Fiyat İstikrarı Yeterli midir?

advertisement
Bankacılar Dergisi, Sayı 59, 2006
Fiyat İstikrarı Yeterli midir? *
William R. White
Aşağıda yer alan çalışma Uluslararası Düzenlemeler Bankası (Bank for International Settlements) araştırma raporu olarak yayımlanmış olan “Is Price Stability Enough?” (BIS Working Papers No: 205) başlıklı
çalışmadan tercüme edilmiştir.
1. Giriş1
Para politikasının temel amacı ne olmalıdır? 1970’lerde bir çok ülkede yaşanan ‘Büyük Enflasyon (the Great Inflation)’ süreci sonrasında bu sorunun cevabı gayet açıktı: Merkez
bankalarının amacı enflasyonun düşük seviyelere düşürülmesi olmalıdır. Son zamanlarda bazı
ülkelerde yaşanan deflasyon tehdidi nedeniyle enflasyonun düşük seviyelerde tutulması hedefi
daha somut şekilde ele alınmaya başlanmıştır. Burada fiyatların belli limitler dışında
yükselmesine ya da düşmesine izin verilmemesi esastır. Nitekim, açık enflasyon hedeflemesi
uygulayan ülkelerde, uluslararası kuruluşların güçlü desteği alınarak böyle bir uygulama
yapılmaktadır. Merkez bankalarına söz konusu hedefi gerçekleştirmek için enstrüman
bağımsızlığı verilmeye ve bundan sorumlu tutulmaya başlanmıştır.
Bu çalışmada bir ülke ekonomisinde neden fiyat istikrarının sağlanması yönünde bir
talep olduğu gerekçeleriyle açıklanmakta, ayrıca yakın dönemde fiyat istikrarının sağlansa
bile, bunun orta dönemde ekonomide makroekonomik açıdan ciddi gerilemeler yaşanmasını
engellemeyeceği ortaya konulmaktadır. Ayrıca bütün deflasyonların birbirine benzemediği
gerçeğinden yola çıkarak, para politikasının deflasyon tehdidini önlemede aktif olarak
kullanılması halinde, bu politikanın uzun dönemli maliyetinin faydalarından daha fazla
olabileceği savunulmaktadır.
Romer ve Romer (2002) yaptıkları çalışmada Amerika’da makroekonomik politika
yapıcılarının 1950’lerde para politikasını yürütmek için gerçek ampirik modeller kullandıklarını belirtmektedirler. Bir başka deyişle, politika yapıcılar o dönemde enflasyonun ekonomiye
olan yüksek maliyetini kabul etmişler ve Keyneysen tartışmalarda yer aldığı üzere para ve
maliye politikasının etkin olarak kullanılabileceğini savunmuşlardır. Ayrıca 1960 ve
1970’lerde bu anlayışın bir şekilde ortadan kalktığını belirtmişlerdir. Romer ve Romer söz
konusu çalışmada ekonomilerde enflasyonist sürece geri dönüldüğü sonucuna ulaşmaktadırlar.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arasında kalan dönemde Avusturya ekonomi okulu tarafından oluşturulan görüşe göre, Keynesyen bakış açısının ülkelerdeki makroekonomik
sorunları çözmede yetersiz kaldığı savunulmaktadır. Bunun yerine Avusturya ekolü eşitsiz
kaynak dağılımına yol açan göreli fiyatlardaki değişikliklerin etkisine ve bunun akabinde
oluşan ekonomik krizlere odaklanmıştır.
*
Türkiye Bankalar Birliği, Bankacılık ve Araştırma Grubu, Pelin Ataman Erdönmez tarafından hazırlanmıştır.
116
Bankacılar Dergisi
Bu çalışmanın başlangıç noktasında deregülasyon süreci ve teknolojik gelişmeler sonucunda küresel ekonomide ve finansal sistemde önemli değişikliklerin meydana geldiği
kabul edilmektedir. Reel ekonominin serbestleşmesi, özellikle Çin ve Hindistan’ın küresel
ticaret sistemine girmesi ve son 20 yılda uluslararası finansal sistemde meydana gelen
gelişmeler ekonomik süreçleri önemli oranda değiştirmiştir. Büyük Depresyonu ve İkinci
Dünya savaşını izleyen dönemdeki ortamdan bir hayli farklı olarak yapısal görünüm gittikçe
Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki döneme benzediğinden iktisat politikalarının da yeniden
gözden geçirilmesi gerekmektedir.
Çalışmanın ikinci ve üçüncü bölümünde yakın dönem fiyat istikrarına sahip olunmamasının maliyetleri, aynı zamanda fiyat istikrarının faydalarının fazla tahmin edilmiş
olabileceği ortaya konulmaktadır. Dördüncü bölümde konvansiyonel politika çerçevesinin
değerlendirilmesine yer verilmektedir. Beşinci bölümde uygulanan para politikasının nasıl
olabileceğine ilişkin bir çerçeve sunulmaktadır.
2. Fiyat İstikrarından Sapma: Maliyetler Fazla mı Tahmin Edildi?
Bir ekonomide fiyat istikrarının bulunmamasının doğuracağı maliyet değerlendirilmeden önce merkez bankaları açısından ‘fiyat istikrarı’ kavramının ne anlama geldiği tanımlanmalıdır. Çoğu merkez bankası için ‘fiyat’tan kasıt mevcut üretilen mal ve hizmetlerin
değeridir. ‘İstikrar’ ise düşük enflasyon düzeyini ifade etmektedir. Bu çerçevede, enflasyon
gibi deflasyon da (fiyatlar genel seviyesinin sürekli bir şekilde düşmesi) fiyat istikrarı ile
çelişen bir durumu göstermektedir.
Bugünkü ekonomilerde düşük enflasyon düzeyine ulaşılmasının maliyeti 1960’lı ve
1970’li yıllardaki düzeyinden daha düşüktür. O dönemlerde enflasyon ve istihdam arasında
uzun dönemli bir ödünleşme olduğu, düşük enflasyonun sürekli yüksek işsizlik anlamına
geldiği savunuluyordu. Bu görüş şimdi geçerliliğini yitirmekle birlikte, Friedman ve Phelps’in
(1968) öteleme beklentilerinin nasıl uzun dönem düşey Philips eğrisinde kendisini gösterdiği
ve enflasyonun piyasa süreci aracılığıyla düşürülmesinde direnç olduğu görüşüne bir alt yapı
sağlamıştır.
Fiyat istikrarının sağlanmasına ilişkin maliyet zaman içinde düşmeye başlarken, merkez bankalarının yüksek enflasyonla yaşama deneyimi çerçevesinde fiyat istikrasının
bulunmasının faydaları artmaya başlamıştır. Çoğu ülkede özellikle 1970’de negatif arz şokları
şiddetlendiğinde faktör payları için yapılan mücadele, ücret ve fiyat spiralinin yukarı doğru
hareket etmesine yol açmıştır. Savaş sonrası orta Avrupa’da meydana yaşanan hiperenflasyon
dönemi bu görüşü daha da desteklemektedir. Gerçekten, bu tarihsel tecrübe sayesinde
Bundesbank ve İsviçre Ulusal Bankası’na çok daha fazla bağımsızlık tanınmıştır.
Yüksek enflasyonun neden olduğu maliyet mikro, makro ve sosyal açılardan değerlendirilmelidir. Enflasyon, yüksek oranlarda sürdürülebilir bir büyümenin ve sosyal istikrarın
önünde önemli bir engeldir. Mikro düzeyde yaşanan büyük fiyat hareketleri göreli fiyatlarda
belirgin olmayan hareketlere neden olabilmektedir. Makro düzeyde fiyat hareketleriyle ilgili
belirsizliğin artması ve sonunda ortaya çıkan resesyon süreci finansman maliyetlerine bir risk
primi eklemektedir. Kişilerin enflasyona karşı kendilerini korumak istemeleriyle birlikte,
üretken yatırımlardan ikamet etmek için ve ikametgah dışında kullanmak üzere emlak
yatırımlarına doğru bir yöneliş olmaktadır. Bu durum da kaynak temini büyük oranda
bankalardan sağlandığından emlak fiyatlarının düşmeye başlamasıyla birlikte finansal
piyasalarda istikrarsızlık yaşanması olasılığı artabilmektedir.
117
William R. White
Son yıllarda deflasyonun nadiren gerçekleşmiş olması nedeniyle, bunun maliyetinin
objektif değerlendirilmesi enflasyonun aksine daha zordur. Amerika’da 1930’lu yıllarda
Büyük Depresyon döneminde bu konuya özel önem verilmiştir. Bu olay geçen yüzyılın
belirleyici makroekonomik olayıdır. Daha uzun bir zaman dilimine bakıldığında, bazı
çalışmaların Birinci Dünya Savaşından önceki yumuşak deflasyon dönemlerinde çıktıda
sürekli güçlü artışlar ve yumuşak resesyonlar ve yine çıktılarda bir veya iki keskin düşüşün
yaşandığını göstermektedir. Ayrıca, deflasyonist döneme maruz kalan başka ülke örneklerinde
deflasyonun ekonominin geneli üzerindeki etkileri üzerinde önemli bir uzlaşma sağlanamamıştır. Japonya’daki yumuşak deflasyon, tüketici harcamalarında kümülatif aşağı yönlü spiral
etkiye yol açmamıştır. Çin’de son derece yüksek seviyelerde seyreden yumuşak deflasyon
yüksek seviyelerini koruyan büyüme oranları üzerinde farklı etki yaratmamıştır.
Deflasyonun ünlü bir filmin ismi gibi ‘iyi’, ‘kötü’ ve ‘çirkin’ olarak kategorize edilmesi2 bütün deflasyonların aynı olmadığına işaret etmektedir. Ulaşılan bu sonuç da deflasyon
maliyetinin neden farklı olduğunun analiz edilmesini ve bunun karşılığında küresel ekonomide deflasyonist bir dönemin nasıl maliyetli olabileceği sorusunu gündeme getirmektedir.
‘İyi’ deflasyon dönemi, çıktı büyümesinin güçlü olduğu genellikle pozitif arz yönlü
şokların hakim sürdüğü bir süreçtir. Özellikle I. Dünya Savaşı öncesinde teknolojik gelişmeler, hızla artan üretim ve hareketli üretim faktörleri iş faaliyetlerinin sürdürülmesini sağlamıştır. Düşük fiyatlar yüksek reel ücretlerin oluşmasını sağlamış, diğer yandan, yüksek verimlilik
faktör gelirlerinde kar payının sürdürülmesine hatta artmasına yol açmıştır. Bu çerçevede aktif
fiyatları güçlü kalmaya devam etmiş, parasal ve kredi büyüklükleri de artış eğilimi göstermiştir.
‘Kötü’ deflasyon normal ölçekteki resesyonla ilişkilidir. Bu durum genellikle enflasyonun zaten düşük düzeyde olduğu bir ortamda talep gevşemesiyle meydana gelmektedir.
Daha geniş anlamda bu tür yumuşak deflasyonların maliyetleri yumuşak enflasyonların
maliyetlerinden çok farklı değildir. Mikro düzeyde zayıflamış fiyat sinyalleri, vergi sistemi ve
keyfi servet transferleri hakkında endişeler bulunmaktadır. Makro düzeyde riskli yatırımlar
üzerindeki nakit tercihi zaman içinde daha yavaş büyümeye neden olabilmektedir. Buradan
kötü deflasyonun çirkin deflasyona dönüşebileceği sonucu çıkmamalıdır.
1930’lardaki gibi ‘çirkin’ deflasyonda üç nominal unsur bulunmaktadır. İlki nominal
ücretlerdir. Ücretler düşmeden evvel fiyatlar düşmeye başlarsa o zaman reel ücretler artmaya
başlamakta ve karlar sıkışmaktadır. Ortaya çıkan bu durum daha düşük düzeyde istihdama ve
yatırımlara yol açar. İkincisi nominal faiz oranları için sıfır düzeyidir. Üçüncüsü tüketicileri
hem de kurumsal sektörü etkileyebilecek nominal cinsten borçlarla ilgilidir. Bunun borç faiz
anapara ödemeleri üzerindeki etkisi sadece deflasyon oranına değil, aynı zamanda nominal
borç stokuna bağlıdır. Son olarak, finansal sistemde bu konuyla ilgili zayıflıklar da ekonomide ciddi şekilde bir düşüşe neden olabilmektedir.
Bugünkü küresel ekonominin temel özellikleri dikkate alındığında mevcut koşulların
Büyük Depresyon döneminden ziyade I. Dünya Savaşı öncesi koşullara daha fazla benzediği
düşünülmektedir. Buna göre deflasyona ilişkin düşüncelerin abartılı olabileceği sonucuna
ulaşılmaktadır. Özellikle yerel ve uluslararası piyasalarda süregelen ekonomik liberalizasyon
süreci uluslararası alanda ticareti yapılan malların fiyatlarını aşağı çeken pozitif arz şoklarını
etkilemiştir. Amerika’da ve özellikle gelişmekte olan ülkelerde verimlilik önemli ölçüde
artmıştır. Fiyatlardaki aşağı yönlü baskıya rağmen kar payları son yıllarda önemli ölçüde
büyümüştür. Verimlilik artışı birim işgücü maliyetlerinin düşük oranda büyümesine katkıda
118
Bankacılar Dergisi
bulunurken, nominal ücretler bir çok ülkede gözle görülür ölçüde baskı altında tutulmuştur.
Birinci Dünya Savaşı’ndan önce olduğu gibi işgücü özellikle de sermaye çok hareketlidir. Bu
nedenle gelişmiş ülkelerde işgücü açığı yabancı işçiler kullanılarak aşılmaya çalışılmaktadır.
Japonya’da son sekiz yıldır düşen fiyatlar, fiyatların daha da düşmesi ihtimali nedeniyle
tüketicilerin tüketimlerini ertemelerine yol açmıştır.
Şüphesiz bazı ülkelerde mevcut borç seviyesi çok yüksektir; özellikle Japonya’da kamu borcu, Avrupa’da kurumsal borç, Amerika’da hanehalkı borcu ve bazı İngilizce konuşulan
ülkelerde durum böyledir. Düşen fiyatların ve nominal gelirler borç ödeme kapasitesini
zayıflatmak suretiyle ciddi iflaslara yol açabilir. Çoğu ülkede bankaların hanehalkından elde
edilen gelirlere bağlı olması gelecekte finansal kırılganlıkların yaşanabileceği ihtimalini
güçlendirmektedir.
3. Fiyat İstikrarının Sürdürülmesinden Elde Edilen Faydalar Fazla mı Tahmin
Edildi?
Bu bölümde merkez bankalarının fiyat istikrarını sağlamasının önünde engel teşkil eden diğer hedeflerin analiz edilmesi amaçlanmaktadır. Fiyat istikrarının sağlanması hedefi ön
plana çıkarılırken diğer hedeflere daha az önem verilmekle birlikte bu hedeflerin enflasyon
üzerinde etkileri bulunmaktadır.
Fiyat istikrarına ilişkin geleneksel kısıtları gözden geçirildiğinde son yıllarda dikkatler
yine belli problemler üzerinde yoğunlaşmıştır. Özellikle ekonomik canlılık ve kriz dönemlerinde kredi büyümesi, aktif fiyatları ve harcama modellerindeki önemli sapmalarla bağlantılı
ekonomik engellere dikkat çekilmektedir.
3.1 Geleneksel Kısıtlar: Çıktı Büyümesi ve Döviz Kurları
Enflasyon ve çıktı arasında uzun dönemli ödünleşme olduğu kabul edildiğinde çıktı
büyümesinin sürdürülmesi ile ilgili endişeler fiyat istikrarının uygulanmasında temel bir sorun
teşkil etmektedir. Eğer, normal olarak önceden kontrol altında olan fiyat hedefi fazla veya
eksik talep tehditi altındaysa, fazla talebin yönetilmesi, konjonktüre karşı para politikasından
konjonktürel bir para politikasının uygulanması anlamı gelmektedir. Arz yönlü şoklarla
karşılaşıldığında fiyat istikrarı ve çıktı büyümesi arasında daha temel bir çelişkinin mevcut
olduğu görülmektedir. Örneğin, petrol ambargosu fiyatları artırmakta ve toplam arzı azaltmaktadır. Net petrol ithalatçısı ülkelerde bu durum vergi artışı anlamına gelmekte ve aynı
zamanda toplam talep de düşmektedir.
İkinci geleneksel kısıt döviz kuruna bağlı istikrarsızlık ve buna bağlı olarak dış dengesizliğin oluşması ihtimalidir. Sermayenin yüksek oranda hareketli olduğu günümüz ekonomilerinde yerel fiyat istikrarının sağlanması için döviz kurunun dalgalanmaya bırakılması
gerekmektedir. Enflasyonist baskıları azaltmak için parasal daralma bazı durumlarda reel ve
nominal döviz kurunun değerlenmesine ve cari dengenin bozulmasına yol açmaktadır. Bu da
gelecekte döviz kurunda bir kriz yaşanması ihtimalini artırmaktadır.
Döviz kurunun değerlenmesi için baskıya artan direnç yerel enflasyonun artmasına yol
açarak paranın reel olarak değerlenmesine yol açacaktır. Bu tür enflasyonist eğilimlerle
karşılaşıldığında para politikası daraltılmalı ve nominal döviz kurunun yükselmesine izin
verilmelidir. Bununla birlikte Asya’da enflasyonist her hangi bir gösterge bulunmadan
paranın değerlenmesine müdahaleler ve yerel para politikaları aracılığıyla karşılık verilmiştir.
119
William R. White
Bu ülkelerde bazı yıllarda faiz oranlarının düzeyi sıfıra yakın olmuştur. Son yıllarda Asya
ülkelerinde reel büyüme hızlı olup, büyük döviz rezervleri 1990’ların sonunda meydana gelen
krize benzer krizlere karşı sigorta oluşturmak üzere büyük miktarlara ulaşmıştır. Bununla
birlikte ileriye dönük olarak Asya’da enflasyonun ve makroekonomik dengesizliklerin artış
göstermesi ihtimali mevcuttur. Asya’daki diğer bir potansiyel problem ise küresel ekonomiyle
ilgilidir. Amerika’daki cari açığa karşılık ticaret fazlasının üretilmesi gerekmektedir. Bu
durum Asya paralarının değerinin ve aynı zamanda Amerika’da birikmiş yabancı para
rezervlerinin çoğunluğunun Amerikan doları cinsinden tahvillere tekrar yatırılması uzun
dönemde oranların düşmesi anlamına gelmektedir. Bugüne kadar fiyat istikrarı hem alacaklı
hem de borçlu ülkelerde sağlanmış olmakla birlikte, küresel finansal sistem giderek dış
dengesizliklere maruz kalma tehlikesiyle karşı karşıyadır.
3.2 Yeni Kısıtlar: Sabit Sermaye, Borç ve Finansal İstikrar
Ekonomi Tarihinden Dersler
Tarihsel gelişmeler fiyat istikrarı sağlanmasının ciddi makroekonomik gerilemeleri
engelleyemeyeceğini göstermektedir. Bunun en somut örneği Amerika’da 1930’larda yaşanan
Büyük Depresyon’dur. Bu dönem ciddi istihdam ve çıktı kayıplarının olduğu, deflasyonun ve
borçların birikmesi sonucu finansal zorlukların yaşandığı bir dönemdir. Aynı dönemde
Amerikan bankalarının üçte biri iflas etmiştir. Diğer yandan yine bu dönemde teknolojik
gelişmeler, üretim, hisse senedi, gayrimenkul ve sabit yatırım fiyatlarında hızlı artışlar
yaşanmıştır. Söz konusu gelişmeler yanında finansal sektörde süregelen teknolojik yenilikler
ve tüketici kredilerine kolay erişim bu dönemin özellikleri arasında yer almaktadır.
Daha yakın bir döneme bakıldığında, Japonya’da 10 yıldan uzun bir süre gayri safi
yurtiçi hasıla’nın (GSYİH) düştüğü, 1992-2004 yılları arasında işsizliğin arttığı (1989 yılında
yüzde 2 iken, 2001 yılında yüzde 5,5’e yükseldiği) görülmektedir. Aynı zamanda bankacılık
sistemi büyük mali sıkıntı içine düşmüştür. Devletin güçlü müdahalesine rağmen bir çok iflas
yaşanmıştır. Ayrıca ekonomide yaşanan sorunlar kredi, aktif fiyatları ve sabit yatırımlara da
olumsuz yansımıştır.
1990’ların sonunda mali kriz geçiren Güney Doğu Asya ülkelerinde krizin maliyeti
çift haneli GSYİH olarak ölçülmüş, işsizlikte artışlar yaşanmış ve bankacılık sistemi ciddi
şekilde etkilenmiş, deflasyon meydana gelmiştir. Amerika ve Japonya örneklerine benzer
şekilde bu zorluklar enflasyonist aşırılıklar şeklinde değil, ama kredi, aktif fiyatları ve sabit
yatırımlarda sert artışlar şeklinde kendini göstermiştir. Önceden yaşanan büyük oranlardaki
sermaye girişleri kriz döneminde tersine dönmüştür.
Son olarak, 1998 yılında LTCM’nin (Long Term Capital Management) iflas etmesi,
Rusya’daki borç krizi ve 2001 yılında küresel hisse senedi piyasalarının çöküşü reel ve
finansal sisteme büyük gerilim altına sokmuştur. Hem Amerika hem de Avrupa’da teknoloji,
telekomünikasyon ve medya sektörlerine yönelik iş yatırımlarında büyük artışlar kaydedilmiştir. Buradan fiyat istikrarının yüksek, sürdürülebilir bir büyümeyi sağlamaya yeterli olmadığı
sonucu çıkmaktadır. Çalışmanın izleyen bölümlerinde iki noktaya dikkat çekilmektedir. İlk
olarak, savaş öncesi Avusturya teorisine gönderme yapılarak, bu teorinin bir çok merkez
bankası tarafından kullanılan Keynesyen analitik yaklaşımıyla nasıl zıtlık taşıdığı ortaya
konulmaktadır. İkinci olarak da ekonomide meydana gelen reel ve finansal yapısal değişiklikler sonucunda, bu teorik görüşlerin pratiğe çevrilmesinin geçmişte yaşanan dönemlerden daha
120
Bankacılar Dergisi
çok gerektiği üzerinde durulmaktadır. Kısaca tarihsel gelişmelerin hala bugünkü sorunların
çözümüne ışık tutabileceği düşünülmektedir.
Ekonomik Düşünce Tarihinden Dersler
Bu konuyla ilgili en güzel tartışma 1930’ların başındaki Keynes-Hayek tartışmasıdır.
Hicks (1967)’de Büyük Depresyonun ilk günlerinde yapılan bu tartışmaların o zamanın
ekonomistlerinin hayal gücünü yansıttığını söylerken, şimdi bu tartışmaların çoğu unutulmuştur. Hem Keynes hem de Hayek’te bazı ortak noktalar mevcuttur. İlki para politikasının
mübadele ekonomisinden temelde farklı olmasıdır. İkincisi Wicksell tarzı bir çerçeveye
oturtulmakta, parasal bir ekonomide doğal oranlarından sapan finansal oranlarla bağlantılı
sorunlara odaklanılmaktadır.3
Laidler (1999)’da IS/LM modelinin hala bir çok merkez bankası için geçerli bir model
olduğunu belirtmektedir. Söz konusu modelde kısa dönem ve uzun dönemin birbirinden etkin
bir şekilde ayırt edilemeyeceği savunulmaktadır. Modelde temel olarak, istihdam ve enflasyona yol açan eksik veya fazla toplam talep yaratan finansal ve doğal oranlar arasındaki
sapmalara odaklanılmaktadır. Her ikisi de gerçekte arzu edilmeyen durumlardır. Finansal oran
ile doğal oran arasındaki sapmalar yatırımları teşvik edecek şekilde kredi yaratılmasını
sağlamakta, ancak bunun sonucunda karlılık sağlanamayabilmektedir. Bunun ortaya çıkmasının en önemli nedeni yatırımların asla gerçekleşmeyecek mal ve hizmet üretimine yönelmesidir. Bir çok kişi Avusturya sermaye teorisini yüksek oranda eleştirirken, kredi yaratılmasından
kaynaklanan yanlış yatırım kavramı hala dikkate alınması gereken bir kavramdır. Ayrıca,
çoğu Keynesyen model bir denge durumundan diğerine yumuşak bir geçişin mümkün
olduğunu kabul ederken, Avusturya ekolü ekonomide artan dengesizlikler ve bunun sonucunda büyüklüğü nedeniyle reel makro dengesizlikleri etkileyecek bir kriz üzerinde durmaktadır.
Bu son gözlemle ilgili belirleyici neden ekonomide yükselme döneminde üretilen sermaye
mallarının mübadele edilebilir değil, dayanaklı olmasıdır. Yapılan hataların giderilmesi bu
durumda uzun zaman almaktadır.
Avusturya yaklaşımı, özellikle 1930’larda krize herhangi bir çözüm üretememesi nedeniyle dünyanın bir çok ülkesinde gözden düşmüştür. Buna karşılık Keynesyen yaklaşım
yukarıda belirtildiği üzere savaş sonrası dönemde 1970’ler hariç hayli tatminkar performans
göstermiştir. Gerçekten de, makro politikasına ilişkin konvansiyonel görüşler, 1980’lerin
başından beri gerçekten umut vaat edici sonuçlar doğurmuştur. Çoğu gelişmiş ülkede
(Japonya hariç) büyüme daha yüksekken, enflasyon keskin bir şekilde daha düşük olmuştur.
Bu tarihsel başarıya karşı olarak merkez bankalarının düşük, pozitif enflasyon düzeyini
sürdürmeleri için Avusturya ekolünde daha fazla yer alan finansal ‘aşırılıklar’ ve ‘dengesizlikler’in göz önünde bulundurulması gerekmektedir.
Neden Tarihsel Gelişmeler Hala Konu Edilmektedir?
Para politikasına ilişkin konvansiyonel görüşlerin yeniden gözden geçirilmesi ihtiyacı,
küresel ekonominin yapısının son yıllarda önemli ölçüde değişmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Özellikle, finansal liberalizasyon süreci Avusturya ekolü tarzı ekonomide patlamaçöküş konjonktürü olasılığını artırmıştır. Ayrıca, büyük ülkelerin dünya ekonomisine
entegrasyonu ve reel ekonominin küreselleşmesi, enflasyon süreci ve para politikası aktarım
mekanizmasına etki yapmıştır. Bu çalışmada her bir gelişme sırasıyla gözden geçirilmektedir.
Son yıllarda finansal sektördeki yapısal değişiklikler çok köklü olmuştur. Teknolojik
değişiklikler ile deregülasyon süreci, piyasa mekanizmasının ağırlık kazanmasına, ekonomile121
William R. White
rin küreselleşmesine ve kurumsal konsolidasyona yol açmıştır. Kısaca, finansal liberalizasyon
süreci önceki baskı altındaki halinden farklı olarak patlama-çöküş konjonktürü özelliği
göstermeye başlamıştır.
Sürecin dinamikleri şu şekilde işlemeye başlamıştır: Ekonomide meydana gelen gelişmeler çerçevesinde artan kredi hacmi aktif fiyatlarını yükseltmiştir. Bu hem sabit yatırımları teşvik etmiş, hem de teminat değerlerini yükseltmiştir. Ekonomideki gelişmeler zamanla ve
çıktı büyümesine bağlı olarak risk alma potansiyelini artırarak kredi konjonktürünün daha da
genişlemesine neden olmuştur. Bu sürecin akabinde risk ve getiriye ilişkin beklentilerin
artması hayal kırıklığı yaratmış ve tüm süreç tersine dönmüştür. Enflasyonda hedeflerin
aşması yerini, hedefe ulaşamamaya bıraktığı için bu durum reel ekonomide talebi azaltıcı etki
yaratmış, yüksek borç seviyeleri ve zayıf yatırımlar dikkat çeker hale gelmiştir. Finansal
sistemin kendisi zayıflamaya başlamış ve reel ekonomi üzerinde daha fazla daraltıcı etki
yaratmıştır.
Son yıllarda bir çok ekonomide görülen durum bu olup, kredi hacminde, aktif fiyatlarında ve sabit yatırımda hızla bir artış gerçekleşmiştir. Özetle, para politikasının yürütülmesine yardımcı olacak yeni göstergelerle birlikte, finansal sektör gelişmelerini incelemek ve para
politikasındaki olumsuz gelişmelerin hızlı ve sürdürülebilir çıktı büyümesinin önünde
potansiyel bir tehdit oluşturduğunu görmek için bugün daha güçlü nedenler bulunmaktadır.
Aynı şekilde reel ekonomideki yapısal değişiklikler, para politikası yürütülürken geleneksel göstergelerin kullanılmaya devam edilmesinin sorgulanmasına yol açmaktadır.
Dördüncü bölümde enflasyon sürecinin son yıllarda önemli oranda değiştiğine ilişkin açık
kanıtlar sunulmaktadır. Döviz kuru değişiklikleri ve yerel fiyatlara ilişkin maliyetler bir hayli
düşürülmüştür. Yerel çıktı boşluklarının (domestic output gap) enflasyon üzerindeki etkisi
azalıyor gözükmektedir. Finansal yapıdaki bu değişiklikler göz önüne alınarak para politikasının yürütülmesinde mevcut çerçevenin yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir..
4. Konvansiyonel Politika Çerçevesinin Değerlendirilmesi
Bu bölüm dört kısımdan oluşmaktadır: İlk olarak mevcut ‘ortodoks’ çerçevenin belli
başlı özellikleri açıklanmaktadır Bu özellikler sadece para politikasının hedef/hedeflerini
değil, aynı zamanda bu hedeflerin uygulanmasında kullanılacak para politikası araçlarını da
kapsamaktadır. İzleyen bölümde statükonun sürdürülmesine ilişkin argümanlar yer alırken,
üçüncü bölümde bu görüşe karşı ileri sürülen argümanlara değinilmektedir.
4.1 Konvansiyonel Politika Çerçevesi
Para politikası uygulamaları düzenli bir şekilde gelişmektedir. Merkez bankaları ekonomide meydana gelen sorunlara kendi performanslarına göre yanıt vermişlerdir. Son yıllara
baktığımızda para politikasının yürütülmesinde ortodoks çerçevede şu beş prensip üzerinde
uzlaşı sağlanmıştır.
Öncelikle para politikasının temel amacı enflasyonu düşük seviyelerde tutmaktır. İkincisi, hedefi gerçekleştirmede temel araç, kısa dönem para politikasının merkez bankasının
doğrudan etkisi altında kullanılmasıdır. Son yıllarda Japonya’da oranlar sıfır nominal
düzeyinde kalmış, otoriteler bunun nedenini açıklarken ‘niceliksel gevşemeye’ dayanmışlardır
Bu bankacılık sisteminde rezervler için hedef belirlenmesi ve bunun kamuoyuna duyurulması
aracılığıyla yapılmıştır.
122
Bankacılar Dergisi
Üçüncüsü, gelecekteki enflasyonun tahmini ile ilgilidir. Kapasite kullanımı ve istihdam seviyesiyle ilgili tahminler burada temel rolü oynamaktadır. Parasal büyüklükler ve kredi
büyüklükleri gibi gelecekteki enflasyonla ilgili diğer göstergeler ise (özellikle Kıta Avrupa’sında) ikincil bir rol oynamaktadır. Dördüncüsü aktif fiyatları, sadece ‘boşluklar’ ve
akabinde meydana gelen enflasyon üzerinde yarattıkları baskı ölçüsünde önemlidir. Aktif
fiyatlarının patlamasının sonucunda ekonomik faaliyetteki herhangi bir yavaşlama, para
politikasının gevşetilmesi suretiyle etkin bir şekilde çözüme ulaştırabilmektedir.
Para politikasının bu dört prensip çerçevesinde yürütülmesi ne derecede döviz kurunun dalgalanmaya bırakılmasıyla ilgilidir. Ülkeler paranın değer yitirmesine yabancı para
müdahalesiyle yabancı para rezervlerinin dalgalanmasına izin verildiği ölçüde karşı koyabilirler. Bununla birlikte, paranın değer kazanmasına karşı koymada böyle bir limit bulunmamaktadır. Bu tür politikanın yan etkilerine katlanıldığı ölçüde yerel merkez bankası istediği kadar
yabancı para almak için ulusal para basabilmektedir.
4.2 Statüko İçin Argümanlar
Aslında merkez bankaları için mevcut para politikasının yeniden gözden geçirilmesi
gerekirken, yeniden değerlendirme sonrası statükonun korunması için zorlayıcı tartışmalar
yeniden gündeme gelmiştir. Çıktı dalgalanmaları son yıllarda epeyce seyrekleşmiş, enflasyonun hem düzeyi hem oynaklığı önemli ölçüde azaltılmıştır. Aslında merkez bankaları
enflasyonu düşürmeyi başarmışlar ve bu sayede, daha iyi ekonomik performans elde edilmeye
başlanmıştır. Özellikle, enflasyonun düşük ve istikrarlı olduğu durumda para politikasının
keskin olarak daraltılmasına gerek bulunmamaktadır.
Finansal sektörde artan sorunlara bağlı olarak mevcut çerçeveyi sürdürülmesi giderek
daha fazla liberalleşen sektörden sorunların öğrenilmesi ve belli ülkelerde finansal sistemin
altyapısal olarak desteklenmesindeki eksikliklerin giderilmesine bağlıdır. Temel nokta, her
durumda bu sorunların geçici olmasıdır. Finansal sistemler konjonktür dışı değildir ve sürekli
kriz yaratan bir yapısı yoktur. Bunun aksine bu piyasaların başka piyasalara göre daha etkin
ve şoklara karşı hayli dirençli oldukları ispatlanmıştır. Gerçekten küresel ekonominin ve
finansal sistemin karşılaştığı bir dizi ciddi şoklar göz önüne alındığında bu durum daha somut
olarak ortaya çıkmaktadır.
Son olarak, olaylar küresel büyümeye ilişkin görünümü tehdit eder hale geldiğinde,
mevcut parasal çerçeve para politikasının konjonktür dışı bir rol oynamasına imkan tanımıştır.
Yüksek oranlar 1980’lerin sonunda, 1994’de ve 1990’ların sonuna doğru yükselen enflasyon
baskılarına çözüm bulmak amacıyla kullanılmıştır. Diğer yandan, oranlar 1987’de borsanın
çöküşünü takiben ciddi ölçüde, 1990’ların sonunda ise agresif bir şekilde düşürülmüştür.
LTCM’nin iflas etmesi ve buna bağlı olarak Brezilya’yı da tehdit eden Rusya krizi para
politikasının gevşemesine ve küresel hisse sendi fiyatlarında düşüşe neden olmuştur.
Gerçekten, hisse senedi fiyatlarındaki düşüş, nominal oranların Kıta Avrupası’nda sadece
yüzde 2, Amerika’da yüzde 1 ve Japonya’da yüzde 0 olarak gerçekleşmesine yol açmıştır.
4.3 Para Politikasındaki Değişikliklere İlişkin Argümanlar
Ekonomideki Düşüş Dönemini Hafifletmek İçin Argümanlar
Kriz dönemini atlatmak için agresif gevşek para politikası uygulanmasının önünde bir
çok sakınca bulunmaktadır. Birincisi, bu sistem çalışmayabilir. Hem Keynes hem de Hayek
123
William R. White
gevşek para politikasına ilişkin sınırlamalarının farkındaydı ve Keynes’in ‘likidite tuzağıyla’
ilgili görüşleri iyi bilinmekteydi. Hayek durumu paradoksal olarak nitelemiştir. Eğer sorun
gerçek kaynakların fazla yaratılan para ve bu paranın krediye göre yanlış dağıtımı ise tercih
edilen çözüm daha fazla kredi ve daha fazla dengesizlik doğuracaktır. Bu nedenle, yakın
geçmişte Japonya ve Amerika örneğini göz önünde bulundurmakta fayda bulunmaktadır.
Japonya’da parasal gevşeme büyümede 15 yıllık yavaşlamayı tersine çevirmede yeterli
olmamıştır. Amerika’da da benzer şekilde gevşek para ve maliye politikası 2001’den sonra
büyümenin tekrar gerçekleştirilmesinde etkili olmuştur. Ancak, ekonomik iyileşme hala savaş
sonrası dönemde en yavaş düzeyindedir.
Agresif gevşek para politikasının ikinci olumsuz yanı sermaye stokunun bileşenleri ve
sermaye sahipliğinin etkisi ile ilgilidir. Aşırı yatırım döneminden sonra karlı olmayan
işletmelerin rekabet edebilenlere makul bir getiri imkanı sunulması için kapatılması uygun
olacaktır. Bununla birlikte, Japonya örneğinde açıkça görüldüğü gibi ‘hayali’ şirketler olarak
belirtilen şirketlere düşük nominal faiz oranları verildiğinde, bu şirketler ilgili bankalardan
finansman elde edebilmekte ve bu durum süreci önemli ölçüde sekteye uğratabilmektedir.
Bunun sonucunda bilanço ayarlanması için gerekli zamanın (özellikle borç azaltılması için)
uzatılması sağlanabilir. Ucuz finansman sağlama olanağı birleşme ve devralmaları kolaylaştırmaktadır. Son olarak çok düşük faiz oranları zaman içinde tasarruf eğilimlerinde ve uzun
dönemde büyüme oranlarında düşüşe yol açmaktadır. Özetle düşük faiz oranları temdit
edilmiş dönem için korunacaksa, toplam talep üzerinde arzulanan etkinin yaratılıp yaratılamayacağı belirsizdir.
Bu para politikasının üçüncü olumsuz yanı, finansal piyasalardaki potansiyel tahrifatla
ilgilidir. Son beş yıldır Japonya tecrübesinin ortaya koyduğu gibi çok düşük faiz oranlarının
olduğu bir ortamda interbank piyasaları iflas edebilir, merkez bankası nihai piyasa yapıcısı
konumuna gelebilir. Ayrıca, son yıllarda Asya’da görüldüğü gibi piyasa payları yüksek büyük
bankalardan düşük maliyetli kredi temin edilebilmesi imkanı, diğer finansman alternatiflerinin
gelişmesini engellemektedir. Bu durum da finansal etkinlik ve istikrarı olumsuz etkileyebilmektedir.
Konvansiyonel Çerçevede Kümülatif Etkiler
Para politikası bir çok ülkede düşük enflasyonla gerçek büyümenin gerçekleştirilmesini sağlamaktadır. Para politikasının bu başarısı karşısında büyümenin sürdürülebilir olup
olmayacağı konusunda sorunlar bulunmaktadır. Burada karşılaşılabilecek bir ihtimal bugüne
kadar görülen kümülatif para simülasyonun açık enflasyon olarak neticelenmesidir. Son
dönemde enerji ve emtia fiyatlarındaki keskin yükselişler bu sonuç için bir alt yapı oluşturmuştur. Kısa dönem Phillips eğrisi öncesine göre daha düz gözükmektedir. Enflasyonist
beklentilerde yukarı yönlü bir hareket maliyetli olabilmekte ve beklenenden daha daraltıcı bir
para politikasının uygulanmasına yol açabilmektedir.
Amerika ve bir çok diğer ülkede kümülatif simülasyonun diğer bir etkisi de hanehalkı
borç rasyolarını artırmasıdır. Ayrıca, küresel aktif piyasalarında bir çok risk primi, ev fiyatları
rekor derecede artarken düşük seviyelere inmiştir. Küresel cari dengesizlikler eşi görülmemiş
seviyelerdedir. En fazla dış açığı olan ülkeler aynı zaman da en büyük makro dengesizliklere
de sahiptir. Gelecekte küresel büyümenin sürdürülebilir olup olmadığı şüphelidir ve belki de
enflasyonist olmaktan çok deflasyonist bir sürece yol açacaktır.
124
Bankacılar Dergisi
Konvansiyonel yaklaşımla ilgili bir diğer sorun dengesizliklerin zaman içinde artmasıyla para politikasının bu sorunlara çözüm getirme kapasitesinin de düşmesidir. Oranların
ekonomideki çıkış dönemlerinde az miktarda artırılması bunu izleyen düşüş dönemlerinde ise
düşürülmesi politika oranlarının sıfıra yaklaşmasına yol açabilir. Japon deneyiminde olduğu
gibi sıfır faiz oranında para politikasının ekonomiyi teşvik etme gücü azalır. Ekonominin
düşük enflasyon düzeyinde düşüş dönemine girmesi deflasyonun daha yıkıcı bir şekilde
ortaya çıkması ihtimalini ortaya çıkarmaktadır. O zaman bu durumda Japonya’da olduğu gibi
bütün belirsizliklerine rağmen konvansiyonel olmayan bir para politikası uygulanmalıdır.
5. Uygulanan Para Politikasının Çerçevesi Nasıl Olmalıdır?
Yeni politika çerçevesinde gerekli olan belki de en önemli değişiklik prensiplerin azamileştirilmesinden çok asgarileştirilmesine dayanmaktadır. Ekonomide uzun süren finansal
dengesizliklerin getirdiği maliyetler bilindiğinden sadece bugünün sorunlarının çözümüne
yönelik politikalar ileride daha büyük sorunların yaratılmasına neden olabilir. Ekonomideki
bu dengesizliklerin giderilmesine yönelik kurumsal bir çerçevenin oluşturulması zorunludur.
Bunun için ekonomideki ciddi dengesizliklerin sağlıklı bir şekilde tanımlanması ve para politikası yapıcılarının gerekli önlemleri almalarını cesaretlendirmek için kurumsal
teşviklerin sağlanması gerekmektedir. Ekonomideki finansal dengesizliklerin tanımlanması
için finansal istikrar göstergelerine ilişkin araştırma çalışmalarının genişletilmesi gerekmektedir. Ayrıca, finansal sistemin tam olarak çalışmasını önleyen engellerin tanımlanması önem
verilmesi gereken hususların başında yer almaktadır. İkinci husus, para politikacılarının
finansal dengesizliklere ilişkin çözümler hakkında -bu durum yakın dönem enflasyon
hedeflerine ulaşılamamasına yol açsa dahi- kamuoyuna bilgilendirme yapmaları gerekmektedir. Ayrıca devletin ve kamuoyunun geniş desteğini almak için para politikasındaki değişiklikler hakkında eğitim verilmesi yönünde çaba harcanmalıdır.
Dipnot:
1
Bu çalışmanın revize edilmiş hali 20-21 Ocak 2006’da Gerzensee’de İsviçre Merkez Bankası Ferschrift
seminerinde sunulmuştur. 2007’de yayımlanacak Festschrift baskısından önce çalışmaya yorumlar beklenmektedir. Bu çalışmada belirtilen görüşler yazarların kendisine aittir ve Uluslararası Ödemeler Bankası (Bank for
Internationa Settlements)’nın görüşlerini yansıtmamaktadır.
2
Borio ve Filardo (2004) tarafından bu şekilde kullanılması önerilmiştir.
3
Finansal faiz oranı ticari bankaların kredi vermeye hazır oldukları orandır. Doğal faiz oranı ise özellikle
tasarruf ve yatırım gibi reel faktörlerle belirlenmektedir.
125
Download