Burhan 120 Eyl\374l 2015.indd

advertisement
¾ËWh¸?™h¸??¾lG
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
¾ËWh¸?™h¸??¾lG
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
³†@ÄAÅiH”@Òʦœ@Ä@iYI¹@ý
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
²…@ÃAÄhH“@ÑÉÁ¥›@Ã@hYI¸@¼
¿mH
Yüce Rabbimiz, imtihanın gereği olarak
kullarına farklı ömürler ve farklı imkânlar
vererek onları sınamıştır. O, kimini kısa kimini uzun ömürle, kimini variyet kimini sıkıntılarla dener.
Sizler dünyanızı imar ederken, ahire-
tinizi harap bıraktınız. Ölürken mamur olan
¿ÌXi¹@Úi¹@@¿mH
İnsanları imtihana tabi tutan da O’dur, imtihanın yer ve zamanını belirleyen de O’dur, soruları
soran da O’dur, imtihan sonucunu değerlendirecek olan da O’dur. Bize düşen, zaman ve mekânı
yahut ortam ve şartları bahane etmeden imtihanda
başarılı olmaya gayret etmektir.
dünyadan, harabe halinde gözüken ahirete gitmek
istemiyorsunuz. Oysaki ilk Müslümanlar, daha
çok ahiretlerini imar için çalıştılar. Onlar
ölümle, harabe olan dünyadan, mamur ahiret köşk ve kâşanelerine gidiyorlardı. Bu
yüzden ölüme gülümseyebiliyorlardı.
¾ËXh¸@™h¸@@¾lH
Tabi ki bu sözlerden dünyayı ihmal
etme, dünyadan el etek çekme sonucu
çıkmaz. Elbette mümin dünyadaki nasibi-
Kur’ân-ı Kerim’de, önceki toplumların daha
uzun ömürlü olduklarının işareti vardır. Sözgelimi
bir ayette, Hz. Nuh peygamberin dokuz yüz elli
sene kavmi arasında kaldığı anlatılır. O, bu süre
içerisinde bir ömür mü sürdü yoksa onun mesajı
mı bu kadar uzun süreli oldu bilmiyoruz. Burası,
onu tartışmanın yeri de değil.
ni de unutmayacak. Zira dünya, onun için
ahiretin tarlasıdır. Burada ekecek ki orada
biçebilsin. Ancak bütün bunları yaparken dünyaya dünya kadar değer verecek, ahirete de
ahiret kadar değer verecek. Mademki dünya
geçici ve sonlu, ona o kadar değer verecek;
mademki ahiret kalıcı ve sonsuz ona da o
kadar değer verecek.
İnsan ölüme yaklaştıkça, emelleri bitmez tükenmez bir hale bürünmüş. İyi ama neden?
Neden olacak, dünya tutkusu, dünyevileşme
belası yüzünden olsa gerek. İnsanlar kalıcı olan
Ahiretten yüz çevirip her şeyleri ile bu dünyaya yönelince, ahireti unutup geçici dünyayı ahirete tercih eder olunca dünyevileştiler,
hep dünyan adamı oldular. Sonunda dünya
onların her şeyleri oldu, bütün plan, program ve
çalışmaları bu dünyaya yönelik oldu. Öteki dünya
ise unutuldu, ötelerde kaldı!
Şimdi kendi kendimize soralım: Şu fani dediğimiz dünyanın bir küçük evini elde edebilmek için nelere katlanıyoruz. Peki, ayet
ve hadislerin anlata anlata bitiremediği güzelim cennetin köşklerini hak edebilmek
için ne kadar çalışıp gayret ediyoruz? İbrahim Ethem’in dediği gibi:
Allahım, şu dünyada insanların kirlerini bıraktıkları, ateşlerin yandığı, şeytanların dolaştığı hamamlara bile ücretsiz girile-
Bir düşünürümüz, insanımızdaki ölüm korkusunun sebebi sadedinde şunları söyler:
mezken; Peygamberlerin yurdu cennetlerine
amelsiz nasıl girilsin?
İçindekiler
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl:
Sayı:
Eylül
Sorunların Çözümü İslam Kardeşliği 4
Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK
Cemaat Olgusu ve Farklılık Düşüncesi 7
Murat TÜRKER
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
Serdar TAŞAR
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
Barış İsteyenlerin Sesi Gür Çıkmalı 16
Memduh ERGİN
Kur’anın Muazzam Duruşu ve Dönüşü 20
Aydın BAŞAR
Salih AYDIN
Musa KARACA
Nureddin YILDIZ
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
Mü’min Yüreği 8
Tasavvuf ve Pasifizasyon 24
Dr. İhsan ŞENOCAK
Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
Burhan Ajans
Tasavvufa Dair 30
Asım AYDOĞDU
Gsm: 0538 233 5000
Hacc 38
Tek Sayı:
1 Yıllık (12 Sayı) Abone:
Yurtdışı
1 Yıllık Abone:
"
#
%
$
&
'
(
)
*
&
'
+
,
$
"
-
Prof. Dr. Ali AKPINAR
!
!
Ahmet KAYAK
#
(
#
Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) den 44
Hikmet Damlası
Kitap Okumaya Nerden Başlamalıyız?-2 46
Yusuf KARAGÖZOĞLU
.
Posta Çeki No:
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti.
Müşteri No:
!
0
.
.
/
!
.
.
/
1
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No:
!
0
.
1
2
3
5
/
/
4
!
Müslüman’ın Öncelikleri
3
1
3
/
/
3
Neler Olmalıdır? 52
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Coca-Cola’nın Ortaya Çıkışı 58
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 398 94 69
Yalnız Ağaçlar 60
Abdullah ÇAKIR
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
Hüseyin Serkan ELÖNÜ
[email protected]
www.burhandergisi.com
Abdullatif ACAR
Kurbanın Mahiyeti,
Aylık Süreli Yayın
6
7
'
'
7
(
&
7
#
&
:
(
'
;
-
&
+
)
(
'
#
(
)
8
&
$
#
(
%
"
(
"
#
#
)
:
(
'
(
%
(
#
8
&
(
8
,
-
,
&
"
&
<
(
'
7
#
7
<
'
7
6
&
)
&
6
7
#
'
&
9
#
'
(
'
)
&
=
6
+
&
8
'
#
)
(
"
(
#
'
#
#
'
"
(
7
Vücubu ve Şer’î Hikmeti 62
"
)
HZ. SA’D B. EBİ VAKKAS (r.anh) 64
-
#
(
'
)
#
(
7
-
)
9
'
>
#
#
'
>
&
&
9
'
'
?
#
8
-
İlmihal
'
<
(
"
#
(
'
(
'
Salih AYDIN
4
<
Burhan Çocuk 70
Musa KARACA
8
Mü’min Yüreği
Nureddin YILDIZ
20
Kur’anın Muazzam Duruşu ve
Dönüşü
Dr. İhsan ŞENOCAK
24
Tasavvuf ve Pasifizasyon
Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
38
Hacc
Prof. Dr. Ali AKPINAR
Sorunların Çözümü
İSLAM KARDEŞLİĞİ
Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK
spine (İ
i
n
ı
’
h
l la
p
likte A
r
i
ölünü
b
b
;
p
e
n
ı
ş
H
ı
“
yap
an
msıkı
ı
s
size ol
)
n
a
’
ı
’
h
a
l
lam
l
ayın. A
iz birm
s
i
n
a
n
l
a
a
.H
parç
ırlayın
t
l lah
a
h
i
in
iz de A
n
i
d
i
nimet
n
O’nun
düşma
e
e
v
z
i
i
n
d
i
r
şti
bir
.
i birle
z
i
n
dunuz
i
l
r
o
e
l
ş
l
e
ü
d
gön
kar
sinde
e
kenay
a
m
s
a
i
t
t
e
n
u
nim
un
i
çukur
ş
e
t
lah siz
a
l
r
A
i
a
b
d
z
Si
an
).
n orad
e
k
, 3/103
i
n
a
â
d
r
n
ı
m
r
li I
tı.” (Â
ş
ı
m
r
a
kurt
4
İslam’ın temel emirlerden birisi Müslümanların birbirlerini kardeş olarak görmeleri ve bunun gereğini yapmalarıdır. “Mü’minler ancak
kardeştirler.” (Hucurât, 49/10). Yani Mü’minler
kardeşten başka bir şey değildir dolayısıyla birbirlerine kardeşçe muamele etmeleri gerekmektedir.
“Hiç biriniz, kendiniz için arzu ettiğini kardeşi için de arzu etmedikçe (tam anlamıyla)
iman etmiş olmaz.” (Buhârî, İmân, 7; Tirmizî,
Sıfetü’l-Kıyâme, 59). Başka bir hadiste de Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, siz
iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 130,131; Tirmizî, Menâkıb, 28).
Allah Teâlâ, Mü’minlerin birbirlerine ve kâfirlere karşı tutumunu şöyle belirtmektedir: “O, Allah’ın elçisi Muhammed’dir. Onunla beraber
olanlar da kâfirlere karşı sert, kendi aralarında merhametlidirler.” (Fetih, 48/29) Rasûlüllah
(s.a.v.) ise Mü’minlerin birbirlerine karşı tutumu-
Eylül
nu şöyle tarif etmektedir: “Birbirlerini sevmede,
birbirlerine merhamette, birbirlerine şefkatte
Mü’minleri bir bedenin misâli gibi görürsün.
Ondan bir uzuv rahatsız olsa, diğer uzuvlar
uykusuzluk ve hararette ona iştirak ederler.”
(Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66,67).
İslam Cemaatinden
Ayrılmamak Gerekir
“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslam’a)
sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz
birbirinize düşman idiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O’nun nimeti sayesinde kardeş
oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da Allah sizi kurtarmıştı.” (Âli
Imrân, 3/103).
Hz. Peygamber (s.a.v.) İslam cemaatinden ayrılan kişiyi sanki İslam’dan çıkmış gibi değerlendirmektedir: “İslam cemaatinden bir karış ayrılan
kimse İslam elbisesini çıkarıp atmış olur.”
(Ebû Dâvûd, Sünnet, 26; Tirmizî, Edeb, 78). “Cemaatten bir karış ayrılan İslam’dan ayrılmıştır.” (Bezzâr, Müsned, VII, 334, hadis no: 2933;
Nesâî, Sünenü’l-kübrâ, III, 428, hadis no: 3649).
“Kim cemaatten ayılır ve itaati kabul etmezse,
katında hiçbir değeri olmaksızın Allah ile karşılaşır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 387, 406).
İstiklâl Marşı’nın yazarı Mehmet Âkif, Safahat’ında bu
konuya “Alınlar Terlemeli” şiirinde şöyle işaret etmektedir:
Uzaklaşsan da îmandan, cema‘atten uzaklaşma.
İşit, bir hükm-i kâti var ki istînâfa yok meydan:
“Cema‘atten uzaklaşmak, uzaklaşmaktır Allah‘tan.”
Allah’ın Yardımı
Cemaatin Üzerinedir
Atalarımız “bir elin nesi var, iki elin sesi”
demişlerdir. Mehmet Âkif Ersoy da milletlerin ancak
aralarına ayrılık tohumları ekildiğinde onları sindirmenin mümkün olduğunu bildirmektedir:
“Girmeden tefrika bir millete düşman giremez.
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.”
Birlik beraberliği bozacak her türlü hareketten
sakınmak gerekmektedir. Özellikle gençlerin yanlış
grup ve akımlara zaman zaman katıldıkları bilinmektedir. Yanlış grup ve akımlara gençlerin meyletmemeleri
için onlara sağlam bir din eğitiminin verilmesi gerekmektedir. Bu anlamda anne babalara fazlaca görevler
düşmektedir. Kandırılan gençlere bakıldığında kapsamlı bir din eğitiminden yoksun belki bazısı Kur’an
okumasını dahi bilmemektedirler. Bütün bildikleri din
adına ezberletilen birkaç âyet mealinden ibarettir. Şu
da bir hakikattir ki bir âyetin nâsih mensûhu, sebebi
nüzûlünü, siyak ve sibâkı bilinmeden âyeti anlamak
mümkün değildir. Böylelerinin din anlayışlarını körlerin fil tarifine benzetirler. Birkaç görme özürlü filin
yanına getirilir ve tarif etmeleri istenir. Filin ayaklarına
dokunan sütuna, kulaklarına dokunan kepçeye, hortumundan tutan da filin boruya benzediğini söylemişlerdir. Hakikatte bunların hiç birisi yani ağyârını mâni
efrâdını câmi bir tarif değildir.
İslâm’ı sadece öldürmek olarak anlayacak kadar anlayış yoksunu bu zavallılar bir insanı yaşatmanın ne kadar değerli olduğunu anlayamamaktadırlar.
“İşte bundan dolayı İsrâiloğulları’na şöyle yazmıştık: Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir
kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş
gibi olur.” (Mâide, 5/329).
Hz. Peygamber’in hayatı anlatan bir siyer kitabı
dahi okuyacak durumları olmayan bu insanlara şunu
da hatırlatmak gerekmektedir: Günlük olarak 830
kilometre kare genişleyen ve on yıl sonra Hz. Peygamber’in (s.a.v.) vefâtında 3 milyon metre kareden
fazla bir alana yayılmış İslâm Devleti’nde savaşlarda
Eylül
5
ölen bütün Müslümanların sayısı 150’yi, düşman saflarından ölenlerin sayısı 250’yi geçmemektedir. (Hamidullah, Muhammed, Hz. Peygamber’in Savaşları,
s. 12-13).
Rasûlüllah’ın (s.a.v.) komşusu olan gayri Müslimlerin cenazelerine taziyeye gittiğini, onlara ikramda bulunduğunu, ikramlarını kabul ettiğini, saygılı
davrandığını, hatta yoldan cenazeleri geçerken ayağa
kalktığını, kendisine nedenini soranlara “insan değil mi?” dediğini hatırla(t)mak gerekir. Kendisinden
canına kasteden müşriklere beddua etmesi istenince
ellerini kaldırıp “Allah’ım, onları affet, onlara hidayet et çünkü onlar bilmiyorlar!” dediğini hatırla(t)mak gerekir. (İslamoğlu, Mustafa, Yürek Fethi, s. 95).
İslam dünyasına bakıldığında kan orada, gözyaşı orada, zulüm orada. Yüzyıllardan beri İslâm coğrafyasında bir günde ölen Müslüman sayısı Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hayatı boyunca yapılan savaşlarda
ölen insandan daha fazladır. Çünkü Hz. Peygamber’in (s.a.v.) savaşlarıyla bu günkü savaşların adı dışında bir benzerlik söz konusu olmadığı gibi bugünkü
savaşları din kardeşler birbirleriyle yapmaktadırlar.
Ölen de öldüren de aynı değerlere inanan kandırılmış
zavallılardır. Yapılan resmi açıklamaya göre “1979
ile 2010 yılları arasında savaşlarda 11 milyon
Müslüman öldürüldü. 60 milyon insan sakat
bırakıldı. 1990 ile 2009 yılları arasında, İslam
dünyasında, 34 bin 906 devlet adamı, 127 bin
iş adamı, 2 bin 411 kanaat önderi öldürüldü.”
(Diyanet İşleri Başkanı’nın 17/08/2015 tarihinde yaptığı 31. İl Müftüleri İstişâre Toplantısından). Bu ölümlerin büyük bir çoğunluğu da din kardeşinin eliyle
olmuştur. Ölen de Allah adına, öldüren de Allah adına öldürdüğünü iddia etmektedir. “İki Müslüman
birbirine kılıç çekerlerse öldüren de, öldürülen
de cehennemdedir.” (Buhârî, İman, 22, Rikak, 31,
Fiten, 10; Müslim, Fiten, 14). Müslümalar birbirleriyle
ancak iyilikte ve yardımlaşmada yarış yapmaları gerekir. “Mescid-i Haram’a girmenizi engellediler
diye bir topluma karşı duyduğunuz kin, sakın
aşırı gitmenize sebep olmasın. İyilik ve takvâ
hususunda yardımlaşın, günah ve haksızlık yolunda yardımlaşmayın. Allah’tan korkun, çünkü Allah’ın cezası çetindir.” (Mâide, 5/2).
Dünyanın dört bir yanındaki inananlar, Müslümanların birlik beraberliği ve kanın durması için dua
ettikleri halde kurtuluşlarına çare olmamaktadır. Çün-
6
kü sadece sözlü dua yapılmakta başka gerekleri olan
çalışmak vb. yapılmamaktadır. Ayrıca her Müslüman
farklı telden çalmakta haset, çekememezlik, kıskançlık; kibir, Müslüman kardeşini hakir görmek ve şımarıklıkta birleriyle yarışmaktadırlar. Hz. Peygamber
(s.a.v.) “Ümmetime (daha önceki) ümmetlerin
hastalığı bulaşacaktır” deyince Sahâbe: “Ümmetin hastalığı nedir?” diye sordular. O şöyle
buyurdu: “Taşkınlık, şımarıklık, dünya hususunda birbirlerine karşı öğünmek ve yarışmak,
birbirinden uzaklaşmak ve hasetleşmek. Öyle
ki, böylece zulüm ortaya çıkar ve anarşi olur.”
(Hâkim, el-Müstedrek, IV, 282, hadis no: 7390). Oysa
Allah bir ve beraber olan gruplara yardım eder. “Allah’ın eli cemaatin üzerindedir.” (Tirmizî, Fiten,
7; Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, II, 205). “Cemaat rahmettir, ayrılık azaptır.” (Kuzâî, Müsnedü’ş-Şihâb,
I, 43, hadis no: 15; Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, I, 145).
Müslümanlar arasında birlik beraberliği bozacak bu
davranışlar ferdî anlamda olmak üzere toplumsal anlamda da belki en önemlisi asabiyettir.
İslam Kardeşliğini
Bozan En Önemli
Unsur Asabiyettir
Müslümanlar arasında birlik beraberliği bozan
en önemli etken asabiyet yani kavmiyetçiliktir. Asabiyet, haksızlık karşısında bile kavmini savunması,
ırkıyla övünmesi, ırkının üstünlüğünü iddia etmesi,
kendisinden olmayanlara buğz etmesi ve küçük görmesidir.
“Kavmiyet gayreti güdenler bizden değildir; kavmiyet sebebiyle vuruşan da bizden
değildir; kavmiyet güderek ölenler de bizden
değildir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 111).
Yapılması gereken çocuklarımıza iyi bir din eğitiminin verilmesi, Kur’an ve Sünnet aydınlığında yeniden İslam kardeşliğimizi gözden geçirmek, bunun
gereklerini yerine getirmek ve boş asabiyet duygularına kapılmamaktır.
Selam ve dua ile…
Eylül
Murat TÜRKER
Cemaat Olgusu
ve Farklılık Düşüncesi
Ahmet Çiğdem, Tönnies’ten menkul
olarak, bir cemaat teorisinde, “farklı konumlarda bulunan insanların ilişkilerinin
hangi ölçüde önceden belirlendiğinin ve verili olduğunun” ehemmiyetini dile getirir. *
Burada işaret edilen cemaat tanımının
karakteristiği, bir araya gelişin pek de doğal/
fıtrî bir birlikteliğe işaret etmiyor oluşunda
saklıdır.
Yani belki bu anlamda ‘cami cemaati’ ile verili cemaat yapılarını sosyolojik
temelde birbirinden ayırmak gerekecektir.
Cami cemaati, önceden planlanmamış bir
birlikteliktir. Namaz kılındığı esnada, o an
o camide olmayanlarla aralarında –camide
bulunup bulunmama anlamında- bir ayrım
noktası oluşmuş olsa da, namazın bitmesiyle işbu ‘farklılık’ durumu nihayete erecektir.
Verili cemaat yapılarında ise cemaat
üyeleri nezdinde varlığını her daim sürdüren ve alttan alta psikolojik yansımalarıyla
bilinç düzeyine çıkan bir ‘farklılık mülahazası’ mevzubahistir.
Ait oldukları cemaat yapısının, cemaat
dışı toplum katmanlarıyla ortak noktalarının
az ya da çok olması da sonucu pek değiştirmez; ilişki hiyerarşisi ve iç motivasyonu sağ-
Eylül
layan farklılık düşüncesi, cemaat fertlerinin
zihnî altyapısında kolayca ötelenemeyecek
bir tesir icra eder.
Hal böyle olunca, cemiyetin selâmetinin yanına, o cemiyetin kurgusal bir parçası
olan cemaatin selâmeti gibi bir gündem de
eklenecektir. Bu iki ‘selâmetin’ birbiriyle çatışma ihtimali ise, ferdin zihninde meydana
gelecek bölünmenin kökenine dair fikir sahibi olmamızı sağlayabilir.
Bu psikolojik süreç, yola yeni çıkan
heyecanlı cemaat üyelerinde daha fazla hissedilir olacak, kendisini ‘kurtulmuş’, başkalarını ise ‘kurtarılmayı bekleyenler’ olarak
göreceği ikili bir bakış ivme kazanacaktır.
Bu tür bir bilinç pozisyonunun düzeltilmesi çok kolay olmasa da, çareyi, ‘cemaat
yapılarına kategorik muhalefet’te görmek
de -sosyolojik gerçeklere takla attırmak olacağı için- fevkalade isabetsiz bir tutumdur.
Belki yapılması gereken, cemaat yapılarının cemaat dışı ortamla geçişkenliğini
arttırmak, içinde bulunulan davaya boyu
aşan mistik anlamlar yüklememek, cemaate girmeyi veya cemaatten çıkmayı zorlama
bir takım yorumlarla sadakat-ihanet denklemleri zemininde ele almamaktır.
7
Mü’min Yüreği
Nureddin YILDIZ
Bismillahirrahmanirrahim.
Elhamdülillahi Rabbi’l âlemin vessalatu vesselamu alâ resûlina muhammedin ve
alâ âlihi ve sahbihi ecmaîn.
Değerli Mü’min Kardeşlerim,
hedef,
n
e
k
e
r
e
amız g
m
a
amber
l
g
a
y
e
P
Yak
.
ir
n
edefid
h
r
r dene
a
a
s
s
n
en
e
ın
te
selam
s
i
ıyame
h
k
y
,
e
ı
b
al
a
ash
e’deki
n
i
inlerin
d
m
e
’
ü
M
m
bütün
kadar
idir.
örneğ
8
Bildiğiniz gibi Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem Efendimiz Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde Medine’nin yerleşik yaşayanları arasında
Yahudiler de vardı. Hem müşrik Araplar hem de
Yahudi olan İsrailoğulları’ndan da insanlar vardı.
Hicretin yani Mekke’den Medine’ye hicretin yaklaşık beşinci altıncı yılına kadar Yahudiler Medine’de
normal vatandaş olarak Müslümanlarla beraber
yaşadılar. Medine’ye ilk varıldığında -hicret edildiğinde- Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem içinde
Yahudilerin de bulunduğu bir Medine Vatandaşları
Anlaşması diyebileceğimiz bir anlaşma yaptı onlarla. Bu anlaşmanın gereği olarak Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Medine’de Yahu-
Eylül
dilerin de itaat ettiği bir lider olduğunu kabul ettiler.
Böylece bir vatandaşlık statüsü kazanmış oldular.
Kinlerinde bitmez tükenmez bir liste olarak bütün peygamberler bulunduğu için Resululullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e de yer yer hıyanetler yaptılar. Bu hıyanetlerinin sonuncusu da Hendek
Muharebesi zamanında ortaya çıkınca bildiğimiz gibi
Yahudiler Medine’den sürüldüler. O zamana kadar
Yahudiler de Medine’de vatandaş olarak yaşıyorlardı.
Bu döneme ait yani Yahudilerin Medine’de
Müslümanlarla beraber sıradan bir
vatandaş gibi yaşadıkları zamana
ait bir hatıra olarak sizinle bir bilgiyi
paylaşmak istiyorum: Yahudi vatandaşlarından bir tanesinin çocuğu
hastalanmıştı. Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem Efendimiz’e “filanca Yahudi’nin çocuğu hasta
oldu, çok ağır hasta” diye haber
verildi. Komşuluk ilişkileri gereği ve
oradaki son sözün sahibi bir Peygamber olarak Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Yahudi’nin evine gidip
çok ağır hasta olan bu çocuğu
ziyaret etti. Fakat baba da çocuk
da Müslüman değil. Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem beraberinde ashabı kiramdan bazılarıyla çocuğun başında durdu, çocuğa geçmiş olsun temennisinde bulunduktan sonra döndü çocuğa dedi ki: “Yavrum Müslüman ol da iyi bir kazanç elde et, gel
Müslüman ol” dedi. Çocuk da babasına döndü
yani “ne diyorsun baba, işte bana Müslüman
olmayı teklif ediyor” gibi göz işaretiyle babasının
kanaatini öğrenmek istedi.
Yahudi olan baba da bir Peygamber’in hasta
bir çocuğun ziyaretine gelecek çaptaki nezaketine
karşılık döndü çocuğuna dedi ki: “Yavrum bu Ebu’l
Kasım yani Muhammed ne diyorsa yap” dedi.
Çocuk da “peki” dedi, kelimeyi şahadet getirip Müslüman oldu. Bu Müslüman olmasından dakikalar geçmeden çocuğun eceli geldi ve oracıkta
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem henüz
evdeyken çocuk vefat etti. Çocuğun vefatı üzerine -Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de orada
bulunuyordu- mübarek gözlerinden yaşlar aktı. Bu
yaşlar yani çocuğun ölümü üzerine Peygamber aleyhisselam Efendimiz’in gözünden akan yaşlar ashabı
kiramın dikkatini çekti. Döndü onlara buyurdu ki:
“Benim elimle bir çocuğu cehennemden kurtardığı için Allah’a hamd ediyorum.” dedi.
Kardeşler, Değerli
Mü’minler,
Bu olayda kıyamete kadar
“ben Resûlullah’a iman ediyorum” diyen her mü’mine mesaj
vardır. Bütün insanlığın kurtarılması için gönderilmiş bulunan Sevgili
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve
sellem bir delikanlının iman edip
ebediyen kalmak zorunda olacağı cehennemden kurtulduğu için
sevincinden gözünden yaşlar akıyordu. Kapısının dibindeki evden
cehenneme koşarak giden gençleri,
genç kızları, komşusunun Allah’a şirk koşan tavırlarını
her gün gördüğü hâlde kalbi cız etmeyen, buna rağmen evinde neşeyle oturup çoluk çocuğuyla kahvaltı
yapabilen insanlar böyle bir Peygamber’in ümmeti
olmayı nasıl meleklere ispat edecekler? Bir çocuğu filan fuhşiyattan, filan internet bataklığından, filan rezil
yerden kurtulduğu için gözünden yaş akan mü’minler
“Muhammedun Resûlullah” diye göklere kadar haykırma hakkına sahiptirler. İşte Peygamber ortada.
Bu olayda her şeyden önce sosyal ilişkileri bir
iman davası için fırsat olarak değerlendiren tebliğ
mantığı var. “Yahudi’nin çocuğu iman eder mi,
babası etmemiş çocuğu niye etsin” demiyor. Ha-
Peygamber aleyhisselam Efendimiz’in gözünden akan yaşlar ashabı kiramın
dikkatini çekti. Döndü onlara buyurdu ki: “Benim elimle bir çocuğu cehennemden kurtardığı için Allah’a hamd ediyorum.” dedi.
Eylül
9
zır çocuk Azrail’le burun buruna gelmişken son fırsatı
kullanıyor. Bali kullandığı için, uyuşturucu kullandığı
için sokağa atmıyor. Ecelle burun buruna gelmişken
bile “kurtul yavrum” diyor. Çünkü Allah onu yüreğinde Âdem’den son insana kadar yaşayacak milyarlarca insanın merhametiyle doldurup gönderdi. Ona
iman eden mü’min, yüreğinde bütün insanlık kadar
merhamet, şefkat ve acıma dolu olan insan olmak zorundadır. Rauf bir Peygamber’in, Rahim bir Peygamber’in vurdumduymaz, saldım gelmez Mü’min Ümmet’i olur mu? Gençlerin sokaklarda helak olduğu,
kaldırım taşı kadar bile değeri olmayan delikanlıların
caddeleri doldurduğu bir dünyada mü’min olarak
huzur içerisinde akşamlamak mümkün mü?
Kalbi develere, ineklere, keçilere, tavuklara bile
merhametle dolu bir Peygamber’in sıradan, olaylardan bile etkilenmeyen, kalbi katılaşmış, insanları düşünemeyen hatta kendi çocuğunu bile bir noktadan
sonra psikoloğa havale eden mü’min kıyamet günü
bu merhameti gökleri doldurmuş Muhammed aleyhisselamın eteklerine şefaat umuduyla ne hakla sarılacak? Sadece filan kıtada açlık içinde kıvrananlara,
filan yerdeki seldeki afette evsiz kalanlara acımak Hıristiyanların Kızıl Haç mensuplarının bile yapabildiği
bir iştir. Mü’minin yüreği açlıktan kıvrananlara da soğukta üşüyenlere de imansızlıktan cehenneme doğru
giden yüreklere de acıyan ve acımanın gereği olarak
yeri gelir uykusuz kalır, yeri gelir gündüz işsiz kalır
mantığa hazır olan yürektir mü’minin yüreği. Böyle
bir Peygamber’in Ümmet’iyiz. Arabanın çarptığı çocuğa da acı, internetin çarptığı çocuğa da acı.
Elektrik dalgalarına tutulmuş insan da senin
merhametinin ilgilendiği insan olmalı, medyanın frekansına takılmış insan da merhametimizin altında
yer bulabilen insan olmalıdır ki Yahudi’nin çocuğunu cehennemden kurtarmaya vesile ettiği için Allah’a şükredip gözlerinden yaşlar akan Muhammed
aleyhisselamın Ümmet’i olabilelim. Kimliğimizin içini
doldurmak ancak böyle mümkündür. Onun kurduğu
medresenin, açtığı okulun talebeleri ancak o zaman
ortaya çıkabilir.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ilk talebelerinden olan Cabir bin Abdullah radıyallahu
anh genç bir sahabiydi. Bir gün Peygamber aleyhisselamla baş başa bulunduğu bir ortamda buyurmuş
ki ona: “Cabir senin evlendiğinden haber duymuyorum, evlenmiyor musun sen?” “Evlendim
ya Resûlullah” demiş. “Ne zaman evlendin” demiş. “Filan gün evlendim” demiş. “Kimle evlendin,
dul bir kadın almayasın” demiş. “Dul bir kadın
aldım ya Resûlullah” demiş. “Yahu genç adamsın
kendin gibi genç biriyle evlensene, niye dulla
evlendin” demiş. Peygamber demek sadece namaz kıl, tespih çek demek değil. Delikanlının
bekârlık derdiyle ilgilenen, delikanlı gibi konuşan adam Muhammed aleyhisselamdır.
Delikanlılara elini öptürüp geçmişlerin masallarını anlatan değil geçmişlerinin hikâyelerini Kur’an’dan
öğrettikten sonra delikanlıyla delikanlı gibi sohbet edebilen Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem yüreklerine taht kurdu Cabirlerin. Enesleri böyle yaptı da yerden göğe kadar başlarını yükseltti. Mus’ablarını böyle
yaptı da Mus’ab bir yıldan az bir zamanda devlet kurup
“bu senin devletindir ya Resûlullah” dedi. Eğitim
örneği, insanlık, iletişim, sosyallik örneği bu sallallahu
aleyhi ve sellem. “Yahu bekâr biriyle evlenseydin
de gülerdin güldürürdü seni, güldürürdün onu,
neşelenirdiniz” demiş.
“Sizden biriniz kendisi için istediği şeyi mü’min kardeşi için istemedikçe iman
etmiş olamaz.” Tıpkı “meleklere de iman etmedikçe, kadere iman etmedikçe, öldükten
sonra dirileceğine iman etmedikçe mü’min olamazsın”
10
Eylül
Dönmüş talebesi demiş ki -bir kere talebeye yürek koymuş-: “Biliyorsun ya Resûlullah babam
Abdullah Uhud’da şehit düşmüştü, bana dokuz tane kız kardeş bıraktı. Dokuz kız kardeşin ağabeysiyim ben. Şimdi kendim yaşımda
genç bir kızla evlensem onuncu kız gibi olacak evimde. Yaşlı biriyle evlendim ki babamın
emaneti kız kardeşlerime annelik yapsın onlar da babamın hasretini çekmesinler istedim,
onun için dul bir kadınla evlendim ya Resûlullah” demiş, “iyi yaptın, güzel yaptın” buyurmuş.
ka şeydir. Mü’min, yürekli insandır. Dağlar kadar
çetin kavgalara hazır yüreği vardır. Ama bir incirden
daha ezilebilir, incinir, merhametli yüreği de vardır.
Mü’mindir o çünkü. Onun Allah’ı Rahman ve
Rahim’dir. Onun Peygamber’i Rauf ve Rahim
bir peygamberdir. Onun Kur’an’ı besmeleyle başlamıştır. Onun imanı, rahmeti olan bir
Allah’a sığınmayı gerektiren ve Allah’ın rahmetini bütün insanlar ve canlılarla paylaşmayı
gerektiren bir imandır.
Bunun için aziz kardeşlerim, hiç unutmamız
Muhammed terbiyesi sallallahu aleyhi ve sel- gereken bir hadis-i şerifi Resûlullah sallallahu aleyhi
lem. “Babam öldü, geride dokuz tane kız bı- ve sellem Efendimiz’in lisanından dinlemek zorundayız. Sevgili Peygamber’imiz sallallahu
raktı, ben de yetimim zaten” dealeyhi ve sellem Enes ibni Malik’ten
miyor. Dokuz kız, onuncu kız kardeş
Buhari ve Müslim’in naklettiği bir
gibi, bir anne görecekleri veyahut da
Cennetten ırhadisinde buyuruyor ki: “Sizden
görümce, elti, baldız görecekleri yermaklar
konuşur
gibi
biriniz kendisi için istediği şeyi
de bütün protokolleri ters çeviriyor.
mü’min kardeşlerine
mü’min kardeşi için istemedikBütün anlayışları, hakları, her şeyi
çe iman etmiş olamaz.” Tıpkı
bir kenara koyuyor. Muhammed’in
evlerini açan, bağırla“meleklere de iman etmediktalebesi Cabir bin Abdullah radıyalrını açan ensardan söz
çe, kadere iman etmedikçe, öllahu anh dokuz kız kardeşin gönlünü
ediyor Allah. Cennet
dükten sonra dirileceğine iman
incitmeyecek bir evlilik tercih ediyor.
hurilerden
söz
eder
etmedikçe mü’min olamazsın”
İşte Müslüman!
gibi ensar kadınlarının
dediği gibi sıcak bir yuvayı kendin
için arzu ettiğin gibi bütün mü’min
Bizim bu olaydan çıkaracağıcömertliğine işaretler
kardeşlerin için de sıcak bir yuva
mız şey; sadece babası ölenin nasıl
ediyor.
temenni etmedikçe, kendi ayağına
bir evlilik yapacağı örneği değildir.
diken batmasından rahatsız olduğun
Henüz yirmi yaşına gelmediği hâlde
gibi bütün mü’minlerin ayağına diken
Müslümanlığın Cabir’in kalbinde bir
baba, bir dede, bir ağabey merhametini nasıl yeşert- batmasına karşı hassas olman gerektiğini, kendi çotiğini bundan görmek zorundayız. Bir delikanlı evlilik cuğunun filan iyi okulda okumasını düşünüp onun
yaparken kız kardeşlerinin, baldızlarının, görümcele- alt yapısını hazırladığın gibi Ümmeti Muhammed’in
rinin, eltilerinin hesabını yapmak zorunda değildir. her çocuğu senin gözünde kendi çocuğun kadar hasHelal olan her evliliği yapabilir. Helal olmak başka sas ölçülerde tartılıp değerlendirmediğin sürece seşey, yüreğin merhamet dolu bir mü’min olmak baş- nin yüreğine bir milyar Ümmeti Muhammed çocuğu
baba, anne, teyze, dayı, hâla şefkatiyle sığınamadığı
sürece iman etmiş olamazsın.
Tıpkı “Muhammedun Resûlullah” demedikçe iman etmiş olamazsın dediği gibi kendi zevklerin
gibi mü’minlerin hepsine bir zevk hakkı tanımadıkça,
sen tam uykunun ortasında iken sokak gürültüsünden rahatsız olduğun için birileri de uyurken sen sokakta gürültü yapmayan bir şuur ve düşünce sahibi
olmadığın sürece iman etmiş olamazsın.
İmam Buhari Sahih isimli kitabında bu hadis-i
şerifi “İmanın Göstergeleri Bölümü” nün on al-
Eylül
11
tıncı hadisi olarak kaydetmiş. Bu Ümmet’in Hadis
İmamı, Emiru’l Mü’minin olan Buhari, Allah’a iman,
Peygamber’e imanla ilgili hadisleri toplarken meleklere iman etmeyi, kitaplara iman etmeyi, ahiret gününe
iman etmeyi, öldükten sonra dirilmeye iman etmeyi
anlatan hadisleri sıralarken on altıncı hadis olarak da
“bir mü’min kendisi gibi bütün mü’minlerin
yararını düşünmedikçe iman etmiş olamaz”
diye bu hadisi koymuştur. Demek ki İmam Buhari
gibi bir âlim “ha meleklere iman etmedin ha bir
mü’minin çocuğu kendi çocuğun gibi korumayı düşünmedin o zaman yüreğinde Ümmeti
Muhammed’in bütün çocuklarına ait yer yoktur” demeye getiriyor.
İslam konuşuyoruz. “Bir Yahudi’nin çocuğu iman edip cehennemden kurtularak öldü”
diye gözlerinden pırlanta gibi yaşlar akan Muhammed aleyhisselamın dinini konuşuyoruz. Tirmizi’nin
rivayet ettiği bir hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem kimin ne olduğunu tarif ederken: “kendin
için sevdiğin şeyi mü’min kardeşin için de sev
ki Müslüman olasın” buyuruyor. Sevgide bencil,
egoist; merhamette kısır, sadece kendi çocuğunu
düşünebilen, en büyük ihtimalle akrabalarını düşünebilen insan için henüz Müslümanlık maratonunda
koşulacak çok yol var demektir. Kâfirlerin çocuklarına
bile insan oldukları için babaları kâfir bile olsa merhamet göstermek hatta iman etmemiş koca koca adamlar olarak şehir sokaklarında dolaşsalar bile “bunlar
yarın cehenneme düşecek vay hâllerine” diye
merhamet göstermek bu Ümmet’in adamlarından bir
adam olmanın karakteridir. Akrabalık, hemşerilik, ticari ilişki kaplayıcı bir ölçü olamaz. Mü’min kardeş olmak, aynı Allah’a iman ediyor olmak, aynı Peygamber’in Ümmet’i olmak, aynı Kâbe’ye dönüp namaz
kılıyor olmak aynı merhamete yapışmak demektir.
Kıyamet gününde mü’min kardeşler olarak dirilirken yüreklerimizde yer veremediğimiz mü’min kardeşlerimiz belki de hak sahipleri olarak yakamıza yapışacaklar. Çünkü sadece açı doyurmak değil, çıplağı
giydirmek değil, başı okşanması gerekeni okşamak da
bu merhametimizin göstergesi olmalıdır. Sokaklarda,
apartmanlarda, okullarda, kahvehanelerde, şeytanın
cirit attığı yerlerde cehenneme doğru adım adım gidenler mü’min olarak herkesin uykusunu kaçırmalı.
Kurtulmak, Allah’ın o büyük rahmetine layık olmak
ancak böyle mümkündür. Kur’an’ı Kerim kıyamete
kadar camilerde, evlerde, Ramazan’da, Mekke’de,
her yerde, her zaman okuduğumuz Kur’an’ımız Medine’de Mekkeli muhacirlere bağrını açıp kardeşliğin en
güzel örneklerini sergileyen ve ensar olarak bize tanıtılan mü’minlerden söz ederken, - çok ince bir çizgiye
işaret etmek istiyorum-Kur’an’ımız bu Peygamber’i ve
onun ashabını bağrına basan ensardan söz ederken:
“çok yardım ettiler, iyi karşıladılar, evlerini açtılar” diyor. Ama çok önemli bir nokta iki şeye dikkatimizi
çekiyor. Buyuruyor ki Allah:
Birincisi; “kendileri de verdikleri şeye muhtaç
oldukları hâlde verdiler” diyor. Muhtaçlar, onlar “bir
yazlığım var, bir de normal evim var, siz vatansız kaldınız, buyurun bizim yazlık sizin olsun”
demediler. Zaten bir tane evleri, bir oturma odaları
vardı, onu perdeyle ikiye bölüp verdiler. Artandan
değil, yetmeyenden verdiler. Kendileri muhtaç oldukları şeyi Allah için hicret eden mü’min kardeşlerine
verdiler”. Bu birinci nokta. Koli koli, kasa kasa göndermekten söz etmiyor Allah. Akşam çocuklarının
sofrasına koyacakları şeyi ikiye bölüp öbürünün çocuğuna verenlerden söz ediyor. Bunu da mü’minlerin
Mü’min yüreği kendi çocuğu gibi bütün dünya çocuklarını içine sığdırabileceği
bir yürektir. Mü’minin yüreği ve o yürekten konuşan dil fakirlik, yardım edebiyatı yapmaya vakit bulamayan bir yürektir. Yardımın, desteğin edebiyatı değil kendisi vardır.
12
Eylül
öncüleri, ilk Allah’a gidenler ve Allah’ın rızasına kavuşanların örnekleri olarak anlatıyor “İlk kazananlar, Allah’ın razı olduğu ilk örnek kullar” olarak
bunları Allah gösteriyor birinci bu. İkinci olarak da;
O ensardan muhacirden söz eden ayetten alıntı yapıyoruz. “Veriyorlar, verdikten sonra da verdiklerinde gözleri kalmıyor”. Hem verirken artandan
değil aslında yetmeyecek olandan veriyorlar. Sonra
da bunu konuşma konusu hâline de getirmiyorlar.
Allah’a verdiklerini Allah için verdiklerini bir daha
gündem yapmıyorlar. Kargoya veriyorlar, mahşerde
karşılarında bulmak üzere unutup gidiyorlar. Neyi
konuşuyoruz? Mü’minin yüreğinde insanlığın yükseleceği seviyeyi konuşuyoruz.
verdiler. Kur’an, namaz, oruç, hacc, cennet, cehennem anlatan ayetlerinin yanında ensar, muhacir anlatan ayetleri de diziyor.
Cennetten ırmaklar konuşur gibi mü’min
kardeşlerine evlerini açan, bağırlarını açan
ensardan söz ediyor Allah. Cennet hurilerden
söz eder gibi ensar kadınlarının cömertliğine
işaretler ediyor. Kıyamete kadar ben Ümmeti Muhammed’denim, ‘Muhammedun Resûlullah diyorum’ diyen herkes vere vere, yüreğini aça aça sonunda hangi noktaya gelmemiz gerekiyor bu ayetlerden
anlaşılıyor. Yakalamamız gereken hedef, ensar
hedefidir. Peygamber aleyhisselamın ensar
denen Medine’deki ashabı, kıyamete kadar bütün mü’minlerin
örneğidir.
Bir koli bir fotoğraf makinesi
değil, bir tır arkasından da bir medArtanlardan,
ya ekibi değil. Bir lokma ve Allah
kullanılmayanlardan,
Akraba çocuğu olduğu için,
başkası yok verdikleri şeyde. Çüngerekli
olmayanlarasker arkadaşım olduğu için beraber
kü mü’minin yüreği diğer insanlara
hac yaptığımız için, komşu olduğuırklarından, zenginlik veya fakirlikdan, defolulardan demuz için bunlar herkes için değerlerlerinden, cinsiyetlerinden dolayı değil sana lazım olandan
dir. Herkes arkadaşının çocuğu ile
ğil onları yaratan Allah’tan dolayı
çocuklarının sofrasına
ilgilenir. Sana tuzaklar kuran, düşaçılmıştır. Ahmet’e, Mehmet’e
koyacağından
verebilmanlıklar yapan birisinin çocuğu
verirler Allah’tan beklerler. Mudiğin zaman ensarlık
bile düştüğünde el uzattığın zaman
hacirler gelmeden önce iman
İstanbul’dan Medine’ye ensarlık koyurdu olan Medine’yi ve iman
düzeyi yakalanmış deşusuna gitmiş olursun. Mü’minin yüortamını hazırlayan ensar, Allah
mektir.
reği Yahudi’nin çocuğuna bile açık
onlardan razı olsun.” Sadece ve
yürektir. Mü’min yüreği kendi
sadece karşılığını Allah’tan bulmak
çocuğu gibi bütün dünya çocukiçin bunu yaptılar. Buldular mı? Öyle
bir buldular ki neyi buldular, ‘Allah onlardan mem- larını içine sığdırabileceği bir yürektir. Mü’minun oldu onlar da Allah’tan memnun oldular’. nin yüreği ve o yürekten konuşan dil fakirlik,
Alan razı oldu, veren razı oldu. Böyle büyük bir ti- yardım edebiyatı yapmaya vakit bulamayan
caret insanlık bir daha görmedi. Yıllarca büyüttüğün bir yürektir. Yardımın, desteğin edebiyatı değil
ağaçlarını, dedelerinden kalan bahçelerini, bir oda- kendisi vardır.
dan ibaret olan evini boşaltıp mü’min kardeşlerine
Ve Kur’an ayeti çok büyük bir ölçü koymuştur
önümüze. Nedir bu ölçü? Artanlardan, kullanılmayanlardan, gerekli olmayanlardan, defolulardan değil sana lazım olandan çocuklarının
sofrasına koyacağından verebildiğin zaman
ensarlık düzeyi yakalanmış demektir. Öbürünün adı yardımdır, ensarlık değildir. Ve sadece aç,
açık, çıplak değil. Onların yanında imanı tehlikede
olan, dalalete düşme tehlikesi olan, harama düşecek
olanı da elektriğe çarpılmış gibi, deprem görmüş gibi,
yangında yanıyor gibi düşünebilmek yani midelerin
açlığı ile beyinlerin açlığını düşünebildiğin zaman
Ümmeti Muhammed farkını ortaya koymuş olursun.
Eylül
13
Sadece aç çocukları değil harama doğru sürüklenen
çocukları da düşünmek zorundayız.
Bir mü’min ağzında bir sigara tüttürdüğü zaman
onun ciğerleri duman altında kalırken “bu mü’min
kardeşimin ciğeri çürüyor” diye esef ettiğin zaman rica edip sigarasıyla mücadele ettiğin zaman bu
Ümmet düzeyinde, kaliteli bir düşünce sahibi, vasıflı
bir Müslüman olduk demektir. Dumanı bana dokunmayan sigara, benim çocuğu ezmeyen araba diye
düşündüğümüz zaman da bütün dünya insanlarının
seviyesinin altına bile düşmüş oluruz.
Biz Allah’a iman ederken onun rahmetine aday
olduğumuzu, onun rahmeti ile cennetine girmeye talip olduğumuzu belirtirken ondan beklediğimiz rahmetin milyarda biri bile olmayacak kadar bir çocuğa,
bir zavallıya acıma rahmetini, merhametini gösteremezsek hangi yüzle ‘ben rahmet etmiyorum kimseye
ama sen bana et’ diyeceğiz ki. Fuhşa doğru kayan,
kumara doğru sürüklenen, zinaya doğru, anaya babaya isyana doğru hata üstüne hata biriktiren bütün
insanlar, bir depremde ölenler kadar yüreğimize acı
oturtmalıdır. Bir mü’min “filanca akrabamızın
çocuğu babasına annesine asi imiş” deyip kestirip atamaz. “Bizim çocuk iyi elhamdülillah,
filancanın çocuğu çok kötü” diyemezsin. Bu iki
cinayeti aynı anda işlemendir. Birincisi; o asilik yapan
çocuk o anaya babaya isyanı nedeniyle cehenneme
girmeyecek mi? Bir çocuk, delikanlı, genç kız cehenneme girecek ve bunu sen gözlerinle görüyorsun. Neden onu kendi çocuğun yerine koyup “etme yavrum”
diye amcalık, dedelik, ağabeylik, dayılık rollerine bürünüp bir Yahudi’nin çocuğu kurtulduğu için cehennemden gözleri yaşaran Peygamber’in Ümmet’i olduğunu Allah’a ve meleklerine göstermiyorsun?
İki; çocuğunun isyanıyla kahrolan anne ve
baba senin mü’min kardeşin değil mi? Sadece o çocuk trafik kazasında öldüğü zaman mı “başın sağ
olsun” diye gideceksin? Aylardır çocuğunu isyanından dolayı evi huzursuz olan anne ve babaya teselli-
ye, duaya gitmen gerekmiyor mu? Eğer sadece trafik
kazasında ölen çocuklar için baş sağlığına giden bir
Ümmet olursak biz batı kültürü düzeyinde sürünmeye devam eden, geri kalmış, ne insanlıktan, ne Ümmeti Muhammedlik yükselişinden nasibini alamamış
bir ümmet oluruz. Yani biz sadece trafik kazalarında
ölenlerin yüreğini cızlattığı insanlar olamayız. Şeytan
kimi tuzağına düşürdüyse biz orada devrede ve onun
yanında olmak zorundayız. Açla da ilgileniriz, açıkla
da ilgileniriz. Rahmetimize, merhamet ve şefkatimize
muhtaç olan herkesi de ilgilenmemiz gereken Allah’ın
kulu olarak görürüz.
Üzülüyorum ve dilimin ucuna yüz kere geldiği
hâlde bir türlü söylemek de istemiyorum. Ama söylemesem de Rabb’im bunu kıyamet günü sorar diye
ödüm de patlıyor. Eğer, eğer Afrida’ki aç, kemikleri
boynundan çıkmış çocukların fotoğrafları bizim merhametimizi depreştiriyor da biz de Afrika’ya yardımlar gönderiyor, su kuyusu paraları gönderiyorsak ve
bu yaptığımız iş mahallemizde Afrikalı çocuktan daha
beter bir şekilde cehenneme doğru koşar adımlarla
giden asıl komşumuz olan ve burnumuzun dibindeki
gençlerin helake sürüklenişiyle ilgilenme görevimiz
ve vazifemizi kamuflaj ediyorsa o zaman Afrika’da
biz battık, biz çıplak kaldık demektir.
Hiç kimse kıyamet günü “Afrika’ya yardım
gönderdik, harçlığımdan arttırdım, kendi ço-
Elbette biz bütün dünyayız. Yüreğimiz dünyadan da geniştir. Çünkü benim Peygamber’im âlemlere rahmet olarak gelmiştir. Sadece dünyanın değil, -dünya bir âlemonun gibi nice âlemlere gelmiştir. Ben Rabb’ul Âlemin olan Allah’ın kuluyum.
14
Eylül
cuklarımdan ayırıp Afrika’ya gönderdim” diye
bir mazerete sığınamaz. Çünkü herkes çevresinden
açıla açıla büyümek zorundadır. Çocuğunu aç bırakıp yeğenini doyuramadığın gibi şirkin, dalaletin, internetin ve bütün sapıklık çeşitlerinin boyunduruğu
altına aldığı nesiller senin apartmanında oturduğu
hâlde senin yürüdüğün caddelerde top oynadıkları
hâlde onlarla ilgilenmek zor olduğu için, demokratik
haklar onların hürriyet verip senin elini kısıtladığı için
teselli maksadıyla Afrika sokaklarında hiçbir meleği
yaptığımıza inandıramayız.
talım ki? Ne kadar acı ama o kadar büyük bir hakikati
konuşuyoruz burada.
Afrika bizim kamuflaj malzememiz ise insanlığımızı Afrika’da kimseye ispat edemeyiz biz. Biz
Ümmeti Muhammed’iz sallalallahu aleyhi ve sellem.
Bütün dünya avuçlarımızın içinde olmak zorundadır.
Benim avuçlarımın içine sığmayan dünya, benim bulunduğum dünya olamaz. Her anadan doğan çocuk,
yaşı ne olursa olsun, cinsiyeti ne olursa olsun benim
hizmetime, yardımıma adaydır. Elbette ve elbette Afrika’daki, filan yerdeki mü’min kardeşim şu giydiğim
Ne diyeceksin kıyamet günü? “Mahallemdeki- ceketimi giysin, ben çıplak kalayım. Ama Afrika’ya
lerle uğraşmak zordu, bizimkiler zengin çocuklarıydı gidene kadar kaç bin kilometre kat ettin ve kaç bin insan ebediyyen cehennemde kalacak“haydi camiye” diyememiştim, teselları bir fırtınada kavrulup duruyorlar.
liyi zekâtımı Somali’ye göndermekGerçekleri çiğnemek, gerçekleri yok
te buldum” mu diyeceksin? Neresi
saymak sadece gözünü yummak
Dünya
benim
Somali, neresi Güney Afrika, nereolur.
Rabb’imin mülkünde
si Nijer, neresi senin alt katın? Yan
binan neresi? Kendi mahallendeki
bir iğne ucu kadar yer
Elbette biz bütün dünyacamide namaz kılıyorsun, her gün
bile işgal etmezken
yız. Yüreğimiz dünyadan da
Kâbe’ye gitmesen oluyor. “Beni Alsadece dünya bile
geniştir. Çünkü benim Peygamlah bu mahallede oturtuyor, bu
ber’im âlemlere rahmet olarak
benim gündemim olsa
mahallenin camisine giderim”
gelmiştir. Sadece dünyanın dekısır Müslüman olarak
diyorsun. Senin mahallendeki fıskı
ğil, -dünya bir âlem- onun gibi
adımı yazar melekler
fucur, melanetler, genç yaşında teşhir
nice âlemlere gelmiştir. Ben
edilmiş bedenlerin sahibi genç kızlar
benim.
Rabb’ul Âlemin olan Allah’ın
dururken hacı teyzem biriktirdiği
kuluyum. Dünya benim Rabb’iparaları Afrika’daki fakir çocuklara
min mülkünde bir iğne ucu kagöndermiş. Ne fakiri onlar? Açlıktan
dar yer bile işgal etmezken sakemikleri çıkmış, ölseler garibanlar Aldece dünya bile benim gündemim olsa kısır
lah’ına kavuşup gidecekler. Ama senin yanı başında- Müslüman olarak adımı yazar melekler benim.
kiler yeğenlerin, kuzenlerin cehenneme gitmek üzere Dünyadan büyüktür projelerim benim. Ama adım
ölecekleri bir yolda yürüyorlar. Niye kendimizi alda- adım. Ben, çocuklarım, kuzenlerim, komşularım, mahallelim, şehrim, ülke etrafındaki deniz sonra Afrika,
sonra dünya sonra uzay sonra, sonra.
Ama önce benim elimin altında akşam poşetle gelmemi bekleyen çocuklarım. Bayramda elimi
öpen yeğenlerim, düğünde buluştuğumuz, bayramda buluştuğumuz akrabalarım, mahallelilerim, arkadaşlarım, akranlarım, dernekteki yakınlarım sıçraya
sıçraya değil, kurtara kurtara gittiğim zaman elinde
kurtulan çocuk için gözünden yaşlar akan Resûlullah
beni bekliyor demektir. Bunun ötesindeki projeler yerine oturmadan, masa üzerinde hazırlanmış, akıbeti
sıkıntılı şüpheler olabilir.
Ve’lhamdülillahi Rabb’il âlemin.
Eylül
15
Barış İsteyenlerin Sesi Gür Çıkmalı
Memduh ERGİN
r oluro
z
r
a
ad
iş ne k
z
ı
k dam
a
ı
h
ğ
ı
z
t
ı
p
Ya
davam
m
i
z
i
b
n
deşliği
r
u
s
a
l
k
o
e
a
v
s
ı
r
z barış
i
B
.
r
rtık bi
ı
a
d
ı
e
s
d
a
v
m
z. Bizi
ı
y
ı
l
a
ız var.
m
ı
c
a
yaşatm
y
i
eye iht
m
n
e
l
e
silk
16
Ben bu milleti Allah için seviyorum. Erdemliliğini ve vakarını ispatlamış bir millet.
Sakın ha milliyetçilik özellikle de ırkçılık yaptığım düşünülmesin. Biz haşa şeytanın yaptığı gibi üstünlük
taslamıyoruz. Biz biliyor ve inanıyoruz ki rehberimiz iki cihan güneşi Peygamberimizin(sav)
söylediği gibi üstünlük ancak ve ancak takva
iledir. Niye seviyorum bu milleti? Bu millet ki Kuran-ı Kerim’i kendine kaynak, Peygamberimizi rehber edinmiştir. Bu iki ip ile o kadar sıkı
bağlandılar ki evvel Allah’ın izniyle İslamiyet’in hizmetkârı oldular. Kim ki İslamiyet’in
hizmetkârı olur, onu candan severiz.
Bunu çok iyi bilenler özellikle de İslam düşmanı Hristiyan batı ve Siyonist İsrail bu iki
bağla bağımızı koparmaya çalıştılar ve halada çalışmaya devam ediyorlar. Evvel Allah
başaramayacaklar. Çünkü köklerimiz o kadar
sağlam ve derin ki. Bu millet sandıklarından
daha da güçlü. Dışardan bakanlar bunu göremeyebilir. Tıpkı Napolyon gibi:
Eylül
Padişah Sultan Aziz’in Paris gezisi sırasında
Fransa İmparatoru 3. Napolyon, Dışişleri Bakanı Fuat
Paşa’ya isteklerini sıralar. Süveyş Kanalı açılmalı, Girit, Osmanlılardan alınıp Yunanistan’a verilmeli, Kudüs’teki kutsal yerlerin Katoliklere ait olanların yönetimi Fransızlarda olmalı... Osmanlı devletinin bunlara
kolay kolay razı olmayacağını bilen İmparator, aba altından sopa gösterir: “Bu sorunlar sizin için bir dert...
Yorgun omuzlarınızdan bunları atınız. Devletinizin ne
kadar zayıfladığı bütün dünyada biliniyor.” Fuat Paşa,
gülerek karşılık verir: “Haşmetmeab, siz, bendenize, başka bir devlet gösterebilir misiniz ki, üç yüz senedir,
dışarıdan sizlerin, içeriden bizlerin, devamlı tahribine direnebilmiş! Evet, üç yüz senedir, siz
dışarıdan, biz içeriden, bu devleti yıkamadık!”
Aradan bunca yıl geçti ne
değişti? Hala içerden ve dışardan
bizleri yıkmaya çalışanlar var ve de
olmaya devam edecekler. İmtihan
bunu gerektiriyor. Bazılarımız imtihanı geçip doğru tarafta saf
tutarken bazıları da şeytan ve
nefsine yenilip basit dünyalık
menfaatleri için kendi öz kardeşlerini sattılar.
En acısı da o değil mi? Güvendiğiniz, beraber
yola çıktığınız arkadaşınızdan ihanet görmek. Bu millet buna da alışık çok gördü bu hainleri. Onun için
bu kadar güçlü, her defasında bu ihanet çemberinden çıkmasını çok iyi biliyor. Nasıl ki acılar insanları
olgunlaştırırsa büyük toplumsal acılarda milletleri olgunlaştırır. Olaylar karşısında serin kalmayı ve vakar
davranmasını sağlar.
Bu millet büyük olaylar yaşadı, sarsıldı
ama her defasında Allah’ın ipine daha da sıkı
sarılarak daha güçlü çıkmayı başardı. Bugünlerde de zor günlerden geçiyoruz milletçe. Terör belası ile evlatlarımızı kara toprağın bağrına peygamberlik makamından sonraki makam olan
şehitlik makamı ile veriyoruz. Al bayraklara
sarılmış koç yiğitler tekbirlerle son yolculuklarına uğurlanıyorlar, arkalarında evlatlar, acılı
anneler, babalar, eşler bırakarak. O koç yiğitler ki bu toprakların birleştirici harcıdır. Onların etrafında bütün bir millet tek yürek olmalı.
Çanakkale’de evladını kınalayıp cepheye gönderen bir anne ile teröre
evladını vermiş bir annenin vatan sağ olsun diyebilmesi aynı
şey değil mi? Zaman, mekân ve
olaylar değişse de aradan bunca yıl
geçmesine rağmen değişmeyen
tek şey iman ve inanç. İnsanların
içi kan ağlarken en sevdiklerini kaybetmişken Allah inancı, şehitlik
makamı ve vatan sevgisi onların sığınakları olmuştur. İşte bu
inanç bu millete olduğu müddetçe
yıkamazlar, yıkamayacaklar.
Ne olursa olsun kardeşlik hukukumuz zarar görmemelidir. Terör
örgütlerinin oyununa gelmemeliyiz. Onlar bir şeyi çok
iyi biliyorlar. Üç beş askeri şehit etmekle bu milleti ve
devleti dize getiremeyecekler.
Onların bütün amacı kardeşlik hukukumuza helal getirmek. Bizi birbirimize düşürmek, kardeşi kardeşe kırdırmak. İşte o zaman
sinsi emellerini gerçekleştirmek için ellerine fırsat geçer. Zor zamanlardan hasar almadan çıkmanın
yolu sabır ve sebattan geçer. Bu millet sabırlı
ve sebat etmesini çok iyi biliyor. Şehit ailesine
bakın en güzel örneği onlarda görürüz. İçi ağlarken
başını tevazu ile öne eğip vatan sağ olsun demesi bunun somut bir örneğidir.
Biz biliyor ve inanıyoruz ki rehberimiz iki cihan güneşi Peygamberimizin(sav) söylediği gibi üstünlük ancak ve ancak takva iledir.
Eylül
17
Bizlerin yani birlik ve kardeşlik isteyenlerin her zamankinden daha fazla sesi çıkmalı. Çıkmalı ki bozmak isteyenlerin sesini bastıralım. Bozguncuların değirmenine su
taşımayalım.
Biz millet olarak dayanışmanın en güzelini gösterip sevgiyi de acıyı da birlikte paylaşırız. Bizler başkalarının acısı üzerinden fayda ummayız. Başkalarının acısı üzerinden maddi, manevi ve
siyasi menfaat beklemeyiz. Bilakis acıyı azaltmanın
gayreti içinde olmalıyız. Birileri aramıza nifak tohumları ekmeye çalıştıkça bizler inadına kardeşlik ve birlik
mesajları vermeliyiz. Meydanı kötü emellilerin ellerine bırakmamalıyız. Bizlerin yani birlik ve kardeşlik isteyenlerin her zamankinden daha fazla
sesi çıkmalı. Çıkmalı ki bozmak isteyenlerin
sesini bastıralım. Bozguncuların değirmenine
su taşımayalım.
Bugün hamasi duyguları bir kenara bırakalım.
Hamaset dilini çok az kullanalım. Kızgınlığımız ve
öfkemiz terör örgütü ile sınırlı kalsın. Genellemelerden kaçınılmalıdır. Genellerken kızgınlık ve
öfkeyle söyleyeceğimiz her söz ve yapacağımız
her davranış farkında olmadan çok büyük ve
telafisi olmayan yaralar açabilir. Bu da tam olarak bunu hedefleyenlerin işine gelir.
Zimbabve Cumhurbaşkanı Robert Mugabe 25.
Afrika Birliği zirvesindeki konuşmasının bir bölümünde batılıların amaçlarının ne olduğunu bakın nasıl
açıklıyor: “Bize Allah’ın verdiklerini çok görüyorlar, kaynaklarımızın onların olmasını diler-
18
ler. Nerede barış varsa orada savaşı körüklerler. Şimdi bakın Irak ve Libya’daki karışıklığa;
bahaneler üreterek bu ülkelere giriyorlar ve
yeraltı kaynaklarından zenginleşiyorlar” dedi.
Hep aynı kirli oyun, hep aynı tezgâh. Savaşı
körüklemek. Yeter artık oyuna geldiğimiz. Oyuna gelmek derken Enver Paşanın şu ifadesini zikretmeden
geçemeyeceğim. İttihat ve Terakkicilerin üç paşasından Enver paşa1 Kasım 1918 ‘de Alman istimbotu ile
ülkeyi terk ederken yaveri Mersinli Cemal Paşaya şu
itirafta bulunur: “Turan yapacaktık, viran olduk.
Bizim en büyük günahımız Sultan Hamid’i anlayamamaktır. Yazık paşam, çok yazık! Siyonistlere alet olduk ve onların hıyanetine uğradık.”
Benim bu söylediklerimi bilmeyen yok. Herkes
biliyor. Ama demek ki bilmek yetmiyor. Bilinç uyandırmalıyız ve harekete geçmeliyiz. Onların oyununu
bozacak yeni bir bilinç dalgası oluşturmalıyız. İslamiyet savunma dini değildir. Aksiyon dinidir.
Nerde bir haksızlık, zulüm varsa engellemek
için biz orda olmalıyız.
Bizlere çok büyük görevler düşüyor. Her şeyden önce oyuna gelmeyeceğiz. Basiretimiz
açık olacak. Onlar yaktıkça bizler söndürmeye koşacağız. Onlar ayırdıkça bizler birleştireceğiz.
Onların işi kolay. Yalan, iftira, sahtekârlık,
terör velhasıl çirkin olan her şeyi kullanmaktan çekinmezler. Oysa bizim işimiz zor. Bazen ağır
iftiranın altında inim inim inlerken doğru bildiğimiz
şeyleri hayata geçirmeye çalışırız. Yaptığımız iş ne
kadar zor olursa olsun bizim davamız hak davasıdır. Biz barışı ve kardeşliği yaşatmalıyız.
Bizim de artık bir silkelenmeye ihtiyacımız var. Yeter
artık hep kötülerin kazandığı. Bizim daha fazla gayret gösterip bu pis oyunlara dur dememizin zamanı geldi.
Eylül
Hilye-i Şerif
Eylül
19
Kur’an’ın Muazzam Duruşu ve Dönüşü
Dr. İhsan ŞENOCAK
n’ı
i Kur’â
r
e
l
i
fl
ere
uhatap
in en ş
m
m
e
i
t
n
i
e
s
i
had
n
“Ümm
aygıda
erdir”
l
S
.
n
ı
e
d
y
r
e
a
ız v
ezberl
ne
afızım
h
e
nan yö
c
r
u
e
k
l
o
n
i
n
b
ta
on
ur’â
i sokak
ırtını K
ğ
s
i
t
e
ç
s
e
g
m
ki
rın
ı.
hafızla
alkard
,
k
z
a
e
ğ
m
a
y
dön
’ı
es a
Kur’ân
lı herk
l
ş
e
a
z
y
ü
ç
g
gen
atı
.
ilmişti
hat san
d
e
e
v
t
a
p
c
i
i
çin
Tezh
ur’ân,
emek i
l
K
i
ı
g
l
ı
r
r
e
a
s
s
lere
güzel
a
ızlı bez
d
l
çaların
a
h
y
o
b
n
ı
z
t
i
l
A
i çey
kü gib
n
şti.
ü
g
u
b
lmemi
i
d
e
s
p
ha
20
Kureyş ulularının değişmez gündemiydi
Kur’ân. Ne olduğunu, nasıl engellenebileceğini sorarlardı birbirlerine. Kabe, Zemzem ve Haceru’l-esved’in tercihlerini İslâm’dan yana koymaları, derin
bir hüzne sevk etmişti Onları. Hubel, Menat ve bir
de eskilerin masalları kalmıştı yanlarında. Kur’an
nidaları yüreklerde dalgalandıkça atalarının dinleri,
direkleri çökmüş binalar gibi çatır çatır yere geldi.
“Dinlemeyin bu Kur’ân’ı…” diye tembihledikleri muhataplarını, “istesek biz de Onun gibisini söyleriz” diyerek avutmaya çalıştılar.Çürük
bir akılla, akıl ötesinin buyruğuna kafa tutan idrak
“Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’ân’da bir
şüpheniz varsa bir benzerini getirin….” ayetiyle alenen hesaplaşmaya çağrıldı. Ne “yedi askı”
şairleri, ne de Arab’ın en beliğ hatipleri çıkabildi
Kur’ân’ın karşısına. O’nun “Levh-i Mahfuz”dan
gelen “Kitab-ı Mecid” olduğunu susan her kalem
sükutla itiraf etti.
Eylül
Peygamber atlasının örttüğü zemin, her
gün biraz daha genişledi; Acemlisi, Habeşlisi
aynı safta dinledi Kur’an’ı. Onunla fikri planda
hesaplaşmaya çıkamayanlar, daha doğrusu çıkıp da
ayakları üzerlerinde duramayanlar; hilelere, iftiraflara
ve kılıçlara baş vurdu. Allah Resûlü’nü (s.a.v), bir
yolunu bulup ya deliler gibi zincire vuracak,
ya öldürecek, ya da Mekke’den süreceklerdi.
Ama olmadı, başaramadılar. Küfrün acziyetine işaret olsun diye; ordularla değil mağarada
örümceklerle korudu Allah, Peygamberini.
Ebû Cehil ve avanesi, kalemi
kırıp savaşı konuşturduğu gün -aslında- her şeylerini kaybetmişlerdi.
Kur’ân’ın dirilttiği ruhlarla savaşılır
mıydı? Onlar ölüp de ölmeyen ruhlardı. Dirileri ve gök sakinleriyle tükenmez bir ordusu vardı Kur’an’ın.
Kur’ân, kendisine kin ve nefret
besleyenlere ağıt yakmayı armağan
etti. Allah Resûlü’ne (s.a.v) “ebter”
diyenler on dört asırdır “ebterlik”lerine ağıt yakıyorlar. Ebû Cehil’in
ruhu, İslâm’ın Mekke’sinde her gün
beş defa “eşhedü en la ilahe illallah
ve eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah’ı” dinliyor. Ne “İsaf”, ne “Naile”, ne de büyük put “Hubel”
dayanabildi Kur’ân’a… Ebû Cehil ağlamasın da kim
ağlasın? Allah Rasûlü’nü güldürmeyenler Kıyamet’e
kadar ağlamaya mahkum oldular.
Ey Cabir (r.a)! Utbe bin Rebia’ya dair rivayet
ettiğin hadis nerede? Gel ve söyle Peygamber buyruğunu, söyle de zamanın Ebu Cehiller’i Kur’an’ın
yenilmezliğini idrak etsin:
Hani -O’na (s.a.v)- Utbe, ne istiyorsun; kadın,
mal-mülk, riyaset hepsini verelim yeter ki tanrıları-
mızı inkar etme, (hâşâ) “Allah birdir deme” demişdi de O (s.a.v); “Söyleyeceklerin bu kadar mı
ey Utbe?” diye sormuş, “evet” cevabını alınca
şu ayetleri okumuştu: “Ha mim. (Bu) Rahmân
Rahîm’den indirilmiştir. Bilen bir toplum için
ayetleri açıklanmış, Arapça okunan bir kitaptır. Müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmiştir. Fakat çokları onu düşünüp kabul etmekten yüz çevirmişlerdir.” Kur’an, küfrün rüşvetini
sonsuza kadar geçersiz kıldı.
Müminlerine geriye dönüşü olmayan bir yolda yürüyüşü öğütledi.
İnsanların Kur’ân’ın safında
yürüyüşü aslında “sureti” bir yürüyüştür. Diyor ya Cenab-ı Hak
“Kur’ân’ı biz indirdik onu yine
biz koruyacağız.” O halde bizim
yürüyüşümüz, korumak için değil,
korunmak içindir. Gerçekte şairi,
çobanı, filozofu, köleyi hasılı bütün
yürekleri Kur’ân koruyor. Çünkü O,
ezeli ve ebedi mutlak hakikattir. Bunun içindir ki şiirin büyük ustası Lebid bin Rebia Onu işitince “Dikkat
edin Allah’ın sözünden başka
her şey batıldır” demişti.
Hassan Bin Sabit’e niçin daha şiir yazmıyorsun
diye soran Hz. Ömer (r.a) şu cevabı almıştı: “Kur’ân
indikten sonra dilimi yuttum.”
Ey Kindi! Kalk kabrinden ve itirafını tekrar et!
De ki “Ben İslâm atlasının en güçlü felsefî damarıydım. Aklı doğru-yanlış en iyi kullanan filozof olduğumu düşünürdüm. Farabî’nin, İbni Sina’nın, İbni
Rüşd’ün ve bütün “Meşşai”lerin fikir babasıydım. Mutezili anlayış benimle altın çağını yaşamıştı. Aklımın
fizik ötesine denk olduğuna sadece ben değil, çevrem
Allah Resûlü’nü (s.a.v), bir yolunu bulup ya deliler gibi zincire vuracak, ya öldürecek, ya da Mekke’den süreceklerdi. Ama olmadı, başaramadılar. Küfrün acziyetine
işaret olsun diye; ordularla değil mağarada örümceklerle korudu Allah, Peygamberini.
Eylül
21
de inanmıştı. Nitekim bir gün bana talebelerim “Şu
Kur’ân’ın dengini yapıver” demişlerdi. Ben de, “Hepsini değil ama bir kısmını yaparım” demiş ve bir çok
günler odama kapanıp kalmıştım. Akıl ötesi buyruğa
ulaşmak için çok uğraştım fakat başaramadım. Günler sonra insanların huzuruna çıkıp şu itirafta bulunmuştum: “Vallahi buna ne benim ne de başka birinin
gücü yetecek. Kur’ân’ı açtım karşıma “Maide Suresi”
çıktı: Baktım vefayı anlatmış, dönekliği yasaklamış,
önce genel bir tahlil ardından bir istisna yapmış, Allah’ın kudretinden ve hikmetinden söz etmiş ve bütün
bunları iki satıra sığdırmış. Hiç kimse bu kadar mânâyı ciltlerle eser yazmadan ifade edemez.”
Arabın ulu edipleri Kur’ân’ın karşısında
diz çöktü. Çünkü O, söz sanatının zirvesiydi. Ümeyye b. Halef, Kur’ân’ı ilk duyduğunda yerden bir avuç toprak alıp, üzerine secde
etmişti. Ömer’in (r.a.) yüreğini eriten Onun
sıcaklığı idi.
Ebû Zerr’in aşkını Ali’nin aklı ile bütünleştirenler bütün zamanların ulu hocaları kabul edildiler.
Fatih’ler, İbn-i Kemal’ler, Barbaros’lar, Sinanlar, Bakiler, Itriler Kur’ân’ı mümin okuyup mümin yaşayan
insanlardı. Ne Utbe’ler ne Ebû Cehil’ler konuşabildi
karşılarında. Biz, mezkür değerlerimizle Kur’an Atlasında var olan bir millettik. Onun hatırına dünyalar
feda ederdik. Molla Hüsrev, Kur’ân’la çelişen fermanı
yırtıp Fatih’in yüzüne atar, Kemalpaşazade “umur-u
devlet”e bizzat müdahil olurdu. Ricali devlet de ulemaya ittiba ederdi.
“Ümmetimin en şereflileri Kur’ân’ı ezberleyenlerdir” hadisine muhatap on binlerce hafızımız
vardı. Saygıdan kimse sırtını Kur’ân okunan yöne
dönmez, hafızların geçtiği sokakta genç yaşlı herkes
ayağa kalkardı. Tezhip ve hat sanatı güzel Kur’ân’ı güzel sergilemek için icat edilmişti. Altın yaldızlı bezlere
sarılı Kur’ân, bugünkü gibi çeyiz bohçalarına hapse-
dilmemişti. Evler, sokaklar, mektepler Kur’ân’a
göre şekil almıştı. Söz ve hüküm Allah’ındı. İslâm fıtratı üzerine doğan çocuğa daha ilk günden öğretilirdi Kur’ân’ın sözleri: Bir kulağına
Ezan diğerine Kamet okunurdu. 7 yaşında hafız olunur ardından “Buhar-i Şerif” ezberlenir,
“dirayet” ve “rivayet” tefsirlerinden ayrı ayrı
icazet alınırdı.
En hafif meşreplilerin bile İslami değerlere saygısı vardı. Mü‫ف‬şahhas bir örnek çevresinde izah etmek gerekirse şu söylenebilir: Namık Kemal yatağında hem kitap okur, hem de şarap içermiş. Okuduğu
yerde Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in adı geçince içkiyi dışarı çıkartır, yatağından iner, diz üstü oturur ve
Allah Resulü’nün adını öyle telâffuz edermiş. Çünkü
N. Kemal İstanbul sokaklarında Kur’ân’la dolaşmış,
Kars’da erenleri dinlemişti.
Ya bu gün, Kur’ân’dan mahrum bir halde yetiştirilen Anadolu çocukları kime saygı gösterecek?
Fikret’in oğlu Haluk’a yaptığı gibi önce fıtrattaki iman
mayası kurutulacak ardından da papaz mı yapacaklar
bu çocukları? Ezan’ı öğrettirmedikleri sabilere Ayasofya’da çan çalmayı mı öğretecekler?
Kur’ân’sız yetiştirilmek istenen çocukların geleceğini Yahya Kemal’in şu hatırasından hareketle
okuyalım:
Arabın ulu edipleri Kur’ân’ın karşısında diz çöktü. Çünkü O, söz sanatının zirvesiydi. Ümeyye b. Halef, Kur’ân’ı ilk duyduğunda yerden bir avuç toprak alıp, üzerine
secde etmişti. Ömer’in (r.a.) yüreğini eriten Onun sıcaklığı idi.
22
Eylül
Evler, sokaklar, mektepler Kur’ân’a göre şekil almıştı. Söz ve hüküm Allah’ındı.
İslâm fıtratı üzerine doğan çocuğa daha ilk günden öğretilirdi Kur’ân’ın sözleri: Bir kulağına Ezan diğerine Kamet okunurdu. 7 yaşında hafız olunur ardından “Buhar-i Şerif”
ezberlenir, “dirayet” ve “rivayet” tefsirlerinden ayrı ayrı icazet alınırdı.
“… Bu günkü Türk babaları havası ve
toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde
doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu,
evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar
nineler gördüler, mübarek günlerin akşamları
bir minderin köşesinden okunan Kur’an sesini
işittiler; bir raf üzerinde duran Kitabullah’ı indirdiler, küçük elleriyle açtılar gül yağı gibi bir
ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders
olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin
kandilleri yanarken, ramazanların, bayramların
topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken Tekbir’leri dinlediler dinin
böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler.” “… Medenileşen üst tabakanın çocukları, ezansız yeni semtlerde alafranga terbiye ile
yetişirken Türk çocuğunun en güzel rüyasını
göremiyorlar.”
“… Dört sene evvel Büyükada’ da oturuyordum, bayramda, bayram namazına gitmeye
niyetlendim, fakat Frenk hayatının gecesinde
sabah namazını kalkılır mı? Sabah erken uyanamamak korkusu ile o gece hiç uyumadım.
Vakit gelince abdest aldım, Büyükada’nın mahalle içindeki sakit yollarından kendi başıma
camiye doğru gittim. Vaiz kürsüde vaaz ediyordu. … İçim hüzünle dolu yavaş yavaş gittim.
Vaazı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına
oturdum. Kardeşlerim Müslümanlar bütün bütün cemaatın arasında yalnız benim vucudumu
hissediyorlardı. Ben de onların bu nazarlarını
hissediyordum.”
“… Biz ki minareler ve ağaçlar arasında
ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek
muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dönebiliriz.
Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan,
Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar.”
Mekke’de inen, Kahire’de yazılan, İstanbul’da
okunan Kur’ân, şimdi en güzel okunduğu yerde garip mi kalacak? O’nu okuma şerefini bu millete çok
görenler Ebû Cehil’i susturup Fatih’e mi ağıt yaktırtacaklar?
Hayır! Anadolu’nun semalarından Kur’ân seslerini kesemeyecekler. Ruhi ve ilmi merkezlerimiz
yeniden canlanacak; Kur’an’ın muazzam dönüşüne
kimseler engel olmayacak. Vuslat, bütün umutların
bittiği anda gerçekleşecek.
Yusuf’unu kaybettikten sonra ağlaya ağlaya
gözlerini de kaybeden Yakub aleyhisselam, kanlı
gömlek Mısır’dan ayrıldığında etrafındakilere “işte
şimdi Yusuf’umun kokusunu alıyorum” demişti. Gözleri dahil her şeyini yitiren fakat Yusuf aleyhisselam’a kavuşacağına dair imanını kaybetmeyen
Yakub’a Allah yeniden oğlunu armağan etti. Kur’an
Kurslarını kaybeden, talebesi kalmayan hocalar da onları tekrardan kazanmaya dair inançlarını kaybetmezlerse Kur’an’ın muazzam dönüşü çok yakında gerçekleşecek demektir.
Eylül
23
Tasavvuf ve Pasifizasyon
Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
ızklarım
a
t
a
y
,
’e
(s.a.v)
h
a
l
l
savaşır
u
a
l
d
u
s
n
e
u
“R
uğr
eceAllah
,
l
i
ğ
i diley
e
y
e
m
da d
l
ö
ı
olarak
aşmay
d
v
i
a
h
s
e
a
ş
d
ken
hyolun
a
l
ten
l
A
e
v
irmek
e
t
z
t
i
e
l
m
i
u
ğ
kab
z
imize
r
dair sö
e
l
s
a
i
z
f
ı
m
ne
ı
acağ
leştire
almay
k
k
e
ç
l
i
r
f
e
a
g
il g
i
u bilfi
n
u
t sahib
B
e
.
y
k
i
i
n
d
r
r
bi
ve
i, salih
h
a
ze ecir
i
d
b
k
e
n
s
i
e
z
m
imi
, Rabb
z
r.”
ı
m
a
acaktı
y
olm
a
l
ğ
a
sini s
verme
24
E-posta adresime gelen maillerin önemli bir
bölümü, başlıkta ifade etmeye çalıştığım hususu soruyor. Tasavvuf insanları dünyadan uzaklaştırmakla hayata ve topluma ilgisiz mi kılıyor,
Tasavvuf ehli olarak bilinen insanların mesela cihada iştirak ettiği vaki midir?…t
Bu soruya, Osmanlı‘nın kuruluşundan itibaren fetihlerin öncü kuvveti olmuş gazi dervişleri,
Senûsiyye hareketini,Hindistan‘lı Rabbânî alimlerin
ya da Şeyh Şamil‘in cihadı gibi harc-ı alem örnekleri zikrederek kestirmeden cevap verebilirdim.
Ancak Tasavvuf hakkındaki bu iddiaların alabildiğine yaygınlık kazanmış olması, bu meselenin
–bu köşenin boyutlarının izin verdiği ölçüde–detaylandırılmasını zorunlu kılıyor.
Esas meseleye geçmeden önce bu babda
çokça bahis mevzuu yapılan bir rivayete değinmek
istiyorum:
Eylül
Rivayete göre Efendimiz (s.a.v), bir gazadan
dönen ashabına, “Hayırlı bir gelişle küçük cihaddan büyük cihada geldiniz” buyurmuş, Sahabe, “Büyük cihad nedir ya Resulallah?” diye sorunca,
“Kulun, (nefsinin) hevasıyla mücahedesidir”
buyurmuştur.
“Küçük cihaddan büyük cihada döndük”
lafzıyla daha yaygın olan bu rivayeti el-Beyhakî,
“Kitâbu’z-Zühd”de (I, 42) naklettikten sonra, “İsnadında zayıflık vardır” demiştir. el-Irâkî, Ali elKarî, el-Münâvî ve el-Aclûnî de eserlerinde bu ifadeyi nakletmekle yetinmişlerdir. (Bkz.
“Tahrîcu Ahâdîsi’l-İhyâ“, III, 7, 64; “el-Es-
Yahya b. Ya’lâ ve Leys b. Ebî Süleym) sebebiyle
“zayıf” olarak nitelendirilmiş olmalıdır. Ancak Rical
kitaplarının bu zatlar hakkında verdiği malumattan,
zayıflıklarının rivayetin tamamen reddine müncer
olacak derecede şiddetli olmadığı anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla Tebük gazvesinden dönüşte varid
olduğunun söylendiğini naklettiği bu rivayet hakkında “Aslı yoktur” ifadesini kullanan İbn Teymiyye‘nin
(“Mecmû’l-Fetâvâ“, XI, 197) bu hükmünün “aşırı”
olduğunu söylemek durumundayız. Onun bu hükmünde, rivayetin Tasavvufî çevrelerde yaygın olarak
kullanılmasının etkili olduğu akla
gelmektedir.
râru’l-Merfû’a“, 211-2; “Feydu’l-Kadîr“,
IV, 511; “Keşfu’l-Hafâ“, I, 511-2.)
Ez-Zeyla’î, “el-Keşşâf” hadislerini tahriç ettiği eserinde (III, 3956), rivayetin “el-Keşşâf“ta zikredilen
varyantını, “Nebi (s.a.v) gazalarından birinden döndü ve “Küçük
cihaddan büyük cihada döndük”
buyurdu” şeklinde verdikten sonra
şunları söyler: “Cidden garibdir. Bu
rivayeti es-Sa’lebî, bu şekilde senedsiz olarak zikretmiştir.”
Daha sonra el-Beyhakî tarafından “Kitâbu’z-Zühd“de nakledilen sened ve metni
(ki en başta zikrettiğim gibidir) zikrettikten ve el-Beyhakî‘nin, “İsnadında zayıflık vardır” dediğini naklettikten sonra sözlerini şöyle sürdürür:
“en-Nesâî, “Kitâbu’l-Künâ“da şöyle der: (…)
Ebû Mes’ûd Muhammed b. Ziyâd el-Makdisî bize,
İbrahim b. Ebî Able’nin (Bu zatın adı İbn Receb‘in
“Câmi’u’l-Ulûm ve’l-Hikem“inde (185) “İbrahim b.
Ebî Alkame” olarak geçmektedir; doğrusu “İbrahim
b. Ebî Able” olmalıdır, E.S.), gazadan dönen insanlara şöyle dediğini rivayet etti: “Küçük cihaddan döndünüz. Peki büyük cihadı ne yaptınız?” Muhatapları, “Ey Ebû İsmail! Büyük cihad nedir?” diye sordu,
“Kalbin cihadıdır” dedi.”
Buradaki İbrahim b. Ebî Able, Şam‘lı Tabiun‘dandır.
Bahse konu rivayetin el-Bayhakî tarafından,
senedinde peş peşe yer alan üç ravi (İsa b. İbrahim,
Eylül
Gerek yukarıda adını verdiğim kaynakların, gerekse daha başka ulemanın, bu rivayeti taz’if ederken sadece “senedinde zaaf vardır”
demekle yetinmiş olması da İbn
Teymiyye’nin bu hükmünün isabetli
olmadığını göstermektedir.
Sonuç olarak
Bu rivayetin biri merfu (Hz.
Peygamber (s.a.v)’in sözü), diğeri
İbrahim b. Ebî Able‘nin sözü olmak
üzere iki şekilde nakledildiği görülmektedir. İbrahim b. Ebî Able‘nin sözü olarak sıhhatinde herhangi bir zaafı yoktur. Merfu varyantı ise,
senedindeki bazı raviler sebebiyle zayıf bulunmuş ise
de, bu zaaf, rivayeti tamamen “uydurma” veya “asılsız” olarak nitelendirmek için yeterli değildir.
Tasavvuf‘un, müntesiplerini hayattan koparması şöyle dursun, hayatın merkezinde yer aldığı ve
müntesipleri vasıtasıyla toplumsal dokunun adeta bütün hücrelerine nüfuz ettiği, Tabakat kitaplarının, İslam Sanat ve Medeniyet Tarihisahasıyla ilgili eserlerin
gözden geçirilmesiyle kolayca ulaşılabilecek bir hakikat iken, Tasavvuf‘un bireyi ve toplumu tembelliğe,
hayata sırt çevirmeye, atalet ve miskinliğe sevk ettiği
iddiası bilgisizlikten değilse, olayı bir “bütün” olarak
görememe kusurundan kaynaklanmaktadır.
Özellikle bu topraklarda böyle “miyop” bir anlayışın neşv-ü nema bulması, kendi tarihimize yabancılığımızın ifadesinden başka bir şey değildir. Tarihî
ve coğrafî anlamda çok ötelere gitmeye gerek yok.
25
Yaşadığımız toprakların İslamlaşması süreci hakkında
sathî bir düşünce bile, bu iddianın yersizliğini göstermeye yeterlidir. Anadolu coğrafyasının İslam‘la ilk
tanışmasında olduğu gibi, onun bu topraklarda yerleşip kök salmasında da Tasavvuf‘un, tarikatlerin ve
gazi dervişlerin rolü görmezden gelinemeyecek kadar
aşikârdır.
Hoca Ahmed Yesevî, Necmüddîn-i Kübrâ
gibi tarikat pirlerinin işaretiyle, Anadolu‘ya
yönelen gazi dervişlerin bu topraklarda başlattığı faaliyet, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde dışarıya tebliğ ve cihad, içeriye muhteşem
bir medeniyet olarak yansımıştır. Burada Tasavvuf‘un oynadığı vazgeçilmez rolü görmemek mümkün müdür?
sahip olmuştur. Sayısız isimsiz kahramandan
Şeyh Edebali, Turgut Alp, Konur Alp, Akçakoca isimleri bu bağlamda ilk akla gelenlerdir.
(İrfan Gündüz, “Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri“, 5 vd.; Ekrem Işın, Osmanlı Döneminde Tasavvufî Hayat, “Osmanlı“, IV, 453.)
Anadolu‘nun İslamlaşmasında ve bu topraklarda Müslüman bir medeniyetin teşekkül
ekmesinde birçok Tasavvufî anlayışın (tarikat)
rolü vardır. Bunları kısaca İbn Arabî, Mevlana,
Hacı Bektaş, Ahi Evran ve Yunus olarak ifade
edebiliriz.
Osmanlı‘nın “beylik”ten “devlet”e, oradan
da “cihan devleti” geçiş süreçlerinin her birinde
Tasavvuf‘un ve muhtelif meşreplerden Tasavvuf ehlinin inkârı mümkün olmayan etkisi/katkısı vardır.
Aksiyoner ve mücadeleci tarzıyla dikkat çeken İbn Arabî, devrin Selçuklu sultanı İzzeddîn
Keykâvûs‘un kendisine yazdığı bir mektuba verdiği
cevapta, onun Müslümanlar‘a yapacağı en büyük hizmetin, İslam‘ın şanını yüceltmek ve küfre tahakküm
etmek olduğunu açıkça ifade etmiştir. (Hilmi Ziya Ülken, “Türk Tefekkür Tarihi“, II, 135.)
Özellikle “kuruluş” aşamasında Tasavvufî tarikatlerden kimi, Moğol istilalarından ve iç karışıklıklardan bunalan halk kitlelerine moral destek ve ruhî
sükûn sağlayarak aralarında güçlü rabıtalar oluşturan
birer sığınak olmuş, kimi de insanları aynı ideal etrafında birleştirerek fütuhata, merkezî otoritenin tesisine
ve müesseseleşmeye katkıda bulunmuştur.
Türkistan ve Horasan bölgesinden Anadolu‘ya
yansıyan Hoca Ahmed Yesevî ve Necmüddîn-i Kübrâ
etkisi, daha önce de söylediğim gibi “gazi dervişlik”
geleneğiyle bu toprakların İslamlaşmasında inkâr
edilmez bir rol oynamıştır. “Abdalân-ı Rum“, “Gâziyân-ı Rum“, “Alperenler“, “Horasan erenleri“… gibi isimlerle anlatılan zümre, özellikle halk tabakasında “fütuhat” ruhunu işlemek suretiyle henüz
“beylik” merhalesinde bulunan Osmanlı‘nın, siyasî
nüfuz alanını genişletmesinde aktif bir belirleyiciliğe
Bir başka şekilde söylersek, binanın kurulması ve yükselmesi Horasan erenleri vasıtasıyla,
nakış nakış işlenerek estetik bir görümüm kazanması da Mevlana hareketi ile olmuştur.
Toplumsal yapı, son derece karmaşık boyutları
bulunan ve çok yönlü ilişkilerle şekillenen müesses bir
nizamı anlatır. Bu yapı içinde her bireyin, her kurumun ve her birimin ayrı bir fonksiyonu vardır. Bunlar
bir araya gelerek bütünlüğü ve ahengi oluşturur.
Rivayete göre Efendimiz (s.a.v), bir gazadan dönen ashabına, “Hayırlı bir gelişle küçük cihaddan büyük cihada geldiniz” buyurmuş, Sahabe, “Büyük cihad nedir ya Resulallah?” diye sorunca, “Kulun, (nefsinin) hevasıyla mücahedesidir” buyurmuştur.
26
Eylül
Bu itibarla Tasavvuf‘un toplumda icra ettiği
fonksiyon da “tek boyutlu” olmamıştır. Gazi dervişliğin ayrı, Ahiliğin ayrı, Mevlevîliğin ayrı fonksiyon icra
etmiş olması bu bakımdan yadırgatıcı değildir…
3. Cüneyd el-Bağdâdî: Şöyle dediği anlatılır:
“Birgün bir gazveye çıkmıştık. Ordu komutanı
bana nafaka kabilinden bir şeyler göndermişti. Bunu hoş görmedim ve ihtiyaç sahibi gazilere dağıttım.”
Osmanlılar‘da devlet-Tasavvuf münase4. Ebu’l-Abbas et-Taberî: Tartus‘ta mücabeti, Osman Bey‘den itibaren adeta sistematik
bir yapı arz etmiştir. Osman Bey‘in bir Tasavvuf hidlere vaz ediyordu. Allah Teala‘nın celalinşeyhi olan Edebali ile, Orhan Gazi‘nin Ahi Hasan, den, azamet ve kudretinden bahsederken bayDavud-u Kayserî, Abdal Murad, Abdal Musa,Geyikli gın düştü ve hayatını kaybetti.
Baba ile, Murad Hüdavendigâr‘ın –bir “ahi” olan–
5. Züheyr b. Şu’be el-Mervezî: Şöyle dediği
Sinanüddin Yusuf Paşa ile, Yıldırım Bayezid‘in (aynı
zamanda damadı olan) Emir Buhârî ile, II. Murad‘ın nakledilmiştir: “Canım et çektiğinde, Bizans ülHacı Bayram Veli ile, Fatih‘in Akşemseddin ile, III, kesine girinceye kadar yemem. Ne zaman ki
onlardan ganimet elde ederiz.
Murad‘ın Şeyh Şaban Efendi ile, KaEti o ganimetlerden yerim.”
nuni‘nin Şeyh Ebû Sa’îd Efendi ve
Baba Haydarî-i Semerkandî ile…
6. Ali b. el-Hüseyin: İslam
“Resulullah (s. a.v)
ilişkisi Osmanlı’ya vücut veren yaülkesini Haçlılar‘dan temizlepının “ilmiye” (ulema), “seyfiye”
e, gazilere ikramda bumeye halkı teşvikte büyük rolü
(askerler) ve “kalemiye” (bürokrasi)
lunacağımıza, onlara
bulunan bu sufinin ribatına topyanında dördüncü bir ayağa daha isnakdî yardımda bululanan insanların, oraya bir “kıştinat ettiğini gösterir ki, o da “irşadinamayanlarımızın
ise
la” görüntüsü verdiği kaynaklaye” diyebileceğimiz Tasavvuf ehlidir.
rın naklettiği bir husustur.
yiyecek yardımı yapaTasavvuf ehlinin, toplumun
sadece ruhî ve ahlakî eğitimine
katkıda bulunmakla kalmayıp,
aynı zamanda, yeri geldiğinde
düşmanla savaşa (cihada) da
fiilî olarak katıldığını gösteren
pek çok örnek vardır. Bugün bunlara dair bazı örnekler zikredeceğim.
cağına yahut onların
aileleriyle ilgileneceğimize dair söz verdik.”
Okuyacağınız isimlerden birçoğu, sınır boylarında bulunan “ribat“larda yaşamış, bir yandan mücahidleri teşci ederek savaşa hazırlarken, bir yandan
da onların ruhî hayatlarının inkişafına gayret göstermişlerdir.
1. Hâtem el-Asamm: Katıldığı bir seferde,
bir dağ üzerinde nöbet tutarken hayatını kaybetmiştir.
2. Seriyy es-Sekatî: “Ey iman edenler!
Sabredin, (düşman karşısında) sebat gösterin…”
(3/Âl-i İmrân, 200) ayetini tefsir sadedinde, “Savaş
anında sebat ve istikamet üzere olmakla sabredin” dediği ve İmam Ahmed b. Hanbeltarafından
cihaddan dönerken övüldüğü nakledilmiştir.
Eylül
7. “Şam Aslanı” lakaplı Abdullah el-Yuninî: Tarihçiler tarafından “Heybetli, kahraman,
sürekli zikir ve cihadla meşgul
olan bir şeyhti. Keşif ehliydi.
Ne kadar kalabalık olursa olsun
düşmanla savaşmaktan çekinmezdi” ifadeleriyle anlatılmıştır.
8. Ebu’l-Abbâs el-Kudsî: Keramet sahibi
bir zat olduğu ve Kudüs‘e geldiğinde öküz üzerinde savaştığı için kendisine “Ebû Sevr” lakabı
verildiği nakledilmiştir.
9. Hasan b. Yusuf el-Mekzun: Kaynaklarda,
bin kişilik müridanıyla Haçlı savaşına katıldığı zikredilmiştir.
10. Abdurrahman el-Celculî: Haçlı savaşlarından birinde Dimeşk (Şam) girişinde şehid
olmuştur.
11. el-Haccâc
el-Fendulavî:
“Allah
mü’minlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır” ayetini okuduktan sonra
27
müridleriyle birlikte yaya olarak Haçlı savaşına katılmış ve şehid olmuştur.
12. Yahya b. Yusuf es-Sarsarî: Moğollar
Bağdat‘ı istila ettiğinde asasıyla 12 düşman
askerini öldürdükten sonra şehid düşmüştür.
Bu örneklerin çoğunu “çok bilinen” isimlerin
teşkil etmediğini biliyorum. Bu bakımdan bu örnekleri burada kesip, “çok bilinen” isimlerden de birkaç
örnek verelim:
1. Necmeddin-i Kübrâ: “Kübreviyye” tarikatının kurucusudur. Sadece Tasavvuf sahasında
değil, Hadis ve Tefsir gibi “zahirî ilimler”de de
yed-i tula sahibi idi.
Moğollar Horasan‘a girdiğinde Cengiz Han
ona, Harezm‘i yerle bir edeceğini bildirmiş ve orayı
terk etmesini söylemişti. Şeyh ise bunu reddetti, müritlerini toplayarak Moğollar‘ın karşısına dikildi. Elindeki uzun kargıyla savaşa fiilen iştirak etti ve
vücuduna saplanan bir okla şehit oldu.
2. İzzuddîn b. Abdisselam: Tasavvuf hırkasını, “Avârifu’l-Ma’ârif” yazarı Şihâbuddîn es-Sühreverdî‘den giydi. Zahir Baybars‘ın Moğol saldırısını
durdurup geri püskürttüğü ve Moğollar‘ı büyük bir
hezimete uğrattığı Ayn–Calut savaşının fetvasını o vermiştir.
İslam ordusunun Haçlılar‘la Mısır‘da giriştiği bir
savaşta gösterdiği keramet, Tâcuddîn es-Sübkî‘nin
“Tabakâtu’ş-Şâfi’iyye”sinde anlatılmıştır.
3. Muvaffakuddîn b. Kudâme: Hanbelî
mezhebinin büyük alimlerindendir. 61 yşında
iken Bağdat‘a geldi; Abdülkadir-i Geylanî‘nin
yanına gitti ve o vefat edene kadar yanından ayrılmadı. Burada “Kadirî” tarikatına girdiğini, yine bir
sufî alim olan İbnu’l-Mulakkın‘ın, Kadirî hırkasının
kendisine, Ebû Bekr el-Hanbelî, Ebû İshak el-Vâsıtî
veMuvaffakuddîn b. Kudâme silsilesiyle Abdülkadir-i
Geylanî‘den geldiğini söylemesinden anlıyoruz.
Keşif ve keramet sahibi olduğu söylenen İbn
Kudâme‘nin, düşmanla savaşırken omzundan yara
aldığı kaynaklar tarafından nakledilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v) ile tevessüle cevaz verenlerden olduğunu da burada bir not olarak düşelim.
4. en-Nevevî: Sufî şeyhi Yasin el-Merrâkeşî (Merrâkuşî)’ye tabi olduğu ve onun edebiyle
edeplendiği zikredilen İmam en-Nevevî, Zâhir Baybars‘ı Moğollar‘la savaşması için defaatle teşvik etmiştir.
Üzerinde konuştuğumuz meselenin, bu köşede hall-u fasl edilemeyecek kadar geniş olduğunun
farkında bulunmakla birlikte, serinin bu son yazısında temas edeceğim bir-iki noktanın, önceki yazılarla
birlikte ele alındığında Tasavvufhakkındaki önyargılardan veya bilgi eksikliğinden kaynaklanan kimi
olumsuz değerlendirmelerin bir kere daha gözden
geçirilmesine vesile olacağını umarım.
Cihad‘ın mana ve maksadında mündemiç olan
“İslam‘ın kitlelere ulaştırılması” görevi, temelde
bir “tebliğ ve davet” işidir. Tasavvuf ehlinin, tarih boyunca gezgin sufiler, ribatlar ve tekkeler
vasıtasıyla bu bağlamda icra ettiği fonksiyon
ise inkâr edilemeyecek boyuttadır.
“Resulullah (s.a.v)’e, mucahidlerin bulunduğu herhangi bir savaş bölgesine girersek, orada kaldığımız müddetçe gece bekçiliği yapacağımıza (nöbet tutacağımıza) söz
verdik.”
28
Eylül
Dışarıya yönelik olarak bu faaliyetleri yürüten
Tasavvuf ehlinin, içeride de toplumun irşadına dönük
çalışmalar yaptığını ayrıca belirtmeye gerek yoktur.
Öte yandan –bir önceki yazıda bir kısım örneklerini zikrettiğim gibi– Tasavvuf ehlinin, düşman
tasallutu karşısındacihada, gerek fiilen savaşmak, gerekse halkı teşvik etmek suretiyle iştirak etmekten geri durmadığı hakikatine gözlerimizi kapatmamız söz konusu olamaz.
Mağrib‘de kurulan Murabitun ve Muvahhidun
devletlerinin temellerinde, tıpkı Osmanlı gibi Tasavvuf şeyhlerinin harcını görmek şaşırtıcı olmadığı gibi,
aynı tesbiti Eyyubîler, Memlüklüler,
kısmen Babürlüler ve daha birçok
devlet hakkında tekrarlamak da yanlış değildir…
mının cihada fiilen iştirak ettiğini söylemek mümkün
değildir. Durum böyle diye bu ulemanın da hayattan
koptuğunu ve insanları da peşinden sürükleyerek pasifize ettiğini mi söylemek gerekir?
Şu halde burada şu soru önem kazanıyor: Bu iddia
niçin özellikle Tasavvuf ehli hakkında ileri sürülmektedir?
Bana kalırsa bunun tek bir cevabı vardır: Önyargı.
“Hayata katılma”nın en somut ve keskin
göstergesi olan “cihad“a fiilen iştirak edip etmeme
durumu, hangi meslek ve meşrebe mensup olursa
olsun herhangi bir İslam büyüğünün yaşadığı döneme, özel ve genel şartlara ve hizmet
etme tarzına bağlı olarak elbette değişecektir.
Resulullah (s.a.v)’e,
Aynı şekilde İslam dünyasının dört bir yanında geçtiğimiz
yüzyılda ve öncesinde verilen
kurtuluş savaşlarında Tasavvuf
ehlinin oynadığı aktif rolü görmemek için tarihe ve gerçeğe
karşı kör olmak gerekir.
cihad etmemiz mümkün olmazsa, bize şehadeti ve uhrevi sevabı sağlayacak işleri
yapacağımıza dair söz
verdik.”
Hint alt kıtası (İmam-ı Rabbânî
ve Şah Veliyyullah çizgisinin varisi
Deoband/Diyubend ekolünden gelen sufi alimler),Kuzey Afrika (Libya‘da Senusiyye hareketi, Cezayir‘de Emir Abdülkadir ve Muhammed Haddâd, Sudan‘da Muhammed
Ahmed el-Mehdi, Mısır‘da Ahmed el-Arabî, Mağrib‘de Muhammed b. Abdülkerim el-Hattâb…) ve
elbette Anadolu bu tesbitin canlı şahitleridir. Kafkasya‘da Şeyh Şamil ve bugün Filistin‘de adını “İzzeddin el-Kassâm Tugayları” vasıtasıyla tanıdığımız
şehid İzzeddin el-Kassâm da öyle…
Bu noktada biraz durup vakıaya “kuş bakışı”
bakalım:
Tasavvuf ehli hakkında ileri sürüldüğü şekliyle
“cihaddan geri durup, aşk-meşk işleriyle uğraşma” iddiasının, mesela “savaştan geri durup,
ilim işleriyle ilgilenme” tarzında Muhaddisler, Fakihler, Müfessirler, Kelamcılar vb. için aynı yoğunluk
ve boyutta ileri sürülmediği dikkat çekmektedir. Oysa
bu saydığım sahalarda etkin olmuş ulemanın tama-
Eylül
Öyleyse bu noktada ileri sürülebilecek örneklerden yola çıkarak “Tasavvuf insanı hayattan koparıyor”
gibi korkunç bir genellemeye ulaşmak
büyük bir yanılgı ve hata olur.
Bu yazıyı teberrüken İmam
eş-Şa’rânî‘nin konu hakkındaki
sözleriyle bitirelim:
“Resulullah (s. a.v)’e, gazilere ikramda bulunacağımıza, onlara
nakdî yardımda bulunamayanlarımızın ise yiyecek yardımı yapacağına yahut
onların aileleriyle ilgileneceğimize dair söz verdik.‫ذ‬
“Resulullah (s.a.v)’e, mucahidlerin bulunduğu herhangi bir savaş bölgesine girersek,
orada kaldığımız müddetçe gece bekçiliği yapacağımıza (nöbet tutacağımıza) söz verdik.
“Resulullah (s.a.v)’e, yataklarımızda değil, Allah uğrunda savaşırken şehid olarak ölmeyi dileyeceğimize ve Allahyolunda savaşmayı nefislerimize
kabul ettirmekten gafil kalmayacağımıza dair söz
verdik. Bunu bilfiil gerçekleştiremesek dahi, salih bir
niyet sahibi olmamız, Rabbimizin bize ecir vermesini
sağlayacaktır.”
“Resulullah (s.a.v)’e, cihad etmemiz
mümkün olmazsa, bize şehadeti ve uhrevi sevabı sağlayacak işleri yapacağımıza dair söz
verdik.”
29
Tasavvufa Dair
Ahmet YAŞAR
1- Tasavvufun Ortaya Çıkışı
Tasavvuf; Resulü Ekrem Efendimizin
güzel ahlâkı ile ahlâklanıp O’nun gibi amel-i
salihlerde bulunarak hayatımızı Resulü Ekrem’in hayatı gibi tanzim ederek yaşamaya
gayret etmektir.
dim Efen
e
r
k
E
lü
nıp
; Resu
f
u
v
hlâkla
v
a
a
e
l
i
Tas
ı
âk
buluzel ahl
e
ü
d
r
g
e
l
n
i
h
miz
sali
n
amel-i
i
krem’i
b
i
E
g
ü
n
l
u
u
O’n
Re s
tımızı
a
yaşay
k
a
e
h
r
e
k
d
a
nar
me
i tanzi
b
i
g
tir.
ı
t
haya
etmek
t
e
r
y
a
g
maya
30
Allah Teâlâ Hazretleri aşağıdaki âyet-i kerimelerde bizlere Resûlullah’a uymayı emrederek:
“Ey habibim onlara de ki Allah’ı severseniz bana tabi olun ki; Allah’da sizleri sevip
günahlarınızı affetsin” (Al-i İmran-31)
Eylül
“Muhakkak ki sizler için Allah ‘ın Resülünde en güzel uyulacak yollar vardır. Allah a
kavuşmak ve âhiretin sevabını kazanmak isteyenler için” (Ahzab-21) buyurmuştur:
Cenâb-ı Allah insanların dünya ve âhiret saadetine kavuşup cennet âleminde de Cemâl-i İlâhi’yi seyredebilmeleri için, Resûlullah’ı canlı bir kitap olarak
göndermiştir. Resûlullah Efendimiz’de Kur’an ahlâkı
ile ahlâklanarak insanlığa örnek olmuştur. Resûlullah
Efendimiz hayatı boyunca Allah Teâlâ’nın emrettiklerini yapıp yasakladıklarını terk ederek hayatımıza tatbik edeceğimiz hususları noksansız
olarak bizlere ulaştırmıştır.
Cenâb-ı Allah
“...Artık onlardan korkmayın benden korkun. Bugün
sizin için dininizi tamamladım.
Size din olarak İslam’a razı oldum...” (Maide 3) buyurmaktadır
Resûlullah âyet-i kerimede tamamlandığı beyan edilen bu dini,
bize örnek olması için yaşamıştır. Ashabı da ona tabi
olarak tebliğ edilenleri yaşamaya gayret etmiştir.
İşte Saadet Asrı diye adlandırılan bu asırda, İslâm bütün güzelliğiyle yaşanıyordu. Bu sebeple günümüzdeki gibi tarikat ehli olanlar veya olmayanlar
diye, değişik guruplaşmalar meydana gelmiyor ve
tasnifler yapılmıyordu.
Asr-ı Saadette İslâm’ın bugünkü gibi tarikat
veya şeriat denilen ayrı ayrı kısımları bulunmadığından mü’minler “Ben müslüman’ım, fakat tarikatçı değilim” veya “Ben müslüman’ım ama
şeriatçı değilim,” gibi boş sözler ve faydasız düşüncelerle meşgûl değildi.
Beşerîyetin önderi Resûl-ü Ekrem Efendimiz dünyadan ayrıldıktan sonra, mü’minler zaman içinde O’nun güzel ahlâkından ve sünnet yolundan, eski nebi ve resûllerin ümmetleri gibi sapmaya
başladılar. Meydana gelen amelî ve itikadî eksiklikleri gören ulema âyet ve hadislerin ışığında insanları
yeniden takvâya, sünnete ve güzel ahlâka davet etmeye, yeniden sünnet yolunu ihya edecek olan eğitim müesseselerini kurmaya başladılar. Bu sebeple
iki ayrı müessese meydana geldi,
iki ayrı isim ortaya çıktı. “Tarikat
ehli” ve “Medrese ehli” olanlar
gibi. Bu durum çağlar boyunca birçok yanlış anlaşılmaya ve ihtilafa
sebebiyet verdi. Münafık ve kâfirlerin fitnelerinin tesiri altında kalan,
ilim, hikmet ve irfandan mahrum
mü’minler “Ben müslüman’ım,
fakat tarikat ehli değilim,” gibi
cehalet kokan yanlış ifadelerle, insanların arasına ayrılık tohumlarını
serpmeye başladılar.
Fitne vazifesini yapmaya
başlayıp birinci merhaleyi geçince
ilimden, hikmetten ve irfandan mahrum insanlara şer-î ahkâmı da terk ettirmeye başladı.
Bir müddet sonra şer-i ahkâmı terk eden bu gâfiller
güruhu da ne mânâya geldiğini kendilerinin de bilmediği “Ben müslüman’ım fakat şeriatçı değilim,” cümlesini dillerine dolayarak diğer bir ayrılığı
başlattılar.
İşte, İslâm toplumunda tarikat ve şeriat ayrılığı
böylece başladı ve asırlar boyu sürdü. Zaman zaman
bu ayrılıktan medet uman odaklar, her iki tarafın da
ifrat ve tefrit cephelerini göz önüne çıkarıp, müslüman kitlelere hakaretler yağdırdılar. Bu düşüncelere ve kışkırtmalara âlet olan cahil müslümanlar da,
“Muhakkak ki sizler için Allah ‘ın Resülünde en güzel uyulacak yollar vardır. Allah a kavuşmak ve âhiretin sevabını kazanmak isteyenler için” (Ahzab-21) buyurmuştur:
Eylül
31
tevhid akidesinin dışına çıkıp, sahip oldukları tevhid
inancının zıddı davranışlar sergileyerek, mü’minlerin
parçalanmasına sebep oldular. Böylece Resûlullah’ın
“Ayrılık helak olmaktır,” hadisinin hakikati de zuhur etmiş oldu.
Cahil ve gâfil müslümanlar bu aldatıcı oyunlara kanıp sergiledikleri tavırlarından
dolayı helâk’a doğru sürüklenip, perişan bir
hâle düştüler. Allah Teâlâ tarafından birbirlerine
karşı şefkatli, hasımlarına karşı şedit olmaları istenen
mü’minler, maalesef birbirlerini insafsızca ithama ve
tenkide başladılar. Hıristiyanlara bile imandan pay
vermeye kalkan bazı gâfil ve cahiller, birbirlerine karşı
düşmanca tutum sergilemekten çekinmeyerek, aralarındaki muhabbet bağlarını koparıp attılar. Halbuki
akidemiz bize “Kâfirlere karşı şiddetli, mü’minlere karşı ise şefkat ve merhametli olmamızı,
hepimizin Allah’ın ipine sımsıkı sarılmamızı
emretmekte,” idi. Resûl-ü Ekrem Efendimiz de bir
hadis-i şerifinde bizlere:
takim” ismi verilmiştir. Bu yolların tarikatçı, şeriatçı,
ilim ehli v.s diye birbirinden ayrı olarak düşünülmesi
asla mümkün değildir. Fakat namazın her rekatında
“Bizi Sırat-ı Müstakim’de kararlı kıl,” diye dua
ettikten sonra bu yolun ne olduğunu araştırmayan
gâfillerin inkârları da çok görülmemelidir. Çünkü onlar ibadetlerini, bir adet olarak yerine getiren, gâfiller
ve cahiller gürûhunu temsil eden bedbahtlardır.
Cenâb-ı Allah Resûl-ü Ekrem Efendimiz’e hita-
“Şeriat, benim akvalim, yani Cenâb-ı
Allah’ın vahiy yolu ile bildirdiği, benim de
sizlere tebliğ ettiğim muhkem emirler ve yasaklardır. Tarikat, benim ef’alim, yani Allah
Teâlâ’nın bana bildirdiklerini hayatıma tatbik etme yolumdur. Hakikat ise, benim hâlim,
yani İslâm’la bütünleşen yaşayış tarzımdır,”
buyurmaktadır
Bütün bu ifadelerden anlıyoruz ki, insanın ortaya çıkardığı ihtilafların halli, birlik ve muhabbetin
kaynağı olan marifetullah bilgisinin temeli, Allah’ı
kâmil mânâda tanımak ve bilmekle mümkündür.
Marifetullah; kalbe mahlûkun korku ve sevgisini sokmadan, mahlûkun varlığını bir hiç olarak kabul edip,
Âlemlerin Rabb’ını tanımak ve gönderdiği kitabı tetkik ederek emredilenleri ve yasaklananları kavrayarak yaşamak demektir.
İşte insanı hakikate götüren, Hakk’a vasıl olmasını sağlayan yolların hepsine birden, “Sırat-ı müs-
ben:
“De ki beni Sırat-ı Müstakime hidâyet
eden Rabb’imdir.” (En’am-161) buyurmuştur.
Kur’an-ı Kerim’in birçok âyetinde Sırat-ı Müstakim cümlesi geçmektedir. Bu âyet-i celilelerde bu
yolların tek bir yol olduğunu ve insanlığı sadece Allah Zülcelâle kavuşturmayı hedeflediğini görmekteyiz. Toplum arasında ise bu durumu ifade etmek için
Arapça da “Yol” mânâsına gelen “Tarikat” kelimesi
kullanılmıştır.
Tarikatı bu mânâda düşündüğümüz zaman; tarikatın aslında şüphe olmadığı gibi Kur’an ve Sünnete
dayalı olan âdâp ve vasıflarında da şüphe bulunmamaktadır. Yalnız, günümüz tarikat ehli sofulardan
bazılarının yaptıkları Kur’an ve Sünnete ters
düşen davranışlara bakarak, tarikatlar hakkın-
“...Artık onlardan korkmayın benden korkun. Bugün sizin için dininizi tamamladım. Size din olarak İslam’a razı oldum...” (Maide 3) buyurmaktadır
32
Eylül
da hüküm vermeden, asırlar boyu mü’minlerin
ilim, irfan ve hikmeti anlama ve kavramasına vesile olan bu yolu, sağlam kaynaklardan
araştırarak, durumu değerlendirmeliyiz.
Tarikat ehli geçinen bazı cahiller, tarikatın sadece zikrullah’tan ibaret olduğunu belirterek İslâm’ın hükümlerini ve Sünnet-i Resûlullah’ı bir tarafa bırakıp ahkâm-ı ilâhiyi göz
ardı ederler. Bu durum, en az tarikata karşı çıkanların tavrı kadar yanlış ve tehlikeli bir davranıştır.
Resûlullah bir hadis-i şerifinde “İmanın yetmiş dokuz derecesi vardır. En
yüksek derecesi Kelime-i Tevhid, en alt derecesi ise yol üzerinde eziyet veren bir şeyi orResûlullah bir hatadan kaldırmaktır,” buyurarak
dis-i şerifinde “İmanın
îmanın bir bütün olarak yaşanması
yetmiş dokuz derecesi
gerektiği ifade etmiştir. İslam’ın hüvardır. En yüksek dekümlerinin bazılarının yaşanarak bazılarının terk edilmesiyle, insanın nerecesi Kelime-i Tevhid,
fesleri sayısınca vaad edilen kemalat
en alt derecesi ise yol
mertebelerinin elde etmesi mümkün
üzerinde eziyet veren
değildir. Eğer iman ve amelde kemâbir şeyi ortadan kaldırlata ermek istiyorsak, Resûl-ü Ekrem
maktır,”
Efendimiz’e tam mânâsı ile ittiba etmemiz gerektiğini, gönlümüze nakşetmeliyiz.
2- Mürşide Biat Ve Kâmil
Mürşidin Özellikleri
Bazıları, mürşide niçin ihtiyaç olsun ki
derler. Halbuki yolu bilmeyen bir kişiye yolu bilen
birinin yol göstermesi, yolu tarif etmesi, memnuniyet verici bir hadise ve zaruri bir ihtiyaçtır. Bundan
dolayıdır ki Cenâb-ı Allah, sapıklaşan insanlara
nebi ve resûllerini, yol gösterici ve eğitici rehberler olarak göndermiştir.
İnsanın kendi başına tekamülü mümkün
olsa idi Cenâb-ı Allah, Hz. Musa’yı, Hızır’dan
ilim tahsil etmeye göndermezdi. Hz. Musa’yı
Hızır’a gönderen Rabb’imiz, bizlere bilenlerden faydalanmamız gerektiğinin en güzel örneğini vermiş ve
Kur’an-ı Kerim’de:
“Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz kişilerden
başkasını resûl olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun,” (16 Nahl 43)
buyurmuştur.
Rabb’iyle konuşmak üzere
miraca giderken, Cebrail’in Resûl-ü
Ekrem Efendimiz’e yol göstermesi
de, bir başka misal olarak karşımızda durmaktadır.
Bu demek değildir ki; insanlar,
ne olduğu belli olmayan, ilimden,
irfandan ve hikmetten nasipsiz, cehalet bataklığına yuvarlanarak nefsin
esareti altında dolaşan, bataklıkta yalnız kalmamak
için de insanları aldatarak, ateşini alevlendirdiği cehennem çukuruna yuvarlayanları, mürşid olarak kabul edip peşlerinde sürüklensinler.
Mürşid olan kişi, tevhid ilmiyle mücehhez olmalı; yani şeriat, tarikat, hakikat ve
marifetullah ilimlerini bilmelidir. Mürşid, sahip olduğu bu ilimleri hayatına aktararak, hâliyle, bilmeyenlere yol gösterirken, hâlinin tezahürü olan sohbetleriyle de, irşad faaliyetini
devam ettirir. Resûl-ü Ekrem Efendimiz bir hadis-i
şerifinde Hz. Ali Efendimize “Ya Ali! Evvelâ kendine bir arkadaş bul, ondan sonra yola çık,”
buyurarak yolu bilmeyenlerin, bir yol arkadaşıyla
gayesi olan hedefine, daha kolay ulaşabileceğini,
bizlere bildirmiştir.
Mürşide biat meselesine gelince: Bir insan sahip olduğu tevhid ilmine göre araştırarak bulduğu
Eylül
33
Konusunda kemâlat sahibi olan bir ilim
ehlinden faydalanmak, birçok ilim sahibinden
faydalanmaktan daha kolay olduğu için, bir
mürşide ittibâda faydalar görülmüştür. Çünkü
her ilim ve hikmet ehlinin insanı Hakk’a götüren eğitim metotları birbirinden ayrı olabilir.
Kişi, bunların hepsini ayrı ayrı dinlediği vakit, bazı hususlarda kafasında istifham oluşarak şüpheye düşer.
Şüphe ise en tehlikeli kötü ahlâklardan birisidir.
3- Râbıta Ve Tevessül
mürşidin, ilmine itimat ederek, ondan faydalanmak
isterse birbirleri ile mânevî bir irtibat kurarak kardeşlik bağları tesis ederler. Kurulan bu bağı kuvvetlendirmek için de aralarında kardeşlik biat’ı yaparlar. Tıpkı
Resûl-ü Ekrem Efendimiz’in Muhacirlerle, Ensar’a
aralarında kardeşlik biatını emretmesi ve onların da
birbirlerine “seni dünya ve âhiret kardeşliğine
kabul ettim,” diyerek biat etmeleri gibi
Özetlemek gerekirse mürid, mürşidin göstereceği yolda yürüyeceğine, mürşid ise âyet ve hadislerin
ışığında ona yol göstereceğine söz vererek birbirleri
ile biatleşirler.
Bu anlaşma, bazılarının söylediği ve genellikle
de zannedildiği gibi, kayıtsız ve şartsız bir anlaşma değildir. Bilakis bu anlaşma Kur’an ve Sünnetle kayıtlı
ve şartlıdır. Bu sebeple mürşid de bir beşer olarak yanıldığı vakit, mürid onu ikaz etmek mecburiyetindedir. Mürid, mürşidini hatasından dolayı ikaz etmezse,
âsi ve günahkârlardan olur. Çünkü “Emr-i bil mâruf ve nehy-i anil münker,” farzını terk etmiştir.
Mürşid Kur’an ve Sünnet yolundan ayrılıp bidat ve
sapıklık yoluna girerse ve müridlerinin bütün ikazlarına rağmen hatasından dönmezse, mürid, mürşidi ile
arasındaki biatı bozarak Kur’an ve Sünnet yolunda
yürümeye devam ederek, kendisine yeni bir rehber
arar. Yoksa bazılarının dedikleri gibi, yapılanda hikmet aramak, insanın dünya ve âhiretini felâkete sürükleyen bir faciadır.
Râbıta meselesini kavrayabilmemiz için, râbıtanın gerçek mânâsını öğrenmeliyiz. Kısaca ifade etmek
gerekirse rabıta, iki varlık arasında kurulan bir
muhabbet bağıdır. Muhabbet, insanı sevdiğine
kavuşturan en büyük güzel ahlâklardandır. Allah rızasını kazanmak için, gönül bir yere bağlı olursa, o muhabbet ayna vazifesi görerek, üzerine geleni
yansıtır. Dolayısıyla rabıta, rabıta yapılan şahsa değil Allah’a yapılmaktadır. Resûl-ü Ekrem Efendimiz
“Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek ve
buğz etmektir,” buyurmuştur. Yapacağımız her işi
Allah rızasını kazanma niyetiyle yaparsak, Allah ile
olan rabıtamız/bağımız kuvvetlenir. Çünkü sevgi ve
muhabbetin devamı kişinin sevdiğini daima
hatırında tutması ile mümkündür.
Rabıtaya karşı çıkan ve çıkmayan insanların pek
çoğunun kalbinde sayısız rabıtalar mevcuttur. Kişi,
kendisini Allah’tan uzaklaştıran bu rabıtalardan kurtulmak için büyük bir mücadele vererek sevdiğini Allah için sevmelidir. Yani mü’min gönlünde tek bir
rabıta/bağ bulundurmalıdır. Bunu sağlayamayan
gâfillerin gönlü yukarıda da belirttiğimiz gibi birçok
rabıtalara kucak açarak, âdeta puthaneye döner de,
o gâfil kişi bu durumun farkında dahi olmaz.
Cenâb-ı Hakk Kur’an-ı Kerim’de:
Rabıta, iki varlık arasında kurulan bir muhabbet bağıdır. Muhabbet, insanı sevdiğine kavuşturan en büyük güzel ahlâklardandır.
34
Eylül
“Nefsanî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın
ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici
menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer,
Allah’ın katındadır.” (Al-i İmran-14) buyurduğu
gibi, insan bunlara benzeyen şeyler ve gönlünde
muhabbeti yerleşen diğer hususlarla devamlı olarak rabıta halindedir.
Rabıtayı, bu izahımıza göre değerlendirdiğimiz
vakit, rabıtanın tevhid yolunun temelini oluşturan bir
esas olduğunu görürüz. Bundan dolayı bütün mahlûkat birbirine raptedilmiş ve tevhid-i hakiki zuhur
etmiştir.
Namazda; cemaatın imama tabi olması, rabıtanın bir değişik şeklidir. Yapılan dualara cemaatin
amin demesi, rabıtanın diğer bir şeklidir. Eğer rabıtanın şirk gibi hatalı bir fiil olduğu düşünülürse, namaz
kılanlar bu hatayı devamlı olarak işlemektedirler.
İnsan, bahsedilen bu rabıtalardan kurtulmak
için, Allah dostlarından muttakî birisini Allah için seAllah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de:
vince, o muhabbet, kalpteki diğer rabıtaları azaltır.
Azalan bu rabıtalar aradan kalkınca
“Ey İman edenler Allah’tan
Allah için olan rabıta, rabıta edilen
korkun ve Allah’a vasıl olmak
şahsı da aradan kaldırır. Vasıtalar
için bir vesile arayın” (Maide 35)
aradan kalkınca Cebrail’in Sidre-i
buyurmuştur.
Müntehada “Artık ben buradan
Rabıta, muhabbet
ileri geçemiyorum,” diyerek Habağı demektir. RabıtaBir diğer âyet-i kerimede ise
bible Mahbubunun arasından çekilsız
yaşamak
mümkün
“Ve sadıklarla
mesi gibi, mürşidler de, muhabbet
olmadığından
dolayı
beraber
olun,”
(Tevbe-119)
butamamlanınca, aradan çekilirler.
yurmuştur.
bütün varlıklar kenResûl-ü Ekrem Efendimiz “İndilerine has bir rabıta
Rabıtaya karşı çıkarak, rabıtayı
san sevdiği ile beraberdir,” buhalinde yaşamaktadır.
şirk
olarak
değerlendirme gafletinde
yurmaktadır. Kişinin sevdiği, Allah’ı
bulunan insanlar, kalblere yerleşen
seviyorsa, Allah da o kişiyi seviyor
bunca rabıtayı görmezlikten gelerek,
demektir. Dolayısıyla o kişi, Allah
rabıta yapanları tekfir edeceklerine,
yolcusudur. O’nu sevenler de aynı
zübde-i
kâinat/kâinatın özü olan inyolun yolcusudur.
sanı, bütün yönleri ile tanımaya gayret etseler, çok
Rabıta, muhabbet bağı demektir. Rabıta- daha faydalı bir iş yapmış olurlardı.
sız yaşamak mümkün olmadığından dolayı büİnsanın alnından yayılan zihin gücünün, intün varlıklar kendilerine has bir rabıta halinde
yaşamaktadır. Bitkiler, güneş, hava, su ve toprakla sanlar üzerinde tesiri olduğu, modern tıp tarafından
rabıtası olmazsa, yeşeremez. Bütün mahlukat da, bu da ispat edilen bir hakikattir. Allah Zülcelâl’i zikredip muhabbetine nâil olan kişilerin arasında buluvarlıklarla rabıta halindedir.
nanlara, huzur; münafık, kafir ve fasıkların yanında
oturanlara ise gaflet geldiğini, araştıranlar kolaylıkla
tespit ederler. Bu bize gösteriyor ki insanların halleri,
yanlarında bulunanlara müspet veya menfi bir şekilde tesir etmektedir.
Rabıta, aynı zamanda tevessül etmek demektir.
Tevessül hakkında da birçok âyet-i kerime ve hadis-i
şerifler mevcuttur. Resûl-ü Ekrem Efendimiz’in yağmur duası yaparken “Ya Rabb! Amcam Abbas
hürmetine yağmur yağdır,” demesi, mağarada
gizlenen Ashab-ı Râkîm diye bilinen zatların, mağara
Eylül
35
kapısına düşen kayanın kalkması için amellerine tevessül edip kurtulmaları, tevessüle birer delildir. Bir
insanın kendi ameli ile tevessülde bulunmasından,
başkalarının onun amelleri ile tevessül etmesi, daha
faziletlidir.
Bir insanın Kabe-i Muazzama’nın duvarlarına
teveccüh etmesinin sebeb-i hikmetini öğrenirsek, rabıtaya karşı olan şüphelerimizi gidermiş oluruz. Beytullah’a dönüş ilâhî bir emre dönüştür. Meleklerin Hz.
Adem’e secde etmeleri de bir tevessüldür. Kıble âlem-i
emirdendir. İnsanoğluna Allah Teâlâ’nın âlem-i emirden beş tecellisi vardır. Bu tecelli kapılarını insanlar
inkâr ederek kapamazlarsa, güneş gibi etrafa yayılan
birbirlerinin tecelliyatından faydalanırlar.
Üşüyenlerin güneş ışığından faydalanıp ısındığı gibi, isyan dalgalarından kaçıp bir araya toplanan mü’min’ler de, birbirlerinin muhabbetinden
faydalanırlar.
Resûl-u Ekrem Efendimiz bu sebeple “Cemaat
rahmettir,” buyurmuştur. Cemaat olan mü’minler,
aynaya bakınca aynayı değil, aynada görülenin sıfatlarını müşahede ederler. İnsanlar da Allah’ın sıfatlarının aynasıdır. Allah için bir araya gelenler Allah’ın
sıfatlarının tecellilerinden faydalanırlar. Allah Teâlâ
sevdiklerine bazı sıfatlarıyla tecelli eder, mü’minlere hidâyeti ile tecelli eden Rabb’imiz onların
kalblerini hidâyet güneşi ile aydınlatmıştır.
Mü’minlerde, Cenâb-ı Allah’ın sıfatlarının tecellileri görülebilir. Allah Teâlâ’nın Cemal, Celal, Şâfi
ve İlim sıfatlarının tecellileri görünen mü’minlerle bir
arada bulunanlar, Allah’ın Teâlâ’nın bir lütuf olarak o
mü’mine ihsan ettiği tecellilerden, istifade edebilirler.
Bu tecellilerden istifade edenler, Allah’ın sıfatlarının
tecellisine mazhar olanlardan değil, bizzat Allah’ın
nimetlerinden faydalanmış olurlar. Çünkü muttakî
mü’minler bir ayna vazifesi görerek, kendisine lütfedilenleri, başkalarına aksettirmektedirler.
Allah Teâlâ’nın tecelliyatında zaman cârî olmadığı için bir araya gelen mü’minler birbirlerindeki
manevî tecellilerden feyz alırlar. Mü’minlerin sahip
oldukları bu tecelliler, ölümleri ile de kesilmez. Onun
için kabir ziyaretleri de caiz görülmüştür.
36
Bu hususa bir açıklık getirmekte fayda vardır.
Her ne sûretle olursa olsun kabirde yatan insanlardan
bir şey beklemek, bir sıkıntının hallini istemek inanç
esaslarımıza ters bir anlayış olup, insanın şirke düşmesine sebep olur. Yalnız yukarıda da ifade ettiğimiz
gibi Allah Teâlâ’nın sıfatlarından birisinin tecellisine
mazhar olan şahsın kabrini ziyarete gidenler, o tecellilerden istifade edebileceği gibi, o kabirde yatan
zâtın kemâlatı sebebi ile şefâatine ve tevessülüne nail
olmak için de, Allah Teâlâ Hazretlerine dua ve niyaz
edebilirler.
Hülasa-i kelâm tarikat tükenmez sözlerle ifâde
edilebilecek bir müessese olmayıp, inanılan esasların
hayata aktarılmasının sağlandığı bir eğitim mektebidir. Onun tadını ancak yaşayan bilir, ondan alınan
zevk, yaşayanlardan öğrenilir. Bizden önceki muttakî
âlimler ve zâhidler, insanlara sadece konuşmalarıyla
değil, anlattıkları hakikatleri yaşayarak örnek olmaya çalışmışlardır. Bu hayat tarzından ve düşünce yapısından bizler de hissedar olabilirsek, gerçek olanı
araştırmaya başlayarak hakikatleri öğrenip, ilim ve
irfandan mahrum insanların peşinde kuyruk olmayız.
Gerektiği vakit tavrımızı koyarak içine düştükleri hatalara karşı onları ikaz ederiz.
Gelmiş geçmiş bütün ulema, bu anlayıştaki
rabıtanın caiz olduğunda ittifak etmiştirler. Birçok
müfessir ve muhaddis, eserlerinde rabıtayı en güzel
şekilde açıklamıştır. Sahabenin icması da, rabıtayı ispat etmektedir. Rabıta hususunda oluşan bu ittifaktan sonra cehalet ve gafletleri sebebiyle rabıtayı inkâr
etmek, mesnetsiz bir iddia ve kalp körlüğünden olsa
gerektir. Cenâb-ı Allah’tan niyazımız:
“Gözler körleşmez kalpler körleşir” (Hacc
46) âyetinin hükmünden bizleri muhafaza etmesidir.
Rabb’im mü’minlere lütfedilen basîret sayesinde,
Hakk’ı ve bâtılı birbirinden ayırma şuurunu da bizlere
ihsan etsin. Biliniz ki insan gönlü, Allah Teâlâ’nın sıfatlarının tecelli aynasıdır.
Velhamdü lillahi Rabbil âlemin. El Fatiha.
Eylül
Hadis-i Şerif
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem, şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Her kim bir dostuma düşmanlık ederse, ben
ona karşı harb ilân ederim. Kulum, kendisine emrettiğim farzlardan, bence
daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık sağlayamaz. Kulum bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibadetlerle durmadan yaklaşır; nihâyet ben onu
severim. Kulumu sevince de (âdeta) ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan
eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden ne isterse, onu mutlaka veririm, bana
sığınırsa, onu korurum.” (Buhârî, Rikak 38.)
37
Hacc
Prof. Dr. Ali AKPINAR
ibadet
e
v
a
u
op l u d
Hac, t
ir v e d e
z
n
e
unun
c o ş ku s
ettir.
d
a
b
i
r
ığ ı bi
,
ta d ı l d
ıfların
y
a
z
,
n
mları
Mazlu
inlerin
k
ç
e
s
,
l e r in
ir
g ü ç sü z
ılan b
n
a
l
r
a
r
dan ya
n
ı
r
a
l
du a
ir hac.
t
t
e
d
a
ib
38
Sözlükte Hac, ziyarete yönelmek anlamındadır. İslamî literatürde ise, Allah’ın evi
Kabe’yi belirli vakitlerde belirli şartlarla ve
belirli şekilde ziyaret etmek, diye tanımlanmıştır.[1] İslam’ın dışındaki pek çok dinde kutsal yerleri
ziyaret etme bir çeşit ibadet sayıldığı gibi, İslam öncesi Araplar da asırlardan beri Mekke’deki Kabe’yi
ziyaret ediyorlar ve kutsadıkları bu ziyareti “Hac”
diye isimlendiriyorlardı. İslam, Hz. İbrahim Peygamberin devrinden sonra yozlaşarak süregelen bu
tarihi geleneği koyduğu prensiplerle yeniden tevhidi kimliğine bürümüş ve onu aynı ad altında daha
düzenli bir hale getirmiştir.[2]
Bu kutlu ibadet hakkında Kur’ân-ı Kerim’de
şöyle buyurulur:
‘’Ya Rabbena! Ben soyumdan bir kısmını senin Harem Evinin yanında, ekin bitmez
bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Onlar namazı hakkıyla kılsınlar diye. Bundan böyle
insanlardan bir kısım gönülleri onlara doğru
Eylül
akıt..” [3] ttHz. İbrahim’in bu duasına icabet eden Cenab-ı Hak, tarih boyunca ve kıyamete kadar devam
edecek bir süreçte milyonlarca insanın o kutlu beldeye seyahat etmesini sağlamıştır.
“O zaman (Hz. İbrahim dua ettiğinde) biz
beyti (Kabe’yi) insanlar için sürekli dönüp varılacak bir sevap kazanma yeri (mesâbe) ve emin
bir yer kıldık..” [4]
“ Allah, Haram Beyt Kabe’yi insanlar için
kıyam aracı kıldı...” [5]
“Doğrusu insanlar için
kurulan ilk mabed, elbette
Mekke’deki o çok mübarek ve
bütün alemlere hidayet olan
Kabe’dir. Orda açık ayetler var.
İbrahim’in makamı var. Oraya
girip sığınan emin olur. Ona
yol bulabilen herkesin o beyti haccetmesi insanlar üzerine
Allah’ın bir hakkıdır.. Kim bu
hakkı tanımazsa şüphesiz Allah’ın ona ihtiyacı yoktur. O
tüm alemlerden müstağnidir.”[6]
ziyaret etmektir. Hz. İbrahim ile başlayan Haccın, tavaftan başka rukünleri, vacib ve sünnetleri de vardır.
2. Hac, sevgisi ile tutuşan gönüllerin sürekli Kabe’ye aktığı ve bu akışla sevap kazanılan kutlu bir ibadettir.
3. Hac ibadetinin yapıldığı Kabe insanların kıyam yeri/aracıdır. Onların din ve dünyaları Kabe ile
kaimdir beşeriyetin. hayatlarının huzurlu bir düzen
içerisinde geçmesi buna bağlıdır.[10] Şimdi bu maddeyi biraz açalım:
Hacla Dinin Kaim olması:
İslam, tevhid dinidir. Tevhidin
temeli ise Mekke’de atılmıştır.
Hz. İbrahim, Kabe’nin duvarlarını
örerken Tevhidin de temelini atmıştır. Yıllar sonra Hz. Muhammed de, Tevhid hareketin Mekke’den başlatmıştır. Mekke,
şehirlerin anası (Ümmü’l-Kurâ)
ve merkezidir.
Şimdi bu ayetlerden anlaşılan manalardan bir
kısmını sıralayalım:
Mekke ve Kabe yeryüzünün
hem coğrafik merkezidir, hem de
Tevhidin merkezidir. Vahyin beşiği, İslam Peygamberinin yurdu, Ümmetin kıblesi, İslam’ın ilk defa hayata
yansıyarak ümmete örnekler sunduğu coğrafyadır Mekke ve şarz kaynağıdır Kabe. İşte hac
vasıtasıyla müslümanların o kaynağa başvurup,
ondan kana kana dolmalarıyla İslam’ın temsilcileri olan hacıların şahsında Tevhid yenilenir, neşv ü
nema bulur. Hac görevini yapan insanlar, günahlarından arınırlar, tekrar günaha dönmeme kararlılıklarıyla ülkelerine dönerler ve orada daha güzel bir
hayatın adamı olmaya çalışırlar.
1. Hac. Hz. İbrahim’in kurduğu Mekke’deki Allah’ın Harem Beyti Kabe’yi, Allah için, O’nun emri
olduğu için ve O’nun hoşnutluğunu kazanmak için
Öte yandan cemaat dini İslam’ın en büyük
ve örneklik açısından en anlamlı cemaati hac
ibadetiyle oluşturulur. Dünyanın dört bir yanın-
“Haccı. tüm insanlara duyur. Gerek yaya, gerek her derin vadiden gelmek1e incelmiş bir bir binit üzerinde sana
gelsinler. Gelsinler de kendilerine ait birtakım
menfaatlere şahit olsunlar..”[7]
“Haccı ve Umreyi Allah için tam yapın...” [8]
“ Hac bilinen aylardadır...”[9]
“Haccı. tüm insanlara duyur. Gerek yaya, gerek her derin vadiden gelmek1e incelmiş bir bir binit üzerinde sana gelsinler. Gelsinler de kendilerine ait birtakım
menfaatlere şahit olsunlar..”[7]
Eylül
39
dan Mekke’ye akın eden İslam temsilcileri,
hem birbirleriyle tanışır, kaynaşır, dertleşir,
ilim ve kültür alışverişinde bulunurlar, hem
de, bir yıllık siyasi bir strateji belirleyerek İslam düşmanlarına karşı bir gövde gösterisi yaparlar.
Bu yüzden Hacda tavaf vardır, tavafta omuzlan silkerek koşar adım yürüme (hervele) vardır. Yine/haccda
yüksek sesle, haykırılan tekbir ve telbiye duaları/sloganları vardır.
Tüm yönleriyle hac yıllık büyük bir kongredir.
Bir çeşit askerî tatbikattır, ilmî-fikrî sempozyumdur.
Ümmetin gündemini belirleyen sosyal, ekonomik ve
siyasal büyük bir zirvedir.
İşte ümmetin seçkinlerinin, Allah’ın belirlediği
seçkin günlerde ve seçkin coğrafyasında gerçekleştirdikleri bu kutlu ibadetle din kaim olur, payidar olur.
Tahriften, tebdilden, yozlaşmadan ve gerilemeden
kurtulmuş olur.
Haccla Dünyanın Kaim Olması: İslam
hem ahiret dini hem de dünya dinidir. Onda
mana ile madde, ahiret ile dünya iç içedir.
Dünyasız din olmaz. Zira din, dünyada yaşanmak
için gönderilmiştir. Zaten ahireti kazandıran da
dünyadır. Bu yüzden İslam, doğru bir ahiret inancını, inanan insanlara açıkladığı gibi, sağlıklı bir dünya
anlayışını da açıklar. Ona göre dünyayı putlaştırmak
da yoktur, dünyadan ve dünyalıktan tamamen el-etek çekme (ruhbanlık) de yoktur.
İşte hac ibadetinde İslam’ın hedeflediği bir dünyanın kurulmasına da özen gösterilmiştir. Şöyle ki,
Hac ibadetinin kökleştireceği Tevhid inancının etrafında kalp ve kalıp olarak kenetlenen
insanların o birlikteliği dünya barışının alt yapısını oluşturur. Kendisine avlanmayı, otları bile
koparmayı yasak kılan ihramlı Hacı, aynı zamanda
temiz bir çevreciliğin bir nevi tatbikatını yapar.
Öte yandan hacc ibadeti ekonomik bir
pazardır. Ayetler, hacdaki insanlar için olan bir ta-
kım menfaatlere işaret ederken onun bu yönüne
dikkatlerimizi çekmektedir. Nitekim “Rabbinizin
fazlından (bir ticaret) istemeniz size günah değildir.”[11] buyurularak tek gaye haline getirilmemek
şartıyla haccda ticarete izin verilmiştir. Yine hacc ibadeti İslamî turizm sektörünü canlı tutan en önemli unsurdur. İşte tüm sayılanlar da hac ile dünya işlerinin
randımanlı bir şekilde işlemesidir. Ama. elbette tüm
bunlar İslam’ın öngördüğü şekilde haccı tam anlamıyla yapmakla mümkündür.
4. Gücü yeten her müslümanın haccetmesi
Allah’a olan bir borçtur. Bu, Allah Teala’nın, kullarının haccına ihtiyacı olduğu anlamına gelmez. Ama
din ve dünyanın kıyamı için kullar hacca muhtaçtır.
5. Ermenice Haç kelimesi nasıl Hıristiyanlığın
simgesi ise, Arapça Hac ibadeti de İslam’ın şiarıdır.[12] Bu yüzden yapacağımız Hac ibadetine, İslam’ın hedeflediği engin manaları yüklemeliyiz. Hac
turistik bir geziden öte bir ibadettir. Hac, tüm prensipleriyle İslam’ı hayatımıza taşımalı. Hacla vahiy yeniden inmeli bize. Hac bizi, Muhammedî ahlakla tanıştırrmalıdır. Ve hacılarımız dönüşte bizlere Ebu
Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler ve onların
ahlakını getirmelidir..
İslam hem ahiret dini hem de dünya dinidir. Onda mana ile madde, ahiret ile
dünya iç içedir. Dünyasız din olmaz. Zira din, dünyada yaşanmak için gönderilmiştir.
Zaten ahireti kazandıran da dünyadır.
40
Eylül
Hac, Savaşsız
Cihaddır!
Konuyu hadis-i şerifle bağlayalım:
“Hac yapmak isteyen elini çabuk tutsun.
Çünkü O ,kişi başına ne geleceğini bilemez.
Hastalanabilir, eline geçen imkanları kaybedip muhtaç duruma düşebilir.” [14]
Kur’ân-ı Kerimde, Bakara Suresi 190-195.
ayetlerde cihaddan bahsedildikten sonra 196-203.
Ömrünün sonlarında hac, farz kılındığı için
ayetlerde hacdan bahsedilmiştir. Bu suretle savaş ve
hac ibadetleri arasında varolan ilişkiye işaret edil- Peygamberimiz bir kez hac yapmışken; Hz.
Aişe gibi kadınlar başta olmak üzere pek çok
mektedir. Şöyle ki; her iki ibadette de can ve mal
sahabe, pek çok defa hac etmişlerdir. “Bu yüzfedakarlığı ön plandadır. Her iki ibadette hem
den temel gayeleri göz ardı edilmemek kaydıyla gücü
bedeni hem de mali ibadetlerdendir. Özellikle
yeten Müslümanlar, farz olan haccı yaptıktan sonra
hacda, “büyük cihad” olarak nitelendirilen nefisle
da Hicaza[15]gitmelidirler. Zekat, infak gibi temel
savaş önemli bir yer tutar. Her iki
malî ibadetleri aksatmamak,
ibadette insanda gizli bir takım
haccı bunlara engel kılmamak
cevherleri açığa çıkaran yolcuşartıyla birden fazla hacc etluk ve sıkıntılarına katlanmak
mek isteyen, tekrar tekrar şarz
vardır.
“Hac yapmak isteolmak
isteyen
müminlerin
yen elini çabuk tutsun.
bu hayırlı’ amellerinın önüne
İşte bu inceliklere hadisgeçmek de hiç kimsenin yetÇünkü O ,kişi başına
lerde hac ibadeti çocuk, kadın,
kisi dahilinde değildir. Nitekim
ne geleceğini bilemez.
yaşlı ve güçsüz kişilerin cihadı
büyük mezhep imamı Ebu HaniHastalanabilir, eline
olarak tanımlanmıştır.[13]
fe’nin elli beş kere[16] hacca gitgeçen imkanları kaytiği kaynaklarımızda yer almıştır.
Bu yönüyle hac, savaşsız
bedip muhtaç duruma
O, seksen senelik ömrüne bu
cihaddır. Fitnelere son verip
[14]
kadar haccı sığdırmıştır. Aynı
düşebilir.”
kardeşlikleri tesis eden günahzamanda uluslar arası bir ticaret
lardan el-etek çekip nefsi dizadamı olan imam, bu hac yolculukginleyen, Kabe kaynaklı Tevhilarıyla manevî, ilmî ve iktisadî alış
di tüm yeryüzüne taşıyan, insan
verişlerde bulunmuştur.
ve cin Şeytanlarına gözdağı verip sindiren bir
kutlu cihaddır. Bir eylemin cihad olabilmesi için
ise, tüm gayret ve fedakarlıkların seferber edilerek
Allah için yapılması kaçınılmazdır. Zaten İslam’ın hedeflediği “mebrur hacc” da günahların karışmadığı,
hakkıyla yapılan kabule şayan hacdır.
Elbette taabbüdî ibadetler Yüce Allah’ın emri
olduğu için yapılır. Onlar da mutlaka bir hikmet ve
bir gerekçe aranmaz. Ancak bir adı da ‘Hakîm’ olan
ve her yaptığında, her söylediğinde sayısız hikmetler olan Yüce Yaratıcının emrettiği ve yasakladığı her
şeyde de pek çok hikmet vardır. Bu hikmetlerin bizce
bilinebilenleri olduğu gibi, net olarak bilinemeyenleri
de olabilir. Emir ve yasaklardaki hikmetleri bilmek,
her şeyden önce onları emreden hakkında olumlu
kanaatlere sahip olmayı sağlar; öte yandan kimi insanın onlara daha çok ve daha bir iştiyakla yönelmesini
sağlar; tabi ki bu belirlenen hikmetler kimi insan için
de aynı derecede etkili olmayabilir.
Hac İbadetinin Temel
Hedefleri/Hikmetleri
Eylül
41
İbadetlerde asıl hedef Yüce Allah’ın isteğini yerine getirerek O’nun hoşnutluğunu kazanmaya ve O’na yakın olmaya çalışmaktır. Bu
asıl gaye hiçbir zaman göz ardı edilmemeli ve diğer
hikmet ve sebepler bunun önüne geçirilmemelidir.
İşte Hac da pek çok hikmetleri bağrında barındıran
önemli bir ibadettir. Nitekim hacla ilgili ayetlerde
“Onlar kendileri için olan bir takım menfaatlere tanık olsunlar..”[17] “Onda (hac fiillerinde veya
kurbanlıklarda) sizler için belli süreye kadar bir
takım menfaatler vardır..”[18] “Rabbinizin fazlından /rızkından istemenizde size herhangi
bir günah yoktur..”[19] denilerek hac ibadetindeki
bu bireysel ve toplumsal, maddî ve manevî, dünyevî
ve uhrevî yararlara işaret edilmiştir. Rivayet edilir ki
Ebû Hanife, hac yapmadan önce diğer ibadetleri üstün sayardı; ama o, hac yaptıktan sonra haccı tüm diğer ibadetlerden üstün saymıştır, çünkü onda pek çok
özellik ve güzellik bir araya gelmiştir.[20] Hac ibadetinde bulunan ve hac ibadetini yapan birey, o kişinin
yakın çevresi ve diğer insanlar açısından hikmetleri[21]
şöyle sıralayabiliriz:
1. Hac, Allah içindir, O’nun için, O’nun emri
olduğu için, O’nun hoşnutluğunu kazanmak için yapılır. Nitekim ayetlerde “Yoluna gücü yetenin Beyti haccetmesi, insanlar üzerinde Allah’ın bir
hakkıdır”[22] “Haccı ve Umreyi Allah için tamamlayın”[23] buyurulmuştur. Bir hadiste de haccın
asıl amacından saptırılabileceğine şöyle dikkat çekilmiştir: “Ahir zamanda devlet adamları seyahat,
zenginler ticaret, fakirler dilenmek, ham sofular da gösteriş için hac yaparlar.”[24]
2. Allah’ın evi olarak nitelenen ve ilahî
birliğin, bir Allah’a boyun eğmenin, O’na bağlılığın bir sembolü olan Ka’be başta olmak
üzere, diğer kutsal mekanlarla Yüce Allah’a
saygı adeta somutlaştırılır.
3. Hac, insanı maddî ve manevî kirlerden arındıran, ruhî doygunluk ve dinginlik veren bir ibadettir.
Hac, içerisinde çok büyük fedakarlık, ihlas,
sabır, dua, zikir yoğunluğu olan bir ibadettir.
4. Hac, toplu dua ve ibadet coşkusunun en
zirvede tadıldığı bir ibadettir. Mazlumların, zayıfların, güçsüzlerin, seçkinlerin dualarından
yararlanılan bir ibadettir hac.
5. Haşr ve neşire benzerliği ile insanlara Ahireti
hatırlatan ve ona hazırlayan bir ‘öte dünya’ hazırlığıdır. Hac için yola çıkan kişi, tıpkı Ahiret yolculuğuna
çıkıyormuş gibi beraber yaşadığı insanlarla helalleşir,
çok sevdiği eşini dostunu, malını mülkünü geride bırakarak yola koyulur.
6. Hacda tarihî tevhid birliği hatırlatılır
ve yaşatılır. Zira hac, temeli Peygamberlerin atası
sayılan Hz. İbrahim’e dayanan, onun belgezarlarının
yaşatıldığı, pek çok hatıranın yad edildiği bir ibadettir.
Yine Hz. Peygamber ve ashabının tevhid mücadelesinin geçtiği yerlerde yapılan hac, o seçkin kişilerin
yaşadıklarını gözümüzde canlandıran, Müslüman
olarak namazda günlük olarak yöneldiğimiz Ka’be’yi
canlı olarak yerinde görmemizi sağlayan bir ibadettir.
Hac, insanı maddî ve manevî kirlerden arındıran, ruhî doygunluk ve dinginlik
veren bir ibadettir. Hac, içerisinde çok büyük fedakarlık, ihlas, sabır, dua, zikir yoğunluğu
olan bir ibadettir.
42
Eylül
7. Bir güvenlik ve dokunulmazlık bölgesi, bir
sit alanı olan Harem bölgede hacı, barış içerisinde
yaşamanın, çevreyi korumanın, insan şöyle dursun,
hayvan ve bitkileri bile incitmemenin ne demek olduğunu anlar ve pratik olarak bunu yaşar.
11. Hac, çok yönlü ve dolu dolu yapılan
bir seyahat olarak, yolculuğun maddî ve manevî yararlarını bağrında barındıran bir ibadettir. O, o uğurda karşılaşılan sıkıntılara sabretmeye ve disiplinli bir hayata alıştırır. Seyahatin sıhhat
demek olduğu düşünülürse, Hac ibadetinin insan sağlığına da katkısı olan bir ibadet olduğu
söylenebilir.
8. Hac, yıllık, dinî, ilmî, politik, diplomatik,
ekonomik, sosyal uluslar arası bir kongredir. Onda
dünyanın çok değişik yerlerinden gelen seçkin ilim
adamları karşılıklı fikir ve görüş alış verisinde bulunur,
12. Özellikle toplumun önderleri olan ilim
birbirlerinin çalışmalarından haberdar olurlar. Dip- adamları ve yöneticiler için, birden fazla hac
lomatik görüşmeler yapılır, yeni stratejiler belirlenir. yapmak, son derece önemli ve anlamlıdır. SeHac büyük bir ekonomik Pazar olarak pek çok kişinin yahatin bir hayli kolaylaştığı ve bir çok kişinin kaçınılpara kazandığı, görgüsünü-bilgisini artırdığı büyük mazı olduğu bir dünyada, birden fazla hac/umre yabir panayırdır. Müslümanların yetkin
dırganmamalı ve engellenmemelidir.
ve seçkin kişileri, insanlığın geride
İnsanlar, her yıl denize, kaplıcaya,
bıraktığı bir yılı gözden geçirir ve getatile gitmeyi kendileri için bir gereklecek bir yıla dair plan ve programlar
sinim olarak algılıyorsa; neden beş/
yapar, birbirlerine yararlı tavsiyeleron yılda bir hac yahut umreye gitSeyahatin sıhhat
de bulunurlar.
mesinler. Sahâbe ve büyük imamla9. Hac, zengini ve fakiriyle,
kültürlüsü ve kültürsüzüyle, genci ve
yaşlısıyla farklı mizaç ve farklı özellikte pek çok insanla bir arada yaşamanın, sosyalleşmenin göstergesidir.
Karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmanın yapıldığı; insanların bir tarağın dişleri gibi eşitlendiği bir gösteri
alanıdır hac.
demek olduğu düşünülürse, Hac ibadetinin insan sağlığına da
katkısı olan bir ibadet
olduğu söylenebilir.
10. Hac ibadeti, Müslümanlara ve diğer inanç
sahiplerine, İslam Dininin birleştiriciliğini ve İslam Toplumunun ihtişamını gösteren, onların birlik ve beraberliğini, kararlığını simgeleyen görkemli bir gösteridir.
Eylül
rın çok sayıda hac yaptıkları da bu
çerçevede değerlendirilmelidir.
Kaynaklar
[1] Ragıb el-isfehani, Müfredat, s, 154; Curcanî,
Tarifat, s, 82.
[2] Abdürraûf el-Mısrî, Mu’cemü’l-Kur’ân, s,
178-180.
[3] 14 İbrahim 37.
[4] 2 Bakara 125.
[5] 5 Maide 97.
[6] 3 Alu Imran 96-97.
[7] 22 Hac 27-28.
[8] 2 Bakara 196.
[9] 2 Bakara 198.
[10] İbnü’l-Cevzî, Tefsîr, II, 430; Elmalılı, Tefsîr, III, 1817.
[11] 2 Bakara 198.
[12] Bkz. 22 Hac 30, 32.
[13] Çocuk, yaşlı, düşkün ve kadının cihadı hac ve umredir.” Nesai,
Hac 4; İbn Mace, Menasik 44; Buhari, Cihad 62.
[14] Münavî, Feyzü’l-Kadir, IV, 307; VI, 49
[15] Eskiden hacc bölgesi , “Hicaz” ismi ile anılırdı. Bu kapsamlı isimde, bu bölgenin hac ibadetinin yapıldığı bölge olmakla tüm ümmetin
ortak mü1kü olduğu vurgulanmak istenmekteydi. O bölge ne zaman
ki, iktidar ve saltanat sahiplerinin eline geçti, hac bölgesi belli bir ailenin özel mülkü imişcesine bir ailenin adı ile (Suud) anılır ve bölge
yalnızca Arapların kutsal bölgesi imiş imajı verilir oldu.
[16] Ebû Hanife, Müsned, s, 5.
[17] 22 Hac 28.
[18] 22 Hac 33.
[19] 2 Bakara 198.
[20] Bkz. Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 11.
[21] Bkz. Gazzâlî, İhyâ, Mısır, 1939, I, 415-419; Dehlevî, Huccetullâhi’l-Bâliğa, II, 156; Vehbe ez-Zühaylî, İslam Fıkhı Ansiklopedisi,
İstanbul, 1992, III, 404-407; Uludağ Süleyman, İslamda Emir ve Yasakların Hikmeti, Ankara, 1989, s, 94-98; Görgün Tahsin, ‘Hac’ md,
DİA, XIV, 397-399.
[22] 3 Alu Imran 97.
[23] 2 Bakara 196.
[24] Gazalî, İhyâ, I, 269.
43
Hz. Pîr Seyyid
Ahmed er-Rufai (k.s) den
Münacat!
Şüphesiz sen, bütün canlılardan önce de diriydin, sonra da dirisin. Bütün ölülerden sonra diri olduğun gibi, dünyada hiçbir canlının kalmadığı
dönemde de diri olacaksın. Hiç bir vakit hayrını benden kesmedin, bana
şiddetli cezalar indirmedin, izzetinin inceliklerinden beni mahrum etmedin.
Verdiğin nimetleri üzerimden almadın, Şayet senin ihsânından hatırlayamadıklarım varsa, sen-den beni affetmeni ve tevfikini dilerim. Sesimi, tevhklin,
temcidin ve tahmidinle yükselttiğimde duama icâbetini bekliyorum. Ya da
sûretimi şekillendirdiğinde, nasıl güzelce şekillendirdiysen ahkâmının takdir’
inde ve rızıkları belirlediğinde, onların taksimi hususunda da duama icâbet
etmeni ümit ediyorum. Şüphesiz bu husustaki düşüncem, beni gayret ve
çalışmadan alıkoymaz. İçinde yüzdüğüm bu büyük nimetleri düşündüğümde nasıl olur da, o nimetlerden hiç olmazsa bir kısmına karşılık şükretmem?
Sana, ilminin genişliği, rahmetinin kuşattığı, kudretinin ihata ettiği kadar ve
mahlükatının sayısının katlarınca hamd ü senalar olsun.
44
Eylül
t
Allah’ım! bana ömrümün geçen yıllarında ihsanda bulunduğun gibi,
geri kalan kısmında da ihsanını tamamla. Allah’ım senden istiyorum. Beni
yardımından, fazlından, cemalinden ve ikramının faydalarından mahrum
etmemen için sana tevhidin, temcidin, tehlilin, kibriyân, kemâlin, tekbirin, ta’zimin, nûrun, müsâmahan, rahmetin, yüceliğin, vakarın, ünsiyyetin,
cemâlin, celalin, güç ve kudretin, ihsanın ve lütfunla, Neb”in (s.a.v) ve onun
temiz zürriyetiyle tevessül ediyorum. Çünkü atıyyelerinin çok olması sebebiyle senin başına her hangi bir şey gelmez. İnsanları işinden gücünden alıkoyan cimrilik, senin cömertliğini eksiltmez, nimetlerine karşı az şükretmek
senin hazi-nelerini tüketmez. Bol atiyye ve hediyelerin, senin cömertliğine
tesir etmez. Sende yok diye bir şey yok ki, cömertliğindeki eksilsin. Allah’ım,
bana senden korkan, sana boyun eğen ve itaat eden bir kalp, sabreden bir
vücut, doğrulayan bir yakin, zikreden ve hamdeden bir dil, bol rızık, faydalı
ilim, sâlih evlat, uzun ömür ve sâtih amel lutfet. Bana helât rızık vermeni
senden istiyorum. Beni kendi tuzağına düşmekten emin olanlardan klima.
Bana zikrini unutturma, perdeni bana kapama, rahmetinden ümidimi kestirme, rahmetinden ve civarından uzaklaştırma, öfke ve gazabından koru,
rahmet ve sürürundan bizi ye’se düşürme. Bütün yalnızlık ve korkulu anlarımda en’isim ol. Helâke seve kedecek bütün şeylerden koru.
Eylül
45
Kitap Okumaya Nerden Başlamalıyız?-2
Yusuf KARAGÖZOĞLU
ssetu ve
la
a
s
s
i
aleyh
anda
asulü
ir zam ak
R
h
A
h
“
a
:
All
olac
uştur
uyurm
anlar
s
b
n
ığı
i
le
y
ymad
öyle
u
lam şö
d
n
e
n
ı
etimd
arınız
r. Siz
ümm
babal yeceklerdi
e
d
v
e
zin
söyle
u Ahm
B
ki, si
e
(
r
e
”
l
!
.
ri siz
usned
t edin
M
a
lk
e
k
şeyle
i
.
lara d
yetidir
8267
ler on bel’in riva in Hanbel.
aan
nedi S
med b
e
h
S
bin H
A
.
k
: İmam t. Risale bs
Yazarı
aye
ralı riv
a
m
u
n
)
hihtir.
46
Ahir zamanda tabiri caizse beynimizi bir bilgisayar gibi düşünmek zorundayız, her bilgisayar
için antivirüs yazılım gereklidir, yoksa virüsler bilgisayarımızı işgal ederler. Bahsettiğimiz bu virüsler
ahir zamanda yeni yeni ve çok çeşitli kavramlarla
bize sunulan bidatlerdir. Antivirüsler de her bidati
yok edecek güç ve etkide olan sünnetlerdir.
Bilgisayar antivirüsleri benzetmesinin yanısıra yabani otları da bu konuda örnek verebiliriz. Faydalı
ilim peşinde koşan müslüman bal arısı gibi
olmalı; ama önce polen toplayacağı çiçekleri seçmeli, ardından bu seçtiği çiçeklerden
polen toplamalıdır. Önüne gelen her bitkiyi çiçek zannederse, çiçeklerin etrafını saran yabani otlardan yada zehirli bitkilerden çiçekleri farketmeyebilir. Maalesef yabani otlar yada zehirli bitkiler olan
ehl-i bidat hocalara verdiğimiz değeri çiçeklerimiz
olan Ehl-i Sünneti müdafaa eden alimlerimize vermiyoruz. Asıl mesele Ehl-i bidate karşı Ehl-i Sünnet vel-Cemaat’in mücadelesini devam ettirmektir.
Bu anlamda günümüzde de bidat düşüncelerinin
yeniden hortladığını müşahade etmekteyiz. Kur-
Eylül
tuluş yolumuz olan Ehl-i Sünnet vel Cemaat yoluna
muhalif olan bidat fırkaların düşüncelerini savunmak
akıl karı değildir. Son dönem Osmanlı alimlerinden
Tokatlı Şeyhul İslam Mustafa Sabri Efendi ve Düzceli Muhammed Zahid el Kevseri Ehl-i Sünneti müdafaada sembol isimlerden ikisidir. Bunları Ahmed
Davudoğlu takip etmiştir ki, kendisi teşrik-i mesayisini çevresindekilerin Ehl-i Sünnet dışı bidat görüşleri
ayıklayıp müstakim olma yolunda harcamış, ilmi gayretlerini Ehl-i Sünneti müdafaa üzerine yapmıştır.
Eskiden ehl-i bidatin kullandığı dil ve uslüp
müphem yani belliydi; şimdilerdeyse bu dil ve uslüp muğlak yani belli
değil, yani karışık. Bu karışıklığın
temelinde yatan sorunun terminoloji sorunu olduğunu söyleyebiliriz.
Terminoloji sorunu islami kavram
ve ıstılahlar yerine tamamen gayri
islami yada yabancı argümanların
kullanılmasıyla başlar. Bunu yapanlar kitle sürü psikolojisini etkili bir
şekilde kullanarak etraflarında azımsanmayacak zihinleri işgal edilmiş
bir taban toplarlar. Ehl-i bidatten
farklı kesimin herbiri kendini farklı
cepheden savunmak için birtakım
kavram ve argümanlar geliştirmişlerdir. Bu kavram ve argümanları;
Kuran Müslümanlığı, Mealcilik, Akılcılık, Kuran Tarihselciliği, Dinlerarası Diyalog, Dinin Yenilenmesi,
Dinde Reform, Çağdaş ve Modern İslam, Öze Dönüş, Şirk ve Hurafe dini, Uydurulan Dinden İndirilen
Dine vb. olarak sayabiliriz. Kâinatın Efendisi Hz.
Muhammed Mustafa (SAV) 1400 küsür sene
evvel bunlara karşı bizi uyarmış; adeta gafil
olmayıp teyakkuz halinde olmamız emredilmiştir. Ebu Hureyre’nin (ra)’ın rivayet ettiğine göre
Allah Rasulü aleyhissalatu vesselam şöyle buyurmuştur: “Ahir zamanda ümmetimden öyle insanlar
olacak ki, sizin ve babalarınızın duymadığı
şeyleri sizlere söyleyeceklerdir. Sizler onlara
dikkat edin!” (Bu Ahmed bin Hanbel’in rivayetidir. el-Musned. Yazarı: İmam Ahmed bin Hanbel.
8267 numaralı rivayet. Risale bsk. Senedi Sahihtir.)
İshak bin Rahuyeh’in rivayeti ise şöyledir: İnsanlara
öyle bir zaman gelecek ki, (bazı) insanları sizin ve
babalarınızın duymadığı şeyleri sizlere söyleyeceklerdir. Sizler onlara dikkat edin! (el-Musned. Yazarı:
İshak bin Rahuyeh. 1.clt. 339.s. Mektebetul İman
bsk. Senedi Sahihtir.) İmam Muslim’in Sahih’inde
rivayet ettiği şöyledir: Ahir zamanda Deccaller
olacaktır. Yalancılar olacaktır. Ne sizin, ne de
babalarınızın duymadığı sözleri sizlere getireceklerdir. Sizler onlara dikkat
edin. Sakın sizleri dalalete sokmasınlar. Sakın sizleri fitneye
düşürmesinler. (Sahihi Muslim. 7
numaralı rivayet. Mukaddime. Aynı
zamanda Hakim İbnul Beyyî de rivayet etmiştir. )
Dinde reform yapmaya çalışan yenilikçi-modernist bidatçiler
yıllarca hep bu yeni farklı ve duyulmamış kavram ve argümanları
kullandılar. Necip fazıl Kısakürek
Ahmed Davudoğlu hocanın Dini
Tamir Davasında Din Tahripçileri
adlı eserinde önsüz yazarken İstiklal şairi Mehmed Akif’in de bu reformculuk rüzgarına kapıldığından esefle bahsetmiştir. İçten kırmak,
eksiltmek, yontmak ve dıştan yapıştırmak, eklemek,
yamamak… İşte, bugünkü varış noktalariyle, olanca
tabiyeleri, reformcuların!.. Mehmed Akif’in — heyhat
ki, o da kendini reformculara kaptıranlardandır —
sandığı gibi:
«Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı…»
değil de, yine aynı vezinle:
«İslâm idrâkine söyletmeliyiz asrımızı…»
Bu gamızayı, bu nükteyi, bu sırrı, bu inceliği, bilhassa
yeni nesillere, yeni gençliğe sindirdiğimiz gün doğacak olan büyük düşünce adamıdır ki, asrımızın gerçek
İmam Muslim’in Sahih’inde rivayet ettiği şöyledir: Ahir zamanda Deccaller olacaktır. Yalancılar olacaktır. Ne
sizin, ne de babalarınızın duymadığı sözleri sizlere getireceklerdir. Sizler onlara dikkat edin. Sakın sizleri dalalete
sokmasınlar. Sakın sizleri fitneye düşürmesinler. (Sahihi Muslim. 7 numaralı rivayet. Mukaddime. Aynı zamanda Hakim İbnul
Beyyî de rivayet etmiştir. )
Eylül
47
kahramanı olacak; veya küfür, yahut küfürden beter
bir dalâlet anlayışı ile sözde îman adına çalışmış sahte
kahramanlardan ortalığı temizleyecektir.
Temenni edelim ki, bu eser, o düşünce
adamına yol gösterici ve malzeme verici ilk
teşhis ve tespitlerden biri olsun ve büyük zuhura basamak teşkil etsin… Necip Fazıl KISAKÜREK
Rahmetli Ahmed Davudoğlu hoca daha o zamanlar Yüksek İslam Enstitüsü başkanıyken aynı zamanda kendi talebesi de olan Hayreddin Karaman’ın
yanlış ve bozuk fikirlerden beslendiğini görmüş olacak
ki ona hitaben şöyle bir uyarı ve ikazda bulunmuştur.
Evladım! Bu okullarda size öğretilen ilmi bir
şey zannetmeyin. Bu ilimleri Osmanlının kasabında manavında vardı bunlar okumakla alim
olduğunuz zannına kapılmayın. Hayreddin Karaman dinler arası diyaloğu savunur. Bu düşüncesini
Polemik Değil Diyalog adlı kitabında şöyle izhar eder:
“Benim anlayışıma göre Kuran-ı Kerim hangi
Yahudi kafir hangisi değil,; hangi Hristiyan kafir hangisi değil bunu anlatır. Kuranın tanımlamasına göre kafir olmayan, bir Allah’a iman
ve ameli salih sahibi ehli kitap bugün de kafir
değildir. Yani dün öyleydi, bugün de öyledir. ’’(
Ufuk Kitap 2.baskı syf.43, İstanbul, Aralık 2006) Karamanın meslektaşı Yaşar Nuri Öztürk de bu konuda
benzer anlam taşıyan yaklaşık ifadeler kullanmıştır.
Kuran’daki İslam adlı kitabının 367.sayfasında inanç
temellerini kendine göre yorumlayıp Bakara Suresi
62. Ayeti göstererek ‘… bu üç şartı taşıyanlar (Allah’a
iman, ahirete iman ve barışa yönelik hizmetler sergilemek) ister Müslüman ister, Yahudi ister Hristiyan,
ister Sabii olsun ölüm sonrası kurtuluşa ererler’ ifadesini kullanarak kendince kurtuluş reçetesi çıkarmış.
Esasında Karaman ve Öztürk gibi ilahiyatçıların islami hükümleri zorlama tevillerle farklı mecralara çekmelerinin altında yatan bazı gerçekler vardır.
Görünen o ki, sık sık dile getirilen medeniyetler itti-
fakı, dinlerarası diyalog safsataları ilahiyatçılar eliyle
halkın bilinçaltına kazındırılmak isteniyor; halbuki
bunların adı altında oynanan başka oyunlar var. En
başta yeni ortaya atılan ılımlı islamla dinin bir şiarı
olan cihad olgusunu devreden çıkartıp müslümanları uyuşturmak, nihayetinde ehli kitaba islamı şirin
göstererek onları da insanlık ailesinin bir ferdi gibi
kabullenip barış yalanları atmak gelir. Şimdi bunlar
Muhammedurresulullah demeden sadece sadece La
İlahe İllallah diyerek mi kurtuluşa erecekler? Hem
Allah’ın peygamberleri arasında ayrım yapacaksınız
(bakınız: Bakara / 285) hem de kurtuluşa mı ereceksiniz? Yahudiler Hz. İsa (as) ve Hz. Muhammed’i(as),
Hristiyanlar da sadece Hz. Muhammed’i(as) inkar
ederler. Peygamberlerin hepsine iman etmek zaruret-i
diniyyedendir. Bir kısmına inanıp bir kısmını inkar etmekse küfürdür (bakınız: Nisa / 150-151).
Herhangi bir islami ilmi icazetli hocadan almadan sadece kendi kendine okuyarak yetişen kişilere
alim gözüyle bakılması günümüzdeki müslümanların
yaptıkları belki de en büyük hatalardan birisidir. Örnek vermek gerekirse vahhabi ve selefilerin meşhur
fetvacısı asıl mesleği saat tamirciliği olan Nasiruddin
Elbani hiçbir hocadan ders almadığını itiraf etmesinin yanında Hanefi fıkıhçısı olan babasına muhalefet
etmiştir. Türkiye’de de Malatya İslamcılarının merkezi şahsiyeti Said Çekmegilin damadı, talebesi, aynı
“Onlar için Allah’tan bağışlama dile. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Nur 62)
48
Eylül
zamanda yüksek inşaat mühendisi ve emekli binbaşı
Esasında tek kaynak olarak sadece Kuranı kaolan Hikmet Zeyveli (hemen belirtelim Hikmet Zey- bul edip hadisleri inkar etmek için menkıbe/hurafe
veli yönetiminde çıkan Kelime dergisinde Hikmet söylemine hapseden harici-mealci Zeyveli’nin göZeyveli, Metin Önal Mengüşoğlu, Murat Kapkıner, rüşü tıpkı aklına uymayan hadislere rivayet kültürü
Mikail Bayram, Dücane Cündioğlu gibi isimlerin ya- diyerek onları inkar eden mutezili-akılcı İbrahim sarzıları, şiirleri ve çevirileri yayımlanmıştır) herhangi bir mışınkine çok benziyor. Ki zaten İbrahim Sarmış ve
icazetli hocadan ders almadığı gibi tüm islami me- Hikmet Zeyveli Nida Dergisi’nin geçmiş sayılarında
selelerde bilgisizce atıp tutmayı maharet sayanlardan yazmışlar, iki kalemşör beraber kalem oynatmışlar.
biridir. Nitekim Hikmet Zeyveli Mucize Anlayışı Üzeri- Zira Sarmış, Hz. Muhammed’i (sav) Doğru Anlamak
ne adlı makalesinde ‘‘Geçmiş toplumların ve özellik- adlı kitabında şefaatin mantığın sorgular; “ Şefaatin
le peygamberlerle yaşamış toplumların hatıralarında mantığı nedir? Şefaatin hangi mantığa dayandığı şu
ana kadar netleşmiş değildir.” adı geçen kitabının
neden daha çok “mu’cize menkibeleri”ne raslamak148. Sayfasında şefaatle ilgili rivayetleri Kurana aytayız?’’ ibaresini kullanarak mucizeye menkıbe deme
kırı bulur; “ Ahirette şefaatin olacağını belirten rivacahilliğinde bulunur. Daha sonra Zeyveli
yetler Kuranın açık ifadelerine aykırı
meşhur müsteşrik İskoçyalı oryantaolduğu gibi kendi içinde de birçok
list Episcopal Kilisesi rahibi William
tutarsızlıklar içermektedir. ” Bizde
Montgomery Watt ve Fransız din
şefaatte mantık arayan Sarmış’ın
tarihçisi Ernest Renandan alıntılar
imanından şüphe duyuyoruz, çün“(Sana gelen kayaparak Kuran kıssalarında tarihselkü iman şeksiz ve şüphesiz teslimidınların biatlarını kaci olduğunu sezdirir. Peygamberleryeti gerektirir. Kati naslara böyle bir
bul et ve) onlar için
le yaşamış toplumlardan bize kadar
teslimiyet gerekirken sarmışın tıpkı
Allah’tan bağışlanma
gelmiş hatıraların çoğu, artık tarihî
şeytan gibi serkeş aklıyla isyan etdile. Şüphesiz Allah,
olmaktan çok menkibevîdir. Özellikle
mesi bir müslümana yakışmaz. Zira
çok bağışlayandır, çok
Kitab-ı Mukaddes yoluyla gelen malbiz biliyoruz ki, şeytan Allah’a isyan
merhamet
edendir.”
zemeye, inananları bile artık “tarihî
ederken aklını kullanıp; Beni ateş(Mümtehine 12)
malzeme” gözü ile bakmamaktalar.
ten, Ademi çamurdan yarattın; ateş
Meselâ Montgomery Watt’a göre
çamurdan üstündür demiştir.
“Tevrat’taki şekliyle Âdem kıssası,
insanlığın kardeşliğini simgeleyen
Peygamber’e beşer-üstü sıfatları atfetmenin tevhide aykırı oldubir efsaneden öteye geçemez.” Ernest
Renan’ın, İncilleri kaynak alarak hayatını anlattığı İsa ğunu söylerken, Peygambere verilen şefaat yetkisini
(s) ise, yeryüzünde yaşamış ve orada ölmüş samimi inkar edip Allaha şirk koşmakla eş tutuyor. Tevhidi
ve erdemli bir insanoğlundan başka bir şey değildir. doğru anlamalıyız. Allah’ın hakkını Allah’a, beşerin
hakkını beşere vermek demek olan “tevhid” konusunda peygamberini istisna ederek ona beşer-üstü sıfatlar atfetmemeliyiz. Bu meyanda bütün şefaatın Allah’a ait olduğunu Kur’an kesin olarak ifade ederken,
Peygamberi (s) bu işde Allah’a şerîk yapmamalıyız
diyor. Öncelikle Zeyveli’nin peygamber tasavvuru,
islamın içini oymaya çalışan oryantalistlerin anladığı peygamber tasavvurudur. Zira peygamberlik kesbi
değil (çalışmakla elde edilmez), vehbidir (Allah tarafından seçilir); peygamberler Allahın seçkin kulları
olduklarından onlara diğer kullarda olmayan üstün
özellikler ve vasıflar verilmesi gayet normaldir, Biz
soruyoruz Zeyveli’ye niçin peygamberlerin günahlardan beri olması (ismet sıfatı) tuhafına gitmiyor da
şefaat veya mucizeye şaşırıyorsun? Çünkü günahtan
işlememe de, onlara verilen üstün özelliklerdendir.
Eylül
49
Öyle ya Allah’ın koruması altında günah işlemekten
beri olan peygamberlere Cenabı Allah’ın kendi tasarrufundan mucize gösterme kabiliyeti vermesi yada
şefaat yetkisi vermesi çok mu zor?
Aslında şefaat dua, yalvarış, yardım istemedir.
Bu anlamda Cenabı Mevla Habib-i Edib-i hatırına,
O’nun kadri kıymeti için bazı kullarını affedeceğini
bildirmektedir, böyle olmakla Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam inanların kurtuluşuna vesile olmakla
görevlendirilmiş oluyor.
“Onlar için Allah’tan bağışlama dile.
Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Nur 62)
“(Sana gelen kadınların biatlarını kabul
et ve) onlar için Allah’tan bağışlanma dile.
Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Mümtehine 12)
“Hem kendin hem mümin erkekler ve mümin kadınlar için mağfiret dile.”(Muhammed 19)
Şefaat iki kısımdır; birincisi İsra suresinde Makam-ı Mahmud olarak geçen şefaati uzmadır (büyük
şefaat). Bununla ilgili olarak Ebu Hureyre (r.a)’ın
bildirdiğine göre Peygamberimize: “Rabbinin seni
Makam-ı Mahmud’a (övgüye değer bir makama) yükselteceği ümit edilir.” (İsra/79) ayetinde
zikredilen makam-ı mahmuddan sual edildi. Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Bu şefaattir”
diye cevap verdi. (Tirmizi, Tefsir 17 (nr.3136); Beyhaki, Şuabü’l-İman, nr 300) Bu şefaat yetkisi sadece
peygamberimize (sav) hastır, kıyamet gününde mahşer yerinde yaratılmışların bir an önce hesaplarının
görülmesi ve mahşer yerinde beklenmesi için olacak
olan şefaat türüdür. Bunu mutezile bile reddetmemiştir. İkinci tür şefaat etme yetkisi peygamberlere, meleklere, alimlere ve şehidlere verilmiş olup günahkar
müslümanlar içindir, Mutezile bu tür şefaatle ilgili sahih hadisleri tevil ederek reddetmiştir. Bu şefaatle ilgili
tevatür derecesine varan sahih hadisler vardır “Şefaatim ümmetimden kebair ehli olanlar (büyük günahlar işleyenler) içindir.” (Ebu Davud
Tirmizi, İmam Ahmed, Enes bin Malik’ten). Başka
bir hadisteyse “Kıyamet günü üç sınıf şefaat edeceklerdir. Peygamberler, sonra alimler, sonra
şehidler.” (Osman bin Affandan (ra); İbn-i Mace,
Zühd, 37(4313); Acurri eş Şeria s. 360 (829); Deylemi 5 / 519 (8946); Hatib Tebrizi, Mikatul Mesabih
(5611); Suyuti, Camiussağir 2 / 178;
Allah’ın kitabında yer alan şefaate dair ayetler
şunlardır: “Onlar Allah’ın hoşnut olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler.” ( Enbiya /28)
“O gün Rahman’ın izin verdiği ve sözünden
hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaati
fayda vermez.” ( Taha / 109)
Sadru’l İslam Ebu’l Yusr Muhammed Pezdevi
Ehl-i Sünnet Akaidi adlı kitabın 245 - 246. sayfalarında şefaati mutezile ve rafizilerin inkar ettiğini
söyledikten sonra bunlara göre büyük günah temelli
ateşte kalmanın sebebidir, küçük günah ise bağışlanmıştırder.
Hurafeden kendini arındıran Zeyveli şimdide
Kuran müslümanı olmak istiyor, sanki tefsir ve hadis
“Hem kendin hem mümin erkekler ve mümin kadınlar için mağfiret dile.”
(Muhammed 19)
50
Eylül
ilminden bir nebzede olsa anlıyor da Kur’ân’a tahakküm ettirilmiş bir “tefsir/hadis” anlayışı hüküm sürmektedir ibaresi kullanarak adeta ahkam kesiyor, işine gelmediği için mucizeleri anlatan ayetlerin yanlış
tefsir edildiğini söylüyor.
med’e verilen mucize Kuran-ı Kerim’di, Kuran’ın eşssiz fesahat ve belağati karşısında Arapların edibleri
ve şairlerinin adeta dilleri tutuldu, böylece Kuran’ın
beşer gücünün üstünde olduğunu herkes kabul etti.
(bakınız: İslam İnancının Temelleri Akaid / Syf, 170171/ Ömer Nesefi / Otağ Yayınları/ 8.baskı)
Allah’ın dinini hurafelerden temizlemeliyiz. Zira
hurafeler, toplumları maddî-mânevî geri bırakır. AlGelelim Hikmet Zeyveli’nin mucizeleri reddelah’ın “Kelâmı” ile “Varettikleri” arasında çelişki gör- den saçma sapan açıklamalarına. Al-i İmran Suresi
memeliyiz. Allah’in “sünneti” ile çelişen nakillerimizi 49.ayet ve Maide Suresi 110.ayetlerde Hz. isa’nın
te’vil etmeliyiz: Geçmişte Hz. İsa’nın ölüleri dirilttiği, ölüleri diriltmesi mucizesinden bahsedilmektedir.
kendisinin de ölmediği, hâlen dördüncü kat semâda Al-i İmran Suresi 155.ayet ve Nisa Suresi 157 - 158.
yaşadığı; Hz. Süleyman’ın kuşlarla konuştuğu, rüzgâ- ayetlerdeyse Hz. İsa’nın öldürülmeyip Allah’ın onu
ra binip gezdiği, “cin”leri işçi olarak çalıştırdığı; Ebre- kendi katına yükselttiği anlatılmaktadır. Neml Suresi
he ordusunu “Ebabil” kuşlarının püs16.ayette Hz. Süleyman’a kuş dilinin
kürttüğü; Son Peygamber’in (s), bir
öğretildiği, Enbiya Suresi 81.ayet
işareti ile ayı ikiye böldüğü, parmakSebe Suresi 12.ayette rüzgarın Hz.
larından binlerce –hatta onbinlerce–
Süleyman’ın emrine verildiği, Sebe
kişiyi ve bineklerini doyuracak kadar
Suresi 12 – 13.ayetlerde ve Sad
Ebu Hureyre (r.a)’ın
sular akıttığı… şeklindeki yanlış tefSuresi 37-38.ayetlerde bazı inlerin
bildirdiğine göre Peygamsirleri doğrultmalıyız. Kur’ân kıssalaO’nun hizmetine verildiği anlatılberimize: “Rabbinin seni
rının ibretâmiz ve mev’ize özelliğini
maktadır. Ayrıca ebabil kuşları hadiMakam-ı
Mahmud’a
öne çıkarmalıyız. Mazrufu bırakıp
sesi Fil Suresinde Hz. Peygamber’in
(övgüye değer bir mazarfla oyalanmamalıyız…
(as) ayı ikiye yardığı Kamer Surekama)
yükselteceği
si 1- 2.ayetlerde anlatılmaktadır.
ümit edilir.” (İsra/79)
Mucize azamet sahibi Cenabı
Bu kadar ayet mucizeye delil teşkil
Allah’ın gönderdiği resullerin peyederken Zeyveli’nin yanlış tefsirleri
gamberlik iddiasını tasdik için peydoğrultmalıyız ifadesi sonuçsuz kalgamberlerinin eliyle gösterdiği tabimaktadır, çünkü bu deliller ayetlerde
atüstü harikuladelerdir. Mesela Hz.
olmasa tefsirlerde çok fazla alıntı yaMusa’nın mucizesi olan asa yılan olup
pılsaydı o zaman derdik ki Zeyveli haklı
tüm sihirbazların yılan şeklinde gösterdikleri ipleri yubunlarda israiliyyat var; ama deliller o kadar açık ki,
tarken sihirbazlar hemen secdeye kapandılar, bunu
yapanın bir insanın olamayacağını, arkasında ilahi yanlış anlamaya mahal yok, hemen her yaşta insan
kudretin olduğunu kabul ettiler. Hz. İsa’ya da körleri anlayabilir. Kati ayetleri inkar eden yada sahih hadisiyi etmek ve ölüleri diriltmek gibi mucizeler verilince leri inkar eden küfre girer bunda tüm icmayı ümmet
doktorlar onun haklılığını kabul ettiler. Hz. Muham- ittifak halindedir. Ayetleri işine gelmediğinde yanlış
tevil eden, hadislere itibar etmeyen, doğru naslardan
yanlış hüküm çıkaran tüm bidatçileri tevbeye davet
ediyorum, imanların yenileyip teslimiyetlerini yeniden gözden geçirsinler. Aslına bakılırsa tüm bu sakat
ve yanlış sonuçların kökeninde Kuran’ın ilk müfessiri
Hz. Peygamber’i(sav) devre dışı bırakıp kendi aklına,
heva ve hevesine göre hüküm çıkarma yatmaktadır.
Ehli sünnetin müdafaacılarından Mehmet Emin Akın
Hoca’nın dediği gibi Hz. Ebubekir namazla zekat
arasını ayıranlarala savaşt;ı şimdi de Kuran’la Sünnet’in arasını ayıranlar var. Bizde dilimizin döndüğü
müddetçe bu bidatçilere karşı kuran ve sünnete göre
cevap vermekle yükümlüyüz.
Eylül
51
Müslüman’ın Öncelikleri
Neler Olmalıdır?
Abdullatif ACAR
ğu
a kullu
’
h
a
l
l
i, A
e
ibadet
,
n
u ölüm
a
n
s
u
h
İn
u
R
nü
emeli.
m
e
l
gönlü
e
t
,
i
r
l
e
e
m
e
m etm
emeli.
m
r
ü
mahkü
d
ön
ylere d
e
ş
erilere
a
g
k
,
t
e
baş
d
ba
n
n her i
e
n
ş ruhu
e
ı
l
e
n
a
r
Er t
v
da
güzel
r
e
darbe,
h
r
n
i
b
n
itile
u la
e
na vur
ı
t
a
mesin
h
ş
h
ü
d
sı
n
tte
kuvve
lerdir.
l
n
i
e
t
m
ç
a
ü
g
di
çok cid
n
a
l
o
sebep
52
Amir İbni Avf Ensari(r.a.)’ dan rivayet edildiğine göre, Rasülüllah(s.a.v.), Ebu Ubeyde İbnül
Cerrah(r.a.)’ı cizye tahsildarı olarak Bahreyn’e göndermişti. Ebu Ubeyde’ cizye ve topladığı mal ile
Bahreyn’den geldi. Ensar, Ebu Ubeyde’nin geldiğini duyar duymaz sabah namazını Peyganber(s.a.v.)
ile kılmak için geldiler. Peygamber(s.a.v.) namazı
kılıp gitmeye kalkınca önüne durdular. Rasülüllah(s.a.v.) onları bu vaziyette görünce gülümsedi ve
şöyle dedi:
“Ebu Ubeyde’nin, Bahreyn’den malla
geldiğini duydunuz zannediyorum” Ensarda:
“Evet, Yaresülellah” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz(s.a.v.), onların
şahsında, malı mülkü görüp ahireti unutanlar için
şu uyarılırda bulundular:
“Sevininiz, ileride sizi sevindirecek şeyler bekleyiniz. Allah’a yemin olsun ki sizin
hakkınızda korktuğum şey fakirlik değildir.
Eylül
Fakat, ben sizden öncekilerin önüne serildiği
gibi dünyanın sizin önünüze serilmesinden,
onların dünya için yarışıp, ahireti unuttukları
gibi sizinde yarışa girmenizden ve bu uğurda
mahv olmanızdan korkuyorum.” (Buhari Rikak,
7, Müslim, Züht, 6)
Ya biz? Hayatımızda öncelediğimiz, önce olmasını istediğimiz şeyler nelerdir acaba? Geçen günlerimizi şöyle bir düşündüğümüzde en fazla zamanımızı
ve enerjimizi nerelere harcıyoruz? İki şey arasında
tercih yapmamız gerektiğinde, ilk yapmak istediğimiz
şey, dünyaya asıl geliş gayemizle ne
kadar alakalı? İşlediğimiz bir amel,
öncelikle yaptığımız, bitirdiğimiz bir
iş, bize ne kazandırıyor ya da o işin
kayıp ettirdikleri nelerdir? Samimi
bir şekilde muhasebemizi yaptığımızda göreceğiz ki, hayatımızın tam
orta yerine koyduğumuz, üç günlük
dünyada bütün varlığımızla dört elle
sarıldığımız, elde etmek için hiç bir
fedakarlıktan kaçınmadığımız şeyler, hiç de o kadar saadetimizi ve
mutluluğumuzu, mutlak manada,
temin edecek şeyler değiller. Zira
asli görevimizden kopuk, kulluğumuzu unutturacak meşguliyetlerin insanı huzura ve mutluluğa taşıması
mümkün değildir.
Mutlu olmak herkesin aradığı, kavuşmak istediği şey. Ancak, önceliğimizin mutluluk olmasının
yanında o hedefe ulaştıracak şeylerin neler olması gerektiği de çok önemli. O da şüphesiz yaratılış gayemize uygun yaşamak, tercihlerimizi hep kuran
ve sünneti seniye istikanetinde kullanmaktır.
Zira, mutlu olmayı islamın emrirlerinde göremeyince,
gerçek huzuru dünyadan ibaret sanınca, inandığımız
hakikatlerden uzak bir yaşam hüsrana uğramamıza
sebep oluyor. Bulmak istediğimiz şeyi yanlış yerlerde arama hatasına düşüyoruz. Mutlu olmayı hep bir
adım ötede görüyor, oraya ulaştığımızda daha başka
ötelere dikiyoruz gözümüzü. Bu, çölde susuzluğumuzu gidermek için serabı su zannetmeye benziyor.
Ancak her seferinde sonuç hüsan oluyor. Hayallerle
avunduğumuz yolun sonu koskocaman bir pişmanlıktır. O pişmanlığın da bize hiç faydası yoktur. Zira
yol bitmiş, ömür son bulmuştur.
Dünyevi Meşguliyetlerimiz Asli
Görevlemizin Önüne Geçmemeli
Yüce Rabbimiz, bir müminin
hayatta önceliğinin ne olması gerektiğini, geçici olan şeylerin asli görevleri nasılda perdeleyeceğini bizlere
bildirerek uyarıyor:
“Ey iman edenler, mallarınız ve canlarınız sizi Allah’ı
anmaktan alıkoymasın. Kim
bunları yaparsa işde hüsrana uğrayanlar bunlardır.”(Münafikun,9)
Husrana uğramamak, zarar
etmemek için dünya ve dünyaya
ait olan şeylerin çekiçi cazibesine aldanmamalı. Asıl olanın ahiret hayatı
olduğu bilinciyle yaşamalıyız. Yüce
Allah, bu hakikatı görmemiz, bu gerçekleri bilmemiz
ve saadete ermemiz için, başka bir ayeti kerimeyle
yine bizleri uyarıyor:
“Bu dünya hayatı eğlence ve oyundan
başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise işde
asıl hayat odur. Keşke bu gerçeği tüm insanlar
bilselerdi.”(Ankebut, 64)
Bu ayette, dünya hayatının oyun ve eylenceye
benzetilmesiyle, nice hikmetler ve nükteler saklıdır.
Oyun ve eylence geçici şeylerdir. Bir anlık heves gelip
geçer. Ne, gerçek hayatın aslı oyun ne de insanın yaratılış gayesi eğlenmektir.
“Ey iman edenler, mallarınız ve canlarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın.
Kim bunları yaparsa işde hüsrana uğrayanlar bunlardır.”(Münafikun,9)
Eylül
53
Çocukların halini bir düşünün: Oynamak için
özene bezene topraktan dağlar, yollar; çamurdan
çanak çömlekler yaparlar. Oyunda ki herkese rol biçer, baba evlat gibi eş dost patron işçi gibi ciddiyet
içerisinde oynarlar. Akşam olduğunda, gece karanlığı çöktüğünde; evden çağrıldıklarında yaptıkları her
şeyi bir tekmeyle yıkar, gerçek hayata, asıl olana,
evlerine dönerler. Bizde ebedi değiliz. Belki, biçilen
rolerimizi oynuyoruz. oyunlar içerisinde nice imtihanlara muhatap oluyoruz. Çünkü oyun asıl değil, roller
gerçek değil. Bu dünyadan çağrıldığımızda gideceğiz.
Çocuklarınkinden tek farkla; ne zaman çarılacağımızı,
ne zaman göz kapaklarımız kapanıp güneşimizin batacağını, karanlığın bizi sarmalayacağını bilemiyoruz.
Evet, bilemediler insanlar önceliklerini. Aldandılar. Asıl hayatlarını düşünmek yerine dünyalarını
gaye haline getirdiler. Malk mülk, makam mevki, evladı iyal gözlerini kör etti insanların. Bizler hakkında
peyganberimiz(s.a.v.)’in korktuğuda zaten bu değilmi
ki. buyuruyorlarki:
“Benden sonra, size dünya nimetlerinin
ve güzelliklerinin açılmasından ve onlara gönlünüzü kaptıracağınızdan korkuyorum.” (Buhari, Zekat,47)
Yaşadığımız şu karanlık dünyada şöyle bir sorsanız insanlara: “Hayatta en fazla arzuladığınız,
elde etmek istediğiniz nelerdir” diye. Cevaplar,
her zaman duymaya alıştığımız şeylerdir mutlaka: İyi
bir iş sahibi olmak, hayırlısıyla emekli olup bir ev almak, okulu bitirip devletin kolunda bir yer işgal etmek, çocuklarımı iyi bir yerde görmek, vb...
Ancak bunların içerisinde, ‘Rabbım’a iyi bir kul
olmak, hayır sever salih bir mümin, abid bir müslüman, müttaki, müvahhit bir insan olmak’ yoktur
maalesef. Onun için kayıp ediyor, mutlu olamıyoruz.
‘Daha gençtir’ diyor, çocuklarımızın ibadetsizliklerine
göz yumuyoruz. Yaşken eğip islama göre şekil veremediğiniz evlatlarımız büyüdüklerinde de Allah ve
Peygmber sevgisini kalplerine yerleştirmede zorlanıyoruz. Çok ısrarcı olduğunuzda kuru bir ağaç misali
hem kırıyor, hemde kırılıyoruz. Acaba, nerede hata
yaptım diyerek kendi kendinize hayıflanıyoruz.
Çocuklarınızı evlendirirken, eş seçerken araştırdığınız şey onların ahlakı seviyeleri olmuyor. Talip
olduğunuz kız ve erkeğin dini diyaneti önceliğiniz de
bulunmuyor. ‘Dünyevi şeyleri varmı’? diyor, maaşını,
evini arabasını soruyorsunuz. Evlendikten üç döt ay
sonra boşanmak için mahkemeye başvuruyorlar. huzursuz oluyor, evlatlarınızı da huzursuz ediyorsunuz.
Halbuki yüce Rasül(s.a.v.) bizleri böyle bir pişmanlık
yaşamamak için uyarıyor:
“Çocuğunuza bırakacağınız ‘en güzel miras’ onu hem dünya hemde ahiret mutluluğuna
eriştirecek bir terbiyedir”( Tirmizi)
Yüce Allah’ın “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”(Zariyat, 56) buyruğunda ifade ettiği gibi başı boş olarak
bu dünyaya gönderilmedik. O, bizleri eşrefi mahluk
olarak yaratıp her şeyi bizim hizmetimize verirken
(bkz. Isra,70) asıl vazifemiz olan, yer yüzünün imar ve
ıslahı için halife olara tayin etti. İşte asıl olan budur,
gerisi gayeye ulaştırabilecek kadar değerlidir. Hiçbir
vesile, hiçbir şart ve ortamda gayenin önüne geçme
hususunda öncelikli olamamalı.
“Bu dünya hayatı eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise işde
asıl hayat odur. Keşke bu gerçeği tüm insanlar bilselerdi.”(Ankebut, 64)
54
Eylül
Hayatın idamesi için yemek içmek zaruridir.
Bunun için de çalışıp çabalamak gerek, iş meslek sahibi olmak gerek. Bu zaten, hakkın rızasına dönük olduğu muddetçe İslam’ın emridir. Hayır hasenat yapmak için zenginde olmalı. Güzel bir ev, iyi bir iş, salih
bir eş, evliliğin meyvesi olan çocuk sahibi olmakta
gereklidir. Çocukların geleceği açısından fedakarlıklarda bulunmakta da anne babanın vazifelerindendir.
Ancak bizim burada anlatmak istediğimiz, Bunları, asıl gayeye ulaştıracak vesileler olarak görmeden, hak rızasını gözetmeden, nefsani duygu ve düşünceler şeklinde istemek. Bunları isterken, asıl olan
ibadet ve itaatten feragat etmemek. Öncelediğimiz
dünyevi isteklerimizi yaratılış gayemizin önüne getirip, ömrümüzü bir hiç
uğruna feda etmemektir.
Bir düşünelim! bir öğretmenin
talebelerini eğitmek ve onlara bildiklerini aktarmaktan başka, önceliyi ne
olabilir? Mühendis, asıl meşguliyeti,
plan proje cizmek iken, “o işi yapamam” vaktim yok diyebilir mi? Bir
doktorun, bütün ömrünü hastalarını
muayene etmekten alıkoyan önceliği
ne kadar akıllıcadır?
“Benden sonra, size
dünya nimetlerinin
ve
güzelliklerinin
açılmasından ve onlara gönlünüzü kaptıracağınızdan korkuyorum.” (Buhari,
Zekat,47)
Evet, bu dünyada nasıl bir
meşguliyetimiz olursa olsun her zaman görevler üstü bir görevimizin olduğunu, Allah’a karşı yerine getirmemiz gerek ağır
sorumluluklar içerisinde bulunduğumuzu asla unutmamalıyız. Ne iş yaparsak yapalım önceliğimiz hakkın rızası olmalı. Bir işin doğruluğunu ve yanlışlığını
İslam’ın emir ve yasaklarına, kural ve kiriterlerine
göre değerlendirmeliyiz. Bu bağlamda ibadetlerimizin önünde asla daha önemli ve daha öncelikli şeylerimiz olamaz/olmamalıdır da. Böyle bir şuur içerisinde olmak hem bu dünya hemde ahiret saadetimizin
olmazsa olmaz şartıdır.
İbadetler Asıl ve Hayati
Önceliklerimizdir.
Örnek olarak, namaz kılmamanın sebebi sorulduğunda, ‘Hiç vakit bulamıyorum, işlerim çok
yoğun, zaman olmuyor’. dediğimizde ilk önce neyi
değerli görmüş oluyoruz bir düşünelim! Ya da namaz
Eylül
vaktini pek önemsemediğğimiz bir zamanda, o vakit
gelip geçtiğinde ‘Eyvah daha geçmiş namazımı kılmadım -fazla ızdırapta duymadan- neyse kaza ederiz
diyerek ibadeti boş kalındığında, bütün meşguliyetler
durulduğuna kılınacak hatırlanacak şeyler olarak mı
görüyoruz? Müslüman namazlarını tali şeyler olarak
gördüğü andan itibaren kayıp etmiş demektir. Namaz boş adam işi değil, mümin olan adam
işidir. Dinin direğini dikmeden, din ikame
edilmez. Bu, ‘bir binanın duvarlarını çatısını
yapayım da, boyasını cilasını vurayım da nasıl olsa sonra kolonlarını dikerim’ demekten
farksızdır.
İnsan işini namaz vakitlerine göre ayarlamalı. Her meşguliyet, ibadetlerin etrafında şekillenmeli. Bir iş teklif edilirken,
randevu verilirken, alınırken o
vaktin ibadet zamanına denk
gelmemesine dikkat etmeli, ‘o
vakit namaz vakti, Rabbım’la
randevu zamanı’ diyerek neyi
öncelediğimizi göstermak süretiyle müslüman kimliğimizin
gereğini yapmalıyız.
Müminle kafir arasındaki
fark namazdır. Farkımızı, namazı
hayatımızın orta yerine koyarak
göstermeliyiz. Malınızın içerisine
karışmışsa fakirin hakkı yani zekat verebilecek seviyeye gelmiş, öyle bir zamana erişmişseniz halal malınızı
haram hale sokarak ne kadar dürüst bir hayat sürebilir, diğer ibadetlerden feyiz ve bereket umabilirsiniz.
Düşen birisini yerden tutup kaldırma fırsatınız varken
o ızdıraplar ve iniltiler arasında kulaklarınız, imdat
çığlıklarıyla yankılanırken başka önceliklerin bahaneleriyle nereye kadar kaçabilirsiniz.
Rütin hayatınız devam ediyor; her sabah işe gidiyor, akşamleyin dönüyorsunuz. Alış veriş yapıyor,
eş dost ziyaretine devam ediyorsunuz. Öğreciyseniz,
amirseniz, memursanız, patron veya işçiyseniz azda
olsa bazı farklılıklarla yine devam ediyorsunuz, öyle
veya böyle, hayatı yaşamaya. Ancak bir sabah kalktığınızda sizin ya da yan komşunuzun evinin yandığını
görürseniz. ‘Şimdi onunla uğraşamam, benim daha
önemli işlerim, randevularım var, onu sonra hallerderim’ diyebilir misiniz? Aynen bunun gibi bugün
55
maneviyatımız adeta tutuşmuş yanıyor, canlarımız
kardeşlerimiz yanıyor. İmanımıza her taraftan saldırılıyor. Amellerimiz boşa çıkarılıyor. ‘Ben ilk önce kendimi düşünürüm’ diyebilir misiniz?
Bir kardeşinizle karşılaştığınızda tebessüm etmeniz sadaka sayılmış, eksikiğinde onun gönlünü
kırmak söz konusu olacağından. Bir merhaba gereklidir o an. Selam paroladır, müminin müminle ünsiyet
peyda etmesinde. Bunların önüne geçirebilezceğiniz
daha kazançlı öncelikleriniz ne olabilir?
Bir insan olarak acziyetimizin ertelenmediği, fakirliğimizin hissedilmediği, muhtaçlığımızın üzerimizden düşmediği, bizim bize yetmediğimiz bir hayatla
imtihan edilirken bizi bizden daha iyi bilen, bizi, bir
annenin evladından daha çok seven, hazinesi sonsuz
olan Rabbimiz’e dönmeyerek, dualarımızla ondan
istemeyi başka zamanlara nasıl erteleyeceksiniz. Tevbe pişmanlıktır, hatanızdan döneceğiniz yerde daha
sonra nasıl olsa pişman olurum diyebilirmisiniz? Hem
pişman olmaya vaktinizin olacağını nereden garanti
edebilirsiniz. Sabır müminin en büyük silahıdır,
insanın düştüğü yerden kendisine uzanan rahmandan bir eldir. ısdırap ve sıkıntılar içerisinde kıvranırken başka bir zaman sarılırım o ipe
diyebilirmisiniz. Daha nice şeyler vardır ki ertelenmesi asla söz konusu olmayacak kadar ali şeyler, hayati önem taşıyan hasletlerdir.
rup hayatlarını devam ettirmektir. Bu nedenle hataları edepsizlikleri, ahlaksızlıkları nedeniyle hayvanların
yadırgandığına, kınandığına şahit olmadım. Ancak,
insan akıl sahibi bir mahluktur. Adeta bir alemi içerisinde barındırır. Rabbının sevgisinin içerisine sığdığı bir kalbe sahiptir. Duyguları vardır. Her şey onu
tatmin etmez. Onun ruhunu ibadetten başka hiç bir
şey doyurmaz. Öyleyse insan, ibadeti, Allah’a
kulluğu ertelememeli. Ruhunu ölüme mahküm
etmemeli, gönlünü başka şeylere döndürmemeli. Ertelenen her ibadet, gerilere itilen her
güzel davranış ruhun sıhhatına vurulan bir
darbe, güçten kuvvetten düşmesine sebep olan
çok ciddi amillerdir.
İnsan İbadetlerle
Ruhunu Doyurmalı
Hissiyat sahibiyle duyarsız; facirle müminin
karşılaştırmasını yapan Fahri kainat Efendimiz(s.a.v.)
buyuruyorlar ki:
Evet, nasılki vucudumuzun gıdaya ihtiyacı varsa ruhumuzunda olmazsa olmaz ihtiyaçları vardır.
Yemek yemeyi unutmadığımız gibi ibadet etmeyide unutmamalıyız. Su, hava hayatın devamı için ne kadar zarüriyse ibadet ve itaatte
ruhumuz için en az onlar kadar önemlidir.
İnsan, bir hayvanın hayatı gibi bir hayat süremez. Hayvanatın öncelikleri sadece karınlarını doyu-
Nelere Üzülüyor,
Nelere Seviniyoruz?
“Mümin, günahları sanki dibine oturup ta
üzerine düşeceğini sandığı bir dağ gibi görür,
Facir ise günahlarını burnuna konan bir sinek
gibi görür.” (Tirmizi,Kıyame,49)
Evet insan, değer verdiği neyse ilgisi neyin üzerinde yoğunlaşmışsa o şeylere karşı hassas davranır.
Her insan yaptığı işe, tercih ettiği mesleye alaka du-
Fahri kainat Efendimiz(s.a.v.) buyuruyorlar ki:
“Mümin, günahları sanki dibine oturup ta üzerine düşeceğini sandığı bir dağ gibi görür,
Facir ise günahlarını burnuna konan bir sinek gibi görür.” (Tirmizi,Kıyame,49)
56
Eylül
yar. Bildikleri, yaptıkları ya da yapacakları dikkatini
çeker. ‘Korktuğundan’ çekinir, ‘umduğundan’ ümitvar
olur. Neye değer veriyorsa ona kavuşmak, ona ulaşmak en öncelikli işi olur.
Müslümanın önceliği madem rızai ilahiye ulaşmak, Rabbı’nın cemaliyle buluşmak, Resülünün muhabbetiyle yoğrulup onun sünnetiyle bütünleşmek,
dünyaya değil ahirete talip olmak, zevale değil bekaya yatırım yapmak, cehennem den uzaklaşıp cennete
kucak açmak günahlarla fıtratını kirlemekten korkup
sevaplarla heybesini doldurmak, zulumden kaçıp
adaletle
hükmetmek,
bencillik
hastalığından
kurtulup diğargam dermanıyla buluşmak, zulüm
karanlığından kaçıp merhamet limanına sığanmak
olmalı, o zaman hassasiyetleri de bu istikamette
şekillenmeli, bu minval
üzerinde yol almalı. Müslüman insani melekelerini
buralardan gelen uyarılara, sinyallare açık ve faal
bir halde bulundurmalı.
Yoksa duyarsız, anlayışsız
bir insan neyin değerli neyin değersiz olduğunu bilemez. Ne ile üzüleceğini ne ile sevineceğini anlayamadığında da hayatını nice anlamsız ve değersiz şeyler
uğruna heba eder. Paranın kulu, dünyanın kölesi,
makam mevkinin deli divanesi olur.
diğim bu. Ahireti dert ediniyormuyuz. Yarın huzuru
mahşerde yüce Allah’ın bizi her şeyden hesaba çekeceği halde kendimizi oraya hazırlıyormuyuz? Mesela, bir vakit geçirdiğimiz namaz için hiç ağladığımız oldu mu? Cemaate yetişemeyip kayıp etmenin
ısdırabını ruhunda hissedip, bir köşeye çekilip, “Bu
günde kayıp ettim, fırsatı kaçırdım” deyip, derin derin
düşünenlere rasladınız mı? Rabbim, ihtiyaçlı birisini
kapısına gönderdiği halde onu geri çeviren birisinin
“Ah, ben ne yaptım” dediğine de az rastladığınız olmuştur herhalde. Bir insana, haksızlık etmiş olmanın
vepalini nasıl öderim diye
düşünebilmek kaç kişiye
nasip olur? Zekatını vermediğinde, orucunu tutmadığında,
görüp
komşusunu
gözetmediğinde,
müslümanların
derdiyle
dertlenmediğinde,
babasının
anne
duasını
ala-
madığında, onlara karşı
sorumluluklarını
yerine
getirmediğinde,
ısdırap
duyup haksızlık ettiklerinin kapısına dayanıp helallik
istemek, Rabın’ın kapısına vararak başını secdeye çivileyip göz yaşlarıyla af dilemek, dua etmek kaç kişiye
nasip olur.
İşte müslümanın kimliği, kırmızı çizgileri, hass-
Kainatın Efendisi bu hususta bir ölçü veriyor,
ortaya bir muhasebe kriteri koyuyor ve buyuruyor ki:
“Seni iyi amellerin sevindirir, kötü amellerin üzerse sen Müminsin”(Ahmet)
Düşünün! Üzüntülü bir şekilde bir kenarda oturan hatta göz yaşları döken birisine rastlasanız, yanına yaklaşıp kendisine bu kadar kederlenmesinin
sebebini sorsanız, aldığınız cevap alışa geldiğiniz cevaplardan pek farklı olmazdı her halde. Ya ağır bir
hastası vardır, ödemekte zorlandığı borcu söz konusudur, ailesiyle huzursuzluk yaşamaktadır ya da en sevdiği yakınını kayıp etmiştir vb. vb... Elbette ki bunlar
da üzülme sebepleridir. Ancak, bu kadar üzülmemize sebep olan bu gibi şeylere rağmen ya ahittretimiz
adına ne kadar üzülüyorüz? Benim vurgulamak iste-
Eylül
sasiyetleri böyle bir derinlikte olmalı.
Bizlere çok yakın olan Rabbımız’a yaklaşmak,
onun yakın olduklarına yakınlık sağlamakla, onun
razı olduğuna razı olmakla, onun nehyettiğinden
ateşten kaçar gibi kaçmakla, onun öncelediğini öncelemekle mümkündür. İnsanın niyeti neyse kavuşacağı şey de başkaSı değildir. Hayatınızda öncelediğiniz, öne aldığınız ibadetler kadar Allah’ın öncelediği
insan haline gelebilirsiniz. Merhameti celbetmek, affa
mazhar olmak, salih bir kul olmak, ancak müslüman
olarak önceliklerimizi pratiğe döktüğümüzde mümkündür. Unutmayalım!
Selam ve dua ile...
57
MilliTarih
Hüseyin Serkan Elönü
Coca-Cola’nın Ortaya Çıkışı
Coca-Cola’nın Mucidi : John Stith Pemberton
tarihten itibaren John Stith Pemberton morfin bağımlısı olmuştur.
Coca-Cola’nın ilk üreticisi olan John Stith
Pemberton, 8 Temmuz 1831 tarihinde ABD’nin Georgia eyaletinin Knoxville şehrinde James Clifford
Pemberton (1803-?) ve Martha Uorsham Gent
(1791-?) çiftinin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Babası James Clifford Pemberton’un kardeşi John
Clifford Pemberton (1814-1881) Konfedere Ordusunda general olarak vazife yapmıştır.
Amerikan iç Savaşı bittikten sonra John Stith
Pemberton, 1866 senesinden itibaren kendi morfin
bağımlılığı için morfinli ağrı kesiciler üretmek için çalışmalar yapmıştır.
James Clifford Pemberton
ve Martha Uorsham Gent 20
Temmuz 1828 tarihinde
Georgia
eyaletinin Kraufard
County
şehrinde
evlemişlerdir.
John Stith
Pemberton,
17
yaşından itibaren
eczacılık sahasında
John Stith Pemberton
(8 Temmuz 1831-16 Ağustos 1888)
eğitim almıştır. 1850
senesinde
Stajyer
olarak gittiği Philadelphia şehrinde tanıştığı Ann Eliza Clifford Lewis ile 1853’de evlenmiştir. Bir sene
sonra 1854’te Charley Pemberton isminde oğulları
doğmuştur.
John Stith Pemberton, 24 yaşından itibaren
bazı karışımlar tecrübe etmeye başlamıştır. Bu, onun
ileride üreteceği Coca-Cola’nın ilk temellerini teşkil
etmiştir.
John Stith Pemberton, Amerikan iç Savaşı
sırasında güneyliler olarak bilinen Konfedere Ordusu’nda Yarbay olarak 12. Süvari Alayı’nda vazife yaparken, Nisan 1865’de Columbus Muharebesi’nde
yaralanmıştır. Diğer yaralılar gibi, acıyı bastırması için
göğsü bıçakla açılarak kendisine morfin verilmiştir. Bu
58
1869 senesinde John Stith Pemberton, Atalanta’ya taşınmıştır.
John Stith Pemberton 1885’den itibaren
morfin bağımlılığı daha artmıştır. Bunun için Koka
bitkisi ile bazı karışımlar yapmıştır. Ayrıca morfinden
vazgeçerek Kokain’i kullanmıştır. O devirde, Kokan’in
tehlikesi kimse tarafından bilinmemiştir.
John Stith Pemberton’un 1886 yılında bir
ilaç olarak ürettiği şurup, küçük değişikliklerle alkolsüz bir içecek olarak küresel bir tüketici kitlesine Coca-Cola markası olarak ulaşmıştır.
John Stith Pemberton 6 Haziran 1887 tarihinde ürettiği Coca-Cola’ya patent almak için başvurmuş ve 28 Haziran 1887 tarihinde patent başvurusu kabul edilmiştir.
John Stith Pemberton uzun müddet Coca-Cola tekeline sahip kalamamıştır. Hastalığından
dolayı fazla yaşayamayacağını anlayan John
Stith
Pemberton,
kendisi öldükten sonra
oğlu Charley Pemberton’a geleceği için
para bırakabilmek için
Coca-Cola patentini
2300 Dolar karşılığında Asa Griggs Candler’e satmıştır. Asa
Griggs Candler satın
aldığı formülü 1892’de
şirketleştiredek
CoAsa Griggs Candler
ca-Cola Company’yi
(30 Aralık 1851-12 Nisan 1929)
kurmuştur.
Eylül
John Stith Pemberton, 16 Ağustos 1888 tarihinde 57 yaşında morfin bağımlısı ve mide kanseri
kurbanı olarak ölmüştür. Cenazesi Linwood Mezarlığı’nda toprağa verilmiştir. Mason olmanın gururunu gösteren bir sembol mezar taşına kazınmıştır.
Coca-Cola’nin muhtevasında yedi gizli madde
bulunmaktadır. Dünyada bu maddeleri sadece iki kişi
bilmekte ve bu maddeler bir kâğıtta yazılı olarak bir
bankanın kasasında muhafaza edilmektedir.1 (1 Türkçe Vikipedi’nin “The Coca-Cola Company” maddesinden alınmıştır. Ayrıca aynı sayfadaki bilgiye
göre, ortalama olarak dünyada saniyede sekiz bin kutu Coca Cola tüketildiği saptanmıştır. )
Oğlu Charley Pemberton da 6 sene sonra
aşırı dozda afyon kullanmadan ölmüştür.
John Stith Pemberton’un Georgia eyaletinin Colombus şehrindeki
Linwood Mezarlığı’ndaki mezarı. Mezar taşında Masonik bir sembol
olan gönye ve pergel görülmektedir.
COCA-COLA
FİRMASININ GELİŞMESİ
Coca Cola’nın Türkiye’deki ilk fabrikasının açılış haberi (1964).
Coca-Cola’nın 1890’lardaki bir ilanı.
1892’de Asa Griggs Candler tarafından kurulan Coca-Cola Company, 1895’de ABD’nin tüm
eyaletlerine yayılmış, 1896’da ABD’nin komşu devletlerinde de satılmıştır. Coca-Cola 1964’de Türkiye’ye Has ailesinin teşebbüsleriyle girmiştir.
Eylül
Coca-Cola denilen melanetin Türkiye’deki ilk ilanı (1964).
59
Yalnız Ağaçlar
Abdullah ÇAKIR
Penceremin önünde yapayalnız bir ağaç var.
Ovaya ve ovanın bitişiğindeki ormanlık dağa bakan
bir tepenin üstünde. Daha hayatının baharında ama
şimdiden sert rüzgarlar onu çok yormuş. Yana eğilmiş, topraktan kökleri çıkmış. Her rüzgâr ve yağmurla
kökleri biraz daha açığa çıkıyor. Ancak şaşırtıcı şekilde
toprağa daha da bağlanıyor. Yapraklarını her bahar
daha gür açıyor. Dertlerini bana anlatmak için gelenlere, efkârlananlara o ağacı gösteriyorum: “Bak,
o ağacı görüyor musun? Ona dikkatlice bak!
Sana neyi anımsatıyor?..”
Onun yanında oturmak, onunla hasb-i hal etmek bana tarifi imkânsız bir zevk veriyor, hayretlere
düşürüyor. Zira o haliyle bana öyle nasihatler ediyor,
öyle bir tefekkür alemine seyahate çıkarıyor ki…
Yalnız ağaçlar…
Hani kimsesiz bir dağ başında, ıssız bir bozkırın
ya da tarlanın ortasında bulunan, bazen uzun uzadıya giden yolları birbirine bağlayan dar bir geçidin, bir
60
vadinin başında nöbet tutan, bir pınarın sâkîsi ya da
bir erenin türbedarı, bir meçhul şehidin kabir taşı olan
yalnız ağaçlar…
Topğrağa düştükleri günden beri orayı beklemektedirler. Yanlarına gelip kendilerine sarılacak bir
can bekler gibidirler. Yanında yâri, kendisini anlayacak hem demi, sohbet arkadaşı olacak bir başka ağaç
daha olsa… Hani onun da olmadığı ağaçlar var ya...
Börtü böceğin ve bazen de göçmen kuşların ziyaretgâhıdırlar ama vefalı bir insan sıcaklığının değerini en iyi onlar biliyor olmalıdır. Gurbetin, garipliğin
ve vefasızlığın ne olduğunu anlamak, resmini çizmek
isteyenler onlara baksınlar.
Yılların getirdiği tahribata, susuzluğa, en
sert rüzgârlara, yağmurlara, tipi ve borana karşı verdikleri mücadele ile hayata tutunmanın
sembolüdürler. Yolunu kaybedenlere deniz feneri,
göçmen kuşlara yuva, bunalmışlara -ırkına, nev’ine,
cinsine makamına, malına mülküne bakmadan- ellerini uzatan Rahmet’in sureti olurlar.
Eylül
Çok uzaklarda olsalar bile, hala orada olduklarını bilmekle içimizin huzurla dolduğu ana-babamız gibi anaçlığın ve babacanlığın tablosudur onlar.
Gözleri yollarda, yolları gözlerler. Yollarda tozlanırken
uzaktan görüldüklerinde koşup onlara sarılmanın
tadı…
yalnız ağaçlar… kûşe-i uzletine çekilmiş dervişler… Semaya doğru açılmış eller gibidir dalları… bitmek tükenmek bilmeden aşkla şevkle Allah’ı övmekte, tazarru ve niyaz halindedirler. “Allahım! Seni
hakkıyla övmekten acizim. Ben yok iken, beni
sen yarattın. Varlığından bana
varlık verdin. Bundan daha büyük cömertlik olur mu? Allahım! Sen varsın ya ben kendimi
neden yalnız hissedeyim. Kimseler beni arayıp sormasa da
sen varsın ya en vefalı dost, ey
velî, ey rahman ve rahim olan…
ey..!”
Bilecik tekfurunu ve ovasını, zaviyesinin bulunduğu tepeden
tarassut altına alan Dursun Fakı…
hala gözlemeye devam ettiği o tepede onu ziyaret ettiğimde sanki
tazarru, niyaz ve secdesine devam
ediyordu yüksek tepenin, uçsuz
ovanın, bucaksız ufkun ve sınırsız gök yüzünün sahibi
bir yalnız ağaç gibi.
Etraf koyu bir sessizliğe bürünmüş iken
esen rüzgâr, “hû” ile onun niyazına iştirak etmiş,
kabri başında bulunan türbedarı ulu servinin dalları
ahenkle cûş u hurûşa gelmiş, hislerimizin, tercümanı
olmuştu:
“Bir ağaç misal yapayalnız
Ortasında kalmış bozkırın
Dediler budur garip ve ıssız
Halâyıktan uzak Hakk’a yakın”
Ulu servi, akıp giden zamanı, tarihi, mekanı ve
hatıraları tekrar yaşatmış, dünyanın faniliğini ve hiçliğimizi iliklerimize kadar hissettirmişti. “Âh! Bir dile
gelseydim sana neler anlatırdım neler. Tanıklığımı kelimelere dökerdim. Kılıç kalkan şakırtılarını mı
istersin yoksa şu ovada yapılan o muhteşem savaşı
ve tadılan zaferi mi? Yoksa salıncaktaki o bebeğin gü-
Eylül
lücüklerini mi? Ya o kervanın yorgun atlarının, develerinin zil sesleri… şu çoban, şu çiftçiler, şu yolcu, şu
yavuklusunun adını gövdeme kazıyan delikanlı… Ya
şu Allah adamı... Hani bir gün beraber oturmuştuk
da Allah’ı zikretmiştik gözyaşlarıyla. Şu dallarım neler
gördü neler. Hani şairin dediği gibi:
Geleydin bir çay içimi
Sen çay dökerdin
Ben de içimi. Ama anlar mısın beni?” der
gibi, güngörmüş pîr-i fâni edaları ile anlatmak istedikleri, yaşadıkları, tanıklıkları… sevinçler… üzüntüler…
yorgunluklar…
Bütün bunları tefekkür ederken birden, binlerce yıl önce Medyen’den Mısır’a yolculuk eden Musa
(as) canlandı gözümde.
Ve uzaktan…Çok uzaklardan
gördüğü ateşten, bir cezve kor almak için, yalçın, çıplak kayalıklar
ve patikalarla dolu mukaddes vadi
Tuvâ’ya tırmandığında orada karşılaştığı o yalnız ağaç. Rabbimiz ondan kelâm etmişti Musa’ya (as).
Ve Rasulullah (sav)’in yolculuğunda altında konakladığı, Hammâra kuşunun yuvası ve yavrularının
bulunduğu o yalnız ağaç…
Ve Allah Rasulu’ne ahd ü vefanın sembolü o
Rıdvan ağacı…
Ve inleyen kütük! Sen hangi yalnız ağaçtın ki Allah senin yalnızlığını, Rasulullah
(sav)’in kadem-i şerîfi ile taçlandırdı?!
Salih insanlar… baltaların girdiği bir ormandan arta kalan yalnız ağaçlar…Onlar dünyadan bir
bir el ayak çektikçe dünya daha bir ıssızlaşıyor, çoraklaşıyor.
Issız dünyanın yalnız-garib yolcusu… Dua et
ağacın sahibine onların sayısını artısın. Dua et, yolunu denk düşürsün onlara. Belki sen de bir gün bir
yalnız ağaç olursun.
61
Kurbanın Mahiyeti, Vücubu ve Şer’î Hikmeti
Kurban Yüce Allah’ın rahmetine yaklaşmak
için ibadet niyeti ile kesilen özel hayvandır. Kurban bayramı günlerinde (ilk üç günde) böyle Allah rızası için kesilen kurbana (Udhiyye), bunu kesmeğe
de “tazhiye” denilir.
Kurban Bayramında ibadet niyeti ile kurban kesmek, hür, mukîm (yolcu olmayan), müslim ve zengin
kimseye vacibdir. Zenginden maksad, temel ihtiyaçlarından başka, artıcı olsun olmasın, en az iki yüz dirhem gümüş değerinde bir mala sahib olan, fitre
vermekle yükümlü olan kimselerdir. (Zekat bölümüne bakılsın!..)
Kurban kesme günlerinde (kurban bayramının
ilk üç gününde) kurban kesmeğe gücü varken kurban kesmeyip de sonra fakir düşse, buradaki vücub üzerinden düşmüş olmaz.
Kurban kesme yükümlülüğü için, İmam Azam
ile İmam Ebû Yusuf’a göre, akıl ve buluğ şart değildir.
Bundan dolayı zengin olan bir çocuğun veya bir delinin
malından bunların velisi kurban keser. Bu çocuk veya
bu mecnun o kurbanın etinden yer. Geri kalan kısmı da,
elbise gibi aynından faydalanacakları bir şeyle değiştirilir.
Fakat İmam Muhammed’e göre, kurban yükümlülüğü için akıl ve büluğ şarttır. Bundan dolayı çocukların ve mecnun olanların mallarından kurban kesilmesi
gerekmez. Fetva da buna göredir. Velileri onlar adına mallarından kesecek olsalar, kurban bedelini onlara
ödemeleri gerekir. Ancak bir kimsenin kendi malından
çocuğu için kurban kesmesi mendubdur. (İmam Malik
ile İmam Şafiî’ye göre, kurban vacib değil, müekked bir
sünnettir.)
Vacib olan kurban görevi, Hak yolunda fedakarlığın bir nişanıdır. Yüce Allah’ın verdiği nimetlere karşı yapılan bir şükürdür. Bunun sonucu da sevaba ulaşmak ve birtakım belalardan korunmaktır.
Şu gerçek de bilinmeli ki, insanların ihtiyaçları için
yeryüzünde yüz binlerce hayvan kesiliyor. Fakat bunlardan yalnız durumları yeterli olanlar yararlanıyor. Kurban Bayramında ise, Hak rızası için birçok hayvan
kesiliyor. Bunların etlerinden ve derilerinden çok fakir
kimseler de yararlanıyor. İktisadî olan mesele, dinî ve
ahlakî bir mahiyet kazanıyor. Şahıs menfaati yerine toplumun menfaati bulunmuş oluyor. Bunun için kurban
62
kesilmesi, İslama ait insanî ve sosyal büyük bir
fedakarlık demektir.
Kurban kesilmekle, kesilen hayvanların sayısı çok
artmış olmaz; çünkü kurban kesilen günlerde kasapların
kestiği hayvan sayısı azalır ve böylece o günlerde aynı
mikdar hayvan kesilmiş olur.
Kendi zevkleri için hergün binlerce hayvanın kesilmesini çok görmeyenlerin, senede bir defa Allah rızası
için bir mikdar hayvanın muhtaçlar yararına olarak Kurban adı altında kesilmesini çok görmeleri, doğrusu büyük bir düşüncesizliktir.
Sonuç: Kurbanın meşru olması, din, ahlak
ve toplum yararı bakımından birtakım hikmet ve
hacetlere dayanır. Bunu değerlendiremeyecek bir
akıl sahibi olamaz.
Kurbanın Cinsi ve
Kusurlu Olup Olmaması
Kurbanlar yalnız koyun, keçi, deve ve sığır cinsi
hayvanlardan kesilebilir. Mandalar da sığır cinsindendir. Bunların erkekleri ile dişileri eşittir. Ancak koyun cinsinin erkeğini kurban etmek daha faziletlidir. Keçinin erkeği
ile dişisi kıymetçe eşit olsalar, dişisini kesmek daha faziletli
olur. Aynı şekilde devenin veya sığırın erkeği ile dişisi et ve
kıymet bakımından eşit olsalar, dişisinin kurban edilmesi
daha faziletlidir.
Koyun ile keçi ya birer yaşını doldurmalı
veya koyunlar yedi sekiz aylık olduğu halde birer
yaşında imiş gibi gösterişli bulunmalıdır.
Deve, en az beş yaşını, sığır da en az iki yaşını bitirmiş bulunmalıdır.
Tavuk, horoz ve kaz gibi evcil hayvanlar kurban
olamaz. Bunları kurban niyeti ile kesmek tahrimen mekruhtur. Çünkü bunda Mecüsîlere benzeyiş vardır. Etleri
yenilen vahşî hayvanlar da kurban edilmez.
Koyun ve keçiden her biri yalnız bir kişi adına kurban edilir. Bir deve veya bir sığır, bir kişiden
yedi kişiye kadar kimseler için kurban edilebilir.
Ancak bu ortakların hepsi müslüman olup her biri
Eylül
( Ömer Nasuhi Bilmen - Büyük İslam İlmihali)
kendi hissesine malik olmalı ve Allah rızası için
bir ibadet niyeti taşımalıdır.
Ortaklar kesilen kurbandan hisselerini tartı
ile ayırırlar, göz kararı ile ayıramazlar.
(İmam Malik’e göre bir sığır, bir manda veya bir
deve bir aile halkından yedi ve daha çok kimse için kurban olabilir, bu caizdir. Fakat başka başka aileler için, yediden az olsalar da caiz olmaz.)
Kurbanlık hayvanın şaşı, topal, uyuz ve deli
olmasında, doğuştan boynuzlu veya boynuzsuz
veya boynuzunun azı kırık bulunmasında, kulaklarının delinmiş veya enine yarılmış olmasında,
kulaklarının uçlarından kesilip sarkık bir halde
bulunmasında, dişlerinin azı düşmüş olmasında,
cinsel organı bulunmamasında, burulmuş olarak
bulunmasında bir sakınca yoktur; bu hayvanlar
kurban edilebilirler.
İki gözü veya bir gözü kör, dişlerinin çoğu
düşmüş veya kulakları kesilmiş, boynuzlarının biri
veya ikisi kökünden kırılmış, kulağının veya kuyruğunun yarıdan fazlası veya memelerinin başları
kopmuş, kulakları veya kuyruğu yaratılışında bulunmayan bir hayvan kurban olamaz.
Kurbanın semiz olması daha faziletlidir. Kemikleri içinde iliği kalmamış derecede zayıf veya aksak
ayağını yere basıp kesileceği yere kadar topal veya aşikar
bir halde hasta bulunan bir hayvan da kurban olamaz.
Kurban kesmekle yükümlü olan bir kimsenin satın aldığı kurbanda yukardaki kusurlardan
biri sonradan meydana gelse, yerine başkasını
alıp kesmesi gerekir. Fakat fakir bir kimsenin aldığı
kurban böyle kusurlanırsa, yine kurban olarak kesilmesi
caiz olur, yerine başkasını alması gerekmez. Hatta böyle
kusurlu bir hayvanı satın alıp kurban kesmesi de yeterli
olur. Çünkü bu kurban o fakir için bir nafiledir. Nafilelerde ise, genişlik ve kolaylık vardır.
(Üç imama göre, zengin için de yeterli olur. Başkasını almaya gerek yoktur.)
ondan sonra da kaybolan kurban bulunsa bunu da kesmesi gerekmez. Çünkü üzerine düşen vacibi yerine getirmiştir. Fakat bu duruma düşen fakirin o bulunan kurbanı
kesmesi gerekir; çünkü fakirin satın aldığı kurban, kurban
olmak üzere belirlenmiştir; kendisine vacib olmadığı halde, bunun kurban olmasını kendisine gerekli kılmıştır.
Kurban için alınan hayvan çalındıktan veya kaybolduktan sonra onun yerine başkası alınıp ondan sonra nahr (kurban kesme) günleri içinde bulunsa, bakılır:
Sahibi zengin ise bu iki kurbandan dilediğini keser. Ancak sonradan almış olduğu hayvanın kıymeti ilk
hayvandan daha az olur da bunu kesmiş olursa,
aradaki kıymet farkını sadaka olarak vermesi gerekir. Fakat kurban sahibi fakir ise o iki hayvanı da kesmesi gerekir. Çünkü bu kurbanlar fakir hakkında birer
adak yerindedir. Bir görüşe göre de, bunlardan yalnız
birini kesebilir.
Kaybolan kurbanlık yerine alınan ikinci kurbanlık hayvan daha kesilmeden nahr günlerinden
sonra önceki kayıp hayvan bulunsa, bunların sahibi hiç birini kesmez, bunların en kıymetlisini
sadaka olarak verir.
Bir kimse aldığı kurbanlık hayvanı satıp
onun yerine dengini almış olsa, İmam Ebû Yusuf’a
göre caiz olmaz. Çünkü bunun aynına Allah’ın hakkı geçmiştir. Fakat İmam Azam ile İmam Muhammed’e
göre, bu kerahetle caiz olur.
Kurbanlık bir hayvan kesilmeden önce doğursa,
yavrusu da kendisi ile beraber kesilir. Çünkü yavru anasına bağlıdır. Eğer yavru kesilmeyip satılırsa, parasını sadaka olarak vermek gerekir.
Kurbanın Kesilme Vakti
Kurbanın kesilme zamanı nahr (Bayramın birinci, ikinci ve üçüncü) günleridir. Fakat birinci günde kesilmesi daha faziletlidir.
Zengin kimsenin aldığı kurban henüz kesilmeden
ölse, yerine başkasını alması gerekir. Fakir kimsenin aldığı kurban ölse, başkasını alması gerekmez.
Kurbanlar, bayram namazı kılınan şehir gibi yerlerde, bayram namazı kılındıktan sonra bayram namazı
kılınmayan yerlerde ise bayram gününün fecrinden sonra kesilir. İlk vakti budur. Kurbanı geceleyin kesmek tenzihen mekruhtur.
Zengin kimsenin aldığı kurban kaybolduktan veya
çalındıktan sonra yerine başkası kurban edilmiş olsa ve
(İmam Şafiî’ye göre, kurbanlar bayramın dördüncü günü güneş batıncaya kadar kesilebilir.)
Eylül
63
HZ. SA’D B. EBİ VAKKAS (r.anh)
Salih AYDIN
n
s.a.s)’ı
(
h
a
l
l
lü
,
, Rasû
)
a
.
r
tılmış
(
a
k
,
Sa’d
a
rın
r
gazala
n
ü
t
rlılıkla
ü
a
r
b
a
y
k
a,
e büyü
’d
r
i
d
yolund
e
B
h
a
l
l
.A
mek
miştir
r
e
t
s
yok et
ö
ı
g
r
a
l
am
r
ışı niz
d
eye he
m
â
m
l
t
e
is
a
d
ir
nını fe
ratik b
p
u
için ca
n
ğu
ır oldu
r.
z
a
h
n
muştu
y
o
k
zama
a
e ortay
şekild
64
Sa’d b. Ebî Vakkas Malik b. Vuheyb b. Abdi
Menaf b. Zühre. Babası Malik b. Vuheyb’dir. Malik’in künyesi Ebî Vakkas olup, Sa’d bu künyeye
nisbetle İbn Ebî Vakkas olarak çağrılırdı. Rasûlüllah (s.a.s)’ın annesi Zuhreoğullarından olduğu için,
anne tarafından da nesebi Rasûlüllah (s.a.s) ile birleşmektedir. Sa’d’ın annesi Hamene binti Süfyan
b. Ümeyye’dir. Sa’d (r.a), ilk iman edenlerden biridir. Kendisinden yapılan rivayetlere göre o islâmı
üçüncü kabul eden kimsedir. Ancak, Hz. Hatice,
Hz. Ebu Bekr, Hz. Ali ve Zeyd b. Harise’den sonra
müslüman olmuşsa beşinci müslüman olmuş oluyor. Sa’d (r.a), müslüman olduğu gün henüz namazın farz kılınmamış olduğunu ve o zaman on
yedi yaşında bulunduğunu söylemektedir Sa’d, Tabakâtül-Kübrâ, Beyrut (t.y), III, 139).
Sa’d (r.a) islâma girişine sebep olan olayı şöyle anlatır: “Müslüman olmadan önce rüyamda
kendimi hiç bir şeyi göremediğim karanlık
bir yerde gördüm. Bu arada ay doğdu ve ben
onun aydınlığına tabi oldum. Benden önce
Eylül
bu aya kimlerin uymuş olduğuna bakıyordum.
Onlar, Zeyd b. Harise, Ali b. Ebî Talib ve Ebû
Bekir’di. Onlara ne kadar zamandan beri burada olduklarını sorduğumda, onlar; “Bir saat
kadardır” dediler. Araştırdığımda öğrendim
ki, Rasûlüllah (s.a.s) gizlice islâm’a davette
bulunmaktadır. Ona Ecyad tepesi taraflarında
rastladım. İkindi namazını kılıyordu. Orada
islâmı kabul ettim. Benden önce bu kimselerden başkası imân etmemişti” (İbnül-Esir, Üsdül-Gâbe, II, 368).
Sa’d’ın müslüman olduğunu
öğrenen annesi, buna çok üzülmüş
ve oğlunu atalarının dinine döndürebilmek için çareler aramaya başlamıştı. Sa’d’a, eğer girdiği dinden
dönmezse, yemeyip içmeyeceğine
dair yemin etmişti. Sa’d, annesine,
bunu yapmamasını, çünkü dininden dönmeyeceğini söyledi. Yeminini uygulamaya koyan annesi, bir
zaman sonra açlık ve susuzluktan
bayılmıştı. Ayıldığında Sa’d ona;
“Senin bin tane canın olsa ve
bunları bir bir versen, ben yine
de dinimden dönmeyeceğim”
demişti. Onun kararlılığını gören annesi yemininden vazgeçmişti (Üsdül-Gabe, aynı yer). Sa’d (r.a)
annesine çok düşkündü ve ona bir zarar gelmesini
asla kabul edemezdi. Ancak imanla alakalı bir
konuda Rabbine isyan edip başkalarının heva
ve heveslerine de tabi olamazdı. Sa’d (r.a) ve
benzerlerinin karşılaşacağı bu gibi durumları çözümlemek ve iman edenleri rahatlatmak için Allah Teâlâ
şu âyet-i kerimeyi göndermişti: “Bununla beraber
eğer, hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi
bana ortak koşmak için seninle uğraşırlarsa, o
zaman onlara itaat etme. Dünya işlerinde onlara iyi davran...” (Lokman, 31 / 15).
Sa’d (r.a), Medine’ye hicrete kadar Mekke’de
kalmıştır. Dolayısıyla müşrikler tarafından uğradıkları bütün saldırı ve işkencelere diğer müslümanlarla birlikte Mekke dönemi boyunca muhatab olduğu
muhakkaktır. Mekke’de müslümanlar, Mekke zorbalarının saldırılarından emin olmak için ibâdetlerini
gizli ve tenha yerlerde ifa ediyorlardı. Bir gün Sa’d
(r.a) arkadaşlarıyla birlikte ibâdet ederlerken
müşriklerden bir grup onlara sataşarak islâmla alay etmişler ve onlara saldırmışlardı.
Sa’d eline geçirdiği bir deve sırt kemiğini alıp
müşriklere karşılık vermiş ve onlardan birini
yaralayarak kanlar içerisinde
bırakmıştı. İşte islâm’da Allah
için ilk akıtılan kan budur (Üsdü’l-Gâbe, II, 367).
Sa’d (r.a) kardeşi Ümeyr (r.a)
ile Medine’ye hicret ettiği zaman,
kan davası yüzünden Mekke’den
kaçıp buraya yerleşmiş olan diğer
kardeşleri Utbe’nin evinde kalmaya başlamışlardı. Muahat olayında
Rasûlüllah (s.a.s), Sa’d’ı Mus’ab b.
Umeyr ile kardeş ilân etmişti. Başka bir rivayete göre de kardeş ilân
edildiği kimse Sa’d b. Mu’az’dır (İbn
Sa’d, a.g.e., III, 139-140).
Medine’ye hicretle birlikte islâm devlet olmuş
ve kendini tehdit eden güçlere karşı askerî faaliyetler başlamıştı. Bu çerçevede Mekke kervanlarına
yönelik askerî birlikler (seriyye) sevkediliyordu. İlk
seriyye, Hicretin yedinci ayında Mekke kervanının
yolunu kesmek için otuz kişiden oluşan Hz. Hamza
komutasındaki seriyyedir. Sa’d (r.a)’da bu ilk askerî
birliğe katılanlardandır (İbn Sad, aynı yer) Bir ay sonra Ubeyde b. Haris komutasında gönderilen seriyye
Kureyş kervanıyla karşılaştığında ilk oku Sad b. Ebi
Vakkas (r.a) atarak çatışmayı başlatmıştı. Mekke’de
Allah yolunda ilk kan akıtan kimse olma şerefi
Sa’d (r.a)’a ait olduğu gibi, yine Allah yolun-
“Bununla beraber eğer, hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşmak için seninle uğraşırlarsa, o zaman onlara itaat etme. Dünya işlerinde onlara iyi davran...” (Lokman, 31 / 15).
Eylül
65
da ilk ok atma şerefi de böylece ona nasip olmuştur. Sa’d (r.a) şöyle demektedir: “Araplardan
Allah yolunda ilk ok atan kimse benim” (İbn
Sa’d, aynı yer).
Aynı yılın Zilkade ayında Rasûlüllah (s.a.s), Sa’d
b. Ebi Vakkas’ı yirmi kişilik bir askerî birliğe komutan
tayin ederek el-Harrar mevkiine göndermişti. Bu seriyyenin gayesi de Mekkelilere ait kervanı vurmaktı.
Ancak kervan bir gün önceden bu yerden hareket
etmiş olduğu için, bir çatışma çıkmamıştı. Rasûlüllah
(s.a.s), sadece seriyyeler göndermekle yetinmiyor,
bizzat ordusunun başına geçerek seferler düzenliyordu. Bunlardan biri olan ve II. Hicrî yılın Rebiu’l-Evvel
ayında gerçekleştirilen Buvat gazvesinde, ordu sancağını Sa’d taşımaktaydı (Taberi, Tarih, Beyrut 1967,
II, 407). Peşinden tehlikeli bir görevle Mekke ile Taif
arasındaki Nahle mevkiine keşif maksadıyla gönderilen Abdullah b. Cahş seriyyesine katılan Sa’d b. Ebi
Vakkas (r.a)’ın bütün cihad faaliyetlerine aktif bir şekilde iştirak ettiği görülmektedir.
Bedir savaşında müşrik süvari birliğinin komutanı olan Sa’id b. el-As’ı öldürüp kılıcını Rasûlüllah
(s.a.s)’e getirmişti. O, Zülkife adındaki bu kılıcı
ganimetlerin dağıtılışında Sa’d’a vermişti.
Uhud savaşında, müşriklerin üstünlüğü ele
geçirdiği ve müslümanların paniğe kapılarak dağıldığı esnada Rasûlüllah (s.a.s)’ın yanından
ayrılmayıp gövdelerini siper ederek onu korumaya çalışan bir kaç kişiden birisi Sa’d b.
Ebi Vakkas (r.a) idi. O, cesaretinden hiç bir şey
kaybetmeden ok atmaya devam ediyordu. Sa’d
(r.a) ok atmakta mahirdi ve hedefini şaşırmıyordu. Rasûlüllah (s.a.s) ona ok veriyor ve şöyle
diyordu: “At Sa’d Anam babam sana feda olsun” (Müslim, Fezâilü’s-Sahabe, 5; İbn Sa’d, a.g.e.,
III,141; İbnül-Esîr, el-Kâmil,)i’t-Tarih, Beyrut 1979,
II, 155). Rasûlüllah (s.a.s), övgü, rıza ve hoşnutluğu
ifade eden bu kelimeleri, ana ve babasını bir arada zikrederek başka hiç kimse için kullanmamıştır (İbn Sa’d, aynı yer).
Sa’d (r.a)’ın Uhud günü gördüğü hizmet ve
gösterdiği kahramanlık gerçekten çok büyüktü. Onun
bu günde tek başına bin ok attığı rivayet edilmektedir
(Üsdül-Gâbe, II, 367).
O, Hendek, Hudeybiye, Hayber, Mekke’nin fethi ve diğer gazvelerin tamamına katılmıştır (İbn Sa’d,
a.g.e., 111, 142).
Rasûlüllah (s.a.s)’ın vefatından sonra Hz. Ebu
Bekir (r.a)’a bey’at eden Sa’d (r.a), Hz. Ömer döneminde aktif olarak devlet idaresinde görevler almıştır.
Bu dönemde onun en önemli görevlerinden birisi,
asrın emperyalist süper güçlerinden birisi olan İran
İmparatorluğunu çökerten Kadisiye ordusunun kumandanlığıdır.
Bizansa yönelik askerî faaliyetler sürerken, İran
topraklarına da seferler yapılıyordu. Hz. Ebû Bekir
(r.a) döneminde İranlıların elinde olan Irak’ın büyük
bir bölümü fethedilmişti. Hz. Ömer (r.a) iş başına geçtiği zaman İran’a karşı kapsamlı ve netice alıcı bir askerî sefer düzenlenmesi için çalışmalara başladı. Yapılan istişareler sonucunda Sa’d b. Ebî Vakkas’ın
hazırlanan orduya komutan tayin edilmesi
kararlaştırıldı. Havâzin kabilelerinden zekât
toplamak için bu bölgede bulunan Sa’d, Medine’ye çağrılarak ordu ona teslim edildi. Sa’d
ordusuyla Irak’a doğru yürüyüşe geçerek Kadisiye
mevkiinde kârargah kurdu. İran şahı, müslümanlara
Bir gün Sa’d (r.a) arkadaşlarıyla birlikte ibâdet ederlerken müşriklerden bir grup
onlara sataşarak islâmla alay etmişler ve onlara saldırmışlardı. Sa’d eline geçirdiği bir
deve sırt kemiğini alıp müşriklere karşılık vermiş ve onlardan birini yaralayarak kanlar
içerisinde bırakmıştı. İşte islâm’da Allah için ilk akıtılan kan budur (Üsdü’l-Gâbe, II, 367).
66
Eylül
karşı savaşmak üzere ünlü komutanı Rüstem’i görevlendirmişti. Yapılan savaşı müslümanlar kazanmış ve
İran toprakları islâm tebliğine açılmıştı. Sa’d hasta
olduğu için bizzat savaşa iştirak edememiş
ve yüksekçe bir yerden, savaşan orduyu idare
etmişti. Kadisiye, islâm ordularının kazandığı
en parlak ve kesin zaferlerden biri olarak tarihe geçmiştir.
iddialarla Hz. Ömer (r.a)’a şikayet etti. Ayrıca onun
namaz kıldırış tarzını da beğenmiyorlardı. Hz. Ömer
(r.a) meseleyi inceletmiş; yapılan şikayetlerin asılsız
olduğunu anlamış olmakla birlikte, maslahatı gözeterek onu geri çağırmıştı (Asr-ı Saadet, I, 432 vd.).
Hz. Ömer (r.a), kendisinden sonra halife seçimini gerçekleştirmek için altı kişilik bir şûra oluşturmuştu. Sa’d (r.a) da bunlar arasındaydı. Hz. Ömer
(r.a)’in vefatından sonra halife tayini için müzakereler başladığı zaman Sa’d, Abdurrahman b. Avf lehine
adaylıktan çekildiğini açıklamıştır.
Daha sonra Sa’d (r.a), Celula’ya yönelmiş
ve burasını fethetmişti (H 16). Celula’nın fethi bölgede büyük bir ihtida hareketini de peşinden getirmişti. Daha sonra İran İmparatorluk
Hz. Osman (r.a), halife seçildigi zaman;
merkezi olan Medâin iki aylık bir kuşatmadan sonra
Ömer (r.a)’in vasiyetine uyarak
düşmüş, büyük meblağlarda ganimet
Sa’d’ı Küfe valiliğine tayin etti.
ele geçmiş ve Kisra III. Yezducerd
Ancak, bu seferki Küfe valiliği de
buradan Hulvan’a kaçmıştı. Sa’d b.
fazla sürmemiştir. O, hazineden borç
Ebi Vakkas, bir ordu göndererek sulh
olarak almış olduğu bir miktar payoluyla burayı fethetmişti. Yezducerd
rayı geri ödemekte zorluk çekince,
ise İsfahan bölgesine kaçarak orada
Sa’d
(r.a),
Ashahazine emini Abdullah İbn Mes’ud
tutunmaya çalışmıştır.
bın seçkinlerinden biri
tarafından Halifeye şikayet edilmiş;
olup
sağlığında
Cenbu şikayet üzerine Osman (r.a), onu
Sa’d (r.a), Medâin’e yerleşerek,
netle müjdelenen on
Küfe valiliğinden azletmişti. Bunun
fethedilen toprakların idarî yapısını
kişi
arasındadır.
üzerine Sa’d (r.a) Medine yakınlaoluşturmaya çalıştı. Medâin’in havası, askerlerin sıhhatini olumsuz yönde etkilediği için, Hz. Ömer (r.a)’in
onayı alınarak yerleşime ve ordunun
askerî stratejisine uygun bir konumda olan Küfe, ordugâh şehir haline getirildi. Sa’d bölge valisi olarak
Kûfe’de üç buçuk yıl kalmıştır. O, tekrar toparlanıp
kaybettikleri yerleri geri almak için hazırlıklara girişen
İranlıların hareketlerini takip ediyor ve gerekli askerî
önlemleri almaya çalışıyordu. Ancak tam bu sıralarda
Kûfe’de bir topluluk, Hz. Sa’d’ı ganimetleri adil dağıtmadığı ve gaza işlerinde gevşek davrandığı yolunda
rındaki Akik vadisinde bulunan çiftliğindeki evine yerleşmiş ve ziraatle
uğraşmaya başlamıştır.
Sa’d (r.a), Hz. Osman
(r.a)’ın şehid edilişiyle başlayan
fitne ve ihtilaflardan tamamen uzak kalmaya
gayret etmiştir. O, müslümanlar arasında kan dökülmesinden çok rahatsız oluyor ve taraflardan kendisine gelen teklifleri geri çeviriyordu. O, ümmetin
üzerinde anlaştığı bir halife ortaya çıkıncaya kadar
kendisine hiç bir şeyden bahsedilmemesini istemişti. Sa’d (r.a), gruplar arasında verilen mücadelelerde
kimin haklı kimin haksız olduğunun açıklığa kavuşturulmasının mümkün olmadığını bildiği ve haksız yere
bir müslümanın kanını akıtmaktan çekindiği için böyle davranıyordu. O, kendisine gelenlere şöyle diyordu: “Bana, iki gözü, dili ve iki dudağı olan ve
şu kâfirdir, şu mü’mindir diyen bir kılıç getirilinceye kadar asla kimseyle savaşmam” (İbn
Sa’d, a.g.e., III,143; Üsdül-Gâbe, II, 368).
Sa’d (r.a), güçlü bir kişiliğe ve siyasî destege sahip olduğu halde, riyaset çekişmelerinin içine girmekten ömrünün son günlerine kadar kaçınmıştır. Oğlu
Eylül
67
Ömer ve kardeşinin oğlu Haşim gidip ona; “Yüz bin
kılıç sahibi var ki, hepsi seni hilafet için en
liyakatli adam tanıyor” dediklerinde onun buna
verdiği cevap şu olmuştu:
“Bu sizin yüz bin kılıcınızdan daha kuvvetli tek bir kılıç, mü’mine çekilince onu kesmeyen, kâfire karşı sıyrılınca onu kesen kılıçtır” (Asrı Saadet, I, 436). Onun bu anlamlı sözleri,
müslümanların birbirlerine zarar vermelerine karşı ne
kadar hassas olduğunu ifade etmektedir.
Sa’d (r.a), Hicrî 55 yılında ikâmet etmekte olduğu Medine’nin dışındaki Akik vadisinde vefat etmiştir. Onun vefat tarihi hakkında, 54 ila 58 tarihleri
arasında değişen farklı rivâyetler bulunmaktadır (Üsdül-Gâbe, II, 369).
Sa’d (r.a)’ın cenazesi Medine’ye on mil kadar
uzaklıkta olan Akik vadisindeki evinden alınarak Medine’ye getirilmiş ve Mescid-i Nebi de kılınan namazdan sonra, Bâkî mezarlığına defnedilmiştir (İbn Sa’d,
III,148). Cenaze namazını Emevilerin Medine valisi
Mervan b. Hakem kıldırmıştır. Rasûlüllah (s.a.s)’ın
zevceleri de namaza iştirak etmişlerdi (Üsdül-Gâbe,
aynı yer).
Sa’d (r.a), vefat edeceğini anladığı zaman yünden mamül cübbesini getirtmiş ve ölünce onunla kefenlenmesini vasiyet etmişti. Bunun sebebi olarak,
Bedir gününde müşriklerle karşılaştığı zaman onu
giymekte olduğunu ve bundan dolayı bu cübbesini
çok sevdiğini söylemiştir (Üsdül-Gâbe, aynı yer). İbnül Esir’in kaydettiği, Sa’d (r.a)’ın oğlu Âmir’den nakledilen rivayete göre Sa’d (r.a) Muhacirlerden en son
vefat eden kimsedir (Üsdül-Gâbe, aynı yer).
Sa’d (r.a), Ashabın seçkinlerinden biri
olup sağlığında Cennetle müjdelenen on kişi
arasındadır. Yine tarihe şûrâ olayı olarak geçen ve Hz. Osman (r.a)’ın halife seçilmesini
gerçekleştiren Hz. Ömer (r.a)’in oluşturduğu
altı kişilik şûrânın içinde bulunmaktaydı. O,
ilk iman eden bir kaç kişiden biri olarak Mekke döneminin sıkıntılarına Rasûlüllah (s.a.s)’ın yanından
ayrılmayarak gögüs germişti. Kıyamete kadar devam
edecek olan cihad hareketi için, müslümanları taciz eden kâfirlere saldırarak ilk kanı akıtan
odur. Yine Medine döneminin başlarında kâfirlere
karşı ilk oku atan kimse olma şerefi de ona
aittir. Sa’d (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)’ın bütün gazalarına, katılmış, Bedir’de büyük yararlılıklar göstermiştir. Allah yolunda, islâm dışı nizamları yok etmek için canını feda etmeye her zaman hazır
olduğunu pratik bir şekilde ortaya koymuştur.
Uhud gününde müslümanlar dağıldığı zaman Rasûlüllah (s.a.s)’ı canlarını feda etme pahasına sonuna
kadar korumaya çalışan bir kaç kişiden biri de odur.
O, müşriklerin Rasûlüllah (s.a.s)’ı öldürmek için yaptıkları hamleleri, attığı oklarla sonuçsuz bırakmıştı.
İşte Rasûlüllah (s.a.s) bu krıtik anda onun gösterdiği
sebat ve yararlılıktan dolayı onu başka hiç bir kimseyi övmediği bir şekilde “Ânam babam sana feda
olsun, At” (Müslim, Fezailu’s-Sahabe, 5) diyerek
övmüş ve bunu defalarca tekrarlamıştı. Ve yine onun
için dua ederek şöyle demişti: “Allahım! Sa’d dua
ettiği zaman onun duasını kabul et” . Bu dua
çerçevesinde Sa’d (r.a)’ın yaptığı bütün dualar gerçekleşmekteydi (Üsdül-Gâbe, II, 366-369; İbn Sa’d,
III,139 vd.).
Müslümanları taciz eden kâfirlere saldırarak ilk kanı akıtan odur. Yine Medine
döneminin başlarında kâfirlere karşı ilk oku atan kimse olma şerefi de ona aittir.
68
Eylül
Sa’d (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)’ı korumak ve ona
gelebilecek zararları engellemek için sürekli gayret
içerisinde bulunmaktaydı. Aişe (r.an) şöyle anlatmaktadır: “Rasûlüllah (s.a.s) Medine’ye gelişinde bir gece
uyuyamadı ve; “Keşke ashabımdan Salih bir
zat bu gece beni korusa”dedi. Biz bu durumda
iken dışarıdan bir silah hışırtısı duyduk. Rasûlüllah
(s.a.s); “Kim o?” dedi. Gelen zat; “Sa’d b. Ebi
Vakkas’ım” karşılığını verdi. Rasûlüllah (s.a.s), ona;
“Neden buraya geldin?” diye sorduğunda Sa’d,
şöyle cevap verdi: “İçime Rasûlüllah (s.a.s) hakkında bir korku düştü de onu korumak için geldim”. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s) ona dua
etti ve sonra da uyudu” (Müslim, Fedâilu’s-Sahabe, 5). İşte Rasûlüllah (s.a.s)’ın kendisi için duyduğu
endişeyi Allah Teâlâ bu seçkin insanın kalbine
ilham etmiş ve onu Rasûlünü korumak için
harekete geçirmişti. Buradan, Sa’d (r.a)’ın, islâm
davasını yüceltmek ve düşman güçlerin ona karşı
komplolarını engellemek için o kadar büyük bir özveriyle çalıştığı açıkça anlaşılmaktadır. Onun Rasûlüllah
(s.a.s)’e karşı duyduğu sevginin sınırsızlığı, Uhud’da
olduğu gibi daha sonraları da onu kendi nefsini feda
ederek korumaya sevketmiştir.
dileyerek akşam sabah ona dua eden kimseleri kovma” ayetidir (el-Enam, 6/52; Müslim, Fedailu’s-Sahabe, 5; diğer âyetler şunlardır: el-Enfal, 8/1;
Lokman, 31/15; el-Maide, 5/9).
Sa’d (r.a), hakkında âyet nazil olan sahabilerden biri olma şerefine de sahiptir. O, “Benim hakkımda dört âyet nazil olmuştur” (Müslim, Fedailu’s-Sahabe, 5) demektedir. Bu âyetlerden
bir tanesi, Mekkeli müşriklerin Rasûlüllah (s.a.s)’den
yanındaki, ona iman etmiş güçsüz kimseleri kovmasını istemeleri üzerine nazil olan, Allah rızasını
Sa’d (r.a)’dan çok sayıda hadis rivayet edilmiştir. Ondan, İbn Ömer, İbn Abbas, Cabir b. Semure,
Sâib b. Yezid, Aişe (r.a), Said İbn Müseyyeb, Ebu Osman en-Nehdî, İbrahim b. Abdurrahman b. Avf, Kays
b. Ebi Hazm ve diğerleri hadis rivayet etmişlerdir. Ayrıca, Amir, Mus’ab, Muhammed, İbrahim ve Aişe’de
babaları olan Sa’d (r.a)’dan hadis rivayetinde bulunmuşlardır (Üsdül-Gâbe, II, 369). O hadis rivayeti
konusunda çok itimat edilenlerden birisidir. Rasûlüllah (s.a.s)’e atfedilen hadisler hakkında çok titiz ve
hassas davranan Hz. Ömer (r.a)’in oğluna söylediği;
“Oğlum, sa’d, Rasûlûllah’dan bir rivayette bulundu
mu, artık o meseleyi bir başkasına sorma” sözü onun
bu konudaki güvenilirliğini açıkça ortaya koymaktadır (Asrı Saadet, I, 437-438). Sa’d (r.a), orta boylu,
güçlü, büyük kafalı, sert elli bir vücud yapısına sahip
olup, sempatik bir kişiliği vardı (Asrı Saadet, I, 440;
farklı bir rivayet için bk. Üsdü’l-Gâbe, II, 368).
Sa’d (r.a), devrin putperest-müşrik süper güçlerinden biri olan İran İmparatorluğunu çökerten ve
böylece islâmın kitlelere tebliği önündeki büyük engellerden birisini ortadan kaldıran islâm tarihinin en
önemli savaşlarından biri olan Kadisiye savaşının
komutanıydı. O, kendisine verilen görevi hakkıyla
yerine getirip, Kisranın saraylarını ve hazinelerini ele
geçirmiş ve yapılacak fetih hareketlerine yeni bir boyut kazandırmıştı. Böyle güçlü bir askerî yeteneğe ve
siyasî güce sahip olmasına rağmen; bu, onun sade
ve zahidâne yaşayışına hiç bir tesirde bulunamamıştı. Her zaman, ümmetin gerçek temsilcileri olan idarecilerin verdiği görevleri hakkıyla yerine getirmeye
çalışmış, bu görevlerden azledildiği zaman kalbinde
hiç bir eziklik ve kırgınlık hissetmeden köşesine çekilmiştir. Şunu söylemek mümkündür ki; Sa’d (r.a),
islâm binasının sağlam temeller üzerine oturtulmasındaki temel taşlardan birisidir.
Sa’d (r.a), sekiz evlilik yapmış olup; bu
evliliklerinde, on yedisi kız, on yedisi de erkek
olmak üzere otuz dört çocuğa sahip olmuştu
(Asr-ı Saadet, I, 441).
Eylül
69
Musa KARACA
Günümüzde törenler, düğünler; anneler günü, babalar günü, sevgililer günü, doğum günleri gibi
özel günler derken her ay en az birkaç gün alışveriş günü olarak belirlenmiştir. Reklamlardaki bilinçaltı mesajlarıyla insanlara ihtiyacı olmadığı ürünler bile ihtiyacı varmış gibi gösterilerek insanlar tüketime teşvik edilmektedir. Amaç çok yiyen, özentili çılgınca harcayan bir toplum oluşturmaktır. Böyle olunca da sektörün içindeki
bir avuç azınlık, haksız yere gelirlerini arttırarak bayram ederken aile reisleri ev ihtiyaçlarını karşılayamamanın
burukluğunu ve üzüntüsünü yaşamaktadır.
Aile reisi, çocuklarına daha çok zaman ayırarak eğitimlerini sağlamak yerine ihtiyaçlarını karşılayabilmek
için daha fazla zamanını işe ayırmak zorunda kalmaktadır. Tabi ki eski kıyafetler giyilmeli demiyorum ama her
merasim için de yeni kıyafet alınmamalıdır. Yeniliğe değil, temiz ve düzenli olmaya daha çok dikkat edilmelidir.
Teknolojinin en küçük hali olan cep telefonu kullanım yaşı her geçen gün düşmektedir. Cep telefonu
iletişim aracı olmaktan çıkıp eğlence aracı olmuştur. İhtiyacı olmadığı halde arkadaşında olduğu için veya
interneti daha aktif kullanmak için ailesine telefon aldıran ve bir türlü model beğenmeyen sürekli telefonunu
değiştiren çok kişiyle karşılaşmaktayız. Telefonu doğru kullananlara sözüm yok, onları tenzih ediyorum. Zaten
bu kişiler de sürekli telefonunu değiştirmez, işini gören telefona kanaat ederler. Teknolojinin sonu yoktur ve en
mükemmele ulaşmak mümkün değildir. Peki, bunun çözümü ne?
Öncelikle atalarımızın değimiyle: “Ayağını yorganına göre uzatmalı.” Aile gelirinin üzerinde harcama yapmamalı. Özenti olmadan ihtiyaçları belirlemeli. En büyük zenginlik kanaattir, düsturuyla olanla yetinilmelidir.
Hz. Ömer’in kıssası bizlere bu konuda örnek olmalı: Hazreti Ömer’in halife olduğu dönemde bir bayram
gününde herkes çocuklarına yeni elbiseler almışken Hazreti Ömer’in oğlunun elbisesi ise eskidir. Bu yüzden
bayram günü çocuklar, eski elbiseli olan halifenin çocuğuyla alay etmeye başlar. Çocuk, ağlayarak babasının
yanına gelir.
Halife, oğluna şefkatle bakar, Beyt-ül-mâl (Hazine) Eminini çağırır. Oğlunun ağlama sebebini anlattıktan
sonra, gelecek ayın maaşından bir miktar avans vermesini ister. Beytül-mâl Emini:
-Yâ Emirel-mü’minin, yaşayacağınızı muhakkak biliyor musunuz ki, gelecek aya mahsuben benden para
istiyorsunuz, der.
Hazreti Ömer; Bunu Allahü teâlâdan başka kimse bilemez, buyurur.
-Ey Halife! Yaşayıp yaşamayacağınızı bilmedikten sonra borç almanız ne size yakışır, ne de bizim vermemiz makul olur. Öyle değil mi, der.
Hazreti Ömer, düşünür, tefekkür eder. Söylediğine pişman olur. Böyle bir memuru olduğu için Rabbine
şükreder. Ona da hayır duâda bulunur.
Allahü teâlâ o anda çocuğun kalbine bir yumuşaklık verir. Babasının düştüğü müşkül durumu anlar ve
hiç üzüntü duymadan neşe ile arkadaşlarının yanına döner.
Bizler de bu prensiplerle ihtiyaçlarımızı belirlersek daha doğru hareket etmiş olur, israfta bulunmamış
oluruz.
1- Benim adım iki hece, çalışırım gündüz gece.
2- Okul çantaları neden 50 kitap almaz?
3- Yürür gider canı yok, boğazlasan kanı yok,
Dünyaya can dağıtır, kendisinin canı yok.
4- Adı var toprağı yok, denizi var suyu yok.
5- Ufacık boylu pek fena huylu
Cevaplar: 1. Saat 2. Çünkü; 50 kitap alsaydı bavul olurdu. 3. Su 4. Harita 5. Biber
70
Mevlana’dan Öğütler
Paranı ver, gönlünü ver, canını ver ama sırrını verme!
Günlerini say, kazancını say, büyüklerini say ama yerinde sayma!
İşini beğen, aşını beğen, eşini beğen ama kendini beğenme!
Emek ver, kulak ver, bilgi ver ama sakın boş verme!
Fidan büyüt, çocuk eğit, yoksul besle ama kin besleme!
Davet et, hayret et, ülfet et, affet ama ihanet etme!
Kitap oku, meslek oku, dünyayı oku ama lanet okuma!
Elini aç, gözünü aç, kapını aç ama ağzını açma!
Gönül al, dost al, yoldaş al ama beddua alma!
Hedefe koş, yardıma koş ama ortak koşma!
Doğrul, devril ama eğrilme!
Cömertlikte ve yardım etmede akarsu gibi ol.
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.
Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol.
Hoşgörülülükte deniz gibi ol.
Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol.
Borç
Nasrettin Hoca, pazarda zeytin satarken iki üç sokak ileride oturan bir
komşusu gelir.
- Zeytin iyi mi, diye sorar.
Hoca: - Tadına bak. Öyle al, der.
- Ben oruçluyum.
Hoca: -Madem oruçlusun zeytini al parasını sonra verirsin, der
Hocanın birdenbire aklına düşer, Ramazan değilmiş.
Hoca: - Tuttuğun oruç ne orucu ki, diye sorar.
- Üç sene önceden borcum vardı da onları tutuyorum, der komşusu.
Hoca tam zeytinleri verecekken vazgeçer.
Komşusu: Biraz önce al git, dedin ne oldu da vazgeçtin Hoca?
Hoca: Allah’a olan borcunu üç senede veriyorsan bizim borcu ne zaman getirirsin kim bilir.
Kazanan: Ağlamak yerine ÇALIŞIR.
Kaybeden: Çalışmak yerine AĞLAR.
Kazanan: “Uzak ama yolu biliyorum” der.
Kaybeden: “Yakın ama yolu bilmiyorum” der.
Kazanan: KAFASINI çalıştırır.
Kaybeden: ÇENESİNİ çalıştırır
Kazanan: “Zor ama mümkün” der.
Kaybeden: “Mümkün ama zor” der.
Kazanan: Her sorunda bir ÇÖZÜM görür.
Kaybeden: Her çözümde bir SORUN görür.
Kazanan: Konuşmak yerine YAPAR.
Kaybeden : Yapmak yerine KONUŞUR.
Kazanan: Her zaman ÇÖZÜMÜN bir parçasıdır.
Kaybeden: Her zaman SORUNUN bir parçasıdır.
Kazanan: Her zaman bir PROGRAMI vardır.
Kaybeden: Her zaman bir MAZERETİ vardır.
Kazanan: Yaparım birşey öğrenirim der.
Kaybeden: Zaten sonuç alamam kendimi zorlamanın anlamı yok.
Şimdi kendinizi test edin, kazananlardan mısınız kaybedenlerden mi?
71
Su Kasidesi
1-
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su
Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su
Ey göz! Gönlümdeki (içimdeki) ateşlere gözyaşımdan
su saçma ki, bu kadar (çok) tutuşan ateşlere su fayda vermez.
2-
Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem
Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su
Şu dönen gök kubbenin rengi su rengi midir; yoksa
gözümden akan sular, gözyaşları mı şu dönen gök kubbeyi
kaplamıştır,
bilemem.
3-
Zevk-ı tîğundan aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk
Kim mürûr ilen bırağur rahneler dîvâra su
Senin kılıca benzeyen keskin bakışlarının zevkinden
benim gönlüm parça parça olsa buna şaşılmaz. Nitekim akarsu
da zamanla duvarda, yarlarda yarıklar meydana getirir.
4-
Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözin
İhtiyât ilen içer her kimde olsa yara su
Yarası olanın suyu ihtiyatla içmesi gibi, benim yaralı
gönlüm de senin ok temrenine, ok ucuna benzeyen kirpiklerinin
sözünü korka korka söyler.
5-
Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su
Bahçıvan gül bahçesini sele versin (su ile mahvetsin),
boşuna yorulmasın; çünkü bin gül bahçesine su verse de senin
yüzün gibi bir gül açılmaz.
6-
Ohşadabilmez gubârını muharrir hattuna
Hâme tek bahmahdan inse gözlerine kara su
Hattatın beyaz kâğıda bakmaktan, kalem gibi, gözlerine
kara su inse (kör olsa, kör oluncaya kadar uğraşsa yine de)
gubârî (yazı)sını, senin yüzündeki tüylere benzetemez.
7-
Ârızun yâdıyla nem-nâk olsa müjgânum n’ola
Zayi olmaz gül temennâsıyla virmek hâra su
Senin yanağının anılması sebebiyle kirpiklerim ıslansa ne olur,
buna şaşılır mı? Zira gül elde etmek dileği ile dikene verilen su
boşa gitmez.
Şair Fuzuli
Download