinin kutsal yerlerinin bulunduğu coğrafyaya Memluk Sultanlığı hakimdi. İslâmın kutsal coğrafyası olan Haremeyn’in koruyuculuğu ve hizmetkarlığını Memluklar bütün İslam dünyasına kabul ettirmişlerdi ancak bu asırda güneyde beliren Hıristiyan Portekiz tehlikesine karşı koruyabilecek güçte de değillerdi. Memluk Sultanlığı, Hind Denizi’nden Akdeniz’e uzanan tarihi ticaret yolu olan Baharat Yolu’nun kontrolünü ellerinde tutuyordu. Nil’in suladığı coğrafyanın ehemmiyeti, Kızıldeniz ve Hint Okyanusunda hakimiyet kurabilmenin yolu da bu coğrafyadaki hakim güç Memlukları ortadan kaldırarak buralarda hakimiyet kurmaktan geçiyordu. Zira Ümit Burnunu dolaşarak Hindistan’a ulaşan Portekizliler, Hind Denizi sularında Arap tüccarların ticaretine darbe vurup Akdeniz ticaretini engellemeye, ayrıca Kızıldeniz’e harekât düzenleyerek Mekke-Medine’yi dahi tehdit etmeye başlamışlardı. Memlükler onlara karşı koyabilmek için daha II. Bayezid döneminde Osmanlılardan yardım talebinde dahi bulunmuşlardı. Arap Yarımadasının adeta Portekizliler tarafından güneyden abluka altına alınmaya başlamış olması yerli Müslüman ahalide, tüccarlarda ve hatta birçok bölge idarecisinde Arap coğrafyasında Memlük hakimiyeti yerine Osmanlı hakimiyetini tercih etmeye sevketmişti. Aden Körfezi, Basra Körfezi, Doğu Akdeniz, Kuzey ve Güney Afrika coğrafyasının kontrolünün Osmanlılara geçebilmesi için ise Memluk Sultanlığı coğrafyasının hâkimiyet altına alınması gerekiyordu. Dolayısıyla Yavuz Sultan Selim’in zihninde Arap coğrafyasına sefer düzenleme fikri kendiliğinden de doğmamıştı. Yukarıda bahs olunanlar ve bunların dışında da bazı gelişmeler yaşanmakta idi. Çaldıran Savaşı’ndan sonraki süreçte Mısır uleması Yavuz’a haberler göndererek Memluk hâkimiyetine son vererek buralarda Osmanlı hakimiyetini kurmasını isteyen haberler gönderiyor hatta Mısır’a giden Osmanlı elçilerine bu doğrultuda yazdıkları mektupları gizlice veriyorlardı ve Sultan’a ulaşmasını sağlıyorlardı. Nitekim çağdaş kaynaklardan İbn Iyas’ın verdiği bilgiye göre Kansu Gavri’nin yakın adamı iken kaçıp İstanbul’a gelen Hoşkadem Memluk Sultanlığının durumu hususunda Yavuz Selim’i bilgilendirmiş ve onu Mısır üzerine sefere çıkmaya teşvik etmiştir. Hatta çağdaş kaynaklar Memluk Sultanlığının Haleb Emiri Hayırbey (Hayr Beg), Gazze Emiri Canberdi Gazali’nin bile Yavuz Sultan Selim ile irtibat halinde olduklarını Mısır üzerine sefere çıkılması için mektuplar yolladıklarını yazmaktadırlar. Bütün bunlar abartılı olsa da Çaldıran Savaşı’ndan sonra Yavuz Sultan Selim’in zihninde Mısır üzerine sefere çıkma düşüncesinin tamamen oluştuğu düşünülebilir. Mamafih Şam, Halep ve Kudüs, Kahire’nin zapt edilmesi demek Yavuz’u İslam dünyasının tek bir lideri haline getirmesinin yanısıra tarihi ticaret yollarının tam anlamıyla denetiminin Osmanlıların eline geçişini sağlayacak büyük bir ekonomik güç kazanılmış olacaktır. Bu durum, siyasi olarak zaten büyük bir güç haline gelmiş olan Osmanlıların gücüne daha da fazla güç katacak, İslam coğrafyası açısından dini ve dünya açısından ekonomik iki güçlü faktör elde edilecektir ki işte o zaman dünyanın tek hakim gücü olunacaktır. Nitekim bu düşünceleri süsleyen Hoca Sadeddin Efendi’nin eserinde yer verdiği şu kayıtlar oldukça ilginçtir. Yavuz Sultan Selim’in yakın hizmetinde bulunan Hoca Sadeddin Efendi’nin babası Hasan Can’dan nakline göre: “Hasan Can, Kapı Ağası Hasan Ağa’nın gördüğü ve anlatmaktan çekindiği bir rüyasından söz eder. Hasan Ağa, rüyasında çalınan bir kapıyı açtığı vakit Arap kılığında eli bayraklı ve silahlı birçok kişinin karşıda durduğunu, kapının hemen yanındaki dört sahsın içinden kapıyı çalanın elinde padişahın –ak sancağını- taşıdığını görür. Bu zat kendisinin Hz. Ali, yanındakileri ise Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman olduğunu diğerlerinin ise sahabe olduğunu söyler. Kendilerini Hz. Peygamber’in gönderdiğini ve Sultan Selim Han’a bir mesaj yolladığını ifade ederler. Hz. Peygamber’in mesajı şudur; …Kalkıp gelsin ki Haremeyn hizmeti ona buyruldu” şeklindedir. Rüyayı dinleyen Hasan Can hemen bunu padişaha anlatır. O da kendisinin ilahi bir vazife ile görevlendirilmiş olduğunu belirterek şu sözleri söyler: …Biz sana demez miyiz ki biz bir canibe meʻmur olmadan hareket etmemişiz, ebâ vû ecdadımız velâyetden behre-mendler idi, kerametleri vardır, benzemedik…” (Hoca Sadeddin, Tâcü’t-tevârih II, 608-609) içlerinde heman hiç onlara Bu menkıbevi bilgi üzerinde tartışılabilir. Ancak Yavuz’un zihninde Mısır seferinin olduğu şeklinde değerlendirmeye de bir beis yoktur. Mısır seferi sonrası kaleme alınmış olan çoğu çağdaş kaynaktaki bilgilerde Yavuz’un Mısır’a düzenlediği sefere dini-hukuki bir gerekçe bulma gayretleri elbettedki mevcuttur. Ancak Yavuz’un Safeviler meselesini tamamen çözmek amacıyla çıktığı 1515 seferinin Mısır üzerine çevrilmesinin gerekçeleri hem daha önce zaten var idi hem de sefer esnasında Elbistan havalisine geldiği esnada ortaya çıkan siyasi-askeri gelişmelerin büyük rolü olduğu gerçektir. Nitekim bu esnada Gansu Gavri yanında himaye ettiği Osmanlı şehzadesi Kasım olduğu halde yaklaşık 60 000 kişilik ordusuyla Haleb’e kadar gelmiş ve Şah İsmail ile sürekli haberleşme halinde olduğu hususundaki ciddi gelişmeler Mısır seferini zahiri sebeplerindendir. Dönemin kaynaklarından Celalzâde Yavuz’un Mısır seferine çıkmayı daha Edirne’de planladığını ifade ederek Kansu Gavri’nin Şah İsmail ile haberleşmesi üzerine sinirlenen padişahın “hanedanımızın en kavi düşmanı Mısır’dır” diye hiddetlenerek padişahın esasında kimsenin toprağında gözü olmadığını, fakat Mukaddes yerlerin ve güzide Mısır havalisi halkının memluk zulmünden inlediğini bu fesadın kaldırılmasının ilahi bir gereklilik olduğunu dile getirerek sefere meşruiyyet kazandırma yolunda olduğu görülmektedir. Çağdaş araştırmacıların bir kısmı buradan hareketle Mısır üzerine seferin önceden planlandığı noktasından hareket etmektedirler. Oysa Padişahın yanında bulunan ve bu seferlerin en önemli tanığı olan İdris-i Bitlisî ise Yavuz Sultan Selim’in Acem’i fethetmek amacıyla yola çıktığını ifade etmektedir. Ancak habercilerden elde edilen bilgiler neticesinde Memluk sultanının, Osmanlıların Safeviler üzerine yöneldiğini duyunca hemen Memluk ileri gelenleri toplanmış ve Nasihat yoluyla Osmanlıların bu seferinin önüne geçilmesi kararı benimsenmiş, zira Osmanlılar Safevileri ortadan kaldırarak daha da güçleneceğini ve sıranın kendilerine geleceği kararındadırlar. Bu kararları üzere Şah İsmail ile elçi teatisine başlamışlar ama bu durum vezir-i azam Sinan Paşa tarafından öğrenilerek Yavuz Sultan Selim’e bildirilmiştir. Bu esnada Yavuz Sultan Selim ile Kansu Gavri arasında yaşanan yazışmalarda ise Yavuz’un, bütün hazırlıklarının Şah İsmail üzerine olduğunu, asla Memluk topraklarına yönelik bir düşüncesinin olmadığı şekildedir. Mısır tarafıyla hiçbir problemi yoktu, Safeviler yenilgiden ders almamışlardı ve amacı -mülhidlerin küfrünü ortadan kaldırmak- idi. Ancak din düşmanına karşı giriştiği bu harekâta rıza göstermez muhalefet eder ise o vakit Allah’ın takdirine sığınacağını da belirtmektedir. Oysa Şah İsmail ile Kansu Gavri arasındaki yazışmalarda, Selim’in Safevileri perişan etmesine şaşırıp kaldığını Selim’in amacının Acem ve Arap mülkünü ele geçirmek olduğu, Alaüddevle’ye yaptıklarının kabul edilebilir olmadığını, bölgede Osmanlıların uyguladığı ticari amabargonun kendilerine büyük zarar verdiği dile getirilmekte, Osmanlı ordusuna topraklarından geçiş izni vermeyeceği ve onları engelleyeceği şeklinde idi. Osmanlı kaynakları da bunu teyit etmektedir. Kansu Gavri’nin Kahire’den ayrılarak yanında Halife Mütevekkil, dört mezheb kadısı, önde gelen Memluk Emirleri ve himayesi altındaki Osmanlı Şehzadesi Kasım ile birlikte Haleb’e gelme sebebinin Osmanlı geçişini engelleme üzerine olduğu noktasında birleşmektedirler. Yavuz Sultan Selim Malatya Ovası’ndan geçip Tohma Çayı civarında konakladığı 30 Temmuz 1516’da Anadolu ve Rumeli beylerinin davet edildiği büyük bir meşverette Kansu Gavri üzerine yürünmesi fikri tartışılmış ve kabul edilerek hedef Halep olarak belirlenmiştir. Bu karar alınınca Celalzâdeye göre seferin dini bakımdan bir sakıncasının olup olmadığı hususunda İstanbul’a bir adam gönderilerek ulemadan fetva istenmiştir. Zira iki Sünni Müslüman hükümdarın savaşması şerʻan bazı gerekçelerin oluşmasını gerektiriyordu. Ulemadan gelen cevapta “suret-i mesfûrede onlar üzerine varmak şerʻi olup, kâtıʻü’ttarîklerdir, anlar ile kıtâl ile ve muhârebe cihad u gazâdır. Katili gazi ve murâbıt, maktulü şehid ü mücahid olur” denilerek gereken cevaz verilmiştir. (Celalzâde, Selimnâme: 185) Keşfi ulemadan fetvanın seferin başında harekete geçilirken alındığını ve bunun üzerine sefere çıkıldığını ifade ile “hedm-i şeriʻat-ı Nebevî kılmak kastına çalışanlara yardımcı bulunanların cezalandırılması gerektiği” şeklinde alındığını kaydeder. (Keşfî, Selimnâme: 79) Matrakçı Nasuh ise, fetvanın Yavuz Sultan Selim ordusuyla birlikte Kayseri’de iken “Kızılbaş taifesine muavenet ve muzaharet eyleyenler, onlardan eşedd olduğuna ashâb-ı ilm fetvâ verdiler” şeklinde alındığını ifade eder. (Matrahçı Nasuh, Tarih-i Sultan Bayezid ve Selim: vr.143b) İdris-i Bitlisî seferin asıl hedefi Safevî topraklarına girip “dinsiz kızılbaşın, zındıkların kökünü kazımak” idiyse de Mısır ve Şam Çerkezlerinin mücahid ordusunu engellemek için yolunu kesmeye meyletmesi üzerine, nifak yolundaki bir taifeyi bertaraf etmek amacıyla Gavri’nin üzerine yüründüğünü bahsetmektedir. (İdris-i Bitlisî, Şelimşahnâme: 309) İtalyan seyyah Angiolello ise, Selim’in Gavri ile Şah İsmail arasındaki işbirliğini duyunca bütün fakihleri toplayıp “Allah’ın ne dilediğini sordu. Cevap olarak Sultanın birinci görevinin yoldaki zararlı dikenleri kaldırması olduğunu daha sonra Allah’ın gösterdiği yola ayak basacağını söylediler. Türk bu cevabı duyduktan sonra Haleb’e yöneldi” şeklinde vermektedir. Nihayetinde Gavri üzerine yürüneceğine dair şerʻi meşruiyyet de temin edildikten sonra Halep havalisin yönelinmiş ve arkasından vukubulan üç savaş Mercidabık Gazze ve Ridaniye Savaşları zaferle sonuçlanmış ve 24 Ocak 1517’de Osmanlı ordusu Kahire’ye girerek burasını yani Arap coğrafyasının kalbini idareleri altına almışlardır. 24 Ağustos 1516’da Osmanlılar ile Memluk Sultanlığı arasında vukubulan ve Mercidabık ismiyle anılan savaş Osmanlıların zaferiyle sonuçlanmıştır. Bu savaş Suriye ve havalisinin hatta Doğu Akdeniz olarak adlandırabileceğimiz coğrafyanın Osmanlı hakimiyetine geçişini önemli ölçüde sağlamış, Arap Coğrafyasında Osmanlı hakimiyetinin kurulacağının habercisi olmuştur. 21 Aralık 1516’da Gazze’de yaşanan savaş da zaferle sonuçlanmış, Memluk direnişi büyük ölçüde kırılmış, Gazze’den Mısır’a giden uzun çöl yolunu Osmanlıların karşısına çıkarmışsa da Mısır’a da hakimiyet kurulmasına giden yolu açmıştır. Vezir-i azam Sinan Paşanın şehadetiyle sonuçlanan ve Yavuz’a “Gerçi tahtın amma amma ne çare Yusuf’u aldırdık” (Sinan Paşa’nın bir diğer ismi de Yusuf’tur ve Hz. Yusuf kıssasıyla özdeşleştirilmektedir) sözleriyle üzüntüsünün deriliğini ifade ettiği 1517 tarihli Ridaniye Savaşı zaferi Osmanlılara Kahire’yi bir başka deyişle Arap coğrafyasının kalbi olan Mısır ülkesini kazandırmıştır. 15 Şubat 1517’de Yavuz Sultan Selim Kahire’ye girmiş, bir süre burada kalmış, 13 Nisan’da son Memluk Sultanı Tumanbay idam olunarak Mısır’da tam anlamıyla Osmanlı hakimiyeti kurulduktan sonra İstanbul’a dönerken bu sefer esnasında kendisine büyük yararlılığı dokunan Memluk Sultanlığı’nın Halep Emiri Hayırbey (Hayr Beg)’i Mısır valiliğine, birçok beyi de elde edilmiş Arap coğrafyasının idareciliğine atayarak henüz ele geçirilememiş yerlerin ele geçirilmesini de emrederek Kahire’den ayrılmıştır. Yavuz Sultan Selim’in son yıllarında Arap coğrafyasının geriye kalan kısmının çoğu ciddi savaşlar olmaksızın Osmanlı idaresine alınarak Arap coğrafyasında Osmanlı hakimiyeti kurulmaya çalışılmıştır. Osmanlıların dikkatlerini Arap coğrafyasına çevirmesinde, başlangıçta ifade etmeye çalıştığımız Osmanlılara karşı muhtemel Safevi-Memlük ittifakı elbette yeterli olamaz. Yine Hint Okyanusu’nu Doğu Akdeniz ile birleştiren Kızıldeniz ve sahillerinde hakimiyet tesis edilmesi için Portekizlilere karşı çok önceden ciddi bir şekilde planlanmış projeden bahsetmek de oldukça güç olsa gerektir. Fakat 15. asrın son çeyreğinde Bursa ile Arap Coğrafyası ve Kızıldeniz arasında ticari bağlantılar mevcuttu. Hatta Osmanlını ortak düşman Hıristiyan dünyası tehdidine karşı Memlüklere ciddi yardımları da olmuştu. Nitekim XVI. Asrın başlarında Memlük Devletine Emir Hüseyin ve Selman Reis gibi komutanlar gönderilmiş, Memlükler, Türkler, Türkmenler, mağribiler ve Araplardan oluşan 6000 civarında bir askeri gücün Yemen’de Memlükler adına hakimiyet teisi etmek amacıyla mücadele etmekteydiler. Bu dönemde Memlük Devletinin hakimiyeti Mısır ve Hicaz bölgesiyle sınırlı değildi. Afrika kıyısındaki Sevakin’den Nil Nehri üzerindeki Asvan’a kadar uzanıyor ve Baharat ticaret yolunun imkanlarından azami ölçüde istifade ediliyordu. Bu dönemde Yemen ikiye bölünmüş durumda idi. Kuzeyde San‘a ve havalisindeki Zeydiler, Luhye, Hudeyde, Zebid, ve Muha gibi liman şehirleriyle Kızıldeniz’e açılıyorlar, Güneyde ise Ta’iz etrafında yoğunlaşılmış oldukça önemli bir ticari bir alan olan Aden’le Hint Okyanusu’na açılıyorlardı. Arap coğrafyasının en stratejik noktası olan Mısır ve geriye kalan bölgelerin büyük bir bölümünün Osmanlı hakimiyetine alınmasıyla İslâm’ın kutsal toprakları Hıristiyan dünyaya karşı korumaya alınmıştı ancak okyanuslardan deniz filolarıyla gelen Portekizliler baharatın kaynağına ulaşmış ve Osmanlı denetimine girmiş eski ticaret yollarının ehemmiyetini keserek ticareti uzak denizlere yönlendirmişlerdir. Bu durum üzerine artık Portekizlilere karşı mücadele içine girilmiştir. 1525’de Süveş’de Mısır Kaptanlığı kurulmuş ve burada inşa edilecek donanma ile Kızıldeniz’in kontrol altında tutulması amaçlanmıştır. Buradaki 19 parçadan mürekkep donanma Selman Reis idaresinde Yemen’e gönderilmiştir. O Kamaran’ı merkez yapmak üzere hazırlıklarda bulunduğu esnada öldürülmesi üzerine yeğeni Emir Mustafa Yemen’e hakim olup Hindistan’a gitmiştir. Diu’ya yerleşen Mustafa buraya ulaşmış olan Portekiz tehlikesini 1531’de bertaraf etmeyi başarmıştır. Fakat sonra yerel hanedanlarla Babürlüler arasındaki çekişmeden istifa eden Portekizliler Diu’da bir kale yapma hakkı elde etmişlerdir. Buna izin veren Gücerat hükümdarı bahadır pişman olarak Osmanlılardan yardım istemiştir. Mısır’da hazırlanan yardım Diu’ya henüz ulaşmadan Bahadır Portekizliler tarafından öldürülmüştür. Kanuni Sultan Süleyman’ın 1533-1535 yılları arası gerçekleştirdiği Irakeyn Seferi esasında Osmanlılar’ın doğu sınırlarını tamamen güvence altına alabilmek amacıyla Safeviler üzerine yapılmıştı Ancak sonucu itibariyle baktığımızda belkide en önemlisi bu sefer, Arap Coğrafyasının en önemli merkezlerinden birisi olan Bağdat ve havalisinde Osmanlı hakimiyetinin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Ayrıca Mısır Beylerbeyliğine getirilen Süleyman Paşa Gücerat ve Kaliküt’teki Müslümanlara yardım etmek, eski ticaret yollarını canlandırmak ve Portekizlileri bu havaliden kovmak, aynı zamanda İslamın kutsal toprakları üzerindeki Portekiz tehdidini ortadan kaldırmak için 22 Hazran 1538’de 70 parçadan daha fazla bir gemi ile Kızıldeniz’e açılmıştır. Aden ve Zebid’i ele geçiren Süleyman Paşa 19 gün sonra Hindistan sahillerine ulaşmış Gogala ve Kat kalelerini de elde etmiştir. Fakat Portekizlilerin müstahkem bir üs haline getirdikleri Diu alınamamıştır. Bu Hint seferinde ciddi bir başarı kazanılamamış Portekizliler bu havaliden atılamamıştır. Ancak özellikle Aden ve Zebid’in ele geçirilmesi Arap coğrafyasının Güney-Batı kısmının ticaretinin kontrolünü sağlamıştır. Osmanlılar bundan sonra Basra Körfezi ve Kızıldeniz’e giriş noktalarına hakim olmaya çalışmışlardır. Aden ve Zebid’in ardından Taʻiz (1545) ve Sanʻa (1547) ele geçirilerek Arap yarımadasının güneyi Yemen coğrafyasında hakimiyet sağlanmıştır. 1555 yılında Özdemir Paşa Mısır’da kurduğu orduyla Nil Nehrinin güneyine inmiş Saʻid ve Şallâl mevkileri ele geçirilmiştir. Özdemir Paşa habeş beylerbeyliğinde bir süre kaldıktan sonra Mısır’a dönünce Sevakin’e oradan Musavva’ya gelip 1557’de burayı aldı. Arkiko ve iç kesimlerdeki Tigre’ye kadar ilerledi ve 1558’de de zaptedildi. Böylece Osmanlılar Afrika’da kendileri için en uç sınırlara ulaşmış bulunuyordu. Eritre ve Habeşistan’ın kuzeybatı bölgesi Osmanlı hakimiyetine alınmış bulunuyordu. Diğer taraftan Basra Körfezi’nde de önemli gelişmeler yaşanıyordu. Osmanlılar Portekizle mücadele için Süveyş’de olduğu gibi burada da bir tersane meydana getirerek körfezin girişini kontrol altına almaya çalıştılar. Katif 1550’de Bahreyn 1554’te alındı. Hürmüz’ü ele geçirmek için 1552’de Süveş’den hareket eden Osmanlı donanması Aden’den Maskat’e gelip 6 günlük bir kuşatma gerçekleştirildi. Ancak kuşatmayı idare eden Piri Reis portekiz’in büyük bir donanma ile gelmesi üzerine muhasarayı kaldırmış, Basra Körfezinin ağzını kapatan Portekiz donanmasının arasından geçerek İstanbul’a gelmişse de bu başarısızlığı onun hayatına malolmuştur. Onun Basra’da bıraktığı donanmayı çıkarmak için Seydi Ali Reis görevlendirilerek buraya gelmiş donama Katif’den Hürmüz’e oradan da Hint Denizi’ne açılmıştır. 10 Ağustos 1553’de Portekiz donanmasıyla karşılaşılmış ve Portekiz donanması geri çekilmişse de bu sefer çıkan şiddetli fırtına Osmanlı donanmasını Kirman sahillerine sürüklemiştir. Sonra Gücerat’a ulaşılmış Surat’da karaya çıkılmış ve karayoluyla İstanbul’a dönülmüştür. Osmanlılar bütün bu faaliyetlerinden Portekizlilerin Hint Denizi kıyılarındaki faaliyetlerine karşı çok büyük başarı sağlayamadılarsa da Arap Coğrafyasına yönelen tehdidi önemli ölçüde kesmişlerdir. Osmanlıların ısrarla buralarda mücadele etmeleri Portekizlilerin bu coğrafyadaki ticaretine büyük darbe vurduğu gibi bu coğrafyadan geçen ticaret yolları yeniden mallarına yani canlılığına kavuşmuştur. 1540’lı yıllardan itibaren Kızıldeniz ve Basra’nın önemli noktalarına hakim olunarak ticaret canlanmış, bu azalan Akdeniz ticaretini canlandırmıştır. Bağdat, Halep, Trablusşam, İskenderiye, Kahire gibi liman ve şehirlerde hem ekonomik hem de sosyal gelişme doğurmuştur. Basra, Yemen ve Habeşistan’ın Kuzey-Batı kesiminde Beylerbeylikler kurularak hem Basra’nın hem de Kızıldeniz’in kapıları emniyet altına alınmıştır. Osmanlılar Arap coğrafyasında kurmaya çalıştığı hakimiyet ile Hint deniz ticareti Akdeniz’e aktarılmaya çalışılmıştır. Afrika kıyılarının hem kuzey hem de Doğu Kızıldeniz sahillerinde hakimiyet tesis edilerek iç bölgelere kadar nüfuz edilmeye çalışılmıştır. Kuzey Afrika’da Mısır’dan itibaren Trablusgarb, Cezayir, Tunus, Fas’a kadar nüfuz bölgeleri oluşturularak İspanyolların burada hakimiyet kurmaları engellenmiştir. Kızıldeniz ve Basra Körfezi’nde kurulan hakimiyetle Hindistan’ın güneybatı sahillerine kadar hem askeri hem siyasi hem sosyal hem de ekonomik açılardan etki alanı oluşturulmaya çalışıldığı mütalaa edilebilir. Osmanlı hakimiyeti altına alınan Arap coğrafyasında idare, merkeze oldukça uzak bir coğrafya olması, coğrafi özellikler ve coğrafyada yaşayan ahalinin özellikleri dikkate alınmak suretiyle, tımar sistemi üzerine inşa edilen idari yapılanmanın dışında öncelikle Anadolu ve Rumeli’nin birçok bölgesinde uygulanan, vergilerin ayni olarak tahsil edilmesinin imkansızlığı sebebiyle, gelirin nakit olarak toplandığı ve askerin maaşının ödenmesini kolaylaştıran, mukataa sistemi tabi kılındı. Bahsolunan coğrafyada Osmanlı hakimiyetinin tesisi ve devamında Mısır oldukça mühim bir yere sahipti. Zira Mısır’daki Osmanlı donanması Kızıldeniz’deki siyasi, stratejik ve ticari faaliyetlerin yürütülmezinde merkez özelliğine sahipti. Yemen ve Habeşistan’a yönelik askeri seferler buradan başlıyor, bu eyaletlerdeki askeri kaynak yetersiz kaldığında asker, zahire, mühimmat takviyesi Mısır’dan yapılıyordu. Bütün bunlardan sonra Arap coğrafyası olarak adlandırdığımız yukarıda isimleri zikrolunan yerlerde niçin, neden Osmanlı hâkimiyetinin kurulmaya çalışıldığı daha iyi anlaşılacaktır. KAYNAKÇA Clot, André, Kölelerin İmparatorluğu Memlûkların Mısır’ı, (çev. T. Ilgaz), İstanbul 2005. Çetin, Altan, Memlûk Devletinin Kuzey Sınırı, TTK, Ankara 2009. Çubukçu, Asrî, Ferec, DİA, C.XII, İstanbul 1995, s. 370-371. Dols, Michael W, The Black Death In The Middle East, Princeton University Press, Princeton, New Jersey 1977. ---------,“The Second Plague”, Journal of the Economic and Social History of the Orient”, Vol. XXII, Part II, s. 163-189. Emecen, Feridun M., Osmanlı Klasik Çağında Siyaset, İstanbul 2011. ---------, Osmanlı Klasik Çağında Savaş, İstanbul 2011. ---------, Yavuz Sultan Selim, İzmir 2012. Gökhan, İlyas, 13. ve 14. Yüzyıllarda Mısır ve Suriye’de Vebalar, Krizler ve Kıtlıklar, Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Elazığ 1998. Gündüz, Tufan, Son Kızılbaş Şah İsmail, İstanbul 2010. Hoca Sadeddin Efendi, Tâcü’t-Tevarih, C. II-III, (Haz. İ. Parmaksızoğlu), Ankara 1999. İdris-i Bitlisî, Şelimşahnâme, (trc. H. Kırlangıç) Ankara 2001. Nicolae, Jorga, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, C. II, İstanbul 2005. Kanat, Cüneyt, “Çaldıran Savaşı Esnasında Osmanlı-Safevi Mücadelesinde Memluk Devleti’nin Tutumu”, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, IV(2000), s.64-74. Keşfî, Selimnâme, (Haz. A. Sağırlı), Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1993. Kopraman, Kazım Yaşar, “Osmanlı Memluk Münasebetleri” Türkler Ansk., C. IX, Ankara 2002, s. 470-485. Matrahçı Nasuh, Tarih-i Sultan Bayezid Han ve Sultan Selim Han, British Museum, Add. 23586. Mustafa Celalzâde, Selimnâme, (Haz. A. Uğur-M. Çuhadar), Ankara 1190. Tekindağ, Şehabettin, “Fatih Devrinde Osmanlı-Memluk Münasebetleri”, Tarih Dergisi, S. 30, (1976), s. 73-98. --------, Memluk Sultanlığı Tarihine Toplu Bir Bakış”, Tarih Dergisi, S. 25, (1971), s. 1-38. ----------, “II. Bayezid Devrinde Çukurova’da Nüfuz Mücadelesi ve ilk Osmanlı-Memluk Savaşları: 1485-1491”, Belleten, XXXI/123, (1967) s. 345-373. ---------, Yeni Kaynaklar ve Vesikaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi”, Tarih Dergisi, II/9, (1968) s. 49-75. Tekindağ, Şehabeddin, Berkûk Devrinde Memlûk Sultanlığı, İstanbul 1961. Uzunçarşılı, İsmail H., “Onbeşinci Yüzyılın İlk Yarısıyla Onaltıncı Yüzyılın Başlarında Memluk Sultanları Yanına İltica Etmiş Olan Osmanlı Hanedanına Mensup Şehzadeler”, Belleten, XVII/68 (1953), s. 519-535. Yiğit, İsmail, Memlûkler (648-923/1250-1517), İstanbul 2008. Yücel, Yaşar, Timur’un Ortadoğu-Anadolu Seferleri ve Sonuçları, TTK, Ankara 1989.