bursa`da dünden bugüne tasavvuf kültürü - İSAM Kütüphanesi

advertisement
BURSA'DA DÜNDEN BUGÜNE
TASAVVUF KÜLTÜRÜ
Vakfı
İslAm Ara~tırrrıalan
·
Merkezi
Kütüphanesi
Dem. No:
ffb~t
Tas. No:
3
ı
.
BURSA KÜLTÜR SANAT VE TURİZM VAKFI YAYINLARI
BURSA KİTAPLIGI: ı ı
ISBN
975- 7093- 09- 02
Birinci Basım
Kasım2002
Yayıma Hazırlayan
Ramis Dara
Kapak- Sayfa Tasarımı
Ömer Yıldız
Baskı
Graphis Matbaa
M. Matbaacılar Sitesi,
1. Cadde No: 139 Bağcılar/ İstanbul
Tel: (02ı2) 629 06 07
Yüzyıl
BURSA KÜLTÜR SANAT VE TURİZM V AKFI
Açık Hava Tiyatrosu Yanı, Kültürpark - Bursa
Tel : 0224 - 234 49 ı2 (3 hat)
Faks : 0224 - 234 49 ı ı
E-posta: [email protected]
2
i\
TASAVVUF KÜLTÜRÜ VE FELSEFE GELENEGİMİZ
Prof. Dr. Kenan GÜRSOY
Bilindiği
gibi Felsefe, evren, insan ve değerleri özü itibariyle anlamak
sürdürülen en kapsamlı bir araştırma, bütünleştirici bir açıklama
çabasıdır. Bütünleştirmeye yönelen bu çaba, aslında tutarlı görüşlerden
oluşan bir sistem olma arzusunu içinde taşır. Ama bunun bir diğer nedeni de,
felsefenin sağlam ve güvenilir bir bilgi olma titizliğinin dışında, belli başat
fikirler zemininde, temellendirmeler yapmak endişesidir. Üzerinde diğer
görüşlerin temellendirilebileceği yer, felsefe tarihinin değişik evrelerine, ya
da farklı felsefe eğilimlerine göre "mutlak varlık", bir ilk "temel doğru" veya
ana hedef şeklinde gözetiten "bir ahlaki erdemlilik hali" olabilir. Ama eğer
varsa bu temel, ortaya konan fikirterin yerli yerine oturtulması bakımından
bir merkez ve rehber durumundadır.
Şu da var ki, çoğu zaman felsefeden beklenen, ele alınan diğer
konulardan sonra hemen her zaman "insana dönülmesi" ve diğer bütün
alanların insan açısından değerinin belirlenmesi ya da daha da derinleşilerek,
bütün bunlardan insana has bir "değer"in çıkartılmasıdır. Ayrıca bu "insan"
artık,
ayrı
ayrı
insan bilimlerinin kendilerine has metodlarıyla
"objeleştirilerek" ele alınan insan değil, bizzat bir "özne" olarak içten
yaşanarak kavranan, ve değer olma özelliğini "kendi içinde", ve "kendisi
açısından" bulan insandır. Buna göre
de, felsefede bu insan, sosyoloji,
psikoloji, antropoloji gibi beşeri bilimlerin değerlendirmelerinden farklı,
fakat belki onlara da birer açılım ufku sağlayarak, sadece konu olduğu dışsal
fenomenler itibariyle değil; "şahsiyeti" ve "evrendeki yeri" bakımından ele
amacıyla
alınır.
konumu" olarak içinde yer aldığı
oluşan, adına Felsefe
dediğimiz bu sistematik yönelimli bütünlüklü bilgi, aslında ulaştığı
muhtevalı bir pozitif bilgiden çok, kendini var kılmak için ortaya koyduğu
tavır itibariyle anlaşılmalıdır. Bu onun nasıl inşa edildiği ile alakalıdır ve
kendine has bir dinarnizınİ gündeme getirir. Buna göre, felsefe de, doktrinler
demek olan, ve zamanla hayatiyetlerini kaydederek birer kapalı statik
düşünce sistemi haline gelen "cevap"lardan çok, bu cevapların vucüd
bulmasına neden olan "sual"lerin önemli olduğu vurgusudur. Böylece,
kendisinde mutlaka bir "ilerleme" aranması gerekmeyen felsefi "birikim"
aslında bize felsefe tarihi içinde var olmaya devam eden ve entelektüel
hayatın derinliğini ona balışeden "sual dinamizmi"ni yakalatmalı; dikkati
Sonucu "insan" ve onun birer
varlık
durumlarının
"varlık
değerlendirilmesi
9
şeklinde
insanın, "hakikat" karşısında duyduğu "hayret" ve "hayranlıktan"
kaynaklanan "arayışına" çekmelidir.
Eğer durum bu ise, felsefe adına ve felsefe için asıl değerlendirmeye
alınması gereken yer, bilimlerden tam anlamıyla farklı olarak, bu gün varılan
sonuçlar değil; bu sonuçlara varılmış olmayı sağlayan temeldeki sualler,
bunların bağlı bulunduğu "sual dinamizmi" ve bu dinarnizmin kendini
gösterdiği zemin demek olan ''felsefenin tarihi"dir. Bu tarihin felsefe için
yeşerttiği ve her zaman taze kıldığı kültüre biz ''felsefe kültürü" diyoruz ve
felsefenin felsefe olmaklığını, tek tek öğretilerinin toplamından çok daha
fazla bir değer taşıyan "felsefe ortamı"nın varlığına bağlıyoruz. Bu
"ortam"ın tarihsel devamlılığının mutlak gerekli olduğuna inanıyoruz ve bu
anlamda "Felsefe Bir Gelenek İşidir" diyoruz. Şu da var ki, bu geleneğin
kendisini mutlaka felsefe adına ifade etmiş olması beklenmeyebilir. Yeter ki
bir kültürde, bu tarz bir gelenek şeklinde de anlaşılabilecek; yeri geldiğinde
kavramsal ve sistematik açılım ve gelişmelere imkan verebilecek; o kültürü
oluşturan diğer öğeler/e (ahlak, sanat, dil, din) münasebet halinde; yine o
kültürde kimliğini fark eden insanın kendini tanımlamasında, kişiliğini
oluşturmasında ve ahlaki tekamülünde, ona anlamlı projeler sunacak
entelektüel ve dinamik bir derinlik olsun.
Biz bu gelenek fikrini, felsefenin değerler alanı ile ilgisinden dolayı da
gündeme getirebiliriz. Ayrıca bu tarz bir bilgide, insana atfedilen özel dikkat,
değerlerin içinde yaşandığı kültürün önemini de arttırmaktadır. Ne insanı, ne
de değerlerini, içinde bulunulan "kültür ortamz"ndan soyutlayamıyacağımıza
göre, felsefe mahiyeti gereği bu ortamın içinde yer almakta; kültürün bir
parçası olduğu kadar, bu kültürün bir bilinci haline gelmektedir.
Bu seviyede felsefe adına akla gelebilecek soru, onun "evrensel''
sahip olması ile aHikalıdır. Zira, felsefe, tabiatındaki genelleyicilik
ve bütünleyicilik dolayısıyla, ele aldığı konuları, ister istemez, evrensel
mahiyetleri itibariyle değerlendirmeye çalışır. Bu yönüyle bilimiere benzer;
hatta daha kapsamlıdır. Nasıl varlık üzerinde bir söylem oluştururken, temel
anlamıyla bu varlığı değerlendiriyorsa; düşündüğü "ahlak ilkeleri" ve
belirlediği "ahlaki iyi" de evrensel bir buyruk şeklinde tasavvur edilmek
durumundadır. Eğer söz konusu insan ise, bu onun, bütün insanlar için
düşünülmesi gereken "öz"ü bakımından irdelenmesi demektir. O halde, bu
tarz bir evrensellik özlemi olan bilgiyi gelenek fıkrindeki, kültürel bağlarola
nasıl izah edebiliriz? Bunun cevabı ise açıktır. Felsefenin evrenselliği,
kurgularran bilginin genel geçerliliği anlamında değil; "yönelişi" ve konuları
değerlendirmedeki "bütünü ihata ediciliği" dolayısıyladır. Bunun yanında, o,
belli bir kültürün içinde yaşayan, belli değer ufukları olan ve kendini belli bir
dilin içinde ifade eden bir insanın ürünü olduğunun en çok farkında olan
bilgi türüdür. Aslında felsefe başarısını biraz da bu farkındalığın oluşturduğu
kavrayışa
lO
-~..
borçludur. Evrensel' e yöneliş, onun bir kültürün içinden
gereken düşünce (ya da düşünme} geleneğinden
kaynaktanmayacağı anlamına gelmez. "Nitekim, eğer Türkiye 'de, felsefe
alanında uzun süren bir durgunluk, ya da kargaşa yaşanmışsa; fikir
hareketleri, mevzi ve köksüz, etkilemekten uzak, entelektüel bir ukiiliilzk
olarak kalmış ise, böyle bir gelenek oluşturulmamış, ya da böyle bir
gelenekten istifade edilemeyecek kadar ondan kopulmuş demektir. "
O halde bu kültürün içinden hareketle yakalanması gereken bir gelenek
ya da ona izin verecek bir yatkınlıktan bahsetmek, bizi önce felsefe etkinliği
açısından, kendimize özgü olduğunu düşündüğümüz kültürü değerlendirmeye
yönlendirecektir. Bu, felsefeye, yine felsefe diliyle kendi doğrularzmızı ve
değerlerimizi söyletmektir. Böylece konu belli bir metod çerçevesinde
sistematik bir biçimde ele alınacaktır. Belki bu yolla, tarihsel alana kültürel
hayatiyet şeklinde intikal etmiş bulunan düşünce karakterimizi, bizimdir
diyebileceğimiz bir değerler bütününü, felsefenin çerçevesiyle, evrensel bir
kavrayış içinde fark edip, onları temeldeki zihniyet bakımından anlamış
olabiliriz. Bu yaklaşımla bize göre bir "evrensel"i gündeme getirmiş ve
kendi kimliğimizi (ya da kişiliğimizi) evrensel platformdaki yeri itibariyle
hissetmiş oluruz.
İşte bu proje kapsamında, "tasavvuf kültürü"nün önemli bir yeri vardır.
Çünkü O, tarihimiz itibariyle, kültürel yaşayışımızın aşağı yukarı bütün
unsurlarında etkili olmuş; onların her birine karılarak, anlamlı bütünlükler
oluşturmuş; "dil"den, "sanat"a, "ahlaki değerlerden "devlet görüşü"ne kadar
geniş bir kültür utkunda birleştirici ve dengeleyici prensipler vaz eden
kaynak" vazifesi görmüştür.
Aslında bir ilk değerlendirmede, tasavvuf kültüründeki tefekkür tipinin
bizim felsefe dediğimiz düşünce biçimiyle tam bir örtüşme hali içinde
olması söz konusu değilmiş gibi gelir. Zira, biraz da Batı'nın etkisiyle
anladığımız şekliyle felsefe, "kendisini akılsal nedenlerle meşrulaştzrabilme,
haklı çıkarma iddiasında olan entelektüel bir faaliyet biçimi"dir. Tasavvuf
ise, çoğu zaman böyle bir tavrı özü itibariyle küçümser ve hakikat alanına,
içsel anlamda nufüz etmeye çalışır. Söz konusu olan, akıl yürütmelerin, o
neredeyse mekanik çarkından ve soyut sistematik belideyişinden kurtularak,
bireysel coşkunun hakim olduğu bir buluşmayı arayıştır. İman kavramına
bağlı kalınarak düşünülmesi ve yaşanınası gerekliliği, hakikate dedlni bir
teslimiyeti zorunlu kılar. Tasavvuf, "akzl"dan çok "aşk"z, "neden"den çok
miinii"yz, "bilgi"den çok "hayret"i sever. O'nun kendine has anlatım
biçimleri, zihni bir idraki hedef alan felsefi uslfıbdan farklı olarak "gönüle"
ve "yaşantı" hallerine hitab eder.
Ama yine de şunu söyleyelim ki, "tasavvufi tefekkür"ün hedef ve
sonuçları bunun aksini gösteriyor olsa da yorum, çözümleme ve
karşılaştırma anlamında felsefi değerlendirmeye elverişli bir tarafı vardır. Bu
imkan ve
hareketle
sınırlara
anlaşılması
ll
sadece, "nazari tasavvuf' adını
çerçevesinde, bazı mutasavvıfların
çerçevesinde dile getirmiş oldukları
verdiğimiz
bii düşünce gelen~ği
kavramlar ve fikri bütünlükler
görüşlerin felsefe temaları şeklinde
değerlendirilebilecek olmalarından dolayı değildir. Ama ayrıca, genel
anlamda tasavvufta, felsefi yaklaşımı hayranlıkta bırakacak, bir sistem
bilincinin olmasından dolayıdır. Zira bu "tefekkürde", ele alınan bütün
konular, tutarlılık ölçütünü son derece iyi tatmin eder biçimde işlenmiş;
"kavramlar ve bunların bağlantılarından oluşan hükümler belli bir temel
çerçevesinde yerlerini bulmuştur". Bir başka deyişle, görüntü o dur ki,
"kademe kademe bütün problemler ele alınmış, ve en ince teferruatına kadar
eksiksiz işlenmiş, ve sonunda da "mutlak variz/(' olan Tanrı mefhumunda
bütün her şey temellendirilmiştir. Bu durum tasavvufi bir tefekkür sisteminin
derunf bir tecrübeye dayanmış olmasına rağmen aklfliği
tatmin edici
değerinden hiçbir fedakarlık yapmamış olması anlamındadzr".
O halde burada, kademelİ bir kuruluş söz konusudur. Bir ilk seviyede
tasavvuf, kendini felsefi sistemin bütün gereklerini ortaya koyarak kendini
akli örgüye ve beklentiye ters düşmeyen bir yapı içinde bulur. Fakat bir
ikinci seviyede bu akliliği ince bir şekilde aşar. Adeta, "bir ilk nazarda
rehber konumunda olan akıl, sistemin tamamlanış noktasında, artık
hükmedemediği ve karşısında aczini iradeden geri durmadığı bir farklı alanı
işaret eder" gibidir. Bu, aşkla bütünleşen iman alanıdır. O halde tasavvufi
sistem, öyle bir felsefi sistemdir ki, Roger Amaldez'in iradesiyle söyleyecek
olursak, "kendini, yine kendini aşmak suretiyle ortaya koyar" (Roger
Amaldez, La Mystique Musulmane et les Mystiques s. 572).
Burada, birbirini red eden, akıl ve aşk alanındansa, tasavvuf düşüncesinin
en temel özelliği olan, "birlik" (tevhid) prensibinin sağladığı bir "bütünlük"
vardır. Bu bir kademelenmedir. "Ne aklilik (rasyonellik) iman alanını abes
bulmakta; ne de iman ve aşk alanı kendi sınırları içinde kaldığı sürece
akliliği gereksiz görmektedir. Söz konusu olan reddediş değil; fakat "birlik
şuuru "nun sağladığı bir nizarn ve ahenkle aynı bütünlüğü oluşturan
kadernelerin birbirini aşması; aklın, kendisini daha üst bir makam önünde
yetersiz ilan edişi, aczinin idrakiyle kulli aşka bir kapı aralayışıdır".
Aslında Şark'ın bu kendine has tefekküründeki, hem aşkın, hem de içkin
karakteriyle, insanın kendinde seyredebileceği bir Mutlak Varlık açılımını,
ona çok görmemek lazımdır. Zira o, bir taraftan da sınırlannın farkındadır.
Çünkü böyle bir seyir'in, "kategorileri" ve "forınları" belirli ve sınırlı bir
akıl tarafından gerçekleştirilemeyeceğini bilmektedir. Bu sınırların idraki de
Yeni Dönemler Felsefesine pek yabancı değildir. Tasavvufun akıl
hakkındaki "yetersizlik" hükmü, aklın sınırlarını "eleştirel'~ (critique) felsefe
şeklinde ortaya koyan Kant açısından da hatırlanabilir. Ayrıca belki
tasavvufun bu tavrı, sisternci bir açıklamaya, bireysel, öznel ve hayata
12
ilişkin olanı unuttuğu için cephe alan "Ekzistans Filozojları"nm tavrına da
benziyor olabilir.
Felsefe açısından tasavvufi bilgi temelinin önemini vurgulayan
değerlendirme, daha sonradan çok farklı bir yöne çekilecek olsa da Gazzall
(ö. I ll 1)'ninkidir. Zira o, kesin bir bilginin ölçütlerinin ne olması gerektiğini
gündeme getirdiğinde, bu kesinliğin tasavvufi iç tecrübenin yaşattığı
psikolojik halden hareketle anlaşılması gerektiğini vurgulamıştır. Buna göre,
kesinlik ve apaçıklzk, nesnel ve akılsal olandansa öznel ve yaşantısal bir
alanda değerlendirilmeye başlanacaktır. Burada söz konusu olan, tasavvufun,
sadece, felsefe ve din bilimlerinin genel yapılanması içerisindeki yerinin
gösteriliyar olması değil, daha ileriki yüzyıllarda üzerinde pek çok felsefenin
oluşacağı "öznel tabanlz" kesinlik kriterinin, ortaya çıkarılmasıdır. Yeni
Dönemler Felsefesi böyle bir anlayışın üzerinde kurulur. Belki, artık siyasi
ve iktisadi olduğu kadar, epistomolojik alanda da duraklamaya ve hatta
gerilerneye başlayan bir kültür ortamında, yani bizde, Gazzali, sanki hür
tefekküre, dolayısıyla felsefeye karşı imiş gibi anlaşılmış ve böylece
izlenmiştir ama, bu tarz bir zihniyetten hareketle Batı'da Pascal'ler,
Descartes'lar, Hume'lar, Kant'lar ve Bergson'lar yetişmiştir.
Tasavvuf düşüncesinin asıl dikkat edilmesi gereken ağırlık noktası
yukarıdaki epistemik temellendirmeden de fark edileceği gibi, onun, her
şeyin kendisi açısından ve kendisine referansla anlaşılacağı insana verdiği
anlam ve değerdedir. Zira hakiki mamlsıyla insan, ilahi özün barınağı
konumundadır.
Evren'in yaradılışındaki sır "Tanrı'nın Kendini bilmeyi arzu edişi" ile
alakah olduğundan, bu bilişin gerçekleşmesi anlamında O'nun asıl muradı,
insandan başkası değildir. Çünkü ancak o, Tanrı'nın mutlak güzellik ve
iyiliğini en saf haliyle sezebilir. Böyle bir liyakat etik anlamda insana, insan
olmak bakımından kendine karşı gösterınesi gereken önemli bir saygıyı
telkin ettiği kadar, ona anlamlı bir sorumluluk yüklemektedir. Zira o,
kendinde potansiyel anlamda var olan insanlık cevherini kemal noktasında
yakalamaya çaba sarfetmelidir. Bunun tam olarak gerçekleştirilmesi ise
İnsan-ı Kamil olmaktır ki, o, evrensel mahiyetiyle bütün bir insanlık değerini
muhteşem bir erdemlilik halinde, kendi içinde yaşamış ve gerçekleştirmiş
olur. O kadar ki, "alemlere rahmet olarak" Gönderilen 'in merhametteki
vekili konumundaki bu "Evrensel İnsan" fikrini, l'lietzsche 'nin, "~ı~dret
iradesi" (güç istenci)nin zirve noktası şeklinde tasavvur edilen, iradesi tam
fakat kendine mahkum "üst insan "z ile karşılaştzrdzğzmızda, kemal
(olgunluk) mertebesine, egoizmini ilahi aşkın içinde eriterek ulaşmış bu irfan
insanının, ilah müsvettesi olan diğeri karşısında ne kadar özgür olduğunu
fark edersiniz.
Elbetteki bizim bu bildiriden amacımız, tasavvuf kültüründeki felsefi
muhtevayı yakalamaktan çok, bu kültürden yansıyan bir tefekkür tavrının,
13
felsefenin içinde fılizleneceği uygun bir atmosfer oluşturabileceğini
göstermek, böyle bir toprakta kök salındığı takdirde içinde dinamik ve
yaratıcı olunabilecek bir karekterden bahsedileceğini dile getirmektir. Böyle
bir zemine ihtiyaç var; çünkü felsefede gelenek, bir tefekkür tavrını devam
ettirmek, o alanda nüanslara inen değerlendirmelerin yapılanmasını
sağlamakla oluyor. Bu zeminin, kültürümüzün ve kültür tarihimizin diğer
alanlarının da kendisinden kaynaklandığı kendi toprağımız olması gerekiyor.
O halde soralım; tasavvuf kültürü, bu bağlamda nasıl bir karakter
sergiliyor?
Bu karakter, önce bize, hayattan kopuk bir tefekkürün geçersiz olduğunu
hissettiriyor. Hayatla bütünleşmeyen, ona ve onda yaşanan problemlere
angaje olmayan (bağlanmayan), dış müşahit (dış tanık) tarzıyla seyreden bir
felsefenin gereksiz olduğunu düşündürüyor. Spekülatif olmaktan haz
almayan; yaşanan bir felsefeyi öğütlüyor. Zaten Tasavvufyaşanan bir felsefe
konumundadır; hayatla bütünleşmiş, bu hayatın içinde bilgelik kazanmış,
irfan sahibi olmuş insanlar demektir. İşin iskeletinde belki bir kurarn vardır
ama, bu kurarn spekülasyon ya da soyut düşünce seviyesinde hiçbir anlam
ifade etmez. Bu bize ve hatta genel anlamda Şark'a has olan bir tarzı
vurgulamaktadır. Hayata intibakı olmayan, onda yerini bulmayan; hatta
aksiyonla bütünleşmeyen bir tefekkürün değeri yoktur. Bu insanın kendisini
tekamül ettirmesi anlamında olduğu kadar, ahlaki anlamda bütün bir
toplumla da bütünleşebilmesini sağlayan bir aksiyondur ve mahiyeti gereği,
bilinçle temellendirilir. Bu aksiyon, ayrıca, kültürün diğer alanlarıyla da,
edebiyat, musiki, ticari faaliyet, dil ve dini yaşayışla iç içedir; kısaca hayatın
kendisindedir. Adeta kültürün bütün alanlarıyla entellektüel bir bütünleşme
sağlamakta, ya da kültürel alanın her kademesi, hiç değilse potansiyel olarak,
entelektüel tarza yabancılaşmayan bir ruhta yerini bulma istidadı
göstermektedir.
Bu yönüyle tasavvuf ayrıca, kendinden hareketle farklı düşünce ve ruh
ufuklarına yönelinebilecek bir dil oluşturmaktadır. Bu dilin mucizesi,
kültürel bütünlüğe hitab etmekle ve topadayıcı bir özellik göstermekle
beraber, farklı sosyal yapı, entellektüel seviye ve irfan derinliklerinde
kademeli bir anlayışa izin vermesindedir. O kadar ki, bu kademelİ anlatım,
aynı kişide bile, her an yeniden derinleştirilmeye hazır ferdi bir kavrayışı
meydana getirebilir. Böyle bir dilin oluşturabileceği kavrayış, muhatab
olunan şahsiyetin akli ahlaki ve duygusal taraflarının tümünün birden
dinamik kılındığı "ekzistansiyel" bir mahiyettedir ve onda her an yeni
ufuklara gebedir. Bu dilin tasavvuf kültüründe en belirgin şekilde ortaya
konduğu yer onun kendine has iletişim ortamı olarak düşündüğümüz
"sohbet" tarzıdır ama, eğer dikkat edilirse, böyle bir gelenekten mayalanmış
çok genel bir kültür ortamı da aynı tarz bir iletişime zemin
oluşturabilmektedir.
14
Sanat ve ahlak hayatımızdan başlayarak, çok farklı sosyal ve entellektl\el
seviyelerehitap edecek biçimde, üstelik de etik ve estetik formları muhteşem
bir birlik şuuroyla bütünleştirerek kültürümüzün bütün katınaniarına yayılan
Tasavvuf Kültürü'müzün; oluşmasına ya da bağlantılar kurmasına özen
göstermek durumunda olduğumuz felsefe geleneğimizi besleyici bir ana
damar olabileceği kanaatimi, çağın yaşadığı fikir çileleri dolayısıyla, daha da
kuvvetli olarak, bir defa daha dile getirmenin gerekli olduğunu
düşünmekteyiz.
15
Download