KÜRESELLEŞME: GERİLİM, ÇATIŞMA VE UYUM Dr. Necdet

advertisement
KÜRESELLEŞME: GERİLİM, ÇATIŞMA VE UYUM
Dr. Necdet Subaşı*
Bu tebliğde küreselleşmenin bilinen sosyo-politik gerçekliğinden hareketle İslâm ve
Müslümanlar hakkında gündeme gelen belli başlı iddiaların genel bir değerlendirmesini
yapmak, ardından da bu bağlamda oluşan gerilim, çatışma ve diyalog zeminlerinin tartışılması
amaçlanmaktadır.
Küreselleşme çok boyutlu bir fenomendir. Bununla birlikte küreselleşme kavramının
yerli yersiz her fırsatta kullanılıyor olması, onun gerçekte içinde yaşadığımız dünyanın temel
şekillendiricisi olarak taşıdığı rolün göz ardı edilmesine yol açmaktadır.
Nitekim kullanım sıklığına paralel olarak, kavramın devasa anlam dünyası da bugün
bir hayli zayıflamıştır. Oysa küreselleşme iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış gerçekte hâlihazır
dünyadaki insanlığın fiili durumunu yansıtmaktadır. Ekonomik, siyasî, teknolojik, hukukî,
askerî, kültürel vb. gibi çok çeşitli alanlarla olan ilişkisi, onu çok boyutlu kılmaktadır.
Sınır Ötesi Harekât
Küreselleşme öncelikle insanlar arasındaki modern etkileşimin bir sonucu olarak
ortaya çıkar. İletişim, enformasyon ve ulaşım gibi etkileşim ağlarının yarattığı mekânsal
genişleme, geleneksel tüm sınırların önemini zayıflatmıştır. Bu bağlamda başta coğrafî olmak
üzere bireyi ve toplumu dış dünyadan yalıtan sınırlar, hayatın ve insani gerçekliğin anlam
dünyasını tersyüz edecek şekilde aşınmaya başlamıştır. Anlam ve değer kaybına maruz kalan
bu sınırlar, hem maddî hem de manevî boyutlarda gerçekleşmektedir. Öyle ki artık
küreselleşme içinde yaşadığımız dünyanın sıradanlaştırdığı bir dizi sınır tanımaz genişlemeyi,
bireysel ve toplumsal düzeyde yaşadığımız farklılaşmaları, karşılıklı bağımlılıkları, kültürel
gidiş gelişleri, kendimize ve toplumumuza ilişkin yeni icatları kısaca geçmişte bir karşılığını
bulamadığımız yeni bir dünya algısını ifade etmektedir.
Küreselleşme kuramı, küre metaforu kullanılarak dünyanın küreselleştiğinin ifade
edilebileceğini vurgulayan bir sosyal bilim teorisidir. Böylece teori, küresel düzeyde
gerçekleştirilen ve dünyayı bir ortak mekân olarak kodlayan, bunun için de siyasal, ekonomik
ve kültürel bağlamları kuşatma arzusu içinde olan hegamonik bir söylemi ifade etmektedir.
Küreselleşmenin
*
mekân
algılarını
genişletmesi
Muğla Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü
büyük
ölçüde
iletişim
alanlarının
zenginleşmesine bağlıdır. Bu durum her tür insani boyutun söz konusu etkileşime açılmasını
beraberinde getirir.
Küreselleşme dünya ölçeğinde, her düzeydeki insanı derinden ilgilendiren ölçü
tanımaz etkileşimleri, dönüşüm ve farklılaşmaları ifade ederek gündelik gerçekliğin temel
bileşenlerini, kendisini üreten ve besleyen taşıyıcı-aracılara dönüştürür. Küreselleşmenin bu
özelliği ontolojik düzeyde birey ve toplumun güvenliğini altüst ederken, epistemolojik
düzeyde de bilişsel referans dizgelerini hasara uğratır. Teknolojik atakların yoğunlaştığı ve
iletişim ağlarının karmaşıklaştığı bir dünyada küreselleşme, herkesin birbirini artık daha fazla
umursamak zorunda olduğu bir gerçekliğe dönüşmüştür. Küreselliğin anlam ve değer
dünyasına dikkat kesilmeyen bir talep, daha baştan kendini varoluşsal bir düzeyde
tanımlamaktan mahrum kalacaktır. Nihayet bu girift düzenek, dünyayı herkesin birbirinden
haberdar olmaya mecbur olduğu “küresel bir köy”e (McLuhan, Povers, 2001)
dönüştürmektedir. Kısacası küreselleşme sayesinde dünyayı hesaba katmadan bir şey yapmak
neredeyse bütünüyle imkânsız hale gelmektedir.
Toplumsal yapıların birim düzeylerinden başlamak üzere hemen her aşamada etkisini
gösteren küreselleşmenin ortaya çıkardığı sonuçlar, başlı başına etkileyici, bu bağlamda da
parçalayıcı, dağıtıcı ve yakıcı özellikler taşımaktadır. Bu özellikleri, onun çok kere bir negatif
niyetler ve buna dayalı süreçler toplamı olarak tanımlanmasına yol açmaktadır (Bodur, 2003;
Duralı, 2000).
Küreselleşme gerçekte Batılı bir dünya tasarımının kendi geleneği içinden yürüttüğü
amaçları ve buna bağlı bir şekilde ulaştığı menzilleri yansıtır. Modern Batı toplumu bu
hedeflere elindeki malzemeyi kullanarak ulaşmışsa da, söz konusu malzemeye çok az sadık
kalabilmiştir. Bir anlamda küreselleşme, Batının kendi kök paradigmasından hareketle
gerçekleştirdiği ilerleme fikriyatını ifade etmektedir. Gerçi tarihsel bir kök arayışı içinde
Rönesans ve Aydınlanma dönemlerine kadar gitmek mümkündür, ancak küreselleşme, asıl
niteliklerine geçtiğimiz yüzyılın düşünsel ve teknik dünyasında sahip olabilmiş ve kendisini
ancak yeni bir prensibe bağlayabilmiştir. Küreselleşme, bugün ”Post-Fordizm”, “Bilgi
Toplumu”, “Üçüncü Dalga”, “Sanayi Sonrası Toplum”, “Yeni Zamanlar” ve “Örgütlü
Kapitalizmin Sonu” ya da “Avrupa Birliği”, “Tarihin Sonu”, “Yeni Dünya Düzeni”, “Büyük
Orta Doğu Projesi”, ve “Medeniyetler Çatışması” (Fukuyama, ts.; Huntington, 2004) gibi
kimi anahtar kavramlar aracılığıyla ancak anlaşılabilir. Bu kavramlar, küreselleşmenin
zamanla olgunlaşmasını sağlayan geçici ve aracı bir kavramsal setin parçaları olarak dikkat
çekmektedir. Dünyaya çeki düzen verme ve onu yeni bir tasavvurla inşa etme arayışının
ifadesi olarak bu formülasyonlar, adeta kronolojik bir devamlılık ve süreklilik içermektedir.
Süreç içinde küreselleşme kavramının sınırları, içerik ve kapsamı da genişlemeye başlamıştır.
Örneğin çok boyutluluk, küreselleşmenin kurucu paradigmasından beslenir. Sonuçta bu
amaca bile ancak yoğunluklu bir dünya tasarımının içselleştirilmesiyle ulaşabilir, bu da
sınırsız bir sekülerleşme arzusunu gerekli kılar. Çünkü sekülerleşme küreselleşmeye giden
yolda, Batılılaşmış formlara bağlı kalınarak, hayatın kaçınılamaz ve geri döndürülemez birer
amacı olarak sunulmaktadır (Vertigans, Sutton, 2003).
Küreselleşmenin giderek kontrolsüz bir güç olarak tanımlanabilecek düzeni, bugün
artık hemen her alanda etkili olmaya başlamıştır. Ancak bütün bu etkilerine rağmen,
küreselleşmeyi iyi ya da kötü, olumlu ya da olumsuz veyahut da dinî terminolojiyle ifade
etmek gerekirse “rahmani ya da şeytani” olarak tanımlamak mümkün değildir. Bugün
küreselleşmeye genellikle hayıflanarak, iç geçirerek ya da buruklukla bakılmasının nedeni,
onun
henüz
sistematiğinin
keşfedilememesinden
ve
şifrelerinin
de
bütünüyle
kırılamamasından kaynaklanmaktadır. Küreselleşmenin, genellikle verili hayatın ürettiği
huzur ve güveni radikal bir şekilde zorlayıp dönüştürmesinden dolayı bu değişim, yerleşik
yapılara, milli kimliklere, otantik kültürlere hatta dinlere ve medeniyetlere özel ihtimam
gösterenlerin tepkisini çekmektedir. Artık onlar için küreselleşme, her halükârda sonuna kadar
reddedilmesi gereken bir düşmandır (Hala, 2004).
Gerçekten de küreselliğin dünyasında değerler, kültürel kalıplar, hatta dinsel inançlar
bile açık bir mayalanmaya maruz kalmıştır. Artık dünya “bilinen bir dünya olmaktan
çıkmıştır”, dahası “bu dünya elimizden uçup gitmektedir” (Giddens, 2000; Wallerstein,
2000). İlgili literatür kültürden ekonomiye, dilden dine, ahlâktan güvenliğe kadar hemen her
alanda sınır tanımaz bir farklılaşma ve değişim arzusu yaratan küreselleşmeyi anlamaya
odaklanmıştır. Yeni dünyanın kurucu değerlerine ilişkin stratejik analizlerin ortaya koyduğu
çözümlemelerde de küreselleşme, gerçekte modern ve seküler yönelimlerin fantastik bir
tasarımı olarak ele alınmaktadır.
Modernitenin sunduğu hayal gücü, ölçüsüz dünyevileşme, bireyselleşme ve
rasyonalizasyonun sınırsız kullanımı küreselliğin somutlaşmasını hızlandırmıştır. Ne var ki
bugün gelinen noktada küreselleşmenin referans ağındaki kimi tarihsel öğeler, artık
kendilerini açıklama hususunda bile bir hayli zorlanmaktadırlar (Berger, Huntington (Ed.),
2003; Soros, 2003). Çünkü küreselleşme tüm referans ve aidiyet bağlarının meşrûiyetini
tartışmaya açmış ya da devre dışı bırakmıştır. Böylece siyaset, hukuk, ekonomi ve din
alanında liberal demokrasi, insan hakları, serbest piyasa ekonomisi ve sekülerleşme gibi yeni
yaşam standartlarının ve algı kalıplarının oluşmasına yol açan küreselleşme, içinde
yaşadığımız dünyanın radikal bir biçimde tasarlanıp yapılandırılmasını önceleyen hâkimiyet
ilişkileriyle biçimlenmiştir. Sonuçta bu yapı, insan, sermaye, teknoloji ve her tür fikir, inanç,
kültürel bakiye, simge ve metaforun hareketliliğine ve dahası bütün bunların sınır ötesi
akışlarına imkân vermiştir (Robertson, 1999).
Küreselleşme yeni bir dünya tasarımı olarak bugün bilinen formuna, soğuk savaş
döneminin sona ermesiyle birlikte ancak ulaşabilmiştir. Gerçi bu süreç İkinci Dünya Savaşı
sonrasında ortaya çıkan gelişmelerle de başlı başına irtibatlıydı. Ancak Sovyet sisteminin
çökmesi ve dağılması, iki kutuplu dünyanın sona ermesi, tek kutuplu bir dünyanın yeni bir
olgu olarak öne çıkması küreselleşmenin sınır ötesi açılımlarında katalizör rolü üstlenmiştir.
Bu bağlamda iki tür küreselleşmeden söz edilebilir: Bunlardan ilki doğal küreselleşme
şeklinde tanımlayabileceğimiz, olağan gelişmelerin ürettiği ve içinde belli bir politik hedefin
içkin olmadığı küreselleşmedir. Doğal küreselleşmede dünyadaki var olan değişimlerin
kendine özgü gelişimini ifade etmek mümkündür. Çünkü dünyanın Batılı değerler ekseninde
yeniden tanımlanmasının yarattığı sonuçlar doğal küreselleşmenin öncü bir parçasıdır. Diğeri
ise yapay küreselleşme şeklinde tanımlanabilir. Onda da içkin olan, küreselliğin başlı başına
politik bir hesabın tasarrufu ve ürünü olmasıdır. Yapay küreselleşmede, başta “öteki” olarak
tanımlanan grup, kültür ve sermaye dünyası olmak üzere ortada her ne varsa, bütün bunların
küreselliğin akışına tam olarak ram olması amaçlanmaktadır. Yapay yönelimlere dikkat
edildiğinde küreselleşmenin esaslı bir şekilde siyasallaştığı da görülür. Hatta bugün artık
küreselleşmeden her söz edildiğinde asıl vurgu çoğunlukla yapay küreselleşmeye
yapılmaktadır. Bu nedenle küreselleşme bir ideolojikleşmenin ötesinde olmazsa olmaz-tabii
bir gerçeklik alanı yanılsamasıyla da kendini bütün din, gelenek ve kültürler için açıkça bir
örnek model olarak sunmakta ve makulleştirmektedir. Buna karşılık din, kültür, kimlik ve
maneviyat bileşenlerinden beslenen bir aidiyet dünyası ise küreselleşmenin yakıcı-yıkıcı
enerjisi karşısında kendine özgü yeni tür direnme odak ve araçlarına gereksinim duymaktadır.
Ne var ki bu karşılaşmanın ürettiği sonuçlar hâlâ bir belirsizlik modunu aşabilmiş sayılmazlar.
Küresel Mağduriyet
Küreselleşmenin baskın tabiatının yarattığı etkiden din de nasibini almıştır. Aslında
din ve onun özsel yapısına müdahale atakları modernleşmenin daha başından beri başat bir
mitiydi ve sürekli güncellenen bir tema olarak da hep gündemdeydi. Din, modernliğin temel
parametreleri arasında yer alan rasyonalizasyon süreçleri tarafından da bir hayli sıkıştırılmış
ve hırpalanmıştı. Postmodern algıda ise din özelleştirilmiş ve izafileştirilmiş hatta tüketim
nesnesine dönüştürülmüştü (Turner, 2002; Bauman, 1999).
Küreselleşmeyle ilişkilerinden söz edildiği her seferinde ise, direnç düzeylerine
bakılmaksızın bütün dinlerin, aynı sorunla yüz yüze kaldıklarını gözlemlemek mümkündür.
Aydınlanma’dan beri dinsel söylem, küreselliği hazırlayan süreçler içinde biteviye tartışmaya
çekilmekte ve “din”, her zaman olumsuz birer çağrışım alanı olarak reddedilmekte ve dinlerin
temel iddialarının hükmünü doldurduğu öne sürülmekteydi. Bunun bir sonucu olarak da dinin
ve dinselliğin görünürlük oranları hissedilir bir sertlikle düşürtülmeye çalışılmaktaydı.
Modernite din ilişkileri çerçevesinde daha ilk buluşma ve yüzleşmelerde bile Hıristiyanlık,
yeni Batılı değer ve ölçütler karşısında bir hayli geriletilmişti. Örneğin Protestanlığın dine
rasyonel bir müdahale olarak biçimlene tarihi ve bu bağlamda açtığı gedik hâlâ
unutulmamıştır. Sınırları zorlayan bir söylem arayışı içinde küreselleşme, her tür yerelliği, her
tür sabiteyi, her tür kültürü bir yandan küresel düzeyde dolaşıma sokarken bir yandan da
bütün bunların kendi otantik mecralarından koparılarak ciddi meşrûiyet krizleriyle karşı
karşıya gelmelerine zemin hazırlamaktadır.
Küreselleşme ve din arasındaki bu tersine işleyen ilişkisellik, özellikle İslâm söz
konusu olduğunda doruğa ulaşmıştır. Bu çerçevede İslâm toplumlarında ortaya çıkan sorunlar,
küreselleşmenin açığa çıkardığı çelişki ve çıkmazlarla derinleşmekte ve netleşmektedir
(Arslan, 2002).
İslâm dünyası ifadesi günümüzde ciddi bir anlam genişlemesi yaşamaktadır
(Davutoğlu, 2001: 250–256). Bu ifadeyle, bir din olarak İslâm’a mı yoksa Müslümanlara mı
atıfta bulunulması gerektiği, bugün bir hayli karmaşık sayılabilecek sorunlar yaratmaktadır.
Dünya ölçeğinde tüm Müslümanları temsil etme iddiası, günümüzde somut bir karşılığı
olmayan muğlâk bir iddia olarak görülmektedir. Müslümanların tarihsel-geleneksel
birliktelikleri Osmanlı Devleti’nin yıkılışıyla birlikte siyasal düzlemde akamete uğramıştır.
Bugün kendini Müslüman olarak gören ve tanımlayan toplumların uluslar arası platformlarda
dinsel bir temsillerinden söz etmek mümkün değildir.
Geçen yüzyılın başlarında ortaya çıkan ulus devletler ve bu oluşumların toplumlarını
laikleştirici perspektif ve performansları içinde, dinsel yönelimlerin devlet düzeyinde kendine
bir yer bulmasından söz etmek zorlaşmıştır. İslâmi siyasal güçten öncelikler temelinde
mahrum kalan Müslüman toplumlarının, bugün kendilerini hangi argümanlar üzerinden
tanımladığı ise ayrı bir tartışma konusudur. Artık burada dikkat edilmesi gereken asıl nokta,
küreselleşmeyle yüz yüze gelindiğinde ona muhatap olanların İslâmi devletlerden çok
Müslüman toplumlar olduklarıdır. Bu durum oldukça önemlidir, çünkü küreselliğin
yayılmacılığı karşısında, İslâm’ın yeni zamanlardaki iletişim hatları devlet desteği olmaksızın
birey ve toplum üzerinden gerçekleşmek zorunda kalmıştır. Yanı sıra birey ve toplum bazında
Müslümanlar çoğu zaman paradoksal bir şekilde, içinde yaşadıkları “Müslüman” devletlerin
kısıtlayıcı politikalarına da maruz kalmışlardır. Bu nedenle küreselleşme sorunu ele
alındığında İslâm dünyası ifadesi mevcut devletlerden çok Müslümanların fiili durumlarının
birer göstergesi olarak ele alınmalıdır.
Küreselleşmenin
atakları
karşısında
Müslümanların
kendilerini
tanımlama,
anlamlandırma ve konumlandırma çabalarında da birtakım açılımlara duyulan ihtiyaç aciliyet
kazanmıştır. Sorun, fiili bir durum olarak değerlendirilmeye çoktan başlanmış olan
küreselleşme ve küresellik karşısında İslâm’ın durumunun Müslümanlar üzerinden ya da
onlardan bağımsız olarak ele alınıp alınmaması noktasında düğümlenmiştir. Artık tek kutuplu
bir dünyanın kurucu çekirdeği sayılan küreselleşme karşısında, Müslümanlar, yeni kuşatma ve
etkileme-dönüştürme niyetlerini toplumsal ve kültürel bağları harekete geçirerek aşmak
arzusundadırlar (Falk, 2003; Roy, 2003). Ancak bu hareketlilik hiç de senkronize bir bütünlük
içinde olmayan kendine has bir çeşitlilik ve başıbozuklukla malul durumdadır. Dahası bütün
bunlar yine de şaşırtıcı bir şekilde bizzat küreselliğin imkân ve donanımlarıyla var olmak
durumundadır.
Bugün asıl sorun, belki de başat bir aktöre ya da aktörlere bağlı olmaksızın giderek
kendi kendini deruhte eden bir küresel yaşam stratejisi karşısında İslâm’ın dil, tutum ve
reflekslerinin nasıl işlediği ve hatta açıkça ifade etmek gerekirse nasıl devre dışı kaldığıdır.
Yanı sıra küresellik tartışmaları ekseninde gündeme gelen ve çok kere telafisi imkânsız
kayıplarla ilişkilendirilen yeni bir medeniyetler çatışması ikilemini yararak topyekûn
Müslümanların gerçek ifade, telmih ve tutumlarına nasıl ulaşılabileceği de ciddi bir sorun
olarak görülmektedir.
Artık geleneksel anlamda korunmaya çalışılan bir dünya algısı ve hayat bilgisi hızla
yok olmaktadır. Küresel dünyaya edilgen olarak katılmanın riskleri pek çok örnek olayda net
bir şekilde ortaya çıkmaya başlamıştır. Gerçi bu durum tek başına küreselleşmeye de mal
edilemez. Modernleşme ve sekülerleşme bağlamında, dinin doğasının bozulması konusunda
bir hayli mesafe alınmıştır. Küreselleşme bu değişimin yön, form ve anlamlarını
dönüştürmüştür.
Özetlemek gerekirse küreselleşme Müslüman dünyanın baskın bir fenomenidir.
Küreselleşme tartışmaları etrafında üretilen zengin literatür, dinden kültüre, ekonomiden
siyasete kadar hemen her alanda gerçeklik dünyasında etkin olan bir sürece vurgu
yapmaktadır. Son birkaç yüzyıldır Müslüman dünyanın kendi yaşamsal tercihlerini açıkça
ortaya koyma konusunda yetkin bir konumda olduğu söylenemez. Özellikle Hilafet etrafında
toparlanan bağların kopması, İslâm dünyası kavramı başta olmak üzere buna bağlı pek çok
bileşenin hızla çözülüp ayrışmasına ve Müslümanların da bu kayıplara dayalı olarak ciddi
sarsıntı ve çözülmelere muhatap olmasına yol açmıştır (Fuller, Lesser, 1996; Öke, 2001). O
halde asıl sorun Müslümanların, İslâm’ın bu risklerden uzak olarak varlık telakkilerini
korurken, küreselliğin hâkim paradigmasına asla ram olmadan, kendi varoluşsal
güvenliklerini, ontolojik ve epistemolojik düzeydeki varlık ve sürekliliklerini nasıl
güncelleyebilecekleridir. Bu mümkün müdür? Bu arayış sürecinin pratik yansımaları nasıl
işlemektedir? Bu sorular çoğaltılabilir.
Küresel İmtihan
Müslüman toplumlar, modernleşme ve postmodernlik tartışmalarında olduğu gibi,
soğuk savaş döneminin siyaset jargonu ya da yenidünya düzeni gibi düzenleyici proje ve
organizasyonlar karşısında da belirleyici bir rol sahibi olmakta başarılı olamamışlardır. Artık
bugün İslâm dünyası ifadesini, dünya genelindeki toplam Müslümanların siyasî ve askerî
konumlarından çok kültürel ve demografik yapıları belirlemektedir. Müslümanların bu
bağlamda bir stratejilerinin olması da zaten mümkün değildir. Siyasal anlamda uluslararası
politikalara yön verme söz konusu olduğunda bugün herhangi bir dinî atmosferin egemenlik
sahibi olduğunu düşünmek zordur. Çünkü Müslümanları bir bütün olarak temsil eden,
kendilerinden onları layıkıyla yansıtan, onları bütünüyle anlatan ve daha da önemlisi küresel
sistemi emin kılan bir bilgi ya da merkezden söz etmek mümkün değildir.
Müslümanların etrafında toparlandıkları bir merkezin ya da karar odağının yokluğuna
ve siyasal bütünlüklerinin olmayışına karşılık, bugün dikkat çekici bir toplumsal tezahüre de
sahip olmaları söz konusudur. Öte yandan bu tezahür de giderek küresel bir boyut kazanmaya
başlamıştır. Küresel bir varoluş da Müslümanlar için sonuçta bir tür tepki ya da refleks olarak,
yani düşünülmüş ve kararlaştırılmış bir şey olmaktan çok, ne tür siyasetle ne tür bir tepkinin
ortaya
konulabileceği
konusunda
belirsizlik
yaratmaktadır.
Sonuçta
güvenlik,
Müslümanlardan çok Müslüman olmayan dünyanın asıl bir sorunu olarak ortaya çıkıyor.
Öte yandan dikkat çekici bir varlık vurgusu, bugün söz konusu tezahürün anlamlarını
keşfetme konusunda özellikle Batı’da derinlikli araştırmaların yapılmasına yol açmıştır. Bu
çalışmaların ortaya koyduğu değerlendirmeler, çarpıtma, önyargıların somutlaşması,
anlamaktan çok açıklama gibi belli başlı yönlendirme siyasetlerini içerse de yine de bütün
bunlar Batı’nın algı dünyasını yansıtması açısından oldukça işlevseldir (Gökkır, 2003).
Müslümanların özellikle 19. yüzyıldan itibaren yaşadıkları deneyimler çeşitlilik
gösterir. Müslümanların bir bölümü sömürgeleştirme ve kolonizasyon süreçlerinden
geçmişlerdir. Osmanlı hinterlandındaki Müslüman toplumlar, bir yandan kendi içlerinde
geleceği kurma konusunda derin hesaplaşmalarla adlarını duyururken bir yandan da uluslar
arası sistemin gereklilikleri içindeki kayıplarını telafi etmek için değişik reflekslerle gündeme
gelmektedirler. Bu çıkışların toplamı, Batı’da var olan İslâm algısının her geçen gün yeni bir
çerçevede, ancak gerilimli bir taraf olarak yer almasına imkân vermektedir (Kalın, 2003;
Yeğenoğlu, 2005). Son olarak 11 Eylül 2001’de Amerika’da gerçekleşen ve dünya
kamuoyunun genelde Müslümanlar ve özelde de siyasal İslâm’la ilişkileri gözden geçirmeye
yönelik bir dizi hamlesi de bu gerilimin netleşmesinde belirleyici olmuştur. Bugün başta ABD
olmak üzere Batı’nın İslâm karşısındaki politikaları giderek daha da belirsizleşen bir
görüntüye ulaşmaktadır. Örneğin İslâm dünyasındaki Müslüman ülke yönetimleriyle kurulan
Batı eksenli ilişkilerde aranmayan ölçütler, sıra Müslüman toplumun fiili durumuna
geldiğinde ciddi bir kritiğe tabi tutulmaktadır.
Sıradan bir okumanın bile açıkça göstereceği gibi Batı ve İslâm dünyasındaki
ilişkilerin bu karmaşıklığı çoğunlukla çifte standart bir şekilde okunmaya müsait hale
gelmiştir. Öte yandan Kuzey-Güney ilişkileri, etnik çatışmalar, kültürel dışlamalar, yeni
hegamonyatik süreçler gibi birtakım uygulamalar karşısında, Müslümanlar, hak arayışlarında
geleneksel
referanslardan
uzaklaşarak
yeni
açılımlarını
işlevsel
bir
dinsellikle
ilişkilendirilmeye çalışmışlardır (Davie, 2006). Yeni yapılanmalar İslâm’ın modern bir
çehresini açığa çıkarmaktan çok, küreselleşmenin somutlaştırdığı korkuları ve aidiyet
ihtiyacını artıran belirsizlik ve yersizleştirmelere karşı bir tepki biçiminde kurulmaktadır
(Vertigans, Sutton, 2003: 81-101).
Bu kargaşa Müslüman toplumlarının coğrafi ve kültürel dağılımlarına bağlı olarak
değişik biçimlerde kendini gösteren tepki biçimlerini harekete geçirmiştir. Gerilim, çatışma ve
uyum stratejileri, görünürde belirsiz gibi duran Müslüman dünyanın Batı’yla ve onun
üzerinden küresellikle ilişkilerini düzenleyen yeni açılımlara yol açmaktadır. İslâm
Konferansı Örgütü (İKO), Ekonomik İşbirliği Örgütü (ECO) ve D8 gibi genellikle birer
kozmetik dayanışma sayılabilecek örgütsel organizasyonlar bir yana bırakılacak olursa,
mağdûriyet ve mazlûmiyet söylemiyle kolaylıkla bir irtibat kurabilme imkânı, Müslüman
dünyanın yeni tepkileriyle tanzim edilmeye başlamıştır. Öte yandan sözü edilen
organizasyonların küresel sistem içinde tipik Müslüman talep ve beklentilerine ne ölçüde
kulak verdikleri, dahası bu amaçla ne gibi adımlar attıkları konusunda tatminkâr bir cevaba
ulaşmak mümkün değildir. Bütün bu kuruluşların devasa organizasyonlarına rağmen,
Müslüman kamuoyu, dünya ölçeğinde her zaman bir kaos menbaı ve merkezi olarak
yansıtılmaktadır.
Müslüman dünyanın yaşanan gerginlikler bağlamında birer terör odağı olarak
resmedilmesi, aslında Batı’da geleneksel olarak varlığını sürdüren İslâm algısından bağımsız
bir şekilde işlememektedir. Bu birbirini takviye eden ilişkiler ağı içinde “medeniyetler
çatışması”nın doğması bugün artık popüler bir beklenti haline dönüşmüştür. Tek kutuplu
dünyanın var olan gerçekliği içinde İslâm ve Müslümanlar, küreselleşmenin dayattığı
entelektüel, kültürel ve ekonomik blokajlar karşısında yer yer kendi referanslarıyla bile
ilişkilendirilmesi olanaksız tepkiler verebilmektedirler. Ne var ki bu tepkiler de, yine
benzersiz bir şekilde İslâm karşıtı söylemleri tahkim etmeye yaramaktadır.
Müslüman toplumlar sadece coğrafik olarak İslâm dünyasının geleneksel sınırlarıyla
çevrili değildirler. Artık Müslümanlar her yerdedir. Bu bağlamda Avrupa’da, Amerika’da ya
da dünyanın değişik bölgelerinde hatırı sayılır birer kamuoyu olarak yer almaktadırlar.
Bulundukları ülkelerin siyasi ve kültürel atmosferi içinde eşit birer vatandaş olmaları
konusundaki talepleri, asimilasyondan entegrasyona kadar bir dizi muameleyle püskürtülmeye
çalışılmıştır (Ramazan, 2003). Bu bağlamda söz konusu Müslümanların Batılı ve küresel
değerler ekseninde dönüştürülmesini amaçlayan bir dizi proje de deneme safhasından
uygulama safhasına geçmiştir. “Avrupa İslâmı”, “Ilımlı İslâm” gibi ağırlığını Batılı güvenlik
algılarının şekillendirdiği bu tezler karşısında Müslüman toplumlarının birörnek tutumlar
geliştirmeleri şimdilik zor görünmektedir (Subaşı, 2005). Esasen tarihsel İslâm anlatısında
çok sık kullanılan ümmet, hilafet ve cihad gibi ifadeler de günümüzde artık oldukça temkinle
karşılanması gereken birer siyasallaşmış kavram olarak değerlendirilmektedir.
Global kitle kültürünün gelişimi şimdi artık Müslüman toplumların yaşam stillerini de
şekillendirmeye ve düzenlemeye başlamıştır (Turner, 2002). Bu düzenlemenin birkaç yüzyıla
dayanan etkileri ve bugün net bir şekilde açıklığa kavuşması karşısında Müslüman dünya,
başta otorite bunalımı ve sekülerleşme olmak üzere, dindarlığın dönüşmesi (bireysel ve
sembolik, bilişsel dindarlıklar), radikal ve milliyetçi dinselliklerin artması, dinî aşikârlığın
azalması ve yeni dinsel söylemlerin ortaya çıkması gibi birçok konuda gelenekte olmadığı
şekliyle farklı İslâmlıklar, farklı dinî tecrübeler eşliğinde yeni çerçevelere dâhil olmaktadırlar
(Roy, 2003: 192).
Her şeye rağmen küreselleşme farklı kültür ve dinlerin birbirleriyle yüzleşmeleri, daha
derinlikli karşılaşmalar içinde bir araya gelmeleri açısından da yeni fırsatlar yaratmaktadır.
İslâm’ın yeni bir dünya tasarımının verili koşullara mahkûm olduğu söylenemez. Her din gibi
İslâm da küresel taleplere sahip olma istidadındadır, hatta küresel açılımlara da sahiptir.
Küresellik pekâlâ bir imtihan olarak algılanabilir ve bu imtihanın başarıyla aşılması da yeni
fırsatlar olarak algılanabilecek kapıların elverişli bir diyalog zeminine, önyargıların
aşılmasına, saygın ortaklıkların kurulmasına, hatta küresel düzeyde İslâm’ın yeniden kendini
var etmesine açılmasını sağlayabilir. Çünkü “kimlik, mekân ve zaman bilincinin tarihi birikim
ve cari gerçeklikler çerçevesinde yeniden kurulması, tarih içinde varoluşun ve insanlık
birikimine katkıda bulunabilmesinin olmazsa olmaz şartıdır” (Davutoğlu, 2001: 30). Oysa bu
hassasiyete küresel düzeyde müslümanlar çok az sahip çıkmakta ve dikkat kesilmektedirler.
Download