Haftalık Bülten - Sorularla İslamiyet

advertisement
Haftalık Bülten
06 Ocak 2011
www.sorularlaislamiyet.com
1
İçindekiler
Hacda kurban kesmek gerekli midir? Bu kurbanı Türkiye'de bir yakınımıza kestirebilir
miyiz? ........................................................................................................................................... 3
Veb siteleri ve kataloglara açık bayan resimlerinin konulması caiz midir? ............................ 4
Kuranı Kerim cem' edilirken Tevbe suresinin son iki ayeti hakkında iki şahit kuralı
uygulanmamıştır. Bunun nedeni nedir? ................................................................................... 5
Nuh’un gemisine mikroorganizmalar nasıl alınmış ve yerleştirilmiştir? Hz. Nuh,
Seismosaurus ve T-Rex gibi devasa dinozorları gemisine nasıl sığdırdı? ............................... 6
Peygamber Efendimiz'in yokuş çıkarken, inerken sübhannallah, elhamdülillah, Allahu
Ekber dediğine dair rivayet var mıdır? Varsa, bu duaların okunmasının hikmeti nedir? ...... 8
Ömer Muhtar kimdir ? İslam Tarihinde önemi nedir? ............................................................ 10
Bedir savaşında meleklerin müslümanlara yardım ettiği ve müşrikleri öldürdüğü
söyleniyor. Bedir savaşında melekler yardım etmişse neden o savaşlarda ölü sayısı çok
azdı? ........................................................................................................................................... 13
Hacı Bektaş Veli'nin Dört Kapı Kırk Makam düşüncesi var mıdır? Varsa bunlar nelerdir? Ne
anlama geliyor?......................................................................................................................... 14
Kıyametin kopması ne kadar sürecektir? Sura birinci üfürüş ile ikinci üfürüş arasındaki
zaman ne kadardır? .................................................................................................................. 17
Herkes kendi dininin hak olduğunu söylüyor. İslam'ın hak bir din olup olmadığına dair
delil istiyorum. Sadece Kur’an değil başka kaynaklardan da bilgi istiyorum. ..................... 18
Nisa Suresi 1. ayette "ve halaga minhâ zevcehâ" denilmektedir. Burada Hz. Adem'e atıf
yapılıyorsa neden müennes (dişil) ifade kullanılmıştır? Tefsiri Hz. Adem´den Hz. Havva
yaratıldı biçiminde yorumlayanlar, bu dişil zamiri nasıl açıklamaktadırlar? ....................... 21
Şafii mezhebine göre kızın velisi veya vekili nikahta bulunmak zorunda mıdır? ................ 22
Allah nur mudur? Nur Allah'ın mahlukudur ne demektir?..................................................... 23
Diğer geçmiş peygamberler, son peygamberin adına neden "Ahmed” yerine "Muhammed"
dememiştir?............................................................................................................................... 25
Suda ölü olarak bulunan deniz hayvanlarının helal olup olmadığıyla ilgili farklı rivayetleri
nasıl anlamak gerekir? Karaya vuranın yenmesi, yüzenin yenmemesinin hikmeti ne
olabilir? Sonuçta ikisi de ölü değil mi? .................................................................................... 26
2
Hacda kurban kesmek gerekli midir? Bu kurbanı Türkiye'de
bir yakınımıza kestirebilir miyiz?
Yolcu (seferi olan mümin mükellef) bir yerde konakladığında, bu konaklama mesela Hanefî
mezhebine göre onbeş gün ve daha fazla olacaksa namazları tam kılar (kasr yapmaz); ama bu
kişi yolcu olmaktan çıkmaz, ülkesine dönünceye kadar kurban gibi konularda yine seferidir.
Kurban kesmesi vacib değildir.
Temettu Haccı (Aynı hac mevsiminde, önce umre yapıp ihramdan çıktıktan sonra hac için
tekrar ihrama girilerek yapılan hac) ile Kırân Haccı (Bir niyetle hac ve umre için ihrama
girilerek yapılan hac)'nda harem bölgesinde (Kâbe ve civarı) şükür kurbanı (hac kurbanı,
hedy) kesilmesi haccın vaciplerindendir (Bakara, 2/196). Bu nedenle hac ibadetinin
tamamlayıcı bir unsuru olan hac kurbanının harem bölgesi dışında kesilmesi caiz değildir. Bu
konuda İslam bilginleri arasında herhangi bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Bugün kurban
etleri, kurban organizasyonunu yürüten İslam Kalkınma Bankası tarafından fakir ülkelere
ulaştırılmaktadır.
Hac ibadetini yapan kişilerin udhiye (kurban bayramında kestiğimiz kurbanı) kesmeleri vacip
değildir. Ancak bu kişiler, dilerlerse, hac kurbanı dışında, Bayram münasebetiyle nafile olarak
kurban kesmek istemeleri halinde, bunu vekâlet yoluyla Türkiye''de kestirmeleri daha uygun
olur.
3
Veb siteleri ve kataloglara açık bayan resimlerinin
konulması caiz midir?
Kadının örtülmesi gereken yerini, herkesin görebileceği şekilde ve durumda açık olarak
fotograflamak veya resimlemek ve bunu yayınlamak zaruret dışında caiz olmaz. (Prof. Dr.
Hayrettin Karaman)
4
Kuranı Kerim cem' edilirken Tevbe suresinin son iki ayeti
hakkında iki şahit kuralı uygulanmamıştır. Bunun nedeni
nedir?
Öncelikle bu ayetin ayet olup olmadığı hakkında her hangi bir ihtilaf yoktur. Çünkü sahabeler
Kuranı ezberlerinde muhafaza etmişlerdir. Dolayısıyla Kuranı Kerim'in cem edilmesinde bu
kadar hassas davranan şuranın ayet olmayan bir metni Kurana dahil etmesi söz konusu
değildir.
Prensip olarak iki yazılı şahidin getirilmesi Kuranın cem edilmesinde sahabelerin gösterdiği
hassasiyyetin bir göstergesi ve aynı zamanda ilmi bir usul olarak bakmak gerekir. Yoksa
şuradaki sahabeler yazılı şahit istemeden de Kuranı Kerim'i eksisiz cem etme niteliğine
sahiplerdi. Kaynakların ittifakla bildirdiğine göre, Hz. Ebu Bekir, Zeyd’e asla hafızasına
güvenmemesini, her ayet için 2 delil olmak üzere, 2 şahıstan yazılı nüsha aramasını emretti.
Bu iş için Zeyd, Hz.Ömer’in yardımını şart koşmuş, O da ciddi bir şekilde kendisine yardım
etmiştir. Zeyd bizzat kendisi iyi bir hafız olduğu halde, kendisi gibi başka hafızlarla da
yetinmeyip, her ayet hakkında mukabele görmüş 2 yazılı şahid aramak gibi son derece titiz ve
ilmi bir usul takib etmiştir.
Esasında Efendimiz'in “Huzeyme kimin için şahitlik yaparsa onun şehadeti iki kişi yerine
geçer.” (Buhari, Tefsir, Ahzab, 2)sözünden hareketle Ebu Huzeyme'nin yanında yazılı
ayetleri bulan Zeyd b. Sabit, hemen mushafa dahil etmiştir. Yaptığı bu hareketin dayanağını
da Peygamber Efendimizin Huzeyme şahitliği hakkında buyurduğu hadisten
kaynaklanmaktadır. Zeyd ibn Sabit tarafından araştırılmış, nihayet ancak iki şâhid yerinde
olan Huzeyme ibn Sâbİt yanında bulunmuştur. Yânî birçoklarının ezberinde olmakla beraber,
yazılısı ancak Huzeyme'nin yanında muhafaza edilmiş idi. Çünkü Kur'ân yalnız hafızların
ezberinden değil, ondan başka Rasûlullah'ın huzurunda yazılmış ve en son arzda sabit olmuş
parçaların da toplanıp vesikalandırmasıyla bir Mushaf'a toplanıyordu. Yazmaya me'mûr olan
Zeyd ibn Sabit bu iki âyeti de yazılı bîr vesîka bulmadan yazamıyordu. Onun için kendi
ifâdesi veçhile Berâe'nin âhirinden bu İki âyeti bulamayıp iyice araştırmış ve ancak
Huzeyme'de mahfuz bulmuş ve binâenaleyh ezberlerde mahfuz olan bu âyetlerin yazılı
rivayeti de bu suretle te'mîn olunmuş idi (Elmalılı, Hak Dîni, III, 2654-2655).
5
Nuh’un gemisine mikroorganizmalar nasıl alınmış ve
yerleştirilmiştir? Hz. Nuh, Seismosaurus ve T-Rex gibi devasa
dinozorları gemisine nasıl sığdırdı?
Hz. Nuh ve kavmi, Milattan takriben 3-4 bin sene önce Mezopotamya ve yakın havalisinde
yaşamıştır. Çünkü Hz. Âdem ile Mekke’de başlayan insanlık, Hz. Nuh zamanında Arabistan
ve Mezopotamya arasına ancak yayılabilmiştir.
Bilindiği gibi, Allah Hz. Nuh’a gemi yapmasını, kendisi tarafından emir gelince, inananlarla
hayvanlardan birer çiftin bu gemiye almasını emrediyor.
Cenab-ı Hak, Hz. Nuh’a, Tennur’dan su fışkırmaya başladığı zaman gemiye binmelerini
istiyor. Tennur, dilimize tandır, yani fırın manasında geçmiştir. Anlaşılan odur ki, gemiye ne
zaman binileceği belli değildir. Fırından su fışkırdığı zaman gemiye binilmesi istenmektedir.
Bu geminin de buharlı gemi olduğu tahmin edilmektedir.
Semadan bardaktan boşanırcasına yere su inmeye ve yerden de yukarıya fışkırmaya
başlayınca Hz. Nuh’a sinyal gelmiştir.
Böyle hareketli ve telaşlı bir ortamda herkes başının derdine düşmüştür. Hz. Nuh inanları- ki
bunlar bir rivayette 8, bir rivayette de 80 kişidir- hemen gemiye davet etmiş, kendilerinden
faydalanabilecekleri evcil hayvanlardan da birer çift olmak kaydıyla gemiye almıştır.
Günlerce ve haftalarca devam eden yağış sebebiyle zemin tamamen sularla kaplanmış, Allah’ı
inkâr edenlerin hepsi bu suda boğulmuş, Hz. Nuh ve arkadaşlarının bulunduğu gemi de Cudi
dağına oturmuştur. Bu inanan topluluk buradan karaya inerek kendilerine tekrar yeni bir hayat
düzeni kurmuşlardır.
Nuh Tufanı, bütün Semavî kitaplarda yer almaktadır. Nuh Tufanı, Hz. Nuh’un kavminden
inkâr edenleri cezalandırmak için Allah tarafından hâsıl edilmiş bir musibettir. Nitekim bu
kavim çoğalmış, içinden tekrar inkârcılar türemiş, Allah onlardan Ad, Semut ve Lût
kavimlerine de semadan ve yerden musibetler göndermiş ve onları helak etmiştir.
Ad, Semut ve Lût kavmi gibi topluluklardan inkâr edenleri Allah değişik musibetlerle
cezalandırmıştır. Ancak musibetler sadece o topluluğun fertlerine gelmiş, başka yerleri istila
etmemiştir. Çünkü musibetin hedefi o inkârcılardır.
Demek ki, kavimlerine gelen musibetler sadece o kavme has kalmış, semavî veya arzî
musibetler o beldelerin haricinde görülmemiştir.
Aynı şey Nuh kavmi için de geçerlidir. Burada da musibetten maksat, inkârcıların helak
edilmesidir. Hedef ve gaye böyle olunca, o zaman Nuh Tufanı’nın sadece bu Nuh kavminin
bulunduğu mekân olan Mezopotamya havalisi, Mekke ve Medine dolaylarıyla sınırlı olması
hikmete ve akla daha uygundur.
Nuh kavminin maruz kaldığı musibetin bütün dünyanın her tarafında meydana gelmesini
gerektirecek aklen bir sebep yoktur. Allah’ın emirlerine karşı gelen Nuh kavmidir. Musibetin
de sadece onlara gelmiş olması normaldir.
6
İnsanın bulunmadığı, dünyanın diğer yerlerinde böyle bir tufanın olması hikmete uygun
değildir. O bakımdan Hz. Nuh’un başka mekânlardaki hayvanlar uğraşması zaten mümkün de
değildir. Çünkü çok kısa bir zaman içerisinde ölüm-kalım mücadelesinin verildiği bir anda,
Hz. Nuh, her halde toprak içindeki solucanı, dağın başındaki kurdu, suyun içindeki balığı
nasıl gemiye alacağını düşünecek değildir. Böyle bir anda yabani hayvanların tutulması ve
muhafazası da zaten mümkün olmaz.
O zaman öyle bir an ki, herkes kaçacak yer arıyor. Gökten su iniyor, yerden sular fışkırıyor.
Evler, yollar bir anda su altında kalıyor. İnsanlar kaçacak yer arıyor. Kur’an-ı Kerim, Hz.
Nuh’un oğlunun gemiye binmediğini, Nuh (A.S)’ın bu oğlunun gemiye binmesi için gayret
sarf ettiğini bildiriyor. Yani, insanın yakınlarının ve sevdiklerinin gemiye binip binmemesi
kargaşası içinde iken Afrika ormanlarında bulunan papağan ve maymunu veya bizon öküzünü
düşünme zamanı değildir. Buna gerek de yoktur. Onlar sadece, gidecekleri yerde faydalı
olacak evcil hayvanları almışlardır. Yabani hayvanların alınması, olayın meydana gelişi,
zaman ve mekân bakımından uygun olmadığı gibi, hikmet bakımından da uygun değildir.
Prof. Dr. Âdem Tatlı
7
Peygamber Efendimiz'in yokuş çıkarken, inerken
sübhannallah, elhamdülillah, Allahu Ekber dediğine dair
rivayet var mıdır? Varsa, bu duaların okunmasının hikmeti
nedir?
Abdullah ibn Ömer (ra) şöyle rivayet etmiştir:
Peygamber (asm) haccdan yâhud umreden döndüğü sırada -ben Peygamber'in muhakkak
diğer zamanlarda da bunu söylediğini bilmekteyim- bir dağ yoluna çıkınca yâhud düz yüksek
bir sahaya varınca, üç defa tekbîr getirir, sonra da şunları söylerdi:
‫ﻻ ﺇﻟﻪ ﺇﻻﱠ ﱠ‬. ‫ﺳﺎﺟﺪُﻭﻥَ ﻟِ َﺮﺑﱢﻨَﺎ‬
‫ َﻭﻫُﻮ ﻋﻠﻰ ﻛ ﱢﻞ ﺷَﻲ ٍء ﻗَ ِﺪﻳ ٌﺮ‬، ‫ ﻟَﻪُ ﺍﻟ ُﻤ ْﻠﻚ ﻭﻟَﻪُ ﺍﻟﺤ ْﻤ ُﺪ‬، ُ‫ﺷ ِﺮﻳ َﻚ ﻟَﻪ‬
َ ‫ﷲ َﻭ ْﺣ َﺪﻩُ ﻻ‬
َ‫ﺁﻳِﺒُﻮﻥَ ﺗَﺎﺋِﺒُﻮﻥَ ﻋﺎﺑِﺪُﻭﻥ‬
ِ
َ‫ َﻭ َﻫﺰَ َﻡ ﺍﻷ‬، ‫ َﻭﻧَﺼﺮ ﻋ ْﺒﺪﻩ‬،ُ‫ﷲ َﻭﻋْﺪﻩ‬
‫ﻕ ﱠ‬
‫ﺎ ِﻣﺪُﻭﻥَ َﺣ‬. ‫ﻭﺣﺪَﻩ‬
َ ‫ﺻﺪ‬
ْ ‫ﺣﺰَﺍﺏ‬
َ
“Allah’tan başka ilâh yoktur, O’nun ortağı yoktur. Mülk O’nundur, hamd O’na hastır.
O, her şeye gücü yetendir. Biz yolculuktan dönen, tövbe eden, kulluk yapan ve
Rabbimiz‘e hamd eden kişileriz. Allah verdiği sözü yerine getirdi, kuluna yardım etti ve
o toplulukları hezimete uğratıp perişan etti." (Buhari, Cihad, 132; Müslim, Hac 428)
Yine Abudllah b. Ömer, “Nebî (asm) ile askerleri tepelere çıktıklarında Allahüekber
derler, düzlüklere indiklerinde de sübhânellah diye tesbih ederlerdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd
72) demiştir.
Hz. Cabir (ra) şöyle demiştir: “Biz yolculuklarımızda yukarı çıktığımızda tekbir getirir
"Allahu Ekber" derdik, aşağı indiğimizde tesbihte bulunur, "Sübhanallah" derdik.”
(Buhari, Cihad, 132; Müsned, 3/333; Darimi, Adab, 43)
Ebû Hüreyre’den rivayet edildiğine göre, bir adam Hz. Peygamber’e: Ey Allah’ın elçisi!
Sefere çıkmak istiyorum, bana öğüt ver, dedi. Hz. Peygamber ona: “Allah’a karşı saygılı ol
ve her tepeye çıktığında Allahü ekber de!" buyurdu. Adam gittikten sonra arkasından:
“Allahım, ona uzakları yakın et ve bu seferi ona kolay kıl” diye dua etti." (Tirmizî,
Daavât 45; İbni Mâce, Cihâd 8)
Ebû Musâ el-Eş’arî (ra) şöyle dedi: Biz bir yolculukta Hz. Peygamber ile birlikte idik.
Tepelere çıktıkça Allahüekber, lâ ilâhe illallah diye yüksek sesle tekbir ve tehlil getirdik.
Bunun üzerine Nebî (asm): “Ey müslümanlar! Kendinizi zorlamayınız. Zira siz sağıra
veya burada olmayan birine seslenmiyorsunuz. Allah daima sizinle beraberdir, işitir ve
size sizden daha yakındır” buyurdu. (Buhârî, Cihâd 131; Müslim, Zikr 44)
Bu rivayetlerde, sahâbîlerin konuya ait genel tavırlarıın ve uygulamalarının Hz. Peygambere
dayandığını, bizzat Hz. Peygamber’in yükseklere çıktıkça tekbir getirdiğini, düzlüklere
indikçe sübhânellah dediğini ayrıca değişik dualar da bulunduğunu görmekteyiz.
Dikkat edilmesi gereken bir konu ise, heyecana kapılıp tekbir ve tesbihleri yüksek sesle
söyleyenleri Hz. Peygamber’in sükûnete davet ettiğini ve Allah’ın, daima yanlarında,
kendilerine öz canlarından daha yakın olduğunu, bu sebeple vakar ve sekînet
içinde bulunmaları gerektiğini, gırtlaklarını zorlamaya gerek olmadığını hatırlattığıdır. Dua,
tekbir ve tesbihte sesi aşırı derecede yükseltmek doğru değildir. Çünkü Allah, bize şah
damarımızdan daha yakındır.
8
Mü'min için kâinattaki her şey, Allah Teala'yı hatırlamaya bir vesiledir, böyle olmalıdır. O,
yolculuğu esnasında yokuş çıkarken Allah Teala'yı hatırlar ve ne kadar yukarılara çıksa da, ne
kadar büyük şeyler görse de, Allah Teala'nın her şeyden daha büyük ve yüce olduğunu
düşünür, bunun için "Allahu Ekber: Allah en büyüktür" der.
Her tepe veya yüksek bir yere çıkınca tekbir getirmek, fizikî ve maddî yükseklikten, mânevî
ve ulvî yüksekliğe intikal etmek ve Allahü ekber demek, hisler ve duygulardaki yüksekliğin
ifadesi olmaktadır. Böylece maddî konum ile mânevî duygu arasında uyum sağlanmış
olmaktadır.
Mü'min bayırdan aşağı inerken de Allah Teala'yı hatırlar. Bu sefer Allah Teala'nın
noksanlıklardan, aşağı sıfatlardan münezzeh olduğunu düşünür ve "Sübhanallah: Allah
Teala'yı noksan sıfatlardan tenzih ederim" der.
Düzlüklere inilince sübhânellah diyerek Allah Tealâ’yı, zâtına yakışmayan birtakım
noksanlıklardan tenzih etmek de aynı şekilde fizikî alçaklığın duygularda bir düşüşe sebep
olmadığını bildirmek demektir.
Ayrıca aşağılarda kalan yerler sıkıntı vericidir. Bu sebeple oralarda, sıkıntıyı giderici
şeylerden olan tesbihatta bulunmak uygun düşer. Nitekim Hz. Yunus Aleyhisselâm da,
balığın karnında karanlıklar içinde kaldığında tesbihte bulunmuş ve bunun sonucu oradan
kurtarılmıştı. (bk. Saffat, 37/139-145; Enbiya, 21/87-85)
Her hal ve durumdsa Allah’ı ululamak ve noksanlıklardan uzak olarak anmak,
müslümanı belli bir irtifâ ve belli bir kulluk seviyesinde tutacak yegâne haldir.
Daima Allah’a tevekkül edip dayanmış olan müslümanın, yeryüzündeki engebeler vesilesi ile
o güvenini ve inancını açığa vurması, her şeyden önce kendisini güçlü hissetmesine vesile
olur.
9
Ömer Muhtar kimdir ? İslam Tarihinde önemi nedir?
ÖMER el-MUHTAR
Ömer b. Muhtar b. Ömer b. Ferhat (1862-1931). Libya bağımsızlık hareketinin önderlerinden.
Berka'nın Defne bölgesindeki Butnân'da doğdu. Libya'daki en büyük Arap kabileleri arasında
sayılan Menife'ye mensup Gays ailesindendir. İlk eğitimini babasından aldı. Ardından tahsil
için kardeşi Muhammed ile birlikte Senûsîler'in Zenzûr Zaviyesi şeyhi Seyyid Hüseyin elGaryânî eş-Şemsî'nin yanına gönderildi; babasının ölümü üzerine de onun himayesine girdi.
Eğitimini burada tamamladı.
Ömer el-Muhtâr, 1912'de Osmanlılar'ın Uşi (Ouchy / Lozan) Antlaşması sonucunda
kuvvetlerini buradan çekmesinin ardından geride kalan askerleri Mısır'a götürmek isteyen
Aziz el-Mısrî ile ona engel olmak isteyen Ahmed Şerif es-Senûsî'nin adamları arasında çıkan
çatışma sonrasında Ahmed Şerif es-Senûsî tarafından ara buluculukla görevlendirildiği gibi
Berka bölgesinin kumandasını da üstlendi. I. Dünya Savaşı'nın başlaması üzerine Osmanlı
Harbiye Nezâreti Teşkîlât-ı Mahsûsa vasıtasıyla buraya bazı subaylarını gönderdiğinde,
İcdâbiye'de Şeyh İbrahim el-Misrâtî ile birlikte Osmanlılar'ın Afrika grup komutanı sıfatıyla
faaliyette bulunan Enver Paşa'nın kardeşi Nuri Paşa ile görüşmek için Butnân'a gitti. Bu arada
Ahmed Şerif es-Senûsî'nin İstanbul'a götürülmesinin (1917) ardından Osmanlı Devleti İdrîs
es-Senûsî'yi onun halefi olarak kabul etmişti. İdrîs es-Senûsî'nin (I. İdrîs I genel vekili
sıfatıyla direniş hareketinin kumandanlığına getirilen Ömer el-Muhtâr, Cebelülahdar'a geldiği
yıllardan itibaren başta Enver Paşa olmak üzere Türk subaylarından aldığı bilgiler ışığında
emrine verilen gönüllüleri sayıları 100 ile 300 arasında değişen birliklere ayırdı. Kabileleri de
üç ayrı bölgede teşkilâtlandırarak her biri için kaymakam ve kadı görevlendirdi, bunların
tamamını kendine bağladı.
Yine Enver Paşa'nın Trablusgarp savaşı yıllarında askerî eğitim almaları için İstanbul'a
gönderdiği, burada yetiştikten sonra geri dönerek direnişe katılan yerli subaylar da onun
yanında yer aldı. İdrîs es-Senûsî bazı ileri gelen şeyhler ve kabile reisleriyle birlikte tedavi
gerekçesiyle 1922'de Mısır'a gitmiş ve yerine kardeşi Muhammed Rızâ es-Senûsî'yi vekil
bırakmıştı. 27 Şubat 1923'te Ömer el-Muhtâr son gelişmeleri görüşmek üzere bir heyetle
birlikte Mısır'a gitti. Arap ve İslâm dünyasına yardım çağrısında bulundu. İdrîs es-Senûsî,
Mısır'da güven içinde hayatını sürdürmesi karşılığında bu ülkenin İtalya ile anlaştığını ileri
sürerek kendisinden talep edilen yardım konusunda herhangi bir şey yapamayacağını söyledi.
Bu arada Ömer el-Muhtâr'ın Mısır'a geçtiğini öğrenen İtalyanlar buraya bir heyet gönderip
cihaddan vazgeçmesini ve Mısır'da yaşamasını, Berka'ya döndüğü takdirde kendisine bir köşk
tahsis edilerek maaş bağlanacağını bildirdiler. Bu teklifleri reddeden Ömer el-Muhtâr dönüşü
esnasında Ebyârülgubâ'da İtalyanların saldırısına uğradıysa da kurtulmayı başardı (23 Nisan
1923). Haziran ayında İtalyanlar'la Senûsîler arasında Ömer el-Muhtâr'ın da katıldığı büyük
bir çarpışma meydana geldi.
İdrîs es-Senûsî'nin kendisine hiçbir ümit vermemesi üzerine Ömer el-Muhtâr, heyette yer alan
Yûsuf Ebû Rahîl el-Mismârî ve Ali Hâmid el-Ubeydî ile birlikte Ahmed Şerif es-Senûsî'ye 20
Şubat 1924 tarihinde bir mektup gönderdi. İtalyanlar'ın daha önce İdrîs es-Senûsî ile
imzaladıkları anlaşmaları iptal ettiklerini, Trablusgarp halkının başsız bırakıldığını, askerî bir
düzeni olmayan birliklerle Cebelülahdar'da cihada devam edeceklerini bildirdi: kendilerine
para. silâh ve erzak göndermesini talep etti. Bu arada bütün bölgeleri gezerek Berka, Trablus
ve Fizan'daki direnişleri tek bir idare altında toplamaya çalıştı.
10
Libya'da henüz işgal edilmeyen şehirlerin bir an önce ele geçirilmesi için sabırsızlanan
Mussolini 1925'te Emilio de Bono'yu Trablusgarp sömürge valiliğine tayin etti. Ömer elMuhtâr'a destek sağlayan Cağbûb, Ûclâ, Câlû, Fizan ve Kufra gibi yerlerin Cebelülahdar ile
irtibatlarının kesilmesine karar verildi. Ahmed Şerif es-Senûsî'nin kardeşi Seyyid
Safıyyüddin'in idareci olarak bulunduğu Cağbûb'u İdrîs es-Senûsî'den aldığı emir üzerine
direnmeksizin 9 Şubat 1929'da İtalyanlar'a teslim etmesi Ömer el-Muhtâr'ı büyük bir
destekten mahrum bıraktı. Ömer el-Muhtâr kumandasındaki kuvvetler İtalyanlar'a karşı
vurkaç taktiği uygulamaya başladılar. İtalyan işgal ordusu ile direnişçiler arasında çarpışmalar
hızlandı. Bunlardan ilki Rahîbe'de meydana geldi ve burada çok sayıda İtalyan askeri esir
alındı.
İkincisi Akiretü'l-Matmûra'da oldu. Ömer el-Muhtâr önemli adamlarından bir kısmını bu
çarpışmada kaybederken İtalyanlar'a da büyük kayıplar verdirdi. 22 Nisan 1927'de Derne'de
Ömer el-Muhtâr'ın İtalyan ordusunun yedinci taburuna büyük zayiat verdirmesinin ardından
İtalyan işgalindeki bölgelerde mevcut Senûsî zaviyeleri ve camiler kapatılıp şeyhler
tutuklandı. Bingazi işgal edildiği halde buranın çevresindeki Berka bölgesi direnişin
merkezine dönüştüğü için İtalya 1928'de burayı topyekün işgale karar verdi.
Berka bölgesine 1923-1929 yıllan arasında Bongiovanni, Mombelli. Teruzi ve Sicilliani vali
tayin edilmiş, ancak bunlar Ömer el-Muhtâr karşısında başarısız kalmıştı. 1929'da
Trablusgarp ile Bingazi birleştirildi ve sömürge genel valiliğine Pietro Badoglio getirildi.
Yeni vali yerli ahalinin direnişini her çareye başvurarak kırmaya kararlıydı. Muhammed Rızâ
es-Senûsî ve Şârif el-Garyânî. İtalyanlar adına 6 Nisan 1929*da Ömer el-Muhtâr ile
görüştüler ve direnişten vazgeçtiği takdirde Hicaz'a veya Mısır'a gidebileceğini, ayrıca
kendisine para verileceğini söylediler. Bu teklifler reddedildiği gibi valinin bu yolda şahsî
girişimleri bir sonuç vermedi.
10 Ocak 1930'da sömürge genel vali yardımcılığı ve Sirenayka valiliğine o güne kadar tayin
edilenlerin en acımasızı olarak bilinen Rodolfo Graziani getirildi. Ömer el-Muhtâr
kumandasındaki mücahidlerin Libya'dan ve dış dünyadan yardım almalarını önlemek için
buranın Fizan, Kufra ve Mısır ile bağlarının koparılması kararlaştırıldı. Bu amaçla 15 Ocak
1930 tarihinde Cebelülahdar'daki direniş siperleri uçaklarla bombalanırken 24 Ocak günü
Fizan'in merkez şehri Merzûk. 25 Şubat'ta ise buranın batısındaki Gât kasabası işgal edildi.
1928 yılı başında İtalya'ya sürgüne gönderilen Muhammed Rızâ serbest bırakılıp Bingazi'ye
dönünce Ömer el-Muhtâr'a bir mektup yazarak İtalyanlar'a teslim olmasını istedi. Yine red
cevabı alan İtalyanlar bu defa Rızâ tarafından Cebelülahdar ahalisine hitaben yazılan bir
mektubu uçaklarla yerleşim yerlerine attılar. Bundan da bir sonuç alamayınca bölgenin kırsal
kesimlerinde yaşayan bütün halkı kamplarda toplamaya başladılar. 23 Eylül 1930 tarihinde
İtalyanlar'la yapılan Kerisse çarpışmasında Ömer el-Muhtâr'ın yakın adamlarından Fudayl b.
Ömer ile birlikte kırk adamı şehid oldu. Trablusgarp direnişinin önemli bölgelerinden olan
Kufra'nın merkezi Tâc köyü İtalyanlar'ın eline geçti (18 Ocak 1931).
Direnişe en büyük destek Mısır'dan geldiği için Graziani Akdeniz sahilindeki Sellûm
yakınında deniz kıyısından güneydeki Cağbûb'a kadar uzanan yaklaşık 270 kilometrelik bir
mesafeyi 2 m. yüksekliğinde ve 3 m. genişliğinde dikenli tellerle kapattırdı. Böylece
mücahidlerin yardım temin ettikleri tek yön de kesilmiş oldu. Bölgedeki yerli ahali önce
Aynülgazâle kampına kapatıldı, dört ay sonra da 1934 yılına kadar kalacakları Akile, Makrûn,
Suluk ve Berîka kamplarına doldurularak mücahidlerin yerlilerle irtibatı kesildi. Verimli
arazilerin tamamı İtalya'dan buraya göç ettirilen ailelere verildi. Kamplarda bulunanların
yarısı açlık ve hastalık yüzünden ölürken bazıları da mücahidlere bağlılıklarını devam
11
ettirdikleri bahanesiyle idam edildi. Sadece Berîka kampında 1930-1932 yılları arasında
30.000 kişi öldü.
Ömer el-Muhtâr yaşının ilerlediği gerekçesiyle Mısır'a gidip yerleşmesi yolundaki tavsiyelere
karşılık mücadeleyi sürdürmeye kararlı olduğunu bildiriyordu. Bu azminden ötürü kendisine
"çöl aslanı" unvanı verilmişti. Ancak 11 Eylül 1931 tarihinde adamlarıyla birlikte sahabeden
Seyyid Râfi'in kabrini ziyarete gittiklerinde İtalyan çemberi içinde kaldılar. Ömer el-Muhtâr
burada İtalyanlar'a esir düştü, yapılan mahkemede "İtalyan tebaası bir isyankâr" olarak
yargılandı ve idama mahkûm edildi (15 Eylül 1931). Ertesi gün de Suluk kampında tutulan
20.000 civarındaki halkın önünde asılarak idam edildi. Afrika'daki Avrupa sömürgeciliğinin
karşısında en önemli direniş hareketlerinden birini ortaya koyan Ömer el-Muhtâr, Berka
halkının Senûsiyye içinde kendi rızalarını kazananlara verdiği "seyyid" unvanı ile ve "şeyhü'şşühedâ" olarak anıldı. Hayatı ve faaliyetleri pek çok araştırmaya konu oldu.
(Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Ömer el-Muhtar Md. 34/77)
12
Bedir savaşında meleklerin müslümanlara yardım ettiği ve
müşrikleri öldürdüğü söyleniyor. Bedir savaşında melekler
yardım etmişse neden o savaşlarda ölü sayısı çok azdı?
-Meleklerin bedir savaşında Müslümanların saflarında yer alıp savaştıklarına dair ayet (Enfal,
8/9-12) ve hadisler (ibn Kesir, ilgili ayetlerin tefsiri) vardır.
Meleklerin varlık sebebi müninlerin kalplerini yatıştırmak, onların morallerini yükseltmektir.
Yoksa düşmanın fazla zayıat vermesi veya savaşın sonunun belirlenmesinde herhangi bir
fonksiyonları yoktur. Aksine her işin mutlak hakimi sadece Allah’tır. Nitekim Kur’an’da
Allah şöyle buyurmuştur:
“Allah bunu, sırf size bir müjde olsun ve bununla kalpleriniz yatışsın, güven duysun
diye yaptı. Yoksa gerçekte yardım ancak Allah’tandır, başkasından değil! Çünkü Allah,
azîzdir, hakîmdir/mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir”(Enfal, 8/10).
13
Hacı Bektaş Veli'nin Dört Kapı Kırk Makam düşüncesi var
mıdır? Varsa bunlar nelerdir? Ne anlama geliyor?
Hacı Bektaş-ı Veli “Makalat” isimli eserinde “İnsan-ı Kâmil”in özelliklerini sayar ve şöyle
der: “Bir İnsan dört büyük kapıdan ve kırk makamdan geçmedikçe Bektâşi olamaz.”
Bunları bizzat kendisinin yaptığı açıklamalardan bir ksımını da ekleyerek vermek istiyoruz:
Dört Kapı: “Şeriat, Tarikat, Marifet, Hakikat”tir.
Her kapıdan girişte on makamdan geçmek gerekir. Böylece kırk makamdan geçen kimse
“İnsan-ı Kâmil” olur.
Birinci Kapı: ŞERİAT (Bunun on makamı vardır.)
İmanın altı şartına inanmak. Allah’a inanmak gerekir ki; bu imandır; buyruğunu tutmak
imandır; “sakının” dediğinden sakınmak Allah’a imandır. (inkar etmek başkadır, iman etmek
bütün bütün başkadır mealinde). Yine Allah’ınn meleklerine inanmak imandır ki, bir kişiye üç
üz altmış melek görevlendirilmiştir. Öyle iken bunca meleklerin arasında edepsizlik edersin,
ama senin gibi bir kişi yanında etmezsin. Nerede kaldı senin meleklere inandığın. Ve yine ulu
Allah’n kuranına inanmak gerekir ve onun diğer kitaplarına inanmak imandır. Öyleyse, şimdi
kibir, hased cimrilik açgözlülük, öfke, gıybet, kahkaka ve maskaralaık için dolu iken,
bunlardan birisinin iman ehlinin içinde bulunacağını hangi kitap buyurur.
İbadet şu kadar ki, ibadet imandır. Şu kadar ki, ibadet imandır, iman ibadettir; birbirinden ayrı
olmaz her ibadet imana ulaştırmaz ve belkide günahtır. Ancak her günah küfre ulaştırmaz. bu
iki söz kişilere dosttur.
İlim öğrenmek ve ihlâs sahibi olmak. Allah teala şöyle buyurmuştur. ”Rabbe halis kullar
olunuz.”
İslam’ın beş şartını ifa etmek. Bunlar, zekattır, oruçtur. Gücü yetince hacca gitmektir ve
yine Allah yolunda savaşmaktır. Cünüplükten temizlenmektir. Yine allah’ın sözüdür. Namazı
kıl ve zekatı ver. Ramazan ayında oruç tut. Ve yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi genel
bir seferberlik olduğu zaman cihad.
Helal kazancı yemek ve faizi haram bilmek. Allah teala şöyle buyurmuştur. Halbuki allah
alım satımı helal faizi haram kılmıştır.
Nikâh kıyarak evlenmek.
Hayızlıya yaklaşmamak.
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadı üzere olmak.
Merhamet ve Şefkatli olmak. Allah teala şöyle buyurmuştur. Onlar öyle fasıklar ki kesin söz
verdikten sonra sözlerinden dönerler. Şefkat imandandır.
14
Temizliğe dikkat etmek, Gusül ve Abdeste devam etmek.
Emr-i bil-ma’ruf ve Nehy-i Anil-Münkeri yapmak. Allah teala şöyle buyurmuştur. “Onlar
allaha ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emr ederler . kötülükten men ederler hayır işlerinde
birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar salihlerdendir.”
İkinci Kapı: TARİKAT (Bunun On Makamı vardır.)
Pirden el alarak tövbe etmek. Allah teala şöyle buyurmuştur. Hep birlikte allahın ipine
islama sımsıkı yapışın. Samimi bir tövbe ile allaha dömnün.
Samimi bir tövbe ile Allah’a dönün. Öyle ise kul kötü halden dönünce tövbeyi kabul eden
Allah’ın kendisidir. Nitekim bir ayette şöyle buyrulmuştur. “Sonra eski hallerine dönmeleri
için Allah onların tövbesini kabul etti.” Çünkü Allah tövbeyi çok kabul eden ve çok merhamet
edendir. Bu hususta cenab-ı hak şöyle buyurur. O kullarından tövbeyi kabul eden kötülükleri
bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir.
Mürit olmak. Ayette şöyle buyurulur: “Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorunuz.”
Saç kestirmek ve tarikat elbisesi giymek. Ayette şöyle glemiştir. “Saçınızı kazıtmış veya
kısatmış olarak korkusuzca mesidi harama gireceksiniz.”
Nefisle mücadele etmek, (Seyr-i Sülük). Ayette şöyle buyurulmaktadır. “O halde yakıtı
insanlarla yaşlar olan ateşten sakının.”
İnsanlara hizmet etmek.
Allah’tan korkmak. Ayette şöyle geçmektedir. “O halde allaha koşunuz yöneliniz.”
Allah’ın rahmetini ummak. Cenab-ı hak şöyle buyurur: “Allahın rahmetinden ümişnidinizi
kesmeyiniz.”
Hırka, Seccade, Tesbih, İğne ve Makas taşımak. Her şeyden ibret alıp hidayet üzere
yaşamaktır. Hidayet ise azizdir ve de azizlere verilir.
Makam sahibi, cemaat sahibi, nasihatçi ve muhabbet ehli olmak,
Aşkla, şevkle, sefa ile fakirliği tercih edip kazancı dine ve fakire hizmette harcamak.
Üçüncü Kapı: MARİFET (Bunun On Makamı Vardır)
Her halinde edep ve terbiye halinde olmak.
Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek ve Allah korkusu ile günahlardan sakınmak.
Zühde ve perhize devam etmek (Az yemek, az konuşmak ve az uyumak).
Sabır ve kanaat ehli olmak.
Hayâ sahibi olmak (Hatası söylenince yüzü kızarmak).
15
Cömert olmak (Kapısı, sofrası ve eli açık olmak).
İlme ve âlime değer vermek.
Miskinliği (benlikten geçip kendinin çok aciz ve her şeyde Allah’a muhtaç olduğunui)
benimsemek.
Ehl-i marifet olmak, (Allah’ı isim ve sıfatları ile tanımak).
Kendini bilip nefsin isteklerinden vazgeçmek. Nefsini hiçe saymak. Enaniyet ve benlikten
geçmek. Nefsini kusurlu bilerek hata ve kusurlarını düzeltmekle meşgul olmak.
Dördüncü Kapı: HAKİKAT (Bunun On Makamı Vardır)
Tevazuda toprak gibi olmak.
72 milleti ayıplamamak.
Herkese elinden gelen yardımı yapmak.
Herkesi kendinden emin eylemek, yaratılan
her şeye güven vermek. Herkesin güvenini kazanmak.
Mülkü Allah’a teslim ederek O’nun resulüne uymak.
Seyr-i Sülûku tamamlamış olmak.
Sırr-ı Hikmet-i Eşyayı kavramak.
Sohbetlerde hakikat sırlarını insanlara söylemek.
Münacat ve Evrad-ı Ezkara devam etmek.
Allah’ın hükmüne razı olmak, her şeyi ondan bilerek teslim olmaktır.
Bir kimse bu kırkı makamı bilip elinden geldiği kadar riayet etmez ise o kimse ne “Bektaşi”
ve ne de “İnsân-ı Kâmil” olabilir. Kâmil bir insan olmak için bunları yapmak gerekir.
Bu Kırk makamın hepsine “şeriat” kapısından girilir. Şeriata uymayan hepsinden
mahrum kalır. Diğer kapılara ve makamlara çıkmak Şeriate uymaya bağlıdır. Şeriatten kıl
kadar ayrılanın tarikattan, marifetten ve hakikatten hiçbir nasibi yoktur.
İlave bilgi için tıklayınız: Bektaşilik ne demektir?
16
Kıyametin kopması ne kadar sürecektir? Sura birinci üfürüş
ile ikinci üfürüş arasındaki zaman ne kadardır?
Kıyamet kopmaya başlayınca dünya günü diye bir şey kalmaz. Dünya güneş, ay ve yıldızlar
bomba gibi patlar. Kıyametin kopması bir süre devam edecektir. Ancak bunu binlerce yıl
olarak değil bir müddet olarak değerlendirmek gerekir.
Ebu Hüreyre'den rivayetle Peygamberimiz bu konuda şöyle buyurmuşlardır:
«İki Üfürme Arası Kırk...dır.»
Bunun üzerine Ebû Hüreyre (R.A.)den soruldu :
— Kırk gün müdür?
— Bilmiyorum, dedi.
— Kırk yıl mıdır?
— Bilmiyorum, dedi.
— Kırk ay mıdır?
— Bilmiyorum, dedi.
«Artık insanın her yanı çürüyüp ufalanacak, ancak kuyruk sokumundaki (küçücük
bilyamsı) kemik çürümeyecektir. İnsanlar o kemikten oluşup meydana gelecek.»
(Müsned, II, 322; Buharî/tefsîr: 3/39, 1/78- Müslim/fiten: 141)
Kıyametin kopacağı ânında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak,
ehl-i îmanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır.
"Kıyamet müminlerin başına kopmaz. Cenab-ı Allah kıyametin kopacağına yakın bir
zamanda, bir rüzgar gönderir. O rüzgarın dalgalanmasıyla, imanı olan hiç bir mümin
kalmayacak, ruhunu teslim edecektir. Allah onlara rahmet eylesin." (Şerhüs-Sünne 15/90,
Müsned-ül Firdevs 5/88, El-Metalibül Aliye hadis no: 4582 (İmamı Busiri hadisin sıhhatine
hükmetmiş); Kenzül Ummal 15/229; Şuab-ı İman Beyhaki 2/191; Mu'cemut-Taberani ElKebir 3/3037)
İlave bilgi için tıklayınız:
Kıyamet ne zaman ve nasıl gerçekleşecektir?
17
Herkes kendi dininin hak olduğunu söylüyor. İslam'ın hak bir
din olup olmadığına dair delil istiyorum. Sadece Kur’an değil
başka kaynaklardan da bilgi istiyorum.
Önce şunu belirtelim ki, burada çok uzun bilgileri vermek, kısa olması gereken soru-cevap
sitili bakımından pek kolay değildir. İslam konusunda değişik şüphelerin izale edilmesi için
yüz yüze konuşmak çok daha avantajlıdır. Böyle bir arzu olduğu takdirde bizim hazır
olduğumuzun bilinmesinde fayda vardır.
Kur’an’ın Allah kelamı olduğu gerçeği –ilmî keşiflerin de desteklemesiyle- gözle görülen bir
hakikat olarak ortada dururken, hayali varsayımlarla şeytanın telkinlerine karşı edilgen bir
yapıya sahip olan kimselerin hezeyanlarının ne kıymeti var... Mademki Kur’an –yaklaşık 15
asırdan beri insanlığa meydana okuyarak semavî kimliğini ispat etmiş olan Allah’ın
kelamıdır, öyleyse her dediği doğrudur. Kur’an’ın bu semavi, ilahî kimliğini gözle görmek
isteyenlere Risale-i Nur külliyatını tavsiye ederiz.
Bununla beraber, İslam dininin temel referans kaynağı Kur’an’dır. Kur’an’ın Allah’ın sözü
olduğu ispat edilmesi halinde İslam dininin hak din olduğu da ispat edilmiş olur. Kur'an'ı bir
kenara bırakarak İslam dininden bahsedilemez.
İslam alimleri Kur’an’ın mucize olduğuna dair yüzlerce eser yazmışlardır. Takdir edersiniz ki,
bir konuyu iyice anlamak için o konu hakkında önemli bilgiye sahip olmakla
mümkündür. Bu sebeple, biz şu anda ancak -Kur’an’ın-anlaşıla bileceğini tahmin ettiğimiz
i’cza/mucize yönlerine dair bazı örnekler vereceğiz: Umarız bu örnekler, Kur’an’ın Allah’ın
sözü, Hz. Muhammed’in Allah’ın hak elçisi ve islam’ın hak din olduğunu göstermeye
yetecektir.
Ayrıca, Kur’an’ın o günkü Arapça dil belagatının zirvesinde olan Arap müşriklerine
karşı meydan okuması, “bir tek surenin bir benzerinin getirilmesi halinde davasından
vazgeçeceğini” haykırması ve hiç kimsenin böyle bir şeyi ortaya koyamaması, Kur’an’ın
Allah tarafından gönderilen bir kitap olduğunun açık belgesidir.
Belagatın zirvesinde olan onlarca şair, edip kimselerin inadı bırakıp İslam dinine girmesi de
ayrı bir hak ve hakkaniyet belgesidir.
Taberî, Zemahşerî, Cahız, Sekkakî, Cürcanî, Bakıllanî, Beyzavî, Nesefî gibi binlerce Arap
edebiyatının zirvesine çıkmış dahi alimlerin ittifakla “Kur’an’ın belağatı, edebî vechesi,
üslubu, eşsizdir; insanların hiç bir eseri onunla kıyaslanamaz” demeleri, ilim adına
konuşan kimseler için Kur’an’ın semavî kimliğinin önemli bir göstergesidir.
Çünkü;
a. Hz. Peygamber ümmiydi, okuma-yazması yoktu. Delilimiz şu ayettir: “Resulüm! Sen
vahyimizden/Kur’an gelmeden önce kitap okuyan veya yazı yazan bir insan değildin;
eğer böyle olsaydı, batıl iddia peşinde olanlar şüphe edebilirlerdi”(Ankebut, 29/48).
Görüldüğü gibi, bu ayette Hz. peygamberin okuma-yazma bilmediği açıkça ilan edilmiştir.
Eğer, bu ayetin ilan ettiğinin tersine bir durum sözkonusu olsaydı, aklı başında hiç bir insan
18
ona inanmayacaktı. Bütün arkadaşlarının, canlarını ona feda etmeye hazır olmaları ve
bazılarının bizzat canlarını fiilen feda etmeleri, onların bu ayete aykırı hiç bir sızıntıyı
görmediklerinin işaretidir.
b.Tebbet suresinde Ebu Leheb’in Kâfir olarak ölüp cehenneme gideceği açık bir surette ifade
edilmiş ve Ebu Leheb imansız ölmek suretiyle Kur’an’ın bu gaybî ihbarını fiilen tasdik
etmiştir.
(Mekke’de ilk inen surelerden biri olan Tebbet suresinde, Hz. Peygamber(a.s.m)’in amcası
Ebu Lehep ve eşinin imana gelmeyecekleri, imansız ölüp cehenneme gireceklerine dair
Kur’an’ın beyanı şüphe götürmez bir açıklıktadır. Zaman bu sureyi tasdik etmiştir. Şayet,
onlar yalancıktan da olsa iman ettiklerini söyleselerdi, Hz. Muhammed(a.s.m)’in bütün davası
sıfırlanırdı. Halbuki, o dönemde bunlar gibi daha pek çok İslam düşmanı vardı, ve sonradan
iman ettiler. Bunların da iman etmeyeceklerini Allah’tan başka kim bilebilir?)
c. Kur’an’ın Rum Suresinde Bizanslıların İranlıları bir kaç yıl içerisinde mağlup edeceğine
dair bir gaybî habere yer verilmiştir. Üstelik kısa bir süre önce İran/Sasanîler tarafından
yenilgiye uğrayan Bizanslıların Sasanilerle kısa bir süre sonra yeniden savaşa başlayacağını
ve onları yeneceğini haber vermesi ve bu haberin aynen çıkması tartışılmaz bir mucizedir.
d. Fetih Suresinde, Mekke’nin fethedileceğini iki yıl önce haber vermiştir. Ve tarih bu haberi
fiilen tasdik etmiştir.
e. Ayrıca Kur’an’da, Müslümanların kısa bir süre sonra Mekke müşriklerinin eziyetinden
kurtulacakları, her tarafta İslam dininin yayılması sonucu Hicaz bölgesinde tam bir emniyet
ve güvenin hâkim olacağı, kısa bir süre sonra müşrik topluluğun (Bedir savaşında) hezimete
uğrayacağının bildirilmesi, İslam devletinin -Hz. Peygamberin vefatından sonra da-hilafetle
devam edeceğinin haber verilmesi gibi, tarih tarafından hepsinin olduğu gibi ortaya çıktıkları
tasdik edilen gaybî haberler vardır. Bu gözle görülmüş tarihî realiteleri -dindar olsun,
olmasın- her akl-ı selim sahibinin kabul etmesi gereken hak dinin açık kriterleridir.
f. Hz. Muhammed’in gösterdiği hissî(gözle görülmüş) mucizeleri binden fazladır. Bunların
hepsinin uydurulmuş olduğunu söylemek na akıl ve izana, ne insaf ve vicdana sığar. Kaldı ki,
hadis ilminin otoriteleri tarafından kabul edilen ilmî ve objektif kriterlere uygun olarak bize
kadar ulaştırılan yüzlerce mucize olayı vardır. Hiç bir tarih kaynağı, bu kaynaklar kadar
sağlam değildir. Bunlara inanmayanın hiç bir tarih bilgisine inanmaması aklın gereğidir.
Bu mucizelerin önemli bir kısmı, başta Buharî ve Müslim olarak Kütübü sitte gibi en sağlam
kaynaklarda yer almaktadır.
Evet, Kur’an’da “Bizanslıların Sasanilerle kısa bir süre sonra yeniden savaşa başlayacağını ve
onları yeneceğini haber vermesi; Mekke’nin fethedileceğini iki yıl önce haber vermesi,
Müslümanların bir süre sonra müşriklerin eziyetinden kurtulacaklarını, her tarafta İslam dinin
yayılması sonucu Hicaz bölgesinde tam bir emniyet ve güvenin hâkim olacağını bildirmesi,
kısa bir süre sonra müşrik topluluğun (Bedir savaşında) hezimete uğrayacağını bildirmesi,
İslam devletinin -Hz. Peygamberin vefatından sonra da-hilafetle devam edeceğini haber
vermesi gibi, tarih tarafından hepsinin doğruluğu tasdik edilen gaybî haberler, -dinsiz olsun,
dindar olsun- her akl-ı selim sahibinin kabul etmesi gereken hak dinin açık kriterleridir.
19
Bu mucizelerin bir kaç numunesine işaret eden Bediüzzaman hazretlerinin ilgili ifadelerinin
bir özetini buraya almakta fayda görmekteyiz.
“Evet;
-Hz. Peygamberin avucunda küçük taşların zikir ve tesbih etmesi,
- “Resulüm! Sen bedir savaşında attığın küçük çakıl taşlarını hedefine ulaştıran
Allahtır” manasına gelen ayetin açık ilanıyla aynı avucunda, küçücük taş ve toprak, düşmana
top ve gülle hükmünde onları hezimete sevketmesi,
- “Ay yarıldı” mealindeki ayetin açık ifadesiyle aynı avucunun parmağıyla Ay’ı iki parça
etmesi
- Ve aynı el, çeşme gibi on parmağından suyun akması ve bir orduya içirmesi;
- Ve aynı el, hastalara ve yaralılara şifa olması, elbette o mübarek el, ne kadar hârika bir
mu'cize-i kudret-i İlahiye/Allah’ın kudret mucizesi olduğunu gösterir. Güya ahbablar içinde o
elin avucu küçük bir zikirhane-i Sübhanîdir ki, küçücük taşlar dahi içine girse, zikir ve tesbih
ederler. Ve a'daya/düşmanlara karşı küçücük bir cephane-i Rabbanîdir ki; içine taş ve toprak
girse, gülle ve bomba olur. Ve yaralılar ve hastalara karşı küçücük bir eczahane-i Rahmanîdir
ki, hangi derde temas etse derman olur. Ve celal ile kalktığı vakit, Kamer'i/Ay’ı parçalayıp
Kab-ı Kavseyn şeklini verir; ve cemal ile döndüğü vakit, âb-ı kevser akıtan on musluklu bir
çeşme-i rahmet hükmüne girer. Acaba böyle bir zâtın bir tek eli, böyle acib mu'cizata mazhar
ve medar olsa; o zâtın Hâlık-ı Kâinat/kâinatı yaratıcısı yanında ne kadar makbul olduğu ve
davasında ne kadar sadık bulunduğu ve o el ile biat edenler, ne kadar bahtiyar olacakları,
bedahet derecesinde anlaşılmaz mı?..”(Mektubat/19. Mektup/13. işaret)
Kur’an’ın indiği çağda Allah’tan başka kimsenin bilmesine imkân olmayan pek çok
hakikatleri ihtiva etmesi bir yana; sadece üslubunun harikalığı ve ifadelerinin akışkanlığı bile
tek başına bir mucize sahnesidir. Örneğin, Kur’an’ın manasını hiç bilmeyen, hatta okunanın
Kur’an olduğunu bilmeyen âmî/alalade bir adam teyp veya sidide okunan Kur’an’ı ve
melodisi en hoş olan başka eserleri dinlese, hiç kuşkusuz Kur’an’ın diğer eserlere
benzemediğini, onlardan çok daha güzel bir nağmeye, harika bir akışkanlığa, çok ince
melodik sanat estetiğine sahip olduğunu söyleyecektir. Biz de bu adamın söylediklerini aynen
tasdik ediyoruz. Yüzlerce edebî Arapça kitapları okuduğumuz halde, hiç birinin Kur’an’ın
ifade tarzına, o güzel nağmelerine, o harika akışkanlığına ulaşmadığını, yanına bile
yaklaşmadığını bizzat müşahede edenlerdeniz.
Bediüzzaman hazretlerinin açıkça ispat ettiği gibi, dört ayetten ve altı cümleden meydana
gelen İhlas suresi, öyle bir ifade tarzına, öyle bir harika üsluba, bir dizayna sahiptir ki, tam 36
ihlas suresini ihtiva etmektedir. Bediüzzaman’ın bir temel referans olarak ortaya koyduğu bu
iç içe 36 surelik İhlkas suresinin, matematik pörmitasyon kuralı çerçevesinde 1440 sureyi
barındırdığı da tespit edilmiştir(bk. Niyazı Beki, Kur’an’ın büyük ve parlak bir tefsiri Risale-i
Nur). Demek ki, Kur’an’ın “kendisinin bir tek suresinin bile bir benzerinin
getirilemeyeceğine” dair meydan okumasının bir örneği de bu suredir.. O halde Kur’an
şüphesiz Allah’ın sözüdür.
20
Nisa Suresi 1. ayette "ve halaga minhâ zevcehâ"
denilmektedir. Burada Hz. Adem'e atıf yapılıyorsa neden
müennes (dişil) ifade kullanılmıştır? Tefsiri Hz. Adem´den Hz.
Havva yaratıldı biçiminde yorumlayanlar, bu dişil zamiri
nasıl açıklamaktadırlar?
"Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan da zevcesini var eden ve her ikisinden
bir çok erkekler ve kadınlar türetip yayan Rabbinizden korkun ve yine O'nun adı ile
birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan sakının, akrabalık bağlarını kesmekten
de. Şüphesiz Allah, üzerinizde tam bir gözetleyicidir." (Nisa Suresi, 4;1)
"Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan..,
"Tek kelimesinin müennes "te"si ile gelmesi "nefs" kelimesinin müennesliği dolayısıyladır.
Nefs kelimesi ise kendisiyle müzekker (eril-erkeklik) kast olunsa dahi, müennes (dişil-dişilik)
gelir. Bununla birlikte günlük konuşmada: "Tekbir nefisten" şeklinde gelmesi de mümkündür.
O takdirde mana kastedilerek bu şekilde (müenneslik "te"si olmaksızın) söylenmiş olur.
Bunun böyle gelmesine sebep, nefs ile Âdem (a.s)'ın kast edilmiş olmasıdır. Bunu Mücahid ve
Katade söylemiştir.
"Türetip yayan" buyruğunun anlamı yeryüzünde dağıtıp yayan, demektir. Yüce Allah'ın ;
"Etrafa saçılmış kıymetli yaygılar vardır" (el-Gâşiye, 88/16) buyruğunda kullanılan kelime de
aynı köktendir.
"Her ikisinden" yine kasıt, Hz. Âdem ile Hz. Havva'dır. Mücâhid der ki Hz. Havva Hz.
Âdem'in en alttaki kaburga kemiğinden yaratılmıştır." Hadis-i şerifte de: "Kadın eğri bir
kaburga kemiğinden yaratılmıştır" diye buyrulmaktadır. (Buhârî, Enbiyâ 1, Nikâh 80,
Müsned, V, 8)
(bk. İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/546-547)
İlave bilgi için tıklayınız:
Hz. Havva kaburga kemiğinden mi yaratılmıştır?
21
Şafii mezhebine göre kızın velisi veya vekili nikahta
bulunmak zorunda mıdır?
Maliki, Şafii ve Hanbeliler, nikahta velinin bulunmasının zorunlu olduğu hususunda görüş
birliği etmişlerdir. Veli ya da onun yerine geçen biri olmaksızın akdedilen nikah geçersizdir.
Büyük olsun küçük olsun akıllı olsun deli olsun kadın hiç bir halde kendi başına evlilik akdini
yapamaz. Yalnız eğer dul ise izin ve rızasını almadan velisinin kendisini evlendirmesi sahih
olmaz.
Nikahta veli ile beraber iki şahidin bulunmasının zorunlu olduğuna dair delil İbn Hibban'ın
rivayet etmiş olduğu şu hadis-i şeriftir:
"Veli ve adaletli iki şahit olmadan nikah olmaz. Bundan başka şekilde yapılan nikah
batıldır." (Buhari, Nikah, 36; Ebu Davud, Nikah, 19)
(bk. Abdurrahman Ceziri, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı, Çağrı Yayınları, İstanbul 1993, c.
2, s. 2108)
22
Allah nur mudur? Nur Allah'ın mahlukudur ne demektir?
Allah’ın hiç bir benzerinin olmadığı Kur’anla sabittir. (Şura, 42/11; İhlâs, 112/1-5) Nur
vasfı da Allah’ın sıfatı olduğu zaman hiç bir yaratılmış nura benzemez.
Güneşin ışığı nurdur, ayın ışığı nurdur, gündüzün aydınlığı nurdur, meleklerin hamuru nurdur.
Elbette Allah’ın ezeli nuru bu nurlardan hiç birine benzemez.
“Allah göklerin ve yerin nurudur” (Nur, 24/35) mealindeki ayette söz konusu edilen nur
ifadesi gösteriyor ki, Evrendeki güneş gibi maddi; akıl ve hidayet gibi manevî bütün nurların
munevviri Allah’tır.
Allah’ın mahiyeti ne cevherdir, ne cisimdir, ne arazdır. Dolayısyla Allah maddî nur
olmaktan münezzehtir.
Manevî ve mecaz olarak “İlim nurdur, akıl nurdur, şuur nurdur, fikir nurdur, hidayet
nurdur” denildiği gibi, Allah’ın sıfatları da nurdur, nuranîdir, denilir. Görmesi, işitmesi,
ilmi, kudreti bizimkine benzemediği gibi, nurlu sıfatları da hiç bir şeye benzemez.
Kur'an'da Allah Teala hem nurundan, hem kendisinin nur olduğundan, hem de ruhundan söz
ediyor. Allah'ın nuru "Allah'ın dini, İslam" manasında kullanılıyor (Tevbe, 9/32; Saff, 61/8),
Buhari'de geçen bir hadiste de Allah'ı görmekten bahsedilirken "O nurdur, onu nasıl
görebilirim" deniyor (Nur, ışık, aydınlık görülmez, o başka şeylerin görülmesini sağlar).
Ragıb el-İsfehânî'nin beyanına göre Allah'ın sıfat olarak nur; "münevvir" yani nurlandırıcı,
aydınlık ve ışık verici demektir. el-esmâü'l-hüsnâ ile ilgili rivâyetinde Allah'ın sıfatları
arasında "nur" ile birlikte "münîr" kelimesi de geçmiştir, (İbn Mace, Dua, 10). Münir de
aydınlatan demektir. Yeri, gökleri ve içindekileri nurlandıran, aydınlatan Allah'tır. "Yer
Rabb'inin nuru ile parladı." (Zümer, 39/69), "Görmediniz mi Allah nasıl yeri, göğü
birbiri üstünde tabaka tabaka yarattı ve ayı bunların içinde nur yaptı, güneşi de bir
lamba yaptı." (Nuh, 71/15-16) âyetleri bu gerçeği ifâde eder.
Allah'ın kendisini "nûr" olarak isimlendirmesi ışık verme ve aydınlatma fiilinin çokluğunu
ifade etmesi içindir. Allah'ın "nûr" sıfatı, zatının nur = ışık olduğu anlamına gelmez. Çünkü
nuru ve zulümâtı var eden Allah'tır (En'am, 6/1).
Maddenin en küçük parçası olan atom, pozitif ve negatif elektrik yüklüdür. Bu, bütün
varlıkların, Allah'ın nurunun bir tecellisi olduğunu ifade eder. Allah, göklerin ve yerin
nurlandırıcısıdır demektir.
Her şeyin zuhuru, ortaya çıkışı Allah'ın ızharıyla, maddî veya mecâzî anlamda
nurlandırmasıyladır. Nurun yokluğu karanlık demektir. Kur'ân'da nûr, zulumâtın,
karanlıkların zıddı olarak kullanılmıştır (En'am, 6/1). Varlıklarda nur'un yokluğu, o varlığın
yokluğu demektir. Varlıklara nurunu veren nurlandırıcı olan Allah'tır.
İlave bilgi için tıklayınız:
"Allah, göklerin ve yerin nurudur,.." diye başlayan Nur Suresi 35. ayette anlatılmak
istenen nedir?
23
Allah'ta ruh ne demektir? Ruhî = ruhum, ruhihî = ruhu, ruhuna/ruhana/ruhina =
ruhumuz, Ruhullah, Ruhumuzdan üfledik, ondan bir ruh, gibi ifadeler nasıl
anlaşılmalıdır?
24
Diğer geçmiş peygamberler, son peygamberin adına neden
"Ahmed” yerine "Muhammed" dememiştir?
Hz. Peygamberin isimleri yanında onu tanıtan unvan ve vasıfları da vardır. Örneğin,
Kur’an’da ona Muhammed ve -İncil’den naklederek- Ahmed ismi veridliği gibi,
beşir(müjdeleyici), nezîr(uyarıcı) unvanları da verilmiştir. Kur’an’daki değişik vasıflarından
tutun ta hadislerde yer alan bazı vasıflara kadar pekçok isim ve unvanlara dayanarak Hz.
Muhammed’in yüz civarında isminin olduğunu söyleyen alimler vardır.
Bu isimlerden Muhammed, Mahmud, Hâmid, Hamîd, Ahmed, isimlerri meşhurdur.
Bunların her biri, aynı zamanda onun bir unvanı, bir vasfıdır. Bunların hepsi hamd kökünde
birleşmekte ve onun rabbini öven, Rabbi ve melekler tarafından övülen bir insan
olduğuna işaret etmektedir.
Evet, Muhammed, en çok övülen, övgüye layık görülen manasınadır. “Sen muhakkak ki
büyük bir ahlak üzerindesin”(Kalem, 68/4) mealindeki ayet, onun Allah tarafından nasıl
övülmüş Muhammed olduğunu göstermektedir.
Ahmed ise, herkesten çok rabbine hamd eden kimse demektir. Hz. Muhammed’in en
yakından, en büyük selam ve tahiyyelerini Allah’a sınduğu yer miraçtır. En fazla hamd ettiği
bu yerde Ahmed unvanını almıştır. Nitekim Bediüzzamana hazretleri de “Mirac-ı
Muhammedî” tabiri yerine “Mirac-ı Ahmediye” ifadesini kullanmayı tercih etmiştir.
İşte Hz. İsa da göklere çıkarılarak bir nevi miraca mahzar olan bir peygamber olarak, bu ortak
paydada buluştuğu peygamberimiz için Ahmed ismini kullanmıştır.
Dikkate şayan bir tevafuktur ki, İncil kelimesinin ebced değeri 53 olduğu gibi, Ahmed
kelimesinin ebced değeri de 53’tür. Demek ki, İncil kelimesine en münasip isim Ahmed’dir.
Bir rivayete göre Peygamberimiz şöyle buyurdu: “İsmim Kur’an’da Muhammed, İncil’de
Ahmed, Tevrat’ta ise Ahyed’dir. Bana Ahyed isminin verilmesi, ümmetimi
cehennemden uzaklaştırmamdan ötürüdür”(Kenzu’l-ummal, h. no: 1021).
Muhammed ile Ahmed isimlerinin manasını yukarıda arz etmiş bulunuyoruz.
25
Suda ölü olarak bulunan deniz hayvanlarının helal olup
olmadığıyla ilgili farklı rivayetleri nasıl anlamak gerekir?
Karaya vuranın yenmesi, yüzenin yenmemesinin hikmeti ne
olabilir? Sonuçta ikisi de ölü değil mi?
1. İki farklı hüküm belirten hadis rivayetleri varsa, bunlardan sahih olan/veya daha sağlam
olan rivayet tercih edilir ve onunla amel edilir. Şayet ikisi de aynı sağlamlıkta ise, hangisinin
daha önce veya sonra varid olduğu tespit edilir, ikincisinin birincisini nehedip hükmünün
ortadan kaldırdığına karar verilir. Bu konuda çok önemli eserler yazılmıştır.
Bizim gibilerin yapacağı şey, hadis veya eyetlerden hüküm çıkarmak değil, bizden çok daha
bilgili, çok daha takvalı, ömürlerini bu konuları öğrenmeye hasretmiş ve asr-ı saadete bizden
daha yakın olan bir devrin veya devirlerin revaçta olan dinî atmosferi fırsata çeviren ve
ümmetin itimat ettiği İslam alimlerinin yazdığı eserlerinden öğrenmektir.
Bu alimlerden de farklı görüşler olduğunda doğruluğu konusunda kanaatimizin pekiştiği
görüşü tercih etme hakkımız vardır.
Ancak şunu da unutmayalım ki, İslam toplumlarındaki halkın büyük çoğunluğu bir görüşü
tercih edebilecek birikime de sahip değildir. O zaman tek yol, herkesin bağlı bulunduğu
mezhep alimlerinin görüşüne göre amel etmesidir.
Hattabî’nin bildirdiğine göre, ölmüş olarak su üzerinde yüzen balığı yemeyi caiz gören aralarında Hz. Ebu Bekir ve Ebu Eyyub el-Ansarî’nin de bulunduğu- birçok sahabe vardır.
(Hattabî, mealimu’s-sünen, ilgili hadisin şerhi)
İslam alimleri, farklı hadis rivayetlerine ve daha başka delillere dayanarak farklı görüşler
ortaya koymuşlardır.. İmam Malik, İmam Şafii, İmam Ahmed, Ebu Sevr, Ata b. Ebî Rabah,
Mekhul, İbrahim, Nehaî gibi alimler ölüsü su üzerine çıkmış/yüzen balığı yemeyi caiz
görmüşlerdir. Bu görüş cumhurun görüşü olarak kabul edilmektedir.
Bu görüşte olan fıkıh imamlarının ve taraftarlarının Kitap'tan delilleri; "Hem kendinize hem
de yolculara bir geçimlik olmak üzere deniz avı ve onu yemek, size helâl kılındı" (Maide,
96) mealindeki âyet-i kerimedir. Çünkü bu âyet-i keri¬me deniz hayvanlarının insanlar
tarafından avlanarak yakalananlarını içeri¬sine aldığı gibi kendiliğinden ölerek insanların
eline geçeni de kapsamına al¬maktadır.
Sünnetten delilleri ise, "Bize iki ölü (hayvan) helâl kalındı: Birisi balık, diğeri çekirge"
mealindeki hadis-i şerif ile, "Denizin suyu temiz, ölüsü helâldir" mealindeki hadis-i şeriftir.
Çünkü bu hadis-i şerifler¬de, zahiren sebepsiz olarak ölüp de su yüzüne çıkan balıkla,
insanlar tara¬fından avlanarak veya zahirî bir sebeple öldükten sonra ele geçen balıklar
arasında bir ayırım yapılmamaktadır(bk. V. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 3/680).
Buna mukabil, İbn Abbas, Hz. Cabir, İmam-ı Azam, Cabir b. Zeyd ve Tavus gibi alimler
bunu mekruh görmüşlerdir(bk. Hattabî, a.g.y)
Hanefî ulemasının delili ise konumuzu teşkil eden Hz. Cabir’in rivayet ettiği hadis-i şerifltir.
26
(bk. Nasbu’r-raye, 4/202; el-Fıkhu’l-İslamî, 3/679)
2. Hz. cabir’den nakledilen rivayet göre, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Denizin sahile
attığı veya deniz sularının kendiliğinden geri çek¬ilmesiyle açıkta kalan şeyleri yiyiniz.
(Fakat) denizde (kendiliğinden zahiri bir sebep olmaksızın ölüp de) su yüzüne çıkan
şeyleri yemeyiniz”(Ebu Davud, Atime, 36/h. no: 3815).
Bunun hikmeti sağlık olarak görünmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, suyun dışına çıkan balıkların
çürümeleri halinde çürük olmalarını anlamak daha kolaydır. Fakat, su üzerinde bulunan
balığın yanıltma payı daha fazladır. Çünkü su üzerinde bulunan balık çürümüş de olsa, suda
olmalarından dolayı parlak görülebilir. En iyisini Allah bilir.
27
Download