çağdaş türk sanatında figüratif resmin kültürel değişim ile ilintisi

advertisement
T. C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
GÜZEL SANATLAR EĞİTİMİ ANA BİLİM DALI
RESİM-İŞ ÖĞRETMENLİĞİ BİLİM DALI
ÇAĞDAŞ TÜRK SANATINDA FİGÜRATİF
RESMİN KÜLTÜREL DEĞİŞİM
İLE İLİNTİSİ
YÜKSEK LİSANS TEZİ
DANIŞMAN
Yrd. Doç. Dr. Hüseyin ELMAS
HAZIRLAYAN
Neslihan KIYAR
KONYA 2007
ÖZET
17. yüzyıldan günümüze gelen Batılılaşma anlayışı Osmanlı İmparatorluğu’ nda her
alanda olduğu gibi kültürel alanda da önemli değişikliklere yol açmıştır. Uzun yıllar, yeni
değerler öncekilerin içine oturtulduğu oranda kabul görmüş olsa da, saray destekli kültürel
değişim çabaları toplum arasında da benimsenmiştir.
Figürü dışlayan resim anlayışı da zamanla terkedilmiş, insanlara tanıdık gelen
atmosferler içerisine yerleştirilen figür, bu şekilde beğenilere sunulmuştur. Türk
toplumunun tarihini konu alan figüratif resimler de, halkın manevi dünyalarına
seslenmeleri dolayısıyla, figüratif resme karşı olan olumsuz tutumun kırılmasına yardımcı
olmuştur.
II. Dünya Savaşı ve bunu izleyen yıllarda ortaya çıkan olayların sebep olduğu
değişimler ise ulaşım ve iletişimin gelişmesi, ticaret sermayesinin birikimi, kentleşmenin
hızlanması, nüfusun artması, ekonomik, teknolojik ve bilimsel açıdan modernleşme gibi
durumların yarattığı gerilim ve aynı zamanda etkileşimler sanatçıları figüratif anlatım
olanaklarını kullanma yoluna iten nedenler olmuştur.
Dünya ve Türkiye sanatını etkileyen olaylar sonucunda figüratif resim etkinliğini
her dönem sürdürmüştür. Çünkü birey, bir anlamda figürdür ve figüratif resim de bir
anlatım yoludur. Bu düşünceden hareketle, figüratif resmin, tarihin her döneminde kültürel
değişimle paralel bir gelişim çizgisi gösterdiği söylenebilir. Ancak Türk toplumunda
figüratif resme bakış açısının gün geçtikçe daha da genişlediğini söylemek, bir anlamda
doğru fakat kesin bir yargı olmayacaktır.
ABSTRACT
The Understanding of Westernization which goes back to the 17th century has led
significant changes not only in every field but also in the cultural field. Although the
Ottoman culture having a rooted tradition before the establishment of the Republic had
changes within the framework of the westernization, a change within the existing traditions
was experienced.
The out-figuring art mentality was abandoned in time and the figure which was
placed into the atmosphere which turned out to be sympathetic and acquainted to the
people was offered to the discrimination in this way. The figurative pictures referencing
the magnificent history of the Turkish society also have assisted to break the negative
attitude against the figurative art due to the fact that they address to the spiritual world of
the people.
The changes caused by the World War II and the events in the subsequent years, the
tension and spontaneous interactions created by the situations such as the development of
the transportation and communication, accumulation of the commercial capital,
acceleration of the urbanization, increase of the population and modernization with respect
to economy, technology and science have been among the reasons pushing the artists to
use the figurative exposition possibilities.
At the end of the events affecting the art of the world and Turkey, the figurative art
has always sustained its effectiveness every time of period. Since the individual is a figure
in a sense and there is not an exposition with the figurative art. If the figurative art is
considered to show a progressive line as parallel to cultural change in every period of the
history, it will be true but not an absolute judgment in a sense that the point of view of the
society to the figurative art is increasing day by day.
ÖNSÖZ
İnsan figürünün kullanımına ilişkin örnekler, dünya üzerindeki birçok uygarlıkta
olduğu gibi, Türk resim sanatında da, dönem dönem kendine has özellikler göstererek var
olagelmiştir. Bu özelliklerle, figürün ele alındığı dönemin kültür değerlerinin örtüşmesi ise
araştırmanın en önemli noktasını oluşturmaktadır.
Çağdaşlaşma süreci içinde kozmopolit bir yapıya sahip bulunan Osmanlı
Devletinin yıkılarak, ulus idealini gerçekleştiren cumhuriyet devletinin kuruluşu, çağdaş
Türk resminin de oluşum evrelerini etkilemiştir. Kültürel açılımların ve değişimlerin
neden olduğu yeni evrensel çabalar ise figürün anlatım olanaklarını daha da çeşitlendirip,
yerini sağlamlaştırmıştır.
Çağdaş Türk sanatında figüratif eğilimlerin kültürel değişimle olan ilintisini ortaya
koymayı amaçlayan bu çalışma süresince, bilgi, tecrübe ve desteklerini esirgemeyen başta
danışmanım Sn. Yrd. Doç. Dr. Hüseyin ELMAS’ a, hocalarıma, aileme, minnet ve
şükranlarımı sunarım.
Neslihan KIYAR
Konya – 2007
İÇİNDEKİLER
ÖZET……………………………………………………………………………….... i
ABSTRACT…………………………………………………………………………
iii
ÖNSÖZ ……………………………………………………………………………..
v
İÇİNDEKİLER ……………………………………………………………………..
vi
1. GİRİŞ…………………………………………………………………………….
1
1. 1. Problem Cümlesi…………………………………………………...……..
2
1. 2. Araştırmanın Amacı ………………..……………………………………..
2
1. 3. Araştırmanın Önemi………..……………………………………………..
2
1. 4. Sayıtlılar…………………………………………………………………...
2
1. 5. Sınırlılık …………………………………………………………………..
3
1. 6. Yöntem……………………………………………………………….…...
3
2. KÜLTÜR………………………………………………………...……….……..
4
2.1. Kültür Kavramı……………………………………………………….……..
4
2.2. Kültür Değişimi………………………………………………………….….
5
3. 1950 ÖNCESİ ÇAĞDAŞ TÜRK RESMİ ……………………………………..
8
3. 1. 1950 Öncesi Türkiye’ de Toplumsal Yapı …..………………..………...
8
3. 2. 1950 Öncesi Türkiye’ de Kültür ve Sanat ………………….………...… 23
3. 3. 1950 Öncesi Figüratif Resmin Kültürel Değişim İle İlintisi ………...….. 39
4. 1950 SONRASI ÇAĞDAŞ TÜRK RESMİ ……………………………..……. 86
4. 1. 1950 Sonrası Türkiye’ de Toplumsal Yapı ……………………..….……. 86
4. 2. 1950 Sonrası Türkiye’ de Kültür ve Sanat. ………………………..…….. 97
4. 3. 1950 Sonrası Figüratif Resmin Kültürel Değişim İle İlintisi ……………. 106
4. 3. 1. Toplumcu Gerçekçiler ………………………………...………... 114
4. 3. 2. Gerçeküstücüler …………………………………………….…... 122
4. 3. 3. Dışavurumcular …………………………………….…………… 128
5. DEĞERLENDİRME …………………………………………………….…….. 138
KAYNAKÇA ……………………………………………………………………... 149
RESİMLER DİZİNİ……………………………………..……………………….... 157
BÖLÜM 1
1.GİRİŞ
Değişme, tüm toplumsal yapılarda olduğu gibi kültür alanında da geçerlidir. Her
toplumsal olgu ve değer gibi, doğal olarak kültür de temsil ettiği toplumla birlikte, zaman
ve çevre gereklerine uyarak kendini oluşturur ya da dış etki yoluyla değişir ve gelişir.
Değişme, gelişmeye neden olur ve gelişme de yeni bir değişmenin başlangıcıdır. Kültürel
gelişme, kültürü oluşturan öğelerin daha ileri biçimler oluşturabilmek üzere değişmesidir.
Toplumların gelişim ve değişimleri incelendiğinde, hiçbirinin diğerlerinin etkisinde
kalmadan, salt kendi değerleri içerisinde varlık buldukları görülmez. Bütün toplumlar, ister
istemez birbirlerini etkilemişler, birbirlerinden kültür alış verişinde bulunmuşlar,
değişmişlerdir. Onların sanat hayatına da yansıyan bu etkileşim sürecinde gelenekler, çoğu
zaman kaybolup yerini modern olarak adlandırılan yeni anlayışlara bırakmıştır
(Gedikli, 2001).
Büyük ve ihtişamlı imparatorluklardan biri olan Osmanlı İmparatorluğu, adalet ve
hoşgörüye dayalı devlet anlayışı; üstün mimarisi; sanatı, eğitimde geliştirdiği mükemmel
yapısı ile Batı dünyası için önemli bir örnek teşkil etmiştir. Avrupa, karanlık içindeyken,
Osmanlı İmparatorluğu, dünyanın en üstün uygarlığı konumunda olmuştur. Zamanla, Batı
ilerlemiş, aydınlanma çağını yakından takip etmeyen Osmanlı Batı karşısında geri kalmaya
başlamıştır.
Osmanlı’ nın, 18. yüzyıl ortalarından itibaren Batı ülkeleri karşısında sanayi ve
teknoloji alanında geri kalmışlığını kabul etmesinin ardından başlatmış olduğu reform
hareketlerine bağlı olarak, sosyal hayatta da bir takım değişimler baş göstermiştir. Bunun
doğal neticesi olarak, Orta Asya' da başlayıp Selçuklu ve Osmanlı ile birlikte gelişerek
devam eden kültür hayatı, yavaş yavaş değişime uğrayarak batı etkisi altına girmeye
başlamıştır. Türk kültür hayatının batı etkisine girmeye başladığı bu dönemlerde, kimi
geleneksel sanatlar da değişime uğrayarak yerini Batı anlayışına yönelik resim sanatına
bırakmıştır.
Kimi manzaralar içerisinde küçük bir detay halinde ele alınan figür, yaşanan
kültürel değişim neticesinde yavaş yavaş resmin konusu içerisine girmiş, zamanla da çok
farklı yorumlarla Türk sanatçılar tarafından ele alınmıştır. Türk resmine figürün girişi
bireysel düzeyde Osman Hamdi Bey ve genel olarak da Çallı kuşağı ressamları ile
başlamıştır. Zamanla resmin konuları arasına figür, portre, çıplak figür, romantik, duygusal
konular, güneş ışınları altındaki İstanbul’ un renkli, berrak, şeffaf görüntüleri girmiştir. Bu
dönmede figürün, giysili ya da çıplak modelden yararlanmak suretiyle Batı’ daki resim
atölyelerinin eğitim standartlarına uygun yaklaşımlarla ele alınması, Sanay-i Nefise
okulunun kurulması ile başlamış ve yaygınlaşarak günümüzde de sürmeye devam etmiştir.
İzlenimci kuşağın atak ve sıcak tensel figüratif duyarlılığı yerini, 30’ lu yılları
kapsayan kübist-konstrüktivist anlayışta figür yorumlarına bırakmıştır. 1930’ lardan
itibaren, figürdeki bu değişimin kaynağında o dönem sanat ortamının belirleyicileri,
Müstakiller ve daha büyük bir oranda D Grubu ile bu grubun çevresindeki kimseler
olmuştur. 1950 ‘ ler ve sonraki yıllarda her alanda görülen değişimler sonucunda, figür
yorumlarına daha dinamik yolların ve tüm dünyada ifadeci taşkınlığın toplumsal davranış
sorunsallarıyla bütünleştiği bazı değer sistemlerinin yaratılmasına tanık olunmuştur.
1.1. Problem Cümlesi
18. yüzyılla birlikte köklü bir değişime uğrayan Türk sanatı içerisine, çağdaş
yorumlarla dâhil olan figüratif resmin kültürel değişimle ilintisi ne şekilde olmuştur?
1.2.Araştırmanın Amacı
Çağdaş Türk sanatında figürün, başlangıcından günümüze olan serüveninin,
açıklanmaya çalışıldığı bu araştırmada asıl amaç; figürün yorumlanışında, oluşturulduğu
dönemin, siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel olguların bütünüyle değerlendirilmesi
gerekliliğini vurgulamak olmuştur. Bu amaca yönelik yapılan araştırmada, çağdaş etkilerle
sürekli farklı yorumlar bulan figüratif resim ve kültür, pek çok noktada paralel değişim
geçirmesi dolayısıyla, birbiriyle ilintilenmiştir.
1.3. Araştırmanın Önemi
Batılı anlamda Türk resminin başlangıcında çekingen bir tutumla resmin içerisinde
küçük bir ayrıntı olarak kalan figür, gelişen zaman içerisinde resmin konusu haline
gelmiştir. 21. yüzyılı yaşadığımız şu günlerde ise, gerek Batı, gerekse Amerika’daki
örneklerinden farksız bir konuma ulaşmıştır. Çağdaş Türk Resminin figüratif resim
bağlamında değişerek günümüzde ulaştığı nokta, kuşkusuz kültürel değişimle ilintilidir.
Değişim sürecini etkileyen faktörlerin tespit edilip ortaya konması ise, bu konuda ileride
yapılacak araştırmalara ışık tutması dolayısıyla önem arz etmektedir.
1.4. Sayıltılar
Bu çalışma yürütülürken, aşağıdaki sayıtlılar göz önünde bulundurularak
değerlendirme yapılmıştır.
1. Araştırma metninde kullanılan bilgiler, toplanmış olan kaynaklardan alınmıştır.
2. Araştırma içerisinde ele alınıp değerlendirilen sanatçılar sanat yaşamlarında
figüratif resim yapan ve figüratif çalışmalarıyla tanınan kişilerdir.
3. Araştırmada kullanılan web kaynakları, 10.04.2007 tarihinde ziyaret edilerek,
ulaşılabilirlikleri kontrol edilmiştir.
1.5. Sınırlılık
Araştırma konusu, “Çağdaş Türk Sanatında Figüratif Resmin Kültürel Değişim İle
İlintisi” olarak belirlenmiştir.
“Figür” kavramı insan ve hayvan gibi canlı varlıklar için kullanılan genel bir
deyimdir. Araştırmada bahsi geçen “figür” den kasıt ise insan figürüdür. Bu açıdan, çağdaş
Türk resminde başlangıcından günümüze, figüratif resmin kültürel değişimlere paralel
grafik çizgisini etkileyen sosyal, ekonomik, siyasal ve sanatsal faktörler tespit edilmiş ve
konuya eğilim göstermiş olan sanatçılara eserleriyle aydınlatıcı bir işlev yüklenmiştir.
1.6.Yöntem
Bu araştırmada, konuyla ilgili geniş bir literatür taraması yapılmış, uygun metinler
toplanıp, düzenlenmiştir. Ayrıca araştırmada, dönemsel sınıflamayla yerleştirilen, çağdaş
Türk sanatında, figüratif resim çerçevesine giren görsel materyale ulaşılmış, metin içinde
gerekli bölümlere yerleştirilmiştir.
Konu, araştırmanın ana hatları dâhilinde, II. Bölüm “Kültür” ve “Kültür Değişimi”
şeklinde düzenlenmiş, III. Bölüm “1950 Öncesi” ve IV. Bölüm “1950 Sonrası” olarak,
kesin tarihlerle bir ayrıma gidilmese de, dönemin farklı şartları değerlendirilmek ve sanatla
etkileşimini irdelemek üzere, kronolojik olarak iki kısımda incelenmiştir. Bu bölümler de
kendi aralarında alt başlıklara ayrılarak figüratif resim anlayışındaki değişimlerin
nedenlerini ortaya koymuştur.
BÖLÜM 2
2. KÜLTÜR
2.1. Kültür Kavramı
Kültür, çok sayıda anlama sahip bir sözcüktür. Botanikten sosyal ve beşerî bilimler
alanına dek uzanan geniş kapsamlı anlamlar içerir. Bu yüzden, herkesi doyuran biçimde
kültürü tek bir kalıpta tanımlamak oldukça güçtür. Kültürle ilgilenen bilim adamlarının
tanımlamada sürekli yeni girişimlerde bulunmaları bu zorluğun göstergesi olmuştur. Bilim
sürekli gelişim içinde olduğu için, “kültür” de zamanla kullanılmakta olduğu bilim
alanında yeni tanımlarla karşımıza çıkmaktadır.
Kültür, sözcük olarak: "İnsanoğlunun, kuşaktan kuşağa aktardığı sembolik ve
öğrenilmiş ürünler ya da özellikler toplamı; tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde
yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere
iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren
araçların bütünü; ekin, hars, insanoğlu tarafından üretilmiş her şey" anlamına
gelmektedir. Kavram olarak: "Bir ulusun, bir halk ya da topluluğun yaşam tarzıdır;
bilgileri, inançları, sanatı, ahlakı, yasaları, gelenekleri ve bir toplumun üyesi olarak
insanın bütün öteki eğilim ve alışkanlıklarını oluşturan ve bir toplumun hayatını, yaşam
tarzını diğer toplumların yaşam tarzlarından ayıran değerler toplamı" anlamına
gelmektedir. (Erinç, 2004). Bilimsel anlamda kültür ise: “Dini, sanatı; yapıp ettiğimiz her
şeyi içine alan karmaşık bir varlık alanıdır. O bütünlük içinde yer alan her şey, her şeye
bağlı ve bağımlıdır. Gözle görülmeyen, elle tutulmayan bu bağları, insanlar eğitimle
öğrenir; dil ve iletişimle kurar, sürdürür.” Özetle, "Bilimsel anlamda kültür, toplumun
üyesi olarak insanın, yaşayarak, yaparak öğrendiği ve öğrettiği maddi manevi her şeyden
oluşan karmaşık bütündür” (Turhan, 1987).
Kültür kavramı antropologlar tarafından ilk defa, 19. yüzyılın sonlarında
geliştirilmiştir. İlk açık ve kapsamlı tanımlamayı ise İngiliz antropolog Sir Edward Burnett
Tylor yapmıştır. Tylor’ a göre kültür, toplum, insanoğlu, eğitim süreci ve kültürel içerik
gibi değişkenlerin ve bunlar arasındaki karmaşık ilişkilerin bir işlevidir. Ayrıca bilgiyi,
imanı, sanatı, ahlâkı, örf ve adetleri, ferdin mensup olduğu cemiyetin bir uzvu olması
itibariyle kazandığı itiyatlarını ve bütün diğer maharetlerini ihtiva eden gayet girift bir
bütündür. Tylor, 1871’ deki yazılarında kültürü; bilgi, inanç, sanat, hukuk, ahlak, adet,
gelenek ve toplumun bir üyesi olarak kişinin yaşayarak kazandığı huylar ve kabiliyetler
bütünü olarak tanımlar. Tylor’ ın döneminden itibaren kültür tanımları hızla çoğalmış ve
çeşitlenmiştir. 1950’ lerde A.L. Kroeber ve Clyde Kluckhohn birlikte bir literatür taraması
yapmışlar ve yüze yakın kültür tanımı toplamışlardır. Yakın dönemde yapılan tanımlar,
gerçek davranışla bu davranışın ardında yatan soyut değerler, inançlar ve algılar dünyasını
birbirinden ayırma eğiliminde olmuştur. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, kültür
gözlenebilir bir davranış değildir, ancak insanların deneyimlerini yorumlama ve
davranışlarını genellemede kullandıkları ve davranışlarına yansıttıkları değerler ve
inançlardır (Haviland, 2002)
Kısaca kültürü bir yaşam biçimi, düşünce ve inanç sistemi olarak tanımlayabiliriz.
Dil, din, ırk, tarih gibi unsurların birbirinden belirgin çizgilerle ayırdığı farklı insan
gruplarının gelenek görenekten başlayıp, siyasal sistemlerinden, hukuk, ekonomi ve eğitim
sistemlerine, edebiyattan, dinsel törenlere varıncaya kadar pek çok alanda kendilerine özgü
davranış modelleri, gelenek ve sosyal kurumlar geliştirmesini kültür kavramı içerisinde
değerlendirebiliriz (Balı, 2001).
2.1. Kültür Değişimi
Her toplumsal olgu ve değer gibi, kültür de temsil ettiği toplumla birlikte, zaman ve
çevre gereklerine uyarak kendini oluşturur ya da dış etki yoluyla değişir ve gelişir. Çünkü
kültür, değişim kuramının en doğal parçasını oluşturmaktadır. Aslında değişme ve gelişme
birbirinin nedeni ve sonucu olan olgularıdır. Değişme, gelişmeye neden olur ve gelişme de
yeni bir değişmenin başlangıcıdır (Gedikli, 2001). Ayrıca kültür değişmesi, bir cemiyetin
mevcut düzenini, maddi ve manevi medeniyetini bir formdan başka forma sokan süreçtir.
Böylece kültür değişmesi, bir cemiyetin siyasi yapısında, idari müesseselerinde ve toprağa
yerleşme ve iskân tarzında, iman ve kanaatlerinde, bilgi sistemlerinde, kanunlarında,
maddi alet ve vasıtalarında, bunların kullanılmasında meydana gelen değişimleri ihtiva
eder. Terimin en geniş anlamıyla, insan medeniyetinin daimi bir faktörüdür, her yerde ve
her zaman meydana gelmektedir (Turhan, 1987).
Değişimin etkisinde kalan sanat, edebiyat, düşün etkinlikleri ve bunların ürünleri,
manevi kültüre göre daha hızlı değişen kesimdir. Bu kesim, maddi kültür öğeleri kadar
hızla gelişmese bile, inançlardan, gelenek ve göreneklerden çok daha çabuk değişir.
Üstelik sanat, edebiyat ve düşün yapıtları, bir toplumun manevi kültür alanındaki en ileri
değişme tohumlarını da içlerinde taşırlar. Bir başka deyişle, bir toplumun geleceği, maddi
kültür öğelerinin etkisiyle, onun, sanat, edebiyat ve düşün etkinlikleri çerçevesinde
filizlenir. Mevcut durumdaki çelişkiler, uyumsuzluklar, sorunlar, hep bu ürünler aracılığı
ile belirlenir, eleştirilir. Sanat, edebiyat ve düşün etkinliklerinin en önemli niteliği, yalnız
olumsuz eleştiri değil, geleceğe ilişkin öneriler de ortaya koymalarında görülür. Böylece,
maddi kültür değişmelerine koşut olarak toplumun önünde yeni bireşimler, yeni ufuklar
belirir (Kongar, 2003).
Osmanlı İmparatorluğu’ nda değişimin başlangıcına değinilecek olursa, Fatih
Sultan Mehmet zamanında, İstanbul’ un almasıyla, “Batılılaşma” adı altında başlamış
olduğu görülür. Tanzimat ve Islahat Fermanlarıyla sürmüş, Birinci ve İkinci Meşrutiyet
eylemleriyle doruk noktalarına ulaşmış, bugünkü kültür mirasımızın üzerinde bilinçli
etkiler yaratmıştır. Bununla birlikte, yabancı sanatçıların gelmesi ve matbaanın
kurulmasıyla, Batı ürünleri Osmanlı toplumunun içine yavaş yavaş girmeye başlamıştır.
Yabancı bilim adamları hakkındaki yayınlar Osmanlıcaya çevrilmiştir. Azınlıkların
girişimleriyle tiyatro hareketleri başlamıştır. Yeni Osmanlılara geçiş döneminde yaşanan
kültür değişiminin yanı sıra edebiyatçıların ön ayak olduğu İslam kültürü üzerine yapılan
Batı aşısı, ulusallık yönünde bir birleşmeye doğru yol almıştır. Fakat sonrasında Mustafa
Kemal’ in müdahale gereksiniminde bulunduğu İmparatorluk, Batı etkisi altında değişen
ve gitgide karmaşıklaşan bir görünüme bürünmüştür (Kongar, 2003). 19. yüzyıl da ise,
Türk siyasal-toplumsal sisteminde geleneksel-dinsel yapıların değişmeye başlaması,
değişme olgusunun ideolojik ve epistemolojik özelliklerine ilişkin olarak, toplumsal yapı
unsurlarının yerel dinamiklerini de değişmeye zorlayarak, laikleşme sürecini de
beraberinde getirmiştir (Akgül, 1999; Berkes, 2002).
18. yüzyıl sahnesinde, Osmanlı’ nın geleneksel kurumlarını diriltme çabası yerine,
çağdaş Batı’ ya yönelme eğilimi, Türk resim sanatının gelişim çizgisinde önemli
değişikliklere neden olmuştur. Batılılaşma dönemiyle birlikte, bir azınlık kültürü olarak
İstanbul’ da, çağdaş yaşam biçiminin gerektirdiği olanaklar düzeyinde, özel atölyelerde ve
askeri okullarda başlayan, Sanayi-i Nefise’ nin kurulmasından sonra ise sivilleşme
aşamasına geçen resim-heykel üretimi ve buna bağlı olarak sanat eğitimi, başlangıçta
devletin ve yönetici kesimin özendirdiği bir etkinlik olmuştur. Figüratif resim de, bu
gelişmelere koşut, etkinlik alanını genişletmeye, çağdaş olana doğru ilerlemeye
başlamıştır. Bu yönüyle Türk figür resminde görülen değişim, kimi yönleriyle çok açık,
seçik ve kesindir. Manzara, natürmort ve portre gibi konuların ötesinde, figürün konu
olarak işlenmesi, yaygınlaşması ise zamanla kültürel değişime koşut olarak gelişen uyum
safhasında gerçekleşmiştir (Özsezgin, 2002).
Sonraki dönemde, Türkiye’ de Cumhuriyetin kurulmasında ve gelişmesinde etkin
rol oynayan CHP, kültürel değişim için gerekli yeniliği kültürün içinden keşif ve icatlarla
çıkarma yoluna gitmiştir. Halkevleri bağlamında dönemin aydınları tarafından
değerlendirilen, ulus, dil ve kültür sorunları çevresinde güncellik kazanmış olan
faaliyetlerle bu çaba desteklenmiştir. 1930’ lu yılların sonuna doğru, Devlet Resim ve
Heykel Sergileri başlatılmış, Güzel Sanatlar Akademisi bünyesinde “reform” hareketine
girilmiş, ressamlar gruplar halinde Anadolu illerine gönderilmiştir. Sanatın toplum
kültüründe üstlenmesi gereken işlev, sanatçının toplumdaki yeri vb. sorunlar üzerine,
geniş açılı bir tartışma, sanatçılar ve aydınlar arasında katılım bulmuştur. Türk Ocakları’
nın yerini alan Halkevleri, sanatla halk kesimini buluşturmuş, halkın sanat yoluyla eğitimi
ilk kez bir devlet politikası kimliğine bürünmüştür. Figüratif resmin işlevsel kimliğinin de
yardımıyla halkın kültürel değişimine katkı sağlanmıştır (Özsezgin, 2002).
1950’ lerden sonra ekonomik, sosyal ve siyasal alanda çok yönlü kültürel
değişmeler yaşanmıştır. Önce şehirlerde başlayan değişme ve modernleşme süreci kırsal
bölgelerde de etkisini göstermiştir (Doğan ve Doğan, 2005). Ayrıca 1950’ li yıllarda
tarımda başlayan hızlı makine süreci ile topraksız ya da az toprağı olan kırsal kesiminin
sayısı iyice artmıştır. Olanakları daralan köylüler iş sahalarının geniş ve daha cazip olması
dolayısıyla iç göçe heveslenmişler ve göç etmişlerdir. Kurtuluşu bu yolla bulduğunu
düşünen kırsal kesim insanı sadece fiziksel gereçlerini taşımamış, yaşantı, kültür ve
sanatlarını da beraberlerinde getirmişlerdir. Kentlerin özellikle kenar mahallelerinde,
kentlilerden ayrı bir yaşam biçimi gösteren bu insanlar, gecekondu kültürünü ortaya
çıkarmışlar, kent kültüründe sağlıksız değişimler yaratmışlardır. Yozlaşma ve yanlış
bilinçlilik ile görsel ve işitsel olarak karşımıza çıkan arabesk kültür, kente uyum
sağlayamayan insanların durumlarını, ticari bir meta haline getirmiştir (Işık ve Erol, 2002).
1960’ lardan sonra ise, hareketlenen sanat, kültür ve düşün alanındaki açılımlara
koşut olarak yeni bir bilinçlenme süreci yaşanmış; köyden kente göç olgusu yeni ve hatta
arada kalmış yaşam biçimleri yaratmış; sanayileşme başlamıştır. Bütün bu toplumsal
olaylar ve dolayısıyla yaşanan değişimler sanat alanında önceden başlamış olan figüratif
canlanışa yeni bir boyut kazandırmış, aynı zamanda figür anlatımlarının günümüze dek
ifade bulduğu eğilimlerin kökleşmesinde etkili olmuştur (Kamacı, 1997).
BÖLÜM 3
3. 1950 ÖNCESİ ÇAĞDAŞ TÜRK RESMİ
3. 1. 1950 Öncesi Türkiye’ de Toplumsal Yapı
Osmanlı toplum yapısını anlamak için, sosyal açıdan kültürel öğeleri
ilişkilendirmek ve bu ilişki içerisinde toplumda zamanla meydana gelen davranış ve değer
değişikliğini yine toplum tarafından belirlenen standartlar ve kurallar yelpazesinde
değerlendirmek gerekmektedir. Organik yapılı ve devamlılık arz eden toplum bileşiklerini
ilişkilendirirken de Osmanlı devlet ve toplum geleneğinin geçmişten miras aldığı değerler
sistemi göz önünde bulundurulmalıdır. Yani Türk ve İslâm devletlerinden devralınan bir
takım değerlerle, toplumsal yapıların oluşma şekilleri, geçen zaman içinde farklı
görünümlere bürünmüş olsalar bile, esasta kesintisiz bir devamlılık gösterdikleri
bilinmelidir.
Türkler, İslâm düşünce sistemi çerçevesinde devletler kurmaya başladıktan sonra,
sosyal ve hukuki alanlarda büyük değişimlere uğramışlardır. Türk devletleri, her ne kadar
gelişmiş bir hukuk anlayışına sahip olsalar da, İslâmiyet’ in oluşturduğu hukukî esasları ve
kurumları uygulamayı tercih etmişlerdir. Bu durumda kültür değişmesi hem kaçınılmaz
hem de zorunlu bir olgu olarak karşılarına çıkmıştır. Dolayısıyla kültür değişimleri sonucu
milli kültürlerine uyan ya da uymayan bir takım etkilerle karşılaşmışlardır. 8. yüzyılda
İslâm kültürüyle karşılaşan Türkler, Araplarla ve İranlılarla bir arada yaşadıkları hâlde,
kendi benliklerinden pek bir şey kaybetmemiş, bu milletlerin kültürlerinden bilim, felsefe,
edebiyat, sanat gibi faydalı öğeleri almış, onları işleyerek medeniyetlerine bir takım şeyler
kazandırmışlardır.
Aynı zamanda, Türklerin, dolayısıyla Osmanlıların, geleneksel kültürü, İslami
Cihad’ ın hizmetinde olan, askeri kahramanlık ruhunun bir ürünüdür. Önceki göçebelik
döneminden kaynaklanmış gibi görünen bu ruh, aslında İslam’ ın pratik felsefesine olduğu
kadar, bu otoriter-totaliter dinin yalnızca bir inanç sistemi değil, hayatın bütün aşamalarını
yönlendiren yasalardan oluşan kapalı bir yapı olduğunu ilan eden dünya görüşüne de
uygun düşmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi, hukuk düzeni kadar klasik Osmanlı
zihniyeti de, Kuran’ ın değişmez metni ve onun tamamlayıcı hadisleri, Tasavvuf, Fıkıh ve
Şeriat’ a dayalı, somut bir tür idealizm meydana getiren mistik bir gelenek ürünü direkler
üstüne kurulmuştur (Arsal, 2000).
17. yüzyılın sonuna kadar Türklerin kendilerini her milletten üstün görmeleri ve
gerçekten de o tarihlere kadar üstünlüklerini hep devam ettirmiş olmaları kabul edilen bir
gerçekliktir. 18. yüzyıla kadar başka milletlerden sadece kendilerine çok gerekli
gördükleri şeyleri alan Türklerin, bu dönemden sonra devletin zayıf düşmesiyle, daha çok
askeri alanlarda Avrupa ülkelerini örnek almaya başladığı görülmektedir. 19. yüzyıla
gelindiğinde ise hemen hemen her alanda Avrupa kültürünün ülkenin içine girdiği
bilinmektedir. Bu zorunlu kültür etkileşimi döneminin kilometre taşlarını; II. Mahmut
Dönemi, Tanzimat Dönemi, II. Abdülhamit Dönemi, Meşrutiyet Dönemi ve daha sonra
köyde ve büyük şehirlerde meydana gelen kültür değişmeleri olarak belirlemek
mümkündür (W.1- www.yayim.meb.gov.tr).
Nüfus bakımından ise Osmanlı Devleti, 19. yüzyıla kadar Anadolu, Balkanlar,
Kuzey Afrika ve Orta Doğu’ yu içine alan; Rum, Ermeni, Yahudi, Arnavut, Bulgar,
Macar, Hırvat, Arap vs. gibi değişik ırk, din ve dillere mensup milletlerin bir arada
yaşadığı bir ülke olmuştur. 19. yüzyıldan itibaren, dağılma sürecinin başlaması ile bu
milletler teker teker İmparatorluktan ayrılmıştır. 1830 yılında bağımsız Yunanistan’ ın
kurulmasıyla başlayan bu süreç, önce Balkan milletlerinin, daha sonra da, Kuzey Afrika
ve Orta Doğu’ daki Müslüman milletlerin kopmasıyla sonuçlanmıştır. I. Dünya Savaşı
sonunda, İmparatorluğun toprakları üzerinde, Türkiye Cumhuriyeti dâhil, 16 bağımsız
devlet kurulmuştur. Bahsedilen bu dağılma sürecinde, İmparatorluk topraklarını kurtarma
mücadelesi vermiştir: Trablusgarb (1911-1912) ve Balkan Savaşları (1912-1913), I.
Dünya Savaşı, ve nihayet Kurtuluş Savaşı (1919-1923) bu mücadelenin aşamalarıdır ve,
bilindiği üzere, yalnızca sonuncusu başarılı olmuştur. Bunun nedeni ise, yeni bir devlet
kurmak için gerekli olan "nüfus desteği" nin yalnızca Anadolu' da mevcut olmasıdır. Diğer
bölgelerde böyle bir destek olmadığı ve yerli halkların desteği kaybedildiği için başarılı
olunamamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’ ndan geri kalan topraklar, Anadolu ve Trakya’ da
yer alan arazidedir ve bu topraklar, Ortaçağ’ dan beri, Batılılar tarafından, Türklerin
yaşadığı yer anlamında, Türkiye adıyla anılagelmiştir. Yine, Osmanlı İmparatorluğu
Batı’ da, Türk İmparatorluğu olarak bilinmektedir. Türkiye ve Türk adlarının günümüzde
de devam etmesi, en önemli toplum bileşiği olan sürekliliğin ifadesidir. Toplumun ister bir
kavrayış olarak isterse bir olgu olarak olmadığı bir yerde kültürden de söz edilemeyeceği
gerçeği düşünülürse, Türk toplumunun sürekliliği, Türk kültür kavramının varlığı için ne
kadar önem arz ettiği görülecektir (Acun, 1999).
Osmanlı toplumu bütün sınıf ve zümreleri ile birlikte bir sosyal piramit manzarası
gösterir. Bu piramidin zirvesinde padişah ve saray, onun altında savaşçılar sınıfı, onun
yanında ilim ve din adamları, daha aşağıda zanaat korporasyonları ve gedikler, piramidin
tabanında ise çoban ve çiftçiden ibaret halk tabakası bulunur. Bunlar toplumun en üretken
ve en kalabalık kesimini, en alt tabakayı oluşturmalarına karşın hiçbir siyasi güce sahip
olamamışlardır (Ülken, 1998).
Gayrimüslimler de söz konusu piramide benzer bir toplumsal sınıflandırmaya
tabidir; tek farkları, 1839’ da açıklanan Tanzimat ilkelerine kadar resmen dinlerini
değiştirmedikçe askeri veya idari makamlara kabul edilmemeleridir. Buna bağlı olarak,
mesleki seçeneklerinin sınırlı olması ve Batı toplumuyla aralarındaki kültürel yakınlık
bulunması dolayısıyla çoğunlukla banker, büyük tüccar ve zanaatkâr olmuşlardır. 19.
yüzyıla gelindiğinde, gayrimüslimlerin çoğunluğunun ticari merkezleri oluşturan
şehirlerde yaşamakta oldukları görülür. Ülke nüfusunun yüzde 20’ sini oluşturmalarına
rağmen, yüzde 33’ ü metropollerde yaşamıştır. 1914’ de Osmanlı İmparatorluğu’ ndaki
sermayenin yüzde 50’ si Rumlara, yüzde 20’ si Ermenilere, yüzde 5’ i Yahudilere, yüzde
10’ u diğer yabancılara ve sadece yüzde 15’ i Türklere aittir (Arsal, 2000).
Kültürel alanda, Osmanlı zihniyetinin değişmeye dirençli olduğu görülmektedir,
hatta asırlar alan değişim sürecine bakıldığında bu çok açıktır. Müzik, mutfak, halkın
kullandığı eşyalar, eğlence, kahvehane v.s. gibi gündelik hayatla ilgili konularda ve söz
konusu etnik gruplarla birlikte yaşama, farklı kültürlere gösterilen tolerans ve din gibi,
alışkanlık ve zihniyetle ilgili alanlarda, sürekliliğin izlerini tespit etmek de mümkündür.
Yine de, halkın günlük hayatı, ileride devletin müdahale edebileceği sahalar arasına dâhil
olacaktır. Burada yapılacak değişmelerin, uzun vadede, halkın zihniyetinde değişme
meydana getireceğine inanılmış, kıyafetten takvim ve saate, alfabeden eğitime kadar,
günlük hayatın çeşitli sahalarında düzenlemeler yapılmıştır. Böylece, Batı tarzı bir hayat
sürme yoluyla, Batı zihniyetine erişmenin mümkün olacağı düşünülmüştür.
Osmanlı Devleti, kuruluşundan yıkılışına kadar Osmanlı Hanedanı tarafından idare
edilmiştir. Hanedanın, kuruluş yıllarından son dönemlere kadar devam eden “mutlakimonarşi” tarzı idaresi, bu döneme gelindiğinde “meşruti-monarşi” tarzı idareye
dönüşmüştür. Merkezi mutlak otoriteyi tekellerinde bulunduran Osmanlı sultanları,
dünyevi yetkilerinin yanı sıra, dini yetkilere de sahip olmuş, 1517’ den itibaren Halife
sıfatını taşıyan sultanlar, kendilerini Allah’ ın dünyadaki gölgesi (Zıllullah-ı fi’ l arz)
olarak telakki etmişlerdir. Osmanlı Hanedanı’ nın hakim olduğu “mutlak-monarşi” tarzı
idare şekli, ilk kez II. Mahmut döneminde (1808-1839), merkezi idare teşkilatında, Batı
tarzında yeni bir bürokratik ve idari düzen kurulması için girişilen düzenlemelerle
değişime uğramıştır. Eski makamların çoğu kaldırılmış, yerine yenileri ihdas edilmiş, bir
kısmının da ismi değiştirilip yeniden düzenlenmiştir. Devletin merkezi idare teşkilatının
yeniden organizasyonu anlamına gelen bu düzenlemeler, klasik Osmanlı devlet ve idare
anlayışından uzaklaşılırken, Batı tarzı devlet ve idare anlayışına yaklaşmanın ilk örneğini
ve tecrübesini teşkil etmiştir. Bu bağlamda, devlet yalnızca vergi toplayan, asker besleyen
ve adalet dağıtan idare mekanizması olmaktan çıkmış, eskiden faaliyet sahası dışında olan,
eğitim, sağlık, ekonomik gelişme ve bayındırlık işleri ile de ilgilenmeye başlamıştır.
Bütün bu düzenlemeler, o döneme kadar askeri alana sınırlı tutulan Batılılaşma
çabalarının, merkezi idareyi içine alacak şekilde genişletilmesinin bir göstergesi
niteliğindedir (Acun, 1999).
Osmanlı İmparatorluğu’ nun daha 1600’ lü yıllarda geçirdiği sarsıntılardan sonra
yaşadığı değişim, 18. yüzyıla varıldığında farklı bir boyut kazanmıştır. Artık ülke içinde
padişahın mutlak gücünden söz etmek mümkün olmamıştır. Dışa dönük genişleme
siyaseti, 18. yüzyıldan sonra Osmanlı devletini farklı bir değişimin içine sürüklemiştir;
uzun zamandır baş edemediği Avrupa’ nın karşısında tutunabilmek için gittikçe
Avrupalılardan daha çok şey öğrenmeye, Avrupa kurumlarını kendine mal etmeye,
kısacası Avrupalılaşmaya, ‘”batılılaşmaya” başlamıştır. Burada vurgulanması gereken,
batılılaşma sürecindeki Osmanlı devletinin 16. yüzyıldaki devlet yapısından çok uzak
olduğu, hatta bir bakıma eski gücünün arayışı içinde batılılaşma yoluna girdiğidir (Kunt,
2005).
Osmanlı devletinin yüzyıllar boyunca koruyabildiği siyasal güç, imparatorlukta içe
kapanık ve kendi kendine yeterli bir toplum yapısı geliştirmiştir. Oysa 17. ve 18.
yüzyılların siyasal olayları, Osmanlı devletini dışa açılmaya, daha doğrusu, batıya
yönelmeye zorlamış, toplumun her alanında değişiklikler belirmiştir. 17. yüzyılın ikinci
yarısında Osmanlı İmparatorluğu’ ndaki kültürel ortam da dış etkilerin payını
kolaylaştıracak
nitelikte
olduğundan,
imparatorluğun
kültürel
ortamını,
yabancı
elçiliklerin daha çok sanat yoluyla etkilemiş oldukları görülür. Böylece toplumda yeni
beğenilerin yerleşmesi sağlanmıştır. Fakat bu dönemlerden beri izlenebilen batılılaşma
hareketiyle, Osmanlı toplumundaki sosyal ve kültürel ortamda beklenen değişikliğin
birden bire olmadığı, ancak belirli bir süre içinde, belirli siyasal ve ekonomik etkenlerle
oluşabildiği görülmüştür. Bu geçiş dönemi, sosyal ve kültürel koşullar altında, kültür ve
sanat adına yeni bir anlayışa geçmenin bir gerileme değil, kaçınılmaz bir değişim
olduğunu göstermekte ve yeni bileşimlerin bu bakış açısıyla değerlendirilmesi
gerekliliğini doğurmaktadır (Renda, 1977).
1838 anlaşmalarıyla Osmanlı İmparatorluğu, “Dünya Kapitalist Sistemi” ne
resmen girmiş, Osmanlı toplumu için yeni bir çağ açılmıştır. Geleneksel sosyo-iktisadi
yapı hızla çözülmüş, nakit para darlığı çeken köylü tabaka iyice yoksullaşmıştır. Yönetici
sınıfın başında olan sultanlar ise, iktidar konumundan yararlanarak, imparatorluğun
değerli topraklarının kayda değer bir kısmını şahsi mülkü yapmış, ülkenin en büyük
kapitalistleri olmuşlardır (Arsal, 2000).
İlerleyen süreçte, 1876’ da ilan edilen Kanun-i Esasi ile padişahın yetkilerinin
anayasa, meclis ve hükümet ile sınırlandığı, meşruti-monarşi tarzı bir idarenin yürürlükte
olduğu görülmektedir. Kanun-i Esasi padişahın hak ve yetkilerini kısıtlayan, bununla da
kalmayıp, idari mekanizmayı yeniden yapılandırmaya yönelik ilk anayasal hareket
olmuştur. Yalnızca iki yıl gibi kısa süre yürürlükte kalmasının ardından otuz yıl sonra
1908’ de, ikinci kez yürürlüğe konulmuştur. Üzerinde bazı iyileştirmeler yapılmasına
rağmen, ancak yurttaşlara çağdaş anlamdaki temel hak ve özgürlükleri sağlamaktan
yoksundur. Halkın değil, aydınların dayatmasıyla yürürlüğe konulan ve Cumhuriyet' e
geçildiğinde hükümsüz bir belge haline gelecek olan anayasada korunan, daha çok
azınlıkların hak ve hürriyetleri olmuştur.
Cumhuriyet döneminde ilk anayasa 1921 yılında hazırlanmıştır. Dönemin
olağanüstü şartlarında hazırlanan bu anayasa, yeni Türk devletinin ilk anayasası
niteliğindedir ve orijinal adıyla Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’ dur. Olağanüstü şartlar
dolayısıyla "kuvvetler birliği" nin benimsendiği bu anayasa 1924’ e kadar uygulamada
kalmış, bu tarihte yapılan düzenleme ile yeniden hazırlanmıştır. Kuvvetler birliğinin,
önceki kadar katı olmamakla birlikte korunduğu bu anayasaya, 1921 anayasasının
maddelerinin büyük bir kısmı dâhil edilmiş, bazı ek hükümler getirilmiştir. Cumhuriyetin
ilk döneminde anayasada sıklıkla yapılan değişiklikler (ki bunlar 1928, 1934, 1937
yıllarına rastlar) göz önüne alındığında, laikliğe aykırı olan maddelerin kaldırıldığı,
giderek sivil hale getirildiği gözlenmiştir. Hukuk sahasında Osmanlı’ nın son döneminde
yapılan düzenlemeler değerlendirildiğinde, bunların, Batı hukukunu tanıma ve uygulama
tecrübesi olarak Cumhuriyet’ e aktarıldığı görülmüştür. Cumhuriyet döneminde ise,
padişahlık kurumu, diğer adıyla Saltanat (1 Kasım 1922), bir süre sonra da, Halifenin
yalnızca dini lider olduğu ve yeni kurulan milli-devlette siyasi otorite sahibi olma
iddiasının sıkıntılara yol açacağı gerekçesiyle, Halifelik (3 Mart 1924) kaldırılmıştır.
Sonrasında, Cumhuriyetin öngördüğü, Cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar kurulu ve
meclisten oluşan bir idare tarzına geçilmiştir. Dini ve dünyevi yetkilerle donatılmış
hanedanın yerini, halkın egemenliğini temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisi' nin
hâkim olduğu, laik, demokratik hukuk devleti almıştır. Böylece din ve devlet işleri
birbirinden ayrılmış, yapılan düzenlemelerle, dini kurumların siyasi hayattaki önemi
azaltılırken, devletin bu kurumlar üzerindeki kontrolü artırılmıştır. Osmanlıdakinin aksine,
din, kişiye ek kimlik kazandıran hüviyete bürünürken "mili bilinç" ve "milliyet" temel
prensipler haline gelmiştir (Acun, 1999)
Cumhuriyet’ in ilanına kadar yapılan modernleşme hareketleri, kesin bir karar ile
uygulanamadıkları için başarısız olmuştur. Bu kararsız tutumlar, Tanzimat’ la beraber
toplum yapısına da yansımış, hukuk alanında modern hukuk kuralları ve kurumları ile
geleneksel İslâm hukuku ve kurumları, eğitimde modern mekteplerle geleneksel
medreseler bir arada yaşam bulmuştur. Cumhuriyetle birlikte Atatürk bu ikiliği ortadan
kaldırarak eski kurumların varlığına son vermiş, böylece toplum ikilikten kurtularak lâik
ve millî esaslar dâhilinde tek kimlikli bir ulus-devlet şekline dönüşmüştür. Atatürk’ ün
bu karara varmasının ardında kültür ve medeniyeti birbirinden ayırmayan ve bir
hayat tarzı olarak tanımlayan anlayışı yatmaktadır. Bu anlamda, Atatürk’ ün kültür
anlayışı kavranmadıkça Atatürk devrimlerinin anlaşılmasının mümkün olmadığı
söylenebilir. Atatürk’ ün temel siyasî yaklaşımı inkılâplar yoluyla millîleşme ve
batılılaşma yönünde köklü bir değişimi gerçekleştirmektir. Şöyle ki, Atatürk inkılâpları,
temelde kültürel yapının yeni baştan inşa edilmesi hareketidir. Bu bakımdan bütün
inkılâplar,
doğrudan veya
sonuçları itibarıyla,
kültür politikasının kapsamında
değerlendirilmelidir. Bütün inkılâplar millîleşme ve batılılaşma yönünde bir değişiklik
getirmiştir. Bu değişikliklerin toplamına sosyolojik olarak kültür değişmesi denilebilir.
Değişiklikler devlet gücü kullanılarak gerçekleştirildiği için bu tür kültür değişmelerine
"mecburî kültür değişmesi” denmesi doğru olacaktır (W.1- www.yayim.meb.gov. tr)
Cumhuriyetin kuruluşunu izleyen yıllarda içişlerinden ekonomiye, eğitim ve
kültüre kadar bütün alanlarda, Cumhuriyet’ in öngördüğü halkçı ilkeler çerçevesinde
ilerlenmiş, kurumsallaşmayı olanaklı kılacak bütün imkânlar seferber edilmiştir. Çok
uluslu bir yönetimden, “Milli Devlet” niteliğindeki Cumhuriyet’ e geçiş kendi içinde
birçok sorunun çözümünü zorunlu kılmış, devrim hareketlerinin arka arkaya gelişi ile bu
geçiş dönemi kendine özgü bir yapısal karakter yüklenmiştir.
Cumhuriyet’ e gelindiğinde, çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu’ nun hukukunun,
tek uluslu Cumhuriyet için geçerli olmadığı görülmüş ve değişen toplumun ihtiyaçlarına
yönelik, çağdaş hukuk sisteminin getirilmesi için düzenlemelere girişilmiştir. Yukarıda da
belirtildiği gibi, Tanzimat dönemi ve sonrasında Batı hukukundan alıntılar yapılmıştır. Bu
süreç, Cumhuriyet döneminde, 1926’ da İsviçre medeni kanununun kabulü, İtalyan
modelinden alınan ceza kanunu ve İtalyan ve Alman modellerinden alınan ticaret
kanununun benimsenmesi ile hız kazanmıştır. Ticaret ve ceza kanunları, Osmanlı
döneminde Batı örneğine göre düzenlenmiş olmasına rağmen, medeni kanun Şer’ i olma
özelliğini korumuştur. Cumhuriyet döneminde, hukuk alanında en önemli değişiklik,
medeni kanunun, dini zeminden uzaklaştırılması ile gerçekleştirilmiştir. Çok kadınla
evliliğin yasaklanması, evliliğin resmi makamlarca onaylanması (resmi nikâh), boşanma
konusunda kadın ve erkeğe, miras konusunda kız ve erkek çocuklara eşit haklar tanınması
gibi aile hayatına ilişkin düzenlemelerle, aslında hedeflenen, Türk ailesi, Batı modelinde
yeniden yapılandırılmıştır (Acun, 1999).
Değişimin düşünsel temelini yansıtan Kemalist bir doktrin olarak karşımıza
çıkan İnkılâpçılık, geleneksel Osmanlı toplumunu radikal ve zorla uygulanan
önlemlerle, bir kuşak içinde modern bir topluma dönüştürmek için hazır olmayı
gerektirmiştir. Bu yöntem milleti düşmanlarına karşı korumak ve Cumhuriyet’ i
kurmak için alınan radikal önlemleri haklı kılma gerekliliğinden doğmuştur.
İnkılâpçılık, 1919’ da başlayan ihtilâlin hedeflerine ulaşması için gereken her yolun
kullanılmasını amaçlıyordu. Bu yüzden CHP, 1935’ te kendisinin ve devlet
yönetiminin gelişme yolunda evrimci ve ağır adımlarla sınırlı olamayacağını ilan
etmiş, kendini inkılâpçılığın bir bölümü olarak geliştirilen ilkeleri savunmaya
adamıştır. Milliyetçilik hedeflerine varmak için, inkılâpçı teknikler yoluyla
uygulanan Cumhuriyetçilik ve Halkçılıktan geliştirilecek olan kurumlar aracılığıyla
elde edilecek modernleşme hareketine Laiklik ve Devletçilik de eklenerek Cumhuriyet
yurttaşlarının tümünün beyinlerine ve yüreklerine bir moderncilik ruhu yerleştirilmeye
çalışılmıştır (J. Shaw; K. Shaw, 1983).
Atatürk inkılâpları, iki dünya savaşı arasındaki karanlıklar çağı olarak adlandırılan
bir dönemde gerçekleştirilmiştir. İnkılâp, Batı tipinde demokratik rejime geçmeyi
amaçlayan değerleri savunurken bu yöndeki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest
Cumhuriyet Fırkası tecrübelerine rağmen başarısız olmuştur. Cumhuriyet rejimi bir
inkılâp rejimi olarak otoriter olmakla beraber totaliter bir nitelik kazanmamış ve
demokrasiye geçmek yönündeki niyetini daima muhafaza etmiştir. Hukuk ve kültür
alanında yaşanan inkılâplara rağmen her alanda modernleşme yaşanamadığından,
bürokrasinin karar verme mekanizmalarındaki ağırlığını koruması bürokratik bir
muhafazakârlığa yol açmıştır (W.2- www.kygm.kultur.gov.tr).
Cumhuriyet Türkiyesi’ nde kökleşen birçok kurum bu dönemde meydana çıkmaya
başlamış, birçoklarının da düşünsel temelleri atılmıştır. Özetle ve kavramsal bir
yaklaşımla, anayasalı, parlamentolu, meşrutiyetli, siyasal partili, basınlı, bakanlıklar ve
yeni devlet daireleriyle modern idari yapılı, mühendishaneli, darülfünunlu, idadili,
rüştiyeli, Galatasaray’ lı, Sanay-i Nefiseli, romanlı, mobilyalı, pantolonlu ve ceketli bir
hayat tarzı ya da modernleşme programı 20. yüzyılda tomurcuklanmış ve Cumhuriyet
dönemine yerleştirilmiştir. Genç Türkiye’ nin kurucuları eğitim, kültür, sanat ve bu
alandaki kurumların bir bölümünü imparatorluktan devralmışlardır. Atatürk devrimlerinin
ürünü olarak benimsemiş, kurumlaştırmış, geliştirip yeni ilaveler yapmış, modernleşmeye
boyut ve çeşitlendirme kazandırmışlardır (Katoğlu, 2005).
Bu anlayış doğrultusunda belki de en önemli kültürel atılım projesi, bugünkü üst
kültür oluşumunun ve eğitim esaslarının temelini oluşturan, laik uygulamalarla modern
eğitim düzeninin geliştirilmesi olmuştur. Bu konuda yönetim, Maarif Şurası yardımıyla
Milli Eğitim Bakanlığı’na bırakılmıştır. Cumhuriyet’ in ilanından sonra devrimlerin
uygulanabilmesi için, saltanat ve hilafetin etkilerinin de silinmesi gerekmiştir. Bunun
yanı sıra, Türkiye Cumhuriyeti’ nin temel ilkelerinden biri olan Halkçılık ve Halkçılığın
doğal sonucu olan ulusal egemenlik, kültür ve sanat politikasının karakterini oluşturduğu
gibi bu politikanın ülkenin her yerinde herkese uygulanan bir program olması
hedeflenmiştir. Kültürel değişimin yaşanmasında en önemli unsur eğitimdir. Bu amaçla,
Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretimin Birleştirilmesi Kanunu) çıkarılmıştır. 3 Mart 1924
tarihli
Tevhid-i
Tedrisat
Kanunu,
öğretim
ve
eğitimin
birliğini
sağlamış,
medreselerin kaldırılması esasını gerektirmiştir. Bunun bir yansıması olarak görülen ve
kültürel değişime hız kazandıran Arap harflerinin kaldırılıp yeni Türk harflerinin
kabulüyle, dinsel kitaplar için bile olsa Arap ve Fars alfabesi yasaklanmıştır
(W.3-www.sanatvebilgi.com). Nitekim Tevhid-i Tedrisat Kanunu’ na kadar, dil ve alfabe
konusu Tanzimat Dönemi’ nden Cumhuriyet’e, ciddi tartışmalara zemin olmuştur. Batı
tarzında eğitim veren okulların açılmasıyla, Türkçe’ nin ilim dili olarak kullanılması,
Arapça ve Farsça kelimelerden arındırılması konusu sık sık masaya yatırılmış, 1876’ da
Kanun-i Esasi’ ye, "Osmanlı Devleti’ nin resmi dilinin Türkçe olduğu ve devlet
hizmetine girecekler için bu dilin bilinmesi gerektiği"ne dair ilk hüküm konulmuştur.
Fakat bu, dil ve alfabe konusundaki tartışmaların sonunu getirememiş, sadece resmi
düzeyde başlangıcı olmuştur. Dil konusundaki asıl sorunun, Türkçe’ ye uygun olmayan
Arap Alfabesi’ ni kullanmaktan kaynaklandığı, dolayısıyla, alfabenin değiştirilmesi
gerekliliği ve Latin Alfabesi’ nin alınması konusu gündeme gelmiştir. Fakat Türkçe’ nin
ilim dili olması yolunda harcanan çabalar kısmen başarılı olmasına rağmen, aynı başarı
alfabe konusunda sağlanamamıştır.
Cumhuriyet’ le birlikte tartışılmaya devam eden dil sorunu, aynı zamanda bir
uygarlık değiştirme simgesi ve sorunu olarak da değerlendirilmiştir. Dil sorunu
kapsamında, 1923–1928 yılları arasında yapılan, yabancı kökenli kelimelerin Türkçe’ den
atılarak yerlerine yeni Türkçe karşılıklar koymak, dilde sadeleşmeye gitmek amacıyla
“Harf Devrimi”, Türkçe’ yi yabancı dillerin egemenliğinden kurtarmak, yeni kavramları
karşılayacak bir kültür dili yaratmak amacıyla da “Dil Devrimi”, iki ana nokta olarak
belirlenebilir.
Daha sonra, 1 Kasım 1928’ de kabul edilen bir kanunla, Latin Alfabesi kabul
edilmiş ardından Türkçe' nin sadeleştirilmesi için faaliyetlere girişilmiştir: Atatürk’ ün
geliştirdiği Güneş-Dil Teorisi ve 1932’ de Türk Dil Kurumu'nun kurulması bu faaliyetler
arasındadır. Sonrasında, dil konusunda bir cemiyet kurulması gündemde yer almıştır.
Atatürk’ ün emri ile Birinci Türk Tarih Kongresi’ ni takiben 11 Temmuz 1932’ de Türk
Dili Tetkik Cemiyeti kurulmuş ve aynı yıl bir Türk Dil Kurultayı toplanmıştır.
Atatürk’ ün tarih ve dil kurumlarına ilgisinin vasiyetine kadar girmesi bu konulara verdiği
önemin ciddi bir göstergesidir. Atatürk Türk Tarih ve Dil Kurumlarına vasiyetinde
devamlılık arz eden gelirler bırakarak kurduğu bu müesseselerin yaşamasını ve
faaliyetlerine devam etmesini istemiştir. Bütün bunlar birlikte değerlendirildiğinde,
Cumhuriyet döneminde, milli bir dil yaratma endişesinin hâkim olduğu görülmektedir.
Lakin Cumhuriyet’ in, Osmanlı geçmişi ile olan organik bağlarından birini, belki de en
önemlisini, kopartması anlamına gelen bu girişim, ele alınan konu açısından radikal bir
değişme olarak değerlendirilebilir (Acun,1999).
Laik Cumhuriyet idaresinin kurulmasıyla, mevzuat ve hukukun da bu çizgide
düzenlenmesi ile toplumdaki çeşitli kurumların üzerinde yapılanacağı esaslar, eski usuller
ve alışkanlıklara karşı alınacak tavır da böylece belirlenmiştir. 1925’ de kılık-kıyafet
konusunda yapılan düzenlemeler, tekke ve zaviyelerin kaldırılması, 1925’ de uluslararası
saat ve takvimin, 1931’ de ölçü ve ağırlık sisteminin ve 1934’ de soyadı kanununun
kabulü ve 1935’ de hafta tatilinin Cuma'dan, Cumartesi-Pazar gününe alınması, hep bu
esaslar dâhilinde yapılan düzenlemelerdir. Bu düzenlemelerin en önemli özelliği,
Osmanlı döneminde uygulanmakta olanların tamamen terk edilmesi, yerine çağdaş olanın
konulmasıdır.
Kültürün değişik sahalarında uygulamaya konulan reform ve inkılâpların arasında
toplum açısından şüphesiz en önemli olanı eğitim alanı olduğu belirtilmişti. Eğitim bütün
çabaların ardından, din ile tümüyle ayrılmıştır. İlköğrenim, tüm çocuklar için zorunlu ve
parasız hale getirilmiştir. Herkesin ortak eğitimden geçmesi için, din ayrımı gözetilmemiştir. 19. yüzyıldan kalma ilk, orta ve lise eğitim temeli korunmuş, bir süre sonra
aralarında John Dewey de olmak üzere yabancı eğitim uzmanları Türkiye’ ye getirtilerek
değişiklik önerileri alınmıştır. Yeni öğretmen yetiştirmek ve yeni okul yapmak için
hazırlanan geniş kapsamlı programlar kısa sürede zorunlu ilköğretim idealini tüm ulus için
erişilebilir bir gerçek haline getirmiştir. Ancak eskiden olduğu gibi uzak kırsal
bölgelere yeterli sayıda öğretmen sağlama sorunu yine sürmüş ve bu sorun yüksek
düzey eğitiminin yaygınlaşmasını kısıtlamıştır. Hükümetin çabalarıyla 1923 ile 1940
arasında okul sayısı 5.062’ den 11.041’ e, öğretmen sayısı yüzde 133 bir artışla 12.458’
den 28.298’ e, öğrenci sayısı yaklaşık yüzde 300 artışla 352.668’ den 1.050.159’a çıkmıştır.
Okuryazarlık ağır da olsa yaygınlaşmıştır. 1927’ de nüfusun yalnızca yüzde 10,6’ sı
(kadınların yüzde 4,7’ si, erkeklerin yüzde 17,4’ ü) okuryazar iken, 1940' da bu oran
yalnızca yüzde 22,4’ e yükselmiştir (erkeklerin yüzde 33,9’ u, kadınların yüzde 11,2’ si).
İstanbul milli ortalamanın çok üstünde olup kent halkının yarısı okuryazardır. Kentlilerle
köylüler, kadınlarla erkekler arasındaki bu okuma yazma eşitsizliği sürmeye devam
etmiş, pek az köy çocuğu gerek ailelerinin karşı koymasından gerekse de ekonomik
durumlarından dolayı ilkokul düzeyinden yukarı çıkabilmiştir
(J. Shaw; K.
Shaw, 1983).
Eğitime verilen önem, 1921’ de Ankara’ da toplanan Maarif Kongresi
kapsamındaki, Millî Eğitim Şuraları’ nın ilkleri olan 1923’ deki Birinci Heyeti İlmiye,
1924’ deki İkinci Heyeti İlmiye, 1925’ deki Üçüncü Heyeti İlmiye toplantılarının
yapılması ile de ortaya çıkmaktadır. Müzeler, sanatsal ve kültürel zenginliklerin
korunması, gelecek kuşaklara aktarılması, sanat ve kültür eğitiminde yararlanılması
yönlerinden etkili kurumlar olmuş ve Cumhuriyet’ le birlikte önemsenir konuma gelmiştir.
1921’ de Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi, 1927’ de Ankara Etnografya Müzesi,
1937’ de İstanbul Resim Heykel Müzesi kurulmuş, 1935’ de Ayasofya Müzesi halka
açılmıştır. Ayrıca, eğitim araçları, öğretmen kitaplığı, okullarda yaptırılan öğrenci
çalışmaları, eğitsel etkinlikleri gösteren fotoğrafları kapsayan Mektep Müzesi, 1926’ da
Ankara’ da açılmıştır. Bu müze ile öğretmen ve öğrencilerin eğitim-öğretim konusunda
bilgilendirilmeleri hedeflenmiştir. Bu amaçla, Cumhuriyet’ in 10. yılında “Seyyar Terbiye
Sergisi” adıyla oluşturulan “Eğitim Sergis” bir tren katarı ile yurdu dolaştırılmıştır.
Eğitimin yaygınlaştırılması ve niteliğinin artırılması sürecinde Köy Enstitüleri’ nin
de önemi büyüktür. Kırsal kesime yönelik eğitim uygulamasında uygun koşulların
oluşmasını sağlamak amacıyla, 1936 yılında “Köy Eğitmeni Projesi” başlatılmıştır. Bu
proje kapsamında, askerliğini onbaşı veya çavuş olarak yapan gençler, Ziraat
Bakanlığı’nın işbirliğiyle, modern tarım tekniklerini uygulayan Mahmudiye Devlet
Üretme Çiftliği’ nde yetiştirilerek halk ile kentliler arasındaki bozuk dengeyi eşitlemek ve
köy halkına pratik bilgi vermek amacıyla köylere gönderilmiştir. Bu uygulama daha sonra
kurulan Köy Enstitüleri ne geçişi kolaylaştırmıştır. 1937 ve 1939 yıllarında çıkarılan
yasalarla köy eğitmeni yetiştirme deneyimi yaygınlaştırılmıştır. Sonrasında, 17 Nisan
1940’ ta “Köy Enstitüleri Yasası” çıkarılarak köy okullarında görev alacak olan
öğretmenleri yetiştirmek üzere kent ve kasabalardan uzak, geniş arazisi bulunan uygun
yerlerde Köy Enstitüleri kurulmaya başlanmış ve enstitülerin ilk resmî öğretim programı
1943 yılında yayımlanmıştır. Köy Enstitüleri sisteminin eğitimimize en büyük katkısı, o
güne kadar yalnızca eğitim kitaplarında görülen, fakat geleneksel eğitimin etkisiyle, okula
ve sınıflara giremeyen eğitim ilke ve yöntemlerini, doğanın içinde hayata geçirmek
olmuştur. Bunların somut birer örneğini vermiştir. Buralarda binlerce öğretmen adayı,
bunları bizzat yaşayarak öğrenmişler ve gittikleri okullara da bunları taşımışlardır. Köy
Enstitülerinde kabul edilip uygulanan eğitim programlarının temelinde; üretim içinde
eğitim-öğretim, beceriye ve işe dayalı eğitim ile gözlem, deney, araştırma, inceleme ve
tartışmanın yer aldığı bir eğitim felsefesinin olduğu bilinmektedir. Bu felsefeden
hareketle, Köy Enstitülerinin o günün Türkiye şartlarından doğduğu düşünülürse, dönemin
özellikle kırsal kesimlerinde yapı, tarım, hayvancılık, ziraat vb. bilgisi yetersiz olduğu
için, bu alanlarda kırsal kesim insanının daha iyi şartlarda yaşayabilecekleri, her alanda
bilimsel bilgi birikiminin toplum hayatıyla birleştirilmesinde bu okul mezunlarının liderlik
yapmaları beklenmiştir (W.4- www.meb.gov.tr).
Enstitülerin çevrelerine ve topluma birçok katkısı olmuştur. Öncelikle, eğitim
hayatına bir dinamizm getirmişlerdir. Birçok yetenekli gencin ortaya çıkmasını
sağlamışlardır. Çok sayıda ünlü sanatçı, yazar, eğitimci, politikacı, Köy Enstitüleri’ nin
ürünü olarak toplum hayatında sivrilmiş, Enstitüler kapandıktan sonra da uzun süre
geldikleri kurumun meşalesini taşımış, sosyal hareketlerde yerlerini almışlardır. Fakat Köy
Enstitüleri, yakın tarihin en hararetli tartışılan kültür projelerinden biridir. Olumlu ve
olumsuz yargılar, önyargılar adeta kemikleşmiş, nesnellikten belli ölçüde uzaklaşmıştır.
Karşı olanlar ne kadar suçlayıcı ise enstitü yandaşları da konuyu aynı ölçüde idealize
etmişlerdir. Özetle, aşağı yukarı on yıl süren yaşam serüveninde olduğu kadar, varlıkları
ortadan silindikten sonra da canlı, hatta sert tartışmaların odak noktası olmuşlardır.
Üzerinde Köy Enstitüleri kadar çok yayın yapılan, toplantı düzenlenen bir başka eğitimkültür sorunu görülmediği gibi, belki herhangi bir iktisadi projenin de bu kadar yankı
uyandırmadığına rastlanmadığını söylemek yanlış değildir. Enstitülerin, sadece nüfusun
büyük kısmını oluşturan köylü kitlesini modernleşme sürecine kazandırma hedefini
taşımayıp aynı zamanda bir misyon kurumu olması, tartışmaların büyük boyutlarda
olmasının nedenini göstermektedir (Katoğlu, 2005).
1929’da inkılâpların halka mal edilmesi, derinleştirilmesi ve halkın eğitilmesi için
herkesin rahatlıkla çalışmalara katılabileceği yaygın bir teşkilat olan, halka yeni harflerle
okuma-yazma öğretecek yaygın eğitim kurumu olarak Millet Mektepleri açılmıştır. Fakat
bu kurumlardan pedagojik anlamda istenilen verim alınamamış, 1930-1932 yılları arasında
Türk Ocakları’ nda gerçekleştirilen çalışmalar Halkevlerinin açılma düşüncesinin zeminini
hazırlamıştır. 1930’ lu yılların sonunda ortaya çıkmaya ve şekillenmeye başlayan
Halkevlerinin resmî açılışı 19 Şubat 1932’ de yapılmıştır. Genç Türkiye’ nin kültür
atılımları, laikleşme ve Batılılaşma politikaları içinde Halkevleri özgün yapılarıyla başlı
başına bir yer tutmuştur.
Cumhuriyetin ilânından sonra kültürel alanda yapılan inkılâpların halk tarafından
tam olarak benimsenmediğini gösteren olayların yaşanması, Halkevleri’ nin açılmasını
tetikleyen etkenlerden biri olmuştur. Bu yolla toplum, sanat ve eğitim kurumlarının daha
tam olarak örgütlenemediği yıllarda, etkinlikler yardımıyla yönünü bulmuş, değişme
olanaklarına kavuşmuştur. Köyle şehir arasındaki kültürel ve ekonomik farklılıkları
gidermek, halkı modern bir zihniyetle yetiştirmek, yeni rejim için tehdit unsuru olabilecek
bazı düşüncelerin gelişme olanağı bulduğu çeşitli sivil toplum örgütlerini kontrol altında
tutmak gibi hususları da halkevlerinin kuruluş sebepleri arasında saymak mümkündür.
Türkiye genelinde faydalı çalışmalar yapmasına rağmen, tipik bir tek parti dönemi
kuruluşu olan Halkevlerinin durumu II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte
sarsılmaya başlamıştır. 7 Ocak 1946’ da Demokrat Partinin faaliyete başlaması, halkevi
çalışmalarında önemli bir gerilemeye yol açmış, CHP yetkililerinin de bu kurumları
partinin bir yan kuruluşu gibi görerek elden çıkarmak istememeleri veya bağımsız bir
kuruluş haline getirmede isteksiz davranmaları ise aydınlanma ocakları olarak tabir edilen
Halkevlerinin kapanmasına yol açmıştır. Daha sonra, 1960, 27 Mayıs devrimine kadar
kapalı olan Halkevleri, 1961 yılında “Türk Kültür Ocakları” adı altında 1980’ e kadar
yeniden faaliyete başlayacak, 12 Eylül darbesi bu kuruluşlara ikinci darbeyi vuracaktır.
Yükseköğretim düzeyinde de Tanzimat’ ın başlattığı hareket korunmuş, bu kurumlar
yabancı uzman ve öğretmenlerin yardımlarıyla modernleştirilmiştir. Dar-ül Fünun, 1933
yılında Üniversite Reformu ile İstanbul Üniversitesi’ ne dönüştürülmüştür. Ancak bu süreç
içinde Milli Eğitim Bakanlığı denetimi ele geçirmiş, eski öğretim üyeleri yerine mülteci
Alman profesörleri getirilmiştir. Eğitim düzeyi yükseltilmişse de ileriki yıllarda daha
fazla hükümet müdahalesinin temeli atılmıştır. 1936’ da yeni Ankara Üniversitesi’ nin
çekirdeği olarak Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi açılmıştır. İstanbul’ un eski Mekteb-i
Mülkiye’si, Siyasal Bilgiler Okulu olarak yeniden düzenlenip Ankara’ ya taşınırken,
Mesleki, teknik ve öğretmen okullarının sayısı çoğaltılıp, teknik akademiler açılmış, Harp
Akademisi Ankara’ ya taşınmıştır. 1923 İle 1940 arasında fakülte ve teknik okulların sayısı
9’ dan 20’ ye, öğretim elemanları 328’ den 1.113’ e, öğrencileri de 2.914’ ten 12.147’
ye çıkmıştır. Bütün bu oluşumlar yeterliymiş gibi görünmese de toplum düzeyinde
hızlı bir gelişim ve değişime sebep olmuştur (J. Shaw; K. Shaw, 1983).
Türkiye’ de üniversitelerin gelişiminde ikinci büyük aşama ve düzenleme
1946 yılında çıkartılan Üniversiteler Kanunu’ dur. Bu kanun yalnız İstanbul
Üniversitesi için değil, genel bir kanundur. Kanunun 1. maddesinde; “üniversiteler,
fakültelerden, enstitü, okul ve bilimsel kurumlardan oluşmuş, özerkliği ve tüzel
kişiliği olan yüksek bilim, araştırma ve öğretim birlikleridir” ifadesi yer alır. Kısaca,
özerklik, bu defa kanunla ve ağırlıkla üniversite kavramının bir parçası kılınmıştır
(Katoğlu, 2005).
1940-1950 arası dönem, İkinci Dünya Savaşı’ nın ki bu savaşa doğrudan
katılınmamakla beraber, olumsuz etkilerinin büyük ölçüde yaşandığı bir dönem olarak
dikkati çekmektedir. Dolayısıyla, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik sorunlara çözüm
bulunması zorunluluğu da yönetimin gündemini meşgul etmiştir. Bu amaçla, 1940 yılında,
hükümete ekonomiyi yeniden düzenlemesi için o zamana dek görülmemiş ölçüde geniş
yetkiler ve olanaklar sağlayan Milli Koruma Kanunu kabul edilmiştir. Dönem
hükümetince uygulanan önlemler fiyatların nispeten daha az yükselmesine katkıda
bulunmuşsa
da,
ekonomik
sorunların
toplumun
günlük
yaşamını
etkilemesini
önleyememiştir. Bir sonraki hükümet döneminde, önceki önlemlerden vazgeçilip devlet
müdahalesi ve denetimi bir ölçüde kaldırılınca, amaçlanan mal yokluğunda karaborsanın
önüne geçilme fikri, fiyatların beklenmedik ölçüde yükselmesi ve karaborsanın devam
etmesiyle gerçekleşmekten uzak kalmıştır. Savaş yıllarının ağır koşuları toplumu ezerken,
bu durumdan büyük kazançlar sağlayanlar da olmuştur. Gelir dağılımının yeniden
düzenlenmesi, sosyal adaletin sağlanması ve yüksek kazanç sahibi olanlardan vergi
alınabilmesi için yeni önlemler düşünülmüştür. Buna göre, kentlerdeki çoğunu
gayrimüslim azınlıkların oluşturduğu “savaş zenginleri” nden Varlık Vergisi ile kırsal
kesimdeki
zenginlerden
ise
zirai
gelirlerinin
Toprak
Mahsulleri
Vergisi
ile
vergilendirilmesi kararı alınmıştır (Koçak, 2005).
Bu dönem ayrıca Türkiye’ de çok partili siyasal sisteme geçiş olgusunu içermesi
bakımından da yeni bir siyasal yapılanmanın koşullarını yaratmıştır. II. Dünya Savaşı’ nda
İtalya, Almanya ve Japonya’ nın yenilmesiyle totaliter rejimler sona ermiştir.
Demokratikleşme ve ekonomide liberalleşme tutulan bir olgu haline gelmiş, totaliter
rejimler Batı’ya güven vermemeye başlamıştır. Bununla birlikte Türkiye üzerinde
özellikle Boğazlar ve Doğu Anadolu ile ilgili talepleri nedeniyle Sovyet Rusya bir tehdit
halinde iken, Batı ile ilişkileri geliştirmek için çok partili hayata geçilmek zorunda
kalınmıştır. Bu bir anlamda, savaş sonrasından günümüze dek süren “demokrasi
patlaması” ydı. CHP’ nin istediği Serbest Cumhuriyet Fırkası’ nın kurulusunda olduğu
gibi güdümlü, iktidara alternatif olmayan göstermelik bir partinin kurulması olmuştur.
Adnan Menderes,
Celal Bayar, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan tarafından
demokratikleşme taleplerini içeren bir önergenin CHP meclis grubunca reddedilmesi
üzerine, 7 Ocak 1946 tarihinde önerge sahiplerince Demokrat Parti kurulmuştur. İdeolojik
olarak CHP’ den farklı olmayan yeni parti, daha az merkeziyetçi ve daha az bürokratik bir
devlet öngörüyordu. 1940 tarihli Milli Koruma Kanunu (iktidara fiyat ve arazi belirleme,
halkı zorunlu çalıştırma yetkisi veriyordu), 1942 tarihli Varlık Vergisi ve Milli Mücadele
için konulmuş ve 1925’ te kaldırılmış olan Ayniyat Vergisinin 1943’ te tarım ürünlerine
yeniden getirilmesi şeklinde alınan ekonomik tedbirler halkı zor durumda bırakmıştır.
CHP bürokrasisinin halkı baskı altına alan uygulamaları nedeniyle de halk DP’ ye
yönelmiştir. Ayrıca, tarihe “usulsüz seçim” olarak geçecek 1946 genel seçimlerinde DP,
CHP’ yi ve yönetimi seçimlere hile ve baskı karıştırdığı gerekçesiyle suçlamıştır. CHP
dört yıl daha iktidarda kalmayı başarmış ama DP’ nin ileriki yıllarda üye sayısını
yükseltmesine olanak vererek, seçimlerde kazançlı çıkmalarını sağlamıştır (Demir, 1999).
Çok partili dönemde, DP’ nin yönetime gelmesiyle anlam kazanan ve kesintilerle
sürdürülen çok partili dönem, büyük toprak ve ticaret çıkarlarının iktidar üzerindeki
nüfuzunu artırmış, genel oy ve parti rekabeti, işçi-köylü kitlesine karşı iktidarların
tutumunu değiştirmiştir. Politikacıların taviz veren bir duruma geldiği ve Türk
burjuvazisinin gelişmesine sebep olan bu dönem, güçsüz kalmış bir burjuvaziye dayanarak
kalkınma zorunluluğunu da beraberinde getirmiştir.
II. Dünya Savaşı, müttefiklerin galibiyetiyle sonuçlanmış olsa da galipler da dâhil
olmak üzere bütün Avrupa devletleri büyük yıkıma uğramıştır. Kuvvetler dengesi
bozulmuş savaş sonunda, Amerika ve SSCB iki büyük güç olarak ortaya çıkmıştır. Bu iki
güç dünyanın yeniden düzenlenmesi konusunda anlaşmazlığa düşmüşlerdir. San Francisko
Konferansı’ ndan itibaren başlayan ve Potsdam Konferansı’ nda su yüzüne çıkan
anlaşmazlıklar, 1946 yılında iyice artmıştır. Bu gelişmeler, dünyada “Soğuk Savaş”
denilen ve 1990’ lara kadar sürecek olan yeni bir dönemin başlamasına neden olmuştur.
Bu dönem Türk dış politikasının en belirgin özelliği ABD ile kurulan yakın ilişki
olmuştur. Bunun en önemli nedenleri, 1945’ ten itibaren Türkiye’ ye yönelen Sovyet
bloğu tehdidine karşı duyulan endişe ve savaş sonrası yaşanan ekonomik sıkıntılardır.
Tabiî ki yüzünü batıya dönmüş Türkiye için, Batı’ nın yanında yer almanın önemi de
belirtmelidir. Fakat sayılan nedenlerin, Atatürk’ ün Batılılaşma anlayışıyla örtüşmediği
açıktır. Çünkü Batılılaşma esas itibariyle çağdaşlaşma amacına yöneliktir. Batı ile siyasi,
ekonomik ve askeri bütünleşme değil, Batıya rağmen Batılılaşma hareketi olmalıdır
(Torun, 2002).
Osmanlı’ dan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişteki değişim ve çabalarını izlemek için
başta kültür, hukuk, siyasi rejim olmak üzere, toplumu oluşturan nüfus ve toplumu var
eden toprak alanlarında yapılan reform ve inkılâplar incelenmiştir. 1950’ lere kadar
Osmanlı'dan devir alınan toprak ve nüfus üzerinde yeni ve modern bir devlet inşaa etmek
gayesiyle siyasi rejim, hukuk ve kültürün çeşitli sahalarında geniş çaplı ve köklü
uygulamalarla Türkiye Cumhuriyeti adı altında çağdaşlaşma ve batılılaşma yolunda
önemli değişimler gerçekleştirilmiştir. Kısa dönemde bakıldığında “radikal” olarak
nitelendirilen değişimlerin, uzun dönemde bakıldığında, Osmanlı’nın son dönemlerinde
başlayan yenileşme ve modernleşme çabalarının Cumhuriyet döneminde güçlenerek
devam eden uzantıları olduğu görülmektedir. Bu dönem, bütün özellikleri ile uluslararası
konumunda olduğu kadar iç politik sosyal-kültürel yapısında da köklü dönüşümlere
yönelik, kaynağını yenilikçi değişimlerden alan bir yeniden doğuş eylemi, bir uyanış
süreci olmuş, Batı uygarlığının çağdaş değer ve kurumları içinde gelişecek, köktenci
yapısal düzenlemelere yönelerek kendi öz-yapısını kurmuştur. Toplumun sosyal-politikkültürel çağdaş uygarlığın gerektirdiği köklü dönüşümler Kemalist Türk Devrimi içinde
gerçekleştirmiş, bu dönüşümler Devrimin ve Yeniden Doğuş atılımının itici gücü olmuş,
özellikle topluma uyanış ve ivme sağlayacak olan yeni kültürel temeller üzerinde destek
ve savunucularını yaratmıştır (Katoğlu, 2005).
İleriki dönemlerde, Cumhuriyetin ve toplum düzeninin sürekli gelişim süreci
içinde tutulabilmesi için kesintisiz, birbirinin bütünleyicisi olan devrim ve dönüşümlerle,
duraklamadan ilerlemek zorunluluğuyla hareket edilmiştir. Toplumda ortaya çıkabilecek
tutucu eğilimlere, Cumhuriyet ve devrimlere karşı isteklere gereken atılımcı yanıtların
verilebilmesi, bu beklentiler karşısında da üstünlük sağlanabilmesi, sosyal, politik, kültürel
değerlerin ve köklerin tüm toplum katmanlarında yaygınlaştırması yine devrimci yeni
atılımlarla korunabilmiştir.
3. 2. 1950 Öncesi Türkiye’ de Kültür ve Sanat
Belli bir toplum ya da grup üyelerinin ortak davranışlarını yöneten bir dizi değerler
bütününe kültürel yapı denmektedir. Bu yapı içerisinde insanların yaşamına yön veren
temel toplumsal kurumlardan biri ve en önemlisi din kurumudur. Din duygusu, inanç
sistemleri toplumsal yaşantının ayrılmaz bir parçasıdır. Bu noktadan hareketle din
kurumunun insanların belirli yönde hareket etmelerini sağlayan, onları yönlendiren
biçimlendirici sosyal denetim kurumları olduğunu söyleyebiliriz (Gökçe, 2004).
Ayrıca din, sosyal hayat üzerinde, tutum ve davranışları belirleyen, denetleyen
konumda olması dolayısıyla toplumların iktisadi ve sosyal ilişkilerinin de şekillenip
değişmesine etki eder. Konumuzla alakalı olarak dinin bu tesirine en iyi örnek, tek tanrılı
dinlerin sonuncusu olan İslamiyet’ i kabul eden Müslüman fert ve toplumlarda meydana
getirdiği değişimler gösterilebilir. İslam dini, toplum yaşantısına, tanrı-insan ilişkilerine ve
ibadet şekillerine ilişkin pek çok kuralın yanı sıra, hukuki ve ekonomik alanlarda yön
verici, sınırlayıcı buyruklara sahiptir. Yani İslam dini sadece insanların manevi dünyalarına
yön veren bir inanç sistemi olmakla kalmaz aynı zamanda kendine özgü bir toplum
düzenini de beraberinde getirip kültürel değişime yön verir.
Toplumların sanatı üzerinde İslam’ın etkisine değinecek olursak, toplumsal boyutta
sağladığı sınırlayıcı iç disiplinin bu alanda da, diğer dinlerde olduğu gibi, bir takım
değişimlere yol açtığı görülmüştür. İslam dininde, sanata konan sınırlama ve yasakların
Kur’an’ da, Tevrat’ taki kadar açıkça bir buyrukla değinildiğine rastlanılmamıştır. Sadece
Cahiliye devrinin gelenek ve göreneklerine, bunların arasında da puta tapmaya
değinilmektedir (Sure 4, 116; Sure 5, 92; Sure 39, 17). İslamiyet’in doğduğu tarihlerde
resme karşı da temkinli yaklaşılmış, Kur’an’ da putlar için söylenenler resim için de geçerli
sayılmıştır. Her ne kadar canlı varlıkların resmi yasaklanmakla, İslam dünyasında
tabiatçılık yolu resme kapanmışsa da bitkilerin tasvirinde bir sakınca görülmemiş soyut
nakış olarak resme girebilmiştir. İslam sanatçısı resimlerinde gerçeği gerçek olarak
tanımlayan ne varsa ortadan kaldırmıştır. Gölge, ışık, perspektif gibi, nesnelere boyut
kazandıran tüm anlatım araçları resimlerden silinmiştir. Sadece renkler ve şemalar
bırakılmıştır. Resim nakış ve sembol olmuş, bu dünyanın gölge ve görüntüden ibaret
olduğunu soyutlama yolu ile insanlara düşündürmüştür (İpşiroğlu, 2005).
Türklerin Orta Asya’ dan taşıdıkları gelenekte böyle bir yasaklama görülmemiştir.
Ayrıca heykele ve resme karşı olumsuz bir tutum geliştirdiklerini gösteren herhangi bir
belge ve yazılı kaynağa da rastlanmamıştır. İslam sanatındaki tasvire kapalı anlayışın
önceleri Türklerde olmayışının en açık örneğini, Büyük Selçukluların önemli taş işçiliği
örneklerini bünyesinde bulunduran Divriği Ulu Camii’ nde yer alan kadın ve erkek
tasvirleri oluşturmuştur (Erbay, 2006).
Kaynağı 8. ve 9. yüzyıl Orta Asya’ sı olan, insan ve hayvan figürlerinin realist
betimlemeleriyle zenginleştirilmiş Türk minyatürleri, İslamiyet’ in kabulünden sonra
Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde yaşadığı bir takım değişimlerle Arap-Fars kültürüne
bağlanmıştır. Daha çok İslam resim sanatı kalıplarında olan minyatürler, Ortaçağ
gelenekçiliğiyle, fakat büyük ustalarla dönem dönem güç ve tazelik kazanarak varlık
bulmuştur. Bu bağlılık Batı’ da Rönesans başladıktan sonra, Ortaçağı aşamayan ve
tazelenemeyen, gelenekseli tekrarlayan süsleme niteliğine dönüşmüştür. 17. yüzyılda
duraklama dönemine girildiğinde, minyatür sanatı bir yandan geleneksel üslubu
sürdürürken, öte yandan kadın ve erkek figürlerinin yer aldığı, yeni biçim ve tekniklerin
denendiği, içinde her yönden değişimi barındıran albüm resmi birdenbire büyük bir önem
kazanmıştır. Bu da gösteriyor ki figür resmine karşı gösterilen duyarlılık, değişim süreci
içinde yavaş yavaş ortadan kalkmıştır.
Osmanlı imparatorluğu’ nun Batı Dünyası’ yla karşı karşıya gelişi ve iki farklı
kültür ortamının sanat alanında birbirleriyle etkileşimi ise önce değinildiği üzere Fatih
Dönemine değin uzanır. İlişkilerin yoğunlaşması ise Osmanlı İmparatorluğu’ nun
duraklama dönemi olan 17. yüzyılda Avrupa ülkelerinin Osmanlı pazarını ele geçirmeyi
istemeleriyle başlar. 1669’ da Fransa’ yla ticaret antlaşmasının imzalanması Fransızların
imparatorluk içinde yayılmalarına olanak sağlamıştır. Ticaret konusunda başlayan ilişkileri
17. yüzyılın ikinci yarısında kültürel ilişkiler izlemeye başlamıştır. 1673 yılında Fransız
tiyatro topluluklarının İstanbul’ daki elçilikte oyunlar oynaması ve zamanla azınlık ve
yabancılar dışında Türklerin de bu gösterilere katılması, Fransız kültürüne dönük sanatsal
etkinliğe bir başlangıç sayılmaktadır (Ödekan, 2005).
Sonrasında, 1839 Tanzimat Fermanı ile birlikte Batı kültür ve medeniyet esaslarının
kabulünün ardından, Türk kültür hayatında büyük değişimler söz konusu olmuştur. Bu
süreçte, gerek Osmanlı toplumu içerisinde bulunan gayrimüslimlerin gerekse Türk
Halkının giyim kuşamından, örf, adet ve geleneklerine kadar, tüm yaşam tarzlarının Batı
kültür ve medeniyetinin etkisine girdiği görülmüştür. Yeni dönemden, Cumhuriyetin
ilanına kadar geçen süreçte, Batı tanınmaya çalışılmışsa da, hızla yayılan Avrupai moda,
hal ve tavırlar, yüzeysel taklitlerden ibaret olarak kalmıştır. Aynı zamanda Avrupa kültürü
Osmanlı kültüründen de etkilenmiş, seyyahlar, tüccarlar ve diplomatlar için ilgi çekici ve
gizemli bir ülke olarak Osmanlı’ yı ülkelerine tanıtmışlardır (Erbay, 2006).
Yeni bir döneme girerken, II. Mahmud’ un yenilikçi hareketleriyle, resim sanatı
büyük aşamalar kaydetmiştir. Bunların içinde şüphesiz en önemlisi, padişahın yabancı
ressamlara portresini yaptırıp, çeşitli okul ve resmi dairelere astırması olmuştur. Osmanlı
saray erkânı ve devletin ileri gelenlerinin, yenilikçi hareketlerin yanında yer almaları,
1900’ lü yıllarda faaliyete başlayacak olan Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’ nin kurulmasını
da beraberinde getirmiştir. Ayrıca, derneğin yayın organı olan “Osmanlı Ressamlar
Cemiyeti Mecmuası” nın, saray destekli olarak çıkarılması da, kültürel değişim için
gösterilen çabayı ortaya koymaktadır (Elmas, 2006).
Osmanlı sarayı, kültürel birtakım sızıntıların başlayıp, etkilerini gösterdiği Batılı
anlamda Türk resminin hazırlık döneminde, askeri okul çıkışlı ressamlar arasında yetenekli
olanları Avrupa’ ya göndermiştir. Eğitim alarak yurda dönenleri ise Harbiye ve Tıbbiye
gibi Batılı eğitim modellerinin uygulandığı okullara resim öğretmeni olarak atamış ya da
sarayda seçkin görevler verilerek batılı anlamda sanatın gelişmesi yolunda kendilerine
uygun ortamlar yaratılmıştır. 1880’ li yıllarda, Sanay-i Nefise ile sivilleşme dönemine
giren sanat eğitimi, asker ressamlarla başlayan pentür kültürünün daha geniş bir çevreye
yayılmasında etkili olmuştur. 1883 yılında öğretime başlayan Sanay-i Nefise, 1914’ de
İnas Sanay-i Nefise Mektebi’ ne kavuşurken, 1926’ da kız ve erkek öğrencilerin bir arada
ders görmeleri mümkün olabilmiştir (Cezar, 1973).
Sanay-i Nefise’ li yıllarda, sanatsal oluşumların odaklandığı geleneksel bir merkez
olma özelliğini taşıyan İstanbul’ a, Avrupa’ dan çok sayıda yabancı sanatçı gelmiştir.
Aivaziovski’ nin gelişiyle başlayan ve 1880’ li yıllara uzanan Osmanlı ülkesini ve
yaşamını keşfetme hevesi, oryantalist sanatçı ve yazarların ilgisiyle daha da artmıştır. Bu
ilgi, Pera’ da özel atölyelerin oluşmasında, yerli ressamlarla yabancı sanatçılar arasında
yeni diyalogların başlatılmasında yararlı olmuş, belli bir üslup biçimlenmesine zemin
hazırlamıştır.
17. yüzyıl sonlarından beri izlenilebilen batılılaşma hareketlerine bakıldığında,
Osmanlı toplumundaki toplumsal ve kültürel ortamda oluşan değişikliğin birdenbire
olmadığını, belirli bir süre zarfında, belirli siyasal ve ekonomik etkenlerle şekillendiği
görülmektedir. İşte bu ara dönemde toplumsal ve kültürel koşullar altında sanatta yeni bir
anlayış, kaçınılmaz bir değişim başlamıştır (Renda, 1977).
Başlangıçta, sanatsal faaliyetlerin filizlendiği Beyoğlu ve Tepebaşı yöresinde, daha
çok yabancı kökenli sanatçıların yapıtları sergilenmişse de, düzensiz açılan bu sergilere
zaman zaman Türk ressamlar da dâhil olmuştur. 1916 yılından başlayarak, Osmanlı
Ressamlar Cemiyeti’ nin öncülüğü altında, yılda bir kez, yaz aylarında düzenlenen
Galatasaray Sergileri, Türkiye’ de gerekleştirilen ilk sürekli sergi olması bakımından önem
taşır (Berk ve Turani, 1981). Bu sergiler, özellikle 1914, Çallı Kuşağı ressamları üzerinde
olumlu etkiler yaratmıştır. Çallı Kuşağı’ nın peyzaj, portre ve natürmort gibi, asker
ressamlar tarafından çokça işlenen, yaygın konuları benimsemedeki duyarlılıkları,
Galatasaray Sergileri’ nde iki sanatçı kuşağı arasında bir iletişim rolü üstlenmiştir.
Cumhuriyet döneminin ilk sanatçı grubu olan Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği
ile klasik-izlenimci sanat anlayışının dışına taşan yapıtlar, dönemin hızla değişen siyasal,
ekonomik ve kültürel oluşumlarına paralel olarak ortaya çıkmaya başlamıştır. Yeni ve eski
çatışmasının, hiçbir alanda resimdeki kadar apaçık olmadığı göz önüne alınırsa, 1914
Kuşağı ile 1928 Kuşağı’ nı karşı karşıya getiren ve çatışmaya yol açan bu dönemin anlamı
daha iyi anlaşılabilir. Diğer yandan, 1928 Kuşağı’ nın, Cumhuriyet’ in çağdaş ve evrensel
bir kişilik kazanması amacı ile tüm sanat dallarında atılımcı ve çağdaş yenilikleri
destekleyen sanatçı topluluğu olan D Grubu ile yenilikçi sanat etkinliğini temsil ediyor
olmaları, değişim evresi yaşayan sanat için anlamlıdır.
Cumhuriyetin ilk on beş yılı içinde yapılmış olan heykellerin birçoğunun yabancı
sanatçılar tarafından tasarlanıp gerçekleştirilmesi o yıllarda bu alanda yeterince Türk
heykeltıraşının bulunmamasının doğal sonucudur. Yabancı uzmanlardan, öğretmen ve
danışman olarak yararlanmanın yanında, yabancı sanatçılara anıtlar yaptırılarak heykel
sanatının gelişmesi desteklenmiştir. Kurtuluş Savaşı, halkın zaferi ve Atatürk konulu
anıtlar, şehir merkezlerinde, okul, resmi ve özel kuruluşların bahçelerinde halka
sunulmuştur. Cumhuriyet dönemine kadar hiçbir yerde gerçek anlamda heykel yer
almamış, sonrasında Atatürk’ ün çabalarıyla, İslamiyet’ teki heykel yasağının puta
tapıcılığa
dönüşme
korkusundan
kaynaklandığı
şeklinde
açıklamalarla
halk
bilinçlendirilmeye çalışılmıştır.
Cumhuriyetin ilanı ile birlikte, Atatürk’ün çağı yakalama ideali, çağdaşlaşma adına,
anayasa, medeni kanunlar, ekonomi, eğitim, giyim, dil, din ve tarihin yeniden
yapılandırılması zorunluluğuyla paralel bir yol izlemiştir. Her alanda yürütülen bu yoğun
çalışmaların temelinde ise, kültürel düzenlemelerin olduğu bir gerçektir. Bu hızlı
modernleşme ve Batılılaşma gayretleri, Avrupai bir toplum yaratma projesinin pratiğe
dökülmesidir. Bütün toplumsal alanlarda yaratılan bu derinden değişmeler, zihniyetle
birlikte düşünce hayatını da etkilemekle kalmamış, önceleri saray denetiminde olan sanat,
kültür ve sanatta yapılan reformlarla milletle etkileşime geçirilmiştir. Ülkenin bütün
sorunları arasında, sanatın gelişimi düşünülmüş sanatsal değişimle desteklenmiştir
(Erbay, 2006).
Cumhuriyet dönemi hareketlerinin tümünde “halkçılık” temel ilke olmuştur. Yeni
eğitim sistemi de bu doğrultuda, cumhuriyet ilke ve inkılâplarını, laikliği, ulusal kimlik
duygusunu benimsemiş öğrenciler yetiştirmeyi hedeflemiştir. Bu amaçla, 1924’ de
Tevhid-i Tedrisad kanunuyla mektep, medrese ikiliği ortadan kalkmış, öğretim birliği
sağlanarak, cinsiyet ayrımı gözetmeksizin tüm yurttaşlara laik ve parasız, ilköğretim
zorunlu hale getirilmiştir. Bunu izleyen yıllarda, Cumhuriyet yönetimi 1928’ de en
köktenci adımlarından birini daha atarak, Arap harfleri yerine Latin temeline dayanan yeni
Türk harflerini kabul etmiştir. Kanunun kabulünden sonra bu tarih itibariyle bütün Türkçe
gazete ve dergiler yeni Türk harfleriyle çıkmaya başlamıştır. 1929’ da, yeni Türk
harflerinin kabulünün doğal bir sonucu olarak, Milli Eğitim Bakanlığı’ nın denetiminde
Millet Mektepleri açılarak ülke çapında bir okuma yazma seferberliği başlatılmıştır.
Amaçlar arasında en önemlisi okur-yazar sayısını arttırmak olmuştur ki CHP ve Türk
Ocakları halkı Millet Mekteplerine yazılmaya teşvik ederek kadın erkek yüz binlerce
vatandaşın aydınlanmasına yardımcı olmuştur. 1932’ den sonra ise, Türk Ocakları’ nın
yerini Halkevleri almış, halkın politik, ideolojik ve kültürel eğitimini sağlamak amacıyla
halkı sınıfsız katı bir kitleye dönüştürmek görevini üstlenmiştir.
Yaygın plastik sanatlar eğitimi alanında, başta sayılması gereken bir diğer kurum
ise Halkevleridir. Halkevleri, sanatın farklı tür ve dallarını kucaklayan bir halk eğitimi
modeli oluşturmuştur. 19 Şubat 1932’ de kurulan Halkevlerinin amacı, Atatürk ilkelerinin
ışığında Türk kültür ve sanatına hizmet etmek, devrimleri yaymak ve kökleştirmek, halkı
toplumsal ve kültürel alanda yetiştirmektir. Halkevleri, Batı’ nın temeli olan bilimsel
düşünüşün, halk için, halkla birlikte, büyük çapta katılımla gerçekleşmesinin sembolü
olmuştur (Saraoğlu, 1990).
1940
yılında,
köylünün
eğitimini
hızlandırmayı,
kalkınmasını
ve
toprağa bağlanmasını sağlamayı amaçlayan Köy Enstitüleri kurulmuştur. Böylece, köylere
gönderilecek öğretmen ve eğitmenlerin ağır külfetinden kurtulunmuş, kırsal bölgedeki
eğitimin yöresel gereksinimlerini karşılayabilecek, yörenin tüm işlerini yapabilecek
doğrultuda öğretmen yetiştiren kuruluşlar kazanılmıştır (Cumhuriyet Ansiklopedisi, 2003).
Şüphesiz ki, güzel sanatlar da kültürün önemli bir kolu olarak görülmektedir. Bu
açıdan çağdaşlaşma faaliyetlerinde de büyük bir yeri olduğu dönemin siyasetçi-aydın
zümresi tarafından kabul edilmiştir. Güzel sanatlar, halkın eğitilmesi, batılılaşmasıilerlemesi yolunda dikkate alınan bir sektör olmuştur. Halkevlerinin ar (sanat) şubeleri bu
amaç etrafında faaliyet yürütmüştür. Halkevleri şubelerinde düzenlenen tiyatro temsilleri,
resim-heykel sergileri, kurslar ve benzeri faaliyetler hem çağdaş Modern Türk toplumunu
ortaya çıkarmada, hem de Cumhuriyet rejim ve ideolojisinin halka benimsetilmesinde
kullanılmaya çalışılmıştır.
Halkevlerinin halk eğitim çalışmaları dokuz kol şeklinde düzenlenmiştir. Bunlar;
Dil, edebiyat ve tarih, Güzel sanatlar, Temsil, Spor, Sosyal yardım, Halk dershaneleri ve
kurslar, Kütüphane ve yayın, Köycülük, Müze ve sergi kollarıdır. Bu kolların çeşitli
görevleri arasında; Dil Edebiyat ve Tarih Kolunun atasözü, mâni, masal, folklor araştırma
ve derlemeleri, Temsil Kolu’ nun sahne ve temsil çalışmaları, Müze Kolu’ nun eski eserleri
toplayıp koruması gibi önemli etkinlikler görülmektedir. Güzel Sanatlar Kolu ise, resim ve
modern müzik çalışmaları yapılması, bandolar kurulması, halk türkülerinin notaya
çekilmesi, el sanatlarının geliştirilmesi gibi görevler üslenmiştir. Güzel Sanatlar şubesi
müzik, resim, heykeltıraşlık, mimarlık gibi alanlarda süsleme sanatları vb alanlarda
sanatkâr veya amatörleri bir araya toplar. Resim çalışmalarında sanatçılar, öğreticilik
yapmışlardır. Çağın estetik anlayışının yaygınlaştırılıp benimsetilmesine ve genç
yeteneklerin ortaya çıkmasına özen gösterilmiştir. Halkevleri resim çalışmalarında
amatörlere malzeme verilmiş ve sergilerde başarılı görülen eserler koleksiyon için satın
alınmıştır (Sarıoğlu, 2001).
Tek partili dönemde kurulan Halkevleri’ nin bir diğer işlevi de aslında partinin
ideolojisini yayarak, parti ile halk arasında iletişimin sağlanması için aracılık etmek
olmuştur. Bu nedenle genel merkez örgütlenmesi yapılmamıştır. Yani doğrudan doğruya
CHP Halkevleri’ nin üst yönetimini oluşturmuş ve politikasını saptamıştır. Çok partili
sisteme geçiş kararıyla birlikte Halkevleri’ nin konumu da tartışılmaya başlanmış,
CHP’ nin yan kuruluşu gibi düzenin devam etmemesi için DP yöneticileri şiddetli
itirazlarda bulunmuştur. Sonrasında Halkevleri’ nin çok partili sisteme entegre edilmesi
girişimlerinde bulunulmuştur. 14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan seçimleri DP ezici bir
çoğunlukla kazanmış, bu tarih Halkevleri için sonun başlangıcı olmuştur. Tartışmaların
sonunda, 8 Ağustos 1951 tarihinde Halkevleri ve Halkodaları kapatılarak, malları hazineye
intikal ettirilmiştir (Saraoğlu, 1990).
Cumhuriyet döneminde plastik sanatlar eğitimi özenle ele alınıp, bir yandan bütün
örgün eğitim kurumlarının programlarında plastik sanatlar eğitimi kapsamındaki derslere
yer verilirken, sanat eğitiminin içeriği de bilimin yol göstericiliğiyle çağdaşlaştırılmıştır.
Günümüzde, plâstik sanatlar eğitiminin kökleşmiş olmasında, Cumhuriyet’ in kurulduğu
yıllarda yapılan düzenlemelerin büyük payı vardır. Ayrıca, Türkiye Cumhuriyeti' nin
kuruluşunda çocukların, gençlerin ve halkın sanat eğitimi önemli bir devlet sorunu olarak
ele alınmıştır. Atatürk'ün eğitim ve sanat eğitimine yaklaşımı; onun çok güçlü bir eğitimci
kişiliğe sahip olduğu, çağının eğitsel gelişmeleri konusunda bilgili olduğu açıkça görülür.
7 Şubat 1926’ da sanat eğitiminin gelişiminde doğrudan ya da dolaylı bir etken
olarak, Maarif Vekâleti Hars (Kültür) Dairesi bünyesinde; müzeler, kütüphaneler ve güzel
sanatlar şubeleri oluşturulmuştur. 1933 ve 1935 yıllarında çıkarılan yasalarla, şubeler ve
görev alanları tanımlanmıştır. Unutulmamalıdır ki, batılı anlamda resmin ilk önemli
yapıtlarının belirmeye başlamasıyla İstanbul’ da ilk plastik sanatlar müzesinin kuruluşu
arasında ortalama yarım yüzyıllık bir süre söz konusudur. İstanbul’ da bir müze
kurulmasına ilişkin çabaların başlangıcı 1917-1919 yıllarına rastlamaktadır. Ayasofya
mozaiklerinin açılmasında emeği geçmiş olan Halil Edhem, bu tarihlerde “resim eserleri
müzesi hakkında tüzük tasarısı” hazırlamıştır. Bakanlar kurulunun imzalarını da taşıyan bu
tasarının ilk maddesi “İstanbul da resim eserlerine ayrılan bir müzenin” kuruluşundan söz
edilmektedir. Ne var ki bu tasarıyı gerçekleştirmek, kuramdan eyleme dönüştürmek için
yirmi yıl geçmesi gerekecektir. Çağdaş Türk sanatı açısından olduğu kadar, Türk kültür
tarihi açısından da önemli bir olay niteliği taşıyan İstanbul’daki müze, Atatürk’ün yerinde
bir kararı ve ileri görüşü ile 20 Eylül 1937’ de Beşiktaş’ taki Dolmabahçe Sarayı’nın
veliaht dairesinde açılmıştır. 1940 sonrası kuşağının kendini kabul ettirmesinden ve
etkinliğini daha sonraki kuşaklara iletme de bu müzenin küçümsenmeyecek bir payı vardır.
Müze açıldığı tarihten sonra, genç kuşak sanatçılarının özgün nitelikteki yapıtlarına yer
verilmiştir. Sonrasında, 1941’ de Güzel Sanatlar Müdürlüğü adını alan Maarif Vekâleti
Hars Dairesi’ nin görevleri; okullar ve okullar dışında plâstik sanatların ulusal ülküye
uygun olarak yürütülmesi, güzel sanatların tüm alanlarında sanatçı yetiştirilmesi, Türk
güzel sanatlarının yurtiçinde ve yurtdışında tanıtılması, sanatçı yetiştiren akademiler,
konservatuarlar açılması, mevcutların geliştirilmesi, resim ve heykel müzeleriyle sanat
galerileri açılması, Türk filmciliğinin geliştirilmesi şeklindedir. Böylece güzel sanatlar
alanındaki örgün ve yaygın eğitim çalışmaları Güzel Sanatlar Müdürlüğüne bağlanmış, bu
görev
alanlarından
kimileri
süreç
içinde
bağımsız
kuruluşlara
devredilmiştir.
Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar sanat eğitimi alanı, çağın gerisinde kalmış bir
görünümdedir. Plastik sanatlar eğitimi, okullarda daha çok süsleme ve bezemelerin
kopyasına
dayalı
yöntemlerle
verilmekte
ve
ancak
çok
dar
bir
toplumsal
kesime ulaşılmaktadır. Cumhuriyete doğru ilerleyen yıllarda, Dönemin okullarında
verilen resim dersi, Avrupa okullarının elli yıl önceki durumuna benzemektedir
(W.5- www.kultur.gov.tr).
Kültürel temeller üzerine kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin önderi Atatürk,
eğitime ve sanata olduğu gibi sanat eğitimine de özel bir önem vermiş ve daha
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, sanat eğitimi alanında büyük bir gelişim yaşanmıştır. 1925
yılından başlayarak, genel eğitim kapsamında örgün eğitim kurumlarında plastik sanatlar
eğitiminin, “resim”, “resim-iş”, “elişleri” dersleri şeklinde yer aldığı görülür. Örgün
eğitimde resim dersleri temel eğitimde zorunlu, orta ve yükseköğretimde ise seçmeli
dersler şeklinde yer almış ve bu durum da günümüze dek varlığını koruya gelmiştir.
Öğretmen yeterliği açısından, yeterli sanat eğitimi verdiği düşünülen kurumlardan
biri olan “Köy Enstitüleri”, 17 Nisan 1940 tarih, 3803 sayılı yasayla kurulan Köy
Enstitüleri, bir halk eğitim modeli oluşturduğu gibi sanat eğitimi açısından da değer
taşımaktadır. 1943 tarihli Köy Enstitüleri Programında, “iş okulu” anlayışına uygun olarak,
sanatın tür ve dallarını kucaklayan geniş çerçeveli bir eğitim öngörülmüştür. Köy
Enstitülerinde, dönemin gerektirdiği teknik bilgi ve becerileri kazandıran derslerin yanında
Türkçe, Resim-İş, El Yazısı, Müzik, Beden Eğitimi ve Ulusal Oyunlar derslerinde estetik
eğitim anlayışı egemen olmuştur. 1947 tarihli Köy Enstitüleri Programıyla iş okulu
ilkelerinden uzaklaşılmışsa da enstitülerin kuruluşuna İlköğretim Genel Müdürü olarak
katılan İsmail Hakkı Tonguç’un kitaplarında da ifadesini bulan sanat eğitimi anlayışı
etkinliğini sürdürmeye devam etmiştir. Köy Enstitülerinde, sanat eğitimiyle donanımlı
yetkin öğretmenler yetiştirildiği gibi, bu öğretmenlerin arasından çok sayıda sanatçı da
çıkmıştır. Köy Enstitülerinde yetişmiş olan Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mahmut Makal
gibi yazarlar, ulusal Türk yazınına katkıda bulunmuşlardır. Köy Enstitülerinin
kapatılmasından sonra, ilkokul öğretmenlerinin yetiştirildiği kurumlar olan İlköğretmen
Okullarında da sanat eğitimi kapsamındaki dersler, en önemli dersler olarak görülmüştür.
İlköğretmen okullarının, 1974 yılında Öğretmen Liselerine dönüştürülmesinden sonra ise
sanat eğitimi dersleri program içindeki ağırlığını kaybetmiştir. Alana öğretmen
yetiştirilmesine yönelik en köklü girişim ise, 1932-1933 öğretim yılında Gazi Orta
Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsünde öğrenim süresi üç yıl olan Resim-İş şubesinin
açılmasıdır. Böylece, Türkiye’de ilk kez resim öğretmeni yetiştiren bir kurum
oluşturulmuştur (W.5- www.kultur.gov.tr).
Cumhuriyet hükümetinin kültür yapısı içinde kültürel değişim, plastik sanatlarda
olduğu kadar müzik ve sahne sanatlarında da olmuştur. Bu anlayışı başarılı kılmanın yolu
ise önce eğitim ve yeterli insan gücünün yetiştirilmesi olduğu düşüncesiyle, musikinin ve
dramatik sanatların “okullaştırılması” yöntem olarak belirlenmiştir. Bu yapı da
“Konservatuvar” olmuştur. Konservatuvar’ ın meydana getirilme amacı kısaca memlekette
müzik, tiyatro, opera ve bale kültürünü işlemek ve yetkili sanatkâr yetiştirmek olarak
açıklanabilir. Bunların içinde, başta müzik sorunu Mustafa Kemal’i öteden beri
düşündürmüştür. O uygarlık değiştirmenin koşullarından biri olarak musikideki değişmeyi
düşlemiştir. 1934’ de musiki ve sahne sanatları alanında yeniliklere gidileceği Milli Musiki
ve Temsil Akademisi Teşkilat Kanunu ile kesinleşmiştir. Her ne kadar 1936 yılına kadar
kurulamayan Akademi’ nin amaçları milli musikiyi işlemek, yükseltmek, yaymak, sahne
sanatlarının her kolunda gerekli elemanları yetiştirmek olsa da, opera, bale ve koro
kollarının da Akademi’ de bulunacağı bu kanunda belirtilmiştir. Akademinin Kültür
atılımları yeni ve modern esaslara göre teşkilatlanmaya durmadan devam etmiştir.
Konservatuvar’ ın kurulmasının yanı sıra Güzel Sanatlar Akademisi yeni bir çalışma
düzenine sokulmuş, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası düzenlenmiştir. Atatürk’ ün 1
Kasım 1936 meclis açılışında Meclisten sanat konularına ilgi gösterilmesini talep etmiş ve
Ankara’da Temsil Akademisi ile Konservatuvar’ ın kurulmakta olduğunu müjdelemiştir.
1937 konuşmasında Atatürk ilk resim galerisinin de bu yıl kurulduğunu bildirmiş, bugün
hala bir yenisi kurulamayan Dolmabahçe Resim ve Heykel Müzesi’ nin kurulmasına
önayak olmuştur (Katoğlu, 2005).
1914’ de, önce tiyatro okulu olarak tasarlanan, daha sonra belediyeden ödenekli bir
tiyatro topluluğuna dönüşen Dârülbedayi’ nin kurulması, Cumhuriyet öncesinde tiyatro
sanatı adına gerçekleştirilmiş önemli bir adım olmuştur. Ayrıca 1930’ lu yıllarda,
Halkevleri’ nin bünyesinde de tiyatro etkinliklerine yer verilmiştir. Bu etkinliklerle, halkla
aydınlar arasında bilgi alışverişi sağlanarak halk kültürünün yakından tanınması, ulusal
değerlerin aydınlığa çıkması sağlanırken, ulusal kültürün ve sanatın Batı dünyasının bilgi
birikimi ışığında çağdaşlaştırılması da amaçlanmıştır. Halkevleri tiyatro çalışmaları, pek
çok ilde tiyatro sahnelerinin açılmasını, temsil kollarının kurulmasını, yeni oyunlar
yazılmasını, oyuncu yetişmesini, en önemlisi, gençlerin tiyatro sanatını tanıyıp sevmesini
sağlamıştır. Topluma modern bir görünüş verilmeye çalışıldığı bu yıllarda Halkevleri
sahnelerinde sahnelenen, eğitici olmasına özen gösterilen oyunlarda, Bağımsızlık
Savaşı’ndan zaferle çıkmış ulusumuzun özgüveni ve devrimlere olan inancı yansıtılmaya
çalışılmıştır.
Cumhuriyet döneminde İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları ve Devlet Tiyatroları
iki ödenekli tiyatro olarak sahne sanatlarının belkemiğini oluşturmuştur. Şehir
Tiyatrolarının etkinlik alanı İstanbul içinde kalmış, merkez sahnesi daha önce de
belirtildiği üzere sanatsal ve kültürel aktivitelerin yoğunlaştığı Tepebaşı’ ndaki tiyatro
olmuştur. Merkezi Ankara’ da olan Devlet Tiyatroları ise bugün altı ilde yerleşik sahneleri
olan, ayrıca birçok illere de periyodik turneler düzenleyen büyük bir sanat kurumudur.
Devlet Tiyatrosu, Devlet Konservatuarı Tatbikat Sahnesi’nin bir aşaması olarak, 1949
yılında, “Devlet Tiyatro ve Operası” adıyla tiyatro ve opera olarak düşünülmüş ve
kurulmuştur. Böylece Cumhuriyet döneminde devleti yönetenlerin tiyatroya ilgi gösterdiği
ve destek sağladığı, ödenekli ve özel tiyatroların sayısının arttığı, Anadolu’ ya
yaygınlaştığı, gösterimlerin düzeyinin yükseldiği görülür. Atatürk’ün tiyatro sanatına önem
vermesi, tiyatro sanatçılarına saygıyla yaklaşması, özellikle de, Müslüman Türk kadınının
oyuncu olarak sahneye çıkmasını sağlaması Batı paralelli Türk tiyatrosunun gelişmesinde
büyük rol oynamıştır. Devletin tiyatroya destek olması, Türk kültür ve sanat yaşamında
benzersiz bir girişimin ürünü olmuştur (Katoğlu,2005) .
Cumhuriyet’ in kurucusu Atatürk, “Cumhuriyet’in temeli kültürdür” derken
kültürün, toplumu temellendiren en önemli öğe olduğunu ifade eder. 9 Mayıs 1920 tarihli
İcra Heyeti Programındaki eğitimle ilgili konular arasında, “eski millî eserlerimizi
kayıtlara geçirmek ve korumak” hedefi yer alır. Atatürk’ün, 1 Mart 1923 tarihli Türkiye
Büyük Millet Meclisi açış konuşmasında da kapsamlı bir eğitime sahip olmak için
müzelerin kurulması gereği belirtilmektedir. Müzeler, kültürel varlıkların korunması
konusunda özel bir önem arz eder. Türkiye'de Cumhuriyet'in ilânına kadar müze kurma
çalışmaları sınırlı kalmıştır. Cumhuriyet'in ilânından sonra Atatürk'ün kültür varlıklarının
araştırılıp ortaya çıkarılmasına ve müzelerin ülke çapında yaygınlaştırılmasına verdiği
önem nedeniyle çağdaş Türk müzeciliği büyük bir gelişme göstermiştir. Nitekim
Cumhuriyet ilân edildiği sırada Türkiye'de yalnızca “Âsâr-ı Atika Müzesi” adıyla anılan
İstanbul Arkeoloji Müzeleri, Aya İrini' de kurulmuş olan Askerî Müze, Süleymaniye
Külliyesi'nin imaretinde yer alan Evkaf-ı İslâmîye Müzesi ile Müze-i Hümayun şubeleri
bulunmaktaydı. Sonrasında, Cumhuriyet'in ilk yıllarında Millî Eğitim Bakanlığına bağlı
olarak kurulan “Türk Âsâr-ı Atikası”, her türlü arkeolojik ve etnografik buluntunun
toplanması ve korunmasına yönelik çalışmaları üstlenmiştir. Anadolu'nun birçok ilindeki
kilise, cami, han vb. gibi anıtsal yapılar onarılarak yeni müzeler kurulmuştur. İçindeki
eşyalar ile birlikte müzeye dönüştürülen Topkapı Sarayı 1927’ de ziyarete açılmıştır. Yine
aynı yıl Evkaf-ı İslâmîye Müzesi, “Türk ve İslâm Eserleri Müzesi” olarak yeniden
düzenlenmiş; Konya’ daki Mevlâna Dergâhı müze hâline getirilmiştir. Ülkenin müze
olarak tasarlanan ilk yapısı olan “Ankara Etnografya Müzesi”, 1930 yılında halkın
ziyaretine açılmıştır. Ayrıca Bursa, Adana, Manisa, İzmir, Kayseri, Antalya, Afyon,
Bergama ve Edirne’ de yeni müzeler kurulmuştur. 1940 yılında Mahmut Paşa
Bedesteni'nde kurulan Hitit Müzesi, 1968 yılında restore edilerek “Anadolu Medeniyetleri
Müzesi” ne dönüştürülmüştür. Müzecilik faaliyetleri daha sonraki yıllarda da devam etmiş,
yurdun hemen hemen her köşesinde çok sayıda müze kurulmuştur. Bugün ülkede
Kültür Bakanlığına bağlı 99 adet Müze Müdürlüğü ve bu müdürlüklerin denetiminde
faaliyet gösteren 91 adet özel müze ve 1028 adet koleksiyoner bulunmaktadır
(W.6- www.kultur.gov.tr).
Büyük Millet Meclisinin kurulmasından sonra oluşan ilk Bakanlar Kurulu, 9 Mayıs
1920 günü Mecliste programını okumuş, 10 Mayıs 1920 gününde de Maarif Vekâletine
bağlı olarak, “Türk Âsâr-ı Atikası Müdürlüğü” kurulmuştur. Daha çok müzecilik
hizmetlerini yürütmekle görevli olan bu birim, bir yıl sonra Hars Müdürlüğü adını almıştır.
Sivil toplum örgütleri de ilk 30 yılda müzeciliğe ve arkeolojik kazılara ilgi duymuşlardır.
1927 yılında kurulan, “İzmir Âsâr-ı Atika Muhipleri Cemiyeti” nin amaçları arasında müze
ve kazılara destek sağlamak yer almaktadır. Tüm ülke ölçeğinde çalışma yapan
kuruluşlardan bir diğeri, 1946 yılında kurulan “Türkiye Tarihî Anıtların Korunmasına ve
Onarılmasına Yardım Derneği” dir. Bu dernek de kazı ve ören yerlerinin düzenlenmesi
etkinliklerine katkıda bulunmayı amaçları arasında saymıştır (W.6- www.kultur.gov.tr).
Cumhuriyet hükümetleri, ilkokuldan üniversiteye, musikiden tiyatroya kadar bütün
kültür konularına eğilirken, plastik sanatlar alanında da dinamik ve atılımcı uygulamalarla
değişim katlarının hazırlığını bir takım etkinliklerle devam ettirmişlerdir. Cumhuriyet
döneminin ilk on yılına ilişkin gelişmelerin sanatsal bir dökümü niteliğinde olan ve 1933
yılında Ankara’ da düzenlenmiş olan “İnkılâp Sergisi” , içerik olarak, genellikle Kurtuluş
Savaşı ve Cumhuriyet konuları üzerine kurulmuştur. Teknik olarak Batı’ ya yakınlık, o
yıllarda bir sanat anlayışı geliştirme çabalarının da bir göstergesidir. Bu dönemin sanatsal
gelişmelerinin yanı sıra bir takım engeller sanatın karşısına çıkmıştır. Sanatçıların
yakaladıkları nadir sergi fırsatları bir yana bırakılırsa, çoğunlukla resim beğenisi,
kartpostallardan ya da okul kitaplarına geçmiş tarihsel tabloların kötü kopyalarından
anlaşılmaktadır. İstanbul’ da bir sanat müzesi kurulmasını amaçlayan erken çabalar 1917
yılına kadar uzanmakta ise de, bu proje savaş koşulları yüzünden gerçekleşememiştir.
Ancak, 1937’ de Dolmabahçe Sarayı’ nın Veliaht Dairesi, Resim ve Heykel Müzesi olarak,
yukarıda belirtilen amaç doğrultusunda, düzenlenmiştir. Ayrıca yakın tarihe kadar ülkedeki
tek resim ve heykel koleksiyonu bu kurumun çatısı altında sınırlı kalmıştır. Esas itibariyle
Batı tarzı resim-heykel sanatına yönelik olan müze, halen Mimar Sinan Üniversitesi’ ne
bağlıdır. Koleksiyonda, 19. yüzyılın ilk yağlıboya Türk ressamları olan, Avrupa
resimleriyle daha derinden ilişki kuran ve realist teknikle çalışan Osman Hamdi Bey, Şeker
Ahmet Paşa, Süleyman Seyit gibi isimler, Rembrandt, Van Dyck, Tiziano, Rubens gibi
birçok tanınmış Avrupalı sanatçının resimlerinden yapılmış kopyalar ve küçük bir orijinal
koleksiyon bulunmaktadır. Daha sonraki yıllarda, 1939’ dan başlayarak, devlet tarafından,
sanat alanındaki destekleyici, sürekli ve düzenli ikinci atılım olarak Devlet Resim–Heykel
Sergileri devreye sokulmuştur. Nitekim Güzel Sanatlar Akademisi reformu yapıldıktan
hemen iki yıl sonra, bu girişimin ürünlerini sergilemek amacıyla bu sistem
oluşturulmuştur. 1936 reformundan sonra Cumhuriyet’ in ikinci kuşak sanatçıları devrin
Avrupa’ daki akımlarından aldıkları esinle, İstanbul ve Ankara’ da odaklaşan sanat
yaşamında, Turgut Zaim, Zeki Kocamemi, Cemal Tollu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Ali
Çelebi, Eşref Üren, Sabri Berkel, Hadi Bara, Zühtü Müridoğlu, Hüseyin Anka gibi
sanatçılar Batılı sanat üretimini arttırmış, kökleştirmiş, kendilerinden önceki kuşaktan daha
da etkili olmuşlardır. Devlet de bu sergilerde anlayış ayrımı gözetmeksizin, yenilikçi
yönelişlere teşvik vermiş, yansız bir hakem olarak yeni bir işlev üstlenerek kültürel
değişimi üstlendiği yorumunu zihinlerde güçlendirmiştir (Özsezgin, 1982).
1938 ve bunu izleyen 6 yıl süresince, resim sanatçılarının yurt gezilerine çıkarak,
bu gezilerden ülke gerçekleri ve pitoreskini yansıtan yapıtlar getirmelerini sağlayan bir
kültür programı geliştiren CHP, sanat ve fikir hayatına müdahale etmek suretiyle, kendi
prensipleri doğrultusunda milli sanat duyarlılığını oluşturmayı başarmıştır. Bu etkinlikler
sonucu üretilmiş yapıtlar da belirli dönemlerde “Yurt Sergisi” adıyla sergilenmiştir.
1944’ ten sonra yapılmayan yurt gezileri, CHP’ nin tek partili dönemde sanat alanında
aldığı en önemli karar olarak nitelendirilmiş, II. Dünya Savaşı yıllarında tırmanışa geçen
milliyetçi görüşün bir yansıması olarak değerlendirilmiştir (Tansuğ, 1999).
Yurt gezileri ile başlayan hareketlenmelerde, Türk sanatının kendi potansiyelini
yaratmak için yurt dışına açılımını bir yana bırakmak, kültürel açıdan halka
yabancılaşmayı önlemek amacı güdülmüştür. Sanatçılar bu dönemde resim adına, resmin
sorunlarına, doğaya ve sosyal yaşama ilişkin çeşitli kavramlar geliştirmişlerdir. Böylece
Anadolu’ yu, köy ve kasaba gerçeğini tanımak, sanatçıların gerek sanat gerekse yaşam
görüşlerini renklendiren belki de bir ölçüde geliştiren bir etki yaratmış olabilir. Fakat
Cumhuriyet sanatçılarının, ülke sorunlarıyla ilgilenmeleri amacıyla Anadolu’ ya
gönderilmeleri
sanatı,
İstanbul,
Ankara
dışındaki
yörelere
götürerek
sanatın
yaygınlaştırılması adına çok anlamlı olduğu söylenebilir (Erbay,2006).
Türkiye’ nin Batı’ ya açılan kapısı ve sanatsal oluşumların odaklandığı merkez
başından beri İstanbul olmuştur. Ancak, ilerleyen süreçte reformist hareketlere alternatif
yaratma çabasıyla, başkent Ankara da sanatsal etkinlik yönünden önem kazanmaya
başlamıştır. 1932’ de kurulan Gazi Eğitim Enstitüsü’ ne bağlı Resim–İş Bölümü,
başlangıçta resim öğretmeni yetiştirme amacı taşıdığı halde, zaman içinde sanatçı
kadrolaşmasının
yarattığı olağan
gelişmelerle,
Ankara’ da
sanatçı kuşaklarının
oluşmasında etkin bir kaynak olma işlevini de üstlenmiştir. Yüksek kültür kurumları olan
üniversitelerin kültürel alanda çağdaşlaşma zincirinin en önemli halkası olması dolayısıyla
hükümet üniversite reformu için incelemeler yaptırmak ihtiyacını hissetmiş, doyurucu ve
bilimsel gerçekler aramıştır. 1933 reformu ile, Darülfünun lağvedilmiş ve yerine İstanbul
Üniversitesi adı ile Milli Eğitim Bakanlığı’ na bağlı yeni bir üniversite kurulması karara
bağlanmıştır. Cumhuriyet yönetimi tam bir bilinç ve hoşgörü anlayışıyla Darülfünun
öğretim kadrosunu geniş ölçüde elemiş, genç elemanlar ve Alman profesör kadrosunu
çeşitli fakültelerde yetkilendirmiştir. Sonuçta, olumlu ya da olumsuz yönleriyle 1933
reformu üniversitenin gelişiminde önemli bir evre olmuştur. Batılı anlamda bir yapı çok
daha düzeyli bir eğitim standardıyla kültür devrimlerinin arasında en önemlilerinden birisi
olarak yerini almıştır (Katoğlu,2005).
1940’ lı yıllara doğru gelinirken, eğitim alanında yapılan yenileştirme
hareketlerinin bir uzantısı sayılabilecek olan, 1946 yılındaki Üniversiteler Kanunu,
üniversitelerin gelişimine demokratik ilkeler doğrultusunda yön vermiştir. Türk üniversite
tarihinde bir dönüm noktası olan bu kanunun en önemli sonucu ise Ankara
Üniversitesi’ nin kurulmasıdır. 1973’ de çıkarılan yasaya kadar en uzun süre yürürlükte
kalan üniversite kanunudur (Katoğlu,2005).
Türkiye’ deki sanatçı gruplaşmalarının, uzun sayılabilecek bir arayış dönemi
arkasından, farklı bakış açılarıyla gündemdeki yerini alması aynı döneme rastlamaktadır.
Birçok grup sergisiyle faaliyetlerini yürüten D Grubu karşısında, çoğunluğu Akademi’ yi
bitirmiş sanatçıların oluşturduğu yeni bir karşı – grup hareketi kendini göstermeye
başlamıştır. Yeniler Grubu ise böyle bir zamanda, yeni bir sosyal muhteva içererek, halkın
çehresini yansıtan bir ayna olma işleviyle ortaya çıkmıştır. Bu anlamda, ilk kez belli bir
görüş açısına sahip sanatçı topluluğu olarak dikkati çeker.
1945’ ten sonra Türkiye’ de yeni bir siyasal dönemine girilmesiyle birçok kültür
olayının kesildiği görülmüştür. II. Dünya Savaşı sonrasına da rastlayan bu dönemde
Türkiye, büyük ekonomik sorunlarla yüzleşmek zorunda kalmıştır. Fakat bütün ülkelerin
sanatlarını etkileyen ve köklü değişimler meydana getiren bu süreç, tahmin edildiğinin tam
aksine dünya ülkelerini sanat fuarları, festivaller, bienaller, gibi sanatsal faaliyetlerde bir
araya getirerek, toplum ve sanatçıların tanışma alanlarını büyütmüştür. Dünyada yaşanan
bu hareketliliğe Türk sanatı da dâhil olmuştur. Sanatçılar bir yandan Türkiye şartları içinde
var olma savaşı verirken, Batı sanatının bu büyük atılım ve gelişimine de kayıtsız
kalamamışlardır. Bunu yaparken de geleneksel ve milli karakterden ödün vermeden,
evrensel olanla birleştirmişlerdir.
Tüm bu gelişmeler, Türkiye’ deki yenileşme atılımları, birer toplumsal olgu olarak,
sanatta da oldukça etkili olmuş, hatta çoğu zaman sanattaki hamleler, toplum yaşamındaki
değişimleri aşmıştır. Özellikle 1950’ li yıllardan sonra, bu gelişmenin hızı daha kolaylıkla
izlenebilmektedir. Burada dikkati çeken nokta, her sanatçının kendi inanç ve düşünüş
biçimlerini, açık şekilde olmasa bile, içten içe egemen kılma yolundaki kararlı
tutumlarından ödün vermemiş olmasıdır. Grup hareketleri, daha çok toplumun sanatsal
olaylar karşısındaki duyarlılığına yeni bir hız kazandırmak amacına yönelik olmuş, bunun
ötesinde sanatçıları bağlayıcı veya kanalize edici bir işlev yüklenmemiştir. Gerek
1928’ deki Müstakiller grubu, gerekse 1933’ teki D Grubu, sanatçıları belli bir estetik
çevresinde birleştirici herhangi bir önleme gerek duymamıştır. Grupların sergilerine,
sanatçılar, özgür istençleri paralelinde yapıtlarıyla katkıda bulunmuşlar, katı kuralcılık
karşısında direnmenin yöntemi ve biçimi, her sanatçı için ayrı bir anlam kazanabilmiştir.
Üyelerinin bir bölümünün, grup dağıldıktan sonra 1950’ lerde başka gruplara katılmakta
bir sakınca görmemiş olmaları ya da doğrudan doğruya özgür çalışmayı seçmeleri, yenilik
hareketlerinin akımlara bağlı olmaktan çok, kişisel çıkışlardan kaynaklandığını gösterir.
Aynı ilke, biraz daha homojen bir grup izlenimi bırakan 1914 Kuşağı için de geçerli
olmuştur. O grupta, örneğin Nazmi Ziya’ yı Çallı’ dan, Hikmet Onat’ ı Avni Lifij’ den
ayıran anlatıma özgü öğeler oldukça belirgindir. “Peysaja çıkmak” dışında, eylemsel bir
beraberlik görülmemiştir. 1930 kuşağı ressamları da bu anlamda “müstakil” idiler. Avrupa
resminde izlenimcilerden ard-izlenimcilere, “Nabi” grubu ressamlarına uzanan özgür
estetiğin, Batı sanatına kazandırmış olduğu plastik değerler, bir süzgeçten geçmiş olarak
artık dönemin Türk resmine de parça parça karışmaya başlamıştır. Akademi’ deki reform
hareketleri, o tarihlerde “modern” olarak nitelenen yenilikçi eğilimlerin taraftarlarına da
seslerini yükseltme hakkı kazandırmış oluyorsa da, bu resmin benimsenmesi için 1950’ li
yılları beklemek gerekecektir.
1950’ li yılların ve bu döneme geçiş olarak
değerlendirebileceğimiz biraz daha önceki gelişmelerin, toplum yaşamımızda yeni görüş
ve beğenilere ortam hazırladığı bilinir. Çok partili düzene geçiş ve özellikle İkinci Dünya
Savaşı sonrasında Batı'yla yakınlaşma çabaları, köylerden kentlere göç ve gecekondulaşma
sürecinin ilk halkaları, sanayileşme alanında ilk adımlar, Türkiye’ de yeni bir dönemin
başladığının habercileridir. 1947’ de “D” Grubu’ nun dağılmasıyla ve onu izleyen yıllarda
“Liman Ressamları” grubunun yavaş yavaş ortamı boş bırakmasıyla, yukarıda değinilen
kişisel ve bağımsız çalışma eğilimleri biraz daha güç kazanmıştır (Özsezgin,1998).
1940’ lardan sonra Türk sanatında açık olarak izlenen çabalar özgünleşme,
yöreselleşme kavramları ile belirginlik kazanmıştır. Kimi estetikçi ve sanatçının, kimi
düşünürün üstünde durduğu sanatın ulusal niteliğe bürünme sorunu ise, yüzyılı aşkın bir
süredir Türk resmine egemen dış etkilerin öz kültürümüze dönüştürülmesi özleminden
doğar. 1950 yılı siyasal bakımdan olduğu gibi Türk kültüründe de farklı bir dönemin
başlangıcı olmuştur. Dilde ve kültürde genel bir yadsıma ve geriye dönüş başlamış, İslam
adına ulusalcılıktan uzaklaşılmıştır. Kültür konusunun çok partili dönemde, din ile birlikte
siyasal bir araç olarak kullanıldığını söylemek de mümkündür.
Yaşama geçirilen bütün planlamalar sonunda Cumhuriyet Türkiyesi yaratıcılık
alanında önemli mesafeler almıştır. Yani 20. yüzyıl Türkiyesi' nde: Evrensel düşünceler,
insanın ve toplumun sorunları-çatışmaları-duyguları Türk dili ile yazılabilmiştir, kadınlar
bu sürece katılmışlardır; Anadolu’ daki insan Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olmuş ve ilk
defa toplumun milli günü olmuş; milli bayram kavramı gelmiştir. Evrensel ölçülere uyan
eğitim kurumlarında çeşitli mesleklerde peş peşe yeni kuşaklar yetişmiştir; bu insanlar iyikötü bilimleri ve meslekleri geliştirmişlerdir; yüzlerce roman, edebi eser, şiir, düşünce
eserleri üretilmiştir; insanlık tarihinin başlıca düşünce, sanat ve edebiyat eserleri, Türk
dilinde ifade edilebilmiştir; şehirleri, binaları süsleyen anıtlar-heykeller yapılabilmiştir.
Çağdaş kaygıları içeren bir resim dünyası kısa zamanda gelişmiş, çeşitli zevklere seslenen
koleksiyonlar ve canlı bir piyasa meydana gelebilmiştir; yepyeni bir müzik dili olan çok
sesli müziğin evrensel ölçülere uygun eserleri bestelenebilmiştir. Yine Türk insanı için
yeni bir açılım olan dram sanatında dünya edebiyatının hemen hemen bütün baş eserleri
çeşitli yorumlarla ve Türkçe olarak sahnelenebilmiştir. Ayrıca yerli bir tiyatro edebiyatı
yaratılabilmiştir; çok sayıda eski uygarlık eseri bilimsel yöntemlerle araştırılıp bulunmuş,
bunlar sistemli düzenli sergilerle müzelerde toplanabilmiştir; oldukça canlı bir özel
yayıncılık piyasası oluşturulabilmiştir.
Sonuçta, ilk örneklerini XIX. Yüzyılın ikinci yarısında görmeye başladığımız
çağdaş Türk sanatı, 1850’ lerden itibaren gerek Osmanlı’ nın gerekse yeni kurulan Türkiye
Cumhuriyeti’ nin Batı’ ya dönük yaklaşımlarından kaynaklanan bir değişim süreci
yaşamıştır. Tüm bunların gerçekleştirilme sürecinde yaşanan ve konunun ilerleyen
bölümlerinde de bahse konu olacak olaylar, toplumun sosyal ve kültürel alanda değişimine
neden olmuş, çağdaş Türk sanatı 1950’ lere doğru giderek Batı’ ya daha da yaklaşmaya
başlamıştır. Bunun doğal bir sonucu olarak, başlangıçta sanatçılar tarafından ele alınmayan
ya da çekinilen birçok konu ve anlayış toplumun değişim süreciyle birlikte ilgi odağı
haline gelmiş ve yoğun bir biçimde işlenmiştir.
3. 3. 1950 Öncesi Figüratif Resmin Kültürel Değişim İle İlintisi
İki yüz yıla yaklaşan bir geçmişi ardında bırakan Batı anlayışına dönük Türk resmi
kuşkusuz Osmanlının son dönemlerinde Batı ile yaşadığı yakın temasın sonucunda ortaya
çıkmıştır. Batı ile kültürel temasa geçilmeden önce felsefesini İslam dininden alıp gelişen
ve özgünleşen Türk resminin Batı anlayışına dönüşüm macerası ise düşünüldüğü kadar
kolay olmamıştır. Özellikle İslam düşüncesi içerisinde yaşam felsefesini belirleyen Türk
toplumunun yaklaşık bin yıllık bir sanata karşın tutuculuğunu birden bire bırakıp hiç de
tanıdık olmadığı yeni bir anlayışı kabullenme sürecinde yaşanan sancılar, halen
günümüzde dahi etkisini göstermektedir. Kuran-ı Kerim’de hiçbir yasaklayıcı bilgiye
rastlanmazken, resim sanatına karşın Türk toplumunda gösterilen çekimser tutum
karşısında, batılı anlamda figürün ele alınıp işlenmesi süreci ise daha da sancılı olmuştur.
Türk resminde ilk yağlıboya örneklerinin görülmeye başlandığı 19. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren, figürün görülmeye başladığı 20. yüz yılın başlarına kadar geçen
sürecin, yaklaşık 50 yıl gibi bir zaman dilimini kapsadığı düşünüldüğü zaman, bu sancılar
daha da iyi anlaşılacaktır.
18. yüzyıl ortalarından sonra konak, köşk, saray gibi görkemli mimari yapıların
duvarlarında yer alan ve çoğu manzara temalarından oluşan resimler arasında, bazı
alegoriler ve az sayıda natürmortlarla figürlere rastlanmıştır (Renda, 1977). Avrupa
tarzında yaşamanın, oturulan yapıların duvarlarında resim, bahçelerinde insan figürü henüz
olmasa bile, hayvan heykellerinin bulunmasını zorunlu kılan yeni bir görsel zevk
oluşumuna yol açtığı kesindir. Böyle bir zevk ortamında, İstanbul’ un aristokrat kesimi,
sarayın yön verdiği bu yeni kültürleşmeyi benimsemeye koyulmuştur. Fakat yapılardan
eski hat levhaları ve diğer geleneksel dekoratif zevklere hitabeden örneklerin çıkarıldığı
sanılmamalıdır.
Başlangıçta çekingen bir yaklaşımla kimi manzaralar içerisinde küçük bir detay
halinde ele alınan figür, yaşanan kültürel değişim neticesinde yavaş yavaş resmin konusu
içerisine girmiş zamanla da çok farklı yaklaşımlarla Türk sanatçılar tarafından
yorumlanmıştır. Bununla birlikte, 19. Yüzyıl İstanbul pitoreskinin en anlamlı yanı olan,
ahşap ya da taş mimari tasarımlarla doğal çevre arasında kurulabilen tamamlayıcı ilişki ise
önemli bir ayrıntıdır. Sanatçılar, fotoğrafın getirdiği objektif kompozisyon zorunluluğu
içinde pitoreskin bu organik anlamını kavrayan ve güçlendiren bir müdahaleyi de
katmışlardır. Zaten, onları basit fotoğraf kopyacılarından ayıran ve yorum ustalığında
temellendiren dayanaklardan biri de budur.
Ayrıca, insan figürü olmayan bir fotoğrafı yorumlayan sanatçının, kendiliğinden
birkaç figür serpiştirdiği sanılır; fakat fotoğrafın figürleri kapsayan aslı görüldüğü zaman,
insan figürünün basitçe ve naif bir duyuşla resmedilmiş olduğu fark edilir. Manzara
ressamlığı, figür karşısında gösterilen çekingenlik için bir tema ortamı oluşturma
özelliğini bu alanda karşımıza koymuştur. Yüzlerce figür kapsayan bir fotoğrafın, ressam
tarafından ıssız bir manzara olarak yorumlanması da başka bir örnek olarak karşımıza
çıkar (R.1-2), (Tansuğ, 1999).
R.1.Darüşşafakalı Hüseyin, Cihannüma Kasrı
R.2. Bedri Kulları, Alman Çeşmesi
Osmanlı, Batı’ daki teknolojik gelişmenin temellendiği bazı kaynakları
değerlendirmenin yolunu, önce modern askeri okullar kurup, bunların eğitim standartlarını
yenilemekte bulmuştur. Askeri okullardan figür ressamı yetişmediği, müfredatın bunu
öngörmediği, ancak Avrupa’ ya eğitime gönderilenlerin ister istemez figür alanında da
çalıştıkları görülmüştür. Üçüncü asker kuşağına mensup 8 yıllık bir Avrupa deneyimi
yaşamış olan Halil Paşa ile figür ressamlığında hayli yol alan fakat hiç Avrupa deneyimi
yaşamamış Hoca Ali Rıza’ nın figür resmine ağırlık vermemesi dikkat çekmiştir (R.3).
Hoca Ali Rıza resimlerinde bir ya da iki figüre yer verse de, genelde figürü dışlayan resim
sentezleri ile Halil Paşa’ ya kıyasla İslami duyuş tarzına daha yakın olduğu görülür. Zaten
figürü dışlama, figürden kaçınma gibi eğilimlerin, primitif olarak da bilinen Türk fotoyorumcu ressamların çıkış yeri olan Darüşşafaka okulunda da egemen olduğu sayısız
örnekten de anlaşılmaktadır (Tansuğ,1999).
R.3. Hoca Ali Rıza, Aşı Boyalı Ev ve Yelkenli
Önceleri saray ve saray çevresinde kabul gören değişimin zamanla Türk
toplumunun geneline yayılması, toplumun sosyal hayatında yapılmaya çalışılan
değişimlerin Cumhuriyetin ilanıyla birlikte daha da hızlanması, 1950’ ler den sonra
yaşanan gelişmelerinse artık olmazsa olmaz durumunu ortaya koyması sonucunda, Türk
toplumunun çoğunluğunun hem Batı anlayışında bir resme, hem de figüre karşı daha ılımlı
bir tutum sergilemesine neden olmuştur. Sanat eğitimi de, bu dönemde, Batılılaşmanın
teknolojik boyutu ile ilişkili olarak başlamıştır. Yeni açılan askeri okulların ve
Darüşşafaka' nın müfredatlarında, tamamen estetik dışı bir amaca yönelik olarak resim
dersleri yer almıştır. Önce Mühendishane-i Bahri-i Hümayun’ un gemi inşaiye sınıfında,
ardından Mühendishane-i Berri-i Hümayun’ da ve Harbiye Mektebi’ nde verilen fenn-i
menazır (perspektif) dersleriyle yetişen öğrenciler tuval resminin öncüleri olmuşlardır.
Daha sonra kurulan sanayi ve mülkiye mektepleri, idadiler ve Darüşşafaka Lisesi gibi
kurumlarda okutulan dersler de yine askeri okullardaki gibi teknik amaca hizmet etmiştir.
Bütün bu gelişmeler, yukarıda açıklanan değişimin ilk ayağını oluşturmuş, Türk
Fotoyorumcuları ve Primitifler olarak adlandırılan Batılı anlamda resim yapan sanatçıların
ortaya çıkmalarına neden olmuştur. Ferik İbrahim Paşa, Hüsnü Yusuf, Halil Paşa, Hoca
Ali Rıza, Selahattin, Ahmet Ziya Akbulut, Üsküdarlı Cevat, Şeker Ahmet Paşa, Süleyman
Seyyid, Hüseyin Zekai Paşa, Halil Paşa gibi, askeri okul çıkışlı olsun ya da olmasın, her
birinde, çekingen ve saygılı tutum, bir ölçüde dünyaya aynı saf yürek bakış ve ayrıntılı
işçilik gibi ortak nitelikler bulunmaktadır. Fakat Osman Hamdi, Şeker Ahmet Paşa ve
Süleyman Seyyid, bu gruba göre daha farklı üslupta sanatlarını ifade ettikleri için
diğerlerinden farklı değerlendirilirler (Elmas, 2000).
Sanayileşen Batı’ nın Doğu’ yu sömürgeleştirmesinin “Resim Sanatı” na
yansıması olan “Oryantalizm” akımının son yıllarında 1860-1869 döneminde, Paris’ te
Gerome’ un öğrencisi olan Osman Hamdi’ nin Türkiye’ ye döndükten sonra
gerçekleştirdiği yapıtlarında Doğu ile Batı’ nın, inanç ile aşkın, yaşam ile ölümün
ikileminin izleri sürülmektedir. Çağdaşları, tuval üstünde figür denemelerini çekingen bir
tavırla uygularken, Osman Hamdi anıtsal boyda figürleriyle Türk resmine damgasını
vurmuştur. Eserlerinde, tarihi mekanlar içine ustalıkla yerleştirdiği insan figürleri ve doğu
dekor ayrıntılarına gösterdiği ince işçilik ile, primitif bir anlatımı olmadığını kanıtlar.
Doğu’nun renkli, egzotik ve dekoratif unsurlarını kullanarak albenili atmosferler yaratan
Osman Hamdi, değişim sancıları yaşayan 19. yüzyıl sonu Osmanlı toplumunun önündeki
sorunları, ikilemleri ve kişisel yaşam felsefesini yansıtan kendine özgü simgesel bir dil
oluşturduğunun, geliştirdiğinin kanıtları olan konulara da yer vermiştir.
Osmanlı toplum yapısında, kapalı büyük ailelerde çok farklı konumda çok sayıda
kadının olduğu bilinmektedir: (eşler, çocuklar, yakın akrabalar, evlatlıklar, dadılar, vb...)
Aşağıdaki örnek resimde de (R.4) kadınlar konu alınmış, soldaki büyük yeşil tentenin
altındaki satıcılar, ön plandaki dizili kadınlarla, resimsel bir öğe oluştururken, Osmanlı
toplumunun halk kesimlerinin simgesi olarak ikili bir rol yüklenmişlerdir. Dokuz kadının
hepsi, göz ucuyla da olsa, izleyicinin bilincindedirler ve ona doğru bakmaktadırlar. Hepsi
birbirinden farklı pozlar almışlardır; burada ressamın gözü ve fotoğraf makinesi ile
saptadığı (veya başkalarının saptadığı) gözlemlerinden yararlandığını, ancak kendisine
bakıldığının farkına varan bir kadının kendine özgü hareketlenmelerinin -jestlerininçeşitliliğini belgelediğini söyleyebiliriz.
R.4. Osman Hamdi, Gezintide Kadınlar
Osman Hamdi ile aynı dönemde olmasına karşın Süleyman Seyyid’ in ilgisi daha
çok natürmorta yönelik olmuştur. Ancak özgün bir figür araştırmasından uzak olmadığı da
söylenebilir. Gerek natürmortlarında gerekse manzaralarında düzenli, dengeli ve hesaplı
fırça işçiliğiyle tipik bir natürmort ressamı olduğunu kanıtlamıştır. Buna karşın, figürlerin
ele alınışı ürkekçedir. Diğer resim öğeleriyle bağdaşmayan özellikler içerir. Doğa parçası
daha ustaca ele alınmasına karşın figürler basit ve küçüktür (R.5) (Elmas, 2000).
R.5. Süleyman Seyyid, İhtiyar Adam
Şeker Ahmet Paşa ise şemacı bir ayrıntıcılıkla ele aldığı natürmort temasına
yaklaşımını, Süleyman Seyyid’ in şema duygusundan çok, resimsel bir plastik olgu olarak
betimlemeye çalıştığı yönünde değerlendirmek mümkündür. Bundan çıkan sonuç, farklı
yaklaşımların, üslup alanında kişisel belirtilerin öne çıkmasında bir kanıt teşkil etmekte
olduğudur. Aşağıdaki örneklerde paleti ve fırçasıyla Batı resim tekniğine sahip çıkmanın
bir simgesi olan Şeker Ahmet’ in kendi portresi ve naif görünüşlü asker istifleri şeklinde
resmedilmiş askerlerin yer aldığı eserleri, figür alanında yapılmış anlamlı başyapıt
niteliğini yıllardır korumuştur (R.7).
R.6. Şeker Ahmet Paşa, Talim Yapan Erler
R.7. Şeker Ahmet Paşa, Otoportre
Türk resmine figürün girişi bireysel düzeyde Osman Hamdi Bey ve genel olarak da
Çallı kuşağı ressamları ile başlamıştır. Gerçi Şeker Ahmet Paşa ve Süleyman Seyit ile
diğer bazılarının resimlerinde de kimi zaman figüre rastlandığını belirtmiştik. Fakat
yukarıda da değinildiği üzere, bu resimlerde figür ya çok küçük bir yer tutmuş ya da
Süleyman Seyit gibi acemice ele alındığı için, yeteri kadar vurgusal kılınamamıştır. Yani
insan figürü, Türk sanatçısının yağlıboya resim sanatıyla tanışmasından yaklaşık olarak
elli yıl kadar sonra ele alınabilmiştir. Bu da başlı başına bir kilometre taşıdır. Çünkü
yüzyıllardan beri gayrı resmi bir şekilde sürdürülen bir suret yasağının ardından öyle
birden bire figüre geçmek o dönem ve koşulları içinde üstesinden kolayca gelinecek bir
şey değildir. Çünkü resim derslerinde kopya etsinler diye Darüşşafakalı öğrencilere
dağıtılan Abdullah Biraderler’ in Yıldız Sarayı bahçeleri ve çevresini konu alan
fotoğraflarından yapılan resimlerde, bu fotoğraflarda tesadüfen yer alan figürler özenle
ayıklanmıştır. Örneğin, Türkiye’ de ilk kez İstanbul’ da açılan resim sergilerine ancak
çıplak figürün yer almaması koşulu ile izin verilmiştir. Bu açıdan bakıldığında, Çallı
kuşağı ressamlarının figürü (ve de çıplağı) ele almaları, bir hayli önemli ve anlamlı
sayılması gereken bir gelişmedir (İskender, 1994).
1880 ve 1881 yıllarında azınlıklar tarafından kurulmuş olan “Elifba Kulüp”
sergileri, dönemin kamuoyunu etkilemesi bakımından önem taşımaktadır. “Elifba Kulüp” ü
çağdaş Türk resminin henüz başlangıcında karşımıza çıkan ilk gruplaşma eğiliminin
öncüsü olarak kabul etmek gerekir. Kulüp’ ün 1881 yılındaki sergisinin halktan çok fazla
rağbet görmesi, henüz Batılılaşma eşiğinde saray dışında da hareketlenmenin başladığının
göstergesi olmuştur (Elmas,2006). Sonraki süreçte, Sanayi-i Nefise’ nin eğitime başladığı
1883 tarihinden sonra, üretilen yapıtların ödüllü ve ödülsüz sergilenme faaliyetleri
başlamıştır. Türk sanatı açısından çok büyük önemi olan bu sergiler, 1890’ a kadar devam
etmiştir. 1900’lerde yer alan çok önemli olaylar arasında ise Şeker Ahmet Paşa’ nın, 1900
yılında Pera Palas’ ta açtığı kişisel sergi ve “İstanbul Salonu” adlı sergiler olmuştur. Daha
da önemlisi, sergiler vesilesiyle, İstanbul’ da, Paris Louvre gibi çağdaş sanatçıları kapsayan
bir resim ve heykel müzesinin kurulması fikri doğmuştur. Fakat dönemin hükümet
yetkililerince, sergilerde çıplak kadın tablolarına yer verilmemesi emredilmiştir.
Oryantalizme rağmen bu modaya rağbet etmeyenler ise, doğa ile atölye arasında oluşan
etkinliklerin ürünleriyle Türk resminin geleceğine ışık tutan yeni bir gelecek hazırlamaya
çabalamışlardır ( Tansuğ, 1999 ).
Sınırlı koşullar altında çalışan ressamların dönemleri içinde en büyük sorunları,
hazır bir sanat ortamının bulunmayışı olmuştur. Buna karşılık, çağdaş Türk resim sanatını
topluma tanıtmayı hedefleyen etkinlikler olan “Galatasaray Sergileri”ni organize etmişler,
Türk resminin ilk grubu olan “Osmanlı Ressamlar Cemiyeti” ni (1908) kurarak, Çağdaş
Türk resminin değişim sürecini etkilemişlerdir. Türk resim sanatının kurumlaşma ve
çağdaşlaşma çabalarının başlangıç noktası sayılabilecek Osmanlı Ressamlar Cemiyeti 1921
yılında “Türk Ressamlar Cemiyeti” adını almıştır. Daha Sonra, 1926’da “Türk Sanayi-i
Nefise Birliği”, son ve kalıcı ad değişikliği ise aynı yıl içinde gerçekleşerek “Güzel
Sanatlar Birliği” olarak cemiyeti günümüze kadar taşıyan son isim kabul edilmiştir.
Sarayın teşvikiyle kurulan cemiyet yine sarayın desteğiyle 20 Ocak 1911 yılında “Osmanlı
Ressamlar Cemiyeti Mecmuası” adı altında bir de dergi çıkarmıştır. Dört yıl boyunca yayın
hayatına devam ederek onsekiz sayı çıkan dergi, etkinlikleriyle halkta kuramsal olarak bir
sanat alt kültürü oluşmasına da vesile olmuştur. Dergide, plastik sanatların her dalında
yapıtlara ve sanatçılara yer verilmiş, bazen üslupları ve yaşamları anlatılmıştır. Cemiyetin
bir bakıma sözcülüğünü de yapan dergi, üyelerin aldıkları kararları ve uygulamaları
topluma aktarmıştır. Gazetenin yazarları arasında yer alan Sami Yetik, makalelerinde,
Louvre
Müzesi’ndeki
koleksiyonlardan,
Sanayi-i
Nefise
Mektebi’nin
eğitim
programlarına, Osman Hamdi’den Hasan Rıza’nın resimlerine, çok çeşitli konulara ağırlık
vererek, güzel sanatları halka indirmeyi, sanatla insanları kaynaştırmayı ve etkinliklerden
haberdar etmeyi hedef edinmiştir. Plastik sanatların önemi üzerinde ilk kez 19. yüzyıl
başlarında
durulması,
cemiyetin
değişim
çabasının
birer
göstergesi
olmuştur
(Elmas,2006).
II. Meşrutiyet’ in ilanını hazırlayan siyasal, sosyal ve kültürel hareketliliğin
dorukta olduğu bir ortamda yetişen Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin genç üyeleri, İbrahim
Çallı ve arkadaşları daha Avrupa’ ya gitmeden Osman Hamdi dönemi veya
Hoca Ali Rıza - Halil Paşa ekolünden çok farklı bir kültürel oluşum içine girmişlerdir.
Batılılaşma sürecinin ikinci eşiği olan II. Meşrutiyet’in ilanından sonraki iki yılda
sanatçılar, çoğunluğu Paris olmak üzere eğitim için Avrupa’ ya gitmişler, akademik bir
çizgide yer alan, Fernand Cormon, Jean-Paul Laurens ve Albert Laurens’ in atölyelerinde
çalışmışlardır. Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1914 yılında yurda dönmeleriyle, yeni
bir sanat hamlesine topluca girişme gereğini duyan sanatçılar, yok denecek kadar sönük
kalmış kültür hayatını, toplanmak, sergiler açmak suretiyle canlandırma çabalarına
girişmişlerdir (Elmas,2006).
1914 yılından başlayarak, Doğu izlenimlerinde kesinti başlamış, ekol, eğilim
bakımından etiketleme, sınıflandırma güçlüğüne karşın bu dönem ressamlarına yakıştırılan
“Empresyonist” terimi yerinde olmamakla beraber, yine de onlara borçlu olunan yeni
aşama belirmiştir. İbrahim Çallı, Hikmet Onat, Namık İsmail, Nazmi Ziya, Avni Lifij,
Feyhaman Duran önceki dönem sanatçılarından, figür, portre, çıplak figür, romantik,
duygusal konular, güneş ışınları altındaki İstanbul’ un renkli, berrak, şeffaf görüntüleri
konu olarak almaları dolayısıyla, kesinlikle ayrılmışlardır. Empresyonist teriminin
yakıştırılmama sebebi ise, sergilerinde, empresyonist tekniğin artık yaygınlaşmış, bir
bakıma akademikleşmiş örneklerini göstermeleridir (Berk, 1973). Birçoğu Sanay-i Nefise
çıkışlı olan ressamların sergilerini Osmanlı Ressamlar Cemiyeti organize etmiş, yeni bir
resim anlayışı getiren bu gençleri çevreye tanıtmışlardır. Yurda dönüşlerinden sonra,
Sanay-i Nefise ve İnas Sanay-i Nefise Mektebi’ nde görev almaları ise, bu kurumun
başlangıç noktası ve felsefesini değiştirmiştir.
Figürün, giysili ya da çıplak modelden yararlanmak suretiyle Batı’ daki resim
atölyelerinin eğitim standartlarına uygun yaklaşımlarla ele alınması, Sanay-i Nefise
okulunun kurulması ile başlamış ve yaygınlaşarak günümüzde de sürmeye devam etmiştir.
Sonraları insan tasviri ve suret konusunda farklı ve özgün yaklaşımları olan bir İslam
ülkesinde bazı tereddütlerin az çok aşılması suretiyle gövde ve çehreye ağırlık verilmesi,
giderek fotoğrafın da yaygınlaştığı bir süreç kapsamında gerçekleşebilmiştir. Sanay-i
Nefise çevresinde giysili ya da yarı çıplak erkek modelden yapılan atölye çalışmalarının
yanı sıra, fotoğraf çekimlerinin karelere bölünüp büyütülmesi suretiyle başka yöntemler de
kullanılmıştır. Yöntemlerin yanı sıra, atölyelerin duyarlılık atmosferini yansıtan diğer figür
çalışmaları ise dönem ressamlarına hiç çekici gelmemeye başlamıştır. Doğa görünümleri
ve ışık gözlemleri yavaş yavaş özel bir önem kazanmış, atölye ortamının ağır ve kasvetli
etkisinin yenilenip tazelenmesi yolunda istekler uyanmıştır (Tansuğ, 1999).
Osmanlı kadınının resme olan ilgisi, bireysel yaklaşımlara ve sanatsal
gereksinimlere dayanmakla beraber, toplumsal uyanış zincirinin bir halkasından ibaret
olmuştur. Ayrıca resim sanatı ve kadın kimliği Batılılaşma etkisi altında devrimcilik ve
muhafazakârlık arasındaki salınımlardan etkilenmiştir. Bir yanıyla özgürleşen bir yanıyla
hala erkeğin hizmetinde kalan kadının çelişkileri resim alanına da yansımıştır.
Yüzyıllarca, kapalı kapıların ve kıyafetlerin ardından süratli bir biçimde kurtulmaya
çalışan kadınlarla, yüzyılların minyatür sanatından sıyrılarak Batı’ nın yağlıboya resim
tekniğini kavramaya çalışan Türk ressamları aynı yazgıyı paylaşmaktadır. Bu toplumsal
uyanış zincirinde İbrahim Çallı ve Namık İsmail, Meşrutiyet ve Cumhuriyet kadınının
yaşamındaki çelişkileri, varolma mücadelesini, çağdaş uyumluluk ile geleneksel değerler
arasındaki denge arayışını yansıtan resimlerini, izlenimciliklerine bağlı olarak, figüratif
resmin olanaklarından faydalanarak ortaya koymuşlardır. Kadının yaşamsal çekiciliğini
sanatsal verilerle bezeyen İbrahim Çallı ve Namık İsmail, figürün yeterince yaygın
olmadığı bir dönemde nü'leri ele alarak, hareketi, ışığı, kadın bedeninin uyumlu
çizgilerini, kadının oransal değerlerini, yoğun boya hamurunu, geniş renk lekelerini ve
serbest fırça vuruşlarını soyutlayıcı bir tavırla yansıtmışlardır. Nü' ler daha çok uzanıp
yatmış bir şekilde gösterilirken, soyunurken ya da giyinirken, sandalyede ya da kanepede
otururken de gösterilmiştir (R.8-9) (W.7- www.sanalmuze.org).
R. 8. Namık İsmail, Çıplak
R.9. İbrahim Çallı, Yatan Çıplak
Daha önce de belirtildiği üzere Tanzimat ve devamındaki Meşrutiyetle birlikte
batılılaşma yaşanırken, Türk resim sanatının tarihsel süreci içinde kadın portreleri ve
“nü” ler, kadın temasında yepyeni bir hava yaratan, onu geliştiren ve güçlendiren, İbrahim
Çallı önderliğindeki 1914 Kuşağı ile olmuştur. Bu kuşağın içinde, Çallı’ yı izleyen Namık
İsmail, Türk resim sanatında kadın temasını bir basamak daha yükseltmiştir. Çallı Kuşağı
ve arkasından gelen süreçte, resim sanatının en gözde konularından olan nü'ler, İbrahim
Çallı ve Namık İsmail ile birlikte Türk Plastik Sanatlar Tarihi'nde ayrıcalıklı bir yere sahip
olmuşlardır. “Uzanan Çıplak”, Türk resminde bir basamak olmuşsa da daha çok etüt
amaçlı yapılmıştır. Yani Batı’ da olduğu gibi köklü bir geleneğe ve değişime sahip
olmamıştır. Aynı kuşaktan Ruhi Arel de eşini model olarak kullanmış ve uzun yıllar kapalı
tutulan çıplak figürü resimlerinde kullanmıştır (Sarıdikmen, 2006).
Dönemin diğer sanatçılarında olduğu gibi toplumsal konuları da ihmal etmeyen
İbrahim Çallı ve Namık İsmail, Anadolu kadınını işlerken onu temsili olarak
göstermişlerdir. Çallı, “Hatay’ ın Anavatana Hasreti” adlı çalışmasında kadın temasını
işlerken, ön planda yer alan, oturmuş dağlara bakan genç kızın ifadesine, Hatay’ ın
anavatana olan hasretini yüklemiştir. Hatay’ ı temsil eden genç kız, kentli kadınlardan
farklı olarak Anadolu kadını tipinde, folklorik özellikleriyle karşımıza çıkmaktadır (R.10).
Kentli kadını, sigarasını içerken, şapkalı, şemsiyeli olarak işlenirken (R.11); burada,
toprağa oturmuş, farklı çelişkiler ve beklentiler içinde, yerel kıyafetli Anadolu kadınını
işlenmiştir. İbrahim Çallı ve Namık İsmail Batılılaşmayı arkalarına alarak resme hem
teknik hem de konu açısından yenilikler getirmişlerdir. Türk resmi içinde ilk olan bu
yaklaşımların kadının çağdaş yaşama ilk adımının biraz ürkek başlaması, tarihsellik içinde
değerlendirildiğinde son derece normaldir.
R.10. İbrahim Çallı, Hatay’ ın Anavatana Hasreti
R.11. İbrahim Çallı, Balkonda Oturan Hanımlar
1914 kuşağı etkinlikleri uzun süre, Galatasaraylılar Yurdu ve Lisesi’ nin
bünyesinde gerçekleştirilmiştir. Yılda bir kere yaz aylarında düzenlenen sergiler, resim
sergisi görmeye alışmamış şehir halkı ve özellikle aydınları için sabırsızlıkla beklenen bir
kültür olayı olmuştur. Daha önceleri Türk, yabancı ve Levanten sanatçıların, belirsiz
aralıklarla açılan sergilerine kıyasla Galatasaray sergileri ilk olarak kalite bakımından
birbirine eş yapıtlar sunmakla kalmamış, eski ressamların görüş ve tekniğine bir bakıma
son veren yeni, atılgan bir eğilim de göstermişlerdir. Böylece 1908’ de kurulmuş olan
Osmanlı Ressamlar Cemiyeti hareketi gelişmiş Türk resmine yeni bir yön verilmiştir.
Galatasaray sergileri, ön planda olan önemli isimleri bir araya toplamakla kalmamış, bazı
gençleri de tanıtmıştır (Berk; Turani, 1981).
Galatasaray sergilerinde yer alan sanatçılar, Şevket Dağ, Sami Yetik, M. Ali Laga,
Vecih Bereketoğlu, Mihri Müşfik, Ömer Adil ve İsmail Hakkı olmuştur. Bu sergi
etkinliklerinde peyzaj ilgisinin yoğunluğundan bahsedilse de, İbrahim Çallı, Ruhi Arel,
Namık İsmail, Feyhaman Duran, Avni Lifij gibi sanatçılar, figür kompozisyonları, portre
gibi temalarda ısrar etmişlerdir. Türk resim sanatı yenilenip çağdaş bir görünüm kazanma
yoluna girdikçe, sanatçılar da “çıplak” sorununa ilişkin yeni çözümler arama
zorunluluğuyla karşı karşıya kalmışlardır. Aynı zamanda, çıplak sorunu Türk sanatçısının
çağdaş biçim özgürlüğüne açılımını da simgelemektedir. Genel olarak figür ve portre
sorununun genel eğilim çerçevesi konusu da, Türk resim sanatında figüratif eğilimler ve
özellikle portre sorunlarının, geleneksel sanat ve kültürdeki değişim olgusunun gerilimi
içinde ele alınmasıyla dile getirilebilir. 1840’ lardan sonra fotoğrafın da yaygınlaşmış
olması, figür ve portre sorunu karşısında uyanıklığını sürekli korumuş olan geleneksel
eğilimler üzerinde kışkırtıcı bir rol oynamıştır. Bu bakımdan, geleneklerinde figür ve
portre şemalarının bir nakış duyarlılığıyla ele alındığı Türk sanatçıları, teknolojik kültür
aşamasının ortak bir aracını kullanarak, figür ve portre yeteneklerini güçlendirmede, Batılı
sanatçılardan çok daha şanslı olmuşlardır. Dönemin sanatçıları arasında geniş ölçüde
portre ressamlığına yönelmiş olan sanatçılardan en önemlisi olan Feyhaman Duran, öte
yandan, kızların henüz Sanay-i Nefise Mektebi Âlisi’ ne kabul edilmedikleri bir dönemde,
ilgili resmi makamlara başvurarak, İnas Sanay-i Nefise Mektebi’ nin açılmasına önayak
olan ve müdüreliğine atanan Mihri Müşfik, sağlam deseni olan portre ressamlarıdır.
Müşfik, ilk kez atölyelere çıplak kadın model getiren sanatçı, çıplak erkek model
sorununu ise Arkeoloji Müzesi’ ndeki torsoları kullanarak çözmeye çalışmış girişken bir
sima olmuştur (Tansuğ, 1999).
R.12. F.Duran, Ruhi Arel
R.13. F.Duran, Atatürk
R.14.Mihri Müşfik, Otoportre
1914 kuşağı sanatçıları, 1916’ dan itibaren her yılın Ağustos ayında Galatasaray
Lisesi’ nde sergiler düzenlemeye başlamıştır. Galatasaray sergilerinde peyzaj ilgisinin hala
devam ettiği söylenebilir. Ancak İbrahim Çallı, Ruhi Arel, Namık İsmail, Avni Lifij gibi
isimler, figür kompozisyonlarında ısrar etmişlerdir. Figür, dolayısıyla da çıplak sorununun
çözümlenmesi açısından bu isimler Türk kültür yenilenmesi ve değişimi içinde önemli bir
yere sahip olmuştur. Bunun yanı sıra, Galatasaray Sergileri’ nin 1951 yılına kadar, otuz beş
yıl boyunca düzenli bir şekilde açılmış olması, Türk sanatında yerine getirilmesi gereken
önemli kültür hamleleri olarak değerlendirilmiştir (Tansuğ, 1999).
Sanatın toplumsal yapılara bağlı gelişmesiyle, sanatçının yaratımını politik,
ekonomik, kültürel şartlara uyumlu bir tavırla gerçekleştirmesi özdeştir. Bu arada tarihî
sürecin hiçbir döneminde varlığı inkâr edilemez olan savaşlar, tüm ulusların sanatında yer
almış genel bir konu olduğu kadar, tüm sanatçılarca aynı duyguların yorumlandığı ortak bir
dili barındırır. Kurtuluş Savaşları, inançlar uğruna yapılan savaşlar, ideolojik savaşlar,
topyekûn savaşlar gibi en eski olgulardan biri olarak, toplumların içine düştükleri
çıkmazlar için yapılmışlardır. Bu savaşlar, her dönemde sanatçılara esin kaynağı olmuştur;
savaş acısı, hüznü, yıpratıcılığı, zorluğu, onların sanatları için adeta birer belletendir.
Dolayısıyla Kurtuluş Savaşı ortamı, ressamlarımızı aynı duygularla sarıp, onların bu
konunun dışında kalmasına izin vermeyen bir bütün sergilemiştir. Yapılan resimler,
toplumun dramını acıyı hissettirirken; bazıları ise yaşayan vahşeti gözler önüne sermekten
geri kalmamıştır. Savaş resimlerinde belirgin olarak izlenen halkları coşturan yaklaşım,
genellikle bağımsızlık uğruna yapılan savaşlara aittir. Bunu “Kurtuluş Savaşı” teması için
de söylemek mümkündür. Özellikle insan figürünün çokça kullanıldığı hareketli
kompozisyonlarda, sanatçılar son derece başarılı olmuşlardır. Çünkü onlar, Osmanlı
İmparatorluğu'nun son yıllarında yaşanan kuşkulu düzenden ve kötü gidişattan
haberdardırlar: Bu düzen onların kurtuluşa karşı duyarlılıklarını arttırmıştır. Bu resimlerde
hem tutkulu, hem de araştırmacı bir tavır yakalanmalıdır. Amaç, savaş hüznünü,
yıkıcılığını yansıtmanın yanında, ulusallık ruhunu güçlendirmek, savaşın nasıl zor şartlarda
kazanıldığını belgelemektedir (Bulut, 2004).
Kurtuluş Savaşı resimleri, Çanakkale Boğazı savunmasında gösterilen başarının
yankıları ile daha da özendirici bir hal almıştır. Zaten, savaş yaşanan toplumsal olay olarak,
ister istemez resimlere yansıyacaktır. Bu konuda, özellikle Şişli Atölyesi Türk resim tarihi
içinde anılması gereken önemli bir etkinlik olarak gündeme gelmiştir. I. Dünya Savaşı
sırasında, İstanbul’ un Şişli semtinde savaş resimleri yaptırılmak üzere kurulan bu
atölyede, 1914 kuşağı ressamları konusu, savaş sahneleri ve askerler olan irili ufaklı
resimler yapmışlardır. Atölyede yapılan çalışmalara katılan ressamlar, savaş sahnelerini ya
hamasi bir destan havası içinde göstermiş, ya da büyük bir hareket dinamizmi içinde ortaya
koymuştur. Figüratif anlatımın ön plana çıktığı anlatımlar, izleyicide savaş temasına ilişkin
gerçekçi izler bırakmıştır. Şişli atölyesiyle, öteden beri asker, ordu ve zafer temalarına
gösterilen ilgi yeniden canlanmıştır. Şişli Atölyesi resimlerinin gerçekleştirilmesinde
izlenen yol gerçekten figüratif resmin Türk resim sanatındaki önemli evrelerinden birini
oluşturmuştur. Ayrıca Cumhuriyet döneminde Yurt Gezilerine yollanan sanatçıların da
yaşadığı gibi, ortaya çıkan belirsizlikten söz edilebilir. Bu, uzun yıllar Paris’ te eğitim
almış ve izlenimci tekniği geliştirmiş sanatçıların, kendilerine ısmarlanan büyük boyutlu
figürlü kompozisyonlar karşısında izleyecekleri yolun akademik mi yoksa izlenimci mi
olması gerektiği ikileminden kaynaklanmıştır. Fakat sonunda izlenimci anlayışta eserler
ortaya çıkmıştır (Gören, 2002).
Bu konuda Sami Boyar, Arif Kaptan, Ercüment Kalmık, Halil Dikmen, Cemal
Tollu, Ali Çelebi, Zeki Kocamemi, Avni Lifij, Hikmet Onat, Namık İsmail (R.15), Ruhi
Arel (R.16), Sami Yetik (R.17), İbrahim Çallı (R.18) gibi sanatçılar belli bir tarzda olmasa
da, aynı duygularla hareket etmiş ressamlardır. Bunda, cephelere bizzat götürülerek
savaşın atmosferi hakkında gözlemler yapma fırsatı yakalamalarının da önemi olmuştur.
R.15. Namık İsmail, Son Mermi
R.16. Ruhi Arel, Askerler ( detay )
R.17. Sami Yetik, Topçular
R.18. İbrahim Çallı, Zeybekler (detay)
Kurtuluş Savaşları konulu resimler, savaşların bu dramatik yapısından çok,
toplumsal bir eylemi, duyarlılığı yansıtmışlardır. Resimlerde özgürlüğe karşı duyulan
özlem ve dayanışma, bu gibi duyguları birebir yaşayan varlık olan insan ile
özdeşleştirilmiş, insan figürü yardımıyla işlenmiştir. Türk halkını heyecanlandırarak,
özgürlüğe çağrı yapan duyguyu güçlendiren, birliktelikle daha kuvvetli olunabileceğini
anlatan sahneler; coşturucu içeriklerin biçimlendirdiği yapılarıyla o dönemi belgelerler
niteliktedir. Sonuçta büyük boyutlu yağlıboyalar olan bu resimlerde renkçi, lekeci, inşaacı,
dışavurumcu gibi üslûpsal farklılıklarla olsa da, figüratif anlatımlarıyla ortak bir amaç
altında
birleşmişlerdir.
Dolayısıyla
bağımsızlık
özleminin,
toplumdan
ayrı
düşünemeyeceğimiz ressamlar için de vazgeçilemez bir duygu olduğunu, hatta bağımsız
olma fikrine duyulan saygı, bu konunun daha sonraları, tekrar tekrar ele alınması şeklinde
kendini göstermiştir (Bulut, 2004). Savaş konularının bu şekilde figüratif olarak ele
alınması ve direkt olarak Türk halkının duygularına sesleniyor olması, bir anlamda da
figüratif resme karşı olan olumsuz tutumun kırılmasına olanak sağlamıştır.
Aslında, Türk resminde figürün ilk kez ve topluca İzlenimciler tarafından işlenmiş
olması ilginçtir. Çünkü İzlenimcilerin genel ve geleneksel olarak yöneldikleri resim türü
aslında figür değil peyzajdır. Bu bakımdan, genel eğilime bir istisna oluşturmamakla
birlikte ayrıca figürü de denemiş olmaları (ve üstelik bunu büyük boyutlu
kompozisyonlarda denemek cesaretini göstermeleri) yalnızca ilginç değil aynı zamanda bu
kuşağın bir artısı olarak karşımıza çıkar. Gerçi bu yönelişte ressamların askeri
kahramanlık konularını işlemelerini sağlamak amacıyla Şişli’ de bir atölye kurulmasının
ve resimler sipariş edilmesinin yadsınamayacak payı vardır. Ancak tek nedenin bu olduğu
da söylenemez. Eğer öyle olsaydı, İzlenimciler’ de figür resmi yalnızca bu atölyenin
üretimi ile sınırlı kalırdı. İlk örnekleri 1916’ dan itibaren düzeyli olarak tekrarlanan
Galatasaray Sergileri’ nde görülen figür ilgisinin, tensel ve tinsel boyutuyla insanın gerçek
anlamda temsil edilişine dönüştürüldüğü görülür. Ancak bu başlangıç, 1933’ de
Cumhuriyet’ in 10. yıldönümü nedeniyle düzenlenen İnkılâp Sergisi’ nin ressamlar
arasında geniş bir ilgi yaratarak figür resmi üretiminde bir artış sağlamasına karşın,
kesintiye uğramıştır. Ayrıca, Mustafa Kemal’ in sosyal, siyasal, kültürel alanlar yanında
sanatsal alanlarda da gerçekleştirdiği köklü değişimlerin ilk aşamalarında görev almış olan
1914 kuşağı sanatçıları, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ ne geçiş sürecinde bütün
sosyal, siyasal, kültürel, sanatsal vb. olayları yaşamış olmaları dolayısıyla farklı bir
konumda yerleşmişlerdir (Gören, 2002).
Çağdaş dünyanın çağdaş devlet yönetimini uygulayan ilk ülkelerden biri olarak
kurulan genç Türk Cumhuriyeti, yirminci yüz yılın çağdaş düşünce yapısına sahip bir
insan yapısı yaratmayı amaçlamıştır. Henüz Cumhuriyetin kuruluşunu izleyen ilk yıllarda
kentsel yaşam tarzında bir modernleşme başlamış, kültür ve sanat alanlarında ise geçmişe
göre bir devrim yaşanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı, Kurtuluş Savaşı ve
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına rastlayan gençler, yaşadıkları toplumun hızla gelişen ve
değişen siyasal, ekonomik, kültürel oluşumlarının içinde gelişmeleri izleyerek, okuyarak
ve düşünerek yetişmişlerdir. Cumhuriyet’in ikinci yılından itibaren genç Türkiye
Cumhuriyeti’ nin yücelmesine öncülük edecek bilim ve sanat adamlarının yetiştirilmesi
ilkesiyle, bu çağdaş, yetenekli ve başarılı öğrenciler Avrupa’ya gönderilmiştir. 1929' da,
Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği’ ni kuracak gençler, Refik Epikman, Cevad
Dereli, Şeref Akdik, Mahmut Cûda, Nurullah Berk, Muhiddin Sebati, Ratip Aşir
Acudoğlu, Fahreddin Arkunlar ve onlardan bir yıl önce Almanya' dan dönmüş olan Ali
Avni Çelebi ile Ahmet Zeki Kocamemi olmuştur. Birliğe sonradan katılan Hale Asaf,
Müstakiller içinde tek kadın sanatçı olmuştur. Amaçları, sanatçıların ortak hak ve
çıkarlarını korumak ve bunu yaparken de sanatçıyı çalışmalarında özgür bırakmak;
yabancı ülkelerde resim sergileri açıp yabancı sanatçıları da buraya davet ederek kültür
alışverişine girmek ve de kente, bunun yapılabileceği bir sergi salonu ile bir resim-heykel
müzesi kazandırmaktır. İlk sergilerinin kataloğunda geçen, “yeni doğan Türk resmi”,
“fikir ve teknik saha” gibi sözcükler, birer anahtar sözcük olup Müstakillerle birlikte gelen
yeni bir estetiğin habercisi olmuşlardır (Elmas, 2006).
Müstakiller, öncelikle konstrüktif desen anlayışına ve geometrik kurguya önem
vermekte, bunu yaparken de “ressamın resim yapan değil; resim yoluyla topluma rapor
veren kişi” olması anlayışından hareket ederek resim sanatını sevdirmeye çalışmaktadırlar.
Başlangıçta çıkışları pek hoş karşılanmamış, Batı’ yı kopya etmekle suçlanmışlardır.
Sanatçıların eserlerinde kimi yabancı etkilerin görüldüğü muhakkaktır. Onlara gelinceye
kadar, doğa bir taklit ürünü iken; onlar doğa incelemelerinin, onu doğrudan tuvale
aktarmak anlamına gelmediğini ve doğanın geometrik düzenler içerisinde ele alınması
gerektiğini savunmuşlardır. Geometrik düzenlerin temel olarak alınması, onların
resimlerinin anlaşılmaz olarak değerlendirilmesine neden olmuştur. Örneğin, Ali
Çelebi’ nin, “Maskeli Balo” ve “Berber” adlı yapıtları, kübist yorum, form ve düzen ile
yapı sağlamlığı bakımından, geometrik düzen hâkimiyeti altındadır. Bu özellikler göz
önüne alındığında, insanın büyük kent yaşamındaki ruhsal doyumsuzluğunun, duygulu ve
hüzünlü iç gerçekliklerinin, geometrik formların geriliminden esinlenilerek, çeşitli
karşıtlıklar içinde, figüratif anlatımın ifade olanaklarıyla işlenmiş olduğu görülür
(R.19-20) .
R.19. Ali Çelebi, Maskeli Balo
R.20. Ali Çelebi, Berber
Zeki Kocamemi de sanat görüşünü bu yıllarda, kübist biçimci ya da konstrüktivist
yaklaşımlara yöneltmiş, hacimsel biçim kaygısı güderek ele aldığı figürleriyle, Türk
resmine yepyeni bir anlayış getirmiştir. Bu yönüyle, Zeki Kocamemi’ nin, Cumhuriyet
dönemi Türk resminin modernleşme sürecinde öncü niteliğe sahip bir sanatçı olduğunu
söylemek mümkündür. Güçlü bir desene sahip olan Zeki Kocamemi’ nin, bu yıllarda
gerçekleştirdiği “Mekkâre Erleri” (R.21) adlı çalışması sanatçının en çok konuşulan
başyapıtlarından birisi olmuştur. Önde iki süvariyi ve geri planda onları izleyen askerleri
gösteren bu resim, konu olarak Kurtuluş Savaşı’ndan bir sahneyi içermektedir. Gri, mavi
ve mor tonlarının hâkim olduğu resimde, yüzeyler kalın ve hareketli fırça darbeleriyle
oluşturulmuştur. Figürlerin hacimli işlenişi ise Kocamemi’ nin özgün tarzını ortaya
koymaktadır. “Atatürk’ ün Cenaze Töreni” (R.22) adlı yapıtı ise, son derece duygusal ve
milli bir konunun, avant-garde bir tutumla tuvale aktarılması nedeniyle, Türk resminin
konu ve uygulama sorununa getirdiği çözüm açısından ayrı bir önem taşır.
R.21. Z. Kocamemi, Mekkâre Erleri
R. 22. Z. Kocamemi, Atatürk’ ün Cenaze Töreni
Hale Asaf, Müstakiller hareketi içinde, sadelik ve yalınlık etkisini en belirgin
kullanan isim olmuştur. Bilindiği gibi, sanatçının yaşamış olduğu dönem, hem Osmanlı
kültürünü hem de yeni filizlenmekte olan Cumhuriyet kültürünü temsil etmiştir. Gerek
Osmanlı’nın son dönemlerinde Batılılaşma hareketlerine koşut olarak, gerekse
Cumhuriyet döneminde, toplum yapısında kadına yönelik değişiklikler yaşanmıştır.
Böylesi bir ortamda Hale Asaf da, tıpkı Şeker Ahmet Paşa’nın Otoportre’ sinde olduğu
gibi belge nitelikli bir çalışma ortaya koymuştur. Resim eğitimi alan her kadın ressam
olmamış, aldıkları resim eğitimi ne yazık ki çoğunlukla geçici bir hevesten ibaret
olmuştur. Hale Asaf’ ın “Paletli Otoportre” si (R.23) bu açıdan tarihi ve belgesel bir önem
taşımaktadır. Gömleğinin kollarını sıvayıp eline paletini almış olan bir ressam-kadın, bu
kimliğiyle ayakta durmakta ve bu kimliğe sahip çıkmaktadır. Şematik biçimli, ayrıntı
gözetmeksizin sürülmüş geniş boya alanlarının uygulandığı portreleriyle, serbest fırça
vuruşlarıyla artıklardan temizlenmiş, yalın, lirik bir gerçekçilikle resmettiği figür
resimlerinin yanı sıra, mimari yapıları, üslubu hakkında bizlere kesin ipuçları sunmaktadır.
Ancak sanatçının bu dönem resimlerine bakacak olursak bunlarda Art Déco üslubunun
ağır bastığını görürüz. Bilindiği gibi Art Déco, Kübizm’den türemiş bir üsluptur ve
sanatçının gelmiş olduğu nokta da, onun çağdaş olanı takip ettiğini göstermektedir
(W.8- www.lebriz.com).
R.23. Hale Asaf, Paletli Otoportre
Ayrıca Müstakiller, Türkiye’ de sanatın değişmesi yönünde verdikleri çabanın
yanında sanat ve sanatçı kavramının benimsenip yerleştirilmesi ve bu kavramların kültür
katmanlarına yayılması için sistemli çalışmalara girişmişlerdir. Özgür düşünme haklarının
korunması konusunda gösterdikleri sağduyuyu, daha sonra sanatçı haklarının korunması ve
sanatçıların sanatsal üretimleri karşılığında yaşamlarını kazanmaları ve yapıtlarını uygun
ortamlarda sergileyebilmeleri gibi, sanatçıların yaşamsal faaliyetlerini kapsayan konularda
da göstermişlerdir (Elmas, 2006).
Aslında Müstakiller, içinde farklı sanat görüşlerini de barındırmaktadır ve sanat için
elverişli koşulların oluşturulması amacıyla bir dernek olarak kurulmuşlardır. Ancak bu
dernek içinde plastik sorunlara eğilen üyelerin bulunması, onların bu konuda asıl atağı
yapacak olan D Grubu’ na zemin oluşturmalarını sağlamıştır. Müstakiller, 1932 ile 1936
yılları arasında herhangi bir faaliyette bulunmamış; bu arada, 1932 yılında Halkevleri
açılmış, 1933 yılında da D grubu kurulmuştur. Müstakiller de 1937 yılı itibariyle
Anadolu'nun çeşitli kentlerinde bulunan halkevlerinde sergiler düzenlemiş ve bir bakıma
halkevleri ile işbirliği içerisinde çalışmış, Türk halkının plastik sanatlar açısından kültürel
değişime uğramasına vesile olmuşlardır. Nitekim Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar
Birliği, genç insanların coşku ve heyecanını yansıtan bazı etkinlikler düzenlemiş olmasıyla
dikkat çekmiştir. Gençlerin ve sanata ilgi duyan kesimin bu yolla toplumsallaştırılmaya ve
dolayısıyla da kültürlenme seviyelerinin yükseltilmeye çalışıldığı görülmektedir.
Müstakillerin, 1931 yılının Şubat ayında açılan dördüncü sergisi, dönemin sanat ortamının
koşullarını yönlendirmesi nedeniyle dikkat çekicidir. Sergi süresi boyunca, belli günlerde
danslı çay düzenlenmiştir. Bu uygulama dolayısıyla, sergi salonunu dolduran kalabalık, bir
yandan eğlenirken bir yandan da sanatçılarla ve sanat yapıtlarıyla tanışmış, böylece
toplum-sanatçı yabancılaşmasının giderilmesi yolunda dikkat çekici bir adım atılmıştır.
Müzik, resim, heykel, seramik, dans eşliğinde, değişen Türkiye'nin genç insanları bir araya
geliyor, kendilerini ifade edebilecekleri bir sosyal etkinliğin dışında kalmıyorlardı. Bu
serginin, hemen ertesi gününe ait gazetelerinden birisinde, danslı çayın haberi şu şekilde
verilmiştir: “Resim sergisinde danslı çay. Dün Beyoğlu'nda Müstakil Ressamlar
Sergisi’ nde bir danslı çay verilmiştir. Ressamların sergi ile beraber çay da vermeleri
sergiye birçok kimsenin gelmesine sebep olmuştur. Eski Karpiç binasında bulunan sergide
Türkuvaz’ ın balalayka orkestrası vardı. Bundan sonra sergi kapatılana kadar her Cuma ve
Pazar günleri danslı çay verilecektir. Sergi açıldığı günden beri, beş gün zarfında 700 kişi
ziyaretçi gelmiştir” (Vakit Gazetesi, 1931).
Olumsuz tepkiler de doğurmuş olan sergide, her şey bir yana, sergiye basının
gösterdiği ilgi dikkat çekici ölçülerdedir. 1931 yılından itibaren, değişimin bir başka
boyutu olarak karşımıza çıkmış olan, gazetelerde sanat sayfası düzenleme girişiminde
bulunan Milliyet dışında, Vakit, Cumhuriyet gibi dönemin önemli gazeteleri de, sergiyle
ilgili haber ve makalelere sıkça yer vermeye başlamıştır. Çoğunlukla övgüler içeren
yazılardan bazıları ise eleştiri yüklüdür. Özellikle, onlarla aynı kuşaktan olan Elif Naci,
arkadaşlarını batı etkisi altında çok fazla kalmakla suçlamaktadır. Elif Naci:
“Bizim müstakil arkadaşların bu sergide teşhir ettikleri resimler, Fransızca, Almanca,
İtalyanca konuşuyorlar. Vatandaş Türkçe konuşalım.” diyerek Müstakilleri eleştirmiştir
(Naci, 1931).
Bu sergi, gerek basın yoluyla, gerekse danslı çay gibi etkinliklerle topluma geniş
bir biçimde yansıma başarısını sağlamıştır. Sergi kapsamında, sanatsal ve toplumsal
anlamda eski-yeni, yerel-evrensel, ilerici-tutucu karşıtlıkları gündeme gelmiştir. Basınsanat, toplum-sanatçı ilişkileri ise dönemine göre üst seviyeye çıkmıştır. Sanat alanındaki
bu gelişmeler, her zaman toplumsal, siyasi, ekonomik ve kültürel değişmelerle doğrudan
bağlantılı olmuştur. Genç sanatçıların bu sanatsal yenileşme arayışları, Cumhuriyetin
çağdaşlaşma ideallerine ve hükümetin kültür politikasına uygun gibi görünse de, devletin
yenilikçi sanat anlayışına yönelik resmî söyleminin, gerçek sanatsal tercihleriyle
örtüşmediğini belirtmek yerinde olacaktır. Zira o yıllarda yapılan devlet alımlarının, 1914
Kuşağı’ nın izlenimciliğine yoğunlaşmış olması da bunun bir göstergesidir.
1930’ lardan itibaren, bütün bu kültürel değişim çabalarının kaynağına inildiğinde
görülmüştür ki, o dönem sanat ortamının belirleyicileri, Müstakiller ve daha büyük bir
oranda, daha sonra değinilecek olan, D Grubu ile bu grubun çevresindeki kimseler
olmuştur. İzlenimciliğin yumuşak ve buğulu havasına karşı gelerek sert ve kesin bir
geometrikleşmenin yardımıyla, çizgi yapısını ön plana alan sanatçılar, konstrüktivist bir
kaygıyı taşımışlardır. Müstakiller ve daha çok da D Grubu ressamlarının bu yolla ele
aldıkları konulardan en çarpıcı örneklerinden olan figürler ise, insan değil bir şekildir.
Biçimsel temel olarak, kübizm ve konstrüktivizm kökenli bir anlayışın şematik bir
versiyonunu benimseyen bu sanatçıların eserlerindeki figür, biçim ya da silueti, asgari
düzeydeki insan görünümüne tekabül eden ancak bunun ötesinde kesinlikle nesne
düzeyine indirgenmiş boyalı bir yüzeydir. Yani, örneğin bir çay bardağı ile bir insan
figürünün ele alınışı arasında hiçbir fark yoktur. Kısaca tensellik ve ruhsallık gibi insani
özelliklerinden soyutlanan figür anlamsızlaştırılmıştır. Bu bakımdan, figür başköşeyi
tuttuğu halde, aynı zamanda hiçbir şey demek istemeyen resim türünün örnekleridir
(İskender, 1994).
Avrupa’ daki eğitimlerini Paris’ te tamamlayarak 1928’ de yurda dönen Müstakiller
Grubu sanatçıları, ilk sergilerini 1929 yılında “Birinci Genç Sanatçılar Sergisi” adı altında
Ankara Etnografya Müzesi’ nde düzenlemişlerdir. Sergide o güne kadar hiç ele alınmayan
konuları farklı bir anlayışla yorumlamışlardır. Bu ilk sergileriyle, Türk resminde yeni bir
dönemin başlangıcını oluşturmuşlar ve ilk ressam derneğinin kurulmasına da ön ayak
olmuşlardır. Cumhuriyet’in ilkeleri doğrultusunda idealist atılımları ile dikkati çeken
sanatçılar, yapıtlarında, Avrupa’ da bulundukları sırada Birinci Dünya Savaşı sonrası
yıllarının özelliklerini, yani Geç Kübist etkileri ve Konstrüksiyon eğilimlerini
yansıtmışlardır. Buna rağmen tek bir bakış açısı çevresinde birleşen bir grup olmamıştır.
Her biri aralarındaki üslup ortaklığı kadar üslup ayrılıklarında da birleşmiş bir görünüm
sergilemişlerdir. Buna karşılık amaçlarının Cezanne biçimciliğinin uzantısı olan, Kübizm
ve Konstrüktivizm gibi akımların biçimsel kuruluşa tanıdığı önceliği bütünleştirmek
olduğu söylenebilir. Anlatım çeşitliliği yanında zengin bir konu çeşitliliğine de rastlanan
bu yapıtlarda, daha önce dikkate alınmayan, köy yaşamları, balıkçılar, berber dükkânları,
vitrinler, vb. güncel yaşamdan örnekler ilk defa sanatsal anlatımlara konu olmuştur.
Böylece figüratif resim Türk resminin merkezine yerleşmeye başlamıştır (Elmas, 2006).
Grup üyelerinin, zamanla sayıları artmış ve Anadolu kentlerinde açılacak sergilere
öncülük ederek bu düzeni 1950’ li yılların ortalarına kadar sürdürmüşlerdir. 1937 yılında
Anadolu’da açılan ilk sergi olması dolayısıyla önem taşıyan Zonguldak sergisi, sanatsal
kültürü yerleştirme yolunda gösterilen çabayı açıkça ortaya koymaktadır. Günümüzde bile
İstanbul, Ankara ve İzmir’ in kısıtlı sanat ortamının dışında Anadolu kentlerine
ulaşamayan sanatçılara örnek olabilecek bu öncü hareket takdirle karşılanması gereken bir
durum olarak karşımıza çıkmaktadır (Elmas, 2006).
Çağdaş sanat anlayışlarını tecrübe etmeye çalışan Müstakiller gibi, D Grubu
sanatçıları da, Cumhuriyet' in ilk kuşak sanatçıları arasında yer alırlar ve temsil ettikleri
sanat anlayışı, Müstakillerin temsil ettiği sanat anlayışından çok da farklı değildir. Zaten
grup, belli bir sanat anlayışını temsil etmek amacında değildir. Amaçları modern sanatı,
sergiler yoluyla göstermek, sanatı yaygınlaştırmak, yenilikçi bir tutum ortaya koyarak,
toplumu sanata yakınlaştırmak noktasında, halka yönelmiş bir sanata hizmet etmek
olmuştur. Nurullah Berk, Cemal Tollu, Abidin Dino, Elif Naci, Zeki Faik izer ve Zühtü
Müridoğlu önderliğinde kurulan gruba daha sonra, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Turgut Zaim,
Halil Dikmen, Eşref Üren, Arif Kaptan, Eren Eyüboğlu, Sabri Berkel, Fahrünnisa Zeid gibi
ressamlar da dâhil olmuş, Türk ulusunun kültürünü canlandırmak ve diğer uluslardan
ayıran duyguları, görüşleri değerlendirmek, konularda bir toplumun yaşantısını anlatmak,
kültür ve sanat geleneklerinden faydalanarak yeni teknikler yoluyla dünle bugün arasında
köprü kurmak öncelikli amaçları arasında olmuştur. Onların sanatı, konudan çok plastik
temellere
dayanmaktadır
ve
özgür
üretimlerinden
taviz
vermeden
sergiler
düzenlemişlerdir. Bu bakımdan, hareketin karşısında duran birçok kişinin, halka sanatı
sevdirme yolunda kaygısı kayda değerdir. Belki de sanatçılar toplumla aykırılaşmak
yerine, makul bir orta noktada buluşma yolunu tercih etselerdi, Türkiye'de toplumun geniş
kesiminin ilgi duyduğu bir sanat ortamının oluşumu oldukça erken yıllara temellenmiş
olacaktı. Bu konuda Nuri İyem' in yaptığı değerlendirme dikkat çekicidir: “Müstakillerle
başlayıp D Grubu ile devam eden sanatçılar 'çağın resmi budur' diye modern resmi
Türkiye'ye getirdiler. Almanya'da ya da Fransa'da kalacak olsalardı çok haklı
olabilirlerdi. Ama yurdumuzun gerçeği çok başka ve Türkiye'ye tepeden inme bir resim
zevkini getirip koyamazsınız. Seyirci olmazsa, seveni, amatörü olmazsa ilgisiz kalır.
Çallı' larla devam eden resmi sevme ve alma olayı, onların modernist çıkışlarıyla bir
kesintiye uğradı. Halkı resimden uzaklaştırdı. Aydın da bunu sevmedi, tutmadı.”
(Tanaltay, 1997). Bu tarz eleştiriler, büyük oranda haklılık payı taşısa da genç sanatçıların,
inandıkları sanat anlayışı doğrultusunda üretmeleri ve bu şekilde kabullenilmek için
özveriyle mücadele etmeleri zamanın koşulları içerisinde övgüye değer niteliktedir.
Türkiye Cumhuriyetinin önemli devrimlerinin gerçekleştiği yılların ardından
yaşanan bir değişim evresi olarak dikkati çeker. Cumhuriyet kurulmuş, onu yaşatacak
devrimler yapılmış ve önemlisi Cumhuriyet bilinci halkta yeni yeni kıvılcımlanmaya
başlamıştır. Cumhuriyetin çağdaş ve evrensel bir kişilik kazanması ereği ile tüm sanat
dallarında atılımcı cesur çağdaş yenilikler desteklenmeye başlanmış, üniversite reformları
gerçekleştirilmiştir. 1930’ lu yılların başlarından itibaren devlet Cumhuriyet yönetiminin
kültürel ortamını Osmanlı İmparatorluğu’nun oluşturduğu geleneksel yapıdan farklı bir
temele oturtmayı amaçlamış; belirlediği kültür politikası doğrultusunda sanata bilinçli
olarak yön vermeye çalışmıştır. Anadolu her yönüyle tanıtılmaya çalışılırken, halkın bu
yeni kültürel ve sanatsal oluşumun içerisine çekilmesi düşünülmüştür. Diğer yandan
Anadolu kültürünün Cumhuriyet tarihi ile ilişkilendirilmesi ya da Cumhuriyet tarihinin bu
tabana bağlanması istenmiştir. Halkevleri etkinlikleri, bu isteğe uygun olarak oluşturulmuş,
sanat alanındaki çeşitli toplantılar, sergiler, ısmarlamalar, v.b. etkinliklerle amatör ve
profesyonel tüm sanat çevreleri bir araya getirilmiştir (Elmas, 2006).
Gruba sonradan katılan Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Turgut Zaim, çalışmalarıyla en
çok öne çıkan isimler olmuştur. Bu tarihten sonra, sanatçıların yerel motif ve temalara ilgi
gösterdikleri ve “kübist” denebilecek eğilimlerle, Anadolu kültürünün özgün, geometrik
nakış soyutlaması arasında belli bir bağ kurmaya çalıştıkları dikkati çeker. Bedri Rahmi
deformasyon ustası olarak değerlendirilmiştir. Çünkü O’ nun figürleri az ya da çok
değişime uğramaktan hiçbir zaman kurtulamamıştır. Bu deformasyon ilkesi figüre
özgüdür. Yani çevrede peyzaja ait görüntüler varsa, göreceğimiz şey değişime uğramış
olanla, olduğu gibi olandır (R.24) (Tansuğ, 1999).
Turgut Zaim, Türk minyatür resminin geometrik kompozisyon ve şematik figür
esprisinden hareket etmiş, bu geleneksel biçimi çağdaş bir üslupta resmedebilmesinde
gösterdiği ustalık ve özgünlükle kendisinden önceki ve sonraki sanatçılardan ayrılmıştır.
Şadırvanlar çevresinde uçuşan güvercinler, yaşmaklı, feraceli, süzgün gözlü kadınlar,
bayram yerleri, şekerciler, muhallebiciler, tahtaları morarmış mahalle evlerinin kapı
eşiklerinde oynaşan çıplak ayaklı çocuklar başlıca konuları olmuştur. Herhangi bir plastik
sanat eseri memleketin toprağını, havasını, renklerini, yani maddesini ve duygularını,
adetlerini ve folklorunu, yani insanını veriyorsa, böyle bir sanatın anlaşılmaması için hiçbir
sebep yoktur. Turgut Zaim’ in de Türk insanını, tarihini, yaşayışını, çevre özelliklerini
işleyen figüratif resimleriyle bu düşünceyi vermiştir. Figür, bu ilişkiyi yansıtacak tek
eleman olması dolayısıyla önemlidir (R.25) (W.9- www.turkresmi.com).
R.24. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Aşık Veysel
R. 25. Turgut Zaim, Yörükler
Grubun, Hitit kabartmalarından etkilenerek, bu kabartmalarda yer alan figürlerin
desen anlayışını benimseyen ismi olan Cemal Tollu, figüratif anlatım yolunu seçerek
yaptığı çalışmalarını, diğer sanatçı arkadaşları gibi konstrüktif espriyle inşa etmiştir. Bu
açıdan Tollu ile benzeşen Nurullah Berk’ in çalışmaları da kübist eğilimlidir. Fakat
kübizmin silindirik biçimlerinin ve resimde hacmi ortaya çıkarma çabasıyla kullanılan
keskin hatlı çizgilerin ağırlığı gözlenirken, daha sonraki çalışmalarında Türk minyatür
sanatının iki boyuta dayanan çizgiselliğini benimseyerek resmettiği figüratif anlatımla
kendi çizgisini bulur (Elmas, 2000). Nurullah Berk, doğunun arabesk çizgileriyle batının
soyut ve şemacı duyarlılığı birleştirmiş ve bunların iki boyutlu, süslemeci soyut
arabesklerin etkisinde kalmıştır. Geleneksel Türk minyatürlerinden etkilenilerek yaptığı
birçok eserinde, konuların yanı sıra, örnekte de görüldüğü üzere, minyatür ilkelerine
bağlılığı dikkati çeker (R.26).
R.26. Nurullah Berk, Ütücü Kadın
1936-37’ li yıllarda Akademinin eğitim kadrolarına, ressam Leopold Lévy ve
heykeltıraş Rudolf Belling gibi yabancı sanatçılar katılmıştır. Çallı ve Hikmet Onat
atölyeleri korunmuş olmakla beraber; Bedri Rahmi, Zeki Faik, Cemal Tollu, Nurullah Berk
ve Sabri Berkel gibi genç kuşak sanatçıların, akademiye eğitici olarak atandığı görülür.
Böylece, Akademi kadrolarındaki nesil değişiminde ağırlıklı olarak D Grubu sanatçılarının
yerlerini almış oldukları ve bu konumlarıyla devletle olan ilişkilerini arttırdıkları
söylenebilir. Dolayısıyla, D Grubu ve Müstakiller, Cumhuriyet' in ilk yıllarında faaliyet
gösteren sanatçı birlikleri ortak koşulları paylaşmaktadırlar ve ayrı ayrı yürüttükleri
etkinlikler dışında birlikte tek bir etkinliğe imza atmış olmaları da pek şaşırtıcı değildir.
İnkılâp Sergilerinin sonuncusunun düzenlendiği 1936 yılı ile Devlet Resim ve
Heykel Sergilerinin ilkinin düzenlendiği 1939 yılı arasında, devlet eliyle düzenlenen resmi
bir sergi etkinliğinin bulunmayışı ise, tüm sanatçı birliklerinin Ankara’ da ortak bir sergi
düzenlemelerine neden olmuştur. 1937 ve 1938 yıllarında, Ankara Halkevi’ nde
düzenlenen Birleşik Resim- Heykel Sergileri, Devlet Resim Heykel Sergilerine uzanan
sürecin kilometre taşları olarak dikkat çekerler. Sanatçıların; D Grubu ve Müstakiller gibi
grup ve dernekler çatısı altında birleşerek yürüttükleri etkinliklerin yanı sıra, sanat yazıları
yazmak gibi bir sorumluluğu üstlendikleri de görülmektedir. 1937 yılında yayın hayatına
başlayan ve çağdaş Türk sanatının, Ülkü Dergisi’ nden sonra, ikinci plastik sanat dergisi
olan Ar Dergisi' nde dönemin sanatçılarının çeşitli konulardaki yazıları yer bulmuştur.
Türk modernleşmesinde önemli bir adım olarak kabul edilen D Grubu’nun, Avrupa
kaynaklı bir sanat görüşünü benimsemesi gibi, Ar Dergisi de Avrupa sanatının modern
dönem oluşumlarını takip etmiştir. Dergi, sanat adına birtakım yazılar ve araştırma
dosyaları hazırlayarak Türk halkının bilinç düzeyini yükseltip kültürel değişimi
hızlandırmayı amaçlamıştır (Tansuğ, 1999).
1930' lu yılların sonlarında, sanat ortamına doğrudan etki eden bazı gelişmelerin
yaşandığı da muhakkaktır. 1938 yılında ulu önder Atatürk vefat etmiş, sanat ortamının
devlet- sanatçı ilişkisine temellendiği koşullarda, genç Cumhuriyet'in her alanında kişiliği
ve ortaya koyduğu ilkeleri ile etkili olan bir önderin yokluğu hep hissedilmiştir. 1940
yılında çıkartılan Milli Koruma Kanunu'na karşın karaborsa ve istifçilik artmış, bir
milyondan fazla erkek silâhaltına alındığından üretim düşmüş ve bütçe gelirlerinin önemli
bir kısmı savunma harcamalarına ayrılmıştır. Ayrıca, savaş nedeniyle ithalat ve ihracat
önemli ölçüde azalmış ve bu yüzden Türkiye dış pazarlarının çoğunu kaybetmiştir.
Karneyle alışveriş dönemi başlamış, fiyatlar yükselmiştir. 1942 yılında başbakanlığa gelen
Saraçoğlu hükümetinin, devletin piyasa üzerindeki sıkıyönetimini kaldırması sonucunda
yüksek bir enflasyon yaşanmıştır. Bu şartlar altında, toplumun yaşam standartları
kısıtlanmış, sanatçıların da yaşam mücadeleleri iyice keskinleşmiştir. Sanatın toplum
tarafından benimsenmesi yolundaki girişimler gelişme olanağı bulamamıştır. Devletin
artan savunma yatırımları, sanata olan desteğinin önünde bir engel olmuştur. Savaş
yıllarında, sanatçıların bir kısmı silâhaltına alınmış, malzeme sıkıntısı ve yüksek enflasyon
gibi sorunlar sanatsal üretimin önünü tıkamış ve devlet yatırımlarının kısıtlandığı koşullar
altında devlet- sanatçı ilişkisine temellenen sanat ortamı yeni bir sürece girmiştir.
Bütün bu gelişmeler yaşanırken, 1938-1943 yılları arasında, devletin halkçılık
ilkesi doğrultusunda geniş kitleler hedef alınarak, özellikle sanatın ülke geneline
yaygınlaştırılması öngörülmüştür. Bu alanda Halkevleri’ nin azımsanmayacak katkısı
olmuştur. Söz konusu tarihler arasında, ressamlar yurdun çeşitli illerine yollanarak
kendilerinden
folklorik
değerlerin
araştırılması
istenmiş;
yapılan
ödeme
ve
ödüllendirmelerle sanatçılar desteklenmiştir. Sanatın halka yayılmasın, belli bir işlev
kazanmasını ve sanatçının ülke gerçeklerini yakından tanımasını amaçlayan bu yaklaşım,
Türk resim sanatına folklorik öğelerin ilk kez görülmeye başlanmasına ve konuda yerellik
eğilimlerine yol açmıştır. Yerel konuların ilk uygulamaları, modernizmden ve geç
kübizmden taviz vermeyen, 1930’ lu yılların parçalı ve konstrüksiyona dayalı bir biçim
dilini kullanan Anadolu görünümleri olmuştur (Germaner, 1999).
Zira yurt gezileri öncesi ressamlar, çoğunlukla İstanbul peyzajları ve natürmort
gibi konular çevresinde dolaşırken, 1938 yılıyla birlikte, Anadolu’ nun değişik
görünümleri, folklorik özellikler gösteren portre ve figür kompozisyonları, köy ve kent
yaşamına dair sahneler, konu olarak tercih edilmeye başlanmıştır. Türk resminde görülen
bu değişiklik, sanata yeni bir içerik kazandırmış, milli sanat duyarlılığı kazanan ressamlar,
zamanla kendi kişiliklerine kavuşmuşlardır. Ayrıca, canlı bir kültür yaratmak gerekçesi ile
geleneksel kaynaklara yönelen sanatçı, evrensele ulaşma çabasını da bir kenara
bırakmıştır.
Birinci yurt gezisi kapsamında gezilecek iller; Edirne, Bursa, Konya, Antalya,
İzmir, Antep, Malatya, Trabzon, Rize ve Erzurum olarak belirlenmiştir. Ressamlar,
mesleklerinin ilk kez hükümet tarafından kabul görmesi ve kendilerine sanat üretimi için
olanaklar sağlanması olarak değerlendirdikleri bu etkinliği benimsemiş ve hatta övgüyle
karşılamıştır. Eylül sonunda bitmesi hedeflenen yurt resimleri çalışmaları gezisi, ancak
1939 yılının Şubat ayında sonuçlanmıştır. Bu süre bile her sanatçıdan beklenen en az altı
resmin üretimi için çok kısa olmuştur. Fakat ressamlar, iş bulma sevinci ve yeni konulara,
yerel arayışlara ulaşma olanağı içinde hızlı bir üretim gerçekleştirmişlerdir. Yapılan yurt
resimleri, 1. Devlet Resim Sergisi ile aynı gün aynı mekânda, fakat farklı bölümlerde
açılmıştır. Yerel ve tarihsel mirasa uzanan üslup özellikleriyle dikkat çeken sanatçılardan,
1939’ dan bu yana sürmekte olan Devlet Resim ve Heykel Sergileri’ nin ilki olan 31
Ekim 1939’ da açılan bu yarışmalı sergide, Zeki Kocamemi’ ye birincilik ödülü (R.21),
Turgut Zaim’ e ikincilik ödülü (R.27), Arif Kaptan ile Bedri Rahmi Eyüboğlu’ na ise
üçüncülük ödülü verilmiştir (Elmas, 2000).
R.27. Turgut Zaim, Erciyes’e Tırmanış
İkinci yurt gezisine gönderilen sanatçılardan bazıları ise; Abidin Dino, Cevat
Dereli, Turgut Zaim, Zeki Faik İzer olmuştur. 2. Yurt Sergisi kapsamında sergilenen 101
yapıt, kent görünümleri, yerel yaşam, yerel giysiler ve önemlisi hükümet programı
çerçevesinde gelişen sanayileşmeyi içermektedir. Bu yapıtlar, C.H.P ve Maarif Vekâleti
jürisi tarafından elemeye alınmış, sonuçta da, Cevat Dereli (R.28) birinci, Refik Epikman
(R.29) ikinci, Malik Aksel üçüncü olmuştur. Yurt gezilerine katılan sanatçıların bu sergiyle
birlikte derecelendirme uyarlanırken, bu derecelere göre de nakit ödülü verilmeye
başlanmıştır.
R.28.Cevat Dereli, Mevleviler
R.29. Refik Epikman, Bağ Bozumu
Dördüncü yurt resimleri gezisinde görevlendirilenlerden sanatçılardan bazıları da;
Ahmet Hakkı Anlı, Erfia Erden, Kemal Zeren, Selim Turan, Nusret Karaca, Sadık Göktuna,
Sami Lim olmuştur. Bu kez yurt sergisi, 1941 tarihinde açılan Devlet Resim ve Heykel
Sergisiyle birlikte açılmamıştır. Bu sergiden ayrılarak 22 Şubat 1942 tarihinde dördüncü
Yurt gezileri sergisi adı altında bağımsız olarak açılmıştır. Bunun nedeni Halkevlerinin
kuruluşunun 10. yıldönümü kutlamalarıdır. Yurt sergilerinin, en görkemli sergilerinden ilki
de bu kapsam içinde gerçekleşmiştir. Yalnızca 1941 çalışmaları değil, dört yıl boyunca
yapılan resimler toplu halde sergilenmiştir. Ankara Halkevi salonları, etkinliğe katılmış
olan 40 ressamı 393 resmiyle tanıtmıştır. Bu büyük etkinlik, basının dikkatini tekrar Yurt
sergileri üzerine yoğunlaşmasına neden olmuştur. Etkinliğin ve ressamların övgü ile dolu
eleştirilerle tanıtımı yapılmıştır. Önemlisi, bu sergiyi izleyen yazarların eleştirilerinde,
gerçekçi ve doğru yaklaşımlarla, yergilere de yer vermiş olmalarıdır. Öncelikle, salt
İstanbul resimleri üreten sanatçıların Anadolu kentlerine dağılarak yaptıkları resimler
övgüyle karşılanmış ve bu gelişimin Yurt Resimleri etkinliklerinin başarısı olduğu
vurgulanmıştır. Bu sergilere halkın gösterdiği büyük ilginin kaynağıysa, yurttaşların bu
resimlerde kendini ve anılarını bulmalarına bağlanmıştır. Ressamların atölyenin sıcak ve
rahat ortamında natürmort ve görünüm resimleri yapmak yerine; Karabük işçileriyle birlikte
ateş karşısında resim yapmaları, kent ve kasabalarda gezmeleri daha anlamlı olduğu
bulunmuştur. Sanatçılar çalışma gücü ve isteği içinde meslekleriyle ilgili olan her türlü işe
koşmuşlardır. Resim ve özellikle karikatürlerde izlenen yabancı etkilerin terk edilmesinin
bu yolla gerçekleşeceği görüşüne “halk resmi yaratmak”, “benliğimize dönmek” gibi savlar
hedef gösterilmiş ve bu yolla evrenselleşme yerine yerelleşme görüşleri filizlenmeye
başlamıştır. Sadece, dinsel ve folklorik konular işlenmemiş, bunun yanı sıra, özellikle
Cumhuriyet dönemi değişimleri ve Mustafa Kemal’in inkılaplarını içeren figüratif resimler
de yapılmıştır (R.30-31) (W.10- www.turkresmi.com).
R.30. Şeref Akdik, Halk Mektepleri
R.31. Z.Faik İzer, Halka Önderlik Eden Hürriyet
Ressamların, yurt gezileri sırasında, çalışma sürelerinin yetersizliği içinde yaptıkları
resimlerinde yetersiz oldukları iddiaları da ileri sürülmüştür. Kısa çalışma süreleri içinde
yapılan resimlerde, etüd nitelikleri taşıyanlarla, gerçek resimlerin birbirlerine karışmaya
başladığı vurgulanmıştır. Ressamların iyi resim yerine, çok resim yapmayı yeğlemelerinin
yanlış olduğu belirtilmiş ve bu yaklaşım şu açıklamayla vurgulanmıştır: “Eğer maksat
yalnız mahalli kıyafetleri, abideleri bir müzeci gözüyle tespit etmek olsaydı bu iş için
ressam değil, fotoğrafçı göndermek daha doğru olurdu.” (Suman, 1942)
Bu uygar ve cesur eleştiriler, yol gösterici uyarılarıyla ve toplumu aydınlatan
açıklamalarıyla, günümüzün salt övgülere yer veren eleştirilerine yol gösterecek bir
doğruluk belgesi olarak dikkatle incelenmelidir. Sanatçıların açıkça uyarılmaları bu
etkinliğin yozlaşmasını engellemiştir. Bu sert ve doğru eleştiriler, dördüncü Yurt Resimleri
Sergisi’ nin gündemini hazırlamış, beşinci sergi sanatsal bir güvenceye alınırken, bu
sergiye daha önce ödül alan sanatçıların katılmaları tasarlanmıştır. Bu aşamada sanatçıların,
çalışmaları da yeni bir sisteme bağlanır. Gezilere katılan ressamların etütlerini geliştirmeleri
ve yapacakları atölye çalışmaları için Ankara, İstanbul ve İzmir Halkevleri Atölyeleri
hazırlanır. Refik Epikman bir yazında şu ilginç açıklamayı yapar: “Konuyu seçmekte
ressam serbesttir. Ancak hangi cereyana mensup olursa olsun, sanatçının vereceği eserler,
çalıştığı çevrenin özelliklerini belirten yerli ve öz motiflerimizle zenginleştirecektir” bu
açıklama ressamların çok da özgür olmadıklarını belgeler. Memleket resimleri düşüncesiyle
belirlenen istek; yerellik, geleneksel kaynakların yinelenmesi ve partinin yurt içinde
gerçekleştirdiği gelişme programlarının vurgulanması ereğini taşır. Bu kez, sık sık
yetersizliği vurgulanan çalışma süresi uzatılmıştır. Ressamlar, 1942 yılında gittikleri
gezilerde, 3 ay çalışma şansını yakalayacaklardır. 1942 Yurt Resimleri gezisine katılan
isimlerden bazıları: Bedri Rahmi Eyüboğlu, Cemal Tollu (R.32), Cevat Dereli, Hamit
Görele, İbrahim Çallı, Melik Aksel, Refik Epikman, Turgut Zaim’ dir. Amacı, 6 yıl içinde,
63 ressam gönderilmesi olarak tasarlanan etkinlik, bu amacına, 1943 Eylül ayında açılan
sergide ulaşmıştır. 1943 yılında dördüncü Yurt Resimleri gezisine gönderilen sanatçılardan
bazıları ise; Arif Kaptan, Cemal Bingöl, Eşref Üren, Halil Dikmen (R.33), Mahmut Cüda,
Nurullah Berk, Saim Özeren, Saim Tuna, Şeref Akdik olmuştur. Beş ve altıncı yurt
gezilerine katılan sanatçıların, 1943 yılında alınan yeni kararlara uydukları gözlemlenir.
Hemen hepsi büyük boyutlu birer konulu kompozisyon üretir ve bu resimler sergiye katılım
aşamasında, sanatçının birinci sıradaki resmi olarak yer alır. 1944 yılında bir katalog
ile sanatçılar ve resimleri, C.H.P. Resim Sergisi adı altında, toplu bir sergide bir
araya getirilir. Bu 6 aylık çalışmaların genel değerlendirilmesi olarak önem kazanmıştır
(W.10- www.turkresmi.com).
R.32. Cemal Tollu, Bodrum Süngercileri
R.33. Halil Dikmen, Halay Çekenler
1945 yılında çok partili sisteme geçiş hazırlıkları ve uygulaması, politik yarışı ve
hazırlıkları gündeme getirmesi nedenleriyle bu etkinlik ilgi alanından çıkmıştır. Büyük
umutlar ve coşkularla başlanan ve yedi yıl gibi uzun bir zaman dilimi içinde birçok resmin
üretimine ön ayak olan bu etkinlik sessizce, biraz da ihmal edilerek son bulur. Bu arada,
önemlisi bu etkinliğin parti adına eleştiriler alması ve bu eleştirilerde ressamlara yapılan
baskıcı tutumun gündeme getirilmesinin belgelenmesidir. Halk Partisi, Anadolu’ya
gönderdiği ressamlara verdiği direktiflerle memleket gerçekleriyle değil, iyi taraflarıyla
görmelerini emrettiğinden bu ısmarlama resimlerle resim sanatı fonksiyonu ifa etmekten
uzak bırakılmıştır. Parti himayesine girmeyen müstakil (yurt gezilerine katılmak
istemeyen)
ressamların çalışma imkânları her bakımdan tehdit edilip sergi açmaları
güçlendirildiği anlayışsız tenkitçilere bu ileri eserleri kötüleyici yazılar yazdırdığı için,
halk hizmetinde realist bir resim çığırının açılması gecikmiştir (Esatoğlu, 1950). Fakat
özellikle, konu seçimlerinde uygulanan istekler, sanatta motifsel yorumlara yönelmeyi
getirecektir.
Bir de, Halkevlerinin kapatılması ile kayıtları kaybolan koleksiyonun ne olduğu
yönünde çıkan tartışmalar vardır. Aslında, bunun cevabı çok kolay olmakla birlikte, üzücü
bir mahiyete de sahiptir. Resimlerin kaybolmasının tek nedeni, eserlerin korunabileceği,
yeter sayıda müze olmayışıdır. 1937 yılında açılan ilk Resim ve Heykel müzesi olan,
İstanbul Resim ve Heykel Müzesi, uzun yıllar bu konuda tek kalmıştır. Ankara Resim
Heykel Müzesinin kurulması ise, 1990’ lı yıların başında gerçekleşir. Bu müzenin açılış
aşamasında; devlet daireleri ve Milli Kütüphane arşivinden gelen resimlerin yanı sıra, Yurt
Sergileri ile ilgili resimler de toplanmıştır. Fakat müze açılış tarihlerinin arasında büyük
zaman boşluğu olması dolayısıyla, büyük tahribat ve kayıplar yaşanmıştır. İzmir Resim ve
Heykel Müzesi de Yurt Sergileri resimleri için toplayıcı görevini yerine getirmiştir. Yurt
sergilerinin, en azından elde olan resimlerin toplanması ile yeniden, bir arada, ait oldukları
dönemin özelliklerini yansıtarak sergilenmelerini sağlamak, ya da müzelerde ayrı
bölümlerde sergilenmelerini gerçekleştirmek, belirli bir zaman sınırı içinde, belirli bir
amaca yönelik olarak üretilen resimlerin özelliklerini saptamaya yarayacaktır. Bu gerçek,
sanatçıların dönemsel gelişimlerinin içindeki çeşitliliği belirleme açısından çok büyük
önem taşımaktadır.
Araştırmalar sonunda görülüyor ki, Cumhuriyet dönemine kadar Türkiye’ nin,
teknolojik ve kültürel değişimlere uzak kalması ile batı toplumlarıyla arasında ortaya
çıkan zaman farkını kapatması için, asker ve sivil bürokratların büyük ölçüde desteği
gerekmiştir. Özellikle, sanatçıların bağımsızlaşmaya başlamasıyla doğan, sosyal ve
ekonomik sorunlardan dolayı da, sanatçı çoğu zaman, resmi kurumların desteklerine
ihtiyaç duymuştur. Nitekim bir devlet programı olarak uygulanan devlet sanatçıları için
yurt gezilerinin ve sergilerin düzenlenmesi de henüz özel galerin bulunmadığı, bir
dönemde sanatçılar için önemli bir destek olmuştur. Özellikle, ödüllendirme yönündeki
çabalar, sanatçıları, ölçek olarak alınan toplumsal-insansal düşün yönünde yönlendirme
ereğini gütmüştür.
Öte yandan, 1940’ larda toplumsal bir yönelişten hareketle, D Grubu’ na karşı
çıkan bir grup olarak kurulan Yeniler, kendilerinden öncekilerin tam tersine bir yaklaşımla
resimde figürü yeniden insanlaştırmak gibi farklı bir ideali amaç edinmişlerdir. Bu nedenle
basit bir nesne düzeyine indirgenmiş bir figürü işlemeyi reddederek; tenselliği ve tinselliği,
dertleri ve sevinçleriyle belli bir toplum içinde yaşayan insanı ele almayı öngörmüşlerdir.
Yenilerin etkin oldukları yıllar, Türkiye’ nin II. Dünya Savaşı nedeniyle dış dünya ve
özellikle de Batı’ ya kapalı olduğu bir zamana rastlamıştır. Bu grubun üyeleri,
kendilerinden öncekiler gibi, Batı’ da sanat eğitimi görmemişler, o yıllarda Müstakiller ve
D Grubu’ nun estetik anlayışları doğrultusunda bir eğitim izlemekte olan Güzel Sanatlar
Akademisi’ nden yetişmişlerdir. Biçimden daha çok insani ve toplumsal içeriğin
vurgulanmasına öncelik tanıyan Yeniler, belki de Türk Resminde ilk gerçek tepki ya da
karşı çıkma hareketini temsil etmektedirler (İskender, 1994).
Ortak bir amaç ve görüş çerçevesinde bir araya gelen, Cumhuriyet' in ikinci kuşak
sanatçıları; Nuri İyem, Mümtaz Yener, Avni Abraş, Selim Turan, Ferruh Başağa, Fethi
Karakaş, Agop Arad, Turgut Atalay ve Haşmet Akal, Mayıs 1941' de İstanbul Beyoğlu
Matbuat Müdürlüğü salonlarında, bir sergi açmıştır. Halkın arasına girmek, onların
düşünce ve yaşayışlarını paylaşarak sanatsal üretimlerini gerçekleştirmek amacını taşıyan
bu sanatçılar, İkinci Dünya Savaşı'nın bunalımlı ortamında, sanatlarına toplumsal gerçekçi
bir yön vermiştir. Nuri İyem’ in sanatı, ahenkle birbirine bağlanan bir bütün oluşturmaktan
çok, üzerinde çatışmaların yaşandığı bir alanı düşündürmektedir. Oluşturduğu kendine
özgü biçemi, kadınları, portreleri, kısacası figüratif çalışmaları hep toplumla bağlarını öne
çıkarmış, Yeniler’ in ve sonraki yılların en önemli gerçekçisi olarak anılmasına zemin
hazırlamıştır (R.34-35) (Özdemir, 2002).
R.34. Nuri İyem, Evde Kadınlar
R. 35. Nuri İyem, Gecekondu Güzelleri
Mümtaz Yener de diğer arkadaşları gibi, biçimden çok içerik olması gerekliliği
üzerinde yoğunlaştığı resimlerinde insan figürünün vazgeçilmezliğini ve olanaklarını çokça
kullanmıştır. 1950’ li yıllarda gemi atölyelerini ve işçileri konu alan toplumsal içerikli
resimlerinde makine ve insan ilişkisini irdeleyen resimler üretmiştir. 1960’ lardan sonra ise
karıncaları ve yaşamsal faaliyetlerini inceleyip, dönemin toplumsal-gerçekçi tavrı ile
yorumlayarak görünen haykırır gibi resmedilmiş büyük bir karınca topluluğundan ziyade
bir işçi eylemini anımsatır nitelikte resimlere imza atmıştır (R.36-37) (Özsezgin, 1982).
R.36. Mümtaz Yener, Sen De Gel
R.37. Mümtaz Yener, Karıncalar
Bu tarihlerde, İstanbul halkı, İkinci Dünya Savaşı'nın sosyal ve ekonomik yaşam
üzerindeki olumsuz etkilerini yoğun bir şekilde hissetmekteyken; Yeniler, bir yandan
dünya ve ülke sorunlarına kafa yoruyor, diğer yandan sanat anlayışlarının hangi çizgide
olması gerektiğini tartışıyorlardı. Kendilerinden önceki kuşak sanatçılarının derin bir
şekilde hissettikleri toplumla kopukluğun, nasıl aşılacağı konusunda ortak endişeleri
olmuştur. Toplumun içine girmek, onlarla günlük yaşamı paylaşmak, sorunlarını,
beklentilerini, umutlarını hissetmek gerektiğine inanmışlardır. Böylece, daha üretim
aşamasında halkın arasına girerek ilgi uyandırmayı amaçlayan genç sanatçılar,
atölyelerinden çıkarak, çalışmalarını İstanbul halkının çalışan kesiminin arasında
gerçekleştirmişlerdir. Modern resmin çoğu eğilimlerini gelip geçici sayan, ancak çağa
uygun açık görüşler taşıyan Akademi hocalarından Leopold Levy’ nin eğitim yönteminden
geçen grup sanatçıları, resmin toplum sorunlarıyla yakından ilgilenmesini; toplum
yaşantısını, halkın günlük çalışmalarını, sevinç ve dertlerini yansıtması gerektiğini
savunmuşlardır. Böylece belli bir çizgide toplanan Yeniler, D Grubu’ nun resme hiçbir
katkıda bulunmadığını, yalnızca Avrupa resim eğilimlerini ve tekniklerini Türkiye’ ye
aktarmakla yetindiklerini öne sürmüşlerdir. Liman Sergisi adını verdikleri ilk sergileri,
çağdaş Türk sanatının tarihsel etkinliklerinden birisi olmuştur ve sanatın toplumsal
yönünün vurgulandığı yeni bir çıkışın ilk tavrıdır ve üretim aşamasından sonrasındaki
yorumlara değin bir etkinlik olarak başlı başına bir manifesto özelliği taşımaktadır. Bu
etkinliğin ardından, özellikle Akademi dışındaki yazar ve sanatçılardan çok destek
görmüşlerdir (Dal, 1996).
Hilmi Ziya Ülken’ e göre (Özsezgin, 1982) “…yaşanmadan dile getirilmiş ülke
bunalımları ve acıları yapay bir edebiyattır, milli olmaktan uzaktır. Yeniler, bu ülkenin
balıkçısını, liman amelesini resme konu yapmakla, onların sorunlarına sahip çıktıklarını
göstermiştir”. Resimlerde de gözlemleyebileceğimiz gibi, Yeniler, kendi anlayışlarına
uygun yöresel konuları işlerken, teknik ve yöntem açısından Batılı resmin tamamen dışına
da çıkmamıştır. Grup, ilk dört yıl içinde yoğun bir etkinlik göstermiştir. Zamanla gruptan
ayrılanlar olmuşsa da, gruba yeni katılanlar da olmuştur. Baştaki yoğun etkinlik biraz
gevşeyerek, 1952’ de alınan dağılma kararına kadar devam etmiştir. Birçok grubun
dağılma nedeni gibi Yenilerin nedenleri de aşağı yukarı benzerlik gösterir. Ortak
amaçlardan uzaklaşma, kişisel eğilimlerin baskın olmaya başlaması gibi. Belki de bunlar
kaçınılmaz nedenlerdir.
Yeniler grubunun bazı üyelerinde, 1950’ den sonra soyut resme yönelme eğilimi
ortaya çıkmıştır. Toplumcu resim sözleriyle kurulmuş olan grup, giderek bu anlayıştan
uzaklaşmıştır. Grup üyelerinin dağılma aşamasındaki durumlarını irdeleyecek olursak,
Nuri İyem’ in soyut bir renk düzenine yönelmiş, 1960’lardan sonra ise figürü ve portreyi
ele almış olduğu, Ferruh Başağa’ nın resmin yanında vitray, mozaik ve freskte de
arayışlarını, Selim Turan’ın güncel sanat anlayışı içinde çalıştığını, Yeniler’ in ilk
sergilerinde portreleriyle dikkati çeken Turgut Atalay’ ın (R.38) ise, İstanbul Şehir
Tiyatrosunda dekoratörlüğe başlayıp, resim sanatıyla bağlarını belli bir ölçüye indirmiş
olduğu görülür.
R.38. Turgut Atalay, Balerin
1950’ li yıllarda Türkiye’ de, her alanda kimi zaman olumsuz, kimi zaman olumlu
bir takım değişiklerin görülmeye başlandığı bilinmektedir. İşte On’ lar Grubu böyle bir
ortamın, yani Türkiye’ nin sosyal, ekonomik ve siyasal hayatının hızla geliştiği bir
dönemin ve sonrasının bir yaklaşımı olmuştur. Çok partili döneme geçişle birlikte varolan
ilk hükümet, geleneksel değerlerin vurgulanmasını, bir başka deyişle içimize, özümüze
yönelişi bir politika olarak uygulama konusunda kararlı olmuştur. Çağdaş Türk sanatının
oluşum evrelerinde, D Grubu ile sanatçıların sanatsal üsluplarının batıya yöneldiğini, ancak
sonrasında 1941’ de kurulan Yeniler Grubu ile bu yönelişlerin rotasını başka bir arayışa
çevirdiğini bilmekteyiz. Yenileri oluşturan sanatçılar, D grubunun batıya olan yakınlığına
bir tepki olarak birleşmişlerdi. On’ lar da, bir anlamda Yeniler grubunun düşüncelerinin
uzantılarını taşıdığını söylemek yanlış olmayacaktır. Türk resim sanatının bu öze dönme
anlayışı ile birlikte, o dönemin aydınlarının yoğun tartışmalar içine girdiği de
bilinmektedir. Artık, Türk resminin taklit anlayışından kurtulması gerektiği özünde
birleşen bu tartışmalarla, evrensellik, yerellik, çağdaş resim, batı resmi, Türk resmi gibi
kavramlar sorgulanmaya başlanmıştır.
On’ lar grubunun kuruluş tarihi 1947 yılına rastlar. Üyeleri Bedri Rahmi
Eyüboğlu’nun atölyesinin öğrencileridir. Nedim Günsür, Mehmet Pesen, Osman Oral,
Orhan Peker, Mustafa Esirkuş, Turan Erol, Fitret Otyam, İhsan İncesu, Leyla ve Hulusi
Sarptürk, Fahrünissa Sönmez ve İvy Stengali’ dir. Grubun 1955 yılına kadar resim
sanatında güçlü bir yere sahip olduğu bilinmektedir. Bedri Rahmi ve öğrencileri Türk
Resmini kendi özümüze ait olan halılardan, minyatürlerden, işlemelerden ve Türk
motiflerinden oluşturmamız gerektiğimi savunmuş, bu amaç altında yoğun bir şekilde
çalışmışlardır.1946’ da akademi salonlarında ilk sergilerini açtıktan sonra yoğun bir kitle
tarafından
desteklenmişlerdir.
Çok
geçmeden,
birçok
genç
sanatçının
grubun
etkinliklerinde rol aldıkları görülmüştür. Bu dönemde, On’ lar günün sanatına tazelik
getiren tek toplu hareket olarak adlandırılmış ve ilgiyle karşılanmıştır. Ancak bu
hareketliliğin uzun sürmeyişi ve üyelerin kendi varlıklarını güçlendirmek istemeleri grubun
adını gölgede bırakmıştır (Özsezgin, 1982).
Grup üyelerinden, Nedim Günsür’ un tablolarında, yöresel ve geleneksel konuları
seçmesinde, Leger ve Bedri Rahmi’ nin öğrencisi olması büyük bir rol oynamıştır.
Konuları sanatçıyı, Türk resminde toplumsal gerçekçiler olarak adlandırdığımız bir alanda
anmaya çağırırken, geniş mekân tasarımları içine, küçük figür ifadelerinden oluşan ilginç
kompozisyonlarla kendilerine naif etkinlik yolları arayan sanatçıları yönlendirici olduğu
ifade edilebilir (R.39) (Tansuğ, 1999). Sonraları yaşamını sürdürmeye başlayacağı
Zonguldak şehri Günsür’ ü toplumcu gerçekçi çizgiye daha da yaklaştırmıştır.
Madencilerin yaşamlarına yoğunlaştığı resimlerinde, minyatürün renk, çizgi, perspektif,
figür düzeni algısı yanı sıra figüratif aşamalar sonunda ulaştığı yeni figür ilgisiyle sanatını
bütünleştirmeyi başarmıştır.
R.39. Nedim Günsur, Eski Sokak
R.40. Mehmet Pesen, Gelin ve Kağnılar
Mehmet Pesen’ in tablolarındaki istiflemeci tavır hemen ilk bakışta dikkatimizi
çeken özelliktir. Geniş bir bakış açısıyla figürlerin bütünleştirildiği doğada, oylum oylum
kıvrımların dinginliğini bozan, bir yerde de dengeleyen grafik düzenli dimdik yükselen
yapraklarına kadar işlenmiş ağaçlar yer alır. Figürlerdeki ve ağaçlardaki ardıllıkla
oluşturulan kompozisyonları, onun minyatüre olan eğiliminden kaynaklanmaktadır.
Kurgunun şematik oluşu ve iki boyutluluğu onun minyatür sempatisinin bir vurgusu gibidir
adeta. Alt sıralarda oluşturulan figür dizisi, tıpkı bir kenar işlemesi gibi tablonun alt kenarı
boyunca devam ettirilmiştir. Gelin alaylarını ağırlıklı olarak ele aldığı resimlerinde ve
diğerlerinde açıkça görülen bu yaklaşım tarzı 16. ve 17. yüzyıl nakkaşlarınınkini
andırmaktadır. Küçük figürlerin yoğun bir şekilde kullanıldığı kompozisyonlarında bunca
figür kalabalığına rağmen izleyiciyi yormayan aksine rahatlatan neşeli bir dinamizm
vardır. Figürler, geniş renk lekeleriyle belirlenmiş, sıra sıra tepelerin ardından kıvrılarak
izleyiciye yaklaştırılmıştır. Çağdaş bir minyatür esprisiyle sunulan figürler, ayrıntıdan
uzaklaştırılıp sadeleştirilmiştir. Ancak sanatçı yinede Doğu’ nun süslemeci özelliğinden
koparamayacağı bazı figürler üzerindeki giysilerde motif ayrıntıcılığını ihmal etmemiştir
(Elmas, 2000). Tepelerin üzerine birbirini örtmeyecek şekilde serpiştirilmiş küçücük evler,
tepelerin ardına yerleştirilmiş bir kaç insan figürü Pesen' i minyatürlere yaklaştıran bir
başka unsur olarak karşımıza çıkar (R.40).
R.41. Orhan Peker, Aşık Veysel
Figüratif etkinlik yönünden büyük bir pentür ustası olan Orhan Peker’ in (R.41)
yeri özellikle vurgulanmalıdır. Adnan Benk (Tansuğ, 1999) Peker’ in yorumlarını
“…sanatçı dış dünya biçimlerine bağlanarak kendi duygularını sınırlayan birer çerçeve
içinde çerçeve gözüyle bakmaktadır” şeklinde yorumlarken, Benk (Benk, 2006), “Peker
konuyu lekeleştirince, bir soyut ressam gibi davranabiliyor, bu leke içinde, gerçek dışı
renk, biçim ve düzen oyunlarına girişebiliyor” diyerek sanatçının yaratıcılığını ortaya
koymuştur. Mustafa Esirkuş da biçim-bozma estetiği yönünde betimlediği resimleriyle ve
figüratif resmin anlatım olanaklarını kullanarak yöresel konulara yönelik çabaların
gelişmesinde diğer grup üyeleri kadar saygın bir yere sahip olmuştur (R.42).
R.42. Mustafa Esirkuş, Köylüler
Modernleşme, çağdaşlaşma ya da bazen Batılılaşma olarak da belirtilen bir sürecin,
geleneksel kültür iradesi üzerindeki ağır tahribatı, bu sürecin sadece bir araç olduğunu
kavramayan ya da bu süreci bir amaç olarak algılayan çevrelerin yoğun şuursuzluğu ile
orantılı olmuştur. Bu etkilerin çağdaş sentezler yolunda bir araç olarak kavranması, bu
yöndeki misyon ve işlevleri üstlenen bireysel duyuş ve kavrayış zorunlulukları ile birleştiği
için, Sanay-i Nefise ya da bunun devamı niteliğinde olan Güzel Sanatlar Akademisi’ nin
kurumsal sorumluluğu, bireysel duyuş çabalarından farklı boyutlar kazanmıştır. Figür
alanında akademik sürecin kısırlık ya da verimsizliğe düşmesinin nedeni ise, izlenimci
kuşağın atak ve sıcak tensel figüratif duyarlılığına karşı, erken 30’ lu yılları kapsayan
kübist-konstrüktivist akademizmin soğuk kuralcılığı öngören yaklaşımları olmuştur.
Akademizmin bu türden bir figüratif donukluğu, 40’ lı yıllarda Yeniler grubunun “kadın”
temalı sergisiyle aşılıyor olduğu görülmüştür. Ama bu çaba, toplumsal realizmin insan
yaşantısını, yoksulluk, ezilmişlik gibi duygusal yönlerde irdeleyen ideolojik kavramları
içinde eriyip gitmiştir. Yani figür sorunu, geleneksel biçim iradesi yönünde irdelenmekten
uzak kalınan yeni bir açmazla karşı karşıya bırakılmıştır (Tansuğ, 1995).
BÖLÜM 4
4. 1950 SONRASI ÇAĞDAŞ TÜRK RESMİ
4. 1. 1950 Sonrası Türkiye’ de Toplumsal Yapı
II. Dünya Savaşı’ yla sürüp giden yıkım, 1945 yılında sona ermiştir. Savaşa
girmemesine rağmen sıkıyönetimi, karartma gecelerini, karneli alışverişleri ve ekonomik
sıkıntıları yaşayan Türk insanı, savaşın bitmesiyle göreli bir rahatlama sürecine girmiş,
sosyal hayat canlanma göstermiştir. Bu yıllarda alınan ekonomik tedbirler - bunlar, 1942
Varlık Vergisi ve Milli Mücadele için konulmuş ve 1925’ te kaldırılmış olan Ayniyat
Vergisi’ nin 1943’ te tarım ürünlerine yeniden getirilmesi - halkı zor durumda bırakmış,
CHP bürokrasisinin zorlayan, baskı altına alan uygulamaları, seçimlerin DP kanadına
olumlu yansımasına sebep olmuştur.
1945 sonrası dönem önemli siyasal ve ekonomik değişimleri de beraberinde
getirmiştir. Savaş sonrası yıkılan Avrupa, savaşın hem siyasal hem de ekonomik galibi
ABD’nin kredi ve hibelerine muhtaç duruma gelmiştir. SSCB ile Batılı müttefikleri
arasında savaş sonrası dünyaya yönelik uzlaşmazlıklar nükleer silahların tehdidi altında ve
iki farklı ideoloji temelinde, iki kutuplu bir dünyanın ortaya çıkmasına neden olmuştur.
ABD bu nedenle kendi etki sahasında kalan bölgeleri ve eski dünya güçleri olan Batı
Avrupalı müttefiklerini ekonomik olarak kalkındırma amacıyla yatırımlarını bu bölgeye
aktarmıştır. ABD’ nin büyük destek olduğu Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (AET)
kurulması ile de ABD’nin Avrupa içindeki yatırımlarında önemli artışlar meydana
gelmiştir. Fransa ve Almanya gibi savaş öncesinin önde gelen borç veren ülkelerinin artık
kredi sağlayacak durumları kalmamıştır. Savaş sonrasında, Bretton Woods konferansları
ile kurulan Dünya Bankası ve IMF ile yeni dünya düzeninin temel uluslararası kurumları
ortaya çıkmıştır. Dünya paraları dolara bağlanarak uluslararası değişimde kolaylık
sağlanmıştır. Böylece kredi sağlamanın kaynağı uluslararası yapılara, bu yapılar üzerindeki
etki de ABD’ye geçmiştir. Bu durumun nedeni de ABD’nin o dönemdeki gücünün
boyutlarıdır; ABD dünya ekonomik üretiminin yüzde 35’ini gerçekleştiren ülke olarak
dünyaya kendine göre şekil vermesinin kaçınılmazlığını diğer ülkelere kabul ettirmiştir
(Görgün, 2004).
Dahası nükleer bir savaşın eşiğine gelinmiş, topraklarındaki Amerikan üsleri
nedeniyle Türkiye açıktan Sovyet saldırısı tehdidiyle karşı karşıya kalmıştır. Bütün
bunların sonucunda Türk kamuoyunda yavaş yavaş Amerika’ ya karşı olumsuz tavırlar
belirmeye başlamıştır (Merih, 2006).
1945-1960 döneminde Türkiye, jeopolitik konumu dolayısıyla Soğuk Savaş’ tan en
çok etkilenen ülkelerden biri olmuştur. Sovyetlerden tehdit algılamaları Türkiye’ nin Batı
Bloku’ nun içinde yer almasına neden olmuştur. Ancak bu konum Türkiye’ ye pahalıya
patlamıştır. Özellikle çok partili döneme geçilmesinden sonra Türkiye Batı’ nın ileri bir
karakolu durumuna gelmiştir. NATO’ ya girebilmek için Kore’ de Türk kanı dökülmüştür.
Ki Birleşmiş Milletler’ in çağrısına ABD’ den sonra ilk yanıt veren ülke ve 15 devletin
asker yolladığı Kore’ ye yine ABD’ den sonra en fazla asker yollayan devlet Türkiye
olmuştur. Bu dönemde Amerikan Hayranlığı had safhaya ulaşmış; Türk halkı Amerikan
kültürüyle tanışıp, onunla yaşamaya özenmiştir (Merih, 2006).
1952’ de Türkiye’ nin NATO’ ya katılması, ABD etkisini arttırmış, yapılan TürkAmerikan Kültür Anlaşması ve çeşitli burslarla yeni bir dönem başlamıştır. Osmanlı’ daki
kapitülasyonları hatırlatan her türlü uygulamayla kısıtlayıcı hükümler kaldırılmış ve ABD’
nin Türkiye’ de özgürce hareket etmesi sağlanmıştır. Bu yolla iki ülke arasında askeri,
ekonomik ve kültürel ilişkiler yoğunlaşmış, Amerika’ ya ne kadar yakın davranılırsa o
kadar yardım alacaklarına inanmışlardır. Bu dönemde Türk ekonomisi dış yardımların
artmasıyla dinamik bir döneme girmiştir. Tarımda üretim artmış, ihracat gelişmiş, milli
gelirde genişleme yaşanmıştır. Ancak Kore Savaşı’ nın sona ermesiyle ihracat azalmış,
enflasyon ve dış ödemedeki açıkların artmasına neden olmuştur. Sonraki yıllarda da iç ve
dış politikada yaşanan sorunlar ekonomiye yansımış, hükümeti baskıcı önlemler almaya
zorlamıştır (Torun, 2002).
1946-1960 arası, halkın siyasi yaşama katılması, ulaşım ve iletişimin gelişmesi, işçi
sınıfının ortaya çıkışı, ticaret sermayesinin birikimi, kentleşmenin hızlanması, nüfusun
artması,
ekonomik,
teknolojik
ve
bilimsel
açıdan
modernleşme
belirtilerinin
başlangıçlarının yaşandığı dönem, Cumhuriyet’ in kuruluş döneminde başlatılmış olan
atılımların, bu dönemin koşulları içinde değişime girdiği dönemdir
1960 sonrası döneme gelindiğinde, siyasi ve ekonomik açıdan istikrarlı bir tablo
varolmadığı halde; Türkiye sürekli gelişmiş, uluslar arası platformlara girmiş, dünyadaki
oluşumları yakından takip edebilmiştir. Tüm bu sıkıntılara rağmen, ülkenin bu açılımı
toplumsal yapıya da yansımış ve kültürel olaylara karşı duyarlı olan kesim genişleme
göstermiştir.
Türk kültür yaşamının vazgeçilmez kurumları olan halkevleri ve halkodalarının,
çok partili yaşamla birlikte sorun olması ve yeni statü çabalarının sonuçsuz kalması 1950
seçimlerinden sonra geleceklerini tehlikeye atmıştır. Bu dönemde Köy Enstitüleri’ nde de
önemli değişiklikler yapılmıştır. Devrimci nitelikte olan bu kurumlar DP iktidarında
yeniden ele alınmış, öğretmen okulları haline getirilmiştir. Enstitülerin tarihe
kavuşmasında ABD’ li eğitim uzmanlarının önemli rolü olmuştur. Böylece DP’ nin
uygulamayı harekete geçirmesi kolaylaşmıştır. 1950-1960 döneminde hat safhaya ulaşan
Amerikan kültürünün yayılması amaçlı yapılan eğitim yardımlarına, kültürel ilişkilerin
geliştirilmesi gibi bir anlam yüklenmiştir. Ayrıca ABD, öğrenci değişim programlarıyla az
gelişmiş ülkelerin olduğu gibi Türkiye’ nin de eğitim sistemini önemli ölçüde etkilemiştir
(Torun, 2002).
Demokrat Parti’ nin kurulduğu, 1950 ile 1960 yılları arası, gelenekçi bir iktidar
işbaşına geçmiştir. Demokrat Parti’ nin ilk niteliği, sivil ve asker bürokrasiyle, aydınlara
karşı olumsuz bir tutum takınması olmuştur. 1950’ li yıllarda ekonomi, askerlik, siyasal
alanlarda, Demokrat Parti iktidarının Batılı ülkelerle yaptığı anlaşmalardan sonra Batı
kültürü bütün ürünleri ve araçlarıyla ülkeye yayılmaya başlamıştır (Erol, 1981).
1950’ de DP’ nin iktidarı devralması, II Dünya Savaşı ile başlayan sosyal yapı
değişikliğinin somut hale gelmesidir. Ekonomide seyredilen politikalar, köylerde tarımda
makineleşme, yeni yolların yapılması, dış yardımlar ve ticari piyasanın etkisiyle kapalı
geleneksel yapısından pazar ekonomisine geçiş gibi önemli değişimler yaratmıştır. Toprak
ağaları güç kazanmış, fakirleşen ve tarım işçisi haline gelen topraksız köylüler şehirlere
göç etmeye başlamışlardır. Yatırımların batıya kaydırılmış olması göçlerin yönünü
belirlemiş, 1950’ lerden sonra şehir nüfusları artış göstermiştir (Torun, 2002).
II. Dünya Savaşı’ ndan sonra Kıbrıs sorunu da Türkiye’ nin gündemini oldukça
meşgul etmiştir ve bu sorun bugün de yoğun bir şekilde sürmektedir. Aslında Türkiye,
Soğuk Savaş ortamında Doğu Bloku’ ndan gelecek tehlikelere karşı güvenliğini sağlamak
amacıyla Batı Bloku’ nda yer almak için, İngiltere ve Yunanistan ile arasında Kıbrıs
yüzünden bir anlaşmazlık çıkmasını istememiştir. Siyasi kanattan Kıbrıs konusuyla ilgili
hiçbir seçim propagandası dahi duyulmazken, Türk kamuoyu Rumların enosis isteklerine,
dernekler kurarak ve basınla temasa geçerek tepkilerini göstermişlerdir. 1955 yılında
yaşanan, saldırılar, yağmalamalar, ölüm, yaralanmalar ve Rumlara ödenen tazminatlar ile
sonuçlanan 6-7 Eylül olaylarında da kamuoyu baş rolündedir. Görülüyor ki, yıllarca
sürecek olan bu soruna karşı, 1950’ li yılların başında henüz bir Kıbrıs politikası
oluşmamıştır. Çünkü hükümetin öncelikli amacı, NATO’ ya girebilmek ve Batı Bloku’ nda
Batı ile iyi ilişkiler kurabilmek olmuştur. Kıbrıs politikasızlığındaki tutumu ise 1955 yılına
kadar Yunanistan’ ı cesaretlendirmiştir. Bu tarihten sonra Kıbrıs Türk toplumu siyasi
açıdan daha aktif duruma gelmiş, Türk kamuoyu da Kıbrıs konusunda duyarlılığını
arttırmıştır. Böylece Kıbrıs sorununa daha ciddi bakılmaya başlanmıştır (Merih, 2006).
1974 Haziran ayında ortaya çıkan yeni olaylarla, bir anda, Türkiye ve Yunanistan
arasındaki
ilişkileri
yeniden
savaş
ortamına
sürüklemiştir.
1974
Haziranında
Yunanistan’daki askeri cuntanın desteği ile harekete geçen EOKA örgütü ve Kıbrıs Rum
Ulusal Muhafız Gücü içerisindeki Yunan subayları, yönetimine karşı gerçekleştirmiş
oldukları bir darbe ile Enosis’ i gerçekleştirme çabaları için gereken ilk adım atılmıştır.
Kıbrıs’ ta, Yunanistan’ın desteği ile gerçekleştirilen bu darbe, Türkiye’ nin tepkisini
çekmiş ve Türkiye, anlaşmalardan kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirerek, 20
Temmuz 1974’ de Kıbrıs’ a askeri müdahalede bulunmak gereğini duymuştur. Bu bunalım,
Türkiye ve Yunanistan’ın karşılıklı olarak birbirleriyle olan ilişkilerini etkilediği kadar,
aynı zamanda, bu ülkelerin uluslararası ilişkilerini de değişikliğe uğratmıştır. Gerçekten de,
Türkiye açısından Kıbrıs konusu, uluslararası ilişkilerinde değişmez gündem maddesi
haline gelirken, sorunun görüşmelerle adil ve kalıcı bir sonuca bağlanamaması ve ABD ile
olan ilişkilerinde Kıbrıs nedeniyle silah ambargosunun yaratmış olduğu olumsuzluklar,
Türkiye’nin dış politikada hareket serbestliğini kısıtlamıştır. 1974 sonrası dönem, TürkYunan ilişkilerinde en yoğun olayların yaşanmış olduğu bir dönem olarak karşımıza
çıkmaktadır. Bir yandan iki ülke arasında Kıbrıs konusundaki görüşmelerde belirgin bir
sonuca ulaşabilecek ilerlemeler sağlanamazken, diğer yandan da iki ülke arasında artan
güvensizliğe koşut olarak, Ege Denizi’ nde yeni sorunlar ve bunların yaratmış olduğu
gerginlikler yaşanmaya başlamıştır (W.11-www.turkishgreek.org). Stratejik önemi ve Ada’
da yaşayan Türk halkı nedeniyle Türkiye için vazgeçilmez önemdeki Kıbrıs, bugün
Türkiye’ nin en önemli dış politika sorunlarından biri olmayı sürdürmektedir.
1960-1980 yılları arası, siyasal açıdan üç askeri müdahalenin yaşandığı,
anayasanın iki kez değiştiği, toplumu oluşturan kesitler arasında dengelerin sürekli
oynadığı, sol düşüncenin yasallaştığı ya da kısıtlandığı, karşıtlıklar ve çalkantılarla dolu
bir dönemdir. 1960’ ta gerçekleştirilen 27 Mayıs Devrimi, toplumsal ve ekonomik alanda
dönüşümsel etkiler yaratması bakımından yeni bir evrenin başlangıcı olarak alınabilir.
Kurulan Anayasa Komisyonu ile Avrupa’ daki gelişen sosyal devlet anlayışının da
etkisiyle liberal bir anayasa hazırlamış, 1961 Anayasası ile yeni kurumlar oluşturulmuştur.
27 Mayıs öncesi günlerde büyük kentlerin havası tam bir devrim ortamını
yansıtmıştır. Öğrenci ayaklanmaları, buna karşın polisin sert tutumları, sıkıyönetimin de
ilan edilmiş olması Türkiye’ deki olağanüstü baskı durumunun belirtileri olmuştur. Sert bir
sansür olduğu için, basın ve radyo bu eylemleri kamuoyuna yansıtamamıştır. Bundan
dolayı olaylar halk arasında kulaktan kulağa abartılarak yayılmıştır. Sonrasında, DP’ nin
demokrasiden sapmış olması, Atatürk devrimlerinden taviz verip, kendi yandaşlarına
ayrıcalıklı muamele yaparak halkı ikiye bölmesi gibi nedenlerden dolayı, 27 Mayıs
1960’ da TSK hükümete el koymuştur. Bu dönem, Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri
Bakanı, Maliye Bakanı’ nın idamı, ordu ve üniversite elemanlarının da bir kısmının emekli
edilmesiyle sonuçlanmıştır (Gökçe, 2004).
12 Mart' tan sonra hiçbir parti tek başına çoğunluk sağlayamamış, dolayısıyla
Türkiye, 1970' lerde, 12 Eylül' e kadar gidecek siyasal istikrarsızlık süreci içine girmiştir.
1961 Anayasası’nın getirdiği geniş özgürlükler, sosyalist partilerin kurulmasına yeşil ışık
yakılması, sendikalara tanınan geniş haklar ve basın özgürlüklerinin neredeyse sınırsız
kullanılmasıyla ortaya çıkan sosyal çalkantılar nedeniyle 12 Mart 1971' de, 12 Eylül
Darbesi’ nin provası niteliğinde, ikinci bir askeri müdahaleyle karşılaşılmıştır.
Diğer yandan, ekonomik açıdan, 1976’ ya kadar yüksek bir kalkınma hızı,
sanayileşme atılımı, holdingleşme ve bu tarihten sonra petrol fiyatlarında yükselme ve
Kıbrıs savaşının etkileriyle enflasyonist bir dönem yaşanmaktadır. Yüksek öğrenime
talebin arttığı, özel okullar yasasının çıkarılmasından sonra özel okulların birbiri arkasına
açıldığı bu dönem aktif yönelişlere olanak hazırlamıştır. Çağdaş teknoloji ve sanayi
ürünlerinin Türkiye’ de yapımı ya da montajını hazırlayarak, tarım ülkesi konumundan
sanayi ülkesi olma düzeyine götürecek girişimler, eskisinden daha atak girişimler halinde
bu dönemde yaşama sokulmuş, dünya standartlarının gerisine düşmemeye çalışan ve
ekonomik bunalımları en az zararla atlatmaya yönelik önlemler, planlı kalkınma
stratejisine uygun biçimde işler hale getirici çabalar, kamuoyunda tartışılmaya
başlanmıştır. 1970’ li yıllarda kurulan yeni üniversiteler, yüksek öğrenim kapısı önünde
biriken yeni öğrenci gruplarını kısa zamanda bünyesine çeken ve yeni ihtiyaç dalgalarının
artan nüfusla birlikte oluşumuna yol açan sorunların çözümü aşamasında güncelliklerini
korumaktadır (Özsezgin, 1998). Bu arada kentleşme devleşmiş, köyden kente göç gittikçe
yoğunlaşmış, gecekondulaşma sürecinin halkaları büyümeye başlamıştır. Köy yaşantısı ve
gelenekleri arkada bırakıp, kent yaşantısına ve kültürüne geçiş süreci bu dönemde
başlamıştır.
ABD’ nin kurduğu yapı ile birlikte genişleyen dünya ekonomisi 1970’ lere kadar
özellikle de Batı’ ya önemli bir refah getirmiş ve bu dönem “Altın Çağ” olarak
adlandırılmıştır. Ancak 1970’ lerin başlarında dünya ekonomisi genişlemesinin tepe
noktası yani teorik bir ifade ile Kondratiyef A safhasının sonuna varmıştır. Bu tarihten
itibaren artık dünya ekonomisi bir Kondratiyef B, yani ekonomik durgunluk safhasına
girmiştir. Bunun anlamı ise; dünya genelinde herkes için mutlak refahın daha çok insan
için azalacağıydı. Özellikle Altın Çağ döneminden büyük pay alamamış olan gelişmekte
olan ülkeler için ekonomik sıkıntıların ve istikrarsızlıkların olacağı bir döneme girilmiştir.
Kalkınma teorilerinin öngörüleri gerçekleşmemiş ve çoğunluk için daha zor günlerin
başlayacağı küreselleşme dönemi etkisini göstermeye başlamıştır. 1990’ lı yıllara
gelindiğinde ise, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile Soğuk Savaşın sona ermesi dünyanın
ekonomik
sisteminin
belirleyiciliği
“politik
ekonomiden”
“ekonomi
politiğe”
dönüştürmüştür. Kapitalist sistemin gerçekliği temelinde ekonomik hassasiyetler özellikle
de küreselleşme sürecinde ekonomik ve teknolojik dinamiklerinin rekabet üstünlüğü
yaratamadığı gelişmekte olan ülkelerde siyasal kararların temel belirleyicisi olmuştur
(Görgün, 2004).
1980’ ler Türkiye’ de yeni bir darbe ile başlar. Bu, toplum hayatının tüm alanlarını
kuşatan bir darbedir. 12 Eylül Darbesi, Türkiye' de halkın önemli bölümü tarafından,
siyasi, sosyal ve ekonomik kaoslara çözüm bulamayan, iflas etmiş parlamenter rejimin
haklı alternatifi olarak görülmüştür. Her şeyden önce Türkiye’ yi bir iç savaştan
kurtarmıştır. Bu nedenle, darbeye bir direniş olmadığı gibi, büyük çoğunluk, darbe
liderlerini kısa sürede benimsemiştir. 80’ lerin Türkiye toplumuna getirdiği en önemli olgu
ise toplumsal yapının, sözcüğün en geniş anlamıyla, “kapalılık” tan belli bir açıklığa
yönelmesidir. Bunda uluslar arası konjonktürün büyük payı vardır. Ne var ki, o
dönemlerde, hangi anlamlara geldiği yeterince ayrımsanmamış Batıcı bir evrenselciliğin,
Avrupa merkezli kabulü yaşanmaktadır. Gene de ve her şeye karşın, ülkenin kendi iç
koşulları sıkı sıkıya korunmak istenmektedir. Yani, “bir çatışma gerçeği olarak kültür”
diye özetlenebilecek bu yaklaşımın bir başka boyutu da, dışarlıklı olmak isterken kendisi
olmaya çabalayan Türkiye gerçeğidir. Türkiye, bütün sancısını çekerek yöneldiği kitlenin
bir parçası olmak istemektedir. O noktadan başlayarak da toplum, kopuşlara dayanan ve
“kopuş kültürü” denebilecek bir anlayışı hızla terk etmiş ve “eklemlenme kültürü” diye
tanımlanabilecek yeni bir döneme geçmiştir. Aynı zamanda, küreselleşme olgusunun da
etkisiyle yerel önemini kavramış, belleğini yeniden kazanmaya, geçmişini anımsamaya,
kendisiyle barışmaya koyulmuştur (Kahraman, 1999).
Darbelerle sarsılan Türkiye’ de, yerelin evrenselleşmesi, evrenselin yerelleşmesi
diye özetlenebilecek küreselleşme olgusu, kültür bağlamında bu yargının tam bir
yansıması denebilecek bir olanak sunarken aslında, temel kültürel paradigmanın
çatlamasına da tanıklık etmektedir. Bu sürecin aslında 1950’ yle birlikte başlayan dönemle
eklemlendiği rahatlıkla öne sürülebilir. Aradaki tek farkın, 1950’ lerde kitle kültürünün
seçkinci bir kültür mantığıyla ele alınmasıyken, bu kez seçkinci kültürün kitle kültürünün
içinde eritilmesi olduğudur. O nedenle, kitle kültürü de kendi özgün mantığını ve yapısını
koruyamamış, o da giderek taşra kültürüyle iç içe girmiş, ona teslim olmuştur
(Kahraman, 1989; Kwame, 1992). Her şeye karşın, 1980 ve 1990’ ların toplumsal kültürel
açılımları “ modernizm içinde gelenek” diye özetlenebilecek bir yaklaşıma denk
düşmüştür. Bununla beraber, gelenek vurgusunu öne çıkaran dinsel kökenli anlayışlar da
doğmuş, modernizm kavramından uzaklaşmak istemeyen bu kesimin yönelimi de
“gelenek içinde modernizm” olmuştur (Banuri, 1990).
1990’ larda Batı ile temas, toplumun her kesitinde yoğunlaşmıştır. Teknolojik
olanakların yaygınlaşması, ithalatın genişlemesi, seyahat olanaklarının artması ve genel
olarak refah düzeyinin yükselmesi, kentlilerin ve köyden kente gelen çok geniş kitlelerin
(ki bunların önemli bir bölümü üçüncü kuşak gecekondu toplumunu oluşturuyor) Batı
kültürünü en azından nesne olarak tanımasına imkân vermiştir. Ayrıca, taklit ve ithal
kültür, günlük yaşama yayıldıkça doğallık kazanmıştır (Aksüğür Duben, 1999).
1990’ lı yıllar Sovyet Bloku’ nun dağılmasına koşut olarak Türkiye’ de sağ-sol
çatışmasının anlamsızlaştığı veya bu ayrımın bulanıklaştığı ve etnik/dinsel kimliklerin
patladığı bir dönem olmuştur. Din siyasallaşarak Türk siyasal yaşamında alternatif bir
politik söylem haline geldi. Öte yandan “postmodern darbe” olarak nitelendirilen 28 Şubat
süreciyle birlikte Cumhuriyet rejimine karşı bir tehdit olarak algılanan siyasal İslam
karşısında, askeri bürokrasi siyasal yaşama egemen olmaya ve toplumu yeniden
şekillendirme girişiminde bulunmaya başlamıştır. Mevcut partilerin siyasal İslam’ a karşı
alternatif bir söylem oluşturmaktaki başarısızlıkları, askeri bürokrasiyi yeniden politikaya
sokmuştur. Ayrıca yolsuzlukların tırmandığı bu dönemde toplumun da partilere ve onların
siyasetine karşı bir güvensizlik duygusu geliştirdiği görülmüştür. Bu güvensizlik
ortamında, 1980’ lerden başlayarak 2000 yılına kadar, uyumsuz, kutuplu, bazen de işlevsiz
sivil toplum kuruluşlarının sayısında artış olmuştur. 2000’ li yılların başı, Türkiye için
geleneksel yapıların ve kurumların temel işlevlerini yerine getirmekte artık yetersiz olduğu
ve buna bağlı krizlerin yaşandığı bir dönemin başlangıcı olmuştur (Gökçe, 2004).
Truman Doktrin’ ine dayalı olarak ABD ile Türkiye arasında 1947 yılında
imzalanan “Yardım Anlaşması” bir dönemin başlangıcı olmuştur. 17. Stand-By
anlaşmasını, Aralık 1999’ da imzalayan Türkiye’ nin IMF serüveni bu dönemde
başlamıştır. 14 Şubat 1947’ de IMF’ ye giren Türkiye, parasını yüzde 100’ ün üzerinde
devalüe etmiş ve yakın tarihinde ortaya çıkan tüm ekonomik krizleri IMF’ nin istikrar
programları ile çözmeye çalışmanın ilk adımını atmıştır. Diğer yandan, tarım sektöründe
de, 1950’ lerden itibaren büyük değişmeler olmuştur. Tarımın teknolojik yapısında, işlenen
toprakların mülkiyetinde ve tarıma ayrılan kredilerin dağılımındaki değişmeler sonucu
olarak ortaya çıkan mülksüzleşme, işsizlik, yüksek orandaki nüfus artışı büyük bir nüfusun
tarımdan kopuş sürecini başlatmıştır. Karayolu ulaşımındaki hızlı gelişme mal ve insan
akımını hızlandırmıştır. Bu olgu gerek tüketim gerek üretim mallarının kolaylıkla
dolaşımını hızlandırmış, başka bir anlatımla tüketim toplumunun koşullarını hazırlamıştır.
Kentlere göç akışı, 1960’ larda otomotivi de içine alarak gelişen ve çeşitlenen, gümrük
duvarları ve teşviklerle korunan, desteklenen montaj sanayine ucuz işgücü sağladığı için
özendirilmiştir. 1950-1965 yılları arası tüm Türkiye’ de kentleşme hızının yüzde 6’ lar
düzeyine tırmandığı yıllar olmuştur (Aydemir, 1999).
Türkiye’ de, kentsel sorunların kaynağı, İkinci Dünya Savaşı sonrası tercihlerine ve
bu tercihlerin uygulanmasına dayanmaktadır ki son 50 yıldır, gerek ekonomik-sosyal,
gerekse çatışma ortamı nedeniyle süren iç göçler sonucu kentlerin nüfusu hızla artmıştır.
Hatta yakın bir gelecekte ülke nüfusunun yüzde 85’ inin kentlerde yaşacağı
öngörülmektedir.
Anakentlerimizde, baş döndürücü bir kente göç olayı yaşanmakta, kent ve kamu
yönetimleri gerekli önlemleri almadığı için çarpık yapılaşma, gecekondulaşma giderek
yaygınlaşmaktadır. II. Dünya Savaşı’ ndan bu yana özellikle 3. dünya ülkeleri olarak
adlandırılan az gelişmiş ülkelerde görülen hızlı nüfus artışı ile ortaya çıkan kentleşme
sürecinde "gecekondu" olgusu gündeme gelmiştir. 19. yüzyılda Paris' te ve Londra' da
konut sıkıntısı nedeniyle ortaya çıkan gecekondu kavramı, ülkemizde 1940' lı yıllarda
kullanılmaya başlanmıştır. Türkiye’ de 1950’ lerden sonra görülmeye başlayan iç göçler ve
hızlı kentleşme hareketinin özellikle büyük kentlerimizde konut açığı sorununa ve
gecekondulaşma gibi olumsuz bir yapılaşmaya neden olduğu bilinmektedir (Sevgi, 1988).
Ancak yavaş sanayileşme ve güvenli yüksek ücretli iş azlığı, gecekondu bölgelerini geçici
alanlar olmaktan çıkarmış, kesin kalıcılık sağlamıştır.
Ülkemizde kentleşme, gecekondulaşma ile çağrışım içinde olmuştur. Çarpık
kentleşmenin en önemli özelliği gecekondudur. Buna bağlı olarak, kültür değişmelerini ve
bu değişimlerin yarattığı kültür ihtilaflarını suçun doğrudan veya dolaylı etkeni sayan
görüşler de geniştir. Köyden kente gelenler gecekondu bölgesinin olumsuz şartlarını kendi
köyü ile karşılaştırmakta ve yinede yaşantısını daha iyi, memnuniyet verici bulmaktadır.
Bu nedenle köyden gelen nüfus geri dönmeyi düşünmemektedir. Ancak kuşaklar
değiştikçe gecekondu bölgesinin insanı kıyaslamayı köyle değil, yaşadığı şehrin gelişmiş
bölgeleriyle yapmaktadır. Kültür çelişkisi köyden gelen insanca kavrandığında, kültür
çatışmaları ortaya çıkmakta, kültür değişiminin yaratacağı ceza adaleti sorunları daha açık
ve kesin olarak belirmektedir (Özek, 1974; Dönmezer, 1984; Sevgi, 1988; Görmez, 1991).
Gecekondu, köyden ve kentten farklı kültüre sahiptir. Buna geçiş kültürü de
denilebilir. Kişiler köydeki eski tek sesli müzikten zevk alamamakta, kentteki yeni müzik
türlerine uyum gösterememektedir. Arabesk geçiş toplumu müziği olarak burada karşımıza
çıkmaktadır. Arabesk, sadece bir müziksel formdan öte bir yaşam biçimi, dünyayı
anlamlandırma tarzı olması dolayısıyla kente göç etmiş insanların kendilerini kültürel
olarak ifade ettikleri kültürel bir durumun işareti olmuştur. Aslında politik kavgaların
yoğun yaşanmış olduğu dönemde ortaya çıkan arabesk, hiçbir politik görüşle
örtüşmemiştir, çünkü içerik olarak politik bir ifadesi yoktur. Fakat zamanla popüler kültür
haline gelmiş, Türkiye’ nin kendine özgü, modernleşme süreci ile başlayan ilk kent kültürü
olmuştur. Bu yönüyle arabesk, gerek sağ, gerek sol ve gerek resmi ideoloji ideologları
tarafından niteliksiz, yoz, bayağı gibi sıfatlarla itham edilmiştir (Işık ve Erol, 2002).
Gecekonduda yaşayanlarla kentte yaşayanlar arasında çağı gerektirdiği yaşam
düzeyi arasındaki uçurum giderek derinleşmekte, kültürel farklılaşma ve şehre uyum
güçlüğü meydana gelmektedir. Gecekonduda oturanlar zamanla ekonomik olarak düze
çıkmaktadır, ama bu atılım kültürel ve sosyal alanlara hiçbir zaman taşınamamıştır
(Özek, 1974; Dönmezer, 1984; Sevgi, 1988; Görmez, 1991).
Gecekondulaşma, aynı zamanda, kırsal alanlarda yaşayan köy ve kasaba kökenli
milli kültür taşıyıcılarının, gecekondulu şehirlerde belirli bir süre içerisinde yozlaşarak
kitle kültürü taşıyıcılarına dönüşümünü sağlamıştır. Köylerden, kasabalardan ana
kentlere yığılan insanların algı alanları, kısa zamanda geçirdikleri bir kültür şoku ile
derin bir darbeye maruz kalmış ve sersemlemiştir. Sonra yavaş yavaş,
köy ve
kasabadan taşınan milli, tarihi kültür değerler ve inanç sistemleri, bu yeni ortamda
sosyo-ekonomik, nedenlerden dolayı temelinden sarsılmıştır. Köyler ve kasabalar, bu
çarpık kentleşme anaforu içine sürüklenmiş, kendi kültür sahalarında sahip oldukları
kültürel sürekliliği ve yaratıcılığı nesilden nesile aktaramamışlardır. Büyük kentlerin
çekiciliği ve kırsal alanların iticiliği bu durumu ortaya çıkarmış, giderek köy ve
kasabaların tüketilmesi kaçınılmaz olmuştur. Büyük şehirlere yapılan göçlere
bakıldığında; ferdin kendini bir cemaatten hissetmesi bilinci, yani bir alt kimlik edinme
ihtiyacı silinememiş olduğu görülmüştür. Varoşların oluşumu yöresel veya aşiret
olgusuna dayandırılmış, dolayısıyla diğer yöre insanlarıyla kaynaşma ve kültürel
alışveriş engellenmiş; tabusal yanlışlıklar devam ettirildiğinden üst kimlik anlayışı
kazanılamamıştır. Bu ise kültürel değişme olgusunun yönünü olumsuz etkilemiştir.
Haberleşme ağının gelişmesi, köyde yaşayanların şehir hayatını tanıması,
cemaat biçimindeki yapı içinde sosyal kontrolün dışına çıkma arzuları kırsal kesim
insanlarını şehirlere yönlendirmiştir. Gecekondulaşma bu anlamda hem halk kültürünün
tüketilmiş olduğu, hem de şehirlerde bir yığılmayı oluşturduğu için kitle kültürünün
güçlenmesi anlamında da kullanılmıştır. Bunun yanı sıra, özellikle büyük şehirlerin
etrafında acılı türküler, arabesk müzikleri, vurdulu-kırdılı filmler soyuttan çok somuta
ve kaba gözleme yatkın anlayışları ile derme çatma evlerde yaşayan insanların temsil
ettiği “Yoksulluk Kültürü” şeklinde isimlendirilen bir kültür kuşağı oluşmuş ve hala da
oluşmaktadır. Son zamanlarda töreye bağlı aile yapısının sarsılması ve sahipsiz kalması,
kültür naklini sağlayan dilin bozulması, din ve kültürün birleştirici özelliğinden
faydalanılmaması, eğitimin milliyetçilik vasfını kaybetmesi, enflasyonun iktisadi
hayatımızdan çıkarılamaması, orta sınıflaşmanın sağlanamaması, aydınların cemiyete
yabancılaşması, zaman içinde eskiyen sosyal kurumların yerine yenisinin konamaması
gibi sebeplerle cemiyetimizde maddi ve manevi kültür unsurları bir araya gelememiş,
bir mana ifade edecek şekilde işleyememiş, dolayısıyla bütünlük sağlanamamıştır.
İntiharlar, suç oranının artması, kişilerin birbirine güveninin kalmaması bütün bu
sarsıntıların belirtileri olarak tanımlanabilir.
1950’ den sonra batılılaşma, özellikle kendine yönelik milli değerlerini ve kültürel
potansiyelini gündeme çıkaracağı yerde, dış kaynaklı önerme, inanç sistemi ve normlar
düzenini ithal yoluna gitmiştir. Ortaya çıkan kültürel boşluk, herhangi bir manevi değerler
sistemiyle de desteklenmeyince yozlaşma derecesi yükselmiştir. Üretimden ziyade tüketim
ekonomisine yönelik teşvikler kullanılmıştır. Yoksullaşma ve dolayısıyla gecekondulaşma
alanlarının ortaya çıkmasıyla başlayan yozlaşma; gelir tabakaları arasında ki derin
farklılaşmalar; kolay ve zahmetsizce para kazanma yollarının açık bulunması; bir yanda
ekmek kuyruğunda bekleyen, sokaklara düşen insanların feryadı; bir yanda da bazı
medyatik üst zenginlerin ahlak dışı lüks ve fantastik yaşantıları gibi durumlar; ne yazık ki
sosyal çürümenin, kimliksizliğin kendisini oluşturmaktadır.
Türkiye’ nin sosyo-ekonomik koşulları, özellikle büyük yerleşimlerde,
kentleşme konusunda bu ciddi sorunları beraberinde getirmiştir. Altyapı eksikliği, toplu
taşım sistemlerinin ihtiyaca cevap verememesi, hükümetin ve belediyelerin yanlış
politikalarından kaynaklanan gecekondulaşma gibi sorunları doğurmuş olmasına
rağmen, büyük şehirlere göç hala çok yüksek boyutlarda seyrini sürdürmüştür.
Araştırma sonuçları incelendiğinde, kentleşme olgusunun Türkiye’ nin tüm şehirlerinde
aynı hızda olmadığı görülmüş ki, 1950-1980 yılları arasında tipik olarak görünen belli
bölgelerin sorunu olmaktan da çıkmıştır. Bu yıllarda kentlerin nüfuslarındaki artış, iş
olanaklarının ülke çapında eşit şekilde dağılmamasından ötürü meydana gelmiştir ve bu
süre zarfında Türkiye’ de kentleşme, İstanbul, Bursa, İzmit, Adana gibi batı bölgelerde
etkisini göstermiştir. Sonraları ise, Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) sırasında
nüfusun proje bölgelerine yerleşmesi ile vasıflı ve vasıfsız iş gücünün bölgeye akını
artmıştır. Bu etmenlerin sonucu olarak 1980’ lerden sonra sanayileşme, sadece batıdaki
kentlerde değil ve hatta daha da hızlı şekilde, diğer bölgelerin merkezi durumunda olan
birkaç şehirde artmıştır. Bunlara ilave olarak, doğudaki tüm kentler hızlı ve çarpık bir
kentleşme süreci içine girmiştir.
21. yüzyılın başlangıcında Türkiye her zamankinden daha fazla ve yepyeni bir
gelişmişlik anlayışı ve teşebbüsü içinde bulunmaktadır. Teknik gelişmeler sayesinde
yeryüzü hızla küçülmüş ve uzak ülkeler birbirlerine hızla yaklaşarak bugün komşu
olmuşlardır. Terörizm ve uyuşturucu ticareti gibi suçlar ile insan hakları, göç hareketleri ve
çevre kirlenmesi gibi hususlar süratle sınırları aşan bir nitelik kazanarak uluslararası
toplumun büyük bir kesiminin ortak sorunları haline gelmiştir. Bu nedenledir ki
günümüzde devletlerin başarısını büyük ölçüde bu küresel dinamiklere uyum
sağlayabilmeleri ve onları milli hedeflerin gerçekleştirilmesinde kullanabilmeleri
belirlemektedir.
Sonuç olarak, 1950’ lerden sonra, Türk toplumunu etkileyen ve belli bir kültürel
değişime uğramasına neden olan sosyal, siyasal ve kültürel olaylar, bir sonraki bölümde
incelenecek olan, sanat adına da yeni bir dönemin doğmasını beraberinde getirmiştir.
Ayrıca, Ankara, İzmir ve İstanbul çevrelerinin sanatsal gelişimine paralel yürütülmeye
çalışılan bu değişim, belli bir düzeye ulaşma yolunu tutmuş olduğu da bir gerçektir.
4. 2. 1950 Sonrası Türkiye’ de Kültür ve Sanat
Türkiye’ de Plastik Sanatlar Cumhuriyet dönemiyle birlikte önemli bir
modernleşme süreci içine girmiş olarak kabul edilir. Ancak bu sürecin aslında 19. yüzyıl
sonlarına doğru başlamıştır. Bu açıdan resim ve heykel tarihi bir kopmayla birlikte, bir
sürekliliği ve geleneği de devam ettirmektedir. Osman Hamdi Bey zamanında başlayan bu
serüven (1883) kendisini 1950’ li yıllarla birlikte başka bir serüvene terk etmeye
başlamıştır. Bu süreklilik ve kopmanın oluşturulduğu pratikler ve yapılanmalar arasındaki
ilişkilerin marjinal bir tarihi anlatılmaktadır: Bu tarih büyük olaylar ile birlikte
“habitüsleri”, onun getirdiği pratikleri ve buradan yola çıkarak da gelişen sistem ve yapıyı
ele almaktadır (Akay, 1999).
Cumhuriyet’ in kuruluş yıllarına bakıldığında, toplumun modernleşme yolunda
formasyonu hedeflenmiş, devlet merkezli girişimler, imtiyazsız, sınıfsız ve kaynaşmış bir
toplum oluşturma düşüncesiyle kültürel platformda varlık göstermiştir. Devletin himayesi
altına alınan sanat, yalnızca estetik bir sorun olmamış kültür politikasının itici gücü olan
devletin bekası için gerekli olan temellerden biri olarak kabul edilmiştir. Çağdaşlaşmayı
sağlayacak devrimlerin gerçekleştirilip, halka benimsetilme işlevini de yüklenen sanat,
hızlı bir değişimin yaşanarak halkın kültür seviyesinin yükseltilmesi için devletin
himayesinde gelişme imkânı bulmuştur. Bu amaç yerine getirilirken de halkın kolay
anlayabileceği figüratif resim seçilmiştir. Kahramanlık, cesaret, dayanıklılık, sağlamlık,
güçlülük gibi imgelerle donatılmış resimler siyasi otoritenin kontrolünde, ideolojiye koşut
ele alınmışlardır (Öndin, 2003).
1950’ li yıllara gelinince, Türkiye'nin sanat ve kültür yaşamında, modern evrensel
programlara öncekinden daha yatkın ve açık olan bir dönem başlar ve günümüze değin
sürer. Bu süre içinde sosyo-ekonomik yapıda görülen önemli değişimler doğal olarak
düşünce ve yaşam tarzını etkilemiş, birtakım farklılaşmalara yol açmıştır. II. Dünya
Savaşı’ na girilmediği halde, savaş sonrasında tüm dünyayı saran yeni etkileşim
olgularından uzak kalınamamış yoğunluğu hızla artan uluslararası iletişim Batı dünyasında
geçerli olan üretim ilişkilerinin model almaması hususunda, ülkede var olan tavır ve
eğilimlere kesinlik kazandırmıştır. Politik alanda çok partili demokratik sistemin
benimsenme çabaları da çarpıcı deneyim aşamalarını ortaya koymuştur. Bu arada sanat,
Türkiye’ nin modern kültürler arasındaki yerini alma çabasının göstergesi olduğu bir
platform olmuş, çağdaşlaşma olgusunun daha hızlı bir tempo kazanışında sorumluluk
üstlenmiş bir etkinlik alanı kimliği kazanmıştır. Şüphesiz bu sürecin daralıp ferahladığı
çeşitli evreler vardır. Fakat Türk resminin modernleşme temposu, liberal eğilimlerin
gündemde kalmasıyla bireysel üslup araştırmaları yönünden kesintisiz bir sürekliliği
koruya gelmiştir (Tansuğ, 1982).
II. Dünya Savaşı, Batı sanatının kronolojik değerlendirilmesinde bir dönüm noktası
olarak belirlenmiştir. Savaş ve sonrası gelişmeler Türk plastik sanatları açısından da
büyük önem taşımaktadır. Ancak Türk Sanatı’ nın 1950 öncesi ve sonrası dönemle
arasındaki farkı belirleyecek gerçek etmen 1950’ lerde başlayan parlamenter demokrasi
etkinlikleri ve bunun toplumsal yapıda yarattığı değişikliklerdir. Ekonomi ve sanayi
alanlarındaki gelişmeler, hızlı kentleşme ve kent yaşantısının değişmesi, uluslar arası
düzeyde iletişimin güçlenmesi, çağdaş dünya ile ilişkilerin artması gibi önemli olgular
geniş kitle kültüründe köklü değişimlere yol açmasının yanı sıra plastik sanatlar alanında
da etkilerini göstermiştir.
Cumhuriyetin
kuruluşundan
günümüze
ülkemizdeki
kültür
sanat
oluşumlarındaki değişimlere bakıldığında, devletin önemli desteğiyle çağdaş bir niteliğe
ulaştığı
ve
bu
destekle
ülkenin
kültür
kaynaklarının
korunup
geliştirildiği
görülmektedir. Kültür politikası güdülürken, her alandaki sanatı ve sanatçıyı koruyan
bir yapı oluşturulmaya çalışılmıştır. Klasik müzik, sahne sanatları, plastik sanatlar gibi
sahalarda devlet konservatuarları kurulmuş, akademiler araştırmalarını sürdürmüş;
uygulamada, Devlet Opera ve Balesi, Devlet Tiyatroları, Cumhurbaşkanlığı Senfoni
Orkestrası, Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü gibi kurumlar, Türkiye’ nin kültürel
gelişiminde çok ciddi toplumsal görevler ifa etmişlerdir. 1959-1960 yılında İstanbul'da
da opera kurma çalışmaları sonuçlanmış, 1983 yılında İzmir Devlet Opera ve Balesi
Müdürlüğü, 1992 yılında Mersin Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü ve 1999 yılında da
Antalya Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü kurulmuştur. ( W.12- www.kultur.gov.tr ).
Sanatın tanımı içinde, sanat-toplum-sanatçı arasında kurulması gerekli olan ilişki
zinciri ve bu ilişki ağının sürekliliği mutlaka bulunmak durumunda olmuştur. Bu sürekli
ilişkinin toplumla buluşması sanat yaratımında profesyonellik kavramını da beraberinde
getirmiştir. Bir anlamda sanatın yaşamsallığını sürdüreceği sanat ortamının yaratılması
anlamını içermektedir. Sanat, etkileşim, iletişim, bilgilendirme, belgelendirme, var etme,
yaratma ve yüceltme aşamalarını sanat ortamının içinde, sanatın kökenini ve gelişimini
tanıtan müzelerde kazanmıştır. Yaygınlaşmasının gerçekleşmesine aracı olan kurumlarsa,
kuşkusuz, sanatın güncel gelişimini tanıtan özel galeriler olmuştur. Bu oluşumlardan
yoksun kalmak, toplumun sanat yaratımının dışında, kendi dar çevrelerinin içinde kısıtlı
kalmasına neden olmuştur ya da olacaktır. Sanatın yaratıcı, düşündürücü ve atılımcı
gücünden yoksun kalan toplumların aydınlanmalarında ve ilerlemelerinde yaşanan kargaşa,
sanatçının var olması ve gelişme aşamalarını tamamlamasında ortaya çıkmıştır.
Ayrıca, müzeler ve galeriler yoluyla sanat eğitimi Batı’da 19. yüzyıllarda ortaya
çıkmıştır. Gelişmiş ülkelerde gerek sınıf, gerekse sanat öğretmenlerinin günümüzde
sıklıkla başvurdukları ve çok yararlandıkları müzeler ve sanat galerileri, öğrenciler ve halk
için özel eğitim programları gerçekleştirmektedir. Çünkü müzeler, sanatsal düşüncenin
gerçek bilincini oluşturan ve gelişmesini pekiştiren en rasyonel alanlar olmuşlardır.
Bireyin dünya ve kişisel çevre ile kurduğu deneyimlerinin ve ilişkilerinin sanatsal ve
estetik pratiklerle yüzleşerek varsıllaşmasını gerçekleştirmişlerdir. Bu varsıllık sanatın
tarihi ve sanatın kaynaklarının bilincine varmanın tanıklığını yapmakla pekişmiştir.
Öncelikli olarak müzelerin asal ve varolma nedeni bunlar olmuştur. Müze koruyucu ve
tanıtıcı kimliğiyle, sanata sanat olma niteliğini vermiş, saklı tutmuş, tanınmasını,
tanıtılmasını ve gelecek kuşaklara iletilmesini gerçekleştirmiştir. Bu anlamda müzeler,
tıpkı üniversiteler gibi akademik eğitsel kurumlardır. Müzeler, izleyicilerin sanat
yapıtlarına doğrudan doğruya ulaştıkları ve izleyicilerin bu yapıtlarla bireysel ilişkiler
kuruldukları mekânlardır. Müzeleri, yalnızca sanat ve sanat eseriyle doğrudan iletişim
kurulmasını gerçekleştirmekle sınırlandırmak yanıltıcı olacaktır. Aynı zamanda müzeler,
sanatsal yaratıcılıkla yüz yüze gelerek sanatı kanıtlayan, yaşayan arşivler olmuşlardır
(Giray,2002).
Fakat geçmişten günümüze kadar değişimlere uğrayarak gelen müze ve galerilerin
eksikliği, Türk sanatındaki sorunlardan biri olarak değerlendirilmektedir. Başlangıçta yok
denecek kadar az olan sergi salonlarının ve özel galerilerin sayısı günümüzde büyük
kentlerin ara sokaklarına yayılacak kadar fazlalaşmıştır. Ancak bu galerilerin büyük bir
bölümünün çeşitli olanaksızlıklar nedeniyle yaşama şansı azalmış, hatta kalmamış ancak
belli başlı galeriler var olabilmişlerdir. Sanatın Anadolu’ da yaygınlaşmasında önemli bir
görev üstlenen Güzel Sanatlar galerileri ve bu galerilerin işleyişindeki yasal değişiklikler
hala tartışma konusudur. Ayrıca nitelikli sergilerin büyük kentlerin dışına taşınmaması da
kültürü besleyen kaynakların önemli ölçüde kesintiye uğraması olarak değerlendirilmelidir.
Değişen dünya şartları, küreselleşme ve Avrupa Birliği’ ne uyum kapsamındaki
değişiklikler, özel sermayenin kültürel ve sanatsal yatırıma olan desteğini arttırmıştır. Özel
müzeciliğin az sayıda olsa da önemli bir ivme kazandığı görülürken, gecikmiş bir
uygulama olsa da İstanbul’ da Modern Sanatlar Müzesi’ nin açılması, kayda değer bir
gelişmenin başlangıcı olarak önem kazanmıştır (Karoğlu, 2005).
1950 sonrası sosyal, siyasal ve ekonomik alanlardaki yeni oluşumların, yeni
açılımlara ve çok yönlülüğe uzanan etkileri sebebiyle, işçi-köylü sınıfının yaşamı ve
doğası, bireysel etkinliklerle daha anlaşılır bir anlatım bulmuştur. Artan bu bireysel
hareketlilik, 1970’ li yıllarda özel galerilerin sayısının artmasını sağlamış ve belli bir sanat
piyasası oluşturmanın ilk adımı olmuştur. Önceleri büyük kentlerde açılan sanat galerileri,
gelişen sanat piyasasına koşut Anadolu’ ya da yayılma imkânı bulmuştur. Bu artışa neden
olarak, sermaye birikiminin önemli bir düzeye ulaşıp, bu birikime sahip kesimin özel resim
koleksiyonlarına sahip olma isteğiyle, resme ticari bir meta olarak yaklaşması gösterilebilir
(Ersoy, 1998) .
1950’ li yıllarda başlayan hareketlilik dönemi Maya Sanat Galerisi' nin
kurulmasıyla ve 1954 yılında Yapı Kredi' nin bünyesinde Uluslararası Tenkitçiler
Kongresi’ nin ressam Aliye Berger’ in tablosunu birincilik ile mükâfatlandırmasıyla bir
dönüm noktası yaşamıştır. Bu yıllarla birlikte yavaş yavaş “devlet himayesinden”
“serbestleşmeye” doğru bir eğilim gözlenmiştir. Akademi dışına taşmaya başlayan plastik
sanatlar yeni nefes alma imkânı ortaya çıkarmıştır. Arkasında da 1971’ de Melda Kaptana
Galerisi, butiği galeriye çevirmiş ve meşru bir “sivil” galericilik örneği vermiştir. Bu
galerinin “modern müze örneği vereceği iddiası” ise “Türkiye'de açılan ilk devamlı sergi”
olma karakterini taşımıştır. Ömer Uluç açılış sırasında gazeteci Zeynep Oral’ a “Desenize
artık evlerin salonlarındaki karpuz resimleri değişecek” diye söylemiştir. 1972’ de Melda
Kaptana, 1950’ li yılların beş yıl açık kalmış olan Maya Galerisi’ ni anma sergisi
düzenlemiştir. Beyoğlu’ nda Kallavi sokağında açılmış olan Maya Galerisi’ nin Türk
sanat tarihindeki yeri ve Adalet Cimcoz’ un önemini konu alan bu sergi Adalet
Cimcoz’ un gençlere yönelik sergiler açması fikrini hatırlatarak, bu fikri sürdürmek
istediğini belli bir oranda açıklamıştır (Akay, 1999).
1960’ dan sonra, sanatçı sayısındaki artış da dikkat çekicidir. Bunun, sanat
öğretimi yapan kurumların sayısındaki artışla ilişkili olduğu söylenebilir. Özel galeri
olgusu da, bu dönemin bir aşamasıdır ki, 1970’ lerde Ankara ve İstanbul’ un sanat
çevrelerini biçimlendiren olgular arasına girmiştir. Devlet sergilerinin merkez oluşturduğu
bir ortamda, koca bir yıl içinde açılan sergi sayısı üç ya da beşi geçmezken, 1970’ lerde
yalnız bir kentte yüzü aşkın serginin izlenebilir olması, Türkiye’ de sanat yapıtına yönelik
yatırım
çabalarının,
koleksiyonculuk
düzeyinde
anlam
kazanmaya
başladığını
kanıtlamaktadır. Ancak, resme gösterilen bu ilgiyi karşılayabilmek için, sanatçılar
gereğinden fazla resim yapma çabasına girmişlerdir. Piyasa için sanatlarını bir yana
bırakan bu sanatçıların, resim sanatını büyük bir çıkmaza sürüklediği gerçektir. Bunun
yanında, resim alıcısı kitlenin istekleri ve eğilimleri sanatın gelişme boyutunu etkilemekte,
belirleyici olmaktadır. İşte, resim sanatının içinde bulunduğu bu karmaşık durum, aynı
zamanda onu yozlaşmasının da sebebi olmaktadır (Ersoy, 1998). Bütün bunların yanı sıra,
1950 öncesinde sanat, Cumhuriyet burjuvazisi aracılığıyla halka ulaşmışken, yüzyılın
ikinci yarısında yeniden halktan uzaklaşmış, zengin ve seçkin sınıfın ilgi odağı olmuştur.
Böylece, galericilik konusundaki artan özel girişimler, sanatçıların toplumun belli bir
kesiminin sanat yapıtı alıcısı olmasını zorlama arayışlarını destekler konuma gelmiştir.
Özel sektörün kurum olarak sanata desteği ise Ege Bölgesi çapında düzenlenen
“DYO Resim Yarışması” (ilki 1967) ile yurt çapında düzenlenen bir etkinlik halini
almıştır. Vakko’ nun Beyoğlu’ nda açtığı Vakko Sanat Galerisi özel sektörün bir başka
desteği olarak dikkati çeker. Resmi ve özel bankalar ise, koleksiyon oluşturmak amacıyla
sanat yapıtı satın alma faaliyetlerini artırmakla kalmamış, sanat ortamına “banka galerisi”
kavramını da kazandırmışlardır. Bu dönemde, konsolosluk galerilerinin varlığı da
önemlidir. Ayrıca 1960’ lı yılların ortalarından itibaren, sanat etkinliklerini yurdun çeşitli
bölgelerine yaymayı amaçlayan Devlet Güzel Sanatlar ve Belediye Galerileri açılmıştır.
Ancak, devletin bir kültür politikası ortaya koyamaması ve resim-heykel müzeleri
kuramaması,
toplumun sanat yapıtı satın alabilecek ekonomik birikime sahip kişi ve
kuruluşlarının kültürel altyapısının gelişimine sekte vurmuş, yerli talebin oluşmasını
geciktirmiştir.
Bu dönemde, resmi makamlar da sanatçılara sergi açabilecekleri bir mekân sağlama
ihtiyacını duymuşlardır. Türkiye’ de modern sonrası dönemin 90’ lı yıllarında iletişim
olanaklarının hızlanmasıyla, sanat ortamı uluslararası ilişkilerle hareketlenmiştir. Bienaller,
sergiler ve kongrelerle güncel sanat hareketleri izlenilebilmiştir. Sanatçılar dış ülkelere
daha rahat gidebilmiş ve uluslararası platformda başarılar elde edebilmiştir. Yayın hayatı
canlanmıştır. Eleştiri ve kuramsal yazın, 1950 öncesi ve 1960-1980 yazınından farklı bir
söylem geliştirmiştir. Sanatçıların artan çabaları, özel ve resmi nitelikli galerilerin dar bir
kapsamda da olsa belirmeye başlaması ve dönemin “Yeditepe” ve “Esi” gibi sanat
dergilerinin makaleler ve haberler yoluyla katkı sağlamaları, bu dönemde hareketlenen bir
sanat ortamına kaynaklık etmiştir. Zamanla, kısmen ya da tamamıyla plastik sanatlar
üzerine yoğunlaşmış dergiler, hem güncel sanat olaylarını tanıtıcı yazıları, hem de
araştırmaya dayalı makaleleriyle sanatçı ve sanatseverin entelektüel birikimine katkı
sağlamışlardır. Ayrıca, Türk ve Batı resim sanatıyla ilgili yayınlar artarak, yurtdışından
gelen sanat kitabı ve dergiler çoğalmıştır. Bu dönemde sergilerle bağlantılı olarak gündeme
gelen broşür ve kataloglar ile müzayede katalogları, önemli bir görsel malzemenin
birikmesine de olanak sağlamıştır (W.13-www.lebriz.com). Fakat bunların yanı sıra üzücü
olan, 1930’ lardan bu yana Ar, Yeni Adam, Ülkü, Kadro, Ankara Sanat, Sanat Çevresi,
Sanat Olayı, Gösteri, Türkiye’ de Sanat, Gençsanat gibi dergilerin ve günlük gazetelerin
kültür-sanat sayfalarındaki eleştiri yazılarının, ölçütleri belirsiz, nesnel değerlendirmeden
uzak, yergiden daha çok övgü içerikli yazılar içeriyor olmasıdır. Bu da, sanat eleştirisinin
Türkiye’ de ne yazık ki entelektüel bir uğraş olarak kurumsallaşmadığının bir göstergesidir
(Ersoy, 2001). Bir elin parmaklarını geçemeyen eleştirmenlerin anlamlı çabaları önemli bir
boşluğu doldurmakta fakat kültür ve sanatın gelişimini, derinleşmesini ve yeni ufuklar
kazanmasını sağlayacak kadar yeterli görülmemektedir. Bu bağlamda sanat-sanatçı ve
toplum ilişkisini kaçınılmaz üçüncüsü olan eleştirmenin, köprü fonksiyonunu yerine
getirmesi her zaman beklenmiştir (Karoğlu, 2005).
1975 yılında da Yahşi Baraz galerisini açmıştır. Amerika'daki gezilerinde de
sanatsal bilgisini geliştirerek Sabri Berkel’ den aldığı sanat eğitimini pekiştirmiştir. Ve
resim satın almaya başlamıştır. Babasının verdiği 5000 lira sermaye ile Galeri Baraz’ ı
kurmuştur. 1978’ den sonra parasal çevrelerle ilişkileri kurarak sanat ortamı ile sermaye
arasındaki bağları kurmaya başlamıştır. Bunun için ise İzlenimciler ve klasik resimleri
satın almaya başlamıştır. O yıllarda Türk iş adamlarının yatırım aracı olmaya başlayan
resim sanatı, 1970’ li yılların para krizi döneminde yeni bir yatırım aracı haline gelmiştir.
Galeriler bu yıllardan sonra 1980’ lerde, darbe sonrası dönemde çoğalmışlardır. Bunu
Plastik
Sanatlar
Derneği'nin
atılımlarıyla
TÜYAP
Sanat
Fuarları
izlemiştir
(Akay, 1999).
Politika, 80’ li kuşağın örgütlenmesinde önemli bir rol oynamış ve örgütlenme
biçimini de belirlemiştir. Grup olmanın Türk sanatındaki yerine baktığımızda da gerek
geçmiştekiler, gerekse günümüzdekiler kendi anlarının politik yaşamının etkilerini
yansıtmışlardır. Yeniler, Müstakiller, D Grubu gibi gruplar kendi kültürel süreçleri
içerisindeki özelliklere göre örgütlenme biçimlerinin oluştuğunu görmekteyiz. 1980’ li
kuşağın örgütlenme biçimi ise 1968’ lerdeki gibi tabulaştırılmış doğal liderlere yönelik
dikey değil, bireysel iradenin lezzetlerine yönelik yatay bir örgütlenme olarak
gerçekleşmiştir. Aynı şekilde müzik alanında da 198O’ lerden sonraki gruplar dönemin
etkileriyle daha kapalı söylemleri tercih etmişlerdir. 1985’ ten sonra Özal devrinin
zenginleştirdiği teknolojik ve stüdyo imkânlarıyla piyasaya fırlayan rock ve pop grupları
arabesk filmlerle birlikte patlama yaşamış ve Batı'dakine benzer şekilde türeyip yok
olmuşlarıdır. Ancak bu durumu bir yandan müziğin yozlaşması ve müziğin, imajın gerisine
düşmesi gibi algılarken, bir yandan da bunun herkese fırsat tanıyabilen bir demokratik
ortam doğurduğu da düşünülebilir (Karavit, 2002).
Darbe sonrasında Türkiye’ nin her alanda sessizliğe büründüğü yıllarda sergiler
devam etmiştir. 1980’ den beri süren “Günümüz Sanatçıları Sergileri” İstanbul Festivali
kapsamında belli bir süre ele alınmış sonra Resim Heykel Müzeleri Derneği tarafından
sürdürülmüştür. 1980’ li yılların ilk yarısının sonuna doğru “Öncü Türk Resminden Bir
Kesit” sergileri düzenlenmeye başlanmıştır: Birincisi 20 Haziran 1984’ te, beşincisi ise
24 Mayıs-15 Haziran 1988’ de yine AKM’ de düzenlenmiştir. İstanbul Festivali
bünyesinde düzenlenen bu sergiler, yılaşırı düzenlenen bienallerin habercisi niteliğindedir
ve beş yıl sürmüştür.
1990’ lı yıllara girildiğinde tuval ve enstalasyon arasındaki tartışmalar alevlenmiş
ve buna rağmen kimi çevreler bu iki tarzın arasında malzeme farkı olabileceği gibi
kavramsal farkın olmadığını savunmuşlardır. Bu dönem özellikle kavramsal ve küratörlü
sergilerin yapıldığı dönem olmuştur. “Anı-Bellek” sergileri ile Vasıf Kortun hem bu tip
sergileri düzenlemiş hem de 3. Uluslararası İstanbul Bienali' nin küratörlüğünü yapmıştır.
1990’ lı yılların ikinci yarısından sonraki dönem zarfında, 1995’ te Devlet Han' da
“Devlet, Sefalet, Şiddet”; Müşerref Zeytinoğlu, Emre Zeytinoğlu, Ahmet Müderrisoğlu,
Bülent Şangar, Gülsün Karamustafa, Hüseyin Bahri Alptekin, Michael Morris, İsmet
Doğan, 1996’ da “Diyaloglar”; Erdağ Aksel, Rahmi Aksungur, Elvan Alpay, Selim
Birsel, Esra Ersen, Serhat Kiraz, Kadri Özayten, Osman, Ergül Özkutan, İskender
Yediler, Adem Yılmaz, gibi sergiler dikkat çekmiştir. Siyasi ve kavramsallaşan sergiler
yeni bir yaklaşımı ortaya koymuştur. Habitat II sırasında gerçekleştirilen “Öteki” sergisi
(Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği' nin girişimiyle Salıpazarı 1. Antrepo Binası'nda
Haziran 1996'da gerçekleştirilmiştir) ve “Türk resminde Büyük Figür” sergisi (ResimHeykel Müzesi'nde Haziran 1996' da gerçekleştirilmiştir) bu iki yaklaşımın sergileri gibi
durmaktadır: Tuval resminde figür ve enstalasyon ve tuval resminin kavramsal olarak ele
alınışı TÜYAP salonlarında gerçekleştirilen “Genç Etkinlik” sergileri de bu anlamda genç
bir sanatın oluşumunu göstermektedir (Akay, 1999).
1991’ den bu yana düzenlenen sanat fuarları ise galerilerin sanat ortamındaki ortak
bir etkinliği olarak önemini günümüzde de sürdürmektedir. Resim ve heykel dışında,
giderek artan kavram çalışmalarına da yer veren bienal ve sanat fuarlarının zamanla
kutuplaşan sanat yaklaşımlarının etkinlikleri kimliğine büründükleri görülmektedir.
Buna rağmen, her iki etkinliğin de geniş bir izleyici kitlesine ulaşması ve toplumsanat ilişkisinin gelişmesi konusunda üstlendikleri rol, tartışılmaz bir öneme sahiptir
(W.13-www.lebriz.com).
İstanbul Kültür Sanat Vakfı’ nın düzenlemiş olduğu bir dizi toplu sergi etkinliği ise
1987’ de ilk projesini gerçekleştirmiştir. Vakfın, çağdaş sanata yönelik bakışının kesin bir
biçim kazanması ve bienallerin belirli bir işleyiş düzenine kavuşması yavaş ancak sağlıklı
bir süreç izlemiştir. Uluslar arası çağdaş sanatçılarla, Türk sanatçıların buluşması noktası
ise sergilerin geleceğe uzanan boyutunu oluşturmuştur. Vakıf, 1989’ da sergileri,
Uluslararası 2. İstanbul Bienali adı altında toplamıştır. 3. Bienal 1992’ de, 4. Bienal
1995’ de gerçekleştirilmiştir. Bu Türkiye’ nin yirmi yıla yaklaşan çağdaş sanat serüveninde
kurum ve sanatçılarıyla oluşturduğu deneyim ve bilgi birikiminin bir sonucudur. Ayrıca,
uluslararası çağdaş sanat üretiminde İstanbul’ u konumlandıran girişimiyle bir milat
noktasıdır. Ancak, Türkiye’ deki çağdaş sanat üretiminin uluslar arası arenayla
karşılaşması yalnızca bienallerin oluşturduğu platformdan ibaret kalmamıştır.
Bu yıllarda gerçekleştirilen sergiler dolayısıyla Türkiye’ ye çağdaş sanat ortamının
önemli ve ünlü sanatçıları, sanat uzmanları ve eleştirmenleri gelmiş, sergilerin kataloğu
yüzlerce
sanat
merkezine,
eleştirmene,
koleksiyoncuya,
galeriye
ulaştırılmıştır.
Türkiye’ nin, İstanbul'un ve Türk sanatçılarının adı çağdaş sanat belgeliklerine girmiş;
Türkiye’ de ise çağdaş sanatın varlığı, uluslararası iletişimin gerekliliği, günümüz sanatının
devlet ve özel kuruluşlarca desteklenmesi zorunluluğu, sanat çevrelerinin bilincine
yerleşmiştir.
Ayrıca İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı tarafından 1995’ te düzenlenen 4. İstanbul
Bienali kapsamında yer alan özel “Fluxus Sergisi”, uluslararası etkinliklerden bir kesit
olma özelliğine sahip olmuştur. Atatürk Kültür Merkezi Sergi Salonu'nda açılan sergi,
Alman Kültür Merkezi - Dışilişkiler Enstitüsü (IFA)’ nın işbirliğiyle gerçekleştirilmiştir.
Türkiye'de ilk kez sergilenmiş olan Fluxus sergisi, June Paik, Joseph Beuys, George
Brecht, Ben Pettersburg, Robert Filliou, Spoerri, Wolf Vostell, Millen Katzak, Endare
Töt, Dick Higgins, Emmett Williams, Joe Jones gibi dünya çapında sanatçıların, kavramsal
sanatın bir sonraki adımı niteliğindeki, yapıtlarından oluşmuştur.
Bienallerle beraber uluslararası sanat akımları Türk sanatçısını daha çok etkilemiş,
Fakat görüyoruz ki iki kuşak önceki sanatçılar, ulusal sanatı savunan düşüncenin ürünlerini
yaratmıştır. Toplum yaşantısında da büyük değişimlere yol açan sanayileşme, etkisine
bağlı olarak bu alanda da değişimler yaratmış; biçim ve teknikte izlenen Batıcı anlayışın
yanı sıra geleneksel özelliklerin ağırlıkta olduğu eserler, bu dönem sanatında yerini başka
arayışlara bırakmıştır.
İstanbul Bienali, Tüyap Sanat Fuarı ve ArtIstanbul Uluslararası Çağdaş Sanat
Buluşması Türkiye'de gerçekleştirilen düzenli sanat etkinliklerinin en önemlileri
niteliğindeki duruşlarıyla, Türkiye’nin kültür sanat yaşamı açısından son derece önemli
roller üstlenmişler, Türk sanatçılar, Pop Sanat, Hiper Gerçekçilik, Minimal ve Kavramsal
Sanat, Yeni Gerçekçi, Yeni Dışavurumculuk gibi sanat akımlarını yorumlama çabasına
girmişlerdir. Ama genç nüfusu yoğun olan kalabalık bir ülkede, dahası dünyanın
merkezinde kültürel bir köprü konumundaki Türkiye'de, bu tür etkinliklerin çok daha
güçlü olması beklenmektedir. Devletin etkinliklere bakış açısının hangi noktada olduğunu
da önemlidir tabi ki. Etkinliklerin ziyaret edilme oranlarına dair veriler ise umut vericidir.
Bu durum aslında toplumda sanata yönelik güçlü bir ilgi potansiyelinin var olduğunu
ortaya oymakla birlikte, yıl içinde galerilerde açılan çok sayıda ilgi çekici sergi ve
eserden haberleri bile olmayan bir kesim toplumun fuarlar sayesinde yılda bir iki gün
olsun sanatla buluştuğu gerçeğini gözler önüne sermektedir. Aslında bu durum, bir
yandan harekete geçebilecek olumlu bir potansiyeli fuarlar sırasında ortaya koyarken,
diğer yandan yıl içindeki hareketsizlik, popüler kültür sağanağı altındaki toplumun sanata
olan ilgi noksanlığını göstermektedir (Üstünipek, 2006).
1990 sonrasında çağdaş sanatın Türkiye’ de önemli bir etkinlik sağlamasına karşın,
sanat eğitimi veren geleneksel kurumların, özellikle Mimar Sinan Üniversitesi’ nin, tutucu
direnci sürmüş, ancak Marmara ve Yıldız Üniversiteleri’ nde ortaya çıkan yeni oluşumlar
ve özel üniversitelerin yeni yapılanmalara olanak tanıması, değişime daha açık bir
yönelimin ilk ipuçlarını taşımıştır. Ancak bu yeni oluşumlara karşın, çağdaş sanatın yeni
anlam sorunsalına hâkim, felsefi donanıma sahip eğitimcilerin varlığından ve çağdaş
sanat-eğitim ilişkisine çözüm getirebilecek yapılanmalardan söz etmek için bu dönemin
henüz erken olduğu bilinmektedir.
Sonuç olarak, 20. yüzyılın ortalarına doğru gelindiğinde saptamaların yönü
kuşkusuz bir parça değişmek durumundadır. Bilindiği üzere, 1940 ve 1950’ li yıllar
Türkiye’de plastik sanatlarda arayışların başladığı, yerellik, evrensellik tartışmalarının
yapıldığı dönem olmuştur. Bu Türk sanatının kendi içine dönüşünün kendinden bir şeyler
çıkararak onu geliştirmenin ilk çabalarıydı. Aynı yıllarda figüratif biçimlendirmelerden
soyuta kadar Türkiye’ de pek çok eğilim yaşanmaya başlamıştır. 1960’ larda ise Batı
sanatının yeni biçimsel arayışlara girmesiyle, henüz soyut biçimlendirmeyi anlatmaya
çalışan Türk sanatı, ansızın kavramsal düzeye geçememiştir. Kuşkusuz bunda sanat
eğitimine gereken önemin verilmemesi, böylece sanat alt kültürünün oluşmaması ve
toplumda sanatın gereken ilgi ve desteği bulamamış olmasının çok büyük payı vardır.
Ancak değişimlerin her alanda hızla yaşandığı ülkede, plastik sanatların da 1970’ lerle
birlikte giderek artan bir ivmeyle büyük bir gelişme yaşadığı gerçeği göz ardı
edilmemelidir. Özellikle 1970’ lerde başlayan galericilik ve resmin sanat eseri olarak
piyasada ekonomik değere dönüşmesi plastik sanatların gelişimine hız kazandıran
olgulardan biri olmuştur. Gelişen dünyaya koşut, tüm insanların aynı dönem içinde aynı
sorunları, benzer yaşam koşullarını paylaşmaları ile değişim daha da hızlanmıştır.
Toplum katlarına da yayılan bu kıpırdanış, 1980 ve 1990’ lı yıllarda yavaş yavaş kültürel
değişimlere zemin hazırlamış, dünyada yaşanan sanat akımlarının Türkiye’ ye yansıma
süresi kısalmıştır. Bu değişim ve canlanmada, Türk sanatçılarının yaşadıkları yurtdışı
deneyimlerinin ve giderek artan iletişim olanaklarının katkısı da unutulmamalıdır. 21.
yüzyılda sanat kavrayışının başka bir boyutta olduğunu görmekteyiz. Düşünsel yaratıcılık
çoğu zaman kişisel becerinin önüne geçmektedir. Bu şartlar altında Türk sanatçılarının
evrensele entegre olmaya başlamakta ve küreselleşen dünyada çağdaş yapıtlar ortaya
koyarak varlıklarını daha çok hissettirmekte olmaları sevindirici birer kültürel değişimdir
(Yüksel, 2003).
4. 3. 1950 Sonrası Figüratif Resmin Kültürel Değişim İle İlintisi
Araştırmanın başlangıcında da belirtildiği üzere, 1950 öncesi figüratif resmin
başlangıç aşamalarında figüratif resme fazla rastlanmamaktadır. Batılı anlayışta resmin
Türkiye’ de yaygınlaşmasıyla birlikte, figür resmin konuları içine girmiş hatta tek başına
konu olmaya başlamıştır. Sanayi-i Nefise'nin Türk plastik sanatlarındaki birincil önemi ve
yapısal bir gelişmenin içinde ortaya çıkan süreç içinde 1950’ li yıllarla birlikte pratikte
yaşananlar, Akademi ağırlıklı bir sanat ortamını; bir yandan piyasaya, diğer yandan ise
kurumlarla beslenen ve çağdaş sanatı bu şekilde pratik eden başka bir çizgiye doğru
taşımıştır. Bu iki çizgi arasındaki “gerçek” ayrım, her ne kadar flu gibi gözükse de, bu
olgusal pratiğin meydana getirdiği bir ayrım olarak kendisini belirgin kılmaktadır. Aynı
belirsizlik pozitivist bir anlayışla kendisini tanımlı kılan tuval resmi ve enstalasyon
arasında oluşmuştur (Akay, 1999).
Türk resim sanatı açısından, 1950’ lerden bugüne uzanan süreç, daha önceki
dönemlerin aksine; gruplar, dernekler ya da belli üsluplar çerçevesinde tanımlanamayacak
bir bireysel zenginliği bünyesinde barındırmaktadır. Daha önce de belirtildiği gibi,
Akademi ve akademi dışındaki sanat eğitim kurumlarından, hatta özel atölyelerden yetişen
artan sayıdaki sanatçının varlığı, sanatla ilgili kurum, yayın ve etkinliklerin çoğalması ve
çok farklı yaşam biçimleri ve etkilenmelerin gündeme gelmesi, bu bireysel zenginliği
teşvik eden unsurlardan sadece birkaçıdır.
Yurdu gezen ressamlar uygulamasının hemen ardından, savaş yıllarının sanat
ortamına canlılık getiren en önemli etkinlik, Devlet Resim ve Heykel Sergileri olmuştur.
Bu sergilerin ilki, 1939 yılında gerçekleşmiştir. 1950’ lere kadar önemini sürdüren sergi,
bugünlere kadar canlılığını kaybederek devam etmiştir. Ayrıca sergiler, her nesil ve
anlayıştan sanatçının bir sanat ortamı içerisinde bulunma, eserlerini sergileme, üretimini
başlıca alıcı konumundaki resmi kurumların ilgisine sunma yolundaki tek etkinlik
olmuştur.
1945’ lerden sonra gelişen liberalleşme politikası çağı yakalamayı ekonomik bir
sorun olarak yorumladığından, kültürel gelişme göz ardı edilmiştir. Ayrıca, çağın yaratı
olanaklarına duyulan ilginin milli kültürü yozlaştıracağı düşüncesi, Cumhuriyet rejiminin
başından beri geliştirmeye çalıştığı devlet-sanat ilişkisini zedelemiştir. Bu dönemde devlet
politikasıyla yaratılan boşluğu özel sektör değerlendirmiştir. Aynı zamanda, özel
galericiliğin ilk filizleri 1940’ lı yılların sonlarına doğru kendini göstermiş, 1950’ li yılların
başlarına rastlayan iki önemli girişim - 1950, İstanbul’ da Maya’ nın açılışı ve 1951,
Ankara’ da Helikon’ un kuruluşu - Türkiye’ de bu yöndeki gelişmeler için de ciddi birer
başlangıç olmuştur.
1950’ den günümüze çok farklı görünümlerde karşımıza çıkan Türk resminde,
1950-60 arasındaki baskın söylemin, abstre ve non-figüratif sanat olduğu kabul edilebilir
bir genellemedir. Bu dönemin kültürel altyapısını, D Grubu eleştirisiyle ortaya çıkan
yerel-mahalli kimlik sorunsalı ve evrensel değer karşıtlığının tartışıldığı bir süreçten
alınan miras şekillendirmiştir. Batı sanatını, mahallî, milli dilde yansıtılması gerektiğini
öngörenler, çağdaş sanatın çıkış noktalarının Anadolu sınırları içerisinde üretilen
yerel-folklorik sanatlarda mevcut olduğunu iddia edenler, halk estetiğinin sürrealist
olduğunu düşünenler, kübizmi genç demokrasi rejiminin sanatı olarak tanıtanlar, "milli
sanat" uğruna halk sanatına ya da minyatür sanatına dönülmesi gerektiğini savunanlar,
Türk sanatının özünde kilimlerin, çinilerin, hat ve kaligrafi sanatının, motifsel duyarlılığa
sahip canlı renkler ve coşkulu çizgiler barındırdığını vurgulayan söylemler gelişmiştir.
1950 başlarında ilk örnekleri görülmeye başlanan soyutlamaların alt yapısında bu
önerilerin süzülmüş etkilerini görmek mümkündür. Bu öneriler, bizde modernizmin
seyrini ve 1950'li yıllardaki soyutlama çabalarına ne tür badirelerle ulaşıldığını göstermesi
açısından önemlidir. Bu nedenle (özgün birkaç girişim dışında) 1950' li yıllarda ortaya
konulan soyutlama girişimlerinde sanatçıların, modern soyutlama evrelerini tarihsel
verilere dönük geleneksel irade üzerinde temellendirmeye çalıştıkları görülmektedir.
Türk resminde soyut anlayışın egemen olduğu 1955-70 arası dönemde, Müstakiller
ve D Grubu üyelerinin önemli isimleri soyut sanata yönelmezken Yeniler’ in büyük bir
çoğunluğu soyut sanatın ilk uygulayıcıları olmuşlardır. Ayrıca, Çallı kuşağının ardından
geçen uzun bir aradan sonra gerçek anlamdaki figürün yeniden gündeme getirilmesi de bu
yıllara rastlamıştır. Fakat figüratif alandaki bu gelişmenin toplu bir hareket olmadığı
bilinmelidir. Bu bireysel çıkışların Akademi dışında ağırlık göstermesi de ilginçtir. Bunun
yanı sıra ortak bir tanı konulmamasına rağmen, Sezer Tansuğ’ a göre, II. Dünya Savaşı’ nı
izleyen ikinci büyük period içinde non-figüratif, soyutlayıcı eğilimlerin yaygınlaşması
güçlü bir alternatif oluşturarak, gerçekte dolaylı figür resminin egemen bir güçlenme
sürecine girmesine kolaylık sağlamıştır. 1955’ den sonra iyice belirginleşen figüratif
resmin güçlenmesi, kültürel boyutların genişlemesinin yanı sıra karşı alternatiflerin
varlığına da bağlanabilir. Yani soyutlayıcı, kavramsal ve minimal eğilimler, figüratif
resme hizmet eden güçlü bir alternatif olmaktan öteye gidememiştir (İskender, 1994).
1960’ dan sonra, sanatçı sayısındaki artış dikkat çekicidir. Bunun, sanat öğretimi
yapan kurumların sayısındaki artışla ilişkili olduğu söylenebilir. Özel galeri olgusu da, bu
dönemin bir aşamasıdır. Galeriler 1970’ lerde Ankara ve İstanbul’ un sanat çevrelerini
biçimlendiren olgular arasına girmiştir. Devlet sergilerinin merkez oluşturduğu bir
ortamda, koca bir yıl içinde açılan sergi sayısı üç ya da beşi geçmezken, 1970’ lerde
yalnız bir kentte yüzü aşkın serginin izlenebilir olması, Türkiye’ de sanat yapıtına yönelik
yatırım
çabalarının,
koleksiyonculuk
düzeyinde
anlam
kazanmaya
başladığını
kanıtlamaktadır. Ancak, resme gösterilen bu ilgiyi karşılayabilmek için, sanatçılar
gereğinden fazla resim yapma çabasına girmişlerdir. Piyasa için sanatlarını bir yana
bırakan bu sanatçıların, resim sanatını büyük bir çıkmaza sürüklediği gerçektir. Bunun
yanında, resim alıcısı kitlenin istekleri ve eğilimleri sanatın gelişme boyutunu
etkilemekte, belirleyici olmaktadır. Bu karmaşık durum, aynı zamanda onu yozlaşmasının
da sebebi olmaktadır (Ersoy, 1998).
1950 sonrası sosyal, siyasal ve ekonomik alanlardaki yeni oluşumların, yeni
açılımlara ve çok yönlülüğe uzanan etkileri sebebiyle, işçi-köylü sınıfının yaşamı ve
doğası, bireysel etkinliklerle daha anlaşılır bir anlatım bulmuştur. Artan bu bireysel
hareketlilik, 1970’ li yıllarda özel galerilerin sayısının artmasını sağlamış ve belli bir sanat
piyasası oluşturmanın ilk adımı olmuştur. Önceleri büyük kentlerde açılan sanat galerileri,
gelişen sanat piyasasına koşut Anadolu’ ya da yayılma imkânı bulmuştur. Bu artışa neden
olarak, sermaye birikiminin önemli bir düzeye ulaşıp, bu birikime sahip kesimin özel resim
koleksiyonlarına sahip olma isteğiyle, resme ticari bir meta olarak yaklaşması gösterilebilir
(Ersoy, 1998) .
Bütün bunların bir yansıması olarak görülüyor ki, 1950 öncesinde sanat,
Cumhuriyet burjuvazisi aracılığıyla halka ulaşmışken, yüzyılın ikinci yarısında yeniden
halktan uzaklaşmış, zengin ve seçkin sınıfın ilgi odağı olmuştur. Böylece, galericilik
konusundaki artan özel girişimler, sanatçıların toplumun belli bir kesiminin sanat yapıtı
alıcısı olmasını zorlama arayışlarını destekler. Bu dönemde, resmi makamlar da sanatçılara
sergi açabilecekleri bir mekân sağlama ihtiyacını duymuşlardır. Türkiye’ de modern
sonrası dönemin 90’ lı yıllarında iletişim olanaklarının hızlanmasıyla, sanat ortamı
uluslararası ilişkilerle hareketlenmiştir. Bienaller, sergiler ve kongrelerle güncel sanat
hareketleri izlenilebilmiştir. Sanatçı dış ülkelere daha rahat gidebilmiş ve uluslararası
platformda başarılar elde edebilmiştir. Yayın hayatı canlanmıştır. Eleştiri ve kuramsal
yazın, 1950 öncesi ve 1960-1980 yazınından farklı bir söylem geliştirmiştir. Sanatçıların
artan çabaları, özel ve resmi nitelikli galerilerin dar bir kapsamda da olsa belirmeye
başlaması ve dönemin “Yeditepe” ve “Esi” gibi sanat dergilerinin makaleler ve haberler
yoluyla katkı sağlamaları, bu dönemde hareketlenen bir sanat ortamına kaynaklık etmiştir.
Zamanla, kısmen ya da tamamıyla plastik sanatlar üzerine yoğunlaşmış dergiler,
hem güncel sanat olaylarını tanıtıcı yazıları, hem de araştırmaya dayalı makaleleriyle
sanatçı ve sanatseverin entelektüel birikimine katkı sağlamışlardır. Ayrıca, Türk ve Batı
resim sanatıyla ilgili yayınlar artarak, yurtdışından gelen sanat kitabı ve dergiler
çoğalmıştır. Bu dönemde sergilerle bağlantılı olarak gündeme gelen broşür ve kataloglar
ile müzayede katalogları, önemli bir görsel malzemenin birikmesine de olanak sağlamıştır
(W.13.www. lebriz.com).
1960 sonu ve 1970 başı, soyut resim dilinin bir ölçüde "akademikleşmeye"
başlayıp kısmen geriye çekildiği, buna karşılık geleneksel figürün karşısına, bünyesinde
ironi, eleştiri ve varoluşsal kaygılar barındıran yeni figüratif resmin dikildiği görülür. Bu,
figürün plastik ifadenin başlıca öğesine dönüştüğü, görünüşteki bütünlüğüne karşılık
özünde parçalandığı, gündelik referanslarının yanı sıra hayali bir düzlem içerisinde
çözüldüğü bir figür sorunsalıdır. 1960' ların getirdiği özgürlükçü ortam Türk resminin
yeniden masaya yatırılmasına neden olmuştur. Bu, kendisine güvenen yenilikçi bir dil ile
eskinin yerine alternatifinin arandığı bir geçiş sürecidir. Bununla beraber Türk
resminde açık bir biçimde politik içerikli resimler, 1970 sonu 1980 başı toplumsal
çalkantılarının bir sonucu olarak, bir tür sosyalist gerçekçilik şeklinde kendisini
sunmuştur. Bu on yıllık dönem, eleştiri ve ironiye yer veren bir resim ile ulusal meseleleri
öngören bir diğer figür resminin karşılaşma alanıdır. Ayrıca bu dönem, farklı söylem ve
önerilerin bir öz güven ruhuyla sunulduğu ve izleyici tarafından kabul gördüğü bir zaman
dilimi olmuştur.
Salt estetik sorunlara gömülü, biçimi açık seçik ortaya koyan
malzeme ölçekli anlatımcı arayışlar,
fantastik imgelemi ve naif bir biçim dilini
toplumsal eleştiri okuna dönüştürenler,
pop sanatın mahallî dildeki karşılığını
arayanlar, kavramsal sanatı, fotogerçekçiliği, minimalizmi özümsemeye çalışanlar gibi
( W.14- www.sanalmuze.org).
1960 ihtilalinin siyasi yansımaları bir yana, bireyler ve toplum üzerindeki etkisi
derinden hissedilmiştir. Aydın bir kimlik olarak Türk sanatçısı, ülke sorunlarının
demokrasinin doğal akışı içerisinde çözümlenememesinden dolayı ciddi bir özgüven
sorunuyla yüzleşmek durumunda kalmıştır. Bunun dışında; yaşanan siyasi ve toplumsal
dalgalanmalar, hızlı kentleşme ve gelir dağılımındaki dengesizliklerin biçimlendirdiği
farklı yaşam standartları sanatçıların yeni figüratif anlatım biçimleri geliştirmelerine
kaynak oluşturmuştur. 1960’ lardan bu yana Türkiye' de artan toplumsal çelişkiler
ortamında kentleşme olgularının yarattığı dramatik gerilim, sanatçıların yeni figüratif
ifadeci keskinlikler aramalarına yol açan ayrı bir itici güç olmuştur (Tansuğ, 1999).
Türk resminin, 1960’ ların ortalarından itibaren giderek çeşitlenecek olan etkileri
bir arada barındıran bir çoğulculuk dönemi yaşamaya başlamış olduğuna değinilmişti.
Burada, D Grubu’ nun etkisinin tükenmesinin olduğu kadar, sanat eğitimi veren değişik
karakterdeki sanat kurumlarının çoğalması, yerli ve yabancı kökenli etkilenme
kaynaklarının çoğalması, bireysel girişimlerin ön plana çıkması, 27 Mayıs Devrimi
sonrasının göreceli özgürlükçü ortamının, vb. gibi olguların da yüklüce payı vardır. Bu
nedenledir ki, Türk resminde bilinçli benlik arayışlarının değişik nitelikteki sentezlerde
ortaya çıkması, 1980’ lere kadar giderek çoğalacak olan gelişmelerin ilk sırasında yer
almaktadır. Ne var ki, bu bağlamda, 1970’ lerde şiddetli bir şekilde yaşanan toplumculuk
tutkusunun bir anlamda baskıya dönüşen çeşitli biçimlerinin, figüratif resmin gelişmesinde
hem olumlu hem de olumsuz etkileri ve sonuçları olmuştur.
1960’ larda başlayan Yeni Figürasyon Eğilimi, 1970 kuşağı sanatçıları için bir
temel oluşturmuştur. Toplumsal Eleştirel Gerçekçi ve Dışavurumcu-Sürrealist ya da
Fantastik-Gerçekçi olmak üzere figüratif yöndeki eğilim, yanlarında gittikçe güçlenen
Naif Sanat eğilimi ve doğa gözlemine dayalı lirik yaklaşımlarla, bu dönemde gelişme içine
girmiştir. Figüratif resimde içeriği önemseyen araştırmalar, bireysel üslup çeşitliliğini
arttırmış, sanatçıları özgür arayışlara yöneltmiştir. 1969 Devalüasyonunun, Kıbrıs Barış
Harekatı’ nın getirdiği fakirlik ve yokluklar, siyasi cinayetler, kutuplaşmış gençliğin
birbiriyle olan çatışmaları, 1980’ de ikinci devalüasyon, ardından askeri darbe ve sonraki
süreç sanatçılara konu olmuş, figüratif resmin varolma nedenleri arasına katılmıştır.
80’ li yıllar, serbest piyasa ekonomisinin liberal ortam koşullarına uygun olarak,
daha çok sanat pazarının gündemdeki canlılığını koruduğu bazı özellikler taşımaktadır.
Özel, sanat galerilerinin, resmi galerilerin etkinlik payını düşürmeye başladığı bu
dönemde, Batı'nın sanat pazarlarında şans arama sorunlarının tartışılmaya başlandığı bir
dışa açılma felsefesi doğmuştur. Yoğunlaşan ve hızlanan iletişim, Türkiye’nin ve evrensel
dünya ile bağlarını sıklaştırdığı oranda, resim sanatçılarının da Batı'da geçerli olan düşünce
ve akımlara uygun eser üretimleri belirginlik kazanmıştır. Çağdaş Türk sanatın kendi
geleneksel biçim iradesi kökenleriyle ilişki kurma zorunlulukları böylece bir kriz dönemine
daha girmiş ve bu yüzden geleneksel irade kökenlerinde temellenen büyük ve etkin üslup
yaratma sorunun da açmazlarla karşılamıştır. Batı sanatıyla ilişkilerin yeni bir evresini
oluşturan bu yeni oluşum, yeni bir üslup sentezlerine ulaşabildiği oranda amacına
varabilecektir. Türkiye'de tipik bir sentez evresi oluşturan 60’ lı yıllardan sonra, bu
deneyimden yaralanan sanatçıların 70’ li yıllardaki üslup etkinlikleri söz konusu edilmeli
ve gerek 60’ lı, gerekse 70’ li yıllardaki üslupların günümüzde de egemen niteliklilerini
geliştirerek korudukları dile getirilmelidir (W.15-www.sanalmuze.org).
Ayrıca 1970’ li yıllar Türkiye’ de politik ortamın olsun, kültürel ortamın olsun
ilginç boşluklarını yaşamakla geçmiştir. Köyden kente göç olgusunun kendi sanatsal dilini
ve anlatımını da yaratması (arabeskleşme), burjuvazisi gelişmemiş bir toplumun da bu
gelişimin karşısına çıkarabileceği yerleşik kültür değerlerinin bulunmaması, bu boşluğun
oluşmasına neden olmuştur. Fakat bu oluşum resim piyasasının şekillenmesini sağlamış, bu
gelişmeye koşut ressamların üretimleri hızlanmış, aynı oranda da nitelik kaybı
gerçekleşmiştir. Çünkü hızla üretilen resim, ayıklama ve yeniden değerlendirme
süzgeçlerinden geçirilmeden izleyiciye sunulmuş, sanatçının kendisinin de kabul
edemeyeceği resimleri üretmesi adeta zorunlu olmuştur (Kahraman, 1987).
Türkiye'de 1980’ li yıllarda sanat, genel yaklaşım ve üslup eğilimlerinin figüratif ve
soyut sanat eğilimlerine ilişkin alternatiflerin yanı sıra, tüm dünyada egemen bir akım
niteliği kazanan yeni - ekspresyonist eğilim gruplarının ancak sınırlı bir bölümünü temsil
edebilmiştir. Ancak, Türk sanatçılarının, özel mekânlar ya da galerilerde yer alan eserleri,
eğilim farklarının daha geniş bir kesimde algılanmasına olanak sağlamıştır. Genelde
geometrik ve lirik olarak belirlenen soyut üslup eğilimlerinde, giderek post-modern
aşamada kavramsal ya da minimalist çözümlemelerin araştırıldığı görülmüştür. Eski şema
geometrisi ya da geçmişin dekoratif simgelerinden arta kalan bu soyut üslup değerlerinin,
mesaj iletiminde biçimsel simgelerin içselliğine dikkat çekmeyi amaçlamışlardır. En iyi
sanat yapıtlarının belirgin özelliklerinin renk ve biçim olgunluğu, sunuş zenginliği, bazı
durumlarda da dramatik etki sağlamak için başvurulan anlatım yalınlığı olduğu
görülmektedir. Bu yapıtların birçoğu büyük boyutta dizi ya da bir mekân düzenlemesinin
parçası şeklinde düzenlenmiştir (Çavuşoğlu, 2000).
80’ li yıllar tüm dünyada ifadeci taşkınlığın toplumsal davranış sorunsallarıyla
bütünleştiği bazı değer sistemlerinin yaratılmasına tanık olmuş ve ruhsal yapıların dışa vurum süreçlerine dinamik yolların araştırıldığı davranışlar belirmiştir. Ekspresyonizm
yüzyıl başlarındaki Alman ve Fransız faust kökenlerinden sonra, 2. Dünya Savaşı sonrası
Amerikan Soyut - Ekspresyonizmi de 80’ li yılların Yeni - Ekspresyonist yaklaşımlarına
birer dayanak oluşturmuştur. Ancak 80’ li yılların Yeni - Ekspresyonizmi, geçmişteki
kökenlerini sorgulayan post - modern eğilimler yansıtmanın yanı sıra, güncel sorunlara
sürekli olarak karşılıklar aranıp bulunan yeni biçim dinamizmi oluşturma savını da birlikte
getirmiştir. Türkiye’ de ise Soyut - Ekspresyonizm, genelde toplumsal bunalımlara
gönderme
biçim
değerlerini de içinde barındıran bireysel dram
çarpıtmalarıyla
taşımaya
(W.15-www.sanalmuze.org).
çalışan
kaotik
üsluplar
yüklerinin, figüratif
serüvenini
yansıtmıştır
1980’ li yıllara süregelen soyut sanat döneminden sonra figüratif sanata dönüş
olduğu iddiaları ortaya atılmıştır. Oysa figüratif sanat hiçbir zaman ortadan kalkmamıştır.
Zamanla değişen değerler ve figürün uygulanma çeşitliliği düşünüldüğünde de giderek
önem kazandığı görülmektedir (Çavuşoğlu, 2000).
1980’ li yıllar ekspresyonist kökenli anlatım oldukça yaygın olmuştur. Doğanın
olduğu gibi temsili yerine, duyguların ve iç dünyanın ön plana çıkarıldığı
ekspresyonizmle, Türkiye’ de yaşanan baskı ve bunalım dönemleri, sağ-sol çatışmaları,
terör-anarşi, teknoloji-sanayi, tüketim-enflasyon gibi yıpratıcı etkenler kolaylıkla anlatım
olanağı bulmuştur. 1980 sonrası dönemde ise, medya sayesinde bilgi edinme daha da
kolaylaşmış ve sanatçı bütün akımları sorgulamaya, seçmeci bir tavır sergilemeye
başlamıştır. İzleyici sergi ve yapıt bolluğunda kazanımlar edinmiş, sermaye birikimlerini
çağdaş sanata yatırma yönünde olumlu değişimler yaşamıştır. Böylece izleyici-alıcı kitlesi
doğmuştur. Sanat pazarı canlanmış, ilgi çekici hale gelmiştir. Bu arada Batı sanatında
postmodernizm olarak adlandırılan, modernizmin öncülüğüne karşılık, tarih ve geçmiş
kültürlerin yelpazesinde yeni bir tepki ile karşılaşılmıştır. Kesin bir sanat anlayışı
olmayan, üslupsal gruplamalara sığmayan, kendini bireysel güç içinde ifade eden eylem
ya da tavır olarak görülmektedir. Türk sanatında da postmodernist ilgiler içinde çalışan
sanatçılar kendi dünyalarını yaratmış, içerik yüklü anlatımlarla kişisel vurgular, eleştiriler
yaptıkları kavramsal ve dışavurumcu çalışmalarla postmodern söyleme katılmışlardır.
1990 sonrasında çağdaş sanatın Türkiye’ de önemli bir etkinlik sağlamasına
karşın,
sanat
eğitimi
veren
geleneksel
kurumların,
özellikle
Mimar
Sinan
Üniversitesi’ nin, tutucu direnci sürmüş, ancak Marmara ve Yıldız Üniversiteleri’ nde
ortaya çıkan yeni oluşumlar ve özel üniversitelerin yeni yapılanmalara olanak tanıması,
değişime daha açık bir yönelimin ilk ipuçlarını taşımıştır. Ancak bu yeni oluşumlara
karşın, çağdaş sanatın yeni anlam sorunsalına hâkim, felsefi donanıma sahip eğitimcilerin
varlığından ve çağdaş sanat-eğitim ilişkisine çözüm getirebilecek yapılanmalardan söz
etmek için bu dönemin henüz erken olduğu bilinmektedir.
1991’ den bu yana düzenlenen sanat fuarları ise galerilerin sanat ortamındaki ortak
bir etkinliği olarak önemini günümüzde de sürdürmektedir. Resim ve heykel dışında,
giderek artan kavram çalışmalarına da yer veren bienal ve sanat fuarlarının zamanla
kutuplaşan sanat yaklaşımlarının etkinlikleri kimliğine büründükleri görülmektedir. Buna
rağmen, her iki etkinliğin de geniş bir izleyici kitlesine ulaşması ve toplum-sanat ilişkisinin
gelişmesi
konusunda
üstlendikleri
rol,
tartışılmaz
bir
öneme
sahiptir
(W.13-
www.lebriz.com).
Çağdaş Türk resminde, sanatçıların figüratif eğilimli çalışmalarıyla, figüratif
resmin sınırlarını çizdikleri bu arayışları üç başlık altında incelemek mümkündür;
1.
Toplumcu Gerçekçiler
2.
Gerçeküstücüler
3.
Dışavurumcular
4. 3. 1. Toplumcu Gerçekçiler
1940’ larda “Yeniler” le ortaya çıkan ve 1950 sonrasında “Yeni Dal” grubu ile
devam eden toplumsal ya da toplumcu gerçekçilik, Türk figür resminin gelişim serüveni
içinde, köy ve kent gerçekleri özgün temalarla, çarpıcı biçimlerle ifade olanağı bulmuştur.
Hatta Yeni Dal Grubu üyelerinden olan İbrahim Balaban, İhsan ve Kemal İncesu, Avni
Mehmetoğlu ve Marta Tözge gibi isimlerin, “sosyal realizm cereyanı” nın ilkelerine
uygun bulunduğu ve resimlerinde suç öğeleri görüldüğü için kovuşturmaya uğramış ve
tutuklanmış daha sonra da zamanın sıkıyönetim mahkemesi kararınca salıverilmişlerdir
(Özsezgin, 1982).
Yeniler II. Dünya Savaşı’ nın getirdiği ekonomik, siyasi, kültürel ve toplumsal
sorunlara koşut, D Grubu’ nun aşırı biçimciliğini reddedip, ulusal ve figüratif resmin
gelişmesine hizmet etmişlerdir. 1960’ lı yıllara kadar, figüratif ve toplumsal gerçekçi
anlayışlarını
sürdürmüşlerdir.
Toplum
sorunlarıyla
birebir
ilgilenmiş,
yaşanılan
olumsuzlukları, çarpıklıkları, gecekondulaşma, köy-kent gerçeği gibi sosyal gerçekleri
konu alan figüratif eserler üretmişlerdir.
1950’ lerden sonra hızlanan köyden kente göç, bu yıllarda Yeniler Grubu içinde
yer alan sanatçıların kırsal alan konularının yanı sıra, kentteki köylüyü resmeden yeni bir
eğilimi de ortaya çıkarmıştır. Daha sonraki dönemde ise Türk pentürü, konu
duyarlılığından çok plastik üslupsal duyarlılıklar temelinde gelişmiştir. 27 Mayıs 1960
Devrimi, Kıbrıs Barış Harekatı, 12 Mart Muhtırası, 12 Eylül 1980 müdahalesi gibi
toplumsal ve siyasal olaylar karşısında bireysel duyarlılık gösteren sanatçılar zaman içinde
değişen sanatsal dönüşüm dönemlerinde geleneksel, otantik ya da avangard üslup ve
konularda da yoğunlaşarak sanatçı duyarlılıklarını eserlerine yansıtmışlardır. Bu hareketle,
demokratikleşme süreci adına sosyo-politik varlık göstererek, güncel eleştiri ihtiyaçlarını
gidermişlerdir (Başkan, 1999).
Yeniler Grubu’ nun 1950’ de dağılmasından sonra, resimde toplumcu gerçekçi
eğilimlerin 1960’ lara kadar kapalı bir dönem geçirdiği söylenebilir. 1959 yılında
kurulmuş olan Yeni Dal Grubu, bir bakıma Yeniler’ in toplumcu gerçekçi anlayışını
canlandırmaya çalışmışlarsa da, gruplaşma dışında bireysel çabalara dayanan etkinlikler
nedeniyle, grup olarak hareket etmenin cazibesi bu dönemlerde tükenmiş olduğu görülür
(Özsezgin, 1982).
Yeniler Grubu etkinlikleri içerisinde yer alan İbrahim Balaban, Anadolu kaynaklı
figürleri ve yaşam biçimlerini kendine özgü bir resim dili içinde, ülkenin gerçekleri
üzerine eğilmiştir. Sade, yalın ve illüzyonist eğilimlere yer veren bir anlatımla ifade ettiği
figürlerinde anatomik açıdan bir kaygı taşımadığı hissedilir. Yine de sanatçının herhangi
bir endişe duymadan yaptığı resimler, izleyici üzerinde samimi bir hava yaratmayı
başarmıştır. Aslında Balaban, Yeni Dal Grubu’ nda, toplumsal gerçekçi resim anlayışını
naif bakış açısıyla temsil etmektedir. Hem Balaban’ ın hem de toplumcu gerçekçi
anlayışla çalışan diğer sanatçıların eserleri, toplumun içinde bulunduğu sosyo-politik süreç
içerisinde güncel konuları figüratif olarak yansıtmasından dolayı daha anlamlı
bulunmuşlardır (R.43-44).
R.43. İbrahim Balaban, Bereket Ana
R.44. İbrahim Balaban, Ekin Taşıyan
Daha önce On’ lar Grubu içinde değinilen Nedim Günsur 1960’ lı yıllarda
İstanbul’ a yerleşmiş, sanayileşme ile birlikte kentleşme olgusunu, gurbetçileri, fabrika
bacalarını, kentteki değişimleri, lunaparkları, balıkçıları resmetmeye başlamıştır. Anadolu
insanının yaşam gerçekleri figüratif anlatım olanaklarıyla çoğunlukla dramatik açıdan ele
alan Günsur, eserlerinde fazla deformasyona yer vermeden biçim ve içeriği dengede
tutmayı tercih etmiştir. 1970’ lerde Türkiye’ de başlayan ekonomik bunalım, toplumun
tüm kesimini etkilemiş, ekonomik yetersizlik sonucu başlayan salgın hastalıklar
Günsur’ un yapıtlarına konu olmuştur. “Kızamık” adlı çalışmasında, o günlerin yaşam
koşulları çarpıcı bir şekilde belgelenmiştir.
Anadolu insanının karlı bir havada,
kızamıktan ölen çocukları çaresizlik içinde gömmeye gitmelerini açıkça gözler önüne
sererken, insanların böylesine kötü bir günde dirençlerini ve dayanışmalarını da başarılı
bir şekilde betimlemiştir (R.45 ) (Doğan, 2003).
R.45. Nedim Günsur, Kızamık
Toplumsal içerikli yöresel resmin öncülerinden olan Neşet Günal ise, doğup
büyüdüğü yöre olan Nevşehir insanını, yaşamlarını, titiz bir işçilikle toplumcu gerçekçi bir
çizgide,
bilinçli
olarak
sorgulamaktadır.
Gerçeği
kuvvetlendirmek
amacıyla
deformasyonlara başvuran Günal’ ın, Leger etkili silindirik figürleri kocaman el ve ayaklı,
çıkık kemikli bir görünüme çevrilerek anlam bulmuştur. Yoksulluk, bezgin insanların
dramı, çatlamış kurak topraklar, trajik bir anlatımla tuvallerine yansımıştır. Ağır ve
oturaklı, abartılı deformasyona uğramış figürler, gerçek Anadolu renkleriyle öze
kavuşmuş, pastel renklerin uyumuyla gerçeklik kazanmıştır. Betimlemeci anlatımın doğası
gereği, tuvalin her yanına özel bir anlam yüklenmiş, simgesel göstergeler yerleştirilmiştir.
Doğadan seçip kurguladığı motifler, izleyicide kırsal kesim insanının değişmez dekoru
fikrini uyandırmaktadır (R.46 ) (Binzet, 2007).
R.46. Neşet Günal, Sorun-Sorum V
Toplumcu gerçekçiliğin yeşermekte olduğu dönem olan 1940’ lı yıllarda, Yeniler
Grubu kurucularından olan Nuri İyem de Türk halkının yaşadığı gerçeklikleri, Neşet
Günal gibi Anadolu kaynaklı figürleriyle anlatma yolunu seçmiştir. “Türkiye’ de resme
karşı sanıldığı kadar ters bir davranış yok. Eğer sen ressam olarak onlarla konuşmaya razı
olabilirsen, onlarla diyalog kurabilirsen düşüncelerini, resimlerini onlara yavaş yavaş
kabul ettirebilirsin” diyerek, resmin halka mutlaka ulaştırılması konusundaki düşüncelerini
dile getirmiştir (R.47) (Tanaltay, 1997).
R.47. Nuri İyem, Güvercin ve Kadınlar
Hüseyin Bilişik resimleri, göç ve bozkır konularını, Doğu Anadolu’ nun çileli
kırsal yaşamlarını, içerik ve biçim bakımından tutarlı bir bütünlük göstermesi yönüyle
varlığını gösterir. Çalışmalarında, toprağa tutunan Anadolu insanının, toprakla birlikte
aşağı kaymasını, yeniden yukarı çıkışını, insan-toprak ilişkisini ve aralarındaki bitmeyen
mücadeleyi, istifleme biçiminde bir kompozisyon kurgusu içinde verme kaygısını
gütmüştür.
Toplumcu gerçekçi çizgisini, anıtsal bir ifade olgusuyla şekillendiren Neşe Erdok
ise, çevremizde gördüğümüz insanları, beklentileri, tedirginlikleri, abartılı bir biçimsel dil
ile ele almıştır. Resimsel mekânı, optik bir sınır çerçevesiyle kapanan yüzeyin, figür
dokunuşlarıyla sürekli irkildiği mat bir boşluk görüntüsüne kavuşturarak çözümlemiştir.
Erdok’ un figürleri, yüzeyselliğin olabildiğince geniş alanlara yayıldığı “fon-nesne” ler
önünde - arasında değil – kendiliğinden egemen konumda yer almıştır (R.48-49)
(Ergüven, 1989).
R.48. Neşe Erdok, Simitçi
R.49. Neşe Erdok, Vapur Masalları
Neşe Erdok gibi anıtsal boylarda çalışan Nedret Sekban, Karadeniz yöresinin
insanlarını ve yaşamlarını kendine özgü figüratif bir anlayış içinde izleyiciye
aktarmaktadır. Ayrıca sokaklarda dans ederek, fal bakarak, çiçek satarak para kazanan
insanların da resimlerini yapmıştır. Resimlerinin içinde yer alan insanlar, tüm gerçekleri ile
ele alınmış ve insan olgusu her yönü ile verilmek istenen mesajın özünü oluşturmuştur. Öte
yandan, Faruk Cimok’ un, şehirde yaşayanların hayatlarını, eğlencelerini konu olarak
işlemesi, resimlerine toplum içindeki umutsuz insanların sıkı sıkıya bağlı oldukları
umudun bir simgesi olarak yerleşmiştir. Faruk Cimok, yöresel ve otantik yaşam
biçimlerine tanıklık eden yeni resimleri, son yıllarda gelişen figüratif resmimize ulusal
kimlikli, genç ve güvenli bir üslup kazandırmıştır. Figüratif resimleriyle tanınan, Türk
resminde önemli bir yere sahip olan Faruk Cimok, trajikomik eleştirel bir bakış açısıyla
Nişantaşı, Beyoğlu, Ortaköy, Çiçek Pasajı, Beyazıt, Eyüp gibi konuları, kent-insan
ilişkileriyle tuvallerine aktarmıştır (R.50-51) .
R.50. Nedret Sekban, Koynunda Mı Dalgaların II
R.51. Nedret Sekban, Beyaz Uğur II
1970’ li yıllarda sosyalist tavırları ile çalışmalarında toplumun kanayan yaralarına
parmak basan Aydın Ayan ve Nedret Sekban, toplumsal ve politik gerçekçi eğilimlerin
temsilcileri olmuşlardır. 1970’ lerin Türkiye’ sinin sosyal, politik ve toplumsal yapısı ile
örtüşen Ayan’ ın bu tarz resimlerine, kuşyemi satıcıları, mezar taşları, simitçiler,
boyacılar, bağımsızlık, sonsuz barış konu olmuştur. Resimlerinin isimleri bu konulardan
alınmış, insanın yaşadığı ortamdaki nesnelere ve figürlere simgesel yorumlar
kazandırmıştır. Ayrıca Türkiye’ nin o dönem sosyo-politik yapısını inceleyen ve eleştiren
eserleri de vardır. Resimlerinde figür vazgeçilmez bir elemandır. İnsanı, yalnızlığı ile
birlikte gizemli boyutları içinde yansıtılır (R.52) (Oktay, 1997).
R.52. Aydın Ayan, Kuş Yemi Satıcısı
R.53. Mehmet Başbuğ, Kahvehane
Anadolu insanını, yerel kıyafetleriyle, gerçekçi bir çizgiyle figüratif olarak
yorumlayan Mehmet Başbuğ (R.53); Karagöz ve Hacivat yanında, yerel motifleri kendine
özgü figüratif üslup çerçevesinde resmeden Zeki Kıral; çarpıcı lekesel görünümlerle
yüzeyci resimlerinde yer alan figürlerine yeni yorumlar getiren Orhan Peker; kırsal
kesimin yürüyen, yük taşıyan, güçlü, sağlam insanlarını geniş bir düzlükte kümelenmiş
frontal duruşlarıyla aktaran Ramiz Aydın, ifadeci, anlatımcı eğilimleri plastik
zorunluluklarla büyük ölçüde bağdaştırmayı başarmış toplumcu gerçekçi ressamlardır.
Figüratif resmin kolay anlatabilirliğinden ve çabuk ulaşabilirliğinden faydalanan
fantastik, eleştirel-gerçekçi yapıtlarıyla Cihat Burak, Türk insanının yaşamını mizahi ve
hicivsel gerçeklerle anlatmıştır. Renkten çok çizgi ve ayrıntıya önem verdiği
çalışmalarında figürleri tüm ruhsal durumlarıyla ele almıştır. Fantastik dünya içinde
kurguladığı figüratif yapıtlarında gerçek yaşamdaki amaçsız yaşayan insanlar ve
gösterişleri eleştiri sebebi olmuştur. Türkiye’ de 1968 Olayları yaşanırken Burak,
“Eğlenenler” isimli çalışması ile alaycı bakış açısını gözler önüne sermiştir. Politik ve
sosyal yaşamın tüm gerçeklerini en ince ayrıntısına varana kadar eleştirmesi, O’nu bir
hiciv ustası konumuna yükseltmiştir (Doğan, 2003).
1960’ lardan günümüze, Türkiye’ de artan toplumsal karışıklıklar ortamında
kentleşmenin yarattığı gerilimler, sanatçıların yeni figüratif ifadeci anlatımlar aramalarına
yol açmıştır. Bu arayışlar, Doğan Paksoy, Hüsnü Koldaş, Mehmet Özer, İsmail Avcı, Özer
Kabaş, Nevin Çokay gibi isimleri de etkisi altına almıştır. Bu dönemlerde, kültürel
değişim süreci içerisindeki köy ve kent temaları sıkça işlenmiştir. 1923–1950 yılları
arasında köylü/çiftçi resimleri geleneksel motif dünyası ve sanat birikimi ile ilişki
kurmadan, doğrudan batılı resim anlayışlarıyla ele alınmıştır. Her ne kadar değişik
zamanlarda yinelenen bir konu gibi sunulmuşsa da köylü/çiftçi konusu başka hiçbir
dönemde bu yıllarda olduğu kadar ideolojik söylem yüklenmediği sanat tarihçileri
tarafından ifade edilir. 1950’ lerden sonra güçlenen köyden kente göç olgusu
doğrultusunda farklı bir ivme kazanan büyük kent-kırsal kesim çatışmaları, gecekondu
gerçeği içinde köylülük, toplumculuk ve yerellik değişik bakış açılarıyla ve biçimleriyle
ele alınmıştır.
Durum böyle olunca toplum bazı gerçeklerle karşı karşıya kalmıştır. Sanayileşme
politikasının meydana getirdiği göç dalgası, kent nüfusunda artışa, gecekondulaşmaya,
çarpık kentleşmeye ve daha birçok olumsuzluklara neden olmuştur. Kent kültürüne
yabancı, okuma-yazma oranı düşük toplulukların neden olduğu bunalımlı, içedönük,
topluma yabancı kesimin yaşadığı sosyal problemler, şehir insanını da etkisi altına alarak
yalnızlık ve yabancılaşma duygularıyla boğuşma zorunluluğuna itmiştir. İşte bu dönemde
toplum yaşantısı hem biçim hem de içerik açısından resme yansımış, figüratif ifadeye ilgi
artmıştır. Kitlelere ulaşmakta en kolay yolun figüratif anlatım olduğuna inanan
sanatçılarla, 1960-70 yılları arası, toplumsal gerçekçiliğin en önemli dönemi sayılmaktadır
(Doğan, 2003).
4. 3. 2. Gerçeküstücüler
Türk resminde 1980’li yıllarda, figüratif anlatımda görülen yoğunlaşma ile birlikte,
sanatsal gelişim grafiğinin yükseldiği ve etkin bir sanat ortamının yaratıldığı
görülmektedir. Biçemlerinde usta sanatçı kimliklerini ve yetkin teknik güçlerini anlatım
çeşitliliği içinde ortaya koyan sanatçılar, sanat piyasasının da güçlenmesinde ve giderek
büyük sanat müzayedelerine dönüşmesinde etkili olmuşlardır. Ancak, tablo resmin ticari
meta olarak kazandığı bu önem, bazı sanatçıları arza göre resim üretimine yöneltmekle
olumsuz etkiler de yaratmıştır. Buna karşın, 1960’lı yıllardan bu yana üç kuşak sanatçının
buluştuğu bu yıllarda, biçemlerinde ustalaşmış ve uluslar arası tanınırlığa ulaşmış
sanatçıların, resmi düşünsel bir temele oturtan ve teknik güçlerini sergileyen özgün
yapıtları, genç kuşak için örnek oluşturarak, yeni bir bilinçlenmeyi sağlamıştır.
Hayal gücünün aracılık ettiği ruhsal istekler, dürtüler ve katı soyutlamaya gitmeden
ruhsal dürtülerini başıboş bırakan sanatçılar, özgür bir ruhlar âlemi tanımı,
Gerçeküstücülük için doğru bir tanım olacaktır. Aşk, erotizm, esoterik, mistik, ütopik; düş,
mitoloji, masal, büyü vs. gibi kavramlar bu ekolü daha gizemli ve popüler bir konuma
getirmiştir. Gerçeküstücülük, Batı’ da kilise baskılarının yaşandığı, cehaletin bunalttığı
Orta Çağ Avrupa’ sında, bir hal, bir neşe, bir idrak, bir arayış olmuştur ve tarihi oldukça
eskiye dayanır. Ekol her ne kadar eski olsa da, 68’ lerde Türkiye’ de tanınmaya
başlamıştır. Şartların değiştiği bir zamanda ise yeni ufuklar açılmış, Gerçeküstücülükten
fantastik anlayış doğmuştur. Gerçeküstücülükle Fantastik Realizmin benzerliği de buradan
gelmektedir; biri temel, diğeri binadır. Mağara devrinde başlayan, yüzyıllar geçtikçe
keşifler, icatlar, makro ve mikro evrene yapılan yolculuklarla devamlı beslenerek değişen
Gerçeküstücülüğün, bugün olduğu gibi yarın da, şartlar yerine geldikçe, bu şekilde değişip
yenileneceğine inanılmaktadır (Deneç, 2005).
Türk resminde, 1980’ li yıllarda güçlenen “fantastik-gerçekçi” eğilim, “yenifigürasyon” akımının, “dışavurumcu-sürrealist” yönündeki araştırmaları ile psikolojik ve
toplumsal eleştiri yüklü yorumlarından temellenmiştir. Erken örneklerini 1960 başında
Nedim Günsür’ ün çocukluk düşlerinin fantastik kurguları, 1966’ dan sonra Cihat
Burak’ın, düşsel yaratıkları; Arslan Gündaş’ ın boşlukta yüzen figürleri ile yarattığı düşsel
mekânları ve Selahattin Yıldırım’ ın, deformasyon ve detay işleyişlerini önemsediği
yapıtlarında vermiştir. 1970’de Ertuğrul Oğuz Fırat, bu eğilime katılırken, 1972’den sonra,
düşüncelerini Freud’dan temellendiren Cengiz Kabaoğlu, kadının cinselliği ve
doğurganlığını; yaşamındaki kederi, düşsel olarak işlemiştir ve aynı biçimde anlayışını
sürdürmektedir.
Nuri Abaç, Türkiye’ de Non-Figüratif resmin ağırlıklı olarak benimsendiği 1960' lı
yıllarda dönemin anlayışının aksine fantastik figür çalışmaya başlayan ve bu çalışmalarını
ulusallık kavramına bağlı olarak, öz ve biçim açısından Anadolu tarihi ve geleneğine
dayamıştır. Abaç, sembolik figür ve objelerle, korku veren fantastik figür yorumlarını
1975’ e kadar sürdürmüş, Karagöz’ ün görsel ve toplumsal mizahi yanını, düş dünyasının
fantezileri ile birlikte, güncel yaşam konuları çevresinde ele almıştır. Abaç, çalışmalarında
yerel ve geleneksel motifler ve konular üzerine kurulu bir fantastik düzeni oluşturma ve bu
gerçeküstü masalını gerçekleştirme idealini resimlerinde hayata geçirmiştir. Sanatçı ele
aldığı Pazaryerleri, balıkçılar, dönerciler, deniz ve kara araçları, çay bahçeleri, parklar gibi
konuları perspektif kaygısı gütmeden, çizgisel doku ve renkçi bir tutumla geleneksel motif
ve figür algısı yaratarak günümüz insan profiline uyarlamıştır (R.54) (Elmas, 2000).
R.54. Nuri Abaç, Motor Sefası
Komet’ in eserlerinde fantezi ile gerçek, düş ile yaşanmışlık iç içedir. Utku Varlık,
ilk önceleri dışavurumcu anlatımla figürlerini biçimlendirirken, 1960-70’ lerde politik
duyarlılığıyla yaptığı resimlerinde dışavurumcu biçim dilini kullanmıştır. 1975’ ten sonra
dışavurumcu anlatımdan uzaklaşmış, içinde gerçeküstü figür oluşumlarını fantastik
mekânlarla birleştiren resimlerler düşsel bir anlatım diline yönelmiştir (R.55-56). Alaaddin
Aksoy, Ömer Kaleşi, biçemlerini değiştirmeden; Balkan Naci İslimyeli fantastik ve
kavramsal yönelişleri ulusal ve uluslar arası alanda sanatsal dinamiklerini koruyarak
çalışmalarını sürdürmektedirler. Eserlerine yerleştirdiği, böcekler ve bitki yapraklarıyla
oluşturduğu organik görünümlerle, gizemli atmosfer etkisindeki fonun birleşmesiyle
oluşan düşsel mekân Ergin İnan’ ın eserlerinin en belirgin noktalarıdır. Zaman zaman bu
fantastik dünyaya figürleri de iliştirmiştir. İnsan gerçeğini, kozmos ve mikrokozmos
arasında değerlendirmiş, böcekle insanı, insanla böceği anlatmıştır. Renk tutkusunu ise
doğadan, ilkbaharın yeşilinden, sonbaharın kırmızısından almıştır (R.57-58) (İnan, 1987).
R.55. Utku Varlık, Gece
R.56. Utku Varlık, Dünyaların Sonuncusu
R.57. Ergin İnan, Böcek Ardında Figür
R.58. Ergin İnan, Berlin ( Detay )
Ekrem Kahraman’ ın sonsuzluk ve ferahlık hissi uyandıran, ova-gökyüzü ikilisi,
temelde doğup büyüdüğü coğrafya olan Çukurova’ ya ve çocukluğuna ait nostaljik bir geri
dönüşün ifadesi olmuştur. Kahraman, ovalarıyla, ona giden yollarla, üstündeki gökyüzüyle
oluşturduğu fantastik dünyanın yanı sıra yer yer bu fantastik dünyanın içinde, boşlukta
asılı figürleri ile de büyülü sonsuzluk hissini yaratmıştır (R.59) .
R.59. Ekrem Kahraman
1980’ den sonra fantastik-gerçekçi anlayışta görülen yoğunlaşma, 1990’ larda
genç sanatçıların farklı yaklaşımlarıyla, anlatım zenginliğini ortaya koymuştur. Üst üste
bindirilmiş anlatım plânları ile resimsel mekânın zenginleştirilmesi “süperpoze” yöntemini
de yapıtlarında yansıtan sanatçılar Kayıhan Keskinok, Fikri Cantürk, Habip Aydoğdu ve
Ertuğrul Ateş gibi isimler olmuştur. Geriye çekilmiş, çerçevelenmiş, oyulmuş biçimlerle
Ertuğrul Ateş, bilinçaltı verilerinin yoğun karmaşasını duyurmuştur. Figürsel yorumlarla
soyut-somut karşıtlığı içinde, vermeye çalıştığı düşsel mekân duygusu da coşkulu bir
anlatımla dile gelmiştir.
Uzay boşluğunda yer verdiği, figür parçaları ve uzuvlarını, doğasal organik
formların değişime uğramış formlarını, simgesel öğelerle zenginleştirerek, gerçeküstücü
anlatıma yönelen bir yaklaşımı yansıtmaktadırlar. Gerçeküstü ve mistik bir dil kullanan
Ertuğrul Ateş, tutsaklık, özgürlük ve erotizm kavramlarını yeniden yorumlamıştır. Bu
figüratif yorumlar sanatçıyı ilgilendiren psikolojik açılımlar olmuştur (R.60) . Viyana’ da
yaşayan Erol Deneç ise gerçeküstü imgeleri resimlerinde çokça kullanmış, fantastik
resmin en bilindik ismi olmayı başarmıştır. Doğu felsefesine ilişkin tasavvuf inancının
gizemini, değişik kültür ve uygarlık birikimleriyle birleştirmiştir. Eserlerindeki figürler,
düş, masal, mitoloji gibi konular içinde kurgulanarak, renkli bir atmosferde gizlenmiş
etkisiyle ele alınmıştır (R.61-62).
R.60. Ertuğrul Ateş
R.61. Erol Deneç, Laakon
R.62. Erol Deneç, İki Başlı Venüs
Habib Aydoğdu, uzay boşluğu içinde doğanın ve figürlerin parçalanmış formlarını,
fantastik yaratıklara dönüştürdüğü lekesel soyutlamalarını, 1980 sonlarında, kuş başlı,
insan gövdeli, mitolojik yaratıklar, 1990’ larda uzay boşluğunda asılı fantastik figür ve
biçimler, aniden ortaya çıkan panik yüz ifadeleri, hırçın fırça vuruşları, renk lekeleri,
deformasyon ile güçlü dramatik anlatımları ortaya koymuştur. 1980 ortalarından sonra
Balkan Naci İslimyeli, siyah-beyaz ağırlıklı yapıtlarında düşsel kurguda düzenlemelere
yönelmiştir.
Selma Gürbüz, insanoğlunun ürettiği düşsel formlar ve büyü sembollerini, zodyak
işaretlerini ve sembol hayvanlarını, fantastik çağdaş yorumlarla; Fatma Tülin Öztürk,
1985’ te el ve parmak aralarına yerleştirdiği elma, şeftali çekirdeği, deniz kabuğu gibi
nesneleri soyutlayarak, fantastik bir yapıda; Can Göknil ve İnci Çakmakçı, Berna
Türemen
çocuksu
ve
düşsel kurgulu
anlatımlarını,
özgün
figür
yorumlarıyla
gerçekleştirmiştir. Necla Özbay Özdemir, boş mekânları, gizemli atmosferi, boşluk
duygusu ve yalnızlığın boyutlarını, metafizik yönde irdelediği dingin doğa soyutlamalarını
düşsel formlarla yorumlamıştır. 1985’ ten sonra, Kezban Arca Batıbeki, çağımız insanının
gelecek yaşamındaki bilimle ilgili tasarımlarını, uzay boşluğunda, simgesel figür ve
objelerle fantastik yapıda oluşturmuştur. Gül Derman, Kadri Özayten, Turgut
Uzunömeroğlu, fantastik boyutta gerçeküstücü anlayışla çalışan diğer sanatçılardır.
1960’ da Avrupa’da başlayan “yeni figürasyon” sanat akımıyla birlikte, Türk
resminde bu akıma koşut gelişim gösteren sürrealist eğilim, içeriğe yönelik yeni bir tavırla,
çağdaş insanı kuşatan toplumsal ve içsel yaşam gerçekleri ile sanatçı için kaynak
oluşturmuştur. Dönemin Türk sanatçılarınca ele alınan yeni figür yorumu, geleneksel
değerlere karşı koyarak, anlatım ve içerikli anlatım gücünü kanıtlamıştır. Türk figüratif
resminde görülen bu önemli değişim, sürrealizmin 1970’ lerden sonra daha da çeşitli
anlatım biçimleriyle çoğalmasına olanak sağlamıştır. Bu yoğunlaşma süreci, gelecek
nesillere temel olabilecek bir zemin hazırlamakla kalmamış, çağdaş eğilimlerle Türk
toplumunun kültürel değişimine biraz da olsa katkı sağlamıştır.
4. 3. 3. Dışavurumcular
Dışavurumculuk (Ekspresyonizm) duygu ve tutkuların tüm yönleriyle dile
getirilmesi olarak tanımlanmaktadır. Kişinin iç dünyasında yatan yaşanmışlıklara biçim
veren sanatsal bir üsluptur. Ekonomik sorunlar, siyasi karışıklıklar, sosyal dengesizlikler
sanatçıları ekspresyonizme doğru itmiştir. Dışavurumculukta resmin anlamı, resimde salt
görünen şey değildir ve gerçeklik sadece sanatçının gerçeğidir. Yani sanatçı dış dünyanın
gerçeği yerine kendi düşsel/ruhsal gerçeğini dile getirmekte ve bu yolla yaşama dair
çözümlemeler yapmaktadır. Dışsal olanın özü yansıtmadığını savunan sanatçı, gerçeği
nesnenin arkasında aramaktadır. Dışavurumculuğun kaynağı duygularda yoğunlaşma ve
deforme edilmiş biçimlerde gizlidir. Bu bağlamda anlatım dili olarak karşımıza çıkan
bireysel dışavurum ve deformasyonlar, özgün olmanın temel ilkeleridir (Ersoy, 1998).
1980’ lerde Yeni-Figürasyon eğilimin dışavurumcu yaklaşımı, Batı resmine paralel
olarak gelişim gösteren Yeni-Dışavurumcu sanat eğilimi, Batı’ da birçok ülkede ve
Türkiye’ de aynı anda görülen ve uluslar arası ortak bir sanat tavrını oluşturmuştur. Tek
fark, Yeni-Dışavurumculuğun Türkiye’ de kendine has sosyo-ekonomik ve kültürel şartlar
çerçevesinde, galerici ve koleksiyonerler tarafından klasik resim yerine modern resim
taleplerinin gelmesi sonucunda gelişmiş olması; Batı’ da ise çağdaş sanat tarihi içinde,
Batı resim piyasası içinde üretilen üst üste çeşitli akımlar sonucunda doğup gelişen bir iç
reaksiyonun ve “Kavramsal Sanatın” satılma güçlüğünün getirmiş olduğu mecburiyet
olmuştur (Taşdemir, 1995).
Son dönem resimleriyle Mehmet Güleryüz başta olmak üzere daha genç bir
kuşaktan
gelen
Bedri
Baykam
Yeni-Dışavurumculuğun
anlatım
olanaklarını
yansıtmışlardır. Güleryüz, 1980’ li yıllardan günümüze kadar uzanan çalışmalarında,
gösterişli ve güçlü, büyük ölçekli, çok figürlü, anlatımcı öğelerle karşılaşılmıştır. Figürler
ortamlarına büyük bir bağlılık taşımış, bağımsız varoluşlarla resmedilmemişlerdir (R.63).
R.63. Mehmet Güleryüz, Herşey Kontrolümüz Altında
Yeni-Dışavurumcu tarzda çalışan sanatçılardan Hale Arpacıoğlu ve Şenol Yorozlu
yapıtlarında toplumsal etkileşimin, çarpıcı duyarlılıkta yansımalarını akımın duyarlılığıyla
vermişlerdir. Hale Arpacıoğlu, dışavurumcu fırçasıyla figüratiften yarı soyuta varan
değişken form arayışları ve kübist mekân anlayışı ile kadın konusuna değişik açılardan
bakmayı başarmıştır. Arpacıoğlu’ nun enerji dolu ve spontan tekniği resim yüzeyinde
dekoratif biçim ve çizgi ilişkileri yaratırken, yüzey ve hacim ilişkilerini figüre gerilimler
yükleyen biçimlerde kullanmıştır (R.64). Şenol Yorozlu ise, renk, leke, kaligrafi ve
derinliği
olmayan
yüzeylerin
boyanması
ile
somutu
soyuta
dönüştürmekte,
ritmik kaligrafik hareketlerle zenginlik kattığı figüratif resimlerine gerçekle hiçbir
bağlantısı olmayan imgeler yüklemektedir. Lekeci bir anlatımdan geçirerek kurguladığı
resimleri izleyicinin duygusal etki düzenini harekete geçirecek güce sahiptir (R.65)
(Taşdemir, 1995).
R.64. Hale Arpacıoğlu
R.65. Şenol Yorozlu
Mehmet Özet’ in, yapıtlarında ise geometrik parçalanmış kompozisyonlar içinde
lekeci renk anlayışıyla soyutlanmış figürler yer almaktadır. Hareketli fırça kullanımı ve
renk seçimindeki çeşitlilik ile belirsiz mekânlarda dramatik etki veren insan figürleri canlı,
çarpıcı, ekspresif bir görünüm sergilemektedir. Ali Candaş da hızlı fırça vuruşları, geniş
renk lekeleriyle şiirsel bir ifadeciliğin ürünlerini vermektedir. İnsanların yaşam
mücadelelerinden aldığı izlenimleri, dışavurumcu çizgiyle tuvale aktarmıştır. Resmin ön
planına yerleştirilen yarı soyutlanmış figürler, geri plandaki boşluğa bağlanarak gerilimli
bir etki yaratılmıştır (R.66). Burhan Uygur’ un figüratif resimlerinde de lekelerin hâkim
olduğu bir dışavurum söz konusudur. Dışavurumun yanı sıra figürlerdeki deforme ve
soyut anlatım resimlerini bohem bir atmosfere sokar.
R.66. Ali Candaş
Yaşamını Paris’ te sürdürmüş olan Fikret Mualla, dışavurumcu üslup içinde
değerlendirilen renkçi bir ressamdır. Çizgi ile boyayı ayıran göz alıcı renklerle, deforme
edilmiş düşündürücü tipler yaratmış, figür her zaman eserlerinin konusu olmuştur
(R.67-68). Kumarhaneler, gazinolar, meyhaneler ve sokakta gezinen insanlar, Fikret
Mualla’ nın fırçası ile özgün yorumlara kavuşmuştur. Mustafa Ayaz resimlerinde ise
Mualla’ nın dramatik havasını göremeyiz. Aşkı, yaşama sevincini plastik değerlere
başarıyla dönüştürürken, figürü kendine özgü bir duyarlılıkla, yüzeye aktarmıştır. Çizgi
esprisine dayanan eserleri, kontrast leke dağılımlarıyla coşkulu bir fantazyanın dinamik
formlarını oluşturmuştur. Kadın figüründe yoğunlaşan temaları, spontane özelliğiyle
çekici ve doğal oluşumlar halinde yüzeye dağılmaktadır (R.69).
R.67. Fikret Mualla, Kağıt Oynayanlar
R.69. Mustafa Ayaz
R.68. Fikret Mualla, Üçlü ( Detay)
Aka Gündüz Temur, desen tutkusuyla tuvale yansıyan çizgisel plastik içinde iç
dünyasının bazen kâbuslara dönüşen şiirsel simgeleriyle düşsel boyutlara uzanan
otobiyografik bir ifade tarzı benimsemiştir. İzleyicide düşünme hareketini başlatan
sanatçılardan bir diğeri de Zafer Gençaydın’ dır. Figürle, dışavurumculuk arasında
kurduğu denge ile soyut anlatım öğelerini kullanan sanatçı, büyük renk lekeleri ile figürü
kolayca ele vermeyen bir görsel dil oluşturmuştur. İnsan-toplum-doğa ilişkilerini
psikofizyolojik bir ilişki yumağı içinde, metafiziğe yönelmeden sezdirmeyi başarmıştır.
Lekenin dış gücünün aldatıcı tuzağına düşmeden, benzetme kaygısından uzak, insanın iç
dünyasını öne çıkaran kendine özgü biçimini yaratmıştır (R.70).
R.70. Zafer Gençaydın, Sonbahar Coşkusu
Yaşamını Almanya’- da sürdüren Erol Kınalı ise, figür sorununu irdelerken, figürü
bir şema birimi, bir simge olarak kullanmaktadır. Işık-gölge oyunları ve renk tonlamaları
ile sert-yumuşak, organik-inorganik zıtlıklarını ve ikilemleri vurgularken, çerçevenin
sınırlayıcı etkisini yok ederek, serbest mekân içinde figür sorununun çözümüne yönelik
araştırmalar yapmaktadır.
Rafet Ekiz, deformasyon ilkelerinin mantığı içinde figür çözümlemelerini Antik
Ortadoğu kültürlerinin gizemli büyüsü ile zenginleştirerek özgün biçim armonilerine
ulaşmakta, kimlikleri belirlenmeyen “kadın” kavramı ve bu kavramın öncelikle
çağrıştırdığı erotizmi vurgulamaktadır. Masalımsı, gizemli, iyimser havayı resimlerine
taşıyan Can Göknil, yalın bir resim dili ile Doğu-Batı ortak bilincini yansıtmakta, halk
kültüründen yola çıkarak ele aldığı resimlerinde, adak ağaçlarını, Hıdrellez güllerini
sevecen bir duyarlılıkla işlemektedir.
Cihat Aral, eleştirel gerçekçi bir anlatım içinde, dönemin ekonomik sorunları,
siyasi karışıklıkları, sosyal dengesizliklerini değişik çarpıcı yönleri ile irdelemiş,
yorumlarını dışavurumcu bir ifade tarzı ile aktarmıştır. Resimlerinde, açlık ve savaşın
güncel zulmü, ideolojik farklılıkların dramatik ortamı, figüratif birimler aracılığıyla
izleyene mesajlar vermiş, acı çeken, ezilen, horlanan insan gerçeğini şekillendirmiştir.
Tüm bu söylenenleri, şiddetli ve dramatik bir biçimsellik içinde soğuk renk armonileri
ile şekillendirmektedir (R.71).
R.71. Cihat Aral, Dayanışma
Mehmet Güler, Anadolu kırsal yaşamından edindiği deneyimleri, özgün ve
sezgisel olarak kurguladığı ve duygu yanı ağır basan yapıtlarında bozkırın güç yaşam
koşulları sıcak ve kuraklık gibi hiç kaybolmadan kalan izlerle sanatına konu olmaktadır
(R.72).
R.72. Mehmet Güler, Çepeçevre
İlk bakışta itici etki veren figür yorumları ile genç kuşak ressamlar arasında dikkat
çekenlerden birisi de Alp Tamer Ulukılıç’ tır. Özgün ve çarpıcı bir kişilikle küp, kare,
dikdörtgen ve çember formlarla, figür-mekân tanımlaması yapmakta, mantıksal olmayan
farklı çağrışımlar yaptıran deforme edilmiş biçimlerle dramatik yansımalar yakalamıştır.
Bunu yaparken, toplumsal çalkantılar ve çelişkilerle, yaşam ve deneyimleri konu olarak
kullanmıştır.
Figür-mekân-renk üçgenini bir desen örgüsü içinde nesnelleştiren Cuma Ocaklı,
resimlerinde bu üçlüyü insan-yaşam ilişkisini irdeleme yolunda kullanmıştır. Geniş
derinlikli bir boşluk olarak düzenlenen mekân, renk değerlerinin dağılımı ve leke
dokularının oluşturduğu devinim içinde beliren deforme olmuş figürle yapıtlarının özünü
oluşturmaktadır. Resimlerinin ön planında yer alan çeşitli konum ve biçimdeki figürler
anıtsal bir etki yaparken, yüzeyi kaplayan renklerin dokusal renk hareketleri ile boş alanlar
da resme katılmak suretiyle dışavurumcu bir üsluba ulaşmaktadır. Ocaklı, başından beri
değişmez kaynak ya da ilgi alanı olarak figürü görmüştür. Belli oranlarda deformasyona
uğramış olsa da figürlerdeki oluşum gerçek insan modelinden uzağa düşmez (R.73)
(Özsezgin, 1991).
R.73. Cuma Ocaklı, Bir Melek
Resimlerinde düşsel dünya yaratmayı amaç edinmiş sanatçılardan olan Mahir
Güven, figür resminin tinsel boyutlarını araştırarak, tensel ve erotik izlenimlere ulaşmakta,
istifleyerek kullandığı figürlerle geniş boşluklar yaratmaktadır. Mitolojik konulara da yer
veren sanatçı daha çok kadın figürüne ağırlık vermektedir. Bu tarz çalışmalarında sanatçı,
deformasyona uğrattığı fantastik öğelerle, iç yaşantısının derin ve düşsel mekânlarını
tuvale aktarmaktadır. Selahattin Yıldırım da, korkuların, düşlerin ve gölgelerin resmini
yaparak, izleyiciyi, iç benliğin karmaşık yapısını kavratmaya yönelik hesaplaşmalara
itmiştir. Resimlerine, lekeci bir yaklaşımla psikolojik içerikler yüklemektedir.
Sanatçıların çalışmaları incelendiğinde de görüldüğü üzere, Türk resminde,
1980’de güçlenen “fantastik-gerçekçi” eğilim, “dışavurumcu-sürrealist” yönündeki
araştırmaları ile psikolojik ve toplumsal eleştiri yüklü yorumlarıyla bu yeni döneme
imzasını atmıştır. Değişen toplum değerlerinin de direkt olarak yansıdığı çalışmalarda,
dışavurum en önemli özellik olarak karşımıza çıkmaktadır.
Şu da bir gerçektir ki, Dışavurumculuğun akım olarak ilk çıktığı yıllarda Batı’ da,
1905 ve onu izleyen yıllarda, sanayi ve teknoloji alanlarında sayısız icat ile psikoloji,
sosyal ve fen bilimlerinde çığır açıcı gelişmeler yaşanmıştır. Albert Einstein’ in Görecelik
Kuramı, Sigmund Freud’ un psikanalizi geliştirmesi, röntgen ışınlarının keşfi ve atom
çekirdeğinin bölünmesi gibi gelişmeler insanın artık bambaşka, daha soyut düşünmesini
gerektiriyordu. Üstelik duyusal algı da kökünden değişmiş, birçok yeni icattan sonra hayat
yepyeni bir dinamizm kazanmıştır (Krausse, 2005). Fakat ne Osmanlı döneminin
sonlarında, ne de Cumhuriyet’ in ilk yıllarında Batı’ nın bu koşullarına sahip
olunamamıştır. Ayrıca, yurtdışına eğitim amaçlı gönderilen öğrenciler de, gittikleri eğitim
kurumlarında dönemin çağdaş akımı paralelinde değil klasik ve akademik eğitim
sürecinden
geçmişlerdir.
Bundan
dolayı
Dışavurumculuk
akımı
eş
zamanlı
yaşanamamıştır.
1960’ larda yeni figür yorumlarıyla karşımıza çıkan Sürrealist eğilimin, geleneksel
değerlere karşı yeni bir söylem olarak geliştiğine ve Türk resim sanatı açısından taşıdığı
öneme daha önceki bölümlerde değinilmişti. Aynı dönemde ortaya çıkan YeniDışavurumcu eğilim de, Türk sanatında aşağı yukarı aynı yansımaları göstermiştir. 1980’
lerden itibaren ise, sosyo-ekonomik ve kültürel alanda yaşanan değişimler sonucunda,
Dışavurumcu yaklaşım Batı resmine paralel gelişim göstermiştir.
Her ne kadar son zamanlarda Dışavurumculuk adına Batı ile uyumlu bir sanat
anlayışı güdülmeye çalışılmışsa da, bu eğilimin Türkiye’ de geniş kitlelerce benimsenip
benimsenmemesi ya da ilgi görüyor olup olmaması ayrı bir tartışma konusudur.
BÖLÜM 5
5. DEĞERLENDİRME
Kültür, çok sayıda anlama sahip bir sözcüktür. Dil, din, ırk, tarih gibi unsurların
birbirinden belirgin çizgilerle ayırdığı farklı insan gruplarının gelenek görenekten başlayıp,
siyasal sistemlerinden, hukuk, ekonomi ve eğitim sistemlerine, edebiyattan, dinsel
törenlere varıncaya kadar pek çok alanda kendilerine özgü davranış modelleri ve gelenek
kültür kavramı içerisinde değerlendirilmektedir. Bu anlamda, kültürü tek bir kalıpta
tanımlamak oldukça güçtür. Kültür değişmesi ise, bir cemiyetin mevcut düzenini, maddi ve
manevi medeniyetini bir formdan başka forma sokan süreçtir. Kültür, çevre krizleri,
yabancı istilası, kültür içerisinde davranış ve değerlerin farklılaşmasıyla temsil ettiği
toplumla birlikte, zaman ve çevre gereklerine uyarak kendini oluşturur ya da dış etki
yoluyla değişir ve gelişir. Çünkü kültür, değişim kuramının en doğal parçasını
oluşturmaktadır. Aslında değişme ve gelişme birbirinin nedeni ve sonucu olan olgularıdır.
Değişme, gelişmeye neden olur ve gelişme de yeni bir değişmenin başlangıcıdır.
Sanat, edebiyat, düşün etkinlikleri kültürün birer parçasıdır ve maddi kültür öğeleri
kadar hızla gelişmese bile, inançlardan, gelenek ve göreneklerden çok daha çabuk değiştiği
kesindir. Üstelik sanat, edebiyat ve düşün yapıtları, bir toplumun manevi kültür alanındaki
en ileri değişme tohumlarını da içlerinde barındırırlar. Mevcut durumdaki çelişkiler, uyumsuzluklar, sorunlar, hep bu ürünler aracılığı ile belirlenir, eleştirilir. Böylece, maddi kültür
değişmelerine koşut olarak toplumun önünde yeni bireşimler, yeni ufuklar belirir. Sanat,
edebiyat ve düşün adamları, bir anlamda, günümüzün yargıçları, geleceğin habercileridir.
Gelenek kavramı da manevi kültürün bir parçasıdır. Kalıplaşmış ve kökleşmiş
olarak nesilden nesile aktarıldıkları için değişime ters düştükleri düşünülebilir. Hatta
geçmişte ve günümüzde geleneklerin bazıları modernliğe engel teşkil ettiği gerekçesiyle ya
göz ardı edilmiş ya da yok olmaya terkedilmiştir. Sonuç olarak da modernliğin etkisi
gelenek üzerinde dönüştürücü bir özelliğe bürünmemiştir. Gelenekler, değişimin dinamik
kaynakları olarak yeniden yorumlanıp modernliğin içine taşınmamış, tam tersine
dondurulmuştur. Batı-dışı ortamlarda rastlanan gelenek ve modernlik süreksiz ve zayıf
ilişkili, uyumsuz parçacıklar olarak görülmektedir.
Bir başka kültür öğesi de dindir. İslam dini, toplum yaşantısına, tanrı-insan
ilişkilerine ve ibadet şekillerine ilişkin pek çok kuralın yanı sıra, hukuk ve ekonomi, hatta
sanat alanında yön verici, sınırlayıcı buyruklara sahiptir. Yani İslam dini sadece insanların
manevi dünyalarına yön veren bir inanç sistemi olmakla kalmaz aynı zamanda kendine
özgü bir toplum düzenini de beraberinde getirip kültürel değişime yön verir.
Türk toplum düzeninin ve asıl araştırma konusu olan resim sanatının değişim ve
gelişim süreci ise, Fatih dönemine kadar indiği görülmektedir. Ancak bu değişimler,
geleneksel kalıpların kırılmasında fazlaca etkili olmamıştır. Kökten bir başkalaşmanın
yerleşmesi için, başkalaşmayı hazırlayacak toplumsal, kültürel değişim safhalarını aşmak,
beklemek gerekmiştir ve hala da beklenmektedir. Bu yüzyılda köklü dönüşümlerin ve
Avrupa sanatının yavaş yavaş halk içine sızarak toplumda yeni bir beğeni düzeyi
oluşturmuş olduğu görülmüştür. Fakat 17. yüzyıl sonlarından beri izlenilebilen batılılaşma
hareketlerine bakıldığında, Osmanlı toplumundaki toplumsal ve kültürel ortamda oluşan
değişikliğin birdenbire olmadığını, belirli bir süre zarfında, belirli siyasal ve ekonomik
etkenlerle şekillendiği görülmektedir. İşte bu ara dönemde toplumsal ve kültürel koşullar
altında sanatta yeni bir anlayış, kaçınılmaz bir değişim başlamıştır. Aslında, bu dönüşüm
öncesi, Osmanlı devletinin yüzyıllar boyunca koruyabildiği siyasal güç, imparatorlukta içe
kapanık ve kendi kendine yeterli bir toplum yapısı geliştirmiştir. Osmanlı sanatı da 17.
yüzyıla kadar yoğun bir etkinlik göstermiş ve dış etkilerden uzak kalarak kendi
oluşturduğu biçimleri yetkinleştirmeyi amaçlamıştır. Fakat 17. ve 18. yüzyılların siyasal
olayları, Osmanlı devletini dışa açılmaya, daha doğrusu batıya yöneltmeye zorlayınca,
toplumsal ortamda olduğu gibi sanatta ve kültürde değişiklikler belirmiştir.
Osmanlı,
Batı’ daki teknolojik
gelişmenin
temellendiği bazı kaynakları
değerlendirmenin yolunu, önce modern askeri okullar kurup, bunların eğitim standartlarını
yenilemekte bulmuştur. Askeri okullardan figür ressamı yetişmediği, müfredatın bunu
öngörmediği, ancak Avrupa’ ya eğitime gönderilenlerin ister istemez figür alanında da
çalıştıkları görülmüştür. Üçüncü asker kuşağına mensup sekiz yıllık bir Avrupa deneyimi
yaşamış olan Halil Paşa ile figür ressamlığında hayli yol alan fakat hiç Avrupa deneyimi
yaşamamış Hoca Ali Rıza’ nın figür resmine ağırlık vermemesi bu durumu kanıtlar
niteliktedir. Hoca Ali Rıza resimlerinde bir ya da iki figüre yer verse de, genelde figürü
dışlayan resim sentezleri ile Halil Paşa’ ya kıyasla İslami duyuş tarzına daha yakın olduğu
görülür. Zaten figürü dışlama, figürden kaçınma gibi eğilimlerin, primitif olarak da bilinen
Türk foto-yorumcu ressamların çıkış yeri olan Darüşşafaka okulunda da egemen olduğu
sayısız örnekte görülmektedir.
Başlangıçta küçük bir detay halinde ele alınan figür, yaşanan kültürel değişim
neticesinde yavaş yavaş resmin konusu içerisine girmiş zamanla da çok farklı
yaklaşımlarla Türk sanatçılar tarafından yorumlanmıştır. İnsan figürü olmayan bir fotoğrafı
yorumlayan sanatçının, kendiliğinden birkaç figür serpiştirdiği sanılır; fakat fotoğrafın
figürleri kapsayan aslı görüldüğü zaman, insan figürünün basitçe ve naif bir duyuşla
resmedilmiş olduğu fark edilir. Manzara ressamlığı, figür karşısında gösterilen çekingenlik
için bir tema ortamı oluşturma özelliğini bu alanda karşımıza koymuştur. Yüzlerce figür
kapsayan bir fotoğrafın, ressam tarafından ıssız bir manzara olarak yorumlanması da
figürün henüz rahatça ele alınamayışının başka bir örneği olarak karşımıza çıkar.
Önceleri saray ve saray çevresinde kabul gören değişimin zamanla Türk
toplumunun geneline yayılması, toplumun sosyal hayatında yapılmaya çalışılan
değişimlerin, ileride Cumhuriyetin ilanıyla birlikte daha da hızlanması, Türk toplumunun
çoğunluğunun hem Batı anlayışında bir resme, hem de figüre karşı daha ılımlı bir tutum
sergilemesine neden olmuştur.
Türk resmine figürün girişi bireysel düzeyde Osman Hamdi Bey ve genel olarak da
Çallı kuşağı ressamları ile başlamıştır. Gerçi Şeker Ahmet Paşa ve Süleyman Seyit ile
diğer bazılarının resimlerinde de kimi zaman figüre rastlandığı belirtilmişti. Fakat yukarıda
da değinildiği üzere, bu resimlerde figür ya çok küçük bir yer tutmuş ya da Süleyman Seyit
gibi acemice ele alındığı için, yeteri kadar vurgusal kılınamamıştır. Yani insan figürü, Türk
sanatçısının yağlıboya resim sanatıyla tanışmasından yaklaşık olarak 50 yıl kadar sonra ele
alınabilmiştir. Bu da başlı başına bir kilometre taşı olmuştur. Çünkü yüzyıllardan beri gayrı
resmi bir şekilde sürdürülen bir suret yasağının ardından birden bire figüre geçmek
dönemin koşulları içinde üstesinden kolayca gelinecek bir şey olmamıştır. Çünkü resim
derslerinde kopya etsinler diye Darüşşafakalı öğrencilere dağıtılan Yıldız Sarayı bahçeleri
ve çevresini konu alan fotoğraflarından yapılan resimlerde, bu fotoğraflarda tesadüfen yer
alan figürler özenle ayıklanmıştır. Örneğin, Türkiye’ de ilk kez İstanbul’ da açılan resim
sergilerine ancak çıplak figürün yer almaması koşulu ile izin verilmiştir. Bu açıdan
bakıldığında, Çallı kuşağı ressamlarının figürü ( ve de çıplağı ) ele almaları, bir hayli
önemli ve anlamlı sayılması gereken bir gelişme olmuştur. Ayrıca, Şişli Atölyesi
resimlerinin gerçekleştirilmesinde izlenen yol da figüratif resmin Türk resim sanatındaki
önemli evrelerinden birini oluşturmuştur. Savaş, zafer, ordu, asker gibi konuların bu
şekilde figüratif olarak ele alınması ve direkt olarak Türk halkının duygularına sesleniyor
olması, bir anlamda da figüratif resme karşı olan olumsuz tutumun kırılmasına imkân
sağlamıştır.
1914 yılından başlayarak, Doğu izlenimlerinde kesinti başlamış, ekol, eğilim
bakımından etiketleme, sınıflandırma güçlüğüne karşın bu dönem ressamlarına yakıştırılan
“Empresyonist” terimi yerinde olmamakla beraber, yine de onlara borçlu olunan yeni
aşama belirmiştir.
Figürün, giysili ya da çıplak modelden yararlanmak suretiyle Batı’ daki resim
atölyelerinin eğitim standartlarına uygun yaklaşımlarla ele alınması, Sanay-i Nefise
okulunun kurulması ile başlamış ve yaygınlaşarak günümüzde de sürmeye devam etmiştir.
Sonraları insan tasviri ve suret konusunda farklı ve özgün yaklaşımları olan bir İslam
ülkesinde bazı tereddütlerin az çok aşılması suretiyle gövde ve çehreye ağırlık verilmesi,
giderek fotoğrafın da yaygınlaştığı bir süreç kapsamında gerçekleşebilmiştir. Sanay-i
Nefise çevresinde giysili ya da yarı çıplak erkek modelden yapılan atölye çalışmalarının
yanı sıra, fotoğraf çekimlerinin karelere bölünüp büyütülmesi suretiyle başka yöntemler de
kullanılmıştır. Yöntemlerin yanı sıra, atölyelerin duyarlılık atmosferini yansıtan diğer figür
çalışmaları ise dönem ressamlarına hiç çekici gelmemeye başlamıştır. Türk resim sanatı
yenilenip çağdaş bir görünüm kazanma yoluna girdikçe, sanatçılar da “çıplak” sorununa
ilişkin yeni çözümler arama zorunluluğuyla karşı karşıya kalmışlardır. Aynı zamanda,
çıplak sorunu Türk sanatçısının çağdaş biçim özgürlüğüne açılımını da simgelemektedir.
1930’ lardaki kültürel değişim çabalarının kaynağına inildiğinde ise görülmüştür
ki, o dönem sanat ortamının asıl belirleyicileri, Müstakiller ve daha büyük bir oranda, daha
sonra değinilecek olan, D Grubu ile bu grubun çevresindeki kimseler olmuştur. Biçimsel
temel olarak, kübizm ve konstrüktivizm kökenli bir anlayışın şematik bir versiyonunu
benimseyen bu sanatçıların eserlerindeki figür, biçim ya da silueti, asgari düzeydeki insan
görünümüne tekabül eden ancak bunun ötesinde kesinlikle nesne düzeyine indirgenmiş
boyalı bir yüzey olmuştur. Ayrıca Müstakiller, Türkiye’de sanatın değişmesi yönünde
verdikleri çabanın yanında sanat ve sanatçı kavramının benimsenip yerleştirilmesi ve bu
kavramların kültür katmanlarına yayılması için sistemli çalışmalara girişmişlerdir. Özgür
düşünme haklarının korunması konusunda gösterdikleri sağduyuyu, daha sonra sanatçı
haklarının korunması ve sanatçıların sanatsal üretimleri karşılığında yaşamlarını
kazanmaları ve yapıtlarını uygun ortamlarda sergileyebilmeleri gibi, sanatçıların yaşamsal
faaliyetlerini kapsayan konularda da göstermişlerdir. Bu dönemde daha önce dikkate
alınmayan, köy yaşamları, balıkçılar, berber dükkânları, vitrinler, vb. güncel yaşamdan
örnekler ilk defa sanatsal anlatımlara konu olmuştur. Böylece figüratif resim Türk resminin
merkezine yerleşmeye başlamıştır.
1938’ de başlayan yurt gezileri ile, Türk sanatının kendi potansiyelini yaratmak için
yurt dışına açılımını bir yana bırakarak, kültürel açıdan halka yabancılaşmayı önlemek
amacı güdülmüştür. Sanatçılar bu dönemde resim adına, resmin sorunlarına, doğaya ve
sosyal yaşama ilişkin çeşitli kavramlar geliştirmişlerdir. Böylece Anadolu’ yu, köy ve
kasaba gerçeğini tanımak, sanatçıların gerek sanat gerekse yaşam görüşlerini renklendiren
belki de bir ölçüde geliştiren bir etki yaratmış olabilir. Fakat Cumhuriyet sanatçılarının,
ülke sorunlarıyla ilgilenmeleri amacıyla Anadolu’ ya gönderilmeleri sanatı, İstanbul,
Ankara dışındaki yörelere götürerek sanatın yaygınlaştırılması adına çok anlamlı olduğu
söylenebilir. Bu yıllarda, devletin halkçılık ilkesi doğrultusunda geniş kitleler hedef
alınmış, özellikle sanatın ülke geneline yaygınlaştırılması öngörülmüştür. Bu sergilere
halkın gösterdiği büyük ilginin kaynağıysa, resimlerde kendini ve anılarını bulmalarına
bağlanmıştır. Sadece, dinsel ve folklorik konular işlenmemiş, bunun yanı sıra, özellikle
Cumhuriyet dönemi değişimleri ve Mustafa Kemal’in inkılâplarını içeren figüratif resimler
de yapılmıştır.
Cumhuriyetin ilanı ile birlikte, Atatürk’ün çağı yakalama ideali, çağdaşlaşma adına,
anayasa, medeni kanunlar, ekonomi, eğitim, giyim, dil, din ve tarihin yeniden
yapılandırılması zorunluluğuyla paralel bir yol izlemiştir. Her alanda yürütülen bu yoğun
çalışmaların temelinde ise, kültürel düzenlemelerin olduğu bir gerçektir. Bu hızlı
modernleşme ve Batılılaşma gayretleri, Avrupai bir toplum yaratma projesinin pratiğe
dökülmesidir. Bütün toplumsal alanlarda yaratılan bu derinden değişmeler, zihniyetle
birlikte düşünce hayatını da etkilemekle kalmamış, önceleri saray denetiminde olan sanat,
kültür ve sanatta yapılan reformlarla milletle etkileşime geçirilmiştir. Ülkenin bütün
sorunları arasında, sanatın gelişimi düşünülmüş sanatsal değişimle desteklenmiştir. Türkiye
Cumhuriyetinin kuruluşunda görülen değişim, kimi yönleriyle çok açık, seçik ve kesin
olmuştur. Kökten bir değişmeyi isteyen Atatürk devrimi toplumsal açısı ile Türk insanını
ve Türk toplumunu bütünü ile bir arıtma süzgecinden geçirerek, toplumsal açıdan
çağdaşlaşmaktır. Siyasal açısı ve yönü ile de, insanın ve toplumun böyle bir değişmeye
kavuşmasının, yani çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmasının ön koşulu, siyasal ilkeyi ve
yapıyı halklaştırmak olmuştur. Bu yönleri ile Atatürk Devrimi, devrim sözcüğünün ilk
anda ima ettiği ihtilal anlamından başka, ondan daha geniş bir değişimi ifade etmektedir.
Kültürel değişimin yaşanmasında en önemli unsur aslında eğitim olmuştur. Eğitim
bütün çabaların ardından, din ile tümüyle ayrılmış, din dersleri yasaklanmıştır. İlköğrenim,
tüm çocuklar için zorunlu ve parasız hale getirilmiştir. Herkesin ortak eğitimden geçmesi
için, din ayrımı gözetilmemiştir. 19. yüzyıldan kalma ilk, orta ve lise eğitim temeli
korunmuş, bir süre sonra aralarında John Dewey de olmak üzere yabancı eğitim uzmanları
Türkiye'ye getirtilerek değişiklik önerileri alınmıştır. Yeni öğretmen yetiştirmek ve yeni
okul yapmak için hazırlanan geniş kapsamlı programlar kısa sürede zorunlu ilköğretim
idealini tüm ulus için erişilebilir bir gerçek haline getirmiştir. Ancak eskiden olduğu
gibi uzak kırsal bölgelere yeterli sayıda öğretmen sağlama sorunu yine sürmüş ve bu
sorun yüksek düzey eğitiminin yaygınlaşmasını kısıtlamıştır. 1940’ lı yıllara doğru
gelinirken, eğitim alanında yapılan yenileştirme hareketlerinin bir uzantısı sayılabilecek
olan, 1946 yılındaki Üniversiteler Kanunu, üniversitelerin gelişimine demokratik ilkeler
doğrultusunda yön vermiştir. Türk üniversite tarihinde bir dönüm noktası olan bu kanunun
en önemli sonucu ise Ankara Üniversitesi’ nin kurulması olmuştur. Türkiye’ nin başından
beri, Batı’ ya açılan kapısı ve sanatsal oluşumların odaklandığı merkez İstanbul olmuştur.
Ancak, ilerleyen süreçte reformist hareketlere alternatif yaratma çabasıyla, başkent Ankara
da sanatsal etkinlik yönünden önem kazanmaya başlamıştır. 1932’ de kurulan Gazi Eğitim
Enstitüsü’ ne bağlı Resim–İş Bölümü, başlangıçta resim öğretmeni yetiştirme amacı
taşıdığı halde, zaman içinde sanatçı kadrolaşmasının yarattığı olağan gelişmelerle,
Ankara’ da sanatçı kuşaklarının oluşmasında etkin bir kaynak olma işlevini de
üstlenmiştir. Yüksek kültür kurumları olan üniversitelerin kültürel alanda çağdaşlaşma
zincirinin en önemli halkası olması dolayısıyla hükümet üniversite reformu için
incelemeler yaptırmak ihtiyacını hissetmiş, doyurucu ve bilimsel gerçekler aramıştır.
Sonuçta, olumlu ya da olumsuz yönleriyle 1933 reformu üniversitenin gelişiminde önemli
bir evre olmuştur. Batılı anlamda bir yapı çok daha düzeyli bir eğitim standardıyla kültür
devrimlerinin arasında en önemlilerinden birisi olarak yerini almıştır.
1940’ larda toplumsal bir yönelişten hareketle, D Grubu’ na karşı çıkan bir grup
olarak kurulan Yeniler, kendilerinden öncekilerin tam tersine bir yaklaşımla resimde figürü
yeniden insanlaştırmak gibi farklı bir ideali amaç edinmişlerdir. Bu nedenle basit bir nesne
düzeyine indirgenmiş bir figürü işlemeyi reddederek; tenselliği ve tinselliği, dertleri ve
sevinçleriyle belli bir toplum içinde yaşayan insanı ele almayı öngörmüşlerdir. On’ lar
Grubu’ nun ise, bir anlamda Yeniler grubunun düşüncelerinin uzantılarını taşıdığını
söylemek yanlış olmayacaktır. Artık, Türk resminin taklit anlayışından kurtulması
gerektiği özünde birleşen bu tartışmalarla, evrensellik, yerellik, çağdaş resim, batı resmi,
Türk resmi gibi kavramlar sorgulanmaya başlanmıştır. Yeniler, II. Dünya Savaşı’ nın
getirdiği bu ekonomik, siyasi, kültürel ve toplumsal sorunlara koşut, 1960’ lı yıllara kadar,
figüratif ve toplumsal gerçekçi anlayışlarını sürdürmüşlerdir. Toplum sorunlarıyla birebir
ilgilenmiş, yaşanılan olumsuzlukları, çarpıklıkları, gecekondulaşma, köy-kent gerçeği gibi
sosyal gerçekleri konu alan figüratif eserler üretmişlerdir 1950’ lerden sonra hızlanan
köyden kente göç, bu yıllarda Yeniler Grubu içinde yer alan sanatçıların kırsal alan
konularının yanı sıra, kentteki köylüyü resmeden yeni bir eğilimi de ortaya çıkarmıştır.
Yeniler’ le ortaya çıkan ve 1950 sonrasında “Yeni Dal” grubu ile devam eden toplumsal ya
da toplumcu gerçekçilik, Türk figür resminin gelişim serüveni içinde, köy ve kent
gerçekleri özgün temalarla, çarpıcı biçimlerle ifade olanağı bulmuştur.
Ayrıca 1945’ ten sonra Türkiye’ de yeni bir siyasal dönemine girilmesi, birçok
kültür olayının kesilmesine neden olmuştur. II. Dünya Savaşı yıllarına rastlayan bu
dönemde Türkiye, büyük ekonomik sorunlarla yüzleşmek zorunda kalmıştır. Bütün
ülkelerin sanatlarını etkileyen ve köklü değişimler meydana getiren bu süreç, tahmin
edildiğinin tam tersine bütün dünya ülkelerini bienaller, festivaller, sanat fuarları gibi
sanatsal faaliyetlerde bir araya getirmiş, sanatçıların ve toplumların tanışma alanlarını
büyütmüştür. Dünyada yaşanan bu gelişime Türk sanatı da dâhil olmuştur. Türkiye
sınırları içinde var olma savaşı verirken, Batı sanatının bu büyük gelişimi karşısında
kayıtsız durmamıştır. Evrensel sanata ulaşma düşüncesini geleneksel, milli karakterden
ödün vermeden üretilen yapıtlarla birleştirmişlerdir. Sonrasında sosyo-ekonomik yapıda
görülen önemli değişimler doğal olarak düşünce ve yaşam tarzını etkilemiş, birtakım
farklılaşmalara yol açmıştır. II. Dünya Savaşı’na girilmediği halde, savaş sonrasında tüm
dünyayı saran yeni etkileşim olgularından uzak kalınamamış yoğunluğu hızla artan
uluslararası iletişim Batı dünyasında geçerli olan üretim ilişkilerinin model almaması
hususunda, ülkede var olan tavır ve eğilimlere kesinlik kazandırmıştır. Politik alanda çok
partili demokratik sistemin benimsenme çabaları da çarpıcı deneyim aşamalarını ortaya
koymuştur. Bu arada sanat, Türkiye'nin modern kültürler arasındaki yerini alma çabasının
göstergesi olduğu bir platform olmuş, çağdaşlaşma olgusunun daha hızlı bir tempo
kazanışında sorumluluk üstlenmiş bir etkinlik alanı kimliği kazanmıştır. II. Dünya Savaşı,
Batı sanatının kronolojik değerlendirilmesinde bir dönüm noktası olarak belirlenmişken,
diğer yandan ekonomi ve sanayi alanlarındaki gelişmeler, hızlı kentleşme ve kent
yaşantısının değişmesi, uluslar arası düzeyde iletişimin güçlenmesi, çağdaş dünya ile
ilişkilerin artması gibi önemli olgular geniş kitle kültüründe köklü değişimlere yol
açmasının yanı sıra plastik sanatlar alanında da etkilerini göstermiştir
1960’ lara gelinirken halkın siyasi yaşama katılması, ulaşım ve iletişimin gelişmesi,
işçi sınıfının ortaya çıkışı, ticaret sermayesinin birikimi, kentleşmenin hızlanması, nüfusun
artması,
ekonomik,
teknolojik
ve
bilimsel
açıdan
modernleşme
belirtilerinin
başlangıçlarının yaşandığı dönem, Cumhuriyet’ in kuruluş döneminde başlatılmış olan
atılımların, bu dönemin koşulları içinde değişime girdiği dönemdir. 1960 sonrası döneme
gelindiğinde, siyasi ve ekonomik açıdan istikrarlı bir tablo var olmadığı halde; Türkiye
sürekli gelişmiş, uluslar arası platformlara girmiş, dünyadaki oluşumları yakından takip
edebilmiştir. Tüm bu sıkıntılara rağmen, ülkenin bu açılımı toplumsal yapıya da yansımış
ve kültürel olaylara karşı duyarlı olan kesim genişleme göstermiştir. Bu dönemde hat
safhaya ulaşan Amerikan kültürünün yayılması amaçlı yapılan eğitim yardımlarına,
kültürel ilişkilerin geliştirilmesi gibi bir anlam yüklenmiştir. Ayrıca ABD, öğrenci değişim
programlarıyla az gelişmiş ülkelerin olduğu gibi Türkiye’ nin de eğitim sistemini önemli
ölçüde etkilemiştir.
1960’da Avrupa’da başlayan “Yeni Figürasyon” sanat akımıyla birlikte, Türk
resminde bu akıma koşut gelişim gösteren sürrealist eğilim, içeriğe yönelik yeni bir tavırla,
çağdaş insanı kuşatan toplumsal ve içsel yaşam gerçekleri ile sanatçı için kaynak
oluşturmuştur. Dönemin Türk sanatçıları tarafından ele alınan yeni figür yorumu,
geleneksel değerlere karşı koyarak, anlatım ve içerikli anlatım gücünü kanıtlamıştır. 1960
sonu ve 1970 başı, soyut resim dilinin bir ölçüde "akademikleşmeye" başlayıp kısmen
geriye çekildiği, buna karşılık geleneksel figürün karşısına, bünyesinde ironi, eleştiri ve
varoluşsal kaygılar barındıran yeni figüratif resmin dikildiği görülür. Bu, figürün plastik
ifadenin başlıca öğesine dönüştüğü, görünüşteki bütünlüğüne karşılık özünde parçalandığı,
gündelik referanslarının yanı sıra hayali bir düzlem içerisinde çözüldüğü bir figür
sorunsalıdır. Türk figüratif resminde görülen önemli değişimler, sürrealizmin 1970’ lerden
sonra daha da çeşitli anlatım biçimleriyle çoğalmasına olanak sağlamıştır. Bu yoğunlaşma
süreci, gelecek nesillere temel olabilecek bir zemin hazırlamakla kalmamış, çağdaş
eğilimlerle Türk toplumunun kültürel değişimine biraz da olsa katkı sağlamıştır. Yeni figür
yorumlarıyla karşımıza çıkan Sürrealist eğilimin, geleneksel değerlere karşı yeni bir
söylem olarak gelişmiş ve aynı dönemde ortaya çıkan Yeni-Dışavurumcu eğilim de, Türk
sanatında aşağı yukarı aynı yansımaları göstermiştir. 1980’ lerden itibaren ise, sosyoekonomik ve kültürel alanda yaşanan değişimler sonucunda, Dışavurumcu yaklaşım Batı
resmine paralel gelişim göstermiştir. Bununla beraber Türk resminde açık bir biçimde
politik içerikli resimler, 1970 sonu 1980 başı toplumsal çalkantılarının bir sonucu olarak,
bir tür sosyalist gerçekçilik şeklinde kendisini sunmuştur. Bu on yıllık dönem, eleştiri ve
ironiye yer veren bir resim ile ulusal meseleleri öngören bir diğer figür resminin karşılaşma
alanıdır. Ayrıca bu dönem, farklı söylem ve önerilerin bir öz güven ruhuyla sunulduğu ve
izleyici tarafından kabul gördüğü bir zaman dilimi olmuştur.
Salt estetik sorunlara
gömülü, biçimi açık seçik ortaya koyan malzeme ölçekli anlatımcı arayışlar, fantastik
imgelemi ve naif bir biçim dilini toplumsal eleştiri okuna dönüştürenler, pop sanatın
mahallî dildeki karşılığını arayanlar,
kavramsal sanatı, fotogerçekçiliği, minimalizmi
özümsemeye çalışanlar gibi
1980’ lerde Yeni-Figürasyon eğilimin dışavurumcu yaklaşımı, Batı resmine paralel
olarak gelişim gösteren Yeni-Dışavurumcu sanat eğilimi, Batı’ da birçok ülkede ve
Türkiye’ de aynı anda görülen ve uluslar arası ortak bir sanat tavrını oluşturmuştur. Tek
fark, Yeni-Dışavurumculuğun Türkiye’ de kendine has sosyo-ekonomik ve kültürel şartlar
çerçevesinde, galerici ve koleksiyonerler tarafından klasik resim yerine modern resim
taleplerinin gelmesi sonucunda gelişmiş olması; Batı’ da ise çağdaş sanat tarihi içinde, Batı
resim piyasası içinde üretilen üst üste çeşitli akımlar sonucunda doğup gelişen bir iç
reaksiyonun ve “Kavramsal Sanatın” satılma güçlüğünün getirmiş olduğu mecburiyet
olmuştur
1960-1970’ lerden sonra, sanatçı sayısındaki artışa paralel, özel galeri olgusu da, bu
dönemin bir aşamasıdır ve 1970’ lerde Ankara ve İstanbul’ un sanat çevrelerini
biçimlendiren olgular arasına girmiştir. Ancak, Devletin bir kültür politikası ortaya
koyamaması ve resim-heykel müzeleri kuramaması, toplumun sanat yapıtı satın alabilecek
ekonomik birikime sahip kişi ve kuruluşlarının kültürel altyapısının gelişimine sekte
vurmuş, yerli talebin oluşmasını geciktirmiştir. Geç ve hızlı da olsa resme gösterilen ilgiyi
karşılayabilmek için, sanatçılar gereğinden fazla resim yapma çabasına girmişlerdir. Piyasa
için sanatlarını bir yana bırakan bu sanatçıların, resim sanatını büyük bir çıkmaza
sürüklediği gerçektir. Bunun yanında, resim alıcısı kitlenin istekleri ve eğilimleri sanatın
gelişme boyutunu etkilemekte, belirleyici olmaktadır. İşte, resim sanatının içinde
bulunduğu bu karmaşık durum, aynı zamanda onu yozlaşmasının da sebebi olmaktadır.
Fakat galeri ve müze olgusu Türk sanatı sorunlardan biri olarak değerlendirilmektedir.
Başlangıçta yok denecek kadar az olan sergi salonlarının ve özel galerilerin sayısı
günümüzde büyük kentlerin ara sokaklarına yayılacak kadar fazlalaşmıştır. Ancak bu
galerilerin büyük bir bölümünün çeşitli olanaksızlıklar nedeniyle yaşama şansı azalmış,
hatta kalmamış ancak belli başlı galeriler var olabilmişlerdir. Sanat alt kültürünün
Anadolu’da yaygınlaşmasında önemli bir görev üstlenen Güzel Sanatlar galerileri ve bu
galerilerin işleyişindeki yasal değişiklikler hala tartışma konusudur. Ayrıca nitelikli
sergilerin büyük kentlerin dışına taşınmaması da kültürü besleyen kaynakların önemli
ölçüde kesintiye uğraması olarak değerlendirilmelidir. Bununla birlikte, değişen dünya
şartları, küreselleşme ve Avrupa Birliği’ne uyum kapsamındaki değişiklikler, özel
sermayenin kültürel ve sanatsal yatırıma olan desteğini arttırmıştır. Özel müzeciliğin az
sayıda olsa da önemli bir ivme kazandığı görülürken, gecikmiş bir uygulama olsa da
İstanbul’da Modern Sanatlar Müzesi’nin açılması, kayda değer bir gelişmenin başlangıcı
olarak önem kazanmıştır
Zamanla, kısmen ya da tamamıyla plastik sanatlar üzerine yoğunlaşmış dergiler,
hem güncel sanat olaylarını tanıtıcı yazıları, hem de araştırmaya dayalı makaleleriyle
toplumun entelektüel birikimine katkı sağlamışlardır. Türk ve Batı resim sanatıyla ilgili
yayınlar artarak, yurtdışından gelen sanat kitabı ve dergiler çoğalmıştır. Bu dönemde
sergilerle bağlantılı olarak gündeme gelen broşür ve kataloglar ile müzayede katalogları,
önemli bir görsel malzemenin birikmesine de olanak sağlamıştır. Bu gibi kaynaklarda yer
alan çağdaş figür yorumlarıyla karşılaşıldıkça da belleklerde farklılık ve değişim kavramı
yerleşmiştir. 1991’ den bu yana düzenlenen sanat fuarları ise galerilerin sanat ortamındaki
ortak bir etkinliği olarak önemini günümüzde de sürdürmektedir. Buna rağmen, her iki
etkinliğin de geniş bir izleyici kitlesine ulaşması ve toplum-sanat ilişkisinin gelişmesi
konusunda üstlendikleri rol, tartışılmaz bir öneme sahiptir.
1990’ larda Batı ile temas, toplumun her kesitinde yoğunlaşmıştır. Teknolojik
olanakların yaygınlaşması, ithalatın genişlemesi, seyahat olanaklarının artması ve genel
olarak refah düzeyinin yükselmesi, kentlilerin ve köyden kente gelen çok geniş kitlelerin
Batı kültürünü en azından nesne olarak tanımasına imkân vermiştir. Ayrıca, taklit ve ithal
kültür, günlük yaşama yayıldıkça doğallık kazanmıştır. Türkiye’ de 1950’ lerden sonra
görülmeye başlayan iç göçler ve hızlı kentleşme hareketinin özellikle büyük kentlerimizde
konut açığı sorununa ve gecekondulaşma gibi olumsuz bir yapılaşmaya neden olduğu
bilinmektedir. Ancak yavaş sanayileşme ve güvenli yüksek ücretli iş azlığı, gecekondu
bölgelerini geçici alanlar olmaktan çıkarmış, kesin kalıcılık sağlamıştır. Haberleşme ağının
gelişmesi, köyde yaşayanların şehir hayatını tanıması, cemaat biçimindeki yapı içinde
sosyal kontrolün dışına çıkma arzuları onları şehirlere yönlendirmiştir. Özellikle büyük
şehirlerin etrafında acılı türküler, arabesk müzikleri, vurdulu-kırdılı filmler soyuttan çok
somuta ve kaba gözleme yatkın anlayışları ile derme çatma evlerde yaşayan insanların
temsil ettiği “Yoksulluk Kültürü” şeklinde isimlendirilen bir kültür kuşağı oluşmuş ve
oluşmaktadır. Bunun yanı sıra şehirlere göç eden köy kesiminin insanları, biz de hala
önemli bir şuur hali olan aşirete mensubiyet şuurunu güçlü bir şekilde muhafaza etmiş;
varoşlarda marjinal sahalar oluşturarak sosyal bütünleşmeyi geciktirmişlerdir.
Son olarak, değişim hızını 19. yüzyılda almaya başlayan Türkiye’ nin toplumsal,
sanatsal, kültürel, ekonomik ve siyasal bakımdan 1950’ lerde, içine girdiği süreç, yüzlerce
yılda oluşan, geleneksel tarım toplumundan, modern topluma doğru bir değişimi
yansıtmakta olduğu söylenebilir. Bu değişim sürecinin belli aşamalarında sorunlar
yaşanmış olsa da, Türkiye toplumsal yapısında yeni bir oluşum söz konusu olmuştur. Bu
oluşumun olumlu ya da olumsuz yönde olduğu yargısı ise ayrı bir tartışma konusudur.
Fakat 1970’ lerden sonra hızlanan toplumsal ve kültürel değişim sonucunda insanlar sabit
fikirlerinden kurtulmaya ve çağın problemlerine göre hareket etmeye başlamıştır.
Toplumdan ayrı düşünülemeyen birey değişime tek başına karşı koyamayacağından, içinde
bulunduğu grubun kimliğini, yaşama tarzını ve davranış kodlarını edinmiş, kültürel
değişimin parçacıklarından biri olmuştur. Konunun özü olan sanatla ilişkisi de aynı oranda
değişmiş, yeni olana bakışı ve algılaması daha dolaysız bir hal almıştır. Kültürel değişim
içinde sanat ve tabi ki figüratif resim ilgi odağı haline gelmiş ve yoğun bir biçimde de
işlenmeye devam etmektedir.
KAYNAKÇA
ACUN, Fatma. (Ekim 1999). “Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti'ne: Değişme ve
Süreklilik”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, s: 155-165.
AKAY, Ali. (1999). Devlet Himayesinden Serbestleşmeye Plastik Sanatlar, Sanatın
Sosyolojik Gözü, İstanbul: Bağlam Yayınları.
AKGÜL, Mehmet. (1999). Türk Modernleşmesi ve Din, Konya: Çizgi Kitabevi.
AKSÜĞÜR DUBEN, İpek. (1999). Cumhuriyetin Renkleri Biçimleri, İstanbul: Tarih
Vakfı Yayınları.
ARSAL, Oğur. (2000). Modern Osmanlı Resminin Sosyolojisi. İstanbul : Yapı Kredi
Yayınları.
AYDEMİR, Ş. (1999). Kentsel Alanların Planlanması ve Tasarımı, Trabzon: KTÜ
Yayınları.
BALI, Ali Şafak. (2001). Çokkültürlülük ve Sosyal Adalet, Konya: Çizgi Kitabevi
Yayınları.
BANURİ, Tariq. (1990). "Modernization and ist discontenst: a cultural perspective on
theories of development" , F.A. Marglin (eds.):Dominating knowledge: Development,
Culture, and Resistance Development, Culture and Resistance . Oxford: Clarendon
Press.
BAŞKAN, Seyfi. ( Kasım/Aralık 1999). “Resimde Duyarlılık ve Abartma”, Türkiye’ de
Sanat Plastik Sanatlar Dergisi, Sayı 41, s: 50-51.
BENK, Adnan. (Nisan 2006). “Orhan Peker”, Rh+ Plastik Sanatlar Dergisi, , Sayı: 28, s:
37.
BERK, Nurullah. (Ekim 1973), “50. Yılda Resim Sanatımız ve Gelişmeleri”. Kültür ve
Sanat Dergisi, Sayı 2.
BERK, Nurullah & TURANİ, Adnan. (1981). Çağdaş Türk Resim Sanatı Tarihi, Cilt 2,
İstanbul: Tiglat Yayınları.
BERKES, Niyazi. (2006). Türkiye’ de Çağdaşlaşma, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
BİNZET, A. Celal. (Nisan 2007). “Mehmet’ in (Adsız) Oğlu”, Rh+ Plastik Sanatlar
Dergisi, Sayı: 39, s: 52
Bulut, ÜMRAN. (2004). Türk Resminde Kurtuluş Savaşı Teması, Sanat ve Bilgi, Sanat ve
Plastik Sanatlar Eğitimi Dergisi, Sayı 3.
CEZAR, M. (1973). Kuruluşundan Bugüne Akademi. İstanbul : GSA Yayınları.
ÇAVUŞOĞLU, İsmet. (2000), Resim Sanatında Yeni ve Figüratif Eğilimler, Türk
Dünyası Kültür ve Sanat Sempozyumu Bildiri Kitabı, Süleyman Demirel Üniversitesi,
Isparta.
DAL, Esin. (Mayıs/Ağustos 1996). Türk Resim Eleştirisine Genel Bir Bakış,
Türkiye’ de
Sanat, Sayı 24, s: 27-28.
DEMİR, İshak. (1999).”Türk Demokrasi Tarihi ya da Darbeler Tarihi”, Yürüyüş Dergisi,
Sayı 3
DOĞAN, M. Said & DOĞAN, M. Cihangir. (2005). Modernleşme Sürecinde Türk Köy
Ailesi Araştırması “Köy Ailesi ve Aile İçi İlişkilerin Değişmesi”, İstanbul: Kızılelma
Yayıncılık.
DÖNMEZER, S. (1984). Kriminoloji, İstanbul: Filiz Yayınevi.
ELMAS, Hüseyin. (2000). Çağdaş Türk Resminde Minyatür Etkileri. Konya: Arı Ofset
Matbaacılık.
ELMAS, Hüseyin. (2006). “ Gruplaşma Olgusunun Çağdaş Türk Resminin Değişim
Sürecine Etkisi”, S.Ü. Eğitim Fakültesi Dergisi, 21-22, 114-137.
ERBAY, Fethiye & ERBAY Mutlu. (2006). Cumhuriyet Dönemi (1923-1938) Atatürk’
ün Sanat Politikası, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Matbaası.
ERİNÇ, Sıtkı M. (1995). Kültür Sanat Sanat Kültür. İstanbul: Çınar Yayınları.
ERİNÇ, Sıtkı M. (2004). Kültür Sanat Sanat Kültür, Ankara: Ütopya Yayınevi.
ERSOY, Ayla. ( 1998 ). Günümüz Türk Resim Sanatı. İstanbul: Creative Yayıncılık.
ERSOY, Ayla. (Ocak/Şubat 2001). Eleştiri Yazıları Işığında Resim Sanatımıza
Sosyolojik Bakış, Türkiye’ de Sanat Plastik Sanatlar Dergisi, Sayı 47, s: 23.
ERGÜVEN, Mehmet. (Kasım 1989). Neşe Erdok, Argos, Sayı 15, s.85.
EROL, Turan. (Kasım 1981). Milliyet Sanat, sayı: 35. s: 24
ESATOĞLU, S.Hakkı. (Haziran 1950). CHP ve Kültür Hayatı, Fikir ve Sanat, Sayı 4.
GEDİKLİ, Şahika. (2001). Atatürk Dönemi Sosyo-Kültürel Yapılanma ve Değişimler,
Ankara, Gazi Üniversitesi,(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi).
GERMANER, Semra. (1999). Cumhuriyetin Renkleri Biçimleri. İstanbul: Tarih Vakfı
Yayınları.
GİRAY, Kıymet. (Ocak/Şubat 2002). Modern Sanat Müzeleri Bir Gereksinmenin
Ötesinde Bir Zorunluluktur, Türkiye’ de Sanat Plastik Sanatlar Dergisi, Sayı 52, s: 5255.
GİRAY, Kıymet. (Mart/Nisan 2003). Türkiye’ de Özel Sanat Galerilerinin Sorunları,
Türkiye’ de Sanat Plastik Sanatlar Dergisi, Sayı 58, s: 58.
GÖKÇE, Birsen. (2004). Türkiye’ nin Toplumsal Yapısı ve Toplumsal Kurumlar,
Ankara: Savaş Yayınevi.
GÖLE, Nilüfer. (Şubat/Mart/Nisan 1998). Batı-Dışı Modernlik Üzerine Bir İlk Desen,
Doğu Batı Düşünce Dergisi, Sayı 2, s: 65-73
GÖREN, Kamil. (Kasım/Aralık 2002).
Cumhuriyet’ in İlk Yıllarında Türk Resim
Sanatı:1, Rh+ Plastik Sanatlar Dergisi, Sayı 2, s: 32-39.
GÖRGÜN, Tuğrul. (2004). Doğrudan Yabancı Yatırımların Tarihsel Gelişimi
Çerçevesinde Yatırımların Geliştirilmesinin Etkin Kurumsal Yapılanmaları, T.C.
Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı İhracatı Geliştirme Etüd Merkezi, Uzmanlık
Tezi.
GÖRMEZ, K. (1991). Şehir ve İnsan. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.
GÜVENÇ, Bozkurt. (1997). Kültürün Abc’ si, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
GÜVENÇ, Bozkurt. (1985). Kültür Konusu ve Sorunlarımız, İstanbul: Remzi Kitabevi.
HAVILAND, William A. (2002). Cultural Anthropology, (Çev: İNAÇ, Hüsamettin,
ÇİFTÇİ, Seda), İstanbul: Kaknüs Yayınları.
IŞIK, Caner& EROL, Nuran. (2002). Arabeskin Anlam Dünyası, İstanbul: Bağlam
Yayınları.
İNAN, Ergin. (Nisan 1987). Sol Elim Rengarenk, Sağ Elim Kalem Tutar, Gergedan, Sayı
2, s: 52.
İSKENDER, Kemal. (Ocak/Şubat 1994). Türk Resminin Figüratif Açıdan Görünümü,
Türkiye’ de Sanat, Sayı: 12, s:39-43
İPŞİROĞLU, Mazhar Ş. (2005). İslam’da Resim Yasağı ve Sonuçları, İstanbul: Yapı
Kredi Yayınları.
KAHRAMAN, Hasan Bülent. (Kasım/Aralık/Ocak 1999). Türkiye’ de Kültürel Söylem
Kurguları: Kopuştan Eklemlenmeye ve Geleneksizliğin Geleneği. Doğu-Batı, Sayı 9, s:
139-140.
KAHRAMAN, Hasan Bülent. (Mayıs 1987). Türk Resminde Çağdaşlaşma Evreleri,
Sanat Olayı, Sayı 60, s: 62-63.
KARAVİT, Caner. (2002). Akadeğilmi, Akademi’ den Üniversite’ ye Geçiş Sürecinde
1980-1990 Dönemindeki Öğrencilerin Deneysel Sanat Hareketleri, İstanbul: Stüdyo
İmge.
KAROĞLU, Alaybey. (2005). Türk Resminin Sorunları Üzerine Bir Deneme, Selçuk
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi Sayı 19, s: 189–200.
KARUSSE, Anna Carola. (2005). Rönesans’tan Günümüze Resim Sanatının Öyküsü,
(Çev. ZAPTCIOĞLU, Dilek), Almanya: Literatür Yayıncılık.
KATOĞLU, Murat. (2005). Türkiye Tarihi, Çağdaş Türkiye 1908~1980, Cilt 4, İstanbul:
Cem Yayınevi.
KOÇAK, Cemil. (2005). Türkiye Tarihi, Çağdaş Türkiye 1908~1980, Cilt 4, İstanbul:
Cem Yayınevi.
KONGAR, Emre. (2003). Kültür Üzerine, İstanbul: Remzi Kitabevi.
KWAME, Anthony Appiah. (1992). Africa in the Philosophy of Culture. New York:
Oxfort University Pres.
MADRA, Beral. (1987). 1987’ de Çağdaş Türk Sanatı Kimliği, Hürriyet Gösteri Sanat
Eki, s: 33.
NACİ, Elif. (27 Şubat Cuma 1931 ). Müstakiller, Milliyet, s.4
OKTAY, Ahmet. (1997). Aydın Ayan, İstanbul: Bilim Sanat Galerisi.
ONAR, Kıymet. (1993). Türkiye’ de Sanayileşmenin Kentlerdeki Sosyal Değişime Etkisi,
İstanbul, Mimar Sinan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Ana Bilim Dalı
Genel Sosyoloji ve Metodoloji Programı, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi).
ÖDEKAN, Ayla. (2005). Türkiye Tarihi, Osmanlı Devleti 1600~1908, Cilt 3, İstanbul:
Cem Yayınevi.
ÖNDİN, Nilüfer. (Güz 2003). Cumhuriyet’ in Kültür Politikası ve Sanat, Sanat Dünyamız,
Sayı 89, s: 145-157.
ÖZDEMİR, Soner. (2002). “Nuri İyem: Bağımsız, Gerçekçi, Türkiye’ ye Özgü Resim,
Dünden Bugüne Nuri İyem C:1, İstanbul: Evin Sanat Galerisi
ÖZEK, Ç. (1974). Şehirleşmenin Doğurduğu Ceza Adaleti Sorunları Sempozyumu (1973,
İstanbul ). İstanbul: Fakülteler Matbaası.
ÖZSEZGİN, Kaya. (1982). Başlangıcından Bugüne Çağdaş Türk Resim Sanatı Tarihi,
Cilt 3, İstanbul: Tiglat Yayınları.
ÖZSEZGİN, Kaya. (Temmuz 1991). Figür Kaynaklı Bir Metamorfoz, Argos, Sayı 35,
s:112.
ÖZSEZGİN, Kaya. (1998). Cumhuriyet’ in 75. Yılında Türk Resmi. İstanbul: İş Bankası
Kültür Yayınları.
ÖZSEZGİN, Kaya. (Eylül/Ekim 2002). “Türkiye’ de Sanata Baskı ve Sansürün Süreçsel
Oluşumuna İlişkin Gözlemler” RH+ Sanat, Sayı 1, s: 33
RENDA, Günsel. (1977). Batılılaşma Döneminde Türk Resim Sanatı 1700~1850, Ankara:
Hacettepe Yayınları.
SARAOĞLU, Reşat. (1990). Toplumsal Değişmenin bir aracı olarak Halkevleri, İstanbul:
Yıldız Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi
(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi).
SARIDİKMEN, Gül. (2006). Resimde “Uzanan Çıplak”, Sanat Tarihi Araştırmaları
Dergisi, Sayı 1, s: 175-198
SARIOĞLU, Mehmet. (2001) “Ankara” Bir Modernleşme Öyküsü ( 1919-1945 ),
Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.
SEVGİ, C. (1988). Kentleşme Sürecinde İzmir ve Gecekondular. İzmir: Kuvvet
Matbaacılık.
SHAW, J. Stanford; SHAW, Ezel Kural, (1983). History of the Ottoman Empire and
Modern Turkey, (Çev: HARMANCI, Mehmet), Cilt 2, İstanbul: E Yayınları.
SUMAN, Nusret. (Nisan 1942). Resim Sergisi Dolayısı İle. Ülkü.. Sayı 13
TANALTAY, Erdoğan. (1997). Sanat Ustalarıyla…Bir Gün, İstanbul: Tekin Yayınevi.
TANSUĞ, Sezer. (1982). Türk Resminde Yeni Dönem. İstanbul: Remzi Kitabevi.
TANSUĞ, Sezer. (1999). Çağdaş Türk Sanatı. İstanbul: Remzi Kitabevi.
TAŞDEMİR, Nadir. (1995). Türk Figüratif Resminde Görülen Dışavurumcu Eğilimin
1980 Sonrası Yansıyış Biçimi ( Yeni-Dışavurumcu Anlayış ), Ankara: Gazi
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uygulamalı Resim Eğitimi Anabilim Dalı,
(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi).
TORUN, Esma. (2002). II. Dünya Savaşı Sonrası Türkiye’ de Kültürel Değişimlere Yol
Açan İç ve Dış Etkenler (1945-1960), Ankara: Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi
Enstitüsü Doktora Programı, (Yayınlanmamış Doktora Tezi).
TURHAN, Mümtaz. (1987). Kültür Değişmeleri, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Vakfı Yayınları.
TÜRKDOĞAN, E. (1-4 Şubat 1993). Büyük Kentlerdeki Toprak Rantının İktisadi-Siyasi
Yapıya Yansıması, 4. Harita Kurultayı, Ankara.
ÜLKEN, H.Ziya. (1998). Türkiye’ de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul: Ülken Yayınları.
ÜSTÜNİPEK, Mehmet. (Ocak/Şubat 2006) Artİstanbul 2005’ in Ardından: Toplum
Sanatın Neresinde ?, Türkiye’ de Sanat Plastik Sanatlar Dergisi, Sayı 72, s: 52-55.
YÜKSEL, Nilgün. (Ocak/Şubat 2003). Türk Plastik Sanatlarında Değişen Değerler, Rh+
Plastik Sanatlar Dergisi, Sayı 3, s: 33-34.
Cumhuriyet Ansiklopedisi. (2003). (Editör : TOPRAK, Bedirhan ). İstanbul: Yapı
Kredi Yayınları.
Resim Sergisinde Danslı Çay. Vakit Gazetesi. 22 Şubat 1931 Pazar, s.3
W.1. OSMAN, Ali. (Güz, 2004). Kültür Kavramı Tanımlamalarına İlişkin Bir Analiz,
Milli Eğitim Dergisi, Sayı 164, http://yayim.meb.gov.tr/dergiler/164/alakus.htm,
(04.08.2006).
W.2. http://kygm.kultur.gov.tr/BelgeGoster.aspx?F6E10F8892433CFF7E7F2B691D9F
0097F4D0447C9CDF221E,
Osmanlı
Reformlarından
Cumhuriyet
İnkılâbına,
(18.10.2006).
W.3. BAŞAR AKKAYA, Gülcan., Türkiye Cumhuriyeti’ nin Atatürk Dönem Kültür
ve Sanat Anlayışı, http://www.sanatvebilgi.com, (11.10.2006).
W.4. http://www.meb.gov.tr/meb/hasanali/egitimekatkilari/koyenstitu.htm, Köy Enstitüeri, (04.08.2006).
W.5. http://www.kultur.gov.tr/EN/BelgeGoster.aspx?F6E10F8892433CFF1279C58074
C31537D6AF8DEA2BD4C419, Sanat Eğitimcisi Yetiştiren Kurumlarda Plastik
Sanatlar Eğitimi, (18.10.2006).
W.6. http://www.kultur.gov.tr/TR/BelgeGoster.aspx?F6E10F8892433CFF7E7F2B691
D9F0097B5BF1890670ACD10, Müzecilik, (18.10.2006).
W.7. HEKİMOĞLU, Ufuk. İbrahim Çallı ve Namık İsmail'de Kadın Teması, http://
www.sanalmuze.org/arastirarakogrenmek/calliveismail.htm, (23.07.2006).
W.8. NUR GÜREL, Haşim. Beş Yapıtı İle Hale Asaf’ ı Anmak, Anlamak..,
http://www.lebriz.com/mag/may03/hasaf2.asp, (23.07.2006).
W.9. http://www.turkresmi.com/klasorler/yerellesme/index.htm, Yerelleşme, Yöreselleşme ve Özgünleşme Çabalarına Doğru, (12.03.2006).
W.10 http://www.turkresmi.com/klasorler/1940resmi/index.htm, 1940’ ların Türk
Resmini Yönlendiren ve Etkileyen Başlıca Gelişmeler, (12.03.2006).
W.11. AKSU, Fuat. (2001). Türk Yunan İlişkileri: İlişkilerin Yönelimini Etkileyen
Faktörler Üzerine Bir İnceleme, Ankara: SAEMK Yayınları, http://www.turkishgreek.
org, (30.03.2006).
W.12. http://www.kultur.gov.tr/TR/BelgeGoster.aspx?F6E10F8892433CFF7E7F2B69
1D9F009764B5516ED5B497B2, Türkiye’ de Opera, (18.10.2006).
W.13. ÜSTÜNİPEK, Mehmet. (1999) Türk Resim Sanatı Tarihi, http://lebriz.com
/v3 _misc/docView.aspx?doc=143&pageID=21&lang=TR, (25.07.2006)
W.14. ÇALIKOĞLU, Levent Kimliğin Bulgulanması, Çağdaş Olma İsteği, http://
www.sanalmuze.org/paneller/Mtskm/03kb.htm, (23.07.2006).
W.15. TANSUĞ, Sezer. 80' li Yıllarda Türk Resmi, http://www.sanalmuze.org
/paneller /bienal/0204.htm, (23.07.2006).
RESİMLER DİZİNİ
1. Darüşşafakalı Hüseyin, Yıldız Sarayı İçinde Cihannüma Kasrı
2. Bedri Kulları, Alman Çeşmesi
3. Hoca Ali Rıza, Aşı Boyalı Ev ve Yelkenli
4. Osman Hamdi, Gezintide Kadınlar
5. Süleyman Seyyid, İhtiyar Adam
6. Şeker Ahmet Paşa, Talim Yapan Erler
7. Şeker Ahmet Paşa, Otoportre
8. Namık İsmail, Çıplak
9. İbrahim Çallı, Yatan Çıplak
10. İbrahim Çallı, Hatay’ ın Anavatana Hasreti
11. İbrahim Çallı, Balkonda Oturan Hanımlar
12. F.Duran, Ruhi Arel
13. F.Duran, Atatürk
14. Mihri Müşfik, Otoportre
15. Namık İsmail, Son Mermi
16. Ruhi Arel, Askerler ( detay )
17. Sami Yetik, Topçular
18. İbrahim Çallı, (detay)
19. Ali Çelebi, Maskeli Balo
20. Ali Çelebi, Berber
21. Z. Kocamemi, Mekkâre Erleri
22. Z. Kocamemi, Atatürk’ ün Cenaze Töreni
23. Hale Asaf, Paletli Otoportre
24. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Aşık Veysel
25. Turgut Zaim, Yörükler
26. Nurullah Berk, Odalık
27. Turgut Zaim, Erciyes’e Tırmanış
28. Cevat Dereli, Mevleviler
29. Refik Epikman, Bağ Bozumu
30. Şeref Akdik, Halk Mektepleri
31. Z.Faik İzer, Halka Önderlik Eden Hürriyet
32. Cemal Tollu, Bodrum Süngercileri
33. Halil Dikmen, Halay Çekenler
34. Nuri İyem, Evde Kadınlar
35. Nuri İyem, Gecekondu Güzelleri
36. Mümtaz Yener, Sen De Gel
37. Mümtaz Yener, Karıncalar
38. Turgut Atalay, Balerin
39. Nedim Günsur, Eski Sokak
40. Mehmet Pesen, Gelin ve Kağnılar
41. Orhan Peker, Aşık Veysel
42. Mustafa Esirkuş, Köylüler
43. İbrahim Balaban, Bereket Ana
44. İbrahim Balaban, Ekin Taşıyan
45. Nedim Günsur, Kızamık
46. Neşet Günal, Sorun-Sorum V
47. Nuri İyem, Güvercin ve Kadınlar
48. Neşe Erdok, Simitçi
49. Neşe Erdok, Vapur Masalları
50. Nedret Sekban, Koynunda Mı Dalgaların II
51. Nedret Sekban, Beyaz Uğur II
52. Aydın Ayan, Kuş Yemi Satıcısı
53. Mehmet Başbuğ, Kahvehane
54. Nuri Abaç, Motor Sefası
55. Utku Varlık, Gece
56. Utku Varlık, Dünyaların Sonuncusu
57. Ergin İnan, Böcek Ardında Figür
58. Ergin İnan, Berlin ( Detay )
59. Ekrem Kahraman
60. Ertuğrul Ateş
61. Erol Deneç, Laakon
62. Erol Deneç, İki Başlı Venüs
63. Mehmet Güleryüz, Herşey Kontrolümüz Altında
64. Hale Arpacıoğlu
65. Şenol Yorozlu
66. Ali Candaş
67. Fikret Mualla, Kağıt Oynayanlar
68. Fikret Mualla, Üçlü ( Detay)
69. Mustafa Ayaz
70. Zafer Gençaydın, Sonbahar Coşkusu
71. Cihat Aral, Dayanışma
72. Mehmet Güler, Çepeçevre
73. Cuma Ocaklı, Bir Melek
Download