Bilim Savaşları

advertisement
Bilim Tarihinin Epistemolojik Temelleri
‘Bilim Savaşları’ ve Post-modern Bilim Eleştirileri Üzerine
Ömer Faik ANLI*
Bilimsel Devrim’le birlikte doğa biliminin gösterdiği başarı karşısında, bilimsel bilginin
genel olarak bilginin bir parçası olmaktan çıkıp, bilginin kendisi olarak kabul edilmesi
kendisini epistemoloji tarihinde bir vaka olarak göstermiştir.
Bununla paralel olarak
felsefenin de bilimin ‘güvenilir yolu’na sokulması gerektiği inancı ile başlayan süreç, 20.
yüzyılda, bu inancın öngöremediği biçimde bilimsel bilginin güvenilirliğinin sorgulandığı bir
aşamaya ulaştı. Post-pozitivist bilim felsefesinden kaynaklanan ve post-modern olarak
adlandırılan bu aşamanın, yapay ve zorlama bir kuşkudan kaynaklandığını ve çoğunlukla da
bilimi ve bilimsel bilgiyi çarpıtan bir yol izlediğini düşünenler dahi, günümüzde bilimi
anlama ve açıklama çalışmalarında böylesi bir alt kolun oluşmaya başladığını ve hatta
olgunlaştığını kabul etmek durumundadırlar.
Bu kabulle birlikte, hakikat / doğru bilgi bağlamında bilimsel bilgi savunusunun bu
eleştirilere yanıt verebilir olması gerektiği de açıktır. Bu kabul edilmeden, bilimselliğin insan
yaşamının yol göstericisi olduğu zaman insanlığın sorunlarının bilimsel bilgi temelinde
çözüleceği ve yapay sorunların ortadan kalkacağı yönündeki, büyük oranda 19. yüzyıl bilim
imgesine dayalı vaadin halen gerçekleşmemiş olması üzerinden geliştirilen karşıt-tezler
eleştirel bir biçimde değerlendirilemez. Bu durumdan ‘bilimsel bilgi’nin ve ‘bilimsellik’
anlayışının kendisinin mi yoksa yeterince bilimselleşilememiş olmanın mı sorumlu olduğu
tartışılırken, bilim etkinliğinin doğasının henüz anlaşılamamış olduğu savı da tartışmanın bir
parçası haline gelir. Bir diğer ihtimal ise, bu iddianın ve dolayısıyla onun dayandığı bilim
imgesinin, büyük oranda pozitivizmin etkisiyle gerçek bilim etkinliğinin uzağına düşmüş
olması ya da aynı nedenlere bağlı olarak 20. ve 21. yüzyıl koşullarının bu imgede değişimi
gerekli kıldığının bilim filozoflarınca görülememiş olmasıdır.
Görüleceği üzere, bu tartışmayı yürütebilmek ve açığa çıkan sorulara yanıt bulabilmek
için edimsel bilimle bilim imgesi arasında bir ayrım yapmak gerekmektedir. Edimsel bilimin
anlaşılması ve açıklanması girişimi günümüzde halen tamamlanmış ya da tüketilmiş bir
çalışma alanı değildir. Öyle ki, pozitivizmin öne sürdüğü, bilimin ilerleyen yegane insan
etkinliği olduğu kabulüne dayalı olarak, eğer bilime bu niteliği kazandıran öğe ya da öğeler
tespit
edilebilirse, ilerlemenin hızlandırılabileceği
ve
olanaklı
diğer alanların da
bilimselleştirilebileceği savı kısmen korunurken, tartışma büyük oranda bilimin sahip olduğu
otoritenin ve toplumsal örgütlenme içerisindeki yerinin ve finans kaynaklarından aldığı payın
*
Dr., Ankara Üniversitesi, Felsefe Bölümü, Bilim Tarihi ABD
1
Bilim Tarihinin Epistemolojik Temelleri
savunulmasına kaymıştır. Karşıt bilim tezleriyle birlikte Sokal Vakası’nın popülerleştirdiği bu
tartışma zemini, bilimi anlama ve açıklama çalışmaları bakımından bir savunu olmanın da
ötesinde, refleksif bir düşünüşün de yolunu açmaktadır.
Bu refleksif düşünüşün bir sonucu olarak, bilimi anlama ve açıklama çalışmalarının, 19.
ve 20. yüzyıl pozitivist, neo-pozitivist ve Poppercı bilim felsefesi ile sınırlandığında eksik
kalacağı ve bu çalışma alanının 20. yüzyılla birlikte disiplinler-arası bir nitelik kazanması
gerektiği açık hale gelmiştir. Öyle ki, bilimi anlama ve açıklama çalışmalarının sınır
genişlemesinin ve disiplinler-arası bir nitelik kazanmasının bu alanın gelişiminin doğal bir
parçası olduğu artık rahatlıkla ifade edilebilir. Diğer bir deyişle, hem bilim felsefesi
içerisindeki pozitivist, neo-pozitivist ve post-pozitivist aşamalar ve bu aşamalar arasındaki
evrimsel dönüşüm hem de bu dönüşüme eklemlenen bilim tarihi ve sosyolojisi çalışmaları ve
bu çalışmalar içerisindeki pozitivist içselci yönelimden dışsalcı yönelime doğru daha dengeli
bir kavrayışa ulaşan süreç, bilimi anlama ve açıklama çalışmaları alanının (Bilim ve Teknoloji
Çalışmaları’nın) tarihsel gelişim sürecidir. Bu durumda, bilgi ve doğruluğa ilişkin felsefi
sorunun 19. yüzyılda bilimde görülen dönüşümler ışığında yeniden ele alınması ve yeni
koşullar altında değerlendirilmesiyle paralel bir biçimde 20. ve 21. yüzyıl koşullarında bilimin
daha geniş bir perspektifle ele alınması gerekmektedir. Bu gereklilik, pozitivizmin kimi
sınırlayıcı kabullerinin tartışmaya açılmasını, bilimi anlama ve açıklama çalışmaları
bağlamında bu kabullerin bir kısmının da tedavülden kaldırılmasını beraberinde getirmektedir
ya da getirecektir.
İşte bu tartışma ve tedavülden kaldırma girişimi bir yanıyla bir gerekliliğe bağlı olmanın
kazandırdığı meşruiyetle açığa çıkarken, diğer yandan talep ettiği imgesel değişimle birlikte
karşıt-bilim tezlerine kapı açmaktadır. Bu tezlerin bir kısmı, pozitivist yönelime karşıt olmak
ya da onun dışına düşmek anlamında karşıt-tezler olarak konumlanırken, bilimi anlama ve
açıklama çalışmalarının evrimsel dönüşümünün bir parçası konumundadırlar. Fakat, bu
tezlerin bir kısmı da, ‘postmodern düşüncenin ‘her şey gider (anything goes)’ anlayışına bağlı
sınırlanmamış çoğulculuğunun serbestliğine gönderimli özgürlük talebi uğruna kimi meşru
olmayan kullanımlarla, Sokal’ın da ifade ettiği gibi, sınır ihlallerinde bulunarak
genelleştirmeler yoluyla düşünsel sıçramalara ya da indirgeyici bir tutumla farklı alan ve
anlamları tek bir problem alanına indirgemeye dayanmaktadır.
‘Ilımlı Postmodernizm’ ve ‘Köktenci Postmodernizm’: Zayıf ve Güçlü Versiyonlar
Tarihsel olarak kökenleri daha gerilere uzansa da, bilimi anlama ve açıklama
çalışmaları açısından postmodernizm, 1970’li yıllardan itibaren modern düşüncenin (Sokal’a
2
Bilim Tarihinin Epistemolojik Temelleri
göre ‘rasyonel düşüncenin’) yerine geçeceği sanılan bir tür düşünce akımı olarak görülür.
Sanattan mimariye dek uzanan geniş bir yelpazede kendisini gösteren bu akım, bilim söz
konusu olduğunda etkisini beşeri disiplinler ve sosyal bilimler üzerinde göstermiştir. Öyle ki,
‘postmodern bilim’ dendiğinde, bu adlandırmayı olumlayarak kullananlar her ne kadar
fizikten sosyolojiye dek tüm bir bilim etkinliğine gönderme yapsalar da, söz konusu olan
beşeri disiplinler üzerinden sosyal bilimlere etki eden ve bu etkiyle bilim imgesini
dönüştürmeye çalışan bir akımdır.
Bu akım üzerine bir çözümlemede bulunurken ‘ılımlı postmodernizm’ (‘zayıf
versiyon’) ve ‘köktenci postmodernizm’ (‘güçlü versiyon’) ayrımına gidilmesi işlevseldir . Bu
ayrım temelinde, zayıf versiyonun, Sokal’ın ifadesiyle, ‘saf modernizmde’ sınırsız ve sürekli
bir ilerlemeye olan inanç, bilimcilik, kültürel Avrupa-merkezcilik gibi konularda gereken
kimi düzeltmeleri sağladığı kabul edilir. (Sokal, Bricmont, 2002: 200) Diğer bir deyişle, karşıt
bilim tezleri olarak adlandırılan ve bilim felsefesi, tarihi, sosyolojisi çalışmalarının açığa
çıkardığı tartışmalardan türetilen tezlerin bir kısmının ya da en azından bu tezler üzerine
tartışmaların, bilimi anlama ve açıklama çalışmalarına olumlu katkılarda bulunduğu açıktır.
Bu tartışmalar, özellikle 20. yüzyılla birlikte toplumla olan ilişkilerinde ve toplum içerisindeki
kurumsal konumlanışında değişimler gözlemlenen (tekno-) bilimi, koşulların gerektirdiği gibi
daha geniş bir perspektifte ele almayı olanaklı hale getirmektedir. Diğer taraftan, Kuhn’un
paradigma terimi merkezinde geliştirdiği model, kendisi bunu amaçlamasa da, sosyal
bilimlerde çok-paradigmalılık tartışması gibi yeni ve verimli tartışma alanları açmıştır. Ancak
buradaki sorun, kimi alanlarda güçlü versiyonu da destekleyecek biçimde kullanılabilen ya da
zayıf versiyonda kimi akıl karışıklıkları yaratacak biçimde sınırları belirsizleşen karşıt-tezleri
bilim felsefesi, tarihi ve sosyolojisindeki bağlamlarına oturtabilmektir.
Karşıt-tezlerin kullanımında ya da tartışılmasında bağlam dışına taşılmasının
sonuçlarından ilki, ‘İki Kültür’ arasındaki mesafenin açılmasıdır. Bilimsel ilerleme ve bilimin
toplumsal olarak verimliliği açısından disiplinler arası işbirliği ve etkileşimin çağın bir
zorunluluğu olmasıyla bu mesafe artışı arasındaki uyuşmazlık ciddi bir gerilim yaratmaktadır.
Beşeri disiplinler ve sosyal bilimler (C.P. Snow açısından ikinci ve üçüncü kültür (Snow,
2010)) içerisindeki postmodern kanattan gelen imgesel değişim talebi, bu talebin ve talepte
bulunanların yarattığı gerilimi örtmektedir. Çünkü bu talebi dillendirenler,
talebi
gerekçelendiren karşıt-tezlere dayanarak aşılması gereken esas mesafenin ‘gerçek’ bilim
etkinliğiyle 19. yüzyıl bilim imgesi arasında olduğunu öne sürmektedirler. Öyle ki, bu
yaklaşım (güçlü versiyon), mevcut bilim çalışmalarının da kendi tezlerini desteklediğini ve
doğruladığını, fakat buna karşı direncin eski imgeye bağlı düşünürlerden geldiğini savunur.
3
Bilim Tarihinin Epistemolojik Temelleri
Diğer bir deyişle, kuantum kuramı, kaos kuramı gibi fizik ve matematik kuramlarının güçlü
versiyonu benimsemiş beşeri disiplinler ve kimi sosyal bilim çalışmalarının öne sürdüğü bilim
imgesini doğruladığı, yani, iki kültür arasında diyaloğun da ötesinde bir tür tekabüliyetin
açığa çıktığı savlanmaktadır. Buna karşın, Sokal’ın “uzmanlığın seyrelmesinin entelektüel
kesinliği zayıflatacağını düşüneneler olsa da, bir alandaki düşüncelerin başka bir alana
sağlayabileceği yeni bakış açıları göz ardı edilmemelidir” (Sokal, Bricmont, 2002: 201)
ifadesine uygun bir biçimde disiplinler arası (Snow’un terminolojisiyle ‘kültürler arası’)
kurulacak diyaloğun genel olarak bilimin gelişmesine olumlu etkide bulunacağı savunulurken,
bu diyaloğun ön koşulları olduğu da vurgulanmalıdır. Bu bağlamda postmodern kanat, işte bu
ön koşulları, onların hali hazırdaki bilim etkinliği içerisindeki ve bu perspektiften
bakıldığında bilim tarihi içerisindeki anlamsızlıklarını ya da geçersizliklerini göstererek
ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. İmgesel düzeydeki bu girişimle ona karşı ortaya çıkan
direnç arasındaki gerilim, -Sokal’a göre ‘çok talihsiz bir biçimde’- “Bilim Savaşları” olarak
adlandırılmaktadır.
Ama bizce bu çok talihsiz bir terim. Kim kime karşı savaşıyor acaba? (…)
Bilim ve teknoloji uzun zamandır siyasi ve felsefi tartışmalara konu olmuştur
(nükleer enerji, nükleer silahlar, insan genomu projesi, sosyobiyoloji gibi).
Ama bu tartışmalar hiçbir biçimde bir “bilim savaşı” değildir. Bu tartışmalarda,
meslekleri ne olursa olsun işin içinde olan herkesin ussal olarak
değerlendirebileceği bilimsel ve ahlaki savlar hem bilim adamları hem de bilim
adamı olmayanlar tarafından aynı biçimde savunulmuştur (Sokal, Bricmont,
2002: 201).
Uyuşmazlığı Çözebilecek ‘Rasyonel Diyalog’un Koşulları
Sokal’ın ifadelerinde açığa çıktığı gibi, bilim savaşlarının her iki tarafının da ‘temel
epistemoloji’ denilebilecek olağan akıl yürütme biçimini kullandığının altı çizilmelidir. Öyle
ki, kendi tezlerini gerekçelendirmek için bilim tarihi verilerine başvuran karşıt iki bilim
filozofu da, olduğu biçimiyle gerçek bilim-tarihsel olguları tespit ettiğini ve bunları keyfi
olmaktan uzak bir biçinmde ilişkilendirdiğini öne sürer. O halde söz konusu olan, farklı
bilimler arasındaki bir ‘savaş’ değil, temelde aynı akıl yürütme biçimini kullanan düşünürler
ve sosyal bilimciler arasındaki uyuşmazlıktır. Güçlü versiyonda açığa çıktığı gibi (Sokal’ın
tezlerinde ifade ettiği indirgemeci yaklaşımla) temel epistemolojideki ortaklığın üzeri
örtülmeye çalışılmadığı sürece, bu temel üzerinden uyuşmazlık rasyonel bir diyaloğa
dönüşebilir. Diyaloğun ön koşulları da bu temel epistemolojiyle ilişkilidir.
Buna göre, (1) insanın neden bahsettiğini bilmesi gerekir. Doğa bilimlerinin içeriği
hakkında, özellikle de ‘yasa’, ‘açıklama’, ‘nedensellik’, ‘kuramsal terimler / empirik terimler’
4
Bilim Tarihinin Epistemolojik Temelleri
vb. kavramlar üzerine felsefe etkinliği yürütmek doğaldır. Sokal’ın ifadeleriyle, “bunların
felsefi yansımaları bu düşüncelerin arındırılmasını sağlayabilir. Ama bu konuları
doğrudürüst ele alabilmek için ilgili bilimsel kuramları ister istemez teknik düzeyde,
derinlemesine anlamak gerekir. Popülarizasyon düzeyindeki yüzeysel bir anlayış buna
yetmez” (Sokal, Bricmont, 2002: 202, 203). Bilim felsefesinin yanı sıra bilim tarihi ve
sosyolojisi üzerine çalışan bilim insanlarının da asgari düzeyde bir bilimsel bilgiye ihtiyaçları
vardır. Bu bilgi, disiplinlerine ilişkin (tarih ve sosyoloji) aldıkları mesleki bilginin ötesinde
genel olarak bilime ya da özel diğer disiplinlere ve hatta daha özelde kimi kuramlara ilişkin
olmalıdır. Bu koşul, Hempel’in açıklama modelindeki “açıklayıcı uygunluk koşulu”nun farklı
bir bağlamda kendisini göstermesidir. Hatırlanacağı üzere, açıklamanın, fenomenin
açıklandığına dair güçlü bir inanç doğuracak bir zemin oluşturabilmesinin gerekliliğine bağlı
olarak, fenomenler arası ilişki kurulurken uygunluğun gözetilmesi olarak ifade edilen bu
koşul, bir bilim sosyoloğunun bilime etki eden koşulları nereye kadar genişleteceği söz
konusu olduğunda da ya da bir bilim filozofu kendi yaklaşımını kuantum kuramının
verileriyle destekleme yoluna gittiğinde, bu verilerle kendi yaklaşımı arasında bir uygunluğu
gözetmesini gerektirir. Bu uygunluğun belirlenmesinin ve keyfiyetle arasına bir sınır
çizilebilmesini sağlayacak ölçüt, ilgili alana ilişkin bilgidir.
Bu bağlamda, neo-pozitivizm sonrası çizgide yer alan Popper, Kuhn, Lakatos, Quine
ve Feyerabend’in çalışmalarıyla açığa çıkan bilim felsefesi çizgisinde böylesi bir bilgisizliğe
rastlanmamakla birlikte, onların yorumcularının eleştirel bir incelemeye tabi tutulması
gerekmektedir. Ana çizginin, pozitivizm ve neo-pozitivizmden ayrışma nedenleri, bilim
felsefesinin içkin tartışmalarına dahil edilen bilim tarihi verileri üzerine olduğu görülmüştür.
İkinci koşul, öncelikle karşıt-tezleri üreten bilimi anlama ve açıklama çalışmalarına
değil, bu tezleri kullanan ve bu tezler üzerinden çağdaş bilimsel kuramlarla kendi bilim
imgeleri arasında eş-terminolojik bir zemin kuran çalışmalara yöneliktir. Buna göre, (2)
“çetrefil ve karanlık olan her şey zorunlu olarak derin anlamlar taşımaz. Konularının doğası
gereği anlaşılması güç olan söylemler ile boşluklarını, bayağılıklarını sunumundaki
karanlığın ardına ustaca gizlemiş söylemler arasında çok büyük fark vardır” (Sokal,
Bricmont, 2002: 203). Bu koşulun gereği karşısında açığa çıkan güçlük, anlaşılması güç olan
söylemlerle anlamsız söylemler arasındaki ayrımın nasıl yapılacağıdır. Fakat buradaki esas
önemli nokta, ilkece bu ayrımın yapılabilir olmasıdır. Beşeri disiplinlerde bir söylemin ya da
sosyal bilimlerde bir kuramın, hangi olguları açıkladığı, temel probleminin ne olduğu, belli
başlı sonuçlarının ne olduğu ve en önemlisi onu destekleyen savların “ilkel düzeyde” de olsa
basit terimlerle (bilim felsefesi bağlamında ‘empirik terimlerle’) açıklanması olanaklıdır. Bu
5
Bilim Tarihinin Epistemolojik Temelleri
koşula uymayan söylem ve kuramlarda, söylem / kuram içi nitel sıçramalar söz konusu
olduğu gibi, okurdan / dinleyiciden de böylesi bir sıçrama beklerler (Sokal, Bricmont, 2002:
203). Feyerabend’in mitoloji, din ve bilimi aynı düzleme indiren düşünsel sıçraması da
kısmen bu durumun örneğidir.
İkinci koşulda dile getirildiği gibi, karşıt tezleri örtük olarak kullanan çalışmalarda
sıklıkla görüldüğü üzere ve birinci koşulun sağlanmaması sonucunu da doğuran yaklaşım
bilimi bir “metin” olarak görme yaklaşımıdır. Buna karşıt sav, (3) “bilim bir metin değildir.
Doğa bilimleri beşeri bilimlerde kullanmaya hazır metaforlarla dolu bir depo değildir. (…)
Bilimsel bağlamda bu sözcükleri [belirsizlik, süreksizlik, kaos, doğrusal olmayışlık vb] günlük
anlamlarından ince ama hayati olarak ayıran, yalnızca karmaşık kuramlar ve deneyler ağı
içinde anlaşılabilen özel anlamları vardır” (Sokal, Bricmont, 2002: 204) ifadeleri temelinde
açığa çıkar. Buna göre, pozitivist ve neo-pozitivist bilim felsefesinin üzerinde durduğu
empirik terimler, kuramsal terimler, bunları ilişkilendiren köprü ilkeler / tekabüliyet kuralları,
işlevsel tanımlamalar gibi kuramları yapılandıran öğeler ve aralarındaki ilişkiler göz ardı
edilerek, herhangi bir bilimsel terimin bağlamından koparılması ve bilim imgesinin bu
bağlam-dışı kullanımlarla temellendirilmeye çalışılması bir çarpıtma örneğidir. Karşıt-tezlerin
kullanılmasıyla ve çoğu zaman da bu tezlere ilişkin tartışmaların üzeri örtülerek empirik
terimlerle kuramsal terimler, keşif bağlamıyla doğrulama bağlamı arasındaki farkların ortadan
kaldırılması ile bilimsel kuramları bir metne indirgeme yaklaşımı kendiliğinden bir sonuç
olarak haklılandırılmaya çalışılır. Bunun yanı sıra kuramların / paradigmaların kendi
dünyalarını yarattıklarına ya da daha naif ifadesiyle, paradigma değişiminin dünya değişimi
olduğuna yönelik yaklaşım, ilgili tartışma ve Kuhn’un vurguları göz ardı edildiğinde bilimi
metne indirgeyen örtük idealist konumu pekiştirir.
Bir diğer koşul, ilkesel olarak bilimin birliği düşüncesini reddetse de, çalışmalarında
doğa bilimlerini ‘taklit’ ederek bu birliği içeriksel olarak koruyan düşünürlere ve sosyal
bilimcilere yöneliktir. Buna göre (4) “doğa bilimlerini taklit etmeyin. Sosyal bilimlerin
kendilerine özgü soruları, çalışma yöntemleri vardır; fizik ya da biyolojideki (gerçek ya da
hayali) her ‘paradigma kaymasını’ izlemek zorunda değildirler” ifadesi işlevseldir (Sokal,
Bricmont, 2002: 204). Feyerabendci ilkesel yöntem çoğulluğunun olanağı ya da Kuhncu
paradigma / disipliner matriks değişiminin yöntem değişimini de kapsayabileceği
düşüncelerinden farklı olarak kimi postmodern bilim savunucuları (güçlü versiyon),
atomlardan sıvılara, oradan beyinlere ve toplumlara varan gerçekliğin tüm düzeylerini belirli
bir disiplinin belirli bir kuramının dahil olduğu paradigmaya oturtma girişimini benimserler.
Sokal’ın özellikle Kuantum Kuramı ve Kaos Kuramı üzerinden örneklendirdiği bu girişim,
6
Bilim Tarihinin Epistemolojik Temelleri
daha önce de ifade edildiği gibi, postmodern bilim imgesini halihazırdaki bilimsel
çalışmalarda temellendirme girişiminin bir parçasıdır. Oysa, genel yöntemsel birliği altında
bilimin disiplinlere bölünmesini gerekli kılan koşul, her araştırma alanında kullanılan
yaklaşım
biçiminin
incelenen
olguların
özellikleriyle
belirlenmesidir.
“Örneğin,
psikologların, kendi alanlarında ‘gözlenenin gözlemciden etkilendiğini’ söyleyebilmeleri için
kuantum mekaniğine başvurmaları gerekmez. Psikolojide iyi bilinen bu durum, elektronların
ya da atomların davranışlarından bağımsızdır” (Sokal, Bricmont, 2002: 205).
İki Kültür arasındaki diyaloğun özsel koşulu ise, (5) belirli konulardaki kuşkuculukla
kökten kuşkuculuğun birbirine karıştırılmaması koşuludur. 19. yüzyıl bilim imgesinin kimi
öğelerine karşı kuşkucu olmak ve bu motivasyonla bilim etkinliği ve tarihiyle yüzleştirme
girişimiyle, nesnelliği, tarafsızlığı ve ‘doğru’ bilgiyi koşulsuz bir biçimde olanaksız kabul
etmek üzerinden yeni bir imge üretmek arasında fark vardır. İkinci yaklaşımın, ‘kendini
yadsıyıcı’ eğilimi bir kenara bırakılsa bile, bu yaklaşım bilime katkı sağlamaz. Öyle ki,
İki tür bilim eleştirisini birbirinden özenle ayırmak gerekir: birincisi, belirli
savlara dayanarak belirli bir kurama karşı çıkanlar, ikincisi ise geleneksel
kökten kuşkuculuğun savlarını şu ya da bu biçimde yineleyenler. Birinci tür
eleştiriler ilginç olabilir ama reddedilebilirler. İkinci türden olanlar ise
reddedilemezler ama (genellikleri nedeniyle) ilginç de değildir. (…) (ister
doğal, isterse sosyal) bilimlere bir katkıda bulunabilmek için mantığın
geçerliliği ya da deneyler arascılığıyla dünya hakkında bir şeyler bilinebileceği
konusundaki kökten kuşkuları bir yana bırakmak gerekir (Sokal, Bricmont,
2002: 206).
Karşıt-tezleri açığa çıkaran tartışmalarda bu birbirine karıştırma gerilimi sıklıkla
hissedilmektedir. Tezlerin bir bölümü ulaştığı noktada, kökten kuşkucu tavırla örtüşürken, 19.
yüzyıl imgesinin neden reddedilmesi gerektiğini bir siyasal eğilime dayanmak dışında
açıklayamaz duruma gelmektedir.
Post-modern Bilim İmgesinin Kaynağı
Sokal, postmodern bilim imgesinin kaynağının ne olduğu sorusuna temelde iki kültür
arasındaki diyalogta ve bu diyalogtan etkilenen sosyal bilim çalışmalarında ilgili koşulların
yerine getirilmemesine bağlı bir yanıt vermektedir. Bununla birlikte, bilim sosyolojisinindeki
içselci ve dışsalcı etkenleri dengelemeye çalışan yaklaşımla paralel bir biçimde “bu gibi
karmaşık toplumsal olgulara neden olabilecek birçok farklı etken vardır” ifadesini kullanır
(Sokal, Bricmont, 2002: 207) ve içsel etkenler olarak, bilim felsefesi, tarihi ve sosyolojisini
kapsayan ve birer tartışma alanı olan entelektüel kaynakları gösterir. Buna göre, pozitivist ve
neo-pozitivist bilim felsefesinin içerisinde örtük olarak taşıdığı tartışma alanlarının, bilim
tarihiyle girilen işbirliği ile açık hale getirilmesi bilim felsefesi açısından tamamlayıcı
7
Bilim Tarihinin Epistemolojik Temelleri
niteliktedir. Fakat bu içsel etkenlere bağlı konu alanındaki zenginleşme ve kavrayıştaki
derinleşme bağlam dışına çıkarılmamalıdır.
Bilim felsefesi içerisinde, pozitivizmden post-pozitivizme evrilen tartışmalarda
kendisini gösteren ve karşıt-tezlere kaynaklık eden ilk eğilim, “empirik olanın ihmal
edilmesi”dir (Sokal, Bricmont, 2002: 206). Empirik veriden, hatta daha da kökensel olarak
olgusal gerçeklerden doğrudan kuramlar üretmenin belirli bir reçetesinin olmamasına bağlı
olarak bu sürecin göründüğünden daha karmaşık olması gibi bir durumdan, empirik verilerin
kuramca yaratıldığı savına geçmek, nesnellik ve sınanabilirlik ilişkisini zedeleyen bir
yaklaşımdır. Bu bağlamda, kuramın önceliği tezini makul bulmakla, a priorizm, otoritenin
savları, ‘dini’ metinlere başvuru gibi yöntemler bir yana bırakıldığında kuramları sistemli bir
biçimde sınamanın gözlem ve deneyden başka yolunun olmadığını savunmak tutarlıdır. Oysa
bunu savunurken, gözlem ve deneyin bütünüyle kuramca kurgulandığını ve belirlendiğini öne
sürmek, bilimselliğin ayırt edici niteliğini hükümsüz kılarken, deney ve gözlemin nihai
başvuru noktası olan doğayı / empirik olanı ihmal eder. Bu ihmal, bilimi bir söyleme
dönüştürürken, diğer söylemlerle kökensel eşdeğerlilik tezine dayanak sağlar. Bu dayanak
üzerinde çalışan bilim filozofları, parçalarının yarısı eksik olan bir yap-bozu tamamlamaya
çalışmaktadır. Çünkü, bu filozoflar bilimsel kuramlarla doğa arasındaki, diğer söylem
alanlarında gözlemlenmeyen ilişki biçimini ihmal etmektedirler. Bu çalışamalarda yap-bozun
eksik parçası, doğanın kendisidir.
İkinci içsel etken, “sosyal bilimlerdeki bilimselcilik”tir (Sokal, Bricmont, 2002: 208).
Genellikle pozitivizme atfedilen, “nesnel” ve “bilimsel” yöntemlerin bütün karmaşık sorunları
çözebileceği inancına dayanan bilimselcilik, insan yaşamının tüm boyutlarını ‘ölçülebilir’ ve
‘doğrudan gözlemlenebilir’ olana indirgeme eğiliminde olduğu için dar bir perspektife takılı
kalır. Özellikle sosyal bilimlerde, nicel sosyoloji akımları, neoklasik ekonomi, davranışçılık
gibi yaklaşımlar ya da kendisini bilimsel olarak tanımlayan ideolojiler belirli bir alanda
geçerliliği olan düşüncelerden yola çıkarak, bu düşüncelerin sınırlarının ötesine geçmekte,
yaklaşım tüm disiplini ve hatta sosyal bilim alanını kapsar hale getirilmeye çalışılmaktadır.
Oysa sınanabilirlik koşulunun sağlanması, doğrudan gözlemi ya da yüksek bir orandaki
ölçülebilirliği gerekli kılmaz. Sosyal bilimlerde bu tür bir bilimselciliğe karşı geliştirilen ve
Sokal’ın da haklı bulduğu tepki (Sokal, Bricmont, 2002: 208) sonuçlarında bilimselciliğin
bilimsel tutumun kendisiyle karıştırılmasına neden olabilmektedir. Öyle ki, Sokal’a göre, bu
karıştırmanın en önde gelen örneklerinden biri, 1968 Mayıs’ından sonra bilimselciliğe
gösterilen tepkinin, Lyotard’ın “üst-anlatılara inanmazlık” sözlerinde ifadesini bulan ve 19.
yüzyıl bilim imgesini de kapsayan bir postmodernizmin doğuşuna neden olmasında açığa
8
Bilim Tarihinin Epistemolojik Temelleri
çıkar. Bilimsel tutuma aykırı olarak, belirli bir yöntemsel yaklaşım işe yaramadığında hiçbir
şeyin işe yaramayacağı, bilginin tümünün olanaksız ya da öznel olacağı tezine sıçramanın
psikolojik nedenleri olsa da bu sıçrama epistemoloji ve bilim felsefesi açısından aşırı bir
genelleştirmedir. Sosyal bilimlerde bilimselciliğin daha yaygın ve ‘tehlikeli’ olmasının
nedeni, sosyal bilimlerin uğraştıkları sorunların çok karmaşık sorunlar olmaları ve bunlara
ilişkin geliştirilen kuramları destekleyen empirik verilerin göreli olarak zayıf olmasıdır. Fakat,
göreli zayıflık, sınama olanağını dışarıda bırakmadığı sürece bilimsellik niteliğine zarar
vermez. Bununla birlikte, verilerin kimi zaman güçlendirilemiyor olmasını, özelde sosyal
bilimlerin genelde ise bilimin olanaklı olmadığı sonucuna bağlamak mantıksal bir hatadır.
İkinci etkenle ilişkili olarak karşıt-tezlerin bir bölümünü belirleyen bir diğer etken,
“sosyal bilimlerin ‘doğal’ göreliliği”dir (Sokal, Bricmont, 2002: 210). Sosyal bilimlerin kimi
dallarında, antropoloji örneğinde olduğu gibi, belirli grupların alışkanlıkları ya da yaşam
biçimleri incelenirken bilim insanının gözlemci rolüyle katılımcı rolü bir gerilim oluşturacak
biçimde iç içe geçer. Bilim insanının kendi bakış açısını, değerlerini ve en önemlisi de
epistemolojik kabullerini askıya almasının olanağı ve bunları askıya almadığı sürece de
gözlemlerinin nesnelliği tartışmaya açıktır. Diğer taraftan, böylesi durumlarda bilim insanları
gözlemledikleri grubun inançlarını incelerken, kendilerininkini askıya alsınlar ya da
almasınlar, bu inançların ‘doğruluk’larını konu edinmezler. Çünkü bu tür bir bilimsel
gözlemin amacı, bir dizi düşüncenin ve ona bağlı davranış biçimlerinin gözlemlenen grup
açısından psikolojik ve toplumsal işlevini tespit edebilmektir. Oysa konu, doğrudan bu
düşüncelerin epistemolojik statüsü olduğunda, diğer bir deyişle bilişsel değerin kendisi konu
edinildiğinde, ilk yaklaşımda geçerli olan görelilik durumu söz konusu olmayacaktır.
İçerisinde bilimsel düşünce, mitolojik düşünce ya da doğrudan bilimsel kuramlar ve mitler de
olmak üzere tüm düşünce biçimlerinin ve onların ürünlerinin, olgusal gerçeklik hakkındaki
tüm saptamaların farklı toplumlarda / gruplarda farklı işlevler yerine getirdiğini ve bu işlevin
o topluma / gruba göreli olduğunu öne sürmekle, olgusal gerçeklik hakkındaki saptamaların
doğruluğunun da göreli olduğunu ve farklı toplumların / grupların saptamalarının
karşılaştırılamaz olduğunu öne sürmek arasında fark vardır. İkinci savı birincinin doğal
sonucu olarak göstermek, epistemolojik (ve hatta psikolojik) bir sıçramadan başka bir şey
değildir.
Görüleceği üzere, postmodern bir bilim imgesi arayışının kaynağı olarak
gösterilebilecek bilim felsefesi kökenli karşıt-tezleri açığa çıkaran içsel etkenler yoğunluklu
olarak sosyal bilimlerden tüm bilim etkinliğine yapılan genelleştirmelerde tespit
edilebilmektedir. Diğer bir deyişle, bilim felsefesi içerisindeki kimi tartışmalarda ve bu
9
Bilim Tarihinin Epistemolojik Temelleri
tartışmaların açığa çıkardığı tezlerin kullanımında, sosyal bilimlerin ‘bilimselleşme’ uğraşında
karşılaştığı güçlükler genelleştirilmektedir. Sosyal bilimlere uygun olabilecek, Kuhncu
disipliner matrikste sınanabilirlik koşulunu (değerini) koruduğu sürece çok-paradigmalılığın
bir tür ilerleme / gelişme modeli sunmasına ilişkin tartışma, tüm bilime genellendiğinde
rahatlıkla çok-paradigmalılıktan eş-ölçülemezlik ve ‘farklı dünyalarda’ bilim etkinliği
yürütme savına ve oradan da eş-değer kuramlar çoğulluğu kavrayışına varılabilir.
“Bilim Savaşları”nın ve Bilimin Hedef Olarak Seçilmesinin Diğer Nedenleri
Bu genelleştirme, bilim felsefesinin içsel tartışmalarının ürünü olduğu denli dışsal
etkenlerce de yönlendirilmektedir. Bu dışsal etkenler, “siyasetin rolü” başlığı altında ele
alınabilir. Bilim Savaşları’nın postmodern kanadı denilebilecek olan yaklaşım, bilim felsefesi,
tarihi ve sosyolojisinin teknik tartışmalarının ötesinde yoğunluklu olarak “özgürlük” kavramı
üzerinde durur. Bilim felsefesi içerisinde Feyerabend’de açıkça kendisini gösteren “bilimden
özgürleşmek” (devletin bilimden de dinden olduğu gibi ayrılması) ideali, paradoksal bir
biçimde Batı’da sol siyasi hareketlerce benimsenmiş görünmektedir. Buna karşın, kuramsal
alanın dışına çıkıldığında, bu ‘özgürlük’ vurgusunun Amerika Birleşik Devletleri’nde 1972
yılında ‘Yaratılış Kuramının’ en az Evrim Kuramı kadar geçerli bir açıklama modeli olduğu
savıyla, ders kitaplarında en az Evrim Kuramı kadar bu ‘kurama’ da yer verilmesi talebinin
mahkeme salonuna taşınması gibi pratik yansımalarında, bilim felsefesinin içkin savlarının
her siyasi görüş tarafından taktiksel olarak kullanılabilir hale geldiği görülmüştür.
Sokal, bilime ilişkin postmodern yaklaşımı etkileyen dışsal etkenleri “yeni toplumsal
hareketler”, “siyasi umutsuzluk” ve “bilimin kolay bir hedef olması” başlıkları altında ele alır
(Sokal, Bricmont, 2002: 215-221). Bu başlıklar altında bilim kavrayışına (imgesine) ve yeni
bir imge talebine etki eden koşulların incelenmesi, Sokal’ın da kabul ettiği üzere, genel olarak
tarihin ve sosyolojinin, özelde ise bilim sosyolojisinin konusudur. Sokal, ‘Bilim Savaşları’na,
postmodern bilim imgesine ve dolaylı olarak da bilim felsefesi, tarihi ve sosyolojisinin postpozitivist kanadına belirleyici etkide bulunan dışsal etkenlerin varlığını kabul eder ve
incelemeye değer bulur.
Bilimin kolay bir hedef olmasının nedeni, çeşitli etkenlere bağlı olarak siyasi
umutsuzluğa kapılan düşünürlerin, hem egemen güçlerle yeterince ilişkili hem de
erişilebilecek kadar zayıf olan bir hedefe saldırmanın cazibesine kapılmalarıdır (Sokal,
Bricmont, 2002: 218, 219). Bu düşünürler, özellikle 20. yüzyılda bilimin kurumsal olarak
toplumdaki konumunun değişimine bağlı olarak, bilimin topyekün yeniden değerlendirilmesi
ve bu değişimi / dönüşümü açıklayamayan önceki kavrayışın terk edilmesi gerektiğini
10
Bilim Tarihinin Epistemolojik Temelleri
savunurlar. Sokal’a göre bu yaklaşım, kimi geçerli ve doğru tespitler barındırsa da, bir tür
“harmanlama”ya dayanmaktadır. Çünkü, öncelikle yapılması gereken, bilim sözcüğünün dört
anlamının ayırt edilmesi ve değişimin / dönüşümün hangi anlamda gerçekleştiğinin ve geçerli
olduğunun tespit edilmesidir. Sokal’ın ayırt ettiği dört anlam şöyledir:
1)Dünyayı ussal olarak anlamayı amaçlayan bir entelektüel uğraş, 2) kabul
edilmiş bir kuramsal ve deneysel düşünceler topluluğu, 3) bazı ayrıcalıkları,
kurumları olan ve daha büyük bir toplumla bağları olan bir sosyal topluluk ve
son olarak 4) (sık sık bilimle karıştırılan) uygulamalı bilim ve teknoloji (Sokal,
Bricmont, 2002: 219).
Bu ayrım temelinde, anlamlardan biriyle ilgili olan geçerli bir bilim eleştirisi,
sınırlarını aşmadığı sürece dikkate değerdir. Buradaki sınır aşımından kasıt, örneğin, bir
kurum olarak bilimin siyasetle, iktidarla, ekonomiyle ilişkileri ve bunların etkisine ne denli
açık hale geldiğinin araştırılaması gibi meşru bir çalışmadan, bilimin ve bilimsel kuramların
bu etkilerin birer ürününe indirgendiği sosyal inşâ modeline geçilmesidir. Oysa (3) ve (4) için
geçerli olan ve bu anlamlar dahilinde incelenebilir olan bilim – siyaset / iktidar / ekonomi
ilişkisi ve bu ilişkinin açığa çıkardığı sorunlar, (1) ve (2)’nin anlam çerçevesi içerisinde olan,
“mantığa, gözleme ve doğal ve sosyal dünyaya dair doğru bilgi sahibi olmaya yönelik
yöntembilime öncelik tanıyan bir dünya görüşü” olarak bilime (Sokal, 2013: 357)
genişletilmemelidir. Buna karşın, dışsal koşulların etkisiyle, 20. yüzyılda bir kurum olarak
bilimin endüstriyel bir üretim aracına dönüşmesi olgusu, bilimsel düşüncenin kendisinin de
bir dönüşüm yaşadığı ya da daha kökensel olarak bilimsel düşüncenin de başından beri diğer
dogmatik düşünce biçimlerinden farklı olmadığı tezlerini destekleyecek biçimde bilimin özsel
bir parçası olarak gösterilir. Sokal’ın ifadeleriyle,
Ussal tutum saldırmak için kolay bir hedeftir. Çünkü ussallığa yapılan saldırılar
çok yandaş bulur; ister köktendinciler gibi geleneksel, isterse New Age gibi
tüm batıl inançlılar. Bir de buna teknoloji ile bilimi karıştırmak gibi ucuz bir
akıl karışıklığı eklenirse sonunda ortaya popüler ama pek bir yere varmayan bir
çatışma çıkar (Sokal, Bricmont, 2002: 220).
Bu çatışma, bilimi anlama ve açıklama çalışmaları içerisindeki geçerli bilim felsefesi,
tarihi, sosyolojisi alanlarını gölgelemekte ve bu alanlarda enerji kaybına neden olmaktadır.
Bunun ötesinde, çatışmanın kendisinin doğrudan doğa bilimlerine hiçbir etkisi yoktur.
Sokal’ın deyişiyle, “bugün doğa bilimlerinin asıl sorunu araştırmalar için para bulmaktır. En
büyük sorun da parasal desteğin kamu kaynaklarından özel sektöre doğru kayması nedeniyle
bilimsel nesnelliğin giderek artan bir tehdit altında olmasıdır. Bunun postmodernizmle hiçbir
ilgisi yoktur” (Sokal, Bricmont, 2002: 222). Sokal’ın doğa bilimleri bağlamında dikkat
11
Bilim Tarihinin Epistemolojik Temelleri
çektiği, finans kaynaklarına bağlı olarak bilimsel nesnelliğin giderek artan bir tehditle karşı
karşıya kalması sorunu tam da Bernal’ın yaklaşımında konu edinilen ve bilimsel yöntemle ele
alınan bilim – toplum ilişkisi kapsamındadır.
Bu paralellik bağlamında (Sokal – Bernal), bilim felsefesi ve sosyolojisi arasındaki
disiplinler-arası iş bölümünün verimliliği vurgulanmalıdır. Bilimsel çalışmaların açık ya da
örtük olarak toplumsal ve iktisadi koşullarca yönlendirilmesinin araştırılması ve bilimsellik
için nesnelliğin korunması gereken ve korunabilir bir nitelik olduğunun kabul edilmesi çelişik
bir durum yaratmaz. Oysa, görüldüğü üzere, nesnelliği bir hedef olarak bile yadsıyan
postmodern ya da göreceli tutum, bilimsel nesnelliğe yöneltilen tehditleri eleştirecek bir
konumda dahi değildir.
Bu bağlamda eleştirel bilim çalışmalarının postmodern kanadının (güçlü versiyonun)
içerisine düştüğü paradoks, eleştirel bilim çalışmalarının bilime yönelen tehditler konusunda
eleştirel bir zemin bulamamalarıdır. Bu çalışmalar aynı zamanda birer sosyal bilim çalışması
olduğundan, daha genelde bilimle birlikte toplumsal gerçeklerin sağlam, eleştirel
çözümlemesini de olanaksızlaştırarak sosyal bilimlere zarar verir. Sosyal bilimler, kavramsal
olarak bulanık, empirik verilerden tümüyle kopmuş bir zeminde ilerleyemez ve hatta
varolamaz. Buna bağlı olarak, postmodernizmin başlıca üç olumsuz etkisi şu şekilde
belirlenebilir: “Beşeri bilimlere zaman kaybettirmek, gericiliği destekleyen bir kültürel akıl
karışıklığı yaratmak, siyasi solu zayıflatmak” (Sokal, Bricmont, 2002: 222).
Bu olumsuz etkiler, İki Kültür arasında gerçek bir diyaloğu zorlaştırdığı ölçüde,
üçüncü kültür olarak sosyal bilimleri etkisiz kılabilecek niteliktedir. Böyle bir durum
gerçekleşirse, Sokal’ın istenmeyen olasılık olarak adlandırdığı öngörüye göre, postmodernizm
sonrası bu tartışmalar bir tür dogmatizmine, New Age gibi mistisizme ya da kökten dinciliğe
yol açabilir. Bilim etkinliğinin edimsel ve tarihsel nitelikleri olanaklı tüm boyutlarıyla tam
olarak anlaşılmadan ve hatta açıklanmadan bilime yön vermeye çalışmak Sokal’ın işaret ettiği
tehlikeler karşısında savunmasız kalmak anlamına gelmektedir. Buna karşın, Andrew
Ross’un, bilim savunucularının tehlike olarak gördükleri tüm çağdaş akımları, bunların içine
eleştirel bilim çalışmalarını da katarak Nazi Biliminin ve Lysenkoizmin tarihsel hayaletleri
olarak bir arada değerlendirdiklerine ve postmodern nitelemesini kabul etsin ya da etmesin
bilime eleştirel olarak yaklaşan düşünürleri çok dar sınırlarda kabul ettiklerine yönelik
‘tespiti’ (Ross, 1996: 8) bir uyarı niteliğindedir. Eleştirel bilim çalışmalarının ve bu bağlamda
neo-pozitivizm sonrası bilim felsefesinin tamamını Ross’un ifade ettiği kategoriye
yerleştirmek, bilimi ve özellikle de 20. ve 21. yüzyıl koşullarında anlamayı ve
açıklayabilmeyi güçleştirecektir. O halde, Sokal’ın işaret ettiği tehlikelere karşı duyarlı
12
Bilim Tarihinin Epistemolojik Temelleri
kalmak ve bununla birlikte bilime yönelik çağdaş eleştirel düşünceleri indirgemecilikten uzak
bir tutumla değerlendirmek izlenmesi gereken yoldur.
Kaynaklar
ROSS, Andrew (1996), “Introduction”, Science Wars, ed. Andrew Ross, s. 1-16, Duke
University Press, Durham and London.
SNOW, C. P. (2010), İki Kültür, çev. Tuncay Birkan, Tübitak Popüler Bilim Kitapları,
Ankara.
SOKAL, Alan, BRICMONT Jean (2002), Son Moda Saçmalar –Postmodern Aydınların
Bilimi Kötüye Kullanmaları-, çev. Mehmet Baydur, Ongun Onaran, İletişim
Yayınları, İstanbul.
SOKAL, Alan (2013), “Bilim Nedir ve Neden Önemsememiz Gerekir?”, Son Moda
Saçmalar, Alan Sokal & Jean Bricmont, s. 356-383, çev. Barış Gönülşen, Alfa
Basım Yayım Dağıtım, İstanbul.
13
Download