Ekser ehl-i tarikat gibi yalnız kalben harekete

advertisement
Sorularlarisale.com
"Ekser ehl-i tarikat gibi yalnız kalben harekete kanaat
edemedi. Çünkü, aklı, fikri hikmet-i felsefiye ile bir
derece yaralıydı, tedavi lâzımdı..." Kalbi terakki akıldaki
yaraları tedavi edemiyor mu, bunu mu anlamalıyız?
Tasavvuf ve Tarikat Mesleği: Kalbi esas alıp riyazet ve seyrü sülûk ile nefsi
terbiye edip, Kur'an ve iman hakikatlerine vasıl olma yoludur. Bu meslekte aklın
işlettirilmesi hiç yok değil, sadece zayıftır. Daha ziyade kalp ayağı ile seyri süluk
vardır. İnsandaki diğer latife ve sırlar ihmal içindedir. Üstad Hazretleri sadece kalbin
inkişaf ettirilme esası üzerine giden tasavvuf mesleğini, insanın sahip olduğu diğer
latife ve hissiyatların ihmal edilmesi noktasından bu mesleği eksik görüyor.
Üstad Hazretleri özellikle bu meslek içinde hususiyet kesp etmiş vahdet-i vücut ve
vahdet-i şuhut mesleklerinin, bu zamanda eksiklikten daha ziyade risk ve tehlike
taşıyan meslekler olduğunu da ayrıca vurguluyor. Zira maddeciliğin hüküm sürdüğü
bu asırdaki insanların bu mesleklerde gitmelerinin ve anlamalarının imkansız bir hal
aldığını ve bu yüzden bu zamanda vahdet-i vücudu nazara vermenin çok tehlikeleri
ve riskleri olduğunu vurguluyor.
İlm-i Kelam Mesleği: Akıl merkezli bir meslektir. Nasıl tasavvuf mesleği sadece
kalbi esas alıp insanın sair duygu ve latifelerini ihmal ediyorlardı ve bu bir eksiklikti.
Aynı şekilde bu meslekte sadece aklı esas alıp sair his ve latifeleri özellikle kalbi
ihmal ediyorlar. Allah’ın varlığını akli bir takım delillerle ispatlayıp, sair isim ve
sıfatlarının kainattaki tecelli ve tezahürlerini ve Allah’ın rububiyet ve uluhiyet
manalarını kainatta okuyamıyorlar.
Dolayısı ile bu tarz bir varlık kabulü sağlam ve tahkiki bir imanı temin etmiyor. İşte
İbn-i Arabi bu noktada meşhur veciz ifadesini söylüyor “Allah’ı bilmek varlığını
bilmenin gayrıdır.” yani, Allah’ı bilmek sadece akli deliller olan devir ve tesellül
ile varlığını ispatlamaktan ibaret değildir. Zira onun varlığını kabul ile beraber isim
ve sıfatları ile onu bilmek ve tanımak gerçek tanımak ve bilmektir.
Sahabe Mesleği: Bu meslekte Allah’ın varlığının dışında eşyanın vücudu ne inkar
edilir, ne de unutmaya terk edilir. Eşya varlık olarak sabittir. Ama eşya Allah’ın isim
ve sıfatlarını gösteren bir sanattır, bir mükemmel tarif edicidir. Hangi varlığa nazar
etsen orada Allah’ın varlığını ve birliğini ihtar ve işaret eden bir levha görürsün.
Onun için her şey Allah’ı hatırlatıp huzuru kazandıran birer vasıtadır. Bu yüzden
eşya ne inkar edilir ne de nisyan perdesine sarılır. Üstelik eşya Allah’ın sadece varlık
ve birliğini göstermiyor, onu bütün isim ve sıfatları ile tarif ediyor. Bu yüzden tam ve
kamil imanı temin ediyor. Onun için Kur’an kainat kitabını okutturan ve ders veren
bir muallim gibidir. İşte sahabeler bu vechi ile Kur'an ve kainatı okudukları için
tasavvuf ve kelamın en büyük üstatları, en küçük sahabeye yetişemiyorlar. Risale-i
page 1 / 4
Nur da aynı meslek üzerine gidiyor.
Bir de sahabe mesleğinde sadece kalp ve akıl merkez alınmıyor, insandaki bütün his
ve latifeler tam inkişaf içindedir, bir eksiklik yoktur. Sahabe mesleği olan Risale-i
Nur mesleğinde insanın bütün latife ve duyguları bir uyum ve senkronize içinde
çalışıp inkişaf ediyor.
İnsanda akıl ve kalp, iki esas ve temel hükmünde latifelerdir. Bunların işleyiş ve
vazifeleri birbirinden farklılık arz eder. Aklın mantıki kaziyeler ve ispat tarzı ile elde
ettiği şeylere ilim denir. Kalbin aydınlanması ve inkişafı ile elde ettiği hakikatlere de
marifet denir. Yani ilim aklın, marifet de münkeşif kalbin neticesidir. Risale-i
Nurlarda her ikisi de vardır. Hatta eskide on beş sene medrese eğitimi ile elde edilen
imana dair ilimleri Risale-i Nur, on beş haftada; kırk sene kalp ve nefis eğitimi elde
edilen kalbi marifetleri ise, kabiliyeti olanlara, kırk dakikaya indirmiştir.Yani Risale-i
Nurlarda hem ispat üzerine giden mantıki ilimler hem de kalp ayağı ile elde edilen
marifet ilimleri beraber bulunuyor. Bunun yanında bu ikisinde de bulunan ibadet
manası da vardır. Zira ilim ve marifet ile meşgul olmanın ibadet olduğu, ayet ve
hadislerle sabittir.
Felsefe kelime olarak hikmet sevgisi ve hikmet arayışı demektir. Istılah olarak
ise, tam bir tarifi ve herkesçe kabul edilen bir tanımı yoktur. Her felsefi ekol kendi
açısından ve kendi meşrebine göre tarif yapmıştır. Bu yüzden ortak ve genel bir tarif
yapamıyoruz. Ama Risale-i Nur'da öne çıkan vechesi ile felsefe, doğru ve mutlak
bilgiye ulaşmanın ancak akıl ile mümkün olacağını savunan bir düşünce sistemidir.
Felsefe vahyin terbiye ve riayetine girmez, bir nevi aklı ya da sair bilgi araçlarını
vahyin yerine ikame eder. Felsefeye göre insan aklı ile her şeyi bilebilir ve bulabilir.
Bu yüzden vahiy ve peygamberin terbiyesine girmeye mecbur değildir. Bu noktadan
felsefi ekollerin büyük bir kısmı dini ve vahyi inkar eder.
Üstad Hazretleri Risale-i Nur'un çok yerlerinde akıl ile vahyin mukayesesini yapar,
aklın tek başına hakikate ulaşamayacağını kati deliler ile ispat eder. Aklı yıldız
böceğine, vahyi ise güneşe benzetir. Şayet akıl kendine itimat edip vahiyden kendini
soyutlar ise, yıldız böceği gibi karanlıklar içine gömülür, kendi azalarını bile göremez
hale gelir der. Bu hali ile güneşe meydan okuması ise gayet derecede trajikomik bir
durumdur.
İnsanın cüzi aklı ile Allah’ın sonsuz ilminden süzülüp gelen vahye meydan okuması
ve aklı kendine mutlak rehber görmesi zahir ve fahiş bir yanlıştır. Bunun en güzel
delili felsefe aleminin hakikatleri bulmaktaki acziyet ve zaafiyetidir.
Felsefe aleminde her felsefi ekol diğer ekolleri tezyif ve tenkir içindedir. Felsefenin
dahileri olan Aristo ve Sokrat gibi filozoflar, ilahiyat noktasında ne kadar iptidai ve
verimsiz oldukları eserleri ve fikirlerinde görünüyor. Aristo’nun "ilk sebep" tezi
Allah’ı anlamak noktasında ne kadar aciz ve kısır olduklarını gösterir. Bırak kainatta
Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerini görmeyi ve okumayı, Allah’ın varlığını bile
page 2 / 4
görmekte zorlanmışlardır. Bu da soyut aklın, vahiy karşısında ne kadar aciz ve zayıf
olduğunu gösteriyor. Halbuki vahiy her şeyde ve bütün kainatta Allah’ın varlığını,
birliğini, isim ve sıfatların tecellilerini en ami adama da okutturup ders veriyor.
Aristo’nun okuyamadığı ince meseleleri Kur'an’ın en basit talebesi bile okuyabiliyor.
Üstad Hazretleri felsefiyi müspet ve menfi olmak üzere iki kısma
ayırmıştır. Menfi kısmını şiddetli bir şekilde tenkit ederken, müspet kısmına da
sıcak bakmıştır. Üstad Hazretleri Risale-i Nur'un çok yerlerinde menfi felsefenin
bozuk ve esassız temellerini kati deliller ile çürütmüştür.
Menfi felsefe, aklı esas alıp vahye meydan okuyan, dine muarız bir
yoldur. Müspet felsefe ise vahye tabi, onun terbiye ve rehberliği ile hareket eden,
din ile barışık bir yoldur. Risale-i Nurlarda muzır ve dalalet olarak gösterilen felsefe,
menfi felsefedir.
Felsefe, kainata ve mevcudata mana-yı ismi ile bakmaktır. Yani felsefeye göre
kainat Allah’ın isim ve sıfatlarının talim edildiği bir mektep değil, kendi hesabına
manasız ve sanatkarsız bir tesadüf yumağıdır.
Üstad Hazretlerinin, "ruhumu kirletti" dediği felsefe, aslında menfi felsefe değil,
müspet felsefenin Kur’an karşısında gayet sönük ve fuzuli duran tarz ve
metotlarıdır. Evet, vahyin neticesi olan Kur’an’ın iman hakikatlerinde dair getirmiş
olduğu deliller ve usuller ile aklın meyvesi hükmünde olan felsefenin getirmiş
olduğu delil ve usuller arasında dağlar kadar fark vardır. Felsefenin getirdiği devir ve
teselsül delilleri imana dair huzur ve itminanı vermekten gayet uzak iken, Kur’an’ın
getirmiş olduğu ihtira ve inayet delilleri her şey üstünde Allah’ı isim ve sıfatları ile
gösteriyor ve tanıttırıyor. Ve hakiki marifet dersini veriyor.
Üstad Hazretleri bir dönem iman hakikatlerini felsefenin uzun ve karmaşık delilleri
ile ispata kalkışmış ve bunların dinsizlik karşısında yetersiz olduğunu test etmiştir.
Üstad Hazretlerinin, "ruhumu kirletti" demesi boş yere meşgul etti anlamındadır.
Yoksa menfi felsefenin tesiri altında kalıp, kalp ve ruhunun yaralanması manasında
değildir.
Üstad Hazretleri iki meslek arasındaki azim farka şu şekilde işaret ediyor:
"Bazı Sözlerde ulema-i ilm-i kelâmın mesleğiyle, Kur’ân’dan alınan
minhâc-ı hakikînin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki:"
"Meselâ, bir su getirmek için, bazıları küngân (su borusu) ile uzak
yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da, her yerde kuyu
kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir, tıkanır, kesilir. Fakat
her yerde kuyuları kazıp su çıkarmaya ehil olanlar, zahmetsiz herbir
yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle de:"
"Ulema-i ilm-i kelâm, esbabı, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin
page 3 / 4
muhaliyetiyle kesip, sonra Vâcibü’l-Vücudun vücudunu onunla ispat
ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur’ân-ı Hakîmin minhâc-ı
hakikîsi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Herbir âyeti, birer
asâ-yı Mûsâ gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor."
‫“ ﯨﺎَﻧَّﻬُﻮَﺍﺣِﺪٌﻳَةٌﺗَﺪُﻟُّﻌَﻞﻭَﻓِﯩﻜُﻠِّﺸﯩْءٍﻟَﻬُﺎ‬Her şeyde Allah’ın birliğini gösteren bir delil
vardır.” düsturunu herşeye okutturuyor."
"Hem iman yalnız ilim ile değil; imanda çok letâifin hisseleri var.
Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif
bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlimle gelen mesâil-i
imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecâta göre ruh,
kalb, sır, nefis, ve hâkezâ, letâif kendine göre birer hisse alır,
masseder. Eğer onların hissesi olmazsa noksandır. İşte, Muhyiddin-i
Arabî, Fahreddin Râzî’ye bu noktayı ihtar ediyor."(1)
(1) bk. Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas.
page 4 / 4
Powered by TCPDF (www.tcpdf.org)
Download