Dosya - Kalp Ehli

advertisement
1
‫الر ِحيم‬
ِِ ‫الر ْح‬
َّ ‫من‬
َّ ِِ‫ِبس ِِْم للا‬
َِ‫ص ْح ِب ِِه أ َ ْج َم ِعين‬
َِ ‫سالَ ُِم َع‬
ِِ ‫ِلِ َر‬
ِ ِ ُ‫ا َ ْل َح ْم ِد‬
َّ ‫صالَِة ُ َوال‬
َّ ‫ب ْال َعالَ ِمينَِ َوال‬
َ ‫لى‬
َ ‫س ِيدِنِا َ ُم َح َّمدِ َوآ ِل ِِه َو‬
TASAVVUF NEDİR? KÂMİL MÜRŞİD KİMDİR?
Tasavvuf, İslam tarihinde ortaya çıktığı günden beri hiç gündemden düşmemiş, kıyamete kadar da düşmeyecektir.
Çünkü tasavvufun konusu insandır, insan terbiyesidir. İnsan var olduğu müddetçe tasavvuf da var olacaktır.
Tasavvuf, kelime olarak Kur’an ve sünnette geçmez. Ama içerik olarak tamamen Kur’an ve sünnet esasları üzerine
kurulmuştur.
Bu hâliyle tasavvuf yeni bir din değildir. O sadece dinin yeni bir üslup içinde sunulmasından ve özel bir usul içinde
yaşanmasından ibarettir.
Gavs-ı Sani k.s. hazretleri "Dinde olmayan tasavvufta yoktur" buyurmuştur.
Tasavvuf terbiyesi, Allah ve Rasulünün (s.a.v) öğrettiği edep üzere kurulmuş manevi bir ahlak eğitim sistemidir.
Bu sistemin hedefi, takva ve edeple Allahu Teâlâ’nın rızasına ulaşmış olgun insan yetiştirmektir.
Tasavvuf, İslam dininin en kıymetli ilimlerinden ihsan ilmini öğretir, ihsan hâlini ele geçirmeyi hedefler, dinin
hizmetçiliğini yapar. İhsan, kalbin gafletten uyanması, ilahi nur ve sevgi ile yıkanması, bütün günah çeşitlerinden
arınması ve Yüce Allah ile huzur bulmasıdır. Kısaca ihsan Yüce Allah’ın dostu olmaktır.
‘Tasavvuf nedir?’ sorusunu, İslam’a girmeyen, Kur’an ve Sünnet ilmini gereği gibi bilmeyenlere sormak yanlış
olur.
Bu soruyu İslam’ı, temel esaslarından öğrenip tasavvuf yolunu imar eden mimarlara sormak gerekir. Çünkü
tasavvuf ayrı bir din değil, İslam’ın içinde bir anlayıştır. Bu yüzden tasavvufun mimarları onu binlerce değişik
açıdan tanıtmışlar ve tarif etmişlerdir.
Bu tarifler, İmam Sühreverdî’nin (632/1234) tespitine göre bini geçmekte,1 sufi âlim Zerruk’un (899/1493)
2
ifadesiyle de iki bine ulaşmaktadır. Bütün bunlarla anlatılmak istenen şudur:
Tasavvuf güzel ahlaktan ibarettir. Güzel ahlak, Allahu Teâlâ’nın edebi ile edeplenmektir. Bu, içi ve dışıyla Allah
adamı olmak demektir. Bu güzelliği elde etmenin yolu, samimiyetle Allah’ın Sevgilisi Hz. Muhammed’e (s.a.v)
uymaktır. Ona uyan Yüce Allah’a dost olur. Allah’a dost olan kimse, dünya ve ahiretin şerefini bulur, ebediyyen
kurtulur. Bu sonuç her insan için en büyük hedeftir.
Bu dostluğun ve güzel kulluğun merkezi ise kalptir. Onun için işe kalbin manevi terbiyesinden başlamak gerekir.
Zira insanı, güzel kulluk gibi büyük bir davaya hazırlamak en mühim görevdir. Bu önemli görev her mümini
yakından ilgilendirir. 3
Kıssa
Cüneyd-i Bağdadi ks. Hazretlerine:
Tasavvuf nedir? Diye sordular; Bilmiyorum! Dedi ve sonra ilave etti;
Keremli bir kavim içinde, keremli bir zamanda, keremli bir kişiden, keremlinin izhar ettiği, kerem ahlâkı.
Tasavvufun Dindeki Yeri ve Önemi
1
Sühreverdi, Avarifü’l-Mearif, s. 47
2
Zerruk, Kavaidü’t-Tasavvuf, 3. (Kahire, 1989)
3
Kaynaklarıyla Tasavvuf, Dilaver Selvi
2
Din, Yüce Allah’ın kullarını terbiyesinden ibarettir. Bu terbiye üç temel alanda gerçekleşmektedir. Birincisi inanç,
ikincisi ibadet, üçüncüsü de ahlaktır. Din inanmakla başlar; ibadet ve taatle yaşanır. Edeb, güzel ahlak, ilahi sevgi,
kalp temizliği, nefis terbiyesi ile Allah’a dostluğun tadına varılır. Şu halde kâmil bir mümin olmak, dini kâmil olarak
yaşamaya bağlıdır.
İman, inanç esaslarıdır. Bunu akide ve kelam âlimleri inceler. İbadetleri fıkıh âlimleri işler. Ahlak ise, insanın iç
terbiyesidir. Ahlak terbiyesi, ilim ve ahlak konusunda kâmil insanların rehberliğinde olur. Bu kâmil insanlar daha
çok bir mürşid nezaretinde tasavvuf mekteplerinde yetişir.
Meşhur Cibril hadisinde belirtilen ihsan, asıl hedefi iç temizliği olan tasavvuf terbiyesinin temelini oluşturmakta ve
bu terbiyenin önemini ortaya koymaktadır. 4
Öyle ki, İmam Gazali (rah) böyle bir terbiyeye girip nefsi ıslah etmeyi, herkes için farz-ı ayın kabul eder. Yani
olmazsa olmaz gibi şart koşar, ‘Çünkü peygamberler hariç, hiç kimse manevi hastalıklardan uzak değildir ve
onlardan tek başına kurtulamaz’ der. 5
Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî k.s. ise şöyle buyurmuştur: “Maneviyat ilmi ve terbiyesi almayan kimse, hiç farkında
olmadan birçok büyük günah işlerken ölür gider.” 6
İbnu Allan es-Sıddîkî (rah) farkında olunmayan bu günahların kibir, kendini beğenme, ibadetiyle övünme, insanları
beğenmeme gibi gizli günahlar olduğunu belirtir. 7
Kıssa
Seyyid Kasım-ı Tebrîzî şöyle anlatmıştı: "Bir gün Mevlânâ Zeynüddin Ebû Bekir-i Tâyibâdî'nin meclisinde
oturuyordum. O zamanın şeyhlerinden birinin bir müridi de oradaydı. Mevlânâ Zeynüddin ona, 'Şeyhini mi daha
fazla seversin, yoksa İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe'yi mi?’ diye sordu. O mürid,
Şeyhimi daha çok severim’ deyince Mevlânâ Zeynüddin bu söze çok sinirlendi ve kızdı. Sonra üzüntüsünden
kalkıp evine gitti. Ben orada oturup, kaldım. Bir an geçtikten sonra Mevlânâ Zeynüddin dışarı çıktı ve bana,
'O müride çok kızdık ve yüzüne hoş olmayan söz söyledik; gel varalım, özür dileyelim’ dedi. Birlikte onun yanına
gitmek için çıktık. Mürid yolda önümüze çıktı ve dedi ki:
'Ben de sizden özür dilemeye geliyordum. O sözle neyi kastettiğimi arz eylemek istedim. Şöyle ki; bunca yıldır
İmâm-ı Âzam hazretlerinin mezhebindeyim. Kötü sıfatlarımın hiçbirinden kurtulamadım. Birkaç gündür şeyhime
hizmet etmekteyim. Bütün çirkin huylarımı onun güzel himmetiyle bertaraf ettim. Böyle bir zatı İmâm-ı Âzam'dan
daha fazla sevmemde ne sakınca olabilir? Eğer kitaplarda bu sevgi hoş değildir diye nehyetmişlerse ispatlayın, biz
de sevgimizden vazgeçelim!’ Mevlânâ Zeynüddin o müridden özür diledi ve onu takdir etti." 8
İbn Acîbe el-Hasenî k.s. şöyle buyurmuştur:
‘’Hz. Peygamber’in s.a.v. usul ve yolu üzere terbiye veren kâmil mürşidlerin hali, insanlara aynı derecede
yönelmek ve onların tabiatında değişim gerçekleştirmektir. Onlar, (Allah’ın izniyle) günahkâr kimseyi itaatkâr,
kâfiri mümin, gafili zakir, cimriyi cömert, kirliyi temiz, kötüyü iyi, cahili ârif yaparlar. Bu şekilde insanların
kimyasını (mizacını) ve halini değiştirirler; çünkü onların yanında bunun iksiri vardır. Bu iksir, varlığın kimyasını
ve tabiatını değiştirme özelliğine sahip olan ebedî aşktır.’’ 9
Her mümine, sahih iman ve düzgün ibadet farz olduğu gibi; kalp temizliği, nefis terbiyesi ve güzel ahlak da farzdır.
Bu farzları yapmaya vesile olan şeyler de onlar kadar önemlidir.
Hiçbir mümin, ben imanı ve ibadeti öğrenirim, yaparım fakat bana ihlâs lazım değildir; ilahi sevgi gerekmez,
benim marifetullaha ihtiyacım yok, ben kalp temizliği istemem, nefis terbiyesi ile uğraşamam diyemez. Derse hak
yolda gidemez, dinini hakkıyla yaşayamaz, Yüce Allah’ın rızasını kazanamaz, hakiki huzuru bulamaz.
4 Arifler Yolunun Edebleri, S. Saki Erol
5 İbn Acibe, İkazu’l-Himem, 21.
6 İbn Acibe, İkazu’l-Himem, 21
7 Abdülkadir İsa, Hakâik ani’t-Tasavvuf, 35.
8 Reşahât, Mevlânâ Ali B. Hüseyin es-Safî, s.479
9 Bahrü’l-Medid fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Mecîd, İbn Acîbe el-Hasenî, s.2/317
3
Bitmeyen huzur ilahi sevgiye ve zikrullaha bağlanmıştır. Hiçbir zaman değişmeyecek bu kesin hüküm Kur’an-ı
Hâkim’de şöyle ferman buyrulmuştur: “Allah kendisine yönelen kulunu hidayete, rızasına giden yola erdirir.
Onlar iman edenler ve kalplerini Allah’ın zikriyle huzura erdirenlerdir. Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ın
zikriyle huzur bulur.“ 10
Gavs-ı Sânî k.s. hazretleri şöyle buyurmuştur: ‘’Sadat’lar gözünü ne sağa ne sola diktiler. Allah’ın rızasına
diktiler. Kendilerini kerem kapısında buldular. Sizde öyle yapın.‘’
Allahu Teâlâ, ilahi terbiyenin ve dostluğun merkezine Resûlü Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizi koymuştur. Ona
uymadan kimse Yüce Allah’a gidemez, O’na dostluk yapamaz. Allahu Teâlâ bu konuda bütün insanlığın önüne şu
ilâhî ölçüyü koymuştur: “Rasûlüm! De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olunuz/ uyunuz ki Allah da sizi
sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok affedici ve esirgeyicidir.“ 11
Âlimlerin belirttiği gibi, bu ayette geçen ‘tabi olmak’, sıradan bir tabi olmak değildir. Buradaki ittiba, Hz.
Peygamber’e (s.a.v) gerçek manada duyulan bir sevgiyi içine almaktadır. Bu sevgi, Fahr-i Kâinat Efendimize (s.a.v)
kalple, dille, özle, sözle, hâl ve ahlak ile tam bir teslimiyetle uymayı gerektirir.
Efendimiz (s.a.v), Ashab-ı Kiram’a (r.anhüm) dini, iman, ibadet ve ihsan boyutuyla öğretmiş, göstermiş, yaşatmış
ve öylece ahireti şereflendirmiştir. Sahabe-i Kiram da (r.anhüm) kendilerinden sonra gelenlere dini, iman, ibadet
ve ihsan boyutu ile bir bütün olarak aktarmıştır. 12
Tasavvufun Sistem Olarak Ortaya Çıkışı
Hicri ikinci asırdan itibaren dinî hayatta bir zayıflama gözükmeye başlandı. Yeni fetihler ve İslam’a yeni girenlerle
İslamiyet geniş alanlara yayıldı. Bu durum çeşitli sıkıntıları da yanında getirdi. Dine yeni girenlere, onu hakkıyla
anlatmak ve yaşatmak için âlimler ve salihler büyük çabalar harcadılar.
Akaid âlimleri, itikat konularına, fakihler ibadet konularına, muhaddisler hadisleri tespite, müfessirler Kur’an’ın
tefsirine, dil âlimleri Arapçaya yönelip İslam’ın temel ilimlerini ihya etmeye ve insanlara ulaştırmaya çalıştılar ve
Allah’ın izniyle bunda muvaffak da oldular. Bu arada arif, salih, veli, sufi ismiyle anılan Allah dostları da dinin
edep, ahlak, kalp temizliği ve ilahi aşk yönüne yöneldiler; himmet ve gayretlerini bu alanda sarf ettiler. Bu arada,
insanların fıtratlarına uygun terbiye metodları, ıslah usulleri geliştirdiler. Bu işte, Kur’an ve sünnet esaslarına
dayandılar. Sahabe-i Kiram’ın uygulamalarını ve onları takip eden salihleri örnek aldılar. Dinin terbiyesini bizzat
nefislerinde yaşayarak tattılar ve insanlara gösterdiler. İnsanların gönlüne hitap ettiler. Sohbet, muhabbet, vaaz,
nasihat, tövbe, aşk, güzel ahlak, incelik, sadelik, cömertlik gibi güzelliklerle gönülleri fethettiler.
İşte bu maneviyat önderleri, hicri beşinci asırdan itibaren İslam âleminde görülen terbiye ocaklarını ve tasavvuf
okullarını kurdular. Bu terbiye ocakları dini ihya hizmetini yürütmüş ve hâlen yürütmektedir.
Zâhirî ilimler nasıl konuşma, duyma ve yazı yoluyla bir nesilden diğerine aktarılıyorsa; hâl, maneviyat ve kalp ilmi
denilen ihlâs, feyiz, sevgi, ilahi aşk, gözyaşı, edep ve güzel ahlaklar da, kalpten kalbe, gönülden gönüle aktarılarak
ve bizzat yaşanarak günümüze kadar getirilmiştir. Kıyamete kadar da böyle gidecektir. Çünkü Kur’an, sünnet ve
dinimize ait ilimler ilahi koruma altındadır. Allahu Teâlâ, rahmetiyle, her devirde bu dinin hem zahirî ilimlerini,
hem de manevi ilimlerini öğrenecek, anlayacak ve başkalarına aktaracak kimseler yaratmıştır. Maneviyat ve ahlak
ilmini, kâmil mürşidler taşımakta ve nasibi olanlara ulaştırmaktadır. Bu nimet, Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimizin
âlemlere rahmet olma mucizesinin bir devamıdır.
Necmeddin-i Kübrâ k.s. hazzretleri ise şöyle buyurmuştur: ‘’Tasavvuf yolu doğru yoldur. Üstelik yolların en yüce
ve değerlisidir. Çünkü yollar gayesine göre değer kazanır. Tasavvuf yolunun gayesi ise Allah Teâlâ’yı tanımak ve
Hz. Muhammed’in s.a.v. bildirdiği bütün hükümleri edeple uygulamaktır. Dolayısıyla bu yolda rehberlik eden
10 Ra’d suresi ayet-27-28
11 Âl-i İmran suresi ayet-31
12 Arifler Yolunun Edebleri, S. Saki Erol
4
kâmil mürşidler diğer yol gösterenlerin efendisi konumundadır. Zira kâmil mürşidler, Resûlullah s.a.v.
Efendimiz’in ilminin varisleridir. Onlar Kur’an ve Sünnet’e göre amel eden kimselerdir. ‘’ 13
Kıssa
S. Saki Hazretleri anlatıyor: Babam (Gavs-ı Sâni hazretleri) şöyle anlattı:
“Ben bu göreve gelince, bir rüya gördüm. Rüyamda, başımın üzerinde bir taht yapılıyordu. Tahtı yapanlara, ‘Bunu
kim için yapıyorsunuz?’ diye sordum. ‘Hz. Resûlullah (s.a.v) için yapıyoruz, o gelip oturacak’ dediler.
Ben, ‘Ne kadar oturacak?’ diye sordum. Bana, ‘Bu kapıda sünnet-i seniyyeye uyulduğu sürece, Hz. Peygamber
orada oturacak’ denildi. Biz de bütün gücümüzle sünnet-i seniyyeye uyarak Resûlullah Efendimiz’in (s.a.v)
devamlı başımız üstünde oturmasına çalışacağız inşallah.”
Bu manevi emanet bu kapıda Kur’an, Sünnet ve âdapla kalacaktır. Bunun için hep Kur’an’a, Sünnet’e ve
yolumuzun adabına sarılmamız gereklidir. Bugüne kadar böyle gelmiştir. İnşallah bundan sonra da böyle devam
edecektir. 14
Gavs-ı Sanî k.s. “Sâdatlar, dini İslâm’ın içinden, en güzel takva üzere ne ise, adap olarak onu seçmişler”
buyurmuştur.
Tasavvuf her şeyi ile dinin hizmetindedir. Hedefi, takvâya ulaşmış kâmil insan yetiştirmektir. Ölçüsü Kur’an ve
Sünnettir. Sermayesi ilâhî muhabbettir. Meyvesi aşk, edeb ve muhabbet-i İlâhiyyedir.
Allah aşkını hedefleyen tasavvufu tanımak için tatmak gerekir. Nasıl bir tatlıya uzaktan bakmakla veya sırf tarifini
okumakla tadı anlaşılamazsa, manevi halleri tatmak da ona ulaşmakla olur. Ulaşmak, yaklaşmakla başlar.
Yaklaşmayan yabancı kalır. Yabancı kalan, o şeyin cahili olur. Bir kimse, hem cahil hem de edebi eksik olursa,
onun iyi diye yaptığı çoğu şey bile yıkım ve fesat olur. En kötü cahil ise bildiğini zanneden, fakat gerçekte
bilmeyendir. Edepli cahil, edepsiz okumuştan daha kârlıdır. Çünkü edepli olan, susmasını bilir. Susmakta pek çok
hayır vardır. Fakat içinde edep olmayan sözde ve işte hiçbir hayır yoktur. Aksine zarar çoktur.
Kâmil mürşidi tanımak için, onunla aynı yolu, edebi, zikri, fikri, hizmeti, ibadeti sevgiyi bir derece paylaşmak
gerekir. Mürşide teslim olmayan tabi olmaz. Tabi olmayan, onu lâyıkıyla tanıyamaz. Tanımayan sevmez.
Sevmeyen bilmez. Bilmeyen onun hakkında şahitlik edemez. Onlar hakkında bilmeden konuşanlar, övseler de
yerseler de haksızlık etmiş olurlar. İkisi de mürşidin hakkını zayi eder. Veliyi tanımadan kötüleyen kimse inkâra,
metheden kimse ifrata düşer. İnkâr zulüm, ifrat ziyandır. İkisi de haramdır.
İmam Rabbani k.s. “Bir mürşit terbiyesine girmekten maksat, hakiki imana ulaşıp ilahi emir ve hükümleri
muhabbetle uygulamaktır” 15
Seyyid Abdulkadir Geylanî, Yunus Emre, Mevlana Celaleddin Rûmî, Hacı Bektaş-ı Veli, Şah-ı Naşıbend, İmam
Rabbani, Mevlana Halid, Ahmed Rufâî ve diğer büyük zatlar (Allah hepsinin derecesini âli etsin ve kudsiyetini
artırsın) bütün insanlığa ilahi aşkı yaşayarak göstermişler, nicelerini bu saadetle tanıştırmışlardır.
Menkıbe
Bir şâhid anlatıyor: Seyda Hazretleri İstanbul’daki hocalardan bahsederken Molla Sadreddin Yükselden bahsetti.
Ben de, ‘’Çok yüksek âlim olduğunu söylüyorlar,’’ deyince: ‘’Evet, Hazretin tekkesinde yetişmiş, Şeyh Maşuk
Hazretlerine yakın damat olmuş çok yüksek âlim, sen de ziyaretine git,’’ dedi.
İstanbul’a dönünce Molla Sadreddin Hoca Efendiyi ziyarete gittim. Sohbet esnasında:
‘’Efendim, dünyada çok yüksek âlimler var, aynı zamanda mürşid-i kâmiller var. Bu ikincilere ayni mürşid-i
kâmillere hüsnü teveccüh ve etraflarında cemaat daha çok, bunun hikmeti nedir?’’ dedim. Cevaben:
‘’Ben meşhur bir âlimim, bugün Beyazıt meydanına çıksam arkamda elli kişi zor toplarım. Ama senin şeyhin Seyyid
Muhammed Raşid Hazretleri bir beldeden bir beldeye gitse, çevresinde yirmi-otuz bin insan toplanıyor. Bunun
sebebi, hakikatte hidayete erdirici olan Allahü Teâlâ’dır, hidayet onun elindedir. Hz. Muhammed s.a.v.’e dahi: ‘’Yâ
Habîbim! Sen istediğini hidayete getiremezsin,’’ buyurmuş. Şu halde, hidayet sahibi Allahü Teâlâ’dır. Yalnız Allahü
13
İmam Şa‘rânî, el-Envârü’l-Kudsiyye
14 S. Muhammed Saki Erol, Hayat Dengemiz, 256.
15 Mektubat,207. Mektup
5
Teâlâ bir kulunu severse ona hidayetten bir nusret, bir inayet verir. Allah kimin eline hidayeti verirse o irşad sahibi
olur. İşte bu asırda senin şeyhinin eline hidayeti; Allahü Teâlâ koymuş, Resûlullah s.a.v. Efendimiz koymuş, bunun
sırrı budur,’’ diye açıkladı. 16
Seyyid Muhammed Raşid k.s. hazretleri şöyle buyurmuş: ‘’Allah dostluğu nedir iyi bilenler, bu yolun ne kadar
faydalı olduğunu çok iyi bilirler.‘’
Hz. Mevlânâ k.s şöyle buyurmuştur: "Kâmil bir mürşidin elini tutmak, Allah'ın kudret elidir."
Allah'ın kudret eli demek, Rabbü'l-âlemin'in gücü kuvveti ve azametine temsildir. Resûlullah Efendimiz'in (s.a.v)
eli ise, insanlara uzanan bir ilâhî rahmettir. Bu el vasıtasıyla Allah Teâlâ, dilediğini diriltir veya öldürür.
Peygamberler, kâmil mürşidler Allah'a hidayete sevkeden vesilelerdir. Rabbü’l-alemin'in insanlara özel ikramıdır.
Müridin kendisini şeyhe teslim etmesi, kendini Allah ve Resûlü'ne teslim etmesi demektir. Çünkü şeyh olan kimse
Resûlullah s.a.v.'in halifesidir. Resûl/peygamber ise Allah'ın halifesidir. Şu halde şeyhin elini tutan, Resûlullah'ın
elini tutmuş gibi olur. Allah'a teslim olmuş demektir. Müridler, şeyhlerin elini tutup tövbe/biat ederler, çünkü
ashap da böyle yapmıştır. Resûlullah s.a.v. Efendimiz'e geçmiş hayatlarına tövbe ederek biat etmişlerdir. Müridin,
mürşid elini tutması sünnet-i Resûlullahtır. Bunu bilmeyen tasavvuftan nasipsizler, 'Bu da nerden çıktı?' derler.
Meşâyih/mürşid-i kâmiller, kavmi içinde enbiya gibidir. Müridin, şeyhin elini alması mübayaat/manevi
alışveriştir.’’ 17
Hucvirî k.s. şöyle demiştir: “Eğer tasavvufu inkâr edenler, sadece tasavvuf ve sûfi kelimesinin Kur’an’da
bulunmadığını söylüyorlarsa bunda garipsenecek bir şey yoktur; bu doğrudur. Fakat tasavvufun içerdiği manayı
ve ahlakı inkâr ederlerse, o takdirde Hz. Peygamber’in (s.a.v) getirdiği dinin tümünü ve onun bütün güzel
ahlaklarını inkâr etmiş olurlar.” 18
Hz.Mevlânâ k.s. hazretleri şöyle buyurmuş: ‘’Kılavuzsuz yol gidene iki günlük yol, yüz yıllık yol olur.’’ 19
Gavs-ı Sânî ks. ise: ‘’Bu zamanda insanlara yapılabilecek en büyük iyilik, tövbeyi tarif etmek ve bir mürşid-i
kâmile yönlendirmektir. İnsanlara yapılacak en büyük iyilik budur.‘’
Menkıbe
Anlatıldığına göre bir gün seksen üç yaşında bir zat, Seyyid Muhammed Raşid hazretlerinin meclisine geldi.
Oradakiler, bu zatın bazı söz ve davranışlarını beğenmeyip tenkit ettiler. Bu zat şöyle dedi:
Ben bu yaşıma kadar dinin hiçbir emrini yapmadım. Aşırı derecede sarhoş olduğum bir gün, dostlarım beni buraya
getirmişler ve Seyda hazretlerinin k.s. elini öptürüp banyo yaptırdıktan sonra caminin altına yatırmışlardı. Sabah
uyandığımda, bilmediğim bir çevre ve tanımadığım insanlarla karşılaştım. Seyda hazretlerini k.s. gördüğümde, bir
nurun ayak parmaklarımdan girip bütün vücudumu kapladığını gördüm. Bu nur beni o halimden bu halime
çevirdi. Ben şimdi on yedi günlüğüm.
Evet… Evliyanın nazarı cezbeyi doğurur. Cezbede ilâhî aşk ve muhabbeti meydana getirir. Bundan sonra o kişi,
Allah’a yöneldi, dinini öğrendi ve dinini yaşayan biri haline geldi. 20
Ariflerde ilim amele, amel hikmete, hikmet marifete, marifet ilâhi muhabbete dönüşür. Kamil insan yeryüzünde
Allahu Teâlâ’nın halifesi olduğundan, kendilerine, kullar ve kalpler üzerinde tasarruf yetkisi verilmiştir. Arifler
Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin özel tecellilerine mazhar olmuşlardır. Bu sayede özel bir ilme, farklı bir kalbe, ayrı bir
şahsiyete sahiptirler.
Müfessir Kad-ı Beydavî hazretleri şöyle buyurmuştur: “Allahu Teâlâ bazı kullarını diğer kullarını terbiye için halife
seçmiştir. Aslında Yüce Allah’ın kendi işlerini gördürmek için bir halifeye ihtiyacı yoktur. Bunu sırf kullarına
16 Hatme-i Hâcegân Sultanları, Muzaffer Taşyürek, s.237
17 Mürşid ve Mürid Hukuku, Mehmet Ildırar
18 Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb, 54.
19 Can Kulağını Aç Hz. Mevlana’dan Özlü Sözler, Adem Sertel, s.240
20 Kınacı, Seyyid Muhammed Raşid ve Hayatı, s.35.
6
merhametinden yapmıştır. Çünkü her insan vasıtasız olarak ilahî feyzi alamaz, emirleri anlayamaz, kalbini manevi
21
kirlerden arındıramaz. Kusur ve noksanlıkları buna mani olur. Bunun için bir vasıta gerekir.
İmam Şârânî k.s. şöyle buyurmuştur: “Kamil mürşidin tek gayesi vardır; o da şudur: Müritlerini güzel ahlak ile
22
süsleyip, Allah ve Rasulünün huzurunda sevilecek bir olgunluğa ulaştırmaktır.”
Onları görenler ve candan sevenler, sanki Rasulullah (s.a.v) Efendimiz ile karşılaşmış ve tanışmış gibi huzur
duyarlar. Onların meclisine girenler, Sevgili Peygamberimizin (s.a.v) saadetli yüzüne nazar etmiş gibi haz alırlar.
Onların elinden tutanlar, Rasulullah Efendimizin (s.a.v) mübarek elinden tutmuş ve onu öpmüş gibi olurlar. Onlar
her devirde ümmetin önünde edep önderi, takva imamı, irşat kutbu olmuştur.
Seyyid Abdulkâdir Geylânî (k.s), Seyyid Muhammed Bahâüddin Nakşıbend (k.s), Seyyid Ahmed Şehîd (k.s) Seyyid
Abdülhakim el-Hüseynî (k.s), Seyyid Muhammed Râşid el-Bilvânisî (k.s)... ve daha niceleri...
Bu büyükler gibi her devri süsleyen nice Muhammedî güller vardır. O güller, temiz gönüllere koku verirler. Onlar
Yüce Allah’ın boyası ile boyanmışlardır. Onların gönlü ilâhi aşk ile doludur. O güllerin dallarından sevgi balları
akar, hepsi dışa süzülmüş özdeki sevgiyi yayar.
Hz. Mevlana k.s. hazretleri diyor ya: ‘’Gül mevsimi geçince gül kokusunu nereden alacaksın? Şüphesiz gül
suyundan!’’ 23-24
21 Beydavî, Envaru’t-Tenzil, I, 49-50. Ayrıca bkz: Şirbînî, es-Siracü’l-Münir, I, 25.
22
Şaranî,, Levâkıhu’l-Envâr, 14. Aynı mevzûun geniş bir îzâhı için; bkz: Sühreverdî, Avarifu’l-Mearif, 10. Bölüm.
23 ‘’Gülden murat Muhammed Mustafa s.a.v. Efendimiz, gülsuyundan murat ise mürşid-i kâmillerdir. Yani O’nun hakiki varisleridir.‘’
24 Mürşid ve Mürid Hukuku, Mehmet Ildırar, s.617
Download