tc gazi üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü halkla ilişkiler ve tanıtım

advertisement
T.C.
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
HALKLA İLİŞKİLER VE TANITIM ANABİLİM DALI
HALKLA İLİŞKİLER VE TANITIM BİLİM DALI
İNANÇLARA YÖNELİK SÖYLEMİN İDEOLOJİK İNŞASI:
CUMA HUTBELERİ
DOKTORA TEZİ
Hazırlayan
Asuman Banu HÜLÜR
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Cengiz ANIK
ANKARA-2014
i
ÖZET
HÜLÜR, Asuman Banu. İnançlara Yönelik Söylemin İdeolojik
İnşası: Cuma Hutbeleri, Doktora Tezi, Ankara, 2014.
Bu tezde inançlara yönelik söylemin ideolojik boyutları belirlenmekte
ve bu açıdan Cuma hutbeleri incelenmektedir. Bu amaçla ilk olarak ideoloji
ve iktidarın anlaşılmasına yönelik kuramsal görüşler tartışılmaktadır. Bu
anlamda, idea ve logos kavramlarının tarihsel gelişimine yer verilmekte;
ideoloji, bilgi ve kültürle ilişkili görüşler, toplum ve birey açısından
değerlendirilmekte; ideoloji ve iktidara toplumbilimsel yaklaşımlar dikkate
alınmaktadır. Daha sonra, din ile toplum arasındaki ilişkiler ele alınmakta ve
bu ilişkinin çeşitli boyutları üzerinde durulmaktadır. Dinin toplumsal öneminin
anlaşılması için dinin ideolojik ve siyasal boyutlarının anlaşılmasının gerekli
olduğuna dikkat çekilmektedir. Dinin, modernleşme sürecindeki konumu ve
yaşadığı değişimler, dini söylemlerin oluşmasında belirleyici bir öneme sahip
olmaktadır. Çağdaş toplumların kendine özgü yapıları ve süreçleri ile din
arasındaki ilişkilere özel bir ilgi gösterilmiştir.
Bu bağlamda dinle ilişkili
anlayışların şekillenmesinde medya kaçınılmaz bir yere sahiptir. Günümüz
toplumlarının dinle ilişkili diğer bir önemli yönü sekülerleşme sürecidir.
Özellikle sekülerleşmenin, dinsel inancın, modern anlamda ideolojikleşerek
iktidara odaklanan bir biçime dönüşmesine yol açtığı görüşü tezin temel bir
vurgusudur. Türkiye’de İslam ve ideolojinin tarihsel ve toplumsal yönüne;
Türkiye’deki
modernleşme,
sekülerleşme
süreçlerinin
kendine
özgü
karakteristikleri dikkate alınarak açıklık getirilmeye çalışılmaktadır. Son
olarak, sergilenen bu kuramsal tartışmalar ışığında Cuma hutbelerinin metin
analizi yapılmaktadır. Kuramsal tartışmalarda ön plana çıkan belirli ölçütler
bu metin analizinin temel birimlerini oluşturmaktadır.
İnanç ve ideolojinin birbiriyle bağlantıları, bu tezin merkezi ilgisini
oluşturmaktadır.
Toplumdaki
değişmeler,
dinsel
inancın
ideolojiye
ii
dönüşmesine neden olmaktadır.
Bu anlamda inançlara yönelik söylem
giderek daha fazla dünyaya ilişkin öğütleri ve tavsiyeleri kapsamaktadır.
İnsanlar, ideoloji vasıtasıyla, eylemlerine, ilişkilerine, nesnelere, olaylara
kısaca dünyaya anlam verirler. İnançlara yönelik bir söylem biçimi olarak
Cuma hutbeleri incelendiğinde onun, insan yaşamının neredeyse tüm bu
alanlarıyla ilgili öğütler yoluyla dünyaya anlam vermenin belirli bir türünü
oluşturduğu görülmektedir.
Ahahtar Sözcükler: İdeoloji, Dini Söylem, İktidar, İletişim, Cuma
Hutbeleri
iii
ABSTRACT
HÜLÜR, Asuman Banu. The Ideological Construction of the
Discourse on Beliefs: Friday Sermons, Ph.D. Thesis, Ankara, 2014.
In this thesis, the ideological aspects of the discourse on beliefs are
specified and in that respect the Friday sermons are examined. For this aim,
at first, the theoretical views attempting at understanding ideology and power
are discussed. In this sense, the concepts of idea and logos are considered
in terms of their historical development; the views on ideology, knowledge
and culture are evaluated in terms of society and individual; the social
scientific approaches to ideology and power are taken into account. When
the Friday sermon as a discourse on beliefs is analyzed it is seen that it
forms a certain type of giving meaning to the world through advices in all
these fields. It is noticed that in order to understand social significance of
religion it is necessary to understand its ideological and political dimensions.
The position of the religion and the changes religion experiences in the
process of modernization have a determinative importance in the formation of
religious discourse. There is a special interest in the relation between the
structures and processes of the contemporary society and the religion. In this
context, media has an inevitable place in shaping the conceptions related to
religion. Another significant aspect of contemporary society in relation to
religion is the process of secularization. Specifically, a basic emphasis of this
thesis is the view that religious belief has been transformed into a form that
focuses on power. The historical and social sides of İslam in Türkiye are tired
to be clarified by considering peculiar characteristics of the processes of
modernization and secularization in Türkiye. Lastly, in the light of these
theoretical discussions that are presented, a text analysis of the Friday
sermons is carried out. Certain criteria that come into prominence in the
theoretical arguments constitute the basic units of this text analysis.
iv
The interconnections of belief and ideology constitute the central
concern of this thesis. The changes in society lead to the transformation of
religious beliefs into ideology. In this sense, the discourse on beliefs
increasingly contains the advices and recommendations about the world.
People give meaning to their actions, their relations, objects, events briefly to
the world through ideology. Next, an attention is given to the relations
between religion and society and the various aspects of these relations are
emphasized.
Key Words: Ideology, Religious Discourse, Power, Communication,
Friday Sermons
v
ÖNSÖZ
İdeoloji, din ve bu iki kavramın ilişkisi, kapsamı, etkileri, alanı,
konjonkturel etkilenimleri her zaman ilgimi çekti. Derin, bir o kadar da
karmaşık ve çok yönlü algılamalara açık olan bu kavramlara dayanan bir tez
yazmanın çok zorlu bir yola çıkmak anlamına geldiğini kabullenerek
başladım bu çalışmaya. Doğal olarak bu kavramların ilişkili oldukları alanlar
da – kültür, mitoloji, iktidar, toplum – en az ideoloji ve din kadar çetin ve çok
yönlü algılamalara ve anlamlandırmalara açıktı. Bu durum işimi zorlaştırsa da
çok daha ilgi çekici ve keyif verici bir süreci beraberinde getirdi. İdeoloji ve
dinin eleştirel ya da betimleyici; özsel ya da işlevsel tanımlarından birini kabul
edip etmemeye karar verme meselesi, başlarda beni oyalasa da bu konularla
ilgili okumalarım arttıkça anlamlandırmalar ve çalışmanın çerçevesi
kendliğinden gelişen bir süreçte şekillendi. Ve Cuma hutbeleri… İslam
toplumlarının önemli bir kısmında etkin bir iletişim aracı olan hutbeler, bana
dinin ve ideolojinin birlikteliğini araştırma fırsatı sundu. Her ne kadar din ve
ideoloji konusunda bir çalışma yapmayı istediğimden emin olsam da Cuma
hutbelerini çalışmak aklıma gelmemişti. Hele de bir kadın olarak bu konuyu
çalışmaktan önceleri çekinsem de zaman içinde “daha az yanlı” olarak
hareket edebileceğim düşüncesi beni cesaretlendirdi.
Tezin başından sonuna beni hep teşvik eden ve destekleyen, öneri ve
görüşleriyle başarma çabamı artıran ve yeni ufuklar ve bakış açıları
edinmemi sağlayan çok değerli hocam, danışmanım Prof. Dr. Cengiz Anık’a
ne kadar teşekkür etsem azdır. Katkılarıyla ve eleştirileriyle kendisinden çok
şey öğrendiğim Prof. Dr. Hale Künüçen’e ve pozitif yaklaşımı ve her
sorunuma bir çözüm getirmesiyle yardımlarını unutamayacağım kıymetli
hocam Prof. Dr. Hanife Güz’e sonsuz teşekkürlerimi sunarım.
Doktora tezi düzeyinde Cuma hutbeleriyle ilgili bir çalışma yapma
fikrini bana öneren saygıdeğer hocam Doç. Dr. Bünyamin Ayhan’a ve sevgili
arkadaşım Sibel Ayhan’a teşekkürü bir borç bilirim. Akademik çalışmalarımda
her zaman ve koşulda desteğini esirgemeyen sevgili eşim Himmet Hülür’e,
biricik, anlayışlı, sabırlı kızım Yağmur’a ve her zaman yanımda olduğunu
bildiğim sevgili annem Rabia Barış’a, abime ve ablama edeceğim teşekkür,
minnettarlığımı ifade edebilir mi bilemiyorum.
vi
İÇİNDEKİLER
ÖZET ............................................................................................................................................. İ
ABSTRACT .............................................................................................................................. İİİ
ÖNSÖZ ........................................................................................................................................ V
İÇİNDEKİLER .......................................................................................................................... Vİ
TABLOLAR ............................................................................................................................ XİV
GİRİŞ ............................................................................................................................................ 1
BİRİNCİ BÖLÜM
İDEOLOJİ VE İKTİDAR İLİŞKİSİ
1.1. İDEOLOJİNİN ARKA PLANI: İDEA VE LOGOS KAVRAMLARIININ
TARİHSEL KÖKENLERİ VE GELİŞİMİ ............................................. 16
1.2. TOPLUMSAL GERÇEKLİK VE BİREY AÇISINDAN İDEOLOJİ, BİLGİ
VE KÜLTÜR....................................................................................... 32
1.2.1. Bilgi ve Toplum ............................................................................ 32
1.2.2. Toplumsal Düzenin ve Bireyin Doğası ......................................... 45
1.3.3. Kültür ve İdeoloji .......................................................................... 54
1.2.4. Toplumsal Totalite ve Toplumsal Kontrol ..................................... 64
1.3. İDEOLOJİ VE İKTİDARA YÖNELİK YAKLAŞIMLAR ....................... 76
1.3.1. İdeolojinin Kapsamı ve Boyutları ................................................. 76
1.3.2. Marx ve Marxizm Açısından İdeoloji ve İktidar ............................ 89
1.3.3. Lukács: Tarih ve Sınıf Bilinci ..................................................... 106
1.3.4. Gramsci: Hegemonya ve Aydınlar ............................................. 112
1.3.5. Althusser ve Devletin İdeolojik Aygıtları ..................................... 117
1.3.6. Post-Marxizm, İktidarın İdeolojik ve Söylemsel Biçimleri ........... 129
vii
İKİNCİ BÖLÜM
DİN – TOPLUM – İDEOLOJİ
2.1. DİN VE TOPLUM ............................................................................. 146
2.1.1. Din Kavramı ............................................................................... 146
2.1.2. Sosyolojik Açıdan Din ................................................................ 153
2.1.3. Toplum Düşüncesinde Din ........................................................ 157
2.1.3.1. Auguste Comte ................................................................... 158
2.1.3.2. Emile Durkheim ................................................................... 160
2.1.3.3. Max Weber .......................................................................... 164
2.1.3.4. Karl Marx ............................................................................. 166
2.1.3.5. Dinin Anlaşılmasına Katkıda Bulunan Diğer Yaklaşımlar .... 169
2.1.4. Din ve Anlam ............................................................................. 174
2.1.5. Din ve Toplumsal Kontrol .......................................................... 178
2.1.6. Din ve Ritüel .............................................................................. 180
2.1.6. Mitoloji, Din ve İdeoloji ............................................................... 184
2.2. DİN – İDEOLOJİ – SİYASET............................................................ 186
2.2.1. Din ve İdeoloji ............................................................................ 186
2.2.2. Popüler Din ve Fundamentalizm ............................................... 193
2.2.3. Din ve İktidar ............................................................................. 196
2.3. DİN VE MODERNLEŞME ................................................................ 198
2.4. DİN VE MEDYA ............................................................................... 209
2.5. TÜRKİYE’DE TARİHSEL VE TOPLUMSAL AÇIDAN DİN .............. 214
2.5.1. İslam, Toplum ve Davranış ........................................................ 214
2.5.2. İslam’da İdeolojik Yönelimler ..................................................... 219
2.5.3 Türkiye’de Din, Toplum ve İdeoloji.............................................. 222
viii
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İNANÇLARA YÖNELİK BİR SÖYLEM BİÇİMİ OLARAK CUMA
HUTBELERİ
3.1. BİR İLETİŞİM ARACI OLARAK HUTBELER .................................. 237
3.2. 2001 VE 2012 YILLARINDAKİ CUMA HUTBELERİNİN METİN
ANALİZİ ........................................................................................... 245
3.3. 2001 YILI CUMA HUTBELERİNDEKİ SÖYLEMİN İDEOLOJİK
İNŞASI ............................................................................................. 248
3.3.1. Ahlak ......................................................................................... 248
3.3.1.1. Kişilik/Davranış ................................................................... 249
3.3.1.2. İyilik/Kötülük ........................................................................ 250
3.3.1.3. Hak/Adalet........................................................................... 251
3.3.1.4. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Ahlak” Alanındaki Yargıların
İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi.......................... 254
3.3.2. Toplum ...................................................................................... 255
3.3.2.1. Aile ...................................................................................... 256
3.3.2.2. Cemiyet ............................................................................... 256
3.3.2.3. Akrabalık ............................................................................. 257
3.3.2.4. Dayanışma ve Yardımlaşma ............................................... 257
3.3.2.5. Kardeşlik ............................................................................. 259
3.3.2.6. Ekonomi .............................................................................. 260
3.3.2.7. Toplumsal Bütünlüğü Kuvvetlendiren ve Zayıflatan
Edimler ................................................................................ 260
3.3.2.8. Komşuluk ........................................................................... 262
3.3.2.9. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Toplum” Alanındaki Yargıların
İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi.......................... 266
3.3.3. Ritüeller ..................................................................................... 268
3.3.3.1. Evlilik-Düğün ....................................................................... 269
ix
3.3.3.2. Cenaze ................................................................................ 270
3.3.3.3. Selamlaşma ........................................................................ 270
3.3.3.4. Kandil .................................................................................. 270
3.3.3.5. Hac ...................................................................................... 272
3.3.3.6. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Ritüeller” Alanındaki Yargıların
İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi.......................... 274
3.3.4. İnsan.......................................................................................... 276
3.3.4.1. Çocuk .................................................................................. 276
3.3.4.2. Kadın ................................................................................... 277
3.3.4.3. Anne/Baba .......................................................................... 278
3.3.4.4. Genç/Yaşlı........................................................................... 279
3.3.4.5. Kardeş ................................................................................. 280
3.3.4.6. Vatandaş ............................................................................. 281
3.3.4.7. İnsan ................................................................................... 281
3.3.4.8. Kul ....................................................................................... 283
3.3.4.9. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “İnsan” Alanındaki Yargıların
İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi.......................... 287
3.3.5. Milli Öğeler ................................................................................ 290
3.3.5.1. Millet .................................................................................... 290
3.3.5.2. Şehit/Gazi............................................................................ 292
3.3.5.3. Bayrak ................................................................................. 292
3.3.5.4. Ecdat ................................................................................... 292
3.3.5.5. Devlet .................................................................................. 293
3.3.5.6. Vatan/Yurt/Ülke ................................................................... 294
3.3.5.7. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Milli Öğeler” Alanındaki
Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi ......... 296
3.3.6. Dünya/Yaşantı ........................................................................... 298
x
3.3.6.1. Sağlık .................................................................................. 298
3.3.6.2. Fakirlik/Zenginlik ................................................................. 298
3.3.6.3. Mutluluk/Huzur .................................................................... 299
3.3.6.4. Çalışma/Başarı .................................................................... 300
3.3.6.5. Dünya/Ahiret ....................................................................... 301
3.3.6.6. Akıl/İrade ............................................................................. 302
3.3.6.7. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Dünya/Yaşantı” Alanındaki
Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi ......... 305
3.3.7. Güncel Değerler/Eğilimler .......................................................... 307
3.3.7.1. Hak/Özgürlük ...................................................................... 307
3.3.7.2. Günümüz Dünyasının Sorunları .......................................... 308
3.3.7.3. Bilim/Teknoloji ..................................................................... 309
3.3.7.4. Değişim/İlerleme ................................................................. 309
3.3.7.5. Eğitim/Öğretim .................................................................... 310
3.3.7.6. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Güncel Değerler/Eğilimler”
Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından
Değerlendirilmesi ................................................................ 312
3.3.8. Tarihsel Öğeler .......................................................................... 313
3.3.8.1. Tarihsel Şahsiyetler ............................................................. 313
3.3.8.2. Hicret ................................................................................... 315
3.3.8.3. Savaşlar/Fetihler ................................................................. 315
3.3.8.4. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Tarihsel Öğeler” Alanındaki
Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi ......... 318
3.4. 2012 YILI CUMA HUTBELERİNDEKİ SÖYLEMİN İDEOLOJİK
İNŞASI ............................................................................................. 319
3.4.1. Ahlak ......................................................................................... 319
3.4.1.1. Kişilik/Davranış .................................................................... 319
3.4.1.2. İyilik/Kötülük ........................................................................ 321
xi
3.4.1.3. Hak/Adalet........................................................................... 322
3.4.1.4. 2012 Yılı Cuma Hutbelerinde “Ahlak” Alanındaki Yargıların
İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi.......................... 326
3.4.2. Toplum ...................................................................................... 328
3.4.2.1. Aile ...................................................................................... 328
3.4.2.2. Cemiyet ............................................................................... 330
3.4.2.3. Akrabalık ............................................................................. 330
3.4.2.4. Dayanışma ve Yardımlaşma ............................................... 330
3.4.2.5. Kardeşlik ............................................................................. 332
3.4.2.6. Ekonomi .............................................................................. 334
3.4.2.7. Toplumsal Bütünlüğü Kuvvetlendiren ve Zayıflatan
Edimler ................................................................................ 334
3.4.2.8. Komşuluk ............................................................................ 335
3.4.2.9. 2012 Yılı Cuma Hutbelerinde “Toplum” Alanındaki Yargıların
İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi.......................... 340
3.4.3. Ritüeller ..................................................................................... 342
3.4.3.1. Cenaze ................................................................................ 343
3.4.3.2. Selamlaşma ........................................................................ 343
3.4.3.3. Kandil .................................................................................. 344
3.4.3.4. Hac ...................................................................................... 346
3.4.3.5. 2012 Yılı Cuma Hutbelerinde “Ritüeller” Alanındaki Yargıların
İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi.......................... 348
3.4.4. İnsan.......................................................................................... 349
3.4.4.1. Çocuk .................................................................................. 350
3.4.4.2. Kadın ................................................................................... 350
3.4.4.3. Anne/Baba .......................................................................... 351
3.4.4.4. Genç /Yaşlı.......................................................................... 351
xii
3.4.4.5. Kardeş ................................................................................. 352
3.4.4.7. İnsan ................................................................................... 353
3.4.4.8. Kul ....................................................................................... 354
3.4.4.9. 2012 Yılı Cuma Hutbelerinde “İnsan” Alanındaki Yargıların
İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi.......................... 359
3.4.5. Milli Öğeler ................................................................................ 360
3.4.5.1. Millet .................................................................................... 360
3.4.5.2. Şehit/Gazi............................................................................ 361
3.4.5.3. Ecdat ................................................................................... 362
3.4.5.4. 2012 Yılı Cuma Hutbelerinde “Milli Öğeler” Alanındaki
Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi ......... 363
3.4.6. Dünya/Yaşantı ........................................................................... 364
3.4.6.1. Sağlık .................................................................................. 364
3.4.6.2. Fakirlik/Zenginlik ................................................................. 365
3.4.6.3. Mutluluk/Huzur .................................................................... 365
3.4.6.4. Çalışma/Başarı .................................................................... 366
3.4.6.5. Akıl/İrade ............................................................................. 367
3.4.6.6. Dünya/Ahiret ....................................................................... 368
3.4.6.7. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Dünya/Yaşantı” Alanındaki
Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi ......... 372
3.4.7. Güncel Değerler/Eğilimler .......................................................... 374
3.4.7.1. Hak/Özgürlük ...................................................................... 375
3.4.7.2. Günümüz Dünyasının Sorunları .......................................... 375
3.4.7.3. Bilim/Teknoloji ..................................................................... 377
3.4.7.4. Değişim/İlerleme ................................................................. 378
3.4.7.5. Eğitim/Öğretim .................................................................... 379
xiii
3.4.7.6. 2012 Yılı Cuma Hutbelerinde “Güncel Değerler/Eğilimler”
Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından
Değerlendirilmesi ................................................................ 382
3.4.8. Tarihsel Öğeler .......................................................................... 385
3.4.8.1. Tarihsel Şahsiyetler ............................................................. 385
3.4.8.2. Hicret ................................................................................... 387
3.4.8.3. Savaşlar/ Fetihler ................................................................ 388
3.4.8.4. 2012 Yılı Cuma Hutbelerinde “Tarihsel Öğeler” Alanındaki
Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi ......... 391
3.5. 2001 VE 2012 YILLARINDA CUMA HUTBELERİNDEKİ DİNİ
SÖYLEMİN İDEOLOJİK İNŞASININ DEĞERLENDİRİLMESİ......... 394
SONUÇ .......................................................................................................398
KAYNAKÇA ...............................................................................................409
EK: TÜRKİYE CUMHURİYETİ DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI DİN İŞLERİ
GENEL MÜDÜRLÜĞÜ’NÜN HUTBEYLE İLGİLİ AÇIKLAMALARI ...422
xiv
TABLOLAR
Tablo 1: Ahlak Birimi Açısından Kategoriler ............................................... 252
Tablo 2: Toplum Birimi Açısından Kategoriler ............................................ 263
Tablo 3: Ritüeller Birimi Açısından Kategoriler ........................................... 273
Tablo 4: İnsan Birimi Açısından Kategoriler ............................................... 284
Tablo 5: Milli Öğeler Birimi Açısından Kategoriler ...................................... 294
Tablo 6: Dünya/Yaşantı Birimi Açısından Kategoriler ................................ 303
Tablo 7: Güncel Değerler/Eğilimler Birimi Açısından Kategoriler ............... 310
Tablo 8: Tarihsel Öğeler Birimi Açısından Kategoriler ............................... 317
Tablo 9: Ahlak Birimi Açısından Kategoriler ............................................... 323
Tablo 10: Toplum Birimi Açısından Kategoriler .......................................... 336
Tablo 11: Ritüeller Birimi Açısından Kategoriler ......................................... 346
Tablo 12: İnsan Birimi Açısından Kategoriler ............................................. 356
Tablo 13: Milli Öğeler Birimi Açısından Kategoriler .................................... 362
Tablo 14: Dünya/Yaşantı Birimi Açısından Kategoriler .............................. 370
Tablo 15: Güncel Değerler/Eğilimler Birimi Açısından Kategoriler ............. 380
Tablo 16: Tarihsel Öğeler Birimi Açısından Kategoriler ............................. 389
1
GİRİŞ
Cuma hutbelerinin, inançlara yönelik bir söylem biçimi olarak ele
alındığı bu çalışmada böyle bir söylemin ideolojik açıdan önemi ve hangi
rolleri oynadığı üzerinde durulmaktadır. Bu amaçla öncelikle ideolojinin hangi
biçimlerde anlaşıldığına ve ideolojiye yönelik yaklaşımlara yer verilmektedir.
Daha sonra din, toplum ve ideoloji konusundaki görüşler irdelenmektedir. Bu
kuramsal çözümlemeler ve görüşler ışığında toplumun çeşitli alanları
açısından, özellikle din açısından ideolojinin önemi açığa kavuşturulmaktadır.
Son olarak ise kuramsal görüşler çerçevesinde ortaya çıkan başlıca ölçütlere
dayalı olarak Cuma hutbeleri çözümlenmektedir. Cuma hutbelerinin ideolojik
içeriği, belirlenen ölçütler açısından hutbelerdeki onaylanan ve yadsınan
yargıların ortaya çıkarılmasıyla belirlenmektedir.
Bu tezin konusu olan inanca yönelik bir söylem biçimi olarak Cuma
hutbeleri, doğal olarak dinleyicinin inançlarını pekiştirmeye yönelik bir içerik
taşımaktadır. Bununla birlikte bu söylem dünyevi konulara ilişkin mesajlar da
içermekte, dolayısıyla dinleyicinin dünyevi yaşamını da tanzim etme
bağlamında ideolojik bir inşa yükümlenmektedir. Bu tezin konusuyla ilgili
temel sorunsalı, inançlara yönelik bir söylem biçimi olan Cuma hutbelerinin
içerdiği dünyevi mesajlarla, nasıl bir ideolojik inşa ortaya koydukları
oluşturmaktadır.
Bu tezin amacı, ideoloji, iktidar ve dinin toplumsal önemine ilişkin
tartışmalar temelinde Cuma hutbelerindeki dünyevi mesajların, dinleyicinin
gündelik yaşamını nasıl tanzim etmeyi hedeflediğini belirlemeye çalışmaktır.
Dolayısıyla tez, Cuma hutbelerinin dinleyiciyi nasıl etkilediği sorunsalından
ziyade, nasıl bir mesajla etkilemeyi hedeflediği sorunsalı ile ilgilenmektedir.
Bu amaca yönelik olarak da inançlara yönelik bir söylem olan Cuma
hutbelerinin, bireyin dünyevi yaşamlarını tanzim etmeye yönelik mesajlarının
2
neler olduğu gözlemlenmeye çalışılacak ve bu yolla Cuma hutbelerinin
ideolojik inşalarına açıklık kazandırılmaya çalışılacaktır.
Cuma namazları İslam dininin en yaygın ibadetleri ve ritüelleri
arasındadır. Cuma namazı esnasında okunan hutbeler, çok sayıda
dinleyiciye ulaşma potansiyeli taşıyan mesajlar içermektedir. Bu mesajların,
kişilerin dünyevi yaşamlarını belirlemeye ve özellikle siyasal davranışlarını
etkilemeye
yönelik
içerikleri,
onların
ideolojik
inşalarına
belirlilik
kazandırılması açısından önem arz etmektedir. Dolayısıyla tezin önemi de
bundan kaynaklanmaktadır. Cuma hutbelerindeki dünyevi yaşama ilişkin
mesajların
yoğunluğu
ve
anlam
alanının
gözlemlenmesiyle
Cuma
hutbelerinin ideolojik inşasının belirlenmesi, inançlara yönelik söylemin
ideolojik aygıt olarak kullanıldığına dair veri sunacaktır ve tezin önemi de bu
ideolojik inşanın bireyin dünyevi yaşamı ve özellikle siyasal davranışları
üzerinde oynadığı veya oynayabileceği role açıklık kazandırılmasından
kaynaklanmaktadır.
Cuma hutbelerindeki içerik ve söylem biçimleriyle ilgili iletişim disiplini
bağlamında, doktora tezi düzeyinde bir çalışmaya rastlayamadık. İletişim
dışındaki akademik disiplin alanlarında ise konuyla ilgili sınırlı sayıda makale
ve kitap çalışmasının bulunduğu görülmektedir. Bunun yanında hutbelerin
eğitim aracı olması, hutbelerde kadın olgusunun kullanılması gibi konularda
yüksek lisans tezi olarak hazırlanmış az sayıda çalışma bulunmaktadır.
Yukarıda da dile getirildiği gibi azımsanmayacak miktarda insanın Cuma
hutbelerindeki mesajlara maruz kalmaları göz önüne alındığında, yapılmış
olan çalışmaların son derece yetersiz olduğu ve konunun çeşitli boyutlarının
ele alınmadığı dikkat çek mektedir.
Hutbelerde iktidarın dolaysız ve dolaylı olarak etkisinin görülebileceği
ve siyasal iktidarın inançlara yönelik söylem yoluyla ortak bir bütünlük
oluşturarak varlığını sürdürdüğü düşünülmektedir. Bu bağlamda Türkiye’de
Cuma hutbelerinin içeriğinin incelenmesi suretiyle hutbelerde ideolojik ve
siyasal unsurların ortaya konulabileceği düşünülmektedir.
3
Tez çalışması kapsamında ideoloji, iktidar ve din hakkındaki kuramsal
bakış açıları ve taratışmalara yer verilmektedir. Dini söylemin ideolojik ve
siyasi boyutlarını irdeleyen bu çalışmada dinin, ideoloji ve iktidar ilişkileri
açısından anlaşılmasına çalışılmaktadır. Dolayısıyla bu tezde, gerek ideoloji
gerekse din konusundaki kuramlara ve tartışmalara, iktidar kavramıyla alakalı
oldukları kadarıyla yer verilmesi amaçlanmaktadır. İdeoloji, iktidar ve din
kavramının ve bunların toplumsal yansımalarının diğer boyutları tezin
kapsamı dışında kalmaktadır. Buna ek olarak Cuma hutbeleri, sadece hutbe
metinleriyle sınırlı olarak incelenmektedir. Cuma hutbelerini dinleyenlerin
hutbeleri nasıl alımladıkları, hutbeleri yaşantılarında nasıl yansıttıkları,
hutbeler hakkında neler konuştukları gibi Cuma hutbelerinin araştırılabilecek
daha çok çeşitli yönleri bulunmasına karşın bu konular temelde tezimizin
ilgisinin dışındadır. Bunlar, tezin kapsam ve sınırlılıklarını belirlemektedir.
Tezin yöntemi, ideoloji ile iktidar ilişkileri ekseninde ortaya konulan
kuramsal tartışmalar çerçevesinde Cuma hutbelerinin metinlerinin analizi
oluşturmaktadır. Bu metin analizi açısından inançlara yönelik bir söylemin
anlaşılması, içinde bulunduğu toplumsal dünyadaki anlamının ve rolünün
hesaba katılmasını gerektirir. Bu durum, inançlara yönelik söylemi,
toplumdaki diğer fenomenlerden ve süreçlerden bağımsız olarak incelemenin
olanaksızlığını
gösterir.
Dolayısıyla
hutbelerin,
toplumsal
ve
siyasal
bütünlüğü dikkate alınarak anlaşılmaya çalışılması yöntemsel bir öncelik
olarak benimsenmekte ve iktidar ve ideoloji bu bütünlüğün en temel
karakteristikleri olarak görülmektedir.
Tezde uygulanan metin analiziyle aynı analiz yöntemine daha önce
çok az çalışmada başvurulmuştur. Bu çalışmalar arasında Anık ve
Soncu’nun1 “Kültür, Medeniyet ve Modernizm Üzerine ‘Yaprak Dökümü’
Bağlamında Bir Değerlendirme” adlı makalesi ve Soncu’nun 2 “Kimliklerin
1
Anık ve Soncu, 2010.
2
Soncu, 2012.
4
İnşasında Kurumsal Dergilerin Rolü: Türk Yurdu ve Ülkü” adlı doktora tezi
bulunmaktadır.
Bölümler arasında genelden özele doğru bir akış planlanmaktadır.
Öncelikle iktidar ve ideoloji tartışmaları yapılacak, din ve ideoloji ilişkisi
tartışılacak, sonra konu Türkiye boyutunda ele alınarak inançlara yönelik
söylem biçimi olarak hutbeler konusu çalışmanın uygulama kısmını
oluşturacaktır. Özel olarak bölümlerin içeriğini açıklamaya geçmeden önce
tezin bütününün dayandığı temel kuramsal ve yöntembilimsel tartışmalara
değinmenin yararlı olduğu düşünülmektedir.
İdeoloji, toplum bilimlerinde son derece tartışmalı bir kavramdır, bunun
en önemli nedeni toplumu anlamaya ve açıklamaya yönelik birbirinden farklı
kuramsal geleneklerin bulunmasıdır. Bu durum, en temelde toplum
bilimlerinde ortak bir doğrunun bulunmamasıyla ilişkilidir. Ancak, toplum
bilimlerinde ideoloji kavramıyla ilişkili uzlaşmazlık ve farklılık, diğer herhangi
bir kavramdan çok daha fazladır. Bu uzlaşmazlık aslında doğaldır çünkü
ideolojinin alanı, kültürel, zihinsel ve bilişsel konularla ilişkilidir. Bu açıdan
ideoloji konusu, son derece kendine özgü yorumları, oluşumları ve
fenomenleri kapsar. En azından, ideoloji ile ilgili çözümlemeler ve tartışmalar,
yorumsal çeşitliliğe, örneğin ekonomiyle veya endüstriyle ilgili tartışmalardan
çok daha fazla açıktır.
İdeolojinin, bilgi üretiminin temelinin anlaşılması için başvurulan temel
kategorilerden biri olması onun sosyal bilimler için ne denli önemli olduğunu
göstermektedir. Başka bir anlatımla ekonomi, endüstriyel ilişkiler, kültür,
siyaset bilimi alanlarının her birinde ideoloji konusu önemli bir yer
tutmaktadır. İdeolojinin kendisi bir disiplin olmasına karşın diğer toplum
bilimleri ve disiplinleri açısından da geçerli olan bir boyutu olduğu
söylenebilir. Çünkü ideoloji, tüm bilimlerin amacı olan bilgi üretiminin
doğasıyla ilişkilidir.
5
Belirli bir kuramsal gelenek içinde ideolojiye birbirinden çok farklı
biçimlerde yaklaşılmakta, birbiriyle uyuşmayan görüşler savunulmaktadır.
Örneğin Marxist gelenek ideolojiye merkezi bir yer verir. Buna karşın tüm
Marxist toplum kuramcıları, ideolojiye aynı şekilde yaklaşmazlar. Özellikle
yapısalcı Marxistler ile hümanist Marxistler arasında çok derin ve uzlaşmaz
farklılıklar bulunmaktadır. Tarihsel ve toplumsal çözümlemeyi belirli bir yapıya
dayandıran yaklaşımlar, ideolojik fenomenleri, öznelere veya anlamlı
amaçlara başvurmaksızın ele alırlar. Diğer taraftan tarihsel ve toplumsal
değişimi, öznelerin belirlediğini kabul eden görüşler, dışsal sınırlandırmaların
çok fazla önemli olmadığını benimserler.
Genel olarak bilgiyle, daha özel olarak bilimle ilişkisinde ideolojiye
olumsuz anlamlar yükleyen görüşler ile bilimi ideolojiden soyutlamanın
imkânsız olduğunu ileri süren görüşler arasında temel uzlaşmazlıklar
bulunmaktadır. İdeolojiyi negatif olarak gören bakış açıları onu gerçekliğin,
doğruluğun, bilimin çarpıtılması olarak nitelendirirler. Bu anlamda örneğin
bilimin ideolojikleşmesi onun kendi görevlerini tam olarak yapmaması
anlamında kullanılır.
Daha özel olarak Marxizm içinde etkili bir eğilim,
ideolojiyi, gerçeklerin olduklarının tersine algılanması, bulanıklaşması veya
çarpıtılmış yansımaları anlamında kullanılır. Yine çeşitli pozitivist ve nesnelci
bilgi anlayışları, ideolojinin bilginin nesnelliğini bozan bir etmen olduğunu
savunurlar. Bu anlamda ideoloji, bilimin tersine yanlı yaklaşımları temsil eder.
Çeşitli toplum bilim akımları açısından olduğu gibi günlük yaşantı içinde
ideolojinin daha çok bu anlamının kullanıldığını söylemek yanlış olmaz. Tüm
bu anlayışların ortak yönü, ideolojinin yansızlığı zedeleyen bir durum
olduğunun veya gerçek bir bilgi ve doğruluğu çarpıtan bir etmen olarak ön
plana çıktığının vurgulanmasıdır.
İdeolojinin olumsuz görülmesinin kökeni, bilimin temelde nesnel bir
özelliğinin olduğu veya gerçekliğin belirli bir doğru bilgisinin mümkün olduğu
şeklindeki düşüncelerde yatar. Ancak ideolojinin daha farklı bir anlamı genel
olarak zihinsel etkinlikler ve kültürel oluşumları kapsamasıyla ilintilidir.
6
İnsanlığın
tarih
içindeki
ideolojik
evriminden
veya
gelişiminden
bahsettiğimizde ideolojinin bu anlamını kullanırız.
İdeolojinin çok farklı yönlerini vurgulayan tüm bu kuramsal bakış açıları
ışığında bu tez çalışmasında genel olarak ideoloji, dünyayı ve olayları
anlama biçimi, onları anlamlı hale getiren bakış açıları ve inançlar olarak
kabul edilmektedir. Bu çerçevede en temel ve yalın anlamda söylemek
gerekirse ideolojinin kültür, din, bilgi, iktidar ve modernleşme gibi konularla
belirli bağlantıları ve bunun gündelik yaşantıdaki yansımaları üzerinde
durulmaktadır. Yani tüm bu alanlarda ideoloji, dünyanın ve olayların
anlaşılması ve bu anlayışın gündelik yaşantıya yansıma biçimidir. Bu
anlamda iktidarın olduğu gibi bilginin ve dinin de ideolojik boyutu önem
kazanmaktadır.
Günümüz toplumlarının araştırılmasında iletişim bilimleri, ideolojiye
temelde kitlesel düzeyde yansıma bulan bir kültürel fenomen ve süreç olarak
ilgi göstermektedir. Ancak bu fenomenler de özünde hangi bakış açıları
tarafından incelendiklerine dayalı olarak karşılık bulmakta bu bağlamda kitle
kültürü, eleştirel veya olumlayıcı çözümlemelerle anlaşılmaya çalışılmaktadır.
İletişimin, kişilerarası bir oluşumdan çok, geniş ölçekli kitlesel bir fenomen
olarak ele alınması, temelde kitlesel veya küresel iletişim araçlarının
vurgulanmasını beraberinde getirir. Bu bağlamda giderek post-endüstriyel bir
nitelik kazanmaya başlayan modern toplumlarda iletişimi ve kültürü büyük
ölçüde kitle medyasının belirlediği görüşü, yaygın bir şekilde kabul
edilmektedir. Ancak iletilerin oluşturulmasında, yaygınlaştırılmasında ve
anlaşılmasında çeşitli ideolojik girdilerin anlaşılması, iletişim araştırmalarının
başlıca amaçları arasındadır. Bu durum, ideolojinin boyutunun bireylerden
veya gruplardan çok daha geniş düzeylere taşınması anlamına gelmektedir.
Sonuç olarak son dönemlerde hızın, mekanikliğin ve eşzamanlılığın
belirlediği bir küreselleşme süreci ve bu sürecin temel taşıyıcıları olan yeni
iletişim ve medya teknolojileri, giderek daha fazla gerçeklik kazanmakta ve
bilimsel araştırmalarda karşılık bulmaktadır.
7
Hemen hemen bütün dinlerin, dinsel mesajı yaygınlaştırma eğilimine
sahip oldukları söylenebilir. Bu açıdan dinlerin başlangıcından itibaren
kitleselleşme ve küreselleşmeye yatkın oldukları söylenebilir. Geleneksel
dünyada dinin mesajını yaymasının temel araçları, kurumsallaşmış dini
araçlardı. Cami, İslam toplumunda dini mesajı kitlelere ulaştırmada hayati bir
rol icra etmiştir. Bu bağlamda daha özel olarak camide verilen mesajların
merkezi mahali olan minber hem geleneksel dünyada hem de modern
dünyada işlev gören bir iletişim aracıdır. Bu gibi geleneksel araçların yanında
teknolojik ve bilimsel gelişmelerle birlikte ortaya çıkan yeni araçlar sayesinde
modern
dünyada,
dinlerin
kendi
mesajlarını
daha
geniş
kitlelere
aktarabilmelerinin olanakları çoğalmıştır. Özelikle okur-yazarlığın artması ve
okuma yazma teknolojilerinin gelişmesinden din de kendi payına düşen
avantajları almıştır.
Ancak modernleşme süreci dinler açısından çok temel bir sonucu
beraberinde getirmiştir: sekülerleşme. Bu süreç, dinin, din dışı olana doğru
zorlanmasından daha çok dinlerin hem kendi içlerinde karşılık bulan hem de
dışarıdan desteklenen bir süreçtir. Sekülerleşme her şeyden önce dini veya
diğer konularda aklın ve rasyonelleşmenin temel ölçüt haline gelmesidir. Bu
süreç aracılığıyla dünya giderek daha fazla neden-sonuç ilişkisi içinde
kavranmaya başlar. Örneğin hastalıklara şifa daha çok tıbbi tedavi yollarıyla
aranır. Elbette geleneksel yollarda tümüyle olmasa da varlığını sürdürür ve
tıbbi tedavinin uygulanmasının yanında dua ile şifa dileme de söz konusu
olabilir yani dua tümüyle ortadan kalkmaz. Ancak hastalıklara çare aramanın
vazgeçilmez biçimi, geleneksel toplumdan çok daha fazla tıbbi tedavi haline
gelir ve hastalık, en azından geleneksel dünyadakinden çok daha fazla bir
derecede tıbbi nedenlerle ve sonuçlarla anlaşılmaya başlar. Burada
sekülerleşme sadece genel olarak dinin değil aynı zamanda çeşitli yerel
geleneklerin ve kültürlerin de yapısal bir dönüşüme uğramaları ve bu
çerçevede günlük ilişkilerini ve eylemlerini, yani bir bütün olarak dünyayı
daha fazla “açıklanabilir” bir tarzda algılamaları anlamına gelir.
8
Bu bağlamda modernleşmeyle birlikte dinin dünyaya yönelik yaklaşımı
yeni bir içerik kazanır ve dinin temel ilkeleri hatta dini inanç rasyonelleşmiş bir
nitelik barındırmaya başlar. Din genel olarak başlangıcından itibaren
insanlara bir dünya görüşü sunmasına karşın modern dünyada bu dünya
görüşünün temel çerçevesi değişmiştir. Yani geleneksel toplumda dinin
kitleler tarafından benimsenmesinde geçerli olan mutlak inanma yerini akla
dayalı argümanlara ve kanıtılar oluşturmaya dayalı tartışmalara bırakmıştır.
Bu duruma kısaca dini içeriğin ideolojikleşmesi denilebilir.
Din, geleneksel toplumda doğrulukla ilgili olarak neredeyse bir tekele
sahipti. Modern dünyada dinin bu tekeli kırılmış, onunla rekabet eden çok
sayıda bakış açıları veya “ideolojiler” ortaya çıkmıştır. Bu anlamda
ideolojilerin dinden farkı, belirli bir zamanda ve mekânda belirli bir üreticiye
dayalı olarak ortaya çıkmalarıdır. Burada modern toplumda ideolojinin üretim
işlevini entelijensiya veya aydınlar yerine getirmektedir. Üstelik bu gruplar
sadece dini olmayan ideolojileri değil aynı zamanda dini çerçevedeki
görüşleri ve yorumları da geliştirmektedir. Geleneksel dünyada insanlar dini
konuları, inançlarında ve kalplerinde konumlandırmaya çalışırken modern ve
postmodern dünyada akıllarında ve zihinlerinde konumlandırmaya çalışırlar.
Aklı ve zihni temsil eden süreçler ve fenomenler toplumsal ve kültürel
dünyada egemen hale gelmektedir. Dinin toplum içinde hakikate sahip olma
tekelini kaybetmesi, bilimsel, sanatsal ve entelektüel görüşlerin ve akımların
ona rakip olarak ortaya çıkması demektir. Yine dinin kendi içinden modern
dünyaya özgü çeşitli akımların ve anlayışların gelişmesi, bu sürecin bir
parçasıdır.
Modern kapitalist toplumların gelişim sürecinde, tarihsel olarak BatılıHıristiyan toplumlarla Doğulu-İslam toplumları arasında temel farklılıklar
ortaya çıkmıştır. Sekülerleşme ve rasyonelleşme genel bir süreç olarak önce
Batılı-Hıristiyan toplumlarda kendini göstermiştir. Batı toplumlarında din,
modern kapitalizmi ve bilimsel-teknolojik devrimleri destekleyici bir rol
oynamıştır.
Ancak
İslam
dünyasında
bilimsel-teknolojik
gelişmelerin
9
benimsenmesi uzun bir zaman almıştır. Hatta birçok İslam ülkesinde bu
gelişmeler dirençle karşılaşmaya devam etmektedir. Bunun en büyük nedeni
bu gelişmelerin tarihsel kökeninin Batı toplumlarında bulunmasıdır.
Toplumsal alanda dinsel görüşlerin rasyonelleşmesi ve giderek
ideolojik içerik kazanması, yani giderek daha fazla açıklamaya ve kanıtlara
dayalı hale gelmesi, inancın giderek akılla temellendirilmeye çalışılması yani
sekülerleşme süreci aynı zamanda siyasal alanda da birtakım karşılıklar
bulmuştur. Bu anlamda Batı toplumlarında modern toplumun ortaya çıkışıyla
birlikte dinle devletin ilkesel olarak birbirinden ayrıldığı görülmektedir. Ancak
İslam toplumlarında Batıdan ortaya çıkan bilimsel ve teknolojik gelişmelere
karşı gösterilen dirençten çok daha fazla direnç siyasal alanda dinle devletin
ayrılmasına karşı gösterilmiştir. Bu çerçevede din ile devletin birbirinden
ayrılması İslam dünyasında en büyük siyasal sorunu oluşturmuştur.
Dinle
devletin
İslam
toplumlarında
birbirinden
kolaylıkla
ayrılamamasının en önemli nedenlerinden biri İslam’da, Hıristiyanlıktan farklı
olarak dinle dünyanın birbiri içine geçmiş olmasıdır. İslam bir din olarak en
azından sosyolojik olarak, dua ve ibadetin çok ötesinde günlük yaşamı
düzenleyen değerleri, inançları ve kuralları da kapsar. Toplumun hemen her
alanında uyulması gereken belirli buyrukları ve yasakları içerir. Dolayısıyla
İslam, ekonomik davranış alanında olduğu gibi toplumsal ilişkilerde ve siyasal
konularda belirli kuralları ve öğütleri barındırır. Burada böyle ifadelerin yanlış
anlaşılmaması için belirli bir noktanın açığa kavuşturulmasında yarar vardır.
İslam’da din ile devletin birbirinden ayrılmadığını veya İslam’ın dünyayı,
günlük yaşamı ve siyasal davranışları düzenleyen kurallara ve değerlere
sahip olduğunu söylerken bu durumun İslam’ın özünde böyle olduğuna işaret
etmiyoruz. Tersine İslam’ın özünde nasıl olduğu bizim buradaki ilgilerimizin
tümüyle dışındadır. Buradaki ifadelerimiz toplumda anlaşıldığı biçimiyle
İslam’la yani sosyal bilimsel bir açıdan İslam’ın nasıl göründüğüyle ilgili
olarak ortaya konulan ifadelerdir. Örneğin birileri, bunların İslam’ın özünde
10
hiç olmadığını iddia edebilir veya bunların tam da İslam’ın özü olduğunu iddia
edebilir.
Türkiye’de Cumhuriyetle birlikte siyasal alanda dinin rolüyle ilgili
tartışmaların
siyasal
alanın
çok
önemli
konuları
arasında
olduğu
görülmektedir. Bunun temel nedenlerinden biri kurucu seçkinlerin laiklik
politikaları ile toplumdaki yerleşik davranışlar ve tutumlar arasındaki
gerilimdir. Din ve devleti ayırmaya amaçlayan laikçi seçkinlerin bu politikaları
modern toplumun temel niteliklerini geliştirmeye yönelikti. Zaman içinde bu
projenin önündeki en büyük engelin İslam’ın anlaşılma biçimi olduğu ve din
ile dünyayı ve devleti birbirinden ayırmayan ve kökleri tarihsel olarak
derinlere inen bir tutum olduğu görülmektedir.
Bugün Cumhuriyet devrimlerinin bir sonucu olarak Türkiye, laiklik
uygulamasını diğer İslam ülkelerinden çok daha fazla gerçekleştiren bir
siyasal düzene sahiptir. Bununla birlikte dinle devleti birbirine bağlayan en
önemli nedenlerden biri, devlet içinde dini yöneten büyük bir yapının, Diyanet
İşleri Başkanlığı’nın bulunmasıdır. Bu açıdan din ve devletin birbirinden
ayrılması anlamına gelen laikliğin tam anlamıyla Türkiye’de hiçbir zaman
uygulanmadığını, dinin her zaman devletin bir parçası olduğunu söylemek
yanlış olmaz. İslam ülkeleri arasında laikliğe en fazla bağlı olan Türkiye’de
bile devletten dinin, dinden de devletin ayrılmamış olması din, siyaset ve
ideoloji çalışmaları açısından son derece önemlidir. Bu tezin kuramsal
tartışmaları ve uygulaması bu görüşler ve değerlendirmeler çerçevesinde
ortaya konulmaktadır.
Bu amaçla tezin Birinci Bölümünde “İdeoloji ve İktidar İlişkisi”
başlığında, idea ve logos kavramlarının tarihsel kökenleri ve gelişimi ele
alınarak ideolojinin arka planı ortaya konulmaktadır. Daha özel olarak, idea
ve logos kavramlarına Eski Yunan düşüncesindeki kökenlerinden modern
dönemdeki kullanımlarına kadar hangi anlamların verildiğine değinilmektedir.
11
Birinci bölümün “Toplumsal Gerçeklik ve Birey Açısından İdeoloji, Bilgi
ve Kültür” alt başlığı içinde ideoloji, bilgi ve kültür arasındaki ilişkilere olduğu
kadar bunların toplumsal yaşantı ve birey davranışı açısından önemine
değinilmektedir. İdeoloji, düşünceler, kavrayışlar, algılar gibi zihinsel
etkinlikleri olduğu kadar insan ilişki ve etkileşimleri alanında önemli bir rol
oynar. İdeolojinin düşünceler ve kavrayışlarla yakın bağlantısı nedeniyle
birçok araştırmacı ideoloji ile bilgi arasındaki ilişkileri araştırmıştır. İdeoloji ve
bilginin toplumsal yaşam içinde hangi türden yansımaları olduğu, toplum
bilimleri açsından ilgi görmektedir. Farklı bilgi türlerinin, belirli bir ideolojik
çerçeve içinde üretilmesi yoluyla kültürel gerçekliklerin meydana getirildiğini
söylemek mümkündür. Ayrıca toplumda bireyin ve grupların üzerindeki
gerçeklik yapıları olarak toplumsal totalite ve toplumsal kontrolün ideolojik ve
kültürel boyutlarının anlaşılması önem kazanmaktadır. Bu nedenlerle bu alt
başlıkta bilgi ve toplum; toplumsal düzenin ve bireyin doğası; kültür, bilgi ve
ideoloji; toplumsal totalite ve toplumsal kontrol konuları ayrıntılı olarak
tartışılmaktadır.
Birinci bölümün
son alt başlığı
“İdeoloji
ve
İktidara
Yönelik
Yaklaşımlar”ı konu edinmektedir. İdeolojiye birbirinden çok farklı anlamlar
verildiği için bu anlamlarda hangi yönlerin ön plana çıktığını ortaya koymak
gerekir. Kavram üzerindeki anlaşmazlıklar, bakış açısından olduğu kadar
modern toplumun hangi temel süreçleri ve yapılarıyla ilgili değerlendirme
yapıldığından
da
kaynaklanmaktadır.
Dolayısıyla
burada
Hobbes’tan
Eagleton’a kadar belirli düşünürlerin ideolojiyle ilgili temel görüşleri ve
kapitalizm, modernlik, bireysel irade, din, rasyonelleşme, önyargılar, siyasal
pratik gibi belirli olgular ve oluşumlarla ideolojinin ilişkisi ele alınmaktadır. Bu
şekilde ideoloji hakkındaki yönelimlerin belirginleştirilmesi yoluyla ideolojinin
kapsamı ve boyutları da belirginleşmektedir.
Burada Althusser’in devletin ideolojik aygıtları nosyonu özel bir yer
tutmaktadır. Marx’a göre ideoloji altyapı tarafından belirlenirken Althusser’e
göre ideolojinin kendisi belirleyicidir. İnsanların eylemleri, düşündükleri ve
12
inandıklarıyla uyumlu olmakta ve bu eylemler bilincin içinde bulunmaktadır.
Althusser göre okullar, aile, din ve sendikalar ideolojik birer devlet aygıtı
olarak hizmet etmektedir. Bu aygıtlar toplumsal yaşantıyı farklı alanlarda
kapitalist sistemin çıkarlarına göre belirlemektedir. Ona göre bireylerin
kimlikleri, kişilikleri, rolleri ideolojinin onlar için uygun gördüğü temel ölçütler
çerçevesinde ortaya çıkar. Dolayısıyla ideoloji yaşanan bir şeydir, benlikleri
ve var oluş tarzını belirleyen bir şeydir. İdeoloji olmadan bireylerin bir kimlik
sahibi olmasını, özne olmalarını, belirli statülerde ve rollerde olmalarını
düşünemeyiz.
Ayrıca bu alt başlıkta, ideoloji ve iktidara yönelik başlıca yaklaşımlar
tartışılmaktadır. Bu bağlamda Marx ve Marxizm’in ideolojiye yönelik fikirleri;
Lukács’ın tarih ve sınıf bilinci kavramları; Gramsci’nin hegemonya ve aydınlar
üzerine
görüşlerine
yer
verilmektedir.
Ayrıca
burada
post-Marxizm
tartışmasına ve iktidarın ideolojik ve söylemsel biçimlerine değinilmektedir.
Tezin İkinci Bölümünde din, toplum ve ideoloji konuları ele alınmakta
ve bunlar arasındaki ilişkiler üzerinde durulmaktadır. İlk olarak din ve toplum
konusuna yer verilmekte ve din kavramına değinilmektedir. Bu çerçevede
gerek mikro düzeyde birey davranışları açısından gerekse makro düzeyde
toplumsal süreçler ve yapılarla ilişkili olarak dinin anlamı vurgulanmaktadır.
Özellikle dinin toplumda düzeni, uyumu ve bütünlüğü pekiştiren yönü ele
alınmakta, dini tecrübenin önemine ilişkin görüşler sunulmakta ve dinin
özselci ve işlevselci tanımları çerçevesinde toplumsal yaşamla kurulan
bağlantılar ve dinsel kavrayışlar irdelenmektedir.
İkinci Bölümde daha sonra sosyolojik açıdan dinle ilişkili görüşlere ve
yaklaşımlara yer verilmektedir. Temel olarak din sosyolojisi içinde son derece
farklı bakış açıları, dinin toplumsal karakterini çeşitli araştırmalarla açığa
kavuşturmaya çabalamışlardır. İkinci Bölümün bir sonraki alt başlığında, dinin
toplumla ilişkisinde dinin çeşitli yönleriyle ilgili kuramsal değerlendirmelerin
yanı sıra dinsel olguların nasıl anlaşılması gerektiği sorusuna yanıtlar arayan
çeşitli yöntembilimsel yönelimler üzerinde durulmaktadır.
13
Daha sonra toplum düşüncesinde din konusu bu alandaki başlıca
düşünürlerin görüşleri açısından ortaya konulmaktadır. Daha özel olarak
Auguste Comte, Emile Durkheim, Max Weber ve Karl Marx’ın ve dinin
anlaşılmasına katkıda bulunan diğer toplum düşünürlerinin fikirleri dikkatlere
sunulmaktadır.
Din ve toplum konusunda daha sonra sırasıyla din ve anlam; din ve
toplumsal
kontrol;
din
ve
ritüel;
mitoloji,
din
ve
ideoloji
üzerinde
durulmaktadır. Öncelikle din yalnızca insan eylemini yönlendirmez aynı
zamanda insanların toplumu ve dünyayı anlamalarına yönelik onlara belirli
ölçütler sunar. Böylece dini inanç, değer ve pratiklerin kültürün çeşitli
biçimlerinin oluşmasında önemli bir etkiye sahiptir. Aynı şekilde toplumsal
kontrol de sadece insanların eylem ve etkinliklerinin belirlenmesi demek
değildir, aynı zamanda olayların, toplumun ve dünyanın anlaşılmasının da
temel kalıplarını sunar. Dini inanç ve ibadetin toplu ve yinelenen biçimleri
olarak dinin pratik yönüne işaret eden ritüellerin toplumsal yaşantının ortak
tarzlarının gelişmesi açısından katkısı büyüktür. Din ve toplum konusunda
son olarak mitolojii, din ve ideolojinin oynadığı role değinilmektedir.
İkinci Bölümün diğer bir alt başlığı olan “Din-İdeoloji-Siyaset” başlığı
altında öncelikle din ve ideoloji ilişkisi irdelenmektedir. Bu ilişkinin sonucu
olarak özellikle modern toplumlarda belirli birtakım dinsel akımların ortaya
çıktığı görülmektedir. Bu anlamda popüler din ve fundamentalizmin dinin
ideolojik biçimlerinin farklı doğrultularını temsil ettikleri söylenebilir. Modern
toplumda çoğu durumda dini akımlar iktidara ilişkin tutumları ve yaklaşımları
açısından karakterize edilebilir. Diğer taraftan dinin iktidara yönelik tutumları,
onun geleneksel biçiminden uzaklaşarak daha fazla ideolojikleşmesini ifade
eder.
İkinci Bölümün sonraki alt başlığı din ve modernleşmedir. Burada
temel ilgi, geleneksel toplumda modern topluma geçiş sürecinde din ve
modernleşme
arasındaki
etkileşime
gösterilmektedir.
Özellikle
modernleşmeyle birlikte dinin geleneksel toplumda toplumsal yaşantının
14
tümü üzerinde sahip olduğu düzenleme gücü sona ermiştir. Özellikle dinde
sekülerleşme, sivilleşme, çoğulculaşma ve bireyselleşme en önemli sonuçlar
olarak kendini göstermektedir.
İkinci Bölüm’de daha sonra din ve medya konusu işlenmektedir.
Öncelikle tarihsel olarak teknolojinin gelişimiyle birlikte medya ile din
ilişkisinin nasıl şekillendiği araştırmacıların ilgi duydukları bir konu olmuştur.
Ancak son dönemlerde yeni iletişim teknolojileri ve dijital medyanın
gelişmesiyle birlikte dinin medyadaki görünümleri ve yansımaları çok daha
geniş bir yankı uyandırmaktadır. Din ve medya araştırmalarında görsel kültür,
dini kimlik, dini ritüeller önemli bir yer tutmaktadır. Son dönemlerde ise
özellikle dinin internetle ilişkisi, ilgi odaklarından biri olmuştur.
İkinci Bölüm’de son olarak, Türkiye’de tarihsel ve toplumsal açıdan din
irdelenmektedir. Burada öncelikle İslam, toplum ve davranış üzerinde
durulmakta, İslamın bir din olmasının yanında toplumsal davranışı ve ilişkileri
nasıl etkilediği tartışılmaktadır. Daha sonra İslam’da başlıca ideolojik eğilimler
ortaya konulmakta ve laiklik, İslâmcı modernizm, radikal İslâmcılık,
gelenekselcilik, yeni-gelenekselcilik ve bunların alt kolları önemli akımlar
olarak ele alınmaktadır. Bu bağlamda geleneksel toplumdan modern topluma
geçişle birlikte dinde ortaya çıkan kırılmaya değinildiği halde aynı zamanda
modernleşmeyle birlikte dindeki canlanmanın temel nedenleri ve koşulları
üzerinde durulmaktadır.
Üçüncü Bölüm’de ise Cuma hutbeleri hakkında bilgi verildikten sonra
tezin uygulaması olan metin analizine yer verilmektedir. Bunun için 2001 ve
2012 yıllarındaki Cuma hutbelerinin metinleri belirli ölçüm birimleri açısından
taranmaktadır. Böylece hutbelerin metinlerinin analiz edilmesi için öncelikle,
her iki yıldaki hutbelerdeki söylemin ideolojik inşasına değinen belirli analiz
birimleri ve alt birimler saptanmaktadır. Bu taramada ölçüm birimleri
açısından alakalı bulunan metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri
açısından incelenmektedir. Bu nitel incelemeye kuramsal tartışmalarda
ortaya çıkan ideoloji ve dinle ilgili temel görüşler yol göstermektedir.
15
Kuramsal yaklaşımlar ve değerlendirmeler ışığında belirlenen bu temel analiz
birimleri şunlardır: ahlak, toplum, ritüel, insan, milli öğeler, dünya/yaşantı,
güncel değerler, tarihsel öğeler. Daha sonra ise her bir birimle ilgili yargılar,
ideolojik inşanın onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade
edilmektedir. Her iki yılın hutbeleri bu şekilde ayrı ayrı incelendikten sonra
genel bir değerlendirme sunulmaktadır.
16
BİRİNCİ BÖLÜM
İDEOLOJİ VE İKTİDAR İLİŞKİSİ
1.1.
İDEOLOJİNİN ARKA PLANI: İDEA VE LOGOS KAVRAMLARIININ
TARİHSEL KÖKENLERİ VE GELİŞİMİ
Bu başlık altında ilk olarak idea ve logos kavramlarının ilk çağlardan
günümüze hangi anlamlarda kullanıldığı ve geçirdikleri değişimler ortaya
konulmaktadır.
Daha
sonra
ise
modern
düşünceyle
birlikte
ideoloji
kavramının ortaya çıkışı ve modern düşünce açısından etkili olan belirli
düşünürlerin ona hangi anlamları verdikleri üzerinde durulmaktadır.
İdeoloji
kelimesi,
idea
ve
logos
kelimelerinin
birleştirilmesiyle
oluşmuştur. İdeoloji, Aydınlanma sonrasında kullanılan bir kavram olmasına
karşın idea ve logos kavramları, Eski Yunan düşüncesinde önemli bir yer
tutmuştur. Daha özel olarak, ideoloji kavramının ilk olarak onsekizinci
yüzyılda Fransız aydınlanması döneminde Destutt de Tracy tarafından
kullanıldığı görülmektedir. Ona, ilk olarak düşünce bilimi şeklinde bir anlam
verilmiş ancak zaman içinde farklı biçimlerde tanımlanmış ve anlam
kazanmıştır. Diğer taraftan felsefe, idea ve logos kavramlarına antik çağdan
günümüze temel bir ilgi göstermiştir. Bununla birlikte herhangi bir kavrama
birden çok anlam verilmesi ve anlamının dönemlere göre değişmesi şaşırtıcı
bir durum değil “düşünce tarihi açısından olağan bir durumdur”. 3 Burada
öncelikle, idea ve logos terimlerinin ve bunlarla ilişkili olan başka terimlerin ilk
çağlarda hangi anlamlarda kullanıldıklarını ele alabiliriz.
Eski Yunan’da zihinsel üretimle ilgili olarak kullanılan kavramlardan biri
epsiteme, bir diğeri doxa’dır. Her iki kavram da felsefi değerlendirmeleri aşan
bir öneme ve anlama sahip olmuştur. Bu açıdan episteme, “doğru, sağlam,
3
Deniz, 2011: 1.
17
tutarlı, güvenilir, geçerli, sistematik, yani ayrıcalıklı bilimsel bilgiyi ifade etmek
amacıyla kullanılmış” doxa ise “fehimlerin, zanların bilgisini anlatmaktadır”.
Bu açıdan “episteme, kendisine tahsis edilen bu ayrıcalıklı konumu
sayesinde, hem müktesebatına hem de dayanakları, kaynakları ve
sahiplerine ayrıcalıklı bir konum” sağlama yoluyla toplumdaki egemen
kesimlere hizmet etmiş, bu kesimlerin egemenlik aracı olmuştur. “Episteme,
egemen görüş, egemen tarafın görüşü olma özelliği taşımakla birlikte, bilim
ve felsefe camiasının sorunsalı olmayı sürdürmüştür.”4
Pisagor (İ.Ö. 580-504) din, ahlak ve siyaseti içeren bir din okulu
kurmuş, bu bilimlerin hepsini mathematalar olarak adlandırmıştır. Matematik
sözcüğünün ilk anlamı insan bilgisinin tümünü kuşatandır ve buraya dayanır.
Pisagor’un bu okulda öğrettiği şey; evrenin bir sayı uyumu olduğudur. 5
Pisagor’a göre ilk ilke sayıdır. Bilimin amacı da her varlığın karşılığı olan
sayıları bulmaktır. Akıl, ruh, adalet gibi her kavram, belli bir sayıyı
karşılamaktadır. “İnsanlar bir’le sayar, bir’le düşünürler. Bir, insanla Tanrı
arasında ortak bir ilkedir. Bir, bilenle bilineni, düşünenle düşünüleni birleştiren
ortak bir ölçüdür. Peki, bu ortak ölçünün öbür ucu niçin görünmüyor? Onu
görebilmek için onunla birleşmek gerekir. (Aynı sonuca varan Hermetisme’i
ve
İslam
mistikliğini
hatırlayınız).
Ona
benzemeye
çalışılarak
ona
yaklaşılabilir”. Ayrıca Pisagor, evrensel bir üçlemeden söz eder. “Yaratıcı
düşünce ve o yaratıcı düşünceyle sarmaş dolaş ruh, can ve ben… Evrenin
her yönünde rastlayabileceğiniz bu üçlükle, o üçlüğün ilkesi olan teklikten
başka bulabildiğiniz hiçbir şey yoktur. Evrensel üçleme, Tanrısal birliktelik
(vahdet) içindedir”.6 Pisagor’dan “gelen sayı mistikliği, İslam düşüncesinde
Esterabatlı Fazlullah’ın eliyle Hurufilik oldu. Her harf bir sayıyı karşılıyor, her
sayı bir sözü anlatıyordu”.7
4
Anık, 2003: 16.
5
Hançerlioğlu, 1977: 60.
6
Hançerlioğlu, 1977: 63.
7
Hançerlioğlu, 1977: 132.
18
Diğer taraftan, Herakleitos’un (İ. Ö. 535-475) düşüncesinde her şey
değişir ancak değişmeden kalan tek şey logos’tur. Çünkü logos, “her şeyin
nedeni olan Tanrıca bir evren yasasıdır.” Bu anlamda logos, “söz, anlam,
düşünce, akıl anlamlarının tümünü” kapsayan bir sözcük olarak karşımıza
çıkmaktadır. Böylece “sonsuzdan gelen ve sonsuza giden logos, bu
karşıtlıklar ve çelişmelerle sürekli olarak gelişir ve serpilir. Ama bütün bu
çelişmelerin ve karşıtlıkların içinde bir ve değişmeden kalır... Logos, evrenin
en büyük gücüdür”.8 Logosun temeldeki bu belirleyici öneminin yanında
bilginin kökeni, oluşumu ve nitelikleri de Eski Yunan düşüncesinin temel bir
ilgisi olmuştur.
Episteme kavramının kökeni, Herakleitos ile Parmenides arasındaki
meşhur tartışmaya kadar gider. Herakleitos, her şeyin karşıtı ile varolduğunu
ve varlıkların sürekli bir değişim ve oluşum sürecinde bulunduğunu ileri
sürmüştür. İlerleme ve gelişim, bu devinim sayesinde gerçekleşir. Bununla
birlikte Parmenides, değişimi reddetmiştir. Ona göre, “Soğuk, sıcak, karanlık,
aydınlık gibi zıtlıklar, bizim duyularımızdan kaynaklanan algılara ilişkin
yakıştırmalardır…
[D]eğişen
varlık
değil,
algılarımız
ve
ona
uygun
yakıştırmalarımız, yani bilgilerimizdir… değişen varlığın kendisi değil, bizim
ona ilişkin düşüncelerimizdir”.9 Dolayısıyla varlık ile onun algılanışı ve bilinişi
arasında temel bir ayrımın yapıldığını görmekteyiz. Varlık sabit olarak
algılandığı halde ona ilişkin düşünceler ve kavrayışların değişken niteliği
vurgulanır.
Sokrates’in düşüncesinde episteme’in iki özelliği ön plana çıkmaktadır.
“Bunlardan ilki; hangi bilgi düzeyinde bulunduğunu, toplumsal konumunu,
başkalarının
ve
kendisinin
düşüncelerini,
tutumlarını,
inançlarını
belirleyebilmek için sürekli diyalog kurmak, ikincisi çevresini ve kendisini
sürekli yargılamak denetlemek ve yargılanmak”.10
8
Hançerlioğlu, 1977: 58-59.
9
Anık, 2003: 16-17.
10
Anık, 2003: 109.
19
Varlığın veya nesnelerin bilgisi hem zaman içinde değişebilirdi hem
eşzamanlı olarak farklı bilgileri mümkündü. Bu nedenle varlıkların doğru
bilgisi
veya
nesnel
bilgisinin
nasıl
oluşturulacağı
konusunun
açığa
kavuşturulması gerekiyordu. Bu anlamda, Sokrates, nesnel bilginin, insanlık
ve toplumla ilgili olan erdem, adalet, bilgi ve iyi gibi kavramların incelenip
açıklanmasıyla başarılabileceğine inanıyordu. Bunun yanında “evrensel
ahlaki-siyasi normlar”ın varlığının felsefi açıdan nasıl açıklanacağından tam
olarak emin değildi. Skirbekk ve Gilje’nin ifadesiyle “Sokrates’e göre… neyin
ideasının olup neyin olmadığı konusunda bir belirsizlik var- kriterler eksik gibi
görünüyor- aynı zamanda, diğer taraftan, öyle görünüyor ki değerli olguların
ideaları var, değersiz şeylerin değil”. 11 Ancak Platon, bir idea (Yunanca
Eidos) olarak iyi teori temelinde bu sorunu çözmeyi amaçlıyordu. Bu anlamda
idealar teorisi, nesnel ahlak felsefesinin temel bir savunusu rolünü oynadı.
Eski Yunan döneminde idea kelimesine felsefi içeriğini ve önemini
kazandıran Platon olmuştur. Onun ünlü mağara benzetmesinde, mağaranın
içinde bulunan insanların gördükleri gölgelerden hareket ederek gerçeğin
bilgisine ulaşmaları, güneşin ışığı sayesinde ideaları görmeleri anlatılır.
İnsanların mağaradan gördükleri gölgeleri gerçek olarak düşünmeleri, bir
yanılsamanın, göz yanılsamasının sonucudur. Bu benzetmede mağara belirli
duylara sahip olan insanların içinde yaşadıkları dünyaya işaret eder.
İnsanlara sadece gölgeleri yansıyan nihai gerçeklik veya hakikat ise
idealardır. “Felsefe, gölgenin görüntüsünden gerçeğin görüntüsüne yapılan
yolculuğun adıdır. Platon’da felsefe, matematik ve geometri başta olmak
üzere, beden eğitimi, diğer sanatlar ve bilimleri de kapsayan ve sonunda
diyalektiğe varan, yani şeylerin gerçek varlığına dair bilgi, bir yoldur…
Aristoteles için de idea; form, morphe, bir şeyin neliği, bir cinsin ya da türün
evrensel özü, bir varlığın tanımı, bilgisidir”.12 Hem Platon’un hem de
Aristoteles’in idea kavramına, düşünce sistemlerinin merkezinde bir yer
verdikleri görülmektedir.
11
Skirbekk ve Gilje, 2004: 72.
12
Deniz, 2011: 2-3.
20
Eski Yunan düşüncesinde idealar teorisi, ‘var olan nedir?’ sorusunu
sormasıyla kozmolojik dönemin doktrinleriyle aynı çizgide bir teori olarak
görülebilir. Bu soruya farklı yanıtlar verilmiştir. Bazılarına göre, belli maddeler
vardır. Pisagor gibi diğerleri ise, yapı ya da biçimin var olduğunu ileri sürerler.
Bu bağlamda Platon, ideaların ana gerçeklik (cevher) olduğunu ileri sürer
“Değişebilen temsillerin aksine idealar evrensel ve değişmezdir. İdealar
düşüncelerimizdeki bir şey de değillerdir. Objektif olarak var olurlar; evrensel
olarak geçerlidirler”.13 İdealar teorisinin anlaşılması açısından Parmenides ve
Pisagor’da bulunan ontolojik ayrım önemlidir, bu çerçevede, dünya ikiye
bölünmüş; idealar ve duyularla algılanabilen şeyler olmak üzere iki farklı
düzey ortaya konulmuştur.14
M. Ö. altıncı yüzyıla kadar Yunanlılar, doğa ve toplumun aynı yasalara
bağlı olduğuna inanmışlar ve doğa ve toplumun farklı bilgi alanları olduğunu
düşünmemişlerdir. Felsefenin ortaya çıkışından sonra doğa ve toplumun
Tanrı iradesine dayalı anlaşılması sona ermiş ancak toplum ve doğa tek bir
gerçeklik olarak ele alınmaya devam etmiştir. Bu açıdan insan ve doğayı
birbirinden ayıran ilk düşünüler Sokrates ve Platon olmuştur. Diğer taraftan
M. Ö. beşinci yüzyıldan itibaren sofistler, insan ve doğa arasındaki farklılık
görmelerine karşın önemli bir konuda doğa felsefecileriyle aynı fikirde
olmuşlardır.
Doğa
felsefecilerine
göre
insanın,
doğayı
akıl
yoluyla
açıklanması mümkündü ancak insan, onu değiştiremezdi. Sofistler bu
düşünceyi topluma uygulamışlar ve toplumun anlaşılabileceğini ancak
değiştirilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Platon ise bu görüşe katılmamış,
toplumun değiştirilebileceğini savunmuştur.15 Platon’un anlayışında, doğadan
farklı olarak insan, toplumsal düzeni değiştirmeyi sağlayabilecek niteliktedir.
“Akleden, bilgili insanların topluma yön vermesi, çeki düzen vermesi,
yönetmesi ile insan toplumları doğru olanı bulabilecektir”. 16 Bu nedenle
13
Skirbekk ve Gilje, 2004: 73-74.
14
Skirbekk ve Gilje, 2004: 75.
15
Sunar, 1986: 47-49.
16
Anık, 2003: 56.
21
Platon, bilgiyi ve akletmeyi temsil eden felsefecilere kendi düşüncesinde özel
bir yer vermiştir.
Toplumun temelinde bilginin olduğunu düşünen Platon, bilgiyi ise
duyular ve yaşantının değil formların ve ideaların belirlediğini ileri sürmüştür.
Ona göre toplum, erostan değil logostan besleniyordu. Bugün mantık veya
bilgi anlamında kullanılan ve dar anlamda söz demek olan logos sözcüğüne
eski Yunan felsefesinde erosun karşıtı bir anlam veriliyordu ve “‘bir araya
getiren’, oluşturan, biçimlendiren akıl (reason) veya neden (reason)
anlamında” kullanılıyordu. Bu tür bir kullanışı dinler de benimsemiş ve
“başlangıçta söz (logos) vardı...” cümlesindeki gibi “evreni ve yaşamı
meydana getiren, yaratan neden” anlamı verilmiştir. Ancak Sunar’ın 17
belirttiği gibi “Dinsel bağlamda insanları biraraya getiren (religio) neden kutsal
olmasına karşın Platon’da bu neden teoriktir.”
Toplumsal yaşamın temelinde pratik değil teorik bir neden, eros değil
logos bulunur. Eros ve pratik, tutkuları temsil ettiği halde teori ve logos aklı ve
bilgiyi temsil eder. Bu açıdan tutku ile akıl birbiriyle çatışır. Platon, kargaşa ve
hiçliğe yol açan eros karşısında toplumsal düzen için gerekli olan logos’un
egemenliğini savunur. Toplumun logos’tan uzaklaşması, kaptansız gemi gibi
kaybolması demektir. Toplumun temelinde, bilgi, düşünce ve anlamı temsil
eden logos’un bulunması, onun düşünsel bir yapıya (idea-logy) dayanması
demektir. Kargaşa ve kaosun nedeni tutku olmasına karşın düzenin varlık
nedeni düşünce (idea) olarak görülmektedir.18 İnsanın doğasında bulunan
tutku ile düşünce veya idea sürekli olarak birbiriyle çatıştığı halde toplumsal
yaşam düşüncenin insan arzuları ve tutkuları üzerinde egemen olmasıyla
mümkündür. Ortak bağları ve ortak eylemi gerektiren toplumsal yaşam
tutkuya dayalı olarak gerçekleşemez çünkü tutku birliktelikten çok, çatışma
doğurur.
17
Sunar, 1986: 50-51.
18
Sunar, 1986: 52-53.
22
Platon, Devlet adlı eserinde idealar teorisini üç analojiyle açıklar.
Bunlar; güneş analojisi, bölünmüş hat analojisi ve mağaradaki mahkumlar
analojisidir. Birincisi, güneş analojisi, güneş ile iyi ideasının karşılaştırılmasını
konu edinir. İyi ideasının hakikat ışığı vermesi, güneşin ışık vermesine
benzer. Buna ek olarak gözlerin gün ışığında görmesine benzer bir şekilde
akıl da hakikatin ışığında anlar; gözün, inşaları güneşe bağlayan duyusal bir
organ olmasına benzer bir şekilde insanların iyi ideasıyla bağlantılarını akıl
yeteneği sağlar. Ancak göz veya görme yetisinin güneşle aynı şey olmaması
farklıdır ideasıyla aynı şey değildir. “Güneş kendisi de dâhil olmak üzere tüm
şeyleri bize görünür kılandır. Aynı şekilde iyi ideası, kendisi de dâhil olmak
üzere tüm diğer ideaları aklımız için anlaşılır kılar. Bundan başka, iyi ideası
sadece bir anlaşılırlık hali değil, aynı zamanda diğer idealar için bir var olma
durumudur –tıpkı güneşin sadece bizim eşyayı görme yetimizle alakalı bir
durum olmayıp bunların varlığıyla da alakalı bir durum olduğu gibi”.19
İkincisi, bölünmüş hat analojisidir. Skirbekk ve Gilje’nin diyagramda
gösterdikleri bu analoji, insanların bilme yetilerinin farklı aşamalarda
gerçekleştiğini ortaya koyar. “İlk olarak, duyusal (sensory) şeylerin bilgisi
(BC) ve sadece düşüncenin onaylayabileceği bilgi (AC) arasında bir ayrım
vardır”.20
19
Skirbekk ve Gilje, 2004: 78.
20
Skirbekk ve Gilje, 2004: 79.
23
A
DÜŞÜNCE
idrak
E
dikkatli akıl yürütme
C
kanaat
DUYULAR
D
zan
B
Şekil 1: Bölünmüş Hat Analojisi, Kaynak: Sikirbekk ve Gilje, 2004:79.
Mağaradaki mahkûmlar analojisi, algılanabilen dünyayla ilgili bilgimiz
ile idealara ilişkin kavrayışımız arasındaki ilişkiyi gösterir. Bu analojiye göre
insanlar, çocukluklarından itibaren hareket edemeyecek şekilde zincire
vurulmuş halde yer altında bir mağarada mahkûm olarak bulunurlar.
İnsanların arkalarında yakılmış bir ateş vardır ve onlarla ateş arasında
birtakım nesnelerin gölgeleri, onların önündeki bir duvara gölgeleri düşecek
biçimde yansır. Hareket halindeki bu nesneler mahkûmlar tarafından
gerçeklik olarak algılanır. İçlerinden bir mahkûm serbest kalsa ve gölgesini
gördüğü ama gerçeklik sandığı nesnelerin kendisini görse gölgelerin gerçek
olmadığını anlayacaktır. Hatta o mahkûm dışarı çıktığında gördüklerini diğer
mahkûmlara anlatsa muhtemelen ciddiye alınmayacaktır. Platon’un bu
analojisi, “idealar teorisinin ana noktalarını” ortaya koymaktadır. 21 Mağara
benzetmesinin en önemli yanlarından biri, içinde yaşadığımız dünyada
algılarımızın sınırlı olduğu, ideaları kavramak için bu dünyanın ötesine
21
Skirbekk ve Gilje, 2004: 79-80.
24
geçmek gerektiği düşüncesidir. Ryan’ın22 ifadesiyle “Gerçek bilgi, şeyleri
oldukları şey yapan Formların dünyasının bilgisidir; onlar, etrafımızda
bulduğumuz geçici nesnelerin tersine değişmez ve ebedidir.”
Bölünmüş hat analojisi ile uyum içinde olduğu görülen mağaradaki
mahkumlar analojisi, zandan idrake doğru bir bilgi hiyerarşisine dayanır, yani
gölgelerin zannından gün ışığında nesnelerin gerçek bilgisine doğru nasıl
yükselebileceğimizi açıklar. Sonuç olarak “Platon’un idealar teorisi sadece
ontoloji- varlık teorisi- değil epistemolojidir de- bilgi teorisi-: Algılanabilen
şeyler ve sahip olduğumuz fikirlerin çoğu değişken ve kusurludur. Bu bilgi
mükemmel bilgi değildir. Biz sadece bizatihi kendileri değişmez ve
mükemmel olan ideaların objektif bilgisine, episteme, sahip olabiliriz”. 23 Böyle
bir bakış açısının, öncelikli olarak, farklı bilgi düzeylerinin bulunduğunu ve bu
düzeylerin kendi içinde hiyerarşik bir düzeninin olduğunu ortaya koymaktadır.
Platon, soyut düşüncelerin gerçek varlıklara karşılık geldiğini, yani
iyinin, güzelin soyut olarak gerçek varlıkları, ide’leri (idealisme) yansıttığını
söyler. Bu anlamda soyut düşüncenin objeleri, idealardır. Daha özel olarak
iyinin ideası gerçektir, bunun nedeni belirli bir iyiden daha sürekli olmasıdır.
İyi bir insan ölür, iyi bir davranış unutulur ancak iyiliğin kendisi ölmez ve
unutulmaz. Kalıcı olan, geçici olandan daha gerçektir, bu da örneğin, güzel
bir kadın artık yaşamasa bile güzelliğin yaşamaya devam etmesi demektir.
Akıl, idelerin duyusudur. Bir davranış bir yerde iyi, bir başka yerde kötü
sayılabilir ancak iyilik değişmez ve her yerde ve zamanda aynıdır. Gerçek,
kavramsal olduğu için geneldir. Sözgelimi masanın biçim, renk, büyüklük vb.
özelliklerini ondan soyutladığımızda geriye hiçbir şey kalmaz. Bu durum da
varlığın genel olduğunu göstermektedir. İnsanların yaşadıkları, görünen
dünyada varlıklar ve olaylar sınırlı bir şekilde algılanır oysa idealar, bunların
özünü, genel olanı ve soyut olanı temsil eder. Platon’a göre bir idea ne kadar
genelse o kadar yüksek düzeyde bulunur, bu açıdan en yüksek ide, iyi idesi
22
Ryan, 2012: 59.
23
Skirbekk ve Gilje, 2004: 80.
25
olan Tanrıdır. Yani Platon’un düşüncesinde Tanrı en yüksek katmandaki
iyiliktir, erdem ise Tanrıya benzemek için çalışmaktır. Varlıkların kendisini
gerçek saymayan Platon’un gerçek saydığı şey varlıkların türel biçimleridir.
İde mutlak iken ideyle ilgili nesnede o ideden alınan küçük bir parça
bulunmaktadır. Örneğin güzel kadın daha güzel bir kadınla kıyaslandığında
çirkin olabilirken güzel idesi her zaman ve mekânda mutlak olarak kendisinin
aynıdır. Nesneler dünyası hiçbir gerçekliği olmayan semboller dünyasıdır.
“Öyleyse bilginin temeli, gelip geçici olan özdeksel nesneler değil, sağlam
idealardır. Kalıcı bir gerçeklik olan idea, geçici bir görüntüden ibaret bir evren
meydana getirmiştir. İdea, varlık, tamlık, etkinlik, olumluluk; özdek yokluk,
eksiklik, edilginlik, olumsuzluktur”.24
Görünen, elle tutulan nesneler gerçek değil, birer gölgedir. “Gerçek
olan
soyut
düşüncedir,
idelerdir.
Maddeler,
bu
idelerin
gölgeleri,
kopyalarıdır”.25 Platon’a göre madde olarak güzeli ele alırsak hiç güzel
olduğunu söyleyemeyiz. Onun bir çirkine göre güzel olduğunu söyleyebiliriz.
Asıl gerçek güzel değil, güzelliktir. Diğer bir ifadeyle güzel idesi, güzel
düşüncesidir.
Platon değişmeyi bozulmayla özdeş görmüştür. Madde duyuların
konusudur ve değişime tabidir oysa değişmeyen ve kusursuz olan şeyler
zihnin konusudur. Bunun anlamı düşünmenin algıdan (duyulardan) daha
üstün olmasıdır. Algı, insana sanı sağlar oysa duyu, bilgi (episteme) sağlar.
Platon, ancak varolanların bilinebileceğini düşünür ve idealar hakkındaki bu
bilgiyi kesin olarak görür.26 Anık’ın27 ifadesiyle, idea ve logos kavramları,
Platon’un düşüncesinde, iki farklı evren anlayışı çerçevesinde ortaya
konulmuştur. Platon’a göre “duyuların algıladığı bir sanal varlıklar evreni bir
de aklın algıladığı gerçek (idealar) evren bulunmaktadır. Duyular evreninden
24
Hançerlioğlu, 1977: 71.
25
Hançerlioğlu, 1977: 72.
26
Güzel, 2003: 107.
27
Anık, 2003: 17
26
zihne yansıyan bilgiler doxa, gerçek evrene ilişkin bilgiler ise epistemedir”.
Aristoteles’in episteme kavramı Platon’dan ayrılır. “Ona göre kanaatler,
fehimler, tasavvurlar, zanlardan oluşan bilgiler doxa, somut bir varlıktan zihne
yansıyan (düşünülen) ve akılla, mantıkla, muhakemeyle üretilen bilgiler
epistemedir. Bu yüzden episteme güvenilir ve itibar edilebilir bilgidir.”
Platon’a göre gerçek bilgi, algıdan ibaret olamaz. Asıl bilgi, akılla
kavranan idelerin bilgisidir. İdeler evreni, duyularla kavranan bu değişimler
dünyasından üstündür. Platon, bu evreni mağara benzetmesiyle anlatır.
Mağarada zincire bağlanmış insanların gördüğü gölgelerden oluşan görünüş
evreninin bilgisi, sanı yani doxa’dır oysa idelerin gerçek bilgisi olan sophia’ya
ulaşmak zincirden kurtulmayı güneşin aydınlığında görmeyi gerektirir.
Philosophe,
doxa’dan
sıyrılmayı
gerektirir,
doxa
düzeyinde
kalarak
anlaşılamaz. Platon, önceden aslında bu ideler evreninde bulunduklarını,
sonradan dünyaya düştüklerini, burada duyular bilgisiyle zincirlendikleri
ancak önceki ideler evreninden kalan kendilerindeki anımsama gücüyle
asıllarında bulunan bu idelerle temas kurabildiklerini düşünür yani insanlarda
doğuştan bulunan ideleri akılla kavradıkça özlerine dönme olanağı bulurlar. 28
Öze veya gerçek bilgiye ulaşma insanın bu dünyanın engellemelerinden ve
sınırlandırmalarından kurtulmasını ve kendi doğasında bulunan yetenekleri
keşfetmesini gerektirir. Dünyanın sıradan meşguliyetleri insanda bulunan bu
üstün niteliklerin gözardı edilmesini beraberinde getirmektedir, bu nedenle bu
üstün niteliklere tekrar kavuşmak için bu dünyanın bayağı uğraşlarının
ötesine geçmek gerekir.
Platon ideanın görünen gerçek biçimlerin dışında olduğunu ileri
sürerken Aristoteles, ideanın görünen gerçek biçimlerin içinde olduğunu iddia
eder. Platon ideaların nesnelerin özü olduğunu düşündüğü halde özü
biçimsel nesneden ayrı olarak ele almıştır. Bu, Aristoteles’e göre Platon’un
yanılgısıdır.
Oysaki
Aristo’ya
göre
görünenden
görünmeyene
bakıp
(tümevarım) araştırıp bulunan da görünmeyenden görünene bakarak
28
Ülken, 1967: 5.
27
(tümdengelim) doğrulanmalıdır. Tümevarımla araştırarak bulunan idea
tümdengelimle doğru yerine yerleştirilmelidir.29 İdeaları açıklamaya çalışan
birçok düşünürden biri olan Karl Forleander, Aristoteles’e fazla bağlı
kalınmasının, ideaların ne olduğunun anlaşılmasını zorlaştırdığını ileri sürer.
Forleander’e göre idealar, fikir olarak görülmelidir.30
Antik Yunan’da kökleri bulunan episteme anlayışı günümüze kadar
gelmiştir. Hatta onsekizinci yüzyıl İtalyan filozofu Giambattista Vico, Platon’un
düşüncelerini yeniden formüle etmiş ve modern epistemoloji anlayışına
önemli katkılarda bulunmuştur.31 Diğer taraftan, Fransız Devrimi’nden
günümüze ideoloji kavramı belirli düşünürler tarafından tartışılmıştır. Ancak
bu kavramı ilk olarak Destutt de Tracy ortaya koymuş daha sonra ise Marx,
Mannheim, Althusser, Habermas gibi çeşitli düşünürler bu kavram üzerinde
odaklanmıştır.32
İdeoloji
kavramının
modern
dönemde
kullanımını
çözümlemeden önce Rönesans’tan itibaren idea ve logos kavramlarının ele
alınma biçimleri üzerinde durmak gerekir.
Modern felsefenin en temel sorusu bilgidir. Descartes, antik çağın ve
ortaçağın bilgilerinin güvenilmez olduğu görüşüne dayalı olarak kuşkuyu
felsefenin başlangıcı haline getirir. Bu anlamda modern felsefe, epistemoloji
ve yöntem sorusu üzerinde odaklanır. Doğruya ulaşmak, yanlıştan kurtulmak
için yöntem gereklidir. Descartes, bilimler içinde en fazla matematiğe hayran
olduğunu çünkü onun kanıtlarının kesin ve akıl yürütmesinin delillere dayalı
olduğunu ileri sürer.33 Bu açıdan Descartes’in nesnelerin bilgisi ve öznelerin
bilgisi ayrımı önemlidir. Bir tarafta “gözlemlenebilen, deneyimlenebilen
bilgiler”
bulunurken
diğer
tarafta
“fehimlere,
önyargılara,
geleneksel
tercihlere, hayallere, sezgilere vs. dayalı bilgiler” bulunmaktadır; yani “somut,
elle tutulup, gözle görülen, varlığını apaçık sergileyen nesnelere ilişkin
29
Hançerlioğlu, 1977: 87.
30
Paksüt, 1980: 4.
31
Anık, 2003: 18.
32
Deniz, 2011: 1.
33
Deniz, 2011: 3.
28
bilgiler” ile “esoterik, mitolojik, ikonik, ütopik varlıklara ilişkin bilgiler” arasında
temel ve belirgin farklılıklar vardır.34
Descartes’ın felsefesiyle birlikte idea kavramı yeni bir anlam kazanır.
Bundan böyle modern düşünce içinde idea ontolojik bir gerçekliğe işaret
etmez, bunun yerine öznenin zihninde bulunan şeyler, zihnin herhangi bir
içeriği anlamını kazanır. Descartes’a göre idea, herhangi bir düşünce
biçimidir, bu biçimler, insanın farkında olduğu, zihinde bulunan ve kelimelerle
anlatılan biçimleridir.35 İdeanın yanısıra logos, akıl kavramı da modern
düşünce içinde yeniden tanımlanmıştır. Modern felsefede logos antik çağda
ve ortaçağdaki varlığın özüyle ilgili akıl olmaktan çıkıp öznenin nesne
üzerinde egemenliğini sağlayan bir akla yani araçsal akla dönüşür. Bu
çerçevede Max Horkheimer’e göre Platon ve Aristoteles’in felsefi sistemleri
açısından nesnel dünyaya yani insanlar arası ilişkilere, sosyal sınıflara,
sosyal kurumlara, doğaya ve doğanın tezahürlerine egemen olan nesnel akıl
ve rasyonel düzen anlayışı yerini öznel araçsal akıl anlayışına bırakır. 36
Araçsal aklın modern felsefede egemen olmasıyla birlikte fikirler ve şeyler
mutlak bir anlama ve değere sahip olmaktan uzaklaşır ve bunun yerine
yararlılığa dayalı bir değer ve anlam geçer.
Locke, Descartes’in doğuştan ideler kavramını eleştirir ve idelerin
kaynağının öznede değil nesnede bulunduğunu ileri sürer. Buna karşın
Descartes’ın düşüncesinde olduğu gibi Locke’un düşüncesinde de ide
kavramına yeterince açıklık getirilmemiştir. Locke, İnsan Anlığı Üzerine Bir
Deneme’sinde bu görüşünü şu şekilde dile getirir “bu deneme boyunca ide
sözcüğünün çok sık kullanılmış olmasını okurun bağışlamasını diliyorum. Bir
insanın düşünmesi sırasında anlığın nesnesi olarak ortaya çıkan her şeyin
yerini tutacak en iyi terim bu olduğu için, onu düşlem (phantasm), kavram, tür
ya da düşünme sırasında, zihnin üzerine kullandığı her şey ne anlama
34
Anık, 2003: 67.
35
Deniz, 2011: 4.
36
Deniz, 2011: 7.
29
geliyorsa, onları anlatmak için kullandım”.37 Burada, Locke ile Descartes
arasındaki düşünsel yakınlık belirgindir; öznel bir kavram olarak ide, insan
zihninde oluşan işlem ya da durumdur ancak ide belirsiz bir kavramdır.
İdelerle ilgili kesin olan ise onların düşüncenin nesnesi, içeriği olduklarıdır.
Locke, idelerin zihinde nasıl oluştuğunu aydınlatmaya çalışır. Locke,
doğuştan rasyonel olan ide anlayışını reddeder ve idelerin duyum ve
düşünüm olarak iki kaynağı olduğunu ileri sürer. Ona göre duyum, dışarıdaki
tekil nesnelerin zihindeki fiziksel etkileridir, düşünüm ise zihnin kendi
ideleriyle çalışırken yaptığı işlemlerin algılarıdır. Bütün ideler, bu iki
kaynaktan gelir. “İdeler basit ve karmaşık olarak ikiye ayrılır, ideler tek
duyudan elde edilen basit idelerden, uzay, zaman, sayı, töz, tanrı gibi daha
karmaşık idelere ve kiplere kadar uzanır, bütün idelerin nihai temeli ise
deneydir. Locke ideleri genel anlamıyla bilgimizin taşıyıcısı olarak tanımlar,
bilgilerimiz idelerimize eşittir, bu noktada dil doğru bilgi için ideler kadar
önemlidir”.38 Bununla birlikte Locke’a göre dil ve ideler birbirinden tamamıyla
ayrıdır.
Locke’un düşüncesinde, tüm akıl yürütme ve bilginin kaynağı deneyim
olduğu için deneyime dayanmayan bir bilgiden söz edilemez. O, dışsal algı
ve zihin işlemleri olarak deneyim arasında ayrım yapar. Ona göre, temel
deneyimler, pasif bir biçimde gerçekleşir ve bu yolla edinilen basit idealar,
sonradan akıl tarafından işlenir ve böylece karmaşık idealar ortaya çıkar.
İdeaların bu şekilde deneyim yoluyla ortaya çıkmasını Locke,
insanı
doğuştan idealara sahip olmadığını ileri süren ünlü boş levha (tabula rasa)
anlayışıyla ortaya koyar.39
Descartes’in
doğuştan
gelen
ideler
kuramının
Locke
tarafından
eleştirmesiyle ve bilgi kuramını rasyonalizmden ampirizme taşımasıyla aynı
şekilde Condillac, başlıca eseri Duyumlar Üzerine İnceleme’de Locke’un
37
Aktaran Deniz, 2011: 8.
38
Deniz, 2011: 8.
39
Skirbekk ve Gilje, 2004: 279-281.
30
ampirizminde bulunan duyum ve düşünüm ikiliğini eleştirir ve duyumculuk
temelinde kendisinin bilgi felsefesini oluşturur. “Condilac’ın düşünce çizgisini
sadık bir biçimde sürdüren Destutt de Tracy (1754- 1836) ile de ‘ideoloji’
kavramı ilk defa gün yüzüne çıkar”.40Tracy’ye göre bir düşünce bilimi olan
ideoloji, üst bilimdir; bu bilimin temel sorunları “insan zihninde idelerin nasıl
oluştuğu, nasıl ifade edildiği, imlerin, işaretlerin formasyonu ve toplumda
nasıl yayıldığı, iletişimi”dir. Bu nedenle ideoloji kavramının “kendisi bir
tarafıyla, idea, epistemolojiye ve psikolojiye, diğer tarafıyla logos, mantık, dil
ve iletişim sorunlarına bakar. İdeoloji bu anlamıyla bir metabilimdir, bilimlerin
bilimidir ve psikoloji dâhil diğer bilimlerle işbirliği içinde idelerin doğru bir
şekilde oluşturulması ve insanlara aktarılması iddiasındadır”. 41
Descartes ve Locke’dan farklı bir ide anlayışına sahip olan Kant, ide
kavramını incelemesinde, “objektif bilgi, temsil, algı, duyum arasındaki ilişkiyi
sıralar ve ideayı deneyi aşan kavram olarak tanımlar.” Ona göre, “ideler evren, ruh ve tanrı- aklın idealleridir, fakat bilgi deneyle sınırlıdır”. 42Kant, tüm
bilgimizin deneyimle başladığı şeklindeki ampirist görüşü benimsediği halde
tüm bilgimizin özne tarafından oluşturulduğunu ve zihnimizin algıladığı şeyleri
bir düzene soktuğunu ileri sürerek ampiristlerden daha farklı bir deneyim
anlayışı benimser.43 Hall’un44 belirttiği gibi zihin kategorilerinin önceliğini ve
belirleyiciliğini kabul eden Kant, zihnin deneyimleri anlaşılabilir bütünler
halinde düzenlediğini ve böylece gerçekliğin zihinsel olarak inşa edildiğini ileri
sürer.
Ondokuzuncu yüzyıl düşüncesine damgasını vuran Hegel’e göre “gerçek
idea” Platon’da olduğu gibi bir ideal veya Machiavelli’deki gibi deneysel
olarak verili değildir. Ona göre idea, “daha çok tarih boyunca temel bir
hücrecik, bir öz olarak işleyen, hem gerçeklik hem rasyonellik içeren bir
40
Deniz, 2011: 10.
41
Deniz, 2011: 11.
42
Deniz, 2011: 11.
43
Skirbekk ve Gilje, 2004: 355.
44
Hall, 1978: 11.
31
şeydir. İdea, bir ideal değildir; tersine… aile ve sivil toplum, Hegel’de
Volksgeist’ın kurumsal cisimlenişi olan devlete karşılık gelen bu somut özden
soyutlanmaları nedeniyle idealdir”.45 Burada Marx, Hegel’in bu “gerçek idea”
kavramının, “Tin’e veya sonsuz bir gerçek tine gönderme” yaptığını, böylece
aile ve sivil toplumun kendi gerçekliklerini vurgulamak yerine ideal bir
gerçekliği vurguladığını düşünür. Bu açıdan Marx, yaşantının ideadan yola
çıkılarak anlaşılmasını reddederek devletin “gerçek idea”nın bir cisimleşmesi
olmadığını ileri sürer.
Marx’ın Hegel’e temel itirazı, devleti mutlak tin ile özdeşleştirerek
yüceltmesidir. Hegel’e göre devlet, “Mutlak Tin olarak sonsuz aklın
gerçekleştirilmesi”dir. Marx’a göre Hegel’in bu düşüncesi, somut insanları ve
onların gereksinimlerini yansıtmaktan uzak, soyut bir düşüncedir. “Marx’a
göre, var olan gerçekliği felsefi bir noktadan kavramaya çalışarak
meşrulaştırmak Hegelci düşüncenin temel eğilimidir”. 46 Marx, Hegel’in
“gerçek idea” kavramını reddeder çünkü Marx’a göre irrasyonellik hiç de
azımsanmayacak düzeyde ortaya çıktığı halde Hegel, “gerçek olanın aynı
zamanda rasyonel olduğu” şeklindeki düşünceyi ısrarla savunur. Marx’ın bu
eleştirisinde, ortaya çıkan en bariz irrasyonellik, proletaryadır. Çünkü
“proletarya, varolan toplumsal düzende somutlaşan Aklın kendi akıldışıyla
karşılaştığı anı temsil etmektedir”.47
Yirminci yüzyıl düşünürlerinden Heidegger, Platon’un idea kavramını
yorumlarken artık bizim için ideanın anlamının belirsiz olduğundan bahseder.
Ona göre “bu günlerde, idealar hakkında oldukça şüpheliyiz, kararsızız, ilginç
bir şekilde sadece ideoloji denen bir dedikodudan bahsediyoruz. İdea,
kendisini ideinde veren, idein olarak, yani görmekte bulunandır. Şüphesiz
görülen beden gözümüzle ilgili değildir, onların adı gölgelerdir. İdealar
gölgelerden farklı olandır.” Eidos, idea Grek dilinde görünen, form demektir,
45
Aktaran Çelik, 2005: 78.
46
Çelik, 2005: 76-77.
47
Çelik, 2005: 79.
32
Platon’un mağara istiaresindeki güneş ışık kaynağı olarak ideaları görünür
kılar, “ideanın özü görünebilir olmak ve parlamaktır”. 48 İdea kavramının
yanında Heidegger’in logos ile ilgili düşüncelerine baktığımızda bu kavramın
da antik çağdaki anlamının altını çizdiğini görmekteyiz.
Heidegger’e göre söz anlamına gelen logos, Platon ve Aristo’ya göre bu
anlamdan farklı olarak birçok anlam içeren bir yapıya bürünmüştür. Buna
göre logos; “akıl, yargı, kavram, tanım, sebep, ilinti gibi çok çeşitli
anlamlar”da kullanılmıştır. “Heideger’e göre söz, söylem, ifade anlamlarına
gelen ‘logos’u Grekler daha ziyade; derleyip–toparlama, bir araya getirme,
seçip–ayırma, düzenleme- hizaya sokma, kısacası tanzimat anlamıyla
kullanmışlardır… Latin ve Grek geleneğinde logos, bir tür dini ayin gibi,
karışıklıktan, kargaşadan, yani ‘kaostan çıkış marifeti’ kabul edilmiştir”. 49 Bu
çerçevede en temel olarak logos ile düzen arasında önemli bir bağlantı
kurulmaktadır. Göreceğimiz gibi bu, aynı zamanda logos ile iktidar arasında
bir bağlantının kurulması demektir.
1.2. TOPLUMSAL GERÇEKLİK VE BİREY AÇISINDAN İDEOLOJİ, BİLGİ
VE KÜLTÜR
1.2.1. Bilgi ve Toplum
İdeoloji, toplumsal bütünlüğün olduğu kadar toplumsal ilişki ve
etkileşimlerin oluşmasına ve sürdürülmesine aracılık eder. İdeoloji aracılığıyla
toplumun üyeleri ortak anlayışları ve değerleri yaşamın bir parçası haline
getirirler. İdeoloji bir bütün olarak toplumun zihinsel kalıplarını yansıtmasının
yanında toplumdaki belirli bir grubun veya tabakanın önceliklerini ve bilincini
48
Deniz, 2011: 12.
49
Anık, 2010: VII-VIII.
33
barındırabilir. Bu bağlamda Jean-William Lapierre İdeoloji Nedir50 adlı
makalesinde bir ideolojinin, toplumsal bir zümrenin kendine özgü yanını
ortaya koyduğunu, ötekilerden ayrıldığını, hatta ötekilerle ters düştüğü ortak
tasavvurların (imajlar, semboller, inançlar, bilgi vs.) bütününü oluşturduğunu
ileri sürer. Bu tasavvurlar, bir sistemin bütününü teşkil eder ve onları bilen
toplumsal zümrenin üyeleri arasında özel bir iletişim sağlar ve üyeler ortak
ideolojileri hakkında aynı fikirleri paylaşırlar.
İdeolojinin toplumsal boyutlarının incelenmesi, doğrudan bilgiye
yönelik bir inceleme demektir. Bu nedenle Mannheim’ın bilgiyi sosyolojik
çözümlemenin bir parçası haline getiren çığır açıcı eserinin ideoloji sorunu
üzerinde odaklandığı görülmektedir. İdeoloji, bilgiyi de içine alan insanın
zihinsel etkinliklerinin çok daha genel bir kapsamını oluşturur. Kültürün temel
öğeleri olan değerler, inançlar, düşünceler, tutumlar ve davranışların, bireysel
ve toplumsal düzeyde ideolojinin çerçevesi içinde ele alındığını görmekteyiz.
Modern dönemde bilginin egemen ideolojiyle ilişkisini çözümleyen
temel yaklaşımı Marxist geleneğin ortaya koyduğu görülmektedir. Genel
olarak Marxist gelenek, “bilgileri, toplumsal sistemleri, örgütleri ve sınıfları
gizleyen ya da gizemli hale getiren ideolojiler olarak değerlendirmektedir”.51
Bu bağlamda Marx ve Engels, kapitalist toplumda ideolojinin, insanlar ve
onların ilişkilerini, camera obscuradaki gibi tersine döndürdüğünü ileri
sürerler. Onlara göre bu durumun kaynağı insanların tarihsel yaşam
süreçleridir. Bilinç, insanların maddi ilişkilerini ve maddi yaşamlarını yansıtır.
“Üretim araçlarını tekeline almış güçler bunu tersine çevirmiş durumdadır.
Toplumsal gerçeği olduğundan farklı göstermek için üretilen yanılsama
ideolojisi ile maddi yaşamın çelişkileri gizlenmektedir. Bazı kültürel formlar
gibi pek çok sahte gerçeklik üretilerek, egemen grupların çıkarlarını teminat
50
Lapierre, 1981: 8.
51
McCarthy, 2002: 21.
34
altında
tutan
düzen
pekiştirilmektedir”.
korunmakta,
onların
tahakkümleri
geliştirilip
52
Bilginin toplumla ilişkisi başlangıcından beri toplum bilimlerinin ilgisini
çekmiş, bu konuda birbirinden farklı değerlendirmeler ortaya konulmuştur. E.
Doyle McCarthy’ye53 göre, bilgi sosyolojisinde iki karşıt görüş bulunmaktadır.
Bu görüşlerden birincisi, bilginin toplumsal olarak belirlendiğini, ikincisi ise,
toplumsallığın oluşumunda bilginin önemli bir rol oynadığını ileri sürer.
Bilginin toplumsal olarak belirlendiği görüşü, başlangıcından günümüze kadar
bilgi sosyolojisi alanında hâkim olan yaklaşımdır. Mannheim’a göre toplumsal
belirleyicilik, bilgi sosyolojisinin ana kuramı olmuştur: “[B]ütün insan
düşüncesi ve bilinci, gerçek yaşamdan tek tek bireylerin paylaştıkları asıl
toplumsal koşullardan kaynaklanır”. Diğer taraftan bilginin toplumsal düzeni
oluşturduğu görüşü, bilgilerin toplumsal düzenin ürünü olmadığını aksine
toplumsal düzenin yaratılması ve sürdürülmesinde anahtar bir rol oynadığını
kabul eder. Günümüz sosyologları arasında bilgiye yönelik bu ikinci türden
yaklaşımın ağırlıklı olduğu söylenebilir. Çoğu sosyolog, bilginin toplum
tarafından belirlendiği anlayışının yerini “gerçekliğin toplumsal inşası”nın
aldığını düşünmektedir.
Marx ve Durkheim gibi klasik sosyologların çıkış noktası, bilginin
toplumsal belirleyiciliğidir. Marx ve onu takip eden düşünürlere göre bilgi,
toplumsal örgütlenmenin egemen biçimlerince güçlü bir etki altında
bırakılmaktadır. Tüm düşünce ve bilgiler, toplumsal ve maddesel koşullar
tarafından belirlenmektedir.54 Bilgiyi bu açıdan geniş kapsamlı olarak gören
toplumbilimcilere göre tüm bilgiler değişir ve kendi toplumsal koşullarında
şekillenir. Bu anlamda bilgi sözcüğü, “din, örf, gelenek, sihir, bilim ya da
psikanaliz olsun, bilgi olarak kabul edilen her şeyi” kapsamaktadır. Robert
Merton da benzer şekilde bilgi teriminin sınırlarının genişliğine değinmiş ve
52
Anık ve Soncu, 2010: 59.
53
McCarthy, 2002: 33-34.
54
McCarthy, 2002: 34.
35
halk inancından olgucu bilime kadar çok çeşitli bakış açılarına ve düşünce
durumlarına gönderme yaptığını belirtmiştir.55 Bu çeşitliliğe karşın bilginin
toplumsal gerçekliğe bağlı olduğu ve toplumsal değişime ve gelişime dayalı
olarak belirlendiği konusunda ortak bir kabul vardır.
Diğer taraftan, Berger ve Luckman gibi toplum bilimcilere göre
toplumsal gerçeklik kendi başına toplumsal bir olay değildir. O, üretilmekte ve
iletilmekte, anlamı bu iletişim sistemleri içinde ve onlar aracılığıyla
oluşturulmaktadır. Bilgi sosyolojisinde temel olan altyapı-üstyapı ayrımının,
yerini bu düşünceye bıraktığı söylenebilir. “Çünkü, bütün bilinçli yaşam ve
düşünce, insanların… herhangi bir toplumsal etkinliğe katılmalarıyla birlikte
kendini göstermektedir.” Anlamın toplumsal üretimi düşüncesine göre
toplumsal ve maddesel varlık, bir halkın zihinsel yaşamından ayrılamaz. 56 Bu
çerçevede Marshall Sahlins “bütün insan etkinliğinin her zaman ve
değiştirilemez bir biçimde, her şeyden önce sembolik olduğunu” ileri sürer.
Ona göre “Semboller ve fikirler olmadan ‘maddesel üretim’ asla bir işe
yaramaz. Hatta var olamaz… Bunun nedeni maddesel üretimin bir toplu fikir
ve
ideal…
olmasıdır”.57
Sembolik
etkinlik,
maddesel
üretimi
insan
toplumunun ve yaşamının bir parçası yapar. Bu yolla insan dışı doğa insani
bir nitelik kazanır. Bu açıdan maddi dünya insanın ona anlam verdiği
kadarıyla bir anlama sahip olmaktadır, bu durumda insandan bağımsız ve
sembolikleşmemiş maddi varlıklardan söz etmek imkânsızdır. Kısaca maddi
dünya, insanla ilişkili olduğu sürece her zaman semboliktir.
Bilgi kavramı, kullanıldığı alan, disiplin ya da gündelik yaşamın
gerekliliklerine göre anlamlar kazanır. Bu durum doğaldır çünkü “her tanım,
kavramın anlam alanını, kapsamını belirleyerek, onun ifade yeteneğini
sınırlandırmaktadır. Kuşkusuz burada da, meramımıza uygun bir bilgi tanımı
55
McCarthy, 2002: 38-39.
56
McCarthy, 2002: 46.
57
McCarthy, 2002: 47-48.
36
sunacağı zaman bu tanım, bilgi kavramının anlamını tüketmeyecektir”. 58 Bu
çerçevede kavramsal ayrıştırma, bireysel ve toplumsal bilginin, “yaşam içinde
edinilen, yaşanan ya da deneyimlenen, teknik anlamıyla gözlemlenen veya
rasyonel
muhakemelerle
üretilen
bilgilerden
ibaret”
olmadığını
göstermektedir. Buna ek olarak insanın ve toplumun bilgisi bilgisayar
belleğindeki bilgi yani “toplumsal bellekteki ya da genetik kayıtlardaki
donanımlar” olarak görülemez. Bireysel ve toplumsal bilgi donanımı bunların
toplamından oluşmaktadır. Bu da insan bilgisinin ne sadece doğal-sosyal
çevreyle ne de genetik kayıtlarla sınırlı görülebileceği anlamına gelir.
“Birincisi birey, ait olduğu sosyal ve doğal çevresinin ve özellikle müntesip
hissettiği grubunun bellettiği bilgi donanımlarına sahiptir ki, sosyal-doğal (ve
grup) çevresi onu bu yolla zihinsel olarak inşa etmektedir. İkincisi, kendine
has bir delaleti olduğu için birey, bilgi edinme, işleme ve üretme becerisine
sahiptir ki, sosyal-doğal çevrenin belleğini bu ‘delaleti’ ölçüsünde inşa
edebilmektedir”.59
İnsanın bilgisinin ve doğru anlayışının, toplumsal çevresiyle ilişkisinin
araştırılması olarak bilgi sosyolojisi, felsefi araştırmalardaki epistemolojinin
tersine “bilmenin mümkünlüğü sorununu ‘paranteze alır’, başka bir söyleyişle
epistemolojik spekülasyonlarla uğraşmaz. Bilgi sosyolojisi bu yüzden özsel
bilgi idealini… kesin bir biçimde reddeder”.60 Bu yönüyle bilgi sosyolojisi,
sosyal bilimlerde doğruya ulaşma çabasını boşa çıkarır.
İnsan, toplumsal ve doğal çevresini tanıyan bir varlıktır, bu nedenle
bilgi, insanın doğal ve toplumsal çevresiyle etkileşimi ve iletişimi yoluyla
ortaya çıkan bir üretimdir. Bu anlamda birey “bilgi üreten bir öznedir” ancak
toplumsal ve doğal çevrenin birey üzerinde etkisi olduğu için birey aynı
zamanda bilme etkinliğinin nesnesidir. Özne ile nesne arasında kurulan bir
bağ olarak bilgi, gündelik, dinsel, teknik, sanatsal, bilimsel gibi türlere
58
Anık, 2006: 2.
59
Anık, 2006: 3.
60
Hekman, 1999: 13.
37
ayrılabilir. Dahası hiyerarşik bir sınıflandırma yapılabilir. Bilgi sosyolojisinin
üzerinde odaklandığı temel konu bilgi olmasına karşın bilginin daha geniş bir
alanla ilişkisi vardır. Bu alan, bireyin sosyalleşme sürecinde devreye giren
toplumsal mekanizmayla sınırlı olmayan toplumsal zihniyet alanıdır ve dil,
inanç, norm ve dünya görüşünden oluşan kültürel bilgiyi de kapsar.61 Bireyin
bilme etkinliği, sadece bireyin kendisinin değil bireyin içinde yaşadığı
toplumda egemen olan zihinsel kalıpların ve kültürel biçimlerin de dikkate
alınmasını gerektirir. Bu açıdan özellikle günümüz toplumunda birey bilgi
üretiminde ön planda görülmesine karşın onun bilgi üretimi etkinliği çok daha
büyük süreçlerin ve fenomenlerin oluşturduğu koşullarda şekillenir.
Bütün toplumbilim ve bilgi sosyolojisi, toplumsal yaşamın ve kültürün
tüm yönlerini anlayabilmek için toplum ya da toplumsal yapı üzerine
yoğunlaşmıştır. Kurumlar, gruplar, sınıflar ve maddi koşullar bir halkın
toplumsal varlığının ve kültürünün gelişmesindeki temel etmenler olarak ele
alınmıştır. Bilgi dünyası, kültürün bir bölümü şeklinde değerlendirilmiştir.
Toplumsal belirleyicilik fikrine göre toplumsal varoluş, zihinsellik, bilinç ve tüm
zihinsel yaşama varlıkbilimsel bir üstünlük belirtmektedir. Buna göre zihinsel
olan tüm faaliyetler; düşünülen, hayal edilen, algılanan şeyler toplumsal
yaşamla ilişkili olacak şekilde açıklanmalıdır. Toplumsal örgütlenme,
toplumsal belirleyicilik fikrinin merkezinde yer alır. “İletişim ve etkileşim
durumları, kültür, duygu, bilgi, inançlar ve ideolojiler toplumsal örgütlenme
biçimlerinin bir sonucu”dur.62
Bilginin toplum tarafından belirlendiği görüşü sadece gündelik bilgiye
değil bilimsel bilgiye de uygulanabilir. Bu açıdan, bilimsel bilginin de
toplumsal
olarak
yönlendirildiği,
oluşturulduğu
ve
anlam
kazandığı
vurgulanabilir çünkü Ergun’un63 ortaya koyduğu gibi “Bilimsel bilgi süreci bir
insan olgusudur ve dolayısıyle tarihsel ve toplumsal”dır. Bu bakımdan, insan
61
Anık, 2006: 4-5.
62
McCarthy, 2002: 36-38.
63
Ergun, 1995: 33-35.
38
hayatını konu alan bilimlerde, özne ve nesne arasında, yani inceleyenle bilgi
arasında kısmi bir özdeşlik bulunduğu, bu özdeşliğin, insan bilimlerini doğa
bilimlerine göre daha zor ve karmaşık hale getirdiği ileri sürülebilir. Fizikçi ya
da kimyacının çalıştığı konularda nesnel değerlendirmeler yapabilmeleri,
bilimsel olarak kesin sonuçlar elde etmelerinin söz konusu olması bu duruma
örnektir. Onlar ve konuları arasında toplumsal bir ilişki, bir yaşanmışlık yoktur
ve bu nesnelliğin sağlanmasında kolaylaştırıcı bir faktördür. Oysaki insan
bilimlerinde bu nesnelliğin sağlanabilmesi oldukça zor olmaktadır. Çünkü
örneğin bir sosyolog, içinde bulunduğu toplumun bir parçasıdır ve ele aldığı
konular doğa bilimlerine kıyasla çok daha karmaşıktır. Ele aldığı devrin,
toplumun,
ulusun,
sınıfın
kavramlarını
oluşturan
kültürden
kendisini
tamamıyla soyutlayamamaktadır.
Bilginin toplum açısından en büyük önemi, toplumsal gerçekliğin
işlenmesi, yansıtılması ve aktarılmasıdır. Bu açıdan bilgi, toplumun tarihsel
sürekliliğinin ve çağdaş bütünlüğünün sağlanmasında büyük rol oynar ve
zaman içinde değişmesine karşın toplumdaki egemen görüşü temsil
etmektedir. Bu bağlamda Mannheim, ideoloji ve ütopyanın oynadığı role
dikkat çeker. Ona göre ideoloji, bir toplumdaki egemen bilgi örgüsüdür.
Ütopya ise herhangi bir bireyin ya da grubun toplumsal bağlamları içindeki
bilgisidir. Ütopya, toplumsal gerçeklikle karşı karşıya geldikçe hayal ürünü
olmaktan çıkar ancak toplumsal gerçekliğin inşasında ve işleyişinde önemli
rol oynayan ideolojiyi de zayıflatır ve onun yenilenmesine hatta değişmesine
neden olur. Mannheim, bu süreci çözümlerken ideolojiyi tikel ve tümel olmak
üzere ikiye ayırır. Tikel ideoloji, belirli bir grubun fikirlerinin bir kısmını temsil
ederken tümel ideoloji, onun dünya görüşünü ortaya koyar. Tikel ideoloji,
bireysel zihinlerin yönelimiyle ilgili olduğu halde tümel ideoloji, dönemleri,
çağları ve tarihsel süreçleri anlatır. Buna ek olarak tikel ideoloji, davranış ve
konumlara işaret ederken tümel ideoloji, toplumsal statü ve rollere işaret
eder. “Bu ayrıştırma, bireysel düşüncenin toplumsal düşünceye dönüşümünü
açıklamaktadır. Öncelikle birey, toplumsal bir varlık olduğu için topluma
39
egemen
total
ideolojinin
gerçekleştirmektedir”.
etkisi
altında
düşünme
eylemini
64
Mannheim’a göre ideolojiler, toplum içindeki hâkim grupların çıkarlarını
yansıttıkları için meşrulaştırma ve sürdürme işlevini yerine getirdikleri halde
ütopyalar, karşı koyma ve muhalefet işlevini yerine getirirler. “İdeoloji, hâkim
zümrelerden, içinde bulunulan durumda, kendi hâkimiyetlerini sarsan,
aşındıran her şeyi saklarlar. Ütopya ise, ezilen zümrelerden derhal veya kısa
vadede bütün özlemlerini tatmin etmelerine mani olan gerçek engelleri
saklar”.65 Bu bağlamda Mannheim’ın düşüncesinde ideoloji ve ütopya,
fikirlerin mevcut düzenle ilişkilerini yansıtır. Daha özel olarak fikirlerin mevcut
düzende yer bulmalarına veya muhalif kalmalarına göre belirlenir.
Mannheim’ın düşüncesi çerçevesinde ütopya ile ideolojinin ayrım
noktasında toplumsal gerçeklik bulunmaktadır. Anık’ın 66 belirttiği gibi,
ütopyanın en önemli yönlerinden biri, toplumsal gerçeklikle etkileşime
girdikçe ideolojikleşmesidir. Ütopyalar, toplumsal koşullarda kendilerini tikel
ideolojiler olarak gösterirler, “birbiriyle kesişmeler, uzlaşmalar ve özellikle de
çatışmalar halinde” ortaya çıkarlar. “Uygun koşullarda bu etkileşimden total
ideolojiler doğmakta ve gelişip yayılmakta, başka bir takım ütopyalar veya
kısmi ideolojilerle etkileşime girdikçe renkleri, tonları değişmekte ya da bu
etkileşimle oluşan başka total ideolojilerce ikame edilmektedirler.”
İdeoloji, maddi yaşamın çelişkilerini gizler ve egemen güçlerin
çıkarlarını korumak ve mevcut düzeni meşrulaştırmak için sahte gerçekler
yaratan, yanılsamalardan oluşur. İdeolojinin kapsadığı bilgiler, doğru ve
hakiki bilginin yerine geçer. Buna ek olarak ideoloji, egemen grubun
çıkarlarını ve egemenliğini gizlemeyi ve sürdürmeyi amaçlayan sahte bilgileri
64
Anık, 2006: 6-7.
65
Lapierre, 1981: 12-13.
66
Anık, 2003: 36-37.
40
kapsar. Bu anlamda ideolojik söylem, Anık’ın 67 açıkladığı gibi, “öteki”ni hedef
alır:
Dolayısıyla ideolojik söylemde mutlaka bir hasım bulunmaktadır. Hatta
ideoloji, “hasım”a karşı uyarma, koruma, kollama vs. vaat eden bir
siyasal söylem olarak var olmakta ve var kalmaktadır. Bunun için de
ideoloji simgesel düzeyde kendini konumlandırmakta, mit ve ikonlarıyla
“mağdur” ve “mazlum”ları, gerçek yaşam koşullarından koparıp, onları
kendi hakikatlerine yabancılaştırmakta, onların kimliklerinden ve
misyonlarından uzaklaşmalarını sağlayarak, onlara çeşitli maskeler
takmaktadır. Daha da önemlisi ideoloji müstezafları, sanal cennetlerle
avutmakta, onların sorgulayıcı eğilimlerini ve doğal dirençlerini bu yolla
emmektedir.
Ütopya, imkânsızı hayal eden, sorunları çözülmüş gibi gösteren,
zaman ve mekânın dışında her şeyi değişmiş gibi gösteren bir hayalken
ideoloji, biçimi ne olursa olsun (muhafazakâr, reformcu, ihtilalci vs) daima
ciddidirler. Bilgi ve kanaatlerin dışında yer alan her şeyi ciddiye alıp aklileştirir
ve bu yönüyle yanılgıya açıktır. İdeolojide mantıksal bir sistemleştirme söz
konusudur ve bu yönüyle mitos ve ütopyadan farklılaşır. 68 “Ütopik olanın,
aynı zamanda kurulu düzeni parçalayan gerçekliği aşkınlaştırıcı bir yönelim
olarak sınırlandırılması, ütopik bilinci ideolojik olandan ayırmaktadır”. 69
Ütopyalar, statüko içinde kök salan ideolojilerin aksine mevcut koşullarda
gerçekleşemeyecek hedefler koymalarıyla ve mevcut koşullarla uyuşmazlık
içinde bulunmalarıyla toplumsal düzen üzerinde yıkıcı etkilerde bulunurlar.70
Burada ifade edilen ve başka görüşleriyle bilgi sosyolojisinin kurucusu
olarak kabul edilen Mannheim’ın İdeoloji ve Ütopya adlı eseri, bilgi
sosyolojisiyle ilgili klasik bir yapıt olma işlevini sürdürmektedir. “Mannheim
düşüncenin etkin köklerini bulmaya, kamu yaşamında ve siyasette bir toplu
eylem aracı olarak nasıl işlediğini göstermeye çalışmıştır”. Amerikalı
sosyolog Mills de Sosyolojik İmgelem adlı eserinde Mannheim ile benzer bir
67
Anık, 2006: 8.
68
Lapierre, 19 81: 15.
69
Mannheim, 2004: 217.
70
Hekman, 1999: 90.
41
çizgide yer almaktadır. “Mannheim ve Mills geleneğinde bilgi sosyolojisi,
yaşamsal önem taşıyan bir kamu gereksinimini karşılamaktadır. Bilgilerin,
siyasetin yanı sıra insanların kamusal ve özel yaşamları üzerindeki etkilerini
inceler”.71
Bilginin temel bir özelliği, toplumsal etkileşim aracı olmasıdır. Buna
göre, bireyler yaşadıkları toplumun özel koşullarında belirli bir biçimde
düşünürler ve belirli bir bilince sahiptirler. Bu aynı zamanda insanların
toplumsal nesnelerin ortak bir anlayışına sahip olmaları demektir. Bilginin
toplumsal işlevinin önemli bir yönü, “bilginin süreç içerikli” olması “yani sürekli
değişebilen
ve
asla
katılaşmayan,
donuklaşmayan
ve
buzlanmayan
toplumsal unsur” olmasıdır. “Böyle olmasının nedeni, bilginin yegane
hammaddesinin anlam olması ve anlamın da sadece özne – birey tarafından
üretilebilmesidir”.72 Bu yönüyle bilgi, hem toplumsal zihniyetin oluşumuna
katkıda bulunur hem de bu zihniyetin bir ürünü olarak ortaya çıkar.
Toplumsal bir etkileşim aracı olarak bilgi anlayışını ortaya koyan temel
yaklaşımlardan birini Alfred Schutz geliştirmiştir. O, toplumsal yaşam içinde
anlamın nasıl yaratıldığını ve sürdürüldüğünü çözümlemiş böylece toplumsal
gerçekliğin oluşma sürecini açığa kavuşturmuştur. Anık’ın 73 ifade ettiği gibi,
“Schutz’un tezi, anlamın özneye özgü bir ürün olduğudur. Buna göre anlam,
birey tarafından oluşturulmaktadır. Birey, sosyal bir varlık olduğundan, kendi
anlamını
paylaşabilmek
amacıyla,
onu
iletişimsel
bir
materyale
dönüştürmektedir ve böylece anlama ilişkin ortaklaşma gerçekleştirilmekte ve
anlam nesnelleşmektedir.”
Alfred Schutz’ın kuramları ve G. H. Mead’in fikirleri üzerinden Jurgen
Habermas yaşam dünyası kavramını geliştirmiştir. Buna göre toplum, içsel bir
bakış açısından, “eyleyen öznenin bakış açısı”ndan anlaşılmaya çalışılır. Bu
bağlamda Habermas “yaşam-dünyasını ve iletişimsel eylemi ‘tamamlayıcı’
71
McCarthy, 2002: 16.
72
Anık, 2006: 12, 14.
73
Anık, 2003: 46.
42
kavramlar olarak görür” ve “iletişimsel eylemin, yaşam dünyasında meydana
geldiği”ni düşünür.74
Bilginin en önemli özelliklerinden biri de toplumsal yapının harcı
olmasıdır. Bu özelliğiyle toplumun sınırlarını belirler ve içeriğini görünür kılar.
Burada en önemli etmenlerden biri dildir. “Dilde birey ve toplum kesişmekte,
kaynaşmakta, çatışmakta ve dil böylece egemenlik ilişkilerinin hem ayyuka
çıkarıldığı hem de gizlendiği toplumsal bölgeyi teşkil etmektedir. Bu bölgede,
bireyler, tarih ve toplum tarafından kendilerine verilen, önyargı adındaki gözlü
mercekten bakan ise bireyin gözleridir”. 75 Bireyler, geçmişten gelen bilgi ve
değerleri, içinde bulundukları toplumun özel bağlamları içinde yaşama
aktarırken onu kendi algıları ve yorumlarıyla şekillendirirler. Bilginin toplumsal
yapı açısından öneminin vurgulanması, onun toplumsal bir zihniyet içinde
oluştuğunun ileri sürülmesidir. Bu açıdan bilgi, “bireyi biçimlendiren,
sınırlandıran ona çeki düzen veren ve hatta dayatmalarda bulunan bir
toplumsal mekanizma” olarak kabul edilir.76
Bilgi sosyolojisinin ana savı, belli düşünce biçimlerinin toplumsal
kökenlerinin açığa kavuşturulmasıdır. Düşünme yeteneği sadece bireyde
bulunduğu halde bireylerin taşıdıkları tüm fikir ve duyguların kökenlerinin
bireylerde bulunduğunu düşünmek doğru değildir. Birey, kendisine atfedilen
konuşma ve düşünme yeteneğini ancak çok sınırlı anlamda bağımsız bir
şekilde gerçekleştirebilir. Mannheim’ın77 ifade ettiği gibi:
Birey, içinde bulunduğu grubun dilini konuşur; içinde bulunduğu grubun
düşündüğü gibi düşünür. Belli sözcükleri ve sözcüklerin anlamını,
kullanımına sunulmak üzere hazır bulur. Onlar sadece, bizatihi bireyi
çevreleyen dünyaya girişi belirlemeye yaramazlar. Aynı zamanda, o
zamana kadar nesnelerin birey ya da grup tarafından hangi açıdan ve
hangi eylemsel bağlamda elde edilip idrak edildiğine ve dolayısıyla açığa
kavuşturulmasına da yararlar.
74
Ritzer, 2013: 538.
75
Anık, 2006: 19.
76
Anık, 2003: 46.
77
Mannheim, 2004: 31.
43
Bireyin dış dünyayla temasının iki biçimi bulunmaktadır. Bir taraftan
birey, dış dünyayı, dilin onu kendisine taşıdığı kadarıyla kavrarken diğer
taraftan birey, dış dünyayı sadece bilmek istediği kadarıyla bilmektedir.
Burada önemli bir nokta şudur; bireysel olanla toplumsal olan önyargı
kavramı aracılığıyla buluşur. Bilginin anlaşılmasında toplumsal dünyayı
olduğu kadar bireyin deneyimlerinin dikkate alınması gerektiğini ileri süren
temel bir kuramsal çerçeveyi Gadamer geliştirmiştir. Gadamer, önyargı
kavramını, bireyin olup bitenleri anlamasını sağlayan zihinsel kayıtlar olarak
görür. Bu kayıtlar, bireye özgü olduğu halde tarihsel ve toplumsal olarak
geçerli olurlar, dolayısıyla önyargı, sadece bireyin değil grubun ve topluluğun
hatta dönemin bir bakış açısını oluşturabilir. Ancak burada vurgulanan temel
bir nokta, bilgimizi doğru yönde geliştiren önyargımızın meşru olduğu, yanlışa
sevkeden önyargımızın meşru olmadığıdır.78
Gadamer,79 bilgi anlayışının temelini oluşturan hermenutik anlama ve
önyargı hakkındaki yaklaşımını, Heidegger’in düşüncelerini üç noktada
kendisine dayanak yaparak geliştirmiştir. İlk olarak, Heidegger’in “varlığın
ufkunun zaman olduğu” şeklindeki görüşünü benimsemiştir. Bu bağlamda
Gadamer “dünyaya atılmışlığın (facticity) hermeneutiği”ni geliştirmeye koyulur
ve Husserl’in tersine “insanın kendi varlığıyla hiçbir tercih edilmiş ilişkinin” bu
atılmışlığın önüne geçemeyeceğini kabul eder. İkinci olarak, Gadamer,
kendisinin önyargı kavramını, Heidegger’in “zaten mevcut yapı/ön-yapı”
anlayışına dayalı olarak geliştirir ve anlama çabasında önceden varolduğu
kabul edilen önyargının keyfi olmadığı” şeklindeki görüşü geliştirir. Üçüncü
olarak, Heidegger’i izleyen Gadamer, hermenutik dairenin, “formel/mantıksal
daire” olmadığını, “anlamayı, geleneğin deviniminin iç oyunu olarak”
betimlediğini ileri sürer.
Önyargı kavramıyla ilişkili anlama sorunlarından biri tarihin nasıl
anlaşılacağıyla ilgilidir. Gadamer, tarihin, tarih içinde bulunan bireylerin ya da
78
Anık, 2003: 47.
79
Hekman, 1999: 136-137.
44
toplumların gözünden anlaşılamayacağının altını çizer. Çünkü tarihi onların
gözünden görmek, tarihe onların önyargılarından bakmayı gerektirir. Anık’ın 80
belirttiği gibi, “Toplumu topyekün görmek için de her bir toplumsal unsurun
gözüyle toplumu görmek gerekir. Bu da mümkün değildir ve fakat görme,
anlama
işi;
tüm
bunların
karışması,
kaynaşmasının
sonucunda
gerçekleşmektedir. Bir bakıma bakış açısında ya da önyargıda, toplumsal ve
bireysel olan ne varsa hepsi birbirine karışmış halde tezahür etmekte ve
anlamlandırma bu şekilde gerçekleşmektedir ki, bu; bilginin alınma, işlenme,
üretilme ve tedavül etme sürecini anlatmaktadır.”
Bilgi kuramının anlaşılmasında önyargı ile hakikat arasında kurulan
bağlantı çok önemlidir. Gadamer’e göre önyargı kavramı, hakikat olanağını
dışlamaz. “Önyargı ile hakikat arasındaki ilişki, Gadamer’in ‘pozitif önyargı
ihtimali’
diye
adlandırdığı
şey
zamansal
(temporal)
mesafeye
göre
tanımladığı bir ilişkidir”.81 Bu bağlamda Gadamer, hermenutik anlamanın
temel görevlerinden birinin, önyargıları gözden geçirmek olduğunu düşünür.
Ona göre, gizli önyargılar, anlamanın önündeki en büyük engellerden biridir.
Yukarıda belirtildiği gibi, anlamamızı sağlayan meşru önyargıları yanlış
anlamamıza yol açan gayrimeşru önyargılardan ayırmak ve meşru
önyargılara zemin hazırlamak gerekir.
Önyargı içinde öznel olanla nesnel olan buluşur böylece “bireyin diğer
toplumsal unsurlarla ve toplumun başka toplumlarla arasına sınır çizgileri”
çekmesi mümkün olur. “Dolayısıyla belirli simgesel etkileşimlerle belirli
toplumlar, topluluklar, gruplar inşaa edilebilmektedir. Sözgelimi cemaatler ya
da gruplar kendi aralarında bağlar tesis edebilmek amacıyla anlamı
kullanmaktadırlar. Hilal, haç, altı köşeli yıldız örneklerinde olduğu gibi. Belirli
simgeler etrafında örgütlendirilerek ulus devletler inşa edebilmektedir.
Özellikle siyasal gruplar çok çeşitli simgelerle kendilerine sınırlar tayin
80
Anık, 2003: 48.
81
Hekman, 1999: 138-139.
45
etmekte,
siyasal
topluluklar
inşa
etmektedirler”.82
Önyargının
belirli
bütünlüklerin temeli olarak işlev görmesi, aynı zamanda bilginin ve bu
bütünlüklere dayalı olarak üretimine katkıda bulunur. Böylece belirli
cemaatler, gruplar, uluslar kendi bilişsel çerçevelerini, bilgi ve doğruluk
anlayışlarını geliştirirler.
Tarihsel hermenutiğin anlamayı sağlayan meşru önyargılara zemin
hazırlama görevi, etkili tarihsel bilinç vasıtasıyla sağlanır. “Tarihsel bilinç,
kişinin kendi kavrayışına yön veren önyargılarının farkına varmasını
gerektirir” böylece anlama kendisini bir etki türü olarak tanır. Bu nedenle
Gadamer’e göre, tecrübeyi nesnelleştirme, bilimsel yöntemin temel bir ilkesi
olduğu halde tecrübenin derin tarihselliğinin yanlış anlaşılmasına yol açar.
Gademer’e göre bu tür bir nesnelleştirme sadece imkansız değildir aynı
zamanda kendi kendine yabancılaşmayı da beraberinde getirir. “Başkasının
ufkunu anlamak için önceden zaten bir ufkumuzun bulunması gerekir… İki
ufkun kaynaşması… anlama ediminin başarıyla gerçekleştirilmesidir”.83
Önyargıların farkına varılması kişinin kendisini kavramasını sağlarken
başkalarıyla kendisinin farklılıklarını anlamasını ve başkalarının farklılıklarını
onaylamasını beraberinde getirir. Etkili tarihsel bilinç vasıtasıyla kişi kendi
üzerinde etkili olan tarihsel ve toplumsal koşulların kendisini nasıl
sınırlandırdığını farkeder ancak bu farkediş aynı zamanda kendi ufkunu
başkalarına açabilmesinin olanaklarını sağlar.
1.2.2. Toplumsal Düzenin ve Bireyin Doğası
Eski Yunan’da Sofistler, toplumsal yaşamı doğal güdülerle açıklamaya
çalışmışlar ve erosu, insan etkinliğinin merkezine koymuşlardı. Aristoteles ise
toplumun, oikos (hane, özel yaşam) ve polis (kamusal yaşam, yetkinlik)
olmak üzere iki ayrı alandan oluştuğunu ileri sürmüştü. Buna göre, oikos,
82
Anık, 2003: 52.
83
Hekman, 1999: 140-141.
46
biyolojik ihtiyaçların karşılanmasıyla sınırlıyken polis sayesinde insan,
hayvansal yönünü aşarak manevi bir varlık haline gelir. Bu anlamda “insan,
bir zoon politikon’dur: Siyasal yaşam ve eylem içinde insanlaşan ve benliğine
ulaşan bir ‘hayvan’dır”.84 Polis, insanın diğer insanlarla ortak bir alanı
paylaştığı ve onlarla ilişki içinde kendi kişiliğini geliştirdiği alandır.
Aristoteles, politike koinonia kavramını, yasaların belirlediği bir kurallar
sistemi içindeki özgür ve eşit yurttaşlar topluluğu olarak sivil toplum
anlamında kullanmıştır. O zamandan beri yasalara uyum, sivil toplumun
öncelikli bir özelliği olarak anlaşılmıştır. Sivil toplumun üyeleri, yurttaş
oldukları için bu toplumun yasalarına uymakla yükümlüdür.85 Bu bağlamda
politika kavramına baktığımızda, kentle ilgili söz anlamına geldiğini ve söz ile
iktidar arasındaki ilişkileri barındırdığını görmekteyiz. “Daha da önemlisi,
lafını ortalık yere söyleyen öznenin, lafının muhataplarını kaçınılmaz olarak
nesne görüyor olmasıdır”.86
Aralarında farklılıklar olmasına karşın Platon ve Aristoteles’in polis
anlayışları, büyük ölçüde benzerlik gösterir. Her iki düşünür de sofistlerin
pratik etkinlik ve “çıkar politikası” görüşlerine karşın şu görüşü benimsemiştir:
“Siyasal yaşam doğal dürtülere ve zorunluklara değil, düşünsel bir temele
dayanır.” Başka bir ifadeyle Platon ve Aristoteles doğal toplum modeline
karşı sembolik toplum modelini ortaya koymuşlardır. George Sabine ve
Jurgen Habermas’a göre polis anlayışını Thomas Hobbes yıkmıştır.
Hobbes’un düşüncesinde toplum, hem Platon’un savunduğu kadar teorik
bilgiye hem de Sofistlerin savunduğu kadar pratik bir toplum modeline
dayalıdır.87
Doğa hali Hobbes’un düşüncesinde toplumun ve kuralların olmadığı
hipotetik bir durumdur. Sivil bir otoritenin veya devletin olmadığı doğa halinde
84
Sunar, 1986: 55-56.
85
Anık, 2003: 13.
86
Anık, 2003: 23.
87
Sunar, 1986: 59.
47
her insan kendi güvenliğinin, çıkarının ve açgözlülüğünün peşinde olduğu için
hiçbir insan güvende olamaz ve “herkes herkese karşı savaş” içinde bulunur.
“Böyle bir durum, herhangi bir uygarlıkla bağdaşmaz: endüstri, denizcilik,
tarım, inşaat, sanat veya edebiyat yoktur ve insan yaşamı ‘kimsesiz, yoksul,
berbat, kaba ve kısa’dır. Aynı ölçüde, doğru ya da yanlış, adalet ya da
adaletsizlik de yoktur çünkü yaşamın kuralı ‘her insanın elde edebildiğinin
kendisinin olduğu ve onu elinde tutabildiği sürece’ yaşamın kuralı vardır”. 88
Hobbes’e göre “doğa hali”nde insan tutkularının peşinde olduğu için
“insan insanın kurdudur” ve insan isteklerinin hiçbir denetimi olmadığı için
tam bir kargaşa hâkimdir. Bu kargaşa aynı zamanda “kavram kargaşası”
demek olan “anlam yokluğu”nu da içermektedir. Hobbes, doğa halinde
egemen olan anlam kargaşasından toplumsal yaşama geçişi “geometriöncesinde
var
olan
sistemsizlikten
geometrik
sisteme
geçişe
benzetmektedir… Doğa halinde hüküm süren kargaşanın epistemolojik
düzeyde karşılığı öznelliktir. Öznelliğin nesnelliğe çevrilmesi genel bir
anlaşmayı gerektirir.” Hobbes, toplumda düzenin ancak egemen gücün
sağlayacağı bu anlaşmayla yerleşeceğini savunur. Anlam kargaşasından
kurtulmanın yegâne yolu “Büyük Tanımlayıcı”ya yani “egemen güç
Leviathan”a başvurmaktır.89 Ona göre insanlar doğuştan gelen eğilimlerinin
bir kısmına otoritenin sınırlandırma getirmesini kabul ederler. Çünkü ancak o
şekilde isteklerinin tümüne değilse bile bir kısmına ulaşabileceklerdir. Bu
sınırlandırma getirilmemiş olsaydı hüküm sürecek olan kargaşa dolayısıyla
insanlar isteklerinin hiçbirine ulaşamayacaklardı.
Doğa haliyle ilgili Hobbes’un kötümser görüşüne katılmayan John
Locke, doğa halinde insanların belirli bir düzen ve güven içinde yaşadıklarını,
insanların genel olarak birbirlerini yok etmeyi amaçlamadıklarını, birbirlerinin
gereksinimlerine ve taleplerine yardımcı olduklarını savunur. Çoğunluk genel
yasalara uymasına karşın bazı akıl-dışı kişilerin diğerlerinin huzurunu
88
Sabine, 1973: 429.
89
Sunar, 1986: 65.
48
bozmaya kalkışmaları sonucunda doğal barış bozulur ve sivil topluma geçme
gereği ortaya çıkar. Doğa halinde başgösteren temel güvensizlik, mülkiyet
güvensizliğidir. Mülkiyet, “insanların sahip oldukları mallar kadar” yaşamı ve
özgürlüğü de kapsar. Bu anlamda, toplumsal düzen öncelikle mülkiyet
hakkını güvence altına alır.90
Locke’un toplumsal düzen hakkındaki görüşünün temelinde mülkiyet
hakkı anlayışı bulunmaktadır. Ona göre insanın kendi emeğiyle ürettiği
şeylerde doğal bir hakkı vardır çünkü onlara kendi kişiliğini katmıştır. “Genel
olarak onların yararları, onlara harcanan emeğe bağlıdır ve bu nedenle
Locke’un kuramı, sonradan klasik ve sosyalist ekonomilerdeki emekkuramlarına yol açmıştır”.91 Locke’a göre özel mülkiyetin kökeni, doğa
durumu olarak gördüğü ilkel toplumdan da öncesine dayanmaktadır. Her
birey, özel mülkiyet hakkına, kendi bedeninin fiziksel enerjisi gibi sahiptir. Bu
hakka kişi kendisiyle birlikte sahiptir, bu hak toplumun veya devletin verdiği
bir şey değildir. Toplum veya devlet bu hakkı korumak için vardır.
Hobbes, “düzeni kurabilmek için geometrinin teorik gücüne ve
Leviathan’ın yaratacağı korkunun etkisine” büyük bir önem vermesine ve
devleti temsil eden yasalar ve kurallara boyun eğmeyi ve bunların
içselleştirilmesini gerekli görmesine karşın Locke, “yönetici gücü bir ‘trafik
polisi’, teoriyi ise ‘bilimsel kapıkulu’ düzeyine indirmiştir”. Locke’a göre
“siyasal düzen bir kuruluş değil doğal düzenin bazı düzeltmelerle” birlikte
sürdürülmesidir.92 Toplumsal anlaşma veya toplum sözleşmesiyle kabul
edilen kurallar veya siyasal otorite, doğa halindeki barışçıllığın korunmasını
ve yaşam ve mülkiyet hakkını koruma altına alır.
Eski Yunan düşüncesinde toplumu temellendiren akıl veya neden
anlamında kullanılan logos kavramına sonradan Cicero ve St. Thomas
Acquinas, doğal hukuk geleneği içinde daha çok yöntemsel bir anlam
90
Sunar, 1986: 79-81.
91
Sabine, 1973: 487.
92
Sunar, 1986: 86-87.
49
vermişler ve tarafsız yargıya ve toplumun temelindeki etik kurallara
ulaşmanın nesnel mantığı olarak görmüşlerdir. Buna karşın Hobbes ile
birlikte akıl mutlak olmaktan uzaklaşıp, özneler arasındaki anlaşma biçimini
alır. Toplumsal düzeni sağlayan güç, nesnel değil özneldir ve öznel aklın
kurallarının herkese eşit bir şekilde uygulanmasını kapsar. Platon, logos’u
toplumu belirleyen ve insanların içsel dünyasını değiştiren ve yeniden
oluşturan bir güç olarak görmüştü, oysa Hobbes’e göre egemen güç,
insanları dışarıdan yönetir ve onların iç dünyalarını değiştirmez. Liberal
düşünce
ise
Hobbes’un
siyasal
görüşlerini
reddettiği
halde
onun
antropolojisini kabul eder. Böylece liberal düşüncede ortaya kişisel-öznel bir
akıl anlayışı çıkmış ve ussallık, kişisel arzu ve isteklerin belirlediği amaçlara
en etkili bir şekilde ulaşma çabası olarak kabul edilmiştir.93
Modern dönemde akıl, Hume’un ifadesiyle duyguların tutsağı,
tutkuların aracı haline gelmiştir. Modern çağda platonik logos’tan bu
uzaklaşmayı, aklın bu dönüşümünü Max Weber’in açığa kavuşturduğunu
görmekteyiz:94
Weber’in özsel us (wertrationalitat) ile araçsal us (zweckratioanalitat)
arasında yaptığı ayrım, aklın öz olmaktan araç olmaya doğru geçirdiği
evrimi temellendirmektedir. Weber’e göre, ussallığın aklın yerini alması
fayda kültürünün çağımızda egemen olduğunu belgeleyen temel
göstergedir.
Ancak Hegel tarih içinde sürekli evrim geçiren aklın modern dünyada en
üst aşamaya ulaştığını vurgular. Ona göre insan aklı, mutlak bilgiye ulaşabilir.
O, tarihsel evrim sonucunda insanın özbilince ulaştığını ve böylece dünyayı
ve
kendisini
daha
yetkin
bir
şekilde
anladığını
savunur.
Hegel’in
düşüncesinde özbilinç aşaması “gerçeğin anlaşılmasını kapsar; tin, gerçeği
kavramasının ardından sanat, din ve felsefe aracılığıyla mutlak bilgiye
93
Sunar, 1986: 89-91.
94
Sunar, 1986: 91.
50
ulaşır”.95 Hegel’in diyalektik bir anlayışa dayanan özne-nesne düşüncesinin
temel ilkeleri şu şekilde açıklanabilir96:
“Her eylemin öznesi ve nesnesi vardır. Çünkü onu gerçekleştiren
özne ile eylemin gerçekleştirildiği nesne, bir eylemin olabilmesi için
zorunlu olan parçalardır…
ii. Bütün birliktelikler ilgi gösteren ve katılan taraflarla oluşmaktadır. İlgi
gösteren; potansiyel sahibi, açığa çıkmaya hazır ve en önemlisi de
teleolojik bir varlıktır. Katılanlar ise ilgi gösteren varlığı tetikleme
mahareti taşıyan nesnelerdir…
iii. Tarih akla uygun yasalarla geliştiği için yetkin bir akıl tarihte,
geçmişte neler olduğunu bilir ve tarihin seyir ve değişim yasalarını
deşifre ederek, gelecekte neler olacağını kestirebilir. Muhtemel
yanlışlıkları ortaya çıkmadan bertaraf edebilir, olması muhtemel
kötülükleri önleyebilir.
iv. Bilme, özne ve nesne arasında gerçekleşen diyalektik bir süreçtir.
Özne bilmek ister, nesne de bilinmek. İşlem tamamlandıktan sonra
özne bilmiş nesne bilinmiştir. Her ikisi de artık önceki özne ve nesne
değildir…
v. Diyalektik, iyi olanın karşıtı ile kaim olduğunu bize göstermektedir.
Nitekim insanoğlunun bütün aktiviteleri de, bir başka insan
tarafından diyalektik olarak yok edilmiş aktivitelerinin, diyalektik
olarak yok edilmesinden ibarettir…
vi. Efendi köle diyalektiği, toplumsal ilişkiyi var eden ve toplumsal
bütünlüğü kuran bir süreçtir….”
i.
Modern toplumda siyasal ve toplumsal bütünlüğün bir boyutu olarak
akıl ve bilgi kavramlarının geçirdiği dönüşüm dikkate değerdir. Bir
dönüşümün en çarpıcı sonuçlarından biri öznelliğin temel ve kurucu bir
kategori olarak ortaya çıkmasıdır. Bu anlamda Anık’ın 97 ifade ettiği gibi
modernleşme sürecinde “siyasal–politik öznelleştirme işlemleri” ideolojik bir
arzuya dönüşmüştür. Ancak bu süreç içinde ortaya çıkan bireycilik tarihte
görülmemiş bir şekilde kolektivizmi pekiştirmiştir çünkü daha önceden bilginin
nesnesi olan bireye modernleşmeyle birlikte bilginin öznesi olma rolü
yüklenmiş “böylece, birey, hemcinslerini nesnelleştirdiği gibi; efsaneleşen
‘nesnel bilgi’ yüzünden, kendi öznel bilgisinin de nesnesine dönüşmüştür.
95
Çelik, 2005: 67.
96
Anık, 2003: 80-81.
97
Anık, 2003: 24-25.
51
Bugün ‘ölü doğan özne’ girdabına saplanmış bir insan yığını ile karşı karşıya
olduğumuzu inkâr etmek güçtür”. Bireyin ortaya çıkması ve topluma
katılmasıyla aynı süreçte otoritenin varlığının da vazgeçilmez olduğu
vurgulanmıştır. Böylece uyum, ahenk, harmoni, düzen, intizam gibi
kavramların
benimsetilmesi
yoluyla
bireylerin
nesnelleştirilme
süreci
sağlanmıştır. Bu anlamda “bireyin, otorite odaklarınca nesnelleştirilmesi
sürecini görebilmek için” bilgi sosyolojisinin kazanımlarından yeterince
yararlanılması gerekir.
Bireyin, bilgiyi edinmesinde doğal ve sosyal çevresiyle etkileşimi ve
iletişimi merkezi bir yer tutar. Bu açıdan birey bir taraftan doğal ve sosyal
çevrenin nüfuz alanı içinde bilme etkinliğinin bir nesnesiyken diğer taraftan
doğal ve sosyal çevresini tanımasıyla bilgi üreten bir öznedir. Bu da bilginin
özne ve nesne arasında kurulan bir bağ olduğu anlamına gelir. 98 Bireyle
toplum arasındaki ilişkinin bir bütünlük oluşturması, bireyin zihninin toplumsal
etkileşim içinde oluşması ancak toplumun da birey zihinleri aracılığıyla
gerçeklik bulması demektir. Berger ve Luckmann bu ilişkiyi “nesnel ve öznel
gerçekliğin diyalektiği” olarak nitelendirmişlerdir.99
İyi-kötü, doğru-yanlış, helal-haram hakkındaki anlayışlarımız, fiziksel
dünyayla ilgisi bulunmayan metafizik önermelerdir. Bu anlamda ahlak ve
hukukla ilgili bilgilerimiz fiziksel dünyaya yararlı olacak şekilde yeniden
üretilmelidir. Böylece kendi bedenimiz ve içinde yaşadığımız toplumsal ve
doğal çevreyi anlayabiliriz. “Daha sonra, doğadaki bazı işe yarar örnekleri
kusursuz biçimde inceleyip, fiziksel eksikliklerimizi gideren, sınırlılıklarımızı
aşan, hünerlerimizi sınırsızlaştıran, becerilerimizi ‘lojik’leştirerek (teknoloji
üreterek), yetersiz ve eksik bir varlık oluşumuzu gidereceğiz. Nihayet
kendimizi ve her şeyi denetim altına alarak muktedir olacağız. Bu iktidar,
98
Anık, 2003: 30.
99
McCarthy, 2002: 127.
52
kainatın efendiliği demektir ve aynı zamanda bu kat, mutlak özne makamının
katıdır”.100
Diğer taraftan, toplum sürekli olarak belirli süreçleri veya kurumları
vasıtasıyla bireylerin zihinlerine ve eylemlerine hakim olmaya çalışır. İnsanın
toplumsal bir varlık olması onun hemcinsleriyle paylaştığı bir bilgi türüne
sahip olmasını beraberinde getirir. Günlük yaşantımızda bizi bilgi sağanağına
tabi tutan sayısız otorite odağı bulunur. Anık’ın101 ifade ettiği gibi,
Bu sağanak adeta bir yanardağ patlaması gibidir. Bu yüzden, gündelik
hayatımızda denetim altında tutmaya çalışan egemen çevremiz bizi,
adeta bir bilgi mağması ile örtmektedir. Bu sayede biz herkes gibi
görebiliyor, konuşabiliyor, düşünebiliyor, davranabiliyor ve en önemlisi
de herkesle şu veya bu biçimde (itiraz ya da rıza göstererek)
anlaşabiliyoruz. Toplumsal varlık olabilmemiz, toplumsallığın nesnel
zemininde yerimizi alabilmemizle mümkün oluyor. Benzer ülküleri,
amaçları, hedefleri, değerleri, gelenekleri paylaşıyoruz. Aynı simgelerle
aynı (daha doğrusu yakın) anlamlar yüklüyoruz. Kısacası toplumsal
sistemin parçası olmayı başarıyoruz.
Toplumun bu türden baskınlığına karşın bazı toplum bilimciler insanın
yeteneklerini ve yaratıcılığını vurgular. İnsan faktörü sorunu yirminci yüzyılın
başlarında Batılı toplumbilim içinde Amerika Birleşik Devletleri’nde yararcılar
ve Almanya’da bilgi sosyolojisi disiplininin kurucuları tarafından ele alınmıştır.
“Alman yaklaşımı, düşünceyi, bireylerin katıldıkları bir toplu edim şeklinde
tanımlamasıyla farklılaşmaktadır”.102
Amerikan geleneğinde Avrupa geleneğinden farklı olarak insanın
bireysel yeteneklerine, girişimciliğine ve yaratıcılığına özel yer verilmiştir.
Amerikan Yararcılığı ve Bilgi Sosyolojisi’nin birbirine yakınlığını ilk fark eden
kişi, Amerikalı sosyolog Wright Mills’tir. O, bilgi sosyolojisinin bu iki geleneğin
içgörülerine ve terimlerine dayandırılması gerektiğini ileri sürmüştür.103
100
Anık, 2003: 97.
101
Anık, 2003: 32.
102
McCarthy, 2002: 122.
103
McCarthy, 2002: 124.
53
Amerikan sosyolojisinin önde gelen düşünürlerinden Mead, zihin ve
bilincin toplumsal karakterini inceler ve “öznelliğin toplumsal olarak
oluşturulduğunu; çünkü soyutlama ve yorumlama süreçlerini gerektirdiğini”
ileri sürer. Mead, bireyi, toplumsal dünyayla etkileşimi içinde ele alır ve
toplumsal benlik kavramını geliştirir. Ona göre benliğin en önemli niteliği
yansımalı oluşudur: “Benlik, kendine yönelik bir nesnedir; özellikle dolaylı
olarak ve kendine yönelik bir nesne haline gelerek kendi deneyimine girme
yeteneğine sahiptir”.104 Kişi, çocukluktan itibaren girdiği toplumsal ilişki ve
etkileşimlerde başkalarının ve ötekinin farkına varma yoluyla kendini
göstermektedir. Dolayısıyla kendini bilmek “nesne bilincinden benlik bilincine
doğru” bir ilerleyişi ifade etmektedir.
Mead, benliğin sürekli olarak başkalarıyla etkileşim içinde oluştuğu
düşüncesinden hareketle “toplumdan ayrı bir benliğin, benlik bilincinin ve
iletişimin olamayacağını” ileri sürer. “Bu durumda toplum, iletişimsel
toplumsal eylemlerin devamlı bir süreci yoluyla, karşılıklı olarak birbirine
yönelmiş kişiler arasındaki yapıp etmeler yoluyla ortaya çıkan bir yapı olarak
anlaşılmalıdır”.105 Benliğin toplum içinde oluştuğunu vurgulamasına karşın
Mead ondaki yaratıcı yönü gözardı etmez. Bu anlamda Mead, benliğin, “ben”
ve “beni”yi kapsadığını ileri sürer ve “ben”in, “benliğin hesaplanamaz, tahmin
edilemez ve yaratıcı yönü” olduğunu vurgular. Buna karşın “beni”,
genelleşmiş ötekini ifade eder ve bilinçli sorumluluğu kapsar. Bu anlamda
“beni” alışılagelmiş birey demektir. Toplum birey üzerinde “beni” aracılığıyla
denetim kurar.106 Mead’in düşüncesinin en önemli yönlerinden biri bireyci
veya toplumcu açıdan bir indirgemeyi reddetmesidir. Toplum benlik üzerinde
etkili olduğu halde onu tümüyle belirlemez; benliğin yaratıcı boyutu onun
dinamik yanını gösterir. Bireylerin ortak normları ve değerleri benimsemeleri,
benlik üzerinde toplumun etkisini gösterirken bireylerin birbirinden farklı
104
McCarthy, 2002: 123, 127.
105
Coser, 2011: 296.
106
Ritzer, 2012: 224-225.
54
eğilimlere, tepkilere ve tercihlere sahip olmaları daha çok benliğin bu yaratıcı
yönüne dayalı olarak açıklanabilir.
1.3.3. Kültür ve İdeoloji
Kültürün ne olduğuna dair yapılmış tanımlara bakıldığında karşımıza
çıkan tablo, ideolojinin ne olduğuna yönelik yapılan tartışmalarla oldukça
benzer görünümdedir. Bu durumun elbette birçok nedeni bulunmaktadır. Her
şeyden önce her iki kavram da soyut ve çokanlamlı bir yapıya sahiptir.
Ergun, kültürü açıklamaya çalışan yaklaşık 250 tanımın olduğuna ve
yaklaşık son 100 yıldır kültürle ilgili sayısız araştırmanın yapıldığına dikkat
çekerek kültürün genel kabul görecek bir tanımını sunmuştur: “insanların
kendi aralarındaki ve tabiatla aralarındaki ilişkilerin özdeksel ve tinsel
ifadelerinin bir bütünü”.107 Aynı doğrultuda bir yaklaşım benimseyen Trotsky’e
göre kültür, tarih boyunca insanoğlunun kazandığı tüm bilgi ve becerilerin
toplamı, ulusların ve sınıfların edindiği bilgi ve becerilerin bileşkesidir ve
insanın doğayla aktif ilişkisi sonucunda gelişmektedir.108 Bu ve başka
tanımlarda görülebilecek temel bir bakış açısına göre kültür, insanın doğadan
farklı olarak geliştirdiği ve sahip olduğu her şeyi içermektedir.
Kültür, toplum için merkezi bir önem gösterir. Toplumsal üst
sistemlerin alt sistemleri olan din, politika, ekonomi, teknoloji, bilim, eğitim,
edebiyat, sanat gibi çeşitli merkezi alanlarla kuşatılan kültür, bu alanlardaki
her bir değişimden etkilenmekte ve bu alanlarda bazı değişikliklere neden
olmaktadır.
Sürekli
işlenen
ve
sürekli
işleyen
“kararsız
denge”
görünümündeki kültür, toplumla birey arasında oluşturulan köprüler, bağlar,
bağlantılar, ilişkiler halindeki formlar olarak kendini açığa çıkartmakta ve
gözlemlenebilir
birer
107
Ergun, 1995: 153.
108
Swingewood, 1996: 53.
parametre
durumuna
gelmektedir.
Medyatik
55
mekanizmalar aracılığı ile “sosyo kültürel devre” denilen daire içinde tedavül
eden bu kültürel biçimler, makro ortamdan mikro, mikro ortamdan makro
ortama sürekli taşınmakta ve yeniden üretilmektedir.109
Kültür genel olarak tüm halk kesimlerini kapsayan ortak bir etkinlik
olarak ele alınsa da kültürün birleştirici değil bölücü olduğu, modern
toplumlarda egemen sınıfın yönetilenler üzerindeki iktidarını meşrulaştıran bir
araç olduğuyla ilgili de güçlü muhalif bir yaklaşım bulunmaktadır. Bu
yaklaşıma göre din, aile, eğitim kurumları, sendikalar ve siyasal örgütler gibi
yapılar yoluyla kültürel değerler, kurallar ve istekler, gündelik bilgi ve
deneyimlerle oluşan kurallar ve adetler olarak bireylere aktarılmaktadır.
Kültür tarafsız, kendiliğinden bir kavram olmayıp tarihsel, özgül ve ideolojik
bir yapıya sahiptir. Kültür, toplumsal ilişki ve uygulamaların bütününü
oluşturan ekonomik, siyasal, eğitsel vb yapıların içinde ve onlar aracılığıyla
gelişir.110 Böylece kültür, toplumun farklı alanlarında paylaşılan bir unsur
olarak kendini gösterir. Bu açıdan toplumun farklı alanlarında fikirlerin ve
düşüncelerin nasıl şekillendiğine ve işlendiğine ışık tutar. Gerek maddi
gerekse zihinsel konularda insanların dünyaya bakışlarını ve dünyayı
değerlendirişlerini gösterir.
Bu çerçevede kültür, insanların topluluklar halinde tarih boyunca
ürettikleri değerler, tutumlar, davranışlar, adetler ve sembolleri kapsar. Bu
açıdan kültür, spontane bir birikim olarak anlaşılabilir yani bilinçli bir şekilde,
isteyerek ve planlı bir şekilde üretilmemiştir. Kültürün her zaman birbiriyle
mantıksal tutarlığı olan inanç ve değer kümeleri olması gerekmediği gibi onu
geleceğe yönelik bir tasarım olarak da ele alamayız. Spontane bir şekilde
gelişen kültürün tarih içinde sürekliliğinin sağlanmasında aile, okul gibi çeşitli
kurumlar çok önemli rol oynar. Bu kurumlar toplumsallaşma vasıtasıyla
bireylere, toplumun uygun gördüğü rolleri, tutumları ve değerleri öğretir ve
onları kimlik sahibi yapar. Bu kimliğin en önemli yönü toplumun ortak dünya
109
Anık ve Soncu, 2010: 70.
110
Swingewood, 1996: 51.
56
görüşünü yansıtması, bireyler arasında ortak veya toplumsal bir bağın
kurulduğunu göstermesi bu nedenle de bütünleştirici olmasıdır. İşte bu
noktada ideoloji ile kültür arasındaki farklılık kendini göstermektedir:
kültürden farklı olarak ideoloji kendisini oluşturan parçalar arasında mantıksal
bir bağa ve iç tutarlılığa sahiptir. İdeoloji, belirli bir insan ve toplum
anlayışından hareket eder, geçmiş, bugün ve gelecek hakkında bir anlayış
benimsetmeye çalışır ve bu anlayışlarla tutarlı bir şekilde geleceğe yönelik bir
tasarım ortaya koyar. “İdeolojiler spontane değildir; insan zihninin üretmiş
olduğu bir düşünceler zinciridir. Bu anlamda iradidir; bireyi ve toplumu belirli
bir amaca doğru harekete geçirme misyonuna sahiptir. İdeolojiler de, kültür
gibi toplum bireylerine kimlik kazandırır, ancak bu kimlik kültürün verdiği
kimlikten farklıdır; bir dünya görüşünün içinde nerede yer aldığı ve nasıl bir
rol ve misyon üstlenmesi gerektiğini içeren bir kimliktir”.111 Bu anlamıyla
bakıldığında, kültür ilk toplumdan günümüze her türlü insan edimi içinde
bulunduğu halde ideolojinin çok kasıtlı ve planlı bir çaba olarak ortaya
çıkması ve belirli formülleştirmelere dayanması onun kültürden farklı olarak
daha çok modern bir karaktere sahip olduğunu göstermektedir.
Kültürle
ilgili
çalışmalara
bakıldığında
temel
olarak
kültürün
tarihselliğinin vurgulandığını görmekteyiz. Geleneksel toplumların kendilerine
ait birer kültürünün olduğu ve modern toplumda bu kültürlerin bir dönüşüm
geçirdiği neredeyse genel kabul görmektedir. Ancak bu değişim ve
dönüşümün nasıl anlaşılması gerektiği, bunun insan kültürünün bir evrimi
olup olmadığı konularının son derece tartışmalı olduğu söylenebilir. Buna
karşın üzerinde anlaşma bulunduğunu söyleyebileceğimiz temel noktalardan
biri de toplumun diğer alanlarıyla kültürün ilişkili olduğudur. Ekonomik ve
siyasal alanda geçerli olan olgular ve süreçler, kültürel alandaki öğelerle
yakından bağlantılıdır. Bununla birlikte birçok araştırma, günümüzde
teknolojik ve ekonomik değişimle birlikte kültürel alanda ortaya çıkan
çatışmalar ve gerilimler üzerinde yoğunlaşmaktadır. Modernleşme ve değişim
111
Örs, 2009: 3.
57
sürecinde kültürün karşılaştığı sorunların nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde
birbirinden farklı ve tartışmalı yaklaşımların sergilendiği görülmektedir.
Kültür ve ideolojinin anlaşılması açısından önemli olan tarihsel
fenomenlerden biri de mittir. İlk çağlardan günümüze kadar varlıklarını
sürdüren mitler bize insanların doğa olaylarını, toplumu nasıl anladıklarını ve
yorumladıklarını gösterir. Nedenleri tam bilinmeyen ve açıklanamayan doğa
olayları çoğu zaman doğaüstü güçlere ve nedenlere bağlanarak açıklanır. Bu
türden açıklamaların aynı zamanda toplumsal yaşamın düzenlenmesi
açısından sonuçları olmuş, çeşitli değerlerin, normların ve kuralların
oluşturulmasında mitlere dayalı açıklamalar temel roller oynamışlardır.
Örs’ün112 bu konuda daha özel olarak ifade ettiği gibi “Yıkıcı doğa olayları,
toplumsal kurallara uyumun bozulmasına, otoriteye itaatsizliğe tanrıların
kızgınlığının bir ifadesi olarak gösterilerek siyasal otoriteye itaat sağlanmaya
çalışılmıştır. Çoğu dinsel nitelikli bu mitler, dinsel güç ile dünyevi güç
arasında bir bağ kurarak siyasal otoriteye koşulsuz rızanın zeminini
oluşturmaya çalışmıştır. Mitlerin yanı sıra, tek veya çok tanrılı dinler de, esas
itibariyle hem doğayı ve yaradılışı açıklamaya, hem de toplum içi ve toplumsiyasal iktidar ilişkilerini düzenlemeye çalışan yazılı ve/veya sözlü kurallar,
inançlar, ritüeller bütünü olarak işlev görmüşlerdir.” Dolayısıyla mitler her ne
kadar doğaüstü güçleri ve olayları konu ediniyor gibi görünseler de aslında
toplumsal yaşantıyla ilişkilidir. İnsanların yaşadıkları ilişkiler ve sorunlar mitler
vasıtasıyla ifade edilmiş, mitler içinde oluşturulan belirli kalıplar ve değerler
yoluyla, daha dolaylı olarak toplumsal yaşantının ve düzenin gereklilikleri
yansıtılmıştır.
Bu durum da bizi burada mit ile ideoloji arasındaki ilişkiyi dikkate
almaya yöneltmektedir. Öncelikle, mit ile ideoloji arasında bazı açılardan
benzerlikler kurulduğu dikkat çekmektedir. Bu anlamda, her ikisinin de
toplumun üyeleri arasında ahengin sağlanmasında ve belirli otorite
112
Örs, 2009: 5-6.
58
değerlerinin oluşmasında etkili olduğu vurgulanmaktadır. Lapierre’in 113 ifade
ettiği gibi, ideoloji sayesinde zümre üyeleri aynı yapının üyesi olduğunun
şuuruna varır ve ötekilerden ayrışır. Merasim, ayin ve gösteriler gibi
uygulamalarla bu şuur güçlenir ve pekişir. Bu, ideolojinin toplumsal bir olay
olduğunu gösterir. Benzer bir şekilde, ideoloji tarihsel bir olaydır. Bir ideoloji
çoğunlukla yoktan var olmaz ve tarihsel bir ürün olup bir birikimin sonucunda
ortaya çıkar. Toplumsal ve tarihsel yönleriyle ideolojinin kültürel bir
karakteristiğinin bulunduğu ve mitosa benzediği söylenebilir. Bu açıdan
modern ideolojilerin eski mitolojilerin rolünü üstlendikleri düşünülebilir.
İdeoloji, değerler hiyerarşisini oluşturan ortak tasavvurların hepsini kapsar.
İyi, kötü, güzel, çirkin, doğru, yanlış gibi değerlerle ilgili kanaatleri güçlü bir
etkiyle ortaya koyar.
Her topluluğun efsaneleri bulunmaktadır. Efsanelerin çok eski
zamanlara ait olduğunu düşünme eğilimine sahip olsak da yakın zamana
baktığımızda efsane örneklerine rastlayabiliriz. Örneğin Alman ırkının
üstünlüğü efsanesinin son elli yıla kadar Almanya’da büyük bir etkiye sahip
olduğunu dile getiren Mardin114 mitosların dünya hayatındaki dalgalanmaları
ve tutarsızlıkları yansıtırken olumlu, kesin bir sonuca varan bununla birlikte
insanlara gelecek umudu aşılayan özelliklere sahip olduğuna değinir.
Mitos, bir sosyal olayı kutsallaştırır, tarihi anlaşılır kılan bir bilişsel araç
görevi görür. İnsanların toplum hayatında karşılaştıkları olumsuz koşulları ve
durumları meşrulaştırmalarını sağlar. Bunun yanında insanların toplumsal
rolleriyle ilgili mitoslar vardır. Örneğin bir profesörlük rolü ve bir profesörlük
mitosundan bahseden Mardin, otoriter, ağırbaşlı ve saygın profesör
mitosunun varlığı nedeniyle profesörlüğün bu mitosun içinden yaşandığını
dile getirir.” Toplum içinde toplumsal olayların duygusallığının yarattığı bir
113
Lapierre, 1981: 8-11.
114
Mardin, 1993:112.
59
yapıt” olan mitos, tam olarak ideolojinin içine yerleşemese de ideolojiyle
oldukça yakın bir ilişki içinde olduğu açıkça görülmektedir.115
Kültür değerleri sabit olmayıp devamlı olarak -bu devamlılık çok yavaş
da olabilir- değişir. Değişim yalnızca dış etkenlere dayalı olarak açıklanamaz.
Mardin116 bu değişimin nedenlerini şöyle açıklar:
1. Her toplumda kültür ögesi ve ideolojik öge anlam olarak tam olarak
kapalı değildir ve bazı tefsirlere açıktır.
2. Kültür değerlerini özümseme açısından her birey farklılık gösterir. Bu
değerlerin etkisi bazen çok yüzeysel olabilirken bazen de oldukça
derin olur.
3. Kültür ve ideoloji sadece empoze edilen bir kalıp değildir. Kültür
insanlar tarafından amaçsal olarak kullanılabilir.
Geleneksel dönemde toplumu ve bilgiyi, mitolojik ve dini değerler
şekillendirirken modernleşmeyle birlikte bunları şekillendiren en önemli
etmenlerden biri piyasa olmuştur.117 Bilginin, kapitalist piyasa içinde
egemenlikle ilişkisinin vurgulanması Marx’ın ve klasik Marxistlerin temel ilgisi
olmuştur. Ancak zaman içinde hem kapitalizmin yapısında birtakım
değişmeler meydana gelmiş hem de Marxizmin bu konuyu ele alışında yeni
yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Kültür ve egemenlik arasındaki ilişkiler, modern
toplumun gelişen ve değişen biçimlerine göre yeni biçimler almıştır. Bu
anlamda, özellikle medya, egemenliğin kültürel biçimlerinin belirlenmesinde
hayati bir rol oynamaktadır. İngiliz Kültürel Çalışmalar ekolü ve bu ekole
katkıda bulunan S. Hall, Carey ve Williams gibi düşünürlerin çalışmalarında
bu rolü vurguladıklarını görmekteyiz. Özellikle Carey ve Williams, kültür ve
kültürel üretim alanlarının ayrı ayrı ele alınması gerektiğini ileri sürmüşler ve
kültürel yeniden üretim sürecinin önemine değinmişlerdir. Kültür, toplumsal
bir varlıktır ve eğitim, gelenek, medya gibi alanlarda üretilir. “Üretim
alanlarında yeniden üretilen kültüre, modern toplumlarda yeni teknolojik
aygıtlar aracılığı ile yeni anlamlar yüklenmektedir. Kültürel üretim alanlarında
115
Mardin, 1993:112-115.
116
Mardin, 1993: 119.
117
Anık, 2003: 27.
60
anlamlandırılıp yeniden üretilen kültürel formun işletilmesi ve benimsetilmesi
süreci içinde de anlamla birlikte, mevcut egemenlik ilişkileri de işletilmekte,
benimsetilmekte
ve
düzenin
meşruiyeti
bu
şekilde
temin
edilmiş
olmaktadır.118
Günümüzde kültürün egemenlikle ilişkisi toplumsal sınırları aşan
süreçler içinde gerçekleşmektedir. Modern uluslararası kapitalist pazar,
tüketicinin
rızası
kazanılarak
sürdürülmekte
böylece
kültürel
form
sorgulandığı halde kültürün meşrulaştırıcı işlevi ve egemenlik ilişkileri
sorgulanmamaktadır. Bu bağlamda Anık ve Soncu,119 kültürel egemenlik
ilişkilerini yeniden üreten rıza ve ideolojinin altını çizerler:
Buna göre, piyasadaki tekdüze ve birbirinin aynı ürünlerden birini özgür
iradesiyle seçiyormuş gibi muameleye maruz bırakılan bireyin
özgürlüğünün bu şekilde iğdiş edilmesi, muktedirmiş hissi telkin edilerek
onun insiyatif, irade ve iktidardan mahrum bırakılması ve apaçık bir
tekelleşmeden ibaret olan kapitalist üretim biçiminin adının rekabet
olarak konulması; kitlelerin zihinsel dumura uğratılması amacıyla
üretilmiş ideolojiden başka bir şey değildir. Liberal bir argüman olan
seçme özgürlüğü ile kapitalist üretim biçimini meşrulaştırmak için
uydurulan rekabet, birbirinin varlığını koruyacak, birbirini sürekli takviye
edecek
doğrultuda
işletilerek
yanılsama
ideolojisi
devreye
sokulmaktadır. Her şeyi koordine eden, farkında olmadan kitlelerin rıza
gösterdikleri, çoğu zaman gayri iradi olarak işletilmesine katkı
sağladıkları bu ideolojinin özgürlük menkıbesi, özgürlüğün trajik tarzda
ele geçirilişinin hikayesidir. Avantajlar ve dezavantajlarla zihinlerde
kurgulanan tüketim ise, bu ideolojinin egemenlik ilişkilerini yerleştirmek
ve pekiştirmek için dayatılan bir yaşam biçimidir.
Günümüz toplumlarında kültürün öneminin anlaşılması için onun çeşitli
toplum kesimleriyle ilişkisinin dikkate alınması gerekir. Kültür belirli bir
toplumun üyeleri için ortak biçimlere işaret etse de bu üyelerin tümü
tarafından aynı şekilde paylaşılmadığı ve yaşama geçirilmediği açıktır. Bu
anlamda kültürün, bireylerin yaşam süreçleri ve tarzları içinde nasıl
somutlaştığının, belirli kültürel kalıpların diğerleri üzerinde nasıl öncelik ve
118
Anık ve Soncu, 2010: 59.
119
Anık ve Soncu, 2010: 60.
61
üstünlük kazandığının aydınlatılması önemlidir. Bireylerin ve grupların yaşam
seyri içinde kültürün hangi biçimlerde nasıl benimsendiği, belirli grupların
diğerleri üzerinde kendi kültürel biçimlerini nasıl hâkim kıldıkları gibi sorulara
cevaplar aranması açısından Bourdieu’nün görüşlerine başvurmakta yarar
görülmektedir.
Öncelikle Bourdieu kültürü, “meşruluğu herkesçe kabul edilen, ancak
erişim kodlarının edinilmesinin ve işleyişinin eşitsiz biçimde dağıtıldığı
yapılanmış düşler, ortak simgeler” olarak tanımlar.120 Bourdieu’ya göre bu tür
bir kültürel yönelimin oluşmasında temel rolü, kişinin aile ve eğitim geçmişi
oynar. Bu anlamda egemen bir kültürel tarz olarak estetiğin belirleyicisi,
mesafe ve tefekküre dayanan öğrenilmiş bir deneyimdir. Egemen habitus
kendi konumunu, doğal karizma ideolojisiyle ve beğeni biçiminin doğanın bir
armağanı
olduğu
şeklindeki
anlayışla
sağlamlaştırır.
Stevenson’un 121
ifadesiyle Bourdieu’ya göre;
Egemen yaşam tarzı, tarihsel olarak egemen sınıf içinde sanayi
burjuvazisi ile entelijansiya arasındaki bir bölünmeden doğmuştur.
Entelijansiyanın maddi zorunluluklardan uzak olması, geleneksel olarak
kendi kültürel üretimini çıkarsızmış gibi görerek, yanlış tanımasına
neden olmuştur. Bourdieu’nun amacı, kültürel üretimde sözkonusu
olanlar gibi görünüşte tarafsız pratikleri, para ve iktidar kazanmada
stratejik bir araç olarak değerlendirmektir… Bourdieu’ye göre, bir sanat
galerisi ya da müzenin o kadar doğal olmayan atmosferinden haz almak
için, uygun toplumsal kod ve yönelimlere erişim gereklidir.
Egemen yaşam biçiminin alt sınıflara dayatılması, eğitim kurumları
aracılığıyla gerçekleştirilir. “Egemen habitus”, eğitim sisteminin kalıplarına
göre kişilerin sosyalleşmelerini beraberinde getirmediği halde alt sınıfların
kendi değerlerine ve özelliklerine dışlayıcı bir şekilde bakmalarına yol açar.
Bourdieu, sembolik şiddet sürecinde işçi sınıfının, egemen habitusun kendi
habitusundan üstün olduğunun farkına vardığını ileri sürer. Ona göre bu
süreçte “dil, saf bir iletişim aracı vazifesini görmez; konuşmacının toplumsal
120
Maigret, 2011: 162-163.
121
Stevenson, 2008: 160.
62
konumunu da ifade eder. Bir başka deyişle, burjuvazinin üstünlüğünü
sağlayan kelime dağarcığının genişliği değildir. Burjuvazinin simgesel
egemenliği,
diğer
ifade
biçimlerinin
meşruiyetini
sansürleyebilmesiyle
sürdürülür”.122
Bourdieu’nün genel olarak toplumu daha özel olarak ise kültürü ve
pratiği çözümlemesini daha iyi kavramak için onun yaklaşımının biraz daha
ayrıntısına inilmesinde özellikle onun habitus ve alan kavramlarına
bakılmasında yarar vardır. Temel olarak bireylerin toplumda karşılaştıkları
farklı koşullara yaklaşımlarını, diyalektik ve düşünümsel bir çerçevede ele
alan Bourdieu, pratiğin önemini vurgular. Böylece aktörlerin içinde doğdukları
ve toplumsallaştıkları kültürel ve toplumsal yapılar dikkate alınarak
anlaşılmaya çalışılır.
Bourdieu, yapısalcılık ve inşacılık arasında köprü kurmaya çabaladığı
halde onun eserleri yapısalcılığa daha yakın görülür ve bu nedenle de
Foucault ve başkalarıyla birlikte postyapısalcılar arasında değerlendirilir.
Fenomenologlardan ve sembolik etkileşimcilerden farklı olarak onun
inşacılığı, öznelliği ve niyetselliği kabul etmez. Bourdieu’nün nesnellik ile
öznellik arasında kurduğu diyalektik ilişki, özellikle onun habitus ve alan
kavramlarıyla ilgili çalışmalarında bulunmaktadır. “Habitus, eyleyenlerin
zihinlerinde varoldukları halde, alanlar onların zihinlerinin dışında varolur”. 123
En
genel
anlamda
Habitus,
“insanların
toplumsal
dünyayla
ilgilenmelerine aracı olan ‘zihinsel veya bilişsel yapılar’dır.” İnsanlar,
toplumsal dünyayı anlamalarına ve değerlendirmelerine yardımcı olan ayrıca
kendi pratiklerini ürettikleri ve değerlendirdikleri içselleştirilmiş şemalara
sahiptirler. Bu anlamda habitus, diyalektik olarak toplumdaki yapıların
içselleştirilmesinin bir sonucudur yani habitus, “içselleştirilmiş, ‘cisimleşmiş’
toplumsal yapılar” başka bir ifadeyle “sağduyu” türünden bir şeydir.
Habituslar, “sınıf yapısı içinde, yaş grupları, toplumsal cinsiyetler ve
122
Stevenson, 2008: 164.
123
Ritzer, 2013: 530.
63
toplumsal sınıfları temsil eden nesnel bölünmelere” işaret eder. Bir habitus,
toplumsal dünyada uzun süre aynı bulunmanın sonucunda edinildiği için bir
kimsenin dünyadaki konumunun özelliğine göre değişir: “herkesin aynı
habitusu yoktur”. Bununla birlikte dünya üzerinde aynı konumda bulunanlar
benzer habituslara sahip olurlar. İnsanlar toplumsal dünyaya habitus
aracılığıyla anlam verirler ancak birden fazla habitusun bulunması, toplumsal
dünyanın kendisini tekbiçimli dayatmasını engeller.124
Pratik, habitus ile toplumsal dünya arasında aracılık eder. Bir yandan
habitus, pratik aracılığıyla üretilir diğer yandan ise toplumsal dünya pratiğin
sonucunda ortaya çıkar. Pratik, habitusu şekillendirirken, habitus, pratiği hem
birleştirir hem de oluşturur. Habitus, eylem düşüncesini ve seçimi kısıtlayan
içselleştirilmiş bir yapıdır ancak onları belirlemez. Belirlenimciliğin olmayışı
Bourdieu’yü ana akım yapısalcılardan ayırır. Habitus, İnsanların düşünmeleri
ve yapmaları gereken şeyi belirtir ancak karar sürecini insanlara bırakır:125
Bu karar alma süreci, habitusun işleyişini yansıttığı halde insanlar,
seçenekleri bilinçli olarak düşünmeye koyulurlar. Habitus insanların
seçim yapmalarına ve toplumsal dünyada kullanacakları stratejileri
seçmelerine aracı olan ilkeleri sağlar. Bourdieu ve Wacquant’ın etkili bir
şekilde belirttikleri gibi “insanlar budala değildir”. Bununla birlikte,
insanlar tümüyle rasyonel de değildir (Bourdieu, rasyonel seçim
kuramını küçümsedi); onlar akla “akla dayalı” bir tarzda eyleme geçerler
–onların pratik kanıları vardır. İnsanların yaptığı şeyin bir mantığı vardır;
o, “pratiğin mantığı”dır.
Bourdieu’ye göre habitus bir yapı gibi çalıştığı halde insanlar onun
karşısında mekanik tepkide bulunmazlar. İnsanların habitusla ilişkileri
diyalektik bir nitelik taşır. Bu anlamda Bourdieu’nün yaklaşımının önemli bir
yönü, onun öngörülemez yenilikleri reddetmesi ve aşırı belirlenimcilikten
kaçınmasıdır. Bourdieu’nün, yapısal açıdan değil rasyonel açıdan düşündüğü
alan, “nesnel konumlar arasındaki ilişkilerin bir ağı”na işaret eder. “Bu ilişkiler,
birey bilinci ve istencinin dışında varolur. Onlar, bireyler arasındaki
124
Ritzer, 2013: 530-531.
125
Ritzer, 2013: 531.
64
etkileşimler veya öznelerarası bağlar değildir. Konumlarda bulunanlar, ya
failler ya da kurumlar olabilir ve onlar alanın yapısı tarafından kısıtlanır”.
Bourdieu’ye göre toplumda, sanatsal, dinsel ve yükseköğretim gibi bazı yarıözerk alanlar bulunur ve bunların kendilerine özgü mantıkları vardır. 126
Alan doğası gereği bir çatışma, mücadele arenasıdır. “Alan, içinde
sermayenin çeşitli türlerinin (ekonomik, kültürel, toplumsal, sembolik)
kullanıldığı ve harekete geçirildiği, rekabetçi bir pazaryeridir. Bununla birlikte,
o, son derece önemli olan iktidarın (politikanın) alanıdır; politik alan içindeki
iktidar ilişkilerinin hiyerarşisi, tüm öteki alanların yapılaşmasına hizmet
eder”.127 Faillerin alan içindeki konumları sahip oldukları sermayeye göre
belirlenir. Bourdieu, temelde, ekonomik, kültürel, toplumsal ve sembolik
olmak üzere dört sermaye üzerinde düşüncelerini geliştirir. Faillerin, alan
içinde çeşitli stratejiler kullandığını ileri süren Bourdieu, bu düşüncesiyle
faillerin bazı özgürlüklerinin bulunduğunu ortaya koyar. Buna karşın, faillerin
bu stratejileri, “hesaplanmış hedeflerin amaçlı ve önceden planlanmış
kovalanması”nı değil eylemin nesnel bir şekilde harekete geçirilmesini içerir
ve alan içindeki konumlarına bağlıdır.
1.2.4. Toplumsal Totalite ve Toplumsal Kontrol
Modernleşmeyle birlikte, bireyleri ortak bir siyasal çatı altında toplayan,
ortak bir ulus içine yerleştiren toplumsal bir totalite mekanizması ortaya
çıkmıştır. Toplumsal totalite, aklın, çıkarın, yararın hatta erdemin kolektif
olarak toplandığı bir odak olması nedeniyle onun, tek tek bireyler üzerinde
mutlak yaptırım gücü vardır. Bu anlamda bireylerin özgürlükleri kolektif
özgürlüğe feda edilmektedir. Toplumsal totalitenin bireylerle ilişkisini Anık 128
şöyle açıklamaktadır:
126
Ritzer, 2013: 532.
127
Ritzer, 2013: 532-533.
128
Anık, 2003: 130.
65
Toplumsal totalitenin birey üzerinde, güç gösterisinde bulunan en
merkezi aygıtı devlettir. Devlet kamusal alandaki çeşitli mekanizmalarla
bireylerin her birine fiili güç gösterisinde bulunma ve gerektiğinde fiili güç
kullanma ve uygulama ayrıcalığına ve tekeline sahiptir. Öte yandan
devlet, özel alanda da bazı ideolojik aygıtlar kullanarak, bireylere
sembolik şiddet uygulamakta ve onların her birine özne kimliği
hamlederek, bu yükle onları tutsak almaktadır. Çok açıktır ki toplumsal
totalitenin bu edimlerinin gerekçeleri düzen, huzur, toplumsal-ulusal
fayda gibi kavramlardır.
Günümüzde devlet, bir toplumun veya bir ulusun, “katılım gösterdiği en
kutsal, izlenmesi ve rıza-uyum gösterilmesi en kaçınılmaz ve en yüce
öznesi”, bu açıdan ortak aklın cisimleştiği kurumsal bir bütünlüktür.129
İktidarın devlette cisimleşmiş olması ve bunun kolektif kabule dayanması
sonucunda devletin, toplumsal bütünlüğü ve düzeni korumak ve sürdürmek
adına güç kullanabildiği görülmektedir. Ancak bazı durumlarda devletin,
toplum üzerinde belirleyici ve kurucu bir rol oynamaya çalıştığı da
görülmektedir. Bu anlamda Anık’ın130 ifade ettiği gibi, belirli bir doktrin
toplumda doğrudan egemen kılınamadığı durumlarda daha dolaylı yollardan
“ideolojik şırınga veya şifa yüklü hap görünümü ile topluma enjekte
edilmekte”dir.
Yurdusev131 bütün fikrinin, iki ayrı açıdan düşünülebileceğini ifade
eder. Bunlardan birincisi, bütünün, kendisini oluşturan parçaların toplamına
eşit olmadığını veya toplamından farklı bir şey olduğunu ileri sürer. Bu görüşü
Nagel matematiksel sembollere dayalı olarak açıklamaya çalışır. İkinci görüş
açısından ise bütün fikri, gerçekliğe bakış biçimidir. Buna göre bir şeyin
anlaşılması için onu oluşturan parçalar arasındaki ilişkiler ve bağlantılar son
derece önemlidir. Her iki fikrin uygulanışına baktığımızda pratikte, birinci
fikrin, daha fazla benimsendiği görülmektedir; sosyologlar, toplumu, onu
oluşturan öğelerden ayrı bir varlık olarak ele alır; siyaset bilimciler devleti,
129
Anık, 2003: 77.
130
Anık, 2003: 117.
131
Yurdusev, 2008: 11-12.
66
vatandaşlardan farklı bir varlık olarak kabul ederler ve tarihçiler, bireylerin
değil devletin tarihi olduğunu düşünürler.
Totalite kavramı, Hegel’in ve Marx’ın analizlerinde merkezi bir öneme
sahiptir. Hegel’e göre totalite, tüm tarihsel süreci içerir. Marx’taki sınıf, altyapı
ve üstyapı sorunsallarının arkaplanı totaliteye dayanmaktadır.132 Yine İtalyan
Marxist Antonio Labriola, toplumsal sınıflarla bireyleri bütünle ilişkileri
dahilinde gelişen parçalar olarak çözümler ve toplumu bütünsel olarak ele
alır. Tarihsel süreci ise “entelektüel ve maddi kültürün organik bakımdan
birbirine bağlı olduğu tarihsel bir totallik olarak açıklıyordu”. 133 Bu bağlamda
o, “maddi yaşamın ve entelektüel kültürün tüm öğeleri”nin içinde bulundukları
çağı açıklayan bir totalliği oluşturuyordu.
Daha sonra Marx’ın toplum anlayışını Hegelci kökleriyle ilişkilendiren
Lukàcs, totalliğe ve diyalektiğe öncelik veren bir yaklaşım benimsedi. Olgular
tek başlarına bir anlam ifade etmeyip bütünün içinde anlam kazanmaktadır.
O, bütünün parçalardan önce gelmesinin ve olguların, bu bütünün içinde
anlam kazanmasının, diyalektik yöntemin temel ilkesi olduğunu ileri sürdü. 134
Burada Lukàcs, proletaryanın toplum hakkındaki bilgisi ve düşüncesinin
burjuvanınkinden daha üstün olduğunu çünkü nesneleri tarihsel olmayan bir
şekilde kavrayan burjuvadan farklı olarak total süreçten yalıtarak ele almayı
reddettiğini vurgular.
Lukàcs, burjuva düşüncesi ve Marxizm arasındaki en temel farklılığın
totalite düşüncesinden kaynaklandığını, ekonomik güdülerin totalite kadar
belirleyici olmadığını ifade eder. Lukàcs’a göre totalite ya da başka bir deyişle
bütünlük, Marx’ın Hegel’den miras aldığı ve geliştirdiği yeni bir bilimin
temelleri olarak tanımlanabilen yöntemin ana temasını oluşturmaktadır.135
Lukàcs’ın çalışmaları, “Hegel’den yola çıkılmış bir toplumsal totalite içinde
132
Yurdusev, 2008: 13.
133
Swingewood, 1998: 237.
134
Swingewood, 1998: 239-241.
135
Yurdusev, 2008: 13-14.
67
özne/nesne diyalektiği” olmasının yanında Marx’ın fikirlerinin, şeyleşme ve
meta fetişizminin Hegel’e bağlı olarak ele alınarak çözümlenmesi olarak
özetlenebilir.136 Lukàcs, Marx’ın şeyleşme ve yabancılaşma teorilerini analiz
ederek şeyleşmenin total bir süreç olduğunu ve insanın tüm bilincine damga
vuran bir özellik sergileyerek kapitalist kültüre egemen olduğunu iddia eder.
Ona göre sınıf bilinci totallikle eşdeğer de görülebilir. Bütünü bilmenin tek
yolu, burjuva düşüncesinden değil proleteryanın özel tarihsel konumunu
kabul etmek olmalıdır.137
Toplumsal bütünlüğün veya gerçekliğin kendisini bilgide gösterdiği
söylenebilir. Böylece toplum bireye egemen olur ve birey bu egemenliği
benimser ve içselleştirir. Bu gerçeklik birey aracılığıyla sürdürülmektedir. Bu
açıdan topluma uyum sağlayarak da olsa toplumsal gerçekliği üreten, birey
veya gruplardır. Bu durumun iki sonucu ortaya çıkmaktadır: bireyi kuşatan
toplum ve her bireyin kendine özgü bakış açısı. “Her birey, toplumsal
gerçeklerle barışık ya da çatışık ütopyalara sahiptir. Bu nedenle her toplum
neredeyse sınırsız sayıda ütopik zenginlik ve çeşitlilik içermektedir. Bazı
ütopyalar, toplumsal gerçeklerle karşılaşarak, gruplara özgü ülküler halinde
formüle olmaktadırlar ki, bu mikro toplumsal projeler, toplumdaki kısmi
ideolojileri teşkil etmektedir. Bunlar toplumsal zemine sirayet ettikçe; yayılma,
benimsenme ve aktarılma potansiyelleri ölçüsünde makro ideolojilere
dönüşmektedir”.138
Fikirlerin
yayılma
potansiyeliyle
onların
toplumsal
gerçeklikle ilişkilerine bağlıdır. Fikirlerin bireyler tarafından benimsenmesi ve
aktarılması onların yaşantılarında karşılaştıkları olayları ve sorunları bu
fikirlere başvurarak anlayabilmeleri ve açıklayabilmeleriyle gerçekleşir.
Böylece bireylerin toplumsal denetimin etki alanına girmesinin kapsamı
genişler.
136
Çolak, 2011: 100.
137
Swingewood, 1998: 241-244.
138
Anık, 2011: 110-111.
68
Sosyal kontrol, iktidar, sapma, normatif yapı, yasa, çatışma, toplumsal
değer ve ideoloji konularıyla da yakından ilişkilidir. Bu çerçevede Scheerer ve
Hess, sosyal kontrolü, sosyal düzenin ve ilerlemenin sağlanması amacıyla,
istenilmeyen davranışların önlenmesi için geliştirilen sosyal ve teknik
düzenlemeler, inanç sistemleri, mekanizmalar, olumlu ve olumsuz yaptırımlar
olarak kavramışlardır.139 Sosyal kontrol bireylerin düşünceleri ve eylemleri
üzerinde belirli türden değerleri ve fikirleri etkili kılarak pekişir. Toplumsal
kontrolün zaman içinde etkisini koruması onun fikir ve değer yapısının
niteliğine ve farklı fikirlere ve değerlere açık oluşuna bağlıdır. Katı inanç
sistemleri ve fikir yapıları belirli bir zaman dilimi içinde güçlü sosyal kontrole
yol açsa da uzun dönemde etkilerini ve sosyal kontrolü sağlayıcı özelliklerini
kaybetmek zorunda kalırlar.
Sosyal kontrolün en önemli yönlerinden biri, toplumsal düzenin
sağlanmasıyla ilgili olması ve daha çok toplumun birey üzerindeki gücünü
yansıtmasıdır. Bu bağlamda sosyal kontrol, bir davranışın gerçekleşmesi ya
da gerçekleşmemesiyle ilgili toplumun bireye olan etkisi ve baskısı olarak
tanımlanabilir. Toplumsal düzenin devamını ve istikrarını sağlamak için
toplum tarafından kullanılan mekanizmalar ve süreçlerin bireyler üzerindeki
etkisi, toplumda belirli standart davranış biçimlerinin oluşmasına yol
açmaktadır.140 Değerler ve normlar, sosyal kontrolün iki önemli mekanizması
olarak kendini gösterir. Bireyden bağımsız varolan ve birey üzerinde yaptırım
gücü olan, bireyin uymak zorunda olduğu kurallardan oluşan normlardan
farklı
olarak
değerler,
“bireylerce
kurgulanıp,
bireylerce
benimsenip,
bireylerce dayatılan ve gene bireyler tarafından” işletildikleri için bireysel
zihniyet ile toplumsal zihniyetin buluşmasına aracılık ederler.141 Değerler,
bireysel zihniyeti toplumsal zihniyetle ne denli buluşturabilirlerse, zaman ve
mekân açısından bireylerin zihinsel gereksinimlerine ne denli karşılık
verebilirlerse sosyal kontrolü de o denli güçlü sağlarlar. Toplumun tüm
139
Bektaş ve Bakacak, 2009: 35, 37.
140
Anık, 2011: 103-104.
141
Anık, 2011: 108.
69
üyelerine
hitap
eden
ve
onlar
tarafından
paylaşılabilen,
yaşantıya
aktarılabilen değerlerin varlığı sosyal kontrolün kendiliğinden sağlanmasının
koşullarını oluşturur.
Sosyoloji biliminin gelişmeye başladığı ilk zamanlarda, Durkheim,
Marx ve Weber gibi klasik sosyologlar için sosyal kontrol, daha çok toplumsal
bir düzlemde kurumsal yapılar düzeyinde ele alınmışsa da yirminci yüzyılın
başlarından itibaren konu, kurumsal yapılardan etkileşimsel süreçlere, yani
makro yapılardan mikro yapılara doğru bir farklılaşma göstermiştir. Bu bakış
açısıyla konuya yaklaşan sosyal kontrol kuramları, Chicago Okulu, sembolik
etkileşimcilik ve etiketlemeci yaklaşımdır. 1970’lerden sonra ise yalnızca
makro ve mikro bakış açılarıyla sosyal olguların açıklanamayacağı
anlayışının yaygınlaşmasıyla makro-mikro etkileşimine yapılan vurgu artmış,
buna bağlı olarak sosyal kontrol anlayışı bu iki bakış açısını da kapsayacak
şekilde yeniden düzenlenmiştir.142 Burada önemli olan nokta bütünlük ile
birey arasında bağların ve temasların kurulmasıdır. Sosyal kontrol bu ikisi
arasındaki dinamik bir etkileşim açısından anlaşılmaktadır. Sadece belirli
genel olgular üzerinde duran ve bireylerin davranışlarını ve düşüncelerini
açıklayamayan bir toplum anlayışının sosyal kontrolün nasıl sağlandığını ele
almada güçlüklerle karşılaşacağı açıktır.
Weber, kapitalist toplumun tüm üyelerini disipline etmenin ve bunu bir
sosyal kontrole dönüştürmenin ancak rasyonelleşmeyle sağlanacağını iddia
eder. Marx ise sosyal kontrolün, devletin baskı aygıtları aracılığıyla
gerçekleşeceğini savunur. Devletin sosyal kontrol uygulama yetkisine sahip
olduğunu vurgulayan Althusser’e göre de, devletin baskı aygıtları ve ideolojik
aygıtları, onun zor kullanma yetkisini elinde bulundurduğunu göstermektedir.
Devlet, bu aygıtlar aracılığıyla sosyal kontrolü sağlar.143 Althusser sosyal
kontrolün sağlanmasında günümüz toplumlarında baskı aygıtlarından çok
ideolojik aygıtların devreye sokulduğunu ileri sürer.
142
Bektaş ve Bakacak, 2009: 36.
143
Bektaş ve Bakacak, 2009: 39.
70
Weber’e göre meşru olarak fiili şiddet uygulama hakkına sahip olan tek
yapı, yasal-ussal bir tüzel kişilik olan devlettir. Fiili şiddetin tersine sembolik
şiddet, açık şiddetin uygulanmasının mümkün olmadığı yerde şiddetin
büründüğü örtük, kibar ve gizli biçimdir. Sembolik şiddette gizli iktidar
biçimleri, epistemik ve simgesel yapılarla oluşturulup toplumdaki bireylerin
hizmetine sunulur. Bireyler, onları, kendilerine özel olarak hazırlanıp
sunulduğu duygusuna kapılarak farkında olarak ya da olmayarak bu iktidarın
bir parçası haline gelir.144
İnsan davranışının denetimi ve buna bağlı olarak kurumsal süreç ve
unsurlara odaklanan sosyal kontrolle ilgili yaklaşımlar incelendiğinde
Durkheim’ın çalışmalarının önemli bir yol haritası çizdiği görülmektedir. 145
Durkheim’a göre toplumsal olgular, ahlâkî olgulardır ve toplumsal davranışlar
dışsal zorlamaların ürünüdür. Ödül ve ceza yöntemlerini kullanan toplum,
bireylerin ahlâkî değerleri içselleştirmelerini ya da en azından onlara biçimsel
olarak uyum sağlamalarını ve bu yolla düzenin sağlanmasını amaçlar. Başka
bir ifadeyle toplum, ahlaki bir otorite olarak bireylerin toplumsal davranışları
üzerinde normatif denetim kurar.146 Toplumun birey üzerinde mutlak bir
belirleyiciliği vardır ve bu durum hem geleneksel toplum için hem de modern
toplum için geçerlidir. Toplumsal bütünlüğü sağlayan etmenler geleneksel
toplumdan modern topluma geçerken değiştiği halde toplumun birey
üzerindeki belirleyiciliğinde bir değişme olmaz.
Durkheim’a göre geleneksel toplumlarda toplum yaşamını belirleyen
ve düzenleyen dinsel inançlardır ve ahlâki otoritenin kaynağı tanrıdır. Modern
toplumlarda ise ahlaki otoritenin kaynağı toplumun kendisidir ve bu
toplumlarda dinsel inançlar geleneksel toplumlardaki etki gücüne sahip
değildir.147 Kolektif bilinç kavramı, geleneksel toplumlardaki inanç ve düşünce
144
Anık, 2011: 105.
145
Kızmaz, 2005: 165.
146
Özyurt, 2007: 96.
147
Özyurt, 2007: 100.
71
yapısını yansıtır. Kolektif bilinci, devlet ya da din gibi bir toplumsal organ
temsil etmez, ancak onlar, kolektif bilincin simgeleri olarak kolektif bilinci
koruma ve ortak inanç, gelenek ve adetlere uyumu sağlama amacına hizmet
ederler. Kolektif bilinç, kuşaktan kuşağa aktarılan, süreklilik arz eden bir
toplumsal etki gücüne sahiptir ve kolektif bilinci olumsuzlayan, toplumsal
bütünlüğü zedeleyen tüm inanç ve eylemler cezalandırılır. 148 Bu bağlamda
kolektif bilincin, sosyal kontrolle yakından ilişkisi vardır. Durkheim’a göre
sosyal kontrolü, siyasal iktidar veya devlet sağlamaz, sosyal kontrolün
kaynağı toplumun kendisidir. Sosyal kontrol için gerekli olan normları ve
değerleri bireyler sosyalleşme süreci içinde öğrenirler ve benimserler.
Dolayısıyla sosyal kontrol başka bir mekanizmaya ihtiyaç duyulmadan
toplumsal değerlerin paylaşılmasının bir sonucudur.
Sosyal kontrol, toplumsal sistemin dengesini sağlamasında ve bunu
sürdürmesinde temel bir mekanizmadır. Yapısal-işlevselci olan Parsons’ın
temel ilgisini ‘sistem eyleyeni nasıl denetler’ biçiminde özetleyebiliriz. O,
eyleyenin
sistemi
nasıl
oluşturduğu
ve
sürdürdüğü
sorunsalıyla
ilgilenmemiştir. Ona göre bir sistemin en iyi biçimde çalışması, yalnızca
sosyal kontrolün en tutumlu uygun biçimde kullanılmasıyla mümkün olur.
Esnek bir toplumsal sistem, sapmaları kabul etmeyen bir sistemden daima
daha
güçlüdür.
Önemli
olan,
çeşitliliklerin
ve
sapmaların
sistemin
bütünlüğünü tehdit etmemesidir.149 Robert Merton’a göre, yapısal-işlevselci
çözümleme, gruplar, örgütler, toplumlar ve kültürler üzerinde odaklanmıştır.
Merton’a göre standartlaşmış olan tüm toplumsal ve kültürel inanç ve
pratikler bireyler için olduğu kadar toplum için de işlevseldir.150 Yapısalişlevselci
yaklaşım
içindeki
çeşitli
farklılıklara
karşın
bu
yaklaşımı
benimseyen bilim insanları genel olarak bireyler veya grupları değil toplumun
bütünlüğünü ve düzenini vurgulamış, bireyleri ve davranışlarını düzene uyum
veya düzenden sapma açısından çözümlemiştir.
148
Özyurt, 2007: 101-102.
149
Ritzer, 2013: 246.
150
Ritzer, 2013: 253.
72
Yapısal-işlevsellik toplumun bütünü için sosyal kontrolün önemini ve
işlevini vurgularken daha farklı bir bakış açısını sembolik etkileşimcilik ortaya
koymuştur. Bireyin tümüyle toplumsal düzenin ve yapıların bir esiri olmadığını
düşünen, bu nedenle etkileşimin önemini vurgulayan George Herbert Mead,
“toplumsal denetim fikrini, ‘beni’nin ifade edilmesinin ‘ben’in ifade edilmesi
üzerindeki hâkimiyeti olarak tanımlar. Mead, daha sonra Zihin, Benlik ve
Toplum içinde toplumsal denetim üzerine fikirlerini daha da geliştirir”. Ona
göre sosyal kontrol, bireyselliği ezen ya da yıpratan bir özellik göstermez.
Tersine, bireyselliği oluşturan bir yapıdır. 151 Aynı şekilde Robert E. Park,
toplumsal denetimi, etkileşim açısından ele alır. Ona göre “toplum en iyi
şekilde, etkileşim sürecinden doğan bir gelenekler ve normlar gövdesi
tarafından denetlenen ayrı bireyler arasındaki etkileşimlerin ürünü olarak
anlaşılır. Toplumsal denetim ‘toplumun merkezi olgusu
ve merkezi
sorunu’dur. Toplum her yerde bir denetim örgütlenmesidir”. 152 Yapısalişlevselci yaklaşımdan farklı olarak etkileşimci yaklaşım, bireylere ve onların
gerçekliği kurabilme yeteneklerini vurgular. Bu anlamda sosyal kontrol
bireylerin katılımları ve etkileşimleriyle birlikte varolur.153
Modern çağda hızlı değişim ve gelişimlere paralel olarak sosyal
kontrolün de anlam ve içeriği değişmiş ve buna bağlı olarak farklı stratejik
uygulamalar gündeme gelmiştir. Küreselleşmeyle birlikte gelişen ve değişen
yapılarda, geleneksel toplumlarda yakın ilişkilerdeki kişilerin birbirleri
üzerinde kurdukları denetim artık işlemez hale gelmiş ve yeni kontrol
mekanizmalarına
gereksinim
oluşmuştur.
“Artan
hareketlilik
sonucu
uygulanan gözetim tekniği kendisinden etkilenenleri izleyenler ve izlenenler
olarak iki kesime ayırmıştır. Gözetim etkinliğinde meydana gelen bu değişim
ile modern toplumun bütün üyelerinin yaşam biçimleri sıkı bir denetim altına
alınarak,
istenilen
standartlar
sağlanmaktadır
ve
toplumsal
düzen
korunmaktadır. İktidar aracılığıyla gözetim altında tutulan bireyler arasındaki
151
Ritzer, 2012: 225.
152
Aktaran Coser, 2011: 316.
153
Coser, 2011: 316-317.
73
farklılıklar
aynı
davranışsal
rutini
sergilemeleri
sağlanarak
ortadan
kaldırılmakta ve bireyler niceliksel olarak ölçülebilen kategoriler içerisine
yerleştirilerek nesneleştirilmektedir”.154 Toplum üyeleri, ilerleme ve düzeni
sağlamak amacıyla, devletin kurumları içine alınarak yeni bir kimlik inşasına
tabi tutulmaktadır.
Toplumsal huzurun, dayanışmanın ve düzenin sağlanabilmesi ve
sürdürülmesi amacıyla toplumdaki bireylerin uymak zorunda oldukları hâkim
olan birtakım kurallar ve standartlar bulunmaktadır. Sosyal norm olarak
tanımlanan bu standart ve kurallara uyum ve onlardan sapmaları önleyecek
tüm esas ve temelleri sağlamak sosyal kontrolün öncelikli amaçlarındadır.
Sosyal düzenin korunmasını sağlayan her şeyi sosyal kontrol olarak
açıklayan birçok sosyolog iç içe olan sapma ve sosyal kontrol konusunu bir
arada ele almışlardır. Sosyal kontrol çoğu zaman kendisini sapma ve sapmış
davranışlarla birlikte gösterir. Bu bağlamda Fichter, sosyal kontrolün,
sosyalizasyon sürecinin bir uzantısı olduğunu düşünür çünkü ona göre
sosyalizasyon, kişinin içinde bulunduğu toplumda kabul gören davranışları ve
beklenti kalıplarını öğrenmesi ve bunlara göre davranmasıdır. Fichter,
sosyalleşmenin öznel boyutunun, kişinin kendi kendini kontrol etmesini
nesnel boyutunun ise sosyal kontrolü kapsadığını ileri sürer. Bu açıdan
bakıldığında sosyalizasyon, davranış kalıplarına uyumu ve bu kalıpların
sürdürülmesini
sağlayan
mekanizma
olarak
işlemektedir.
Böylece
sosyalizasyon süreci ailede başladığı için sapma davranışında ve sosyal
kontrole ulaşmada ailenin çok önemli bir rolü vardır. “Özetle sosyal kontrol,
toplumsal
yaşamda
ilişkileri
düzenleyen
normlardan
sapmayı
çeşitli
ödüllendirme ve cezalandırma süreçleri ile önleyen ve bu yolla toplumda
düzeni sağlayan bir mekanizmadır. Sosyal kontrolün "informal (resmi
olmayan) ve "formal" (resmi) olmak üzere iki çeşidinden bahsedilebilir.
154
Bektaş ve Bakacak, 2009: 41-42.
74
Birbirleriyle adeta iç içe girmiş olan sosyal kontrolün bu iki boyutu, genel
olarak bireyin toplumsal davranışlarını denetlemeye yöneliktir”. 155
Toplumların üyelerini denetlemek için kullandığı yollara değinerek
dışsal mekanizmalarla, içselleştirilen mekanizmaların bireylere olan etkilerini
inceleyen Edward A. Ross’a göre, dıştan dayatılan ve cezalandırma
sistemiyle işleyen mekanizmaların başında hukuk bulunmaktadır. Gelenek,
görenek, örf, adet gibi mekanizmalar da geleneksel toplumlarda hukukun
işlevini büyük ölçüde yerine getirmektedir. Modernite öncesi toplumlarda pek
çoğu dinsel kaynaklı olan inanç sistemleri de diğer önemli düzenleyici
mekanizmalara örnek verilebilir. Bu mekanizmalar yalnızca geleneksel
toplumlarda etkili olmayıp günümüz toplumsal yapılarında da işlerliğini
sürdürmektedir.156
Ross, içsel kontrol mekanizmalarının yukarıda bahsedilen rıza
sağlama amaçlı dışsal kontrol mekanizmalarından çok daha güçlü etkilere
sahip olduğu görüşünü ileri sürer. İçsel mekanizmalar, toplumsal düzenin
devamı ve istikrarını sağlayacak herhangi bir konu hakkında bireyin dışsal bir
etkiyle rıza göstermesi olmayıp kendiliğinden bu etkiyi oluşturan kontrol
sistemleridir. Dış kaynaklı sosyal kontrol mekanizmaları, doğası gereği
zorlama ve baskı içerdiği için zaman zaman birey tarafından direnç
oluşturabilmekte ve meşruiyet krizlerine neden olmaktadır. Oysaki bireyin
kendisini gönüllü olarak disipline etmesini sağlayan etkin bir ikna yolu olan
içsel kontrol mekanizmaları, kişileri baskı altına almadan, özgürlüklerine zarar
vermeden uyum sağladıkları duygusunu ortaya koyarak amaca daha fazla
hizmet
etmektedir.157
Günümüzde
sosyal
kontrolün
zorlamaya
değil
gönüllülüğe dayanan biçimlerinin daha fazla kabul gördüğü söylenebilir.
Sosyal kontrol, bireyin kendi düşüncesinin ve tercihinin bir parçası gibi
gördüğü eylemler ve davranışlar aracılığıyla sağlanır.
155
İçli ve Burcu, 1993: 43-44.
156
Anık, 2011: 104.
157
Anık, 2011: 104-105.
75
Anık158 Ross’un sosyal kontrolle ilgili bu açılımına Althusser’in ‘devletin
ideolojik aygıtları’na yakın bir anlamda, Bourdieu’nun “sembolik şiddet”
kavramını yeniden anlamlandırarak açıklık getirmeye çalışmıştır. “Kabaca
bakıldığında sembolik şiddet, fiili şiddeti kimi zaman takviye kimi zaman
ikame eden kamusal bir işlem olarak düşünülebilir. Ancak fiili şiddete maruz
kalan kişilerin aksine, tıpkı tanrının mü’min kulu gibi, sembolik şiddete konu
olan birey, bir özne olarak inşa edilmekte, böylece, rıza göstermeye
zorlanmadan, onun kendiliğinde razı olması temin edilmektedir”.
Devlet, fiili güç kullanımının tekeline sahip olmasının yanında sahip
olduğu belirli aygıtlarla sivil alanda kendi egemenliğine uygun fikirleri etkili
hale getirebilir. Bunu yaparken bireyleri kamusal alanda nesne olarak
konumlandırdığı halde onlara özel alanda “’özneymiş’ gibi (yani onların rıza
ve itirazlarını organize ve koordine edip) davranarak” gerçekleştirir (Anık,
2011: 111).
Bourdieu’ye göre devlet, şiddetin “yumuşak” biçimi olarak tanımlanan
sembolik şiddetin tekeliyle ilgili savaşın yapıldığı yere işaret eder. “Sembolik
şiddet, büyük ölçüde kültürel mekanizmalar yoluyla dolaylı olarak uygulanır
ve sosyologların çoğunlukla üzerinde odaklandıkları toplumsal denetimin
daha fazla doğrudan biçimlerinin karşısında bulunur. Eğitim sistemi, kendisi
aracılığıyla
sembolik
şiddetin
insanlar
üzerinde
uygulandığı
başlıca
kurumdur. … İktidarda olanların dili, anlamları, sembolik sistemleri, nüfusun
geri kalanına dayatılır”.159 Bu durum, iktidarda olanların ne yaptıklarının
toplumun geri kalanından gizlenmesine ve altta bulunanların kendi
konumlarını meşru görmelerine yol açar ve böylelikle iktidarda olanların
konumları pekişir. Bu bağlamda Bourdieu, genel olarak, eğitim sisteminin
mevcut sınıf ilişkilerinin sürdürülmesine hizmet ettiğini ileri sürdü. Bourdieu
eserlerinde politika açısından, sembolik şiddet üzerinde durduğu ve
insanların sembolik şiddetten nasıl kurtulabileceklerine ilgi gösterdiği halde
158
Anık, 2011: 105.
159
Ritzer, 2013: 533-534.
76
onun görüşlerini naif ütopyacılık olarak değil “akla dayalı ütopyacılık” olarak
görmek daha doğrudur.
1.3. İDEOLOJİ VE İKTİDARA YÖNELİK YAKLAŞIMLAR
1.3.1. İdeolojinin Kapsamı ve Boyutları
İdeoloji, toplum bilimlerinde anlaşılması ve çözümlenmesi en sorunlu
kavramlardan biridir. Bunun en önemli nedeni, ideoloji kavramının toplum
bilimlerinde çok yaygın kullanıldığı halde ona çok farklı anlamların
yüklenmesi ve ortak bir çerçevenin olmayışıdır. Dolayısıyla ideoloji kavramını
kullanan araştırmacılar ona ya benimsedikleri kuramsal geleneklere göre ya
da kendi bireysel önceliklerine göre anlam vermektedirler. Kavram üzerindeki
anlaşmazlığın diğer bir nedeni ise kültür, anlayış, inanç, zihniyet, bilinç,
önyargı, değer hatta felsefe gibi ideoloji kavramıyla yakın anlamları ve
çağrışımları bulunan kavramların bazı durumlarda onun yerine kullanılıyor
olmasıdır. Tüm bu kavramlar ile ideoloji arasında kesin sınırların çizilemeyişi,
ideolojiyi, bazen bu kavramların kapsamı içinde bazen de bu kavramlardan
herhangi birini, ideolojinin kapsamı içinde ele almaya yol açmaktadır. İdeoloji
kavramıyla ilgili anlaşmazlıkların bir kısmı da onun, bazı yaklaşımlar
açısından bilgi ve doğruluk hakkındaki anlayışların kurucu bir öğesi olarak
görülmesinden kaynaklanır. Bu açıdan çok genel olarak söyleyecek olursak,
ideoloji üzerine herhangi bir çözümlemenin kendisini “ideoloji”yle ilişkili olarak
nasıl konumlandırdığını açığa kavuşturması gereklidir.
Her şeyden önce, ideoloji kavramıyla ilgili görüş ayrılıkları, kavramın
farklı tanımlarında görülmektedir. Bu anlamda, Terry Eagleton 160 ideoloji
kavramının birbirinden farklı tanımlarını şu şekilde sıralamaktadır: (1)
“toplumsal yaşamdaki anlam, gösterge ve değerlerin üretim süreci”; (2) “belirli
160
Eagleton, 1996: 18.
77
bir toplumsal grup veya sınıfa ait fikirler kümesi”; (3) “bir egemen siyasi
iktidarı meşrulaştırmaya yarayan fikirler”; (4) “bir egemen siyasi iktidarı
meşrulaştırmaya hizmet eden yanlış fikirler”; (5) “sistemli bir şekilde çarpıtılan
iletişim”; (6) “özneye belirli bir konum sunan şey”; (7) “toplumsal çıkarlar
tarafından güdülenen düşünme biçimleri”; (8) “özdeşlik düşüncesi”; (9)
“toplumsal olarak zorunlu yanılsama”; (10) “söylem ve iktidar konjonktürü”;
(11) “içinde, bilinçli toplumsal aktörlerin kendi dünyalarına anlam verdikleri
ortam”; (12) “eylem-amaçlı inançlar kümesi”; (13) “dilsel ve olgusal
gerçekliğin karıştırılması”; (14) “anlamsal [semiotik] kapanım”; (15) “içinde,
bireylerin, toplumsal yapıyla olan ilişkilerini yaşadıkları kaçınılmaz ortam”;
(16) “toplumsal yaşamın doğal gerçekliğe dönüştürüldüğü süreç”. Eagleton 161
bu tanımların tümünün birbiriyle bağdaşır bir nitelik göstermediğini ancak
bazılarının karşılıklı olarak bağdaşabileceğini söyler. İkinci olarak bu
tanımlardan bazılarının aşağılayıcı ya da muğlak olduğunu ve son olarak da
epistemolojik problemler içerdiğini iddia eder. Genel olarak bakıldığında
Hegel ve Marx’tan bazı Marxist düşünürlere kadar birçoklarının ideolojiyi,
yanlış bilinç, yanılsama, çarpıtma ve gizemlileştirme olarak ele aldıkları
görülür. Bu türden epistemolojik bir bakış açısının yanında sosyolojiye
dayanan bazı yaklaşımlar, ideolojinin toplumsal yaşamdaki işlevlerine öncelik
verirler. Marxist mirasa sahip çıkanların her iki düşünce akımından da
yararlandığı görülür.
Çok anlamlı bir terim olan ideolojinin etimolojisine (kökenbilim)
bakıldığında belirgin bir tarihe sahip olduğu görülmektedir. Terimin bugünkü
anlamını besleyen temelde iki kaynak bulunmaktadır. Bunlardan ilki Fransız
Devriminden sonra yazılmış Fransızca metinlerdir. Devrim döneminde,
eğitsel ve toplumsal reformların niteliği ve yaygınlaştırılmasına yönelik
tartışmaların egemen olduğu bir dönemde Fransız materyalistleri kendi
felsefe ve ideallerini tanımlamak için ideoloji terimini kullanmaya başlamışlar,
“düşünce (idea) biliminin (logos) tam tercümesi olarak ideologie” kelimesini
161
Eagleton, 1996: 18-19.
78
kullanmışlardır.162 İdeoloji kelimesinin bugünkü anlamını besleyen bir diğer
kaynak ise Almanca metinlerdir. 1830’lardan önce kelime, Almancaya
olumsuz bir anlamda girmiştir. Çünkü kelime Fransızcadaki ilk kullanımından
Almancaya girdiği tarihe kadar olumsuzlaşma yönünde bir değişim
yaşamıştır. “İdeoloji, Napolyon’un ideologlara yönelttiği eleştirilerle birlikte,
ideologların dilindeki olumlu çağrışımını yitirerek olumsuz bir vurguyla
kullanılmaya” başlamıştır. Ancak ideoloji kuramına kaynaklık eden fikirleri
Fransız Devrimi sonrasına mal etmek doğru olmaz, bu fikirler çok daha eski
metinlerde de mevcuttur. Örneğin Platon’un, Devlet adlı eserindeki “soy miti”
kavramı, ideoloji kavramıyla bağdaştırılabilir. Bunun yanında bilgi sorununa
verilen felsefi cevapların da ideoloji kuramının alt yapısını oluşturduğu
söylenebilir.163
İdeoloji kavramının tarihsel gelişimi içinde “din eleştirisiyle koşut ya da
onu izleyen bir gelişim izlediğini de göstermektedir.” Mark Goldie, Protestan
Reformunun siyasal dilindeki birtakım söz ve fikirlerin ideoloji kavramının
öncüsü sayılabileceğini iddia eder. 1520’lerden 19. Yüzyıla kadar papalık
(popery) sözü olumsuz bir çağrışıma sahip oldu. 1650’lerde kullanılmaya
başlanan din tacirliği (priestcraft) de Aydınlanma döneminin önemli bir deyimi
olarak yer tuttu. Buradan hareketle din eleştirisinin ideoloji kuramının alt
yapısını oluşturduğu söylenebilir. Klasik ideoloji kuramının kurucusu olarak
kabul edilen Marx da din ve ideoloji arasında bir süreklilik görerek ideoloji
eleştirisinin ancak din eleştirisi temelinde var olabileceğini savunur. İdeoloji
öz olarak seküler bir kavramdır ve din, kapitalizmin sürekliliğini sağlayan bir
ideoloji olarak görülmektedir.164
Modern toplumun erken dönemlerinde din, ideoloji ve iktidarın nasıl bir
ilişkiye sahip olduğu önemli bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Bu süreçte,
geleneksel toplumdaki dinsel değerlerin zayıflamasıyla birlikte insan ürünü
162
Çelik, 2005: 27.
163
Çelik, 2005: 28-29.
164
Çelik, 2005: 30-31.
79
düşünce ve fikirlerin belirleyici olmaya başladıkları görülmektedir. Bu
bağlamda, dinin toplumsal düzen ve siyasal oluşumlar içindeki belirleyici
rolünün yerine dar anlamıyla ideoloji geçmiştir.
Dine, düzen sorunu açısından baktığımızda Hobbes’un düşüncelerinin
onsekizinci
yüzyıldaki
tartışmalarda
önemli
bir
çizgi
oluşturduğunu
görmekteyiz. Çelik’in165 ifadeleriyle, Hobbes, dini, toplumu bir arada tutan bir
yapı olarak ele alırken Aydınlanma düşüncesinde dinin, toplumu gerileten bir
işleve sahip olduğu görüşü hakimdi ve din tüm yanlış kavram ve yargıların
temel sebebi olarak görülüyordu. Hobbes, dinsel inancı, “doğal nedenler
konusundaki cehaletin bir sonucu” olarak görmüş, doğal nedenleri bilmeyen
insanın,
“bunlara kendince nedenler uydurmaya, bunların doğruluğuna
inanmaya ve başka insanların otoritelerine güvenmeye” hazır hale geldiğini
ileri sürmüştür. Böylece o, korku ve cehaleti, dini inançların kaynağı olarak
görmüş ve böyle bir yönelimin karşısına deneyciliği koyarak dinsel inançları
buradan yola çıkarak eleştirmiştir. Hobbes, dini inancı aklın karşısına
koyduğu halde dinin toplumsal ve siyasal işlevini vurgulamış ve onu düzenin
ve iktidarın temel bir unsuru olarak ele almıştır. Ona göre halkın yönetimin
lehine ikna edilmesinin yolu, belli bir bilinç biçiminin yaratılmasıdır. Bu
noktada yasaya itaat, Tanrıya itaatle özdeş gösterilerek ideolojik bir işleve
hizmet etmektedir.
1797’de Fransız düşünür Destutt de Tracy, ilk kez “ideoloji” kavramını
herkese
doğru
düşünme
olanağını
sağlayacak
fikir
bilimi
olarak
kullanmıştır.166 Kavramın ilk kez ileri sürülmesinden günümüze kadar
ideolojiye büyük bir önem verilmesine karşın ideoloji kavramının “sosyal
bilimlerin en muğlak ve en tartışmalı kavramı olarak” kaldığını ifade eden
Teun Van Dijk, ideoloji anlayışını dört temel düzeyde ortaya koyar: inançlar
sistemi olarak, yanlış bilinç ya da yanıltıcı inançlar olarak, genel bir kavram
165
Çelik, 2005: 52-53.
166
Mardin, 1993: 22.
80
olarak ve toplumsal pratiklerin temeli olarak ideoloji.167 Van Dijk, ideolojinin,
“bir grubun, sınıfın ya da öbür toplumsal oluşumların üyeleri tarafından
paylaşılan bir toplumsal biliş (cognition)” biçimi olduğunu ileri sürer. O,
ideolojinin, basitçe tutumlarla ilgili bir inançlar dizisi olmasından çok, bu
inançlar dizisinin sosyobilişsel doğasının altını çizer.
Bilişsel bir çerçeve
olarak ideoloji “toplumsal önyargılar da dahil olmak üzere bilgi, kanaatlar,
tutumlar ve toplumsal tasarımlar gibi öbür toplumsal bilişlerin oluşumunu,
dönüşümünü ve uygulanmasını” denetler. Bu ideolojik çerçeve “toplumsal
pratiklerde grubun kapsamlı çıkarına işleyen algılayımı, yorumu ve edimi
kolaylaştıracak şekilde seçilen, birleştirilen ve uygulanan toplumsal olarak
anlamlı normlar, değerler, amaçlar ve ilkelerden oluşur. Bu şekilde bir
ideoloji, sonuçta toplumsal pratikleri eşbelirleyen (codetermine) toplumsal
tutumlar arasında bir tutunumun (coherent) oluşmasını sağlar”.168
Toplum içindeki her birey, toplumun diğer üyeleriyle, özellikle de yakın
olduğu gruplarla anlaşmayı sağlayan ve toplumda olması gerekenleri,
kuralları, gelenekleri yerine getirmelerine aracılık eden bir “toplum haritası”na
tabidir. Bu harita gerçek bir haritaya kıyasla kesin çizgilere sahip değildir ve
taşıdığı anlamlar değişime açık bir “simge dağarcığı” yoluyla kuşaktan
kuşağa aktarılan bir özellik gösterir. Bu simge sisteminin çalışmasını “kültür”
olarak tanımlayan Mardin, ideoloji ve kültürün birbiriyle çok yakından ilişkili
iki kavram olduğunu ileri sürer. Ona göre ideolojinin saygınlığı kültür
esaslarına dayalı olarak gelişir ve “ideoloji, geleneksel ‘toplum haritaları’nın
modern çağlarda faydalarını yitirmelerinin sonucu” olarak ortaya çıkmıştır.169
Bir anlam kümesi olarak ideolojinin de kültüre benzer şekilde “insanlara
istikamet vermeye yarayan birer ‘harita’” olduğu iddia edilmektedir.170
167
Van Dijk, 2003: 15-17.
168
Van Dijk, 1994: 279.
169
Mardin, 1993: 18.
170
Mardin, 1995A: 25.
81
Bütün bilgi ve inançların ideolojik olmadığını, eğer böyle olduğu iddia
ediliyorsa da ideoloji kavramının hiçbir işe yaramayacağını vurgulayan Van
Dijk,171 ideolojik inançlar ve diğer inançlar arasında kesin bir ayrım yapmanın
gerekli olduğunu vurgular. Bu nedenle ortak alan inançlarının belirli bir
toplumun kültüründe ideolojik olmadığı çünkü bu inançlara yönelik bir
muhalefet, çatışma, çelişki ve mücadelenin olmadığını öne sürer. Bu
görüşünü şöyle açıklar: “Gerçekten de, kültürümüzde tüm toplumsal gruplar
için bir masa masadır, ve masanın özellikleri veya işlevleri hemen hemen
hiçbir zaman kökleri derine uzanan bir anlaşmazlık konusu haline gelmez.”
Ancak bir kültürde şu an ideolojik olmayıp minimum ortak inançlar olarak
kabul edilen bir şeyin daha sonraki bir zamanda o toplum için ya da başka bir
kültür açısından ideolojik olabileceğini ifade eder. Yine Avrupa toplumlarının
büyük bir kısmı için 500 yıl önce “doğru inanç” olarak kabul edilen
Hıristiyanlığın şimdilerde bir grup insanın ideolojik inançlarıyla bağdaştığını
da buna bir örnek olarak gösterir.
İdeolojinin kültürle ve inançla yakın bir ilişkisinin olması, onun günlük
yaşam içindeki konuşmalarda, sohbetlerde ve tartışmalarda anlamlandırılma
biçimlerine ilgi göstermemizi gerektirir. Bu çerçevede Eagleton172 herhangi bir
özel terimin ne anlama geldiğinin araştırılması söz konusu olduğunda eğer
kullanılıyorsa bu terimin sokaktaki çağrışımlarına bakmanın yararlı olacağını
söylemektedir. Örneğin bir meyhanede bir adam karşısındakine “ideolojik bir
şey bu senin dediğin” dediğinde bu sözü, karşısındakinin düşüncelerini
tamamen yanlış olarak kabul ettiği anlamına gelmez (böyle bir ima taşısa
bile). Günlük hayatta sıradan sohbetlerde kişinin, karşısındakinin ideolojik bir
dil kullandığını iddia etmesinin anlamı, genellikle o kişinin o meseleyi,
önceden kabul edilmiş, sınırları keskin olarak belirlenmiş bir eksende
tartıştığını savunmaktır. Başka bir ifadeyle “‘ideolojik olarak’ yargıda
bulunmak, şematik olarak hep aynı basmakalıp sözlerle ve hatta üstü iyice
171
Van Dijk, 2003: 30-31.
172
Eagleton, 1996: 19-20.
82
kapalı bir fanatizm imasıyla yargıda bulunmaktır”. McCarthy’nin 173 ifade ettiği
gibi ideoloji, öteki üzerine kurulan bir kavramdır ve ona göre, Terry
Eagleton’ın ideoloji tanımında, muhalif bir düşüncenin geçerliliğini sorgulama
eğilimi ağırlıklıdır.
Eagleton’a174
göre,
Martin
Heidegger’in
“ön-anlamalar”
olarak
tanımladığı şeyler olmadan, birtakım önyargılar olmadan herhangi bir
meseleyi tanımlamak ve de bununla ilgili yargıda bulunmak mümkün olamaz.
Ön kabuller olmadan düşünce olamaz ve bu açıdan bakıldığında bütün
düşüncelerimizin ideolojik olduğu söylenebilir. “Farkı yaratan şey belki de katı
önyargılar… Belirli bir durumu önceden –yerleşmiş bazı genel ilkelere göre
”anlamlandıran” düşünce biçimleri kesinlikle mevcut; bu hatanın sorumlusu
ise, genellikle, “rasyonalist” adını verdiğimiz düşünme tarzıdır. Fakat
aydınlatılması gereken bir nokta daha var; acaba ideolojik dediğimiz şey bu
anlamda rasyonalist midir?” Eagleton,175 katı önyargıların tümünün ideolojik
olmadığını da vurgular. Örneğin diş fırçalamayla ilgili çok katı inançlara (her
bir dişini fırçalarken belli sayıda fırça darbesinin gerekli olması ve leylak rengi
diş fırçası kullanma gibi takıntılar) sahip olan bir kişinin bu konuyla ilgili
görüşlerinin, ideolojik olduğunu değil patolojik olduğunu söylemek daha
doğru bir yaklaşım olacaktır. İnsanlar bazen ideoloji sözcüğünü sistematik
inançlara göndermede bulunmak için de kullanmaktadır. Bir kimsenin,
ideolojik nedenlerden değil pratik nedenlerden dolayı et yemekten kaçınması
böyle bir durumu yansıtır. Dolayısıyla Eagleton,176 günlük yaşantı içinde her
şeyin ideolojik ya da siyasi olduğunu söylememenin büyük bir yanılgı
olduğunu belirtir. Örneğin karı koca arasında yanmış bir tostla ilgili çıkan bir
kahvaltı kavgasının ideolojik olduğu söylenemez. Ancak yanmış tost konusu,
cinsel iktidar meselesi veya toplumsal cinsiyet rollerine bağlanırsa ideolojik
bir duruma geçer.
173
McCarthy, 2002: 66-67.
174
Eagleton, 1996: 20-21.
175
Eagleton, 1996: 22-23.
176
Eagleton, 1996: 27.
83
İdeoloji kavramı, inanç biçimlerinin yanında iktidarla da yakından
ilişkilidir. Bu anlamda belirli bir toplumda ideolojinin önemiyle ilgili en fazla ön
plana çıkan görüşlerden biri, ideolojinin “egemen toplumsal grup veya sınıfın
iktidarını
meşrulaştırmakla
ilişkili”
olduğudur.
Eagleton’a
göre
bu
meşrulaştırma sürecinde en az altı farklı strateji etkin rol oynar. “Egemen
iktidar kendisini, kendisine yakın inanç ve değerlerin tutunmasını sağlayarak,
bu tür inançları, doğrulukları kendinden menkul ve görünüşte kaçınılmaz
kılacak şekilde doğallaştırarak ve evrenselleştirerek, kendisine meydan
okumaya kalkışan fikirlere çamur atarak, rakip düşünce biçimlerini,
muhtemelen, açığa vurulmayan, ama sistemli bir mantıkla, dışlayarak ve
toplumsal
gerçekliği
kendine
uygun
yollarla
çapraşıklaştırarak
meşrulaştırabilir”.177 Bu türden bir ideoloji stratejisinin günlük konuşma ve
tartışmalar içinde geçerli olan ideolojiden temelde farklı olduğu söylenebilir.
Günlük iletişim içinde ideoloji, tarihsel-kültürel bir spontenlik taşırken
ideolojinin meşrulaştırımı çoğu zaman bilinçli ve örgütlü bir çaba olarak
kendini göstermektedir.
İdeolojinin doğası gereği siyasal olduğunu vurgulayan Çelik 178 onun
toplumsal olanı kuran siyasal bir pratik olduğunun altını çizer. Yine,
ideolojinin “toplumsal olanı hegemonyasına alarak söylemsel biçimler olan
toplumsal kimlikleri kendi bütünlüğü içinde” sunduğunu belirtir. Bu çerçevede,
farklı disiplinlerde ideolojinin doğrudan siyasal alana bir atıfla kullanıldığı ve
bunun
ideoloji
kavramı
için
büyük
öneme
sahip
iktidar
ilişkilerini
özgülleştirdiğini ileri süren yazar, ideolojinin siyasal karakteri üzerine
yoğunlaşmıştır. İdeolojinin güçlü bir siyasal toplumsallaştırma aracı olduğuna
vurgu yapan Balcı’ya179 göre ise toplumun siyasal iktidara itaat etmesi için
bireylere
çeşitli
normların
gerçekleştirilmektedir.
177
Eagleton, 1996: 23.
178
Çelik, 2005: 20.
179
Balcı, 2007: 152.
sunulması
ancak
ideoloji
aracılığıyla
84
Claude Lévi-Strauss, modern toplumun, mitosun yerine ideolojiyi
getirdiğini, ideolojinin toplumsal yaşantıyı kolaylaştıran, düzenleyen ve
kontrol eden bir yol haritası işlevi gördüğünü ileri sürer. Toplumsal ve siyasal
gerçekliği ve içsel durumunu açığa çıkaran bu harita, açıkladığı bu
gerçekliğin doğruluğu ve yanlışlığı hakkında bilgi verirken onun daha iyi hale
getirilmesi için gerekli olan bilgileri de sunar.180
İdeolojinin siyasal alanın temel bir aracı olarak vurgulanması, onun
önemini hâkimiyet ilişkilerinin sürdürülme biçimi bağlamında çözümlemek
demektir. Bu anlamda John Tompson’a göre “ideolojiyi incelemek, anlamın
(anlamlandırma) hâkimiyet ilişkilerini sürdürmeye nasıl hizmet ettiğini”
incelemek demektir. Burada başlıca üç sürecin ideolojiyi etkili hale getirdiği
görülmektedir. Bunlardan birincisi Weberci görüşlere dayanan geleneksel,
rasyonel
veya
karizmatik
meşruluk
sağlamaya
çalışma
olarak
meşrulaştırmadır. İkincisi, başka türlü yani olduğundan farklı göstermedir.
Hâkimiyet ilişkileri çoğu zaman gizlenerek farklı bir biçimde gösterilir.
İdeolojinin üçüncü etkili kılınma biçimi ise “geçici, tarihsel bir durumu kalıcı,
doğal, zamandışıymış gibi temsil etme anlamına gelen şeyleştirmedir”.181
Tompson, başlangıçta klasik Marxist modele dayalı bir hâkimiyet teorisini
benimsediği halde sonradan genel bir hâkimiyet teorisine yönelmiştir.
İnsan doğasını ve tarihi anlama ve açıklama amacı güden her ideoloji,
bu amaca ilaveten daha iyi bir sosyo-politik yapıyı önerir ve buna uygun
hedefler
vaat
eder.
İnançlar,
normlar,
değerler
bütünü
olarak
açıklayabileceğimiz ideoloji kavramı, aynı zamanda olması gereken, ideal
sosyo-politik modeli de sunmaktadır. Bu şekilde tanımlandığında ideolojinin
mitlerle ve siyasal kültürle benzer özellikler taşıdığı görülebilir. Bu benzerlik
nedeniyle siyasal kültür ile ideolojinin aynı anlamda kullanıldığı bilinmektedir.
Ancak birçok açıdan birbirlerine benzeseler bile ideoloji, mitlerden ve siyasal
kültürden farklı bir yerde durmaktadır. Örneğin toplumda anlaşılmayan,
180
Örs, 2009: 2.
181
Barret, 2000: 40-41.
85
karmaşık olan problemleri çözmek ve açıklığa kavuşturmak ve siyasal
otoritelerin iktidarlarını güçlendiren bir öge olmaları açısından mitler ve
ideolojilerin aynı amaca hizmet ettikleri söylenebilir. Ancak, mitlerden farklı
olarak ideolojilerin, yalnızca grup bazında etkili olmayıp bireysel olarak da
güçlü etkilere sahip olması ve ideolojiyi oluşturan düşünce ve inançlar
arasındaki mantıksal tutarlılığın bulunması da ideolojinin mitlerden ayrıldığı
taraflardır.182
İdeoloji, anlamlandırma ve iktidar konusunun en önemli temalarından
biri, bireyler ile içinde yer aldıkları yapılar arasındaki ilişkidir. Bu açıdan
ideoloji analizinde birbirinin tam karşıtı tezler ileri sürülmüştür. Bireyleri kendi
yaşantıları üzerinde belirleyici olarak gören yaklaşım karşısında onların
kendileri dışında bulunan koşullar tarafından belirlediğini ileri süren yaklaşım
yer almaktadır. Hatta bu konudaki anlaşmazlıklar yalnızca farklı düşünce
ekolleri arasında değil aynı düşünce ekolü içinde ortaya çıkmaktadır. Örneğin
Marxizm içinde bu anlamda birbirinin tam karşıtı görüşler geliştirilmiştir. Bu
çerçevede Marxizmin hümanist ve yapısalcı biçimlerinin ideoloji analizleri
neredeyse tümüyle birbirine karşıt fikirler geliştirmiştir. Dolayısıyla herhangi
bir yaklaşımın, bireylerin kendi ideolojik oluşumları ve yönelimlerinde ne
kadar etkili olduklarıyla ilgili görüşleri onu diğer yaklaşımlardan ayırt edici bir
rol oynar.
İdeolojiyi,
“toplumsal
yaşantının
bazı
yönlerini
temsil
etmek,
yorumlamak, anlamak ve ‘anlamlı kılmak’ için bize bir çerçeve sunan imgeler,
kavramlar ve öncüller” olarak gören Stuart Hall183 ideolojiyle ilgili üç temel
noktanın altını çizer. İlk olarak ideoloji, birbirinden yalıtılmış ve ayrı
kavramlardan değil kendine özgü bir anlam bütünü içinde farklı öğelerinin
birleşiminden oluşur. İkinci olarak, ideolojik açıklamaları bireyin yapmasına
karşın ideoloji bireyin amaçlarının veya niyetlerinin ürünü değildir. Tersine
bireylerin niyetleri ve amaçları ideoloji tarafından oluşturulur çünkü
182
Örs, 2009: 2-3.
183
Hall, 1995: 89-90.
86
bireylerden önce vardırlar ve bireyleri kuşatan toplumsal dünyayı belirlerler.
Üçüncü olarak ise ideoloji işleyişini, ideolojik doğruların yaratıcıları sanki
kendileriymiş gibi “özdeşleştirme ve bilgi konumları inşa ederek” sürdürürler.
Benzer şekilde ideolojinin, bireylerin bilinci tarafından denetlenemeyen
yönlerine dikkat çeken Veron, ideolojilerin, “imgelerin ve kavramların bir
örgütlenişini ve işlev görmelerini belirleyen kurallar dizisi” ve “gerçekliği
kodlama sistemi” olduğunu ileri sürer. Bu anlamda “ideoloji, kendi faillerinin
bilinci ya da niyetiyle ilişkisi bakımından özerk hale gelir: ideolojinin failleri
(agent) toplumsal biçimler hakkındaki kendi bakış açılarının bilincinde olabilir,
ama bu bakış açılarını olanaklı kılan semantik koşulların (kuralların ve
kategorilerin ya da kodifikasyonun) bilincinde değildir… böyle bakıldığında
‘ideoloji’, mesajların yaratılmalarına temel oluşturan bir semantik kurallar
sistemi
olarak
tanımlanabilir…İdeoloji,
mesajların
semantik
özellikleri
bakımından, mesajların örgütlendikleri birçok düzeyden biridir”. 184 Hall, bu tür
bir tezin, yapısalcı yönde aşırıya kaçmadığı takdirde ideolojiyle ilgili
kavramlaştırmaya verimli bir yol sağladığını düşünür.
Her ideolojinin öznellik barındırdığı halde nesnel gerçekliği mümkün
olduğu kadar çok yansıtabilen ideolojinin bilimsel ideoloji olduğunu, her
ideolojinin göreli olduğunu ancak her bilimsel ideolojiye nesnel bir gerçekliğin
tekabül ettiğini veya başka bir anlatımla gerçek ideolojinin nesnel
araştırmaların sonucu olması gerektiğini ileri süren Ergun, 185 ideolojinin
anlaşılmasında öznellik sorununa dikkat çeker. Burada öznellik sorununun
temel bir boyutu, öznelliğin sınıf ve başka toplumsal ilişkiler tarafından nasıl
oluşturulduğuyla ilişkilidir. Daha özel olarak bir metnin ya da bir sözün ideoloji
olarak kavranması, insanın özne olarak oluşmasında ve dönüşmesinde onun
ne kadar etkili olduğunu anlamaya çalışmaktır.
İdeolojinin
yansıma
bulduğu
gündelik
yaşam
pratikleri
içinde
konuşmacıların anlamla nasıl ilişki kurdukları cevaplanması gereken temel bir
184
Aktaran Hall, 1994: 78.
185
Ergun, 1995: 36.
87
sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. İdeolojiyi bireylerin içinde bulundukları
sosyo-kültürel yapıların bir parçası olarak gören yapısalcı eğilimler esas
olarak, bireylerin anlamı edilgen olarak ürettiklerini vurgular. Bu açıdan, Levi
Strauss’a göre “konuşmacılar anlam üretirler, ama bunu yalnızca kendilerinin
eseri
olmayan
ve
bilinçdışı
olarak
dilde
aktarılan
koşullar
altında
gerçekleştirirler”. Bu görüş, “insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama
yalnızca kendilerinin eseri olmayan ve aralarında cereyan eden belirli
koşullar altında gerçekleştirirler”186 şeklindeki klasik Marxist önermeyle
örtüşmektedir.
Raymond Williams’a göre ise ideoloji üç temel kullanım alanına
sahiptir: “1. Belirli bir sınıf ya da gruba özgü inançlar sistemi. 2. Doğru ya da
bilimsel bilgiyle çelişebilecek aldatıcı inançlar sistemi, yanlış fikirler ya da
yanlış bilinç. 3. Anlam ve fikir üretiminin genel süreci.” İdeolojiyle ilgili bu üç
tanımın tamamen birbirinden net sınırlarla yalıtılmış olması gerekmez. Bir
kullanım diğer kullanımından ögeleri içerebilir ancak üçü de farklı anlam
odaklarına sahiptir. Birincisinde ideoloji, “tutumların tutarlı bir yapı içinde
düzenlenme biçimine gönderme yapmak için” kullanılır. Willams ideolojiyle
ilgili ilk kullanım ve ikinci kullanımın birbiri içine girdiğini belirterek ideolojinin
yönetici sınıfın işçi sınıfı üzerinde tahakkümünü sağlayan ve sürdüren
yanılsama ve yanlış bilinci ikinci kullanım olarak ileri sürer.187 Üçüncü
kullanımın diğerlerine oranla daha kapsamlı olduğunu iddia eden Fiske, 188 bu
kategoriye göre ideolojinin “anlamın toplumsal üretimini betimlemek için
kullanılan bir terim” olduğunu, bunun da “Barthes’ın ‘ideolojinin retoriği’ olarak
yananlamlandırıcılardan yani yananlamın gösterenlerinden söz ederken
kullandığı” anlamda kullanıldığını belirtmektedir.
İdeoloji, toplumsal yaşamın doğasıyla yakından ilişkili olarak biçim
aldığı için, toplumda yaşanan değişimler ideolojinin kapsamının değişimini
186
Hall, 1994: 79.
187
Fiske, 2003: 212-213.
188
Fiske, 2003: 214.
88
beraberinde getirir. Bu anlamda post-modern dönemin ideolojileri, modern
dönemin ideolojilerinden farklıdır. Bu da post-modern dönemde ideolojilerin
şimdiye kadar geçerli olan ideoloji görüşleriyle anlaşılmasını zorlaştırır.
Burada sözkonusu olan, ideolojinin ortadan kalkıp yok olması değil köklü bir
değişim geçirmesidir. “İdeolojiler hala varlığını sürdürmekte, insanlar için hala
dünyayı anlamlandırma, kimlik verme, toplumsal ve siyasal rotayı belirleme
işlevlerini yerine getirmekte ancak bunu, kendisini çağdaş toplumların üretmiş
olduğu yeni ‘bilgi’ anlayışına, toplumsal, siyasal, iktisadi vb örgütlenme
biçimlerine uygun bir dil ile yapmakta”dır.189 Post-modern dönemin toplumsal,
siyasal ve ekonomik süreçlerine ve yapılarına koşut olarak bu dönemin
ideolojileri, modern dönemden farklı olarak daha fazla çeşitliliği ve melezliği
içlerinde barındırırlar. Modern dönemin gerekli gördüğü tutarlılık ve bütünlük
anlayışı post-modern dönemde daha az geçerli hale gelmektedir.
İdeolojinin son birkaç yüzyıllık serüvenine genel olarak bakıldığında
Örs’ün ifade ettiği gibi 18. Yüzyılda Antoine Destut de Tracy’nin,
“‘düşüncelerin bilimi’ olarak tanımladığı ideoloji kavramı, o günden bugüne
önemli bir değişime uğramış, altyapı-üstyapı metaforundan hegemonya’ya,
yapısalcıların ‘dil’ çözümlemelerinden post-yapısalcıların ‘söylem’ analizlerine
kadar uzanan uzun ve karmaşık bir serüven geçirmiş, halen de üzerinde
tartışılan bir kavram olarak sosyal bilimlerin önemli uğraş alanlarından biri
olmaya devam etmektedir”.190 Daha özel olarak ise, ideolojinin bu önemi
Ergun’un191 belirttiği gibi, sosyoloji ve ideolojinin birbiriyle karşılıklı bağımlılık
içinde bulunmasını beraberinde getirmiştir. Sosyoloji disiplini içinde ortaya
çıkan veriler bir yandan ideolojiyle bütünleşmekte diğer yandan ideoloji,
kuram ve yöntembilim açısından sosyoloğa ışık tutmaktadır.
189
Örs, 2009: 11.
190
Örs, 2009: 1-2.
191
Ergun, 1995: 36.
89
1.3.2. Marx ve Marxizm Açısından İdeoloji ve İktidar
Marx, ideoloji kuramı içindeki en önemli düşünürdür çünkü ideoloji,
toplumsal ve siyasal bilimlerde çözümleyici ve eleştirel bir kavram haline
Marx’la birlikte gelmiştir. “İdeoloji kavramına atfedilen eleştirelliğin temel
hatlarını oluşturması bakımından Marx’ın eserinin, bütün ideoloji kuramları
içindeki
özgün
yerinin
vurgulanması
gereklidir”.192
Marx’ın
görüşleri,
ideolojiyle ilgili düşüncenin klasik geleneğini oluşturur. Onun düşünceleri
temelinde, ideolojinin bir yanılsama ya da çarpıtma olup olmadığı, ekonomik
olarak belirlenip belirlenmediği konuları günümüze kadar tartışılmıştır. 193
Ondokuzuncu yüzyılın sonlarından günümüze kadar ideoloji konusunda
odaklanan Marxist bir gelenek olduğu halde Marxist düşünürlerin, diğer
konularda olduğu gibi ideoloji konusunda da birbirinden farklı anlayışlara
sahip oldukları görülmektedir.
Marx’ın ideolojiyle ilgili çözümlemelerinin anlaşılmasında Fransız ve
Alman geleneklerinin daha özel olarak maddeci bir görüşü benimseyen
ideologlar ve Alman Romantik/İdealist akım önemli bir yer tutar. John
Locke’un felsefesinden etkilenen on sekizinci yüzyıl Fransız materyalistleri,
dini dışarıda bırakarak hazzı amaçlayan bir felsefeyi benimsemişler ve bu
düşünceleri o dönemin yöneticileri tarafından desteklenmiştir. 1795’de
Fransa’da kurulan ve ideolojiyi düşünce bilimi olarak öneren ve gelişmesini
sağlayan filozofların oluşturduğu Ulusal Bilim ve Sanat Enstitüsü (Institut de
France) buna örnek gösterilebilir.194 Bu enstitü matematik ve fiziksel bilimler,
ahlaki ve siyasal bilimler ve edebiyat ve güzel sanatlar olarak üç ana dal
altında örgütlenmişti, ahlaki ve siyasal bilimler dalı ve bu dalda çalışmalar
yapan düşünürler Enstitü’nün çekirdeğini oluşturuyordu. Bu düşünürler
materyalist bir bakış açısına sahipti ve kendilerini ideologlar olarak
tanımlıyorlardı. Bu düşünürlerin öncülerinden olan Antoine Louis Cladue
192
Çelik, 2005: 22.
193
Barret, 2000: 12.
194
Çelik, 2005: 33.
90
Destutt de Tracy,195 geçmişten miras kalan, zihinlerde yerleşik olarak var
olan, modası geçmiş fikirlerden kurtulmak gerektiğini, düşünce biliminin en
büyük hedeflerinden birinin böyle alımlanmış, kültürel, dinsel ve toplumsal
kavramların eleştirisi ve bunların yerine özgürleştirici kavram ve düşüncelerin
konulması gerektiğini vurguluyordu. İdeoloji bundan dolayı “önyargının ve
metafiziğin, dinin ve sorgulanmayan bir otoriteye dayanan inancın, kısacası
bilimsel olmayan her tür düşüncenin karşısında katı bir bilim olarak
tasarlanmıştı”.196
Özne ile nesneyi birbirinden ayıran, nesnel dünyayı öznenin karşısına
yerleştiren ikici bir felsefeye sahip olan ideologların temel amaçları “özerk bir
varoluşa sahip olan zihin açısından nesnenin varlığı ve bunun bilgisi
sorununa yanıt” aramaktır. İdeologların temel felsefesi problemi olan “zihin ve
beden, düşünce ve yaşam, özne ve nesne arasındaki ikilik” aynı zamanda
genel olarak Batı metafiziğinin de temel problemi olmuştur. Bu açıdan
“Descartes, kendisinden önce ontolojik olarak tutarlı sayılan evreni
parçalayan ilk düşünürdür”.197 Alman romantiklerine göre ise gerçeklik,
öznenin ürettiği anlamların dışında var olamaz ve bu açıdan ideologların
savunduğu ikiciliği reddeden bir felsefeleri vardır. “Romantikler, bu dünyaya
ilişkin öznel anlamların kuruluşuyla ilgilenirler. Alman Romantizminin ortak
teması olan yaşayan düşünce (idea) kavramı, Hegel felsefesinin de merkezi
kavramlarından biridir… Hegel düşüncesinin Marx üzerinde büyük bir etkisi
oldu. Marx, Fransız Aydınlanmasının rasyonalist ve materyalist geleneğiyle
Alman Romantik/İdealist geleneğini birleştirmeye çalıştı ve ideoloji kavramını,
bu farklı geleneklerin eleştirisi temelinde geliştirerek siyasal söylemin anahtar
kavramlarından biri olarak önerdi. İdeoloji çalışmaları, daha çok Marx’ın
başlangıcını oluşturduğu bu çizgide, esas olarak kendilerini Marxçı geleneğe
bağlı sayan düşünür ve kuramcıların katkılarıyla gelişmiştir”. 198 Marx ve
195
Aktaran Çelik, 2005: 35.
196
Çelik, 2005: 39-40.
197
Çelik, 2005: 41.
198
Çelik, 2005: 43.
91
Engels,199Alman İdeolojisi’nde Alman felsefe geleneğiyle ilişkilerini şöyle
ifade ederler:
Alman felsefesi, gökten yere inerken burada bunun tam tersine yerden
göğe çıkılmaktadır. Yani, gerçek yaşamdaki insanlara ulaşmak için ne
insanların söyledikleri, hayal ettikleri, kavradıklarından ne de anlatılan,
düşünülen, hayal edilen, kavranan insanlardan yola çıkıyoruz; bunun
yerine gerçek yaşam-süreçlerinin ideolojik yansımaları ve yankılarının
gelişimini gösteren gerçek yaşam-süreçleri temelinde, gerçek, etkin
insanlardan yola çıkıyoruz. İnsanların beyinlerinde oluşan hayaller de
zorunlu olarak, onların ampirik olarak kanıtlanabilen ve maddi öncüllere
bağlı olan maddi yaşam-süreçlerini yüceltir. Bu nedenle, ahlak, din,
metafizik ve ideolojinin tüm geri kalanının yanısıra bunlara karşılık gelen
bilinç artık bağımsız bir biçimden uzaklaşır. Onların bir tarihi, bir gelişimi
yoktur ancak maddi üretimlerini ve maddi etkileşimlerini geliştiren
insanlar, bununla birlikte kendi fiili dünyalarını, ayrıca düşüncelerini ve
düşüncelerinin ürünlerini değiştirirler. Yaşamı belirleyen bilinç değildir,
bilinci belirleyen yaşamdır. Birinci tarzda bir yaklaşım açısından
başlangıç-noktası, yaşayan birey olarak kabul edilen bilinçtir; gerçek
yaşamla uyumlu olan ikinci tarz yaklaşım açısından başlangıç-noktası,
yaşayan gerçek bireylerin kendileridir ve bilinç, sadece onların bilinçleri
olarak kabul edilir.
Marx’ın gökten yere inmekle kastettiği temel görüş, ideolojiyi maddi
koşulların belirlediğidir. Bu anlamda din, Marx’ın düşüncesi içinde merkezi bir
konuma sahipti. Ona göre toplumu anlamanın temel gereklerinden biri, dinin
sır olmaktan çıkarılmasıydı. Onun felsefesinde bu o kadar merkeziydi ki, “din
eleştirisinin her eleştirinin ön koşulu” olduğunu savunuyordu. Marx, dinin,
çelişkili bir gerçekliği zihinde çözmeye yani gerçek dünyadaki çelişkileri bu
dünyanın ötesine geçerek uyumlu bir çözüme kavuşturmaya çalışır.200 Marx,
zihinsel çözümlerin yanıltıcı olduğunu vurgular. Marx’ın ideoloji anlayışı, onun
maddeci diyalektik yöntembiliminin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu açıdan,
fikirlerin maddi koşullar tarafından belirlendiği düşüncesi, Marx’ın tüm
sorunsalı açısından merkezi bir öneme sahiptir. Bu düşüncenin terkedilmesi,
Marx’ın eserlerinin içeriğini tümüyle boşaltır. Bu nedenle Marx, daha spesifik
olarak, bilinç ve kültürün çeşitli biçimlerini ekonomik ilişkiler temelinde
199
Marx ve Engels, 1998: 42-43.
200
Barret, 2000: 15.
92
açıklamamızı sağlayan yöntembilimin izlenmesi konusunda ısrar eder.
Marx’ın ifade ettiği “yeryüzünden göğe” seyahat bu çerçevede anlaşılmalıdır.
Ayrıca Hegelci geleneğin ‘gökten yeryüzüne’ inmesi, bilinç ve kültürü
açıklayabilir olmaktan uzaklaşması demektir. Bu bağlamda Marx’ın ünlü
“temel ve üstyapı” metaforunun Hegelci anlayıştan önemli ölçüde bir kopuşa
işaret ettiği söylenebilir. Marx ve Engels’in yazılarındaki “üstyapı” kavramı
çok geniş anlamda kullanıldığı halde üretim ilişkileri, toplumsal yaşamın
bütününü yansıtır ve toplumsal ilişkiler açısından ekonominin merkezi bir rolü
vardır.201
Marx, gençliğinde Genç Hegelciler olarak bilinen sol kesim düşünürler
ve eleştirmenlerden biriydi. Marx, bu grubun ön plana çıkan bir görüşü olarak
felsefe-pratik bağlantısı ve din eleştirisini benimsiyordu. Bu gruptakiler zaman
içinde Hegel’in felsefesi içinde geri planda kalmış olan din karşıtı görüşleri ön
plana çıkarmaya başladılar.“İçkin akıl ilkesini ve Tin’in doğasını insanlığın
özü sayan bu düşünürler, din eleştirisine Hegel felsefesinin rasyonel
öğelerine çağdaş toplumlarda geçerlik kazandırmanın temel koşulu gözüyle
bakıyorlardı. Marx’ın din eleştirisi konusundaki tutumu Genç Hegelcilerinkine
benzerdir”.
Marx’a
göre,
din
dünyası
içinde
insanlar
kendilerini
tanıyamıyorlardı ve bu durum “onu olması gerektiği gibi olabilmekten
alıkoyuyor” böylece onu kendisine yabancılaştırıyordu. Bu çerçevede Marx’a
göre din, “kendini yitirmiş ya da hiç bulmamış insanın özbilinci” demekti.
Onun görüşünde, “Din, insanı varoluşsal hiçliğe indirgeyen bir yabancılaşma
biçimidir… Dinsel olmayan eleştiri, dinin insanı değil, insanın dini yarattığını
kabul etmeliydi. Din, insan eylemliliğinin bir sonucuydu”.202
Marx, dinsel yabancılaşmanın kaynağını insanın toplumsal ve siyasal
yabancılaşması olarak görür ve yabancılaşmanın önüne geçmek için fikirsel
ve spekülatif çözümlerin çare olmadığını, yabancılaşmanın kaynağı olan
koşulların ortadan kaldırılması gerektiğini ileri sürer. Bu bağlamda Marx’ın
201
Barret, 2000: 53-55.
202
Çelik, 2005: 106- 108.
93
bakış açısından “dinin dünyevi gerçeklikle ilişkisi salt bir yansıma ya da
yeniden üretim temelinde düşünülemez. … Din aynı zamanda dünyevi
gerçeklik hakkında, bu gerçekliği haklı kılan bir kuramdır. Dinin basitçe
gerçekliğin imgesi ya da yansıması olmaktan çıktığı bir başka nokta, bireye
sağladığı sahte doyum duygusunda ortaya çıkar. Dünyevi alanda kendini
gerçekleştiremeyen birey, dinsel alanda kendini gerçekleştirebilmektedir”.203
Özetle,
Marx
dini
gerçekliğin
bir
yansıması,
haklılaştırılması
veya
meşrulaştırılması ve bireylere hissettirdiği sahte bir doyum duygusu olarak
tanımlar. Bu anlamda, Marx’ın dinle ilgili şu sözleri oldukça açıklayıcıdır: “Din,
baskıya uğramış olanların iç çekişidir, kalpsiz bir dünyanın kalbidir, ruhsuz
koşulların ruhudur. Din, halkın afyonudur”.204 Marx’a göre dinin yanlış
olmasının nedeni, yanlış bir dünyevi gerçekliği yansıtmasıdır. “Bu dünya,
insanın elinden doyumsuzluğunu fark edecek gücü de almaktadır. Din
yalnızca böyle bir dünyanın ürünü olmakla kalmaz, özünde yanlış olan bu
dünyanın var kalabilmesini de sağlar. Din bu dünyanın zorunlu bir
ürünüdür”.205 Marx’a göre din, kapitalist sistemdeki eşitsizliklerin dikkatlerden
uzak tutulmasında ve bu sistemin kendisini devam ettirmesinde önemli bir rol
oynamaktadır.
Marx ve Engels’in 1845-1846 arasında yazdıkları Alman İdeolojisi,
ideoloji kavramının temelini oluşturmakta ve Marxizmin kuramsal gelişim
tarihi içinde özel bir yer tutmaktadır.206 Marxist ideoloji kuramına katkıda
bulunan en önemli düşünürlerden biri olan Althusser, Marx’ın erken dönem
düşünceleri ve olgunluk dönemi düşüncelerini Alman İdeolojisi ile ayrıldığını,
epistemolojik kopuş varsayımıyla ifade eder. Ona göre bu epistemolojik
kopuş, Marx’ın düşüncesini iki temel döneme ayırır; 1845’teki kırılma öncesi
ideolojik dönem ve sonrasındaki bilimsel dönem. Althusser’in bu radikal
dönemleştirme
ayrımı
203
Çelik, 2005: 109-110.
204
Çelik, 2005: 110-111.
205
Çelik, 2005: 115.
206
Çelik, 2005: 87.
birçok
düşünür
tarafından
çeşitli
şekillerde
94
yorumlanmıştır.
Bazıları
Marx’ın
düşüncelerindeki
bu
farklılaşmayı
Althusser’in önerdiği gibi dramatik bir kırılma olarak görürken kimileri de bunu
bir düşünce evrimi olarak değerlendirmiştir. Jean Hyppolite ve Elie Kedourie
gibi yorumcular ise Marx’ın erken dönem eserlerinin geç dönem eserlerini
anlamanın bir yolu olduğunu bu nedenle bunun bir kopuş değil bir süreklilik
olarak ele alınması gerektiğini savunmuşlardır. Burada Çelik207 Marx’ın
düşüncelerini bir kopuş ya da süreklilik olarak ayırmak yerine bir bütün olarak
ele almanın Marx’ı anlamak açısından daha doğru bir yaklaşım olduğunu ileri
sürer.
Alman İdeolojisi’ne kadar Marx’ın metinlerinde ideoloji kavramına
rastlanmaz. Bu eser, Marx’ın ideoloji kavramına doğrudan başvurduğu ve
ideoloji kavramını tanımlama çabasına giriştiği tek eseridir. Marx’ın yazıları
bütün
olarak
ele
alındığında
onun,
ideoloji
kavramını
tek
başına
kullanmadığı, çoğunlukla önüne bir sıfat ekleyerek (Alman ideolojisi,
cumhuriyetçi ideoloji, siyasal ideoloji vb.) veya ideolojinin kendisini bir sıfat
olarak kullandığı (ideolojik karakter, ideolojik çarpıtma, ideolojik yöntem vb.)
dikkati çekmektedir. Yine onun yazılarında ideoloji sözünün kuramsal bir
belirsizlik ve farklı kullanımlarla birlikte zaman zaman çelişik bir yapıya da
sahip olduğu görülmektedir.208 Marx’ın kuramında ideoloji kavramının
birbirinden farklı ve birbiriyle çelişik kullanımları, onun görüşlerinde çok farklı
çıkarımların yapılmasına neden olmaktadır.
Burada Joe McCarney’in ortaya koyduğu gibi temel iddialardan biri
Marx’ın kullandığı ideoloji kavramının herhangi bir türden epistemolojik bir
kategori değil, kesinlikle betimleyici bir terim olduğudur. Buna göre, ilk olarak,
Marx, ideoloji terimini kendi başına kullanmaktan çok Alman ideolojisi ya da
burjuva ideolojisi şeklinde bir sıfatla birlikte kullanır. İkinci olarak sahte bilinç
ifadesi Marx’ın ifadesi değildir bu ifade ona atfedilmiştir. Üçüncü olarak,
“McCarney, Marx’ın yaklaşımının alternatif bir yorumunu, Marx’ı Marxist
207
Çelik, 2005: 58.
208
Çelik, 2005: 93-95.
95
gelenekte daha sonra geliştirilen, özellikle Lenin ve Lukács tarafından
geliştirilen savlarla daha yakından ilişkilendiren bir yorumu öne çıkarır”.209
Goldie ise ideoloji kuramının temelde Aydınlanmacı olan bir tasarım
olduğuna dikkat çeker ve bu nedenle terimin on sekizinci yüzyılda Fransız
devrimci fikir ortamında ilk kez ortaya çıkmasının anlamlı olduğunu düşünür.
Marx ve Engels’in birlikte kaleme aldıkları Alman İdeolojisi ise ideoloji
kavramının tarihinde bir dönüm noktası kabul edilmektedir. Bu eserde ideoloji
kelimesi olumsuz bir çağrışımla kullanılmış ve Fransız materyalistlerinin
temel amaçlarıyla uyumlu bir yaklaşım benimsenmiştir.210 Bu eserde Marx ve
Engels (1998: 34), ideolojiye yönelik olumsuz yaklaşımlarını, tüm ideolojinin
“ya tarihin çarpıtılmış bir kavranışı ya da onun tümüyle soyutlanması”
olduğunu ileri sürerek açıkça ortaya koyarlar. Bu bağlamda Çelik’in 211 ifade
ettiği gibi, Marx ve Engels’in temel amaçları, başat karakteristiği eşitsizlik ve
sömürü olan bir toplumun, yanlış bilinç temelinde çözümlenmesini kapsar.
Yanlış bilincin temel öğeleri, “‘çarpıtma’, ‘doğallaştırma’ ve ‘tersine çevirme’”
olarak kendini gösterir.
Marx’ın yöntembilimi, ideolojiyi ve yanlış bilinci, maddi yaşamdaki
çelişkiler temelinde anlaşılmasını amaçlar. Bu anlamda Marx, ideolojiyle ilgili
ayrıntılı bir çözümleme sunduğu Kapital’de meta fetişizmi anlayışını ortaya
koyar.212 Marx’ın bu eserdeki ideoloji çözümlemesinin en önemli yönlerinden
biri, “şeylerin özüyle insanların onları kavrayışları arasında”ki kopmaya213
açıklık getirmesidir. Kapitalizmde insanlar, şeyleri, oldukları gibi değil meta
sisteminin gerektirdiği gibi kavrarlar.
Marx’ın yaklaşımının bu yanlış bilinç karşısında siyasal bir tutuma
sahip olduğu açıktır. Alman İdeolojisi’nde baştan sona maddi yaşamın, din,
209
Barret, 2000: 16-17.
210
Çelik, 2005: 32.
211
Çelik, 2005: 166.
212
Çelik, 2005: 98-99.
213
Çelik, 2005: 178.
96
düşünce ve spekülasyondan önce geldiği görüşü işlenmektedir. Marx, maddi
yaşantıyla düşünceler arasındaki bağı açıklarken “bilinçle gerçeklik arasında
bir birlik yaratacak yeni bir bilinç kuramı”nı geliştirmeyi amaçlar. Bu nedenle
bilinç kavramı, Alman İdeolojisi’nde merkezi bir yer tutar.214 Bilinçle gerçeklik
arasında birliğin kurulması ve yanlış-olmayan bilinç, bilincin varoluş
koşullarının değişmesiyle yani meta sisteminin değişmesiyle mümkündür.
Marx’ın formülasyonlarında yanılsama olarak ideoloji, temel ve üstyapı
olarak ideoloji, meta fetişizmi olarak ideoloji gibi kavramların karmaşık olduğu
söylenebilir. Ancak onun yazılarında ideoloji teriminin nötr ya da eleştirel
anlamda
ele
alınmasıyla
ilgili
bir
belirsizlik
sorununun
olduğu
görülmektedir.215 Bu belirsizlikler ve sorunlar farklı ideoloji anlayışlarının
ortaya çıkmasında önemli bir rol oynamıştır. Bu anlamda Üşür,216 ideoloji
kavramına yönelik yaklaşımları üç kategoride incelemiştir: birincisi, “ideolojiyi
toplumsal gerçekliğin öznelerin bilincinde bir yanılsama ile oluşan bilgisi”,
yani yanlış bilinç olarak ele alan görüş; ikincisi, ideolojiyi, “toplumsal sistemin
çatışmalı yapısını bir arada tutan ve esas olarak toplumsal sistemin kendini
yeniden üretmesini sağlayan egemen ideoloji olarak” ele alan görüş;
üçüncüsü, “bütün toplumsal ilişkilerin ancak dil dolayımıyla gerçekleşen
pratikler” olduğunu ve bu nedenle “değer ve anlamların oluşumunu toplumsal
anlamların belirlenmesi” olarak söylem kavramı aracılığıyla ele alan görüş.
Yanlış bilincin ideolojiyle özdeşleştirilmesi, ideoloji kuramında ortaya
çıkan sorunların önemli bir kaynağı olduğu halde bu özdeşlik, bu alandaki
çalışmalar için vazgeçilmez bir referans haline gelmiştir. İdeolojiyi yanlış
bilinç olarak kabul eden anlayışın genel olarak iki kullanım biçimi vardır.
Yanlış bilinçle ideolojiyi özdeşleştiren birinci anlayış, ideolojinin siyasal
işlevini vurgulama yoluyla ideolojinin iktidarın meşruluğunu sağladığını ve
toplumun yeniden üretilmesinde işlevsel rolünün olduğunu ileri sürerek
214
Çelik, 2005: 161.
215
Barret, 2000: 173-174.
216
Üşür, 1997: 7.
97
ideolojinin siyasal açıdan önemine değinir. İkinci özdeşleştirme biçiminin,
temel olarak epistemolojik bir yönü vardır. Bu anlayış, bilgi ve bilgi olmayan
arasında bir ayrım yapar ve ideolojiyi bilginin önünde engel olarak görür. 217
Bilgi toplumun maddi gerçekliğinin anlaşılmasına çabaladığı halde ideoloji bu
gerçekliğin üzerinin örtülmesine ve bulanıklaşmasına hizmet eder.
Alman İdeolojisi’nde tarihin maddi koşullara bağlı olarak var olabileceği
vurgulanmış ve tarihsel materyalizm kavramı kullanılmamıştır. Marx ve
Engels, tarihi yapabilmek için insanın öncelikle hayatta kalabilmesi gerektiğini
bunun için de ilk eylemin hayatta kalabilmek için temel gereksinimlerini
karşılayabilecekleri araçları üretmek olduğunu, buna bağlı olarak da ilk üretici
eylemin yeni ihtiyaçları doğurduğunu belirtirler. Tarihsel gelişmenin üçüncü
ögesi ise üreme eylemidir. Bu eylemin sonucunda aile oluşur ve yazarlar
aileyi ihtiyaçların üretimiyle ilişkili sayarlar. Bu açıdan “aile, ekonomik amaçlı
ilk toplumsal örgütlenme” olarak karşımıza çıkar. Marx, toplumu, insanların
üretici etkinliklerinden oluşan ortak eylemlerinin bir toplamı olarak görür.
Kısaca toplum, üretici pratiğin yönlendirdiği insan ilişkilerinden oluşur. Bu
anlamda, tarih üretim süreci tarafından belirlenir. 218 Alman İdeolojisi’nde
ideoloji ile maddi gerçeklik ya da tarihsel yaşam süreçleri arasındaki bağlantı
şu şekilde ifade edilmektedir:219
Bilincin, kavrayışların, fikirlerin üretimi, öncelikle, insanların maddi
etkinliği ve maddi etkileşimiyle –yaşamın gerçek dili– iç içe geçmiş
olarak bulunur. Bu aşamada kavrayış, düşünce, insanların zihinsel
etkileşimi, onların maddi davranışlarının doğrudan bir akışı olarak
görünür. Aynısı, bir halkın siyaset, hukuk, ahlak, din, metafizik ve
benzeri dilinde ifadesini bulan zihinsel üretim için de geçerlidir. İnsanlar,
kavrayışlarının, fikirlerinin üreticileridir yani üretici güçlerinin ve bu
güçlere karşılık gelen etkileşimin en son biçimlerine kadar belirli bir
gelişimi tarafından koşullandırılan gerçek, etkin insanlardır. Bilinç [das
Bewusstsein], bilinçli varlıktan [dasbewusste Sein] başka bir şey olamaz
ve insanların varlığı, onların fiili yaşam-süreçleridir. Eğer tüm
ideolojilerde insanlar ile onların ilişkileri, camera obscura’daki gibi
217
Çelik, 2005: 162.
218
Çelik, 2005: 124-125.
219
Marx ve Engels, 1998: 42.
98
başaşağı görünüyorsa, bu durum, nesnelerin, retina üzerinde ters
dönmelerinin fiziksel yaşam-sürecinden kaynaklandığı kadar onların
tarihsel yaşam süreçlerinden kaynaklanır.
Çelik’in220
anlatımıyla
bu
metinde
yer
alan
camera
obscura
metaforunun kullanıldığı pasajın, yanlış bilinç ve ideoloji arasında özdeşlik
varsayıldığı sonucuna kaynaklık etmektedir. Ancak, ona göre, bu özdeşlik
birkaç nedenden dolayı sorunludur. İlk olarak Marx yanlış bilinç sözünü hiç
kullanmamıştır ve kavramı ideolojiyle ilişkili olarak ilk kullanan kişi Engels’tir
ve Marx sonrası bir kavram olarak ona atfedilmiştir. İkinci olarak ideoloji için
yanlış bilinç kavramlaştırmasının keskin, muğlak ve genel olduğu söylenebilir.
Son olarak ise ters yüz olan, baş aşağı duran şey, bilinç olduğu kadar
gerçekliğin kendisidir.
Alman İdeolojisi’nde “camera obscura, ters dönmüş gerçeklik gibi
metaforlar” ideolojinin yanlış bilinçle özdeş görülmesine yol açtığı halde
Marx’ın kendisi böyle bir özdeşlik kurmaz. “Yanlış bilinç olarak ideoloji tezi,
Marx’tan sonra Marx’ı yorumlayanlara aittir. Yine de Marx’ın ideolojiyi
gerçekliğin eksik veya hatalı tanındığı durumlara özgü saydığı doğrudur”. 221
Alman İdeolojisi, bu ters dönmüş imge metaforunun yanısıra “yansıma” ve
“yankı” gibi imgeleri sıklıkla kullanır. “Bu metafor ve imgeler, metnin mekanik
bir ideoloji anlayışı çerçevesinde yorumlanmasına yol açmıştır. Marx ve
Engels’in metin içinde, ahlak, din, metafizik gibi ideoloji biçimlerinin
kendilerine ait bir tarihinin olmadığını, bunların gelişiminin maddi koşulların
gelişimine bağlı olduğunu ifade etmeleri, bu mekanik anlayışın meşruluğunu
sağlayan kuramsal bir dayanak işlevi görmüştür”.222
Aynı şekilde Barret223 Marx’ın düşüncesinde gerçekliğin tersine
dönüşü veya çarpıtılması olarak camera obscura metaforunun, “arı
yanılsama (optik bir yanılsama gibi) olarak hakiki bir ideoloji anlayışına ve
220
Çelik, 2005: 175-176.
221
Çelik, 2005: 96-97.
222
Çelik, 2005: 127.
223
Barret, 2000: 23-24.
99
bununla bağlantılı, ideolojinin maddi gerçekliğin bir bakıma tersi ya da karşıtı
olduğu fikrine” yol açtığını, böyle bir anlamlandırmaya dayalı olarak ‘yanlış
bilinç’ düşüncesinin önem kazandığını ileri sürer. Bu bağlamda, ona göre,
Marx, hiçbir zaman “yanlış bilinç’ kavramını kullanmamış, bu kavram, onun
düşüncelerinin daha kolay anlaşılır hale getirilmesini sağlayan bir ifade
olmuştur. Önemli bir Marxolog olan David McLellan, kavramın Engels
kaynaklı olduğunu ve Marx’ın ölümünden sonra ona atfedildiğini iddia eder.
Martin Seiger ise ideolojiyle ilgili “Ortodoks Marxist öğreti”yi anlatımında
Marx’ın “yanlış bilinç” ifadesini bizzat kullanmamış olsa da onun bakış
açısıyla birebir örtüştüğünü vurgular. Marx’ın ideolojiyle ilgili en zayıf noktası
olarak “camera obscura” metaforunu, Marx ve Engels’in eserlerinde
tekrarlanan karışıklığın kaynağı olarak gösterir.
Marx, belirlenimcilik fikrini, altyapı- üstyapı metaforuyla ele almıştır.
Ancak onun bu konuda yazdıklarının taşıdığı belirsizlik nedeniyle fikirlerinin
ne olduğu konusunda tam bir görüş birliği yoktur.224 Bu anlamda Marx için
ideoloji, her şeyden önce ekonomik altyapının doğrudan bir sonucu olarak
“toplumsal
bütünlüğün
kavranışı
açısından
materyalist
bir
temelde
anlaşıldığında açıklayıcı olabilecek bir kavramdır. Bu anlamda Marx’ın,
bilincin yaşamı değil, yaşamın bilinci belirlediği tezi, ideoloji kavramının
anlaşılmasında dikkate alınması gereken ilk noktadır”. 225 Marx’ın kuramında
toplumsal bütünlük; ekonomi, ideoloji ve siyaset olmak üzere üç düzeyden
oluşur. “Bu üç düzey arasındaki ilişkiler söz konusu olduğunda Marx, kendi
felsefesinin yapısalcı okumalarına yol açacak biçimde, ekonomik düzeyin
diğer iki düzeyi belirlemesi nedeniyle öncelikli ve özerk olduğunu belirtir.
İdeolojik
düzey,
ekonomik
ilişkiler
temelinde
şekillenmekte
ve
belirlenmektedir”.226 Marx ve Engels227 ideolojik düzeyle ekonomik düzey
arasındaki ilişkiyi şöyle ifade ederler:
224
Çelik, 2005: 98.
225
Çelik, 2005: 100.
226
Çelik, 2005: 101.
100
Egemen sınıfın düşünceleri her dönemde egemen düşünceleridir: yani,
toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda onun
entelektüel gücüdür. Maddi üretim araçlarına sahip olan sınıf bunun bir
sonucu olarak zihinsel üretim araçlarını da kontrol eder, böylece zihinsel
üretim araçlarına sahip olmayanların fikirleri, bütün olarak o sınıfa
tabidir. Egemen fikirler, hâkim maddi ilişkilerin ideal ifadesinden, fikirler
olarak kavranan egemen maddi ilişkilerden dolayısıyla bir sınıfı egemen
sınıf yapan ilişkilerden ve bu nedenle onun egemenliğini sağlayan
fikirlerden başka bir şey değildir.
Barret,228 bu pasajda, Marx’ın ideoloji ve toplumsal sınıf ilişkisine dair
görüşünü çok basit bir şekilde ortaya koyduğunu belirtir. Marx, burada
öncelikle, egemen sınıfın düşüncelerinin egemen düşünce olduğunu ileri
sürer bunun böyle olmasının nedeni, egemen sınıfın ideolojik üretim
araçlarını kontrol etmesidir. Ayrıca Barret’e göre, Marx’ın hem erken
eserlerinin hem de geç eserlerinin merkezinde, bilgiyle açığa çıkarılabilecek
ve maskesi düşürülebilecek bir mistifikasyon olarak bilinç ve ideoloji görüşü
hâkimdir.
Marxist kuram, sınıf nosyonunun doğrudan doğruya tahakkümle
bağlantısını vurgular. Tahakküm açısından sınıfların birbirine yönelik
eylemleri bireylerin eylemlerine benzer. “Bu eylem izin verme, menetme,
zorlama, güdüp yönetme ve serbest bırakma biçimine bürünür. İdeoloji
sınıfların bu eylemlerini meşrulaştırması bağlamında tanımlanır. Tahakkümle
bağlantılandırılan ideoloji olumsuz bir işlevdir, yanılsamadır”. 229 İdeolojiyi
“sınıf çıkarlarına hizmet eden bir düşünce” olarak kabul eden Marxist
yaklaşımlarda ideoloji öncelikle gizemleştirme ya da yanılsama açısından
değil, kendine özgü “tarihsel toplumsal sınıfların nesnel varoluşu” açısından
vurgulanır.230 Bu görüşe ek olarak, kapitalist toplumda ideolojinin rolünü ve
işleyişini “gizemlileştirme veya
yanılsama” açısından kavrarken aynı
zamanda onu, bir sınıfın düşüncesi ve bilinci olarak görenler de
227
Marx ve Engels,1998: 67.
228
Barret, 2000: 18.
229
Sholle, 1994: 228.
230
Barret, 2000: 17.
101
bulunmaktadır. Ekonomik olarak egemen sınıflar, kendi düşüncelerinin
egemenliğini de sağlarlar. Maddi üretim araçlarının yanısıra ideolojik üretim
araçlarını da kontrol eden egemen sınıflar, güçsüz sınıfları kendilerine
ideolojik açıdan bağımlı kılarlar.231
Marx,
sınıf
çatışmasının
ve
ezilen
sınıfların
kendi
bilincini
geliştirmesinin doğal bir sonucu olarak mevcut kapitalist toplumun eninde
sonunda yeni bir topluma dönüşeceğini düşünüyordu. Kapitalist toplumun
sona ereceğine inanan Marxistler, günümüzde de gelişmiş kapitalist
toplumları açıklamak için ideoloji kavramına sıkça başvururlar. Sholle’un 232
ifadeleriyle, “Marx’ın kapitalizm hakkındaki açıklamaları büyük ölçüde sınıf
mücadelesi nosyonuna dayanıyordu (yani kapitalizmin çöküşü proletaryanın
yükselişiyle gündeme gelecekti). Bu niçin gerçekleşmedi? İdeoloji kavramı
proletaryanın sınıf bilincinin gelişmemesini ve yönetici düşünceler olarak
kalmasını
açıklamaya
dönüşmemesini
bazı
yarar.”
Kapitalist
düşünürler
toplumun
kapitalizmin
yeni
çelişki
bir
topluma
biçimlerinin
değişmesinde ararken bazıları da kapitalizmin kendisini yeniden üretme
sürecinde ideolojiyi kullanmasında görürler.
Bu başlık altında buraya kadar daha çok Marx’ın ideoloji kuramına
ilişkin görüşlerine değinmeye çalıştık. Ancak daha önce belirttiğimiz gibi
ideoloji konusu sadece Marx veya Marxizm açısından değil genel olarak
sosyal bilimler ve toplum kuramı açısından günümüze kadar önemini
sürdüren en önemli konulardan biri olagelmiştir. Burada uzun bir tarihi olan
ideolojiyle ilgili kuramsal tartışmaların tarihini ayrıntılı bir şekilde inceleme
imkânımız olmadığı halde ideolojiyi ele alan yaklaşımların çok genel bir
tasvirini yapabiliriz.
Genel olarak Marxist gelenekte başlıca iki ideoloji nosyonunun
varlığından söz edilebilir ve ideoloji üzerine birçok tartışmayı bu karşıt
anlayışlar içinde değerlendirilebilir. Bu anlayışlar, Marx’taki olumsuz ya da
231
Çelik, 2005: 97.
232
Sholle, 1994: 211.
102
eleştirel ideoloji teorisi ve Lukács ve Gramsci’de olduğu kadar Lenin’de de
görülen tarihsel toplumsal sınıflarla ilişkili genel dünya görüşlerinin olumlu ya
da betimleyici tanımı olarak kategorize edilebilir. 233 “Marx’ın ideoloji
tanımlarının hepsinde eleştirel bir çekirdek vardır. İster yanılsama ve
mistifikasyondan ve din eleştirisinden, ister meta fetişizmi teorisinden ve
kapitalizmdeki diğer şeyleşme biçimlerinden söz etsin, Marx’ın ideoloji
düşüncesini kullanışı, tartışmasız biçimde “eleştirel” bir kavrayışa dayanır.
Larrain’in terimleriyle, ideolojiyi düşüncenin bir tür çarpıtılması olarak
kavraması anlamında “olumsuz” bir kullanımdır. Marx’ın bir yanda bilgi ya da
bilim ile öte yanda ideoloji arasında bir ayrımı açıkça önermesi anlamında
“epistemolojik” bir kullanımdır da: İdeolojinin yetersiz bilgi statüsü hakkında
iddialarda bulunur”.234
Marxist kuram içinde ideolojiyle ilgili kuramsal tartışmaların önemli
ölçüde fikir ayrılıklarıyla şekillendiğini dikkate alındığında bu tartışmaların
birbiriyle benzeşen ve farklılaşan yönlerinin saptanmasının böylece ortaya
çıkan karmaşıklığın giderilmesinin gerekli hale getirdiği söylenebilir. Bu
anlamda David J. Sholle’ün235 geliştirdiği sınıflandırma oldukça açıklayıcı,
makul ve kullanışlı görünmektedir. Ona göre ideoloji kuramları dört ayrı
kategoride irdelenebilir: “klasik, kültürel, yapısalcı ve eleştirel kuram”. Dört
grupta ele alınan ideoloji kuramları, alana yönelik eğilimlerin temel bir haritası
olarak işlev görmektedir.
İdeolojiye klasik yaklaşımın iki temel belirleyici özelliği bulunduğu
söylenebilir. İlk olarak, ideoloji geçerli bilginin önündeki engellerden biridir;
ikinci olarak, ideoloji, toplumsal yaşam pratiğiyle iç içe geçmiş bir yapıya
sahiptir. Marxizmin gerçekçilik biçimini aldığı klasik yaklaşım, ilk görüşe daha
yakındır. Klasik yaklaşım açısından “tecrübe ve pratik faaliyet bilgi üretiminin
merkezinde yer alır ve bu gerçek koşullar ideoloji tarafından çarpıtılır ya da
233
Barret, 2000: 29.
234
Barret, 2000: 29.
235
Sholle, 1994: 215.
103
yadsınabilir. İdeoloji, yetersizlikleri toplumsal yaşamdan kaynaklanan hatalı
inançların üretilmesi ve yayılmasıdır. Böylece ideolojiler çeşitli grupların ya da
sınıfların çıkarlarını yansıtır”.236
Sholle,237 klasik ideoloji kuramını, eserlerinde bu türden bir görüşü
benimseyen düşünürlerin görüşleri açısından örneklendirmeye çalışır. Bu
açıdan, Mattelart ve Gitlin’in çalışmaları, perdeleme, tersine çevirme ve
egemen
sınıf
çıkarı temalarıyla
birlikte
bu tür bir ideoloji kuramı
doğrultusunda açıklamalar yaparlar. Mattelart, ideolojinin, gerçek koşulları
perdelemeye hizmet eden göstergeler ürettiğini ileri sürer; ona göre,“egemen
sınıf öyle yarı-sihirli bir yeteneğe sahiptir ki, bunun sayesinde göstergeleri
tersine çevirebilir, imgeleri öteki sınıfların bunları gerçekliğin kendisi olarak
kabul etmelerini sağlayacak şekilde bozabilir”. Benzer bir şekilde Gitlin,
“egemen kurumları yönetenlerin sahip oldukları gücü büyük ölçüde belli bir
durum hakkında kendi benimsedikleri tanımı yönettikleri gruba doğrudan ya
da dolaylı dayatarak koruduğunu” ifade eder. Bunun anlamı, egemen sınıfın
kendi düşüncelerini topluma dayatmasıdır. Smythe ve Schiller ise ideoloji
üretimini kasıtlı (intentional) bir süreç olarak değerlendirirler.
Marxist gelenekte ideoloji kuramının ikinci biçimi kültürel Marxist
yaklaşımdır. Raymond Williams, ideoloji kavramını terimi sorgulayarak
açıklar. O, ideoloji üzerine geliştirilen başlıca konumları üç kategoriye
yerleştirir: (1) “İdeoloji tikel bir sınıf ya da grubun karakteristik inanç
sistemidir”; (2) “gerçek ya da bilimsel bilgiye karşıt olarak yanılsama yaratan
inançlar… yanlış düşünceler ya da yanlış bilinçtir”; (3) “Anlamların ve
düşüncelerin genel üretim sürecidir.” Williams, ilk görüşü ve ikincisini
reddeder. İdeolojinin hem ürünleri hem de anlamlandırma süreçlerini
betimleyen genel bir süreç olarak kullanıldığı üçüncü görüşü benimser.
“Ancak ‘soyutlama’ ve ‘yanılsama’ ya da ‘düşünceler’ ve ‘teoriler’ hatta anlam
ve değer ‘sistemleri’ anlamında kullanılan ‘ideoloji’ ve ‘ideolojik’ terimlerinin
236
Sholle, 1994: 216.
237
Sholle, 1994: 216-217.
104
böylesine geniş kapsamlı ve radikal bir tanım için yeterince kesin ve
uygulamaya elverişli olup olmadığı yanıt bekleyen bir sorudur.” Williams,
ideoloji kuramını daha kapsayıcı ‘duygu yapısı’ ve ‘hegemonya’ terimleri
içinde ele alarak yansıtma kuramının ve bilim/ideoloji çiftinin tuzaklarına
takılmamaya çalışır. Eagleton ise “Williams’ın ‘duygu yapısı’ teriminin
gerçekte ideoloji teriminin üçüncü tanımına, yani ‘anlam ve düşünce
üretiminin genel süreci’ne göndermede bulunduğunu” belirtir. “Williams
kültürel metinleri toplumsal gerçeklikle, her ikisinin de duygu yapılarından
kaynaklandığını göz önünde bulundurmak kaydıyla” ilişkilendirmeye çalışır.
“Anlamlandırma pratikleri ve maddi pratikler arasındaki benzeşimleri
göstermek isterken, aynı zamanda insan pratiğinin özerkliğini de korumayı
arzu eder. Bu durum iki çelişkili pratik içine girmesine neden olur. Bir yandan
metinleri, bu metinlerde yer etmiş başat duygu yapısını betimleyerek analiz
ederken, öte yandan metinlerin aktif bireylerin birleşik çıkarlarından
kaynaklandığını düşünür”238.
Yapısalcı Marxist yaklaşım, üçüncü tür ideoloji kuramını nitelendirir.
Kültürel Marxizm, ideolojinin deneyimle ilişkisini vurgular ve etkin insan failler
üzerinde odaklanır. Yapısalcı Marxizm ise bu odaklanmayı tersine çevirir ve
deneyim ve etkin fail konularında kültürel yaklaşımla uyuşmaz. Yapısalcı
Marxizm, metinselliğin önemine değinir ve onun deneyimi belirleyen temel bir
pratik olduğunu ileri sürer ve deneyimin, kültür ve toplum arasında bir vasıta
değil kültürel pratiklerin ürünü olduğunu kabul eder. Üstelik Althusser gibi
yapısalcı Marxistler, “özneler (failler) metinleri değil, metinler özneleri
oluşturur” şeklindeki görüşü benimserler. Bireyler toplumsal sistem içinde
yerleştirildikleri konumlarda kendileri için uygun görülen bilgiye sahip olurlar.
Althusser’in ideoloji konusundaki görüşlerinin, yapısalcı ilkelere bağlı kalması
ve iki farklı görüş ileri sürmesi nedeniyle karmaşık olduğu kabul edilmektedir.
O, 1969’da ideolojiyi bilimin karşısına yerleştirmiş ve fikirlerden oluşan bir
bütün olarak kabul etmiştir; 1971’de ise ideolojiyi, toplumsal bir seslenme
veya çağırma süreci olarak ele almıştır. Poluntzas’ın vurguladığı gibi, ideoloji
238
Sholle, 1994: 219-220.
105
sadece, fikirler ya da temsiller sistemi değildir, aynı zamanda toplumsal
yaşamda kendini gösteren maddi pratikleri kapsar. Althusser’in ideoloji
kuramı açısından ideolojinin kapsadığı bu maddi pratikler, kapitalizmin
egemenliğini sürdürmesiyle ilişkilidir. Bu bağlamda Althusser’in ideoloji ve
bilim arasındaki ayrımı kendini gösterir; ideoloji kapitalizme, bilim ise
komünizme karşılık gelir.239
Marxist gelenek içinde ikinci kuşak Avrupalı düşünürlerden Althusser
ve
Gramsci
sadece
ekonomik
altyapıdan
hareketle
ileri
sürülen
çözümlemelerin, üst yapıyı tümüyle açıklayamadığını ve üstyapının görece
özerk olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu çerçevede Dağtaş’ın 240 belirttiği gibi her
iki düşünür de kapitalist toplumlarda toplumsal iktidarın baskıcı olmayan
araçlarla sürdürüldüğüne ve bu bağlamda ideolojinin önemli bir rol
oynadığına dikkat çekerler.
Sholle’e241 göre, Stuart Hall, yapısalcı ve kültürel yaklaşımların makul
boyutlarını kurtarmaya çalışır. Hall, ideolojiyi, anlamlar üzerinde bir mücadele
olarak ele alır ve bunu yaparken Gramsci’nin “üzerinde insanların hareket
ettikleri, kendi konumlarının bilincine vardıkları, mücadele ettikleri bir alan
olarak gördüğü ideoloji” düşüncesinden hareket eder. O, ideolojinin
kökenlerini değil somut etkilerini bulmaya koyulur. Bu açıdan özneler tümüyle
ideolojinin egemenliği altında değildir. Böylece Hall, ideolojiyi, üretim tarzının
saf bir yansıması olarak ele almaz. Ona göre günümüzde cinsiyete ve ırka
dayalı pratikler de ekonomik pratikler kadar önemlidir.
Dördüncü tür ideoloji kuramı Eleştirel kuramdır. Eleştirel kuramdaki
başat çizgi, yanlış bilinç anlayışını savunmaya devam eder. Frankfurt Okulu
teorisyenlerinden Adorno’ya göre ideoloji, gerçek koşulların gizlenmesidir. O,
ideolojinin, kurulu düzenin rasyonel ve bilimsel temelli bir anlatımı olduğunu
ancak hakikatin ideolojinin anlattıklarından daha fazlasını içerdiğini ileri sürer.
239
Sholle, 1994: 220-221.
240
Dağtaş, 1999: 24.
241
Sholle, 1994: 222-223.
106
Bu çerçevede ideoloji kaçınılmaz olarak bir hükmetme aracıdır. Başlangıçta
Frankfurt Okulu ile bağlantıları olan ama zaman içinde bakış açısını kısmen
değiştiren Habermas ise “ideoloji terimini kullanmaktan çekinerek bunun
yerine ‘çarpık iletişim’ ve ‘bilgiye dayalı istemler’den” bahseder. Habermas,
toplumsal etkileşimin, “epistemolojik konumların inşası ve korunması”yla
bağlantısını kurma yoluyla eleştiriyi, maddi çıkarlara değil, iletişim biçimlerine
yöneltir. Ancak o da ideoloji kavramını bilimin karşıtı olarak kullanarak
ideolojiyi hakikatin karşıtı olarak kavramayı sürdürür.242
1.3.3. Lukács: Tarih ve Sınıf Bilinci
Macar bir Marxist olan Georg Lukács’ın ideolojiyle ilgili düşüncelerinin
köklerinin Hegel, Marx, Weber ve Lenin’den beslendiği söylenilebilir. Bu
düşünürlerden ödünç aldığı birtakım anlayışlar temelinde geliştirdiği ideoloji
anlayışının oldukça orijinal bir yaklaşım olduğu düşünülmektedir.
Tarih ve Sınıf Bilinci adlı eserinde Lukács’ın iki farklı ideoloji kuramı
bulunmaktadır. Bunlardan birincisi meta fetişizminden türeyen ideoloji
kuramı, diğeri de “bir sınıf öznenin dünya görüşü olarak tarihselci ideoloji
anlayışından” türeyen ideoloji kuramıdır.243 Lukács, insanlık tarihinin
doğallıktan
toplumsallaşmaya
doğru
evrilen
bir
süreç
olduğunu,
toplumsallaşma sürecinin aşamalarının her dönemde farklılaştığını, ilkel
dönemde hısım- akrabalık ilişkileri, geleneksel dönemde din ve hukukun,
kapitalist dönemde de ekonominin belirleyici olduğunu, kapitalizm sonrası
aşamada ise insanın kendine yabancı olmaktan kurtularak öz bilincine
dayanan yeni bir yaşam bilinci edineceğini ifade eder.
244
Onun bu ideoloji
kuramının temelinde bilinç ve varlığa ilişkin görüşleri bulunmaktadır. Bu
242
Sholle, 1994: 223-224.
243
Eagleton, 1996: 150.
244
Sunar, 1986: 202.
107
açıdan Eagleton’ın245 belirttiği gibi Lukács’a göre düşünce ve varoluş birbirine
tekabül etmez, birbirini yansıtmaz, birbirine koşutluk veya uygunluk
göstermez. Bu anlamda düşünce ve varoluş özdeş değildir. Onların
özdeşlikleri,
“bir
ve
aynı
tarihsel
ve
diyalektik
sürecin”
parçaları
olmalarındandır. “Lukács’a göre, devrimci proleterin bilme yetisi, bildiği
durumun bir parçasıdır ve söz konusu durumu bir darbede değiştirir. Bu
mantık uç bir noktaya çekildiğinde, bir şeyi hiçbir zaman tam olarak
bilemeyeceğimizi, çünkü bilme edimimizin o şeyi anında bir başka şey haline
dönüştüreceğini öne sürüyor gibi görünecektir… Öyle görünüyor ki, Lukács’ın
Hegel’e borçlu olduğu bu esas olarak etkin, pratik ve dinamik bilinç anlayışı…
yanlış bilinç fikrini her bakımdan gözden geçirmeye zorlayacak”. Sunar’ın 246
ifadeleriyle, Lukács, geliştirdiği toplum kuramında, nesnel yapıları değil
özneyi vurgulama vasıtasıyla tarihi öznel amaçların bir açılımı olarak görür.
İdeolojinin yanlış bilinç olarak ele alınmasına karşı bir tavır alan
Lukács, ideolojinin olumlu anlamı üzerinde durur. Ancak Marx’ın meta
fetişizmiyle ilgili çözümlemelerini de benimseyerek ideoloji teriminin eleştirel
bir anlamını da kabul eder.247 Lukács’ın düşüncesinde bilincin, yanlış bilinç
açısından değil tarihsel ve toplumsal gerçeklik açısından anlaşılması
gerekir.248 Larrain’in249 ifadesiyle; “Marx’ın Alman İdeolojisi’ndeki formülleri
ideolojiyi, ‘salt aldatıcı görüntü, salt rüya yani hiçlik’ olarak algılamaktadır. Bu
aynı zamanda Lukács’ın ideoloji kavrayışının da sorunu olacaktır… Nicos
Poulantzas, Lukács’ı sınıfsal özne ile ideoloji ilişkisini genetik kavramlarla
algıladığı ve ideolojileri ‘sınıfsal öznelerin arkasında taşınan plakalar gibi’
kavradığı için suçlamaktadır. Gareth Stedman Jones ise Lukács’ı sosyalist
ideolojiyi sınıf bilinci olarak tanımladığı, bilimi sınıf bilincine dönüştürdüğü ve
245
Eagleton, 1996: 139.
246
Sunar, 1986: 206.
247
Eagleton, 1996: 139.
248
Barret, 2000: 34.
249
Larrain, 1995: 91.
108
burjuvazinin ideolojik egemenliğini destekleyen kurumsal araçları ele
almadığı için eleştirmektedir.”
Marx, doğanın insan olmadan bir hiç ve yokluk olduğunu ileri
sürmüştür.
Lukács,
bu
düşünceye
katılır
ancak
ona
göre
etkinlik
materyalizme değil ideolojiye dayanır. O, iki tür etkinlikten bahseder; “1)
insanın doğal ihtiyaçlarını karşılamak ve refahını arttırmak için giriştiği
üretimsel (tekne-lojik) etkinlik, 2) toplumsal yaşam biçimini kurmak veya
değiştirmek için girişilen ideolojik etkinlik.” Lukács’a göre ideolojik eylem
üretimsel etkinliği kapsamına alır ve yönlendirir.250
Lukács’ın
ideoloji
düşüncelerinin
bir
kısmı
Lenin’le
benzerlik
göstermektedir. Lukács ve Lenin’in ideolojinin olumlu, nötr ya da betimleyici
kanadında yer aldığı birçoklarınca kabul edilmektedir. 251 Lenin proletaryayı
da içeren tüm sınıflara ideolojik bir konum atfetmiştir ve sınıf mücadelesini
vurgulamıştır. Bu açıdan Lenin’in bakışı çerçevesinde ideoloji sözcüğü
olumsuz çağrışımlarını yitirmiştir. Ona göre “düşünceler, ideolojik oldukları
için değil, yalnızca hizmet edecekleri sınıf çıkarları açısından geçerli ya da
geçersizdirler”.252 Başka bir deyişle Lenin, ideolojiyi tikel bir çağa ya da sınıfa
ait bir algılayış değil,” bu sınıfa uygun biçimde sistemleştirilmiş ve
ayrıntılandırılmış bir düşünce gövdesi olarak” yorumlamaktadır. Ona göre
ideoloji entelektüeller ve profesyonel ideologlar tarafından üretilen bir bilgidir
ve sınıflı toplumda sınıfsız bir ideolojinin olamayacağını iddia etmektedir.
Onun ideoloji görüşünün temelinde sınıf mücadelesi bulunmaktadır.253
Lukács’ın çalışmalarında Lenin’in ideoloji görüşleri daha ince bir biçim
almış, burjuva ve proleter ideolojilerle ilgili çözümlemeleri açısından
Lenin’den farklılaşmıştır. Lukács, Marx’ın meta fetişizmi kavramı ve Weber’in
rasyonelleşme teorisi arasında ilişki kurarak “şeyleşme sürecini ekonomiden
250
Sunar, 1986: 197-198.
251
Barret, 2000: 32.
252
McLellan, 1999: 41.
253
Barret, 2000: 33.
109
kalkarak, devlete ve modern bürokrasiye dek izler”.254 Lukács şeyleşme
fenomenini vurgular. Şeyleşme, Marx’ın meta fetişizminden türeyen ama
Lukács tarafından çok daha geniş bir anlamın yüklendiği bir kavramdır.
“Marx’ın iktisadi analizlerini Max Weber’in rasyonalizasyon kuramı ile
birleştiren Lukács, Tarih ve Sınıf Bilinci’nde, meta biçiminin kapitalist
toplumlarda, toplumsal yaşamın her tarafına nüfuz ettiğini ve insan
yaşantısının insanlıktan uzaklaştırılması, nicelikselleştirilmesi ve kapsamlı
makinalaştırılması şekline büründüğünü öne sürer”.255
1923’de yayınlanan Tarih ve Sınıf Bilinci, ideolojiyi sınıf bilinci olarak
görmenin zayıflığını açığa vurmaktadır. İdeolojiye yönelik betimleyici bir
yaklaşım içeren bu metinde en çok dikkati çeken unsur tarihsizmdir.
Lukács’ın iddialarının temelinde tarihsel maddecilikle ilgili olanlar da dâhil,
bilginin aynen sınıf bilinci gibi tarihin bir ürünü olduğu inancı bulunur. Böylece
ideoloji teriminin kapsamı geniş tutulur. Bu da ideoloji ile birlim arasında
temel bir ayrım yapılmasının reddi demektir. Her ikisi de belirli bir dönemdeki
bütünlüğün ürünüdür. Burada nesnel bilginin temelini bilimin değil de tarihin
oluşturduğu düşünüldüğü için bu tür bir yaklaşım tarihsizm olarak
adlandırılır.256
Lukács’a göre tarihsel materyalizm, klasik iktisat gibi tarihsel bir toplum
biçimi olan kapitalizmde geçerlidir. Marxsizmin ekonomiye öncelik tanıyor
olması kapitalizmle sınırlıdır ve kapitalist sistemin olmadığı yapılarda farklı
kategori ve doğruluk sistemleri olacaktır. Yani tarihi materyalizm, kapitalizmin
kendisini tanımasıdır ve kapitalist toplum ancak bu yolla tarihselliğinin
bilincine ulaşabilir.257 Kapitalist toplumda ekonomi belirleyici ve egemen bir
mekanizma rolünü üstlenir. Kapitalizm öncesi toplumlarda ekonomik yapı da
diğer yapılar gibidir ve onlardan bağımsız değil, bir bütünlük içindedir. Ancak
254
McLellan, 1999: 42-43.
255
Eagleton, 1996: 143.
256
Barret, 2000: 35.
257
Sunar, 1986: 194.
110
kapitalist toplumda “ekonomi farklılaşmış ve bağımsızlık kazanmış olmasına
rağmen, ekonominin egemenliği doğal bir temele değil, belirli normatif
(ideolojik) bir sisteme dayanır”. 258 Lukács’ın amacı, doğal ekonomik yasaların
arkasında gizlenen toplumsal ilişkileri ve insanı ortaya çıkarmaktır. Ona göre,
tarih boyunca insan, kendi yarattığı toplumsal düzene yabancı olarak
yaşamını sürdürmüştür. Buna karşın kendisini gerçekleştirme süreci olan
tarih içinde insan giderek kendi öz bilincine daha fazla yaklaşmaktadır.
“Kapitalizm içinde öznelliğin farkına varan insan için artık ‘yanlış bilinç’
dönemi kapanmakta, yabancılaşmanın ötesinde onu gerçek (authentic) bir
yaşam biçimi beklemektedir”.259 Kapitalizmin öznesi kendi etkinliklerinin
nesnesi durumundadır. Çünkü metaların üretildiği bir sistem olan kapitalizm
şeyleşmeye neden olmaktadır.
Lukács için şeyleşme kavramı, ekonomik sömürü gibi kavramların
yerini alabilecek potansiyele sahiptir.260 “Şeyleşme toplumsal yaşantımızı,
üzerimizde yarattığı etkiyle bizlere toplumun kolektif bir süreç olduğunu
unutturacak ve onu, bunun yerine tecrit edilmiş şu ya da bu nesne veya
kurum olarak görür olmamıza yol açacak şekilde parçalar ve bozar. Lukács’ın
çağdaşı Karl Korsch’un öne sürdüğü gibi, ideoloji öz itibariyle bir tür
kapsamlama [synecdoche], yani parçayı bütünün yerine koymamızı sağlayan
bir mecazdır. En yüksek siyasi gelişimi içinde proleter bilince özgü olan şey,
onun toplumsal düzeni ‘bütünleştirme’ kapasitesidir”.261 Proletarya da
kapitalizmde şeyleşme sürecinin bir parçasıdır ancak bu süreçte bütünlük
içinde değerlendirmeler yapabilmekte ve değişimi gerçekleştirebilecek bilince
sahip durumdadır.
Lukács’ın proletaryaya biçtiği bu üstün rol nedeniyle “artık, ideolojiyi
yanlış veya kısmi bilinç, bilimi ise mutlak, tarihten bağımsız bilgi biçimi
258
Sunar, 1986: 195-196.
259
Sunar, 1986: 205-206.
260
Eagleton, 1996: 146.
261
Eagleton, 1996: 140.
111
sayarak birbirinin karşısına koyan kısır antitezin kapanına kısılıp kalmamıza
gerek kalmayacaktır. Çünkü her sınıf bilinci yanlış bilinç değildir ve bilim,
‘doğru’ sınıf bilincinin bir ifadesinden veya kodlanmasından ibarettir”. Ancak
Lukács’ın doğru sınıf bilinci görüşüyle ilgili olarak Eagleton262 “eğer işçi sınıfı
bu bilincin
potansiyel taşıyıcısı ise
bu yargı hangi bakış açısına
dayanmaktadır?” sorusunu sorarak bu görüşte mantıksal bir sorun olduğunu
ifade etmektedir.
Barret’in263 ifadesiyle “Lukács özellikle erken eserlerinde tarihsizm
suçlamasının en kırılgan hedefidir… Lenin, Karl Korsch ve zaman zaman
Gramsci, yönelimleriyle “tarihsist” görülmüştür. Ne var ki, bunlardan hiçbiri
Lukács’ın yaptığı gibi mekanik bir sınıf bilinci kavrayışıyla hareket etmez,
hiçbirinin Stedman-Jones’un Lukács’ta saptadığı bilim-karşıtı bir çizgisi yoktur
ve hepsi ideolojik mücadeleye önem verir”. 264 Lukács’a yöneltilen bir başka
eleştiri ise Eagleton’ın265 ifade ettiği gibi doğrudan, onun proletarya ideolojisi
ve toplumsal oluşumun içinde belirlenen saf sınıf öznesi hakkındaki görüşünü
hedef alır ve “onun, bir dizi tedrici hamleyle, Marxist kuramı proletarya
ideolojisine, ideolojiyi “saf” sınıf öznenin ifadesine ve bu sınıf özneyi de
toplumsal oluşumun özüne indirgemiş olduğunu” ileri sürer. Ancak bu eleştiri
bütünüyle doğru değildir. Çünkü Lukács’ın işçi sınıfının bilincinin yöneticilerin
bilinciyle kirleneceği gerçeğini göremeyecek bir düşünür olduğunu söylemek
gerçek
dışı olacaktır. Ayrıca
proletaryanın
neredeyse
meta
olduğu
söyleniyorsa onun bir özne olacağını ve devrimi gerçekleştireceğini
söylemenin de oldukça zor olduğu düşünülmektedir.
262
Eagleton, 1996: 141-142.
263
Barret, 2000: 36.
264
Barret, 2000: 36.
265
Eagleton, 1996: 149-150.
112
1.3.4. Gramsci: Hegemonya ve Aydınlar
Antonio Gramsci’nin ideoloji kuramıyla birlikte Marxist ideoloji
tartışması en yüksek düzeyine ulaşmıştır.
Lenin ve Lukács’ın geliştirdiği
olumlu, nötr ideoloji anlayışını devralan Gramsci, ideoloji kavramının ve
tarihinin ayrıntılarını ve etkilerini tartışmaya önemli bir yer vermiştir.266
“Gramsci, Lenin ve Lukács’dan farklı olarak, ideolojiyle, yalnızca sistemli bir
siyasal ideoloji olarak en yüksek ussal biçimine ulaştığı şekliyle değil, dinde,
“sağduyuda” hatta folklorda temsil edildiği şekillerinde de ilgilenmiştir”.267
Dolayısıyla Gramsci’nin kuramı kültürel pratikler düzeyinde fikirlerin,
anlayışların ve kavrayışların oluşumunu ve bu süreçte iktidar ilişkilerinin
oynadığı rolü anlamamıza ışık tutar.
Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde ideoloji kavramına büyük
ölçüde yanılsama ve çarpıtma anlamını vermelerinin eleştirel ideoloji
anlayışının temellerini oluşturmasından söz etmiştik. Barret’in268 belirttiği gibi,
Gramsci’nin çalışması, ideolojiye olumlu bakış açısı getiren önemli bir
adımdır. Gramsci ideolojiyi yanılsama olarak ele alan görüşleri benimsemez.
Ayrıca onun ideoloji anlayışı, ideolojiyi, tarihsel ve toplumsal bütünlüğün bir
sonucu olarak gören tarihselci kavrayıştan kaynaklanan sorunları da taşımaz.
Ancak Gramsci’nin Marx’ın eleştirel ideoloji anlayışını benimsemeyişinin,
onun Alman İdeolojisi’ndeki ideolojinin eleştirel anlamda kullanılışından
habersiz olmasıyla ilişkisi kurulmaktadır. Aynı şeyin Lukács için de geçerli
olduğu söylenmektedir. “Bu nedenle “olumlu” ideoloji kavrayışı, “olumsuz”
modelin en güçlü ifadesine tepki olarak değil, ondan habersiz gelişir”.
Devletle sivil toplum arasındaki ilişki Gramsci’nin ideoloji kuramının
merkezinde yer alır. “Gramsci’nin kuramsal modelinin temeli, sivil toplum ve
devlet arasında kurduğu ilişkiyi tarihsel blok kavramı aracılığıyla hegemonya
266
McLellan, 1999: 45.
267
McLellan, 1999: 49.
268
Barret, 2000: 37.
113
kavramına bağlamasına dayanır… [M]odelin temel tezi, devlet ile sivil toplum
alanının esas olarak iki farklı tür iktidar ilişkisine karşılık gelen özelliğidir.
Devletin zora ve siyasal egemenliğe, yani diktatörlüğe dayalı iktidar alanına
karşılık sivil toplum onaya dayalı hegemonya alanıdır”.269 Ancak Gramsci
hegemonya kavramını genel olarak, yönetenlerin kendi hâkimiyetlerini
sürdürebilmek için hükmettikleri insanların rızasını ve onayını almak
anlamında kullanmış, zaman zaman ise sözcüğü hem rıza hem baskı
anlamlarını kapsayacak biçimde kullanmıştır. Hegemonya kavramının
ideolojiden
rıza
kavramını
karşılaması
açısından
belirgin
biçimde
farklılaştığını dile getiren Eagleton270 bunu ideolojinin zorla dayatılabilen bir
nitelik taşıdığını vurgulayarak rızanın ise zora dayanmadığını ifade ederek
açıklamıştır. Aynı zamanda hegemonyanın ideolojiyi kapsayan ama ona
indirgenemeyecek bir yapıda olduğunu belirten yazar, kavramın ekonomik
olmaktan çok siyasi bir biçimde kullanıldığını da belirtir. Eagleton271 doğası
gereği pratik, dinamik ve ilişkisel bir kavrayış olan hegemonyanın, ideoloji
kavrayışını genişlettiği, zenginleştirdiği ve soyut olan ideoloji terimine maddi
bir yapı ve siyasi bir keskinlik kazandırdığını dile getirir.
Gramsci, kapitalist toplumda iktidar biçiminin zora dayalı olmaktan
giderek çıktığını ve giderek daha da esnek bir hal aldığına dikkati çeker. Bu
tür bir iktidar ideolojinin oynadığı rol nedeniyle mümkündür. Bu iktidarın en
temel özellikleri Gramsci’ye göre hegemonya kavramında belirginleşir.272
Kapitalist toplumdaki siyasal iktidar kapitalizm öncesi toplumlara kıyasla
ekonomik ve toplumsal yaşamdan bağımsız bir konumda bulunur. Kapitalist
toplumda insanları işbaşında tutan şey, hayatta kalma gereksinimi olduğu için
siyasal devletin ekonomi üzerinde doğrudan bir etkisi olmaz, doğası gereği
olmasına gerek de olmaz. “Burjuva devletin son derece tarafsız olduğu,
269
Üşür, 1997: 28-29.
270
Eagleton, 1996: 162.
271
Eagleton, 1996: 166-167.
272
Üşür, 1997: 28.
114
çatışan toplumsal güçlerin üstünde yer aldığı inancının gerçek maddi temeli
budur. Ve bu anlamda, burjuva devletinin doğasında hegemonya vardır”.273
Marxist gelenekte hegemonya kavramı Lenin’e dayandığı halde
Gramsci onu “Batı kapitalizmi ve Batı Avrupa devrim stratejisi çözümlemeleri”
açısından bir anlam vermiştir. “Hegemonya, ekonomi, politika ve ideolojiyi
keser ve birleştirir, hatta tümüne politika ile iktidar ve sınıflar ile sınıf
bölünümleri arasındaki diyalektik ilişkilere genel olarak odaklan otantik bir yer
atfeder”.274 Gramsci hegemonyayı, hâkim sınıfın uyguladığı kültürel liderlik
olarak tanımlarken onu “yasama veya yürütme güçlerinin uyguladığı veya
polis müdahalesi vasıtasıyla ifadesini bulan zorlama”nın 275 karşıtı olarak ele
alır. Eagleton’ın276 ifadesiyle, devletle ekonomi arasındaki tüm aracı
kurumları sivil toplum olarak ifade eden Gramsci, aileyi, özel televizyon
kanallarını, anaokullarını, İngiliz ordusunu, Metodist kilisesini, erkek izci
hareketini ve Sun gazetesini hegemonik aygıtlar olarak görür. Silahlı
kuvvetler, yargı organları ve benzeri baskı yapılanmalarını da meşru şiddeti
tekelinde bulunduran devletle ilişkilendirir.
Toplumun ekonomik, siyasi, kültürel ve ideolojik alanlarındaki baskınlık
ve liderlik olarak açıklayabileceğimiz hegemonya, temel olarak ekonomik
olan diğer toplumsal güçlerle ittifak halinde olan sınıfın tüm toplum üzerindeki
iktidarıdır. Ancak bu iktidar “ittifaklar kurmaya, rızalarını kazanmak için
tavizler vererek ya da ideolojik araçlar yoluyla, boyun eğen sınıflara kolayca
hükmetmekten çok [onları] kaynaştırmaya ilişkindir. Hegemonya, ekonomik,
politik ve ideolojik biçimler alan ittifakları ve hükmetme/ boyun eğme
ilişkilerini kuran, sürdüren ya da parçalayan, sınıflar ve bloklar arasındaki en
büyük değişkenlik noktaları etrafındaki sabit mücadele odaklanımıdır” ve
273
Eagleton, 1996: 164.
274
Fairclough, 2003: 162.
275
Aktaran Ritzer, 2012: 141.
276
Eagleton, 1996: 164.
115
hegemonik mücadele sivil toplum kurumlarını da içeren çok geniş bir alanda
gerçekleşmektedir.277
Gramsci’nin, Marxist gelenekte ekonomik belirlenimciliğin ötesine
geçmeye çabaladığı görülmektedir. Bu açıdan o, “belirlenimci, kaderci ve
mekanizm taraftarı” Marxistlere eleştirel yaklaşmıştır. O, yapısal koşulların
insanları devrime yönlendirdiğini kabul etmemiştir. Kitleler, devrimci bir
ideolojiye ihtiyaç duydukları halde buna kendi başlarına ulaşamazlardı. Bu
nedenle fikirleri entelektüellerin oluşturduğu ve kitlelere ulaştırdığı seçkinci bir
yaklaşımı benimsedi. “Kitleler kendi başlarına öz-bilinçli hale gelemezlerdi;
onlar, toplumsal seçkinlerin yardımına ihtiyaç duyuyorlardı. Bununla birlikte,
kitleler bir kez bu fikirler tarafından etkilendiğinde, toplumsal devrime yol
açacak eylemi gerçekleştireceklerdi. Gramsci, Lukács gibi, ekonomi gibi
toplumsal yapılar üzerinde değil kolektif fikirler üzerinde odaklandı ve her ikisi
de geleneksel Marxçı kuram içinde hareket etti”.278 Barret’in279 belirttiği gibi
Gramsci, ideolojik mücadelenin siyasal açıdan tek başına etkin ve anlamlı
olduğunu düşünür ve bu nedenle klasik tarihselci varsayımlardan uzak bir
entelektüel çalışma teorisini üretir.
Klasik Marxist gelenekte günümüzdeki en popüler ideoloji teorisyeni
olan Gramsci ideolojiyi içinde entelektüellerin ve ideologların rol aldığı bir
mücadele sorunu olarak ele alır. Hegemonyayı bir rıza mücadelesi olarak ele
alması onu entelektüellerin rolü teorisine götürür. Gramsci, sınıf çatışmasının
sürdüğü genel alanda “entelektüeller”in önemli bir rol oynadığını ileri sürer:
Bireysel ideologların işleviyle sınırlı değil, daha geniş bir siyasal önemleri
vardır. “Çok daha önemlisi, Gramsci ‘geleneksel’ ve ‘organik’ entelektüelleri
ayırt edebileceğimizi göstermiştir- birincisi egemen blokun sesi, ikincisi
277
Fairclough, 2003: 162-163.
278
Ritzer, 2012: 141.
279
Barret, 2000: 39.
116
hegemonik hakimiyete karşı mücadelede ilerici sınıf güçleri adına konuşanlar
olmak üzere”.280
Geleneksel ve organik aydınlar arasında ayrım yapan Gramsci’ye göre
geleneksel aydınlar, kendilerini toplumsal sınıflardan özerk, toplumsal siyasal
değişimin üstünde ve ötesinde ve dolayısıyla dışında gören aydınlardır.
Gelenksel aydınlara örnek olarak yazarlar, sanatçılar, filozoflar ve de özellikle
din adamları gösterilebilir. Geleneksel aydın tarihsel bir kavramken organik
aydın kavramı sosyolojiktir. Aydının organik olması, parçası olduğu sınıfla
yakın ilişkisinin bulunması demektir. Organik aydın, parçası oldukları sınıfın
bilincinin veya ideolojisinin yaygınlaştırılması rolünü oynar. Gramsci’ye göre
organik ideolojiler, keyfi ideolojilerden farklıdır çünkü organik bir ideoloji,
belirli bir tarihsel yapı açısından zorunludur. Organik ideolojiler “insan
kitlelerini örgütler, insanların içinde hareket edeceği, konumlarının bilincini
kazanacağı, mücadele edeceği vb.” alanı hazırlar. Gramsci’nin ideolojinin bu
geniş anlamı için düşündüğü paradigma, “bir dünya anlayışıyla ona uygun
düşen hareket normu arasında bir inanç birliği” üreten dindir”.281
Marx toplumun
anlaşılmasında
altyapı
üzerinde
odaklanırken
Gramsci üstyapı çözümlemesini araştırmasının merkezine koyar. Bu açıdan
Gramsci üstyapılar kuramcısı olarak nitelendirilir. O, toplumsal biçimleri
tarihsel blok deyimiyle adlandırarak bunu “sosyo-ekonomik uğrak olan altyapı
ile
politik-ideolojik
üstyapıların
organik
bütünlüğü”
olarak
açıklar.
“Bütünleşmiş bir ‘tarihsel blok”, ancak egemen temel takımının (sınıfın), kendi
aydınları aracılığıyla hegemonik bir düzeni yerleştirmesiyle oluşur”.282
Gramsci, Lenin’den ve Lukács’dan aldığı hegemonya kavramı ile
ideolojinin bağlantısını kurar. Ondan önce Lukács, “burjuvazinin, üretim
ilişkilerini kendi egemenliğinin doğal görünecek biçimde örgütleyerek,
yönetimine gerçekten tüm toplumun rızasını nasıl kazandığını vurgulamıştı.
280
Barret, 2000: 38.
281
McLellan, 1999: 46-47.
282
Özbek, 2003: 140.
117
Gramsci bu görüşü alır ve kendi yaptığı vurguyla birleştirir… Hâkim sınıfın
dünya görüşü, bu sınıfın aydınları tarafından öyle etkili biçimde yayılırlar ki,
sonuçta toplumun tümünün ‘sağduyusu’ haline gelirler”. 283 Bu açıdan
Gramsci’nin iktidar anlayışı, iktidarın baskıcı olmayışını ve hâkimiyetin sınıf
çıkarlarının ötesine geçişini kapsar. Böylece “hegemonyanın sağlanmasında,
toplumsal, entelektüel ve ahlaki hayatın bütün eğilimlerinin üretici sistemin
gerekliliklerine aktif bir şekilde uyumlu kılınmasında üst yapıların, devlet ve
sivil birliklerin, siyaset ve ideolojinin oynadığı merkezi rolün kavranmasını
sağlar”.284 Burada hegemonyanın sürdürülmesinde ideoloji kilit bir rol oynar.
1.3.5. Althusser ve Devletin İdeolojik Aygıtları
Althusser, Marxist ideoloji kuramı geleneğinde, tarihselcilik, ekonomik
belirlenimcilik, özne ve yapı kavramları konusunda önemli katkıları olan bir
düşünürdür.
Althusser’in miras aldığı Marxist ideoloji teorisinin bazı zayıflıkları
vardı. Bunlardan birincisi; ideoloji, inanç sistemleri açısından, bilinçli süreçler
olarak ele alınıyordu. Buna karşın bilinç dışı süreçleri de bu kapsama almak
gerekliydi. Aynı şekilde okul ya da medya gibi kurumların ve pratiklerin
işleyişi içinde ideolojinin yeri de önemliydi. Bu açılardan Althusser’in Marxist
kuramın gelişiminde katkısı olmuştur. İkincisi, Marxizmde ideolojiye çarpıtma
ya da yanılsama olarak bakılmıştır. Buna karşın Althusser, ideolojiyi var oluş
koşulları ile ilişkilendirmiş ve tarihselliği olan bir ilişki olarak açıklamıştır.
Üçüncüsü, Marxizm ideolojiyi sınıfla ilişkilendirirken Althusser bu bakış
açısından bir kopuşu temsil eder.285
Althusser Marxist gelenek içinde ideoloji konusunda ortaya çıkan
temel sorunları ele almıştır. Onun ideolojiyle ilgili görüşleri, “bir yandan
283
McLellan, 1999: 48.
284
Dağtaş, 1999: 26.
285
Barret, 2000: 123-124.
118
Marx’la bir tartışma, bir Marx yorumu oluştururken, öte yandan Lukács ve
Gramsci ile bir hesaplaşma niteliğindedir. Althusser, Gramsci ile polemik
yapan, yer yer Gramsci’yi yargılamaya varan bir tartışma üslubu sürdürse de
birçok
felsefeci
tarafından
Gramsci’nin
ideoloji
anlayışını
yeniden
biçimlendirdiğinin altı çizilmektedir”.286 Daha özel olarak Althusser, ideoloji
kavramına
içerik
görüşlerinden
kazandırırken
yararlanmıştır.
Gramsci’nin
Bu
anlamda
hegemonya
Gramsci’nin
hakkındaki
hegemonya
kavramının, Marxizm içinde hem ideoloji nosyonunu genişlettiği hem de bir
derece soyut olan bu kavrama maddi bir somutlaşma ve siyasal kesinlik
kazandırdığı görülmektedir. Dağtaş’ın287 ifade ettiği gibi, “Gramsci ile birlikte,
‘düşünce sistemleri’ olarak ideolojiden, yaşanan, alışılmış toplumsal pratik
olarak ideolojiye ve dolayısıyla, resmi kurumların işleyişlerini olduğu kadar
toplumsal yaşamın bilinçdışı, dile gelmeyen boyutlarını da kapsaması
gerektiği farzedilebilecek bir ideoloji tanımına geçiş gerçekleşir.” Bilinç dışını
ve kurumsallığı ideolojinin ayrılmaz boyutları olarak gören Althusser, bu iki
görüşü de Gramsci’den miras almıştır.
Althusser, kapitalizmdeki iktidar ve ideoloji ilişkisini ortaya çıkarmayı
amaçlarken Gramsci’ye benzer bir şekilde açık bir zora dayanmayan yönetim
süreci üzerine odaklanmıştır. Althusser için ideoloji, toplumsal bütünlüğü
(formasyon) yeniden üreten temel bir işlev üstlenmekte, siyasal ve ekonomik
iktidar bunu ideolojik bir ikna yoluyla gerçekleştirmektedir.288
Geleneksel
Marxist
ideoloji
tartışması
açısından
yanlış
bilinç
kavramının merkezi bir önemi söz konusu olmuştur. Bu açıdan Althusser de
Gramsci gibi ideolojinin yanlış bilinç olarak anlaşılmasına karşıdır. “Bu
kısmen, onun esas olarak, ideolojinin olası yanlışlığından çok, yerine getirdiği
işleviyle ilgilenmesinden, daha da önemlisi, ideolojiyi insanların zihinlerinin bir
ürünü olarak değil, insanların ne düşüneceğini tanımlayan ve bizim
286
Özbek, 2003: 161.
287
Dağtaş, 1999: 30.
288
Üşür, 1997: 41.
119
toplumumuzda, kiliseler, okullar ve sendikalar gibi ‘devletin ideolojik aygıtları’
dediği kurumlarda cisimlenen yalancı bir maddi varlığa sahip olarak
görmesidir”.289 Yanlış bilinç olarak ideoloji görüşüne karşı Althusser’in
görüşleri, Eagleton’ın290 belirttiği gibi son derece etkili olmuştur:
Hiç şüphe yok ki Althusser, salt rasyonalist olan her ideoloji kuramına ––
yani ideolojinin sadece gerçekliğin çarpıtılmış tasarımları ve ampirik
olarak yanlış olan önermeler toplamından oluşmakta olduğu fikrine––
öldürücü bir darbe indirmiştir. Althusser’e göre, ideoloji, tam tersine,
temelde dünya ile aramızdaki bilinçdışı, duygulanımsal ilişkilere,
toplumsal gerçekliğe düşünce-öncesi bağlanma yollarımıza anıştırmada
bulunur. İdeoloji, bu gerçekliğin, görünüşten kendiliğinden bir deneyim
biçiminde bize nasıl “geldiği”yle ilgili bir meseledir; insanî öznelerin bu
gerçeklik içinde nasıl sürekli “sözkonusu oldukları”yla ilgili bir
meselesidir; kendileri olmanın hayatî önem taşıyan parçası olarak
toplumsal yaşamla aralarındaki ilişkilere yatırım yapmaları meselesidir.
Althusser, ideoloji ve bilim arasında bir kopmanın olduğunu ileri sürmesi
ve bu anlamda Lukács’dan farklı olarak bilimin doğru bilgiye tarihsel
koşulardan bağımsız olarak ulaştırabileceğini savunması açısından Marxist
gelenekteki tarihsist bakış açısını reddeder.
Althusser, ideolojiyi, ekonomik temelli altyapı/üstyapı çizgisinden
açıklamaya çalıştı ama ekonomik determinizmden de kaçınmaya çalıştı. O,
altyapı ve üstyapı sorununun yeniden üretim üzerinde odaklanarak
çözülebileceğini ileri sürdü. Bu çerçevede aynı zamanda Marxist geleneğe
kendisine özgü ideoloji görüşünü geliştirerek katkıda bulundu; üretim
ilişkisinin ve emek gücünün mevcut kurallara boyun eğerek yeniden
üretildiklerini vurguladı. Bunların devlet iktidarından çok ideoloji aracılığıyla
yeniden üretildikleri görüşünü savundu. “İdeoloji, üretim koşullarını yeniden
üreterek iş görür, bunu da bireyleri sorgulayarak ve onların sisteme tabi
özneler olduğunu varsayarak başarır. Sorgulama sürecinin doğasında yeni
oluşmuş özneler, varlık koşullarını bir tasarım biçiminde ifade edeceklerdir,
yani boyun eğişlerini özgürce seçtiklerini zannedeceklerdir. İşte bu nedenle
289
McLellan, 1999: 50.
290
Eagleton, 1996: 41-42.
120
ideoloji doğru bilgi üretemez. Bilim ise tersine bundan ‘daima tamamen
ayrıdır’ ve ‘ideolojiyi tüm şekilleriyle eleştirmeye’ muktedirdir”.291
Geleneksel Marxist anlayışa göre altyapı olarak ekonomi, üstyapı
olarak ideolojinin belirleyicisi olarak ele alınmıştır. Althusser, Marx İçin’de
özellikle Engels’in ekonominin son kertede belirleyici olmasıyla ilgili görüşüne
karşı çıkmıştır. Bu çerçevede onun yaptığı en önemli katkı, “egemen yapılar”
ve “göreli özerklik” kavramlarını geliştirmek ve eklemlenme kavramını
ayrıntılandırmak olmuştur. “Bu düşüncelerin, Fransa, İngiltere ve diğer birçok
Avrupa ülkesinde… Marxist teori, sosyoloji ve kültürel, edebi ve film
incelemeleri üzerinde muazzam bir etkisi olacaktı”.292 Marx, toplumsal yapıyı
kendine özgü bir şekilde eklemlenen “düzey” ya da “kerte”lerden oluştuğunu
düşünmüştür. “Altyapı ya da ekonomik temel (üretici güçler ile üretim
ilişkilerinin ‘birliği’) ile kendisi de iki ‘düzey’ ya da ‘kerte’: Hukuki, siyasal
(hukuk ve devlet) ve ideoloji (çeşitli ideolojiler; ahlaki, dini, hukuki ve siyasal
vb.) içeren üstyapı”.293 Althusser’in vurguladığı ise geleneksel Ortodoks
anlayışın tersine ekonomik temelin bir parçası olarak veya bir gölge fenomen
olarak değil “son kertede ekonomik pratikle belirlenmekle birlikte, kendi özerk
belirleyici etkisi olan, maddi bir pratiktir”.294 Üşür’ün295 ifadesiyle “Klasik
kuramlardaki toplumsal bütünlük sorunsalı altyapı ve üstyapı metaforu ile
tanımlanıp ilişkilendirilirken Althusser bu bütünlüğü ekonomik, politik ve
ideolojik düzeylerin birbiri karşısındaki görece özerkliği ve ideolojik düzeyin
bir bütün olarak toplumsal sistemi yeniden- üretme işlevi çerçevesinde
kuramlaştırır.”
Althusser’in Marxist ideoloji kuramına yaptığı en orijinal katkılardan
biri, ideoloji ile bilim arasında yaptığı ayrımdır. Onun bu ayrımına kadar
örneğin Lenin ve Lukács’ın ideoloji görüşünde bir bilim/ideoloji ayrımı
291
Larrain, 1995: 89.
292
Barret, 2000: 56-57.
293
Althusser, 1991: 25.
294
Belge, 1991: 9.
295
Üşür, 1997: 41.
121
bulunmamaktadır.296 Barret’in297 ifadeleriyle “İdeoloji ile bilgi ayrımının
temelinde yatan epistemolojik konular henüz çözülmüş olmaktan uzaktır ve
belirlenim
ve
toplumsal
bütünlük
konusu,
her
zamankinden
daha
tartışmalıdır… İdeoloji kavramı etrafındaki tartışmalar, en iyi, Marxizmin bu
çağdaki mirası değerlendirilerek anlaşılır. Daha önce sözedildiği gibi, bugün
çok daha geniş bir teorik ve kültürel referans çerçevesinde ele alınsa da,
ideoloji kavramı esas olarak Marxist bir kavramdır. Betimleyici bir değer ve
kültür anlatımına karşıt olarak güçlü bir ideoloji teorisinin, sadece Marxizm
içinde işlendiği de ileri sürülebilir. Post-yapısalcılığa ve post- modernizme
götürdüğü kesinlikte bizi “post-Marxizm”e de götüren toplumsal teorideki
gelişmeler,
Marxist
çerçevenin
kimi
temel
varsayımlarının
inandırıcı
eleştirilerini sunmaktadır.”
Bilimin ideolojiden epistemolojik bir kopma gerektirdiğini ileri süren
Althusser, Marx’ın eserinin, “yarı-Hegelci hümanist ve tarihsist” olarak
gördüğü gençlik dönemi ile kapitalist toplumun yapısı hakkında bilimsel
keşifleri yansıtan olgunluk dönemi arasında da bir uzaklaşmanın olduğunu
ileri sürer. “Althusser, pratikte, basitçe bir söylemin diğerinden üstünlüğünü
anlatmak için bilim/ideoloji ayrımını sık sık kullanır. Althusser, Hegelci Marx
ile bilimsel Marx arasındaki mesafenin, çoğunlukla “epistemolojik bir kopuş”
diye işaret edilen (Gaston Bachelard izlenerek) bir kopuş ya da kesintiden
söz etmemize olanak sağlayacak kadar büyük olduğu sonucuna vardı.
Althusser’in 1966’da yazdığı Marx İçin adlı eserinde ideoloji ve bilimle
ilgili görüşleri, sol entelektüelleri arasında büyük bir ilgi odağı haline geldi.
Ona göre ideoloji, “pratik toplumsal işlevin” “bilgi olarak işlev”den daha önemli
olması nedeniyle bilgiden ayrılmaktadır. Bu açıdan ideolojiyi insanlarla
onların dünyası arasında yaşanan ilişki olarak görmektedir. Bu ilişki hem
gerçek hem de imgeseldir; yani yalnızca bilinçli düzlemle sınırlı değildir.
“Genel bir temsiller sistemi olarak ideoloji, Althusser’e göre, toplumsal
296
Barret, 2000: 49.
297
Barret, 2000: 58.
122
bütünlüğün “organik” ya da “ayrılmaz” parçasıydı ve geleceğin komünist
toplumunda bile ideolojinin her zaman var olacağını savunuyordu”.298
Althusser’in Marxist ideoloji anlayışına katkısı iki temel kategoride ele
alınırsa bunlar; insanların özgür olmadığı, toplum tarafından belirlendiği ve
ideoloji ile bilimi kesin olarak birbirinden ayırması olarak ifade edilebilir. 299
Ancak ideolojiyle ilgili birçok yazar kesin bir ideoloji-bilim ayrımı yapmanın
güç olduğunu iddia eder. Althusser’in katı ideoloji bilim ayrımının tersine her
bilginin “zorunlu olarak toplumsal olduğu için, nesnel ya da bilimsel bilgiden
söz edilemeyeceği”ni savunanların sayısı da oldukça fazladır. 300 Buna ek
olarak Althusser’in “felsefenin her zaman bilimlerden sonra geldiği, bilimsel
gelişmelerin izleyicisi olarak felsefelerin oluştuğu saptaması” da oldukça fazla
tartışılmıştır.301 Bu tür eleştirilere karşın Althusser, Marxizmin “bilimsel”
statüsünün en önemli savunucusu ve “tarihsizm”in en önemli eleştiricilerinden
birini geliştirmiştir.302
Marxizme bilimsel bir nitelik kazandırmaya çalışan Althusser’e göre
ideoloji, insanların gerçek varoluş koşullarıyla ilişkilerini hayali bir biçimde
yaşadıkları temsilleri ve söylemleri sağlar. Ancak “ideolojinin bir parçası, en
az ideolojik olmadığı söylenen pratikler kadar ‘gerçek’ ya da ‘maddi’ydi,
çünkü bu pratiklerin sonuçlarını etkiliyordu. İdeoloji, yarattığı etkiler gerçek
olduğu için, ‘gerçek’ti. İdeoloji belirliydi çünkü yerine getirilmesi gereken öbür
koşullara bağımlıydı”.303 Eagleton’ın304 ifade ettiği gibi “Althusser’e göre,
dünyaya dair tasarım veya betimlemelerin ya doğru ya da yanlış
olduklarından söz edilebilir; fakat ona göre ideoloji, temele inildiğinde, hiç de
bu tür bir betimleme meselesi değildir ve dolayısıyla doğruluk ve yalınlık
298
Barret, 2000: 48.
299
McLellan, 1999: 49-50.
300
Barret, 2000: 50.
301
Özbek, 2003: 168.
302
Barret, 2000: 35.
303
Hall, 1994: 93.
304
Eagleton, 1996: 41.
123
ölçütleri de ideolojiyle büyük ölçüde alakasızdır. Althusser’e göre, ideoloji
gerçekten de temsil eder –ama temsil ettiği şey, benim, bir bütün olarak
toplumla olan ilişkilerimi ‘yaşama’ biçimimdir.”
Althusser’in Marx İçin adlı eseriyle daha sonraki Devletin İdeolojik
Aygıtları
adlı
çalışması
arasında
önemli
bir
tutarlılık
ve
süreklilik
bulunmaktadır. O, ideolojinin, “insanların onunla tarihsel dünyayla ilişkilerini
yaşadıkları bir temsiller sistemi” olduğunu ileri sürer. İdeolojinin kendine ait
bir mantığı vardır ve temsiller terimi “duruma bağlı olarak imgeleri, mitleri,
düşünce ve kavramları” tartışma olasılığına imkân verir. İdeoloji her toplumun
organik bir parçasıdır ve toplumların tarihsel yaşamının temelinde yer alır.
Böylece ideoloji insanın bilinçli inançlarıyla etkinlik kazanmaz bunun tersine
ideolojiler insana dayatılan yapılardır. İnsanların tarihle ilişkileri Lacancı
anlamda “gerçek” ve “imgesel” olarak birbirinden ayrılır. Althusser, ideoloji
tanımını bu ayrımdan hareketle geliştirir. Ona göre ideoloji, “karmaşık bir
ilişkiler arası ilişkidir. Zira ideolojide insanlar, sadece kendileri ile kendi
varoluş koşulları arasındaki ilişkiyi (“gerçek” bir ilişki) ifade etmez, bu ilişkiyi
yaşama biçimini de (“imgesel” bir ilişki) ifade ederler”.305 Althusser’e göre
ideoloji, “bir gerçekliği betimlemekten çok, bir istek, bir umut ya da bir
nostaljiyi” ifade eder.306
İmgesellik kavramı öznenin inşası ve yansıtma temalarıyla yakından
ilişkilidir.
Althusser
bu
konudaki
düşüncelerini
geliştirirken
Lacan’ın
adlandırmayla ilgili görüşlerine başvurur. Ancak Althusser, Lacan’ın teorilerini
aynen almayıp çok farklı bir biçimde kullanmıştır. Buna en iyi örnek ise
Lacan’ın “imgesel” terimidir. Lacan’a göre imgesel, üç düzeyde ele alınabilir:
İmgesel, simgesel ve gerçek. “Althusser, Lacan’ın çocuğun öznelliğinin
inşasında önemli bir an olarak ünlü ‘ayna imgesi’ teorisini çağrıştırarak,
yansıtma süreçleri söz konusu olduğu için ideoloji yapısının “yansıtıcı” bir
yapı olduğunu ileri sürer. Bunun birinci yanı, bireysel öznelerin, Althusser’in
305
Barret, 2000: 96.
306
Eagleton; 1996: 42.
124
Hıristiyan din ideolojisi örneğinde Tanrı olan hâkim ideolojik Özne’nin
imgesinde ya da onun yansıtmaları olarak inşa edilme şeklidir... Althusser’e
göre ideolojik sürecin tamamı kuşkusuz yansıtıcıdır; çünkü, öznelerin
birbirlerini ve kendilerini özne olarak tanımaları için bu ayna imgesi
zorunludur”.307
Althusser’in özne düşüncesinin en önemli yönlerinden biri, bir
toplumsal bütünlükte veya formasyonda insanların kendilerini daha önceden
belirlenmiş belirli ilişkiler içinde bulmalarıdır. Bu anlamda, “Toplumsal
formasyonun pratikleri (ki bunlar son kertede üretici güçlerin gelişme
düzeyince belirlenmiştir) içinde insanların oynayacakları roller de çizilmiştir.
Bu nedenle, bir toplum, bireyler-arası ilişkilere indirgenemez. Çünkü bireyler
bu ilişkilere, belirleyici özneler olarak değil, kendileri ilişkiler içinde belirlenen
bireyler olarak girmektedirler”.308 Bireyler belirlenen bir durumdadır ve onların
eylemleri ve düşünceleri, içlerinde yer aldıkları yapılar ve konumlar tarafından
belirlenir.
Althusser ideoloji ile ilgili üç ana tez ileri sürer ve bunları şöyle sıralar:
“İdeolojinin tarihi yoktur”; “İdeoloji bireylerin gerçek varoluş koşullarıyla
aralarındaki hayali ilişkilerini temsil eder, bu ilişkilerin bir tasarımıdır”; “ideoloji
bireyleri özne olarak çağırır”.309 Althusser’in düşüncesinde “ideoloji bir
sunumlar sistemidir, ‘fakat çoğu durumda bu sunumların ‘bilnçle’ hiçbir ilgisi
bulunmamaktadır: bunlar genellikle hayaller, kimi zaman da kavramlardır
fakat her şeyin üzerinde insanlığın büyük çoğunluğunu ‘bilinçleri’ aracılığıyla
değil, yapılar olarak (as structures) ikna eder".310
İdeolojiyi anti-hümanist bir açıdan çözümleyen Althusser, Marx’ın
eserlerinin bu açıdan okunması gerektiğini ileri sürer. Ona göre erken
döneminde Kant, Fichte, Hegel ve Feurbach’dan etkilenen Marx, daha sonra
307
Barret, 2000: 114- 115.
308
Belge, 1991: 10.
309
Kazancı, 2006: 5.
310
Larrain, 1995: 91.
125
kendi
idealist
geçmişinden
kopmuş
ve
“teorikanti-hümanizm”
olarak
betimlediği yeni bir yöntem geliştirmiştir Althusser’e göre hümanizm sadece
bir ideoloji, sosyalizmin ise bilimsel bir anlayıştır. O, çoklarının düşündüğünün
aksine Marx’ın sadece hümanist değil aynı zamanda olumlu anti-hümanist de
olduğunu ileri sürdü. Buna göre, erken döneminde yabancılaşma tezlerini,
insan ile doğa arasındaki ilişkiyle ilgili varsayımlarına dayandırmaya çalışan
Marx, sonradan çabasını bu görüşün yanlışlığına dayandırmaya ayırmıştır.311
Barret’in312 ifadesiyle “Althusser’in hümanizmin asli ‘ideolojik’ niteliğiyle ilgili
tutumu, açıkça, bilim ile ideoloji arasında açık bir ayrımı formüle edebildiğine
dair ısrarlı iddiasıyla bağlantılıdır… Onun ‘Marxizm ve Hümanizm’ başlıklı
denemesi, ‘sosyalist hümanizm’e eleştirel bir tutum alarak başlar… Marxist
kavrayış çerçevesinde ‘sosyalizm’ kavramı aslında bilimsel bir kavramdır,
‘hümanizm’ kavramı ise ideolojik bir kavramdan başka bir şey değildir ve
ikisini ayıramamanın kafa karışıklığına ve yanılgıya yol açacağı uyarısında
bulunur.”
Althusser’in ideolojiyle ilgili en önemli çalışmalarından bir olan,
“İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları” adlı makalesi iki bölümde ele
alınabilir. İlk bölümde, Althusser’in Marxist düşünce açısından son derece
büyük yankıları olan bir düşünceyi, yani, yalnızca üretimi çözümlemekle
sınırlanmadan “yeniden üretim” özellikle de toplumsal bir oluşumun zamanla
kendini yeniden üretmesi konusundaki tezi geliştirdiği görülür. 313 “Althusser,
işbölümü, emek gücünün yeniden üretiminde ailenin rolü ve epeyce gevşek
tanımlanan “üretim ilişkileri” üzerinde yoğunlaşarak, pratikte, şaşırtıcı bir
“sosyolojik” yeniden üretim anlatımına ulaştı. Gramsci’nin devlet ve “sivil
toplum” ayrımını izleyen Althusser, devletin baskıcı aygıtları (ordu, polis vb.)
ile Gramsci’nin sivil toplum kurumlarını anımsatan devletin ideolojik aygıtları
(siyasi partiler, kilise, eğitim, aile, medya, sendikalar vb.) arasına bir ayrım
311
Barret, 2000: 98.
312
Barret, 2000: 100.
313
Barret, 2000: 109.
126
koydu”.314 Devletin baskıcı aygıtları, kapitalist toplumlarda giderek daha fazla
geri planda kaldığı halde devletin ideolojik aygıtlarının önemi artmaktadır.
Althusser, “İdeoloji Üzerine” alt başlığıyla başlayan denemenin ikinci
bölümünde Lacancı bir temele dayanan adlandırma düşüncesi üzerinde
odaklanmakta ve ilk çalışmalarında ortaya konulan “(bireylerin kendi tarihsel
varoluş koşullarıyla yaşanan ilişkileri olarak ideoloji)” şeklindeki ideoloji
kuramını ayrıntılı bir şekilde ele alır.315
Özetlersek Althusser’in birinci tezine göre, “ideoloji, bireylerin kendi
gerçek varoluş koşullarıyla imgesel ilişkilerini temsil eder.”
Ancak,
Althusser’in bu varoluş koşullarını –“son kerte” ifadesiyle- üretim ilişkileriyle
ilişkilendirdiğini görmekteyiz. Bu da bizi Althusser’in “ideoloji, her zaman
maddi aygıtlarda var olur ve pratikleri, dolayısıyla varoluşu maddidir”
şeklindeki ikinci tezine getirir. Maddilik kendisini okul, kilise gibi aygıtların
işleyişinde ve bunlarla ilgili pratiklerde gösterir. Bununla ilgili olarak
Althusser’in merkezi tezi, “ideoloji, bireyleri özneler olarak adlandırır” şeklinde
ifade edilir.316 Bireyler, maddi koşullarında içlerinde bulundukları yapılar
tarafından belirlendikleri halde ideolojinin etkisi dolaysıyla özneler olarak
görülürler.
Althusser, tüm siyasal sınıf mücadelelerinin devlet çerçevesinde yani
iktidarının herhangi bir sınıf tarafından elde tutulması, yani elde edilmesi ve
korunması çevresinde döndüğünü ileri sürer. Bu durum, bir tarafta siyasal
sınıf mücadelelerinin hedefi olarak devlet iktidarının elde edilmesi ile devlet
aygıtını birbirinden ayırmayı gerektirir.317
İktidarın iki yolla gücünü ve devamlılığını sağladığını iddia eden
Althusser, bunları da baskı aygıtları ve ideolojik aygıtlar olarak sınıflandırır.
314
Barret, 2000: 109.
315
Barret, 2000: 110.
316
Barret, 2000: 113-114.
317
Althusser, 1991: 30.
127
“Devlet teorisini geliştirmek için, yalnızca devlet aygıtı ile devlet iktidarı
ayrımını değil aynı zamanda açıkça devlet’in (baskı) aygıtının yanında olan
fakat onunla karıştırılmaması gereken bir gerçeği de göz önüne almak
zorunludur. Bu gerçeğe kendi kavramının adını vereceğiz: Devletin İdeolojik
Aygıtları”.318 Devletin ideolojik aygıtları (DİA), devletin (baskı) aygıtlarından
farklıdır. Marxist teoride, devlet aygıtı, “Hükümet, Yönetim, Ordu, Polis,
Mahkemeler, Hapishaneler” ve benzerini kapsar, bunlar da Althusser’in
devletin Baskı Aygıtı olarak adlandırdığı şeyi oluşturur. Althusser devletin
ideolojik aygıtlarını; Dini DİA, öğretimsel DİA, aile DİA’sı, hukuki DİA, siyasal
DİA (değişik partileri de içeren sistem), sendikal DİA, haberleşme DİA’sı
(basın, radyo-televizyon vb.), kültürel DİA (edebiyat, güzel sanatlar, spor vb)
olarak kabul eder.319 Her iki aygıt türü de iktidarı pekiştirmenin yolları
olmasına karşın her birinin iktidarın yararına çalışma biçimi çok farklıdır.
Baskı aygıtları zora dayalı olarak, ideolojik aygıtlar ise düşünceler ve fikirleri
gönüllü bir şekilde benimseterek iktidarın işleyişini ve sürekliliğini sağlar.
Devletin baskı aygıtları ile ideolojik aygıtları arasındaki farkları
Althusser şöyle açıklar; “devletin bir tek (baskı) aygıtı varsa, çok sayıda DİA
olduğunu gözlemleyebiliriz… İkinci aşamada, devletin birleşik (baskı)
aygıtının tümüyle kamu alanında yer almasına karşın DİA’’ların (görünüşteki
dağınıklıkları içinde) en büyük bölümünün özel alanda bulunduğunu
saptayabiliriz. Kiliseler, partiler, sendikalar, aileler, bazı okullar vb. özeldir…
kamu statüsüne sahip bulunmayan kurumları ne hakla DİA’lar olarak kabul
ettiğimizi sormak için ikinci gözlemimize itiraz edenler olacaktır… DİA’ları
oluşturan kurumların özel ya da kamusal olması pek önemli değildir. Önemli
olan işleyişleridir. Özel kurumlar aynen DİA’lar gibi “işleyebilir”ler. Bunu
ispatlamak için DİA’lardan herhangi birinin biraz derinlemesine bir analizi
yeterli olacaktır.” Tüm bunlardan sonra Althusser ideolojik aygıtlarla baskı
aygıtları arasındaki temel farkın işleyişlerindeki fark olduğunu vurgular. Baskı
aygıtları zora dayalı işlerken DİA’lar ideoloji kullanarak işler. Ancak bu ayrımı
318
Althusser, 1991: 32-33.
319
Althusser, 1991: 33-34.
128
yapan Althusser hem devletin baskı aygıtlarının hem de ideolojik aygıtların
tamamen birbirlerinden soyutlanmadığını baskının ve ideolojinin iç içe
olduğunu da vurgular.320 Başka bir deyişle devletin baskı aygıtları baskıya
öncelik
verirken
ideolojik
aygıtların
önceliğinin
ise
ideoloji
olduğu
söylenebilir.321
Baskı aygıtları ile ideolojik aygıtlar arasında birbirini destekleyen
yerleşik bir ilişki bulunmaktadır. Althusser’in322 ifadesiyle, “sömürü ilişkileri
olan üretim ilişkilerinin yeniden-üretiminin siyasal koşullarını, Devlet (Baskı)
Aygıtı olarak, baskı (fiziksel ya da değil) ile sağlamaktır. Devlet aygıtı
yalnızca kendi yeniden- üretimine önemli bir ölçüde… katkıda bulunmaz,
fakat devlet aygıtı aynı zamanda ve özellikle, baskı yoluyla… DİA’ların
işleyişinin siyasal koşullarını sağlar.” Özetle ideolojik aygıtların yaygınlığı,
sömürü ilişkilerinin yalnızca baskı yoluyla değil, insanların fikirlerini ve
düşüncelerini olduğu kadar davranışlarını yaşamın her alanında etkileme
yoluyla sürdürüldüğünü göstermektedir.
DİA’larının işleyişiyle ilgili biraz ayrıntılı bir şekilde bir örnek olarak,
Barret’in323 ortaya koyduğu gibi, Althusser’in DİA’larından biri olarak okul
hakkındaki görüşleri üzerinde durulabilir. Her şeyden önce okul, devletin
hâkim ideolojik aygıtıdır. Böyle olmasının ilk nedeni, daha ilkokul çağından
itibaren çocuklara egemen ideolojiyi şırıngalamasıdır. Bunu ya doğal tarih ve
edebiyat gibi “know-how”larla ya da etik ve yurttaşlık gibi resmi ideolojiyi
doğrudan taşıyan vasıtalarla gerçekleştirir. İkinci olarak, onlu yaşların
ortalarında, bu kitlenin köylüler ve işçiler gibi bir kısmını dışarıya iter;
teknisyenler, sekreterler ve örgütlerde alt düzey yöneticiler biraz daha ileri
gider; entelektüeller, yöneticiler, politikacılar ve yöneticiler gibi kitlenin diğer
bir kısmı zirveye çıkar. Üçüncüsü, bu yolda dışarıda tutulan kitlenin
320
Althusser,1991: 33-35.
321
Althusser, 1991: 38.
322
Althusser, 1991: 39.
323
Barret, 2000: 30-31.
129
toplumdaki rolüne uygun ideoloji pratik verilir. Böylece, işçilerin, apolitik bir
bilinci, yöneticilerin “insan ilişkileri” olur, “baskı araçları itaati güçlendirebilir;
ideologlar bilinci manipüle edebilirler”. Dördüncü olarak, sömürenler ile
sömürülenler
arasındaki
ilişkilerin
yeniden
üreten
mekanizmalar,
bu
durumları gizler ve “okulu ideolojiden arınmış tarafsız bir ortam gibi gösteren
evrensel olarak egemen bir ideolojiyle” kaplar ve gizler.
1.3.6. Post-Marxizm, İktidarın İdeolojik ve Söylemsel Biçimleri
Son zamanlarda yeni-Marxçı kuramda önemli değişiklikler ortaya
çıkmış, bu kuram içindeki bazı yaklaşımlar, yeni-Marxçı kuramın temel
öncüllerini
olduğu
kadar
Marx’ın
kendi
kuramını
da
reddetmeye
başlamışlardır. Bu nedenle bu kuramlar, post-Marxizm olarak adlandırılır.
Onlar, Marxçı kuramın temel iddialarını reddettikleri halde yeni-Marxçı kuram
içinde görülebilecek kadar Marxçı kurama yakındırlar ve Marxçı kuram ile
diğer kuramlar arasında sentezler yaparlar. Bu çerçevede Post-Marxist
yaklaşımların
ortaya
çıkmasının
en
önemli
nedenlerinden
biri,
324
Post-
postyapısalcılık ve postmodernizm gibi entelektüel değişimlerdir.
Marxizm, Laclau’nun vardığı son nokta olarak Marxizm içindeki eleştirel
görüşlerin, “post-yapısalcı” düşüncelerle buluşmasıdır. Bu açıdan postyapısalcılık, Marxist kesinliklerin sorgulanmasına yol açmış ve Barret’in 325
ifadesiyle bir “paradigma değişikliği” ortaya çıkarmıştır.
Postmodern Marxist bir yaklaşımı benimseyen en önemli eser, Ernasto
Laclau ve Chantal Mouffe’nin 1985’de yayınlanan Hegemonya ve Sosyalist
Strateji olarak görülür. Bu eserin post-Marxist olarak kabul edilmesinin temel
nedeni, “postmodernizm içinde dilbilimi, metinler ve söylem üzerinde
odaklanmayı kabul ederek ideolojiyi maddi temelinden” ayırması ve
toplumsal olanı, ideoloji ya da söylem içinde ele almasıdır. Onlar Gramsci’nin
324
Ritzer, 2013: 317-318.
325
Barret, 2000: 72.
130
hegemonya kavramını, zorlayıcı devlet egemenliği yerine kültürün önceliğini
vurgulamak için benimserler. Yaklaşımdaki bu kayma maddi dünyaya yönelik
geleneksel ilgiden uzaklaşıp, fikirler ve söylemlere yönelme anlamına gelir.
Bu bağlamda Ritzer’in326 aktardığı gibi “Kısaca, Laclau-Mouffe’nin görüşü,
maddi çıkarlar diye bir şeyin olmadığı ancak onlar hakkında sadece
söylemsel olarak inşa edilen fikirlerin olduğu şeklindedir”.
Mouffe
ile
birlikte
yaklaşımın
post-Marxist
temellerini
attıkları
Hegemonya ve Sosyalist Strateji adlı eserden daha önce 1977’de yayınlanan
Laclau’nun Marxist Teoride Siyaset ve İdeoloji adlı eseri bu tür ilk bir
yaklaşımın çeşitli öğelerini taşır. Eser, Marxist siyaset kuramındaki
‘indirgemecilik’ konusunu ele alıyor ve özel olarak da siyasal ideolojiyi sınıf
ideolojisiyle özdeşleştiren görüşleri eleştiriyordu. Başka bir deyişe Laclau’nun
ilgisi, ideolojinin sınıf çıkarlarına dayalı Marxist bir çözümlemeye uymayan
boyutlarına yönelikti. Bu anlamda Laclau, bütünüyle orijinal bir yaklaşım
geliştirdi ve Althusser’in ideolojik özneler için geçerli gördüğü adlandırma
(seslenme) süreciyle ilgili görüşünün siyasal ideolojinin anlaşılmasında da
geçerli olacağını ileri sürdü. “Bu, sınıfsal olmayan ideolojik öğelerin, örneğin,
popüler-
demokratik
temaların
faşist
ideolojik
konfigürasyonlarda
birleştirilmesinde etkili olduklarını ve bu süreçlerin, tarihsel olarak ya sınıftan
bağımsız ya da sınıfa eklemlenmiş olabileceklerini, fakat hiçbir koşulda sınıf
ideolojilerine indirgenemez olduklarını görmemize olanak sağlardı”.327
Hegemonya ve Sosyalist Strateji’de Laclau ve Mouffe’nin geliştirdikleri
yaklaşım açısından Marxizm, sınıfsal bir siyasal anlayışa dayanır: Sınıfların
çıkarları önceden verilidir, işçi sınıfı hem siyasal hem de ideolojik olarak
merkezidir
ve
devrimle
birlikte
yeni
bir
sosyalist
toplumsal
düzen
kurulduğunda siyaset lüzumsuz olacaktır. Onlar, bu anlayışın temelini
eleştirmelerine karşın Marxizmi ortadan kaldırmadıklarını ileri sürerler ve
326
Ritzer, 2013: 324.
327
Barret, 2000: 68-69.
131
“Post-Marxist oldukları kadar post-Marxist de oldukları konusunda” ısrar
ederler.328
Maddi çıkarların yerine fikirleri geçiren ve proletaryanın ayrıcalıklı
konumunu reddeden Laclau ve Mouffe, sınıf konusunu öznel ve söylemsel
açıdan ele alırlar. Bu anlamda proletaryanın evrensel söylemi “yerine, her biri
kendi indirgenemez söylemsel kimliğini inşa eden seslerin bir polifonisini”
geçirirler. Bu yolla Marxçı kuram sadece proletarya üzerinde odaklanmak
yerine “kadınlar, siyahlar, çevreciler, göçmenler ve tüketiciler gibi çok çeşitli
mülksüzlerin” farklı söylemleri üzerinde odaklanır. Proletaryaya verilen
merkezi ilginin reddedilmesinin yanında proletaryanın kurtuluşu demek olan
komünizm de reddedilir ve bunun yerine demokratik değerlerin ve pratiklerin
çoğaltılmasını kapsayan “radikal demokrasi” denilen bir sistem önerilir. Böyle
bir demokrasi anlayışı, farklı kimlikler için mücadele eden grupların bir araya
gelmelerini gerektirir. Radikal demokrasi, kapitalizmin sona erdirilmesi
amacına bağlı kaldığı halde tüm eşitsizliklerin yok olmayacağını savunur.329
Toplumdaki egemenlik altındaki grupların özgürleşimine ilgi gösteren
ve iktidar ilişkilerini bu doğrultudaki bir toplumsal değişim amacıyla
çözümleyen Fairclough ve Wodak’ın yaklaşımları ile Laclau ve Mouffe’ninkiler
arasında koşutluklar bulunmaktadır. Daha özel olarak bu tür yaklaşımların
benimsediği eleştirel söylem çözümlemesi, ırkçılık, cinsiyetçilik gibi alanlarda
bulunan baskıya karşı tutum alır. Post-Marxist bir bakış açısıyla ekonomik
boyutları
vurgulamak
yerine
Gramci’nin
hegemonya
kavramının
kültürcülüğünü benimser.330
Laclau ve Mouffe, görüşlerini Gramsci okumasına dayandırırlar ve kilit
sorunun, ideolojinin nasıl görüldüğüyle ilgili olduğunu ileri sürerler. Bu
çerçevede
Gramsci’nin
hegemonya
ideolojinin
anlaşılmasında
328
Barret, 2000: 73-74.
329
Ritzer, 2013: 324-325.
330
Carpentier ve De Cleen, 2007: 276.
ve
determinist
ideoloji
modelden
hakkındaki
fikirlerini,
uzaklaşmak
olarak
132
yorumlarlar. Onlara göre Gramsci, egemen sınıfın ortaya koyduğu ideolojik
öğelerin, zorunlu olarak sınıfsal olmadığını savunmuştur. Sonuç olarak onlar,
ekonominin iç yasalarının olduğu tezini ve sınıf temelli çözümlemeyi
yadsırlar.331
Hegemonya, belirli bir üstünlük biçiminin zora dayalı değil kültürel
üretime dayalı olarak sürdürüldüğünü vurgulayan bir kavramdı. Bu anlamda
Hall’un332 belirttiği gibi
ideolojik
zorla
değil,
“Hegemonya, belli oluşumların tahakkümlerinin
kültürel
önderlikle
sağlandığını
ima
ediyordu.
Hegemonya, toplumdaki asli ekonomik süreçler üzerinde etkili bir üstünlük
sağlamış olan başat bir sınıf ittifakının ya da yönetici bloğun, bir toplumun
hayat tarzlarını, adetlerini ve anlayışlarını, bizatihi biçimini, kültür ve
medeniyet düzeyini, doğrudan doğruya tikel bir sınıfın dar çıkarlarına yarar
sağlamasa bile, bir bütün olarak hayatın başat toplumsal ve üretim sisteminin
gelişimini ve genişlemesini destekleyen bir yönde dönüştürebilecek ve
yeniden biçimlendirebilecek şekilde toplum üzerinde sağladığı üstünlüğünü
geliştirdiği ve yaydığı tüm süreçleri kuşatır”.
Laclau ve Mouffe’nin post-Marxizmine en önemli eleştiriler, Hunter ve
Geras tarafından yöneltilmiştir. Bu eleştirilerin odak noktasında, onların her
şeyi söylem olarak görmekle idealizme bağlı kaldıkları şeklindeki görüş
bulunmaktadır.333 Ancak Barret334 bu eleştiriye katılmaz çünkü onların temel
amacının bütünlük fikrini eleştirmek ve mutlak sabitliği reddetmek olduğunu
düşünür. Laclau ve Mouffe’nin söylem kavramı, Foucault ile bazı benzerlikler
taşısa da ondan farklılıkları da bulunmaktadır. Onların “söylem kavramı,
toplumsal ve tarihsel görüngülerin farklı bir çerçevede çözümlenmesini
yeniden düşünmelerine olanak veren materyalist bir kavramdır. ”Barret’e göre
onlar, geleneksel Marxizmdeki maddi/ideal karşıtlığıyla ilgili tartışmanın temel
331
Barret, 2000: 74-75.
332
Hall, 1994: 97.
333
Ritzer, 2013: 329.
334
Barret, 2000: 77.
133
varsayımlarını reddederler ve açık bir dille reddettikleri taraflardan biri olan
idealizm konumuna yerleştirilmeleri yanlıştır.
Laclau ve Mouffe’nin Hegemonya ve Sosyalist Strateji’si Foucault’nun
söylem üzerine kuramsal değerlendirmelerinden sonra söylem kuramına ve
sosyal bilimlerdeki “dilbilimsel dönüş”e en fazla katkıda bulunan eserlerden
biridir. Carpentier ve De Cleen’e335 göre bu eserin önemi üç düzeyde ele
alınabilir. Birincisi, toplumsal ontolojiyle ilgilidir ve idealizm ile maddecilik,
yapı ile faillik arasında kurduğu bağlantıdır. İkincisi, siyasal kimlik kuramı
açısından toplumsal karşıtlığı ve hegemonyayı ele alması ve söylemler ve
kimlikler üzerinde odaklanarak onların arasındaki bağları vurgulamasıdır.
Üçüncüsü, Laclau ve Mouffe kendilerini sosyalist ideale bağlı görseler de
post-Marxist yaklaşımlarının merkezinde bulunan radikal demokrasi talebi
dolayısıyla demokratik kurama yaptıkları katkıdır. Bu çerçevede Carpentier
ve De Cleen, medya çalışmalarında eleştirel söylem kuramına kayda değer
bir ölçüde başvurulmasına karşın Laclau ve Mouffe’nin söylem kuramının
görece az ilgi gördüğünü oysa her iki kuram arasında ortak yönlerin
bulunduğunu
ve
medya
çalışmalarının
söylem
kuramından
yararlanabileceğini vurgularlar.
Eleştirel söylem çözümlemeleri, iktidarın yanlış kullanımları üzerinde
odaklanan ve metinlerin dilbilimsel ve anlambilimsel boyutlarını, toplumsal ve
siyasal çerçeve içinde inceleyen bir bakış açısıdır. Bu anlamda eleştirel
söylem çözümlemeleri, egemenlik, ayrımcılık, iktidar ve denetim ilişkilerinin
açık veya örtük bir şekilde dilde nasıl bulunduğunu başka bir ifadeyle dildeki
toplumsal eşitsizlikleri ele almaktadır.336 Bu bakış açısının oluşması ve
gelişmesi üzerinde Foucault, Bourdieu, Gramsci, Habermas ve Giddens gibi
çok çeşitli düşünürlerin çalışmaları etkide bulunmuştur. 1970’lerde eleştirel
dilbilim görüşü çerçevesinde yapılan metin çözümlemelerinin öncülük eden
bir katkısı bulunmasına karşın eleştirel söylem çözümlemesi 1980’lerde ve
335
Carpentier ve De Cleen, 2007: 266.
336
Huckin, Andros ve Clary-Lemon, 2012: 108-109.
134
1990’larda Fairclough, Wodak, Kress, Teun Van Dijk ve Theo van
Leeuwen’in
çalışmalarıyla
birlikte
kendine
özgü
nitelikler
ve
ilkeler
kazanmıştır. Bu ilkelerin en önemlileri şu şekilde özetlenebilir: eleştirel
söylem çözümlemesi, toplumsal sorunlar üzerinde odaklanır; iktidar ilişkileri
söylemseldir; söylemler, toplumu ve kültürü oluşturur; söylemin ideolojik bir
işleyişi vardır; söylem, tarihseldir; söylem, bir tür toplumsal eylemdir. Temel
çerçevesine bu şekilde değindiğimiz eleştirel söylem çözümlemesine Van
Dijk’ın katkılarıyla daha ayrıntılı olarak ilgilenebiliriz.
İktidar çözümlemesinde Van Dijk iktidarın sekiz temel özelliğini
vurgular. Birincisi, toplumsal iktidar, gruplar, sınıflar ya da kişiler arasındaki
ilişkinin bir özelliğidir. İkincisi, toplumsal iktidar ilişkileri, etkileşim içinde
kendini gösterir ve bir tarafın uyguladığı iktidar diğer tarafın toplumsal eylem
özgürlüğünü sınırlandırır. Üçüncüsü, bir tarafın diğer taraf üzerindeki iktidarı,
diğer tarafın arzuları, istekleri ve planları gibi bilişsel koşulları üzerinde
denetim kurma yeteneğini gerektirir. Dördüncüsü, bir tarafın sahip olduğu
iktidar, kendisini yetenekli yapan kaynaklara sahip olması demektir;
uyuşmazlık durumunda bu kaynakları yaptırım aracı olarak kullanabilir.
Beşincisi, iktidarın uygulanabilmesi için üzerinde iktidar uygulanan tarafın,
iktidar uygulayan tarafın arzu, istek, yeğleme ve niyetlerini bilmesi gerekir;
emir, rica veya tehdit gibi konuşma edimlerinin dışında bu bilgiyi, kültürel
inanç, norm ya da değer sağlar. Altıncısı, iktidar failleri belirli toplumsal
koşullarda güçlü olabilirler diğerlerinde iktidarları sınırlı olabilir; iktidarın
uygulanmasını, toplumsal etkileşim biçimi belirler. Yedincisi, toplumsal
iktidarın uygulanması için önceden ideolojik bir çerçevenin olması gerekir; bu
çerçeve, iletişim ve söylem yoluyla oluşturulur ve değiştirilir. Sekizincisi,
iktidarın
çözümlenişinde
önemlidir.337
337
Van Dijk, 1994: 273-274.
karşı-iktidar
ve
direnişin
dikkate
alınması
135
Van
Dijk’ın338
söylem
çözümlemesi,
egemenliğin
yeniden
üretilmesinde söylemin rolü üzerinde odaklanır. O, egemenliği, “seçkinlerin,
grupların veya kurumların, siyasal, kültürel, sınıfsal, etnik, ırksal ve cinsiyet
eşitsizliğini de kapsayan toplumsal eşitsizliğe yol açan, toplumsal iktidar
uygulamaları olarak” tanımlar. Egemenliğin yeniden üretimi, “egemenliğin az
veya çok doğrudan veya açık desteklenmesi, yürürlüğe sokulması, temsili,
meşrulaştırılması, inkârı, hafifletilmesi veya gizlenmesi”ni kapsar. Eleştirel
söylem çözümlemesi, “metin, konuşma, sözlü etkileşim veya iletişimsel
olayların hangi yapıları, stratejileri veya diğer özelliklerinin, yeniden üretim
tarzlarında oynadıkları rolü” açığa kavuşturmaya çalışır.
Söylemin
denetlenmesine
dayalı
olarak
toplumsal
denetim
sağlandığını savunan Van Dijk,339 gücü az olan insanların, çeşitli söylem ya
da“ metin ya da konuşma biçimlerine daha az erişme imkânına” sahip
olduklarını ileri sürer. Ona göre, güçsüz durumda olan çocuklar, mahkûmlar,
davalılar ve birçok kültürde kadınların güçlü olanlar konuşurlarken sessiz
kalmaları gerekir. İnsanlar, aile üyeleri, arkadaş çevreleri ve meslektaşlarıyla
aktif bir konuşma olanağına sahip oldukları halde iş amirleri ve kurumsal
temsilcilerle olan ilişkilerde daha pasif ve reaktif bir rol üstlenirler. Birçok
resmi kurumda da durum böyledir; gerektiği yerde gerektiği ölçüde konuşmak
ve enformasyon vermek beklenen uygun bir davranıştır. “Çoğu biçimsel,
kamusal ya da basılı söylem tipleri açısından (kitle iletişim araçlarına ait
söylem tipleri dâhil), daha güçsüz olanlar sıklıkla yalnızca alımlayan
konumundadırlar.”
İktidar sadece söylem içinde ya da söylem aracılığıyla ortaya çıkmaz
aynı zamanda söylem ve iktidar arasında yakın bir ilişki vardır; “söylem de
sınıf, grup ya da kurumun ve bunların göreceli konumunun ya da üyelerinin
statüsünün sahip olduğu iktidarın oldukça dolaysız bir tezahürüdür”. Böylece
iktidar, çeşitli söylem biçimlerine erişme kabiliyeti yoluyla uygulanır. Aslında
338
Van Dijk, 1993: 249-250.
339
Van Dijk, 1994: 275.
136
bu durum, söylem biçimlerinin üretiminin, “‘sembolik sermaye’ temelinde
iktidar
uygulayan
akademisyenler
gibi
gazeteciler,
‘sembolik
yazarlar,
sanatçılar,
yönetmenler,
seçkinler’”
tarafından
denetlenmesi
demektir.340
Van Dijk’ın341 geliştirdiği eleştirel söylem çözümlemesi, söylem yapıları
ile toplumsal biliş yapıları arasındaki ilişkilerin önemini vurgular ve bu yapıları
durumlar, bağlamlar, kurumlar, gruplar ve genel iktidar ilişkilerini ele alan
toplumsal, siyasal ve kültürel kuram içinde inceler. Böylece egemenliğin
söylem aracılığıyla yeniden üretiminin iki boyutu üzerinde durulur. Birincisi,
metin veya konuşmanın çeşitli yapılarının üretiminde egemenliğin yürürlüğe
konulması, ifade edilmesi veya meşrulaştırılmasıdır. İkincisi, bu tür yapıların
alımlayanlar için işlevleri veya sonuçlarıdır. “İktidarın söylemsel (yeniden)
üretimi, güçlü olanların toplumsal bilişlerinden kaynaklanır, oysa yerleşik
söylem yapıları toplumsal bilişlere yol açar.” Her iki durumda da söylem ile
biliş arasındaki ilişki önem kazanır ve her iki durumda da söylem yapıları
aracı rolü oluşturur. Böylece, söylem yapıları, egemenliğin sembolik olarak
yeniden üretilmesinin araçları olurlar.
Bilişsel yapıların önemini vurgulayan Van Dijk’ın iktidar anlayışı,
eleştirel söylem çözümlemesi içindeki diğer kuramcıların anlayışından
farklıdır. Van Dijk, iktidarı, Foucault gibi üretken olarak değil kötüye kullanım
olarak anlar. İktidar her zaman baskıcıdır ve güçlü çıkar grupları tarafından
güçsüz olanlar üzerinde uygulanır. Bu iktidar kavrayışı Foucault’nun
görüşlerine dayanan üretken ve baskıcı postyapısalcı iktidar anlayışlarına
olduğu kadar Fairclough’a ilham veren ve failleri bir ölçüde müzakere ve
direnme gücüne sahip gören Gramsci’nin hegemonya kavrayışına da terstir.
Bu bağlamda Jorgensen ve Phillips342, Van Dijk’ın yaklaşımının, insanları
direnme kabiliyetinden yoksun gördüğünü ileri sürer.
340
Van Dijk, 1994: 276.
341
Van Dijk, 1993: 259.
342
Jorgensen ve Phillips, 2002: 91.
137
Amerikan toplumunda iktidar biçimleri iknaya yöneliktir ve insanların
zihinleri üzerindeki etkiler ekonomik olmaktan çok sembolik olarak denetlenir.
Daha alt sosyoekonomik gruplar üzerinde kendini gösteren denetim, iktidarın
ideoloji yoluyla uygulanması ve bunun da “kabul, müzakere, meydan okuma
ve uylaşım” biçimlerini kapsaması demektir. Bu açıdan, “sosyokültürel
hegemonya biçiminin yeniden üretiminde söylemin ve onun faillerinin
(konuşmacılar, yazarlar, editörler vb.) oynadıkları stratejik rolün analiz
edilmesi hayati bir önem taşır. Sembolik seçkinlerin kamusal metnin ve
konuşmanın türlerini, başlıklarını, argümantasyonunu, sitilini, retoriğini ya da
sunumunu belirlemek yoluyla bu tesir tarzı üzerinde önemli bir denetime
sahip oldukları göz önüne alındığında, sembolik iktidarlarının, her ne kadar
bir kısıtlanımlar dizisi içinde uygulansa da, hatırı sayılır ölçüde olduğu
söylenebilir”.343
İktidarın harekete geçirilmesinde ya da meşrulaştırılmasında söylemin
rolü ideoloji açısından büyük bir öneme sahiptir. “Hem ideoloji kendisi hem de
bundan türeyen ideolojik pratikler sıklıkla devlet, medya, eğitim ya da kilise
gibi çeşitli kurumların aracılığıyla edinilir, harekete geçirilir ya da örgütlenir.
Klasik Marxist analizler daha özgül olarak belli bir dönemdeki başat
ideolojinin sıklıkla ideolojik yeniden üretim araçlarını denetleyenlerin, yani
yönetici sınıfın ideolojisi olduğu” şeklinde bir yaklaşımı savunur. Bu yaklaşım,
yönetilen sınıflarda kendi çıkarlarının tersine yanlış bir bilinç oluşacağını,
buna karşın yönetici sınıfın ya da grupların kendi ideolojilerini genel ve doğal
değer, norm ve amaç olarak kabul ettirmek istediklerini ileri sürer.344
Eleştirel dilbilim ve eleştirel söylem çözümlemesine dayalı çalışmalar,
metinlerin, ideolojinin oluşumunda ve sürdürülmesindeki rolüyle ilgilenmiş,
söylemlerin belirli ideolojik kodlara nasıl dayandığını açığa çıkarmayı
343
Van Dijk, 1994: 278.
344
Van Dijk, 1994: 278-279.
138
amaçlamıştır. Böyle bir amaçla Wodak dil, toplumsal yapı ve iktidar
arasındaki ilişkileri sorgular:345
Dilin doğallaştırılması nasıl sağlanır? Hangi söylemsel stratejiler,
denetimi meşrulaştırır ya da toplumsal düzeni ‘doğallaştırır’? İktidar
dilbilimsel
olarak
nasıl
ifade
edilir?
Egemenliğin
kabulü,
meşrulaştırılması ve konsensüsü nasıl imal edilir? Kim iktidarın ve
denetimin hangi araçlarına erişebilir? Kime karşı hangi biçimde
ayrımcılık yapılır? Kim belirli bir söylemi hangi biçimde ve hangi
sonuçlarla birlikte anlar?
Kopytowska’nın
aynı
yerde
belirttiği
gibi
söylem-ideoloji
bağlantısını
vurgulayan yaklaşımlar klasik görüşlerin ötesine geçerler. Daha spesifik
olarak Fairclough’un “iktidarın modalitesi” dediği, Van Dijk’ın “toplumsal biliş”
olarak gördüğü ideolojiyi söylem-toplum-biliş çerçevesine yerleştirerek
incelemek, kuramsal olarak çok disiplinli ve eklektik çalışmayı, çok çeşitli
türleri ve kamusal alanları incelemeyi, metinlerarası ve söylemlerarası
ilişkileri çözümlemeyi gerektirir.
İdeolojinin oluşumu ve dönüşümü, söylem ve iletişim mekanizmasına
bağlıdır. İdeolojinin toplumsal pratik içinde oluşumu karmaşık bir süreçten
geçse de inançlardan oluşan bir temele gereksinim duyar, özellikle güçlü
söylemler toplumdaki inançlar aracılığıyla etkinlik kazanırlar. İnsanların
zihinlerinin, kanılarının, tutumlarının ve ideolojilerinin oluşumunda ve
sürdürülmesinde etkili olan kamusal bilginin, inançların hiyerarşik düzeninin
ve yaygın uylaşımın gelişiminde sembolik seçkinler önemli bir rol oynar, bu
açıdan, “söylem tiplerini, başlıkları, enformasyon miktarını ve başlığını,
argümanların seçimini ya da sansür edilmesini ve retorik işlemlerin doğasını
belirleyen sembolik seçkinler ve onların söylemidir”.346
İdeolojiler,
toplumsal
bir
grubun
üyelerinin
paylaştıkları
inanç
sistemleridir. Van Dijk’e347 göre ideolojilerin ve diğer toplumsal temsillerin
345
Aktaran Kopytowska, 2012: iv.
346
Van Dijk, 1994: 280- 281.
347
Van Dijk, 2010: 210.
139
doğal ve soyut özellikleri, spesifik durumlar, aktörler ve olaylar yoluyla
uygulamaya geçirildikleri zaman grup üyelerinin söylemi ve diğer toplumsal
pratikleri
üzerinde
denetim
gerçekleştirirler.
Siyasal
söylemler,
grup
ideolojilerini ve başka inançlarını, parti programı gibi metin veya konuşma
biçiminde ifade ettiği halde siyasal söylemin birçok biçimi birey konuşmacılar
tarafından üretilir. Toplumsal inançlar ile söylemlerin arasında, kişisel
inançlar,
kanılar
ve
deneyimleri
gerçekleştiren
“bilişsel
bir
arayüz”
bulunmaktadır.
Güçlü gruplar ya da kurumlar ekonomik, siyasal ya da ahlaki nedenler
sunarak ve gerekli enformasyonun denetimini yönlendirerek kendi lehlerine
olan enformasyonu seçerek aktarma ya da aleyhlerine olan enformasyonu
kısıtlayarak iletişime yanlı bir karakter kazandırırlar.348 Kısaca, söylem ve
iktidar çözümlemesiyle Van Dijk,349 güçlülerin, “metin ve konuşmanın maddi
ve sembolik üretimini denetlemelerine ve bundan dolayı daha güçsüz olanları
bilişsel olarak yönlendirmelerinin ve rızalarını kazanmalarının temelini
oluşturan bilişsel süreçlerin bir kısmını denetlemelerine izin veren birçok
stratejiye nasıl başvurduklarına” açıklık getirir.
Çeşitli söylem tiplerinde iktidarın kendini nasıl gösterdiğini ve
sürdürüldüğünü ortaya koyan Van Dijk’e350 göre, konuşma analizleri,
çoğunlukla, konuşmacıları toplumsal rolleri açısından eşit varsaydığı halde
konuşmacıların grup ve kurumların parçası olmalarının, diyalog üzerindeki
denetim açısından farklılıklar oluşturduğunu dile getirir. Örneğin erkekler ile
kadınlar, yetişkinler ile çocuklar, beyazlar ile siyahlar, zenginler ile fakirler ya
da iyi eğitimli olanlar ile daha az eğitimli olanlar arasında bu tür farklılıklar
meydana gelir. Burada denetim, konuşmada daha güçlü olan tarafın,
konuşma sırasını tayin etmesi veya başlığı seçmesi ve değiştirmesi ve stili
belirlemesi gibi konuşma süreciyle ilgili çeşitli kabiliyetlerini kapsar. Bu
348
Van Dijk, 1994: 284.
349
Van Dijk, 1994: 288.
350
Van Dijk, 1994: 289.
140
anlamda gündelik, kişisel veya resmi olmayan konuşma ile resmi, kurumsal
söylem arasında bir ayrım yapmanın anlamlı olmasına karşın, resmi olmayan
ya da özel söylem için de resmi ve kurumsal kısıtlamalar geçerli olabilir.
Diğer taraftan, kurumsal söylem de gayrı resmi ve öbür toplumsal pratikler
gibi gündelik öğeleri içerebilir.
Metin ve konuşma iktidarın somutlaşmasında çok önemli bir rol oynar.
“Nitekim söylem, emir bildiren konuşma edimleri yoluyla ve yasalar,
düzenlemeler ya da tüzükler gibi metin tipleri yoluyla iktidarı dolaysız ve
zorlayıcı bir şekilde harekete geçirebilir. İktidar aynı zamanda söylem içinde
daha dolaylı olarak, bir ifade, betimleme biçimindeki temsil olarak, güçlü
aktörlerin ya da bu aktörlerin eylem ve ideolojilerinin meşrulaştırımı olarak
tezahür edebilir.” Söylemsel iktidarın çoğu zaman ikna edici bir özelliği vardır
ve bu nedenle bu söyleme muhatap olanların onaylayacakları zihinsel
tasarımları inşa etmeleri olanağını artıran nedenler, görüşler, vaatler ve
retorikle ilişkili diğer araçları kapsar.351
Söylemsel iktidar, kimin ne zaman konuşacağı, çeşitli iletişim
araçlarına kimlerin ulaşacağı ve hangi alımlayıcıya ulaşılacağı gibi konularda
denetimi kapsar. Bu nedenle söylemin kapsamı ile iktidarın kapsamı arasında
yakın bir ilişki bulunur;
“Güçsüz olanlar genellikle yalnızca gündelik
konuşmada denetime sahip olabiliyorlar; buna karşılık resmi söylemin ve
medya söyleminin yalnızca pasif alılmayıcıları durumundadırlar. Güçlü
olanlar çeşitli diyalojik ve özellikle basılı, resmi metin ve konuşma biçimlerine
başvurabilmekte ve ilke olarak geniş insan gruplarına erişebilmektedir.” 352
Böylece güçlüler, söylemin üretimini, biçimini ve dağıtımını denetleyerek
söylem üzerinde denetim oluşturabilirler.
Medya çalışmalarında önemli bir yeri olan Van Dijk’ın özellikle söylem,
ideoloji ve iktidar konusundaki görüşlerini ayrıntılı olarak ele almış
351
Van Dijk, 1994: 313.
352
Van Dijk, 1994: 313.
141
bulunuyoruz. Şimdi eleştirel söylem kuramının gelişmesinde son derece
önemli rol oynayan Michel Foucault’nun görüşlerini ele alabiliriz.
Marxist sonrası düşünceyi büyük ölçüde etkileyen ve çalışmaları bu
çizgideki görüşlere yol gösteren Foucault ideoloji kuramından uzaklaşmıştır.
O, ideoloji kuramının ardında çarpıtmalardan ve yalanlardan bağımsız saf bir
doğru anlayışının olduğunu düşünür. Ona göre söylemler kendi içinde doğru
ya da yanlış değildir çünkü her çağın kendine özgü bir bilgi sistemi ve
doğruluk anlayışı vardır. Doğru, siyasal ve toplumsal boyutları olan bir
kavramdır ve insanların kendilerini ve başkalarını yönetmeleriyle ilişkili olarak
ortaya çıkmıştır. Daha özel olarak biyoloji ve tıp gibi bilimlere dayanan bilgiler
ve hapishane ve hastane gibi kurumların uygulamaları “insanların başkalarını
ve kendilerini anlamak ve yönetmekle bağlantılı çok özel doğruluk oyunları”
olarak kavranabilir.353
Foucault’ya göre Marxist ideoloji kuramı, bilginin temeli olarak insanı
bir taraftan nesne diğer taraftan da özne olarak kabul eden insan bilimlerinin
konumunu yansıtır. Bu da genel olarak Marxizmin özel olarak Marxist ideoloji
kuramının, “ampirik ve aşkın olanın birbirinden ayrılması” şeklinde kendini
gösteren çözümsüz bir sorunun parçası olması demektir. Marxist çerçevede
ideoloji, tarihsel gelişmeyi açıklayan daha geniş bir yaklaşımın içinde ele
alınır. Marxist ve eleştirel çalışmalar açısından ideoloji işlevini ancak,
kendisini harekete geçiren başka bir şeye başvurarak gerçekleştirebilir. “Bu
başka bir şey elbette ekonomik temel ya da üretim tarzıdır. Öyleyse
ideolojinin kendisi özgül bir pratik türü değildir, ya bir üretim türüdür, ya da
üründür.” Marxizmin ideolojiyi başka etmenler tarafından belirlenen bir pratik
olarak kavramasının temelinde üretim tarzını vurgulaması yatar.354
İdeoloji kavramı yerine söylem kavramını toplumsal çözümlemenin
temeli olarak gören Foucault, söylem terimini “ideolojiyle bir diyalog içinde ve
353
McCharty, 2002: 75-76.
354
Sholle, 1994: 225-226.
142
ideolojinin tanımına tepki veren bir şekilde tanımlar”. 355 Söylemin, ideolojiden
daha açık, akışkan ve müzakere edilmiş bir tarzda işleyişi vardır. Söylemlerin
üretimi ve dolaşımı, hakikatin üretimini kapsar ve toplumsal iktidar
mekanizmalarıyla sağlanır. Bu anlamda iktidar, sadece makro düzeyde
işleyen makrososyolojik bir yapı değildir o aynı zamanda mikro düzeylerdeki
ilişki ve etkileşimlerde kendisini gösterir. Yine iktidar baskıcı değil çok
yönlüdür, bir grubun diğer bir grup üzerindeki denetimi değildir. İktidar
mekanizmaları aynı zamanda direnme mekanizmalarını da beraberinde taşır.
Ayrıca, Foucault’nun iktidar kavrayışı, Marxist görüşün proletarya devrimi gibi
bir gelişmeyi olanaksız görür. İktidarın en önemli yönü ilişkisel olmasıdır,
iktidarın yerel düzeyde işleyiş göstermesi gibi direnme de yerel düzeyde
ortaya çıkar.356
Marxizm içinde hâkim bir eğilim, ideoloji kavramını çarpıtma olarak ele
alır ve gerçek bilgi ile ideoloji arasında ayrım yapar. Foucault ise ideoloji ile
bilimi ayırma düşüncesini ve ideolojinin yanılsama olarak görülmesine yol
açan “gerçekçi” epistemolojik kavrayışı tamamen reddeder.357 Foucault’nun
böyle bir eleştirel ideoloji görüşünü reddetmesinin nedeni gerçeğin yansız
bilgisine ulaşma iddiasını kabul etmemesidir.
Sholle’un358 belirttiği gibi, Foucault ideoloji kuramına üç düzeyde itiraz
eder: ideoloji nosyonunun, hakikati ifade eden şeyin karşıtı olarak
kullanılması; ideoloji kavramının özneyi gerektirmesi; ideolojinin kendisini
belirleme işlevi gören şeylere ikincil konumda bulunması. İlk olarak, Foucault,
bilim ile ideolojinin hakikati kavrama açısından karşıtlık içinde görüldüğü bir
yaklaşımı reddeder. Foucault, ideoloji ve bilimin birbirinden ayrılamayacağını
savunur ve saf bilime olduğu kadar bilimsel Marxizme de uzak durur.
Foucault, eleştirel çalışmaların ideoloji bilim karşıtlığına dayalı anlayışı yerine
355
Mills, 2003: 115.
356
Stoddart, 2007: 205-206.
357
Barret, 2002: 153.
358
Sholle, 1994: 227.
143
“hakikat rejimi” üzerinde odaklanır ve her toplumun kendi hakikat rejimi
olduğunu savunur. Bu açıdan ideoloji, bilgi ve hakikat üretimindeki önemi ve
etkililiği açısından kavranmalıdır. Mills’in359 ortaya koyduğu gibi Foucault,
kendi döneminde dolaşımda olan söylemsel çerçevenin sınırları içinde
konuştuğunun farkındadır bu nedenle “gerçeklik” konumundan konuştuğunu
ileri
sürmez.
Bu
durum,
eleştirinin
imkânsız
olması
demek
değil
düşünülebilecek olanın ve bilinebilecek olanın sınırlarının olması demektir.
Yanlış bilinç kavramı, yanlış olmayan bir bilinç varsaydığı halde Foucault’ya
göre bilgi tümüyle toplumsal, kurumsal ve söylemsel bir baskı yoluyla
belirlenir.
Foucault’nun, ideoloji kavramına itirazının bir nedeni de öznenin,
düşüncenin kaynağı olduğu şeklindeki görüşü reddetmesine dayanır.
Düşünce tarihinde bağımsız, kendine yeten ve benzersiz olarak görülen bir
özne kavramı, daha özel olarak Kartezyen özne anlayışı merkezi bir yere
sahip olduğu halde Foucault, düşünce tarihini ve tarihsel süreçleri özne
kavramına başvurmadan inceler.360 Bu tür bir özne anlayışı, Marxist ve
eleştirel ideoloji kuramında da karşılık bulur ve ideolojinin faillerce üretildiği
savunurken sınıf ve çıkar kavramları üzerinde durulur. Buna karşın Foucault,
ideolojinin çıkarları yansıttığı anlayışını reddeder bu çerçevede kendi bilgi ve
iktidar çözümlemesi, amaç ve karar düzeyinde ideoloji üretimiyle ilgilenmez.
Eleştirel çalışmalar, kendi çıkarları doğrultusunda ideoloji üreten özneler
üzerinde yoğunlaşarak yansıtma kuramına bağlı kalırlar. Buna karşın,
Althusser gibi yapısalcı görüşü benimseyenler, öznenin üretilme biçimlerini
inceler ve öznenin homojen olduğunu varsayar. Foucault ise öznenin batı
kültüründe insan bilimleri tarafından özne haline getirilişi sorunuyla ilgilenir. 361
Marxist kuramın ideolojiyi, altyapının belirlediği savı Foucault’nun
düşüncesi açısından yetersizdir çünkü ona göre belirli bir dönemde
359
Mills, 2003: 116.
360
Mills, 2003: 117.
361
Sholle, 1994: 228-229.
144
düşüncenin ve bilginin sınırlarını ekonomik altyapı belirlemez. O, ekonomi,
toplumsal yapılar ve söylemler arasındaki ilişkinin karmaşık bir niteliği
olduğunu düşünür ve iktidar ilişkileri açısından ekonomik ilişkileri birincil
olarak görmez.362 Bu çerçevede Sholle363 ekonomik belirlenime dayalı
Marxist ideoloji kavrayışının iki düzeyde yetersizliğinin gösterilebileceğini ileri
sürer. Birincisi, cinsellik ve tıp pratiği alanındaki gelişmeler basitçe ekonomik
belirlenim düşüncesi çerçevesinde anlaşılamaz. Bu alandaki pratiklerin
temelinde aile ilişkileri, kurumsal statü, disiplin teknikleri vb. bulunur. İkincisi,
ulus
devlet
olgusunun
ortaya
çıkışı
ekonomik
belirlenimci
Marxist
yaklaşımları zora sokmuştur. Devletin siyasal anlamda iktidar uygulaması ve
devlet iktidarını sürdürmeyi meşrulaştıran ideolojiyi üretmesi, iktidarın veya
ideolojinin ekonomiye dayandığı görüşünü anlamsızlaştırır.
Marxist kuramcılar, iktidar ilişkileri açısından devlete merkezi bir rol
verdikleri halde Foucault, iktidarın devletin elinde toplanmadığı bir iktidar
anlayışı geliştirir. Louis Althusser gibi Marxist kuramcılar, devlet merkezli bir
iktidar modeli geliştirirler ve üst belirleyen olarak gördükleri devleti iktidar
ilişkilerinin kaynağı olarak ele alırlar. Buna karşın Foucault, iktidar ilişkilerinin
devletin sınırlarını aştığını vurgular. O, yukarıdan aşağı dayatılan ve zorla
benimsetilen bir iktidar anlayışı yerine iktidarı, ilişki biçimi olarak inceler.364
Foucault’nun
ilişkilerinin
bilgi/iktidar
merkezi
hümanistlerin
özne
yaklaşımı,
olduğu
Marxistlere
görüşünü
anlayışına
ve
karşı
reddederken
insani
eylemi
devletin
iktidar
liberallerin
ve
sorumlulukla
ilişkilendirmelerine karşı çıkar.365
Foucault’nun eleştirisi, bu itirazlara bağlı olarak Marxizmin iktidar
ilişkilerini yansıtan bir araç olarak ideolojiye abartılı bir yer vermesine
362
Mills, 2003: 119.
363
Sholle, 1994: 231.
364
Mills, 2003: 121-122.
365
Hekman, 1999: 227.
145
dayanır. Sholle’un366 aktardığı gibi Foucault, ideoloji terimini etkinleştirmenin
hiçbir yararı olmadığını ifade eder:
İdeolojik üretimin başlıca iktidar mekanizmalarına eşlik etmiş olması
mümkündür. Örneğin bir eğitim ideolojisinin, monarşi ideolojisinin,
parlamenter demokrasi ideolojisinin vb. varlığı mümkündür. Ama olup
bitenin temelde ideolojik olduğuna inanmıyorum. Sözkonusu olan,
bilginin biçimlenmesi ve birikimi için gerekli olan etkili araçların – gözlem
yöntemleri, kayıt tutma teknikleri, inceleme ve araştırma yordamları,
denetim aygıtları- üretimidir. Bu iktidarın sözünü ettiğimiz karmaşık
mekanizmalar yoluyla bir kez uygulanmaya başladığında bir bilgi ya da
daha ziyade ideolojik kurmaca olmayan bilgi aygıtlarını geliştirmekten,
örgütlemekten ve dolaşıma sokmaktan kaçınamayacağı anlamına gelir.
Foucault’ya göre toplum hakkındaki herhangi bir bilgi, o toplumdaki
söylemsel oluşum tarafından yönlendirilir dolayısıyla toplumun yansız bilgisi
diye bir şey söz konusu değildir. Toplumu etkisi altına alan iktidar ilişkilerine
araştırmacı da dâhildir. Zaten bir alanda araştırma yapmak, çözümleme
geliştirmek, söylemsel düzenin egemenliği altına girmektir.367 Foucault,
öznelerin bilimsel söylem tarafından yaratıldığı bu nedenle anlamın “yazarda
merkezileşemeyeceği” görüşünü savunur. Gadamer gibi Foucault da metni
yazanı veya öznel niyetleri değil metnin kendisini dikkate alır ve metnin
oluşumuna yol gösteren önkabülleri açığa çıkarmaya çalışır.368 Bilginin bir
iktidar biçimi olduğu tezini ileri süren Foucault’ya göre söylem, düzenlenmiş
bir sosyal pratiktir ve içinde bilgiyi olduğu kadar iktidarı da taşır. Bu açıdan
Foucault’nun kuramı, Gadamer’inki gibi dil-odaklı kuramlardan ayrılır.
366
Sholle, 1994: 232.
367
Wrbouschek, 2009: 36.
368
Hekman, 1999: 226.
146
İKİNCİ BÖLÜM
DİN – TOPLUM – İDEOLOJİ
2.1. DİN VE TOPLUM
2.1.1. Din Kavramı
Önceki bölümde açıklanmaya çalışıldığı gibi, ideolojinin ne olduğuyla
ilgili tanımlarda bir fikir birliğinin bulunmadığı, bu açıdan kavramın çok
anlamlı ve çok yönlü olduğu sonucuna varılmış, kavram, onun hangi
açılardan ele alınıp yorumlandığı ile ilgili olarak yeni bir boyut kazanmıştır.
Benzer olarak, din ile ilgili tanım ve tartışmalarda da net bir fikir birliğinin
sağlanamadığı görülmektedir. Bu da sosyal bilimlerin kendi iç yapısıyla ve bir
konunun bir çok alanla disiplinler arası işbirliği içinde çalışılmasıyla doğrudan
ilişkilidir. Konuyu ele alan her araştırmacı, kendi alanının bakış açısıyla
değerlendirmelerde bulunurken içinde bulunduğu konjonktürel özelliklerin,
toplum yapısının ve değer ve inanç sistemlerinin etkisi altında bir eğilime
sahip olmaktadır.
İnsanlığın en kadim tarihine indiğimizde bilimsel, felsefi ve sanatsal
unsurların her toplumda bulunmadığı buna karşın dinin insan hayatının
başından itibaren en eski ve en tipik özelliği olduğunu ve dinsiz bir toplumun
var olmadığını görmekteyiz.1 Buna karşın dinlerin birbirinden çok farklı
konularda yoğunlaştıkları ve çok çeşitli kapsamlarının olduğu da tarihsel bir
gerçektir. Bu açıdan dinler arasında benzerliklerden çok farklılıkların
1
Günay, 1993: 26.
147
belirleyici olduğu söylenebilir. Hatta kimi zaman bir dinin farklı yorumlarının
birbirini sanki ortak bir inanca sahip değillermiş gibi dışladıkları görülmektedir.
İki farklı kökü olan din (religio) sözcüğünün ilk kökü olan legere
kökünden gelen relegere; bir araya toplamak, hasat etmek anlamına
gelmektedir. Ligare kökünden gelen religare ise birbirine bağlamak,
düğümlemek anlamını karşılamaktadır. İlk anlamda insanın mensup olduğu
dinsellikte kültürün rolü açıklanırken ikinci anlamında tutkuları disipline eden,
insanları kontrol eden ve düzene sokan dinsel uygulama ve doktrinleri
düzenleyen bir çerçeve sunmaktadır.2 Berger de dinin (religion); tedbir,
dikkatli uyum, itina anlamlarına geldiğini ifade eder.3
Çeşitli din tanımlarıyla dolu olan bilimsel literatür incelendiğinde dinin
tanımının kapsamlı veya dar olarak yapıldığı görülmektedir. Dinin yalnızca
dar
veya
kapsamlı
bir
tanımı
kabul
edildiğinde
dinin
anlaşılması
zorlaşmaktadır. Bu açıdan din, ‘bir toplumdaki fertlerin en yüksek iyi olarak
kabul ettikleri her şey” olarak tanımlandığında, örneğin Amerikan toplumunda
cinsel tatmin ve ekonomik başarının en yüksek iyi olarak değerlendirildiği göz
önüne alınarak bu tanımın oldukça geniş ve amacından sapmış olduğu
görülecektir. Öte yandan dini, örneğin, Tanrıya iman olarak tanımlamak da
oldukça dar ve sınırlı bir bakışın ürünüdür. Çünkü bu tanımı kabul ettiğimizde
de Budist rahipleri, Konfüçyüsyanistleri, Amerikan kolej öğrencisinin din
anlayışını ve birçok başka anlayışı dışarıda bırakmış oluruz. Bu nedenle
sorunun genel bilimsel din araştırmaları açısından nasıl değerlendirildiğine
bakmak gerekmektedir.4 Dinin farklı tanımlanma biçimlerini değerlendiren
Berger,5 bütün tanımlamaların eksik ve riskli olduğunu belirtmekle birlikte
kendisi şöyle bir din tanımı teklif eder: “Din, kendisinde- insan veya değilbütün varlığı kapsayan bir kutsal düzen hususundaki beşer tavrıdır. Diğer bir
2
Turner, 2012: 150-151.
3
Berger, 2002: 138.
4
Berger, 2002: 125.
5
Berger, 2002: 128.
148
ifadeyle, din, anlamı insanı hem aşan, hem de içine alan bir düzene
inanmaktır.”
Dinin makro düzeyde ya da mikro düzeyde veya yapı ve unsur
arasındaki diyalektik bir ilişki içerisinde tanımlanması onun hangi yönü
üzerinde durulacağıyla ilgili bir konudur. “Din, bir dünya görüşü, bir ideoloji,
bir organizasyon, bir yönelim ve bir değerler manzumesi, bir motivasyon, bir
ruh hali veya bir ahlaki karşı duruş olarak da nitelendirilebilir. Bütün bu
operasyonel tanımların her biri belli bir metodolojik yaklaşımın gerekliliğine
işaret eder”.6
Dinle ilgili araştırmalara baktığımızda Batılı din bilimcilerinin genel
olarak dini, özsel ve işlevsel olarak iki kategoride ele aldıkları görülür.
“Tartışma ana hatlarıyla Durkheim’a ait olan ve dinin ne işe yaradığı üzerine
yoğunlaşan işlevselciliğe karşı Weber’in temel vurgusu olan dinin ne olduğu
şeklindeki özsel tanım arasında” şekillenmektedir.7 Ancak çoğu çalışmada
özsel tanımlardan çok işlevsel tanımlar tercih edilmektedir. 8 Özsel tanımlar
kutsal hakkında, işlevsel tanım ise dinin ne olduğu hakkında bilgi verir. 9
Başka bir ifadeyle dine özselci yaklaşımlar, dinin kendi içinde, kendi
özellikleri açısından değerlendirilmesine öncelik verirken dine işlevselci
yaklaşımlar dinin insan veya toplum açısından önemine öncelik verirler.
Dünya üzerinde yaşayan her toplumda sayısız dinsel deneyimlerin
varlığı bilinmektedir. Bu kadar çok ve farklı dinsel deneyim ve yaşam biçimini
tek bir kalıba sığdırarak tanımlayabilmek de çok mümkün görünmemektedir.
Ancak farklı coğrafyalarda ve tarihin çeşitli dönemlerinde kabul edilmiş olan
dinsel
anlayışların
benzerlikleri
dikkate
alınarak
bazı
ölçütlere
ulaşılabilmektedir. Bu ölçütler; kutsallık, elçi, mesaj, yaratılış, cemaat, yaratan
6
Riis, 2012: 367.
7
Kurt, 2008: 74.
8
Çiftçi, 2002A: 9.
9
Droogers, 2012: 423.
149
gibi kategoriler üzerine inşa edilmektedir.10 Bu kategoriler ışığında Yıldırım, 11
dini, toplumsal yaşama katılımın meşrulaştırıcısı, hayatı anlamlandırma
çabası, insanın yaşamın zorluklarına karşı sığındığı bir güvenlik alanı olarak
tanımlamaktadır.
Dinin toplum açısından işlevleri her şeyden önce toplumda düzenin ve
uyumun sağlanmasında oynadığı role bağlıdır. “Her toplumun bir şekli,
yapısı, yerleşmiş gelenek ve görenekleri, uyulmakta olan kanunu ve kaideleri
vardır. Öte yandan her toplum sürekli bir oluş ve değişme içindedir”. 12 Din,
toplum yapısı içinde önemli bir düzenleyici unsurdur ve etki gücü açısından
çoğu zaman diğer tüm toplumsal unsurların belirleyicisi rolündedir.
Dinin toplum yapısı içinde düzenleyici ve dönüştürücü etki gücü olduğu
gibi çeşitli yorumlar, biçim ve üsluplarla toplumsal süreç içinde kendisi de
değişmektedir. Toplumdaki yönetim biçimi, politik durum, dayanışma ve
üretim şekilleri değiştiğinde dinsel düşünceler ve pratikler de değişime
uğramaktadır.13 Görüldüğü gibi din ve toplum arasında sürekli ve karşılıklı bir
ilişki bulunmaktadır.
Dinin işlevsel tanımının, dinin doğasına ve kaynağına, dinin özselci
tanımından tümüyle farklı bir açıdan yaklaştığını görürüz. İşlevselci tanımda
din, kişinin iç dünyasıyla ilgili olmaktan çok, dünya hayatının sürdürülmesine
yardımcı bir rol üstlenmektedir. Örneğin ibadet ve ritüeller, bir cemaat olarak
bir araya gelmek ve akıl ve ruh sağlığını kaostan korumak için yapılmaktadır.
Bu bakış açısından din yalnızca pragmatik bir anlayışla ele alındığından
indirgemeci bir yaklaşım olarak değerlendirilmektedir. İşlevsel tanımlarda
dinin, kutsalın ve uluhiyetin bir kısmını paylaşan yönünden çok, kişi ve toplum
10
Yıldırım, 1999: 27.
11
Yldırım, 1999: 30.
12
Günay, 1993: 4.
13
Yıldırım, 1999: 44.
150
için işlevsel bir emniyet kemeri, bir toplumsal dayanışma ve düzenleme aracı
olması yönünün vurgulanması dikkati çeker.14
Dinin toplum açısından işlevleri olduğu gibi toplumun da din üzerinde
etkileri bulunmaktadır. Bu anlamda din ile onun içinde bulunduğu çevre
arasında dinamik bir ilişki vardır. Yani din, içinde bulunduğu çevreden
zamanla çeşitli öğeleri kendi bünyesine kattığı gibi o çevreyi de belirgin bir
biçimde değiştirmektedir. Belirli bir dinsel sembol ya da ritüeli inceleyen
araştırmacı, sembolün veya ritüelin çevrenin izlerini taşıdığını bulur.15
Dinin toplumsal işlevini başarılı bir şekilde sürdürmesinin yolu, hem
kurumsal alanda hem de bireylerin iç dünyalarında karşılık bulmasıdır.
Özdalga’nın16 belirttiği gibi, “‘Din’, en resmi ve çok iyi oluşturulmuş kurumsal
hiyerarşilerden, tekil bireylerin en gizli ve özel kaygılarına kadar uzanan çok
karmaşık bir gerçekliği temsil eder. Din, ne kadar resmi, kurumsallaşmış ve
dışsallaştırılmış olursa olsun, aynı zamanda en derin insani varoluşsal
deneyimlerin ve sorunların ifadelerini de içerir”.
Bu açıdan dinin, belirli kurumlar ve topluluklar aracılığıyla hayat
bulması onun toplumsal yönünü ortaya koyar. Dinin toplumda kabul
edilmesine ve desteklenmesine paralel olarak dini örgütlenmeler toplumsal
aktör ve siyasal dinamik haline gelir. Bu, aynı zamanda, dinin sosyal gruplar
için sınırlar çizen, standartlar ortaya koyan bir meşruiyet kaynağı ve otorite
biçimi olarak işlev görmesi demektir. “Diğer kurum ve gruplar gibi, dini kurum
ve topluluklar da sosyal hareketliliğin lojistik temeli olabilmekte, üyelerine
kazandırdıkları rol, statü ve pozisyon örüntüleriyle ilave bir sosyalleşme
vasıtası olmakta ve oluşturdukları grup kimliğiyle bazen toplumun genel
standartlarıyla çatışırlarken bazen de bu standartlarla ahenk içinde
14
Kurt, 2008: 78.
15
Wuthnow, 2002: 67.
16
Özdalga, 2007: 20.
151
yaşamaktadır”.17 Dinin toplum içindeki bu rolü, onun, bağlılarını, öteki dünya
için olduğu kadar bu dünyada da yönlendirmesi demektir.
Dinin öbür dünya için harekete geçirdiği kadar bu dünyaya yönelik
etkinlikleri de yönlendirmesi onun bu iki yönünün birlikte ele alınmasını
beraberinde getirir. “Dinin sırf işlevsel açıklaması, dine dışarıdan bakanların
görüşünü yansıtırken dinin içinde olanlarınkini ihmal eder. Dinin, sadece bir
işlev veya salt bir güvenlik kapakçığı, toplumsal dayanışma aracı veya
gerilimi hafifletici, bireyleri sosyalleştirici bir etken olarak görülmesi, dini
yeterince anlatmaz. Belki din, tüm bunlarla birlikte, kutsalın tecrübesidir,
denilebilir”.18 Dinin daha iyi anlaşılması için hem toplumsal yaşamdaki
rolünün hem de kutsalın bir tecrübesi olarak öneminin üzerinde durulmalıdır.
Buna karşın, özsel ve işlevsel din tanımlamaları ayrı ayrı ele
alındığında, birbirlerini dışlayıcı bir yapıya sahip oldukları görülür. 19 Çünkü
dini özsel ve işlevsel olarak iki ayrı kategoride ele almak, dinin iki önemli
alanı arasına sınır çizer ve iki alanı birbirinden net olarak ayırır. Kutsalın
tecrübesinin nasıl bir şey olduğunun, sadece içeriden onu tecrübe edenle
sınırlı olarak anlaşılması, son derece öznel yorumları beraberinde getirir.
Kutsalın tecrübesinin, onu tecrübe edenlerin bakışlarını dikkate almadan
anlaşılmaya çalışılması ise öznel tecrübenin açıklayıcı öneminden tümüyle
mahrum kalır.
Bütün dinler inançlara dayanmaktadır ve bu inançlar dinin ayrılmaz
birer parçasını oluşturmaktadır. Dini tecrübe, ilham, vahiy, sezgi gibi unsurlar,
teorik bir anlatıma, bazı inanç, düşünce ya da tasavvurlara dayanır. Bunlar, o
dine inananları birbirine bağlayan bir etki gücüne sahiptir. En ilkel dinlerde
bile durum böyledir.20 Bunun yanında ifade etmek gerekir ki hiçbir din
17
Aydınalp, 2010: 195.
18
Kurt, 2008: 81.
19
Kurt, 2008: 83.
20
Günay, 1993: 169.
152
yalnızca inanç, düşünce ya da tasavvurdan ibaret olarak düşünülmemelidir.
Çünkü her dinin bir duygu ve davranışı boyutu da bulunmaktadır.21
Tecrübe, dinin en önemli boyutlarından birini oluşturur. Kişisel boyuta
sahip ve daha çok sübjektif olan dini tecrübeler kültürel modellere dayanır ve
belli biçimlerde başkalarına aktarılırlar. “Bir akıma ait olan ve ritüel aktivite
sırasında sembolik tarzda ortaya konulan bilişsel inanç sistemi, katılımcıların
önceki dini tecrübeleriyle birleşerek kişisel dini tecrübeyi şekillendirir. Bu
tecrübeler de sonuç olarak diğer katılımcıların sonraki dini tecrübelerini
şekillendirir. Böylece, kişisel dini tecrübeler bile kolektif hale dönüşür”. 22
Bu çerçevede, dini tecrübenin öznel yönü olmasına karşın din
araştırmalarının, bu öznel yönün, nesnel veya toplumsal yaşamda nasıl
yansıma bulduğu ve nasıl ortak yaşamın bir unsuru olduğu üzerinde
yoğunlaştığı söylenebilir. Wach, dinî tecrübenin, “teorik anlatım: akîde
(doktrin)”, “pratik anlatım: ibadet” ve “sosyolojik anlatım: dinî cemaat” olmak
üzere üç farklı biçimde nesnelleştiğini vurgular ve bu çerçevede dinin, “akide,
ibadet ve dinî grupta (cemaat) tezahür eden sosyal entegrasyonun bir
faktörü” olduğunu belirtir.23
Toplumsal açıdan bu kadar önemli bir işleve sahip olan dinin ne
olduğuna yönelik Weber’in çizgisinden konuyu değerlendiren Kurt’a 24 göre
“dinin özsel bir tanımını kabul etmek, Tanrı, Kutsal, Hakikat, Sır, Güç, Ruh,
Tabiat-üstü, Tecrübe-ötesi Gerçek, Müteal, Gerçek gibi aşkın bir varlığa,
hatta Hiçlik vb. işaret eden inançlar sistemine inanmak demektir, Özsel bakış
açısından din, tamamen kendi dünyamızı anlama çabası olup gerçekte
sosyal ya da psikolojik yaşantımızla ilgisi olmayan spekülatif bir girişimdir”.
Bu açıdan özsel tanımlar dar ve sınırlı bir tanımlama biçimi olmaktadır.
Çünkü dinin ve inancın sosyal, psikolojik, kültürel, ahlâkî ve sosyo-ekonomik
21
Günay, 1993: 174.
22
Granholm, 2012: 299.
23
Aktaran Kurt, 2008: 87.
24
Kurt, 2008: 76.
153
yönleri vardır ve bunlar özsel tanımda görmezden gelinmektedir. Yalnızca
dinin değil hemen hemen hiçbir deneyimin çevreden bağımsız olarak
yalnızca birey üzerinde etkili olması mümkün değildir. İnançlar, kapalı bir
kapta duran bir madde olmayıp insan eylemlerine yön verir ve çevreyle ilişki
halindedir.
2.1.2. Sosyolojik Açıdan Din
Sosyoloji ve din alanlarının birleşim noktasında yer alan din sosyolojisi
dini olayları toplumsal düzeyde tartışan bir araştırma ve inceleme alanıdır.
Her din, belirli bir toplum içinde ortaya çıkmış ve şekillenmiştir. Bu açıdan din,
birtakım toplumsal unsurlara dayandığı gibi dinin içinde toplumsal karakterli
olaylar bulunur. “İşte toplumun dini hayatı, onun dayandığı sosyal unsurlar ve
orada ortaya çıkan dini-sosyal hadiseler ve grupların incelenmesi Din
Sosyolojisinin konularını teşkil etmektedir”.25 Ortak dini ibadetler ve ritüellerin
açık toplumsal karakterinin yanında dini inancın bireyin ruh dünyasıyla ilgili
bir yönü bulunmasına karşın dini cemaatin üyeleri arasında inanç birliğinin
olması26 dinin temelde toplumsal bir karaktere sahip olduğunu gösterir. Bu
çerçevede gerek dini inanç gerekse dini pratik olarak dini nitelikli toplumsal
konular, din sosyolojisinin temel konusunu oluşturmaktadır.
Din sosyolojisi bu tür olayları, toplumsal bağlamı içinde kendine özgü
bir
açıdan
incelerken
diğer
toplumsal
oluşumlarla
bağlantılarını
ve
etkileşimlerini dikkate alır. Dinsel konuların bireyleri ilgilendiren yönleri olduğu
gibi din sosyolojisi daha çok, dinin toplumsal boyutları üzerinde yoğunlaşır.
“Dini düşünceler, inançlar, ibadetler, davranışlar, gruplar ve cemaatlerin ferdi
karakterlerinin ötesinde toplumu alakadar eden ve pek çok sosyal şartlardan
ileri gelen bir takım etkileşimlerle de karşı karşıya oldukları; üstelik onların
25
Günay, 1993: 15.
26
Granholm, 2012: 300.
154
başka toplumsal olaylara etkide bulundukları görülmektedir”. 27 Burada dinin
toplumsal karakterini dikkate alan din sosyolojisinin cevap aradığı birtakım
soruları Günay şöyle ifade eder. Bunlardan bazıları şöyle sıralanabilir;
Toplum hayatında dinin yeri ve fonksiyonu nedir? Bir dinin ya da dinle ilişkili
bir grubun oluştuğu toplumsal şartlar nelerdir ve bu şartlarla din veya dinsel
olaylarla nasıl bir ilgi ve ilişki bulunmaktadır? Dini hayatın ve dini grupların
çeşitlenmesinde toplumsal güçlerin rolü ne ölçüdedir? Sosyal yapı ve
değişimlerin dinle olan ilişkileri nelerdir? Sosyal grupların yapısı üzerinde
dinin nasıl bir etkisi vardır?
Görüldüğü gibi din sosyolojisinin alanına geniş çeşitliliğe sahip
sorunlar girmektedir. Din sosyolojisinin alanına giren konuların bu kadar
çeşitli
olması,
dinsel
örgütlerin
çok
sayıda
sorunla
karşılaşmasını
beraberinde getirmiştir. Bu durum aynı zamanda araştırmaların bu alanda
yoğunlaşmasına yol açmıştır. Dinin sosyal tarihi üzerine odaklanan diğer tür
araştırmalar dini oluşumları açıklayarak toplumsal etkileriyle ilgilenirken
dinsel sistemlerin toplumsal çevreleriyle ele alan araştırmalar da din
sosyolojisinin alanına giren son grup din sosyolojisi konularındandır. 28 Dinin
geniş kapsamlı olarak tanımlanması, din sosyolojisinin çalışma alanında da
yansıma bulmuş, yirmi-otuz yıl öncesine kadar örgütlü dinle sınırlı bir uğraşısı
olan din sosyolojisi araştırmalarının alanını genişletmiştir. Örgütlü din üzerine
çalışmalar hala önemini sürdürmesine karşın dinin başka boyutları da giderek
araştırmaların konusu haline gelmektedir. “Bu konular; mesela aşkın anlam
çerçeveleri sağlayan seküler inanç sistemleri; dini ve siyasi hedefleri
birleştiren toplumsal hareketler; ahlak kuralları, her türüyle ritüeller, dinsel ve
dinsel olmayan ideolojiler arasındaki benzerliklerdir”.29
Din sosyolojisi dini, insani bir eylem olarak değerlendirir ve onu
tabiatüstü, özerk ve toplumun üstünde bir etkinlik olarak ele almaz, dine
27
Günay, 1993: 24.
28
Wuthnow, 2002: 60.
29
Wuthnow, 2002: 62-63.
155
toplumbilimsel açıdan yaklaşır.
Toplumu dinsel referanslarla açıklamak
yerine
yönelmektedir.
toplum
formuyla
dine
Araştırma
alanı,
dinin
toplumsallığı ya da toplumun dinselliğidir.30
Günay’ın31 ortaya koyduğu gibi din sosyolojisi temelde “sosyal olaylar
olarak din olaylarını” inceleme yoluyla “toplumun kolektif dini hayatını, din ve
toplumun karşılıklı münasebetlerini ve dini grupları vasıflamak, karşılaştırmak
ve açıklamak ve böylece dinin toplum hayatındaki yeri ve önemini ortaya
çıkarmak, yani onun sosyolojik anlamını” belirlemek için çaba gösterir. Bu
açıdan genel sosyolojinin vasıflama, karşılaştırma ve açıklama biçimindeki
üçlü metodolojik yolu din sosyolojisi için de önemli bir yere sahiptir. Şimdi
Günay’ın ortaya koyduğu bu metodolojik öğeler üzerinde biraz ayrıntılı olarak
durabiliriz.
Toplumsal bir karakteri olan dini olayların vasıflanması, onların
gözlemlerinin yapılması demektir. Bir toplumun dini hayatı ve olaylarının
sosyolojik olarak incelenmesinin ilk adımı gözlem yoluyla sağlanabilir.
Dolaysız gözlem ve dolaylı gözlem olmak üzere iki tür gözlem vardır. 32
Dolaysız gözlem, yaygın gözlem ve yoğun gözlem olarak ikiye ayrılmaktadır.
Büyük toplulukların dini hayatlarına yönelik yapılacak çözümlemelerde
derinlemesine olmayan yaygın dolaysız gözlem yöntemi kullanılmaktadır.
Küçük toplulukların dini çözümlemelerinde ise yoğun gözlem yöntemi
kullanılmaktadır. Buna ek olarak Günay33 gözlem tekniklerini örnekleme,
monografi, istatistik, saha araştırması ve karma metotlar olarak beş biçimde
ele alıp açıklamıştır.
Dolaylı gözlem ise belgelerin toplanması ve belgelerin tartışılması
olarak iki aşamada gerçekleşir. Günay34 dolaylı gözlemi geçmişe yönelik bir
30
Yıldırım, 1999: 31-32.
31
Günay, 1993: 34.
32
Günay, 1993: 34.
33
Günay, 1993: 35-39.
34
Günay, 1993: 40.
156
vasıflama yöntemi olarak tanımlamaktadır. Bu yöntem, şahit, kaynak ve
belgelere dayanır. Sözlü belgeler, yazılı belgeler ve şekillenmiş anıtlar olmak
üzere üç çeşit belge vardır. Bu belgelerde birçok toplumsal olay ve geleneğin
yanısıra dini olay, inanç ve pratiklerin önemli nüvelerini bulmak mümkündür.
Bu açıdan yazılı belgeler, din sosyolojisi açısından büyük bir öneme sahiptir.
Dolaylı gözlemin ikinci adımı ise toplanan belgelerin doğruluğu ve
güvenilirliğinin tartışılması oluşturur.
Bu tür bir metodolojik çerçevede örneğin Fransız din sosyolojisi
irdelenmektedir. Daha özel olarak Fransa’da din sosyolojisi denildiğinde
Fransızların çoğunluğunun Katolik olması nedeniyle daha çok Katolisizm
Sosyolojisi
öne
çıkmaktadır.
Günümüzde
araştırmacılar,
Katolisizm
Sosyolojisiyle iki biçimde meşgul olurlar. Fransa’da din sosyolojisinin birinci
türü, “genel düşüncelere özel yer veren teorik ve kavramsal yapı, yani belirli
bir nokta üzerinde anket yapmayıp küresel analizleri gerçekleştiren akım;
başka bir ifadeyle, dolaylı gözlem olarak nitelendirilen tarihi metottan, dinler
tarihi, etnoloji, antropoloji gibi bilim dallarından faydalanarak ortaya konan
tarihi ve tipolojik bir din sosyolojisi”dir. Fransa’da din sosyolojisinin ikinci türü
ise “dolaysız gözlem; metot ve teknikleriyle iman, ibadet ve cemaatin
sosyolojik bakımdan ele alındığı ampirik çalışmalara özel yer veren”
araştırmalardır. Bununla birlikte her sosyoloğun, sosyolojik araştırmaların
gerektirdiği kuramsal ve ampirik yöntemleri az veya çok kullandığı
görülmektedir35. Metodolojik açıdan bu eğilimlere ek olarak araştırma
konularına bakıldığında, “Fransa'da din sosyolojisi çalışmaları, sekülerize
olmuş bir toplumda Katolikliğin ve Protestanlığın aldığı tavır, ekümenizm ve
laiklik, yeni dini akımlar, modern toplumda dinin yeni sosyolojik tanımı, din
sosyolojisinin gelecekte ele alacağı problemler gibi konular üzerinde
yoğunlaşmaktadır”.36
35
Arabacı, 1999: 116.
36
Arabacı, 1999: 121.
157
Din sosyolojisinde genel sosyolojide olduğu gibi üç çeşit karşılaştırma
bulunmaktadır;
tarihi
karşılaştırma,
etnolojik
karşılaştırma,
istatistik
karşılaştırma. Günay,37 dinler tarihi ve çeşitli dini verilerin din sosyolojisi
açısından ele alınarak karşılaştırılmasını tarihi karşılaştırma, ilkel toplumları
inceleyen etnoloji ve etnografya bilimlerinin verilerini dini hayat ve din toplum
ilişkilerini çözümlemek için kullanılmasını etnolojik karşılaştırma ve yığın
olaylar ve onlara dair gruplamalar ve ilişkilerin çözümlenmesinde istatistik
yönteminden yararlanmayı da istatistik karşılaştırma olarak açıklamıştır.
Vasıflayıcı sosyoloji, tarihsel, etnolojik ve istatistiksel karşılaştırmaları,
bir açıklama ile sonuçlandırır. Din sosyolojisinde ele alınan olayı doğru olarak
anlamak, açıklamak ve yorumlamak büyük bir önem taşımaktadır. Din ve
toplum ilişkisi oldukça karmaşık bir ilişki ağına dayanır. Bu ilişkiyi
çözümlerken bilimsel objektiviteye sadık kalmak zannedildiği kadar kolay
değildir. Çünkü sosyal olaylar, tabiat olayları gibi dışarıdan gözlemlenip
yorumlanan bir özellik göstermediğinden araştırmacı, yorumladığı ilişkilerin
bir parçası olmak durumundadır. Yine, din, toplumu oluşturan bireylerin
kişiliklerinin en derin yerlerine kadar nüfuz eden bir yapıya sahip olduğundan
birçok sosyal olaydan daha güçlü bir etki mekanizması bulunmaktadır.
Araştırmacının kendisiyle ilgili nedenlerin yanısıra araştırmaya konu olan
toplumun dini tutumu da objektifliğin önünde bulunan bir engel olabilmektedir.
Bu sayılan nedenler, din sosyoloğunun objektiflik kriterine uymasını
zorlaştırmaktadır.38
2.1.3. Toplum Düşüncesinde Din
Toplumsal bağlamları içinde dinlerin anlaşılması, dinin kendisinin
karmaşık ve kompleks yapısı, dinlerin birbirlerinden ayrı olgular olarak
tanımlanmasının zorluğu ve herkesin bir dine bağlı olduğunu farz etmenin
37
Günay, 1993: 44.
38
Günay, 1993: 44-46.
158
mümkün olmaması nedeniyle zor bir girişimdir. “Toplumlardaki din olgusu,
çok tanrıcı (politheism), birleştirici (syncretism), seçmeci (ecletism) ya da
seçip bir araya getirici (bricolage) olarak nitelendirilebilir. Din olgusundaki bu
karmaşıklık birkaç göstergenin kombinasyonunu da gerektirir. Sosyal süreçte
artan dini karmaşa içerisinde resmi dinlere bağlılık temel bir gösterge olarak
ele alınırsa dindarlığın yeni şekilleri marjinallik olarak görülecektir.”
39
Ondokuzuncu yüzyılda toplumu anlamaya ve açıklamaya çalışan öncü
sosyologların hemen hepsi din konusuna özel bir önem vermişlerdir. Bu
sosyologlardan her biri kendi genel toplum anlayışına paralel bir din
sosyolojisi geliştirmiştir. Bu dönemde toplum düşüncesinin temel ilgilerinden
biri toplumsal değişme olduğu için din de değişim sürecindeki konumu
açısından ele alınmıştır. Daha özel olarak bu sosyologlar, geleneksel
toplumdan modern topluma geçişi açıklamaya çalışmışlar ve bu süreçte dintoplum ilişkisini çözümlemişlerdir. Öncü sosyologlardan bazıları dinin temel
bir aktör ve değişimin yaratıcısı olarak görürken diğerleri ise dini, daha başka
etmenler tarafından belirlenen toplumsal değişimin bir sonucu olarak
görmüşlerdir. Comte, Durkheim, Weber ve Marx burada yaklaşımlarına
değineceğimiz başlıca toplum bilimcilerdir.
2.1.3.1. Auguste Comte
Comte, genel olarak toplumun ve düşüncenin üç aşamada geliştiğini
ileri sürer. Bu aşamaların teolojik aşama, metafizik aşama ve pozitif
aşamadır. Bu “üç hal kanunu"na göre pozitif çağa kadar geçen zaman
boyunca insanlığın kaderinde en önemli rolü din üstlenmiştir. Ona göre
teolojik safhadan metafizik safhaya ve son olarak pozitif safhaya kadar din,
sosyal hayatın diğer müesseseleri gibi değişip tekâmül etmiştir; O, "Pozitivist
dönemi yaşayan toplumun dini de pozitivist olmalıdır" görüşüne” sahiptir.40
39
Riis, 2012: 368.
40
Arabacı, 1999: 114.
159
Comte’un bu sınıflamasına göre geleneksel din, her ne kadar demode ve ilkel
olarak nitelendirilmiş olsa da o, sosyal düzenin temeli olarak kabul
edilmiştir.41 Din, toplumun evrim ve gelişmişlik düzeyine göre belirlendiği için
pozitif bilimin geçerli olduğu modern toplumda, geleneksel toplumdaki gibi bir
din anlayışının sürmesi mümkün değildir.
Comte, geleneksel dini ve Fransız Devrimi’ni reddeden rasyonel bir din
öneriyordu. Ona göre sosyoloji, teolojinin doğaüstü ögelerinden arınmış yeni
bir teoloji olacaktı. Eski toplumsal düzende her şey teolojik olup tüm bilgi
alanları teolojinin altında toplanmaktaydı. Comte’a göre o ana kadar elde
edilmiş tüm bilgileri birleştirerek dünyaya şekil vermek, düzene koymak ve yol
göstermek işini sosyoloji üstlenecekti.42 Pozitif bilgi, insanın entelektüel
evriminin bir sonucu olarak ortaya çıktığı için insanın, doğanın ve toplumun
gerçek yasalarını keşfetmesine olanak verecekti. Böylece insan yaşantısı bu
bilginin yol göstericiliği altında şekillenecekti.
Comte’un evrimci kuramı ya da üç aşama yasasına göre dünya üç
entelektüel aşamadan geçmektedir. Ancak bu entelektüel dönüşümden
yalnızca dünya geçmemekte, bireyler, gruplar, toplumlar, bilimler ve zihinler
de bu dönüşüme maruz kalmaktadır.43
Comte’un ileri sürdüğü üç aşamada, aşamalardan her biri diğerinden
dünya görüşü, düşünme biçimi ve anlamlandırma açısından ayrılmaktadır. İlk
evrede insan çevresinde açıklayamadığı birtakım olayları açıklamak için bazı
varlıklar ve güçler tasavvur etmiştir. Comte bu evreyi teolojik evre, yani insan
düşüncesine dinin hâkim olduğu dönem olarak isimlendirirken dini, belli bir
düşünme biçimi, doğal ve sosyal çevreyi anlama, açıklama ve yorumlama
aracı olarak ele almıştır. İkinci evrede ise kişi çevresindeki olan biteni
anlamak ve açıklamak için dini kullanmak, açıklamalarına ilahi anlamlar
atfetmek yerine “cevher, tabiat kuvveti, cazibe vs.” gibi metafizik kavramlar
41
Guest, 2012: 92.
42
Çiftçi, 2002B: 33.
43
Ritzer, 2012: 15.
160
kullanmıştır. Üçüncü evrede ise metafizik düşünce ve açıklama biçiminin
yerini pozitif düşünce almıştır. Bu aşamada dini veya metafizik kavramlara
yapılan başvurulardan sıyrılıp pozitif bir bakış açısı benimsenmiştir. Din bu
üçüncü evre olan pozitivist evrede kendiliğinden önemini yitirmiştir. Günay,
Comte’u dini akılsal olarak anlamaya ve açıklamaya çalışıp onu yalnızca fikir
ve tasavvurlar toplamından ibaret olarak gördüğünü ileri sürerek eleştirir.
Dinin tutum ve davranış boyutunun önemine değinir. Dini ayin ve merasimler,
yapılan ibadetler, emirlere uyma ve yasaklardan sakınma, dua etme, zikir,
Allah’a ve kutsala saygı duyma bu boyutlara örnek gösterilebilir ki bunlar
yalnızca birtakım fikir ve tasavvurlardan ve akılsal açıklamalardan bağımsız
olarak iradi davranışlar olarak açıklanır.44
Ritzer’in45 ileri sürdüğü gibi Comte’un düşünceleri, Comteçu bir
sosyoloji geleneği oluşturacak kadar “sağlam bir akademik temelden yoksun”
olduğu halde sosyolojinin en önemli yaklaşımının temellerini attı. Bununla
birlikte, Fransız sosyolojisinde ondan daha sonra gelen Emile Durkheim onun
fikirlerini gölgede bırakan bir sosyolojik miras bıraktı.
2.1.3.2. Emile Durkheim
Emile Durkheim dini gelişim konusunu Comte’a göre daha ayrıntılı
olarak incelemiş ve geleneksel dini inanç ve fikirlerin yerini, modern toplumun
koşulları içinde daha fazla rasyonelleşmiş, kanıt temelli ve sosyolojik olarak
biçimlendirilmiş düşünce türlerinin alacağını savunur. Durkheimcı din
sosyolojisi, sekülerleşme yaklaşımındaki daha sonraki fikirleri şekillendirmiş,
gerek kuramda gerekse yöntemde kendine özgü bir bakış açısı geliştirmiştir.
Aynı zamanda din sosyolojisini toplumsal değişim açısından evrimci bir
görüşte
temellendirerek
kuramsal
geleneğin
başlıca
özelliklerini
oluşturmuştur. Bu bağlamda, Durkheim’ın Toplumsal İşbölümü’nde ortaya
44
Günay, 1993: 174-175.
45
Ritzer, 2012: 18.
161
koyduğu “yapısal farklılaşma, dini kurumların toplumsal yapı içindeki yeri, bu
kurumların daha geniş yapılarla ne ölçüde bütünleştiği, sosyal kural ve
değerleri şekillendirme güçlerini belirlemekte malum işlevlerinin araçsallığını
göstermek suretiyle, dinin sosyal önemine dair çağdaş tartışmalar içinde bir
aksiyom olarak kalmaktadır”.46 Yapısal farklılaşma, tarihsel süreç içinde
toplumun değişimine paralel olarak dinin de değiştiğini öne sürmektedir.
Yöntemsel olarak pozitivist bir sosyoloji yaklaşımını benimseyen
Durkheim, dünyayı ampirik bir olgu olarak ele almış ve metafizik ve teolojik
güçlerin varlığını reddetmiştir. Dünyayı anlamlandırmayı sağlayan bilincimizin
kategorilerden oluştuğunu, kategorilerin kendisinin ise dinsel olduğunu dile
getiren
Durkheim’a
göre
ilk
dinsel
yaşam
biçimleri
ilk
kategoriyi
oluşturmaktadır. Dini davranışlar ise kolektiftir ve toplumsal gerçeklikle
beslenmektedir.47 Drukheim’a göre insan bilincinin kategorileri dinsel olduğu
halde din, toplumsal yapının bir ürünüdür, her şeyden önce dinin en önemli
tanımlayıcı yönlerinden bir dinsan inancın kaynağı toplumdur.48 Durkheim’ın
metafizik ve teolojik güçlerin varlığını reddetmesi, dinin önemini reddetmesi
anlamını taşımaz. Aksine o, sanayi toplumunun gelişmesiyle dinin önemini
kaybetmesi düşüncesini ileri süren genel evrimci eğilime karşı dinin modern
dünyada önemini sürdüreceği görüşünü savunur. “Ancak Durkheim’da din, bu
önemini sosyal karakteri nedeniyle yani dinin din değil, toplum olduğu
düşüncesine dayanarak korur”.49
Durkheim’ın din sosyolojisi ile ilgili iki önemli eseri İntihar ve Dinsel
Hayatın İlkel Biçimleri’dir. O, Dinsel Hayatın İlkel Biçimleri adlı eserinde dini,
ilkel biçimlerden başlayarak ele alır, kutsal olan ve kutsal olmayan arasındaki
kategorileri yapısal bir ayrımla belirleyerek dinin kökeni ve işlevlerini
açıklamaya çalışır. İntihar adlı eserinde de dini inançlarla intiharlar arasındaki
46
Guest, 2012: 92-93.
47
Yıldırım, 1999: 65-66.
48
Durkheim, 1976: 431.
49
Özdalga, 2007: 18.
162
ilişkiyi ele alarak dinin toplumsal olaylar üzerindeki etkisini belirterek din
sosyolojisine katkıda bulunmuş olur.50
Durkheim, Dinsel Hayatın İlkel Biçimleri adlı eserinde dinin kişisel
değil, toplumsal bir süreç olduğunu ileri sürer. Avustralyalıların totem
hayvanlarına tapmalarını, gruplarının birliğini temsil etmeleriyle açıklarken
totemin kutsallığının kabul edilmesinin totemlerin topluluğu olan toplumun da
kutsallaştırmasını beraberinde getiriyordu. Totemlere saygı, toplumun genel
yapısına saygıyı temsil ediyordu ve dinsel olana saygı otoriteye hürmet
demekti. Özetle; “dinsel tapmanın asıl nesnesi toplumun kendisidir” önermesi
Durkheim’ın düşüncesinin temel parçalarından birini oluşturur.51 Toplumun
din aracılığıyla kendisini kutsallaştırması, kendi düzenini dini ayinler yoluyla
bireyler üzerinde hâkim kılmasını beraberinde getirir.
Durkheim’a göre “din, toplumun minyatürleştirilmiş modelini veren bir
kurumdur. Dini ‘ayinler’ (rites) ise, o toplum içinde yaşayan insanların, zaman
zaman kendi yapılarının sosyal ‘anayasa’sını hatırlamalarını mümkün kılan
bir ‘toplum değerleri doğrulama’sıdır”.52 Dini inançlar toplumun bilinç
düzeyinde bir arada tutulmasında en önemli etmenlerden biriyken ayinler bu
birlikteliğin pratikte de sağlamasını yapar.
Durkheim, dinin, anlam ve değerlerin yaratılmasında çok etkili bir
kültür formu olduğunu düşünmüş bu nedenle dini son derece radikal bir
biçimde tanımlamıştır. Kurt’un53 aktarımıyla bu tanıma göre, “Din, kutsal
şeylerle ilgili –emredilmiş ve yasaklanmış- bir inançlar ve pratikler
manzumesidir. Bu inanç ve pratikler, onları kabul eden kimseleri kilise denen
manevi bir topluluk halinde bir araya getirir. Din fikri, kilise fikrinden
ayrılamaz”. Bu inançlar ve pratikler, her dinde nesnel gözlemi yapılabilecek
unsurlardır. Bu açıdan dinin özünü, “ilah”, “sır” veya “doğaüstü” temsil etmez.
50
Arabacı, 1999: 115.
51
Mardin, 1995A: 48.
52
Mardin, 1995A: 47.
53
Kurt, 2008: 79.
163
Örneğin Buda ve Jainizm dini ilâhsızdır. Durkheim din ve kilisenin birbirinden
ayrılamayacağını,
kilisenin,
dinin
toplumsal
ve
dayanışma
boyutunu
oluşturduğunu ileri sürer. Oysa Weber dini daha özsel bir zeminde tartışmış,
onu doğrudan insani anlamlandırmanın bir parçası ve ruhun kurtuluşuna
yönelik bir girişim olarak görmüştür. Durkheim, dini toplumsal bütünlüğün bir
aracı olarak gördüğü için ona göre kilisenin önemi, onun bir ibadet yeri
olmasında
değil
toplumsal
bütünlüğün
oluşturulmasına
katkıda
bulunmasındadır.
Kutsal, olağanüstü özelliklere sahip objelerdeki güçten çok, objelere
yerleştirilen bir değerdir ve Durkheim’ın din teorisinin büyük bir bölümü
kutsalın sosyal üretimiyle ilişkilidir.54 Din, Durkheim’a göre zamanla
toplumdaki değişime göre içeriği değişen bir kutsallar dizisidir. Ancak burada
kutsal ve dinsel olan aynı anlama gelmez. Kutsal, “tüm dinlerin ortaklaşa
sahip olduğu bazı aşkın hayat boyutlarını çağrıştırır. Yine de, burada
‘kutsal’ın, ‘ampirik olmayan’ın yerini tutan bir terim olmaktan çok, sosyal
prestij tarafından inşa edilen objeleri belirttiğini farz edersek, bu, gerçekten
alternatif bir din tarihi okuma biçimi olacaktır”.55
Dinin toplumsal karakteri üzerinde odaklanan Durkheim, gördüğümüz
gibi, dini hayatın ilk biçimleri olarak kabile yaşantısında totemizme vurgu
yapar. Tarih içinde dinlerin toplumsal değişime paralel bir şekilde evrim
geçirdiklerini ileri sürer. O, dini temel bir sosyal gerçeklik olarak görür ve
sosyal olanın psikolojik olanı ve bireysel olanı aştığını iddia eder.56 Bu onun
genel sosyolojik kuramıyla da paralel olan dinle ilgili görüşüdür. Bu anlamda
yaklaşımlarının köklerini Durkheim’da bulan, T. Parsons ve R. K. Merton gibi
sosyologlar, dini, toplumun bütünlüğü açısından ele alırlar. Onların geliştirdiği
yapısal işlevselci kuramların temel özelliği, bireyden, tikel olandan veya
parçalardan çok toplumsal düzen, toplumsal bütünleşme ve toplumsal
54
Paden, 2012: 78.
55
Paden, 2012: 81.
56
Cain, 2002: 32.
164
çatışma gibi kapsayıcı konular üzerinde durması, toplumsal düzene olduğu
kadar toplumsal değişim ve farklılaşmaya dinin katkısını dikkate almasıdır. 57
2.1.3.3. Max Weber
Toplumsal tarih çalışmalarıyla Weber’in ana ilgisi dinin toplumsal
değişme açısından rolü olmuştur. O, bu çalışmalarda dini inanç sistemlerinin,
din dışı alanları nasıl etkilediğini çözümlemeyi amaçlamıştır. Bunu konu
edinen ünlü araştırması Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu’nu58 1905’de
yayınladı. Weber, din sosyolojisi açısından üç temel konu üzerinde
odaklandı: dini fikirlerin ekonomik davranış üzerindeki etkisi; toplumsal
tabaka ile dini fikirler arasındaki ilişki; Batı kültürünün kendine özgü nitelikleri.
O, bu konulardaki görüşlerini ortaya koyarken rasyonelleşmenin Batı’daki
benzersiz gelişme olduğundan bahsederken Doğu toplumlarında bu tür bir
gelişmenin olmamasına da değinir.59
Weber dini fenomen ve teolojik düşüncenin unsurlarının zaman zaman
dinin ötesinde etkilere ve sonuçlara neden olacağı üzerinde durmuştur.
Bunun en önemli örneği de Protestanlık ve kapitalizm arasındaki ilişki tezidir.
O, din ve toplum ilişkisinin karşılıklı bir etkileşim olduğunu iddia eder ve belirli
toplumsal olaylarla dinsel oluşumların ya birbirlerini arayıp bularak ya da
birbirlerini ortaya çıkararak oluştuğunu savunur.60
Batıda din ve kapitalizm arasındaki ilişkiyi araştırmasının yanısıra
Weber dünya dinleri hakkında Hinduizm ve Budizm’in ekonomik etiğiyle ilgili
geniş araştırmalar yapmıştır.61 Weber, tüm bu çalışmalarında dini inanç ve
kaidelerin insanların ekonomik çalışmalarını nasıl belirlediğini ortaya
57
Kurt, 2008: 80
58
Weber, 1993.
59
Kurt, 2010: 4.
60
Berger, 2002: 135.
61
Gellner, 2012: 100-101.
165
koymaya özel bir önem vermiş, dinin özel olarak ekonomik, genel olarak
toplumsal yaşantının şekillenmesinde oynadığı rolü çözümlemiştir.
Weberci yaklaşıma göre din, çeşitli toplumsal kesimlerin etik ve
ideolojik eğilimlerini ortaya koyar. Bu anlamda örneğin Çin'de, M.Ö. bir kaç
asır öncesinden 1912’ye kadar devlet dini olarak işlev gören “Konfüçyanizm
âlimlerin, ediplerin, bürokratların, prenslerin ve imparatorluk ailesinin
düşüncelerini; erken Budizm dilenci zahit ve rahiplerin görüşünü ve Yahudilik
başlangıçta bir parya konumundaki bir azınlık kültürünün fikirlerinin” temsilcisi
olmuştur. Diğer taraftan Hıristiyanlık ise zaman içinde gelişme gösterdikçe
“Hıristiyan olmanın hangi anlama geldiğiyle ilgili fikirleri, çok farklı sosyal sınıf
türlerinin çıkarlarını yansıtmıştır. Böylece Hıristiyanlık, kendi sosyal ve
ekonomik hayatının nasıl konumlandığına bağlı olarak, uhrevi, dünyevi veya
her ikisinin birleşimi haline gelmiştir. Kurtuluş, gelecek telâfisi, günah ve hatta
dinî mütevazılık gibi kavramlar belirli sosyal sınıflar için tabii iken diğerleri için
değildir”.62
Weber’in
çalışmalarında
Hıristiyanlığın
Batı
toplumlarında
oynadığı rolün diğer dinlerin oynadığı rolle karşılaştırılması yaygın olarak
görülmektedir. Bunu yaparken dinin, içinde yer aldığı toplumun farklı
toplumsal kesimleri açısından önemi ve onların dünyaya ilişkin eylemlerini
nasıl yönlendirdiğini incelemektedir.
Yukarıda ifade edildiği gibi Weber, Protestanlığın ahlaki yönü ve
kapitalizm ileHinduizm, Budizm, Konfüçyanizm, İslam ve Musevilik üzerine
çalışmalar yapmıştır. Gellner’in63 vurguladığı gibi Weber’in kuramı, teknik
şartların ve ekonomik şartların gerçekleşmesinin kapitalizm için yeterli
olmaması
üzerine
şekilleniyordu. Weber dünya
dinleri
çalışmasında
Protestanlığın dört temel özelliği; rasyonel, aktif, bu dünyaya ait ve çileci
olması
sonuçlarına
ulaşmıştır.
Bu
dört
özelliğin
bir
arada
olması
Protestanlığa özgü bir durumdu çünkü diğer araştırdığı dinler genel olarak bu
dört özelliğin birkaçını gösteriyorlardı. Örneğin Konfüçyanizm rasyonel ve bu
62
Kurt, 2010: 5.
63
Gellner, 2012: 102-104.
166
dünyaya ait niteliklere sahipken çileci değildi. İslam dini aktif ve dünyevi olsa
da savaşçı özelliği nedeniyle çileci anlayışı tam olarak desteklemiyordu.
Budizm rasyonel ancak çileci değildi.
Weber’e göre tarihin başlangıç dönemlerinde dünya kutsallıkla
açıklanabilirken artık pozitif, deneysel ve matematiksel bilim onun yerini
almış, “anlamdan yoksun kullanılabilir bir evren” oluşmuştur. O, bu durumu
büyü bozumu olarak ifade eder. Bu süreçte inanç, bilimsel düşünceyle
uyumlu hale geldiğinden “bütün büyüsel etkinliklerini kaybederek ‘büyü
bozumuna’ uğradı. Hristiyanlık modernleşti”.64
Weber’in ve Durkheim’ın çalışmalarında dinin merkezi bir öneme sahip
olduğu açıkça görülmektedir. Her iki sosyolog da Marx’ın görüşlerini
çürütmeyi amaçlamışlardır ve içinde bulundukları on dokuzuncu yüzyılın
tarihsel koşullarıyla uyumlu olarak uygarlığın tekilliği, evrenselliği ve
üstünlüğü gibi vurguların yönlendirdiği modernleşme paradigmasından
etkilenirler. Din de belirtilen tüm bu gelişmelerle uyum içinde yorumlanır ve
anlam kazanır. Modern düşüncede din, seküler alanlarda açıklanır. Her iki
düşünür de dine, toplumu önceleyerek bir açıklama getirirler ve onu
toplumsal bir olgu, toplumsal gerçekliğin bir parçası olarak ele alırlar.65
2.1.3.4. Karl Marx
Marx,
toplumun
anlaşılmasında
sınıflar
arasındaki
ekonomik
çatışmalar üzerinde yoğunlaşır. İlk toplumlardan itibaren toplumları bu
çerçevede çözümler. Ona göre ekonomik altyapı, toplumsal yaşamın
belirleyici gücüdür. İnanç, ideoloji, kültür ve din, bu altyapı üzerinde şekillenir.
Bir toplumda ekonomik olarak hâkim olan sınıflar o toplumdaki hâkim olan
inanç biçimini ve ideolojik yapıyı da belirler. Hâkim sınıflar kendi çıkarlarını
64
Yıldırım, 1999: 71.
65
Yıldırım, 1999: 75-76.
167
korumak için her türlü ideolojiyi ve inancı kullanırlar. Önceki bölümde
değindiğimiz gibi Marx, bu anlamda dinden kitlelerin afyonu olarak söz
etmiştir. Diğer dönemlerde olduğu gibi özellikle kapitalizmde bir sınıfın diğer
sınıfları ezmesi ve mevcut olan sömürü düzenini devam ettirmek için her türlü
meşrulaştırma aracı olarak fikirleri ve inançları kullanması, Marx’ın
düşüncesinin merkezinde bulunur.
Bu çerçevede Marxist yaklaşım, dinsel biçimleri ekonomik alt yapının
yansımaları olarak değerlendirir. Sınıflar arasındaki ilişkileri belirleyen
ekonomik üretim biçimi dinsel yönelimlerin şekillenmesini de sağlar. Bu
bağlamda, dinsel biçimlerin ortaya çıkışını, üretim sürecinin doğası ve üretim
sürecinin oluşturduğu toplumsal sınıflar arasındaki ilişkiler belirler.66 Marxist
çözümlemede din, bir üstyapı öğesi olarak ele alınır. Bu açıdan dini,
Marxizmin ideolojiyle ilgili genel çözümlemesi çerçevesinde değerlendirmek
mümkündür. Ancak ikisinin farklı yönlerinin bulunduğu da dikkatlerden
kaçmamalıdır. Mardin’in67 belirttiği gibi, din ve ideoloji arasında çok güçlü bir
ilişki bulunmasına karşın dinin insanların sarıldığı bir kurtuluş aracı olma
özelliği, ideolojinin belirleyici özelliği olan tahakküm aracı olmasına göre daha
belirgindir.
Marx, ideolojinin önemini başlangıçta din konusuyla yakından ilişkili
olarak ele almıştır. Onun dinle ilgilenmesinin temelinde Ludwig Feuerbach’ın
fikirleri bulunur. Feuerbach’a göre insanların dini yönelimlerinin merkezinde
yer alan Tanrı inancı, insanların “kendi sınırlılığını ideal bir varlıkla
karşılaştırma eğiliminden doğan bir projeksiyondur. Din, insanın kendi
düşüncesinin insanlarüstü bir plana aktarılışıdır”.68 Bir ateist olarak
Feuerbach, dini bütün kötülüklerin kökeni olarak görür. En basit anlatımla
onun teorisi, Tanrının insanı yarattığı değil insanın Tanrıyı yarattığı
66
Kurt, 2010: 5-6.
67
Mardin, 1995A: 45.
68
Mardin, 1995A: 42-43.
168
biçimindeydi.69 Bu tür bir anlayış en temelde dinin ve tanrı fikrinin, dünya
içinde ve insanlar arasındaki ilişkilerde köklerinin bulunduğunu vurgular.
İnsanın sömürüden ve yabancılaşmadan kurtulmasında bireysel
arayışların sonuca ulaştırmayacağını düşünen Marx, kapitalist toplumun
bütünüyle dönüşmesini gerekli görür. Çünkü ona göre yabancılaşma da
sömürü de bireysel değil yapısal bir gerçekliktir ve en temelde üretim, dağıtım
ve mülkiyet sistemiyle ilgilidir. Dolayısıyla yabancılaşmanın sona ermesi için
bu sistemin dönüşmesi gerekir.
Bu düşüncelerinin yanısıra Marx’ın toplumsal gerçekliğin daha özel
olarak kapitalist toplumun işleyişinin anlaşılmasında bilime büyük bir önem
verdiğini görmekteyiz. Marx’a göre toplumsal gerçekliğin temelini veya daha
özel olarak kapitalist toplumun ekonomik yapısını ve işleyişini anlamamızı
ancak bilim sağlayabilir. Gülenç’in70 ifadesiyle “Bu teşebbüsün metafizik,
spiritüal
ya
da
dini
bir
çerçevede
kalınarak
olumlu
bir
şekilde
sonuçlandırılması olanaklı değildir. Marx, bu çerçevede gerçek eleştiriyi
yapabilme potansiyeline sahip bilimsel etkinlik ile ideolojik bakışı birbirinden
ayırmıştır.”
Marx dinle toplumsal değişme arasında negatif bir ilişki görmüştür.
Buna karşın Weber, dinin bir yorumunun, toplumsal değişmenin temel
nedenlerinden biri olduğunu vurgulamıştır. Marx’ın yaklaşımında olduğu gibi
Weber’in yaklaşımında da din, bir meşrulaştırma aracı olarak kullanılabilir.
Bununla birlikte Weber sadece imtiyazsız durumda bulunmanın değil,
imtiyazlı durumda bulunmanın da dinsel bir açıklamasının olduğunu kabul
etmiştir.71 Buna ek olarak, sosyolojinin öncü düşünürlerinden Durkheim da
Marx gibi dinin toplumsal bütünleşmeye yol açtığını kabul etmiştir ancak
Durkheim, toplumun düzeni ve işleyişi için dini zorunlu gördüğü halde Marx,
dinin, sınıfsal sömürü ve egemen düzeni meşrulaştırma aracı olduğunu ileri
69
Özdalga, 2007: 15.
70
Gülenç, 2012: 2.
71
Tatar, 2012: 154.
169
sürmüştür.72 Marx ve Durkheim, dini içinde bulunduğu toplumun belirlediğini
vurgularken Weber, dinin toplumu belirleme gücü olduğunu ifade etmiştir.
Burada
son
olarak
Marx’ın
ve
Weber’in
dine
yaklaşımlarını
karşılaştırmalı olarak ele alan Musaffer Sencer’in görüşlerinde bahsedebiliriz.
Ona göre Weber’in din sosyolojisi, dinsel güçlerin ekonominin gelişiminde
dolaylı etkisinin bulunduğunu ileri sürmesiyle burjuva sosyolojisinin bir örneği
olarak kendini göstermekte ve metodolojik bir yanlışa düşmektedir (Sencer,
1999: 12). Aynı zamanda dine bu tür bir yaklaşımın, olgusal verilerle
uygunluk sorunu vardır. Sencer (1999: 15), Dinin Türk Toplumuna Etkileri
adlı eserinin özde burjuva sosyolojisinden ayrıldığını ve “marksist yöntem
uygulanarak, genel olarak din sistemleri ve özel olarak islamlık, toplumların
üretim sürecindeki nitelikler ve sosyal organizasyonlarına göre biçimlenen
ideolojik yapılar olarak” çözümleneceğini bu çerçevede “din olgusu, genel
anlamıyla, bağımlı bir değişken olarak” ele alınacağını belirtir.
2.1.3.5. Dinin Anlaşılmasına Katkıda Bulunan Diğer Yaklaşımlar
Din çözümlemesi, yukarıda ele aldığımız ve sosyolojin kurucusu olan
dört düşünürün dışında da temel bir ilgi konusu olmuştur. Çoğunlukla bu
kurucuların eserlerine başvuru yoluyla kendi yaklaşımlarını geliştiren diğer
düşünürler, yirminci yüzyılın başından itibaren dinin anlaşılmasını daha ileri
düzeye taşımaya çalışmışlardır. Bu düşünürlerin, sosyolojinin yanısıra
psikolojik ve antropolojik açıklamayı da din çözümlemesine dâhil ettikleri
görülmektedir. Söz konusu düşünürler tarafından geliştirilen yaklaşımlar
yerleşik bir referans çerçevesi oluşturmasının yanısıra bugün din, toplum,
kültür ve birey arasındaki ilişkilerin anlaşılmasına önemli ölçüde katkıda
bulunmaktadır.
72
Tatar, 2012: 156.
170
Freud, dinsel inançların ideolojik nitelik taşıdığına inanır. Ona göre din,
kişiliğin şekillenmesi sürecinde yaşanan eksik bir safhayı örtmek için
kullanılan bir araçtır. Başka bir deyişle dünya karşısında çocuk, korku ve
güçsüzlük duygusunu anne baba otoritesi ve desteğiyle telafi ederken
büyüdüğünde bu yardımlardan vazgeçerek sorumluluk üstlenmesi gerekir.
Ancak
o
zamana
kadar
sorumluluk
almayıp
başkalarının
kararları
doğrultusunda yaşamını şekillendiren kişi bu aşamada “soyut bir baba” figürü
olarak dini yaşamına katar. Böylece din, sorgulamadan yerine getirilen bir dizi
emir ve yasaklarla kişinin sorumluktan arınmasına yardımcı olur ve eksikliği
hissedilen babanın yerini alır. Dinin, gerçekleri örten bir maske olduğu
görüşünü savunan Freud, onun gücünü oluşturan psikolojik kaynakları
gizlediği ölçüde ideolojik olduğunu belirtir.73 Freud’un yaklaşımı, daha önce
ele aldığımız Marxist yaklaşımlardaki gibi dinin maskeleyici veya örtücü
niteliğine dikkat çeker. Bununla birlikte Marxist yaklaşımlara göre genel
olarak ideoloji özel olarak din, toplumdaki hâkim sınıfın çıkarlarını ve
sömürüsünü örterken Freud, bu örtmeyi kişisel düzeyde ortaya koymakta ve
kişilikteki eksikliklerin üzerini örttüğünü ileri sürer.
Erikson da Freud’a benzer şekilde yeni doğmuş çocuk için geçerli olan
ana babaya duyulan güven duygusuyla din arasında bağlantı kurmuştur.
“Korumanın sonucu olan güven, herhangi bir dinin gerçekliğinin mihenk
taşıdır”. Tüm dinlerde ortak olan unsurlar vardır. Bunlara kulun acziyetini belli
eden davranış, dualar ve şarkılar yoluyla kötü davranışların itirafı, dualar gibi
ritüeller yoluyla iç huzuru aramak, cemaatler aracılığıyla güven oluşturmak ve
çoğunluğun katıldığı ayinler ortak noktaların örnekleri olarak gösterilebilir. 74
Dinin oluşturduğu güven duygusu hem inanç aracılığıyla hem de inananlar
arasında ortaya çıkan kaynaşma aracılığıyla sağlanır. Bu durum da dinin
toplumsal boyutunun önemli görülmesi demektir.
73
Mardin,1993: 46.
74
Mardin, 1995A: 46.
171
Dinin toplumsal uyum ve bütünlük açısından önemini vurgulayan temel
yaklaşımlardan
birini,
antropolojik
çalışmalarıyla
tanınan
Bronislaw
Malinowski ve A. R. Radcliffe-Brown geliştirmiştir. Malinowski, din ve büyüyle
ilgili çözümlemeleriyle Durkheim’ın işlevselciliğine yeni bir boyut kazandırmış,
daha sonra Radcliffe- Brown, Durkheim’ın kuramlarını ve Malinowski’nin
büyü ve din hakkındaki buluşlarını daha da ileri götürmüştür. RadcliffeBrown, Durkheim’ın dinsel ayinlere verdiği önemi işlemiş ve dinin bir davranış
türü olarak incelenmesi için ana kuralları şöyle özetlemiştir;75
1. Belirli bir dini anlamak için etkilerini incelememiz gerekir.
Bundan ötürü din, faaliyet halinde incelenmelidir.
2. İnsan davranışı genellikle duygu adı verilen zihinsel (mental)
eğilimler tarafından kontrol edildiği veya yönetildiği için, belirli
bir dini topluma katılmanın sonucu olarak kişide hangi
duyguların geliştiğini bulmak gerekir.
3. Din üzerinde yapılan çalışmalarda, önce, özellikle, din ile ilgili
hareketler ve kişisel veya toplumsal ayinler incelenmelidir.
4. Bazı modern dinler, belirli öğretiler üzerinde dururlar.
Dikkatlerini inanç üzerinde toplarlar. Bu özellik karmaşık yapıya
sahip olan toplumların geçirdiği özel toplumsal değişmelerin bir
sonucudur.
5. Bazı toplumlarda din ve sosyal yapı arasında dolaysız ve yakın
bir ilişki vardır. Fakat halk arasında değişik dinsel kuruluşlar
veya mezhep ve kiliselerin kurulması sonucu, ayrı ve bağımsız
bir dinsel yapı ortaya çıkarsa, bunun tüm toplumsal yapı ile
olan ilgisi birçok yönden dolaylı ve izlenmesi güç bir hale gelir.
6. Genel bir kural olarak… tüm dinler çift yönlü bir bağımlılık
duygusunu ifade eder ve din, toplumsal fonksiyonunu bu
dayanışma duygusunu sürekli olarak desteklemek yolu ile
yapar.
Tarihsel olmayan sosyolojik bir yaklaşımla ilkel kültür ve dinle ilgili
yaklaşımlar geliştiren Radcliffe-Brown iyi bir Durkheimcı olarak sosyal yapı ve
işlevler üzerine yoğunlaşmıştır. İlerleyen dönemde ise insan kültürünün
psikolojik yönüne de önem vermiştir. O, yaklaşımını din alanına uyarlayarak
“ritüel değeri tutarlı bir sosyal düzeni karakterize eden pek çok değer tipleri
75
Aktaran Mardin, 1995A: 50-51.
172
arasından sadece biri olarak görmektedir”.76 Daha özel olarak, RadcliffeBrown, Avustralya yerlilerinde görülen totemsel ritüeller ve bunlarla ilişkili
mitler üzerine yaptığı araştırmada yerliler arasında “ortak bir ‘ritüel tarz’ ve
kozmoloji olduğunu, yani, ‘doğa ve toplum konusunda bir düşünceler ve
inançlar bütünü’ bulunduğunu görür. Ona göre işte bu düşünce ve inançlar
bütünüdür ki, ritüellere anlamlarını vermektedir: doğal düzenin muhafazası”. 77
Son dönemlerdeki araştırmacılardan bazıları, dini daha spesifik olarak
bireylerin dindarlıkları anlamında araştırmaktadır. Dinin ölçülebilen, nesnel
boyutlarını ön planda tutan sosyologlardan biri olan G. Y. Glock, ABD’deki
dini hayat üzerine yaptığı incelemede dinin dört boyutu olduğu çıkarımında
bulunmuştur. Bu boyutları, tecrübi, ritüalist, ideolojik ve konsekansiyel
(sonuca ilişkin) boyutlar olarak sıralamakta ve şöyle açıklamaktadır: kutsalla
ilgili olarak kişi, grup ya da toplumun yaşadığı tüm duygu, idrak ve intibalar
tecrübi boyutla ilişkilidir. Din alanında kişilerin duygu ve düşüncelerinden
daha çok yapıp ettikleriyle ilgili olan boyut ritüalist boyuttur. Bu boyut dini
uygulamalar olarak ifade edilen ibadetler, ayinler, dualar, törenler gibi
uygulamaları kapsar. İdeolojik alan dini duygulardan çok dini inançlar
temeline dayanır. Konsekansiyel boyut, dini topluluğu oluşturan kişilerin,
inanç, ibadet ve tecrübe sonucu yaptıkları işleri, tutumlarını ve davranışlarını
içerir.78 Glock dindarlığın ölçülebilir yönlerinin dinî inanç, dinî pratikler, dinî
tecrübe, dinî bilgi ve sonuç açısından ele alınması gerektiğini vurgularken
dini inancın merkezi bir rol oynadığını ileri sürer. “Diğer dört unsur, asıl ve
kök olan imandan kaynaklanan dallar, yapraklar, çiçekler ve meyveler
gibidir”.79
Amerikalı antropolog Paul Radin ise dinin, en temelde, yüceltme ve
hayranlık duygusuna dayalı olarak güçlü ruhlara yönelik inanç ve
76
Cain, 2002: 39.
77
Cain, 2002: 40.
78
Günay,1993: 168.
79
Kurt, 2008: 88.
173
eylemlerden oluştuğunu öne sürmüştür. “Din, insanın fiziksel, psikolojik ve
sosyoekonomik durumuyla onun sancılı varoluş mücadelesi sonucu beliren
daimi korku durumundan neşet etmekte ve bir kültürün ‘yaşam değerleri’nin
muhafazasını sağlamaktadır”.80 Bu bağlamda din, varoluş koşullarındaki
sancı ve gerilimlerin bir parçasıdır ancak kültürel ve sosyo-ekonomik
yapıların oluşturulmasında ve sürdürülmesinde kilit bir rol oynar.
Sosyal ve beşeri bilimlerde yirminci yüzyılın son çeyreğine kadar yeni
yaklaşımlar öne çıkmış ve din çalışmaları onlardan etkilenmiştir. Bu
yaklaşımlar kabaca yapı, sembol ve sistem olmak üzere üç terimle
özetlenebilir. Bu terimler önceki çalışmalar için de belirleyici olsa da yeni
dönemde farklı özelliklere ve biçimlere büründü. Örneğin yapı ve sistem
kavramları önceden biyolojik organizma üzerinden açıklanırken daha sonra
dilbilimsel araştırmalar bu alanda belirleyici hale gelmiştir. Bu tür bir gelişme
üzerinde en önemli rolü Fransız antropolog Claude Levi-Strauss’un
düşünceleri oynamıştır. Daha özel olarak o, insan kültürünü, miti ve diğer dini
oluşumları temelde işaret-sistemleri olarak incelemiştir. Ona göre gerekli
olan, yüzeydeki gerçekliklerin arkasındaki derin yapıların ortaya çıkarılması
ve insanın bilinçaltında olan işaret sistemlerinin çözümlenmesidir. 81 Fransız
düşüncesi içinde temelleri bulunan yapısalcı düşünce, toplumsal ve kültürel
oluşumları, fail ve irade kavramlarına başvurmaksızın ele almaktadır. İlk
bölümde ideoloji çözümlemesinde Althusser’de gördüğümüz gibi LeviStrauss da kültürel olguların bireylerin niyetlerinden ve iradelerinden
bağımsız olarak derin yapılar çerçevesinde ele alır. Bu nedenle her iki
düşünür de antihümanist gelenek içinde yer alır.
80
Cain, 2002: 42.
81
Cain, 2002: 66.
174
2.1.4. Din ve Anlam
Bir inanç sistemi olarak din, her şeyden önce insanların varlıkla ilgili
bakışını ve düşüncesini oluşturmayı amaçlarlar. Din, insanın neyi nasıl
görmesi ve anlaması gerektiğine ilişkin temel öğretiler içerir. Bu yönüyle din,
bir dünya görüşü oluşturur. Üstelik bu dünya görüşü dinin inananları arasında
paylaşıldığı için bu aynı zamanda ortak bir dünya görüşüdür. Bu anlamda din,
insanın Tanrıyla arasında olduğu kadar bir dinin inananları arasında da bir
bağ oluşturur.
Din, önce bireye hitap ederek onu etkisi altına alır daha sonra hem dini
kabul etmiş bireyler arasındaki hem de, etkisi altına aldığı bireylerle diğer
insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyerek, topluma etkide bulunan bir kurum
haline gelir. Dinsel deneyimlerden önemli olanlar, bireyler arasında bağ
oluşturarak, “düşünceler, görüşler, davranış ve heyecanlar şekline bürünerek
”nesnel hale gelir ve toplumla ilgili birtakım sonuçlara yol açar. “Her din
hayata dair hükümlerle dünyevi hadiselere karşı takınılan tavırlardan oluşan
zihniyeti beraberinde getirmektedir. Nihayetinde dinin cemiyete etkileri olduğu
gibi cemiyetin de dini tecrübeler üzerinde tesiri vardır”. 82 Bu durum da dini
olan ile dünyevi olanın içiçe geçmesine, dinin aşkın boyutunun içkin
boyutundan,
öteki
dünyaya
yönelik
tutumların
bu
dünyaya
yönelik
tutumlardan ayrılamamasına neden olur.
Toplumsal sistem içinde dinî inanç, değer ve pratikler ile toplumsal ve
kültürel yaşamın bütün öğeleri arasında açık bir ilişki ve etkileşim bulunur.
Dünyaya ait gerçeklikleri aşan kutsal bir hakikat vurgusuyla din, dünyayı,
yaşamı ve tarihi anlamlandırırken kendine ait bir doğruluk algısı kurmaktadır.
Bu açıdan “Dinin en büyük işlevlerinden birisi müntesiplerine zihniyet
kazandırmasıdır. Dini normların etkisi altında şekillenen izafet çerçeveleri
bireylerin sosyal ve fizikî çevresine karşı tutumlarını tayin eden rol kalıpları
olmaktadır. Dini kaynaklı zihniyet ve dünya görüşü aile, eğitim, ekonomi,
82
Tatar, 2012: 151.
175
siyaset ve serbest zaman faaliyetlerinde etkilerini göstermekle birlikte, dinin
özellikle toplumsal ahlakın en temel yapı taşı olduğu görülmektedir”.83
Dünyanın, toplumun, olayların ve ilişkilerin dinin kendine ait bir çerçevede
anlaşılması ve bunun birtakım davranışlara ve tutumlara neden olması,
dinsel zeminde bir kültür ve anlam biçiminin oluşmasını beraberinde getirir.
Dinin bütünleştirme işlevinin yanısıra çatıştırma işlevi de olmasına
karşın toplumu uyumlu bir sistem olarak görenler onun daha çok bütünleştirici
işlevini vurgularlar. Emile Durkheim, Talcott Parsons ve Robert Bellah gibi
sosyologlar, dinin sosyal bütünleşmeye katkıda bulunan en önemli
kurumlardan biri olduğunu vurgularlar.
“Din sosyal sistemin dengeli ve
süreğen bir yapıda kalmasına yardım etmekte, toplumun hayatiyetini devam
ettirmesinin her toplum için geçerli adeta bir ön şartı olmaktadır”.84 Dinin
kültürle ilişkisinde onu bir sistem olarak gören bakış açıları benzer özellikleri
vurgular. “Her durumda din; kutsal, bütüncül veya aşkın kabul edilebilecek bir
realite (evren/varlık) anlayışı inşa ederek nihai anlamda gaye ve anlam
sunan kültürel sistem olarak anlaşılmaktadır”.85 İlkel dinlerden gelişmiş
dinlere kadar tüm dinlerde “kutsallık” bulunmaktadır. Kutsallık bir taş, bir ağaç
veya bir nesneye atfedildiği gibi bir Hıristiyan için İsa’da Tanrının tezahürü
biçimde gerçekleşmesi biçiminde de olabilmektedir. Her ne şekilde olursa
olsun kutsal kabul edilmiş olan her şey; kişi, nesne, davranış, güç vb.
olağanüstü anlamlar taşımaktadır. İslam öncesi Arap toplumunda haram
aylar olarak kabul edilen dönemde savaşmak ve kan dökmek yasaktı ve
kutsal Kâbe’de de kan dökmek yasak olarak kabul edilmekteydi. 86
Din anlayış olduğu kadar bilgi ve davranış üzerinde etkide bulunarak
kültürel biçimlerin oluşmasında belirleyici bir rol oynar. Granholm’ün ifade
ettiği gibi “İnanç, dinin bilişsel boyutudur ve inananların dünya hakkındaki
83
Aydınalp, 2010: 193.
84
Aydınalp, 2010: 196.
85
Wuthnow, 2002: 61.
86
Yıldırım, 1999: 28.
176
bilgilerini belirler. Davranışın temelini oluşturur ve dini aktivitelere şekil verir…
[K]işilerin normları, değerleri, etik anlayışları ve davranışları inançlarından
çok güçlü bir biçimde etkilenmektedir”.87
Bu bağlamda din, insanın anlam arayışına cevap veren ve bu
doğrultuda tarih içinde çeşitli tarzlar geliştirmiş olan bir sistemdir. Berger’e
göre insan doğduğundan itibaren bir anlam arayışı içerisindedir ve bu anlam
toplumsal koşullarda gerçekleştirilir. Yani Berger tarafından toplum, geniş
içerikli bir anlam düzeni olarak tanımlanır. Benzer olarak Wuthnow da dini
“anlam verici kaynak” olarak değerlendirir ve bu açıdan Clifford Geertz’in din
tanımını öne çıkarır. Geertz dini, bir dünya görüşü olmanın yanında onunla
örtüşen bir hayat tarzı da olduğu görüşünü savunur ve dinin gerçeklik görüşü
vermesinin onun işlevsel niteliği olmasından kaynaklandığını ileri sürer. 88
Geertz’e göre kutsal semboller “eşyanın var oluş tarzlarının temsilini
sağlamaktadır (yani bir kozmoloji ya da metafizik); diğer yandan insan
eylemleri için bir örneklik ve program temin etmektedir (yani bir etik ya da
estetik). Böylece kutsal semboller hem ‘olan’ı hem de ‘olması gerekeni’ ifade
etmektedir. Bir din, düzenli bir bütün oluşturan bu tür sembollerin bir araya
gelmesinden müteşekkildir; bir başka ifade ile din, insani eylemlere ve
olaylara anlam bahşeden ve düşüncelere, değerlere ve bir toplumun yaşam
tarzına temel bir meşruiyet sağlayan sembolik bir sistemden oluşmaktadır”. 89
Wuthnow, dini hayata anlam veren semboller olarak tanımlar. Daha
açık şekilde, din, hayatın anlamı ve hedefi ile ilgili inanç, kabul ve davranış
tarzları bütünü olarak tanımlanır.90 Dinin hayata “anlam verme” niteliği
Weber’in çalışmalarından bugüne kadar din sosyolojisinin temel konularından
biri olmuştur. Sorun, durum veya olayları geniş kuramsal bir çerçeveye
oturtmak ve yorumlamak olarak tanımlanabilecek “anlam verme” durumunu
87
Granholm, 2012: 296.
88
Çiftçi, 2002A: 9.
89
Cain, 2002: 68-69.
90
Çiftçi, 2002A: 9.
177
Çiftçi ve diğerleri şu örnekle açıklarlar;91 “‘İşten çıkarılma’ olayı ‘kötü şans’ ya
da ‘Tanrı’nın takdiri’ olarak yorumlandığında ona anlam verilmiş olunur”.
Kültürel tarzların oluşmasını sağlayan en önemli kaynaklardan biri
olarak din, “toplumsal sınır ve tanımlamaları netleştiren dinamik bir sosyal
kimlik unsuru” olarak işlev görür. Kültürel kimliğin bir temeli olarak din sadece
ulusal, uluslararası ilişkilere değil siyasete de etki etmektedir. Son
dönemlerde sosyal bilimler literatüründe dinin bu yönüne daha fazla dikkat
çekildiği görülmektedir. Din, kimlik için bu öneminin yanında hatta onu
tamamlayıcı olarak eylem ve davranışlara “önemli bir meşrulaştırma kaynağı”
olmaktadır.
Aydınalp’in92
ifadesiyle,
“Düşünce
ve
davranışların
meşrulaştırılmasında dini anlam evreninin sıklıkla kullanıldığı görülmektedir.
Akıl ve yorum devreye girdiğinde her şeyin her şeye dönüşebildiği dini metin
ve gelenekler, politik ve askeri kararlar dâhil pek çok düşünce ve aksiyonun
kutsal bir anlam evreni içinde meşrulaştırılmasını” sağlar. Bunun sonucunda
ise dini meşrulaştırmanın sınırının nerede başlayıp nerede biteceği temel bir
sorun olarak ortaya çıkmaktadır.
Anlam her zaman ve koşulda kendiliğinden olmayıp bizim ona
yüklediğimiz bir özellik de olabilmektedir. Örneğin daha önce de belirtildiği
gibi işten çıkarılma olayına pek çok anlam yüklenebilmekte ve asıl anlamı
belki de hiç bilinememektedir. Asıl önemli olan zaten onun asıl anlamının ne
olduğu değil ona hangi anlamın yüklenmiş olduğunun belirlenmesidir.
Berger’e göre olaylar ve durumlara anlam yüklemek insani bir eylemdir ve
tarihin büyük bir kısmında olaylara verilen anlam dinsel açıdan olmuştur.
Dinin en temel işlevi, insanlara bir anlam haritası vermesi ve bu yolla inanç,
kabul ve davranışlarını toplumda ve evrende bir yere yerleştirmesidir. 93 Dini
anlam haritalarının farklılaşması ve bireyler olmasa bile gruplar bazında
çoğaltılabilmeleri, belirli bir grup içinde uyumu ve ahengi yaratsa da çoğu
91
Çiftçi, 2002A: 12.
92
Aydınalp, 2010: 194.
93
Çiftçi, 2002A: 13.
178
zaman genel toplum açısından bu anlamların birbiriyle uyumsuzluğuyla
sonuçlanmaktadır.
2.1.5. Din ve Toplumsal Kontrol
Başta A. Comte ve E. Durkheim gibi sosyolojinin öncü düşünürleri on
dokuzuncu yüzyılda toplumsal bütünlüğe ve uyuma sağladığı katkı nedeniyle
dine yönelik pragmatist tutum benimsemişlerdir. Yani dinin inanç ve
değerlerini kendi içinde doğru ve tutarlı görmekten çok bunların toplumsal
düzen için gerekli olduğunu düşünmüşlerdir “Eğer din bir destek, bir güç ve
bir rahatlama, bir güven sağlıyorsa, diğer bir deyişle, yaşam için yararlıysa
din ve değeri gerçekti. Din, bireylere sağladığı psikolojik desteğin yanı sıra,
aynı zamanda toplumun düzenine, birliğine ve sürekliliğine yardımcı olduğu
için değer ifade etmektedir”.94 Dinin bu şekilde işlevsel algılanışı, aynı
zamanda onun, toplumsal kontrol açısından değerlendirilmesi demekti.
Din, toplumsal açıdan çok önemli bir unsurdur. Toplumsal problemlerin
belirlenmesi ve çözümünde önemli bir görev üstlenmektedir. Toplumsal
problemleri meşru kılan din, aynı zamanda onlara tepki vermeyi de ister.
Hıristiyanlıkta, Yahudi geleneğinde, İslam’da ve birçok doğu dininde verme,
yardımlaşma
gibi
toplumsal
unsurlar
oldukça
güçlü
şekillerde
vurgulanmıştır.95
Toplumsal kontrol, dinin önemli işlevlerinden biridir ve insanları toplum
kuralları çizgisinde tutmaya yardım etmektedir. Din, hem dış hem de iç
kontrol yoluyla insanlara etki eden bir mekanizmadır. Dış kontrol yoluyla din,
M. Weber’in meşrulaştırma olarak tanımladığı şeyi yerine getirmektedir. Yani
din, toplumda gücün kullanımını açıklar, gerekçelendirir ve haklı hale getirir.
İlkçağlardan bugüne kadar dinin, gerekçeler ortaya koyarak her dönemde
94
Kurt, 2008: 78.
95
Pessi, 2012: 526-527.
179
güçlülerin ihtiyaçlarına hizmet ettiği görülmektedir. Gücün, toplumsal kontrolü
sağlayan temsilcilerin meşrulaştırılması, belirli toplumsal düzenlemeler
açısından ve birtakım meseleler bireysel fedakârlıkları istediği takdirde
özellikle önemli hale gelmektedir. Örneğin evlilik, mülk edinme ve bunun gibi
temel konuların güçlü dinsel meşrulaştırmayla desteklenen toplumsal
kontrollerin koruması altında olduğu söylenebilir. İlkel ya da modern hemen
her dönemde evlilik kutsal kabul edilmektedir. Kültür antropologlarınca nikâh
düşmeyen akrabalarla cinsel ilişki kurma yasağı, en eski toplumsal kontrol
biçimine örnektir. Hemen her dönemde dinsel biçimde sembolize edilen
olaylar, kendisini aşarak mutlak doğru bir düzenin parçasıymış gibi
görünmektedir. Askerlerin vatan, din vb. adına vakurla savaşa gitmeleri ya
da bir toplum üyesinin Tanrı adına törensel bir şekilde öldürülmesi, dinin
dışsal kontrol biçimine örnek verilebilir.96
Bu tür bir dışsal toplumsal kontrolün dışında bir de kişide içselleşmiş
bir toplumsal kontrol biçimi bulunmaktadır. Dışsal kontrolün olduğu gibi içsel
kontrolün oluşmasında ve sürdürülmesinde din büyük bir rol oynamaktadır.
Dinin insan bilincini şekillendirerek kişinin toplumsal düzene kendiliğinden
uyum sağlamasına yol açan özelliği ve düzeni bozan unsurları bu yolla
dışarıda bırakması, içsel kontrol biçimine örnektir.97 Dinin kültürel tarzların
oluşumundaki etkisi daha özel olarak belirli anlamları ve değerleri
oluşturması ve bunları toplum içinde kurumsallaştırması içsel kontrolü
sağlama derecesinin ne kadar geliştiğini gösterir.
Toplumsal kontrol ve suç ilişkisini ele alan çalışmalar incelendiğinde
dini
bağlılığın
suça
yönelik
davranışları
azalttığına
dair
sonuçlara
ulaşılmaktadır. Din ve suç ilişkisi üzerine yapılmış kırk çalışma üzerinde
yapılan bir meta-analizde çalışmaların büyük bir çoğunluğunun suç ve
dindarlık oranı arasında ters orantıların bulunduğunu ortaya koymuştur. 98
96
Berger, 2002: 132-133.
97
Berger, 2002: 133.
98
Johnson, 2012: 404.
180
Travis Hirschi gibi toplumsal kontrol kuramcıları, suç işlememe ve suçlu
davranışlara eğilimli olmama konularını ele almışlardır. Din, kontrol
kuramcılarının birey ve toplum ilişkisini ve “geleneksel kural koyucu
davranışı” ele alabilecekleri önemli faktörlerden biridir. Hirschi’ye göre din,
toplumsal kontrol kuramının merkezinde yer alan; bağlanma, bağlılık,
bağımlılık ve inançlar arasında merkezi bir bağ olmaktadır.99
2.1.6. Din ve Ritüel
Ritüel terimi çok fazla sayıda farklı davranışları tasvir etmek için
kullanılmaktadır. Katolik toplu ayinleri, Budist rahiplerinin Himalayalar’da
şarkı söylemeleri, taç giyme ve çay içme törenleri, okullardaki eğitim
faaliyetleri, dini amaçlı yolculuklar, tatiller birer ritüeldir. Bu terim hem dini
hem
de
seküler
olarak
yorumlanan
genel
veya
özel
fiilleri
tanımlayabilmektedir.100 Ritüel yalnızca dinle sınırlı olmasa da dini ritüeller
dinin daha çok pratik boyutunu ifade etmektedir. Dine inananlar, inançlarının
ilgili kısımlarını ritüellere aktararak dinin hayat bulmasını sağlarlar.
Dinin, inanç ve ibadet (pratik) boyutunun aslında birbirinden ayrılmaz
bir bütünün parçalarını oluşturduğunu söyleyen Günay,101 dinin teorik ve
pratik bu iki boyutunun birbirine sıkı sıkıya bağlı ve birbirinin tamamlayıcısı bir
özellik taşıdığını vurgular. Benzer şekilde ritüeli, dini düşüncenin eyleme
dökülmesi olarak tanımlayan McGuire, bu terimi inançla birleşmiş bir bütün
olarak yorumlar. Ritüel aktiviteler, müminler topluluğunun inanç sistemlerini
pekiştirip güçlendirme işlevi görürken aynı zamanda grup bütünlüğünü
sembolize eder ve bu bütünlüğün korunmasına katkıda bulunmaktadırlar. 102
99
Johnson, 2012: 413-414.
100
Collins, 2012: 121.
101
Günay, 1993: 175.
102
Granholm, 2012: 297.
181
Dini törenler ve görevler, daha spesifik olarak, insanların mevcut
düzene uyum sağlamasında önemli bir yer tutar. Doğum, ölüm, ergenlik,
evlilik gibi önemli dönüm noktaları bunlara örnek oluşturur103. Bu anlamda,
ayin ya da ritüel dinin en önemli özelliklerinden biri olarak kabul edilir. Özel
olarak İslam dininde ibadet olarak tanımlanan ritüelin toplumsal yaşam için
somut sonuçları vardır. İbadet pratiği ve imgesel olarak kutsalın ifade
edilmesi, yaratıcıyla, elçiyle ve yaratılış öyküsüyle gerçek yaşamda birleşme
hissini
oluşturarak
kutsalın
süreklilik
ve
toplumsallık
kazanmasını
beraberinde getirir.104
İbadetlerin (dini ayin, tören, pratikler vb.) temelini oluşturan inançlar
zaman içinde eski canlılık ve açıklıklarını yitirmektedirler. İbadetler tam da bu
noktada inançlara etki etmekte ve uygulanmaları halinde onların birleştirici
etkisini artırmaktadır.105 Bu bağlamda Granholm,106 inanç, ritüeller, dini
tecrübeler ve sosyal düzenlemelerin inancın dört tamamlayıcı unsuru
olduğunu ileri sürer. İnanç, ritüeller sayesinde ortaya konulur, ritüeller dini
tecrübelerin kazanılmasında rol oynar. Dini tecrübeler sosyal düzenlemeler
aracılığıyla
gerçekleşir
ve
bu
inancın
biçimlenmesi, güçlenmesi ve
pekişmesini sağlar ve dinin her unsuru bir diğerinden daha üstün ve önemli
olarak kabul edilemez.
Ritüellerin temel işlevi iletişimdir. Sözlü ifadelere benzer olarak aktörün
başka biriyle ilişkileriyle ilgili açık ya da örtülü şeyler söyleyen davranışsal
eylemler olarak tanımlanabilen ritüeller, geçmişten bugüne gelen normlar
uyarınca toplumdaki önemli olayları anmak ve açıklamak için bilinçli olarak
düzenlenmektedir. Evlilik törenleri, bayramlar buna bir örnektir ancak; bir
askerin selamı gibi çok daha basit eylemler de ritüele örnek teşkil eder.
Dahası araçsal gayelerin yönlendirdiği eylemler de; örneğin hendek kazmak,
103
Berger, 2002: 138.
104
Yıldırım, 1999: 28.
105
Günay, 1993: 178.
106
Granholm, 2012: 301.
182
anlamlı rollere sahip olabilmektedirler. Bu nedenlerden dolayı ritüel müstakil
bir davranıştan çok analitik bir davranış olarak anlaşılmalıdır.107
Ritüeller, genellikle ahlaki düzendeki belirsizlik ortamında ortaya
çıkarak bu düzeni kuran ahlaki yükümlülükleri açıklığa kavuşturmaya yardım
ederler. Onlar, söz konusu din olduğunda genel belirsizliklere bir tepki
olmanın ötesinde kurumun kendi işlevinin de parçası olmaktadır. Cenaze,
evlenme törenleri ve ibadet hizmetleri buna örnek gösterilebilir. 108 Ritüeller,
inançların devamının sağlanmasında ve dinsel sistemlerin istikrarında büyük
bir rol üstlenirler.109
Durkheim’a göre dini ritüel, sosyal bir olgudur. İnsanlar, toplumsal
yapıyı ve topluluk bağlarını din aracılığıyla yüceltirler. Din insanları bir cemaat
olarak bir arada tuttuğu halde insanlar dinin bu yönünün farkında
olmayabilirler. Ona göre, “‘Ritüel’, dini sosyal çimento olarak yapılandırmada
anahtar bir rol oynar. Marksistler için gizemli bir hava verme anlamına gelen
bu süreç, Durkheimcılar için tamamen bir sosyal entegrasyon, aynı şekilde
birey ve toplum için pozitif ayrıcalık konusudur”.110 Durkheim’ın dinin aslında
toplumun ve düzenin yüceltilmesi işlevini gördüğü şeklindeki düşüncesi daha
çok ritüeller vasıtasıyla temellendirilmektedir. Bu anlamda ritüeller, toplumsal
düzenin gerektirdiği dayanışma ve uyumun en gerçek, en somut biçimleridir.
Radcliffe-Brown, sosyal düzen ve sosyal düzenin devamlılığında
sosyal kurumların rolünü anlamakla ilgilenmiştir. Ritüelin, inanç ya da mitten
çok, sosyal birliği koruyan güçlü bir araç olduğu düşüncesini savunur.
“Radcliffe-Brown’a göre, birey büyük oranda sosyal yapının bir kuklasıdır ve
sınırlı ilgiyi hak etmiştir”.111
107
Wuthnow, 2002:103.
108
Wuthnow, 2002:103.
109
Wuthnow, 2002: 104-105.
110
Collins, 2012: 129.
111
Collins, 2012: 129.
183
Maurice Bloch, ritüelin iktidarda olanların mevcut pozisyonlarını devam
ettirmesine aracı olduğunu ortaya koyar ve buna bağlı olarak ritüelin
geleneksel otoritenin eleştirelliği sınırlandırmasına hizmet ettiği görüşünü
savunur.
“Ritüelde
uygulamalar,
seremoniyi
doğrudan
yöneten
ehil
insanlardan daha yüksek bir otorite tarafından verilen izin ve tavsiye ile
gerçekleştirilir. Bu, katılımcıların farkında olmadığı, örtülü bir aracılıktır: bu,
ideoloji veya ‘doxa’ [doktrin] türü ‘ritüel’dir”. 112 Ritüele katılanlar, bu
katılımlarıyla dinsel bir inanç ve amacı yerine getirmeye çabaladıkları halde
ritüelin kendisinin bu amaçlananlardan başka sonuçları olabilir. Bu sonuçların
en önemlileri kuşkusuz otorite ve siyasal yaşamla ilgili olanlardır.
Ritüeller, zaman, mekan, sosyallik ve otorite gibi temel sosyolojik
kavramlarla ilgili bilgi verirken bazıları onun bu sayılan unsurların yapıcı
unsuru olduğunu iddia eder. Ritüel bilim dünyasındaki anlayışa göre dini
hayatın ayrılmaz bir parçasıdır ve bu, Max Müller için 150 yıl önce olduğu gibi
günümüzde de geçerliliğini sürdürmektedir.113
İbadetin öncelikle sembolik bir din ifadesi olduğunu, ikinci olarak dini
duyguları besleyip pekiştirmesi nedeniyle didaktik olduğunu ve son olarak da
kutsalla ilişki kurulmasını sağlaması bakımından mistik bir özellik taşıdığını
belirten Morice Goguel bu üç temel fonksiyonun öneminin altını çizer. 114
Sayılan bu üç fonksiyonunun yanında ibadetin birleştirici ve bütünleştirici
fonksiyonuna (cemaat teşkil eden) değinen Günay115 bir davranışın, ibadetin
ya da dini ayin ve merasimin en önemli etkisinin o eyleme katılan kişi
üzerinde olacağını ancak bu etkinin o eyleme katılan diğer kişileri de
saracağını ifade eder. İnanç ve ibadet arasındaki en temel nüans, inancın
zihni bir nitelik taşıyarak daha geniş bir cemaatte ayrışma nedeni
olabilecekken ibadetin, tersine bir etki yaratarak dini grubu kaynaştırıcı,
birleştirici ve bütünleştirici bir etki alanına sahip olması noktasındadır.
112
Collins, 2012: 130.
113
Collins, 2012: 143.
114
Günay,1993: 176-177.
115
Günay, 1993: 177.
184
2.1.6. Mitoloji, Din ve İdeoloji
Mitolojiler ve dinler insanların yaşamı anlama ve anlamlandırma
çabasının ürünleridir. Onlar, dilsel yapılar içinde insanların kendilerini
dünyada yeniden konumlandırmalarını ve biçimlendirmelerini sağlayan
düşünyapıları olarak işlev görmektedir. İdeoloji de mitler ve dinler gibi nesnel
gerçekliğin soyutlanması ve yeni bir bağlamda tekrar üretilmesinin bir
sonucudur.
İnsanoğlunun
düşünsel
evriminin
bilinç
ve
bilinçaltının
temellendiği mit, güncel olan bütün söylem ve eylemlerde kendini yeniden
üretmektedir. Bu açıdan din ve ideolojide mitolojinin izleri bulunmaktadır.
Tüm yaşamsal pratiklere gönderme yapan mit, dilin tüm olanaklarını kullanır
ve din ve ideolojiye kıyasla dile daha yakın ve daha az yabancı bir konumda
bulunur.116 Mitoloji, dinin içinde varlığını sürdürmüş, dinin insan kitleleri
arasında yayılmasında katalizör rolü oynamıştır. Mitolojik kategoriler
aracılığıyla insanların dinin gerektirdiği akide ve tahayyülü benimsemeleri
kolaylaşmıştır.
İlkel ya da gelişmiş tüm dinler belirli inançlara dayanmaktadır ve bu
inançlar, tasavvurlar ve düşüncelerin o dine inanan fertleri birbirine bağlayan
büyük bir etki gücü bulunmaktadır.117 İlkel ve politeist dinlerde mitler önemli
bir yere sahiptir. Bir mit, tarihi anlatan önemli bir kaynaktır. Bunun yanında
semboller, dille ilgili unsurlar, masal konuları, sosyal kurum, olay ve yaşayışla
ilgili bilgiler mitlerin içeriğinde bulunur. Mitler kendilerine özgü mantık ve
kurallardan oluşsa bile çeşitli toplumlarda büyük benzerlikler göstermektedir.
“İlkel ve politeist dinlerdeki mitolojik inanç ve geleneklerin yerini monoteist,
ilahi ve yüksek dinlerde iman esasları, doktrinler ve dogmalar alırlar”.118
Din sosyologlarından bazıları dini, inanç ve aidiyet şeklinde tasnif
etmiş, bazıları ise pratik boyutu da ona ilave etmiştir.119 Bununla birlikte, özel
116
Çoban, 2003: 261-262.
117
Günay, 1993: 169.
118
Günay, 1993: 170.
119
Riis, 2012: 368.
185
olarak ilkel dinlerde pratiğin inançlardan ve doktrinlerden daha öncelikli
olduğu, bu toplumlarda din denildiğinde dini ayinler, dualar, törenler, ibadetler
gibi pratiklerin anlaşıldığı kabul edilmektedir. Sami dinlerde ise ilkel dinlerin
tersine inanç ön plana çıkmakta ve ibadetler ikinci planda kalmaktadır.
Benzer durum Hıristiyanlığın Protestanlık mezhebi için de geçerlidir. Ancak
Katoliklik mezhebinde ibadetin inançtan daha fazla yer tuttuğu görülmektedir.
İslamiyette pratiğin mi, inançların mı öncelikli olduğuyla ilgili tartışma, farklı
mezheplerde görüş ayrılıklarına neden olmuştur.120
Dünyanın belirli bir biçimde anlamlandırılması,
ideoloji, mitoloji ve
dinin ortak özelliğidir. Genel olarak dinler, “mitolojik ögeleri de barındıran
daha farklı bir tarihsel döneme gönderme yapan anlamlandırma sistemidir.
Din bir bağlamda toplumsalı düzenleyen bir girişimdir, tüm maddi yaşam
alanlarına dair hukuksal bir metindir, yalnızca düşünsel değil eylemsel
düzeyleri de belirler ve kurallandırır… ‘metinsel’ –söylemsel- ve toplumsal
pratik olarak somut koşulların bir getirisidir”.121 Aynı şekilde, mitoloji ve dinin
etkilerinin açıkça görüldüğü ideoloji, bir anlamlandırma sistemidir ve
metinlerarası bir yapıya sahiptir. İdeoloji, mitoloji ve din gibi dünyayı
anlamlandırma sistemi olup simgeler yoluyla işleyerek toplumsal gerçekliği
kurgular.122
Kendi dönemlerinin formasyonuna uyumlu biçimde gelişmiş yapılar
olan mitoloji ve din, bulundukları dönemlerin ideolojileri olarak işlev görmekte
ve kendilerine özgü bir anlamlandırma sistemi ve söylem biçimine sahip
olmaktadırlar. Mitolojiyi Eski Yunan’ın ideolojisi ve dini de Ortaçağ
Avrupası’nın ideolojisi olarak ele aldığımızda bu dönemlerin “kendilerini ifade
ettikleri düşünyapılar değişebilir, toplumsal çelişkilerin belirlediği durumlarda
siyasi alan temel belirleyenlerden biri olarak ortaya çıkabilir ancak
toplumsalın kendini yeniden-üretme zorunluluğu bağlamında ‘son kertede’
120
Günay, 1993: 171.
121
Çoban, 2003: 264-265.
122
Çoban, 2003: 265-266.
186
ekonomi kendisini temel belirleyen olarak ortaya koyar.”123 Herhangi bir
çağda mitoloji, din ve ideolojiden biri diğerlerinden daha fazla ön plandadır ve
onlar üzerinde üstün konuma gelir. Bu üçü arasındaki ilişkiler de her çağın
kendine özgü koşulları içinde belirlenir. Bu bağlamda ideolojinin, modern
toplumda diğerleri üzerinde egemen olduğu ve mitoloji ve dini kendi
çerçevesi içinde ilişkiye soktuğu söylenebilir.
2.2. DİN – İDEOLOJİ – SİYASET
2.2.1. Din ve İdeoloji
Buraya kadar çeşitli yönleriyle din ve ideolojiyi birbirinden ayrı olarak
ele almış bulunuyoruz. Bu incelemede görüldüğü gibi bu alanlardan her biri
son derece gelişmiş bir düzeye ulaşmıştır. Bunun sonucu olarak günümüzde
din ve ideoloji konularında geniş kapsamlı ve zengin bir literatür
bulunmaktadır. Daha spesifik olarak toplumsal çözümlemede din ve ideoloji
ilişkisine önemli bir yer verilmektedir. Gerek ondokuzuncu yüzyılda toplum
düşüncesinin öncüleri gerekse onların izinden giden daha sonraki düşünürler
bu iki alanın ilişkisini anlamaya çalışmışlardır.
Bundan
önceki
başlık
altında
gördüğümüz
gibi
sosyolojinin
kurucularından Marx ile Weber arasında kapitalizmin ortaya çıkışıyla ilgili
görüşleri
açısından
önemli
farklılıklar
bulunuyordu.
Marx,
tarihsel
maddeciliğinin bir parçası olarak kültürel, dinsel ve ideolojik alanı, maddi
gerçekliğin belirlediğini savunuyordu. Bu açıdan ona göre kapitalizmi ortaya
çıkaran da toplumdaki maddi çelişkilerin bir yansıması olarak sınıflar
arasındaki çatışmaydı. Ona göre din, genel olarak ideolojinin hâkim sınıfın
çıkarlarını meşrulaştırma ve baskıyı ve sömürüyü örtme işlevini görmekteydi.
Weber ise ideolojinin daha özel olarak dinin toplumu belirleme ve değiştirme
123
Çoban, 2003: 265.
187
gücü olduğunu düşünüyordu. Kapitalizmin ortaya çıkışıyla ilgili meşhur eseri
olan Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu’nda kapitalizmin gelişmesi için
Batıda bulunan benzersiz ideolojik rolü ele alıyordu. Ona göre böyle bir rolü
Batı toplumlarında Hıristiyanlık daha spesifik olarak Protestanlık oynamıştı.
Kapitalizm ve kapitalizmin gerektirdiği servet biriktirme, Hıristiyanlığın bir
kolunun geliştirdiği özel yoruma dayalı olarak hayat bulmuştu. Böylece
Weber, Batıda kapitalizmin gelişmesinde özellikle rasyonelleşmenin ortaya
çıkışında dinin ideolojik bir işlev gördüğünü, modern kapitalizmin ve onun
tanımlayıcı bir boyutu olan rasyonelleşmenin, bu ideolojik temel üzerinde
imkân bulduğunu ileri sürmekteydi. Weber, diğer dinlerin ve toplumların
benzer bir ideolojiden yoksun olduğu için rasyonel servet biriktirmenin o
toplumlarda gelişmediğini vurguluyordu.
Weber’e göre, siyasal güç, ekonomik ve sosyal yapılarda dinsel
otoritenin kurulması vahiy kaynaklı dinlerin ortak bir özelliğidir. Gücün
yozlaşması ve bencilliğin temsilcisi olan para ve cinsellik, İbrahimi dinlerde
dünyeviliğin temel bileşenleri olarak görülmüştür. Özellikle kutsal-profan
ayrımı İslam dini açısından büyük önem arzeder. İslam’da tek tanrı inancının
köktenciliği toplumda herhangi bir hiyerarşiye izin vermez ve kökten eşitlikçi
bir anlayış üzerine temellenmiştir. Ancak tarihsel olarak bakıldığında teoloji
ve pratik arasında kalıcı bir çelişki ve gerilim bulunmaktadır.
Çünkü bu
bağlamda teolojinin görece sabit bir sistem olduğu, değişmez, belirli
ilkelerden oluştuğu buna karşın pratiğin çok daha fazla çeşitliliği ve esnekliği
içinde barındırdığı, değişime çok daha açık olduğu söylenebilir.124
Weber, İslam konusunda yapmış olduğu çalışmayı tamamlayamamış
olsa da Hıristiyanlık ve İslam arasında önemli farklılıklar ve tezatlar olduğunu
ifade eder. Örnek olarak Hıristiyanlıkta kilise ve kutsal rahiplik gibi bir kurum
varken İslam dininde böyle bir kurumun olmadığını dile getirir. İslam’da
ulemanın otoritesini doğrudan peygamberden almayıp kendi eğitimleri ve
toplumsal yapının onayından aldığını dile getirir. Roma Katolik Kilisesi’nde
124
Turner, 2012: 157.
188
ise tersine dini otorite papalık ve piskoposlara aittir ve “ ‘lütfun anahtarları’
merkeziyetçi, hiyerarşik ve sonuçta bürokratik bir yapı içinde bulunmaktadır.”
Weber, Yahudi hahamlarının saygın din öğretmeni ve bilim adamı olarak
kabul edilmesini İslam’da ulema ile benzeştirmiş ve bu iki dinde de
Hıristiyanlıkta var olan kutsal rahipliği karşılayan bir sosyal konumun
olmadığını belirtmiştir.125 Buna ek olarak Weber, Şii ve Sünni İslam
arasındaki farklılıklardan haberdardı.
Weber’in bu görüşüne karşı Rodinson126 gibi bazı düşünürler ise
İslam’da da kapitalizme yol açabilecek ideolojik bir karakteristiğin, akılcı
yönelimleri besleyecek ideolojik temellerin bulunduğunu ancak İslam
toplumlarının
örgütlenme
biçiminin
buna
müsaade
etmediği
tezini
savunmuştur. Ona göre İslam’ın tarihsel örneklerine baktığımızda kapitalizmi
ve servet biriktirmeyi engelleyecek hiçbir yönünün bulunmadığı açıktır.
Dolayısıyla burada kapitalizmi engelleyen temel etmen, İslam toplumlarında
hakim olan ideolojiden çok toplumsal-siyasal yapının kendisidir. Weberci
yaklaşımla Rodinson’un görüşleri arasındaki farklar, İslam dininin ideolojik
karakteri konusunda tartışmaların temel çerçevelerinden biridir. Aynı şekilde
Turner, 127 Weber’in, İslam’ın tarihsel olarak Batı’da Protestanlığın oynadığını
düşündüğü role benzer bir rol oynamaya engel olduğuna dair görüşünü kabul
etmez.
Bunun yanısıra İslam ile ilgili din ve ideoloji tartışmalarında modern
toplumda
İslam’ın
politik
karakteri,
İslam’ın,
farklı
dinsel
inançlara,
demokrasiye ve özgürlüklere yönelik tutumu ön plana çıkmaktadır. Özellikle
modernleşmeyle birlikte İslam toplumlarındaki değişime vurgu yapan bu tür
eserleri ortaya koyanlar arasında Geertz128 ve Gellner129 gelmektedir.
Endüstrileşme, modernleşme, kentleşme ve eğitim öğretim düzeyinin
125
Turner, 2012: 155-156.
126
Rodinson, 1974.
127
Turner, 1974.
128
Geertz, 1968.
129
Gellner, 1981.
189
artmasıyla birlikte İslam toplumlarında demokratik bir kültürün mü yoksa
İslami kaynakları vurgulayan totaliter ve köktenci eğilimlerin mi ağır basacağı
konusu din ve ideoloji tartışmalarının en önemli sorunlarından biridir. Geertz
modernleşmeyle
birlikte
İslam’ın
ideolojik
yapısının
sekülerleşme
doğrultusunda dönüşümünü vurgularkan Gellner, bu ideolojik dönüşümün,
daha önce İslam toplumlarında bulunan halk İslamı ve eğitimli kesimin İslamı,
başka bir ifadeyle avam İslamı ile havas İslamı arasındaki farkların ortadan
kalkmasıyla kaynaklara öncelik veren köktenci anlayışların yükselişe
geçtiğinin altını çizer.
Günümüzde
toplumlarında
din
ile
ideoloji
arasındaki
ilişkinin
belirlenmesinde endüstrileşme, modernleşme süreçleri ve bunların temelinde
bulunan Aydınlanma düşüncesi en önemli rolü oynamışlardır. Bu gelişmeler
önce Batı toplumlarında ortaya çıkmış daha sonra dünyanın bütün
toplumlarında etkili olmaya başlamış ve köklü toplumsal dönüşümlere neden
olmuşlardır. Örs’ün130 belirttiği gibi endüstri öncesi toplumlarda toplumsal ve
siyasal alanda yüzyıllar boyu din ve metafizik belirleyici olmuştur bunun
nedeni toplumsal değişimin sınırlı olması ve toplumların durağan bir yapıda
olmalarıdır. Bu toplumlarda durağanlık, toplumsal ve siyasal istikrara katkıda
bulunmuş, değişime kuşkuyla yaklaşılmıştır. Bu toplumlarda bilgiyi, varolanın
araştırılmasından çok olması gerekenle ilgili değerler belirlemiş, bilginin
temelinde olguların araştırılması değil metafizik ve geleneklerin inançsal
kuralları yer almıştır. Bu nedenle dinsel bir zemin üzerinde hareket eden
klasik siyaset kuramı, toplumu kurmaya ve daha iyi ve ideal olduğu
düşünülen bir topluma doğru değiştirmeye çabalamıştır. Böylece klasik
siyaset kuramı, daha sonra gelişen çağdaş toplum bilimlerindeki, anlayıcı,
betimleyici ve açıklayıcı niteliklerden yoksun kalmıştır. Kuşkusuz bu kurucu
yaklaşım Aydınlanma düşüncesinin temellerini attığı ve kendi kaderini tayin
etme fikrine dayanan kurucu akıldan farklıdır. Klasik siyaset kuramının ideal
toplum ve iktidar fikrinin arkasında dinsel inanışlar ve idealler bulunmaktaydı.
Modern çağda zaman içinde siyaset kuramındaki bu tür bir dinsel içeriğin
130
Örs, 2009: 6.
190
giderek zayıfladığı ve diğer alanlarda etkili olan sekülerleşmenin bu alanda
da geçerli olduğu görülmektedir.
Modern toplumda din ile ideolojiyi ilişkilendiren ilk düşünürlerden biri
Marx’tı. Daha önce vurguladığımız gibi o, dini, genel ideoloji görüşü içinde
kitleleri aldatmanın ve egemen sınıfları meşrulaştırmanın bir aracı olarak ele
almıştır. Daha sonra dinin toplumsal önemini anlamaya yönelik sosyolojik ve
antropolojik çabalar açısından Marx’ın bu görüşü olumlu yankılar bulduğu gibi
eleştirel değerlendirmelerle de karşılaşmıştır. Örneğin Radcliffe-Brown,
Marx’ın kuramını bütünüyle reddetmediği halde onun kendi kendini aldatma
teorisi karşısında dinin, insanların toplum yapısının genel çizgilerini
anlamalarını sağladığını ileri süren bir yaklaşım geliştirdi. Ona göre din
toplumun mevcut yapısını destekleyen duygular yarattığı ölçüde toplumsal
yapının devamlılığına katkıda bulunur. Bu noktada din, toplumun yapısının
sürdürülmesini sağlayan fikir kalıpları olarak görüldüğü için Marx’ın
yaklaşımına yakın bir görüş vardır. Bu aynı zamanda dinin ideolojik yönüdür.
“Fakat din’le toplumsal yapı arasında bire bir uygunluğun olmasının daima
gerekmemesi, bazen dinsel ‘ayinlerin’ kendi başına yapısal bir önem
kazanabilecekleri yeni bir anlayış getiriyor. Radcliffe-Brown’a göre dinsel
model, bazen yapıdan kopup kendi başına çalışan bir unsur haline gelebilir.”
Radcliffe-Brown, Marx’ın kuramından bu noktada ayrılır.131
Bu çerçevede Marx’ın görüşlerini değerlendiren Mardin’e göre, dinin
aldatma veya afyon işlevi, teknolojik bir sistemin ‘afyon’ işlevinden farklı
değildir. “Bütün kültürün, hangi sistem altında olursa olsun, kendi kendini
devam ettiren bir nitelik taşıdığına bakılırsa içindeki unsurların tümü ‘ideolojik’
bir mahiyet taşımaktadır. İdeoloji, Marx’ın modelinde olduğu gibi, özel bir
‘aldatmaca’ değil, toplumun kendi kendini devam ettirebilmek için içinde
bulunan bütün fertlere, başka başka alanlarda oynattığı oyunun kuralları
haline gelmektedir”.132 Bu şekilde yorumlandığında dinin ideolojik yönü
131
Mardin, 1995A: 51-52.
132
Mardin, 1995A: 55.
191
temelde toplumun farklı sınıfları arasındaki çatışmanın bir aracı değil
toplumun düzeni ve devamlılığı için bireylere benimsettiği dinsel fikirlerdir.
İdeolojiyi, toplumsal eylem ve din arasındaki ilişkileri açısından ele
alan Mardin,133 onu, sert ideoloji ve yumuşak ideoloji olarak ikiye ayırmıştır.
Sert ideoloji olarak tanımladığı, sistematik olarak işlenmiş, temel teorik
eserlere dayalı, seçkinlerin kültürüyle sınırlı ve içeriği güçlü bir yapıyken
yumuşak ideolojiden kastettiği kitlelerin çok daha şekilsiz inanç ve bilişsel
fikirleridir ve bu ayrım çerçevesinde dinsel inançlar, yumuşak ideolojiler
olarak değerlendirilir.
Bu çerçevede Mardin,134 dinin işlevlerini iki temel düzeyde ortaya
koyar. Birincisi, bireyler düzeyindedir; onlar, din dışı kültürün tümüyle
açıklayamadığı olayların başka açıklamalarına yönelirler. Dinin ikinci işlevi,
kültür düzeyindedir. Din bir semboller kümesi olarak, insanların çevrelerindeki
dünyayı belirli bir biçimde anlamalarına yol açar.
Semboller genel olarak ideolojinin toplum içindeki rolünde ön plana
çıkmaktadır. Bir sembol sistemi olan ideoloji, çevre ile ilişkisinde bireye yol
göstermekte ve bireyin bu çevre ile ilişki biçimine ışık tutmaktadır. Bu yönüyle
ideoloji, toplumsal ve siyasal alanda bireyin kendisini ve daha geniş dünyayı
tanımlamasını sağlar.135 Benzer şekilde din de bir sembol sitemi olarak
bireylere kendilerinin ve dünyanın nasıl anlaşılması gerektiğiyle ilgili olarak
yol gösterir. Bu bağlamda Clifford Geertz dini “insanlarda uzun süreli, geniş
kapsamlı, güçlü ve güdüler yerleştirmeye çalışan bir semboller sistemi”
olarak tanımlamıştır.136 Geertz, dinin, “insani eylemlere ve olaylara anlam
bahşeden ve düşüncelere, değerlere ve bir toplumun yaşam tarzına temel bir
meşruiyet sağlayan sembolik bir sistemden” oluştuğunu iddia eder.
Semboller ve anlamlarına ampirik çalışmayla ulaşılabilir. Dini semboller hem
133
Mardin, 1995A: 14-16.
134
Mardin, 1995A: 65.
135
Sarıbay, 1985: 31.
136
Mardin, 1995: 37.
192
gerçeklikle ilişkili bir mesajın ifadesinde hem de belli durum ve motivasyonları
harekete geçirerek biçimlendirir ve her türlü şartta anlamın açığa çıkmasına
yardımcı olurlar.137
Din ile ilgili ampirik çalışmalar, dinin bireylerin toplumsal ve siyasal
yönelimlerinde oynadıkları rolü ele almaktadır. Robert Lane, siyasal
ideolojiyle ilgili çalışmasında Amerikalıların inandıklarına neden inandığının
cevabını aramıştır. Daha özel olarak o, bir New England kasabasında
“sokaktaki adam”ın siyasi eğilimlerini ve bunların nedenlerini bulmaya çalışır.
Çok yönlü olan bu çalışmada ortaya çıkan sonuçlardan en önemlilerinden biri
dinin insanların siyasal inançlarında merkezi bir yere sahip olmasıdır. Lane
dine stratejik bir önem yüklemiştir. Onun denekleri için “din, ideolojilerinin
diğer parçaları gibi, gidişine uymak zorunda oldukları bir dünyada psikolojik
bir denge kurmanın yollarından biridir. Din, bir dünyayı anlama ve kendini o
dünyada belirli bir yere yerleştirme modeli olarak fonksiyon görmektedir”. 138
Modern toplumda din ve ideoloji arasındaki ilişkiler toplumun kendine
özgü karakteristikleri tarafından belirlenmektedir. Bu açıdan din kitle
toplumundaki temel süreçlerle karşı karşıyadır. Din, bu sürece karşı tepki
gösterebileceği
halde
sürecin
geriye
döndürülmesi
pek
mümkün
görünmemektedir. Bu durum aynı zamanda dinin kendi içinde seküler bir
nitelik kazandığını göstermektedir.
Mardin’in vurguladığı gibi, ideoloji kavramını, sistematik düşünce
yapısı ve gerçeği yansıtmayan bir düşünce biçimi olarak ele alan etkili bir
yaklaşım biçimi vardır.139 Mardin’e göre ideoloji belli bir siyasal düşünürün
fikir sistematiği değil, “kitle toplumunun belirmesiyle beraber önem kazanan
inançlardır. Bu inanç ve tutumları belirli bir şahsın fikri yapıtlarına indirgemek
mümkün değildir. İdeoloji, bu anlamda daha çok, ‘idare edilen’lerin arasında
137
Cain, 2002: 70.
138
Mardin, 1995A: 28-30.
139
Mardin, 1993: 14.
193
yaygın, yönlü, fakat sınırlı, belirsiz fikir kümlerinden meydana gelir”. 140
Geleneksel toplumdan modern topluma geçişle birlikte din seküler bir nitelik
kazanmış böylece dinin ideolojik yönü inançsal yönünün önüne geçmiştir. Bu
bağlamda kitle toplumunda din, ideolojik biçimler aracılığıyla toplumsal ve
siyasal oluşumların bir parçası haline gelir.
Dinin kendisinin bir ideoloji olduğunu söyleyenlerin sayısı oldukça fazla
olduğu gibi tüm dinlerde ideolojik unsurların bulunduğunu söyleyenlerin
sayısı da oldukça fazladır. İdeolojik olarak tanımlanan bu unsurlar, toplum
üyelerini sosyal gerçekliklere bağlamakta ve dengeyi sürdürmeye hizmet
etmektedir.141 İdeolojiyle ilgili özellikler benzer biçimde kişisel, kültürel ve
toplumsal düzeyde din için de geçerlidir. “Din de din dışı kültürün tamamen
açıklayacağı bir olaylar tortusunu açıklamada ideoloji gibi kişisel düzeyde bir
işlev görmektedir. Aynı şekilde kültürel düzeyde din, insanlara çevrelerindeki
dünyayı özel ‘gözlük’lerle görmeyi sağlayacak kavramsal görüş imkânlarını
sağlamaktadır. Bu bağlamda din, tıpkı ideoloji gibi, bir semboller kümesi
olmaktadır. Toplumsal düzeyde ise din, toplumsal yapı unsurlarının sabit
kalmasını sağlamak gibi bir işleve sahiptir”.142 Dolayısıyla ideoloji ve din
arasında bulunan güçlü ilişki dikkate alınarak ve dinin bir ideoloji olarak işlev
görmesinin, “modernleşme sürecinde sosyal ve siyasal çatışmaların
temelini”143 de oluşturduğuna bakılarak dinin tam anlamıyla bir ideoloji olarak
kabul edilebileceği söylenebilir.
2.2.2. Popüler Din ve Fundamentalizm
Araştırmalar, popüler din kavramının son zamanlarda öneminin
giderek artan biçimde kabul gördüğünü ortaya koymaktadır. Sistemleşmiş
140
Mardin, 1995A: 16.
141
Sarıbay, 1985: 30.
142
Sarıbay, 1985: 31.
143
Sarıbay, 1985: 32.
194
doktrinler, profesyonel din adamları ve kilise organizasyonları gibi özellikler
formel dinin göstergeleriyken popüler din, formel dinde yer alan bu özelliklerin
yerine diğerine kıyasla daha sistemsiz inançlardan oluşmuş, kilise dışı, halk
arasında yaygın olan yerel ve genel geleneklerden etkilenerek var olan inanç
ve kabulleri içerir. Popüler dinin sembolleri sistematik teolojiden çok doğa, iş,
müzik, besin gibi yaygın yaşamsal kaynaklardan oluşturulsa da sıradan
folklorik değerlerden de ayrıdır. Çünkü popüler din, nazar, cinler, büyücülük,
astroloji, mucizeler ve hurafeler gibi inançları barındırır.144 Popüler din
öğelerinin giderek daha fazla güçlenmesi, klasik sekülerleşme tezinin
zayıflıklarını göstermektedir. Bu tezin iddia ettiğinin tersine geleneksel
toplumdaki dinsel öğeler tümüyle ortadan kalkmamakta, bu öğeler dönüşerek
yeni biçimler altında ortaya çıkmaktadır.
Geleneksel, modernleşmemiş toplumlarda daha çok yerleşmiş olan
popüler dinin artık en modern toplumlarda da büyük bir güce sahip olduğu
açıkça görülmektedir. Modern kültürün bilimsel ve seküler normlarıyla hiç de
uyumluymuş gibi görünmeyen bu inanç ve uygulamalar, A.B.D. ve Batı
Avrupa gibi birçok modern toplumda oldukça yaygındır. Astroloji, “algı-dışı
iletişime inanç, ölülerle bağlantı ve beden dışı tecrübeler, uğurlu sayılara
ilişkin hurafeler, mistik tecrübeler ve translar, dahası pek çok tatilin, spor
olayının ve doğa amblemlerinin yarı-gizemli karakteri” bunlara örnek
gösterilebilir.145
Popüler din, formel dinin tersine daha çok tabirler, atasözleri,
menkıbeler, kıssalar şeklinde açıklanıp temellendirilen esnek ve eklektik bir
yapı gösterir.146 Arasında kesin ilişkiler olmayan çok sayıda unsuru içeren bir
sistem olan popüler din, dışsal etkilere karşı oldukça dirençli bir yapıya
sahiptir. Bunun nedeni, popüler dinin unsurlarından herhangi birindeki
değişmenin ya da alt sistemdeki değişmenin tüm yapıyı etkilemeyebilmesiyle
144
Wuthnow, 2002: 76.
145
Wuthnow, 2002: 77.
146
Wuthnow, 2002: 77.
195
ilişkilidir. İkinci olarak da popüler din, geleneksel toplumda olduğu gibi
modern toplumun ilgileriyle de içli dışlı bir yapı gösterir ve hayatın gündelik ve
sıradan kırılma noktalarına; matem, hastalık, trajedi gibi tecrübelerle ilişkilidir.
Geleneksel dinlere benzer olarak o, modern toplumlarda da küçük
dayanışmacı topluluklar arasında kendisine yer bulur. Popüler dinde söylem,
daha çok sözlü gelenekten oluşur. Mucize söylentileri, olağandışı olaylar ve
batıl
inançların
yaygınlaşır.
147
onaylanması,
kapalı
çevrelerde
sözlü
anlatımlarla
İletişim teknolojilerindeki değişme, özellikle internet ve sosyal
medya, popüler dini anlayışların etkinlik alanını genişletmektedir. Çünkü bu
teknolojiler, iletişimdeki seçkinciliği zayıflatmış, bunun yerine insanların daha
geniş katılımlarını beraberinde getirmiş ve sahip oldukları inançların, mitlerin
ve değerlerin önemini artırmıştır.
Fundamentalizm birçok açıdan popüler dinle karşıt bir nitelik
sergilemektedir.
Örneğin
astroloji,
büyü
ve
yaygın
hurafeler
fundamentalistlerce kabul edilemez. Doktrinel ortodoksiye sağlam bağlılık,
katı iman anlayışı, hurafe ve büyülere hoşgörüsüz bir bakış; fundamentalizmi
popüler dinden net çizgilerle ayırmaktadır. Ancak ikisi arasında birtakım
benzerlikler de bulunmaktadır. Her ikisi de daha geleneksel durumlara uygun
düşen, modern kültürün bir hastalığı olarak değerlendirilmiştir. İdeolojik bir
sistem olarak fundamentalizm, popüler dine kıyasla daha az istikrarlıdır.
Bunun sebebi onun unsurları arasında daha güçlü bir ilişkinin bulunmasıdır
ve unsurlardan birinde meydana gelen bir değişme tüm yapıya etki
etmektedir.148 Fundamentalizmin, doktrine dayalı olmasının ve keskinliğinin,
dinin
tekbiçimliliğini
güçlendirmesine
karşın
popüler
din,
yaşantının
kendisinden beslenir, dolayısıyla tekbiçimliliği değil çoğulculuğu barındırır.
Fundamentalizm, dini sistematik, akılcı ve saf bir biçime sokmaya çalışırken
popüler din daha fazla çeşitliliği barındırır.
147
Wuthnow, 2002: 78-80.
148
Wuthnow, 2002: 82-83.
196
2.2.3. Din ve İktidar
Tarih boyunca din ile iktidar arasında hem çok yakın hem de çok
sıkıntılı
ilişkiler
olmuştur.
Bunun
en
önemli
nedenlerinden
biri,
ilk
toplumlardan günümüze dinin, genel toplumsal-kültürel yapının içinde önemli
bir unsur olmasıdır. Modern öncesi toplumlarda siyasi gücün sembolleri korku
yaratan bir heybete sahiptir ve bu, tanrıların büyük gücünün yansımasıdır.
Aynı zamanda bireyin din ve siyasete olan yaklaşımı da benzerdir.
Machiavelli siyasetin güçten (hakim olma, insanları harekete geçirme,
yönetme ve kontrol etme iktidarından)
ayrı düşünülemeyeceğini ifade
etmiştir. İnsanın tanrılar ve kral karşısındaki durumu oldukça benzerdir. Her
iki güce de boyun eğmesi yalnız korkudan değil, niteliği ne olursa olsun
düzen içinde olmaya duyulan köklü arzuyla ilişkilidir. Ancak siyaset ve din
arasındaki bu ilişki her zaman aynı şekilde gerçekleşmez. Modern öncesi
toplumlar,
siyasi
güç
ve
dinsel
gücün
özdeşleştirilmesi
konusunda
farklılaşırlar. Medeni toplumlarda kralın tanrı gibi saygı gördüğü ilahi kraliyet
kurumunda, din ve siyasetin açık bir özdeşliği söz konusudur. Eski Mısır, dini
ve siyasi birliktelik açısından önemli bir örnektir. Günümüzün seküler ve
demokratik toplumlarında bile siyasetin kutsal gücünün, hukuki ve en üst
siyasi makamlarda yansımalarını görmek mümkündür ve buna en iyi örnek,
Amerikan başkanının yemin törenidir.149
Yaygın olarak kullanılan din ve iktidar kavramları arasında tam bir
uyumun sağlanabilmesi çok olası değildir. Her iki kavram da insanın
varoluşunun en temel ögeleri ve hayatın köşe taşlarıdır. Her ikisi de
kullanıldıkları bağlam içerisinde yeniden tanımlanmaya gereksinim duyulan
ve tek bir biçim içine sıkıştırılamayacak bir özellik sergilemektedir.150
Devlet, durağan ve tekdüze bir yapı değil, karşılıklı bağımlılığa dayalı,
temsili ve içyapısal çıkarları bulunan ve değişen bir çevreden kaynaklar
149
Berger, 2002: 139.
150
Ter Borg, 2012: 314.
197
sağlamak zorunluluğu duyan, ilaveten çevreyle ayrışımsal ilişkilerden
kaynaklanan iç zıtlaşmalara tabi olan organizasyonlar toplamıdır. 151 Devlet,
dinsel kurumların işleyişini ve uyması gereken kuralları belirler ve dahası
çevredeki kaynakların büyük bir kısmını da tekeline alır.152
İslam, bireyin özel hayatı, hukuk alanı, sosyal hayat, siyasal hayat ve
ekonomi gibi birçok alanı kapsayıcı nitelikte bir dindir. Bireysel hayatı
düzenleyip şekillendirdiği gibi kolektif planda da belirir ve özellikle siyasal
hayatı yönlendirerek onun meşruiyetini sağlar. Başka bir deyişle siyasal
ideoloji işlevi görür.153
Geleneksel Müslüman toplumlarda İslam, dinsel bir öğreti olmanın
ötesinde yasal bir sistem ve siyasal bir felsefedir. İslam’ın ilk ortaya çıktığı
şartlar göz önüne alınırsa Mekkelilerin Hz. Muhammed’e muhalefetleri,
yalnızca dinsel bir başkaldırı olmayıp kendi ekonomik çıkarları ve
toplumlarının oligarşik yapısına bir tehdit olarak algılamaları sonucuyla ortaya
çıkan bir hareket oluğu görülmektedir.154
İslamda bireysel, toplumsal ve siyasal yönlerin özellikleri ve işlevlerinin
iç içe olması, dinsel olan ve olmayanın ayırt edilmesini güçleştirmekte ve bu
durum modernleşme sürecinde Müslüman toplumlarda seküler sosyal ve
siyasal toplumların oluşup gelişmesinde bir engel oluşturmaktadır.155
Din ve iktidar ilişkisiyle ilgili en önemli sorunlardan biri devletin
uyguladığı politikaların sekülerleşmeyi hedeflemesi ve bu politikaların toplum
tarafından belirli bir tepkiyle karşılanmasıdır. Toplumsal sekülerleşmeden
farklı olarak bu tür bir sekülerleşme toplumsal ve kültürel bir dönüşümü
hedeflemektedir.
151
Wuthnow, 2002: 114.
152
Wuthnow, 2002: 112.
153
Sarıbay, 1985: 35.
154
Sarıbay, 1985: 35.
155
Sarıbay, 1985: 36.
198
Toplumsal düzeyde sekülerleşmenin, Müslüman dünyasının bir
kısmında ondokuzuncu yüzyılın bitimiyle başladığı görülmektedir. Yukarıdan
gelen
sekülerleşme
ve
aşağıdan
gelen
sekülerleşme
olarak
İslam
dünyasındaki sekülerleşme sürecini iki kısımda ele alan Pace, ilk süreçte
sekülerleşmenin 1950’lerden sonra hız kazandığı söyler ve bu tarih,
sömürgeciliğin bitişine rastlar. Türkiye’de Mustafa Kemal Atatürk’ün ve Suriye
ve Irak’taki Baas Partisi’nin dini geleneğe yönelik keskin dokunuşu sonucu
fundamentalist hareketlerin ortaya çıkması ya da Hint yarımadası ve Kuzey
Afrika’daki gibi siyasete dinin işlevlerinin nakledilmesi söz konusu olmuştur.
İkinci süreç olan aşağıdan gelen sekülerleşmede, “İslami geleneğe yönelik
tutumlarda bir değişim mevcuttur. Bu süreç, genç nesil arasında adetlerin
sekülerleşmesini doğuran dört çatışma tarafından desteklenmektedir”. İlki
yeni tercihlere ve değerlere açık olan, dinsel gelenekler açısından farklılaşan
kent- köy çatışması, ikincisi Kuzey Afrika’daki kız ve erkek çocukların karşı
çıktığı ataerkillik çatışması, üçüncüsü kadınların toplumsal etkinliğini
sınırlandıran ve meslek sahibi olmalarıyla ilişkili olan ve son olarak göç
edenlerin ve geride kalanların kendilerini kıyaslamaları sonucu ortaya çıkan
çatışmadır.156
2.3. DİN VE MODERNLEŞME
Günümüzdeki mevcut dinsel yapıyı anlamak için sosyolojik bir
perspektiften baktığımızda açıklamaların çoğunun, din ve kültür, din ve aile,
din ve devlet gibi “ve” türünden ortaya konduğu görülür. Bu tür açıklamalar,
mevcut durumla ilgili çözümlemeyi anlaşılır kılma açısından son derece işe
yararken aynı zamanda dinin toplumdaki yapılara ne denli yerleşmiş olduğu
gerçeğini de ortaya koyar.157 Ancak dinin günümüz toplumlarındaki yeri ve
işlevi
geleneksel
toplumdakinden
oldukça
farklıdır.
Bu
anlamda,
modernleşmeyle birlikte toplumun karakterinde olduğu gibi dinin karakterinde
156
Dobbelaere, 2012: 28- 29.
157
Berger, 2002: 135-136.
199
de temel bir değişimin olup olmadığı din araştırmalarının önemli problemleri
arasındadır.
Modernleşmenin dini nasıl etkilediği ve dinin modernleşme sürecine
nasıl tepki verdiği gibi konular din ve modernleşme ilişkisinde temel ilgilerin
başlıcalarını oluşturup neredeyse din çalışmalarının temel çerçevesini
belirler.158
Bu
bağlamda
modernleşmeyle
din
arasındaki
ilişki
Batı
toplumlarında ve Batı dışı toplumlarda birbirinden ayrı biçimler kazanmıştır.
Bunun nedeni modernleşmenin kaynağının Batı toplumlarında bulunmasında
yatar. Batıda modern toplumda dinin toplumsal ve siyasal rolünün ne olacağı
sorunu az çok çözüme kavuşturulmuşken Batı dışı toplumlarda özellikle
İslam toplumlarında bu sorun hala çözülememiştir.
Modern öncesi toplumlarda, özellikle Yahudi-Hıristiyan dünyası
dışındaki toplumlarda, dinin kurumsal olarak belirginleşmediği, tersine
toplumun genel kurumsal sisteminin içinde gömülmüş halde bulunduğu
söylenebilir. Tüm insan eylemi dinsel sembol ve uygulamalardan doğrudan
ya da dolaylı olarak etkilenmekte, din alanında uzmanlaşmış kişiler bulunsa
da ayrı bir din alanından söz etmek mümkün olmamaktadır. Ancak bu durum,
yalnızca din için geçerli olmayıp modern öncesi toplumlardaki kurumsal
ayrışmanın olmamasıyla ilişkilidir. Bu toplum yapısındaki neredeyse her şeyi
yapılandıran ve kontrol eden tek kurumun “akrabalık” olduğu söylenebilir. Bu
akrabalık kurumu dinsel anlamlarla donatılmıştı ve aynı zamanda siyaseti,
ekonomiyi ve eğitim kurumlarını da kapsamaktaydı. Antik medeniyetler
toplumlarına
geldiğimizde
ise
kurumların
nispeten
ayrışmış
ve
karmaşıklaşmış olduğu görülmektedir. Ancak, din kendi alanına yerleşmemiş
diğer kurumsal alanların içine yayılımını sürdürmüştür. Daha yakın tarihe
baktığımızda Roma döneminde bile ailenin tek başına bir dinsel kurum
olmaya devam ettiğini görmekteyiz. Örneğin aile kültünün başı olan Romalı
158
Hülür ve Kalender, 2003: 25.
200
baba, gücünü dinden alır, kadın evlendiğinde dini bağlılığını eski ailesinin
tapınağından kocasının tapınağına naklederdi.159
Din, geleneksel toplumlarda geleneğin özgün ve temel bir biçimini
oluşturmakta ve sosyal hayatın tüm ayrıntıları üzerinde kontrol edici ve
düzenleyici bir rol üstlenmektedir. Modern toplumlarda ise ekonomi, siyaset
ve diğer sosyal alanlardaki durumlara göre esneyebilen bir dinsel değerler
sistemi bulunur. Geleneksel toplumlarda ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel
alanlar din tarafından belirlenirken modern toplumlarda dinin diğer alanları
düzenleme gibi bir durumu söz konusu değildir.160
Kısacası
modern
öncesi
toplumlarda
tüm
toplumsal
düzenin
varoluşunda din, merkezi bir yer tutar, bu nedenle toplumun diğer alanlarında
ve her toplumsal meselede dinle ilişkili önemli bir boyut bulunur. 161 Buna
karşın, dinin modern toplumlardaki konumu ve geleneksel toplumdan modern
topluma geçişte dinde yaşanan dönüşümler, din sosyolojisinde tartışılan en
temel sorunlardır. Bu tartışmalardan önemli bir kısmı, dinin önemini kaybedip
kaybetmediği,
geleneksel
veya
yeni
şekillerde
varlığını
sürdürüp
sürdürmediğiyle ilgilidir. 1750’lerden sonra Batı Avrupa Hıristiyanlığının
düşüşü bu tartışmanın zeminini oluşturmaktadır. Yirminci yüzyılın ikinci
yarısında çoğu Avrupa ülkesinde yaşanan dinin düşüşünde, kiliseye
devamlılığın azalması, sekülerleşme sürecinin ayırt edici bir niteliğini
oluşturmaktadır. Birçok bilim insanı kiliseye bağlılığın azalmasını dinin
düşüşü olarak nitelendirmiş ve bu gelişmeyi Avrupa örneğiyle sınırlı kalmayıp
modern
toplumların
araştırmacılar,
tümünde
ekonomik
gerçekleştiğini
gelişmeler,
varsaymıştır.
eğitimde
Birtakım
yaygınlaşma
ve
modernleşmenin dinde zorunlu olarak bir düşüş oluşturacağını ileri
sürmüştür.162 Bunun yanında bazı araştırmacılar da, Avrupa’da çoğu bölgede
159
Berger, 2002: 136-137.
160
Sarıbay, 1985: 27-28.
161
Berger, 2002: 137.
162
Hamberg, 2012: 229-230.
201
yaşanan
kurumsal
dinin
belirgin
düşüşünün,
dinin
düşüşü
olarak
anlaşılmaması gerektiğini savunur. Avrupa’da kiliseye aidiyetin azalması gibi
Kuzey Amerika’da da bireysel din veya ruhsallığın önemli çalışma alanlarını
oluşturduğu söylenebilir.
Dünyada son iki yüzyıldır büyük ve önemli değişiklikler meydana
gelmiş, toplumların geleneksel yapıları dönüşüm sürecine girmiş ve toplumlar
arasındaki bağlantılar artmıştır. Bu değişimleri ve dönüşümleri ifade etmek
için en son kullanılan kavramlardan biri küreselleşmedir. Sömürgecilik, büyük
göçler ve medya devrimi gibi olaylar küreselleşmeden daha önce yaşanmış
ve onu hazırlamıştır. Her ne kadar din, modernleşme sürecinden daha eski
bir kavram olsa da din ve inanç konusu küreselleşmeyle birlikte önceki
dönemlerden çok daha fazla bilim insanlarının ilgi odağı haline gelmiştir.163
Farklı dinler birbiriyle daha fazla karşılaştıkça ve toplumsal olarak içiçe
geçtikçe bu durumlara yönelik dinsel yaklaşımlar geliştirilmiştir.
Modern dönemde dinin nasıl anlaşıldığı ve ona ne olduğu sorununu
açıklamaya yönelik farklı yaklaşımlar bulunmaktadır. Bu yaklaşımlardan
sekülerleşme görüşünü benimseyen kuramcılar, modernleşmeyle birlikte
dinin düşüşe geçtiğini, yeni Hıristiyan Sağ ve radikal İslam hakkındaki
gözlemciler dinin siyasallaştığını, piyasa kuramcıları ise dinin, piyasa
güçleriyle ilişki içinde değiştiğini ileri sürerler. Bu görüşlerden biri de dinsel
bireyciliğin arttığını vurgular. Kısaca bu görüş, “Avro-Amerikan dinlerde din
adamlarından (clergy) sivil insanlara (laity) doğru bir güç kayması -dinsel
alanda hiyerarşiden eşitliğe doğru bir kayma- üzerinde odaklanmaktadır.”164
Wuthnow’un belirttiği gibi modernleşme süreci, dinin bireyselleşmeye doğru
bir eğilim gösterecek şekilde değişmesini kapsar.165 Bu açıdan, dinin
bireyleşmesi,
din
163
Droogers, 2012: 432.
164
Spickard, 2012: 611.
165
Wuthnow, 2002: 88.
karşıtlığının
değil,
işlevsel
anlamda
toplumun
202
farklılaşmasının bir sonucudur.166 Dindeki bu bireyselleşme ve sivilleşme aynı
zamanda dinin kendi içindeki sekülerleşme olarak görülebilir.
Modernleşmeyle
ilgili
yazın
incelendiğinde
modernleşmenin
rasyonalist ve pozitivist bir nitelik taşıdığına yönelik ağırlıklı bir görüşün
olduğu görülebilir. Bu görüş açısından din ve modernleşme arasındaki ilişki
çelişkili bir ilişki olarak ele alınır. Din, inancı, doğaüstü bir konuma yerleştirip
anlamayı ve açıklamayı ona atfederken modernleşmede insanı, aklı ve bilimi
ön planda tutan bir bakış açısı bulunmaktadır. İnsanın çevresini kontrol
etmesi durumu modernleşmenin bir özelliğiyken dinde, tersine, insanın
çevresinin
kontrolü tanrı ya
da
başka doğaüstü
güçler tarafından
sağlanmaktadır.167
Din açısından geleneksel toplumla modern toplum arasında yukarıda
bahsedilen farklılıklar bulunmasına karşın modern topluma özgü niteliklerin
tam anlamıyla oluşmamış ve işlevselleşmemiş olduğu durumlarda din,
modern toplumda da işlevsel bir role sahip olabilmektedir. Modernleşme
sürecinde modernliğin gerektirdiği seküler bir düşün yapısının tam olarak
oluşmadığı durumlarda “din, siyasette ideolojik özün tek kaynağı” olmayı ve
“sosyal bütünlenme mekanizması” olmayı sürdürecektir.168
Bununla birlikte, sekülerleşme genel olarak, toplumda dinin merkezi
önemini yitirmesi veya yitirmeyi sürdürmesi olarak anlaşılan bir süreci ifade
eder.169 Bu çerçevede modernleşmenin beraberinde getirdiği geleneksel
değerlerdeki çalkantılar karşısında yeni formüller arayışı söz konusu
olmuştur. Bu süreçte geleneğin en temel kaynağı olarak gösterilen din,
ideolojik bir işlev kazanmıştır.170
166
Dobbelaere, 2012: 23.
167
Sarıbay, 1985: 26.
168
Sarıbay, 1985: 29.
169
Hamberg, 2012: 236.
170
Sarıbay, 1985: 30.
203
Daha özel olarak modernleşme-sekülerleşme sürecinde bireysel ve
toplumsal yaşam başta olmak üzere çok sayıda alanda dinin konumu, değeri
ve geleceğinin ne olacağı sorunu, bilimsel araştırmaların ve tartışmaların
konusu olmuştur. Yapıcı’nın171 açıkladığı gibi bu tartışmaların başlıca üç
görüşte toplandığı görülmektedir. Bunlardan ilki, klasik sekülerleşme
kuramıdır. Bu kuram, sekülerleşme sürecinin en sonunda dinin ya tamamen
tarih sahnesinden silineceğini ya da sosyal yaşam ve siyasetten uzaklaşarak
kendi asli yeri olan vicdanlara çekileceğini ileri sürer. İkincisi, yeniden
dindarlaşma kuramıdır. Bu kuram, dinin yok olduğunu ya da sadece vicdanî
bir konu haline geldiğini kabul etmez, tersine din, modern dünyada daha
güçlü bir şekilde kendini gösterir. Üçüncüsü ise uzlaşımcı kuramdır. Bu
kuram, sekülerleşmenin dini, dinin ise sekülerleşmeyi etkilediğini, bu nedenle
her ikisinin kesin ve katı özelliklerini esneterek “bireysel dindarlık” denilen
ortak bir noktada buluştuklarını öne sürer.
Bu çerçevede örneğin Küçükcan, dinin zayıflamadığını tersine
güçlendiğini savunur. Küçükcan’a172 göre “modernleşme ve sekülerleşme
kuramcıları genel olarak modern değerler ve kurumları benimseyen ve
özümseyen toplumlarda dinin toplumsal ve siyasal alanlardaki etkinliğinin
ortadan kalkacağını, bireysel olarak da dinî pratikler, ibadetler ve ritüellere
katılımın gerileyeceğini savunuyordu.” Bu görüşe karşın yirminci yüzyılın son
döneminde dini eğilimlerin ve hareketlerin yükselişe geçtiği gözlenmiştir.
Din ve modern toplum arasındaki ilişkinin ele alınışının tarihine
baktığımızda ilk dönem toplum düşünürlerinin bu konuya yaklaşımları içinde
özel bir yer verdiklerini görmekteyiz. Daha özel olarak ondokuzuncu yüzyılda
A. Comte, H. Spencer, E. Durkheim, M. Weber, K. Marx ve S. Freud gibi
düşünürler, modernleşme ve sanayi toplumunun gelişimine paralel olarak
dinin önemini kaybedeceği görüşünü savunuyorlardı. “Dinin ölümü veya yok
oluşu” şeklinde ifade edilebilecek bu yaklaşım 19. yüzyıl sosyal bilimine
171
Yapıcı, 2012: 1.
172
Küçükcan, 2005: 109-110.
204
egemen olan anlayışı yansıtıyordu.”173 Dinin önemini yitirmesine vurgu
yapsalar da sosyolojinin kurucu babaları “sekülerleşme” terimini nerdeyse hiç
kullanmadılar. Sonraki kuramcılar terime farklı anlamlar iliştirerek daha
sıklıkla kullanmışlardır. Özellikle Berger, Luckmann ve Wilson, öncü
sosyologlardan Durkheim, Weber ve Tonnies’e dayanarak bazı sosyolojik
sekülerleşme kuramları geliştirmişlerdir.174
Genel
olarak
sekülerleşme
tezinin
sosyologlar
tarafından
benimsenmesi ve dinin ileri kapitalizmde toplumsal rolünün ihmal edilmesi
eğilimi hâkimken Weber’in, dini, toplumsal dünyanın odak noktasına koyduğu
görülmektedir.175 Ona göre Hıristiyanlığın radikal etiği ancak din ve siyasetin
kesin çizgilerle birbirinden ayrılmasıyla işlevsel olabilirdi, aksi halde dinsel
etik seküler güçler tarafından yönetilip belirlenecekti. Weber’in din ve siyaset
ayrılığı görüşü liberal felsefenin temel bir özelliğini oluşturur.176
Büyük ölçüde Weber’in rasyonelleşme ve sekülerleşme tezini takip
eden Jürgen Habermas’ın din teorisi, sistem ve yaşam dünyası olarak
tanımlanan ikili toplum anlayışına dayanır. “O yaşam dünyasını ‘anlamın
sınırlı yetkisi’ ve ‘iletişimsel eylemin kamusal alanı’ olarak görmektedir.” Din,
gelenekler ve değerler ise yaşam dünyasını oluşturan parçalar olarak
tanımlanır. Habermas’a göre modernite “seküler bilginin bağımsızlaşması ve
dinin anlam ve amaç sorununa dair birtakım sınırlamalara sahip olmasıyla
sonuçlan[ır]”. Batıda kimliğin oluşmasında etkin rol oynayan dini, yaşam
dünyasının önemli bir parçası olarak algılayan Habermas, ayrıca onu
toplumda insanların tanrıyla ilişkilerinde ortak dili sağlayan bir unsur olarak
görmektedir.177
173
Küçükcan, 2005: 110.
174
Dobbelaere, 2012: 11.
175
Turner, 2012: 164.
176
Turner, 2012: 148-149.
177
Furseth, 2012: 172-173.
205
Genel olarak sekülerleşme toplumun tümünde geçerli olmasına karşın
onun toplumun farklı düzeyleri açısından önemi de din araştırmalarının ilgileri
arasındadır. Bu bağlamda sekülerleşme, üç düzeyde gerçekleşen bir
toplumsal değişim süreci olarak değerlendirilebilir. Bu düzeyler; makro düzey
ya da toplumsal düzey, orta düzey ya da örgütsel düzey, mikro düzey ya da
bireysel düzey olarak açıklanır.178
Sekülerleşme, Dobbelaere’ye179 göre “kurumsal dinin dini otoritelerinin
diğer
alt
sistemler
üzerindeki
hâkimiyetini
kaybetmesi”
olarak
tanımlandığında o, “din ile seküler denen alt-sistemler arasında işlevsel bir
farklılaşma” olarak değerlendirilebilir. Ancak böyle bir tanım, sekülerleşme
sürecini araştırmak amacına hizmet etmez. Çünkü işlevsel tanıma göre
dinsel olarak değerlendirilen işlevleri yerine getiren anlam sistemlerini de din
olarak ele alacaktır. Bu bağlamda sekülerleşme, işlevsel açıdan farklılaşmış
olan günümüz toplumlarında aşkın dinin toplumun alt sistemlerinden biri
haline gelmesi ve diğer alt-sistemler üzerindeki nüfuzunu kaybetmesi
sürecidir. Yani makro düzeye atıf yapan bu tanıma göre kurumsallaşmış dinin
dini otoriteleri, aile, eğitim, ekonomi, hukuk gibi alt-sistemler üzerindeki
gücünü yitirmesine işaret etmektedir.
Dinin toplumdaki merkezî rolünün ortadan kalkmasının nedenini,
Bruce, Luckmann ve Dobbelaere gibi toplumbilimciler, sanayi toplumlarındaki
işlevsel ayrışma olarak çözümlemişlerdir. Bu bakış açısına göre dinin
yalnızca inançlardan ibaret olmayan, doğum, ölüm, evlilik gibi hayatın önemli
dönemlerindeki tören ve ritüelleri içeren işlevsel bir yönü de bulunmaktadır.
Sanayileşmeyle birlikte iş alanında uzmanlaşma ve işbölümü, kilise ve din
adamlarının etkinliğini ve yetkilerini elinden almıştır. Okul ve hastane gibi
kurumlar kilisenin hegemonyasını sonlandırmıştır.180
178
Dobbelaere, 2012: 12.
179
Dobbelaere, 2012: 12-13.
180
Küçükcan, 2005: 111.
206
Diğer alt-sistemler üzerinde dinin hâkimiyetinin çökmesi, işlevsel
akılcılığa neden olmuştur. Ekonomi, siyaset, eğitim gibi sistemler akılcılaşmış
ve dinsel değer sistemini yitirmiştir. Bilim ve tekniğin gelişmesi, birçok alanda
değişmeye neden olduğu gibi gündelik hayatta da büyük değişikliklere yol
açmıştır. Bu gelişmeler “dünyanın büyüsünün bozulması (disenchantment) ve
alt-sistemlerin toplumsallaşması” gibi sonuçlara yol açmıştır. Büyünün
bozulmasıyla birlikte temelde akılcı ve eleştirel olarak nitelendirilen yeni
tutum ve bilişler ortaya çıkmıştır. “Tezlerin yerine hipotezler, Kutsal Kitap’ın
yerine ansiklopediler, vahyin yerine de bilgi geçmiştir.” Bu gelişmeyi
radikalleştiren önemli bir unsur kitle iletişim araçları olmuştur. Buna ilaveten
alt-sistemler toplumsallaştırılmış ya da Tönnies’in ifadesiyle gesellschaftlich
hale gelmiştir. Örgütlü dünya, kişinin değerinin daha az önemli olduğu, kişisel
olmayan ilişkilerden oluşan resmi ve sözleşmeli davranışlardan oluşan bir
yapıya sahiptir ve burada denetim, dine ya da ahlaka bağlı değildir. Denetim
artık “gayrişahsi, rutin teknikler ve alelade bir memuriyet meselesi haline
gelmiştir… böylelikle din, önemli gizli işlevlerinden birini kaybetmiştir”.181
Büyü bozumu kavramı ilk olarak 1913’te Weber tarafından ortaya
koyulmuştur. O, büyü bozumu kavramıyla din ve modernleşmenin karşılıklı
ilişkisini ifade etmektedir. Daha açık bir ifadeyle bu kavram, “tanrısız bir
dünyanın ortaya çıkışına değil, dinin, anlamdan yoksun bir dünyanın göz ardı
edilemez tecrübesiyle bağlantılı olan kendi eylemsel ve kuramsal alanına
dönmesini işaret eder.”182 Bu bağlamda Weber’e göre rasyonalleşme
kavramı,
“modern
dünyanın
sistematik
olarak
akılcı
bir
sisteme
dönüştürüldüğü, birbiriyle ilişkili bir dizi sosyal sürece gönderme yapar.”
Rasyonelleşme aynı zamanda
bağlantılıdır.
Bu
süreç,
beraberinde getirir.183
181
Dobbelaere, 2012: 15.
182
Kippenberg, 2012: 126.
183
Turner, 2012: 143.
gerçekliğin
değerlerdeki
ve
büyüsünün
bozulması”yla
tutumlardaki
sekülerleşmeyi
207
Sekülerleşmenin tek boyutlu olmadığını, farklı alanları kapsadığını
savunan bir araştırmacı, Larry Shiner’dır. O, sekülerleşmeye ilişkin bir tipoloji
çizer ve altı tip sekülerleşme veya sekülerleşme alanı olduğunu ileri sürer.
Birinci tür sekülerleşme, “dinî sembol, doktrin ve kurumların önemini ve
prestijini kaybetmesidir”. Sekülerleşmenin ikinci türü, bu dünya ile uyum
içinde olmayı ve bu dünyaya uyum sağlamayı kapsar. Bu sürecin en önemli
yönü, dinî grupların veya dine önem veren toplumların, doğaüstü güçlerden
ve konulardan uzaklaşması, bu dünyaya daha fazla ilgi göstermeye
başlamalarıdır. Üçüncü tür sekülerleşme, toplumun dinle olan ilişkisinin
kesilmesini, artık dine dayalı bir anlayıştan uzaklaşıp bağımsız bir gerçeklik
oluşturmasını ve dinin etkilerinin özel hayat alanıyla sınırlandırılmasını
kapsar. Dördüncü sekülerleşme türü, “dinî bilgi, inanç ve kurumların
işlevlerinin bu dünya temelli bir görüntüye bürüneceği öngörüsünü” kapsar.
Sekülerleşmenin beşinci türü, dünyanın kutsal karakterinin giderek azalacağı
ve rasyonalleşmeye daha fazla maruz kalacağı düşüncesini içerir. Burada
sekülerleşme, rasyonelliğin, doğaüstü inançların ve mistik yaklaşımların
yerini alması anlamına gelir. Altıncı sekülerleşme türü ise, kutsal toplumdan
seküler topluma doğru bir geçişin olduğunu vurgular. Toplumsal konulardaki
kararlar dini ölçütlere göre değil de rasyonel ölçütler temelinde alındığında
sekülerleşme süreci tamamlanma noktasına gelmiş kabul edilir. Küçükcan, 184
Shiner’in bu türler altında ele aldığı sekülerleşmenin, aslında Dobbelaere’in
yukarıda belirtilen toplumsal, kurumsal ve bireysel düzeylerde ortaya
koyduğu sekülerleşmeyle daha açık bir biçimde ifade edilebilir.
Sekülerleşme süreci ya da Fransızca söylemiyle laikleşme, Katolik
Kilisesi’nin çok güçlü olduğu ülkelerde tipiktir. Sekülerleşmeciler,
aslında
din(dar) düşmanı değil ruhban karşıtıdırlar. Fransa’da on sekizinci yüzyılın
son dönemlerinde başlayan sekülerleşme hareketinde, kilise ve devletin
ayrılması ve medeni hukukta dinden bahsetmeyen kanunların yer alması
başlangıç olarak değerlendirilmektedir. Doğum, nikah, ölüm belgelerinden
okullardaki eğitime kadar hayatın önemli alanları sekülerleşmiş ve tarafsızlık
184
Küçükcan, 2005: 111-112.
208
ve laiklik kanunla zorunlu hale getirilmiştir. Bu süreçte Durkheim’ın din karşıtı
görüşleri, laikleşmeye ciddi katkılar sağlamaktaydı.185
Sekülerleşme, mekanik bir süreç değildir ve insan eylemleri ve
çatışmalarının
sonucu
olarak
oraya
çıkar.
Fransız
cumhuriyetçi
sekülerleşmecileri parlamentoda kazandıkları siyasi güçleri ile alt-sistemleri
laikleştirmişler ve bu süreç, sağlıktan eğitime pek çok kurumda orta düzeyde
sonuç vermiştir.186 Ancak sekülerleşme, dinin siyasal hayatta siyasal
davranışı etkilemedeki önemini tamamen yitirmesi anlamına gelmez. Çünkü
siyasal kültür ve siyasal toplumsallaşma, dinin siyasal sistem içinde bireysel
davranışları etkilemesinde önemli bir faktördür.187
1960’lı yıllardan sonra bireysel sekülerleşmeyle ilgili çalışmalar dikkati
çeker. Dobbelaere’ye188 göre “dini otoritelerin her bir bireyin sahip olduğu
inançlar, ibadetler ve ahlak ilkeleri üzerindeki hâkimiyetinin kaybolması”
anlamına gelen bireysel sekülerleşme, dinin çökmemesi ya da ibadet ve
kişisel dinsel anlayışın zayıflaması anlamına gelmez. Zaten tanımda da
belirtildiği gibi dini otoritelerin bireysel dinsel anlayış üzerindeki egemenliğinin
zayıflaması demek, dinin bireysel olarak devam etmesi olduğundan
sekülerleşme kuramı bu anlamda yanılmış değil, onaylanmış olur.
Dinin varlığını sürdürmesi, gelişmiş ülkelerde kurumsal anlamda çok
etkin olmasa bile, bireysel bilinç ve vicdan düzeyinde olmuştur. Örneğin
Avrupa’daki sekülerleşme ve din ilişkisi söz konusu olduğunda, Fransız
sosyolog Daniele Hervieu-Leger, dini bir hafıza zinciri olarak değerlendirir ve
kolektif kimliğin önemli bir unsuru olduğunu savunur. Hervieu-Leger’e göre bir
hafıza zinciri olarak din, inanan bireyi cemaate ve topluma bağlar, gelenek
185
Dobbelaere, 2012: 16-17.
186
Dobbelaere, 2012: 17.
187
Sarıbay, 1985: 33.
188
Dobbelaere, 2012: 21-22.
209
ise (ya da kolektif hafıza) bu insan topluluğunun varlığının temelini
oluşturur.189
Din hem modernliği etkileyen hem de onun tarafından etkilenen bir
yapıya sahiptir. İkisi arasında karşılıklı bir bağımlılık söz konusu olup bu
bağımlılığın ölçüsü modernleşme süreci yaşayan toplumun tarihsel koşulları
ve o toplumdaki hâkim dinin niteliklerine bağlıdır. 190 Modern toplumda dini
değişimin gidişatını belirleyen güçler arasında, Hefner’in191 ifadesiyle “dünya
kuran güçler arasında, kapitalizm, ulus-devlet, yeni bilgi ve iletişim tarzları ile,
liberalizm ve seküler milliyetçilik gibi dini olmayan ideolojiler yer almaktadır…
bu dünya kuran güçlerin din üzerindeki etkisi, bazı ön-tahminlerin aksine,
homojenleştirici değil, heterojendir.” Batı Avrupa ve bazı birkaç toplumda
kamusal olarak dinin etkisinin azaldığı gözlenirken dünyanın diğer pek çok
bölgesinde kamusal ve özel alanda dinin güçlü etkileri devam etmektedir.
Ancak dinin kamusal alandaki yükselişi, kültürel anlamda daha muhafazakâr,
siyasal anlamda demokratik olmayan bir yönelime sahiptir.
2.4. DİN VE MEDYA
Medyanın başlangıcından beri din üzerinde önemli etkileri olmuştur.
Bu bağlamda ilk başta matbaacılığın önemli rol oynadığı görülmektedir.
Matbaacılık, Protestan reformu ile ilişkilendirilmişse de o, refromasyon
karşıtlığı ve daha sonraki dinsel gelişmelerde de oldukça önemli görevler
üstlenmiştir. Yine Amerika’nın demokratikleşmiş dini kültürü olarak bilinen
gelişmelerin parçası olan farklı dini hareketler, medya teknolojisi temelinde
güçlenmiştir. Aynı şekilde seküler Amerikan yayıncılığının uzun bir tarihi
bulunmaktadır ve çok çeşitli kesimler açısından önemli bir rol oynamıştır. 192
189
Küçükcan, 2005: 115.
190
Sarıbay, 1985: 34.
191
Hefner, 2012: 252-253.
192
Hoover, 2012: 149-150.
210
Medya, siyaset, ekonomi, din vb. birçok bağlamın derin ve karmaşık
ilişkileri içinde yer alan bir konuma sahiptir. Genellikle medyayla ilgili bilimsel
disiplin medya kurumları, medya etkileri ve medya içeriği olarak üç alan
tarafından şekillendirilir. Bugün bu disiplin, medya sosyolojisi, medya
psikolojisi, kitle iletişimi, medya araştırmaları gibi çeşitli başlıklar altında
anlaşılmaya çalışılır.193
Teknolojik bir karakteri olan medyanın, geniş bir hiyerarşik rol ve görev
dağılımı olan bir kurumlaşma biçimine sahip olduğu, önemli ekonomik bir güç
olduğu, ekonomik gücüne bağlı olarak diğer sosyal kurumlarla ilişkili bir çeşit
otonomi ve ideolojik ve politik etki gücüne sahip olduğu görülmektedir. Bu
bakımdan medya, yerel olarak temellenmiş olsa da zorunlu olarak yerel ötesi
bir yapıdır ve küreselleşme süreci içinde çok önemli bir yere sahiptir.194
Hoover’a göre, 1989’da Medya Ritüelleri (Media Rituals) isimli
denemesinde James Carey, ritüel ve din sorununa yeni bir bakış
geliştirmiştir. Genel anlamda medya araştırmalarında dinin yeri ve önemiyle
ilgili çok az çalışma bulunmaktaydı ve Carey’in çalışması önemli bir dönüşüm
olarak değerlendirilmektedir. Alanla ilgili nispi akademik ilgisizliğin oldukça
çok nedeni bulunmaktadır. En önemli etken olarak “sekülerleşme teorilerinin
tek tip okunması” gösterilebilir. Bunun yanında din alanının oldukça ayrıntılı,
karmaşık ve akılsallığın ötesinde konularla ilgilenmesi ve deneysel ölçüm
yapılabilen bir alan olarak görülmeyişi de bu alandaki çalışmaların
yetersizliğine sebep olarak gösterilebilir. Ancak daha sonra yirminci yüzyılın
sonunda dinin açık varlığı ve popüler kültür ve halk kültürü içindeki artan
etkisi nedeniyle din ve dinsel gelişim hakkında araştırılması gereken pek çok
şey olduğu sonucuna varılmasına ve çalışmaların yoğunlaştırılmasına yol
açtı.” Bazı medya araştırmacıları medya ve modern medyalaşma sürecinin
bu dini değişim için sürekli artan bir öneme sahip olduğunu” savundu. 195
193
Hoover, 2012: 150.
194
Hoover, 2012: 150.
195
Hoover, 2012: 152.
211
Önemli ilk din ve medya araştırmaları, haberler, gazeteler ve haber
dinleyicileriyle
ilgili
olmuştur.
Gazetecilik
mesleği
ve
dini
araştıran
muhabirlerin dindarlığı ile ilgili çalışmalar başlangıçtaki çalışmalara bir
örnektir. Daha sonraları ise “dini kültürlerin bir bileşeni olarak gazeteciliğin
verimi”
üzerine
yapılan
araştırmada
dinsel
güç
ve
dinsel
imtiyazı
meşrulaştırmada gazetecilerin ve gazeteciliğin rolünü anlamak amaçlandı.
Dinle ilgili gazetecilik çalışmalarında medya pratiği, dinsel pratikler ve dinsel
kurumların yapısı arasındaki fonksiyonel ilişki açıklanmaya çalışıldı. 196
Amerikan yayıncılığında din, önemli bir boyutu oluşturmuştur.
Radyonun ilk ortaya çıktığı dönemde dinsel yayınlar ilk yayınlar arasında yer
almıştır. “1950’lerde ticari televizyonun ortaya çıkmasıyla din oraya da taşındı
ve din ve elektronik medya hakkındaki ilk önemli çalışma yayınlandı.”
1970’lerde uydu yayıncılığının gelişmesi ve kablolu televizyonlarla birlikte
dinsel televizyon yayınları ortaya çıkmıştır.197
Medya ve dinle ilgili analizler, kurumsal araştırmaları ve izleyici
etkileriyle ilgili araştırmaları kapsıyordu. Kurumsal araştırmalar; bu alanların
tarih, kaynak ve yapılarını araştırırken izleyici etkileriyle ilgili araştırmalar;
medyanın dayanışma ve kimlik oluşturabilme özelliğine bağlı olarak başlarda
bazı kaygıların yanlış olarak tespit edildiğini ortaya koydu. Sonraki
araştırmalar ise medyayı çağdaş dinsel bilinci oluşturan önemli bir unsur
olarak belirledi ve dinsel yayıncılığın kültürel anlamlarına odaklandı. 198
Hoover’a199 göre, Carey’in yukarıda bahsedilen ritüellle ilgili denemesi,
medya ve medyalaşma sürecini, dinsel eylem ve anlayışın kaynağı ve
merkezi olarak görünmesini sağladı. Bu bakış, dini, geleneğin ve kurumsal
yapının dışında araştırmak için sosyal teori ve metodoloji kullanmaktadır ve
196
Hoover, 2012: 153.
197
Hoover, 2012: 153.
198
Hoover, 2012: 154.
199
Hoover, 2012: 155.
212
medyanın ve medyalaşmanın üretilmiş kültürel pratiklerin tüm alanına
uzandığını varsayar.
Medya ve dinle ilgili araştırmalar günümüzde, medyanın dini etkileme
ve ondan etkilenmesi sorunundan çok, dinsel olan “kurumsal, kolektif,
bireysel
ve
etkileşimsel
yapılandırılması,
eylemler
sürdürülmesi
veya
dizisinin
yapılandırılması,
gerilemesi
açısından
‘medyalaşma’nın oynayabileceği rol sorununa kaymıştır”.
Dinle
ilgilenen
medya
araştırmacılarının
yeniden
medya
ve
daha
çok
200
çalışması,
geleneksel medya analizinin bir parçası olan; izleyiciler ve alımlama ve
onların dini olanın medyalaşması sürecine katılması konularına odaklandı.
Web siteleri, bloglar, online topluluklar ve oyunları kapsayan dijital medya
içeriği önemli bir istisna oluşturmaktadır.201 İnternet, bir dine mensup insanlar
tarafından temsil, propoganda ve ağ oluşturma aracı olarak kullanılması
açısından dinler için önemli bir potansiyel taşımaktadır.202
Son dönemlerde yapılan medya ve din araştırmalarının çoğunun
amacı, dinsel kimliği, “din ve medya arasındaki ilişkilerin önemli bir kavramsal
(ve metodolojik) göstergesi olarak anlamak olmuştur.”203
Dijital dinle ilgili araştırma, medya ve din sosyolojisi açısından önemli
olan literatür ve alanlardan yalnızca biridir. Maddi kültür ve görsel kültürle ilgili
de önemli araştırmalar bulunmaktadır. Bunların ilki, din ve manevi
pratiklerinin “objeleri de içine alan, materyal bağlamlarına, inşa edilmiş
çevrelere ve coğrafyalara aktarılma tarzlarını inceler… Çalışma, bu pratiklerin
anlam ve kimlik açısından ne oluşturduğunun önemli olduğunu varsayar”. 204
200
Hoover, 2012: 155.
201
Hoover, 2012: 156.
202
Bunt, 2012: 176.
203
Aktaran Hoover, 2012: 161.
204
Hoover, 2012: 162.
213
Görsel kültür alanında bulunan çalışmanın medya ve medyalaşma
süreçlerine daha doğrudan odaklanmakta olduğu söylenebilir. Amerikan
dinindeki görselliği anlamaya ve çözümlemeye yönelik olan çalışmanın
“görsel resim tüketiminin Amerikan dindarlığının merkezinde yer aldığını”
savunur. Bu açıdan çalışma, görsel kültür içerisinde yer aldığı kadar medya
ve dinle de ilgilidir ve çağdaş din içinde medyanın ve medyalaşmanın yeri ve
rolünü de içerir.205
Dinsel ritüellerin ilk spesifik analizi 1996 yılında yapıldı. Çalışma, sanal
âlemde dinlerin araştırılmasında teorik bir çerçeve sundu. Bundan sonra
sanal alemde yer alan spesifik dinler hakkında birçok çalışma yapıldı. Medya
ve dinlerin boyutlarını araştıran birçok çalışma bulunduğu gibi çağdaş din
çalışmalarında bulunan diğerleri de sanal ağ düşüncesini çözümlemelerinin
parçası yapmışlardır. İnternetin dinsel kimlik, dinsel otorite ve bilgi akışı
üzerinde potansiyel etkileri bulunmaktadır.206
Son dönemlerde dinleri araştıranlar, bir araştırma kaynağı olarak
internetin önemini fark etmiştir. “Dinler ve internet arasındaki ilişki haritalarını
geliştirmek sadece metinsel bir egzersiz değildir; bu tür aktiviteler değişik
yazılım, kayıt teknikleri ve medyayı içerebilir. Bu, kaynakların en uygun
ekonomik kullanımını sağlamak için teknikler kullanmanın yanı sıra, klasik
arama
motorları
araştırmasını’
da
tarafından
kapsayan,
karşılanmayan
farklı
arama
web
alanlarının
motorları
‘derin
modelleri
ve
metodolojilerinin bütünleştirilmesini gerektirebilir.”207
Daha özel olarak internet sayesinde herhangi bir dinle ilgili araştırma
yapmak, bilgi ve enformasyon edinmek mümkün olmuştur. Ancak internetin
kompleks bir yapısı vardır ve sürekli değişmektedir. İnternetin karmaşıklığı
birçok dilde değişen ve gelişen materyallerin çeşitliliğinden ve teknolojinin
205
Hoover, 2012: 163.
206
Bunt, 2012: 178-179.
207
Bunt, 2012: 180.
214
değişen doğasından kaynaklanmaktadır.208 Bununla birlikte internetin din
konusunda sağladığı bu olanakların, dini bilgiye dayalı olarak toplumda
ayrıcalıklı bir statüye sahip olanların konumlarını ve din ve iktidar arasındaki
ilişkiyi uzun dönemde etkileyeceği düşünülebilir.
Her toplumsal yapının medyayı kendi mevcut dinsel görüşlerine göre
şekillendirmesi söz konusudur. İslam toplumlarında da 1980’lerden sonra dini
örgütlenmeler, serbest piyasa ekonomisine katılmışlar ve buna bağlı olarak
“İslami sermaye” olarak faaliyet göstermişlerdir. Medya sektörü de bu faaliyet
alanının başında gelmektedir. İslami kuruluşlar dini bilgileri kitle iletişim
araçlarıyla sunmaya başlamışlar, dini programlar, diziler, filmler ve sohbet
programları gibi yayınlar, dini eğitimin önemli bir aracı haline gelmiştir.209
Din ve medya ilişkisi daha önce de vurgulandığı gibi günümüzde
giderek etkisi artan bir alandır. Medya modern dönemde ortaya çıkmış olsa
da tüm tarihsel süreç içerisinde değerlendirildiğinde görülmemiş yaygın ve
derin etkilere sahip olan bir güçtür. Ekonomik, politik, kültürel ve toplumsal
etkilerinin yanı sıra dinsel eğitim alanında da medyanın rolü ve etkisi
yadsınamaz.
2.5. TÜRKİYE’DE TARİHSEL VE TOPLUMSAL AÇIDAN DİN
2.5.1. İslam, Toplum ve Davranış
İslam, bir din olarak insanların ruhsal yönlerine ve öteki dünyaya
ilgililerine kendine has bir şekilde hitap etmektedir. Bunun yanısıra İslam’ın,
toplumsal yaşam üzerinde önemli etkileri, toplumu anlamak için dikkate
almamız gereken boyutları bulunmaktadır. Bu açıdan İslam, kendisine
208
Bunt, 2012: 181, 183.
209
Akşit ve diğerleri, 2012: 413.
215
inananların öteki dünyaya yönelik davranışlarını kapsarken aynı zamanda bu
dünyaya yönelik tutum ve davranışları da barındırmaktadır.
Bu açıdan Arabacı’nın210 ifade ettiği gibi İslam’ın, “Din olduğu kadar bir
kültür, bir medeniyet, mümkün olanı kapsayan bir dünya görüşü olduğu gibi
bazen bir ideoloji olarak da kabul edildiği görülür.” İnananların düşünce ve
eylemleri çoğu zaman dinin emirleri ve yasakları doğrultusunda gerçekleşir.
Bunun yanında din daha geniş düzeyde, ekonomik yapılar, siyasal kurumlar
üzerinde doğrudan etkilere sahiptir. Bu durum dinin, kutsal ile kutsal
olmayanı, maddi ile maddi olmayanı bir arada bulundurur. İslam'ın hem
sosyolojik hem de teolojik olarak dünyayı ve ahireti kapsayan özelliği giderek
daha fazla dikkate alınan bir gerçeklik olmaktadır. Bu bakımdan İslam’ın
toplumsal boyutuyla ilgilenen bir yaklaşımın, onun, bireyler, gruplar,
cemaatler düzeyinde olduğu kadar ulusal ve uluslararası ve küresel
düzeylerde insan düşünce ve davranışını nasıl harekete geçirdiğiyle
ilgilenmesi gerekir.
Bu çerçevede, İslam’ın düşünce ve eylemi olduğu kadar kurumları ve
süreçleri belirlediği dikkate alındığında “İslam toplumunda “ontolojik olarak,
dini olmayan faaliyetlerin ve alanların dini faktörlerinin incelenmesi ile dini
faaliyetler ve alanların dini olmayan faktörlerinin incelenmesi arasındaki
klasik ayırım” açıklayıcı olmamaktadır. Böyle bir duyarlılık göstermenin temel
amacı, İslam toplumlarının işleyişinin anlaşılmasında “maddi olan yani günlük
sosyal hayatta olanların manevi alanla ilişkili” bir biçimde bulunduğunun
vurgulanmasıdır. Üstelik İslam toplumunda “batıl inançlarla yoğrulmuş
eğitimsiz kişilerden, materyalist ya da ateist akılcı bir zihniyete sahip olan
kişilere varıncaya kadar herkeste İslam medeniyetine aidiyet duygusu” vardır.
Bu nedenle İslam’ı toplumsal açıdan analiz eden bir araştırma, teorik ve
pratik yönleri yani bir taraftan “Vahyin mantığı tarafından talep edilen sistemi”
diğer taraftan yaşanan olayları ve gerçek davranışları dikkate almalıdır.
Teorik yön Kur’an ve Sünneti kapsamanın yanında “daha önceki ve mevcut
210
Arabacı, 1999: 128.
216
çağdaş İslam toplumlarının şekillenmesinde rol alan ulemanın (İslam hukuku
ve Kelam eserlerinde ya da diğer eserlerde çeşitli konular arasında yer alan)
görüşleri”ni de içerir. “Hatta bu
görüşlerin dışında ideolojik olarak
etkilendikleri düşüncelerin de bu teorik alanın sınırlarını belirlemede veri
olabileceğini söylemek bizi genelleme yapmaktan kurtaracağı gibi söz
konusu yaklaşıma nesnellik de kazandıracaktır”. 211 Dolayısıyla dini olanla
dünyevi olanın birbirinin içiçe geçmiş olması ve kolaylıkla birbirinden
ayrılamaması sadece dinin dünyayı etkilemesi anlamında değil dünyanın da
dinin üzerinde bir etkisinin olması anlamına gelir.
Din ile dünya arasındaki ilişki açısından İslam’ın diğer tek tanrılı
dinlerden özellikle Hıristiyanlıktan ayrıldığı görülmektedir. Bu anlamda İslam
toplumlarında din, kimi açılardan Batı toplumlarından daha farklı bir rol
oynamıştır. “İslamiyette din, baştan itibaren Batı’da önce polis ve daha sonra
imparatorluk yapılarının yapmış olduğu bir görevi üstüne almıştır…
İslamiyet… toplumu siyasi planda pekiştiren bir ‘inanç’ olmuştu[r]”.212
Batı
toplumlarıyla
İslam
toplumları
arasındaki
dikkate
değer
farklılıklardan biri değerlerin ve normların toplumsal yaşam içinde oynadığı
rolle ilgilidir. Batı toplumlarında çok önemli bir işlevi olan ‘değer’lerin yerine
İslam toplumlarında ‘normlar’ geçmektedir. Bu da kişisel planda tercihlerin
daha az olmasını ve kişisel farklılaşmaların daha az olmasını beraberinde
getirmektedir.
Bireylerin
ne
yaptıkları
ve
yapacakları
kendi
vicdani
muhasebelerinin değil toplumsal normlara uymanın bir sonucudur. Buna ek
olarak İslam kişileri sadece bir din olarak değil aynı zamanda toplumsal
kimliklerini
oluşturmalarında
da
etkili
bir
şekilde
yönlendirir.
İslam
toplumlarında kişiliğin oluşum sürecinde din, Batı’dakine göre, çok daha fazla
etkilidir.213
211
Arabacı, 1999: 129-130.
212
Mardin, 1995A: 68-69.
213
Mardin, 1995A: 79-80.
217
İslam toplumu bir normlar toplumudur. Örneğin utanç insanın
yaptığından utanması değil, toplumun onaylamayacağı bir şey yapmasından
ileri gelen toplumun gazabından korkma şeklinde belirir. 214 “Din, İslam
toplumlarında bir toplum normu düzenleyicisi olarak işlediği derecede kişiliğin
oluşumunda da önemli bir rol oynamakta, Batı’ya nisbetle birçok ilave
katlarda ek ideolojik fonksiyonlar görmektedir”.215
Mardin’e216 göre İslam’ın tarih içinde kendine has bir değer sistemini
geliştirmesi belirli biçimlerdeki tarihsel deneyimin etkisini göstermektedir. Bu
açıdan “İslamiyet, esas itibariyle mevcut olan bir şehirsel yapının üzerine
kurulmuş bir yapıdır, fakat bu şehirsel yapı gelişmemiş olduğundan dinin
birleştirici
rolü
burada
her
zamankinden
kuvvetli
olmuştur”.
Bazı
araştırmacılar, bu durumu, Yakın Doğu toplumları açısından genelleştirerek
açıklar; Çağdaş Batı tarihinin siyasal yapısını siyasal ve ırksal etkiler
şekillendirmiştir. Doğu tarihinde ise siyasal yapının temelinin ideolojik olduğu
görülmektedir. Dinsel olan veya olmayan öğretilerin yayılması ve kabulü ile
yeni tür bir toplumsal düzen oluşur. Oluşan bu yeni düzen içindeki kurumlar
da birbiriyle ilişkilidir.
İslam toplumunda dinin gerçekleştirdiği fonksiyonun en ideolojik
biçiminin teslimiyetçilikte belirdiği görülmektedir. Teslimiyetin özel şekli
şeriata teslimiyettir.217 Bu açıdan, dinin topluma kılavuzluk eden yönü ve
bilgisel fonksiyonu İslam toplumunda Batı toplumlarına kıyasla çok daha
gelişmiş ve fonksiyoneldir. Batı toplumlarında burjuvaların seküler ideolojileri
ve çıkarlarını koruyan “mythos’ları” dinsel fikirlerle çatışmaktayken Müslüman
toplumunda rakip ideolojiler neredeyse hiç yoktur. “İslam toplumu, sınırları
silik, katları belirsiz yaygın (diffuse) bir toplumdur”.218
214
Mardin, 1995A: 84.
215
Mardin, 1995A: 90.
216
Mardin, 1995A: 70-71.
217
Mardin, 1995A: 72.
218
Mardin, 1995A: 77-78.
218
Toplumsal yaşamda kimlik oluşumu aşamasında İslam’ın öneminin
yanısıra onun aynı zamanda daha geniş ve bütüncül bir kimliğin inşasının
aracı olduğunu görmekteyiz. Bu anlamda İslam dünyasının özelliklerinden
biri, ümmetçi bir yapıya sahip olmasıdır. Bu açıdan ümmetin yapısı ve
ideolojik içeriği önem kazanmaktadır. İslam’ın, Müslümanları birbirine
bağlayan güçlü bir yönü vardır; “cahil veya ilerici, dini duyguları güçlü ya da
silik olup
olmamasına
bakılmaksızın
bir Müslümanın,
Muhammed’in
cemaatine” ait olma duygusuna sahip olduğu görülmektedir. Kişi, cemaat
içinde duygusal bağların varlığından destek bulur, bunun yanısıra din,
sığınılacak, güç alınacak, meşruiyeti sağlayacak bir “zırh” ve “had” olarak
işlev sürdürmektedir.219
Ümmet anlayışı sadece genel bir kimlik duygusu olarak değil aynı
zamanda çok çeşitli ilişkilerdeki sorunları çözme noktasında oldukça etkili
olmaktadır. “Konukseverlik, eş dostla iyi geçinme, dinsel bayramlarda
başkalarının yaptıkları kötülükleri bağışlama, sert ilişkiler kurmamaya
çalışmak, bütün bunlar, İslami inancın tam anlamıyla ideolojik yönünü
oluşturan ümmet hissinin telkin ettiği hareketlerdir”.220
Ümmet, insanları birleştirici bir fonksiyona sahip olmasının yanında
Allah’ın tüm toplumun üzerinde ve ötesinde bulunduğunu vurgulayan daha
soyut bir özelliğe de sahiptir. Örneğin Müslümanlar camide kılınan bir
namazda her türlü dünyevi kimlikten arınıp aynı safta Allah’ın huzuruna
çıkarlar. Dini merasimlerin büyük kısmında bu özellik hakimdir ve öz itibariyle
bu tür merasimler insanların farklılıklarını kapatıcı, eşitleyici törenlerdendir.
İslam inancının en kapsayıcı yönü, sınıf, ırk ve millet ayrılıklarını örten ve
Allah’ın önünde tüm Müslümanları eşitleyen bu vurgusudur. “Aynı duygunun
bir diğer yönü, ümmetin kaynaşmış, farkları olmayan bir kitle olduğu
ideolojisidir”.221 Bu ideolojiye karşın İslam toplumlarında çatışmaların da
219
Mardin, 1995A: 76-77.
220
Mardin, 1995A: 88.
221
Mardin, 1995A: 101.
219
bulunduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. Hatta son dönemlerde birlikten,
uyumdan çok, çatışmaların belirleyici olduğu görülmektedir. İdeolojik
farklılıklar çoğu zaman ulusal, etnik ve mezhepsel zeminlerde varlık
kazanmaktadır. Bu da ümmet anlayışının ideolojik kaynaştırıcılığının giderek
sorunlu hale gelmesi demektir.
2.5.2. İslam’da İdeolojik Yönelimler
İslamcılık, İslam’ı ideolojik olarak vurgulayan bir kavramdır. Bu
nedenle de modern dünyada ve bu dünyanın sorunları içinde ortaya çıkan bir
fikir akımıdır. Bu anlamda günümüzde birbirinden farklı ve birbirine zıt İslamcı
akımların mevcut olduğu görülmektedir. Günümüzde İslamcı akımların
başlıca
ana
tipleri,
laiklik,
İslâmî
modernizm,
radikal
İslâmcılık,
gelenekselcilik, yeni-gelenekselcilik ve bunların alt kolları şeklinde ortaya
çıkmaktadır. Bu tipolojideki kategorilerden bazıları yeni olmakla birlikte
bazıları da modern toplumun tarihi içinde çok daha uzun süre önce ortaya
çıkmışlardır.222 Shepard bu tipleri Weber’in ideal tipleri bağlamında
çözümleyerek bunları iki uçlu bir spektrum olarak ele almış, spektrumun bir
ucuna modernliği diğer ucuna da İslami bütüncülüğü yerleştirmiştir.
İslâmî bütüncülük anlayışı, İslam’ın sadece bir din olarak veya ibadet
ve ahlâk olarak değil aynı zamanda siyasal, ekonomik ve toplumsal konuları
kapsayan bir yaşam tarzı olarak da görülmesini ifade eder. Bu tür bir bakış
açısı, Müslümanların bir İslam devletine sahip olmaları, toplumun ve devletin
İslam yasalarına göre düzenlenmesi gerektiğini ileri sürer. Ancak buradaki
sorun, bu iddiayı öne sürenlerin, diğerlerinden daha iyi Müslüman olduklarını
söylemenin güç olmasıdır. Spektrumunun diğer ucunda yer alan modernlik
ise modern teknolojinin giderek daha fazla etkili hale gelmesi, parlamento ve
222
Shepard, 2009: 183.
220
siyasi
partilerin
kastedilmektedir.
önem
kazanması
ve
değişim
ve
ilerlemeye
inanç
223
Shephard’a göre, “İslâmî bütüncülük ekseninde, laiklikten radikal
İslâmcılığa doğru sağa doğru ilerlediğimizde ideoloji gittikçe İslâmîleşir.
Modernlik ekseninde saf gelenekçilikten yukarı doğru ilerlediğimizde İslâm
gittikçe ideolojik hale gelir”.224 Bu çerçevede laiklik, “kamusal yaşamda
İslâm’dan başka bir ideolojiye tâbi olmayı ifade etmektedir” radikal laiklik ve
ılımlı laiklik olmak üzere iki tür uygulama vardır. Radikal laiklikte devletin
anayasasında dine ait hiçbir hüküm bulunmazken ibadethaneler de yönetim
tarafından kapatılmıştır. Ilımlı laiklikte ise yapılmaya çalışılan, dinin siyaset ve
kamu yaşamından ayrılmasıdır. Bu açıdan laikliği, dinin kamu yaşantısından
uzaklaştırılması olarak görmek yanılgılıdır. Ayrıca Müslümanlar için laiklik,
“Amerikan tarzı kilise-devlet ayrılması gibi cami ile devlet ayrılmasını
içermez. Laik yönetimler dinsel eğitim ve kurumları bir ölçüde hem destekler
hem de kontrol ederler. Aslında laiklik, dinin devlet tarafından kontrolü ve
milliyetçi-kalkınmacı amaçlara hizmette kullanılması çabasıdır”. 225 Dolayısıyla
laiklikle ilişkili olarak dinin toplumsal rolü iki farklı biçimde anlaşılır: dinin
devleti denetlemesinden uzaklaşması ve her türlü dini anlayışın kamusal
yaşamda baskıyla karşılaşmadan yaşayabilmesi.
İslamcı
akımların,
modernlik
ve
İslam
kaynakları
konusunda
birbirinden farklı görüşleri vardır. İslamcı modernizm, laikliğin tersine, İslâm’ın
kamusal yaşamı düzenlemek için yeterli bir ideolojik niteliğinin olduğunu iddia
eder. Bu anlamda ilk olarak, Modernist İslamcılar, laiklerden farklı olarak,
genel ilke ve gelişmeleri Kur’an ve sünnete dayandırarak açıklamaya
çalışırlar. İkincisi, önemli görülen kaynakların az ya da çok kökten yeniden
yorumlanışıdır. Üçüncüsü, İslâm geleneğinin çeşitli yönlerini Batılı düşünce
223
Shepard, 2009: 184.
224
Shepard, 2009: 185.
225
Shepard, 2009: 189.
221
ve
uygulamalarla
ilişkilendirilen
savunmacı
tarzdır.
uygulamaların kaynağının İslâm olduğunu iddia ederler.
Bu
tarz,
Batılı
226
Radikal İslâmcılar, modernist İslamcılar gibi ancak onlardan daha da
ısrarlı bir şekilde, İslâm’ın kişisel yaşamın yanısıra toplumsal yaşamı da
bütünüyle kapsadığını ileri sürerler. Bunlar İslâmdan hurafelerin ayıklanması
gerektiği konusunda modernist İslamcılarla aynı görüştedirler. Radikal
İslamcılar, İslamın özgünlüğünü ve benzersizliğini vurgulamaya ek olarak
İslâm hukukunu uygulamanın zorunlu olduğu fikrini benimserler. 227 Radikal
İslamcılar, modern görüşleri ve değerleri olduğu gibi İslamın kimi geleneksel
yorumlarına da karşı çıkarlar. Bu açıdan geleneksel toplumdaki İslam
anlayışının ve uygulamasının bazı yönlerinin orijinal İslamdan sapma
olduğunu öne sürerler.
Buraya kadar açıklanan üç eğilim, “İslâmî bütüncülülük” çizgisinde,
yani İslâma toplumsal yaşamda uygun görülen rol açısından, birbirinden
önemli ölçüde farklılaşır. Radikal laikliğin bulunduğu sol uçta İslâm, bir din
olarak tamamen reddedilir. Bunun hemen sağında ise “İslâm” din olarak ve
kamusal yaşam için yol gösterici olarak kabul edilir. Radikal İslâmcılığın yer
aldığı sağ uçta, İslâm’ın hem din hem de ideoloji olduğu görüşü etkindir.
Ortada ise her iki taraftan öğeler içeren yaklaşımlar bulunur.228
Toplumsal ve siyasal alanda modernleşme, İslam dinindeki bazı temel
değerlerin
yeniden
yorumlanışını
özellikle
İslam’ın
siyasallaşmasını
beraberinde getirmiştir.229 Modernlik ekseni açısından ise bu üç kategori
birbirine oldukça yakın olmasına rağmen aralarında farklılıklar da bulunur.
Radikal İslâmcılık, İslâm’ın kendine özgü niteliklerinin, modernliğe göre
düzenlenmesini ve değiştirilmesini kabul etmez. Gelenekçiler ise geleneğin
içinde yol gösterici değerlerin bulunduğunu dolayısıyla Batılı modellere
226
Shepard, 2009: 191-194.
227
Shepard, 2009: 197-198.
228
Shepard, 2009: 203.
229
Wenzel, 2012: 297.
222
kapılmamak gerektiğini öne sürerler. Gelenekçiler, Batılı yaşam ve düşünce
değerlerini doğrudan İslam dışı unsurlar tarafından şekillendiğini ileri
sürerler.230
İslamiyet’te toplulukla yapılan ibadetlerin dini canlanma ve müminlerin
birbirleriyle kaynaşmaları için bir sebep olduğu kabul edilmiştir. Örneğin İslam
inancında camide yapılan ibadetlerin, kılınan namazların evde tek başına
yapılan ibadetlerden daha makbul ve daha fazla sevap olduğu düşüncesi
hâkimdir.231 Toplu halde yapılan ibadetlerin içinde Cuma namazlarının ayrı ve
özellikli bir yeri vardır. Bir Müslüman toplumda erkeklerin önemli bir kesiminin
en sık buluştukları ve cemaat şuurunu hissettikleri yer şüphesiz Cuma
namazlarıdır. Cuma namazlarından önce okunan hutbede ise bu birlik ve
beraberlik şuurunun pekiştirilmesi amaçlanmaktadır.
2.5.3 Türkiye’de Din, Toplum ve İdeoloji
Şimdiye kadar genel anlamıyla toplum, kültür, siyaset, ideoloji,
modernleşme ve sekülerleşme süreçleri içerisinde dinin yeri, önemi ve etkileri
konusundaki yaklaşımlara ve çözümlemelere yer verdik. Bu alt başlıkta ise
Türkiye’de çok yönlü öneme sahip olan dini, tarihsel süreç içerisinde
inceleyerek toplumun yapısı içerisinde geçirdiği evrimi ele alacağız. Ancak
bunun için öncelikle Osmanlı döneminin sonuna kadar olan tarihsel geçmişe
kısaca göz atmakta yarar vardır. Daha sonra Cumhuriyet’in kuruluşundan
günümüze kadar din, toplum ve ideoloji ilişkisini ele almaktayız.
İslam ümmeti başlangıçta Peygamberin çevresinde toplanan bir
mümin cemaati olarak oluştu. Hıristiyan inancının tersine bu cemaat siyaset
alanından kopuk değildi ve günlük kaygılarda politika önemli bir yer işgal
ediyordu. Peygamber dini konuların yanında siyasi konularla da ilgileniyordu.
230
Shepard, 2009: 203-204.
231
Günay, 1993: 177.
223
İslam’ın ilk yıllarında Kuran’da yer alan “iyiyi aramak ve kötüden uzak
durmak” biçimindeki söylemi esas alan bir siyasal felsefe temelinde hareket
edilmesi gerektiği inancı hâkimdi. Başlangıçtaki bu siyasi uygulama, bir tür
doğrudan demokrasi sistemi olarak düşünülebilmektedir. İslami potansiyel
devletin ortaya çıkması ile birlikte Kuran’ın esas aldığı yukarıda belirtilen
felsefeden
uzaklaştı
ve
devletin
çıkarı
düşüncesi
cemaatin
çıkarı
düşüncesine baskın geldi. Kendini gerçek mümin ilan edenlerle İslami
prensipleri uygulamadıklarını iddia ettikleri kimseler arasında bir çekişme,
kutuplaşma, çatışma söz konusu oldu.232
Daha özel olarak dine Türk toplumunun tarihi açısından yaklaşabiliriz.
Ocak, Türk tarihinde İslam’ı dört temel kategoride ele almıştır. Bunları; halk
İslamı, kitabi İslam, tekke İslamı ve devlet İslamı olarak isimlendirmiştir. 233
Bunlardan kitleler arasında en yaygın olan Türk halk Müslümanlığı, ortodoksi
ve heterodoksiye dayanan iki boyuttan oluşur. En önemli özelliği evliya kültü
merkezli mistik bir nitelikte oluşu ve tasavvufi etkilerin şekillendirdiği bir
yapıya sahip olmasıdır. Teşkilatı, hiyerarşisi ve belirli bir sistematiği olmayan
bu yapı, teşkilatlı tasavvufun uygulamaya koyduğu İslam yorumundan
ayrılır.234
Büyük Selçuklular’dan itibaren medreseler sıkı bir devlet kontrolü ve
himayesiyle varlıklarını sürdürdüler. Resmi İslamın, ya da devlet İslamının
üretilmesini ve uygulanmasını sağlayan kurumlar olarak medreseler halkla
olan yakın temasları nedeniyle onlar üzerinde de etkili bir güç olmuştur. Bu
etki Selçuklular döneminde belirginleşse de beylikler ve Osmanlı döneminde
özellikle on beşinci yüzyıldan sonra kuvvetle hissedilmiştir.235
İslam dünyasında medreselerin resmi İslam’ın üretildiği kurumlar
olduğu gibi özellikle onaltıncı yüzyıldan itibaren tekke ve zaviyeler de tüm
232
Mardin, 1995B: 25.
233
Ocak, 2002: 51.
234
Ocak, 2002: 53.
235
Ocak, 2002: 55.
224
Müslüman
ülkelerde
ve
Osmanlı’da
mistik
İslam
yorumunun
temel
kurumlarıydı. Ancak medrese ve tekkelerdeki İslam yorumları birbirinin tam
karşısında yorumlar olarak algılanmaması gerekir. Bu iki İslami yorum biçimi
zaman zaman ayrışsalar da bazı durumlarda uzlaştıkları ve hatta iç içe
geçtikleri bile görülebilir. Mevlana, Sadreddin Konevi gibi tasavvuf öncüleri
medrese kökenlidir. Aynı şekilde Hacı Bayram-ı Veli, Davud-ı Kayseri gibi
tekke kökenli müderrisler de sıklıkla bulunmaktadır.236
İslam’da din adamları sınıfının bulunup bulunmadığı son derece
tartışmalı bir konu olmasına karşın İslam toplumunda ilk dönemlerden
itibaren gerek Ortodoks gerekse Heterodoks İslam geleneklerinde dini
konularda uzmanlaşanlar ile onların yorumlarını takip edenler birbirinden ayrı
iki zümre olarak varolmuştur. Din alimleri genelde toplumun üst konumlarında
yer almışlar ve dini bilgilerinin avantajlarından yararlanmışlardır. Yine tekke
İslamı veya Heteodoks İslam içinde belirgin bir hiyerarşi mevcut olmuştur.
Mardin’in237 ifade ettiği gibi, İslam’ın ilk yüzyıllarında İslami aydın tabakanın
oluşumu söz konusu olmuştur. Selçuklu döneminde İslami aydın tabakasının
devlet mekanizmasının içinde yer aldığı görülür. Benzer durum Osmanlı
İmparatorluğu için de geçerlidir.
İslam’ın Türk topluluklarında ilk yayılmaya başladığı dönemden
itibaren genel olarak Sünni yorumunun politik alanda hâkim olduğu
görülmüştür. Sistematik bir teolojiye, hukuka ve kurumsallaşmaya sahip olan
bu İslam yorumu Türk devletlerinin resmi tercihi ve devlet politikası olarak
benimsenmiştir. Bir yönetim politikası olarak Türk devletlerinde siyasallaşmış
İslam biçiminin en gelişmiş örneği ise Osmanlı İmparatorluğu’nda varlığını
sürdürmüştür. İslam, ilk ortaya çıktığı andan itibaren yalnızca bir inanç ve
toplumsal ahlak biçimi olmayıp bir devlet siyaseti de olmuştur. Dört halife
döneminde siyasal kurumlar ve siyaset hukuku oluşturulup geliştirilmiş,
Emevi ve Abbasi İmparatorlukları döneminde hilafet kurumu merkezli bir
236
Ocak, 2002: 57.
237
Mardin, 1995B: 24-33.
225
siyaset teorisi geliştirilmiştir. Türk devletlerinde İslam’ın yönetimde bir siyaset
aracı olması, İslam tarihindeki bu sürecin bir devamı kabul edilir.238
İslam, Osmanlı toplumunun temel dayanaklarından biridir ve bu
toplumda yaşayanların hayatı yorumlama biçimi İslam dininin belirlediği
ölçülerde gerçekleşir. Osmanlılar kutsal kitapları Kuran’da belirtildiği gibi
inananların üstünlüğüne inanıyor ve cihan hakimiyeti anlayışıyla da bu görüş
destekleniyordu. Osmanlı’nın gelişmesi ile birlikte İslam bir dünya düzeni
haline geldi ve bu süreçte Müslümanlar “başka dünyanın değerleriyle dinini
yargılamayı da düşünmedi”. Ancak on dokuzuncu yüzyılda Osmanlı
Devleti’nin egemen konumu çözülmeye başladığında toplumsal ve siyasal
yapılarda da bunalımlar oluştu ve bir yenilenme, dönüşüm gereksinimi
meydana geldi. Dünya egemenliği batının, teknoloji, ekonomi, siyaset ve güç
ilişkileriyle şekillendiğinden Osmanlı da bu alanlarda dönüşüme gitti ve din
değişen yapılardan etkilendi, egemen konumu sarsıldı. 239
Onaltıncı yüzyılda halifeliğin Osmanlı Devleti’ne geçmesi, İslam’ın
Osmanlı’da siyasetle özdeşleşmesini tamamlayan son adım olarak kabul
edilir. Halifelikle birlikte Osmanlı sultanı Hıristiyan batı karşısında bütün
Müslümanların temsilcisi oldu ve Osmanlı Devleti bu durumu Batı’yla olan
ilişkilerinde politik bir araç olarak kullanmıştır.240
Osmanlı İmparatorluğu’nda otoritenin kaynağı dindi. Padişah halkın
olduğu gibi tanrının da bir temsilcisiydi. İmparatorluk İslami bir devletti ve
yöneticisi olan padişah İslam dünyasının lideriydi. Bu açıdan her Müslüman
bu kutsal kaynaklı otoriteye itaat etmek zorundaydı. “Kısacası, Osmanlı
toplumunda İslam’ın gerek sosyal alanda gördüğü sosyal kimlik işlevi, gerek
238
Ocak, 2002: 60-61.
239
Yıldırım, 1999: 109-110.
240
Ocak, 2002: 66.
226
siyasal alanda gördüğü meşruiyet temeli oluşturma işlevi ona aynı zamanda
ideolojik bir nitelik de kazandırmış oluyordu”.241
Osmanlı İmparatorluğu’nu batılılaşmaya iten nedenleri iç ve dış
nedenler olarak ele alan Sarıbay242 geleneksel bir toplum yapısına sahip
olan Osmanlı İmparatorluğu’nun, değişimi kendi içinde sağlayamamasını iç
nedenler olarak çözümlemiştir. Batıda ise geleneksel toplumdan modern
topluma, ya da feodalizmden kapitalizme geçiş gerçekleşmiş, ekonomik,
siyasal ve yönetimsel bir merkezileşme ve sosyal yapıda farklılaşma
meydana gelmiştir. Batıdaki bu gelişmelerin tersi olarak Osmanlı’da
merkeziyetçilikten uzaklaşma görülürken sosyal yapıda da bir farklılaşma söz
konusu değildi. Zamanla Batının değişen yapısıyla Osmanlı İmparatorluğu
arasındaki ilişkiler Osmanlı İmparatorluğu’nun geleneksel sosyal yapısını
bozmaya başlamış, buna karşılık iç dinamikler bozulan yapıyı tamir
edememiş ve Batılılaşma bu noktada bir hal çaresi olarak ortaya çıkmıştır.
Batının teknik ve medeniyet olarak daha ileride bulunması da Osmanlı’yı
batılılaşmaya götüren önemli bir etkendir.
Batının her alandaki üstünlüğünü giderek daha fazla anlayan Osmanlı
yönetici elitleri, bir yenilenmenin mutlaka olması gerektiği konusunda hemfikir
oldu. Bunun yolunun batı tarzı yenilikleri devreye sokmak olduğu düşüncesi
zamanla iki farklı görüşü ortaya çıkardı. İlk kesim olan Batıcılara göre söz
konusu çöküşün sorumlusu İslam ve geleneksel yapıydı ve çözüm Batıyı
kopyalamaktı. Diğer kesim olan İslamcılar ise suçlunun İslam olmadığını,
sorunun İslam’ı anlayamayan ve yaşayamayan Müslümanlarda olduğunu,
çözümün ise İslam’ın asli haline, özüne dönmekte olduğunu savundular.
Meşruiyet döneminde daha da hızlanan bu tartışmaların sonucunda ilk
kesimin; batıcı elitin tercihleri doğrultusunda yeni kimlik oluşturuldu ve bunun
için gerekli adımlar atıldı.243
241
Sarıbay, 1985: 76-77.
242
Sarıbay, 1985: 51-52.
243
Ocak, 2002: 106.
227
İslamcılar
Osmanlı
İmparatorluğu’ndaki
gerilemeyi
“İslamlaşamamanın, Müslümanlığa aykırı gidişin ve İslamcı zihniyeti
anlayamamanın eseri saymışlardır”. Bu durumun tek çözümünün ise
İslamiyet’e dönmekten başka bir şey olmadığını savunmuşlardır.244 Bu tespit
II.
Abdülhamid
döneminde
de
İmparatorluğun
batı
karşısında
geri
kalmışlığının nedeni olarak gösterilmiştir.245 Ancak İslam dini imparatorluğun
Batılılaşamamasında tek başına bir etken olarak değerlendirilmemelidir.
Genel olarak dinsel nedenlerin bu duruma neden olduğu söylense de yapısal
etkenlerin daha belirleyici etkiye sahip olduğu görülmektedir. Osmanlı
toplumunda ikili bir tabakalaşmanın olduğu, üstte padişah ve kapıkulu, altta
ise halkın bulunduğu farklılaşmamış bir yapı söz konusudur. Farklılaşamama,
İslam dininin birçok işlevi yerine getirmesi sonucunu doğurmuş, bu da
cemaatçi bir yapılanmayı beraberinde getirmiştir. Batı kültüründe bireycilik ve
maddiyatçılık
hakim
kültür
kalıplarıyken
Osmanlı’nın
ekonomisinde
cemaatçilik ön plana çıkmıştır. Bu durum da İslam dininin bir yansımasıdır.
Osmanlı toplumunda İslam yalnız bir din değil aynı zamanda bir sosyal kimlik
aracı olarak işlev görmektedir.246
Batılılaşma
girişimleri
Osmanlı
İmparatorluğu’nun
çöküşünü
durdurmamış aksine hızlandırmıştır. Birinci dünya savaşında yenilen
imparatorluk işgal edilmiş ve milliyetçilik akımları imparatorluğun siyasal
birliğini yok etmişti. Böyle bir dönemde Türk devrimi, Osmanlı devletini
kurtarmayı amaçlamamış, yeni bir devlet kurmayı hedeflemişti. Geleneksel
olan değerlerin yerine modern ve ulusal olanlar getirilmiş, bunun için gerekli
olan kurumlar, kavramlar ve değerler yerleştirilmeye çalışılmıştır. Atatürk
medeniyetin toplumsal, ekonomik ve bilimsel alanda ancak yenilikle
sağlanabileceğini ileri sürmüştür.247
244
Sarıbay, 1985: 60.
245
Sarıbay, 1985: 62.
246
Sarıbay, 1985: 65.
247
Sarıbay, 1985: 65-66.
228
Ortadoğu’da bulunan diğer ülkelerle kıyaslandığında Türkiye’nin din,
siyaset ve toplum ilişkisi açısından farklı bir yerde durduğu açıkça
görülmektedir.
Atatürk’ün
liderliğiyle
1923
yılında
çağdaş
Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurulmasını takip eden dönemde Türk modernleşmesini
savunanların politikalarına karşılık gelen Kemalizm, laik reformları içeren bir
ideoloji olarak benimsendi ve laiklik, İslam dünyasında en tavizsiz biçimde
Türkiye’de uygulandı.248 Ayrıca laiklik Ortadoğu’da resmi devlet ideolojisi
olarak yalnızca Türkiye’de uygulandı.249
Osmanlı Devleti, tarihte hiçbir İslam devletinde olmadığı kadar İslam’ı
bir ideoloji haline getirmiş bu anlamda İslamla adeta özdeşleşmişti.
Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte Osmanlı, Anadolu topraklarına çekilmiş,
İslam’ın yerine “milliyetçi radikal bir laisizm temelinde Batılılaşma tutkusunu
hayatının olmazsa olmaz ideolojisi yapmış milli bir devlet olan Türkiye
Cumhuriyeti” geçmiştir.250 Böylece İslam’ın siyasal alanda yüzyıllardır
oynadığı rol sona ermiş ve İslam, devletin alanından uzaklaştırılarak
insanların kendi vicdani bir konusu olarak bireysel alanla sınırlandırılmıştır.
Endüstri toplumunun sonuna kadar büyük ölçüde görece başarılı olan bu
politika
post-endüstriyel
gelişmelerle
birlikte
çok
büyük
sorunlarla
karşılaşmıştır.
Türkiye’de, Tanzimat’tan ve Cumhuriyetin ilanından günümüze kadar
İslam’ın siyasal, toplumsal ve kültürel rolü meselesi önemli tartışmaların
başını çekmektedir.251 Ancak Türkiye’de İslam’la ilgili çalışmalar uzun zaman,
çoğunlukla dinin teolojik ve doktriner boyutlarını konu alan ilahiyat
fakültelerindeki akademik çalışmalarla sınırlı kalmıştır. Bunun yanında dinin,
inanç, ritüel, ahlak, ideoloji gibi boyutları üzerinde yoğunlaşan bilimsellikten
uzak popüler ve siyasal yayınlar da bulunmaktadır. Siyasal ve sosyal
248
Özdalga, 2007: 53.
249
Özdalga, 2007: 207.
250
Ocak, 2002: 107.
251
Ocak, 2002: 7.
229
bilimlerde din konusu tarihsel ve ideolojik koşullar nedeniyle sınırlı olarak ele
alınmıştır. Zaten bu tabu olan konularda düşünme ve araştırma yapma kendi
başına zor bir süreci kapsamakta olduğundan Türkiye’de din konusu
sosyolojik ve eleştirel perspektifte kısıtlı olarak ele alınmıştır.252
Modern Türkiye’yle birlikte toplumsal hayattaki farklılaşma ve yenilikler
din alanında da modernleşmeyi beraberinde getirdi. Siyasal iktidarın
değişmesiyle dünyayı algılama biçimi değişirken İslam da yeni bir anlayışa,
modernleşme anlayışına uyumlu olarak seküler bir alanda evrildi. Batılı
modern değerlerin dışında kabul edilen, onunla çatışan her ne varsa dinden
boşaltılmaya çalışıldı.253
Özdalga,254 Atatürk’ün, “milliyetçiliğin dine karşı konumlandırıldığı
modernist ideolojinin sembolü haline geldi”ğini ileri sürer. Bu çerçevede
milliyetçilik, toplumun bir arada olmasını sağlayan bir çimento işlevi görecekti.
Bu süreçte modern Türk milliyetçiliği ortak bir tarih ve ortak etnik kökene
inanç gibi laik değerler üzerine kurulmuştu. Amaç, birçok farklı milletten
oluşmuş olan Türkiye’de kültürel homojenliği sağlayabilmekti. Bu ideoloji
pratikte düşünüldüğü gibi gerçekleştirilemedi ve 1925’te Şeyh Sait İsyanı
gerçekleşti. Bunun sonucu olarak hükümet politikalarını uygulayabilmek
adına tedbirlerini daha da sertleştirdi. Uygulanan laiklik anlayışı, devlet
aygıtlarından dinin etkilerini silmenin yanında bir inanç sistemi olarak dinin
etki alanını da sınırlandırmayı amaçlamaktaydı. Bu nedenle fes gibi dini
semboller modern Batı ile denk olmak için şapkayla değiştirildi. Türbede dua
okumak gibi dini ritüeller yasaklandı, tarikatlar kapatıldı, dini eğitim büyük
oranda ihmal edildi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Demokrat Parti’nin
siyasal hayata dahil olması bu dini ve siyasal özgürlüklerin bastırılmasına bir
tepki olarak yorumlanmaktadır. Çünkü Demokrat Parti dinin, ekonominin ve
siyasal özgürlüğün bir temsilcisi olarak siyaset sahnesine dahil olmuştur.
252
Akşit ve diğerleri, 2012: 38-39.
253
Yıldırım, 1999: 110.
254
Özdalga, 2007: 54-55.
230
Türkiye’de 1950’lere kadar İslami düşünce ve yaşam, devletin sıkı
takip ve zaman zaman müdahalesine maruz kalmıştır. Bu dönemde İslam
tam olarak muhafazakar ve geleneksel kalıpları içinde bir halk Müslümanlığı
şeklinde yaşanmış ve günümüze aktarılmıştır. 255 Ancak 1950 seçimlerinde
Türk halkının bu yeni kimliği bütünüyle onaylamadığı, geleneksel kimliğine
bağlı kalmaktan vazgeçmediği ortaya çıktı. O tarihten günümüze kadar Batılı
ülkelerde olduğu gibi siyaset ve ekonomik tercihlere yönelik siyasal parti
oluşumları yerine Türkiye’de Batılılaşmacı ve gelenekselci kimlikler ve
ideolojilerin şekillendirdiği ikili bir siyasal süreç söz konusu olmuştur.256
Türkiye’de 1950’lerden itibaren siyasal alanda çok partili hayata ve
toplumsal ve ekonomik alanda kapitalizme geçiş, modernleşme hareketlerinin
bir özeti olarak değerlendirilebilir.257 Çok partili hayata geçişin ardından
başlayan dini eğilim, gittikçe artarak devam etti. 1969 yılında İslami bir nitelik
gösteren ilk siyasal parti kuruldu ve 1971 askeri müdahalesinde kapatıldı.
Milli Selamet Partisi adıyla bir yıl sonra tekrar kuruldu ve 1973’te oyların
yüzde 11,8’ini alarak iktidar ortağı oldu.
Siyasette İslami etkinin artması,
sosyal hayatta da benzeri biçimde gerçekleşti.1970’li yıllardan sonra lise ve
üniversitede İlahiyat kurumları, tipik başörtüsü kullanan kadın öğrenciler,
İslami yayınlar ve tarikatlar çoğaldı.258
Türkiye’de
din
sosyolojisiyle
ilgili
çalışmalar
genel
sosyoloji
çalışmalarıyla aynı dönemde başlamış olsa da ilk dönemlerde büyük bir
durgunluk içinde olduğu görülmektedir. 1960’larda bu alanla ilgili çalışmalar
yeniden başlamış ve 1970’lerde giderek artan hızda devam etmiştir. 259
Modernleşme, laiklik politikaları ve İslamın siyasal bir ideoloji haline gelmesi,
toplumsal araştırmaların başlıca konuları haline gelmiştir.
255
Ocak, 2002: 93.
256
Ocak, 2002: 104-105.
257
Sarıbay, 1985: 96.
258
Özdalga, 2007: 55- 56.
259
Er, 1986: 125.
231
İslamın toplumsal ve siyasal boyutlarını ele alan çalışmalar,
modernleşme sürecine özel bir önem göstermişlerdir. Modernleşme ve İslam
ilişkisi, çatışmacı ve gerilimli bir ilişki olarak algılandığı için Türkiye’de din de
aynı bakış açısıyla değerlendirilmiştir.260 Din, siyaset ve toplum ilişkisi Türkiye
açısından ele alındığında bu ilişkilerin bütünlükçü bir tarihsel arka plana sahip
olduğu açıkça görülmektedir.261 Böylece bu araştırmalarda gündelik yaşamın
daha spesifik ilişki ve etkileşimleri üzerinde değil çok genel düzeyde
odaklanma eğilimi görülmüştür.
Batı modernliğiyle İslami kimliğin ilişkisi konusundaki tartışmalar yeni
değildir, Cumhuriyet’ten önce de bu tartışmaları görmek mümkündür.262 Bu
süreç içinde hem siyasal kültürde hem de demokrasi deneyiminde önemli
değişimler yaşanmıştır. Bu bağlamda Sarıbay263 Türkiye’deki modernleşme
sürecinin tarihsel gelişimini iki evreye ayırarak incelemiştir. Geleneksel
toplum özellikleri ve niteliklerini gösteren Osmanlı İmparatorluğu’ndaki reform
gelişimlerini
Batılılaşma,
Cumhuriyet
dönemindeki
gelişimleri
ise
modernleşme olarak ifade etmiştir.
Modernleşmeyle
ilgili
Kemalist
kadronun
girişimleri
Osmanlı
İmparatorluğu’ndaki modernleşme çabalarının bir devamı olarak kabul
edilebilir. Çünkü hiçbir toplumsal ve siyasal olgu tarihsel arka plandan
bağımsız ve kopuk olarak oluşamaz.264 Kemalist ideoloji, Milli Mücadelede
başarı
sağlandıktan
sonra
geleneksel
bürokrasiyi
tasfiye
etmeyi
amaçlamıştır. Bu amaca ulaşmada en önemli adım olarak sekülerizasyonu;
İslam dininin ve din adamlarının siyasal, kültürel ve toplumsal etkilerini ve
yetkilerini ortadan kaldırmayı, yalnız inanç ve ibadet alanını serbest
bırakmayı uygulamaya koymuştur. Dinci ideolojinin yerine milliyetçi bir
ideoloji yerleştirilmeye çalışılmış, yani yeni bir sosyal kimlik oluşturulması
260
Akşit ve diğerleri, 2012: 44.
261
Hülür ve Kalender, 2003: 12.
262
Göle, 2002: 93.
263
Sarıbay, 1985: 51.
264
Sarıbay, 1985: 67.
232
amaçlanmıştır. Tarikatların tasfiye edilmesi de aynı amaca ulaşmada takip
edilen bir yoldur.265
Kemalist kadro, dini, bir tehlike olarak görmüş, İslam’ı tutucu bir unsur
olarak ele almıştır. Türk toplumunu İslami bir konumda değil Batılı bir
konumda görmek isteyen Kemalistler için sekülerizasyon batılılaşma ile aynı
anlama gelmektedir.266 Yeni Türkiye Cumhuriyeti’ndeki batılılaşma projesi
Fransız usulü laik bir düzeni yerleştirmeyi amaçlıyordu. Bu yeni projeyle
Osmanlı İmparatorluğu’nda asırlardır siyasal, toplumsal ve kültürel alanlarda
hakim olan İslam bu alanların dışında kalıyordu. Siyasal literatürde Kemalizm
olarak adlandırılan projede devletin resmi ideolojisi sıfatıyla laiklik, İslam’ın
yerine konuluyor, bu yolla İslami kimliğinden arındırılmış, sekülerleşmiş Batılı
bir ülke, toplum ve kültür yaratılması amaçlanıyordu.267
Kemalizm dinin karşısında tam olarak rakip bir ideoloji olarak
konumlanamasa da Osmanlı toplum düzeninden farklı bir düzen oluşturmak
için toplumsal, siyasal ve kültürel alanlarda köklü ve sistemli değişimler
oluşturmayı başarmıştır. Bu açıdan Türk Devrimi, üst-yapının altyapıyı
belirlemesi olarak değerlendirilebilir.268
Cumhuriyet döneminde içinde Kemalist modernleşmecilerin rasyonel
ve aydınlanmacı düşüncenin, dini düşüncenin önüne geçeceği hatta onun
etkinliğini
yitireceğine
yönelik
düşüncelerin
sorunlarla
karşılaştığı
görülmektedir. Bu durum Özdalga’nın269 ifade ettiği gibi, “‘aydınlanmış
despotizm’in Türk siyasi yaşamında gösterdiği kararlılıktan ötürü, büyük
ölçüde ‘dini faktör’ tarafından belirlenen bir ideolojik çatışma ortaya çıktı” ve
günümüze kadar gelen bu çatışma ülkedeki ideolojik görüşleri yapılandıran
en büyük faktör oldu.
265
Sarıbay, 1985: 72-73.
266
Sarıbay, 1985: 77.
267
Ocak, 2002: 104.
268
Sarıbay, 1985: 80.
269
Özdalga, 2007: 56.
233
Bayramoğlu, 1980’lerden 2000’lere kadar laik ve dindar kesimlerin
değerleri ve siyasal tavırlarının değiştiği bir sürecin yaşandığını belirtir.
“Dinsel olan, laik tutum ve İslami kimlik niteliksel değişime uğramakta, laik ve
dindar kesimler arasında yaşanan kriz sürecinin ardından son yıllarda yeni bir
aşamaya (entegrasyon safhasına) geçilmektedir. Laik ve İslami kesimin
önemli bir çoğunluğu demokrasiye, özgürlüğe ve haklara yaklaşımları
bakımından birbirleriyle yaklaşırken, diğer yandan her iki kesim içinde de
değişime direnç gösterenler, zihniyet açısından birbirine benzemektedir”. 270
İran, Mısır ve Türkiye’nin karşılaştırıldığı çalışmasında Zubaida, laikliği
benimseyen Türkiye Cumhuriyeti’nde Sünni İslam’ın yalnızca bir dinsel
uygulama biçimi olmayıp aynı zamanda toplumsal bir kimlik olarak
konumlandığını ileri sürer ve Türkiye’de Kemalizm dini hareketleri bastırsa
bile dinin çoğu Türk vatandaşının hayatında belirleyici bir öneme sahip
olmayı sürdürdüğünü dile getirir. Bir diğer tespit olarak Zubaida, Türkiye’nin
Mısır ve Arap ülkesindeki dini uygulamalardan farklı olarak kamuya açık, özel
hayatı ve toplumsal birliği kapsayan, kurumsallaşmış bir İslam anlayışına
sahip olduğunu, bu açıdan Avrupa’daki Hıristiyan demokrasi gibi düşünce “ve
çıkarların mücadelesine dâhil olmuş bir etken” olduğunu dile getirir.271
Türkiye Diyanet İşleri eski başkanı Ali Bardakoğlu Türkiye’deki İslam’ın
Ortadoğu ülkelerinden farklı olarak ılımlı ve ötekini dışlamayan bir niteliğe
sahip
olduğunu
ve
bunun,
demokrasi
kültürü
ve
değerlerinin
benimsenmesinden kaynaklandığını ileri sürer.272
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sekülerliği ile ilgili olarak farklı bir
tartışma bulunmaktadır. Dinle devletin birbirinden ayrılması söylemine
rağmen uygulamada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devletin bir kurumu olduğu
görülmektedir. Bu yapı, bürokratikleştirilmiş olan İslam’ın devlet tarafından
270
Aktaran Akşit ve diğerleri, 2012: 43.
271
Akşit, 2012: 47.
272
Akşit, 2012: 48.
234
politikleştirilmesi ve Müslüman kesimin siyasette sessiz kalmamasını
beraberinde getirmiştir.273
Davison ve Smith274 Türkiye’de sekülerliğin olmadığını, laisizmin
olduğunu; yani devletin İslam’a karşı nötr bir tutum içinde değil, onu kontrol
eden bir yapı olduğunu ileri sürer. Davison’a göre “Türkiye’de laiklik,
ayrıştırma söylemiyle
siyasete girmekte, fakat Osmanlı Devleti’nden
devralınan kontrol yoluyla uygulanmaktadır. Türkiye modernleşmesi Diyanet
İşleri Başkanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü gibi kurumlarla İslam’ı kendi
yorumuna göre kontrol altında tutarken, dini yaşamın bireysel alanla
sınırlandırılması arzusundadır”. Smith ise Türkiye’de din ve devlet işlerinin
karmaşık bir nitelik gösterdiğini, bir taraftan devletin İslam’ı sahne dışına
iterken diğer yandan bütün imamların devlet memuru olduğunu, din
eğitiminin, hac ve umrenin devlet denetiminde düzenlendiğini söyler.
Mardin’e göre İslam, yumuşak bir ideoloji olarak tüm İslam
toplumlarında, Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Türkiye’de büyük bir etki
gücüne sahip olmuştur.275 Bu etkiyi anlamak için, daha özel olarak
araştırmacıların din ile siyaset ilişkisini incelemeleri için üzerinde durmaları
gereken konular şu şekilde sıralamıştır:
1. Din sosyolojisi bakımından:
a. Dinin gerek kişi katında gerek toplum yapısı katında bir
fonksiyonu vardır.
b. Dinin kişi katındaki etkisi şudur: Kişi din aracılığıyla kontrol
altına alamadığı bazı kuvvetlere tabi olduğu hissine karşı
bir kişisel güvenlik mekanizması kurar.
c. Dinin toplum katındaki fonksiyonu,
i. Etrafındaki dünyayı anlamasına yarayan bir model temin
etmesinde,
ii. Toplum ilişkilerini pekiştiren yönler vermesinde belirir.
273
Akşit, 2012: 54.
274
Akşit, 2012: 67-68.
275
Mardin, 1995A: 104.
235
2. İslami inanç bakımından:
a. Dinselle dinsel olmayanı İslamiyette birbirinden ayırmak
zordur. Her durumda kişinin sosyal kimliği dinsel kalıplarla
teşekkül eder.
b. Dini dogmanın İslami toplumlarda ideolojik bir mütenazırı
vardır; o da ümmet dünya görüşüdür.
c. İslamiyette, seçkinler dini- halk dini şeklinde başlangıçtan
beri bir ayrılık olmuştur.
d. Allah’ın kapsayıcılığı ve kişilerin Allah önünde eşitliği
anlayışı bu ikiliği kapatma fonksiyonunu görür.
3. Osmanlı İmparatorluğu’nun yapısı bakımından:
a. Osmanlı İmparatorluğu’nda halk kültürü ile seçkinler kültürü
arasındaki ayrılık kendini din alanında da belli etmiştir. Bir
seçkinler dininin yanında bir halk dini olmuştur.
4. Türkiye Cumhuriyeti bakımından:
a. Cumhuriyetin modernleştirici aydınları bu dini ikiliğe önem
vermemişlerdir.
b. Teklif
ettikleri
hal
çarelerinde
ümmet
yapısına
sandıklarından çok daha bağlı kalmışlardır.
c. Türkiye Cumhuriyetinde tüzel kişiliğin hukuk teorisine
girmesi ve Batılı hukuk normlarının tatbiki, ilk defa olarak
dine, devletten ayrı olarak teşkilatlanma şansını
tanımıştır.”276
Mardin,277 Din ve İdeoloji adlı eserinde dini, Türk kültüründe önemli bir
unsur olduğunu ve olmaya devam edeceğini vurgular ve dini aynı türden bir
bütünlük, Sünnilik olarak ele alır. O, “İslamiyetin ‘volk İslam’ şeklinin
Türkiye’de tarihi gelişmeler sonucunda bir ‘yumuşak ideoloji’ haline geldiğini
ve bugün dahi halk arasında dünya görüşünü nasıl şekillendirdiğini
göstermeye” çalışmıştır.278 Bu çerçevede Mardin, 1960’lar için, ümmet
yapısından yeni çıkmış olan topluma “halk dini[nin], bir dünya görüşü ve bir
kişisel denge yöntemi” sağladığını “[z]aman zaman hayret ettiğimiz
hurafelerin gücü[nün] buradan” geldiğini ileri sürer.279
276
Mardin, 1995A: 157-158.
277
Mardin, 1995A: 38.
278
Mardin, 1995A: 167.
279
Mardin, 1995A: 168.
236
Din, Türk toplumunun toplumsal gerçekliği içinde önemli bir yere sahip
olması nedeniyle toplumun gerçekliklerini iyi bir şekilde kavrayabilmek ve
ortaya çıkan sorunları başarılı bir şekilde çözebilmek için din sosyolojisinin
bakış açısından yararlanmak gerekir. Bu alanda derinlemesine ve sistematik
araştırmaların yapılması önemli katkılar sağlayacaktır. 280
Arabacı’nın281 vurguladığı gibi, Türkiye’de toplumsal yaşamı dinden
çok seküler esaslar belirlemekte, toplumun ekonomik, hukuksal, siyasal
alanları dinden formel olarak ayrılmaktadır. Buna karşın, bireyin yaşamında
büyük bir yer tutan İslam’ın toplumsal yaşamın diğer alanlarından önemli
ölçüde çekildiğini söylemek doğru değildir. Din, bireysel bir alanla bağlantılı
gibi görünse de birey için bu derecede önemli olan bir inanç, değer ve
davranış biçiminin toplumsal yansımaları ile karşılaşmak şaşırtıcı değildir.
280
Günay,1993: 143.
281
Arabacı,1999: 133.
237
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İNANÇLARA YÖNELİK BİR SÖYLEM BİÇİMİ OLARAK CUMA
HUTBELERİ
3.1. BİR İLETİŞİM ARACI OLARAK HUTBELER
İslam dininin önemli pratiklerinden biri olarak kabul edilen Cuma
namazlarının bir parçası olan hutbelerdeki temel amaç, İslami bir konuda belli
kaideler içinde dinleyenlerin bilgilendirilmesi ve onlara tavsiyeler ve öğütler
verilmesidir. Bu açıdan hutbeler, bireyin günlük yaşamına ve kimi zaman da
siyasal konulara ilişkin telkinleri de içermektedir ve bu bağlamıyla da zaman
zaman ideolojik bir aygıt olma işlevini yerine getirmektedir.
Hutbe, topluluğa yapılan etkileyici konuşma olarak tanımlanır.
literatürde
hutbe,
cuma
ve
bayram
namazının
bir
parçası
Dini
olarak
gerçekleştirilen vaaz ve nasihati içeren konuşmalara verilen addır. Bu
konuşmayı yapan kimseye ise hatip denir.1
Cuma hutbesinin kurallarla belirlenmiş bir biçimi vardır. Buna göre,
hutbenin belirli bir zaman içinde kılınan Cuma namazından önce niyet
edilerek cemaatin önünde okunması, hutbeyle namaz arasında başka bir
uygulama girmemesi ve hutbenin iki bölümden oluşması gerekir. Hutbenin ilk
bölümünde Allah ve Peygamber övülerek güncel dini bilgiler ve öğütler
sunulurken ikinci bölümde Allah’a hamd edilip Peygambere selat ve selam
getirilip Müslümanlara hayır dua edilmektedir.2
1
Baktır, 1998: 425.
2
Fettahoğlu, 1993: 269.
238
Hutbe, İslam tarihi içerisinde çok uzun süre varlığını ve önemini
sürdürmüş olan en etkili kitle iletişim araçlarından biridir. Hutbelerdeki
mesajları alan hedef kitlenin büyüklüğü ve hutbelerin içeriğinin dini ve
dünyevi boyutlara sahip olduğu düşünüldüğünde bir iletişim aracı olarak
hutbelerin çok önemli işlevler yerine getirdikleri düşünülebilir. Hutbeler,
dinleyicinin inançlarını pekiştirmeye ve ibadetlerini yerine getirmeye yönelik
öğütleri ve tavsiyeleri kapsayan bir içerik taşımasın yanında dünyevi konulara
ilişkin mesajlar da içermekte, dolayısıyla dinleyicinin dünyevi yaşamını
düzenleme ve ona yön verme bağlamında ideolojik bir işleve sahip
olmaktadır.
Hitabet, İslam toplumundan başka geleneklerde ve felsefede de
önemli görülmüştür. Hitabet, en eski toplumlardan günümüze kadar önemli
bir konu olmuştur. Bu anlamda, felsefi düşüncenin başlangıcından itibaren
düşünürler söz söyleme sanatıyla ilgili görüşler ortaya koymuşlardır. Özellikle
Eski Yunan filozoflarının hitabetle ilgili anlayışlarından kısaca bahsetmekte
yarar vardır.
Aristoteles’e3 göre retorik, diyalektikle aynı anlama gelir ve sistematik
olarak incelenmesi gereken bir konudur. “Kanıtlarla inandırma tarzları retorik
sanatının özüdür: yargıyı coşkularla saptırmaya başvurur… Retoriğin, ‘belli
bir durumda elde var olan inandırma yollarını gözlemleme yetisi’ olarak
tanımı. İnandırma tarzlarından bazıları kesinlikle retorik sanatına girer,
bazıları ise değil… üç tür retorik vardır: A. Politik (sakıntılı), B. Adli (yasal) ve
C. Epideiktik (törensel gösteri söylevi).”
Platon4 ise Gorgias Diyaloğu’nda hitabet sanatının önemine dkkat
çeker. Gorgias’ın sanatının hitabet sanatı olduğunu belirtmesi üzerine
Sokrates’in de ona hatip olduğunu söylediği, bu hitabet sanatının her türlü
sözü değil, insanlara, konuşmayı, söylediklerini düşünmeyi öğrettiği ifade
edilir.
3
Aristoteles, 1998: 19-20.
4
Platon,1989: 50.
239
Yüksek bir yere çıkarak kalabalığa karşı konuşma, en eski kitlesel
iletişim biçimidir ve gelişmiş teknolojilerin hâkim olduğu günümüzde dahi bir
ibadetin içerisinde varlığını sürdürmektedir. Hatta hutbe, televizyon ve radyo
programlarının neredeyse hiçbirinin başaramayacağı şekilde Türkiye’de
düzenli olarak her hafta yaklaşık 20 milyon kişiye doğrudan ulaşabilme
özelliğine sahiptir. Ekonomik ve politik olarak kitle iletişimin gücünün
herkesçe bilindiği bir çağda bu arkaik formun yüksek gücünü sürdürüyor
olması dikkate değerdir.5
Hutbeler,
bilimsel-teknolojik
devrimin
gerçekleştiği
endüstri
devriminden önce İslam toplumlarında inançlara yönelik söylemin çok sayıda
insana aktarıldığı en önemli iletişim araçlarından biridir. Cuma hutbelerinin bu
önemi, hutbelerin okunduğu Cuma namazlarının İslam toplumlarında İslam’ın
başlangıcından bugüne varolması ve bu namazlara çok yaygın olarak
katılımın olmasıdır.
Hutbeyi iyiye ve güzele yöneltmek ve doğruyu göstermek amacıyla
yapılan öğüt ve irşat faaliyeti olarak tanımlayan Doğan,6 hutbenin, İslam’ın ilk
döneminde bir eğitim anlayışını yansıttığını ve o dönemin siyasi, kültürel ve
ekonomik unsurlarının da etkisiyle bir kamuoyu oluşturma aracı ve süreci
olduğunu belirtmektedir.
Cuma namazının toplum bilimleri, özellikle iletişim bilimleri açısından
önemi büyüktür. Bu açıdan, Doğan’ın ifadesiyle7 Müslümanların bir araya
geldiği ve kaynaştığı mekânlar olarak camiler, dini iletişimin gerçekleştirildiği
en önemli yerlerdir. Cuma namazının yaygın olarak kılınması ve insanların
yaygın olarak camiye gitmeleri, camilerin bütünleşme işlevinin ne kadar
önemli olduğunu gösterir. Bu bakımdan Cuma namazına toplumsal önemini
kazandıran ve diğer namazlara göre daha fazla dikkate alınması gereken
5
Demir, 2012: 6.
6
Doğan, 1999: 497.
7
Doğan, 1999: 491.
240
yönü hutbedir. İslam fıkhına göre Cumanın şartlarından biri olan hutbe, tarih
boyunca toplumların yönlendirilmesinde önemli bir araç olarak kullanılmıştır.
Bu bağlamda, Cuma hutbesi, halkla ilişkiler etkinliği olarak görülebilir
çünkü halkla ilişkiler karşılıklı güven, iyi niyet, sempati ve işbirliğine dayanır;
bu etkinliğin, amaca uygun biçimde gerçekleşmesi, planlı ve programlı bir
çalışma düzeni içerisinde yürütülmesine bağlıdır. 8 Halkla ilişkilerin temeli
iletişimdir ve bu iletişim yüz yüze iletişim yoluyla, bazı vasıtalarla veya kitle
iletişim araçları yoluyla gerçekleştirilmektedir. Bu açıdan çok önemli bir
iletişim aracı olan hutbe, tarih boyunca ve günümüzde dini, manevi ve ahlaki
değerlerin kitlelere aktarıldığı önemli bir halkla ilişkiler aracı olagelmiştir.
Hutbenin minberden okunması ve hatibin hutbeye başlamadan önce
bir süre oturması, abdestli olması (Şafiler'e göre şarttır), cemaate
dönmesi ve minbere oturduğu zaman huzurunda ezan okunması
hutbenin sünnetleri arasında yer alır… Hatibin sesini yükseltmesi,
hutbenin uzatılmaması, ikinci hutbenin daha kısa tutulması da hutbenin
sünnetlerindendir… Hz. Peygamber'in hutbe okurken asa veya yay gibi
bir nesneye dayandığı rivayet edildiği için… hatibin bu tür şeylerden
birine dayanmasının sünnet olduğu fakihlerin çoğunluğu tarafından
kaydedilmişse de Hanefi alimleri yalnız savaş yoluyla fethedilen
ülkelerde İslam'ın gücüne imada bulunmak üzere kılıca dayanılarak
hutbe okunmasını uygun görmüşlerdir.9
Hutbelerin geçirdiği tarihsel gelişimi ortaya koyan Doğan, İslam’a göre
imamın, bugün anlaşılan şekliyle yalnızca namaz kıldıran kimse olarak değil,
genel olarak bütün Müslümanların siyasi önderi olarak anlaşıldığını
belirtmiştir. İslam'ın ilk dönemlerinde imamlık ve hatiplik hizmeti bizzat Hz.
Peygamber'in kendisi tarafından yerine getirilmiştir. 10 Peygamberin yaklaşık
beş yüz hutbesi olduğu düşünülmekte ancak bunların çok az bir kısmı
8
Yüksel, Fırat ve Selçuk, 1998: 230.
9
Baktır, 1998: 425.
10
Doğan, 1999: 494.
241
günümüzde varlığını sürdürmektedir. Günümüze kadar gelmiş olan Veda
Hutbesi ise şekil ve içerik açısından dikkate değerdir.11
Hz. Muhammed dönemindeki hutbelerde dikkati çeken unsurlardan
biri; Peygamberin sorulan sorulara cevap verip toplumsal gereksinimleri
karşılayabilmesiydi. Ancak günümüzde böyle bir uygulama bulunmamaktadır.
Hutbenin halkla ilişkiler faaliyetindeki yerini iyi değerlendirebilmek için onun
dini ve uygulama boyutunu iyi değerlendirmek gerekmektedir.12
Peygamberden sonra gelen dört halife döneminde de halifeler
merkezdeki büyük camilerde bizzat imamlık ve hatiplik yapmışlar, diğer
şehirlerde valiler ya da onların görevlendirdikleri kimseler, daha küçük
yerlerde ise alanında liyakatli ve ehliyetli kimseler bu görevi yerine
getirmişlerdir. Bu durum halifelerin siyasi ve idari görevlerinin yanında dini
önderlik görevinin önemini de ortaya koymaktadır.13
Emeviler döneminde ortaya çıkan siyasal anlaşmazlıklar toplumda
birçok idari ve toplumsal sorunun ortaya çıkmasına yol açmış, siyasal iktidar
ile dini otoritenin ayrılmasını beraberinde getirmiştir. “Bu dönemde halifeler
yalnızca
siyasal
iktidarı
temsil
etmeye
başlamışlar,
dini
görev
ve
sorumluluklar ise din otoriteleri olan âlimlere bırakılmıştır. Halifeler dini
görevleri yürütemeyecek kadar az dini bilgi ve kültüre sahipti hatta bazı
halifeler dindar değildi ve dini kurallara uymuyordu. Abbasiler döneminde
halifeler bazı özel durumlar dışında hutbe okumadılar ve namaz kıldırmadılar.
Bu dönemde hutbe sadece hatibin yaptığı bir konuşma haline geldi.14 Abbasi
döneminde de hutbelerde halife adının anılması ve kendisine dua edilmesi
yönünde bir uygulama olmuştur. “Bir kamusal güvenoyu mahiyeti taşıyan
hutbenin ikinci kısmında halifenin isim ve lakabı zikredilerek dua edilir, zaman
zaman da halife ve sultanlar övgü dolu uzun lakap ve vasıflarla anılırdı.
11
Fettahoğlu, 1993: 265.
12
Yüksel, 1998: 234.
13
Doğan, 1999: 494.
14
Doğan, 1999: 498.
242
Devletlerin meşruiyetinin temel şartlarından biri, hükümdarın kendi ülkesinde
halife adına hutbe okutmasıydı.”15
Hz. Peygamber ve dört halife döneminde siyasi, dini ve idari faaliyetler
tek kişi tarafından yürütülürken Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı
yönetimlerinde siyasi ve dini görevlerde bir ayrışma meydana gelmiştir.
Ancak bu ayrışmaya rağmen İslam tarihinin neredeyse her döneminde Cuma
hutbelerinde dini hükümlerin anlatılmasıyla birlikte “cuma namazının
farziyetinin daru'l-İslam, hürriyet ve emniyet şartlarına bağlı olması,
hutbelerde halife-padişahın adının okunması, hutbeye kılıçla çıkılması vb.
gibi nedenlerden dolayı doğrudan veya sembolik olarak siyasi muhteva da
taşımaya devam etmiştir.”16
Osmanlılar'da hutbelerin Abbasiler dönemine benzer olarak şekle
dikkat edilip içeriğin kaybedildiği bir duruma gelmiştir. Osmanlılardaki
hutbelerin Abbasilerdeki hutbelerden farkı, hutbenin orta kısmında okunan
hadislerin her hafta değişmesine özen gösterilmesi olmuştur.17 Tebasının
büyük bir çoğunluğunun Arapça anlamadığı bir ülke olan Osmanlı’da
hutbelerin Arapça olarak okunması, içeriğinin anlaşılmamasına neden
olurken yalnız dinleyenlerde anlık heyecan uyandırması açısından bir etki
gücüne
sahiptir
ve
ilaveten
ibadetin
bir
unsurunun
şeklen
yerine
getirilmesidir. Uzun yüzyıllar boyunca anlaşılmamasına rağmen etkili bir dil
kullanıldığından huşu içinde dinlenilmeye çalışılan hutbelerin içeriğinin dini ya
da politik olup olmaması da çok önem taşımamaktadır. Osmanlılarda Arapça
hutbeleri anlaşılır kılmayı amaçlayan bir kurum olan Kürsü Şeyhliği,
merkezdeki büyük camilerde ve ilerleyen zamanlarda vilayet ve sancak
merkezlerinde görev yapan kürsü şeyhleri, Cuma vaizleri ya da selatin
şeyhleri olarak da adlandırılan kimselerden oluşurdu. Ancak bu uygulama
hem az sayıda kimsenin yararlandığı bir uygulama olması hem de zaman
15
Demir, 2012: 7.
16
Doğan, 1999: 498.
17
Doğan, 1999: 499.
243
içinde gevşemesi nedeniyle çok etkili olmamıştır. Ancak daha önce de
belirtildiği gibi hutbeler, İslam tarihine bakıldığında doğrudan ya da sembolik
olarak siyasi bir nitelik taşımaktadır. Özellikle hutbelerin iktidar ve muhalefet
tarafından güçlü bir araç olarak kullanılması, ıslahat ve modernleşme
süreciyle ilişkili olarak İkinci Meşrutiyet döneminde yoğunlaşmaktadır.18
Osmanlı’da yaşanan fetret, gerileme ve çöküşün durdurulması,
ilerleme ve yükselişin tekrar sağlanması, aktif bir insan ve hareketli bir toplum
modeli
ortaya
aydınlanmanın
çıkarmanın,
en
değerlendirilmiştir.
önemli
Çünkü
İslam’ı
ve
etkili
hutbeler,
yeniden
keşfedip
yollarından
insanları
biri
tahrik
ilimle,
hutbe
eden,
akılla
olarak
orduları
cesaretlendiren, anlatımı kolay olan, Kuran ayetlerini referans alan ve
böylece ikna gücü yüksek olan yapısıyla istenilen hedefe ulaşmayı
kolaylaştıran bir yapıya sahipti.19
Atatürk hutbelerin Türkçe olması ve anlaşılır olması gerektiğine dair 1
Mart 1922’de TBMM’de şu konuşmayı yapmıştır:
Efendiler! Camilerin mukaddes minberleri halkın ruhanî, ahlakî
gıdalarının en alî, en feyyâz menbâlarıdır. Binaenaleyh, camilerin ve
mescitlerin minberlerinden halkı tenvir ve irşad edecek kıymetli
hutbelerin muhtevîyâtına halkça ittıla imkanını temin, Şer’iyye Vekâlet-i
celîlesinin mühim bir vazifesidir.
Minberlerden halkın anlayabileceği lisanlar, ruh ve dimağa hitap
olunmakla ehl-i İslamın vücudu canlanır, dimağı saflanır, imanı
kuvvetlenir, kalbi cesaret bulur. Fakat buna nazaran, hutabâ-yı kiramın
hâiz olmaları lâzım gelen evsâfı-ı ilmiye, liyakât-ı mahsusa ve ahvâl-i
aleme vukȗ f hâiz-i ehemmiyettir.
Bütün vaiz ve hatiplerin bu ümniyyeye hâdim olacak surette
yetiştirilmesine şer’iyye Vekâleti’nin sarf-ı makdaret edeceğini ümit
ederim.20
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren birbirini takip eden değişimler
sonunda hutbelerin Türkçe okunması gerçekleşmiştir.
18
Doğan, 1999: 499-500.
19
Doğan, 1999: 506.
20
Yazıcı, 1996: 214.
244
Türkiye’de 1970’den 1990’a kadar hutbeler, merkezi olarak Diyanet
İşleri Başkanlığı tarafından denetlenerek hazırlanmıştır. Müftü, vaiz, imamhatip veya diğer din görevlilerinin hazırladıkları hutbelerden seçilen dört
metin, Din İşleri Yüksek Kurulu’nun denetiminden geçtikten sonra, Diyanet
Gazetesi’nde yayınlanarak ayda bir camilerdeki görevlilere gönderilmiştir.
“1991-1992 yıllarında hutbe hazırlama işi il ve ilçe müftülüklerine bırakılmıştır.
Zaten 1993’lerden itibaren ise hutbeler, Diyanet İşleri Başkanlığı’nda teşkil
edilen özel bir komisyon tarafından aylık olarak planlanmakta, hazırlanan
taslak metinler gerekli tetkik ve tashihten geçip son şeklini aldıktan sonra
basılarak gönderilmekte ve son yıllarda Başkanlığın internet sitesinde de
yayınlanmaktadır.”21 Genel olarak söyleyecek olursak 1973’den 2006 yılına
kadar hutbeler merkezde hazırlanarak Türkiye genelindeki müftülüklere
dağıtılmıştır. Bu tarihten sonra ise hutbeler, il müftülüklerinde bulunan hutbe
komisyonlarının denetiminden geçtikten sonra camilerde hatipler tarafından
okunmuştur.
2013 yılı itibariyle Türkiye’de bulunan seksen bir ilde, bu illerin ilçe ve
daha
küçük
yerleşim
birimlerindeki
camilerde
her
Cuma
günü
azımsanmayacak sayıda dinleyiciye hutbeler okunmaktadır. Bu açıdan
hutbelerin içeriğinin büyük bir öneme sahip olduğu düşünülmektedir.
Hutbe metinleri, herhangi bir yazarın rastgele seçtiği konulardaki
fikirlerini rastgele sunduğu bir biçimde oluşturulmamaktadır. Hutbe metinleri,
önceden belirlenmiş yazım ve değerlendirme ölçütlerine uygun olarak
oluşturulur. Hutbeler, başından sonuna kadar belirli bir konu, amaç, düzen,
hitap, konjonktürel gereksinimler ve hedef kitlenin gereksinimlerini karşılama
niteliği, üslubu, edebi unsurlar, giriş, gelişme ve sonuç bölümlerindeki yapısal
gereklilikleri karşılama yeteneği gibi unsurlara dikkat edilerek bir bütün içinde
planlı olarak ele alınmaktadır.
21
Aktaran Onay, 2004: 2.
245
Hutbenin giriş bölümünde cemaatin dikkatini çeken cümlelerin, sonuç
bölümünde ise cemaati ikna eden cümlelerin kullanılması önerilmektedir.22
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hutbenin nasıl olması gerektiğine dair ayrıntılı
açıklaması şöyledir:23 “Girişte problem ve/veya kazanımlara işaret eden
cümleler
yer
alır.
kaynağa/dayanağa
atıf
Problemle
yapılır.
Dini
ilişkilendirilerek,
kaynaklara
doğrudan
atıflar,
ana
dini
nitelik
(bilgilendirme, ikna etme, duygulandırma) merkezli olarak çeşitlendirilir.
Günlük hayattan verilecek somut örnek olay ve olgularla konuya açılım
kazandırılır. Bu bağlamda tarihsel olaylardan da yararlanılabilir. Sonuç
kısmında kazanımlar merkezli bir özet yapılabilir.”
Hutbe metinlerinin nasıl ve kimler tarafından hazırlandığı ve hutbe
hazırlamada ve okumada nelere dikkat edilmesi gerektiğine ilişkin Türkiye
Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Genel Müdürlüğü’nün resmi
internet sitesinde yayınladığı açıklamalar EK’te yer almaktadır.
3.2. 2001 VE 2012 YILLARINDAKİ CUMA HUTBELERİNİN METİN ANALİZİ
İnançlara yönelik söylemin ideolojik olarak nasıl inşa edildiğini açığa
kavuşturmak için uygulama aşamasında dini söylem biçimleri olarak Cuma
hutbelerinin metinleri, metin analizi yöntemi ile incelenmektedir. Bu analiz
sonucunda ortaya çıkan bulgular, daha önce tartışılan kuramsal yaklaşımlar
açısından değerlendirilmekte özellikle aşağıda yer alan hipotezlerle ilişkileri
irdelenmektedir.
Bu doğrultuda 2001 ve 2012 yıllarındaki Cuma hutbeleri metinleri,
kuramsal bölümlerdeki tartışma çerçevesinde belirlediğimiz 8 birim ve
bunların alt birimleri açısından taranmakta ve analiz edilmektedir. Bu birimler
şunlardır: Ahlak, toplum, ritüeller, insan, milli öğeler, dünya/yaşantı, güncel
22
Aktaran Şahiner, 2012: 5.
23
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Diyanet İşleri Başkanlığı Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü,
2013.
246
değerler/eğilimler ve tarihsel öğeler. Bu birimler, ideolojik inşanın nasıl
gerçekleştiği hakkında genel bir çerçeve ortaya koymaktadır. Bu genel
birimler, alt öğeleri belirlenerek içleri doldurulmaktadır. Böylece Cuma
hutbelerindeki ideolojinin spesifik alanlarda nasıl inşa edildiğinin belirlenmesi
amaçlanmıştır. Bu açıdan her birimle ilgili söylemin ideolojik boyutu, onun alt
düzeyleriyle ilgili yargılar bir araya getirilerek ve bu yargılar, ideolojik anlatının
onaylayıcı ve yadsıyıcı olmak üzere iki kategorisi açısından ifade edilerek
analiz edilmektedir. Aşağıdaki metin analizi içinde gerek 2001 yılına gerek
2012 yılına ait Cuma hutbelerinin birimlerle ilgili yargı metinleri aynen
aktarılmış ve tarihi belirtilmiştir. Bu nedenle Cuma hutbelerinin metinlerinin
tamamı ayrıca ek olarak verilmemiştir.
2001 yılındaki Cuma hutbelerinde ilk olarak, ahlak birimi alanındaki
söylemle ilgili ideolojik anlatı; kişilik/davranış, iyilik/kötülük, hak/adalet
düzeyleri açısından analiz edilmektedir. İkinci olarak, toplum birimine yönelik
dini söylemde yer alan ideolojinin analizi ise aile, cemiyet, akrabalık,
yardımlaşma/dayanışma,
kardeşlik,
ekonomi,
toplumsal
bütünlüğü
kuvvetlendiren ve zayıflatan edimler ve komşuluk düzeylerinde ortaya
konulmaktadır. Üçüncü olarak, hutbelerdeki ritüel birimiyle ilgili söylemin
ideolojisi, evlilik/düğün, cenaze, selamlaşma, kandil ve hac düzeyleri
açısından incelenmektedir. Dördüncü olarak, hutbelerdeki insan birimi
hakkındaki ideolojik içeriğin analizinde çocuk, kadın, anne/baba, genç/yaşlı,
kardeş, vatandaş, insan, kul düzeylerine yer verilmektedir. Beşinci olarak,
milli öğeler birimine ilişkin dini söylem, millet, şehit/gazi, bayrak, ecdat,
devlet, vatan/yurt/ülke düzeyleri üzerinde odaklanarak irdelenmektedir.
Altıncısı,
dünya/yaşantı
birimi
hakkındaki
hutbe
metinleri;
sağlık,
fakirlik/zenginlik, mutluluk/huzur, çalışma/başarı, dünya/ahiret, akıl/irade
açısından
açıklığa
kavuşturulmaya
çalışılmaktadır.
Yedincisi,
güncel
değerler/eğilimler hakkındaki dini söylemin ideolojik boyutu, hak/özgürlük,
günümüz
dünyasının
sorunları,
bilim/teknoloji,
değişim/ilerleme,
eğitim/öğretim düzeyleriyle ilgili hutbe metni çerçevesinde çözümlenmektedir.
247
Son olarak, tarihsel öğeler birimini konu alan hutbe söylemi; tarihsel
şahsiyetler, hicret, savaşlar/fetihler düzeylerinde irdelenmektedir.
2012 yılındaki Cuma hutbelerinin analizinde 2001 yılındaki hutbelerin
analizinde
kullanılan
birimler
kullanılmaktadır.
Ancak
bu
birimlerden
bazılarının tüm düzeyleri aynı değildir. Daha özel olarak belirtildiğinde; 2001
yılındaki hutbelerin ahlak, toplum, dünya/yaşantı, güncel değerler/eğilimler,
tarihsel öğeler birimlerinin düzeyleri aynıdır. 2001 yılının hutbelerinin
analizinde başvurulan ritüel biriminin evlilik/düğün düzeyi, 2012 yılının
hutbelerinin analizinde başvurulan aynı ritüel biriminde bulunmamaktadır.
2001 yılıyla ilgili analizdeki insan biriminin vatandaş düzeyi 2012’de
bulunmamaktadır. 2001 yılının hutbe analizindeki milli öğeler biriminin
bayrak, devlet, vatan/yurt/ülke düzeyleri 2012 yılının hutbe analizinde
bulunmamaktadır. Bunun en önemli nedeni, bu kavramların, 2012’deki
hutbelerde hiç geçmemesi değil, geçtikleri halde milli öğeler birimindeki diğer
düzeylerle ilgili metinlerin ve yargıların bir parçası olmalarıdır.
Tezin üç temel hipotezi bulunmaktadır. Bu hipotezlerden biri şöyledir:
Hutbelerde mevcut siyasal düzene muhalif fikirler değil uyumcu fikirler
öğütlenmektedir. Ahlak, toplum, ritüeller ve insan birimleriyle ilgili hutbe
metinleri, bu hipotezlerdeki iddiaların test edilmesiyle doğrudan ilişkili
oldukları düşünülerek yorumlanmaktadır. Bununla birlikte siyasal düzenle
uyumcu fikirlerin hutbe metinlerinin tümünde işlendiği varsayılmaktadır. Daha
özel olarak bu hipotezin alt hipotezleri şunlardır: (ahlak açısından) Cuma
hutbelerinde, uyumcu tutumlar desteklenmektedir; (toplum açısından) Cuma
hutbelerinde bütünlükçü tutumlar öğütlenmektedir; (ritüeller açısından)
kaynaşmaya yönelik tutumlar öğütlenmektedir; (insan açısından) hutbelerde
İslam’ın inanç ve ibadet bütünlüğünü benimseyen insan tipi onaylanmakta
buna uymayan insan tipi yadsınmaktadır. Bu birimlerde işlenen ideolojinin
mevcut siyasal iktidarla sınırlı olmadığı, dönemden döneme büyük ölçüde
değişmediği, her dönemde ve toplumda geçerli oldukları düşünülmektedir.
248
Tezin ikinci temel hipotezi şöyledir: Hutbelerde belirli bir tarih ve millet
ideolojisi yer almaktadır. Bu bağlamda hutbelerin tarihsel ve milli öğelere
yönelik ideolojisinin dönemsel olarak değişim gösterdiği, en azından, bu
birimlere yönelik hutbelerin ideolojisinin dönemden döneme, diğer birimlere
yönelik hutbelerden daha fazla değişebilir olduğu düşünülmektedir. Özellikle,
tarihsel öğeler birimi ve milli öğeler birimi bu açıdan değerlendirilmektedir.
Hutbelerde siyasal düzenin yıllara göre farklılığıyla ilgili iki özel hipotez
geliştirilmiştir: (1) 2012 yılındaki hutbelerde milli öğelere 2001 yılındakilerden
daha az yer verilmektedir, (2) 2012’deki hutbelerde tarihsel öğelere 2001
yılındakilerden daha fazla yer verilmektedir.
Diğer temel hipotez ise şöyledir: Hutbelerde güncel yaşamın nasıl
düzenlenmesi gerektiğine yer verilmektedir. Dünya/yaşantı ve güncel
değerler/eğilimler birimlerine yönelik Cuma hutbelerinin metinleri bu hipotezle
ilgili olarak ele alınmaktadır.
Bu birimlerle ilgili oldukları belirlenen metinler bir araya getirilmiştir.
Daha sonra bu metinlerle ilgili “onaylama” ve “yadsıma” kategorileri açısından
ifade edilen yargılar tablo içine yerleştirilmiştir. Tabloda yer alan yargılar
doğrultusunda ideolojik inşanın nasıl gerçekleştiği hakkında yorum ve
değerlendirmeler yapılmıştır.
3.3. 2001 YILI CUMA HUTBELERİNDEKİ SÖYLEMİN İDEOLOJİK İNŞASI
3.3.1. Ahlak
Ahlak birimi içinde öncelikle kişilik/davranış, iyilik/kötülük ve hak/adalet
alt birimleri hakkında yargı barındıran metinler belirlenmekte, sonra bu
metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade edilmekte, son
olarak
ise
ortaya
yapılmaktadır.
çıkan
yargısal
ifadeler
hakkında
değerlendirme
249
3.3.1.1. Kişilik/Davranış
YARGI 1: “Toplumu için için kemiren dargınlık, küskünlük, düşmanlık ve
hatta cinayetlerin sebebi görülebilen manevi hastalıklardan GIYBET, diğer ifadesiyle
DEDİKODU, haram kılınan, yasak fiillerdendir.
…Muhterem Cemaat!
İnsan onurunu zedeleyen, dargınlık ve düşmanlıklara sebep olan gıybetten
uzak duralım. Gıybet kardeşliğe saplanan hançer; sevgiyi solduran bir alevdir.
İnsanlar arasındaki birliği ve beraberliği bozan, fitne ve fesat kaynağıdır. Tek
kelimeyle günah batağıdır.
O halde: Tez elden tövbe edip, eğer gıybetini yaptığımız kardeşlerimiz varsa
onlarla helâlleşelim. Aksi takdirde öbür hayatta mutluluğu tadamayız.” (23 Şubat
2001)
YARGI 1: “…Müslümanlıkta insanların güvenini kazanmak ve dürüst olmak,
güzel ahlakın bir özelliğidir.” (5 Ocak 2001)
YARGI 1: “İslâm ahlakının özünü ve temelini oluşturan ölçülü ve tutarlı
olmak, insanı şahsiyetli, inandırıcı ve başarılı kılan hasletlerin başında yer
almaktadır.” (4 Mayıs 2001)
YARGI 1: “Muhterem Müslümanlar!
Her toplum kendi seçkin şahsiyetlerini örnek alır. İlim, irfan ve akl-ı selim
sahibi insanların da yapacağı budur. İşte bu insanlar dünya ve ahirette, mesut ve
bahtiyar olurlar. Bu tür bahtiyar insanlardan yoksun olan toplumlar ahlâki çöküntüye
düşerler, huzurları bozulur; güç ve kuvvetlerini kaybederler; anarşinin içine düşerler.
Bu kaçınılmaz bir sonuçtur.
Aziz Mü’minler!
Dinî ve ahlakî hayatımızın en büyük örnek şahsiyeti, hiç şüphe yok ki, sevgili
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir.” (1 Haziran 2001)
YARGI 1: “Muhterem Müslümanlar!
İbadet, kalpteki imanın bir alameti ve dışa yansıyan bir görüntüsüdür. İbadet
imanın gıdası, kalbin cilası; ahlak ve faziletin menbaıdır. İbadetler, kalplere Allah
sevgisini yerleştirmek, bütün kötü düşünce ve davranışlardan arındırmak yönünden
çok önemlidir.” (28 Aralık 2001)
YARGI 1: “Dinimizin yasakladığı büyük günahlardan biri de, yalancı
şâhitliktir. Allah’a ve ahiret gününe inanan bir kimsenin, hatır ya da çıkar için hâkimin
huzurunda yalancı şâhitlik yaparak haklıyı haksız, haksızı haklı çıkarmaya
çalışması, büyük bir vebaldir. Çünkü yalancı şâhitlik, Allah’a şirk koşmadan sonra
gelen, büyük günahlardan birisidir.” (7 Eylül 2001)
250
YARGI 1: “Nitekim Cenab-ı Allah, “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri
niçin söylüyorsunuz!?. Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük bir
öfke sebebidir” buyurarak inananları ölçülü ve tutarlı olmaya davet etmektedir.
Ölçülü ve tutarlı olmak, şüphesiz aklı kullanmanın ve mantıklı düşünmenin bir
neticesidir. Bu hususta Yüce Allah şöyle buyurmaktadır. “Sizler Kitabı okuduğunuz
halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?! Hala aklınızı
kullanmıyor musunuz?!””
…
Allah katında sevimli, insanlar nazarında da itibarlı bir mevkiye yükselmek ve
takdir edilmek isteyen herkes, dinin ve toplumun koyduğu kurallara saygılı,
davranışlarında da ölçülü ve tutarlı olmak zorundadır.
İslam hakkında bir şeyler öğrenmek isteyen bir sahabeye “Allah’a iman ettim
de, sonra da dosdoğru ol” diye buyuran Peygamberimizin, bu ölçüsünü çok iyi
düşünmeli ve hayatımızın her safhasında ölçülü olmayı dikkate almalıyız.
Sözümüzle, özümüzle her iş ve hareketimizde dosdoğru davranmalıyız.”
(4 Mayıs 2001)
YARGI 1: “Değerli Mü’minler!
Kısaca ifade etmek gerekirse; rüşvet ve yolsuzluk toplumları felakete
götüren, birlik ve kardeşlik duygularını kökünden sarsan, itimat ve güveni yok eden
çirkin davranışlardandır. Kendisinin Allah tarafından her yerde görüldüğüne ve bir
gün hesaba çekileceğine inananlardan oluşan bir toplumda bu tür davranışlara
rastlanmaz.
Bu çeşit kötülüklerden uzak duralım ve Yüce Rabbimizin beyan ettiği mutlu
kullar arasında yer alalım.
Ne mutlu hakka riayet edip hukuka uyanlara,
Ne mutlu rüşvet ve yolsuzluk gibi çirkin davranışlardan uzak duranlara.” (9
Mart 2001)
3.3.1.2. İyilik/Kötülük
YARGI 2: “Değerli Mü’minler!
Güvenilir Müslüman olmanın temeli, her türlü şüpheden uzak olarak Allah’a
iman etmek, emirlerini tutmak, yasaklarından kaçınmak mal ve mülkün Allah’a ait
olduğunu bilmek onun kudreti önünde eğilmek ve ölümden sonra O’nun huzurunda
hesap verileceğine inanmak böylece, herkese iyilik yapmak, kötülüklerden
uzaklaşmak, başkalarına zarar vermekten kaçınmaktır.” (5 Ocak 2001)
YARGI 2: “Yaratılış itibariyle iyiliğe de, kötülüğe de meyledebilen
insanoğlunun yapması gereken iyilik ve güzel ahlak nevinden davranışların
251
yapılması emredilirken yapılmaması gereken kötülük ve çirkin davranışlar da
yasaklanmıştır.” (23 Şubat 2001)
YARGI 2: “Şu gerçek hiçbir zaman unutulmamalıdır: Kim iyilik ve kötülük
olarak ne yapmışsa; mutlaka karşılığını görecektir.” (6 Temmuz 2001)
YARGI 2: “Unutmayalım ki, olgun Müslüman, kimseye zararı dokunmayan,
çevresine güven veren ve daima iyilik yapan kimsedir.” (14 Aralık 2001)
3.3.1.3. Hak/Adalet
YARGI 3: “Aziz Mü’minler!
İnsanlar arasında haksız kazanç yerleşmemelidir. Bunlar şuuraltında
hayranlık ve imrenme haline dönüşmemelidir. Aldırmazlık, duyarsızlık menfaatçılıkla
ittifak yapmamalıdır. Para saygınlığın ölçüsü olmamalıdır. Aksi takdirde bu toplumda
kir lenme had safhaya ulaşmış demektir. Gençlerin eğitimlerinde bu konuların
işlenmesine daha ziyade önem verilmelidir. Tarihten bilinen bir gerçektir ki, ahlâken
bozulmuş toplumlar dünya sahnesinden silinip gitmişlerdir. Tarih bunun örnekleriyle
doludur.
Açıklamaya çalıştığımız kirliliklerle ilgili önleyici tedbirlerin başında; yolsuzluk
ve rüşvet sorununa ortam hazırlayan sebeplerin yok edilmesi gelmektedir.
Bu nedenle, hak, hukuk, bütün kurum ve kurallarıyla insanların zihinlerine
yerleştirilmelidir. Toplumsal değerler yozlaştırılmamalı, sağlam eğitim ve öğretim
esas alınmalıdır. Bunlardan ayrı olarak ahlâki ve caydırıcı tedbirler de ihmal
edilmemelidir.” (9 Mart 2001)
YARGI 3: “Yüce Allah Nisa sûresinin 135. Âyetinde meâlen şöyle buyurur:
‘Ey iman edenler! Adaleti, titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve
akrabanız aleyhinde de olsa, Allah için şâhitlik eden kimseler olun. (Haklarında
şâhitlik ettikleriniz engin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha
yakındır. Hislerinize uyup adâletten sapmayın, (şâhitliği) eğip, büker (doğru
şâhitlik etmez), yahut şâhitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah,
yaptıklarınızdan haberdardır.’
…
Yalancı şâhitliğin keffareti yoktur. Yalnız tevbe etmekle de bunun vebâlinden
kurtulmak kolay değildir. Çünkü bu, bir kul hakkıdır ve bu hakkı ihlâl eden kişi, ancak
mağdûr ettiği tarafın zararını telâfî ederek, helâllik isteyip gönlünü aldıktan ve bir
daha yapmamak üzere tevbe edip Allah’dan af diledikten sonra affını ümit edebilir.
Mü’min, acı da olsa gerçeği söyleyen ve kendi aleyhine bile olsa hakikat ve
adaletten ayrılmayan insandır.” (7 Eylül 2001)
252
YARGI 3: “… [Y]aratılışımızın gayesine uygun olarak hareket edelim; verilen
nimetlere karşı en büyük şükür olan ibadetlerimizi ihlas ile yerine getirelim.
Yaptığımız her işte Allah rızasını gözetelim, haktan, adaletten, doğruluk ve
samimiyetten ayrılmayalım ki, her iki dünyada mutluluğu tadalım. İbadetlerimizin,
günahlarımızın bağışlanmasına vesile olduğunu da unutmayalım. (28 Aralık 2001)
Tablo 1: Ahlak Birimi Açısından Kategoriler
2001 YILI CUMA HUTBELERİNDE “AHLAK”A İLİŞKİN SÖYLEMİN
“KİŞİLİK/DAVRANIŞ, İYİLİK/KÖTÜLÜK, HAK/ADALAET” DÜZEYLERİNDEKİ
İÇERİĞİN İDEOLOJİK GÖRÜNÜMÜ
ONAYLAMA KATEGORİSİ
YADSIMA KATEGORİSİ
1.1.Gıybet yapmak, toplumda birçok 1.1.İnsanlar gıybetten uzak durmadıkça
kötülüğün
nedenidir.
İnsanlar, kötülükler engellenemez.
gıybetten uzak durmalı ve gıybetini
yaptıklarıyla helalleşmelidir.
1.2.İnsanların güveni, güzel ahlakla 1.2.Güzel ahlak olmadan insanların güveni
kazanılır.
kazanılamaz.
1.3. Ölçülü ve tutarlı olmak, 1.3. Ölçülü ve tutarlı olmadan, inandırıcı
inandırıcı ve başarılı olmayı sağlar.
ve başarılı olunamaz.
1.4. Seçkin şahsiyetler, toplumun 1.4. Seçkin şahsiyetlere sahip olmayan
yükselişini sağlar. Seçkin şahsiyeti toplumlar
yükselemez
ve
ahlaki
olmayan toplumlar ahlaki çöküntüye çöküntüden kurtulamaz.
girerler.
1.5. İbadet imanın, ahlakın ve 1.5. İbadet olmadan iman, ahlak ve fazilet
faziletin
kaynağıdır.
İbadetler olamaz ve insan kötü düşünce ve
insanları bütün kötü düşünce ve davranışlarla bezenir.
davranışlardan uzaklaştırır.
1.6. Allah’a ve ahiret gününe inanan
kimseler Allah’a şirk koşmaktan
sonra gelen en büyük günah olan
yalancı şahitlikten uzak durur ve her
zaman dürüst ve adaletli olur.
1.6. İslam dininde yasaklanmış olan
yalancı şahitliği yapan kimsenin Allah’a ve
ahiret
gününe
olan
inancından
bahsedilemez. Onlar dürüst ve adaletli
değillerdir.
1.7. İman edenler yapacakları şeyleri
söylerler. Akıllı ve mantıklı insanlar
dinin ve toplumun koyduğu kurallara
karşı saygılı olur ve ölçülü, tutarlı
davranışlar
sergilerler.
Böyle
davranarak Allah katında sevimli,
insanlar nazarında da itibarlı bir
konuma yükselir ve takdir edilirler.
1.7. İman edenlerin yapmayacağı şeyleri
söylememeleri gerekir. Ölçülü olmayan ve
tutarlı davranışlar sergilemeyenler aklını
kullanmayan ve mantıksız hareket eden
insanlardır. Böyle davranmayanlar Allah
katında sevimsiz, insanlar nazarında
itibarsız olurlar.
253
1.8. Rüşvet ve yolsuzluğun olmadığı
bir toplumda birlik ve kardeşlik
duyguları gelişmiştir ve oraya itimat
ve güven hakimdir. Bu, Allah’a ve
ahiret gününe inananlardan oluşan
bir toplumun özelliğidir.
1.8. Rüşvet ve yolsuzluk toplumları
felakete götürür. Bu davranışlar varsa
birlik ve kardeşlik duygularından, itimat ve
güvenden söz edilemez. Allah’a ve ahiret
gününe inananlardan oluşan bir toplumda
rüşvet ve yolsuzluk olamaz.
2.1. Güvenilir Müslüman, şüphe
etmeden
Allah’a
iman
eder,
emirlerine ve yasaklarına uyar, mal
ve mülkün Allah’a ait olduğunu bilir,
onun gücü önünde eğilir ve öldükten
sonra hesap vereceğine inanır,
herkese iyilik yapar, kötülüklerden
uzaklaşır ve başkalarına zarar
vermekten kaçınır.
2.1. Bir Müslüman güvenilmez ise, Allah’a
iman ederken şüphelerden uzaklaşmaz,
emir ve yasaklarına uymaz, mal ve mülkün
Allah’a ait olduğunu bilmez, onun gücü
önünde eğilmez ve öldükten sonra hesap
vereceğine
inanmaz,
herkese
iyilik
yapmaz, kötülüklerden uzaklaşmaz ve
başkalarına zarar vermekten kaçınmaz.
2.2. İyiliğe de kötülüğe de eğilimi 2.2. İyilik ve güzel ahlakı kapsayan
olan insanoğluna iyilik ve güzel davranışları sergilemeyenler emirlere karşı
ahlakı içeren davranışları yapması gelmiş olurlar.
emredilmiştir.
2.3. İyilik ve kötülük yapanlar 2.3. İyilik ve kötülük karşılıksız değildir.
mutlaka karşılığını alacaktır.
2.4. Olgun Müslüman kimseye zarar 2.4. Çevresine zarar veren, güven
vermez, herkese güven verir ve her vermeyen ve iyilik yapmayan kimse olgun
zaman iyilik yapar.
bir Müslüman değildir.
3.1. Haksız kazanç, toplumu kirlettiği
için hak, hukuk, bütün kurum ve
kurallarıyla insanların zihinlerine
yerleştirilmelidir. Ayrıca gerektiğinde
ahlâki ve caydırıcı tedbirler alınarak
toplumda ahlak sağlanmalıdır.
3.1. Toplumun kirlenmesine neden olacak
haksız kazanca izin verilmemelidir,
kirlenmiş bir toplumda hakla hukuk bütün
kurallarıyla işleyemez. Caydırıcı tedbirler
alınmazsa toplumda ahlak sağlanamaz.
3.2. İman eden bir insan yalancı 3.2 Yalancı şahitlik yapan, yalan söyleyen,
şahitlik yapmaz, gerçeği söyler ve adaletli olmayan bir kimse Allah’a iman
her zaman adaletli olur.
etmemiştir.
3.3. Allah’a ibadet eden, onun
rızasını gözeten, hak, adalet,
doğruluk ve samimiyetle hareket
edenler her iki dünyada da mutlu
olur.
3.3. Allah’a ibadet etmeyen, onun rızasını
gözetmeyen, hak, adalet, doğruluk ve
samimiyetle hareket etmeyenler iki
dünyada da mutlu olamazlar.
254
3.3.1.4. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Ahlak” Alanındaki Yargıların
İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi
2001 Cuma hutbelerinde ahlakın ideolojik inşasıyla ilgili olarak
kişilik/davranış, iyilik/kötülük, hak/adalet ölçütleri onaylama ve yadsıma
kategorileri açısından ele alınmaktadır. İçeriğe genel olarak baktığımızda
ahlakın kişilik davranış yönüyle ilgili olarak gıybet, güven, güzel ahlak, ölçülü
olmak, tutarlı olmak, inandırıcı olmak, başarılı olmak, seçkin şahsiyet, ahlak
ve fazilet, şirk koşmak, yalancı şahitlik, Allah katında sevimli ve insanlar
arasında itibarlı olmak, rüşvet ve yolsuzluk konularıyla ilgili yargıların işlendiği
görülmektedir. Daha özel olarak gıybet yapmanın, toplumda birçok kötülüğün
nedeni olduğu, insanların, gıybetten uzak durmaları ve gıybetini yaptıklarıyla
helalleşmeleri vurgulanmaktadır. İnsanların güveni ancak güzel ahlakla
kazanılabilir. Aynı zamanda kişilerin ölçülü, tutarlı olmaları, inandırıcı ve
başarılı olmalarını beraberinde getirir. Bu hutbelerde yer verilen önemli bir
tema da seçkin şahsiyetlerin, toplumun yükselmesine yol açtıklarıdır. Buna
göre,
seçkin
şahsiyetten
yoksun
olan
toplumlar
ahlaki
çöküntüden
kurtulamazlar. İbadet, imanın, ahlakın ve faziletin kaynağı olarak görülür ve
ibadetlerin insanları bütün kötü düşünce ve davranışlardan uzaklaştırdığı
belirtilmektedir. Bu çerçevede, Allah’a ve ahiret gününe inanan kimseler,
yalancı şahitlikten uzak dururlar ve her zaman dürüst ve adaletli olurlar.
Ayrıca iman edenler yapacakları şeyleri söylerler, dinin ve toplumun koyduğu
kurallara karşı saygılı olurlar ve ölçülü, tutarlı davranışlarla tanınırlar, böylece
Allah katında sevimli, insanlar nazarında da itibarlı bir konumda bulunurlar.
Son olarak, kişilik/davranış alanında rüşvet ve yolsuzluğun olmadığı bir
toplumda birlik ve kardeşlik duygularının geliştiği, böyle bir topluma güvenin
hakim olduğu vurgulanmaktadır.
Ahlakın iyilik kötülük boyutu bu hutbelerde özel bir yer tutmaktadır.
Özel olarak güvenilir Müslümanın, şüphe etmeden Allah’a iman ettiği,
emirlerine ve yasaklarına uyduğu, mal ve mülkün Allah’a ait olduğunu bildiği,
onun gücü önünde eğildiği ve öldükten sonra hesap vereceğine inandığı,
255
herkese iyilik yaptığı, kötülüklerden uzaklaştığı ve başkalarına zarar
vermekten kaçındığı belirtilmektedir. Burada, doğasında iyiliğe de kötülüğe
de eğilimi olan insanın, iyilik ve güzel ahlakı içeren davranışları yapmasının
emredildiği vurgulanır. Bu anlamda iyilik ve kötülük yapanların mutlaka
karşılığını alacakları üzerinde durulmaktadır. İşlenen önemli düşüncelerden
biri de, olgun Müslümanın, hiç kimseye zarar vermeyen, herkese güven
veren ve her zaman iyilik yapan biri olduğudur.
Ahlakın hak/adaletle ilişkili alanında yer verilen temel bir yargı, hak,
hukuk, bütün kurum ve kurallarıyla insanların zihinlerine yerleştirilmesinin ve
böylece haksız kazancın engellenmesinin gerekliliğiyle ilgilidir. Bu anlamda,
gerektiğinde ahlâki ve caydırıcı tedbirler alınarak
toplumda ahlakın
sağlanabileceği belirtilmektedir. Ayrıca iman eden bir insanın yalancı şahitlik
yapmayacağı, gerçeği söyleyeceği ve her zaman adaletli olacağı anlayışına
yer verilmektedir. Son olarak Allah’a ibadet edenlerin, onun rızasını gözeten,
hak, adalet, doğruluk ve samimiyetle hareket edenlerin her iki dünyada da
mutlu olacakları vurgulanmaktadır.
3.3.2. Toplum
Toplum birimi içinde öncelikle cemiyet, akrabalık, dayanışma/yardımlaşma,
kardeşlik, ekonomi, toplumsal bütünlüğü kuvvetlendiren ve zayıflatan edimler
ve komşuluk alt birimleri hakkında yargı barındıran metinler belirlenmekte,
sonra bu metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade
edilmekte,
son
olarak
ise
değerlendirme yapılmaktadır.
ortaya
çıkan
yargısal
ifadeler
hakkında
256
3.3.2.1. Aile
YARGI 1: “Muhterem Müslümanlar!
Hepimizin bildiği gibi toplumun temelini aile oluşturur. Ailelerin bir araya
gelmesinden milletler teşekkül eder. Bir toplumun sağlıklı ve huzurlu olması, her
şeyden önce aile yapısının sağlam olmasına bağlıdır. Aile fertleri arasındaki ilişkiler,
karşılıklı sevgi, saygı, şefkat ve dayanışma gibi güzel değerler esas alınarak
düzenlenirse; o aile uyum içinde olur. Hayatın ve birlikte olmanın mutluluğu yaşanır.”
(16 Şubat 2001)
YARGI 1: “Aziz Mü’minler!
Dünya ve ahiret saadetini hedefleyen İslam Dini, toplumun temeli olan aileyi
sevgi ve saygıya dayanan bir kurum olarak tanımlamıştır.
… Aile hayatı konusunda da en güzel örneği teşkil eden Peygamberimiz,
hiçbir zaman hanımlarına sert muamelede bulunmamış ve onlara karşı daima iyi
davranarak, şefkatle muamele etmiştir.” (30 Mart 2001)
YARGI 1: “Muhterem Müslümanlar !
Yaratılmışların en şereflisi ve en mükemmeli olan insan bir çok görevlerle
sorumlu tutulmuştur. Bu görevlerin başında Allah’a karşı görevlerimiz ile ailemize
karşı sorumluluklarımız gelmektedir.” (11 Mayıs 2001)
3.3.2.2. Cemiyet
YARGI 2: “Cemiyet halinde yaşamak, karşılıklı hak ve sorumlulukları da
beraberinde getirmektedir.” (6 Temmuz 2001)
YARGI 2: “Orucun farz olmasındaki hikmetler, insanlara ve cemiyetlere
sağladığı yararlar göz önüne alındığında, bu ibadetin, İnsanlara Allah’ın büyük bir
ihsanı olduğu görülür.” (16 Kasım 2001)
YARGI 2: “…[T]erbiye, aile ocağında başlar; okulda gelişir ve cemiyette
yaygınlaşır.” (23 Kasım 2001)
257
3.3.2.3. Akrabalık
YARGI 3: “Muhterem Müslümanlar!
İslam Dini’nin, üzerinde ısrarla durduğu ahlaki ve sosyal değerlerden biri de
akrabalara saygılı olmak, onlara şefkat ve merhamet göstermektir. Yakın ve uzak
akrabalarımızın her bir ferdine samimi bir sevgi beslemek ve ilgiyi kesmemek, dini
ve ahlaki görevlerimizden birisidir.
…Aziz Müslümanlar!
Akrabalarımızdan sıkıntıda olanlara maddi ve manevi yardımda
bulunmalıyız. Yardıma muhtaç olmayanların gönüllerini alıp, büyük olanlara saygılı
davranarak, küçük olanlara şefkat ve merhametle muamele etmeliyiz.
…Akrabamız bizden yüz çevirdiği bir zamanda onları arayıp hal ve hatırlarını
sorar, durumları ile ilgilenirsek, işte o zaman akrabamıza karşı olan vazifelerimizi
gerçek manasıyla yerine getirmiş oluruz. Ziyarete gelmeyen akrabayı ziyaret etmek,
kötülük yapana iyilikte bulunmak ve onu affetmek kendi aleyhine bile olsa doğruyu
ve hakkı söylemek; dini ve ahlâki meziyetlerdendir. Bu ziyaretler sırf Allah Rızası için
olmalı, maddi menfaatlara dayanmamalıdır. Bunun içindir ki, dinimizde akrabalık
görevlerini yerine getirenlere büyük mükafatlar vadedilmiştir.
Muhterem Müslümanlar!
Akrabalarımıza hatta bütün insanlara karşı maddi ve manevi her çeşit
yardımda bulunmak güler yüz göstermek, tatlı dil kullanmak dini ve ahlaki bir
görevimizdir. Ne mutlu akrabasına karşı iyi muamelede bulunanlara ve onları
unutmayıp hal ve hatırlarını soranlara!..” (26 Ocak 2001)
YARGI 3: “Peygamberimiz (a.s.); Allah’a ortak koşmak, kin ve düşmanlık
beslemek, kibir ve gurur içinde olmak, içki ve uyuşturucu kullanmak, akraba ve
komşularla ilişkiyi kesmek, ana-baba haklarına riayet etmemek gibi günahların, bu
gece vesile edilerek terk edilmesini tavsiye etmiş; günahlarına ısrar edenlerin, af ve
mağfiretten mahrum kalacaklarını ve bu gecenin feyzinden yararlanamayacaklarını
bildirmiştir.” (26 Ekim 2001)
3.3.2.4. Dayanışma ve Yardımlaşma
YARGI 4: “O halde değerli Müslümanlar!
Toplum hayatında mutlu ve huzurlu yaşamak istiyorsak, yardımlaşma ve
dayanışma içerisinde hayatımızı devam ettirelim. Nefsimiz için istemediğimiz şeyleri,
başkasına da reva görmeyelim. Unutmayalım ki, hayat, sanıldığından daha kısadır
ama; bu kısa hayatta yapılabilecek iyi işler pek çoktur; ona göre hareket edelim.
Acılarımızı ve sevinçlerimizi birlikte paylaşalım. İşte o zaman hayat huzur ve
mutluluklar içinde geçecektir.” (9 Şubat 2001)
258
YARGI 4: “Kurban toplumda kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma ruhunu
canlı tutar, Sosyal adaletin gerçekleşmesine katkıda bulunur. Özellikle et satın alma
imkânı bulunmayan veya çok sınırlı olan yoksulların bulunduğu ortamlarda kurbanın
bu rolünü daha belirgin biçimde görmek mümkündür. Kurban zengine malını Allah’ın
rızası için, başkalarıyla paylaşma yolunda harcama alışkanlığını verir; zengini
cimrilik hastalığından, dünya malına tutkunluktan kurtarır. Fakirin de varlıklı insanlar
aracılığıyla Allah’a şükretmesine vesile olur…
Kurban insanlar arasında sevgi ve dayanışma ruhunu güçlendirir. Böylece
kardeşlik duyguları kuvvetlenerek zengin, fakir arasındaki farklılığın ortadan
kalmasına vesile olur.” (2 Mart 2001)
YARGI 4: “Her Çanakkale Zaferinin yıl dönümünde hatırlamamız ve zaferden
çıkarmamız gereken dersler vardır…-İnanç, vatan sevgisi, dayanışma, birlik ve
beraberlik duyguları, zamanın en güçlü ve donanımlı ordularına karşı koymada en
önemli faktörler olmuştur.” (3 Ocak 2001)
YARGI 4: “… [G]ünde beş vakit namaz kılmak suretiyle Allah’ın huzuruna
duran bir insan, Rabbini hatırlamış ve hesap gününü unutmadığını ortaya koymuş
olur. Allah için malının bir kısmını fakire zekat olarak veren bir insan, muhtacın
sıkıntısını gidermiş, onu gözetmiş, sosyal dayanışmayı sağlamış bulunur. Oruç tutan
da, nefsini islah etmiş, yoksulların durumundan haberdar olmuş olur.” (28 Aralık
2001)
YARGI 4: “Aziz Mü’minler!
Yeryüzündeki varlıkların en mükemmeli insandır.
Çünkü o; en güzel bir şekilde yaratılmış, akıl nimetiyle donatılmıştır. İnsan
için başka insanlarla tanışmak, yardımlaşmak, onlarla bir arada yaşamak, en tabii bir
ihtiyaçtır. Yeryüzünde huzur içerisinde bir hayat sürdürmek, Allah’ın sayısız
nimetlerinden meşru ölçüler içerisinde yararlanmak, neslinin devamını sağlamak ve
ihtiyaçlarını karşılamak, toplu halde yaşamaya bağlıdır.” (6 Temmuz 2001)
YARGI 4: “Üç aylar, kötülüklerden uzaklaşmanın yoğunluk kazandığı; iyilik,
hayır ve duaların arttığı; yardımlaşma hissinin canlandığı; gönülleri ferahlatan
Ramazan-ı Şerifin de içinde bulunduğu bir iklimdir.” (14 Eylül 2001)
YARGI 4: “Muhterem Müslümanlar!
Ramazan ayının fazileti hakkında, Peygamber Efendimiz (s.a.s.), bir
hutbesinde şöyle buyurmuşlardır: ‘Ey insanlar! Büyük ve mübârek bir ayın
gölgesi üzerinize düştü. Bu ay içerisinde, bin aydan daha hayırlı olan Kadir
Gecesi vardır. Bu ayda Allah, gündüzleri oruç tutmayı farz kıldı, ben de bu ayın
gecelerinde teravih namazını size sünnet kıldım. Bu ayda bir iyilik yapan,
başka zamanlarda bir farzı yerine getirmiş gibi sevap kazanır. Bu ayda bir farzı
yerine getiren kimse de, başka aylarda yetmiş farzı yerine getirmiş gibi
(mükâfât almış) olur.
259
Ramazan sabır ve yardımlaşma ayıdır, sabrın ve yardımlaşmanın
mükafatı ise cennettir. Ramazan bereket ayıdır, mü’minin rızkının çoğaldığı bir
aydır. Kim bu ayda bir oruçluya iftar ettirirse, onun bu davranışı günahlarının
bağışlanmasına, cehennemden kurtuluşuna ve iftar ettirdiği kimsenin tuttuğu
orucun sevabından pay almasına vesile olur. Oruç tutan kimsenin sevabından
da bir şey eksilmez.’” (9 Kasım 2001)
YARGI 4: “Aziz Müslümanlar!
Oruç; kalpte incelik, vicdanda duyarlılık meydana getirir. Bu sayede fakirlerin,
yoksulların hallerini düşünerek insanda yardımlaşma hissini uyandırır. Böylelikle
Müslümanlar arasında sosyal dengenin korunmasına yardım eder. Kin, nefret ve
bencillik gibi duygulardan insanı uzaklaştırır; huzurlu ve mutlu bir toplumun
oluşmasına vesile olur.” (16 Kasım 2001)
YARGI 4: “Büyük geçim sıkıntısı çeken, yoksulluk sebebiyle mutluluk ve
huzuru yitirmiş, yahut yaşlılık ve özürlülük gibi nedenlerle çalışma gücü bulunmayan
düşkünler toplumda yardım edilmesi ve ilgi gösterilmesi gereken kimselerdendir…
Maddi yardımların yanında, ihtiyaç halinde düşkünlere fiilî olarak da yardım
etmek gerekebilir. Bu şekilde yapılacak fiillî yardımları da sadaka olarak nitelendiren
Peygamber Efendimiz, bu tür yardımların mükâfatını bir hadis-i şeriflerinde şöyle
açıklamaktadırlar. ‘Kimsesizlerin yardımına koşanlar, Allah yolunda cihad etmiş
gibi sevap alırlar.’” (8 Haziran 2001)
YARGI 4: “Muhterem Müslümanlar!
Düşeni kaldırmak, hastayı ziyaret etmek, açları doyurmak, açıktakileri
barındırmak, dul ve yetimlerin elinden tutmak, yolunu şaşıranlara yol göstermek,
büyüklere saygılı olmak, her Müslüman’ın görevidir.” (19 Ocak 2001)
YARGI 4: “Aziz Mü’minler!
Orucun farz kılınmasında, insanî, ahlâkî, içtimaî, ruhî ve sıhhî pek çok
hikmeti vardır.” (16 Kasım 2001)
3.3.2.5. Kardeşlik
YARGI 5: “Hac ibadeti, Müslümanların dertlerini, sıkıntılarını müzakere
ettikleri ve çözümler aradıkları bir meşveret meclisi, kardeşliklerin, sevgi ve dostluk
bağlarının kuvvetlendirildiği müstesna bir ortamdır.” (16 Şubat 2001)
YARGI 5:
“Muhterem Müslümanlar!
260
Bugünkü hutbemizde; toplumları içinden kemiren, insanlar arasındaki
kardeşlik ve muhabbet bağlarını koparan huzurun bozulmasına yol açan RÜŞVET
VE YOLSUZLUK’tan bahsedeceğiz.” (9 Mart 2001)
YARGI 5: “Zekat; insanlar arasında sevgi, kardeşlik ve samimiyet bağlarını
güçlendirir.” (30 Kasım 2001)
3.3.2.6. Ekonomi
YARGI 6: “Değerli Kardeşlerim!
Huzur içinde, huşû içinde ibadet etmek bile ekonomik hayat ile yakından
ilgilidir. Ekonomik sorunlar içerisinde kıvranan ve ezilen insanların, huzurlu bir
manevi hayat sürmeleri, -iç dünyaları rahat olarak- sükunet içerisinde huşû ile
Allah’a yönelmeleri ve O’na ibadet etmeleri çok zordur. Bu bakımdan ülkemizin karşı
karşıya olduğu ve hepimizi değişik şekillerde etkileyen bu ekonomik krizi sona
erdirmek, hem ülkemizin geleceği hem de dinî hayatımızın düzeni bakımından
büyük önem arz etmektedir.” (31 Ağustos 2001)
YARGI 6: “Ekonomik ve toplumsal hayatın devamı ve verimliliği, insanların
birbirine karşı güvenine bağlıdır. Ölçtüğünü eksik ölçen, tarttığını eksik tartan, malın
gerçek fiyatını söylemeyen, konuştuğu zaman yalan söyleyen, sır tutmasını
bilmeyen, yetimlerin malını yiyen insanlar bu davranışlarını Müslümanlıkla nasıl
bağdaştırabilirler? Bunlara dürüst insan denilebilir mi?” (5 Ocak 2001)
YARGI 6: “İnce bir dengenin hükümran olduğu dünyada insanlar, çeşitli
ihtiyaçlar ile iç içe yaşamaktadır. Bir alandaki dengenin bozulması, toplumun diğer
denge alanlarına da sıçramakta ve nihayet toplumların çürüyüp yok olmasına
müncer olmaktadır. Ekonomik dengenin bozulması, geçim sıkıntısına, işsizliğe,
ümitsizliğe, ahlakî değerlerin çürümesine, insanların beden ve ruh sağlığının
bozulmasına, toplumların diğer toplumlar nezdindeki onur ve itibarlarının
zedelenmesine, kısaca topyekün toplumun dengesinin bozulmasına yol açmaktadır.”
(31 Ağustos 2001)
3.3.2.7. Toplumsal Bütünlüğü Kuvvetlendiren ve Zayıflatan Edimler
YARGI 7: “Değerli Mü’minler!
Günlük hayatımızda fert ve toplum olarak yapmakta olduğumuz ölçüsüz ve
tutarsız hareketlerimizin nelere mal olduğuna, bizleri ne büyük acı ve sıkıntılarla
karşı karşıya getirdiğine şahit olmaktayız. Meselâ hemen her gün kurallara
uyulmaması sebebiyle meydana gelen çeşitli kazalar sonucu onlarca insanımızın
hayatını kaybettiği, trilyonlarca liraya varan milli servetin de yok olduğu hepimiz
tarafından bilinmektedir.” (4 Mayıs 2001)
261
YARGI 7: “Terör ve uyuşturucu, iki tarafı keskin bir bıçak gibidir. Terör
örgütleri, bir yandan aldatılmış ve kandırılmış gençleri insanlık dışı eylemlere
sürüklerken; diğer taraftan da kandıramadıkları gençleri uyuşturucu ile zehirleme ve
tesirsiz hale getirme programını uygulamaktadırlar. Böylece taze ve zinde güç
gençlik, günden güne eriyip gitmektedir. Gençliğimiz bu tür tuzaklara karşı uyanık
olmalıdır.” (18 Mayıs 2001)
YARGI 7: “Peygamberimiz (a.s.); Allah’a ortak koşmak, kin ve düşmanlık
beslemek, kibir ve gurur içinde olmak, içki ve uyuşturucu kullanmak, akraba ve
komşularla ilişkiyi kesmek, ana-baba haklarına riayet etmemek gibi günahların, bu
gece vesile edilerek terk edilmesini tavsiye etmiş; günahlarına ısrar edenlerin, af ve
mağfiretten mahrum kalacaklarını ve bu gecenin feyzinden yararlanamayacaklarını
bildirmiştir.” (26 Ekim 2001)
YARGI 7: “Temeli barış, uzlaşma, hoş görüye dayanan ve ismini de bu
anlamlara gelen "İslam" kelimesinden alan yüce dinimiz, birliği, dirliği, sevgiyi,
kardeşliği emrederken, zulmü, azgınlık ve fenalığı yasaklamış; zulmün en dehşet
verici şekillerinden biri olan terör ve tedhidi ise şiddetle men etmiştir.
…Değerli Mü'minler !
Yeryüzündeki bütün canlılara merhametle yaklaşmayı öngören, Yaratandan
ötürü yaratılanı hoş görme anlayışını yerleştiren yüce dinimizin, erkek-kadın, çocukyaşlı ayırmadan masum insan kanını akıtan terör hareketlerini hoş görmesi asla
mümkün değildir.
…
Şu halde ismi ne olursa olsun, terör, şiddet ve anarşinin İslam'la uzaktan
yakından ilişkisi yoktur; Bu şiddet hareketlerini her hangi bir dine, özellikle İslâm'a
mâl etmek hiçbir şekilde mümkün değildir. Bilakis dinimiz her türlü anarşi, fesat,
bozgunculuk, eziyet, işkence, kısaca terör ve şiddeti kesinlikle haram kılmıştır.
…Hutbeme son verirken, yüce dinimiz İslâm'ın her türlü terörü nefretle
reddettiğini, kınadığını ve lanetlediğini belirtir birlik ve beraberliğimizin devamını
Cenabı Hak'tan niyaz ederim.” (21 Eylül 2001)
YARGI 7: “Yalancı şâhitler; adaleti engelledikleri için toplumda kimsenin
değer vermediği kişilerdir. Söyledikleri en doğru sözler dahi, şüphe ile karşılanır.
Bunlar, dünyada sefaletten, ahirette de Allah’ın azabından kurtulamazlar.” (7 Eylül
2001)
YARGI 7: “Mutluluğun bireysel olamayacağının bilincinde olmalıyız. Toplum
sıkıntı içinde yaşarken savurganlık yapan bireylerin mutlu olamayacağını, zira aynı
sıkıntının bir gün kendilerine de sirayet edeceğini bilmeliyiz. Adeta beraber ağlayıp
beraber gülmeliyiz. Birlikte yaşamak, sevinçte, kederde ve kıvançta ortak kaderi
paylaşmak çok önemlidir.” (31 Ağustos 2001)
262
YARGI 7: “Toplumu oluşturan bütün fertlerin, içinde bulunduğu durum aynı
değildir. Kimi genç, kimi yaşlı, kimi zengin, kimi yoksul; kimi sağlıklı-kimi hasta; kimi
kabiliyetli kimi değildir. Bu farklılığın tabii bir sonucu olarak, toplumda; korunmaya,
desteğe ve özel ilgiye muhtaç kimseler ortaya çıkmaktadır.” (8 Haziran 2001)
3.3.2.8. Komşuluk
YARGI 8: “Muhterem Mü’minler!
Yüce dinimiz İslâm, komşu haklarına büyük önem vermiştir. İslâm’ın komşu
hakları hususundaki emir ve tavsiyelerine, başka sistemlerde rastlamak mümkün
değildir. Komşu ile iyi geçinmek, iyi Müslüman olmanın alâmeti sayılmıştır.
Bu sebeple, kalbi imanla aydınlanmış, gönlü İslâm’ın güzellikleriyle bezenmiş
olan her Müslümanın, yakından uzağa, bütün komşularına iyilik etmesi ve onlara
hayırlı bir komşu olması gerekmektedir. Âile fertlerinden sonra, insanın en yakın
çevresi komşularıdır. Müslüman, komşularıyla güzel geçinen, seven, sevilen, aranan
ve onlara güven veren bir insandır. Çünkü, çevresine güven vermeyen bir insan,
olgun bir mü’min olamaz.
… komşu hakları dinimizin üzerinde titizlikle durduğu bir konudur. Bu itibarla,
Komşularımıza iyilik ve ikramda bulunmak, onlarla selamlaşmak, ziyaretlerine
gitmek, yardımlarına koşmak, sevinçlerini ve kederlerini birlikte paylaşmak, güler
yüzlü davranmak, hediyeleşmek, düğün ve derneklerine katılmak, cenazelerine
iştirak etmek, başsağlığı dilemek, onlara zarar verecek hareketlerden sakınmak,
ayıp ve kusurlarını araştırmamak, ihtiyaçlarını gidermeye çalışmak, komşularımıza
karşı başlıca görevlerimizdir.
Aziz Cemaat!
En yakın komşumuzdan başlamak suretiyle evimizin ve iş yerimizin civarında
bulunan herkes komşumuzdur. Dolayısıyla her birisinin üzerimizde komşuluk hakları
bulunmaktadır. Komşu ifadesi, inansın, inanmasın bütün komşuları içine almaktadır.
Her Müslüman, en yakından başlamak üzere, bütün komşularına elinden gelen ilgiyi
göstermelidir.
O halde Değerli Mü’minler, kendimiz için istediğimizi komşularımız için de
istemeliyiz. Müslüman olmayan komşularımızı da gözetmeliyiz. Komşularımızla
güzel geçinmeli, onları hiçbir şekilde rahatsız etmemeliyiz. Gizli sırlarını
araştırmamalı, eksikliklerini gidermeye çalışmalı, sevinç ve kederlerine ortak olmalı,
her hususta yardımlarına koşmalıyız.” (14 Aralık 2001)
263
Tablo 2: Toplum Birimi Açısından Kategoriler
2001 YILI CUMA HUTBELERİNDE “TOPLUM”A İLİŞKİN SÖYLEMİN “AİLE,
CEMİYET,
AKRABALIK,
YARDIMLAŞMA/DAYANIŞMA,
KARDEŞLİK,
EKONOMİ, BÜTÜNLÜĞÜ KUVVETLENDİREN ve ZAYIFLATAN EDİMLER,
KOMŞULUK” DÜZEYLERİNDEKİ İÇERİĞİN İDEOLOJİK GÖRÜNÜMÜ
ONAYLAMA KATEGORİSİ
YADSIMA KATEGORİSİ
1.1. Aile toplumun temelidir ve sağlıklı
ve huzurlu bir toplum için aile yapısının
sağlam olması gerekir. Bunun için
ailedeki fertlerin ilişkileri sevgi, saygı,
şefkat ve dayanışma değerleri üzerine
kurulmalıdır.
1.1. Ailedeki fertlerin ilişkileri sevgi,
saygı, şefkat ve dayanışma değerleri
üzerine kurulmazsa sağlıklı ve huzurlu
bir aileden, milletten ve toplumdan söz
edilemez.
1.2. Dünya ve ahiret mutluluğuna
büyük önem veren İslam dinine göre
toplumun temeli olan aile, sevgi ve
saygıya dayanmalıdır. Aile hayatı
konusunda en güzel örnek, eşlerine
karşı iyi ve şefkatli davranan İslam
peygamberidir.
1.2. Ailedeki ilişkiler sevgi ve saygıya
dayanmazsa toplumun temeli sağlam
olmaz. Eşlerine karşı iyi ve şefkatli
davranmayanlar İslam peygamberini
örnek almaz.
1.3. İnsanın en önemli sorumlukları, 1.3. İnsan Allah’a ve ailesine karşı
Allah’a ve ailesine karşı olanlardır.
görevlerini
yapmazsa
en
önemli
sorumluklarını yerine getirememiş olur.
2.1. Hak ve sorumluluklar konusuna 2.1. Karşılıklı hak ve sorumlulukları
önem verilmesi, cemiyet halinde önemsemeyenler
cemiyet
halinde
yaşamanın bir gereğidir.
yaşayamazlar.
2.2. Oruç tutmak, insanlara
cemiyetlere yarar sağlar.
ve 2.2. Oruç tutmamak, insanlar ve
cemiyetler açısından olumsuz sonuçları
vardır.
2.3. İyi ve kötü alışkanlıkların 2.3. İyi alışkanlıklar, aile ve okulda
edinilmesi, ailede başlar, okulda gelişir edinilmezse cemiyette yaygınlaşmaz.
ve cemiyette yaygınlaşır.
3.1. Akrabalara saygı ve sevgi
göstermek ve onlarla iyi ilişkiler
kurmak, İslam’ın en önemli toplumsal
değerlerindendir. İslam’da, sıkıntısı
olan akrabalara yardım etmenin, hatalı
akrabaları affetmenin ödülü büyüktür.
3.1. Akrabalara saygı ve sevgi
göstermemek
İslam’ın
toplumsal
değerlerine uymaz. Akrabalara yardım
etmeyenler ödüllendirilmez.
3.2. Af ve mağfiretten yararlanmak için 3.2.Akrabalarla ilişkiyi sürdürmeyenler
akraba ve komşularla ilişkiyi sürdürmek af ve mağfiretten yararlanamazlar.
gerekir.
264
4.1. Yardımlaşma ve dayanışma, 4.1. Yardımlaşma ve dayanışma
toplum hayatında mutluluk ve huzura olmadan toplum hayatında mutluluk ve
yol açar.
huzur olmaz.
4.2. Kurban, toplumda yardımlaşma ve
dayanışmanın yanısıra sosyal adaleti
sağlar.
Zenginin
malını
fakirle
paylaşmasına böylece zenginle fakir
arasındaki farklılıkları ortadan kaldıran
kardeşlik duygularının gelişmesine yol
açar.
4.2.Kurban ibadeti gerçekleştirilmezse
toplumda yardımlaşma, dayanışma ve
sosyal
adalet
tam
anlamıyla
sağlanamaz.
Kurbanda zenginlerin
malını
fakirlerle
paylaşmaması
sonucunda zenginle fakir arasındaki
farklılık ortadan kalkmaz.
4.3. İnanç, vatan sevgisi, dayanışma, 4.3. İnanç, vatan sevgisi, dayanışma,
birlik ve beraberlik duygularına sahip birlik ve beraberlik duygularına sahip
olmak en büyük güce sahip olmaktır.
olmazsak güçlü ve başarılı olamayız.
4.4. Zekat, ihtiyacı olanların sıkıntısını 4.4. Zekat verilmezse ihtiyacı olanların
giderir ve sosyal dayanışmayı sağlar.
sıkıntısı
giderilmez
ve
sosyal
dayanışmayı olumsuz etkiler.
4.5.
Yardımlaşmak,
Allah’ın
nimetlerinden
meşru
olarak
yararlanmak,
neslin
devamını
sağlamak ve ihtiyaçların giderilmesi
toplu halde yaşamaya bağlıdır.
4.5.
Toplu
halde
yaşanmazsa
yardımlaşma
olmaz,
Allah’ın
nimetlerinden
meşru
olarak
yararlanılmaz, neslin devamı sağlanmaz
ve birtakım ihtiyaçlar giderilemez.
4.6.
Üç
aylarda
kötülüklerden 4.6. Kötülüklerden uzaklaşılmazsa,
uzaklaşılır, iyilik, hayır, dua ve iyilik, hayır, dua ve yardımlaşma
yardımlaşma duyguları yoğunlaşır
duyguları yoğunlaşmazsa üç ayların
gereği yerine getirilmiş olmaz.
4.7.
İslam
peygamberi
Hz. 4.7.
İyilik
yapılmadan,
sabır
Muhammed, Ramazan ayında iyilik gösterilmeden ve yardımlaşma olmadan
yapmanın, sabrın ve yardımlaşmanın Ramazan ayı anlaşılamaz.
ödülünün cennet olduğunu ifade eder.
4.8. Oruç tutmak, fakirleri anlamayı
sağlar ve yardımlaşma duygusunu
harekete geçirererk huzurlu ve mutlu
bir toplumun oluşmasına katkıda
bulunur.
4.8.
Oruç
tutulmazsa
fakirler
anlaşılamaz, yardımlaşma duygusu
harekete geçemez ve yardımlaşma
duygusunun olmadığı bir toplum mutlu
ve huzurlu bir toplum olamaz.
4.9. Toplumdaki fakirlere, yaşlılara ve
düşkünlere yalnızca maddi olarak değil
fiili olarak da yardım etmek en büyük
sevaplardandır.
4.9. Toplumdaki fakirlere, yaşlılara ve
düşkünlere maddi ve fiili olarak yardım
etmeyenler en büyük sevaplardan
birinden mahrum kalırlar.
265
4.10. Her Müslümanın düşkün ve zor 4.10. Düşkün ve zor durumda bulunan
durumda bulunan kimselere yardım kimselere
yardım
etmeyen
bir
etmesi bir sorumluktur.
Müslüman
sorumluluğunu
yerine
getirmemiş olur.
4.11. Oruç, insanî, ahlâkî, toplumsal, 4.11. Oruç tutmayanlar, orucun insanî,
ruhsal ve sağlıksal olarak birçok yarara ahlâkî, toplumsal, ruhsal ve sağlıksal
sahiptir.
yararlarından mahrum kalır.
5.1.
Hac,
Müslümanların
ortak 5.1. Hac ibadeti yerine getirilmezse
sıkıntılarına çözüm yolları aradıkları, Müslümanlar ortak sıkıntılarına çözüm
kardeşlik, sevgi ve dostluk bağlarını yolları aramaazlar, bir ortamda bir araya
güçlendirdikleri bir ibadettir.
gelemezler ve kardeşlik, sevgi ve
dostluk bağları güçlenmez.
5.2. Bir toplumda rüşvet ve yolsuzluk 5.2. Rüşvet ve yolsuzluk, insanlar
yoksa o toplumda kardeşlik ve sevgi arasındaki kardeşlik ve sevgi bağlarını
bağları kuvvetlidir ve oraya huzur ve kopartarak toplumda huzursuz bir ortam
barış hakimdir.
oluşturur.
5.3. Kardeşlik, sevgi ve samimiyet 5.3. Zekat verilmezse insanlar arasında
bağları zekat vererek güçlenmektedir.
kardeşlik, sevgi ve samimiyet bağları
güçlenemez.
6.1. Ekonomi çok önemlidir ve huzurlu
bir ibadetin temelinde bile o vardır.
Ekonomik krizin bitmesi, Türkiye’nin
geleceği ve dinî hayatın düzeni
açısından büyük önem taşır.
6.1. Ekonomi iyi olmazsa ve ekonomik
kriz olursa Türkiye’nin geleceği iyi olmaz
ve dini hayatın düzeni bozulur, ibadetler
bile gereğince yapılamaz.
6.2. İnsanların birbirine güvendiği bir
ortam varsa ekonomik ve toplumsal
hayat verimli ve sürekli olur. Bir
Müslüman dürüst ve güvenilir olur.
6.2. İnsanların birbirine güvenmediği bir
ortamda ekonomik ve toplumsal hayat
devamlılığı ve sürekliliği sağlanamaz.
Dürüst
olamamak
ve
güvenilir
olamamak bir Müslümanın özelliği
olamaz.
6.3. Bir toplumda ekonomik denge
varsa o toplumda bireysel, ahlaki ve
toplumsal alanlarda da denge hüküm
sürer ve o toplum itibarlı ve güçlü
olarak varlığını sürdürür.
6.3. Ekonomik denge bozulur ve
sağlanamazsa bireysel, ahlaki ve
toplumsal denge bozulur, toplum çürür
ve varlığını sürdüremez.
7.1. Fert ve toplum olarak ölçülü ve 7.1. Ölçüsüz ve tutarsız hareketler fert
tutarlı olunduğunda acılar, sıkıntılar, ve toplum olarak acılara, sıkıntılara,
kazalar ve maddi kayıplar olmaz.
kazalara ve maddi kayıplara neden olur.
266
7.2.
Terör
örgütlerinin
gençleri
zehirleme ve etkisizleştirme planlarının
bir parçası olan terör ve uyuşturucudan
uzak duran gençler zinde ve güçlü
olmaya devam eder. Türk gençliği bu
tür tuzaklara karşı uyanık olmalıdır.
7.2.Türk gençliği terör ve uyuşturucunun
etkisi altına girer ve onların bir tuzak
olduğunu farketmezse terör örgütlerinin
amacına hizmet eder, zinde ve güçlü
olamaz ve durumları günden güne
kötüleşir.
7.3. İslam’ın temeli barışa hoşgörüye,
birlik ve beraberliğe dayanır ve terör,
anarşi, şiddet ve tehdit gibi davranışlar
İslam’la hiçbir şekilde ilgili değildir.
İslam’ı benimseyen hiç kimse terörü
hoş göremez.
7.3. İslama uyulmazsa barış, hoşgörü
ve birlik ve beraberlik sağlanamaz.
Terör, anarşi, şiddet ve tehdit gibi
davranışlar İslam’la bağdaşmaz. Teröre,
İslam’ı benimsemeyenler başvurur.
7.4. Yalancı şahitlik yapmayanlar,
dürüst davrananlar toplumda adaletin
sağlanmasında katkıda bulunur, herkes
tarafından değer görür ve dünya ve
ahirette mutlu olurlar.
7.4. Yalancı şahitler adaleti engellerler,
toplumda hiç kimse tarafından değer
görmezler ve dünya ve ahirette mutlu
olamazlar.
7.5. Birlikte olmak, sevinçte ve
üzüntüde ortak kaderi paylaşmak,
toplumun çıkarlarını düşünmek insanı
mutluluğa götürür.
7.5. Mutluluk bireysel olamaz. Sevinçte
ve
üzüntüde
ortak
kaderi
paylaşmayanlar, toplumun çıkarlarını
düşünmeyenler mutlu olamaz.
7.6. Toplumun bir parçası olan yaşlı, 7.6. Toplumun bir parçası olan yaşlı,
fakir, hasta ve yeteneksiz insanlar fakir, hasta ve yeteneksiz insanlar
korunmalı ve desteklenmelidir.
korunmaz ve desteklenmezse toplumu
oluşturan
farklılıklar
görmezden
gelinmiş olur.
8.1.
Olgun bir mümin, iyi bir
Müslüman, komşularıyla iyi geçinir ve
güven verir. Müslüman olan ya da
olmayan
tüm
komşuların
özel
günlerinde, ihtiyacı olduğunda ve zor
zamanlarında yanında olmak önemli bir
görevdir.
8.1. Müslüman olsun ya da olmasın
tüm komşuların özel günlerinde, ihtiyacı
olduğunda ve zor zamanlarında yanında
olmayan, onlarla iyi geçinmeyen ve
güven vermeyen bir kimse olgun bir
mümin, iyi bir Müslüman değildir.
3.3.2.9. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Toplum” Alanındaki Yargıların
İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi
2001 Cuma hutbelerindeki içerik genel olarak toplumsal alanda
ideolojinin
görünümüyle
ilişkili
olan
aile,
cemiyet,
akrabalık,
267
yardımlaşma/dayanışma,
kardeşlik,
ekonomi,
toplumsal
bütünlüğü
kuvvetlendiren ve zayıflatan edimler ve komşuluk ölçütleri onaylama ve
yadsıma kategorileri açısından değerlendirilmektedir.
Ailenin sevgi, saygı, şefkat ve dayanışma değerleri üzerine kurulması,
sağlıklı ve huzurlu bir toplumun oluşmasında temel gerekliliklerdir. Ancak bu
değerleri barındıran ve İslam peygamberini örnek alan, Allah’a ve ailesine
karşı sorumlulukla hareket eden ailelerin huzurlu bir toplumu meydana
getirdiği vurgulanır. Toplumsal alanda ideolojinin görünümüne ilişkin
cemiyetin nasıl bir yer tuttuğuyla ilgili olarak hak ve sorumlulukların cemiyet
yaşamı için önemi, oruç tutmanın insan ve cemiyet açısından yararları ve iyi
ve kötü davranışların gelişiminde cemiyetin rolü üzerinde durulur. Akrabalarla
iyi ilişkiler kurmanın, İslam’ın en önemli toplumsal değerlerinden olduğu,
sıkıntısı olan ya da hatalı olan akrabaları affetmenin Allah tarafından
ödüllendirileceği ve Allah’ın affının bu yolla kazanılacağı vurgulanmaktadır.
Yardımlaşma ve dayanışma, toplumda mutluluk ve huzur ortamı
oluşturmaktadır. Yardımlaşma ve dayanışma örneği olan kurban, oruç ve
zekât ibadetleriyle zengin ve fakir arasındaki farklılıkların belirleyici
olmaması, kardeşlik duygusunun gelişmesi ve pekişmesi amaçlanır.
İslam dinine göre her Müslümanın toplumdaki düşkün, fakir, yaşlı ve
zor durumdakilere yardım etmesi bir sorumluktur. Ancak yardımın yalnızca
maddi olarak değil fiili olarak da yapılması gerektiği, bunun Allah tarafından
ödüllendirileceği belirtilmektedir. Ramazan ayı ve üç aylar gibi İslam dinine
göre kutsal sayılan zamanlarda yapılan iyiliklerin, sabır, hayır, dua gibi
faaliyetlerin ve yardımlaşmanın önemi üzerinde durulur. İnanç, vatan sevgisi,
dayanışma, birlik ve beraberlik duygularına sahip olmanın en büyük güç
olduğu ifade edilir.
Zekat ve hac gibi ibadetlerin kardeşlik, sevgi ve dostluk bağlarını
güçlendirmesi, hutbelerdeki kardeşlikle ilgili söylemlere örnek olarak
gösterilmektedir. Toplumdaki rüşvet ve yolsuzluğun kardeşlik ve sevgi
268
bağlarını zedelediği, huzuru ve barışı gölgelendirdiği, bu nedenle bu
davranışlardan kaçınmanın dinin bir gereği olduğu üzerinde durulmaktadır.
Toplumda insanların birbirine güvendiği bir ortamın, bireysel, ahlaki ve
toplumsal alanlarda dengenin
olmasının
temeli,
ekonomiye
bağlıdır.
Ekonomisi iyi ve istikrarlı olan bir toplum itibarlı ve güçlü olur. Ekonomik
sorunlarla boğuşan insanların, huzurlu bir manevi hayat sürmelerinin ve huşu
ve huzur içinde ibadet yapmalarının bile zor olacağı belirtilir. Bu nedenle
Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik kriz ortamının sona ermesi ve
ekonominin düzelmesinin gerekliliği, 2001 yılı hutbelerinde toplum ve
ekonomiye ilişkin vurgulanan unsurları oluşturur.
İslam’ın temeli hoşgörüye, barışa, birlik ve beraberliğe dayanır ve
terör, uyuşturucu, anarşi, şiddet, bencillik gibi davranışların İslam’da yeri
yoktur. Birlikte olmak, sevinçte ve üzüntüde ortak kaderi paylaşmak,
toplumun çıkarlarını düşünmek, fert ve toplum olarak ölçülü ve tutarlı olmak,
zayıf durumda olanları desteklemek ve dürüst davranmak insanı mutluluğa
götürür ve toplumsal bütünlüğü güçlendirir.
Komşu hakları İslâm’da önemle üzerinde durulan bir konudur. Bu
konudaki emir ve tavsiyelere başka sistemlerde rastlamanın mümkün
olmadığı da 2001 hutbelerinde belirtilmektedir. Müslüman olan ya da
olmayan tüm komşularla iyi geçinmek, iyi Müslümanlığın özelliği olarak
görülür.
3.3.3. Ritüeller
Ritüeller birimi içinde öncelikle evlilik/düğün, cenaze, selamlaşma,
kandil ve hac alt birimleri hakkında yargı barındıran metinler belirlenmekte,
sonra bu metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade
edilmekte,
son
olarak
ise
değerlendirme yapılmaktadır.
ortaya
çıkan
yargısal
ifadeler
hakkında
269
3.3.3.1. Evlilik-Düğün
YARGI 1: “İnsan, hayatı boyunca yalnız yaşayabilen bir varlık değildir.
İhtiyaçlarını karşılayabilmek için bir can yoldaşına muhtaçtır. Uyumlu bir eş, kadın
için de, erkek için de, mutluluk ve güven kaynağıdır. Hayatın acı tatlı günleri birlikte
paylaşılır.
Evlilikte, fert ve toplum için sayısız fayda ve iyilikler vardır. Bunlar dünya
hayatının mutluluğu ile ebedî hayatı kazanmaya vesile olan ilâhî nimetlerdir.
Evlenmek, insanı haramdan uzaklaştırır. Nesli çoğaltır ve korur. Vatana, millete ve
devlete güç kazandırır. Evlilik, ailenin temel taşıdır. Peygamberimiz (s.a.v.) onu
tavsiye etmiş, evlenerek bizlere örnek olmuşlardır…
Aziz Cemaat!
Dinimiz evlenmeyi ve nikahlı yaşamayı teşvik ederken; geçinememek veya
fakir düşmek endişesiyle evlenmemeyi de hoş görmemiştir. Yüce Kitabımız Kur’an-ı
Kerim’in Nur Sûresinde bekarların evlendirilmeleri tavsiye edilmiş; evlenen kişilerin
fakir olsalar dahi evlenmeleri sebebiyle Allah’ın yardımıyla zenginleştirileceklerı
beyan buyrulmuştur.” (16 Şubat 2001)
YARGI 1: “Muhterem Müslümanlar!
Her canlının yaratılışında çoğalıp neslini devam ettirme özelliği vardır.
Canlıların en mükemmeli olan insanda da bu özelliğin var olması tabiidir. İki ayrı cins
olarak yaratılan insanların bu arzularını gerçekleştirmelerinin meşru yolu
evlenmektir…
Erkek ve kadın için çok önemli olan evliliğin ilan ve tesisinde yapılan
kutlamaya düğün denir. Bütün davranışlarında ölçülü ve dinine bağlı olması gereken
Müslüman, evlenirken ve düğün yaparken de aynı özelliğini muhafaza etmeli,
israftan, aşırılıktan ve meşru olmayan eğlencelerden uzak durmalıdır.
Şu halde düğünlerde milli ve manevi değerlerimizle bağdaşmayan
davranışlardan kaçınmak biz Müslümanlar için zorunlu bir görevdir.
Aziz Mü’minler!
Evlilik, yeni bir ailenin kurulması ve hayatın yeni bir dönüm noktasıdır. Bu
ailenin kurulması için elbette bir takım harcamaların yapılması gereklidir. Ancak bu
harcamalarda ölçülü davranmak, israfa kaçmamak icap eder. Taraflar
zorlanmamalıdır. Evliliğin sıkıntıya değil, huzur ve mutluluğa kavuşturması
hedeflenmelidir.
…Hz. Peygamberin, Hz. Aişe validemizle evlenmesi çok sade olmuş ve bunu
gören Müslümanlar, evlenmede yaptıkları gereksiz harcamaları terk etmişlerdir.
Geçim sıkıntısı yüzünden dağılmaya yüz tutmuş birçok aile varken; bunlara duyarsız
kalarak akla hayale sığmayacak türden israfın hâkim olduğu düğünleri, insanlık ve
Müslümanlıkla bağdaştırmak mümkün değildir. Öyleyse düğünlerde dine aykırı her
270
türlü davranıştan, israf ve gösterişten kaçınmamızın dini bir yükümlülük olduğu
bilinciyle hareket etmeliyiz.” (3 Ağustos 2001)
3.3.3.2. Cenaze
YARGI 2: “Ölüm ve cenaze ile ilgili dini merasimlere; bilgisizlik ve eski
kültürlerin etkisi sebebiyle bazı bid’at ve hurafelerin karıştığı görülmektedir.
Cenazenin arkasında alkış tutulması, şarkı ve türkü söylenmesi, cenazenin, tabutun
ve kabrin başında çalgı çalınması, cenazeyi taşırken yüksek sesle zikir yapılması,
mezarda para dağıtılması veya para toplanması, mezarlara bez bağlanması, mum
yakılması gibi İslam’ın ruhuna uygun olmayan davranışlar İslam dinine sonradan
sokulmuş bidatlardır. Bunların ölüye hiçbir faydası yoktur…
Bu dünyada insan, mümin olarak yaşayıp mümin olarak ölmek için gayret
etmelidir. Dünyada bir eser ve hoş bir seda bırakarak ölebilirsek ne mutlu bizlere.
Geride kalanlara düşen görev; ölenin ailesine taziyede bulunmak, onlara yemek
ikram etmek, ölenin borcunun ödenmesine yardımcı olmak, vasiyetini yerine
getirmek, ölü için dua etmek, hayır hasenatta bulunmak, geride bıraktıklarını, dost
ve arkadaşlarını gözetmek, kabirleri ziyaret etmek suretiyle ibret almaktır. Zira
musalladaki her cenaze, ziyaret edilen her kabir, en etkili hatipten daha tesirlidir.”
(27 Nisan 2001)
3.3.3.3. Selamlaşma
YARGI 3: “Selâmlaşmak, Müslümanlar arasında sevgi ve saygıyı geliştirir,
barışı sağlar, samimiyeti artırır…
Selamlaşma; tanışmamıza, kaynaşmamıza vesile olmakta; aramızdaki
kırgınlık ve dargınlıkları kaldırarak, birbirimize yaklaşmamızı sağlamaktadır…
Selam vermek sünnet, almak farzdır. Müslümanların buna riayet etmemesi
ise günahtır.
Kıyamet gününde, Rabbimizin rahmetine ermek ve cennetine girmek için, bu
güzel duayı, yani selamı birbirimizden esirgemeyelim.” (31 Ağustos 2001)
3.3.3.4. Kandil
YARGI 4: “Muhterem Müslümanlar!
Önümüzdeki Pazarı Pazartesiye bağlayan gece Mevlit Kandilidir.
Sevgili Peygamberimizin doğum yıldönümünü kutlarken Müslüman’a
yaraşanın onun yüksek ahlakını benimsemek, ailesine, çevresine, milletine ve
devletine yararlı bir insan olmaktır.” (1 Haziran 2001)
271
YARGI 4: “Üç aylar, Mevlid, Regâib, Miraç, Berât kandilleri ile Kadir gecesi
gibi vakitler de müslümanların özel olarak, Cenâb-ı Hakk’a yönelip tevbe ve
istiğfarda, duâ ve niyâzda bulundukları, nâfile ya da kazâ namazı gibi ibadetlerle
değerlendirdikleri, bereketli zamanlardır…
İçinde; Regaip, Miraç, Berat ve Kadir gecelerinin yer aldığı, Recep, Şaban ve
Ramazan aylarından oluşan maneviyat mevsiminin dînî hayatımızda özel bir yeri
vardır.
Kin ve nefretin unutulduğu, herkesin kendisini güven içinde hissettiği;
Peygamberimizin ‘Allah’ım! Recep ve Şabanı hakkımızda hayırlı ve mübârek kıl,
bizi Ramazana ulaştır’ duâlarıyla iltifat buyurduğu üç aylar, mübarek gecelerle
nurlanmış; namaz, oruç, zekat ve sadaka gibi ibadetlerle süslenmiştir…
Muhterem Müslümanlar!
18 Eylül Salı günü Recep ayının birinci günüdür. 20 Eylül Perşembe akşamı
da Regaib kandilidir. Hepimiz için hayırlara vesile olmasını Yüce Allah’tan dilerim.”
(14 Eylül 2001)
YARGI 4: “Muhterem Müslümanlar!
Bazı zaman ve mekânlar, içinde cereyan eden önemli hadiseler sebebiyle
değer kazanmışlardır. Bu değerli zamanlardan biri de, önümüzdeki Cumartesiyi
Pazar’a bağlayan, Recebin 27. Gecesi, Miraç gecesidir…
Muhterem Mü’minler!
Miracı; sınırlı gücümüz ve dar ölçülerimizle değil, her şeyi bilen Yüce Allah’ın
kudretinin ölçüleriyle değerlendirip ona iman gözüyle bakmamız gerekir.
Günümüzde Miracı anlamak, eskiye nispetle daha kolaydır…
Miraç kandilinin, hepimiz için hayırlara vesile olmasını Cenab-ı Hak’dan niyaz
ederim.” (12 Ekim 2001)
YARGI 4: “Aziz Mü’minler!
Önümüzdeki Çarşambayı Perşembeye bağlayan gece, mübarek Berat
Gecesidir.
“Berat” kelimesi; günah, suç, borç ve cezadan kurtulma demektir.
Berat ve kadir geceleri, Cuma ve bayram günleri gibi mübarek gün ve
geceler; Müslümanların Allah’a yöneldikleri, çeşitli ibadetlerle meşgul oldukları, hayır
ve hasenat yaptıkları; dua, tevbe ve istiğfar ile günahlarının bağışlanmasını niyaz
ettikleri bereketli ve feyizli zamanlardır…
Muhterem Müslümanlar!
Rahmeti gazabını geçen Yüce Rabb’imizin hayır ve bereketini, af ve
mağfiretini yağmur gibi üzerimize yağdırdığı bu mübarek geceyi fırsat bilip tevbe,
dua ve niyaz ile geçirmeli; bu ilâhî ziyafetten faydalanmak için elimizden gelen
gayreti göstermeliyiz…
272
Geçtiğimiz yıl, Berat gecesine erişip de ölümü akıllarından bile geçirmeyen
birçok insan, dünyadan göçüp gitmiştir. Ölüm, herkes için mukadderdir. Hiçbirimizin,
bir sene daha yaşayacağına garantisi yoktur. O halde, yüce Allah’ın bizlere
bahşettiği Berat gecesi gibi mübarek vakitleri güzelce değerlendirelim. Bu vakitlerin,
bir ganimet olduğunu bilelim. Yüce Rabbimizin, her zaman açık olan tevbe kapısına
yönelelim.
Bu geceyi, gafletle geçirmeyelim. Yakınlarımızı, komşularımızı, yoksulları
görüp gözetmeyi unutmayalım. Birbirimize, sevgi ve saygı gösterelim. Hep iyiliğe
yönelelim.” (26 Ekim 2001)
YARGI 4: “Muhterem Müslümanlar!
Yüce Allah; en büyük mucize olan Kur’an-ı Kerim’i, Peygamber Efendimize
mübârek Kadir gecesinde indirmiştir. Bütün insanlığa huzur ve saadet yollarını
gösteren Kur’an-ı Kerim’dir. Sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.), bütün
insanlığı Kur’an-ı Kerim ile aydınlatmıştır…
… Kur’an-ı Kerim, Ramazanı şerifte ve Kadir gecesinde indirilmiştir.
Peygamber Efendimizin, en büyük mucizesi Kur’an’dır. Sevgili peygamberimiz,
kalpleri onunla fethetti, gönülleri onunla nurlandırdı, insanlığı onunla hidayete
ulaştırdı. Bu bakımdan Kadir gecesi, şerefli ve nurlu bir gecedir…
Bin aydan hayırlı olan bu geceyi ihya etmek, insan için ne büyük bir
mazhariyettir, ne büyük mutluluktur. O gece; mü’minler için baştan sona kadar
selâmdır, hayırdır, berekettir. Ne mutlu bu geceye kavuşup ihya edebilenlere!” (7
Aralık 2001)
3.3.3.5. Hac
YARGI 5: “Hac günleri, dilleri, renkleri, giyimleri ve ülkeleri farklı, ama
gayeleri ve yürekleri bir, milyonlarca Müslümanın; ‘lebbeyk, Allahümme lebbeyk / Ey
Allah’ım! Emrin başım üstüne, emrine itaat etmeye hazırım’ diyerek arşı inleten
nidalarının yükseldiği günlerdir.” (16 Şubat 2001)
273
Tablo 3: Ritüeller Birimi Açısından Kategoriler
2001 YILI CUMA HUTBELERİNDE “RİTÜELLER”E İLİŞKİN SÖYLEMİN
“EVLİLİK/DÜĞÜN,
CENAZE,
SELAMLAŞMA,
KANDİL,
HAC”
DÜZEYLERİNDEKİ İÇERİĞİN İDEOLOJİK GÖRÜNÜMÜ
ONAYLAMA KATEGORİSİ
YADSIMA KATEGORİSİ
1.1. Evlilik fert, toplum, vatan, millet
ve devlet için mutluluk, güven ve güç
sağlar İslam dini sayısız yararı olan
evlenmeyi ve nikahlı yaşamayı teşvik
eder.
1.1. İslam dini evlenmemeyi ve nikahsız
yaşamayı onaylamaz. Evliliğin olmaması
ve
nikahsız
birlikteliklerin
olduğu
toplumlarda fert, toplum, vatan, millet ve
devlette mutluluk, güven ve güç hüküm
sürmez.
1.2. Neslin devamını sağlamanın
meşru
yolu
evlenmektir.
Bir
Müslüman evlenirken ve düğün
yaparken ölçülü davranır, milli ve
manevi
değerlerimize
uygun
davranışları sergiler.
1.2. Evlilik olmadan neslin devamını
sağlamak meşru değildir. Evlenirken ve
düğün yaparken ölçülü olmayan ve milli
ve manevi değerlere uygun olmayan
davranışların sergilenmesi Müslümanlığa
uygun olmaz.
2.1. Cenaze törenlerinde İslam’ın
ruhunda olmayan ve İslam dinine
sonradan sokulmuş bidatlardan uzak
durulmalıdır. Ölenin yakınları ziyaret
edilmeli, onlara yardımcı olunmalı,
ölenin arkasından dua edilmeli ve
mezarı ziyaret edilmelidir.
2.1.
İslam’a
sonradan
sokulmuş
bidatlardan uzak durulmazsa İslam’ın
ruhuna uygun davranılmış olmaz. Ölenin
yakınlarını ziyaret etmemek, onlara
yardımcı olmamak, ölenin mezarını
ziyaret etmemek ve arkasından dua
etmemek yanlıştır.
3.1. Selamlaşmak, Müslümanlar
arasındaki
kırgınlıkları
kaldırır,
yakınlaşmayı artırır. İslam selam
vermeye ve almaya büyük önem
vermiştir.
3.1. Selamlaşma olmazsa Müslümanlar
arasında
yakınlaşma
tam
olarak
sağlanamaz.
Selam
vermemek
ve
almamak
İslam’ın
en
önemli
değerlerinden birine uymamaktır.
4.1. Müslüman, Peygamberin doğum 4.1. Müslümanın, Peygamberin doğum
yıldönümünü topluma yararlı bir yıldönümünü topluma yararlı bir insan
insan olarak kutlamalıdır.
olarak kutlamaması yanlıştır.
4.2. Mevlid, Regâib, Miraç, Berât
kandilleri ile Kadir gecesi gibi
mübarek gecelerde kin ve nefret
unutulmalı, herkes kendisini güven
içinde hissetmeli, tövbe edilmeli,
namaz, oruç, zekat ve sadaka gibi
ibadetlerin yerine getirilmelidir.
4.2. Mübarek kandil gecelerinin içinde
bulunduğu üç aylarda kin ve nefret
unutulmazsa, insanlar kendisini güven
içinde hissetmezse, tövbe edip, namaz,
oruç, zekat ve sadaka gibi ibadetleri
yerine getirmezse dine uygun hareket
edilmiş olmaz.
274
4.3. Miracı anlamak sınırlı aklın
ötesinde bir imanı gerektirir.
4.3. Sınırlı güç ve dar ölçülerle miracı
anlamak mümkün değildir. Allah’a iman
edilmezse miraç anlaşılamaz.
4.4. Berat gecesini ve mübarek gün
ve geceleri iyi değerlendirmek, ibadet
ve dualarla meşgul olmak yakınları,
komşuları ve yoksulları görüp
gözetmek, sevgi ve saygı göstermek
ve her zaman iyiliğe yönelmek bir
Müslümanın görevidir.
4.4. Berat gecesi ve mübarek gün ve
geceler iyi değerlendirmez, ibadet ve
dualarla meşgul olunmaz, yakınlar,
komşular ve yoksullar görüp gözetilmez,
sevgi ve saygı gösterilmez ve her zaman
iyiliğe yönelinmezse Müslümanlık görevi
yerine getirilmiş olmaz.
4.5. Bütün insanlığa huzurun ve 4.5. Bin aydan daha hayırlı olan kadir
mutluluğun yollarını gösteren Kuran gecesini iyi değerlendiremeyenler büyük
kadir gecesinde indirildiğinden bu bir şanstan mahrum kalırlar.
geceyi iyi değerlendirmek gerekir.
5.1.Hac, farklı dillerden ve renklerden 5.1. Dil ve renk ayrımı haccın ruhuna
milyonlarca Müslümanın aynı amaçla uygun değildir.
bir araya gelmeleridir.
3.3.3.6. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Ritüeller” Alanındaki Yargıların
İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi
2001 yılı Cuma hutbelerinde ritüellerle ilgili söylemin ideolojik inşası,
evlilik/düğün, cenaze, selamlaşma, kandil, hac açısından incelenmektedir.
Ritüellere ve törenlere, dinin ibadet biçimi olmalarının yanında ortak ve
toplumsal yaşamın biçimleri olarak da değinilir. Bu bağlamda, evlilik, nikah ve
neslin meşru devamı; cenaze, bidatlar ve ölenin yakınlarının ziyaret edilmesi;
selamlaşma, yakınlaşma; kandil, Mevlid, Regâib, Miraç, Berât kandilleri ve
Kadir gecesi; hac ise farklılıkların bir araya gelmesiyle ilgili ifadelerle
işlenmektedir.
Evliliğin önemi sadece birey açısından değil toplumsal açıdan da
ortaya konulmaktadır. Bu anlamda evlilik en temelde fert, toplum, vatan,
millet ve devlet için mutluluk, güven ve güç kaynağı olarak görülmekte, İslam
dininin evlenmeyi ve nikâhlı yaşamayı teşvik ettiği belirtilmektedir. Neslin
meşru yollardan devamı ancak evlilikle sağlanmaktadır. Müslüman bir
275
kimsenin evlenirken ve düğün yaparken aşırıya kaçmaması, ölçülü olması ve
milli ve manevi değerlere bağlı kalması gerektiği ifade edilmektedir.
2001 Cuma hutbelerinde cenaze törenlerinin İslam’a uygunluğuna yer
verilmektedir. Buna göre İslam’ın özünde bulunmayan ve İslam dinine
sonradan sokulmuş bidatlardan uzak durulması tavsiye edilmektedir.
Yapılması gereken, ölenlerin yakınlarını ziyaret etmek, onlara yardımcı
olmak, ölene dua etmek ve ölenin mezarını ziyaret etmektir.
Hutbelerde,
anlaşmazlıkları
Müslümanlar
bulunanların
arasında
ve
yakınlaşma
kırgınların
açısından
barışması
ve
açısından
selamlaşmanın önemine değinilmektedir. Genel olarak İslam’ın selam
vermeye ve almaya büyük anlam atfettiği bildirilmektedir.
Müslümanlar açısından önemli günlere ve gecelerle ilgili özel
açıklamalara ve tavsiyelere de hutbelerde yer verilmektedir. Her şeyden önce
Hz. Muhammed’in doğum yıldönümünü kutlamanın toplum açısından önemi
belirtilmektedir. Mevlid, Regâib, Miraç, Berât kandilleri ile Kadir gecesi gibi
gecelerde kin ve nefretin unutulması, herkesin kendisini güven içinde
hissetmesi, tövbe edilmesi, namaz, oruç, zekat ve sadaka gibi ibadetlerin
yerine getirilmesi öğütlenir. Miracın anlaşılması için sınırlı bir aklın yeterli
olmadığı, imanın gerekli olduğu vurgulanmaktadır. Ayrıca, Berat gecesinin ve
mübarek gün ve gecelerin gerektiği gibi değerlendirilmesi, bu gecede ibadet
ve dua edilmesi, ihtiyaç duyanlara yardım edilmesi tavsiye edilmektedir. Son
olarak Kuran’ın indirildiği Kadir gecesinin iyi değerlendirilmesi istenmektedir.
Hutbelerde yer verilen bir başka konu da haccın, birbirinden çok uzak
coğrafyalardan gelen farklı dil ve renklerden Müslümanların aynı mekânda
buluşmalarını ve birbirleriyle kaynaşmalarını sağladığı belirtilmektedir.
276
3.3.4. İnsan
İnsan birimi içinde öncelikle çocuk, kadın, anne/baba, genç/yaşlı,
kardeş, vatandaş, insan ve kul alt birimleri hakkında yargı barındıran metinler
belirlenmekte, sonra bu metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri
açısından ifade edilmekte, son olarak ise ortaya çıkan yargısal ifadeler
hakkında değerlendirme yapılmaktadır.
3.3.4.1. Çocuk
YARGI 1: “… evlat, hayatı tanımaya, akli ve ruhi melekelerinin gelişmeye
başladığı çocukluk döneminde, sevgiye doyurulmalı, sağlıklı ve dengeli bir ruh
yapısına kavuşturulmalıdır.” (30 Mart 2001)
YARGI 1: “Toplumu meydana getiren en önemli unsur çocuklardır. Onlar
hayatın başlangıcı ve bugüne taşıyanlardır. Bugünün çocukları da hayatı yarına
taşıyacaklardır.
Çocuk; gözümüzün aydınlığı, evimizin neşesi ve dünya hayatının meyvesidir.
Geleceğimizin teminatıdır. Onların iyi terbiye edilmesi gerekir.
Değerli Mü’minler! Allahü Teala Kur’an-ı Kerim’de çocuklar için; ‘Dünya
hayatının süsü ve zineti...’ buyurmuştur. Yüce Kitabımızın süs ve zinet olarak
vasıflandırdığı bir varlığı, İslam’ın emrettiği şekilde büyütmek ve terbiye etmek
gerekir….Çocuğa Allah’ın emirlerini emrederken çok dikkatli davranılması gerekir….
Mü’minler!
Ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde her anne-baba çocuklarını iyi terbiye
etmekle emrolunmuştur. Bu görevlerin ihmali yaşanılan toplum için büyük zararlar
meydana getirir. Küçük yaşta çocukları terbiye etmez veya ihmal edersek, büyük
yaşlarda isyan ettiklerinde, bir felaketle karşı karşıya geldiklerinde şikayete hakkımız
olamaz.
O halde Mü’minler!
Gözümüzün aydınlığı, evimizin neşesi ve dünya hayatının meyvesi olan
çocuklarımızı iyi terbiye edelim. Onların kalbine; Allah, Peygamber ve vatan
sevgisini yerleştirelim. Zamanında onları ibadetlere alıştıralım.” (20 Nisan 2001).
YARGI 1: “Canlılar arasında insanın ayrı bir yeri vardır. Yeni doğan çocuk,
hayatını devam ettirebilmek için zorunlu olan en tabii ihtiyaçlarını bile karşılamaktan
acizdir. Belli bir süre bakıma, himayeye, şefkate muhtaçtır.” (11 Mayıs 2001)
277
YARGI 1: “İyi veya kötü alışkanlıklar, çoğunlukla çocukluk ve gençlik
çağlarında edinilir. Çocukların yetiştirilmesinde, hayattaki başarılarında, topluma
faydalı bir insan olmalarında yegâne unsur; aile, okul ve çevredir.
Okuldan beklenilen, ailenin çocuğa verdiği güzel terbiyeyi geliştirmek, varsa
kötü alışkanlıklardan vazgeçirmek ve ona daha olgun bir kişilik kazandırmaktır.
Çocuklar, zamanlarının büyük bir bölümünü okulda geçirdikleri için, onları iyiye ve
doğruya yönlendirmede, okulda aldıkları eğitim ve öğretim önemli rol oynar.
İnsan, ruh ve bedenden oluşan akıllı bir varlıktır. Bu nedenle, çocuğu sadece
maddi veya sadece manevi yönden yetiştirmek, onu yarı yarıya ihmal etmek olur.
Çocuğun yetiştirilmesinde asıl olan, onun her iki yönünü de dikkate almaktır. Bir
çocuğa verilecek eğitim ve öğretim esnasında onun, din ve ahlâk eğitimini de, ihmal
etmemek gerekir. Çünkü, maddî ve mânevi yönü ile yetiştirilmemiş olan bir çocuğun,
kendisi, ailesi ve beraber yaşadığı toplum için pek yararlı olamayacağı açıktır.
Çünkü, mânevî terbiyeden mahrum olan bir insan, maddeciliğin, gururun ve bencillik
duygusunun içinde kalır ve sadece kendini düşünür.
Muhterem Mü’minler!
Anne ve babanın çocukları ile ilgilenmesi, onları sevmesi ve dinlemesi,
onlarla konuşması ve anlamaya çalışması, çocukların iyi yetişmesi açısından çok
önemlidir.” (23 Kasım 2001)
YARGI 1: “…[E]vlat, hayatı tanımaya, akli ve ruhi melekelerinin gelişmeye
başladığı çocukluk döneminde, sevgiye doyurulmalı, sağlıklı ve dengeli bir ruh
yapısına kavuşturulmalıdır.” (30 Mart 2001)
3.3.4.2. Kadın
YARGI 2: “İslam’da eşler birbirlerine karşı yükümlü ve sorumlu kılınmışlardır.
Ailede erkeğin kadına nasıl davranacağı konusunda Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)
şöyle buyurmaktadır. ‘İmanı en olgun olan mü’min, ahlakça en güzel olandır. En
hayırlınız da hanımına en güzel davranandır.’
Aile hayatı konusunda da en güzel örneği teşkil eden Peygamberimiz, hiçbir
zaman hanımlarına sert muamelede bulunmamış ve onlara karşı daima iyi
davranarak, şefkatle muamele etmiştir.
…
Muhterem Müslümanlar!
Kadınlar, Yüce Allah’ın bizlere birer emanetidir. Nitekim, Sevgili
Peygamberimiz Veda Hutbesinde; ‘Kadınlar size Allah’ın bir emanetidir.’
buyurmuştur. Dolayısı ile bu emanete saygılı davranmak herkesin boynunun
borcudur.
İslamiyet, kadının toplumdaki yerini çok iyi ve sağlam bir şekilde belirlemiştir.
Kadın, insan neslini doğuran ve yetiştiren muhterem bir varlıktır. Onun kalbi, sevgi
ile nakış nakış işlenmelidir ki, çocuklarını o sevgiyle korusun, büyütsün ve topluma
yararlı insanlar haline getirebilsin. .. Bu itibarla kadın ailenin ve dolayısıyla da
278
toplumun temel taşıdır. Onun
hazırlayacaktır.” (30 Mart 2001)
mükemmelliği,
toplumun
mükemmelliğini
YARGI 2: “Aziz Müslümanlar!
İslam’da kadın, bazı kötü niyetlilerin iddia ettikleri gibi; kişiliği olmayan, bu
sebeple de kocaya tabi olmak zorunda kalan, kendisini yönetmekten aciz, aklı bir
şeye ermeyen bir varlık asla değildir. Bilakis, mehir isteme ve mülk edinme hakkına
sahip şahsiyetli bir varlıktır. Evlilik müessesesinde erkeğin hayat arkadaşı olarak
kabul edilmiştir. Bütün bu güvenceler karşısında, inançlı bir kadının aldığı insani ve
dini terbiye; onun çocuğunu şefkatle emzirmesini de, evin işlerinde kocasına
yardımcı olmayı da ona telkin eder. İslamiyet, kocasına itaat eden, geçim ehli bir
hanımın, Allah’ın rızasına nail olacağını müjdeler ve ona layık olduğu değeri verir.”
(30 Mart 2001)
YARGI 2: “Dinimiz, erkek-kadın her Müslümana, okuyup öğrenmeyi farz
kılmıştır.” (23 Kasım 2001)
3.3.4.3. Anne/Baba
YARGI 3: “Anne ve babalarımız başta olmak üzere; yaşı bizden ileride olan,
tanıdığımız olsun ya da olmasın bütün büyüklerimize karşı saygı ve hürmet
göstermek dini, milli ve insani bir görevdir.” (19 Ocak 2001)
YARGI 3: “Dinimiz, ana-babaya geleceğin anneleri olması bakımından; kız
çocuğunun terbiyesi üzerine daha bir hassasiyetle ve sevgiyle eğilmeyi tavsiye
etmektedir. Kız çocuğunu bakıp büyütüp, güzelce terbiye edene cennet, hem de
cennette en güzel makam, Rasulullah’a (S.A.S.) komşu olma makamı va’d
edilmektedir.” (30 Mart 2001)
YARGI 3: “Canlılar arasında insanın ayrı bir yeri vardır. Yeni doğan çocuk,
hayatını devam ettirebilmek için zorunlu olan en tabii ihtiyaçlarını bile karşılamaktan
acizdir. Belli bir süre bakıma, himayeye, şefkate muhtaçtır.
Bu çocuğa en iyi bakacak, onu her türlü olumsuzluklara karşı, kendi hayatını
bile tehlikeye atarak koruyacak ve himaye edecek olan yegane varlık annedir.
O anne ki, çocukları için bir çok sıkıntılara katlanır. Sevgi ve şefkat duyguları
ile onları her türlü tehlikelerden, dert ve sıkıntılardan korumaya çalışır. Onların
büyümeleri ve iyi bir insan olmaları için eşiyle birlikte çalışır, didinir.
O, gerektiğinde yemez, yedirir. Giymez, giydirir…
Aziz Mü’minler !
Anne sevgisi, sevgilerin en güzelidir. Anne; bağlılığın fedakarlığın,
cömertliğin, karşılık beklemeden vermenin ve sevmenin sembolüdür.
Anne, ilâhi rahmete benzer. Hep verir, fakat karşılık beklemez.
279
Yüce dinimiz, anneye ve anne sevgisine özel bir yer vermiş, cenneti
annelerin ayakları altına sermiş, vaktinde kılınan namazdan sonra en sevimli işin
anneye iyilik etmek olduğunu, Allah’ın rızasını kazanmanın, cennete ulaşmanın en
kestirme yolunun anneye hizmetten ve anneyi gereği gibi sevmekten geçtiğini
bildirmiştir.
Muhterem Mü’minler !
Anneler, senenin belli bir gününde sevilip, diğer zamanlarda ihmal edilecek
varlıklar değildir. Anneler, ömür boyu sevgiye, saygıya, hizmete ve hürmete layık en
yüce varlıklardır. Anneler, başların tacı, gönüllerin ilacıdır.
-Ne mutlu, annelerini, layıkıyla sevenlere; onları her zaman hatırlayanlara,
annelerine en güzel şekilde hizmet edenlere, annelerinin hayır dualarını alıp, dünya
ve âhiret mutluluğuna erebilenlere.” (11 Mayıs 2001)
YARGI 3: “Allah, insanın ve bütün kainatın yaratıcısıdır. Anne ve babamız ise
dünyaya gelişimizin sebebidirler…
Dinimiz, anne-babanın çocukları için katlandığı sıkıntılara, çektiği çilelere
karşılık onları mükafatlandırmış, Allah’ın rızasının kazanılabilmesi için öncelikle
anne-babanın rızasının kazanılmasını emretmiştir. Anne-babanın rızasını
kazanmak; gönüllerini hoş tutmakla, onlara hizmet etmekle, öğütlerini dinlemekle,
onlara saygılı davranmakla, emirlerini yerine getirmekle, onları üzmemekle,
incitmemekle, ihtiyaçları varsa o ihtiyaçları gidermekle mümkün olur.
…
Anne-babamız bize darılsalar da, kırıcı ve acı sözler söyleseler de, onlara
daima güler yüz göstermeli, hoş görülü olmalıyız. Onlardan hiçbir zaman şikayet
etmemeliyiz.” (11 Mayıs 2001)
3.3.4.4. Genç/Yaşlı
YARGI 4: “Muhterem Kardeşlerim!
Dünya hayatı geçicidir, bugünün gençleri yarının büyükleri olacaktır. Bugün
gücü kuvveti yerinde olan, tuttuğunu koparan insanlardan bir kısmı belki
ihtiyarlamadan dünya hayatına veda edecek, bir kısmı da ihtiyarlayıp gücünü,
kuvvetini kaybedecektir. Bu hayatın bir gerçeğidir ve asla değişmez. Bundan dolayı
yaşlılara devamlı saygılı olmalıyız. Dinimize göre genç bir insan yaşlılara
gençliğinde hizmet ederse Yüce Allah da yaşlılığında ona hürmet edecek kimseler
nasip eder.
… Aziz Cemaat!
Büyüklere saygı bir eğitim ve kültür işidir. Bizlere düşen görev Yüce Allah’ın
emrettiği, peygamber efendimiz (s.a.s)’in tavsiye buyurduğu şekilde hareket ederek,
daima yaşlılara karşı sevgi ve saygıda kusur etmemektir. Bu cümleden olarak: Toplu
taşıma araçlarında yaşlılara, özellikle hanımlara yer verelim. Onlar ayakta iken biz
oturmayalım.
280
Bir iş ya da alış-veriş maksadıyla sıraya girilmişse, aynı şekilde yaşlılara ve
hanımlara öncelik verelim.
Elinde ağır bir yük taşıyan büyüklerimize yardımcı olalım.
Karşıdan karşıya geçmekte zorlanan, yardıma muhtaç olduğunu farkettiğimiz
herkese yardım edelim. Unutmayalım ki bugünün yaşlıları dünün gençleri olduğu
gibi bugünün gençleri de yarının ihtiyarları olacaklardır.” (19 Ocak 2001)
YARGI 4: “Muhterem Mü’minler!
Gençlik, tüm hareket ve heyecanıyla, geçen dünümüzün adı. Yaşadığımız
geleceğe döndüğümüzde, istikbalimizi teslim edeceğimiz yarınlarımızdır.
Bir ülkenin yarınlarından emin olması, yetiştirdiği gençliğin sağlıklı, duyarlı ve
tutarlı olmasıyla mümkündür...
… [G]ençliğin iyiye, güzele yönlendirilmesiyle elde edilebilir. Gençlik ihmale
uğrar, yoldan çıkarsa hem o toplum ve hem de gençliğin kendisi ülke için bir endişe
ve üzüntü kaynağı haline gelir.
Aziz Mü’minler!
Gençliğin yaratılışından kaynaklanan sürekli hareketliliği, ülke yararına
yönlendirilemediği zaman, gençlik çeşitli mihrakların ve kötü emelli kişilerin tesir
alanı içerisine düşebilir. Bir toplumu yok etmek, yıpratmak ve zora sokmak isteyen
şer güçler, öncelikle o toplumun değerlerini ve gençliğini hedef alırlar. Bilirler ki;
Değerlerini yitirmiş, gençliği ifsat olmuş milletler, şer güçlere karşı dayanma gücünü
devam ettiremezler. İç barış ve huzurlarını kaybederler. Bunun için de terör ve
uyuşturucu belasını silah olarak kullanırlar.
…
Sevgili gençlerimiz! Şunu hiçbir zaman hatırınızdan çıkarmamalısınız ki,
sizler bizim ümidimiz ve geleceğimizsiniz. Cennet vatanımız üzerinde oynanmak
istenen oyunları bozacak ve boşa çıkaracak güçtesiniz. Ömrünüzün baharı
sayılabilecek bu çağ, sevgi ve nefreti en yoğun yaşadığınız çağdır. Nefret kötülerin,
sevgi ise Allah’ın iyi kullarının yoludur.” (18 Mayıs 2001)
3.3.4.5. Kardeş
YARGI 5: “Yüce Allah Müslümanları Kur’an’da “Kardeş” ilan etmiştir. O halde
Müslüman, kendisi için istediğini kardeşi için de istemek ve sevmek zorundadır.” (9
Şubat 2001)
YARGI 5: “İslam’ın özelliklerinden biri de içtimai hayata önem veren bir din
olmasıdır. Böyle bir toplumu oluşturan fertler, sıradan bir topluluğun üyeleri değil,
birisinin acısı hepsini etkileyen bir vücudun uzuvları gibidir. Bu toplumu oluşturan
bütün fertler kardeştir. Peygamberimizin ifadesiyle, İslam toplumunda Mü’minin
mü’mine bağlılığı, taşları birbirine kenetli bir bina gibidir.
281
… Düşkünlere yardım etmek, İslam kardeşliğinin bir gereği ve gerçek
mü’minin özelliklerindendir.” (8 Haziran 2001)
YARGI 5: “Muhterem Müslümanlar!
Bu esasın bozulmaması için de onları karşılıklı birtakım vazifelerle mükellef
kılmıştır. Bu vazifelerden biri de, selamlaşmadır. Dinimiz, Müslümanları kardeş ilan
etmiş ve bu kardeşliği imandan kaynaklanan bir sevgi ve saygı esasına bağlamıştır.”
(31 Ağustos 2001)
3.3.4.6. Vatandaş
YARGI 6: “Milletlerin tarihinde zaman zaman sıkıntılı ve zor dönemler
olmuştur. Üzülerek müşahede etmekteyiz ki; milletimiz 30 yıldır ağır bir enflasyonist
baskı altında yaşıyor. Ekonomimiz ciddi problemler ile karşı karşıya. Bu bağlamda
[D]öviz dengesinin istikrara kavuşamaması, döviz kurlarının aşırı derecede
yükselmesi, milli paramızın değerinin gittikçe düşmesine ve sonuç olarak da
vatandaşlarımızın her geçen gün biraz daha fakirleşmesine sebep olmaktadır. Artık
maalesef milli paramız yerine evler, yabancı paralar ile kiralanmakta, çarşı pazarda
insanımız döviz ile alış-veriş yapmaktadır. Ülkede emek sermaye- istihdam ve
üretim dengesi, yerini sadece döviz alınıp satılan bürolara bırakmıştır. Bu gidiş
doğru değildir.” (31 Ağustos 2001)
3.3.4.7. İnsan
YARGI 7: “Muhterem Müslümanlar !
Sonsuz kudret sahibi olan yüce Allah, insanı en güzel bir şekilde yaratmış,
şan ve şeref sahibi kılmış, ruhundan ona üflemiş, yeryüzünü insana boyun eğdirmiş
ve sayamayacağımız nice nimetleri insanoğlunun emrine vermiştir.
Gerçekten eğitilmiş ve yaratılış gayesine uygun olarak yetiştirilmiş insan,
seven ve sevilen, merhamet eden, herkesle hoş geçinen ve kendisiyle hoş geçinilen;
kendisiyle, ailesiyle, içinde yaşadığı toplumla, milletiyle ve bütün insanlıkla barışık
olandır.” (21 Eylül 2001)
YARGI 7: “Muhterem Müslümanlar!
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah tarafından Peygamberimiz Hz. Muhammed
(a.s.)’e gönderilen son ilâhî kitaptır. Bu aziz Kitab’ın muhatabı bütün insanlar, gayesi
de; bütün insanların, dünya ve ahiret mutluluklarını sağlamaktır. Bu gayeye
ulaşabilmemiz için; Kur’an’ı okumamız, anlamamız, emir ve yasaklarına uymamız
gerekir.
282
Aziz Mü’minler!
“Bitmez-tükenmez bir ilim, hikmet ve saadet kaynağı olan Kur’an; nûru ile
âlemleri aydınlatan, ruhlara şifa veren, insanların güçlü bir vicdana ve sağlam bir
imana sahip olmasına vesile olan, akılları ve gönülleri aydınlatan yüce bir kitaptır.
Öyle ise, hayatın manasını anlamamız, iyi bir insan olmamız, değişen ve
gelişen dünyanın ağır şartlarını göğüsleyebilmemiz için, Kur’an’a başvurmamız ve
ondan öğütler almamız gerekir. Bütün benliğimizle o yüce Kitab’a yönelmeli, eşsiz
güzelliklerini kavramalı ve ilkelerini hem kafamıza hem de gönlümüze
nakşetmeliyiz.” (19 Ekim 2001)
YARGI 7: “İnsan, oruç sayesinde, nefsine ve nefsinin kötü arzularına hakim
olma iradesini güçlendirir. Böylece kötü istek ve arzulardan uzak durması, günah
işlemekten sakınması daha kolay olur…
Muhterem Müslümanlar!
Oruç, nefsi terbiye eder ve iradeyi güçlendirir. Bu sayede, insan daha sabırlı
ve tahammüllü olur.” (16 Kasım 2001)
YARGI 7: “Muhterem Müslümanlar!
İslâm dini, ilim, irfan, hikmet ve hakikat dinidir. Her hükmü, insanın yapısına
ve hayat düzenine uygun olan, dünya ve ahiret saadetini temin eden bir dindir.
İslam Dininin insanlığa ilk mesajı ‘oku’ olmuştur. Bunun anlamı üzerinde çok
iyi düşünmek gerekir. Çünkü insan, okumak ve öğrenmekle doğruyu bulur,
mutluluğa erer, vatanına ve milletine yararlı olur.” (23 Kasım 2001)
YARGI 7: “Değerli Mü’minler!
Yüce dinimiz İslam’ın ana hedefi, insanların dünya ve ahiret saadetini temin
etmektir.
İnsan, Cenab-ı Hakk’ın yer yüzündeki halifesidir. Allah bütün nimetleri O’nun
istifadesine sunmuştur. İnsana saygı ve hürmet dinimizin emri, ahlaki değerlerimizin
de temel taşıdır.” (19 Ocak 2001)
YARGI 7: “Aziz Mü’minler!
Varlıkların en şereflisi insan, daima çalışmak zorundadır. Onun beslenme,
barınma ve giyinme gibi önemli ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçların temini ve insanın
onurunu koruması, hayatını devam ettirmesi için çalışması vaciptir.” (2 Şubat 2001)
YARGI 7: “Muhterem Müslümanlar!
Cenab-ı Hakk’ın yarattığı varlıklar içinde en mükemmel varlık insandır. Bu
mükemmelliğine rağmen insan, tek başına hayatını sürdüremeyen ve mutlaka
birlikte yaşamaya muhtaç olan bir canlıdır.” (9 Şubat 2001)
283
YARGI 7: “Muhterem Müslümanlar!
Yüce Allah, insanı yaratılmışların en şereflisi olarak yaratmış. O’na akıl ve
irade gücünü vermiş; Bununla yetinmeyerek Peygamberleri önder ve ilahi mesajları
içeren kitapları da rehber olarak göndermiştir.” (23 Şubat 2001)
YARGI 7: “İnsan; hayatını sağlık, afiyet ve mutluluk içerisinde sürdürdüğü
müddetçe neşeli, mutlu, huzurlu ve verimlidir. Bu sayede insan hayatın tadı ve
güzelliğine; ahiret alemindeki tüm saadetlerin kazanılmasına ulaşır.” (6 Nisan 2001)
YARGI 7: “Muhterem Müslümanlar!
Yaratılmışların en şereflisi olan insanın; yeme, içme ve barınma gibi maddî
ihtiyaçlarının yanında, inanma ve ibadet etme gibi manevi ihtiyaçları da vardır.
Çünkü insan, Allah’a ibadet etmesi için yaratılmıştır.
Yüce Allah (c.c.); her şeyi insan için var etmiş ve insana sayamayacağı
kadar çok nimet vermiştir. İbadet görevini yapabilmesi, salih ameller işleyebilmesi,
kötülüklerden korunabilmesi böylece dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayabilmesi
için insana akıl, irade, vicdan, iyiyi ve kötüyü, doğruyu ve yanlışı birbirinden
ayırabilecek yetenek vermiş, bununla yetinmemiş ilk insandan itibaren rehber olmak
üzere peygamber ve kitaplar göndermiştir…
İman ve ibadeti veya inkâr ve isyanı tercih edecek olan insanın kendisidir.
İnsan bu tercihine göre mükâfat veya ceza görecektir…
… insan, doğuştan din duygusu ile yüklü olarak yaratılmıştır. Hak veya batıl,
doğru veya yanlış, her insanın bir inancı vardır. Müslüman olarak bize düşen görev;
dinimizi öğrenmek, yaşamak, hikmet ve güzel öğütle insanlara anlatmaktır.” (13
Nisan 2001)
YARGI 7: “Dinimizin muhatabı insan, gaye ve hedefi ise insanın dünya ve
ahirette mutluluğu ve saadetidir, toplumun huzurudur.” (20 Nisan 2001)
YARGI 7: “Muhterem Müslümanlar!
Varlıkların en mükemmeli insandır. İnsan; sadece maddi bir yaratık değil,
manevi yönü de olan bir varlıktır. İnsanın maddi hayatını devam ettirmesi için çeşitli
nimetler veren Rabbimiz, maddi-mânevi hayatını devam ettirmesi için de kitaplar ve
Peygamberler göndermiştir.” (15 Haziran 2001)
3.3.4.8. Kul
YARGI 8: “Muhterem Müslümanlar!
Varlıkların en şereflisi insanın dünyaya geliş maksadı, Yüce Rabbine kulluk
etmek ve hem dünyası, hem de ahireti için çalışmaktır.” (2 Şubat 2001)
284
YARGI 8: “Herkesin hak ve hukukuna saygılı olalım. Kul hakkıyla Allah’ın
huzuruna çıkmaktan sakınalım. Kul hakkını, hak sahibi bağışlamadıkça Allah’ın
bağışlamayacağını bilelim. Dünyadaki bir çok kötülük, kavga ve cinayetlerin,
insanlar arasındaki huzursuzlukların, kul haklarına saygı göstermemekten meydana
geldiğini unutmayalım.” (6 Temmuz 2001)
YARGI 8: “Varlıklar; ibadet, rızık, affedilme ve benzeri konularda Allah’tan
yardım isterler. Allah; diriltmek, öldürmek, değerli veya değersiz kılmak, zengin veya
fakir yapmak, isteyene vermek ve benzeri işlerde; her an kainatta tasarruf
etmektedir. Madem ki; yer çalışıyor, gök çalışıyor; öyleyse bizim de Allah’ın kulları
olarak çalışmamız, hem de çok çalışmamız gerekmez mi?” (27 Temmuz 2001)
YARGI 8: “İbadet; bir Müslüman’ın Yüce Allah’ın varlığını, birliğini ve
büyüklüğünü tasdik etmesi, O’na teslimiyetle boyun eğmesi, O’nun kulu olduğunu
bilmesi ve saygı ile O’na itaatte bulunması demektir. Öyle ise ibadet, insanın asli
görevidir. İnsana yakışan da, bu görevini yerine getirmesidir. Zaten insanın yaratılış
gayesi, Allah’a kulluk etmektir.” (28 Aralık 2001)
Tablo 4: İnsan Birimi Açısından Kategoriler
2001 YILI CUMA HUTBELERİNDE “İNSAN”A İLİŞKİN SÖYLEMİN “ÇOCUK,
KADIN, ANNE/BABA, GENÇ/YAŞLI, KARDEŞ, VATANDAŞ, İNSAN, KUL”
DÜZEYLERİNDEKİ İÇERİĞİN İDEOLOJİK GÖRÜNÜMÜ
ONAYLAMA KATEGORİSİ
YADSIMA KATEGORİSİ
1.1. Çocukların sağlıklı ve dengeli 1.1. Çocuklar sevgiye doymazsa sağlıklı
olmaları için sevgiye doyurulmaları ve dengeli olamazlar.
gerekir.
1.2. Toplumun en önemli parçası,
geleceğin teminatı olan çocukların iyi
terbiye edilmesi, Allah, Peygamber ve
vatan sevgisiyle yetiştirilmesi dini bir
zorunluluktur.
1.2. Çocuklar iyi terbiye edilmezse
toplum için büyük zararlar meydana gelir
ve büyük yaşlarda isyan ettiklerinde, bir
felaketle karşı karşıya geldiklerinde
şikayete hakkımız olamaz.
1.3. Bütün canlılardan farklı olarak yeni 1.3. Yeni doğan çocuğa bakmamak, ona
doğan
çocuk
ihtiyaçlarını şefkat
göstermemek
yanlış
bir
karşılayamadığından ona bakmak, davranıştır.
himaye etmek ve şefkat göstermek
gerekir.
1.4. Çocuk yetiştirirken ailede, okulda 1.4. Çocuk eğitilirken maddi ve manevi
ve çevrede hem maddi hem de manevi açıdan iyi bir eğitim verilmezse sağlıklı
açıdan iyi bir eğitimin verilmesi gerekir.
ve dengeli bir insan yetişmez.
1.5. Bir insan bebeklik döneminden 1.5. Bir insan bebeklik döneminden
itibaren sevgiye doyurulursa sağlıklı ve itibaren sevgiyle doyurulmazsa sağlıklı
dengeli bir ruha sahip olur.
ve dengeli olamaz.
285
2.1. İslam’a göre kadın, ailenin ve
toplumun temel taşıdır, erkeğe bir
emanettir ve ona saygıyla ve şefkatle
davranılmalıdır.
Kadına
sevgi
gösterilirse o da çocuklarını sevgiyle
büyütür ve topluma yararlı insanlar
yetiştirir.
2.1. Kadına saygıyla ve şefkatle
davranılmazsa ve sevgi gösterilmezse
ailenin ve toplumun temel taşı olan
emanete iyi bakılmamış ve topluma
yararlı çocuklar yetiştirilmemiş olur.
2.2. İslam’da kadın zayıf ve akılsız bir 2.2. Kadının şahsiyetsiz ve haklara
varlık değil tersine şahsiyeti ve hakları sahip olmadığını söylemek İslam’la
olan bir varlıktır; çocuğunu büyütmesi bağdaşmaz.
ve kocasına destek olması, inançlı bir
kadının aldığı insani ve dini terbiyeden
kaynaklanır.
2.3. İslam dinine göre her Müslüman 2.3. Müslüman olan erkek ve kadın
erkek ve kadının okuması ve öğrenmesi okuyup öğrenmiyorsa İslam dininin
şarttır.
gereklerini yerine getirmemiş olur.
3.1. Anneye, babaya ve büyüklere 3.1. Anneye, babaya ve büyüklere saygı
saygılı ve hürmetli olmak dini, milli ve ve hürmet göstermezsek dini, milli ve
insani bir görevdir.
insani görevler yerine getirilmemiş olur.
3.2. İslam dinine göre kız çocukların 3.2.
Kız
çocukları
sevgiyle
ve
eğitimi çok daha önemlidir ve onların iyi hassasiyetle iyi biçimde eğitilmezse
terbiye edilmesinin ödülü büyüktür.
gelecek nesiller sağlıklı olmaz.
3.3. Anne çocuğu en iyi şekilde korur,
büyütür, ona şefkat gösterir, onun için
sıkıntılara katlanır ve fedakarlıklar
yapar. Çocukları da ömür boyunca
onlara sevgi, saygı, hizmet ve hürmet
gösterirse dünyada ve ahirette mutlu
olur.
3.3. Çocuğunu korumayan, şefkat
göstermeyen, sıkıntılara katlanmayan ve
fedakarlıklar yapmayan bir kimse iyi bir
anne değildir. Annesine sevgi, saygı,
hizmet ve hürmet göstermeyenler dünya
ve ahiret mutluluğunu yakalayamaz.
3.4. Dünyaya geliş sebebi olan anne ve
babayı mutlu etmek, Allah’ı mutlu
etmektir. Onlar yanlış yapsalar bile
onlara karşı hoşgörülü, güleryüzlü
olmakla ve saygı göstermekle dinin
gereği yerine getirilmiş olur.
3.4. Anne babasını mutlu etmeyen, ona
karşı hoşgörülü, güleryüzlü ve saygılı
olmayan bir kimse Allah’ın rızasını
kazanamaz.
4.1. Yaşlılara karşı saygılı olan ve
onlara yardımcı olmayı Allah ve
Peygamber tavsiye eder. Gençliğinde
yaşlılara hürmet eden bir kimseye Allah
yaşlandığında ona hürmet edecek
kimseler nasip eder.
4.1. Yaşlılara karşı saygılı olmamak ve
onlara yardımcı olmamak Allah ve
Peygamberin tavsiyesine uymamaktır.
Böyle
davranan
kimseler
yaşlandıklarında
iyi
muamele
göremeyebilir.
4.2. Bir ülkenin geleceği, barışı ve 4.2. Eğer bir gençlik değerlerini
huzuru, gençliğin sağlıklı, tutarlı ve koruyamazsa ülkedeki İç barış ve huzur
başarılı olmasına bağlıdır.
ortamı kaybolur.
286
5.1. Kuran’a göre bütün Müslümanlar 5.1. Kardeşlik duygusuyla hareket
kardeştir ve kendisi kadar kardeşini de etmeyen, kardeşini sevmeyen ve onu
düşünmek ve sevmek zorundadır.
düşünmeyen bir Müslüman Kuran’a
uygun davranmamış olur.
5.2. İslam’ı benimseyen bir toplumu 5.2. Düşkünlere yardım etmeyenler,
oluşturan fertler kardeştir ve bu kardeşlik duygusundan yoksundur ve
kardeşliğin gereği olarak gerçek mümin gerçek mümin olamaz.
düşkün durumdakilere yardım eder.
5.3. İslam’a göre Müslümanlar sevgi ve
saygıyla
birbirlerine
bağlı
olan
kardeşlerdir ve selamlaşma bu duyguyu
güçlendiren önemli bir görevdir.
5.3. Sevgi ve saygıyla birbirlerine bağlı
olmayanlar,
kardeşlik
duygusuyla
hareket
etmeyenler
ve
selamlaşmayanlar İslam’ın doğasına
aykırı davranmaktadır.
6.1. Ekonomide istikrarın olması ve milli 6.1. Ekonomideki istikrarsızlık ve milli
paranın
değerini
koruması, paranın
değerini
kaybetmesi
vatandaşların refahını sağlar.
vatandaşların fakirleşmesine neden
olmaktadır.
7.1. Bir insan iyi eğitilmişse ve yaratılış
gayesine uygun olarak yetiştirilmişse
kendisiyle,
ailesiyle,
çevresiyle,
milletiyle ve bütün insanlıkla barışık
olur.
7.1. Bir insan iyi eğitilmemişse ve
yaratılış
gayesine
uygun
olarak
yetiştirilmemişse kendisiyle, ailesiyle,
çevresiyle, milletiyle ve bütün insanlıkla
barışık olamaz.
7.2. Kur’an’a uyulursa hayatı anlamak,
iyi bir insan olmak, değişen şartlara
uyum sağlamak mümkün olur.
7.2.Kuran’a uygun hareket edilmezse iyi
bir insan olunamaz, hayat anlaşılamaz
ve değişen şartlara uyum gösterilemez.
7.3. Bir insan oruç tuttuğunda kötü
isteklerden uzaklaşması, iradesinin
güçlenmesi ve daha sabırlı olması
kolaylaşır.
7.3. Oruç tutmayan bir insanın kötü
isteklerden
uzaklaşması,
iradesinin
güçlenmesi ve sabırlı olması kolay
olmaz.
7.4. İnsan, okuyarak ve öğrenerek 7.4. İnsan okumazsa ve öğrenmezse
doğruyu bulur, mutluluğa erer, vatanına doğruyu bulamaz, mutlu olamaz ve
ve milletine yararlı olur.
vatanına ve milletine yararlı olamaz.
7.5. Allah’ın halifesi olan insana karşı 7.5. İnsana saygılı olamamak İslam
saygılı olmak İslam dininin emri ve dinine ve ahlaki değerlere uymamak
ahlakın temel taşıdır.
demektir.
7.6. Çalışan insan ihtiyaçlarını karşılar 7.6. İnsan çalışmazsa ihtiyaçlarını
ve onurunu koruyup hayatını devam karşılayamaz, onurunu koruyamaz ve
ettirir.
hayatını devam ettiremez.
7.7. İnsan Allah’ın yarattığı en 7.7. İnsan
mükemmel
varlıktır
ancak
diğer sürdüremez.
insanlarla birlikte yaşaması gerekir.
tek
başına
yaşamını
287
7.8. Allah insana akıl, irade vermiş ve 7.8. Allah’ın insana verdiği akılla ve
önder olarak peygamberleri, rehber iradeyle davranmayan, peygamberin
olarak da kitapları göndermiştir.
öğütlerini dinlemeyen ve rehber olarak
Kuran’ı kabul etmeyen kişi yanlış yoldan
çıkamaz.
7.9. İnsan; hayatını sağlık ve mutluluk 7.9. İnsan sağlıklı ve mutlu olmazsa
içerisinde sürdürürse dünyada ve dünyada ve ahirette mutlu olamaz.
ahirette mutlu, huzurlu ve verimli olur.
7.10. İnsan akıl, irade, vicdan, doğruyu 7.10. İnsanın kötü davranışları
yanlışı ayırdetme yeteneği ve tercihlere tercihleri ödüllendirilmeyecektir.
sahiptir. Yaptığı iyi davranışlar ve
tercihler ödüllendirilecektir.
ve
7.11. İslam dini sayesinde insan dünya 7.11. İslam dinine uygun davranmayan
ve ahirette mutlu olur, toplumsal huzur insan dünya ve ahirette mutlu olamaz,
sağlanır.
toplumun huzuru sağlanamaz.
7.12.
Allah’ın
kitaplarına
ve 7.12.
Allah’ın
kitaplarına
ve
peygamberlerine uyan kimseler maddi peygamberlerine uymayan kimseler
ve manevi hayatlarını devam ettirirler.
maddi ve manevi hayatlarını devam
ettiremezler.
8.1. İnsan Allah’a kulluk ederse ve 8.1. İnsan Allah’a kulluk etmezse ve
dünyası ve ahireti için çalışırsa dünyaya dünyası ve ahireti için çalışmazsa
geliş amacına uygun davranmış olur.
dünyaya
geliş
amacına
uygun
davranmamış olur.
8.2. Kul hakkına saygı göstermek 8.2. Kul hakkına saygı göstermemek
huzuru sağlar.
dünyadaki pek çok kötülüğe, kavga ve
cinayetlere,
insanlar
arasındaki
huzursuzluklara neden olur.
8.3. İnsan Allah’ın kuludur ve kainattaki 8.3. Bir kul olarak insanın çalışmaması
her şeyin çalıştığı gibi insanın da kainatın düzenine uymamaktadır.
çalışması gerekir.
8.4. İnsanın Allah’a kulluk etmesi 8.4. İnsanın Allah’a kulluk yapmaması
yaratılış amacına uyması anlamına yaratılış amacına uymamaktadır.
gelir.
3.3.4.9. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “İnsan” Alanındaki Yargıların
İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi
2001 Cuma hutbelerinde insan, çocuk olarak ele alınırken, onun
sağlıklı ve dengeli yetiştirilmesine, terbiye edilmesine, doyurulmasına,
ihtiyaçlarının karşılanmasına ve eğitilmesine yer verilmektedir. Öncelikle
çocuklar kendi kendilerine gereksinimlerini karşılayamadıkları için onlara
288
bakmanın, şefkat göstermenin, onları himaye etmenin önemi üzerinde
durulmaktadır. Çocuğun özellikle toplum için gelecekte yararlı biri olmasının
amaçlandığı çok açıktır. Bu açıdan toplumun en önemli parçası, geleceğin
teminatı olarak kabul edilen çocuğun iyi terbiye edilmesi, Allah, Peygamber
ve vatan sevgisiyle yetiştirilmesi, dini bir zorunluluk olarak ifade edilmektedir.
Çocuğun sağlıklı ve dengeli bir ruh yapısına sahip olması için sevgiyle
doyurulması gerektiği vurgulanmaktadır. Çocuk yetiştirmenin en önemli yönü
olarak hem maddi hem de manevi değerlere yer verilmesi dikkat
çekmektedir.
Cuma hutbelerine göre, insanın kadın olarak en önemli özelliği, ailenin
ve toplumun temel taşı olmasıdır. Bu anlamda kadın erkeğe bir emanet
olarak değerlendirilmekte ve ona, sevgiyle ve şefkatle davranılması tavsiye
edilmektedir. Kendisine sevgi gösterilen kadının çocukları topluma yararlı
olacak şekilde sevgiyle yetiştireceğine değinilmektedir. İslam açısından
kadının zayıf ve akılsız bir varlık değil şahsiyeti ve hakları olan bir varlık
olduğu belirtilmekte, inançlı bir kadının çocuğunu büyütmesinin ve kocasına
destek olmasının, aldığı dini terbiyeye bağlı olduğuna işaret edilmektedir.
Son olarak Müslüman erkeğin ve kadının eğitim-öğretim görmesi tavsiye
edilmektedir.
Anne ve baba olarak insan konusunda, anneye, babaya ve büyüklere
saygılı ve hürmetli olmanın dini, milli ve insani bir görev olduğu
vurgulanmaktadır. Kız çocukların anne/baba tarafından eğitilmesinin ve
terbiye edilmesinin önemi üzerinde durulmaktadır. Ayrıca annenin çocukla
ilişkisine, koruma, büyütme, ona şefkat gösterme ve onlar için sıkıntılara
katlanma açısından değinilmektedir. Çocukların ise onlara sevgi, saygı,
hürmet göstermeleri ve hizmet etmeleri gerektiği üzerinde durulmaktadır. Son
olarak anne babayı mutlu etmenin, Allah’ı mutlu edeceği belirtilmekte, onlar
yanlış yapsalar bile onlara hoşgörülü davranılması, güleryüz ve saygı
gösterilmesi tavsiye edilmektedir.
289
Bir ülkenin geleceği, barışı ve huzurunun gençliğin sağlıklı, başarılı ve
tutarlı olmasına bağlı olduğu fikri işlenmektedir. Allah’ın ve Peygamberin,
yaşlılara saygı ve hürmet gösterilmesini tavsiye ettiği, gençliğinde yaşlılara
hürmet eden kişiye Allah’ın yaşlandığında hürmet edecek kimseler nasip
edeceği belirtilmektedir.
Kardeş olarak insan konusunda Müslümanların kardeş oldukları en
öncelikli vurgudur. Bu anlamda Müslümanın kendisi kadar kardeşini de
düşünmesi ve sevmesi, özellikle gereksinim duyanlara yardım etmesi
gerektiği tavsiye edilmektedir. Müslümanların sevgi saygıyla birbirlerine bağlı
olmaları ve kaynaşmasının önemine değinilmektedir.
2001 Cuma hutbelerinde genel olarak insanın vatandaş olarak aynı
bütünün parçası oldukları ve birbirlerine inanç bağıyla kenetlendikleri fikri
açıkça görülmektedir. Daha özel olarak vatandaşların bir bütünün parçaları
oldukları için belirli konularda ortak yararlarının veya zararlarının olduğu
görüşüne yer verilmektedir. Örneğin ekonomideki istikrarın ve milli paranın
değer
kaybetmemesinin,
vatandaşların
refah
içinde
bulunmalarını,
fakirleşmemelerini sağladığı şeklindeki bir değerlendirmeye yer verilmektedir.
İnsana akıl ve irade verildiği, önder olarak peygamberlerin kılavuz
olarak kitapların gönderildiği, insanın yaptığı iyi davranışlar ve tercihler
nedeniyle ödüllendirileceği vurgulanmaktadır. Buna göre insan, Allah’ın
yarattığı en mükemmel varlıktır ve insan Allah’ın halifesi olduğu için ona karşı
saygı göstermek gerekir. Burada yer alan temel bir görüş, İslam dini
sayesinde insanın dünya ve ahirette mutlu olacağı,
toplumsal huzurun
sağlanacağı şeklindedir. Kuran’a uymanın, hayatı anlamaya, iyi bir insan
olmaya ve değişen şartlara uyum sağlamaya yol açtığı belirtilmektedir. Dini
ibadetler sevaplarının yanısıra insana bazı kişilik özellikleri de kazandırır.
Örneğin, oruç tutmak, kötü isteklerden uzaklaşmaya, iradenin güçlenmesine
ve sabırlı davranmaya yardımcı olur. İyi eğitilmiş ve yaratılış gayesine uygun
olarak yetiştirilmiş bir insanın, kendisiyle, ailesiyle, çevresiyle, milletiyle ve
bütün insanlıkla barış içinde olacağı görüşüne yer verilmektedir. Ayrıca
290
çalışan insanın ihtiyaçlarını karşıladığı, onurunu koruyup hayatını devam
ettirdiği ifade edilmekte, insanın, hayatını sağlık ve mutluluk içerisinde
sürdürdüğünde dünyada ve ahirette mutlu, huzurlu olacağı belirtilmektedir.
Son olarak insanın, okuyan ve öğrenen insanın doğruyu bulacağı mutluluğa
ulaşacağı ifade edilmekte ve vatanına ve milletine yararlı olacağı
vurgulanmaktadır.
Cuma hutbelerinde kulluk, insanın başka bir yönü olarak kendisini
gösterir. Her şeyden önce insanın Allah’a kulluk etmesinin yaratılış amacına
uyması anlamına geldiğinin altı çizilmektedir. İnsan Allah’ın kulu olduğu için
kâinattaki diğer varlıklar gibi kendi fıtratına uygun hareket etmeli ve
çalışmalıdır. Kulluğun diğer bir yönü de kul hakkının olduğunun teslim edilişi,
kul hakkına saygı gösterilmesidir.
3.3.5. Milli Öğeler
Milli öğeler birimi içinde öncelikle millet, şehit/gazi, bayrak, ecdat,
devlet ve vatan/yurt/ülke alt birimleri hakkında yargı barındıran metinler
belirlenmekte, sonra bu metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri
açısından ifade edilmekte, son olarak ise ortaya çıkan yargısal ifadeler
hakkında değerlendirme yapılmaktadır.
3.3.5.1. Millet
YARGI 1: “Değerli Kardeşlerim!
Dünya nimetler deryasıdır. Bu nimetleri elde etmek için çalışmak şarttır.
Çalışan insan: Çalışarak, kazanarak, zekatını, vergisini vererek devletine ve
milletine karşı görevlerini eksiksiz bir şekilde yerine getirmiş olur.
Milletlerin ve medeniyetlerin yarış halinde olduğu çağımızda, ileri ülkelerin
nasıl çalıştığını ve medeniyet yarışında öne geçtiğini bilmeyenimiz yoktur.” (2 Şubat
2001)
291
YARGI 1: “Muhterem Müslümanlar!
Mensuplarına dünya ve ahiret mutluluğu vadeden dinimiz vatan, millet ve
devlet gibi kutsal sayılan değerlere büyük önem vermiştir. Bu değerlerin
korunmasına çalışırken şehit ve gazi olanlar, Yüce Allah ve Sevgili Peygamberimiz
tarafından övülmüştür.” (3 Ocak 2001)
YARGI 1: “Yüce milletimiz hiçbir zaman zulme tevessül etmemiştir. Milliyeti
ve inancı ne olursa olsun hiçbir insana kötü muamele yapmamıştır. Her türlü inanca
hoşgörü göstermiştir.” (25 Mayıs 2001)
YARGI 1: “Muhterem Müminler!
30 Ağustos zaferi, Türk milletinin asla esir edilemeyeceğini; semaları
süsleyen Türk Bayrağı’nın gönderden indirilemeyeceğini ve gök kubbeyi çınlatan
ezan seslerinin dindirilemeyeceğini bütün dünyaya ilan eden kutsal bir zaferdir.
Bu zafer, namusumuzu ve mukaddes değerlerimizi düşman saldırısından
kurtarmakla kalmamış; aynı zamanda esaret altında bulunan diğer Müslüman
milletlere de ilham kaynağı olmuştur.” (24 Ağustos 2001)
YARGI 1: “Muhterem Müminler!
Milletimiz, tarih boyunca pek çok sıkıntı ile karşılaşmış ve bunları
omuzlayarak aşmıştır. Bu milletin en ayırıcı (mümeyyiz) vasfı, zor şartların milleti
olmasıdır. Problemleri çözmenin birinci şartı ise, çözme iradesini ortaya koymak,
çözüme inanmaktır. Kutsal kitabımız; ümitsizliğe düşmemeyi emrediyor, ümitsizliğe
düşmeyeceğiz. Özgüvenimizi kaybetmeyeceğiz. Özgüvenini ve ümidini kaybeden
insanlar, kendilerini kaybederler. Bu durumdaki insanların çözüm üretmesi mümkün
değildir. Halbuki, Müslüman karamsar olamaz, o her zaman hep ümitvardır.” (31
Ağustos 2001)
YARGI 1: “Bir ülkenin milli parası ise, o ülkenin diğer devletler nezdindeki
milli onurunun sembolüdür. Artık uluslararası ekonomik hayatta, yabancı paralar
karşısında milli paranın paritesinin yüksekliği, o ülkenin itibarının da göstergesi kabul
edilmektedir…
Biz daha büyük sıkıntıları da yaşadık ve aştık, yoksulluklar içinde istiklâl
savaşı verdik. Milli irademiz ile, bugün karşı karşıya olduğumuz bu ekonomik
problemleri aşacağımızdan da kuşkumuz yok. Ancak; önce milli irademizin, milli
hakimiyetimizin ve hükümranlığımızın en önemli göstergelerinden, sembollerinden
biri olan milli paramıza, Türk Liramıza gereken değeri vermeliyiz. Ürettiğinden
fazlasını tüketen hem de borç alarak tüketen değil, kısaca tüketim toplumu değil,
üreten insanlar olmalıyız, paralarımızı dolara marka değil, dövize değil; üretime
yönlendirmeliyiz.
Toplumumuzun yeniden dengeli, istikrarlı bir hayata kavuşması için, dinen
herkes üzerine düşeni yapmak ile yükümlüdür. Ülkemizin yeniden ekonomik istikrara
kavuşmasında Yüce Rabb’imiz yardımcımız olsun.” (31 Ağustos 2001)
292
YARGI 1: “Camilerin imar ve inşası konusunda büyük gayret gösteren aziz
milletimiz, mevcut camilerin yıllık bakım ve temizliğini, gerektiğinde onarımını da
severek yapmaktadır.” (5 Ekim 2001)
3.3.5.2. Şehit/Gazi
YARGI 2: “Muhterem Müslümanlar !
Müslümanların ‘ölürsem şehit, kalırsam gazi’ inancı, nice zorlukları aşmada
onlara yardım etmiştir. Böylece kendilerinden sayıca çok üstün durumda bulunan
ordulara karşı pek çok zaferler elde etmişlerdir…
-Bu gün bu aziz vatanda canlarından ve namuslarından emin olarak
bağımsız bir hayat yaşayan bizler, tüm şehitlerimize ve gazilerimize minnet ve
şükran duygularıyla dolu olmalıyız. Yeni nesilleri bu duygularla yetiştirmeliyiz.
Bu duygularla bütün şehitlerimizi rahmet, minnet ve şükranla anıyoruz.” (3
Ocak 2001)
YARGI 2: “Her karış toprağı şehit kanıyla yoğrulmuş bu kutsal topraklarda,
birlik ve dirlik içinde yaşayalım.” (25 Mayıs 2001)
YARGI 2: “Bu vesileyle; canlarını feda ederek, milletimize eşsiz bir vatan
bırakan aziz şehitlerimizi rahmet; gazilerimizi saygıyla anıyoruz.” (24 Ağustos 2001)
3.3.5.3. Bayrak
YARGI 3: “Önce, en yakınımızdan başlayarak birbirimizi; sonra, uğruna
binlerce gencimizi feda ettiğimiz cennet vatanımızı, bayrağımızı sevmeliyiz. Bizi biz
yapan değerlerimizi sevmeliyiz.
Sevmeliyiz; çünkü, nefret ve kin tohumlarının yeşermemesi için en etkili ilaç,
yine sevgidir.” (18 Mayıs 2001)
3.3.5.4. Ecdat
YARGI 4: “Ancak, hemen belirtmek gerekir ki, ecdadımızın taraf olduğu
savaşların hepsinde meşru bir müdafaa vardır. Yoksa sömürgeci ve yayılmacı bir
anlayış ya da sadece toprak elde etme emelleri yoktur. İşte bu savaşların yakın
tarihimizde en önemlilerinden biri de bu yıl 86. Yılını kutladığımız Çanakkale
Zaferi’dir.” (3 Ocak 2001)
293
YARGI 4: “Muhterem Müslümanlar!
Şanlı ecdadımızın canları ve kanları pahasına fethederek bizlere emanet
bıraktıkları güzel İstanbul’u ve aziz Anadolu’muzu, atalarımızın mukaddes emaneti
bilip, canımız gibi koruyalım. Onlara layık bir nesil olabilmek için daha çok çalışıp
ülkemizi imar edelim. Her köşesini cennetten bir parça bilip, en güzel şekilde
koruyalım.” (25 Mayıs 2001)
YARGI 4: “1071 Malazgirt zaferimizi hazmedemeyenler, Anadolu’ya
gelişimizden itibaren, bize karşı düşmanca saldırılarına devam edegelmişlerdir.
Bu saldırılar, Haçlı seferleri ile başlamış, asırlarca sürmüş ve nihayet I.
Dünya Savaşı ile Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasında en önemli rolü
oynamıştır. Hatta bununla da yetinilmemiş, Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşması
ile; topraklarımız paylaşılmaya ve istila edilmeye başlanmıştır.
Kahraman ecdadımız bu istila ve taksimi asla kabul etmemiş, topyekûn bir
mücadeleye girilmiştir. Tarihe, “Türk İstiklal Savaşı” olarak geçen bu ölüm-kalım
savaşını kesin zaferle sonuçlandırmıştır. Bu büyük zaferin tek hedefi, vatanımızı
düşman işgalinden kurtarmak, istiklalimizi yeniden kazanmaktı.” (24 Ağustos 2001)
YARGI 4: “Atalarımız, "Ne ekersen onu biçersin” sözüyle çalışmadan, bir
şeye sahip olmanın mümkün olamayacağını ifade etmişlerdir.” (2 Şubat 2001)
YARGI 4: “Ortaçağ Avrupası; cehalet içerisinde yaşarken, atalarımız;
insanlığın bu gününe ışık tutan eserler ve araştırmalar yapmışlardı. Onlar, ‘Allah
içinizden iman edenlerle, ilme nail olanların derecelerini yükseltir’. Âyet-i
celilesinde verilen vaadin hak olduğuna inanmış ve Allah katındaki bu dereceye
yükselmek inancıyla hareket etmişlerdir.” (22 Haziran 2001)
3.3.5.5. Devlet
YARGI 5: “Milletler camiasında devletler, sahip oldukları ekonomilere göre
değer ve muamele görmektedirler.” (31 Ağustos 2001)
YARGI 5: “… Muhterem Müslümanlar!
Şunu hemen ifade etmeliyiz ki, Allah’a şükürler olsun ülkemizde gençliğimizin
büyük bir çoğunluğu kendi değerlerine sahip, sorumluluklarının bilincinde, vatan ve
millet sevgisiyle yoğrulmuştur. Bu yapının ilelebet devam etmesi bu değerlerimizin
gençlerimize bütün yönleriyle aktarılmasıyla mümkündür. Devletimizin bu alanda
alacağı tedbirlere milletçe destek vermemizin yanında gençliğimize sahip çıkarak
onları sağlam bir inanç ve köklü bir millet sevgisinde birleştirmeliyiz.” (18 Mayıs
2001)
294
YARGI 5: “Sevgili Peygamberimizin doğum yıldönümünü kutlarken
Müslüman’a yaraşanın onun yüksek ahlakını benimsemek, ailesine, çevresine,
milletine ve devletine yararlı bir insan olmaktır.” (1 Haziran 2001)
3.3.5.6. Vatan/Yurt/Ülke
YARGI 6: “Muhterem Müslümanlar!
Aziz vatanımız dünyamızın çok önemli bir noktasında yer almaktadır. Bu
güzel topraklara sahip olmak asırlardır, pek çok devletin ve kumandanın hayallerini
süslemiştir.” (3 Ocak 2001)
YARGI 6: “-İnanç, vatan sevgisi, dayanışma, birlik ve beraberlik duyguları,
zamanın en güçlü ve donanımlı ordularına karşı koymada en önemli faktörler
olmuştur.” (3 Ocak 2001)
YARGI 6: “Ülkemiz; sel, deprem, çığ ve orman yangınları gibi felaketlerin
sıkça yaşandığı bir bölge konumundadır. Son zamanlarda, dünyada meydana gelen
deprem, tayfun, kasırga ve su baskınları; halkımızın nasıl bir tehlike altında
olduğunu göstermektedir.
Nerede ve ne zaman olacağını tam olarak bilemediğimiz âfetlere karşı,
daima hazırlıklı ve tedbirli olmak zorundayız.” (20 Temmuz 2001)
Tablo 5: Milli Öğeler Birimi Açısından Kategoriler
2001 YILI CUMA HUTBELERİNDE “MİLLİ ÖĞELER”E İLİŞKİN SÖYLEMİN
“MİLLET, ŞEHİT/GAZİ, BAYRAK, ECDAT, DEVLET, VATAN/YURT/ÜLKE”
DÜZEYLERİNDEKİ İÇERİĞİN İDEOLOJİK GÖRÜNÜMÜ
ONAYLAMA KATEGORİSİ
YADSIMA KATEGORİSİ
1.1. Milletler ve medeniyetler yarış
halindeyken milletin ve devletin ileri
gitmesi çalışmakla mümkün olur.
1.1.Çalışmayan bir insan milletine ve
devletine karşı sorumluluklarını yerine
getirmemiş olur.
1.2. İslam dinine göre vatan, millet ve 1.2. Vatanını, milletini ve devletini
devlet kutsaldır ve korunmalıdır.
kutsal kabul etmeyen ve korumayan,
İslam’a uygun hareket etmemiş olur.
1.3. Yüce milletimiz, milliyeti ve inancı 1.3. Milliyeti ve inancı farklı olanlara
farklı olan insanlara iyi davranmış ve kötü davranmak, hoşgörü göstermemek
hoşgörülü olmuştur.
ve zulüm yapmak yüce milletimizin
ruhuna aykırıdır.
295
1.4. 30 Ağustos zaferi Türk milletinin 1.4. 30 Ağustos zaferinin önemini teslim
başarısının göstergesidir ve diğer etmeden Türk milletinin başarısı
Müslüman milletlere örnek olmuştur.
kavranamaz.
1.5. Milletimiz tarih boyunca büyük 1.5. Özgüveni ve
zorlukların
üstesinden
gelmiş, milletler kendilerini
iyimserlikle özgüvenini ve ümidini çözüm üretemezler.
koruyarak
problemlere
çözümler
üretmiştir.
ümidi olmayan
kaybederler ve
1.6. Aziz milletimiz camilere, bakımına, 1.6. Camilerin bakımı ve onarımına
onarımına ve temizliğine büyük önem özen göstermemek ve bu işle
verir ve bunu severek yapar.
ilgilenmeyi sevmemek aziz milletimizin
yapısıyla bağdaşmaz.
1.7.Milli paramız milli iradenin, milli
egemenliğin ve hükümranlığın en
önemli göstergelerinden biridir ve ona
gereken değerin verilmesi toplumun
dengeli, istikrarlı bir hayata kavuşması,
dini bir sorumluluktur.
1.7. Milli paramıza değer vermemek,
milli irade ve egemenliğe değer
vermemektir.
Toplum
dengesini
önemsememek dini sorumluluğu yerine
getirmemektir.
2.1. Bu aziz vatanda bağımsız ve 2.1. Şehit ve gaziler olmasaydı bu aziz
güven içinde yaşayan herkes şehit ve vatanda hiç kimse bağımsız ve güven
gazilere minnet duymalı ve gelecek içinde yaşayamazdı.
nesillere bunun önemini anlatmalıdır.
2.2. Bu kutsal topraklar şehitler 2.2. Birlik ve beraberlik duygularıyla
sayesinde var olduğundan birlik ve hareket edilmediğinde şehitlere karşı
beraberlik bilinciyle hareket etmek görev yerine getirilmemiş olur.
gerekir.
2.3. Şehitler ve gaziler sayesinde 2.3. Şehitler canlarını feda etmeseler
milletimiz bu eşsiz vatanda yaşamını ve gaziler olmasa milletimiz bu eşsiz
sürdürmektedir.
vatanda yaşamını sürdüremezdi.
3.1. Vatan ve bayrak sevgisi “biz” 3.1. Vatan ve bayrak sevgisi olmazsa
duygusunun en önemli boyutudur ve kin nefret ve kin duyguları oluşur, birlik ve
ve nefret duygularının oluşmasına beraberlik duygusu körelir.
büyük bir engeldir.
4.1. Ecdadımız taraf olduğu savaşlarda 4.1. Ecdadımız sömürgeci ve yayılmacı
yalnızca
haklı
olarak
savunma bir anlayışa sahip olmamış, toprak elde
yapmıştır.
etmek için savaşmamıştır.
4.2. Ecdadımızdan bir emanet olan
İstanbul ve Anadolu’yu korumak,
geliştirmek ve onlara layık bir nesil
olmaya çalışmak gerekir.
4.2. İstanbul ve Anadolu korunmaz,
geliştirilmez ve ecdada layık olmaya
çalışılmazsa onların emanetine sahip
çıkılmamış, görev yerine getirilmemiş
olur.
296
4.3.Kahraman ecdadımız Türk İstiklal 4.3. Kahraman ecdadımız olmasa vatan
Savaşı’nda vatanı düşman işgalinden düşman
işgalinden
kurtulamaz,
kurtararak
bağımsızlığı
yeniden bağımsızlık kazanılamazdı.
kazanmıştır.
4.4. Atalarımız bir şeyler elde etmenin 4.4. Atalarımıza göre çalışmadan hiçbir
çalışmaya bağlı olduğunu ifade eder.
şey elde edilemez.
4.5. Atalarımız Ortaçağ Avrupası 4.5. Atalarımız, İslam inancına sahip
cehalet içerisindeyken İslam’a uygun olmasaydı geleceğe ışık tutan eserlere
olarak geleceğe ışık tutan araştırmalar ve araştırmalara sahip olmayacaktık.
ve eserler bırakmışlardır.
5.1. Ekonomik durumun iyi olması 5.1. Bir devletin ekonomisi iyi değilse
milletler
camiasında
bir
devletin diğer milletler nazarındaki değeri de iyi
değerini arttırmaktadır.
olamaz.
5.2.
Gençliğin
değerlerine,
sorumluluklarına ve vatan, millet
sevgisine sahip olmaya devam etmesi
için devletimizin aldığı tedbirlere
milletçe destek vermek gerekmektedir.
5.2. Devletin aldığı tedbirlere milletçe
destek olunmazsa gençliğin değer ve
sorumluluklarının bilincinde olması
beklenemez.
5.3. Bir Müslüman Peygamberin yüksek
ahlakını
benimsemeli,
ailesine,
çevresine, milletine ve devletine yararlı
olmalıdır.
5.3. Peygamberin yüksek ahlakını
benimsemeyen, ailesine, çevresine,
milletine ve devletine yararlı olmayan
bir tutumi Müslüman’a yakışmaz.
6.1. Önemli bir coğrafyada yer aldığı 6.1.
Aziz
ve
değerli
vatan
için birçok devlet aziz vatanımızın topraklarımızın değerini bilememek
topraklarına sahip olmak istemiştir.
büyük bir yanılgıdır.
6.2.Vatan sevgisi, inanç,
beraberlik en büyük güçtür.
birlik
ve 6.2. Vatan sevgisine, inanç, birlik ve
beraberlik duygularına sahip olmadan
güçlü olmak mümkün değildir.
6.3. Ülke olarak doğal afetlere hazırlıklı 6.3.Ülke olarak doğal afetlere karşı
ve tedbirli olmak bir zorunluluktur.
hazırlıklı ve tedbirli olunmazsa halk
büyük bir tehlike altında olur.
3.3.5.7. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Milli Öğeler” Alanındaki Yargıların
İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi
2001 yılı Cuma hutbelerinde milli ögelerin ideolojik görüntüsü ile ilişkili
olarak millet, şehit/gazi, bayrak, ecdat, devlet, vatan/yurt/ülke düzeyleri
değerlendirilmiştir. Genel olarak çalışma, İslam dininde millet ve devletin
297
kutsallığı, milletimizin hoşgörüsü, Türk milletinin başarısı, iyimserliği,
özgüveni, vatan ve bayrak sevgisi, şehit ve gazilerin önemi, ecdadımız,
devlet, vatan, yurt, ülkenin önemi gibi unsurlar üzerine şekillenmiştir.
2001 yılı Cuma hutbelerinde milletler ve medeniyetlerin bir yarışta
olduğunu ve bu yarışta milletin ve devletin ileri gitmesinin yolunun çalışmakla
mümkün olacağı ifade edilmiştir. Vatan, millet ve devletin İslam dinine göre
kutsal olduğu ve korunması gerektiği, bunun yanında milliyeti ve inancı farklı
olan insanlara da saygılı ve hoşgörülü olmanın yüce milletimizin bir özelliği
olduğu belirtilir.
30 Ağustos zaferinin, Türk milletinin esir olmayacağının, Türk
Bayrağı’nın
gönderden
indirilemeyeceğinin
ve
ezan
seslerinin
dindirilemeyeceğinin tüm dünyaya gösterildiğinin ifade edildiği hutbede bu
başarının bununla da kalmayıp tüm Müslüman milletlere örnek olduğu da
belirtilir.
Milli ögelerin ideolojik görüntüsüyle ilgili olarak mili paraya değer
verilmesinin dini bir sorumluluk olduğu mesajı verilmiştir.
Bağımsızlık ve güven içinde bir yaşamı şehit ve gazilere borçlu
olduğumuz,
birlik
ve
beraberlik
içinde
yaşamayı
onlar
sayesinde
gerçekleştirdiğimiz ve vatan ve bayrak sevgisinin kin ve nefret duygularını
engelleme yeteneği olduğu belirtilir.
Ecdadımızın yalnızca haklı olarak savunma yaptığı, İstanbul ve
Anadolu’nun onların bir yadigârı olduğu ve vatanın bağımsızlığının onlar
sayesinde gerçekleştirdiği bilgileri verilirken tarihte atalarımızın geleceğe ışık
tutan araştırma ve eserler bıraktıkları ve çalışmaya önem verdikleri de
vurgulanan unsurlar arasında yer alır.
Devletin diğer milletler arasındaki konumunun, ekonomisinin iyi
olmasına bağlı olduğu ifade edilir. Devletin gençliğin değer, sorumluluk, vatan
ve millet sevgisi şuuruyla hareket etmesine yönelik aldığı tedbirlerin milletçe
298
desteklenmesi gerektiği ve bir Müslüman’ın ailesine, çevresine, milletine ve
devletine yararlı olması gerektiği düşüncesi öne sürülür.
Vatan sevgisinin sıklıkla vurgulandığı hutbelerde aziz vatanımızın
değerli konumu gereği birçok devletin sahip olmak istediği bir yerde olduğu,
vatan sevgisi, inanç, birlik ve beraberliğin en büyük güç olduğu düşüncesi de
dikkati çekmektedir.
3.3.6. Dünya/Yaşantı
Dünya/yaşantı
birimi
içinde
öncelikle
sağlık,
fakirlik/zenginlik,
mutluluk/huzur, çalışma/başarı, dünya/ahiret ve akıl/irade alt birimleri
hakkında yargı barındıran metinler belirlenmekte, sonra bu metinler,
onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade edilmekte, son olarak ise
ortaya çıkan yargısal ifadeler hakkında değerlendirme yapılmaktadır.
3.3.6.1. Sağlık
YARGI 1: “Hayat mücadelesinde başarılı olmak istiyorsak sağlıklı olmak ve
sağlıklı yaşamak mecburiyetindeyiz. Çünkü insanoğlu kıyamet gününde ilk olarak
sağlık nimetine değer verip vermediğinden sorulacaktır. Dünyada huzurlu ve mutlu
olabilmek, başkalarına muhtaç olmadan yaşayabilmek, ahirette de hesabı kolay
verebilmek için sağlığımıza son derece dikkat etmeliyiz.” (6 Nisan 2001)
3.3.6.2. Fakirlik/Zenginlik
YARGI 2: “Bu tür toplumda, hiçbir kimse aç ve açıkta kalmaz, düşkünler de
güvence altındadır. …
Fakirleri ve düşkünleri sevmek ve onlara yaklaşmak, Sevgili
Peygamberimizin tavsiyeleri arasında çokça yer alır. Hutbemi bir ayet-i kerime
mealiyle bitiriyorum: ‘Sevdiğiniz şeylerden Allah için harcamadıkça iyiliğe
eremezsiniz, Her ne harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir!’” (8 Haziran 2001)
YARGI 2: “Müslümanlık, hayat dinidir. Hareket ve çalışma dinidir. Zenginlik
dinidir. İslam’ın beş temel esasından ikisi; Hac ve Zekat, çalışan ve zengin olanların
299
yapabilecekleri ibadetlerdir. Allah Teala; ‘Yeryüzüne dağılın. Allah’ın lütfundan
rızkınızı arayın’, ‘Zerre miktarı iyilik yapan, onu görecektir. Zerre miktarı
kötülük yapan da, onu görecektir’ buyurmaktadır. Hutbemi, Peygamber Efendimiz
(s.a.s.)’in duasıyla bitirmek istiyorum: ‘Allahım! Sıkıntı ve hüzünden, acizlik ve
tembellikten, korkaklık ve pintilikten, insanların kahrından sana sığınırım.’” (27
Temmuz 2001)
YARGI 2: Aziz Müslümanlar!
“Cuma namazı, Müslümanların kaynaşmalarını sağlamak açısından, büyük
önem arz etmektedir.
Bu namaz sayesinde, zengin-fakir, amir-memur, işçi-işveren, güçlü-güçsüz,
genç-ihtiyar aynı safta yer alırlar. Böylece Yüce Allah’ın huzurunda; herkesin eşit
olduğu gerçeği tezahür etmiş olur.” (10 Ağustos 2001)
YARGI 2: “Bilindiği üzere Zekat, İslam’ın temel şartlarından biridir. Mali bir
ibadet olan zekat, dinen zengin olanların yerine getirmesi gereken bir farzdır. Zekat;
Hicretin ikinci senesinde, oruçtan önce farz kılınmıştır. Önemine binaen, Kur’an-ı
Kerimde otuz iki yerde, namazla birlikte zikredilmiştir…
Bir de şunu unutmamak gerekir ki; her insanın kazancında, çevresinin de bir
payı ve emeği bulunmaktadır. Onun için kişi, servetini kazandığı muhitte bulunan
fakirlere vermeli ve içinde yaşadığı toplumun muhtaçlarına öncelik tanımalıdır.
‘Zenginlerin mallarında fakir ve yoksulların hakları vardır’ mealindeki âyeti kerime,
bizlere bu gerçeği anlatmaktadır.” (30 Kasım 2001)
3.3.6.3. Mutluluk/Huzur
YARGI 3: “Günlük hayatımızda güvenilir olmak son derece önemlidir. Amir
memuruna, memur amirine, işçi işverenine, müşteri satıcısına, kişi dostuna
güvenmezse böyle bir toplumda mutluluktan bahsedilemez…
Müslüman, aynı zamanda dürüst, güvenilir ve başkalarına zarar vermeyen
insandır. Birbirine güvenmeyen fertlerden oluşan bir toplum geleceğinden emin
olamaz. Verdiği sözde durmamak, insanın kıymetini ayaklar altına alacak derecede
bir noksanlıktır. Güven duygusu toplumda tuğlaları birbirine kenetleyen harç gibidir.
Harç olmazsa duvar her an yıkılabilir, güven duygusu olmayan toplumda birlik ve
beraberlikten, huzur ve mutluluktan söz edilemez. Söylediği yalanlarla halkı aldatan,
yaptığı hile ve desiselerle insanları kandırarak çıkar sağlayan kişi, içinde yaşadığı
topluma en büyük kötülüğü yapmış ve büyük bir günah işlemiş olur, Yüce Allah
Kur’an-ı Kerim’de ‘Ey iman edenler! Allah’tan korkun, kötülük yapmaktan sakının,
doğru söyleyin’ buyurmuştur. Bir hadisi şerifte de, “Bizi aldatan bizden değildir.”
buyrulmuşdur.” (5 Ocak 2001)
YARGI 3: “İslam’ın bütün emir ve yasakları insanların mutluluğu içindir.
Dünya ve âhirette mutlu olmak için İslam’ı iyi öğrenmeli, iyi anlamalı, emir ve
yasaklarına tam uymalıyız.” (12 Ocak 2001)
300
YARGI 3: “Yüce dinimiz toplumun huzurunu ve mutluluğunu sağlamak için bir
takım kurallar koymuştur. Bu kurallara uyulursa huzur ve mutluluk sağlanır. Aksi
takdirde huzursuzluk ve mutsuzluk hakim olur. Bunların başında mü’minlerin
birbirlerini sevmesi gelmektedir. Bu konuda Sevgili Peygamberimiz (S.A.S.)
‘Mü’minler birbirini sevmede, birbirine yardım etmede ve birbirine acımada bir
vücudun uzuvları gibidir. (Nasıl ki) vücudun herhangi bir uzvu acı ve ızdırap
duyarsa; diğer uzuvlar da uykusuzluk ve ateş yükselmesi ile aynı acıyı
duyarlar’ buyurarak, bu hasleti güzel bir şekilde ortaya koymuştur.” (9 Şubat 2001)
YARGI 3: “Dinimiz eğitime, okuma ve öğrenmeye çok büyük önem vermiştir.
İnsanlar devamlı huzur ve mutluluğa kavuşmak için büyük çabalar gösterirler. Bu
amaca ulaşabilmek için takip edilecek yol, hiç şüphesiz iyi bir eğitim ve öğretimdir.
Bunlara gereken önem verilmedikçe, istenilen amaca ulaşmak mümkün değildir.”
(22 Haziran 2001)
YARGI 3: “Allah’ın insanoğluna vermiş olduğu akıl, sağlık ve zaman, birer
büyük nimettir. Kumar oynamak, bu nimetleri zararlı bir şekilde kullanmaktır.
Bünyedeki enerjiyi iyi ve yararlı şeylerde değil, kötü ve zararlı bir yönde harcamaktır.
Düzenli bir hayatı, düzensiz bir hayata çevirmek, toplumun temel taşı olan aile
ocağını yıkmak ve dağıtmaktır. Aile fertlerinin nefretini kazanmak ve onlara kötü
örnek olmaktır. Sosyal hayatı temelinden sarsmak, çalışma hayatını ve helal
kazancı baltalamak, tembelliği ve miskinliği hayata hakim kılmaktır. Rahmetten,
bereketten, huzurdan, mutluluktan uzak kalıp; şeytâni ve süflî arzularla yaşamaktır.”
(28 Eylül 2001)
3.3.6.4. Çalışma/Başarı
YARGI 4: “Gece gündüz şahsımız, ailemiz ve milletimiz için çalışalım. Hiç
kimseye muhtaç olmadan onurumuzla yaşayalım.” (2 Şubat 2001)
YARGI 4: “İnsanın iç dünyasındaki güzellikleri dışa yansıtan, mahâretlerini,
san’at ve hünerlerini gün ışığına çıkartan, iş hayâtıdır. Bir insanı, ailesine ve topluma
faydalı bir üretici durumuna getiren, çalışmadır. Tembellik, bir çeşit ölüm, çalışmak
ise, hayattır. Bu bakımdan çalışmak, insan olmanın gereğidir. Ülkelerin kalkınması,
insanların düzenli çalışmasına bağlıdır.” (21 Eylül 2001)
YARGI 4: “Gökyüzündeki Ay, Güneş ve yıldızlar; yeryüzündeki canlı cansız
bütün varlıklar çalışıp bir görev ifa ederken; insanın çalışmaması, tembellikle
ömrünü geçirmesi elbette doğru bir şey olamaz.” (2 Şubat 2001)
YARGI 4: “İslâm; madde ile mânâ, ruh ile beden, dünya ile ahiret arasında
hassas dengeler koymuştur. Bu ölçülere uyarak çalışanlar, dünya ve ahiret
saadetine ererler. Dinimiz, dünya ve ahiret mutluluğu için çalışmayı farz kılmıştır. Şu
301
halde, Allah Teala’nın hoşnutluğunu kazanmak için çalışmalıyız. Çünkü insan,
dünya ve ahirette kendi amelinin karşılığını görecektir.” (27 Temmuz 2001)
YARGI 4: “İslâm Dîni, çalışmayı, iş görmeyi kendi elinin emeğiyle geçinmeyi
teşvik etmiş, helâlinden kazanmayı, farz kılmıştır. Bu uğurda çekilen her sıkıntıyı, bir
kısım günahlara keffâret saymıştır.” (21 Eylül 2001)
YARGI 4: “Zekat ibadeti, Müslümanı tembellikten kurtarır. Çünkü sevgili
Peygamberimiz, “Veren el, alan elden üstündür” buyurmakta ve veren el olmamızı
tavsiye etmektedir. Veren el olabilmek için de, çalışıp kazanmak gerekir. Dinimizde,
“Bir lokma, bir hırka” anlayışı ile tedbirsiz tevekkülde bulunmanın yeri yoktur. O
halde, Müslüman çalışkan, tutumlu, tedbirli, zekat alan değil, zekat veren olmaya
gayret eden, dosdoğru insan demektir. Çalışma gücü olanlar, mutlaka çalışacak ve
yoksulluktan kurtulmak için, meşrû her çareye başvuracaktır. Zekat; ancak, çalışma
gücünü ve kabiliyetini kaybetmiş, bakıma muhtaç duruma düşmüş olanlara
verilmelidir. Yoksa sağlam ve iş yapma kuvvetine sahip kimselerin, çalışmayıp zekat
veya fitre beklemeleri, dinimizce hoş karşılanmayan bir harekettir.” (30 Kasım 2001)
3.3.6.5. Dünya/Ahiret
YARGI 5: “Ölüm olayı, ruhun bedeni terk etmesi ve insanın bu dünyadan
ahirete göç etmesi demektir. Diğer bir ifadeyle insanın dünyasını değiştirmesidir.
Ölen bedendir, ruh ölümsüzdür.” (27 Nisan 2001)
YARGI 5: “Yüce Rabbimiz Kur’an’da, bizim; hem dünya hem de ahiret için
çalışmamızı emrediyor….
Peygamberimizin şu hadisi şerifleri, bu konuyu çok güzel açıklamaktadır:
‘Sizin hayırlınız; ne dünyasını ahireti için, ne de ahiretini dünyası için
terk edendir. Her ikisi için de çalışandır.’
‘Hiç kimse, elinin emeğinden daha hayırlı lokma yiyemez.’ ‘İki gününü
birbirine eşit geçiren aldanmıştır.’
‘Amellerin en üstünü, helal kazanç sağlamak için çalışmaktır.’ ‘Rızkını
araştıran, bunun için çalışan kimse; Allah yolunda cihat yapan gibidir.’
‘Başkalarına muhtaç olmamak, çoluk çocuğunun mutluğu ve
komşularına yardım niyeti ile çalışan ve helalinden para kazananlar, yüzleri ak
olarak Allah’a ulaşacaklardır.’
‘Helalinden çalışarak, yorgun bir vaziyette yatağa giren insanın
günahları affedilecektir.’ ” (27 Temmuz 2001)
302
3.3.6.6. Akıl/İrade
YARGI 6: “Ölçülü ve tutarlı olmak, kişinin inandığı gibi yaşaması, sözüyle
özünün bir olması, yüce dinimizin getirmiş olduğu ölçülere uymasını gerektirir. Yüce
Allah Rahman Suresinin ilk ayetlerinde kainattaki her şeyi ölçü ve denge içerisinde
yarattığını bildirmekte ve belirlenen bu ölçülerin çiğnenmemesini emretmektedir.” (4
Mayıs 2001)
YARGI 6: “Kainatı yoktan var eden Allah’ın varlığı ve birliği, bu günkü ilim ve
teknoloji gerçeği karşısında, inkârı kabil olmayan bir hakikattir. İlim adamları, Allah’ın
varlığını ispat etmek, inkârcıları susturmak için çeşitli deliller getirmişlerdir. Kimisi
kainatın varlığından, kimisi maddenin hareket ve değişiminden, kimisi de, kainatın
düzeninden ve her şeyin bir amaca göre yaratılışından hareket ederek; Allah'ın
varlığını ve birliğini ispatlamışlardır. Düşünen her insan bilir ki; canlı, cansız,
gördüğümüz ve göremediğimiz bütün varlık alemi, sonradan olmuş ve her varlık
yaratılmıştır…
Gerçek huzur ve saadeti bulanlar gök ve yerdeki eşsiz sanatı görenler,
mülkün sahibini, eserleriyle tefekkür ederek, gönül rahatlığına erenlerdir.” (13
Temmuz 2001)
YARGI 6: “Kainat hassas bir denge, mükemmel bir ahenk ve şaşmaz bir
nizam içinde yaratılmıştır. Kainatta meydana gelen her şey, Yüce Allah’ın koyduğu
kanun ve kurallar çerçevesinde cereyan etmektedir.” (20 Temmuz 2001)
YARGI 6: “İbadet, Allah’a saygı ile boyun eğmek, lûtfettiği sayısız nimetlere
ve akıl gibi üstün yeteneklere karşılık O’na şükretmektir.” (29 Haziran 2001)
YARGI 6: “Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyurmaktadır:
“İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden, karada ve denizde fesat çıktı. Allah da,
(tuttukları kötü yoldan) dönmeleri için yaptıklarının bir kısmını kendilerine böylece
tattırır.” “Başınıza gelen herhangi bir musibet, ellerinizle işlediklerinizden ötürüdür.
O, yine de çoğunu affeder.” Bir gün Hz. Ömer, tehlike arzeden bir yere gitmekten
vazgeçmişti. Kendisine Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsunuz? diye sorulduğunda;
‘Evet, Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyoruz’ demişlerdi.
Muhterem Müslümanlar!
O halde, yaptığımız yanlışlıklarla kendimizi tehlikeye atmamalıyız. En akıllı
davranış tedbirli olmaktır. Her hususta gerekli tedbirleri alıp, bütün imkanları en iyi
şekilde değerlendirmeliyiz.” (20 Temmuz 2001)
303
Tablo 6: Dünya/Yaşantı Birimi Açısından Kategoriler
2001 YILI CUMA HUTBELERİNDE “DÜNYA/YAŞANTI”YA İLİŞKİN SÖYLEMİN
“SAĞLIK,
FAKİRLİK/ZENGİNLİK,
MUTLULUK/HUZUR,
ÇALIŞMA/BAŞARI,
DÜNYA/AHİRET,
AKIL/İRADE”
DÜZEYLERİNDEKİ
İÇERİĞİN
İDEOLOJİK
GÖRÜNÜMÜ
ONAYLAMA KATEGORİSİ
YADSIMA KATEGORİSİ
1.1.Sağlıklı olmak hem bu dünyada hem de
ahirette iyilikler ve kolaylıklar sağlar.
1.1.Sağlığa dikkat etmemek bu dünyada
olumsuzlukları beraberinde getirdiği gibi
ahirette de cezalandırılacaktır.
2.1. Peygamberin tavsiyesine uyarak fakirleri
ve
düşkünleri
sevmek
ve
onlarla
yakınlaşmak toplumun huzurlu olmasını
sağlar.
2.1. Fakirleri ve düşkünleri sevmeyen ve
onlarla yakınlaşmayanlar Peygamberin
tavsiyesine
uymamış
ve
toplumun
huzurunu düşünmemiş olur.
2.2. İslam çalışma, zenginlik ve hayat dinidir.
İslamın beş temel şartından olan hac ve
zekatı yapmak için zengin olmak gerekir.
2.2. Çalışmayan, tembellik yapan ve
zenginliğe karşı çıkan, İslam’a uygun
davranmamış olur. Zengin olmadan hac ve
zekat yerine getirilemez.
2.3. Cuma namazı, zengin-fakir, güçlügüçsüz, amir-memur ayrımını ortadan
kaldırarak herkesin Allah’ın huzurunda eşit
olduğunu ortaya koyar.
2.3. Zengin-fakir, güçlü-güçsüz, amirmemur ayrımı yapan Cuma namazının
ruhunu,
Allah
huzurunda
eşitliği
anlayamaz
2.4. Zenginlerin fakirlere zekat vererek
maddi yardımda bulunması İslam’ın en temel
şartlarından biridir.
2.4. Zenginler fakirlere maddi destek
vermezse İslam’ın en önemli şartlarından
birini yerine getirmemiş olur.
3.1. Toplumu oluşturan fertler dürüst,
güvenilir ve doğru sözlü olursa o toplumun
huzuru, mutluluğu ve geleceği garanti
altındadır ve bu, İslam’ın amaçladığı bir
durumdur.
3.1. Toplumdaki fertler dürüst olmaz,
doğruları
söylemez
ve
birbirlerine
güvenmezse İslam’a aykırı davranmış
olurlar ve o toplumda birlik ve
beraberlikten, huzur ve mutluluk dolu bir
gelecekten söz edilemez.
3.2. İslam’ı öğrenen, anlayan ve emir ve
yasaklarına uygun hareket eden kişi
dünyada ve ahirette mutlu olur.
3.2. İslam’a uygun davranılmaz ve onun
ruhu anlaşılmazsa dünyada ve ahirette
mutlu olunamaz.
3.3.İslam dininin tavsiye ettiği gibi müminler
birbirini severse toplumda huzur ve mutluluk
hakim olur.
3.3. Müminler birbirini sevmezse İslam’ın
tavsiyesine uymamış olurlar ve toplumda
huzursuzluk ve mutsuzluk hakim olur.
3.4. İyi bir eğitim ve öğretim insanların
huzura ve mutluluğa ulaşmasını sağlar.
3.4.Eğitime ve öğretime gereği kadar
önem verilmezse insanların huzura ve
mutluluğa ulaşmaları mümkün olmaz.
3.5. Allah insana akıl, sağlık ve zaman
vermiştir.
Bunların
değerini
bilenler,
kendilerini, ailelerini ve toplumu düşünenler
kumara yaklaşmaz.
3.5. Kumar oynayanlar aklını, sağlığını,
zamanını, hayatını, ailesini ve toplumu
düşünmeyerek, onlara kötülük yaparak
şeytana hizmet etmiş olurlar.
304
4.1. Bir kimse kendisi, ailesi ve milleti için
çalışırsa kimseye muhtaç olmaz ve onurlu
bir hayat sürdürür.
4.1.Çalışmayan bir kimse herkese muhtaç
olur ve onuruyla yaşayamaz.
4.2. İnsan olmanın gereği olan çalışma,
insanın ailesine, toplumuna ve ülkesine
yararlı olmasıdır.
4.2. Çalışmayan bir insan bir ölüye benzer
ve kendisi, ailesi ve ülkesi için yararlı
olamaz.
4.3. Güneş, ay, yıldızlar ve bütün varlıklar
gibi insanın da çalışması doğru olandır.
4.3. İnsan çalışmaz ve tembellikle ömrünü
geçirirse doğru davranmış olmaz.
4.4. İslam’a göre çalışmak farzdır ve çalışan
insan Allah’ın hoşnutluğunu kazanır.
4.4. Çalışmayan bir insan İslam anlayışına
uygun hareket etmemiş olur ve Allah’ın
hoşnutluğunu kazanamaz.
4.5. İslam’a göre çalışmak farzdır ve çekilen
sıkıntılar günahları temizlemektedir.
4.5.Çalışmamak, helalinden bir geçim
sağlamamak İslam’a göre yanlıştır.
4.6. Müslüman çalışkan, tutumlu, tedbirli,
zekat alan değil, zekat veren olmaya gayret
eden, dosdoğru insan demektir. Zekat;
ancak, çalışma gücünü ve kabiliyetini
kaybetmiş, bakıma muhtaç duruma düşmüş
olanlara verilmelidir.
4.6. İslam’da “bir lokma, bir hırka”
anlayışının; tedbirsiz tevekkülün yeri
yoktur. Çalışkan ve tutumlu olmayan,
elinden gelen her çareye başvurmayan,
zekat bekleyen bir kimse Müslümanlığa
uygun davranmamış olur.
5.1. Ölüm ruhun bedenden ayrılması,
insanın başka bir dünyada yaşamaya devam
etmesidir.
5.1. Ölümün bir son olduğunu, insanın
yaşamının bir daha başlamayacağını
düşünmek İslam’ın ruhuna terstir.
5.2. Allah ve Peygamber hem dünya hem de
ahiret için çalışmanın yapılan en önemli iş
olduğunu
ve
ödüllendirileceğini
söylemektedir.
5.2. Hem dünya hem de ahireti için
çalışmayan bir kimse büyük bir kayıptadır.
6.1. Ölçülü ve tutarlı olanlar, inandığı gibi
yaşayanlar ve doğru sözlüler, dine uygun
hareket etmiş olurlar.
6.1. Ölçülü ve tutarlı olmamak İslam dinine
uygun davranmamaktadır.
6.2. Bütün varlık aleminin sonradan olmuş
ve yaratılmış olduğu, ilim
adamları
tarafından ispatlanmış bir gerçektir. Bu
gerçeği bilenler gerçek huzur ve mutluluğa
ererler.
6.2. İlim adamları delillerle her şeyin Allah
tarafından yaratıldığını ispatlamış olsa da
bazıları Allah’ın varlığına ve birliğine
inanmazlar.
6.3. Allah evrendeki her şeyi belirli kurallar
içinde bir denge ve düzen içinde yaratmıştır.
6.3.Allah evrende uyumsuz, dengesiz,
kanunsuz
ve
kuralsız
bir
şey
yaratmamıştır.
6.4. Sayısız nimet ve akıl veren Allah’a
ibadet etmek, bir teşekkürdür.
6.4. Allah’a ibadet etmemek,
verdiği
nimetlere karşı teşekkür etmemektir.
305
6.5.Bir Müslüman tedbirli olmalı, bütün
imkanları
değerlendirmeli
ve
akıllıca
davranmalıdır.
6.5.Tedbirli
olmamak,
akıllıca
davranmamak
ve
imkanları
iyi
değerlendirememek
birçok
tehlikeyi
beraberinde getirir ve bir Müslüman böyle
davranmaz.
3.3.6.7. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Dünya/Yaşantı” Alanındaki
Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi
2001 Cuma hutbelerinde dünya/yaşantı konusunun sağlık açısından
içeriğine bakıldığında sağlıklı olmanın, hem dünyada hem de ahirette iyilikler
ve kolaylıklar sağladığı vurgulanmaktadır.
Dünya yaşantı konusunda fakirlik/zenginlikle ilişkili olarak İslam’ın
çalışma, zenginlik ve hayat dini olduğu ifade edilerek İslam’ın beş temel
şartından olan hac ve zekat ibadetlerini yerine getirmek için zengin olmak
gerektiği vurgulanmaktadır. Buna ek olarak Peygamberin fakirleri ve
düşkünleri sevmeyi ve onlara yaklaşmayı tavsiye ettiğine değinilmekte ve
böyle yapmanın toplumun huzurlu olmasını sağladığı belirtilmektedir. Bu
bağlamda,
zenginlerin
fakirlere
zekat
vererek
maddi
yardımda
bulunmalarının İslam’ın en temel şartlarından biri olduğu fikrine yer
verilmektedir. Ayrıca, Cuma namazının, zengin-fakir, güçlü-güçsüz, amirmemur ayrımını ortadan kaldırarak herkesin Allah’ın huzurunda eşit olduğunu
gösterdiğine işaret edilmektedir.
Hutbelerde dünya/yaşantının mutluluk/huzur boyutu önemli bir yer
tutmaktadır. İslam’ı öğrenme, anlama ve emir ve yasaklarına uygun hareket
etmenin dünyada ve ahirette mutluluk getireceği görüşüne öncelikli bir yer
verilmektedir. Allah’ın insana akıl, sağlık ve zaman verdiği, bunların değerini
bilenlerin, kendilerini, ailelerini ve toplumu düşünenlerin, kötü alışkanlıklardan
örneğin kumardan uzak duracaklarına değinilmektedir. Bu anlamda toplumu
oluşturan fertlerin dürüst, güvenilir ve doğru sözlü olmalarının, birbirini
sevmelerinin o toplumun huzurlu, mutlu olmasını ve geleceğini garantiye
306
almasını sağlayacağı belirtilmektedir. Ayrıca iyi bir eğitim ve öğretimin,
insanların huzura ve mutluluğa ulaşmasını sağlayacağı vurgulanmaktadır.
Hutbelerin dünya/yaşantı konusunda başarıya verdiği önem ve
başarıyı ele alma biçimi dikkate değerdir. Öncelikle İslam’a göre çalışmanın
farz
olduğu
ve
çalışan
insanın
Allah’ın
hoşnutluğunu
kazandığı
belirtilmektedir. Yine, insan olmanın gereği olan çalışmanın, insanın ailesine,
toplumuna ve ülkesine yararlı olmasını beraberinde getirdiğine dikkat
çekilmektedir. Bu açıdan güneş, ay, yıldızlar ve bütün varlıkların kendi
görevlerini yapmaları gibi doğru olanın insanın çalışması olduğu görüşüne
yer verilmektedir. Çalışırken çekilen sıkıntıların, günahları temizlediğine
değinilmektedir. Bu anlamda, Müslümanın çalışkan, tutumlu, tedbirli olan ve
zekât alan değil zekât veren olmaya gayret eden dosdoğru insan anlamına
geldiği vurgulanmaktadır. Zekâtın ancak, çalışma gücünü ve kabiliyetini
kaybetmiş, bakıma muhtaç duruma düşmüş olanlara verilmesi gerektiğinin
altı çizilmektedir. Kendisi, ailesi ve milleti için çalışan bir kimsenin, kimseye
muhtaç olmadığı ve onurlu bir hayat sürdürdüğü fikri ortaya konulmaktadır.
Hutbelerde dünya/yaşantı konusu, dünya/ahiret ilişkisi açısından da
ele alınmaktadır. En önemli olarak, Allah ve Peygamberin hem dünya hem de
ahiret için çalışmanın, yapılan en önemli iş olduğunu ve ödüllendirileceğini
söyledikleri belirtilmektedir. Bunun yanında ölümün ruhun bedenden
ayrılması, insanın başka bir dünyada yaşamaya devam etmesi olduğu
vurgulanmaktadır.
Dünya/yaşantı konusu içinde akıl/irade hakkındaki öğütlere ve
görüşlere baktığımızda en temelde insanın akıl/iradeye sahip olduğu ancak
bunu Allah yolunda kullanması gerektiği vurgulanmaktadır. Öncelikle, Allah’ın
evrendeki her şeyi belirli kurallar içinde bir denge ve düzen içinde yarattığı
anlatılmaktadır. Bu anlamda, sayısız nimet ve akıl veren Allah’a ibadet
etmenin,
olması,
bir teşekkür olduğu ifade edilmektedir. Bir Müslümanın tedbirli
bütün
imkânları
değerlendirmesi
ve
akıllıca
davranması
öğütlenmektedir. Yine, ölçülü ve tutarlı olanların, inandığı gibi yaşayanların
307
ve doğru sözlülerin, dine uygun hareket etmiş olacaklarına dikkat çekilir.
Buna ek olarak varlık âleminin sonradan olmuş ve yaratılmış olduğunun, ilim
adamları tarafından ispatlandığının bir gerçek olduğu görüşü ileri sürülmekte,
bu gerçeği bilenlerin gerçek huzur ve mutluluğa erecekleri belirtilmektedir.
3.3.7. Güncel Değerler/Eğilimler
Güncel
günümüz
değerler/eğilimler
dünyasının
birimi
sorunları,
içinde
öncelikle
bilim/teknoloji,
hak/özgürlük,
değişim/ilerleme
ve
eğitim/öğretim alt birimleri hakkında yargı barındıran metinler belirlenmekte,
sonra bu metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade
edilmekte,
son
olarak
ise
ortaya
çıkan
yargısal
ifadeler
hakkında
değerlendirme yapılmaktadır.
3.3.7.1. Hak/Özgürlük
YARGI 1: “Peygamberler, insanları iman, ibadet, takva, güzel ahlak ve iyi
işler yapmaya ve günah olan söz, fiil ve davranışlardan sakınmaya davet etmişler,
ancak onları bu konuda zorlamamışlardır. Çünkü Yüce Allah (c.c.), insanı; malı ve
evladı, hayır ve şer, iyilik ve kötülük... kısaca hayatı ve ölümü ile imtihana tabi
tutmuştur. İmtihan halinde olan insanın iradesinde hür olması gerekir…
İman ve ibadetin Allah katında kabul olması için zorlama olmadan kişinin hür
iradesiyle ihlas ve samimiyetle yapılması gerekir. Zorlama ile ne iman olur ne de
ibadet. Zorlama ile yapılan iman, gerçek iman değil, zorlama ile yapılan ibadet de
gerçek ibadet değildir. Onun için Yüce Allah (c.c.), din konusunda zorlama yapmayı
yasaklamıştır.
Değerli Müminler!
Yüce Allah, insanları iman ve ibadet etmeye zorlamayı yasakladığı gibi, iman
ve ibadet etmek isteyen her hangi bir insana engel olmayı da yasaklamıştır.” (13
Nisan 2001)
YARGI 1: “Hürriyet; ancak savaş meydanlarında kazanılan zaferlerle
korunur. Hürriyeti korumak için savaş anında dahi izlenmesi gereken yolu, Cenabı
Allah şöyle bildirmektedir. ‘Sizinle savaşan düşmanlarla, Allah yolunda siz de
savaşın. Sakın aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.’” (24 Ağustos
2001)
308
YARGI 1: “…İnsanlar arasındaki bütün bu ilişkiler, “fertlerin karşılıklı hakları”
içerisinde yer almaktadır. Ana-baba, evlat, eş, komşu, akraba, arkadaş, işçi-işveren
hakları bu tür kul haklarındandır.
Değerli Mü’minler!
Bir gün bu fani hayat son bulacak, gerçek hayat dediğimiz Ahiret hayatı
başlayacak ve herkes dünyadaki hayatından hesaba çekilecektir. Akıllı ve basiretli
insan; Allah’a ve O’nun kullarına karşı vazifelerini yapan, hak ve hukuka saygı
gösterip, hesap gününe borçsuz ve günahsız olarak gitmeye çalışandır…
Şu halde diyebiliriz ki; Müslüman, kul haklarına son derece titizlik
göstermelidir. Bilerek veya bilmeyerek başkalarının hakkını alan kimse, o hakkı
ödemek ve helalleşmek suretiyle kendisini kurtarmaya çalışmalıdır. Haksızlık edip
de, hak sahibine hakkını vermeyenler; Ahirette pişmanlık duyacaklar ve çetin bir
azaba uğrayacaklardır.” (6 Temmuz 2001)
3.3.7.2. Günümüz Dünyasının Sorunları
YARGI 2: “İslam dininde kesin olarak yasaklanan rüşvet ve yolsuzluğun
günümüzde de sürüp gittiği görülmektedir. Çağımızda yaşanan bu olaylara bazı
düşünürler “çürüme” kelimesini uygun görmektedirler.” (9 Mart 2001)
YARGI 2: “Yüce Rabb’imiz kainata mükemmel bir denge koymuştur.
Gerçekten insanlığın hem içinde hayatını sürdürdüğü fizik (maddi) dünyada, hem de
birey olarak sahip olduğu ruh dünyasında, muazzam bir denge bulunmaktadır.
Maddi çevremize, dünyamıza yapılan yersiz müdahaleler dünyanın doğal dengesini
bozmakta, çeşitli çevre felaketlerine sebep olmakta ve insanlığın hayatını
sürdürmesini zorlaştırmaktadır. Buna karşılık iç dünyasının, ruh ve beden
dünyasının ihmal edilmesi ise, beşeri dengeyi bozmakta ve hayatı anlamsız
kılmaktadır. İşte insanın yaratıkların en mükemmeli olması, en üstün yeteneklerle
donatılması onu, en ağır sorumlulukların da muhatabı kılmıştır.
Günümüzde insanlık, hem fizik dünyada hem de iç (moral) dünyasında pek
çok problemi yaşamaktadır. Yaşanan olumsuzluklar ise insanları bunaltmakta,
karamsarlığa ve sıkıntıya sokmaktadır. Ancak şu da önemli bir gerçektir ki, bugün
insanlığın yaşadığı problemler başka gezegenlerden taşınmış değildir. Bütün
problemler, dünyada yaşayan akıllı canlıların, yani biz insanların eseridir. Kur’an-ı
Kerim, Rum Suresinin 41. ayetinde ‘İnsanların bizzat kendi yaptıkları yüzünden
karada ve denizde düzen bozulduğunu...’ vurgulayarak bu gerçeği en açık şekilde
tasvir etmektedir.” (31 Ağustos 2001)
309
3.3.7.3. Bilim/Teknoloji
YARGI 3: “Bilgi çağının tüm nimetlerini paylaştığımız şu zamanda modern
dünyanın teknik buluşları, sanayileşme, büyük kalabalıkların bir arada yaşama
zorunluluğu, iletişimin zirveye ulaştığı çağımızda insanlara bir takım kolaylıklar
sağladığı gibi rahatsız eden bir takım hastalıkları da beraberinde getirmiştir. Stresgürültü, çevre kirliliği, hastalıklı ve zararlı besin maddeleri ve buna benzer diğer
zararlı maddeler gibi...” (6 Nisan 2001)
YARGI 3: “Yüce dinimiz, ilim öğrenmeyi farz kıldığı gibi; öğretmeyi de bize bir
görev olarak vermiştir. Dinimiz, ilim öğreneni de öğreteni de yüceltmiştir. İslâmiyet,
ilim ve eğitimi ibadet kabul etmiş, Peygamber Efendimiz de: ‘İlim tahsil etmek, Allah
katında nafile olarak kılınan namaz, tutulan oruç ve yapılan hacdan daha hayırlıdır’
buyurmuştur.
Müslümanlar olarak, Allah ve Rasûlünün bizlere vermiş olduğu öğütleri
tutmak, ilgimizi artırmak için devamlı gayret etmeliyiz. Bir âyet-i kerimede Cenab-ı
Hak ‘Rabbim benim ilmimi artır’, diye dua etmemizi öğütlemiş, diğer bir âyet-i
celiledede: ‘...Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?...’ diye buyurmak suretiyle
bilginin ve bilgi sahibinin değerinin ne kadar yüce olduğunu ortaya koymuştur.” (22
Haziran 2001)
YARGI 3: “Peygamber efendimizin tebliğ edip açıkladığı Allah kelamı Kur’an;
varlığını ve rehberliğini dünya durdukça sürdürecek olan, çağları kucaklayan ve
aşan, daima tazeliğini ve güncelliğini koruyan, insanları geriye değil daima ileriye
götüren, bilimsel ve teknik gelişmelerle çatışmayan, bir kitaptır. Bu kitabın insanlığa
sunduğu öğüt ve ilkeler, hüküm ve tavsiyeler, helal ve haramlar, emir ve yasaklar,
misal ve kıssalar ve bildirdiği gerçekler zamanın geçmesiyle değişmez, eskimez ve
değerini yitirmez.” (12 Ocak 2001)
3.3.7.4. Değişim/İlerleme
YARGI 4: “İlim, geçmişi ve geleceği kuşatan Allah’ın kelamı olan Kur’an’ın
değişmezliğine, evrenselliğine, çağları kucaklayan insanları her zaman en doğruya
götüren bir kitap olduğuna inancımız tamdır. Kur’an âyetleri değişmez. Ancak
insanlar ilim, kültür ve teknik bakımından geliştikçe Kur’an’ın anlaşılması ve hayata
geçirilmesi de gelişip değişebilir. Kur’an’ın hedeflediği amaçlar değişmez ancak
araçlar değişebilir. Mesela Kur’an’da “temizlik” emredilmiştir. Bu bir ilkedir. Bu ilke
değişmez. Ama temizlik vasıtaları her zaman gelişip değişebilir. İnsanın avret
yerlerini örtmesi farzdır. Bu farz değişmez fakat avret yerlerini örtecek giysilerin
kumaşı, şekli ve biçimi değişebilir. Kur’an’da ‘Düşmanlara karşı gücünüz yettiği
kadar kuvvet ve cihat için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın’ (Enfal, 8/60)
buyurulmuştur. Ayette geçen “at” bir vasıtadır. Bu vasıta değişebilir. Çağımızda atın
yerini motorlu vasıtalar, tanklar, uçaklar ve füzeler almıştır, dolayısıyla bu vasıtalar
her zaman gelişip değişebilir….
310
Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Vurgulamak istediğimiz gerçek, âyet ve
hadislerin değişmezliğidir. Ancak amaçlara götüren vasıtalar ile âyet ve hadislerde
açıkça zikredilmeyen, yorum ve içtihada dayanan hükümler değişebilir.” (12 Ocak
2001)
YARGI 4: “Bir kişinin karşısındaki bir insana güvenmesi, onun da bu güvene
layık olması; elbetteki çok önemlidir. Güvenilmeyen insanlardan oluşan toplumların
maddi ve manevi alanda ilerlemeleri mümkün değildir.” (5 Ocak 2001)
3.3.7.5. Eğitim/Öğretim
YARGI 5: “Dinimiz ilme, okuyup yazmaya gereken önemi vermiş; dikkatimizi
bu noktaya çekmiş ve bizlerden daima müsbet yolda çalışmayı istemiştir. Cenab-ı
Allah, Kur’an-ı Kerim’de: ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku; O, insanı bir Alakadan
yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini öğreten, kalemle (yazmayı) belleten Rabbin,
en büyük Kerem sahibidir.’ buyurmak suretiyle, insanın daima arayış içinde olması
gerektiğini, eğitim ve öğretimle her an içiçe bulunması lüzumunu belirtmiştir.
Peygamber Efendimiz de, ilim öğrenme hususunda bir hadis-i şeriflerinde:
‘İlim öğrenmek için gayret sarf etmek, kadın-erkek her Müslüman’a farzdır’
buyurmaktadır.” (22 Haziran 2001)
YARGI 5: “Günlük hayatımızdaki ihtiyaçlarımızı düşündüğümüz zaman,
bunların elde edilmesinde ilmin, fennin ve sanatın büyük bir rolü olduğunu görürüz.
Bunlar da ancak, okuyup yazmak, eğitim ve öğretim görmekle mümkündür.” (23
Kasım 2001)
Tablo 7: Güncel Değerler/Eğilimler Birimi Açısından Kategoriler
2001 YILI CUMA HUTBELERİNDE “GÜNCEL DEĞERLER/EĞİLİMLER”E İLİŞKİN
SÖYLEMİN
“HAK/ÖZGÜRLÜK,
GÜNÜMÜZ
DÜNYASININ
SORUNLARI,
BİLİM/TEKNOLOJİ, DEĞİŞİM/İLERLEME, EĞİTİM/ÖĞRETİM” DÜZEYLERİNDEKİ
İÇERİĞİN İDEOLOJİK GÖRÜNÜMÜ
ONAYLAMA KATEGORİSİ
YADSIMA KATEGORİSİ
1.1.İman ve ibadet, zorlama olmadan kişinin
özgür iradesiyle samimiyetle yapılmalıdır.
1.1.İnsanları iman ve ibadet etmeye
zorlamamak ve iman ve ibadet etmek
isteyen her hangi bir insana engel
olmamak gerekir.
1.2. Allah özgürlüğü korumak için aşırıya
gitmeden savaşmayı emreder.
1.2. Özgürlüğü korumak için bile olsa
savaşırken
aşırıya
kaçmayı
Allah
yasaklamıştır.
311
1.3. Allah’a ve insanlara karşı görevlerini
yapan, hak ve hukuka saygı gösterip, ahiret
hayatına borçsuz ve günahsız olarak
gitmeye çalışan bir Müslüman akıllı ve
basiretli bir insandır.
1.3. Haksızlık eden, hak sahibine hakkını
vermeyenler;
ahirette
pişmanlık
duyacaklar
ve
çetin
bir
azaba
uğrayacaklardır.
2.1. İslam dininde yasaklanmasına rağmen
rüşvet ve yolsuzluk günümüzde devam
etmektedir ve bu, toplumda bir çürüme
yaşandığını gösterir.
2.1. İslam’ın değerlerine uymayan rüşvet
ve yolsuzluk devam ettiği sürece
toplumdaki çürüme önlenemez.
2.2. Allah’ın kurduğu dengeye uyulması hem
doğada hem de iç dünyalarında birçok
probleme
ve
bunalımı
ortadan
kaldırmaktadır.
Günümüzde
yaşanan
sorunlar insanların kendi sorumluluklarını
yerine getirmemelerinin bir sonucudur.
2.2. Allah’ın kurduğu dengeye uyulmazsa
hem doğada hem de iç dünyada ortaya
çıkan birçok sorunun önüne geçilemez.
İnsan kendisine verilen sorumlulukları
yerine getirmedikçe bu bunalımların önüne
geçilemez.
3.1. Modern dünyanın getirdiği sanayileşme,
teknik buluşlar, iletişim ve toplu yaşama
zorunluluğu
insana
birçok
kolaylık
sağlamaktadır.
3.1. Modern çağın olumsuzlukları göz
önünde bulundurulmaksızın insanlığa
tümüyle yararlar sağladığı kabul edilemez.
3.2. İslam’a göre bilgi ve bilgi sahibi olmanın
değeri çok büyüktür. Müslümanlar, Allah ve
Peygamberinin bu yöndeki öğütlerini tutarak
ilgilerini artırmak için devamlı gayret içinde
olmalıdır.
3.2. Müslümanlar Allah ve Peygamberin
öğütlerini tutmaz ve bilgi sahibi olmak
konusunda gayret içinde olmazsa dinin
yönergesine uymamış olurlar.
3.3. Kuran her zaman her çağda güncelliğini
korur, insanları ileri götürür ve bilimsel ve
teknik gelişmelerle uzlaşı içindedir.
3.3. Kuranın her çağda güncelliğini
korumadığı, insanları ileri götürmediği ve
bilimsel ve teknik gelişmelerle uzlaşı
içinde olmadığı düşünülemez.
4.1. Kur’an’ın hedeflediği amaçlar, ilkeler
daima aynıdır ancak insanlar ilim, kültür ve
teknik bakımından geliştikçe kullanılan
araçlar, yorumlar ve verilen hükümler bu
gelişmelere paralel olarak değişir.
4.1. Kuranın ilkeleri ve amaçlarının
değişeceğine inanmak İslam’a uymaz.
4.2. Bir toplumu oluşturan kişiler güvenilirse
o toplum maddi ve manevi alanlarda ileriye
gider.
4.2. Güvenilmeyen insanlardan oluşan
toplumların maddi ve manevi alanda
ilerlemeleri mümkün olamaz.
5.1. İnsanın, eğitim ve öğretime önem
vermesi İslam’a göre kadın erkek her
Müslüman için farzdır.
5.1. İslam’a göre kadın erkek olduğuna
bakılmaksızın bütün Müslümanların eğitim
ve öğretime önem vermemesi kabul
edilemez.
5.2. İlim, fen ve sanat, eğitim ve öğretimle
mümkün olmaktadır ve günlük hayattaki
ihtiyaçlarımız
ancak
eğitimle
karşılanabilmektedir.
5.2.Eğitim ve öğretim olmadan ilim, fen ve
sanat alanlarında ilerlemek ve günlük
hayattaki ihtiyaçları gidermek mümkün
olmamaktadır.
312
3.3.7.6. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Güncel Değerler/Eğilimler”
Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi
2001 Cuma hutbelerinde İslam’ın özgürlükle ilişkisi belirli açılardan
ortaya konulmaktadır. En temelde iman ve ibadetin, zorlama olmadan kişinin
özgür iradesine ve samimiyetine dayanması gerektiği tavsiye edilmektedir.
Hatta Allah’ın, özgürlüğün korunması için aşırıya kaçmayan savaşı
emrettiğinden bahsedilmektedir. Akıllı ve basiretli bir Müslümanın yapması
gereken, Allah’a ve insanlığa karşı görevlerini yerine getirmesi, hak ve
hukuka saygı göstermesi, ahirete borçsuz ve günahsız gitmeye çalışmasıdır.
Cuma hutbelerinde güncel değerler/eğilimler kapsamında günümüz
dünyasının sorunlarına açıklık getirildiği görülmektedir. Bu anlamda, İslam
dininde
yasaklanmasına
rağmen
rüşvet
ve
yolsuzluğun
günümüzde
sürdüğüne ve bu durumun, toplumda bir çürüme yaşandığını gösterdiğine
işaret edilir. Günümüzde yaşanan sorunların ve bunalımların, Allah’ın
kurduğu
dengeye
uyulmamasının
sonucu
olduğu
ifade
edilmekte,
günümüzde yaşanan sorunlar, insanların kendi sorumluluklarını yerine
getirmemelerine bağlanmaktadır.
Bilim/teknolojiye ilişkin görüşleri, güncel değerler/eğilimler kapsamında
ele
almaktayız.
Bu
açıdan
hutbelerde
modern
dünyanın
getirdiği
sanayileşme, teknik buluşlar, iletişim ve toplu yaşama zorunluluğunun,
insana birçok kolaylık sağladığı anlatılmaktadır. Aynı zamanda İslam’a göre
bilgi ve bilgi sahibi olmanın değerinin çok büyük olduğundan söz edilmekte,
Müslümanların, Allah ve Peygamberinin bu yöndeki öğütlerini tutarak bilgiye
ilgilerini artırmak için devamlı gayret içinde olmaları tavsiye edilmektedir.
Kısaca, Kuran’ın her zaman bilim ve teknolojideki gelişmelerle uyum içinde
olduğu, güncelliğini koruduğu ve insanları ileri götürdüğü vurgulanmaktadır.
Benzer bir anlayış, değişim/ilerleme konusunun hutbelerde ele alınma
biçimiyle ilgili olarak kendini göstermektedir. Bu anlamda, Kur’an’ın
hedeflediği amaçlar, ilkelerin daima aynı olduğu ancak insanlar ilim, kültür ve
313
teknik bakımından geliştikçe kullanılan araçların, yorumların ve verilen
hükümlerin bu gelişime paralel olarak değiştiği üzerinde durulmaktadır. Yine,
bir toplumu oluşturan kişiler güvenilir olduklarında o toplumun maddi ve
manevi alanlarda ileriye gideceği ileri sürülmektedir.
Güncel
değerler/eğilimler
kapsamında
son
olarak
hutbelerin
eğitim/öğretim konusundaki söylemine bakıldığında ilmin, fen ve sanat, eğitim
ve öğretimle mümkün olduğu ve günlük hayattaki ihtiyaçların ancak eğitimle
karşılanabileceği anlayışıyla karşılaşılmaktadır. Ayrıca, insanın, eğitim ve
öğretime önem vermesinin İslam’a göre kadın veya erkek her Müslüman için
farz olduğunun altı çizilmektedir.
3.3.8. Tarihsel Öğeler
Tarihsel öğeler birimi içinde öncelikle tarihsel şahsiyetler, hicret ve
savaşlar/fetihler alt birimleri hakkında yargı barındıran metinler belirlenmekte,
sonra bu metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade
edilmekte,
son
olarak
ise
ortaya
çıkan
yargısal
ifadeler
hakkında
değerlendirme yapılmaktadır.
3.3.8.1. Tarihsel Şahsiyetler
YARGI 1: “Alemlere rahmet olarak gönderilen son peygamber, Hz.
Muhammed (s.a.s.)’in örnek hayatı incelendiğinde; O’nun muhteşem özellikleri,
açıkça görülür.
Allah Rasûlü, kimsenin ayıbını yüzüne vurmaz, hoşlanmadığı ve yanlış
gördüğü bir davranış olursa o davranışı yapanların kim olduğunu belirtmeden ve
kimseyi kırmadan, yanlışları düzeltir; kimsenin sözünü kesmez, konuşması bitinceye
kadar dinler, kimsenin gizli hallerini araştırmaz, kendini ilgilendirmeyen konularla
meşgul olmazdı. Allah’a hürmetsizlik yapılmadıkça kendisine karşı yapılan
kötülükleri bağışlar, eline fırsat geçse de intikam almayı düşünmezdi. Zengin-fakir,
efendi-köle, büyük-küçük ayrımı yapmadan insanları eşit tutardı.
Hz. Peygamber cömertti, ikram etmeyi çok severdi, eline geçen hemen her
şeyi muhtaçlara dağıtır, kimseyi eli boş çevirmezdi. Bütün işlerini tam bir düzen ve
intizam içinde yapar, vaktini boşa geçirmezdi.
314
Dürüstlükten ayrılmazdı. Verdiği sözü tutardı. Şakayla da olsa, asla yalan
söylemezdi. Henüz peygamber olmadan ‘güvenilen kişi’ unvanını kazanmıştı.” (1
Haziran 2001)
YARGI 1: “Peygamberimize, dost-düşman, mü’min-müşrik, herkes güvenmiş
ve kendisine de bu yüzden ‘Muhammedü’l Emîn’ denilmiştir.” (21 Eylül 2001)
YARGI 1: “Değerli Mü’minler!
Bu fetih, o tarihlerde dünyanın bazı bölgelerinde Müslümanların diri diri ateşe
atılarak zulme maruz bırakıldığı bir dönemde gerçekleşti. Bu muazzam fethin ertesi
Çarşamba günü İstanbul’un her yerinde Fatih Sultan Mehmed’in fermanları okundu.
Şehrin içinde saklanan halkın, hiçbir şeyden çekinmeksizin ve cesaretle ortaya
çıkmaları istendi. Canlarının, mallarının, ırzlarının, korunacağı, din ve mezheb
hürriyetleri ile milli örf ve adetlerinin tamamen Türk kanunlarının teminatı altında
bulunduğu ilan edildi. Dini liderlerini seçmelerine izin verildi….
Fatih’in bu fermanına o kadar sadakat gösterildi ki, güzel yurdumuzda diğer
ırk ve din mensupları, hiçbir rahatsızlık duymadan yaşayageldiler. Bütün bunlar
necip milletimizin her türlü inanca ve ırka gösterdiği hoşgörüyü aksettiren tarihi
belgelerdir.” (25 Mayıs 2001)
YARGI 1: “Hutbemi Kanuni Sultan Süleyman’ın şu veciz sözüyle bitiriyorum.
‘Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.’” (6 Nisan 2001)
YARGI 1: “Bundan 86 sene önce zamanın her bakımdan en güçlü
devletlerinin askerleri bir hayalin peşine düşerek Çanakkale Boğazına kadar geldiler.
Akıllarınca boğazları geçecekler, Müslüman Türkleri tarih sayfasından sileceklerdi.
Hasta adam dedikleri Osmanlı İmparatorluğunu yok ederek, asırlardır süregelen
haçlı zihniyetini dünyaya hakim kılacaklardı. Ancak, askeri anlamda çok üstün
saydıkları planları ve harp taktikleri, başta devletimizin kurucusu Mustafa Kemal
Atatürk ve silah arkadaşlarının her şeyini ortaya koyarak yaptıkları yurt savunması
karşısında, Çanakkale Boğazı’nda suya düştü. Böylece dünya durdukça
konuşulacak olan ‘Çanakkale Geçilmez Destanı’ yazıldı.” (3 Ocak 2001)
YARGI 1: “Ecdadımız; yokluklar içinde ve en ağır şartlar altında, yedi düvele
karşı, tarihte benzeri görülmemiş bir destan yazmıştır. Müslüman Türk milletinin
savaş meydanındaki kahramanlığını ve azmini, bu savaşın Başkomutanı Gazi
Mustafa Kemal şöyle anlatır: ‘Karşılıklı siperler arasında mesafemiz, sekiz metre
idi. Yani ölüm muhakkak. Birinci siperdekiler, hiç biri kurtulamadan kâmilen
şehit düşüyor. İkinciler onların yerine geçiyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir
itidal ve tevekkülle; biliyor musunuz? Şehit olanı görüyor, üç dakikaya kadar
şehit olacağını biliyor, en ufak bir fütur bile getirmiyor. Sarsılmak yok. Okuma
bilenler ellerinde Kur’an-ı Kerim, Cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler
315
kelime-i şahadet getirerek yürüyorlar. Bu; Türk askerindeki imanı ve ruh
kuvvetini gösteren, şayan-ı hayret ve şayan-ı tebrik bir misaldir.’” (24 Ağustos
2001)
3.3.8.2. Hicret
YARGI 2: “Hz. Peygamber’in gönderilmesiyle ölmüş kalpler dirildi, pörsümüş
vicdanlar merhamete kavuştu, insanlık, yolunu düzelterek, yeniden huzur buldu.
Ancak Mekkeliler bu ilahi rahmetin değerini gereği gibi kavrayamadılar, 13 yıllık
tevhid mücadelesinin sonunda, inanan bir avuç Müslümana kendi memleketlerinde
yaşama hakkını çok gördüler. …
Sevgili Peygamberimiz Peygamberliğinin 13. yılında ashabıyla beraber,
yurtlarını, mallarını, hatta sahabeden birçoğu anne, baba, eş ve çocuklarını
bırakarak Medine’ye hicret etmek zorunda kaldılar. İlahi nura susayan gönüller
tarafından cihanşümül bir misafir olarak karşılanan Peygamberimiz’e, Ensar ve
Muhacirlerin sergiledikleri dostluk, kardeşlik ve fedakarlığın bir benzerine tarih henüz
şahit olmamıştır.” (23 Mart 2001)
YARGI 2: “Hicretten 17 yıl sonra Hz. Ömer’in halifeliği döneminde Hz. Ali’nin
teklifiyle bu yolculuk, Hicri takvimin başlangıcı olarak kabul edildi. Hicret; Hak’kın
batıla galip gelmesi ve islamı tümüyle yaşamanın azmidir. Hicret; tevhid inancının
kalplerde kökleşmesinin, gerektiğinde mallardan ve canlardan feragat etmenin
sembolüdür. Hicret; Ensar ve Muhacirinin sergiledikleri dostluk ve kardeşliğin, milli
birlik ve bütünlüğün en güzel timsalidir. Hicret; ilk Müslümanların inançları uğruna
gösterdikleri fedakarlığın doruk noktasıdır.” (23 Mart 2001)
3.3.8.3. Savaşlar/Fetihler
YARGI 3: “Şanlı tarihimizde İstanbul’un fethinin anlamı çok büyüktür.
İstanbul’un fethi konusunda Sevgili Peygamberimiz: ‘İstanbul muhakkak feth
edilecektir. Onu feth eden komutan ne güzel komutan; Onu feth eden ordu ne
güzel ordudur.’ buyurmuşlardır. Rasûlullah’ın bu müjdesine nail olmak isteyen
Müslümanlar, İstanbul’u defalarca kuşattılar. Çağ açıp çağ kapayan Fatih Sultan
Mehmed komutasındaki Türk Ordusu 29 Mayıs 1453 Salı günü İstanbul’u fethetti.
Böylece bu şeref aziz milletimize nasip oldu. Fetih günü Fatih Sultan Mehmed,
Topkapı’dan şehre girerek, Bizans halkının sığındığı Ayasofya’ya gitti. Orada
bulunan dini liderlerden ve insanlardan bazılarının kendilerini yerlere atmış olduğunu
görünce onlara: ‘Kalkın! Ben Sultan Murat Han Oğlu Sultan Mehmed derim ki:
Bu günden itibaren canınız ve hürriyetiniz teminatım altındadır.’ dedi.” (25
Mayıs 2001)
316
YARGI 3: “Çanakkale geçilmez destanı yazılırken doğusundan batısına eli
silah tutan vatan evladları görev almıştır. Bunlardan 250 bine yakını şehit olmuş,
geride on binlerce gazi kalmıştır.” (16 Mart 2001)
YARGI 3: “Muhterem Müslümanlar!
Şanlı tarihini, altın sayfalarla süsleyen aziz milletimizin unutulmaz
zaferlerinden; 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın, 79. Yıldönümünü idrak ediyoruz. 30
Ağustos hürriyet ve istiklalimizi kazandığımız bir zafer günüdür.” (24 Ağustos 2001)
317
Tablo 8: Tarihsel Öğeler Birimi Açısından Kategoriler
2001 YILI CUMA HUTBELERİNDE “TARİHSEL ÖĞELER”E İLİŞKİN SÖYLEMİN
“TARİHSEL ŞAHSİYETLER, HİCRET, SAVAŞLAR/ FETİHLER” DÜZEYLERİNDEKİ
İÇERİĞİN İDEOLOJİK GÖRÜNÜMÜ
ONAYLAMA KATEGORİSİ
YADSIMA KATEGORİSİ
1.1.Hz. Muhammed’in hayatı ve üstün
özellikleri;
cömertliği,
nezaketi,
bağışlayıcılığı, eşitlikçiliği, dürüstlüğü vb.
örnek alınmalıdır.
1.1.Hz. Muhammed’in hayatını örnek
almamak üstün özelliklerinden mahrum
kalmaktır.
1.2.
Hz.
Muhammed’in
en
önemli
özelliklerinden biri güvenilir olmasıdır ve o
düşmanlarının ve müşriklerin bile güvenini
kazanmıştır.
1.2. Hz. Muhammed çok güvenilir bir insan
olmasaydı düşmanlarının ve Müslüman
olmayanların bile güvenini kazanamazdı.
1.3.
Dünyanın
başka
bölgelerinde
Müslümanlara işkence edilirken Fatih Sultan
Mehmed İstanbul’u fethettikten sonra bir
ferman yayınlamış ve diğer ırk ve din
mensuplarının
inançlarının
yaşam
biçimlerinin, canlarının, mallarının, ırzlarının,
inançlarının
ve
geleneklerinin
Türk
kanunlarının güvencesi altında olduğunu
duyurmuş ve bunu uygulamıştır.
1.3. Fatih Sultan Mehmed dünyanın diğer
bölgelerindeki
Müslümanların
şiddete
maruz kalmasından etkilenmemiş ve
İstanbul’u fethettikten sonra başka inanç
ve geleneklere sahip olan insanlara
saygısızlık yapmamıştır.
1.4. Kanuni Sultan Süleyman sağlığın
devletten bile daha önemli olduğunu ünlü
beyitiyle ifade etmektedir.
1.4.Kanuni Sultan Süleyman sağlık
olmadan en itibarlı devletin bile işe
yaramayacağını ifade etmektedir.
1.5. Dünyanın en güçlü devletlerinin yıllardır
Müslüman Türkleri tarih sayfasından silme
hayallerini Mustafa Kemal Atatürk ve silah
arkadaşları engelledi.
1.5. Mustafa Kemal Atatürk ve silah
arkadaşları olmasaydı Müslüman Türkler
haçlı
devletleri
tarafından
tarih
sahnesindeki varlığını sürdüremeyecekti.
1.6. Başkomutan Gazi Mustafa Kemal
önderliğinde Müslüman Türk milleti yokluklar
içinde bile olsa kahramanca ve azimle
başarıya kavuşmuşlardır.
1.6. Müslüman Türk milleti Gazi Mustafa
Kemal önderliğinde yokluklara ve zor
şartlara katlanmasaydı büyük zafer
kazanılamayacaktı.
2.1. Mekkelilerin Peygamberin değerini
bilememesi sonucu Müslümanlar yurtlarını,
mallarını ve ailelerini bırakarak Medine’ye
hicret etti ve orada dostluk, kardeşlik ve
fedakârlıkla karşılandı.
2.1. Mekkeliler Peygamberin değerini
yeterince
kavrayamamışlar,
dostluk,
kardeşlik ve fedakârlık gibi duygulardan
mahrum kalmışladır.
2.2. Hicret, Müslümanların galibiyeti, azmi,
dostluk, kardeşlik ve bütünlüğün, inanç için
fedakârlık yapmanın önemli bir örneğidir ve
bu kutsal yolculuk Hz. Ömer’in döneminde
Hz. Ali’nin teklifiyle Hicri takvimin başlangıcı
kabul edilmektedir.
2.2. Müslümanlar azim ve fedakârlık
duygusuyla hareket etmeseydi dostluk,
kardeşlik, milli birlik ve beraberliğin değeri
anlaşılamazdı.
318
3.1. Fatih Sultan Mehmed’in komutasında
Türk ordusunun İstanbul’u fethetmesi
yalnızca askeri bir zafer değil, aynı zamanda
Peygamberin müjdelediği manevi boyutu
olan büyük bir olaydır.
3.1. İstanbul’un fethini sadece askeri bir
başarı olarak görülmemelidir.
3.2. Çanakkale savaşına yurdun her
yerinden eli silah tutan vatan evlatları
katılmış, 250 bin şehit, on binlerce gaziyle
büyük bir zafer olarak destanlaşmıştır.
3.2. Çanakkale’de yurdun her yerinden eli
silah tutan herkes savaşmasaydı böylesine
büyük bir zafer kazanılamazdı.
3.3. Müslümanların 30 Ağustos’u özgürlük
ve bağımsızlığını kazandığı büyük bir zafer
günü olarak algılamaları gerekir.
3.3.
Müslümanların
30
Ağustos’un
özgürlük ve bağımsızlığın kazanıldığı bir
zafer günü olduğunu algılamamaları
düşünülemez.
3.3.8.4. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Tarihsel Öğeler” Alanındaki
Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi
2001 yılı Cuma hutbelerinde tarihsel ögelerle ilişkili olarak tarihsel
şahsiyetler, hicret, savaşlar/fetihler birimi incelenmiştir. Hz. Muhammed, Fatih
Sultan Mehmed, Kanuni Sultan Süleyman, Mustafa Kemal Atatürk, ele alınan
tarihsel şahsiyetlere örnektir. Hicret, İstanbul’un fethi ve Çanakkale Savaşı da
tarihsel ögeler açısından ele alınmıştır.
Hz. Muhammed’in hayatı, özellikleri; cömertliği, nezaketi, affediciliği,
eşitlikçiliği, dürüstlüğü ve güvenilirliği gibi özelliklerinin örnek alınması
gerektiği açıklanmaktadır. Benzer olarak Fatih Sultan Mehmed’in özellikleri
ve yaptığı işler hutbelerde vurgulanan unsurlardır. Sağlığın önemiyle ilgili
verilen bir hutbede Kanuni Sultan Süleyman’ın ünlü beyiti örnek olarak verilir.
Mustafa Kemal Atatürk ve onun silah arkadaşlarının sayesinde Müslüman
Türk milletinin kazandığı başarılar anlatılır.
Müslümanların yaşadıkları sıkıntılar sonucu Mekke’den Medine’ye
gitmek zorunda bırakıldıkları kutsal bir yolculuk olan Hicret, galibiyetin azmin,
dostluğun, kardeşliğin inanç için fedakârlık yapmanın önemli bir örneği olarak
ifade edilir.
319
İstanbul’un fethi, yalnızca askeri bir başarı değil, aynı zamanda Hz.
Muhammed’in
müjdelediği
manevi
boyutu
büyük
bir
olay
olarak
değerlendirilmiştir. Çanakkale Savaşı ve 30 Ağustos Zaferinin de tarihsel
olarak büyük önem taşıdığı vurgulanmaktadır.
3.4. 2012 YILI CUMA HUTBELERİNDEKİ SÖYLEMİN İDEOLOJİK İNŞASI
3.4.1. Ahlak
Ahlak birimi içinde öncelikle kişilik/davranış, iyilik/kötülük ve hak/adalet
alt birimleri hakkında yargı barındıran metinler belirlenmekte, sonra bu
metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade edilmekte, son
olarak
ise
ortaya
çıkan
yargısal
ifadeler
hakkında
değerlendirme
yapılmaktadır.
3.4.1.1. Kişilik/Davranış
YARGI 1: “Aziz kardeşlerim;
Gıybetin, dedikodunun, laf götürüp getirmenin ne kadar kötü bir hastalık
olduğu, toplumsal ilişkileri zedeleyen, yüzyüze yaşamamız gereken samimiyetlere
en ağır darbeyi vuran çirkin birer huy olduğu hepimizce bilinmektedir…
Şunu da belirtmek gerekir ki; gıybet sadece sözle yapılan bir şey değildir.
Yazı, îmâ, alaylı hareketler, işaret ve taklitlerle yapılan her türlü çekiştirme de yine
gıybet sayılmıştır. Şu ayet-i kerime de buna işaret etmektedir: ‘Diliyle çekiştirip,
yüzüyle de alay eden kimsenin vay haline!’
Aziz Kardeşlerim!
Maalesef günümüzde de oldukça yaygın olan ve adeta bir hastalık haline
gelmiş bulunan bu çirkin huylardan kurtulmanın en önemli yolu, hiç şüphesiz, işe
önce kendimizden başlamak olacaktır. Samimi her Müslüman, diğer bir kardeşini
çekiştirmekten, insanların arasını bozacak her türlü söz ve fiilden mutlaka kaçınmalı;
başkalarının gıybetinin yapıldığı ortamlarda bulunmamalı; bu işleri yapan kimseleri
gördüğünde hemen uyarmayı kendine vazife bilmelidir. Doğruyu konuşmak için
birbirimize arkamızı dönmeyi beklemek yerine, doğruları yüz yüze konuşabilme
erdemini sergilediğimizde, ikiyüzlülüğün de önüne geçebileceğimizi unutmayalım.”
(20 Ocak 2012)
320
YARGI 1: “Aziz Kardeşlerim!
Hakikat âlemindeki iletişimde bizden beklenen edep, nezaket, saygı gibi
güzel hasletler, hangi iletişim ortamında bulunursak bulunalım imanımızın ve
ahlakımızın bir gereği olarak tezahür etmelidir.
Oysa sosyal medyada çoğu defa bu tür dini ve ahlaki hasletler sorumsuz bir
şekilde göz ardı edilebilmektedir. Zamanı ve dahası ömrü israf, gıybet, dedikodu,
yalan, su-i zan, koğuculuk, iftira gibi birçok gayri ahlaki tutum ve davranışlar adeta
bu ortamların galibi konumundadır. Oysa yüce kitabımızda; ‘İnsan hiç bir şey
söylemez ki onun yanında yaptıklarını gözetleyen ve kaydeden hazır bir melek
bulunmasın.’ ayetiyle bizim her daim Yüce Yaratanın murakabesi altında
olduğumuz ifade edilmektedir.
Mümin, elinden, dilinden, bütün uzuvlarından sadır olan davranışlardan
sorumlu olduğu bilinciyle hareket etmelidir. Nitekim, ‘O gün biz onların ağızlarını
mühürleriz. Elleri bize konuşur, ayakları da kazandıklarına şahitlik eder.’ ayeti
kerimesi bu hakikati gayet veciz bir şekilde beyan etmektedir.” (27 Ocak 2012)
YARGI 1: “Kardeşlerim!
Dinimizin ısrarla vurguladığı bir diğer sorumluluk alanı da ahlakî
duyarlılıklardır. İyi ve kötüyü, günah ve sevabı bilme ve ayırt etme kabiliyeti
sayesinde insan, ahlakî sorumluluklarını şekillendirecektir. İyilikte yardımlaşmayı,
iffeti korumayı, emanete riayet etmeyi, adil olmayı, hoşgörüyü, tevâzuyu, sözünde
durmayı, güzel söz söylemeyi kendisine şiar edinecektir. Çünkü sorumluluk bilinciyle
yapılan bu davranışlar müminin faziletli olmasını sağlayacak, faziletli mümin de Hz.
Peygamber’in ifadesiyle, ‘Ahlakı en iyi olan’ mü’min olacaktır.” (27 Nisan 2012)
YARGI 1: “Her yılın başlangıcı, aslında bizlere bu mesajları veriyor. Ancak
üzülerek ifade edelim ki, başka dinlere, başka kültürlere, başka dünyalara ait
sembolik unsurlar, yılbaşı eğlenceleri ile bütünleştirilerek bir tüketim kültürüne
dönüşmüştür. Daha endişe verici olanı ise geleceğimizin teminatı olan çocuklar
üzerinden bir kimlik ve kültür erozyonu gerçekleştirilmesidir.
Ömrümüzden bir sene gittiği halde sanki bir sene kazanmış gibi zamandan
intikam alırcasına, kendini ve değerlerini unutarak, kendinden geçerek alkollü
içkilerle sabahlara kadar eğlenmek ne kadar hazindir. Emek harcamadan zengin
olmak arzusuyla kumar, piyango, toto ve loto gibi talih ve şans oyunlarının peşinden
sürüklenmek ne kadar üzüntü vericidir.” (28 Aralık 2012)
YARGI 1: “Kıymetli Kardeşlerim!
Sevgili Peygamberimiz, insanlara hizmette emanet ve mesuliyet bilincini,
liyakati getirdi. İffetli ve ahlaklı bir toplum kurdu. İlim ve hikmete, hak ve hakikate,
bilgi ve öğrenmeye âşık örnek bir nesil yetiştirdi. Fakirler, sahipsiz olmadıklarını;
güçsüzler kimsesiz kalmadıklarını hep O’ndan, O’nun uygulamalarından öğrendi.
Kısacası onlara temiz bir toplumun nasıl oluşması gerektiğini göstererek insan
onurunu, insanca yaşamı, Müslümanlığı ve medeniyeti gösterdi.” (16 Kasım 2012)
321
YARGI 1: “Kardeşlerim!
Beşeri münasebetlerdeki soğukluklar ve insanlar arasına örülen
duvarlar; terk edilemeyen bencilliklerden, çıkar tutkuları ve empati eksikliği
gibi ahlaki kusurlardan kaynaklanmaktadır. Kaygısı dünyalıktan ibaret
olanların, bunları kaybetmek ya da başkalarıyla paylaşmaktan duydukları
endişe sebebiyle yaşadıkları ruhsal gerilimler, çevrelerine kaba davranışlar
olarak yansıyabilmektedir.” (2 Mart 2012)
3.4.1.2. İyilik/Kötülük
YARGI 2: “Rabbimiz; ‘İyilik ve takva üzere yardımlaşın ama günah ve
düşmanlık üzere yardımlaşmayın.’ buyurarak, günah ve kötülük hususunda değil,
güzel hasletlere sahip olma ve bunların paylaşımı konusunda yardımlaşmamız
gerektiğini ifade etmektedir.“ (27 Ocak 2012)
YARGI 2: “Mümin, Allah’ın sevdiğini sever, Allah’ın rızasını ister. Bilir ki Allah
âdil davrananları sever. Sakınanları, sabredenleri, güzel davrananları, iyilik edenleri,
tevekkül edenleri Allah yolunda, duvarları birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf
bağlayarak mücadele edenleri çok tövbe edenleri ve çok temizlenenleri sever O
halde Müslümanlar da bu vasıftakileri sever ve böyle olmayı ister.” (17 Şubat 2012)
YARGI 2: “Peygamberimizin ümmetinin Kur’an-ı Kerim’de en hayırlı ümmet
olarak anılması, insanlara iyiliği tavsiye edip, onları kötülükten men etmeleri, başka
bir deyişle, İslam’ın güzelliklerini gönüllere ulaştırma sorumluluğuyla ifade edilmiştir.
Bu kutsi görev ise, ancak gönülleri fethetmekle, insanlara karşı cana yakın olmakla
gerçekleştirilebilir.
Rahmet peygamberine göre, ‘Mümin, asla başkalarını suçlayan, lanet
okuyan, kötü söz ve davranışlar sergileyen biri olamaz.’ İnsanların en kötüsü,
kendisinden iyilik umulmayan ve şerrinden korkulan kimsedir. En hayırlısı ise,
kendinden iyilik umulan ve kötülük yapmayacağına inanılan kimsedir.” (3 Mart 2012)
YARGI 2 “Kardeşlik her şeyden önce bir söylem ve edebî bir kurgu değil, bir
hukuk ve ahlâktır. İşte Ensar ve Muhacirler böyle bir kardeşliği yaşayarak ortaya
koymuşlardır. Efendimiz(s.a.s.), asabiyet ve menfaatin çelik ağını kırarak; dilleri,
renkleri, ekonomik imkânları, gelenek ve görenekleri farklı olmasına rağmen ‘iyilik
ve takvada yardımlaşan’ kardeşlerden örnek bir toplum meydana getirmişti.” (6
Nisan 2012)
YARGI 2: “İnsanın Allah’a olan saygısını canlı tutan ibadet sorumluluğu, aynı
zamanda insanı kötülüklerden uzaklaştırır. Yaratılıştaki temiz fıtratına
yabancılaşmasını önler. Örneğin, ibadet bilinciyle, zahirî ve manevî şartlarına özen
gösterilerek kılınan her namaz, müminin erdemine erdem katar.” (27 Nisan 2012)
322
YARGI 2: “Ancak her işte olduğu gibi yardımda bulunmanın da bir âdâbı,
usulü vardır. Bizlere yakışan, her türlü yardımı sırf Allah rızası için yapmak, yapılan
iyiliği dile dolamamak, başa kakmamak, bu tür işleri olabildiğince gizli yapmak, karşı
taraftan herhangi bir menfaat ummamaktır. ‘Temizlenmek için malını hayra veren
muttakî kimse, cehennemden uzak tutulacaktır. O, asla karşılık bekleyerek
iyilik yapmaz. Yaptığı iyiliği ancak Yüce Rabbinin rızası için yapar.’ âyet-i
kerimesi bu konuda rehberimiz olmalıdır.” (3 Ağustos 2012)
YARGI 2: “Yüce Allah'ın lütfettiği sınırsız nimetler karşısında insanın Rabbine
hamdetmesi ve sahip olduğu her şeyi O’nun rızasını kazanmak için vesile bilmesi en
önemli kulluk vazifelerindendir. Şu kısacık ömrünü iyilik ve takvada yardımlaşarak
geçirenlere; hayırda yarışarak tamamlayanlara ne mutlu!” (9 Kasım 2012)
YARGI 2: “Erdemli bir mü’minin, sözü hikmet, susması tefekkür, bakışı ibret,
ameli de sadece iyiliktir. İşittiğinde insan onuruna yakışmayana değil, güzele ve
doğruya kulak verir. Baktığında alaycı bir bakışla değil, ibret nazarıyla bakar. Maddî
zenginliği değil, gönül zenginliğini önemser. Sevgi medeniyetinin bir neferi olarak
gönüllere girme duyarlılığını her daim ön planda tutar. Böylece Rabbinin sevgisini
kazanarak, ‘…Nihayet ben onu severim. Kulumu sevince de âdetâ ben onun
işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden her ne
isterse, onu mutlaka veririm. Bana sığınırsa, onu korurum’ hadis-i kudsîsinde
belirtilen mükâfatları elde eder.” (27 Nisan 2012)
3.4.1.3. Hak/Adalet
YARGI 3: “Efendimiz cehlin yerine bilgi ve hikmeti, zulmün yerine hak ve
adaleti getirmiştir. ‘Ben Muhammed’im, ben Ahmed’im, ben rahmet
peygamberiyim’ diyen Kutlu Nebi (s.a.s.); nefret ve kinle paslanan yürekleri,
körelmiş vicdanları muhabbet ve merhametle yeniden inşa ve ihya etmiştir.” (3
Şubat 2012)
YARGI 3: “Kardeşlik, kardeşin hakkına riayet etmek ve saygınlığına gölge
düşürmemektir. Peygamberimizin ‘Müslümanın müslümana malı, namusu ve
kanı haramdır. Kişiye, müslüman kardeşini küçük görmesi kötülük olarak
yeter.’ sözünü hayatımızın ilkesi haline getirmektir kardeşlik.” (13 Nisan 2012)
YARGI 3: “Bizler bilmekteyiz ki, yapılan hiçbir iyilik boşa gitmemektedir.
Çünkü Yüce Rabbimiz, Kitabımızda; ‘Hayır olarak harcadıklarınız kendi iyiliğiniz
içindir. Yapacağınız hayırları ancak Allah’ın rızasını kazanmak için
yapmalısınız. Hayır olarak verdiğiniz ne varsa, karşılığı size tam olarak verilir
ve asla haksızlığa uğratılmazsınız’ buyurmaktadır. Bu âyet aynı zamanda,
riyadan, savurganlıktan, mal çokluğu ile gururlanmaktan sakınmamız için bizlere bir
uyarıdır.” (3 Ağustos 2012)
323
YARGI 3: “Hz. Ali, valisi Malik el-Eşter’e yazdığı mektuplardan birinde, ona
emri altındakilere adaletli davranmasını öğütlerken, şu manidar cümleyi
kullanıyordu: ‘İnsanlar senin ya dinde kardeşin, ya da hilkatte eşindir.’”(6 Nisan
2012)
YARGI 3: “Kardeşlerim!
Aslında Medine’ye hicret, medeniyete hicrettir. Zira Peygamber Efendimiz’in
hicretiyle Yesrib, Medine’ye dönüştü. Medine de medeniyet üretti. Rahmet
Peygamberi (s.a.s), Medine’de kin, nefret ve intikam toplumundan bir sevgi ve
merhamet toplumu meydana getirdi. Katı kalpli insanlardan, can taşıyan her varlığa,
hatta eşyaya dahî şefkat ve merhametle muamele edecek bir toplum oluşturdu. Hem
maddi hem manevi açıdan arındırdı onları. Çıkarcılığı, çapulculuğu ve fırsatçılığı
revaçta olan bir topluma, kendisi için istediğini, kardeşi için de istemeyi, diğerkâmlığı
ve kardeşliği öğretti. Komşusu aç iken tok gezilemeyeceğini gösterdi. Dürüstlüğü,
güvenilirliği, aldatmamayı, helal kazancı, alın terini, hak ve hukuku, hakkaniyeti,
eşitlik ve adaleti öğretti. İyiliği, güzelliği, hayrı, ahlâkı, samimiyeti, olgunluğu, takvayı
gösterdi.” (16 Kasım 2012)
Tablo 9: Ahlak Birimi Açısından Kategoriler
2012 YILI CUMA HUTBELERİNDE “AHLAK”A İLİŞKİN SÖYLEMİN
“KİŞİLİK/DAVRANIŞ, İYİLİK/KÖTÜLÜK, HAK/ADALET” DÜZEYLERİNDEKİ
İÇERİĞİN İDEOLOJİK GÖRÜNÜMÜ
ONAYLAMA KATEGORİSİ
YADSIMA KATEGORİSİ
1.1.Samimi her Müslüman, diğer bir
kardeşini
çekiştirmekten,
insanların
arasını bozacak her türlü söz ve
davranıştan kaçınır, arkadan konuşmak
yerine doğruları karşısındakinin yüzüne
konuşabilme erdemini gösterir.
1.1.Kardeşinin arkasından konuşan,
doğruları
karşısındakinin
yüzüne
söyleme erdemi gösteremeyen ve
ikiyüzlülük yapan bir Müslüman samimi
bir Müslüman değildir ve toplumsal
ilişkileri zedeleyen bir hastalığa
sahiptir.
1.2.Sosyal medya da dahil olmak üzere
bütün iletişim biçimlerinde edepli,
nezaketli, saygılı olmak gibi güzel
özellikler imanın ve ahlakın bir gereğidir.
1.2. Bütün iletişim biçimlerinde ve
sosyal medyada dini ve ahlaki
özellikler göz ardı edilmemeli, zaman
ısrafı, gıybet, dedikodu, yalan, su-i
zan, iftira gibi gayri ahlaki tutum ve
davranışlar
benimsenmemeli,
her
şeyin Allah’ın gözetimi altında olduğu
unutulmamalıdır.
1.3.İyilikte yardımlaşmak, iffeti korumak, 1.3. Ahlaki duyarlılığı gelişmemiş olan
emanete riayet etmek, adil olmak, insanlar faziletli bir mümin olamaz.
hoşgörülü, alçakgönüllü olmak, verdiği
sözde durmak ve güzel söz söylemek
gibi ahlaki duyarlılıklara sahip insanlar
fazilet sahibi müminler olurlar.
324
1.4. Yılbaşı eğlencelerinin başka din ve
kültürlerin bir geleneği olduğu gerçeği
bilinerek dini ve ahlaki değerlere sahip
çıkmak gerekmektedir.
1.4. Her yılbaşında başka kültürlere ve
dinlere ait olan sembolik unsurlar
yılbaşı eğlenceleri ile bütünleşerek bir
tüketim
kültürü
haline
dönüştürülmemeli, çocuklar üzerinden
bir
kimlik
ve
kültür
erozyonu
gerçekleştirilmesine izin verilmemeli,
alkollü içkiler kullanılmamalı ve şans
oyunları oynanmamalıdır.
1.5. Hz. Muhammed insanlara iffetli ve
ahlaklı bir toplumun nasıl oluşması
gerektiğini, bilginin önemini, insan
onurunun değerini, insanca yaşamı,
Müslümanlığı ve medeniyeti öğretmiştir.
1.5. Hz. Muhammed’in öğütlerini
dinlememek ahlaklı, iffetli, bilgili ve
insan onurunun ve yüksek medeniyetin
olduğu
bir
toplumdan
yoksun
kalmaktır.
1.6. Yalnızca bu dünyaya yönelik
kaygılara sahip olmak, bencillik, çıkar
tutkusu ve empati eksikliği gibi ahlaki
kusurlara ve ruhsal gerilimlerle kaba
davranışlara neden olur.
1.6. Ahireti düşünmemek, ahlaki olarak
düzgün durum ve davranışların
oluşmaması ve uygulanmamasına
neden olur.
2.1. Güzel özelliklerin ve iyiliklerin
benimsenmesi ve paylaşılması, kötü
olanlardan uzak durulması, Allah’ın
inananlara bir emridir.
2.1. Güzel özellikleri ve iyilikleri
benimsemeyenler ve paylaşılmayanlar,
kötü olanlardan uzak durmayanlar
Allah’ın emrine itaat etmemiş olur.
2.2. Sabredenler, adil ve güzel
davrananlar, iyilik yapanlar ve Allah’ın
razı olduğu şekilde davrananlar ve tövbe
edenler,
Allah
ve
Müslümanlar
tarafından sevilir.
2.2.
Allah’ın
ve
Müslümanların
sevgisinden
yoksun
kişiler;
sabretmeyenler,
adil
ve
güzel
davranmayanlar, iyilik yapmayanlar,
tövbe etmeyenler ve Allah’ın razı
olmadığı işleri yapanlardır.
2.3. Kur’an-ı Kerim’de ve Peygamberin
hadislerinde de sabit olduğu gibi iyilik
yapan, bunu tavsiye eden ve kötülükten
uzak duran Müslüman hayırlıdır.
2.3. İyilik yapmayan, kötülüğünden
korkulan, başkalarını suçlayan, iyi söz
ve davranışlar sergilemeyen bir
insanın Mümin olduğu ve Peygamberin
hayırlı ümmetinin özelliklerini taşıdığı
söylenilemez.
2.4. İyilik ve takva, dil, renk, ekonomik
düzey, gelenek ve görenek farklılıklarını
aşarak kardeşliğe dayanan bir hukuk ve
ahlak toplumu meydana getirmiştir.
2.4. İyilik ve takva anlayışı olmadan bir
hukuk
ve
ahlak
anlayışından,
kardeşlikten ve örnek bir toplumdan
bahsedilemez.
2.5. İbadet insanın Allah’a olan saygısını
canlı tutar ve onu kötülüklerden
uzaklaştırıp iyiliğe sevk eder, erdemli
kılar.
2.5. İbadet olmadan Allah’a olan
saygının canlı kalması ve insanın
kötülükten
uzaklaşması,
erdemli
olması mümkün olmaz.
325
2.6.İyilik ve yardımlaşma, Allah rızası 2.6. İyilik ve yardımlaşma, Allah rızası
için, gizli olarak karşılık beklemeden için yapılmaz, yapılan iyilik dile dolanır,
yapılmalıdır.
başa kakılır, gizli yapılmaz ve karşı
taraftan menfaat umulursa amacına
uygun davranılmamış olur.
2.7. İyilik ve takvada yardımlaşan,
Allah’a hamdeden ve onun rızasını
kazanmaya çalışanlar, Allah’a olan
kulluk görevini yerine getirmiş olurlar
2.7.
İyilik
ve
takvada
yardımlaşmayanlar,
Allah’a
hamdetmeyenler ve onun rızasını
kazanmaya
çalışmayanlar
kulluk
görevini yerine getirmemektedir.
2.8. Erdemli bir mümin güzele ve
doğruya kulak verir. Baktığında alaycı bir
bakışla değil, ibret nazarıyla bakar.
Maddî zenginliği değil, gönül zenginliğini
önemser. Sevgiye önem verir ve böylece
Rabbinin sevgisini kazanır.
2.8. İnsan onuruna yakışana, güzele
ve doğruya kulak vermeyen, ibret
bakışıyla bakmayarak alaycı bakan,
maddi zenginliği önemseyip gönül
zenginliğini önemsemeyen, insanları
sevmeyen bir insan, erdemli bir Mümin
olamaz
ve
Allah’ın
sevgisini
kazanamaz.
3.1. Hz. Muhammed, nefretin ve kinin
hüküm
sürdürdüğü
yürekleri
ve
vicdanları muhabbet ve merhametle
yeniden inşa ve ihya etmiştir. Bilgisizliğin
yerine bilgi ve hikmeti, zulmün yerine
hak ve adaleti getirmiştir.
3.1. Hz. Muhammed olmasa muhabbet
ve merhamet nefretin ve kinin yerini
alamayacak, bilgi ve hikmet, bilginin,
hak ve adalet, zulmün yerine
geçemeyecekti.
3.2. Kardeşinin hakkına dikkat eden ve 3.2.
Kardeşinin
hakkına
dikkat
saygınlığını
koruyan
İslamiyet’in etmeyen, onun saygınlığını korumayan
kardeşlik ilkesine uygun davranmış olur. ve onu küçük gören İslamiyet’in
kardeşlik
ilkesine
uygun
davranmamaktadır.
3.3.
İyilik
yapmak
riyadan,
savurganlıktan,
mal
çokluğu
ile
gururlanmaktan sakınmak insanın kendi
iyiliği içindir ve Allah tarafından
ödüllendirilir.
3.3.
Yapılan
iyiliğin
karşılığının
olmadığını
düşünmek,
riya,
savurganlık,
mal
çokluğuyla
övünmekten kaçınmayanlar kendi
iyiliklerini düşünmemiş ve Allah’ın
rızasını
kazanamaz,
ödülünü
alamazlar.
3.4. Hz Ali’nin öğütüne uyanlar, insanları 3.4.Emri
altındakilere
adaletli
din kardeşi olarak veya yaratılışta eşi davranmayanlar, Hz Ali’nin öğütlerine,
olarak görür ve emri altındakilere adaletli kardeşlik anlayışına uymamaktadır.
davranır.
326
3.5. Hicretle Peygamber Medine’de kin
ve nefretin hakim olduğu bir topluma
sevgi
ve
merhamet
duygusunu,
dürüstlüğü, güvenilirliği, helal kazancı,
alın terini, hak ve hukuku, hakkaniyeti,
eşitlik ve adaleti, iyiliği, güzelliği, hayrı,
ahlâkı, samimiyeti, olgunluğu ve takvayı,
medeniyeti yerleştirmiştir.
3.5. Hz. Muhammed Medine’ye hicret
etmeseydi topumda sevgi, merhamet,
dürüstlük,
hak,
hukuk,
adalet,
güvenilirlik, ahlak, samimiyet gibi
duygular ve medeniyet gelişmeyecekti.
3.4.1.4. 2012 Yılı Cuma Hutbelerinde “Ahlak” Alanındaki Yargıların
İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi
2012 yılı Cuma hutbelerinde ahlakın kişilik davranış boyutunun genel
olarak
insanları
çekiştirme,
edep
ve
nezaket,
saygı,
yardımlaşma,
alçakgönüllülük, sözünde durma, iffeti koruma, değerlere sahip çıkma, bencil
ve çıkarcı davranma, güzel söz söyleme gibi davranışsal ve kişilikle ilgili
temalar olduğu kadar sosyal medya ve yılbaşı eğlenceleri açısından ele
alındığını görmekteyiz.
Kişilik/davranış alanında örnek olması bakımından Hz. Muhammed’in
insanlara
iffetli
ve
ahlaklı
bir
toplumun
nasıl
oluşması
gerektiğini
göstermesinin yanında bilginin önemini, insan onurunun değerini, insanca
yaşamı, Müslümanlığı ve medeniyeti öğrettiği belirtilmektedir. Samimi her
Müslümanın, diğer bir kardeşini çekiştirmekten, insanların arasını bozacak
her türlü söz ve davranıştan kaçındığının, arkadan konuşmak yerine
doğruları karşısındakinin yüzüne konuşabilme erdemini gösterdiğinin altı
çizilmektedir. İyilikte yardımlaşmak, iffeti korumak, emanete riayet etmek,
adil olmak, hoşgörülü, alçakgönüllü olmak, verdiği sözde durmak ve güzel
söz söylemek gibi ahlaki duyarlılıklara sahip insanların fazilet sahibi müminler
olduklarına değinilmektedir. Buna ek olarak, yalnızca bu dünyaya yönelik
kaygılara sahip olmak, bencillik, çıkar tutkusu ve empati eksikliği gibi ahlaki
kusurlara ve ruhsal gerilimlere kaba davranışlara neden olduğu ileri
sürülmektedir. Ayrıca, sosyal medya da dâhil olmak üzere bütün iletişim
biçimlerinde edepli, nezaketli, saygılı olmak gibi güzel özelliklerin, imanın ve
327
ahlakın bir gereği olduğu ifade edilmektedir. Yine, yılbaşı eğlencelerinin
başka din ve kültürlerin bir geleneği olduğunun bilinmesi ve dini ve ahlaki
değerlere sahip çıkılması tavsiye edilmektedir.
2012 Cuma hutbelerinde iyilik/kötülük konusunda en temelde güzel
özelliklerin ve iyiliklerin benimsenmesi ve paylaşılmasının, kötü olanlardan
uzak durulmasının, Allah’ın inananlara emri olduğu belirtilmektedir. Yine,
Kur’an-ı Kerim’e ve Peygamberin hadislerine göre iyilik yapan, bunu tavsiye
eden ve kötülükten uzak duran Müslüman hayırlı olduğu ifade edilmektedir.
Bu anlamda, ibadetin insanın Allah’a olan saygısını canlı tuttuğu ve onu
kötülüklerden uzaklaştırıp iyiliğe sevk ettiği, erdemli kıldığı üzerinde
durulmaktadır. İnsanların Allah’a olan kulluklarını, iyilik yaparak, takvada
yardımlaşarak, Allah’a hamd ederek ve onun rızasını kazanmaya çalışarak
yerine getirmiş olacaklarının altı çizilmektedir. İyilik ve takvanın, dil, renk,
ekonomik düzey, gelenek ve görenek farklılıklarını aşarak kardeşliğe
dayanan bir hukuk ve ahlak toplumu meydana getirilmesini sağlayacağına
değinilmektedir. Bunlara ek olarak iyilik ve yardımlaşmanın, Allah rızası için,
gizli olarak karşılık beklemeden yapılması tavsiye edilmektedir. Sabredenler,
adil ve güzel davrananlar, iyilik yapanlar ve Allah’ın razı olduğu şekilde
davrananlar ve tövbe edenlerin, Allah ve Müslümanlar tarafından sevildikleri
belirtilmektedir. Bunlara ek olarak, erdemli bir müminin güzele ve doğruya
kulak verdiği, baktığında alaycı bir bakışla değil, ibret nazarıyla baktığı,
maddî zenginliği değil, gönül zenginliğini önemsediği, sevgiye önem verdiği
ve böylece Rabbinin sevgisini kazandığı vurgulanır.
Son olarak ahlakın hak/adalet boyutunda özellikle Hz. Muhammed’den
ve Hz. Ali’den çeşitli öğütlere yer verilmektedir. Hz. Muhammed’in hicretle
birlikte Medine’de kin ve nefretin hâkim olduğu bir topluma sevgi ve
merhamet duygusunu, dürüstlüğü, güvenilirliği, helal kazancı, alın terini,
eşitliği,
samimiyeti,
olgunluğu
ve
takvayı,
medeniyeti
yerleştirdiği
belirtilmektedir. Hz. Muhammed’in, nefretin ve kinin hüküm sürdürdüğü
yürekleri ve vicdanları muhabbet ve merhametle yeniden inşa ve ihya ettiğine
değinilmektedir. Ayrıca İslamiyet’in hakkı ve adaleti kardeşlik ilkesine
328
dayandırdığı vurgulanmaktadır. Bu açıdan, Hz Ali’nin öğütüne uyanların,
insanları din kardeşi olarak veya yaratılıştan eşi olarak gördükleri ve emri
altındakilere adaletli davrandıkları üzerinde durulmaktadır. Buna ek olarak
savurganlıktan,
mal
çokluğuyla
gururlanmaktan
sakınılması
tavsiye
edilmektedir.
3.4.2. Toplum
Toplum
birimi
dayanışma/yardımlaşma,
içinde
kardeşlik,
öncelikle
ekonomi
cemiyet,
ve
toplumsal
akrabalık,
bütünlüğü
kuvvetlendiren ve zayıflatan edimler ve komşuluk alt birimleri hakkında yargı
barındıran metinler belirlenmekte, sonra bu metinler, onaylama ve yadsıma
kategorileri açısından ifade edilmekte, son olarak ise ortaya çıkan yargısal
ifadeler hakkında değerlendirme yapılmaktadır.
3.4.2.1. Aile
YARGI 1: “ ‘Allah’ım! Bu anlaşmayı bereketli ve mübarek eyle. Bu çifti
ülfet, muhabbet ve bağlılık duygularıyla kaynaştır. Aralarına nefret, fitne ve
ayrılığın girmesine izin verme. Tıpkı Hz. Âdem ile Havva’yı, Peygamber
Efendimiz (s.a.s) ile Hatice validemizi ve Hz. Ali ile Fâtıma’yı kaynaştırdığın
gibi...’
Kardeşlerim!
Bir aile kurulurken işte böyle dua ederiz biz mü’minler. Bu dua ile, toplumun
en küçük fakat en önemli birimi olan ailenin, sevgi ocağı, şefkat kucağı ve hayatın
bütün aşamalarına etki eden başlangıç noktası olduğu mesajı verilir. Bu yüzden de
ailenin samimiyet, sadakat, muhabbet ve ihlas üzerine kurulması niyaz edilir.
Yüce Yaratıcımızın en güzel nimetlerinden olan aile, O’nun rahmeti ile
desteklenen, çocuklar ve temiz rızıklar ihsan edilerek güzelleştirilen kutsal bir
birlikteliktir. Aile olmak bir olmaktır! Aile olmak, bir bütünü tamamlamaktır. Aile
olmak, muhabbeti, neşeyi ve lezzeti paylaşmaktır. Aile olmak; ‘En hayırlınız,
ailesine hayırlı davranandır.’ buyuran Rahmet Peygamberi’nin öncülüğünde hayra
teşvik etmek ve hayır peşinde koşmaktır.” (11 Mayıs 2012)
329
YARGI 1: “Değerli Kardeşlerim!
Aile hayatında mutluluk, ancak sorumluluk sahibi olmakla mümkündür. Eş,
anne-baba ve çocuklar olarak birbirimize karşı sorumluluk bilinciyle hareket
etmemiz, aile ocağımızın huzuru açısından son derece önemlidir. Eşlerin birbirlerine
karşı tutum ve davranışlarının, geleceğimiz olan çocuklarımız üzerindeki etkileri ise
asla göz ardı edilmemelidir. Aile, çocuklara güzel ahlâkın, âdâbın, erkânın, sevginin,
saygının verildiği yegâne eğitim yuvasıdır. ‘Bir anne-babanın evladına bırakacağı
güzel ahlâktan daha değerli bir hazine yoktur.’ buyuran Şefkat Peygamberi, aynı
zamanda ailenin çocuk açısından önemini vurgulamaktadır.
Kardeşlerim!
Aile, dünyevi çıkar ve menfaatler uğruna feda edilemeyecek kadar değerlidir.
Ayrılık yoktur ailede; eşler birbirlerine verdikleri destekle çocukları için örnek teşkil
ederken, toplum için de birlik ve dirlik mesajı veren birer model olurlar.
Bencillik yoktur ailede; sürekli bir yardımlaşma vardır.
Hz. Âişe’ye,
Peygamber’imizin evdeki yaşamı sorulduğunda ‘Allah Resûlü ailesinin işiyle
ilgilenir, ailesine yardımda bulunurdu…’ şeklinde cevap vererek, aslında bir
ailenin nasıl olması gerektiğini dile getiriyordu.
Çekişme, kavga ve üstünlük yarışına girme ortamı değildir aile. Sadece
maddi doyumların tatmin edildiği bir birliktelik ise asla değildir. Aksine bütün
bireylerinin sevgi, saygı ve muhabbet bağlarıyla kenetlendiği ve manevi duyguların
huzur ve mutluluğa götürdüğü esenlik ortamıdır aile.” (11 Mayıs 2012)
YARGI 1: “Kardeşlerim!
Ailelerimiz, Rabbimizin bizlere ihsan ettiği önemli bir nimettir. Geliniz,
ailelerimizin Yüce Allah’ın rızası doğrultusunda şekillenmesi için gayret sarf edelim.
Gönülden hep beraber amin diyeceğimiz şu dua ile hutbemize son verelim:
‘Allahım! Ailelerimize şefkat ve rahmet lütfeyle!
Allahım! Ailelerimize sevgi, saygı, esenlik ve bereket ihsan eyle! Efendimize
ve ailesine ihsan eylediğin gibi. Kuşkusuz sen, övgüye en lâyık ve şanı en yüce
olansın.’” (11 Mayıs 2012)
YARGI 1: “İş ve aş peşinde koşarken, ailecek bir sofranın etrafında
toplanamaz olduk. Dünya meşgalesi, çoğumuzu akraba ve dostlarımızdan kopardı.
İşte iftarlar ve sahurlar sayesinde ailemizle, akraba ve dostlarımızla, komşularımızla
bir sofrada yeniden buluşarak mutluluğun uzaklarda değil, aile yuvamızda olduğunu
hatırlayacağız.
Baba-oğul, anne-kız, dede-torun el ele tutuşarak teravih ve mukabele için
camilere koşacağız. Böylece gözlerimizin nûru ve gönüllerimizin süruru olan
çocuklarımıza karşı görevlerimizi bir kez daha hatırlayacağız. Hep birlikte Ramazan
ayının rahmet ve bereket pınarından kana kana içebilmek için, gayret göstereceğiz.”
(13 Temmuz 2012)
330
3.4.2.2. Cemiyet
YARGI 2: “İnsanlığın şahit olduğu en gerçekçi bu kardeşlik projesinde kişinin
etnik kökeni, siyasi düşüncesi, sosyal statüsü, cinsiyeti hiç de önemli değildir. Bu
kardeşlik cemiyetinde yer alabilmenin en önemli unsuru imandır. İran’lı Selman ile
Medine’li Ebu’d-Derda’yı ve daha nice farklı etnik kökene, kabileye sahip insanı
kardeş yapmıştı bu inanç ve bu iman…” (6 Nisan 2012)
3.4.2.3. Akrabalık
YARGI 3: “Değerli Kardeşlerim!
Yüce dinimiz İslam’ın, üzerinde hassasiyetle durduğu önemli değerlerden
birisi de sıla-i rahimdir. Sıla-i rahim, akrabamızla sıcak ilişkiler kurmak, ilgilenmek,
onların hal ve hatırlarını sorup ihtiyaç duyulduğunda yardımlarına koşmaktır.
Sevinçlerine ortak olup, üzüntülerini paylaşıp hüzünlerini azaltmaktır. Darda
kaldıklarında onları ferahlatmak, düştükleri vakit ellerinden tutup kaldırmaktır.
Sıla–i rahim, insanı nefsiyle ve dertleriyle baş başa kalmaktan koruyan
önemli bir ilişki biçimidir. Toplumu kalabalıklar yığını olmaktan kurtarıp adeta aileye
dönüştüren, hayatî bir prensiptir.
Kardeşlerim!
Başta anne-babamız olmak üzere bütün akrabamıza şefkat ve merhametle
muamele etmemiz, onlara karşı samimî ve kalbî duygular beslememiz, Rahman’ın
merhametine ulaşmamıza da vesiledir. . Rabbimiz, Resulü’nün diliyle bir kutsi
hadiste şöyle buyurmaktadır: ‘Ben Allah'ım. Ben Rahman'ım. Akrabalığı ben
yarattım, kendi ismimden bir ismi ona verdim. Yakınlarıyla ilgilenip akrabalığın
hakkını verene lütufta bulunurum; akrabalarıyla ilişkisini kesenden de
rahmetimi keserim.’
Mevlâ’mızın bu mesajına rağmen bir anne-baba huzurevine yerleştiriliyorsa,
ya da vicdansızca sokağa terk ediliyorsa, bayram günlerinde dahi kapıyı gözleyen
yorgun gözlerden yaş dökülüyorsa, evinde can veren bir akrabamızın cesedine kapı
kırılarak ulaşılıyorsa, yüreklerimizi derinden yaralayan başka ibrete gerek var mıdır?
Oysa çok mu zor, gönülden gelen bir sözle, belki sade ama içten bir ziyaretle
kalpleri kazanmak, kalplerle beraber olmak? Belki de bizler için bereket vesilesi olan
yakınlarımıza ayıracağımız üç beş dakikamız, cennette anahtarımız olacaktır.” (30
Mart 2012)
3.4.2.4. Dayanışma ve Yardımlaşma
YARGI 4: “İman, vatan sevgisi, birlik, beraberlik ve dayanışma ruhu, zamanın
en güçlü ve donanımlı ordularına karşı galip gelmiştir Çanakkale’de. Bu ruh bizi biz
yapan, birbirimize kenetleyen yegâne güç ve kuvvettir. Seyit Onbaşılar, Mehmet
Çavuşlar, Kınalı Hasanlar, Şerife Bacılar ve daha nice kahramanlar bu ruhla
331
bağımsızlık mücadelesi vermişler ve bu güzel vatanı bizlere emanet etmişlerdir.
Bugün de bu ruhu canlı tuttuğumuz müddetçe ulaşamayacağımız hiçbir hedef
kalmayacaktır. Başaramayacağımız hiçbir iş, üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir
sorun ve çözemeyeceğimiz hiçbir problem olmayacaktır.” (16 Mart 2012)
YARGI 4: “Kardeşlerim!
İstişare neticesinde varılan karar, işin ehli kimselerin fikirleri ile alınan ortak
karar olması sebebiyle isabet oranı oldukça yüksek olacaktır. Bunun yanında
istişâre insana, kendi düşüncesi dışında da görüşler olduğu gerçeğini görme fırsatı
verir. Dahası, ‘Her bilenin üzerinde daha iyi bilen biri vardır’ ayetinin hakikati de
fiilen yaşanıp, idrak edilir. Bu bakımdan istişâre, sadece bir konuda fikir danışma
eylemi olarak da görülemez. Hakiki anlamda istişare, maddî-manevî bakımdan
yardımlaşma, dayanışma ve fikir alışverişi olmasının ötesinde, nefsin kişinin önüne
kurduğu “en iyi ben bilirim” engelini geçme fırsatı sunar. Diğer taraftan istişare
herkesle değil; iyilik ve takvâ üzere yardımlaşmanın ne olduğunu bilen, işin ehli, aklî
melekeleri yerinde ve onları en iyi şekilde kullanan, tecrübî birikime sahip olan ve
fikri sağlam kimselerle yapılmalıdır.” (26 Ekim 2012)
YARGI 4: “Nitekim Muharrem ayında yaşattığımız aşure geleneğimiz birlik ve
beraberliğimizin, kaynaşma, paylaşma ve dayanışmamızın bir simgesidir. Tıpkı
aşure aşında bir araya gelen farklı nimetlerin aynı ortak tada katkı sağlamaları gibi,
milletimiz asırlardır sürdürdüğü gelenekle bugün de birlikte yaşamanın gereği olarak
sevinç ve kederi, muhabbet ve meşakkati paylaşmaya devam etmektedir.” (23
Kasım 2012)
YARGI 4: “Kardeşlerim!
Yeni bir yıla girerken etrafımızda olup bitenlere dikkat kesilmeliyiz. Suriye’de
iki ateş arasında kalmış çocuklara, kadınlara, yaşlılara, ilaçsız ve dermansız
insanlara duyarsız kalmamalıyız. Bugün Suriye’deki kardeşlerimiz ve akrabalarımız
bir insanlık trajedisi yaşamaktadır. Savaşın acımasız şartları içerisinde her gün
ölümle yüzleşmektedirler. Açlıktan ilaçsızlığa, barınmadan ısınmaya çok zor şartlarla
karşı karşıyadırlar. Gün, insanlığımızın ve Müslümanlığımızın imtihan edildiği
gündür. Gün, Allah rızası için insanlık namına Suriyeli kardeşlerimize yardım elini
uzatma günüdür. Mezhebi, meşrebi, inanışı, dünya görüşü ne olursa olsun
Müslümanlar, hatta bütün insanlık, sivil toplum örgütleriyle, kurum ve kuruluşlarıyla
bu yarayı sarmak durumundadırlar. Bu sebeple Türkiye Diyanet Vakfı olarak ülke
genelinde Suriye için insanî yardım kampanyası başlatmış bulunuyoruz. Cenâb-ı
Hak, yaptığınız ve yapacağınız yardımları kabul eylesin!” (28 Aralık 2012)
YARGI 4: “Kardeşlerim!
Zekâtlar, sadakalar, yardımlaşmalar, ziyaretler, kötü alışkanlıkların ve çirkin
sözlerin terk edilmesi gibi ibadetler, cennetin kapısını aralamaz mı? Çirkinliğe,
kötülüğe ve Allah’a isyana karşı oruçlu insan, güzellikler bahçesi cennetin konuğu
olmaz mı?” (20 Temmuz 2012)
332
YARGI 4: “Kardeşlerim!
İslâm’ın bizlere yüklemiş olduğu sorumluluklardan birisi de, ihtiyaç sahibi
kardeşlerimize el uzatmaktır.
Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak amacıyla hâli vakti yerinde olanların, ihtiyaç
sahiplerine yardımda bulunması demek olan infak, dinimizin üzerinde hassasiyetle
durduğu bir konudur. Buna göre, hem farz olan zekât hem de gönüllü olarak yapılan
her çeşit hayır, infak kapsamı içerisinde değerlendirilir.
İnfak, zenginlerin fakirlere bir lütfu olarak düşünülmemelidir. İnfak aslında,
ihtiyaç sahiplerinin hâli-vakti yerinde olanlar üzerindeki hakkıdır.” (3 Ağustos 2012)
YARGI 4: “Kardeşlerim!
Bir Müslüman olarak her hal ve zamanda diğer kardeşlerimize maddi ve
manevi olarak yardımcı olmak, hem insanî hem de dinî görevimizdir.
Yardımlaşmanın pek çok tezahürlerinin görüldüğü günümüz dünyasında, hastane
köşelerinin bitmek bilmeyen gecelerinde hasretle şifa bekleyen, organ bekleyen, kan
bekleyen nice hastaların olduğu düşünüldüğünde organ, doku ve kan bağışlamanın
ne kadar anlamlı bir yardımlaşma olduğu görülecektir. Candan yapılan bu bağışın
bir ‘can bağışı’, aynı zamanda bir ‘can zekatı’ olacağı bilinmelidir. Şüphesiz bu
durum müminin mümine yapabileceği en büyük ihsanlardan ve ikramlardan
olacaktır.” (9 Kasım 2012)
YARGI 4: “Değerli Kardeşlerim!
Yüce dinimiz İslâm, hem dünya hem de ahiret mutluluğumuzu amaç edinir.
Huzur ve barışımızın tesisi ve devamı için ilişkilerimizde hoşgörü ve uzlaşı sahibi
olmamız gerektiğini belirtir. Kitabımız Kur’an’da barış, esenlik ve insanların
birbirlerine saygılı olması gibi hususlar önemli bir yer tutar. Kaybedilen huzur
ortamına tekrar dönülebilmesi için, müminler arasında arabuluculuk yapılarak
barışın sağlanması emredilir. Dargınlıkların, kırgınlıkların uzatılmaması, birlik
beraberlik içinde hayatın devam ettirilmesi istenir.” (24 Ağustos 2012)
3.4.2.5. Kardeşlik
YARGI 5: “İşte selâm, bu duvarları yıkmak, insanı insan olduğu için
kucaklayan, mensuplarını bir bedenin uzuvları gibi gören bir dinin, huzurlu toplum
idealini gerçekleştirmek için önerdiği bir kardeşlik sembolüdür.
Geliniz; selâm ile hayatın zorluk ve kolaylığını, sevinç ve üzüntüsünü
gönülden paylaşalım. Kardeşim, benden sana zarar gelmez, güvendesin,
selâmettesin mesajını verelim. Böylece, gönüllerimizde muhabbet ve dostluk
köprüleri kuralım. Allah’ın rahmet, bereket ve esenliği üzerinize olsun.” (20 Nisan
2012)
333
YARGI 5: “Kardeşlerim!
Kardeşlik
kavramı,
aynı
anne-babadan
meydana
gelenlere
hasredilemeyecek kadar kapsamlıdır. Kardeşlik, Yaratan’ın bakışıyla insanı
sevmektir. Yağmurun getirdiği rahmet gibi birbirimize rahmet olmaktır. Bir yerine
binler olmaktır kardeşlik. Peygamberimizden gelen bir vefadır. Yıkık viranelerdeki
mahcup edalı gariplere, kimsesiz gönüllere, yetimlere ve öksüzlere yürekten
‘kardeşim!’ diyebilmektir. Teselli etmek, aynı zamanda teselli olmaktır kardeşlik.
Fırtınalı denizlerde sığınılacak bir liman olabilmektir. Zor zamanlarda, gönül alıcı bir
sözle mütebessim bir çehre sunabilmektir kardeşlik.
Kardeşlik, diğergam olabilmektir. Kutlu Nebi’nin(s.a.s.); ‘Sizden biriniz
kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe gerçek manada iman
etmiş olamaz.’ prensibine sıkı sıkıya bağlı kalmaktır kardeşlik.
Duyarlı olabilmektir kardeşlik. Efendimiz (s.a.s.)’in ifadesiyle birbirimize
muhabbet, merhamet ve şefkat gösterme hususunda tek bir vücut
olabilmektir.
Kardeşin kusur ve ayıbını örtmek, ayağına batan dikende dahi derdiyle
dertlenebilmek, türlü sıkıntılara müptela olduğumuz şu imtihan dünyasında
beraberce Allah rızasını aramaktır kardeşlik.” (13 Nisan 2012)
YARGI 5: “Ne yazık ki insanlık, tarih boyunca pek çok kardeşlik ihlâline tanık
oldu. Hz. Âdem’in oğullarından Kâbil’in Habil’i öldürmesi, Hz. Yusuf’un, kardeşleri
tarafından ihanete uğrayarak kuyuya terk edilmesi, kıskançlık ve menfaat
duygularının yol açtığı olumsuz tablolardandır. İnsanlık bugün de Habil için gözyaşı
döktüğü halde, kimi coğrafyada Kabil gibi davranmaya devam ediyor. Kardeşlik
çeşmesini kurutan, merhamet duygusunu yok eden bu acımasızlık, sayısız cinayet
ve katliamlara, hatta savaşlara yol açıyor.
Kardeşlik bağlarının ciddî yaralar aldığı bir zaman ve mekânda hem
Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e, hem de birbirimize kardeş olmanın iklim ve ortamını
yeniden oluşturmak ve onun özlemini çektiği kardeşler topluluğu olmayı yeniden
hatırlamak ve hatırlatmak zorundayız.” (6 Nisan 2012)
YARGI 5: “Muhterem Kardeşlerim!
Kardeşlik için mümin gönülleri birbirine bağlayan iman bağı yeterlidir.
Peygamber şehri Medine’de Evs ve Hazreç kabîleleri arasındaki târihî mücâdeleyi
sona erdirerek onları kaynaştıran bu kardeşliktir. Yine Medine’de, Enes b. Malik’in
evinde, Peygamberimizin Ensar ile Muhacirler arasında gerçekleştirdiği kardeşlik
uygulaması, tarihte eşi ve benzeri bulunmayan, tüm çağlara damgasını vuran örnek
bir uygulamadır.” (6 Nisan 2012)
YARGI 5: “Kardeşlerim!
Yüce dinimiz İslam, kardeşliğin devamını bazı prensiplere bağlamış,
kardeşlerimize karşı bize birtakım hak ve sorumluluklar yüklemiştir. İşte bu hak ve
sorumluluklarımızdan biri de Hz. Adem’den günümüze kadar uzanan selâmdır.” (27
Temmuz 2012)
334
3.4.2.6. Ekonomi
YARGI 6: “Muhterem Kardeşlerim!
Dinimizde yer alan zekât, fitre, kurban gibi ibadetler yardımlaşmanın, birlik
beraberliğin ve ekonomik açıdan sosyal adaletin tesisine yönelik uygulamalardır. Bu
ibadetlerde gereken hassasiyeti gösterenler, bir yandan manevi anlamda arınırken
bir yandan da geçici olan mallarını bereketlendirip kalıcı hale getirirler ve kazançlı
çıkarlar. Onlar, ihtiyaç sahiplerinin haliyle hallenerek zengin ile fakir arasında gönül
köprüsü kurarlar. İşte böyleleri, nimetin şükrünü eda edebilenlerdir.” (3 Ağustos
2012)
YARGI 6: “Hac bir yükseliştir. Makam, mevki, sosyal ve ekonomik konumu
belli eden süslü elbiseler çıkarılır, temizliği ve yüceliği ifade eden bembeyaz “takva
elbisesi” giyilir. İki parçadan oluşan sade bir örtüdür ihram. Birliğin, kardeşliğin,
eşitliğin en güzel göstergesidir. Başı açık, yalın ayak vaziyetteki hacı adayı yokluk
ve yoksulluk görüntüsü içinde, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah’ın karşısında hiçbir
güç, kudret ve üstünlük vesilesinin bir anlam ifade etmediğini ortaya koymuş olur.”
(21 Eylül 2012)
YARGI 6: “Bazen ise sevmek, nesnenin meta olmaktan çıkması, insanlığın
emrine amade kılınmasıdır. Bu itibarla dünya metaını, malı ve parayı sevmek
Süleyman Peygamberin Kur’an’daki ifadesiyle ‘Gerçekten ben malı, Rabbimi
anmamı sağladığından dolayı çok severim.’ şeklindeki tavrın parçası olmalıdır.
Aksi takdirde dünya nimetlerine duyulan sevginin sonu hüsrandır.” (17 Şubat 2012)
YARGI 6: “Kardeşlerim!
Sevdiklerimizin hayata veda edişi, ruhsal, fiziksel ve ekonomik sıkıntılar,
kaza ve felaketler, hastalık ve geçimsizlikler takatimizi zorlayan çeşitli hâdiselerdir.
Aslında olumsuz gibi görünen bu durumlar hemen her birimiz için sabır ve imtihan
vesilesidir.” (4 Mayıs 2012)
3.4.2.7. Toplumsal Bütünlüğü Kuvvetlendiren ve Zayıflatan Edimler
YARGI 7: “Sürekli günahlardan kaçınmayı öğütleyen Sevgili Peygamberimiz
de büyük günahların neler olduğunu öğretmiştir. Bunlardan bazılarını şu şekilde
sıralayabiliriz:
Allah’a şirk koşmak, insan öldürmek, namuslu kadınlara iftira etmek, zina
yapmak, sihir ve falcılık yapmak, yaptırmak, kehanette bulunmak, faiz almak ve
vermek, alkollü içki ve uyuşturucu kullanmak, rüşvet almak ve vermek, kumar
oynamak, yetim malı yemek, akraba ve hısımlarla bağı koparmak, ana babaya âsi
davranmak, yalan söylemek, yalan yere şahitlik etmek, emanete ihanet etmek,
verilen sözden dönmek, hırsızlık, gasp ve zimmete para geçirmek, insanlarla alay
etmek, büyüklük taslamak…” (7 Aralık 2012)
335
YARGI 7: “Ramazan, birçok kötü alışkanlıkların terk edilmesi ve güzel
hasletlerin kazanılması için bir fırsat sundu bizlere. Yüce Kitabımız Kur’an’ı dinledik;
O’nun ayetlerinin manası üzerinde yoğunlaştık. Ramazan bizler için bir mektep oldu;
Açlık ve susuzluğa dayanma yönüyle sabır eğitimine dönüştü. Oruç, bizlere kalkan
oldu. Yeme içmeden el çektiğimiz gibi zihnimizi, dilimizi, elimizi düşüncenin, sözün,
işin kötü olanından uzak tuttuk. Sadaka, zekât, fitre ve iftar davetlerimiz mallarımıza
bereket kattı; Bizi yoksullarla kaynaştırdı. Zengin-fakir, amir-memur aynı safta
namaz kıldık. Birlik, beraberlik ve huzur içerisinde bayrama yaklaştık.” (17 Ağustos
2012)
YARGI 7: “Müslümanları kaynaştırmada büyük önem arz eden Cuma
namazı, zengin-fakir, amir-memur, işçi-işveren, güçlü-güçsüz, genç-ihtiyar herkesi
aynı safta bir araya getirir. Bu ise Yüce Allah’ın huzurunda herkesin eşit olduğu
gerçeğini gösterir.” (2 Kasım 2012)
YARGI 7: “Âlemlere rahmet olarak gönderilen Resul-i Ekrem’in gayretlerinin
başarıya ulaşmasının nedenlerinden biri de, insanlara nezaketle ve yumuşak
davranması sayesindedir. ‘Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak
davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi.’
buyuran Rabbimiz, hem Efendimize hem de bizlere, birlik ve kaynaşmanın, ancak
dostça bir yaklaşımla sağlanabileceği mesajını vermektedir.” (2 Mart 2012)
3.4.2.8. Komşuluk
YARGI 8: “Kardeşlerim!
Bireysel hayat tarzının egemen olduğu günümüzde, çok katlı apartmanlarda,
aynı mekânda yüzlerce evi barındıran devasa sitelerde birbirimizle selâmlaşmadan,
birbirimizin yüzüne bile bakmadan yıllarca yaşayıp gidiyoruz. Kalabalıklar içerisinde
yalnız kalmış gibi, komşuluğun ne olduğunu bilmeden, kapı komşumuzun
hastasından, ölüsünden haberdar olmadan, üstelik bundan da rahatsızlık duymadan
günlerimiz gelip geçiyor.
Tanışıp kaynaşmadığımız için birbirimizden korkar hâle geldiğimiz ve bu
yüzden teknoloji ürünü güvenlik sistemleri ve özel korumalarla güvenliğimizin
sağlandığı modern sitelerde, kendi ellerimizle ördüğümüz görünmez duvarların da
yardımıyla bütün insanî ilişkileri asgari düzeye indirmiş durumdayız.” (20 Nisan
2012)
YARGI 8: “Evinde huzur olması için dua eden bir kimse, aynı zamanda eşi ve
çocukları ile iyi geçinmeli, akraba ve komşularına eza etmemeli, kısacası
huzursuzluğa sebep olan tüm davranışlardan kaçınmalıdır.” (9 Mart 2012)
YARGI 8: “Üzülerek ifade edelim ki günümüzde, bedeli ödenemeyecek,
telafisi zor nice üzücü olaylar, öfke neticesinde ortaya çıkmaktadır. Nice aile
336
yuvalarının yıkılmasına, dostluk, akrabalık ve komşuluk ilişkilerinin bozulmasına öfke
sebep olmaktadır.” (23 Mart 2012)
Tablo 10: Toplum Birimi Açısından Kategoriler
2012 YILI CUMA HUTBELERİNDE “TOPLUM”A İLİŞKİN SÖYLEMİN “AİLE,
CEMİYET,
AKRABALIK,
YARDIMLAŞMA/DAYANIŞMA,
KARDEŞLİK,
EKONOMİ, TOPLUMSAL BÜTÜNLÜĞÜ KUVVETLENDİREN VE ZAYIFLATAN
EDİMLER,
KOMŞULUK”
DÜZEYLERİNDEKİ
İÇERİĞİN
İDEOLOJİK
GÖRÜNÜMÜ
ONAYLAMA KATEGORİSİ
YADSIMA KATEGORİSİ
1.1.Toplumun en küçük fakat en önemli
birimi olan aile, sevginin, samimiyetin,
sadakatin, muhabbet ve ihlasın, birlik ve
bütünlüğün
yaşandığı
kutsal
bir
birlikteliktir.
1.1.Toplumun en önemli birimi olan
aile, sevgi, samimiyet, sadakat,
muhabbet, ihlas, birlik ve bütünlük
özellikleriyle oluşturulmazsa Allah’ın
emirlerine uygun davranılmamış olur.
1.2. Aile hayatında bencillik, ayrılık,
çekişme, kavga ve üstünlük yarışına
girme yerine güzel ahlak sahibi ve
sorumluluk sahibi olmakla mutluluk ve
huzura ulaşılır, güzel ahlaklı çocuklar
yetiştirilir.
1.2.Aile hayatında sorumluluk sahibi
olunmaz, güzel ahlak benimsenmez,
bencillik, ayrılık, çekişme ortamı hakim
olursa, mutluluk ve huzura ulaşmak ve
güzel ahlaklı çocuklar yetiştirmek
mümkün olmaz.
1.3. Ailenin Allah’ın verdiği önemli bir
nimet olduğu bilinmeli ve onun rızası
doğrultusunda
şekillendirilmesi
için
gayret gösterilmelidir.
1.3.Aile Allah rızası doğrultusunda
şekillendirilmez ve Allah’ın verdiği bir
nimet olduğu bilinmezse İslam’a uygun
olarak hareket edilmemiş olur.
1.4. Mutluluk uzaklarda değil ailededir.
Ramazan ayında aynı sofrada buluşmak
ve camilere gitmek gibi yapılan toplu
etkinliklerle aile üyelerinin bir arada
olması ve çocukların mutluluğu sağlanır.
1.4. Mutluluğun uzaklarda olduğunu,
ailede olmadığını düşünmek büyük bir
yanılgıdır. Ramazan ayındaki toplu
etkinliklere ailece katılmayanlar bu
mutluluktan yararlanamaz.
2.1. İman sahibi her insan, farklı dünya
görüşlerine, cinsiyete, etnik kökene
sahip olsa da aynı kardeşlik cemiyetinin
bir ferdidir.
2.1. Etnik köken, siyasal düşünce,
sosyal statü ve cinsel farklılıklara saygı
gösterilmemesi, kardeşlik cemiyetinde
yoktur.
337
3.1. Akrabalarla sıcak ilişkiler kurmak,
ilgilenmek ve onların yardımlarına
koşmak, İslam’da sıla–i rahim olarak
adlandırılır. Bu, insanı bencillikten
kurtaran ve toplumda beraberliği artıran
bir durumdur. Ayrıca anne-babaların
huzurevine yerleştirilmesi, sokağa terk
edilmesi, bayram günlerinde yalnız
bırakılması,
yaşlandıklarında yalnız
kalmaları gibi durumların yaşanması
İslam dinine uygun olmaz.
3.1.Anne-babaların
huzurevine
yerleştirilmesi, sokağa terk edilmesi,
bayram günlerinde yalnız bırakılması,
yaşlandıklarında yalnız kalmaları gibi
durumların yaşanması İslam dininin
üzerinde önemle durduğu bir konu olan
sıla-i rahime uymaz. Bu davranışlar
bencilliğe ve toplumda beraberlik
duygusunun zayıflamasına neden olur.
4.1.Çanakkale’de görüldüğü gibi iman,
vatan sevgisi, birlik, beraberlik ve
dayanışma ruhu canlı kaldığı sürece her
hedefe ulaşılır, her iş ve sorun başarıyla
tamamlanır.
4.1. İman, vatan sevgisi, birlik,
beraberlik
ve
dayanışma
ruhu
olmasaydı Çanakkale Savaşı’ndaki
üstün başarı gerçekleşmeyecekti ve bu
ruh canlı tutulmazsa sorunların
üstesinden gelmek ve işleri başarıyla
halledip amaca ulaşmak mümkün
olmaz.
4.2.İstişare, doğru ve tecrübeli kişilerle
yapıldığında
yardımlaşmayı,
dayanışmayı, fikir alışverişini kapsayan
ve insanı bencillikten kurtarıp doğru
kararlar almayı sağlayan bir eylemdir.
4.2.İstişâre, sadece bir konuda fikir
danışma eylemi olarak görülmemelidir.
Eğer o doğru ve tecrübeli kişilerle
yapılamazsa
doğru
kararlar
ve
sonuçlar
alınamaz,
dayanışma
gerçekleşemez.
4.3. Aşure aşıyla milletimizin yüzyıllardır 4.3.Aşurenin
birlik,
beraberliği
sürdürdüğü birlik, beraberlik, kaynaşma, kaynaştırmadığını düşünmek doğru
paylaşma ve dayanışma duyguları değildir.
pekişir.
4.4. Suriye’de insanlık trajedisi yaşayan,
savaşın acımasız şartları içerisinde her
an ölümle yüzleşen insanlar, milletimizin
kardeşi ve akrabaları olduğundan onlara
duyarlı olmak ve yardımda bulunmak
insanlığın
ve
Müslümanlığın
bir
gereğidir.
4.4. Suriye’de savaş şartlarıyla büyük
sıkıntılar yaşayan insanların kardeş ve
akraba olarak değerlendirilmemesi,
onlara karşı duyarlı olunmaması ve
yardımda bulunulmaması insanlık ve
Müslümanlıkla bağdaşmaz.
4.5. Zekât, sadaka, yardımlaşma, oruç,
kötü alışkanlıkların ve çirkin sözlerin terk
edilmesi gibi ibadetler, çirkinlik, kötülük
ve Allah’a isyana karşı insanı korur ve
cennetle karşılık bulur.
4.5. Zekat, sadaka, yardımlaşma, oruç
gibi ibadetler yerine getirilmez ve kötü
alışkanlıklar ve çirkin sözler terk
edilmezse insan cenneti kazanamaz.
338
4.6.Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak
amacıyla zenginlerin ihtiyaç sahiplerine
yardımda bulunması demek olan infak,
İslam’ın getirdiği bir sorumluluktur.
4.6. Zengin olan Müslümanların ihtiyaç
sahiplerine
infakta
bulunmaması,
İslami
sorumluluğunu
yerine
getirmemesi ve Allah’ın hoşnutluğunu
kazanamaması olarak sonuçlanır.
4.7.Bir
Müslüman’ın
hasta
olan
kardeşine
organ,
doku ve
kan
bağışlaması, çok önemli bir yardım
yapması, can zekatını vermesi ve insani
ve dini görevini yerine getirmesidir.
4.7. Hasta olan kardeşine maddi
manevi
yardımda
bulunmayan,
gerektiğinde organ, doku ve kan
bağışında bulunmayan bir mümin en
büyük yardımı yapma şerefinden
mahrum kalacaktır.
4.8. Hoşgörü ve uzlaşı, huzur ve barış
ortamında
gerçekleşir
ve
huzur
bozulduğunda tekrar olumlu ortamın
oluşması için
müminler
arasında
arabuluculuk yapılması ve dargınlıkların
birliğe ve beraberliğe dönüştürülmesi
Allah tarafından emredilir.
4.8.
Huzur
ve
barış
ortamı
sürdürülemezse
ve
arabuluculuk
kurumu olmazsa birlik ve beraberlik
ortamı oluşamaz, Allah’ın emirlerine
uygun davranılmamış olur.
5.1.Selam
veren
bir
Müslüman,
kardeşine güvende ve selâmette olduğu
mesajını verir ve böylece, sevgi ve
dostluk köprüleri kurulur, hayatın zorluk
ve kolaylığı, sevinç ve üzüntüsü
paylaşılır, toplum huzuru sağlanır.
5.1.
Müslümanlar
arasında
selamlaşma
olmazsa,
sevgi
ve
dostluğun,
paylaşımın,
olumlu
kardeşlik duygularının güçlenmemesi
ve
huzurlu
toplum
idealinin
gerçekleşmemesiyle sonuçlanır.
5.2. Kardeşlik, aynı anne-babanın
çocuğu olmakla sınırlı olmayıp kapsamlı
bir anlam taşımaktadır. Yaratan’ın
bakışıyla insanı sevmek, bir yerine bin
olmak, kardeşin kusur ve ayıbını örtmek,
peygamberin vefasına sahip olmak,
beraber olup Allah rızasını aramaktır.
5.2. Kardeşliği aynı anne babanın
çocuğuolarak görmek, onun kapsamlı
anlamını anlayamamaktır. Kardeşliğin
bu
kapsamlı
anlamı
kabul
edilmediğinde beraberliğin, peygamber
vefası ve Allah rızasının bulunmasının
değeri bilinemez.
5.3.
Kardeşlik
bağlarının
güçlendirilmesi,
Peygamber
ve
Müslüman’ın birbiriyle kardeş olduğu
ortamının
yeniden
sağlanması,
acımasızlık,
cinayet,
katliam
ve
savaşları engeller.
5.3.
Peygamber
çocuklarının
kıskançlık ve menfaat duyguları
nedeniyle yaşadığı kardeşlik ihlallerine
üzülüp benzeri ihlallerin yapılması
Peygamberin ve kardeşliğin ahlakıyla
uyuşmamaktadır.
5.4. Kardeşlik için iman bağının olması 5.4. İman bağı olmadan kardeşlik
yeterlidir.
gerçekleşmez.
5.5.
İslam’a
göre
kardeşliğin 5.5. Karşılıklı hak ve sorumluluklara
devamlılığını sağlamak için gerekli dikkat
edilmezse
kardeşliğin
birtakım hak ve sorumluluklar vardır.
devamlılığı sağlanamaz.
339
6.1. Zekât, fitre, kurban gibi ibadetler
yardımlaşmayı, birlik beraberliği ve
ekonomik
açıdan
sosyal
adaleti
sağlarlar.
6.1. Zekat, fitre, kurban gibi ibadetler
yerine getirilmeden yardımlaşma, birlik,
beraberlik ve ekonomik açıdan sosyal
adalet gerçekleştirilemez.
6.2. Hac, birliğin, kardeşliğin, eşitliğin en 6.2. Hacda makam, mevki, sosyal ve
önemli göstergesidir ve makam, mevki, ekonomik durumu belli eden ekonomik
sosyal ve ekonomik konumu belli eden üstünlüğe dayalı unsurlar bulunmaz.
unsurların ortadan kaldırılıp takvanın
önemli olduğunun ortaya konulduğu bir
ibadettir.
6.3. Dünya malı ve para sevgisi Allah’a 6.3. Dünya malına ve paraya olan
ulaştırıyorsa yararlıdır.
düşkünlük,
kişiyi
Allah’a
yaklaştırmıyorsa İslam’da yeri yoktur.
6.4. Dünyaya yönelik yaşanılan kayıplar,
ruhsal, fiziksel ve ekonomik sıkıntılar,
kaza
ve felaketler,
hastalık
ve
geçimsizlikler olumsuz gibi görünse de
sabırlı olunmalı ve imtihan olarak
algılanmalıdır.
6.4. Dünyaya yönelik yaşanılan
kayıplar, ruhsal, fiziksel ve ekonomik
sıkıntılar, kaza ve felaketler, hastalık
ve geçimsizlikler karşısında sabırlı
olmamak ve bunları imtihan olarak
görmemek olayları İslami açıdan ele
alamamakla ilgilidir.
7.1. Allah’a şirk koşmak, insan
öldürmek, namuslu kadınlara iftira
etmek, zina yapmak, sihir ve falcılık
yapmak,
yaptırmak,
kehanette
bulunmak, faiz almak ve vermek, alkollü
içki ve uyuşturucu kullanmak, rüşvet
almak ve vermek, kumar oynamak,
yetim malı yemek, akraba ve hısımlarla
bağı koparmak, ana babaya âsi
davranmak, yalan söylemek, yalan yere
şahitlik etmek, emanete ihanet etmek,
verilen sözden dönmek, hırsızlık, gasp
ve zimmete para geçirmek, insanlarla
alay etmek, büyüklük taslamak büyük
günahlardandır
ve
Peygamber
bunlardan sakınmayı öğütler.
7.1. Allah’a şirk koşanlar, insan
öldürenler, namuslu kadınlara iftira
edenler, zina yapanlar, sihir ve falcılık
yapanlar,
yaptıranlar,
kehanette
bulunanlar, faiz alanlar ve verenler,
alkollü içki ve uyuşturucu kullananlar,
rüşvet alanlar ve verenler, kumar
oynayanlar, yetim malı yiyenler, akraba
ve hısımlarla bağı koparanlar, ana
babaya
âsi
davrananlar,
yalan
söyleyenler,
yalan
yere
şahitlik
edenler, emanete ihanet edenler,
verilen sözden dönenler, hırsızlık, gasp
yapanlar ve zimmete para geçirenler,
insanlarla alay edenler, büyüklük
taslayanlar büyük günahlara girerler ve
Peygamberin
öğütüne
uymamış
olurlar.
7.2. Ramazan, birçok kötü alışkanlıkların
terk edilmesini, sabretmeyi ve Kuran’ın
anlamı
üzerine
yoğunlaşmayı,
yoksullarla kaynaşıp, zengin-fakir, amirmemur birlik, beraberlik ve huzur
içerisinde kaynaşmayı sağlar.
7.2. Ramazan’da kötü alışkanlıklar terk
edilmez, sabredilmez, Kuran’ın anlamı
üzerine yoğunlaşılmaz, yoksullarla
kaynaşılmaz, zengin-fakir, amir-memur
birlik, beraberlik ve huzur içerisinde
kaynaşma sağlanılmazsa bu ilahi fırsat
değerlendirilemez.
340
7.3. Cuma namazı herkesi farklılıklarına
rağmen aynı safta bir araya getirip
kaynaştıran,
Allah’ın
huzurunda
herkesin eşit olduğu gerçeğini gösteren
bir ibadettir.
7.3. Cuma namazını sadece bir namaz
olarak görmek, herkesin farklılıklarına
rağmen aynı safta bir araya gelerek
kaynaştığını anlayamamak, Allah’ın
huzurunda herkesin eşit olduğu
gerçeğini görememektir.
7.4. Birlik ve kaynaşma, ancak dostça 7.4. İnsanlara karşı nazik ve dostça
bir yaklaşımla sağlanabilir.
davranılmazsa birlik ve kaynaşma
sağlanamaz.
8.1.Kardeşçe yaşamak, bireysel hayat
tarzının egemen olduğu bu çağda bile
insanların
komşularından
haberdar
olmasını,
tanışıp
konuşmasını,
birbirinden korkmamasını ve güven
içinde bir ortam oluşturmayı gerekli kılar.
8.1.
İnsanların
komşularından
haberdar olmaması, birbirlerinden
korkması,
çekinmesi
ve
güven
duymaması,
kardeşlik
ruhuna
uymamaktadır.
8.2. Huzurlu olmak için dua eden
kişi,ailesi, akrabaları ve komşularıyla iyi
geçinmeli, huzur ortamı oluşturacak
davranışlar yapmalıdır.
8.2. Huzurlu olmak için dua eden kişi,
ailesi, akrabaları ve komşularıyla iyi
geçinmez, huzursuzluğa sebep olan
tüm
davranışlardan
kaçınmazsa
huzura kavuşamaz.
8.3. Öfke kontrol altına alınırsa üzücü
olaylar yaşanmaz, aile birliktelikleri
devam eder, dostluk, akrabalık ve
komşuluk ilişkileri korunur.
8.3. Öfke kontrol altına alınmazsa
üzücü olaylar yaşanır, aile birliktelikleri
devam edemez, dostluk, akrabalık ve
komşuluk ilişkileri sürdürülemez.
3.4.2.9. 2012 Yılı Cuma Hutbelerinde “Toplum” Alanındaki Yargıların
İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi
2012
yılı
Cuma
yardımlaşma/dayanışma,
hutbelerinde
kardeşlik,
aile,
ekonomi,
cemiyet,
akrabalık,
toplumsal
bütünlüğü
kuvvetlendiren ve zayıflatan edimler ve komşulukla ilgili topluma ilişkin
söylemlerin içeriği ele alınmaktadır.
Aileyle ilgili olarak, ailedeki ilişkilerin önemine ve onun toplumla olan
yakın ilişkisine dikkat çekilmiştir. Bu bağlamda topumun en küçük olmasına
rağmen en önemli birimi olarak aile, sevgi, samimiyet, sadakat, ihlas, birlik ve
bütünlük gibi değerleri barındıran, kötü olanın içinde bulunmaması gereken,
341
güzel ahaklı çocukların yetiştirildiği bir mutluluk yuvası, bir kutsal birliktelik
olarak tasvir edilir.
İman sahibi her insanın bütün farklılıklarına rağmen aynı kardeşlik
cemiyetinin bir ferdi olduğu belirtilir. Akrabalığın İslam dininde önemli bir
konumu olması dolayısıyla akrabalarla olan ilişkilerin iyi olması gerektiği, sılai rahim kavramı çerçevesinde ele alınır. Bununla birlikte anne-babaların
huzurevine yerleştirilmesi, sokağa terk edilmesi, bayram günlerinde ve
yaşlandıklarında
yalnız
kalmaları
gibi
durumların
İslam
diniyle
ilişkili
olarak
bağdaşmayacağı ifade edilir.
Birlik,
beraberlik
ve
dayanışmanın
önemiyle
Çanakkale’deki dayanışma ruhu, aşure geleneği, zekat, infak, oruç, sadaka,
organ, doku, kan nakli, istişare, arabuluculuk ve Suriye’deki savaşla ilgili
duyarlı olmak gibi geniş bir yelpazeyi içeren yargılar bulunmaktadır. Tüm bu
bahsedilen unsurlar Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya neden olacağı gibi
toplumsal olarak birlik ve beraberliği, dayanışmayı da sağlamaktadır.
Suriye’de yaşanan insanlık trajedisine karşı durulması gerektiği, Suriyelilerin
milletimizin kardeşi ve akrabası olduğu ve onlara yardımda bulunulmasının
bir insanlık ve Müslümanlık gereği olduğuyla ilgili olan hutbe, dikkat çekicidir.
Yine, organ, doku ve kan bağışının can zekatı olarak değerlendirilmesi ve
insani ve dini bir görev, bir kardeşlik gereği olarak ifade edilmesi de dikkate
değerdir.
Kardeşlik, İslam dininde öne çıkan kavramlardan biridir ve kapsamlı bir
anlam taşımaktadır. Bu açıdan, kardeşlik için iman bağı yeterli görülürken
daha açık olarak, yaratanın bakışıyla insanı sevmek, kardeşinin eksiklerini ve
yanlışlarını örtmek, peygamberin vefasına sahip olmak ve birlikte olup Allah
rızasını aramak olan kardeşlik, birçok kötülüğü önleyip toplumun huzur ve
bekasını sağlayan bir niteliğe sahip olarak ifade edilmektedir.
Ekonomiyle ilgili olarak zekât, fitre, kurban gibi ekonomik durumu iyi
olanların yapması gereken ibadetlerin yardımlaşmayı, birlik ve beraberliği ve
ekonomik olarak sosyal adaleti sağladığına işaret edilir. Aynı şekilde hac da
342
birliği, kardeşliği, eşitliği sağlar ve sosyal ve ekonomik konumu belli eden
unsurlardan sıyrılıp Allah katında takvanın önemli olduğunun belirtildiği bir
ibadettir. Dünya malının ancak Allah’a ulaştırıyorsa yararlı olduğu, kayıpların
ise imtihan olarak görülmesi gerektiğinin altı çizilir.
Toplumsal bütünlüğü kuvvetlendiren ve zayıflatan edimlerle ilgili olarak
kötü
davranışlar
ve
alışkanlıkların
büyük
günahlardan
olduğu
ve
Peygamberin bunlardan sakınmayı öğütlediği vurgulanır. Ramazan ayının
kötü alışkanlıkların terk edilmesini, sabrı ve Kuran’ın anlamı üzerine
yoğunlaşmayı, yoksullarla kaynaşmayı ve beraberlik ve huzur içerisinde
kaynaşma fırsatı sağladığı belirtilir. Dostça yaklaşımın birlik ve kaynaşmayı
sağlayacağı ifade edilir. Cuma namazı da toplumsal bütünlüğü sağlayan
farklılıklarına karşın insanları aynı safta bir araya getiren, kaynaştıran ve
eşitliği sağlayan bir ibadet olduğunun altı çizilir.
Komşuluk ilişkilerinin öneminin vurgulandığı hutbelerde birçok yerde
aile, akraba ve komşularla iyi ilişkiler kurmak konusunda üçünden bir arada
söz edilmektedir. Kardeşçe yaşamak gerektiği, bireysel hayat tarzının
egemen olduğu günümüzde bile komşuluk ilişkilerinin önemsenmesi ve iyi
temellere dayandırılması gerektiği gibi temaların, hutbelerdeki toplumsal
unsurların bir görüntüsünü sunduğu düşünülebilir.
3.4.3. Ritüeller
Ritüeller birimi içinde öncelikle cenaze, selamlaşma, kandil ve hac alt
birimleri hakkında yargı barındıran metinler belirlenmekte, sonra bu metinler,
onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade edilmekte, son olarak ise
ortaya çıkan yargısal ifadeler hakkında değerlendirme yapılmaktadır.
343
3.4.3.1. Cenaze
YARGI 1: “Ve kardeşlik; ‘Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı beştir:
Selamını almak, hastalandığında ziyaret etmek, cenazesine katılmak, davet
ettiğinde gitmek ve ona her fırsatta dua etmektir.’ sorumluluğunun bilinciyle hareket
edebilmektir.” (13 Nisan 2012)
YARGI 1: “Efendimiz ‘Müslüman’ın Müslüman üzerindeki hakkı altıdır.’
buyurmuş, bu altı hakkı da ‘Karşılaşınca selâm vermek, davet ettiğinde icabet
etmek, nasihat istediğinde nasihat etmek, aksırıp Allah’a hamdettiğinde ona duayla
karşılık vermek, hastalandığında ziyaret etmek ve öldüğünde cenazesine katılmak.’
şeklinde açıklamıştır.” (31 Ağustos 2012)
3.4.3.2. Selamlaşma
YARGI 2: “Selâm saygının, sevginin ve kardeşliğin kapılarını açan bir
anahtardır. Selâm gönülden dile, bireyden topluma, toplumdan insanlığa yansıyan
barış dilidir. Paylaşmanın, kaynaşmanın, huzura ermenin, Allah’a sığınmanın adıdır
selâm. Selâm, kardeşimize esenlik dilemek, onun hayrını istemektir; Ona olan
dostluğumuzun güvencesidir. Bizler, ‘es-selâmü aleyküm’ diyerek kardeşimize
esenlik, güvenlik, rahmet ve bereket dileklerimizi dile getirmiş oluruz.
Değerli Kardeşlerim!
Mahallemizde, sokak ve caddelerde, otobüs duraklarında, işyerlerimizde,
karşılaştığımız her insana, samimiyet ve tebessümle selâm vermek ne güzeldir!
Ardından tatlı bir dille hâl ve hatır sormak, selâmımızı daha da güzelleştirir. Selâm
veren kimse, lisân-ı hâl ile, ‘bana güvenebilirsin, benden emin olabilirsin, sana
herhangi bir zararım dokunmaz’ derken; selâmı alan da aynı şekilde karşılık vermiş
olur. Böylece, aralarında ülfet, muhabbet ve kardeşlik temelleri atılır…
Kardeşlerim!
Tebessümle içten verilen selâm, kalbî bir yakınlığa vesile olur. Gönüller
arasında köprüler kurar. Üzgün ve küskün kalplerde muhabbet çiçekleri açtırır.
Katılaşmış kalpleri yumuşatır. Kırgınlıkların ve dargınlıkların ortadan kalkmasına
yardımcı olur.” (27 Temmuz 2012)
YARGI 2: “Kardeşlerim!
Peygamberimiz (s.a.s)’in ifadeleriyle: tanıdığımız tanımadığımız herkese
selâm vermek kardeşlik hakkıdır. Yürüyenlerin oturanlara, küçüklerin büyüklere ve
sayıca az olanların çok olanlara selâm vermesi, selâmın âdâbıdır. Riyakârlık ve
kibirden uzak bir şekilde, tebessüm eşliğinde ve gönülden selâm alıp-vermek,
selâmlaşmada cimrilik göstermemek de selâmın ahlâkıdır.
Öyleyse kardeşlerim, birbirimize selam vermeyi ihmal etmeyelim.
Çocuklarımız ve gençlerimize selâmı öğretelim. Selâmı aramızda yaygınlaştıralım.
Selâm ile sevgi ve kardeşlik bağlarımızı pekiştirelim. Allah’ın selâmı, rahmeti,
bereketi ve esenliği hepimizin üzerine olsun” (27 Temmuz 2012)
344
YARGI 2: “Kardeşlerim!
İnsanî ilişkilerimizin temelinde selâm önemli bir yer tutmaktadır. O kısacık
cümle, insanlarla aramızdaki sıcak ilişkilerin, dostlukların muhabbetle devamını ve
gelişmesini sağlar. Gönlümüzün sıcaklığını kardeşimize selâm ile hissettiririz.
Selâm, yüce Allah’tan muhatabımıza, rahmet, huzur ve esenlik dilemek, güven ve
dostluk telkin etmektir. Selâma karşılık vermek de bu en kalbî yaklaşımı
memnuniyetle kabul etmektir. Selâm’ı hayatın bir parçası olarak gören dinimiz; ‘Size
selâm verildiği zaman, ondan daha güzeliyle veya aynı selamla karşılık verin…’
ayeti kerimesiyle selâma mukâbeleyi manevî bir sorumluluk olarak telakki etmiştir.
Muhterem Kardeşlerim!
Selam, insanlar arasında olumlu ilişkilerin kurulmasına, dostlukların
oluşmasına, kırgınlıkların ve dargınlıkların giderilmesine zemin hazırlar. Bu nedenle
Efendimiz, tanıdığa da tanıdık olmayana da selâm vermeyi İslâm'ın güzel bir hasleti
olarak nitelemiş, selâma karşılık vermeyi Müslüman’ın görevleri arasında saymıştır.”
(20 Nisan 2012)
3.4.3.3. Kandil
YARGI 3: “Kardeşlerim!
Önümüzdeki Perşembeyi Cumaya bağlayan gece Regâip kandilini idrak
edeceğiz. Asırlardan beri kutlaya geldiğimiz Regâip, arzu ve istek anlamlarına gelir.
Regâip, mü’minlerin mağfiret mevsimi üç aylara rağbet etmeleri ve onun taşıdığı
manalardan, değerlerden istifade etmeleri gerektiğine dair mesaj yüklü bir gecedir.
İlahi rahmete mazhar olan bu mübarek gün ve gecelerde kendimizi
sorgulamaya ve yüce dinimiz İslâm’ın manevi ikliminde gönül huzuru, istikamet ve
özgüven kazanmaya, ihtiraslarımızı dizginleyip menfaat ve çekişmelerden uzak
kalmaya ihtiyacımız daha da artmaktadır. Öyleyse bu mübarek zaman dilimini fırsat
bilerek, aramızdaki çatışma ve kırgınlıkları, şahsi menfaat hesaplarını bir tarafa
bırakalım. Yüce Dinimizin bizden istediği sevgi, saygı ve hoşgörü ortamının
kurulması, birlik, beraberlik ve kardeşliğimizin güçlenmesi, insanî ve ahlâkî
meziyetlerin yaygınlaşması için çaba sarf edelim.” (18 Mayıs 2012)
YARGI 3: “Af dilemek için zaman ve mekân şart değildir, fakat bazı vakitlerin
daha bereketli kılınmış olması, müminlere birer ikramdır. Gece seher vakitlerinde
dua edenlerin Kur’ân’da övülmesi, Efendimiz (s.a.s)’in her gecenin son üçte birinde
dua edenlerin dualarının kabul olacağını müjdelemesi bu mübarek vakitlerin önemini
ifade eden en güzel örneklerden bazılarıdır. Önümüzdeki Çarşamba’yı Perşembe’ye
bağlayan gece idrak edeceğimiz Berat gecesi de bereketli zaman dilimlerindendir.
Bu gecede yapılacak ibadetin bizleri günahlardan temizleyeceğini ve affedilmemize
vesile olacağını bakın Allah Rasulü (s.a.s) ne de güzel ifade etmiştir:
‘Şaban ayının on beşinci gününü oruçlu geçirin. Gecesinde ise ibadete
kalkın. Çünkü o gece güneş batınca Allah Teâlâ (keyfiyetini bilemediğimiz bir halde)
en yakın semaya tecelli ederek fecir doğuncaya kadar: ‘Bağışlanma dileyen yok
mu? Onu bağışlayayım. Rızık isteyen yok mu? Ona rızık vereyim…’ buyurur.” (29
Haziran 2012)
345
YARGI 3: "Kardeşlerim!
Mirâc, Yüce Mevlamızın Peygamberimiz şahsında insana bir lütfu, kendisine
niyazda bulunan ve rahmetini uman mü’minleri huzuruna kabulüdür. Mirâc,
Rabbimizin bizleri ebedi nimetlerle müjdelemesi ve bizlere sonsuz izzet-i ikramıdır.
Vefanın adıdır mirâc; Rahmet Peygamberi’nin en özel, en yüce makamda dahî
ümmetinin kurtuluşunu dilemesidir. Bu vefa karşısında mü’minlere düşen ise Ebû
Bekir Sıddîk misali sadakattir, vefaya vefa ile karşılık vermektir. Bu vefa da Mirâc
hediyesi olan namaz ve varlığımızı anlamlı kılan bütün yüce değerlere riayettir. Bu
hediye ve değerlerin başında ise mü’minlerin miracı olan namaz gelir. ‘İnsanın,
Rabbine en yakın olduğu hâl secdede bulunduğu hâldir.’ hadisinde belirtildiği gibi
namaz, manevî derecelerde yükselişimizdir.
İnsan aklının kavramakta güçlük çektiği nice hikmetlerle dolu Mirâc, aynı
zamanda bir imtihandır. Rahmet Peygamberi’ne ve O’nun getirdiklerine sımsıkı
sarılanlar, sıddıklar içerisinde yer alacaklar, O’ndan yüz çevirenler ise ebedî
huzurdan mahrum kalacaklardır. Nihayet Mirâc, bütün bu hususları bize hatırlatan
yönleriyle her birimiz için bir rahmet ve mağfiret fırsatıdır.” (15 Haziran 2012)
YARGI 3: “Kıymetli Mü’minler!
Kadir gecesi, gecelerin en faziletlisidir ve bir ömre bedeldir. Ona bu
üstünlüğü kazandıransa, hidayet rehberimiz Kur’an-ı Kerim’dir. İnsanlığın ufkunda
bir güneş gibi doğan Yüce Kitabımız, bu gecede indirilmeye başlamıştır. O’nun nuru,
karanlıklar içerisinde yönünü kaybetmiş olan insanlığa bu gece ışık tutmuştur. O,
eşsiz ilke ve mesajları ile hüzünlü ve bîtap gönüller için neşe kaynağı olmuştur. O’na
inananlar, O’nun rahmeti ve şifası ile huzur bulmuştur. İşte Kadir gecesi, Kelâmullah
hürmetine bin aydan daha hayırlı kabul edilmiştir…
Kardeşlerim!
Kadir gecesini, Rahmet Peygamberi Efendimiz’in bir hadisine dayanarak
Ramazanın yirmi yedinci gecesi ihya etmekteyiz. Ancak ‘Kadir gecesini Ramazanın
son on gecesinde arayınız’ hadisinden hareketle bizler, Ramazanın kalan günlerini
de Kadir gecesi gibi değerlendirelim. Daha da önemlisi, hayatımızın her anının
kadrini bilelim. Şu kısacık ömrümüzdeki sayılı nefeslerimizi, sahip olduğumuz bütün
nimetleri Yüce Rabbimizin rızası doğrultusunda tüketelim. Böyle mübarek gün ve
gecelerin, hayatımızı gözden geçirmemiz ve kendimizle yüzleşmemiz için bir fırsat
olduğunu unutmayalım
Cennet kapılarının ardına kadar açıldığı şu günlerde bol bol Kur’an okuyalım.
Tövbe ve istiğfar ile Rabbimizden af dileyelim. Hutbemizi, Efendimiz (s.a.s)’in Kadir
gecesinde yapmamızı tavsiye ettiği ve bağışlanma arzusu ile gönülden amin
diyeceğimiz şu dua ile bitirelim: ‘Allahım! Sen affedicisin. Affetmeyi seversin. Bizi de
affet!’ ” (10 Ağustos 2012)
346
3.4.3.4. Hac
YARGI 4: “Kardeşlerim!
Hac, bir terk ediştir. Hac yolcusu, Rabbi uğruna evini, memleketini, ailesini
geçici bir süreliğine de olsa terk etmiştir. Böylece o, maddi ve manevi kirlerden
arınma, ilahi rızaya ulaşma kararlılığını göstermiştir.
Hac, bir buluşmadır. Kul bu buluşmada, ‘Buyur Allah’ım, Buyur! Evine
geldim, emrine amadeyim’ sözleriyle teslimiyetini dile getirir. Bu teslimiyet
karşısında, Yüce Allah da kuluna rahmetiyle, bereketiyle izzeti ikramda bulunur. Bu
ikramın bir neticesi olarak mümin, ömür boyu her namazda yöneldiği Kâbe’yi birkaç
metreden dünya gözüyle doya doya seyretmenin mutluluğunu yaşar. Allah’ın
kendine olan lütfuna telbiye nidalarıyla şükranını sunar…
Kardeşlerim!
Hac, Efendimiz’in; ‘Kim hacceder, kötü söz söylemez ve günah işlemezse
anasından doğduğu gibi günahsız döner’ nebevi müjdesine erişebilmektir. Ve hac,
Allah’a verilen sözlere, yapılan tövbelere, elde edilen yüce değerlere ömrün
nihayetine kadar sadık kalabilmektir.” (21 Eylül 2012)
Tablo 11: Ritüeller Birimi Açısından Kategoriler
2012 YILI CUMA HUTBELERİNDE “RİTÜELLER”E İLİŞKİN SÖYLEMİN
“CENAZE, SELAMLAŞMA, KANDİL, HAC” DÜZEYLERİNDEKİ İÇERİĞİN
İDEOLOJİK GÖRÜNÜMÜ
ONAYLAMA KATEGORİSİ
YADSIMA KATEGORİSİ
1.1.Bir
Müslüman,
kardeşinin
cenazesine katılarak onun üzerindeki
beş haktan birine dikkat etmiş ve
böylece sorumluluk bilinciyle hareket
etmiş olur.
1.1.Müslüman kardeşinin cenazesine
katılmayan bir kişi, hakka saygı
göstermemiş
ve
sorumluluk
duygusuyla hareket etmemiştir.
1.2. Müslümanın Müslüman üzerindeki 1.2. Bir Müslümanın cenazesine
hakkının altı olduğunu ifade eden Hz. katılmayan kişi, Hz. Muhammed’in
Muhammed cenazeye katılmanın ona tavsiyelerini dikkate almamaktadır.
yapılabilecek son görev olduğunu
belirtir.
2.1. Saygı, sevgi ve kardeşlik kapıları 2.1. Selamlaşma olmadan saygı, sevgi
selamla açılır. Mahallede, sokak ve ve kardeşlik ortamı oluşturulamaz.
caddelerde,
otobüs
duraklarında,
işyerlerinde, karşılaşılan her insana
samimiyet
ve
tebessümle
selâm
verilmelidir. Ardından tatlı bir dille hâl ve
hatır
sormak,
selâmı
daha
da
güzelleştirir.
347
2.2. Tanıdık tanımadık herkese selam
vermek kardeşlik hakkıdır. Yürüyenlerin
oturanlara, küçüklerin büyüklere ve
sayıca az olanların çok olanlara selâm
vermesi, selâmın âdâbıdır. Riyakârlık ve
kibirden uzak bir şekilde, tebessüm
eşliğinde ve gönülden selâm alıpvermek,
selâmlaşmada
cimrilik
göstermemek de selâmın ahlâkıdır.
Bunlara uyanlar Peygamberin öğütlerine
uyarlar.
2.2.Selamlaşmamak,
selamlaşma
adabına
ve
ahlakına
uygun
davranmamak, kardeşlik hakkına ve
Peygamberin sözlerine uymamaktır.
2.3. İslam’a göre selamlaşmak hayatın 2.3. İslam’a göre selamlaşmamak,
bir parçasıdır, insani ilişkilerin temelinde sıcak
ilişkilerin
ve
dostlukların
bulunur, sıcak ilişkilerin ve dostlukların gelişmemesine neden olur.
gelişmesini sağlar.
3.1. Asırlardan beri kutlanan mübarek
Regâip gecesini fırsat bilerek, çatışma
ve kırgınlıklardan, kişisel menfaat
hesaplarından vazgeçip İslam dininin
istediği sevgi, saygı, hoşgörü ve
beraberlik ortamının kurulması, insanî ve
ahlâkî meziyetlerin yaygınlaşması için
çaba sarf etmek gerekir.
3.1. Regaip gecesini çatışma, kırgınlık
ve kişisel menfaat hesaplarından
vazgeçmek için bir fırsat olarak
görmeyenler, sevgi, saygı, hoşgörü ve
beraberlik ortamından yararlanamaz.
3.2. Allah’tan af dilemek için zaman ve 3.2.Berat gecesinde ibadet edilmezse
mekan şart olmasa da bazı vakitler daha günahlardan temizlenme ve affedilme
bereketli görülür. Bunlardan biri Berat şansı kazanılamayabilir.
gecesidir. Hz. Muhammed bu gecede
ibadet
edenlerin
günahlardan
temizleneceğini ve affedilmelerine vesile
olacağını söyler.
3.3. İnsan aklının kavramakta güçlük
çektiği Mirâc, Allah’ın Hz. Muhammed’in
şahsında insana bir lütfu, kendisine
niyazda bulunan ve rahmetini uman
Müminleri
huzuruna
kabulüdür.
Müminlere Mirac hediyesi olan namazla
insan manevî derecelere yükselir.
3.3.Miraç olayı akılla kavranamaz.
Miracı Allah’ın Hz. Muhammed’in
şahsında insana bir lütfu ve Allah’ın
Müminleri huzuruna kabulü olarak
değerlendirmeyen ve Miraç hediyesi
olan namazı kılmayanlar manevi
derecelere yükselemez.
3.4.Gecelerin en faziletlisi olan Kadir
gecesini üstün kılan, Kuran’ın bu gecede
indirilmeye başlamasındandır. Kadir
gecesinin kıymetini bilmek, hayatın her
anının kadrini bilmek, Allah’ın verdiği
nimetleri onun rızasında kullanmak,
Kuran okumak tövbe etmek ve af
dilemek
bu
gecenin
fazileti
ve
bereketinden yararlanmayı sağlar.
3.4. Kuranın indirilmeye başladığı
Kadir gecesinin kıymetini bilmemek,
hayatın her anının kadrini bilmemek,
Allah’ın
verdiği
nimetleri
onun
rızasında
kullanmamak,
Kuran
okumamak tövbe etmemek ve af
dilememek, bu gecenin fazileti ve
bereketinden yararlanamamaya neden
olur.
348
4.1. Haccedip, kötü söz söylemeyen ve
günah işlemeyenler, Allah’a verilen
sözlere, yapılan tövbelere, elde edilen
yüce değerlere ömrünün sonuna kadar
sadık kalanlar Haccın anlamına ermiş
olur.
4.1. Haccedip, kötü söz söyleyen ve
günah işleyenler, Allah’a verilen
sözlere, yapılan tövbelere, elde edilen
yüce değerlere sadık kalamayanlar
Haccın anlamına eremezler.
3.4.3.5. 2012 Yılı Cuma Hutbelerinde “Ritüeller” Alanındaki Yargıların
İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi
2012 Cuma hutbelerinde ritüeller, cenaze, selamlaşma, kandil ve hac
olarak ele alınmaktadır. Bayram hutbelerinde bayram ritüellerine yer verildiği
için buradaki kapsamımızın dışında kalmaktadır.
Hutbelerde cenaze törenleriyle ilgili öğütlere yer verilmektedir. Bu
çerçevede bir Müslümanın, kardeşinin cenazesine katılarak, ölenin kendisi
üzerindeki beş hakkından birini yerine getirdiği ve sorumluluk bilinciyle
hareket ettiği ifade edilmektedir. Bir başka hutbede ise Hz. Muhammed’in
Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkının altı olduğunu ifade ettiğinden
bahsedilmekte, cenazeye katılmanın ölene yapılabilecek son görev olduğu
belirtilmektedir.
Selam ritüeli de hutbelerde özel bir ilgi görmektedir. Bu anlamda,
öncelikle, İslam’a göre selamlaşmanın hayatın bir parçası olduğuna ve
Peygamberin selamlaşmayı öğütlediğine değinilmektedir. Selamın, İnsani
ilişkilerin temelinde bulunduğu, sıcak ilişkilerin ve dostlukların gelişmesini
sağladığı, saygı, sevgi ve kardeşlik kapılarını açtığı vurgulanmaktadır.
İnsanların
karşılaştıkları
mahallede,
sokak
ve
caddelerde,
otobüs
duraklarında, işyerlerinde, samimiyet ve tebessümle selam vermeleri
istenmektedir. Selamlaşmak için illa tanışmak gerekmediği ve herkese
kardeşlik hakkı gereği selam vermenin yerinde olduğu vurgulanmaktadır.
Daha özel olarak yürüyenlerin oturanlara, küçüklerin büyüklere ve sayıca az
olanların
çok
olanlara
selâm
vermesinin,
selâmın
âdâbı
olduğu
belirtilmektedir. Selamın daha da güzelleşmesi için selamlaşmanın ardından
349
tatlı bir dille hâl ve hatır sormak tavsiye edilmektedir. Kibirden uzak bir
şekilde
gönülden
selâm
alıp-vermenin,
selâmın
ahlâkı
olduğu
dile
getirilmektedir.
Kandil ritüellerinden Regaip gecesinin, çatışma ve kırgınlıklardan,
kişisel menfaat hesaplarından uzaklaşmak, İslam dininin istediği sevgi, saygı,
hoşgörü ve beraberlik ortamını kurmak, insanî ve ahlâkî meziyetleri
yaygınlaştırmak için çaba sarf etmek için bir fırsat olarak algılanması
gerektiği üzerinde durulmaktadır.
Berat gecesinin, af dilemek için
değerlendirilmesi tavsiye edilmekte, Hz. Muhammed’in bu gecede ibadet
edenlerin günahlardan temizleneceğini ve affedilmelerine vesile olacağını
söylediğinden bahsedilmektedir. İnsanın, Mirac kandilini, ibadet ederek
manevi olarak yükselme açısından değerlendirmesi tavsiye edilir. Son olarak
kadir gecesinde Kuran’ın indiği bu nedenle rahmet uman müminlerin Allah’ın
huzurunda kabul edildiği belirtilir.
Hutbelerde Hac ritüelinden, insanın hayatında bir dönüm noktası veya
bir olgunluk noktası olarak bahsedilmektedir. İnsanın kötü sözden günah
işlemekten uzaklaştığında, Allah’a verilen sözlere, yapılan tövbelere, elde
edilen yüce değerlere ömrünün sonuna kadar sadık kalındığında Haccın
gerçek anlamının yaşanacağına dikkat çekilmektedir.
3.4.4. İnsan
İnsan birimi içinde öncelikle çocuk, kadın, anne/baba, genç/yaşlı,
kardeş, vatandaş, insan ve kul alt birimleri hakkında yargı barındıran metinler
belirlenmekte, sonra bu metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri
açısından ifade edilmekte, son olarak ise ortaya çıkan yargısal ifadeler
hakkında değerlendirme yapılmaktadır.
350
3.4.4.1. Çocuk
YARGI 1: “Çocuklarımızı iyiye, doğruya, hem Allah’ı hem de insanları hoşnut
edecek olana yönlendirme noktasında her birimize ayrı ayrı görevler düşmektedir.
Çocukların, gençlerin sadece maddi ihtiyaçlarını karşılamakla sorumluluğumuzu
yerine getirmiş olamayız. Şüphesiz ki, anne ve babalar olarak evlatlarımıza
bırakabileceğimiz en önemli servet, onların yaratılış amacını okuyabilecekleri bir
birikim, bir bilinç ve bir tefekkür dünyasıdır.” (24 Şubat 2012)
YARGI 1: “Fert planında başarı ve felahın reçetesi, Kur’an’a ve
Peygamberimizin Sünnetine sarılmak olduğu gibi toplum planında da kurtuluşun
formülü Kur’an’a sarılmak, yavrularımıza Kur’an’ı tanıtmak ve öğretmekle mümkün
olacaktır. Anne-babalar olarak, çocuklarımız okuma çağına geldiklerinde onlara
duayı, namazı ve Kur’an'ı öğretmeliyiz. Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in ‘En hayırlınız
Kur’an’ı öğrenen ve öğreteninizdir.’ müjdesi doğrultusunda yavrularımızın gönüllerini
Kur’an ışığıyla aydınlatmalıyız. Onların zihinlerini Rasûlüllah’ın ahlâkıyla
süslemeliyiz. Bunu başarmanın yolunun ise ancak Kur’an’a gönül vermekten, onun
gönüllere şifa veren hükümlerini öğrenmekten geçtiğini unutmamalıyız.
Kardeşlerim!
Bitmez sandığımız şu kısacık hayatımız sona erdiğinde sahip olduğumuz
bütün maddi değerlerimiz evlatlarımızın olacaktır. Onlara, dünya hayatı için gerekli
mal mülk bırakmayı düşündüğümüz gibi ahiret hayatına yönelik kalıcı miras
bırakmayı da ihmal etmemeliyiz.
Kardeşlerim!
Hayat kaynağımız olan Kur’an’ın öğretimini, evlatlarımızın eğitimi sürecinde
asla göz ardı etmemeliyiz. Çocuklarımızın, Yüce Kitabımızı tanımaları için öncelikle
onlara, nasıl bir kitapla muhatap olduklarını anlatmalıyız. Kur’an’ın, hayatını
kaybetmişleri değil, yaşayanları dirilten ruhunu, herkesi kucaklayan sıcaklığını ve
yürekleri titreten etkisini onlara hissettirmeliyiz.
18 Haziran Pazartesi günü yaz Kur’an Kurslarımız eğitime başlayacaktır.
Çocuklarımızı bu kurslara teşvik ederek onların Kitabımızı, Peygamberimizi ve
Dinimizi öğrenmelerine vesile olalım. Böylece, kendimize ve gözbebeğimiz olan
evlatlarımıza kalıcı miras bırakma yolunda önemli bir sorumluluğu yerine getirelim”
(8 Haziran 2012)
3.4.4.2. Kadın
YARGI 2: “Peygamberimiz (s.a.s.), hem uygulayarak hem de teşvik ederek
bu güzel hasletin toplum içinde yerleşmesini sağlamış, kadın-erkek, büyük-küçük
ayrımı yapmadan herkese selâm vermiştir.
351
Kutlu Nebi, Kızı Hz. Fatıma'ya, ‘merhaba kızım’ diye hitap etmiş, amcası
Ebu Talib'in kızı Ümmü Hani yanına geldiğinde ise onu ‘merhaba Ümmü Hâni’ diye
selâmlamıştır.
Oyun oynayan çocukların yanından geçerken onlara selâm vermiş, bir
kadınlar topluluğuna uğradığında onları selâmlamadan geçmemiştir. Yaşayanların
yanı sıra, kabir ziyaretlerinde, ölülere de selâm vererek Allah’ın rahmet ve
esenliğinin onlar üzerine olmasını dilemiştir.” (20 Nisan 2012)
3.4.4.3. Anne/Baba
YARGI 3: “Değerli Müminler!
Hepimiz annemizi ve babamızı çok severiz. Çünkü karşılıksız sevmeyi
onlardan öğrendik biz! Şefkat ve merhameti onların kucaklarında tattık! Ve
sevdiklerimizi korumak için canımızı bile verecek fedakârlığı ebeveynlerimiz gösterdi
bize.” (12 Ekim 2012)
3.4.4.4. Genç /Yaşlı
YARGI 4: “…Bildiğimiz hakikatleri öncelikle kendi hayatımızda tatbik etmek
ve başkalarına da öğretmek, aklımızın ve ilmin şükrüdür. Sahip olduğumuz gençlik
enerjisini, hak, hakikat ve insanlığa hizmet uğrunda harcamak, gençliğin şükrüdür.”
(1 Haziran 2012)
YARGI 4: “Kardeşlerim!
Hiç şüphesiz gençliğimiz, Rabbimizin bizlere çok önemli bir lütfudur. Gençlik,
insan ömrünün sermayesidir. Sermayeyi yerinde ve isabetli değerlendirenler
kazanırlar, yanlış yatırımda kullananlar ise sonunda hüsrana uğrarlar.
Gençlik, filizlenmeye yüz tutmuş bir tohum, meyve vermeye hazır bir ağaç
gibidir. Ömrün en verimli en enerjik dilimidir. Şayet bu enerji olumlu yönde
kullanılabilirse toplumun geleceği garanti altına alınmış, ihmal edilirse toplumun
temeline dinamit konulmuş demektir.
Kıymetli Kardeşlerim!
Üzülerek ifade edelim ki, günümüzde gençliğin zihin ve gönül dünyasını
tahrip eden, onları düşünmekten, üretmekten ve sorumluluktan alıkoyan nice
meşgaleler vardır. Bu meşgalelerin büyün çoğunluğu geleceğimizin teminatı olan
gençlerimizin israfına yol açmaktadır…
Kıymetli Kardeşlerim!
‘Her şey gençlikte’, ‘Ne yaşanırsa gençlikte yaşanır’ gibi anlamsız ve
geleneğimizle örtüşmeyen sözlerle gençlerimizi yanlışa teşvik etmekten
kaçınmalıyız. Genç kardeşlerimiz de, özgüven duygusu ile hareket ederek
352
yarınlarını inşa etmek için çaba sarf etmelidirler. Unutulmamalıdır ki, tarihimizde çağ
açıp çağ kapamış, medeniyetlerin inşasında başrol oynamış nice gençler vardır.
Bu itibarla, genç kuşaklarımıza tarihimizi, ahlakımızı,
bizi biz yapan
değerlerimizi iyi öğretmeliyiz ki, gelecekteki hedeflerimize sağlam adımlarla
ilerleyebilelim” (24 Şubat 2012)
3.4.4.5. Kardeş
YARGI 5: “On dört asır önce birbirlerine düşmanlıklarıyla ün salmış Evs ve
Hazreç kabilelerini, Ensar ile Muhacirleri birbirine kardeş kılan İslâm’ın yüce
değerleri, bugün de aynı şekilde bütün Müslümanları hatta tüm insanlığı birbirine
kardeş kılmaya yetecektir…
… 14-20 Nisan tarihleri içerisinde idrak edeceğimiz Kutlu Doğum Haftasının,
bütün Müslümanlara huzur getirmesini, insanlığın içine düştüğü sıkıntıların
aşılmasına, kardeşlik bağlarımızın güçlenmesine ve yeni rahmet kapılarının
açılmasına vesile olmasını Cenâb-ı Allah’tan niyaz ediyoruz. Yüce Rabbimiz, bizlere
Peygamberimizin sık sık özlemini dile getirdiği kardeşler topluluğu olabilmeyi nasip
eylesin…” (6 Nisan 2012)
YARGI 5: “Kardeşlerim!
‘Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin.
Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin’ ilahi fermanı gereği
yıkıcı değil yapıcı olalım. Ayrıştırıcı değil, birleştirici olalım. Fitneyi değil, ıslahı esas
alalım. Bizi biz yapan değerlere sımsıkı sarılarak birliğimizi ve dirliğimizi koruyalım.
Ne kadar seviyorum kardeşimi hiçbir karşılık beklemeden! Ve ne kadar
kardeşim kardeşime! anlayışıyla kardeşlik duygularımızı pekiştirelim.” (13 Nisan
2012)
YARGI 5: “Efendimiz’e ‘gıybet nedir?’ diye sorulduğunda; ‘Kendisinin
hoşuna gitmeyeceği şekilde kardeşin hakkında konuşmandır’ şeklinde cevap
verir. ‘Ey Allah’ın Resulü; ya söylediğim şey kardeşimde varsa?’ denildiğinde
ise; ‘Söylediğin şey kardeşinde varsa gıybet etmiş olursun. Yoksa ona iftira
etmiş olursun.’ buyurur. Böylece Efendimiz; başkaları hakkında konuşurken dikkat
etmemiz gereken sınırları en güzel şekilde ifade eder.” (20 Ocak 2012)
353
YARGI 5: “Hutbemizi, yürekten amin diyeceğimiz şu dualarla bitirelim:
Ya Rabbi! Müminler olarak kalplerimizi, gönüllerimizi birbirine
kaynaştır. Bizleri birbirlerine karşı sıcak yürekli, birbirlerini gördüğünde
gözlerinin içi parlayan samimi kardeşler eyle. Birbirimize karşı merhameti
yüreklerimizden hiçbir zaman eksik etme!
Ya Rab! Bizi, son nefesimizi verinceye dek kardeşlerimize muhabbet
duyan, onların dertleriyle dertlenen müminlerden eyle…” (13 Nisan 2012)
3.4.4.7. İnsan
YARGI 7: “Kıymetli Kardeşlerim!
Dinimiz insanı, zübde-i kâinât ve eşref-i mahlûkât olarak görür. İlahi
hikmetlerle dolu Yüce Kitabımızda ise, her türden insanın; sağlıklı ve hastaların,
engelli ve sağlamların, inananlar ve inkarcıların, zenginler ve yoksulların,
şükredenler ve nankörlük edenlerin, kadınlar ve erkeklerin, yaşlılar ve gençlerin
tasviri hep birlikte zikredilir.” (28 Eylül 2012)
YARGI 7: “Hiç birimiz günahsız ve hatasız değiliz! Bazen, düşünmeden
hareket edebiliriz. Bazen de hiç araştırmadan aslı astarı olmayan haberlerin peşine
takılıp yanlış yapabiliriz. Unutmayalım ki, hata yapmak insanın bir zaafıdır. Nitekim
Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurur: ‘İnsan hata edebilir. Tövbe edenler, hataya
düşenlerin en hayırlılarıdır!’ Bu hadis-i şeriften de anladığımız üzere asıl erdem,
yapılan yanlışın farkına varıp tövbe edebilmektir. İnsanlara karşı kusurlarımızda ise
kendilerinden özür dileyebilmektir. Bizim dışımızdaki insanların da tıpkı bizler gibi
hata edebileceğini kabullenebilmektir…
Yaptığı hatanın farkına varıp pişman olan ve özür dileyen birinin özrünü
kabul etmeyen ve kendisini affetmeyen kimseyi Rasûlullah Efendimiz, “günahkâr”
olarak nitelendirmiştir. Çünkü kin, nefret, intikam, öfke ve ihtiras, insanın yüreğini
karartır, kalbini katılaştırır. Bu negatif duygular çöle döndürür gönülleri; Sevgisiz ve
yapayalnız bırakır insanları! Af ve şefkatle muamele ise insanı toplumda saygın bir
konuma yükseltir. Bu âlicenaplık, çözülemez zannedilen sorunları yok eder,
gönüllerde sevgi ve huzuru yeşertir.” (14 Aralık 2012)
YARGI 7: “Kardeşlerim!
Dua kulun Allahtan bir şey dilemesi, O’nu yardıma çağırması ve cânı
gönülden anması demektir. İnsanın Allah'ın yüceliği karşısında aczini itiraf etmesi,
354
sevgi ve tazimle O'nun lütuf ve ihsanını istemesidir dua. Dua, fani ve aciz olan
insanın, sonsuz kudret sahibi Yüce Mevla ile kurduğu iletişimdir.” (9 Mart 2012)
3.4.4.8. Kul
YARGI 8: “Ayrıca kul, üzerine düşen vazifeleri yapmadan sadece Allah’a
yalvarmakla, dua ibadetini ifa ettiği yanılgısına düşmemelidir. Dua sadece dil ile
yapılmaz. Fiil ile de yapılır. Kul bir yandan teşebbüs ederken diğer yandan da
tevekkül etmelidir.” (9 Mart 2012)
YARGI 8: “İnsanoğluna sayılamayacak kadar nimetler veren Rabbimiz,
‘Rahman’ ve ‘Rahîm’ sıfatlarının tecellisi ile karşılığında sadece kulluk
beklemektedir bizlerden.
BU KULLUĞU İFÂ ETMENİN YOLLARINDAN BİRİ DE TESLİMİYETİN ZİRVESİ OLAN KURBAN
İBADETİDİR. ‘AKRABA’ KELİMESİ İLE AYNI KÖKTEN GELEN KURBAN; ‘ALLAH’A YAKINLIK
SAĞLAMAYA VESİLE OLAN ŞEY’ MANASINA GELMEKTEDİR. AKILLI, ERİŞKİN, MUKİM VE
DİNEN ZENGİN SAYILAN HER MÜSLÜMAN’A VACİP OLAN KURBANI, EFENDİMİZ (S.A.S.),
HİCRETİN 2. YILINDAN İTİBAREN HER SENE KESMİŞTİR.” (19 EKİM 2012)
YARGI 8: “Kardeşlerim!
Mesele, inanan bir kul olarak Rabbin hoşnutluğunu kazanmak ve Kur’an’da
kendilerinden övgüyle bahsedilenler arasına girmek değil midir?” (23 Mart 2012)
YARGI 8: “Kul ile Yüce Yaratan arasındaki muhabbetin doruğa ulaştığı
duygu yüklü bir ibadettir oruç. Kul, oruçta Rabbi ile adeta baş başadır.
‘İnsanoğlunun yaptığı her şey kendisi içindir. Oruç müstesna. O benim içindir
ve onun mükâfatını ben vereceğim…’ kudsî hadisi ile orucun manevî karşılığına
dikkat çekilmiştir.” (20 Temmuz 2012)
YARGI 8: “Değerli Kardeşlerim!
İbadetlerimizle yaşantımızın uyum içinde olması, yapılan ibadetin kabulüne
dair bir belirtidir. Ramazanın güzelliklerini hayatımızın her anına yaymamız da
Ramazandan kazançlı çıktığımızın göstergesidir. Kazancımızı tüketmemek içinse
ibadetlerimizde gevşeklik, tembellik göstermemek gerekir. Kudreti sonsuz Rabbimiz,
Peygamberimize hitaben: ‘Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et.’ emri
ile son nefesimize kadar ibadet hayatımızın sürmesini istemektedir. Dolayısıyla,
kulluk vazifemiz belirli dönemlere has değil, her an içindir. Ebedi mutluluğumuz, bu
355
dünyadaki kulluğumuza bağlıdır. İbadet ve iyiliklerimizin karşılığında cennette
mutluluklar ve güzellikler bizim için hazırlanmıştır.” (17 Ağustos 2012)
YARGI 8: “Kul Allah’ı sevince, O’nun sevdiklerini de sevmeye başlar. Allah’ı
seven gönlün, ‘Ancak Allah’ın zikriyle huzur bulacağını’ bildiği için ibadeti sever.
Ailesinden, çocuklarından ve servetinden, hatta canından bile daha çok Hz.
Muhammed’i sever. Çünkü Allah’ın sevgisini ve rahmetini kazanmanın yolu, Hz.
Muhammed’e tâbi olmaktan, dört elle Onun sünnetine sarılmaktan ve Onun güzel
ahlakı ile ahlaklanmaktan geçer. Allah’ı ve Resulünü her şeyden çok seven insan
ise, imanın tadına varır…
Kardeşlerim!
Kul Allah’ı sever de, Allah o kulunu sevmez mi hiç? Allah sevince bir kulunu,
önce Cebrail'e, sonra bütün meleklere ve arkasından da tüm insanlara sevdirir onu.
Böylece Allah, kendisini seven müminlerin sevgisini düşürüverir gönüllere. Artık
Allah, sevdiği kulunun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, konuşan
dili ve vicdanı olur da kulunun her istediğini verir.” (12 Ekim 2012)
YARGI 8: “Kardeşlerim!
Her yılın ilk gecesi, anlamsız gayretlerin peşinde sürüklenmenin vakti
olmamalıdır. Aksine ömrümüzden geride bıraktığımız yılın muhasebesinin yapıldığı
vakittir. Yeni bir yıla daha kavuşturduğu için Cenâb-ı Hakk’a şükretmemiz gereken
vakittir. Zamanın sahibi Cenâb-ı Hakk’a karşı kulluğumuzun şuurunda olma vaktidir.
Günün beş vaktini secdeyle anlamlandırmaktır. Durduramadığımız vakti
yüreklerimizle doldurmaktır. Bu fani dünyadan ebedî cenneti çıkarabilmektir. Gelip
geçen yılların tarlasından sonsuzluk hasadını elde edebilmektir” (28 Aralık 2012)
356
Tablo 12: İnsan Birimi Açısından Kategoriler
2012 YILI CUMA HUTBELERİNDE “İNSAN”A İLİŞKİN SÖYLEMİN
“ÇOCUK, KADIN, ANNE/BABA, GENÇ/YAŞLI, KARDEŞ, İNSAN, KUL”
DÜZEYLERİNDEKİ İÇERİĞİN İDEOLOJİK GÖRÜNÜMÜ
ONAYLAMA KATEGORİSİ
YADSIMA KATEGORİSİ
1.1.Anne ve babaların çocukların ve
gençlerin
maddi
ihtiyaçlarını
karşılamaları gerektiği gibi onların
yaratılış amaçlarını anlamalarını
sağlamaları ve iyiye, doğruya, Allah’ı
ve
insanları
hoşnut
edecek
davranışlara
yönlendirmeleri
de
gerekmektedir.
1.1.Anne ve babalar, çocukların,
gençlerin sadece maddi ihtiyaçlarını
karşılayarak sorumluluklarını yerine
getirmiş olamazlar. Onların yaratılış
amaçlarını
anlamalarını
sağlayamazlar ve onları iyiye,
doğruya, Allah’ı ve insanları hoşnut
edecek
davranışlara
yönlendiremezlerse
sorumluluklarına sahip çıkmamış
olurlar.
1.2. Başarı ve mutluluk, fert olarak,
Kurana ve Peygamberin sünnetine
uymakla, toplum olarak da Kuran’a
uymak ve çocuklara onu öğretmekle
mümkün olur.
1.2. Kuran’a ve Peygamberin
sünnetine uyulmaz ve çocuklar bu
doğrultuda yetiştirilmezse fert ve
toplum olarak başarı ve mutluluğa
ulaşılamaz.
2.1. Hz. Muhammed, selamlaşmayı
uygulayarakve teşvik ederek kadınerkek,
büyük-küçük
ayrımı
yapmadan herkese selâm vermiş,
bunun toplum içinde yerleşmesini
sağlamıştır.
2.1. Kadın-erkek,
ayrımı
yapıp
selamlaşmayanlar
sünnetine uymazlar.
3.1.
Anne-babalar
çocuklarını
karşılıksız sevdiklerinden, onları
korumak
için
canlarını
bile
verebilecek fedakârlığa ve şefkate
sahip
olduğundan
sevilmeyi
hakederler.
3.1. Çocuklarını karşılıksız seven,
onları korumak için fedakârlıklar
yapan
annebabalarını
sevmeyenler, mümine yakışmayan
bir şekilde davranmış olurlar.
büyük-küçük
herkesle
Peygamberin
4.1. Gençlik enerjisini hak, hakikat ve 4.1. Gençlik enerjisini hak, hakikat
insanlığa hizmet için harcayanlar ve
insanlığa
hizmet
için
gençliğin şükrünü yapmış olurlar.
harcamayanlar gençliğin şükrünü
yerine getirmemişlerdir.
357
4.2. Ömrün en verimli, en enerjik
dilimi olan gençlik, olumlu yönde
kullanılırsa toplumun geleceği garanti
altına alınır. Genç kuşaklar doğru
teşvik edilir, onlara tarih, ahlak ve
değerler iyi öğretilirse, onlar da
özgüvenle yarınlarını inşa etmek için
çabalarsa
gelecekteki
hedeflere
sağlam adımlarla ilerlenir ve Allah’ın
insanlara bir lütfu olan gençlik iyi
değerlendirilir.
4.2.
Gençlik
olumlu
yönde
kullanılmazsa toplumun geleceği
garanti altında
olmaz.
Genç
kuşaklar doğru teşvik edilmez, tarih,
ahlak ve değerler iyi öğretilmezse,
onlar özgüvenle yarınlarını inşa
etmek
için
çabalamazsa
gelecekteki
hedeflere
sağlam
adımlarla ilerlenemez ve Allah’ın
insanlara bir lütfu olan gençlik iyi
değerlendirilemez.
5.1. İslam’ın düşmanlıkları sona
erdirme, barışı ve kardeşliği sağlama
kabiliyeti vardır ve bu, günümüzde
tüm insanlığı kardeşliğini sağlayacak
bir temeldir.
5.1. İslam’dan uzak kalmak tüm
insanlar arasında sağlanacak barış
ve
kardeşliğin
oluşmamasına
neden olur.
5.2. Müminler kardeş olduğu için 5.2. Müminler arasında birleştirici
ayrıştırıcı değil, birleştirici olmaları, olmamak ve yapıcı olmamak,
yıkıcı değil yapıcı olmaları gerekir.
kardeşlik ilkesiyle bağdaşmaz.
5.3. Müminler kardeştir ve birbirlerine 5.3. Müminler arasında gıybet ve
güvenmeleri, gıybet ve iftiradan uzak iftira olursa güvenden ve kardeşçe
durup kardeşçe yaşamaları gerekir.
yaşamdan söz edilemez.
5.4.
Mümin’in,
kardeşlerine
muhabbet
duyması,
onların
dertleriyle dertlenmesi, samimi ve
merhametli olması gerekir.
5.4.
Kardeşlerine
muhabbet
duymayan,
onların
dertleriyle
dertlenmeyen,
samimi
ve
merhametli olmayan kimse Mümin
olamaz.
6.1. İslam dinine göre insan, 6.1. Kuran’da insanlar nitelik ve
yaratılmışların en üstünü olarak özelliklerine göre ayrılmamıştır.
görülür ve Kuran’da her türlü insanın
tasviri hep birlikte ele alınmaktadır.
6.2. Her insan hata yapabilir asıl
erdem, yapılan yanlışın farkına varıp
tövbe edebilmektir. Affedenler ve
şefkat gösterenler toplumda saygın
bir konuma yükselir, sorunlar olmaz,
gönüllerde sevgi ve huzuru yeşerir.
6.2. Yaptığı hatanın farkına varıp
pişman olmayan ve tövbe etmeyen
erdemli bir davranış göstermiş
olmaz.
6.3. Dua eden insan Allah’la iletişim
kurar, ondan yardım ister ve onun
büyüklüğü karşısında acizliğini kabul
eder.
6.3. İnsan dua etmeden Allah’la
iletişim kuramaz, ondan yardım
isteyemez ve onun büyüklüğünü
idrak edemez.
358
7.1. Kul, görevlerini yapar ve Allah’a
sözlü ve fiili olarak dua eder ve
tevekkül ederse dua ibadetini yerine
getirmiş olur.
7.1. Kul, üzerine düşen görevleri
yapmadan, sözlü ve fiili olarak dua
ve tevekkül etmeden sadece
Allah’a yalvarmakla, dua ibadetini
gerçekleştirmiş olamaz.
7.2. İnsan kulluk görevlerini yaparsa 7.2. Allah’a karşı kulluk görevlerini
Allah’a karşı olan sorumluluklarını yapmayan
insan
ona
karşı
yerine getirmiş olur.
sorumluluklarını
yerine
getirmemektedir.
7.3. İnanan bir kul olarak Rabbin
hoşnutluğunu
kazananlar
ve
Kur’an’da kendilerinden övgüyle
bahsedilenler
arasına
girenler
amaçlarına ulaşırlar.
7.3. İnanan bir kul olarak Rabbin
hoşnutluğunu kazanamayanlar ve
Kur’an’da kendilerinden övgüyle
bahsedilenler arasına giremeyenler
amaçlarına ulaşamazlar.
7.4.Oruç kulluğun gereklerinin yerine 7.4.Oruç
tutmayanlar
kulluk
getirilmesi
ve
kulun
rabbine görevlerini yerine getirmezler ve
gösterdiği sadakattir.
rablerine
karşı
sadakatlerini
göstermezler.
7.5. Kulluk görevi, belirli dönemlere
özgü olmaz, her an yapılırsa bu
dünyada yapılan kulluk ebedi
mutlulukla sonuçlanır.
7.5.Kulluk görevi hayatın bir parçası
yapılmaz,
belirli
dönemlerde
yapmakla sınırlı kalırsa ebedi
mutluluğa ulaşmak mümkün olmaz.
7.6. Kul Allah’ı sevince onun
sevdiklerini, ibadeti, Hz. Muhammed’i
sever ve onun ahlakıyla ahlaklanır,
imanın tadına varır ve Allah’ın
sevgisini kazanır.
7.6. Kul Allah’ı sevmeden, onun
sevdiklerini,
ibadeti,
Hz.
Muhammed’i sevmeden ve onun
ahlakıyla ahlaklanmadan, imanın
tadına varamaz ve Allah’ın sevgisini
kazanamaz.
7.7. Her yılın ilk gecesinde anlamsız
işlerle uğraşmak yerine geride kalan
ömrün muhasebesi yapılmalı, Allah’a
karşı
kulluk
şuuruna
erilmeli,
şükredilmeli ve beş vakit namaz
kılınmalıdır.
7.7. Her yılın ilk gecesinde, geride
bırakılan ömrün hesabı yapılmaz,
beş vakit namaz kılınmaz ve
şükredilmezse
kulluk
şuuruyla
hareket edilmemiş olur.
359
3.4.4.9. 2012 Yılı Cuma Hutbelerinde “İnsan” Alanındaki Yargıların
İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi
2012 yılı Cuma hutbelerinde “insan” söylemi çocuk, kadın, anne/baba,
genç/yaşlı, kardeş, insan, kul düzeylerinde ele alınmıştır. İnsanın çocukluktan
yaşlılığa, cinsel farklılıktan rollerine kadar farklı açılardan değerlendirildiği
görülür.
Çocukla ilgili olarak anne babaların çocukların ve gençlerin maddi
ihtiyaçlarını karşılamaları gerektiği gibi onların manevi ihtiyaçlarını da
karşılamaları, iyi, doğru, Allah’ı ve insanları hoşnut eden davranışları
kazandırmaları da gerektiği ifade edilmektedir. Birey ve toplum olarak
Kuran’a ve Peygamberin sünnetine uygun yaşandığında başarı ve
mutluluğun elde edileceği söylenir.
Kadınla ilgili olan söyleme bakıldığında, selamlaşmanın önemine
işaret ederken Hz. Muhammed’in kadın-erkek ayrımı yapmadan herkese
selam verdiğinin ve toplumda bunun böyle yerleşmesi gerektiğinin altı
çizilmektedir.
Anne babaların sevilmeyi hak ettiklerini çünkü çocuklarını karşılıksız
sevdikleri, şefkat gösterdikleri ve ne pahasına olursa olsun koruduklarının
ifade edildiği hutbede anne babaların çocuklarına karşı nasıl davranmaları
gerektiğine dair mesajların sunulduğu görülmektedir.
Gençlik ömrün en verimli zamanı olduğundan onun olumlu yönde
kullanılmasının, doğru yönlendirilmesinin, tarih, ahlak ve değerlerin iyi
öğretilmesi gerektiğinin altı çizilmektedir. Bununla birlikte gençlerin de
sorumluluk ve özgüvenle hareket etmeleri halinde hem gençliğin şükrünü
yaptıklarının hem de toplumu ileri götürdüklerinin ifade edildiği görülür.
Hutbelere göre İslam’da müminler kardeştir. Bu kardeşlik bağından
dolayı duygu ve davranışlarını belirlemesi, güven, sevgi, barış temellerini
360
oluşturması gerekmektedir. İslam’ın düşmanlıkları sona erdirme ve kardeşliği
sağlama özelliği, birleştirici bir ruhu ve bütünlüğü beraberinde getirir.
İnsanın İslam’a göre yaratılmışların en üstünü olarak görülmesi,
hutbelerde de aynı biçimde ele alınmaktadır. İnsanların hata yapabileceği
ancak önemli olanın yanlışın farkına vararak tövbe etmesi olduğu ve insanın
dua ederek Allah’la iletişim kurabilecek kadar güçlü olduğu ileri sürülür.
İnsanın kulluk bilincinde olması çok önemli görülmektedir. Kulluğun
Allah’a karşı bir sorumluluk olduğu, belli dönemlerde değil her zaman
yapılması gerektiği, kulluk görevlerinin yerine getirilmesinin önemi gibi
temalar kul olarak insanın sorumlulukları olarak tanımlanmaktadır. Allah’a iyi
kul olanların ebedi mutluluğa kavuşacakları, Allah’ın sevgisini kazanacakları
ve yaratılış amaçlarını gerçekleştirecekleri vurgulanır. Her yılın ilk gecesinde
boşa
zaman
geçirmeyip,
anlamı
olmayan
işlerle
ilgilenmeyip
ömür
muhasebesi yapmanın ve Allah’a kul olmanın şuuruna ermek için bir fırsat
olarak görmenin önemine değinilmektedir.
3.4.5. Milli Öğeler
Milli öğeler birimi içinde öncelikle millet, şehit/gazi, bayrak ve ecdat alt
birimleri hakkında yargı barındıran metinler belirlenmekte, sonra bu metinler,
onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade edilmekte, son olarak ise
ortaya çıkan yargısal ifadeler hakkında değerlendirme yapılmaktadır.
3.4.5.1. Millet
YARGI 1: “Kardeşlerim!
Doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine her bir vatan evladının kutsal
değerler, istiklal ve bağımsızlık uğruna şehit düştüğü bu kutlu zaferin yıldönümünde
şehitlerimizi rahmet ve minnetle yâd edelim. İstiklal Şâirimiz Mehmet Akif’in,
‘Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez, / Toplu vurdukça yürekler onu
361
top sindiremez.’ uyarısını dikkate alıp birliğimizi, dirliğimizi ve beraberliğimizi
koruyarak onlara karşı vefa borcumuzu ödeyelim.” (16 Mart 2012)
YARGI 1: “Değerli Kardeşlerim!
Milletlerin oluşumunda, medeniyetlerin inşasında ve devamında eğitim
öğretimin önemi hepimizin malumudur. Bu nedenledir ki, evrensel ilkeleriyle
mükemmellik arz eden ve daima insanca bir yaşamı hedefleyen yüce dinimiz,
hikmeti, bilgiyi ve bilgiliyi ön planda tutmuştur. ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur
mu? Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.’ ayeti dinimizin konuya bakışını ne de güzel
ifade etmektedir.” (7 Eylül 2012)
YARGI 1: “Kardeşlerim!
Utanma hissi, insanlarda doğuştan var olan ve asla hafife alınmaması
gereken bir haslettir. Arkadaşının hayâ anlayışını aşırı bulan ve ona böyle
davranmaması gerektiği konusunda öğüt veren bir sahabîyi Efendimiz (s.a.s.) şöyle
uyarmıştır; ‘Onu tenkit etmekten vazgeç, çünkü utanma duygusu olan hayâ,
imandandır.’ İşte, milletimizin Beytullah’a doğru ayak uzatmayı hoş görmemesinin,
Kur’an’ın bulunduğu ortamlarda hareketlerini sınırlamasının temelinde de hayâ
duygusu yatmaktadır.” (6 Temmuz 2012)
3.4.5.2. Şehit/Gazi
YARGI 2: “Bir anne ciğerparesini son defa koklarken, şu sözler dökülüyordu
dilinden:
-‘Hüseyin!.. Dayın Şıpka'da, baban Dimetoka'da ağaların da sekiz ay evvel
Çanakkale'de şehit düştüler. Bak son yongam sensin! Minareden ezan sesi
kesilecekse, caminin kandilleri körlenecekse, sütlerim haram olsun, öl de köye
dönme! Yolun Şipka'ya uğrarsa, dayının ruhuna Fâtihâ okumayı unutma! Haydi
oğul, Allah yolunu açık etsin.’ ” (16 Mart 2012)
YARGI 2: “Değerli Kardeşlerim!
Ebû Hureyre’den nakledildiğine göre Efendimiz; ‘Allah’ın kulları içinde
birtakım kimseler vardır ki bunlar peygamber değildir. Öyle ki, peygamberler
ve şehitler onlara gıpta ederler’ buyurmuştur.” (17 Şubat 2012)
362
3.4.5.3. Ecdat
YARGI 3: “Kardeşlerim!
İstanbul'un fethi, aziz milletimizin İslam’a ve Peygamberimiz’e olan sevgi ve
bağlığını bir kez daha göstermiştir. Bizler de ecdadımızın canları pahasına yaptıkları
mücadelenin şuuruyla hareket edelim. Birlik, dirlik ve beraberliğimizin önündeki tüm
engelleri kaldıralım. Unutmayalım ki, tarihimizi bilerek değerlerimiz doğrultusunda
yaşamak, geçmişimize karşı bir sorumluluk, geleceğimize yönelik de atılmış en
önemli adım olacaktır.” (25 Mayıs 2012)
Tablo 13: Milli Öğeler Birimi Açısından Kategoriler
2012 YILI CUMA HUTBELERİNDE “MİLLİ ÖĞELER”E İLİŞKİN SÖYLEMİN
“MİLLET, ŞEHİT/GAZİ, ECDAT” DÜZEYLERİNDEKİ İÇERİĞİN İDEOLOJİK
GÖRÜNÜMÜ
ONAYLAMA KATEGORİSİ
YADSIMA KATEGORİSİ
1.1.Vatan evlatları kutsal değerler ve
bağımsızlık yolunda şehit düşmüşlerdir
bu nedenle şehitlere karşı vefa borcunun
ödenmesi milletin birliğinin ve dirliğinin
korunmasıyla ödenir.
1.1.Milletin
birlik
ve
dirliğinin
korunmaması, kutsal değerler ve
bağımsızlık uğruna şehit düşen vatan
evlatlarına
vefa
borcunun
ödenmemesidir.
1.2.Eğitim ve öğretim İslam dininde çok
önemli bir konumdadır ve milletlerin
oluşmasında, medeniyetin inşası ve
devamında büyük öneme sahiptir.
1.3 Eğitim ve öğretime önem
verilmemesi,
milletlerin
ve
medeniyetlerin
inşasının
ve
devamlılığının sağlanamamasına ve
İslam’ın hedeflerine uyulmamasına
neden olur.
1.3.Kâbe’yedoğru
ayak
uzatmayıp
saygılı olunması ve Kur’an’ın bulunduğu
ortamlarda hareketlerin sınırlaması,
milletimizin hayâ duygusunun gelişmiş
olmasıyla ilgilidir.
1.3. Kâbe’ye doğru ayak uzatmak ve
Kur’an’ın
bulunduğu
ortamlarda
hareketleri sınırlamamak milletimizin
haya anlayışıyla bağdaşmaz.
2.1. İslami değerlerin yaşanması ve
devamının sağlanması için oğlunun
savaşması ve şehit olmasını salık veren
bir anne, bu vatanın hangi duygularla
kurtarıldığının örneğidir.
2.1. Şehitlik milletimiz için bir annenin
oğlundan vazgeçebileceği kadar kutsal
bir nitelik taşımasaydı bu vatan
kurtarılamazdı.
363
2.2. Peygamberlik ve şehitlik İslam
dinindeki en yüksek mertebelerdir ancak
bazı insanlar kulluklarıyla peygamber ve
şehitlerin kendisine gıpta ettiği konuma
yükselebilir.
2.2. Allah’a olan kulluk vazifesini en iyi
biçimde yerine getirenlerin şehit ve
peygamberlerin özendiği bir konuma
yükseleceğine
inanmamak
Peygamberin sözlerine itimat etmemek
anlamına gelir.
3.1. Ecdadın birlik, dirlik ve beraberliği
korumak için canlarını ortaya koyduğu
mücadeleyi örnek alanlar ve tarih ve
değerlere sahip çıkanlar, önemli bir
sorumluluğu yerine getirmiş olurlar.
3.1. Ecdadın birlik, dirlik ve beraberliği
korumak uğruna canlarını ortaya
koyduğu mücadeleyi örnek almayan,
tarih ve değerlere sahip çıkmayanlar
önemli
bir
sorumluluğu
yerine
getirmemiş olurlar.
3.4.5.4. 2012 Yılı Cuma Hutbelerinde “Milli Öğeler” Alanındaki Yargıların
İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi
2012 yılı Cuma hutbelerinde milli öğelere ilişkin yargılara bakıldığında
söylemin; millet, şehit/gazi, ecdat düzeylerinde incelendiği görülmektedir.
Vatanın bağımsızlığı ve kutsal değerleri için canlarını ortaya koyan
şehitlere karşı vefa borcunun ödenmesinin milletin birlik ve dirliğinin
korunmasıyla ödenebileceği belirtilir.
İslam dininde çok önemli bir konumda bulunan eğitim ve öğretimin
birey olarak öneminin yanında milletlerin oluşmasında, medeniyetin inşası ve
devamında ne denli bir öneme sahip olduğu vurgulanır. Yine, Kabe’ye doğru
ayak uzatmayıp saygılı olmanın milletimizin haya duygusuyla ilişkilendirilmesi
ve İslami bir durum değil de millete özgü olduğunun belirtilmesi de dikkate
değerdir.
İslami değerlerin yaşanması ve devamı için oğlunun savaşması ve
şehit olmasını salık veren bir annenin örnek verildiği hutbe, bu vatanın hangi
duygularla kurtarıldığının örneği olarak sunulmuştur.
İslam dinindeki en yüksek mertebe olan Peygamberlik ve şehitlik olsa
da bazı insanların kulluklarıyla peygamber ve şehitlerin kendisine gıpta ettiği
konuma yükselebilecekleri ifade edilmiştir.
364
Birlik, dirlik ve beraberliği korumak için canlarını ortaya koyarak
mücadele eden ecdadın örnek alınmasının büyük bir sorumluluk olduğu
belirtilir.
3.4.6. Dünya/Yaşantı
Dünya/yaşantı
birimi
içinde
öncelikle
sağlık,
fakirlik/zenginlik,
mutluluk/huzur, çalışma/başarı, dünya/ahiret ve akıl/irade alt birimleri
hakkında yargı barındıran metinler belirlenmekte, sonra bu metinler,
onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade edilmekte, son olarak ise
ortaya çıkan yargısal ifadeler hakkında değerlendirme yapılmaktadır.
3.4.6.1. Sağlık
YARGI 1: “Kardeşlerim!
Dünya hayatında sahip olduğumuz nimetler elbette bize emanettir.
Emanette ise asıl olan sadakattir. Yüce Rabbimiz, dünyayı amaçsız ve sorumsuzca
bir hayat sürmemiz için yaratmadığı gibi bedenimizi, sıhhatimizi, vaktimizi ve sahip
olduğumuz bütün değerleri ölçüsüzce tüketmemiz için bağışlamamıştır. Emaneti
teslim etme ve hesabını verme vakti mutlaka gelecektir.” (24 Şubat 2012)
YARGI 1: “Şüphesiz ki bedenimiz ve sağlığımız, elimizdeki nimetlerin en
önemlilerindendir ve bize emanettir. Çoğu zaman hoyratça kullandığımız
vücudumuz, zamanı geldiğinde yapıp ettiklerimizi bir bir ortaya dökecek ve
aleyhimizde şahitlik edecektir. Nasıl geçtiğinin farkına bile varamadığımız
zamanımız bir emanettir bize. Ama çoğu insan Peygamberimiz (s.a.s)’in ifade ettiği
gibi sıhhat ve boş vaktin değerini yeteri kadar bilememektedir. Nice insan,
saniyelerle sayılı zamanını, ömrünü sorumsuz bir şekilde israf etmektedir.” (22
Haziran 2012)
YARGI 1: “Hayat öğretmenimiz Sevgili Peygamberimiz’in ‘Oruç tutunuz
sıhhat bulunuz. Her şeyin bir zekâtı vardır, bedenlerin zekâtı da oruçtur’
tavsiyelerine uyarak hem Rabbimizin verdiği sıhhate teşekkür edecek, hem de
‘Gönülden inanarak ve ecrini Allah’tan umarak Ramazanı oruçlu geçiren kimsenin
geçmiş günahları bağışlanır.’ Müjdesine inşallah nail olacağız.” (13 Temmuz 2012)
365
YARGI 1: “Kardeşlerim!
Geliniz; ‘bir insanı yaşatmak bütün insanlığı yaşatmaktır’ ilahi fermanına
râm olarak insanlık adına bir el uzatalım kardeşlerimize; şifa olalım bedenlerine. Bir
hayat bağışı yaparak umut olalım umudunu kaybedenlere. Bağışladığımız her
organın filizlenen bir can olduğunu bilelim.
Geliniz, organ bağışlayarak yeni bir hayata vesile olmanın huzur ve
mutluluğunu hep birlikte yaşayalım.
Ve bir can da biz olalım!” (9 Kasım 2012)
3.4.6.2. Fakirlik/Zenginlik
YARGI 2: “Kardeşlerim!
Ramazan süresince, mal çokluğuyla değil, gönül tokluğuyla gerçek zenginliği
yakalamaya; zenginlerin çağırılıp fakirlerin dışlandığı sevimsiz sofralardan uzak
durmaya; fakir-fukara ve garip-gurabanın dua ve tebessümlerinde saklı olan bereketi
ve hazzı tatmaya çalışacağız. Dünyanın pek çok yerinde aç ve açıkta olan, baskı ve
zulüm altında inleyen kardeşlerimize hem dualarımızla, hem de maddi
imkânlarımızla destek vereceğiz.” (13 Temmuz 2012)
YARGI 2: “Kardeşlerim!
Rabbimizin rızasını kazanmak hepimizin hedefi olmalıdır. Elbette bu hedefe
ulaşmanın sayısız yolları vardır. Bu anlamda sadaka ya da infak, sadece para ile
yapılan yardım olarak anlaşılmamalıdır. Efendimiz (s.a.s)’in ifadelerine göre;
kardeşimize selâm vermemiz sadakadır. İnsanları iyiliğe teşvik edip kötülükten
uzaklaştırmamız sadakadır. Gelip geçenlere rahatsızlık veren bir engeli yoldan
kaldırmamız da sadakadır.” (3 Ağustos 2012)
YARGI 2: “Bizim Peygamberimiz, ‘Allah sizin görünüşünüze, malınıza,
mülkünüze bakmaz; yalnızca kalplerinize ve amellerinize bakar.’ buyurmaz mı?
Dinimize göre asıl üstünlük, Allah’a yakın olmak ve insanlığa hayırlı hizmetler
sunmakta değil midir? Elbette ki öyledir.” (28 Eylül 2012)
3.4.6.3. Mutluluk/Huzur
YARGI 3: “Merhametlilerin en merhametlisi Yüce Rabbimiz, dünya ve
ahirette mutlu olmamız için yapmamız gereken ibadetleri, ömrümüzün zaman
dilimlerine yayarak yerine getirmemizi istemiştir…
366
Başka hiçbir şeyin veremeyeceği mutluluğu, Cuma namazı ile bizlere ikrâm
eden Kerîm Rabbimiz (c.c.); ‘Ey iman edenler, Cuma günü namaz için ezan
okunduğu zaman, hemen Allah’ın zikrine (namaza) koşun. Alış verişi bırakın,
böyle hareket ederseniz sizin için daha hayırlıdır’ buyurmaktadır.” (2 Kasım
2012)
YARGI 3: “…Günahlarımızı dile getirip, ‘Rabbim! Acziyetimi sana itiraf
ediyorum. Sen merhametlilerin en merhametlisisin’ diyerek iki damla gözyaşı
dökebiliyor muyuz? Yoksa günahları umursamadan, bunlardan kaçınmadan
yaşayarak dünya ve ahiret mutluluğumuzu tehlikeye mi atıyoruz?” (7 Aralık 2012)
YARGI 3: “Kıymetli Kardeşlerim!
Dünya meşgalesi bizleri öylesine sardı ki akıp giden zamana yetişemez hale
geldik. Günlük hayatın telaşı ve kargaşası içerisinde kaybolmaya yüz tuttuk.
Mutluluğu ve huzuru maddede ve geçici hazlarda arar olduk. Oysa Yüce Rabbimiz
huzurun kendisini zikretmekten geçtiğini öğretir.” (21 Aralık 2012)
YARGI 3: “Kalbe şifâ, ruha maya, sıkıntılara ise deva olan Kur’an-ı Kerim,
Allah’ı tanıtan, varoluşumuzun gayesini açıklayan hikmetli bir kitaptır. Kur’an
kulluğun, kurtuluşun ve ebedi mutluluğun anahtarıdır. Kur’an’ı okuyan, anlayan ve
çağlar üstü mesajlarını hayatına uygulayan onun kurtarıcı muştularıyla buluşmuş,
dünyada ve ahirette huzura kavuşmuş olur.” (8 Haziran 2012)
YARGI 3: “Kardeşlerim!
Öylesine bahtiyarız ki, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir Peygamberin
ümmetiyiz. Öylesine talihliyiz ki, Kutlu Nebi’nin hayat veren ve ebedi mutluluğa
götüren kutlu yolunun yolcularıyız. Öylesine ümitliyiz ki cennette en güzel insana
komşu olmaya namzediz. Bununla birlikte, Rabbimizin rızasını kazanmanın ve ebedi
mutluluğa ulaşmanın, ancak Efendimizin ilkelerine sarılmakla mümkün olduğunu
bilmeliyiz. Bu gerçeği ifade eden ayet meali ile hutbemizi bitirelim.” (31 Ağustos
2012)
YARGI 3: “Aziz Kardeşlerim!
En mükerrem varlığı en güzel şekilde yaratıp, eksiksiz hazırladığı dünyaya
gönderen Yüce Allah, mutluluğun yollarını da göstermiştir insana. Hem de
mutluluğun zirvesi olan iki cihan saadetinin reçetesi ile.” (19 Ekim 2012)
3.4.6.4. Çalışma/Başarı
YARGI 4: “Hz. Ömer, bir gün hiçbir iş yapmadan mescitte boş boş oturan ve
vakitlerini öldüren kişilere ne yaptıklarını sordu. Onlar, ‘Biz Allah'a tevekkül ederiz,
mütevekkilleriz’ dediler. Hz. Ömer, ‘Çoluğunuza çocuğunuza kim bakar?’ diye
367
sorduğunda da, ‘Biz çalışmayız, çoluk çocuğumuza yakınlarımız bakar’ cevabını
alınca kızarak, ‘Aksine siz hazır yiyiciler, müteekkillersiniz. Gerçek anlamda
tevekkül eden, tohumunu yere atıp sonra Allah’a tevekkül edendir.’ cevabını
verdi.
Böylece Hz.Ömer, çalışmadan, sebeplere sarılmadan, tedbir almadan ‘Allah
böyle dilemiş, takdir-i ilahi buyurmuş... Kader!’ deyip boş boş oturmanın, gerçek
tevekkülle alakası olmadığını öğretti.” (13 Ocak 2012)
YARGI 4: “Derslerinde başarı için Allaha yalvaran bir öğrencinin, çalışmayı
terk ederek sadece dili ile dua etmesinin dinimizin insanlardan istediği dua olmadığı
açıktır.” (9 Mart 2012)
YARGI 4: “Alemlere rahmet olarak gönderilen Resul-i Ekrem’in gayretlerinin
başarıya ulaşmasının nedenlerinden biri de, insanlara nezaketle ve yumuşak
davranması sayesindedir. ‘Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak
davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi.’
buyuran Rabbimiz, hem Efendimize hem de bizlere, birlik ve kaynaşmanın, ancak
dostça bir yaklaşımla sağlanabileceği mesajını vermektedir.” (2 Mart 2012)
YARGI 4: “…Gerek doğuştan, gerekse sonradan ortaya çıkan engellilik
durumu çalışmaya, üretmeye, başarıya ve nihai hedefe ulaşmaya asla engel
değildir. Engelli olduğu halde azimle, inançla kararlılıkla çabalayan ve tarihe adını
yazdıran nice abide şahsiyetler vardır. Yeter ki insanların önüne engeller
konulmasın. Yeter ki gönüller engelli olmasın, engel tanımasın.” (28 Eylül 2012)
3.4.6.5. Akıl/İrade
YARGI 5: “Kardeşlerim!
Sınırsız imkânlar dünyasında, inancının, ahlakının, âdâbının kendine
yüklemiş olduğu sorumluluk gereği kendi kendini kontrol edebilen dirayetli kişiliklere
birey ve toplum olarak ihtiyacımız vardır. Bizi hakikat dünyasından koparmayacak,
sanal ortamlara mahkûm etmeyecek muktedir bir bilinç, disiplinli bir benlik
oluşturmalıyız.
Şunu bilelim ki Rabbimiz, bize şah damarımızdan da yakındır. Gizli-aşikar
her sırrımıza şahittir. Bu itibarla; hangi ortamda bulunursak bulunalım bu bilinç ve
duyarlılıkla adabımızı, ahlakımızı, ahvalimizi, akvâlimizi O’nun huzurundaymış gibi
muhafaza etmeliyiz.” (27 Ocak 2012)
368
YARGI 5: “Değerli Kardeşlerim!
Şeyh Galip: ‘Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i dîde-i
ekvân olan âdemsin sen’ derken, insana âlemin özü ve varlığın gözbebeği olduğunu
hatırlatmaktadır. ‘Biz insanı en güzel biçimde yarattık’ ilâhî fermânına paralel
düşen bu hatırlatma, insanın yaratılmışlar içindeki konumunu anlamlandırmasına
yardımcı olmaktadır. Akıl ve idrak melekeleriyle varlık sebebini kavramaya çalışan
insan, eşref-i mahlûkât olduğunu görecek ve Yaratıcısının lütuf ve nimetlerine karşı
duyarsız kalmayacaktır.” (27 Nisan 2012)
YARGI 5: “Değerli Kardeşlerim!
Fetih evvela kişinin kendinde başlar ve kendi kendinin fâtihi olur insan. Nefis
ve şeytanın esaretinden, hakka kulluk hürriyetine geçen kişidir fâtih. Arınan,
kulluğun hazzına varan ve fethi sevda kabul edip Hak yoluna sevdalı kimse demektir
fâtih. Gönül fethetmenin en büyük cihangirlik kabul edildiği bir medeniyetin
müntesipleri olarak, ‘Gönül yapmak halîlim, Kâbe bünyâd etmekten yeğdir…’
anlayışıyla gönüller fatihi olmaktır. Ve fatih, ‘Gönül yapmak gelmiyorsa elinden,
bari gönül yıkılmasın dilinden’ bilinciyle kötülüklere engel olan kimsedir. (25 Mayıs
2012)
3.4.6.6. Dünya/Ahiret
YARGI 6: “İmtihanlarla dolu şu kısacık dünya hayatının ne kadar hızlı
geçtiğini Yunusumuz ne güzel dile getiriyor:
‘Geldi geçti ömrüm benim, bir yel esip geçmiş gibi.
Hele bana şöyle geldi, bir göz yumup açmış gibi.’ ” (18 Mayıs 2012)
YARGI 6: “Kardeşlerim!
Şu kısacık dünya hayatında sahip olduğumuz bütün değerlerimiz Rabbimizin
bizlere birer emanetidir. Bu emanetleri sahibine teslim etme ve onların hesabını
verme vakti bir gün mutlaka gelecektir. ‘O gün nimetlerden kesinlikle hesaba
çekileceksiniz’ ayetinde bu gerçek dile getirilmektedir.” (22 Haziran 2012)
YARGI 6: “…çağın türlü hastalıklarıyla bunalan gönüllerimizi rahatlatan,
bulanan zihinlerimizi aydınlatan ve yaşadığımız hayatı anlamlı kılan Kur'an'a sımsıkı
sarılmamız dünya ve ukbâ saâdeti açısından son derece önemlidir.” (8 Haziran
2012)
369
YARGI 6: “Kardeşlerim!
Âlemlerin Rabbi, bizi şerefli ve mükemmel bir varlık olarak yarattı. Her
birimizi, dilediği gibi şekillendirdi. Varlık âleminin sayısız nimetlerini önümüze serdi.
Bizi, bütün bu nimetlerden yararlanabileceğimiz duyu ve yeteneklerle donattı. Sonra
da, hangimiz daha güzel işler yapacak diye bizi sınamak için dünyaya gönderdi.
Bizler, bu dünyada birer misafir olarak bulunuyoruz.” (1 Haziran 2012)
YARGI 6: “Kim bir Müslüman’ın dünya sıkıntılarından birini giderirse,
Allah da onun kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim darda
kalan bir kimsenin işini kolaylaştırırsa, Allah da dünya ve âhirette onun işlerini
kolaylaştırır. Kim bir Müslüman’ın ayıbını örterse, Allah da dünya ve âhirette
onun ayıplarını örter. Kişi, kardeşinin yardımında olduğu sürece, Allah da
onun yardımcısı olur.” (31 Ağustos 2012)
YARGI 6: “Kardeşlerim!
Kalbin ve ruhun gıdasıdır muhabbetullah. Vücut için ekmek ve su neyse, kalp
için de Allah sevgisi odur. Nitekim Peygamberimiz (sav): ‘Allah’ım! Beni, Sen’in
muhabbetinle rızıklandır, sevgisi Sen’in katında fayda vereceklerin
muhabbetleriyle rızıklandır’ şeklinde yakararak, Allah sevgisini “Rabbânî bir gıda”
olarak değerlendirir. Üstelik Allah ve Peygamber sevgisi, yalnızca bu dünyanın değil,
ahiretin de azığıdır.” (12 Ekim 2012)
YARGI 6: “Kardeşlerim!
Yeni günler, yeni bir yıl bekliyor bizi. Ömrümüz olursa, onların da tükendiğini
göreceğiz. Bir gün biz de bir takvim yaprağından önce düşeceğiz dünyadan. Bizden
önce başkaları için hep böyle oldu, bizim için de böyle olacak. Başkaları için sıradan
olan bir gün, bizim için en büyük göç başlayacak. Ömür defterimiz kapanacak. Ebedî
ömrümüzün rengi o gün belli olacak. Dünya imtihanımız sonlanacak, elimiz kolumuz
bağlanacak. O günden itibaren, ebedî hayatı kazanmak için bir şey yapamaz hâle
geleceğiz. Geçirdiğimiz yılların hesabı sorulacak!” (28 Aralık 2012)
370
Tablo 14: Dünya/Yaşantı Birimi Açısından Kategoriler
2012 YILI CUMA HUTBELERİNDE “DÜNYA/YAŞANTI”YA İLİŞKİN SÖYLEMİN
“SAĞLIK, FAKİRLİK/ZENGİNLİK, MUTLULUK/HUZUR, ÇALIŞMA/BAŞARI,
DÜNYA/AHİRET, AKIL/İRADE” DÜZEYLERİNDEKİ İÇERİĞİN İDEOLOJİK
GÖRÜNÜMÜ
ONAYLAMA KATEGORİSİ
YADSIMA KATEGORİSİ
1.1.Allah’ın insanlara vermiş olduğu
nimetlere, bedene ve sağlığa iyi bakılır
ve
amaçlı,
sorumlu
bir
hayat
sürdürülürse
emanete
sadakat
gösterilmiş olur.
1.1.Sağlığın ve bedenin Allah’ın bir
emaneti olarak görülmemesi ve ona iyi
bakılmaması
emanete
sadakat
gösterilmemesi anlamına gelir.
1.2. Beden ve sağlığa iyi bakılırsa, vücut
ve zaman özenli kullanılırsa insan
ömrünü iyi değerlendirmiş, Allah’ın
emanetine iyi bakmış olur.
1.2.Bedene
ve
sağlığa
iyi
bakılmaması,
vücudun
hoyratça
kullanılması, değerinin bilinmemesi,
ömrün
ve
Allah’ın
emanetinin
değerinin bilinmemesi demektir.
1.3. Oruç tutanlar sağlıklı olurlar ve 1.3. Oruç tutmayanlar Allah’ın verdiği
Allah’ın verdiği sağlığa teşekkür etmiş sağlığa teşekkür etmemiş olur.
olurlar.
1.4. Hasta olanlara yardım edenler ve
organ bağışı yapanlar, kardeşliğin
gereklerini ve Allah’ın emirlerini yerine
getirerek huzur ve mutluluk bulurlar.
1.4. Hasta olanlara yardım etmeyenler
ve
organ
bağışı
yapmayanlar
kardeşliğin gereklerini ve Allah’ın
emirlerini yerine getirmediklerinden
huzur ve mutluluk bulamazlar.
2.1. Gerçek zenginliğin mal çokluğuyla
değil
gönül
tokluğuyla
sağlandığı
şuuruyla hareket ederek fakirlere, sıkıntı
içindekilere dualarla ve maddi olarak
destek olmak kardeşliğin bir gereğidir.
2.1. Gerçek zenginliğin mal çokluğuyla
değil gönül tokluğuyla sağlandığı
şuuruyla hareket etmeyenler, fakirlere,
sıkıntı içindekilere dualarla ve maddi
olarak destek olmayanlar kardeşliğin
gereğini yerine getirmemiş olurlar.
2.2. Parayla yapılanlar kadar selam 2.2. Sadak veya infakın sadece
vermek,
iyilik
yapmak,
insanlara parayla yapıldığı düşünülmemelidir.
yardımcı olmak da sadaka veya infaktır
ve böyle davrananlar Allah’ın rızasını
kazanırlar.
2.3. Hz. Muhammed’in dediği gibi asıl
üstünlüğe maddi olarak değil Allah’a
yakın olmak ve insanlığa hizmetler
sunmakla ulaşılır.
2.3. Asıl üstünlüğün Allah’a yakın
olmak ve insanlığa hizmetler sunmakla
kazanıldığını bilmeyip maddi olarak
elde edildiğini düşünenler büyük bir
yanılgı içindedirler.
371
3.1. En büyük mutluluğu ibadetler, 3.1. İbadet yapmamak, özellikle de
özellikle de Cuma namazı verir.
Cuma namazı kılmamak en büyük
mutluluktan yoksun kalmaktır.
3.2. Günahlardan kaçanlar, acziyetini 3.2.
Günahları
umursamadan,
Allah’a itiraf edenler dünya ve ahiret bunlardan kaçınmadan yaşayanlar
mutluluğunu yakalar.
dünya
ve
ahiret
mutluluğunu
yakalayamaz.
3.3. Huzur, maddede ve geçici hazlarla
değil, Allah’ı zikretmekle elde edilir.
3.3. Huzuru maddede ve geçici
hazlarda arayanlar, Allah’ı zikretmekle
elde edileceğini bilmeyenler ya da
bunu uygulamayanlar huzura eremez.
3.4. Kur’an kulluğun, kurtuluşun ve ebedi 3.4. Kuranın öğütlerini dinlemeyenler
mutluluğun anahtarıdır. Ona uyanlar dünyada ve ahirette huzur bulamazlar.
dünyada ve ahirette huzura kavuşur.
3.5. Rabbin rızasını kazanmanın ve
ebedi
mutluluğa
ulaşmanın
yolu,
Peygamberin
ilkelerine
uymakla
mümkün olur.
3.5.
Peygamberin
ilkelerine
uymayanlar, Rabbin rızasını ve ebedi
mutluluğa
ulaşmanın
yolunu
bulamazlar.
3.6. İnsanı yaratan Allah, ona mutluluğun 3.6. İnsanı yaratan Allah’ın, ona
yollarını da göstermiştir.
mutluluğun yollarını da göstermiş
olmadığını düşünmek doğru olmaz.
4.1. Bir kişi, öncelikle çalışarak, 4.1.
Çalışmadan,
sebeplere
sebeplere sarılır ve tedbir alırsa tevekkül sarılmadan, tedbir almadan boş
etmiş olur.
oturmanın, gerçek tevekkülle alakası
olamaz.
4.2. İslam dinine göre başarılı olmak 4.2.İslam dinine göre bir öğrencinin
isteyen bir öğrencinin önce çalışması derslerine çalışmadan başarılı olmak
sonra dua etmesi dine uygun bir için yaptığı dua dine uygun değildir.
davranış biçimidir.
4.3.
Engellilere
yeterli
imkânlar 4.3. Engelli de olsa insanların
sağlanırsa ve onlar da azimle ve inançla yeteneklerini göstermelerinin, çalışıp
çalışırlarsa başarılı olurlar.
başarılı olmalarının önüne engel
konulmamalıdır.
5.1.Müslüman,
sınırsız
imkânlar
dünyasında her ortamda, bilinçli, disiplinli
ve sorumlu davranmalı, kendini kontrol
edebilen dirayetli kişiliklere sahip olmalı
ve her an Allah’ın huzurundaymış gibi
davranmalıdır.
5.1. Her ortamda, bilinçli, disiplinli ve
sorumlu davranılmaz, kendini kontrol
edebilen dirayetli kişiliklere sahip
olunmaz
ve
her
an
Allah’ın
huzurundaymış gibi davranılmazsa
Müslümanlığın
gereğine
uygun
davranılmış olmaz.
372
5.2. Varlık sebebini akılla anlamaya 5.2. Varlık sebebini akılla anlamaya
çalışan insan, yaratıcısını anlar ve onun çalışmayan insan, Allah’ı anlayamaz
isteklerine uyar.
ve onun isteklerine uyamaz.
5.3. Kişinin kendinde başlayan fetih,
nefis ve şeytanın esaretinden, Allah’a
kulluk hürriyetine geçmek, gönül almak,
gönül kırmamak ve kötülüklere engel
olmaktır.
5.3.
Fetih
kişinin
kendisinden
başlamaz,
nefis
ve
şeytanın
esaretinden
kurtulunmaz
ve
kötülüklere engel olunmazsa asıl
amaca ulaşılamaz.
6.1. Dünya hayatı imtihanlarla dolu ve
çok kısadır.
6.1.
Dünya
hayatının
imtihan
olmadığını
ve
kısa
olmadığını
düşünmek büyük bir yanılgıdır.
6.2.Dünya hayatındaki her şeyi Allah’ın 6.2. Dünya hayatındaki her şeyi
bir emaneti olarak görmek, Kuran’a Allah’ın bir emaneti olarak görmemek
uygun davranmaktır.
Kuran’la uyuşmaz.
6.3. Kuran’a uygun bir hayat sürmek, 6.3.
Kurana uygun bir
hayat
hem bu dünyada hem de öbür dünyada yaşamayanlar bu dünyada ve öbür
mutluluğa ulaştırır.
dünyada mutlu olamazlar.
6.4.Allah mükemmel bir şekilde yarattığı 6.4. Dünya hayatında iyi işler
ve sayısız nimetler verdiği insanı iyi işler yapmayanlar imtihanı kazanamazlar.
yapması için imtihan yeri olan dünyaya
göndermiştir.
6.5.Bir Müslümanın sıkıntılarını giderip
yardımcı olan kişinin, Allah da bu
dünyada ve öbür dünyadaki sıkıntılarını
giderir ve onun yardımcısı olur.
6.5. Bir Müslümanın sıkıntılarını
gidermeyen ve yardımcı olmayan
kişinin Allah’tan yardım beklemesi
doğru olmaz.
6.6. Ekmek ve su, vücut için ihtiyaç 6.6.
Allah
sevgisini
kalbine
olduğu gibi Allah sevgisi de kalbin yerleştirmeyenler, kalplerinin ihtiyacını
ihtiyacıdır ve her iki dünyanın ihtiyacıdır. karşılamazlar.
6.7. Ömür geçicidir ve bittikten sonra 6.7. Ömrün geçici olduğunu ve
öbür
dünya
için
bir
şey bittikten sonra öbür dünya için bir şey
yapılamadığından
yaşanırken
iyi yapılamadığını bilmeyenler büyük bir
değerlendirilmelidir.
kayıptadır.
3.4.6.7. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Dünya/Yaşantı” Alanındaki
Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi
2012 Cuma hutbelerinde dünya ve yaşantı konusuna sağlık açısından
çeşitli biçimlerde yer verildiğini görmekteyiz. Daha özel olarak, öncelikle,
373
bedenin Allah’ın insanlara verdiği bir nimet olduğuna, bedene ve sağlığa iyi
bakılmasının ve amaçlı, sorumlu bir hayat sürdürülmesinin, emanete sadakat
göstermek anlamına geldiğine değinilmektedir. Buna ek olarak, insanların
oruç tutmakla hem sağlıklı olduklarına hem de Allah’a verdiği sağlık için
teşekkür ettiklerine dikkat çekilmektedir. Son olarak, hasta olanlara yardım
edenlerin ve organ bağışı yapanların, kardeşliğin gereklerini ve Allah’ın
emirlerini yerine getirerek huzur ve mutluluk buldukları ileri sürülmektedir.
Fakirlik ve zenginlikle ilgili olarak, gerçek zenginliğin mal çokluğuyla
değil gönül tokluğuyla sağlandığı şuuruyla hareket edilerek fakirlere, sıkıntı
içindekilere dualarla ve maddi olarak destek olmanın kardeşliğin bir gereği
olduğu vurgulanmaktadır. Parayla yapılan yardımlar gibi selam verme, iyilik
yapma, insanlara yardımcı olmanın da sadaka veya infak olduğu ve böyle
davrananların Allah’ın rızasını kazandıkları belirtilmektedir. Bu açıdan, Hz.
Muhammed’in dediği gibi asıl üstünlüğe maddi olarak değil Allah’a yakın
olmak ve insanlığa hizmetler sunmakla ulaşıldığı vurgulanmaktadır.
Mutluluk ve huzurun yollarını, insanı yaratan Allah’ın gösterdiği
vurgulanmaktadır. Kuran’ın, kulluğun, kurtuluşun ve ebedi mutluluğun
anahtarı olduğu, ona uyanların dünyada ve ahirette huzura kavuştukları
düşüncesi işlenmektedir. Yine Rabbin rızasını kazanmanın ve ebedi
mutluluğa ulaşmanın yolunun, Peygamberin ilkelerine uymakla mümkün
olduğu ifade edilmektedir. Mutluluğun ve huzurun en büyüğünü, ibadetlerin,
özellikle
de
Cuma
namazının
ve
Allah’ı
zikretmenin
verdiği
öne
sürülmektedir. Bu çerçevede madde ve geçici hazlar reddedilmektedir.
Günahlardan kaçanların, zayıflıklarını Allah’a itiraf edenlerin, dünya ve ahiret
mutluluğunu yakaladıkları görüşüne yer verilmektedir.
Hutbelerde çalışma başarı desteklenmekle birlikte İslami biçimde
olması gerektiği üzerinde durulmaktadır. Bu anlamda örneğin, İslam dinine
göre başarılı olmak isteyen bir öğrencinin önce çalışması sonra dua
etmesinin, dine uygun bir davranış biçimi olduğu ifade edilmektedir. Bir
kişinin, öncelikle çalışması ancak tevekkül etmesi gerektiği görüşüne yer
374
verilmektedir. Yeterli imkân verildiğinde azimle ve inançla çalıştıklarında
engellilerin bile başarılı olacakları vurgulanmaktadır.
Cuma hutbelerinde dünya/ahiretle ilişkili olarak Müslümanın, sınırsız
imkânlar dünyasında her ortamda, bilinçli, disiplinli ve sorumlu davranması,
kendini kontrol edebilen dirayetli kişiliklere sahip olması ve her an Allah’ın
huzurundaymış gibi davranması tavsiye edilmektedir. İnsanın varlık sebebini
akılla anlamaya çalıştığında yaratıcısını anladığı ve onun isteklerine uyduğu
belirtilir. Ayrıca, kişinin, nefsin ve şeytanın esaretinden kurtulmasının, Allah’a
kulluk hürriyetine geçmesini, gönül almasını, gönül kırmamasını ve
kötülüklere engel olmasını beraberinde getirdiği belirtilmektedir.
Akıl/iradeyle ilişkili olarak 2012 Cuma hutbelerinde, dünya hayatının
imtihanlarla dolu ve çok kısa olduğuna dikkat çekilmektedir. Bu açıdan,
dünya hayatındaki her şeyi Allah’ın bir emaneti olarak görmekle, Kuran’a
uygun davranılacağı ifade edilmektedir. Kuran’a uygun bir hayat sürmenin,
hem bu dünyada hem de öbür dünyada mutluluğa ulaştırdığının altı
çizilmektedir. Dünyanın bir imtihan yeri olmasının akıl/iradeyle ilişkili olduğu
vurgulanmaktadır. Ömrün geçici olması ve bittikten sonra öbür dünya için bir
şey yapılamaması nedeniyle yaşamın iyi değerlendirilmesi öğütlenmektedir.
3.4.7. Güncel Değerler/Eğilimler
Güncel
günümüz
değerler/eğilimler
dünyasının
birimi
sorunları,
içinde
öncelikle
bilim/teknoloji,
hak/özgürlük,
değişim/ilerleme
ve
eğitim/öğretim alt birimleri hakkında yargı barındıran metinler belirlenmekte,
sonra bu metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade
edilmekte,
son
olarak
ise
değerlendirme yapılmaktadır.
ortaya
çıkan
yargısal
ifadeler
hakkında
375
3.4.7.1. Hak/Özgürlük
YARGI 1: “Kardeşlerim!
‘Mü'minler birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet etmede ve
birbirlerini korumada bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu
zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulur.’
nebevî öğretisiyle Sevgili Peygamberimiz (s.a.s), müminlerin birbirleri üzerindeki
haklarına ve sorumluluklarına dikkat çekmektedir. İşte bu bilinçledir ki müminler,
sorumluluk içerisinde bir hayat yaşarlar. Ve ‘… Bir kimse müslüman kardeşinin
ihtiyacını giderirse, Allah da ona yardım eder…’ inancıyla hareket ederler.” (9
Kasım 2012)
YARGI 1: “Kardeşlerim!
Resûl-i Ekrem Efendimizin ifadesiyle ‘Rahmet kapılarının açıldığı, Cehennem
kapılarının kapandığı ve azılı şeytanların zincire vurulduğu Ramazan ayı’,
Rabbimizle ve çevremizdeki varlıklarla ilişkilerimizi yeniden gözden geçirme fırsatı
sunuyor bize. Namazla, oruçla, semaya el açmakla, zekâtla ve sadakayla gerçek
özgürlüğe ve kalp huzuruna ereceğiz.” (13 Temmuz 2012)
3.4.7.2. Günümüz Dünyasının Sorunları
YARGI 2: “Manevi değerlerin örselendiği ve maddenin ön plana çıktığı
günümüz dünyasında insan, çoğu zaman yalnız kalmaktadır. Aynı evde yaşadıkları
halde televizyon ve bilgisayar başında saatlerini geçirerek birbirlerinden habersiz
yaşayan nice insanlar vardır. Ne acıdır ki ailenin muhabbet kokan ortamından
kendisini mahrum bırakan insan, yaşadığı evi bir konaklama yeri haline getirerek
kendisine, aile bireylerine ve dolayısıyla topluma haksızlık etmektedir.” (11 Mayıs
2012)
YARGI 2: “Kardeşlerim!
Peygamber Efendimiz, Müslümanlar arasında ortaya çıkan bireysel ve
toplumsal problemleri, zamanında ve gerekli müdahalelerle çözüme kavuşturmuştur.
Şu olay, O’nun sevgi ve barış anlayışını ne de güzel yansıtır:
Kubâ ahalisi arasında kavga çıkmış ve olay birbirlerini taşlamaya kadar
uzanmıştı. Durum kendisine haber verilince Rahmet Peygamberi: ‘Bizi oraya
götürün de aralarını düzeltip onları barıştıralım’ buyurdu.
Gönüller Sultanı, bu tavrı ile karışıklık, zulüm, çekişme, ötekileştirme hatta
öldürme gibi insanlık dışı uygulamalar sergileyen günümüz insanlığına, özellikle de
İslam coğrafyasına ince mesajlar vermiştir.” (24 Ağustos 2012)
376
YARGI 2: “Kardeşlerim!
‘Toplumsal hayatımızı sünnet ile nasıl inşa edebiliriz?’ sorusunun cevabı
Efendimizin hadislerinde ortaya çıkmaktadır. O’nun hadisleri bizlere kardeşliği,
beraber üzülüp beraber sevinmeyi, kadirşinaslığı, paylaşmayı, kaynaşmayı kısacası
hayatı öğreten örneklerle doludur. Geliniz, aynı ortamda fakat ayrı dünyalarda
yaşayan günümüz insanının derdine ilaç niteliğindeki bu örneklere hep birlikte kulak
verelim:” (31 Ağustos 2012)
YARGI 2: “Değerli Kardeşlerim!
Ne yazık ki günümüz dünyasında birçok değerimiz zayıflamaya, hatta
unutulmaya yüz tuttu. Sevgi, saygı, şefkat, merhamet, muhabbet gibi güzel
hasletler de bundan nasibini aldı. İnsanlar, kendilerine huzur ve mutluluk verecek
bu güzel duyguları birbirlerinden esirger hale geldiler. Oysa çok mu zor
kardeşimize sevgimizi izhâr etmek, hissettirmek, bir güler yüz göstermek, tatlı bir
söz söylemek? Şefkat Peygamberi’nin, ‘Din kardeşini güler yüzle karşılaman
dahî olsa! Sakın hiç bir iyiliği küçük görme!’ sözü bizler için hem bir uyarı hem
de müjde değil midir? Rabbimiz, Yüce Kitabında, sevgisini kazandıracak işler
yapanları dostları olarak nitelemez mi? Dostlarının asla korkmayacaklarını ve
üzülmeyeceklerini bildirmez mi?
Öyleyse kardeşlerim, geliniz Allah sevgisini ve Allah için sevmeyi
hayatımızın merkezine oturtalım. Sevgili Peygamberimizin oluşturduğu insanlık
medeniyetinin birer neferi olduğumuzu unutmayalım.” (30 Kasım 2012)
YARGI 2: “Kardeşlerim!
Maddenin ön plana çıktığı günümüzde Kur’an’ı okuyup anlamanın ve hayatı
Kur’an’la yaşamanın ayrı bir değeri ve önemi vardır. Çünkü vicdanlarda Kur’an
meşalesi yanmazsa vicdanlar kararmaya mahkum olacaktır. Şu halde imanla
bezenmeyen, Kuran'la aydınlanmayan kalpler ne ile parlayacaktır. İstiklâl Şâirimiz
Mehmet Âkif bu hakikati ne de güzel ifade etmektedir:
Beşerin derdine derman olur, ancak Kur'an
Ona sarılmazsa eğer, canavardan da beterdir insan
Allah'a dayan, sa'ye sarıl, hikmete râm ol,
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.” (8 Haziran 2012)
377
3.4.7.3. Bilim/Teknoloji
YARGI 3: “Kerim kitabımızın bir başka ayetinde ise, huzur ve mutluluğu
yakalayan müminlerden bahsedilirken; onların dünya ve ahiretlerine, kendilerine ve
insanlığa faydası olmayan boş ve anlamsız şeylerden uzak durduklarına vurgu
yapılır.
Efendimiz (s.a.s.) de; ‘Bir kimsenin lüzumsuz ve boş şeyleri terk etmesi
iyi bir Müslüman oluşundandır.’ sözüyle hislerimize tercüman olur.
Muhterem Kardeşlerim!
Sosyal ağlarla ulaştığımız imkânı, bilgi, görgü ve duygu paylaşımı olarak
hayır ve yararımıza kullanmak mümkün olduğu gibi, kötüye kullanmak da bizim
irademiz ve elimizdedir.
Unutulmamalıdır ki; sosyal ağlarla elde ettiğimiz devasa imkânları iyi yönde
ve amacına uygun şekilde kullanmak gerçekte irademizin merkezindedir” (27 Ocak
2012)
YARGI 3: “ Kıymetli Kardeşlerim!
Her geçen gün, hayatımızı kolaylaştıran yeni buluşlara imza atılmakta,
teknolojik alanda baş döndürücü gelişmeler yaşanmaktadır. Bir tuşa
dokunduğumuzda dünyanın öbür ucu yanımıza geliyor, oturduğumuz yerden
istediğimiz bilgiye ulaşabiliyoruz. Hatta bazen kendimizi öylesine kaptırıyoruz ki, tek
dostumuz önümüzdeki bilgisayar ve elimizdeki telefonun ekranı oluveriyor. Böyle
olunca da çoğu defa duygularımız zayıflıyor, ilişkilerimiz sanallaşıyor. (30 Mart 2012)
YARGI 3: “Kadir gecesini ihya etmek, her şeyden önce Kur’an-ı Kerim’in
kadrini, kıymetini bilmekten geçer. Kurân’ın kadrini kıymetini bilmek ise, O’nun
kurtuluş reçetemiz olduğunun şuuruna ererek yüce değerleri doğrultusunda
hayatımıza yön vermektir. Şair, Kerim Kitabımıza sarılmanın önemini şu sözleriyle
ne de güzel dile getirir:
Bir kitap ki; mübîndir; apaçıktır görene,
Son nefeste korku yok, O’na gönül verene.
Adı Kur’ân-ı Kerîm, mekânı kalb-i selîm,
O’ndadır gerçek irşâd, O’ndadır gerçek ilim.” (10 Ağustos 2012)
YARGI 3: “Gönüller Sultanı Efendimiz de hayatı boyunca öğrenmeye ve
öğretmeye özen göstermiş, değişik vesilelerle hem ilme teşvik etmiş hem de ilim
yolcularını taltif etmiştir. O’nun ilme teşvik hususunda söylediği şu sözü ne büyük
378
bir müjdedir: ‘Kim ilim öğrenmek için yola çıkarsa, Allah ona cennete giden yolu
kolaylaştırır.’ ”…
Kardeşlerim!
Her işin olduğu gibi ilim tahsilinin de bir usulü adabı vardır. Öncelikle ilmin bir
nimet olduğu bilinmeli ve ilim insanlığa faydalı olmak için öğrenilmelidir. Böylesine
ulvi bir değer, insanlığın zararı doğrultusunda kullanılırsa, sahibi için bir nimet değil,
külfet olur. İlim, maddi bir üstünlük ve böbürlenme vesilesi yapılmamalıdır. Aksine,
öğrenmek kişiyi olgunlaştırmalı, tevazu sahibi yapmalı ve Allah’ın sevgisine
ulaştırmalıdır. Bakınız, gerçek ilmin ne olduğunu Yunusumuz şu dizeleriyle ne de
güzel ifade eder:
İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsin,
Ya nice okumaktır.” (7 Eylül 2012)
YARGI 3: “…Kalıcı mirasın ne olduğunu ise Peygamber Efendimiz (s.a.s),
şöyle dile getirmektedir: ‘İnsan öldüğünde sevabı kesilir. Ancak şu üç şeyden
dolayı sevap yazılmaya devam edilir: Faydalanılan eser, istifade edilen ilim ve
hayırlı evlat.’ ” (8 Haziran 2012)
3.4.7.4. Değişim/İlerleme
YARGI 4: “Değerli Kardeşlerim!
Teknoloji alanında baş döndürücü gelişmeler yaşanmaktadır. Bu vesileyle
iletişim büyük bir ivme ve güç kazanmıştır. Öyle ki bir mesajla büyük kitlelere anında
ulaşabilmekte, duygu ve düşüncelerimizi çok geniş kitlelerle paylaşabilmekteyiz.
Hemen herkesin bir şekilde meşgul olduğu sosyal ağlar, farklı coğrafyadaki
kardeşlerimizle tanışmaya ve insanlarla nice dostluklara zemin hazırlamaktadır. Her
satırı gönülden yazılmış bir mesaj ile sevinç ve mutluluklara ortak olunabilmekte, zor
zamanlarda bir selam veya hoş bir ileti yüreklere su serpebilmektedir… Allah’ın bize
birer nimet olarak verdiği imkânların, şerre değil hayra hizmet için kullanılmasını ve
gönüller arası muhabbet köprülerinin inşasına zemin hazırlamasını diliyor,
Efendimizin bir hadisiyle hutbemi bitiriyorum:
‘Müslüman, elinden ve dilinden insanların emin olduğu kimsedir.’ ” (27
Ocak 2012)
379
YARGI 4: “Mirâcın manevi anlamlarına odaklanarak Peygamberimizin
yaşadığı bu büyük tecrübeden dersler çıkaralım. İnsanlığın izzet ve itibar arayışını
yeniden sorgulayalım. İki günü eşit olan zarardadır ilkesi gereği sürekli maddî ve
manevî ilerlemenin peşinde koşalım.” (15 Haziran 2012)
3.4.7.5. Eğitim/Öğretim
YARGI 5: “Medine’ye hicretten sonra Sevgili Peygamberimizin mescidinde
sürekli eğitim faaliyetinin yürütüldüğü bir bölümün açılması, Efendimizin bu konudaki
hassasiyetinin en güzel örneklerindendir. Ayrıca Rahmet Peygamberi’nin, savaş
esirlerinden okuma yazma bilenleri okuma yazma öğretmeleri şartıyla serbest
bırakma yüceliğini göstermesi, insanlık tarihinin şeref tabloları arasında yerini
almıştır.
Kıymetli kardeşlerim!
Asırlar boyu dünya medeniyetine önderlik etmiş ve birçok katkı sağlamış bir
medeniyetin mensuplarıyız. Yükselmenin ve dünya sahnesinde söz söylemenin
ancak eğitim öğretimle mümkün olacağının şuuruna eren ecdadımız, ilme hizmeti
üstünlük vesilesi saymıştır. Tarihimiz, bir âlimin atının ayağından kaftanına çamur
sıçramasıyla onur duyan ve o kaftanın kabri üzerine örtülmesini vasiyet eden devlet
yöneticilerine şahit olmuştur…
Kardeşlerim!
Eğitim öğretim sezonunun başlayacağı şu günlerde hepimizi tatlı bir telaş
sardı. Kimimiz evladını okula kayıt yaptırdı, kimimiz ise okul ihtiyaçlarını temin için
çarşı pazara çıktı. Ancak, yavrularımızın eğitimi sürecindeki en önemli
sorumluluğumuz, onlardan ilgiyi kesmememizdir. Dayatmacı bir anlayış yerine
onlara okulu, öğretmeni, defteri, kalemi sevdirme gayretini gütmemizdir. Yeni eğitim
öğretim yılının öğrencilerimize, öğretmenlerimize ve velilerimize hayırlara vesile
olması temennileri ile hutbemizi Efendimizin şu duası ile bitirelim:
‘Allah'ım! faydasız ilimden,
sana itaat etmeyen kalpten, kabul
edilmeyen duadan ve aç gözlülükten sana sığınırım’ ” (7 Eylül 2012)
380
Tablo 15: Güncel Değerler/Eğilimler Birimi Açısından Kategoriler
2012 YILI CUMA HUTBELERİNDE “GÜNCEL DEĞERLER/EĞİLİMLER”E
İLİŞKİN
SÖYLEMİN
“HAK/ÖZGÜRLÜK,
GÜNÜMÜZ
DÜNYASININ
SORUNLARI, BİLİM/TEKNOLOJİ, DEĞİŞİM/İLERLEME, EĞİTİM/ÖĞRETİM”
DÜZEYLERİNDEKİ İÇERİĞİN İDEOLOJİK GÖRÜNÜMÜ
ONAYLAMA KATEGORİSİ
YADSIMA KATEGORİSİ
1.1. Müminler bir vücudun organları gibi
birindeki bir hastalık diğerini de etkiler.
Aynı zamanda birbirleri üzerinde hakları
ve sorumlulukları vardır.
1.1. Müminler birbirlerinden ayrı
bireyler değildir. Birbirleri üzerindeki
hak ve sorumluluklarının farkında
olmadıkça mümin sıfatını tam olarak
taşıyamazlar.
1.2. Ramazan ayı, şeytanın zincire
vurulduğu ve namazla, oruçla, zekâtla
ve sadakayla gerçek özgürlüğe ulaşmayı
sağlar.
1.2. Ramazan ayında şeytana zincir
vurmamak, namaz, oruç, ibadetlerini
yapmamak,
zekât
ve
sadaka
vermemek
gerçek
özgürlüğe
ulaşamamaya neden olur.
2.1. Günümüz dünyasında manevi
değerler zayıfladığı ve madde ön plana
çıktığı
için
yabancılaşma
ortaya
çıkmaktadır. Aynı evde yaşadıkları halde
televizyon ve bilgisayar nedeniyle
birbiriyle ilişki kurmayan insan, kendine,
aile bireylerine ve topluma haksızlık
yapmaktadır.
2.1. Günümüzde manevi değerler
yaşanmadan
yabancılaşmaktan
kurtulmak
imkânsızdır.
İnsan,
televizyon ve bilgisayarın etkisinden
uzaklaşmadıkça
kendine,
aile
bireylerine ve topluma haksızlık
yapmaktan kurtulamaz.
2.2. Hz. Muhammed müslümanlar
arasındaki sorunları sevgi ve barış
anlayışıyla çözmeye çabalamıştır. Bu
yönüyle o, karışıklık, zulüm, çekişme,
ötekileştirme hatta öldürme gibi insanlık
dışı uygulamaların bulunduğu günümüz
dünyası için bir örnek olmuştur.
2.2. Hz. Muhammed’in sevgi ve barış
anlayışına
sahip
olmadan
Müslümanlar
arasındaki
sorunlar
çözülemez. Günümüz dünyasındaki
karışıklık,
zulüm,
çekişme,
ötekileştirme hatta öldürme gibi
insanlık
dışı
uygulamalar,
Hz
Muhammed örnek alınmadan ortadan
kalkmaz.
2.3. Aynı ortamda ama ayrı dünyalarda
yaşayan günümüz insanının sorununun
çözümünü
Hz.
Muhammed’in
yaşantısında bulunur. O, kardeşlik,
beraber üzülüp beraber sevinme,
kadirşinaslık, paylaşma, kaynaşmanın
örneklerini sunmuştur.
2.3. Hz. Muhammed’in yaşantısı örnek
alınmadan aynı ortamda ama ayır
yaşayan günümüz insanının sorunu
çözülmez.
Onun
yaşantısı
anlaşılmadan
kardeşlik,
beraber
üzülüp beraber sevinme, kadirşinaslık,
paylaşma, kaynaşma gerçekleşmez.
381
2.4. Günümüz dünyasında sevgi, saygı,
şefkat,
merhamet
gibi
duygular
zayıflamış, birçok değerimiz unutulmaya
yüz tutmuştur. Müslümanların bu
duyguları
birbirlerine
göstermeleri
gerekir.
2.4. Günümüz dünyasında birçok
değerlerimizin önemini kaybetmesi,
sevgi, saygı, şefkat, merhamet gibi
duyguların yaşanmamasına neden
olmuştur. Bu duyguları birbirlerine
göstermeyenler
Müslümanlığın
gereklerini
tam
olarak
yapmış
sayılmazlar.
2.5. Günümüzde madde ön plana çıktığı
için hayatı Kuran’a dayandırmanın
önemi her zamankinden büyüktür.
Kalpler imanla bezenmeli ve Kuran’la
aydınlanmalıdır. Mehmet Akif bu durumu
şiirinde güzel bir şekilde ifade etmiştir.
2.5. Günümüzde maddenin ön plana
çıkması,
hayatın
Kuran’a
dayandırılmamasının bir sonucudur.
Kalpler imanla bezenmeden ve kuranla
aydınlanmadan bu sorun çözülemez.
3.1. Kuran’a ve Hz. Muhammed’e göre
mutluluğu yakalayan müminler, insanlığa
faydası olmayan boş ve anlamsız
şeylerden uzak dururlar. Sosyal ağlar,
kötüye kullanmaktan sakınıp bilgi, görgü
ve duygu paylaşımının bir imkânı olarak
kullanılmalıdır.
3.2. Kuran’a ve Hz. Muhammed’e
göre, insanlığa faydası olmayan boş
ve
anlamsız
şeylerden
uzak
durmayanlar mutluluğu yakalayan
müminler haline gelemezler. Sosyal
ağları,
kötüye
kullanmaktan
sakınmayanlar bilgi, görgü ve duygu
paylaşımını
bir
imkân
olarak
kullanmazlar.
3.2. Teknolojik alanda hayatımızı
kolaylaştıran buluşlar yaşanmaktadır.
Buna karşın çoğu zaman duygularımız
zayıflamakta,
ilişkilerimiz
sanallaşmaktadır.
3.2. Teknolojik alandaki buluşların
hayatımızı
kolaylaştırmadığını
düşünmemeliyiz. Ancak bu buluşların
duygularımızı
zayıflatmadığı,
ilişkilerimizi sanallaştırmadığı da doğru
değildir.
3.3. Kadir gecesini iyi değerlendirmek,
Kuran’ın kurtuluş reçetemiz olduğunu ve
hayatımıza yön verdiğini kavramaktan
geçer.
3.3.
Kadir
gecesini
iyi
değerlendirmeden Kuran’ın kurtuluş
reçetemiz olduğunu ve hayatımıza yön
verdiğini kavrayamayız.
3.4. Hz. Muhammed, öğrenmeyi ve
öğretmeyi teşvik etmiştir. İlim insanlığın
zararına değil faydasına kullanılmalıdır.
İlim,
maddi
üstünlük
anlayışına,
böbürlenmeye değil, olgunlaşmaya,
tevazuya ve Allah sevgisine götürmelidir.
Yunus Emre’nin aktarılan dizeleri,
gerçek ilmi çok güzel ifade etmektedir.
3.4. Öğrenmeye ve öğretmeye değer
vermeyen
Hz.
Muhammed’i
anlayamaz. İlimi insanlığın faydasına
değil zararına kullanmak yanlıştır.
Maddi üstünlük anlayışı, böbürlenme,
ilmin gerektirdiği olgunlaşma, tevazu
ve Allah sevgisinden yoksun bırakır.
3.5. İnsan öldükten sonra sevabı kesilir
ancak faydalanılan eser, istifade edilen
ilim ve hayırlı evlattan dolayı sevabı
devam eder.
3.5. İnsan eser üretmemişse, ilim
ortaya koymamışsa ve hayırlı evlat
yetiştirmemişse öldükten sonra sevabı
devam etmez.
382
4.1. Teknolojik alanda büyük değişimler
yaşanmakta, iletişim alanında büyük
yenilikler ortaya çıkmaktadır. Sosyal
ağlar sayesinde birbirinden çok uzakta
bulunan insanlar arasında dostluklar
kurulmaktadır. Allah’ın insanlara bir
nimet olarak verdiği imkânlar şer için
değil hayır için kullanılmalıdır.
4.1.
Teknolojik
alandan
büyük
değişimlerin yaşandığını ve iletişim
alanında büyük yeniliklerin ortaya
çıktığını görmezden gelemeyiz. Sosyal
ağlar olmasaydı birbirinden çok uzakta
bulunan insanlar arasında dostluklar
kurulmazdı. Allah’ın insanlara bir nimet
olarak verdiği imkânlar hayır için değil
şer için kullanılmamalıdır.
4.2. Miracın manevi anlamına dikkat
edilerek ondan dersler çıkarmalı,
insanlığın itibar arayışını düşünmeli ve
sürekli maddi ve manevi ilerlemenin
peşinden koşmalıyız.
4.2. Miracın manevi anlamına dikkat
etmeyenler ondan dersler çıkaramaz,
insanlığın itibar arayışını düşünemez
ve sürekli maddi ve manevi ilerlemenin
peşinden koşamaz.
5.1. Hz. Muhammed, savaş esirlerinin
diğer savaş esirlerine okuma yazma
öğretmeleri
karşılığında
serbest
bırakılması gibi birçok uygulamasıyla
eğitime büyük önem vermiştir. Ayrıca
tarihimiz boyunca ilmin ve alimin büyük
bir değeri olmuştur. Okula devam eden
çocuklarımıza dayatmacı bir anlayış
yerine onlara okulu, öğretmeni, defteri,
kalemi sevdirme gayretini gütmemiz
gerekir.
5.1. Hz. Muhammed’i anlamamak,
onun savaş esirlerinin diğer savaş
esirlerine okuma yazma öğretmeleri
karşılığında serbest bırakılması gibi
birçok uygulamasıyla eğitime verdiği
büyük önemi görmemektir. Ayrıca
tarihimiz boyunca ilmin ve alimin
önemli bir yerinin olduğu görmezlikten
gelinemez.
Okula
devam
eden
çocuklarımıza, dayatmacı bir anlayış
uygulamak, onların okulu, defteri,
kalemi sevmemeleri ne yol açar.
3.4.7.6. 2012 Yılı Cuma Hutbelerinde “Güncel Değerler/Eğilimler”
Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi
2012 Cuma hutbelerinde güncel değerler/eğilimlerle ilgili söylemin,
hak/özgürlük,
günümüz
dünyasının
sorunları,
bilim/teknoloji,
değişim/ilerleme, eğitim/öğretim düzeylerindeki görünümünü incelemekteyiz.
Bu anlamda, güncel değerlerin nasıl ele alındığın ve güncel eğilimlere nasıl
yaklaşıldığına
ilişkin
öğütler,
tavsiyeler
ve
yaklaşımları
saptamayı
amaçlamaktayız.
Hak/özgürlükle ilişkili olarak hutbelerde, bir bütünün parçaları olma ve
gerçek özgürlük anlayışından söz edildiği görülmektedir. Daha özel olarak,
müminlerin bir vücudun organları gibi oldukları, birindeki bir hastalığın diğerini
383
de etkilediği, aynı zamanda birbirleri üzerinde hakları ve sorumlulukları
olduğu vurgulanmaktadır. Ayrıca ramazan ayının, şeytanın zincire vurulduğu
ve namazla, oruçla, zekâtla ve sadakayla gerçek özgürlüğe ulaşmayı
sağladığına dikkat çekilmektedir.
Değinilen temel bir sorun, günümüz dünyasında manevi değerlerin
zayıfladığı ve maddenin ön plana çıktığı için yabancılaşmanın ortaya
çıkmasıdır. Örneğin, insanların, aynı evde yaşadıkları halde televizyon ve
bilgisayar nedeniyle birbiriyle ilişki kurmamakla, kendilerine, aile bireylerine
ve topluma haksızlık yaptıkları ileri sürülmektedir. Birbyiriyle aynı ortamda
ama ayrı dünyalarda yaşayan günümüz insanının sorununun çözümünün,
Hz.
Muhammed’in
yaşantısında
bulunduğu
vurgulanmaktadır.
Onun,
kardeşlik, beraber üzülüp beraber sevinme, kadirşinaslık, paylaşma,
kaynaşmanın örneklerini sunduğundan bahsedilmektedir. Hz. Muhammed’in
müslümanlar arasındaki sorunları, sevgi ve barış anlayışıyla çözmeye
çabaladığına değinilmektedir. Bu açıdan onun, karışıklık, zulüm, çekişme,
ötekileştirme hatta öldürme gibi insanlık dışı uygulamaların bulunduğu
günümüz dünyası için bir örnek oluşturduğu ifade edilmektedir. Ayrıca
günümüzde madde ön plana çıktığı için hayatı Kuran’a dayandırmanın
öneminin her zamankinden büyük olduğunun altı çizilmektedir. Bu anlamda,
kalplerin
imanla
bezenmesi
ve
Kuran’la
aydınlanması
gerektiği
vurgulanmaktadır. Ayrıca Mehmet Akif’in dizeleri aktarılarak bu durumu
şiirinde güzel bir şekilde ifade ettiğine değinilmektedir. Son olarak, günümüz
dünyasında sevgi, saygı, şefkat, merhamet gibi duyguların zayıfladığı, birçok
değerimizin unutulmaya yüz tuttuğu, Müslümanların bu duyguları birbirlerine
göstermeleri gerektiği üzerinde durulmaktadır.
Hutbelerde,
teknolojik
alanda
hayatımızı
kolaylaştıran
buluşlar
yaşandığı ancak çoğu zaman duygularımızın zayıfladığı, ilişkilerimizin
sanallaştığı ileri sürülmektedir. Bilim/teknolojiye İslam’ın önem verdiği ancak
onu zararlı değil yararlı şekilde kullanmak gerektiği görüşüne yer
verilmektedir. Kuran’a ve Hz. Muhammed’e göre mutluluğu yakalayan
müminlerin, insanlığa faydası olmayan boş ve anlamsız şeylerden uzak
384
duracakları belirtilmektedir. Bu bağlamda sosyal ağları kötüye kullanmaktan
sakınıp bilgi, görgü ve duygu paylaşımının bir imkânı olarak değerlendirilmesi
gerektiği vurgulanmaktadır. Başka bir hutbede, Hz. Muhammed’in, öğrenmeyi
ve öğretmeyi teşvik ettiğine işaret edilmektedir. İlmin insanlığın zararına değil
faydasına kullanılması gerektiğine değinilmektedir. Bu anlamda ilmin, maddi
üstünlük anlayışına, böbürlenmeye değil, olgunlaşmaya, tevazuya ve Allah
sevgisine götürmesi gerektiği belirtilmektedir. Bu yaklaşımı pekiştirecek
şekilde Yunus Emre’nin dizeleri aktarılmaktadır. Ayrıca, insan öldükten sonra
sevabının kesildiği ancak faydalanılan eser, istifade edilen ilim ve hayırlı
evlattan dolayı sevabın devam ettiği vurgulanmaktadır.
Değişim ve ilerlemenin sadece maddi değil manevi alana da önem
vererek sağlanacağı vurgulanmaktadır. Bu açıdan Miracın manevi anlamına
dikkat edilerek ondan dersler çıkarılması, insanlığın itibar arayışının
düşünülmesi ve sürekli maddi ve manevi ilerlemenin peşinden koşulması
gerektiği tavsiye edilmektedir. Buna ek olarak teknolojik alanda büyük
değişimler yaşandığına, iletişim alanında büyük yenilikler ortaya çıktığına
değinilmektedir. Bu bağlamda sosyal ağlar sayesinde birbirinden çok uzakta
bulunan insanların arasında dostluklar kurulduğu anlatılmaktadır. Allah’ın
insanlara bir nimet olarak verdiği imkânların şer için değil hayır için
kullanılması gerektiğinin altı çizilmektedir.
Eğitim ve öğretimin önemine, Hz. Muhammed’in, savaş esirlerinin
diğer savaş esirlerine okuma yazma öğretmeleri karşılığında serbest
bırakılması gibi birçok uygulamasıyla değinilmektedir. Buna ek olarak İslam
tarihi boyunca ilmin ve âlimin büyük bir değeri olduğu vurgulanmaktadır.
Ayrıca, okula devam eden çocuklara dayatmacı bir anlayış yerine onlara
okulu, öğretmeni, defteri, kalemi sevdirmeyi amaçlayan bir anlayışın
benimsenmesi gerektiği tavsiye edilmektedir.
385
3.4.8. Tarihsel Öğeler
Tarihsel öğeler birimi içinde öncelikle tarihsel şahsiyetler, hicret ve
savaşlar/fetihler alt birimleri hakkında yargı barındıran metinler belirlenmekte,
sonra bu metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade
edilmekte,
son
olarak
ise
ortaya
çıkan
yargısal
ifadeler
hakkında
değerlendirme yapılmaktadır.
3.4.8.1. Tarihsel Şahsiyetler
YARGI 1: “Bu elim olay, Hz. Peygamber’i ve O’nun Ehl-i Beyti’ni seven bütün
mü’minleri derinden yaralamış, kalplerimizi incitmiş; o günden bugüne bölgesi,
kültürü, mezheb ve meşrebi ne olursa olsun bütün Müslümanları derin acılara sevk
etmiştir. Hz. Hüseyin ve yakınları, haksızlığa ve zulme karşı onurlu direnişleriyle,
doğruluk adına samimi yürüyüşleriyle, bütün müminlerin gönüllerini fethetmişlerdir.
Resûlullah Efendimiz’in torunlarına bu zulmü reva görenler ise insanlığın ortak
vicdanında mahkûm edilmişlerdir…
Muharrem ayını; Hz. Hüseyin’in uğrunda canını feda ettiği hak, adalet,
rahmet, merhamet, müsamaha ve şefkat duygularının yeniden ihyâsı ve
Müslümanların muhabbet, kardeşlik ve beraberlik duygularının güçlenmesi için fırsat
bilmeliyiz.” (23 Kasım 2012)
YARGI 1: “ ‘Niyetim, ‘Allah yolunda cihad ediniz!’ ermine riâyet etmektir.
Gayretim de, İslam dininin hâlis ve ulvî gayretidir. Benim, peygamberlere ve Allah
dostlarına bağlılığım vardır. Fetih ve zafer ümidim de, daima Allah’ın lütfundandır.
Ne olursa olsun inşallah zafer bizimdir! Artık ya şehîd olup cennete, veya zaferle
Bizans’a gireceğiz!...”
Kardeşlerim!
Fatih Sultan Mehmet Han'ın dilinden işte böyle dökülüyordu İstanbul'u
fethetme ümidi ve arzusu…
Bedir’de Sahâbe-i Kirâm, Malazgirt’te Alparslan, Kudüs’te Selahattin-i
Eyyûbî, İstanbul’da Sultan Fâtih Han ve daha nice gönül eri kahraman, i'lây-ı
kelimetullah için işte bu bilinçle hareket ediyordu. Eyüp Sultan Hazretlerinin
İstanbul'da, ÜmmüHarâm'ın Kıbrıs'ta, Abdullah b. Huzâfe'nin Afrika'da ve daha
birçok sahâbenin doğdukları yerlerden çok uzaklarda şehîd olmaları fetih anlayışının
en önemli göstergesidir.
386
Kuru bir mücadele, kavga, çatışma ve hükmetme davası olmayan fetih,
açmak ve açılmak anlamlarına gelmektedir. Gönüllerdeki kilidin çözülerek gönlün,
beldelerin ve ülkelerin İslam’a açılması demektir fetih. Zulumât perdelerinin kapanıp
nurlu sabahların ufkumuzda arz-ı endam etmesinin adıdır fetih. İslam dininin eşsiz
güzelliğinin, adaletinin, din, vicdan ve ifade özgürlüğünün bütün insanlığa
yansımasının adıdır fetih. Fettâh olan Rabbimizin isminin dünyanın her bir köşesine
götürülme mefkûresinin adıdır fetih. Ve fetih, imanın inkâra, ilmin cehalete, birlik ve
beraberliğin düzensizliğe olan üstünlüğünün ifadesidir.” (25 Mayıs 2012)
YARGI 1: “Değerli Kardeşlerim!
Kutlu Nebi (s.a.s.) ve sadık dostu Ebu Bekir (r.a), hicret ederlerken
müşriklerin takibinden kurtulmak amacıyla mağaraya sığınmışlardı. Amansız
takipçilerin mağaranın kapısına dayandığını fark eden Hz. Ebu Bekir: ‘Ey Allah’ın
Elçisi, eğilip bir baksalar bizi görecekler’ diyerek endişesini dile getirmişti. Bu
‘Allah’ın yanlarında olduğu iki kişi hakkında neden endişe ediyorsun ki?’
diyerek arkadaşını sakinleştirmiş ve tevekkül anlayışını ortaya koymuştu.” (13 Ocak
2012)
YARGI 1: “O, bir melek olmadığı gibi, sıradan bir beşer de değildi. Yüce
Mevla’dan vahyi alan, insanlara anlatıp öğretendi. O; ‘Ey örtüsüne bürünen kalk
ve anlat.’ emrine muhatap olmuş, bu kudsi görevi yerine getirebilmek için gecesini
gündüzüne katmıştı. Efendimiz bu çileli yolda kınanma, hakaret, itham, boykot ve
hicret gibi nice güçlüklere karşı büyük bir sabır göstermişti. Tıpkı Nebi kardeşleri
Yunus, Hud, Salih, İbrahim ve diğerleri gibi.
Kardeşlerim!
Abdullah’ın yetimi, Amine’nin emaneti Halilürrahman İbrahim(a.s.)’ın duası ve
müminlerin gözbebeği Yüce Nebi, Rabbimizin insanlığa en büyük ikramıdır. Bu
hakikat; ‘Andolsun Allah müminlere, kendi içlerinden, onlara ayetlerini okuyan,
onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber
göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur...’ ayetiyle duyurulmuştur.” (3 Şubat
2012)
YARGI 1: “Allah Resulü’nün rahle-i tedrisinde yetişen ashabın da hayatı
sadâkat örnekleriyle doludur. Efendimiz’in sâdık dostu Hazreti Ebû Bekir'in Miraç
olayında gösterdiği sonsuz sadâkati ona ‘Sıddık’ lakabını kazandırmıştır. Miraç
hadisesini duyan müşrikler, Peygamber Efendimiz Mescid-i Aksa'yı tüm ayrıntılarıyla
tarif etmesine rağmen iman etmezken; sâdık dostuna ‘seninki Mirac'a gittiğini
söylüyor. Sen ne diyorsun?’ diye sorduklarında: ‘O diyorsa doğrudur’ sözü ile adını
tarihe yazdırmıştır.
Hz.Ebu Bekir’in o günkü sadâkati günümüzde ve sonsuza kadar
zihinlerde hep diri ve bâki kalacaktır. Bugün inananlar olarak bizler de,
387
peygamberimizin getirmiş olduğu mesajlar karşısında ‘o diyorsa doğrudur’ deme
sadâkatini her daim göstermeliyiz.” (10 Şubat 2012)
YARGI 1: “Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in hilafetlerinde alacakları önemli
kararları, ashabın önde gelenleriyle istişâre ederek almaları, istişarenin önemini
gösteren uygulamalardır.” (26 Ekim 2012)
YARGI 1: “Yüce Kitabımızda, Musa gibi dilinde düğüm olanlar, evlat
hasretiyle döktüğü yaşlar sonucu gözlerini kaybeden Yakup’lar vardır. Yakalandığı
amansız hastalıktan dolayı bîçare hale gelen fakat yine de isyan etmeden Rabbine
sığınan Eyüp’ler vardır.” (28 Eylül 2012)
YARGI 1: “Mümin, kırıcı ve nefret saçan bir dil ile değil, şefkat yüklü bir dille,
rahmet lisanıyla konuşur. Rasûlullâh’ı öldürmek üzere giden Ömer ibnü’l-Hattab’ın
Müslüman oluşunda görüldüğü üzere, gönül ehlini öldürmeye gelen bile, onda dirilir.
Nezaket; husumet ve öfke duygularını eritip yok eder.” (2 Mart 2012)
YARGI 1: “Hz.İbrahim, ‘Halilü’r-Rahmân’ övgüsüne, sadâkatinden,
vefâsından, başına gelen onca musibeti tevekkül ve teslimiyet ile karşılamasından
dolayı mazhar olmuştur. Rabbi emrettiği için sevgili eşi Hacer Vâlidemizi ve
ciğerparesi İsmail’i ıssız bir vadiye terkeden, yine biricik evladıyla Hakkın emrine
boyun eğen Hz.İbrahim, ‘sadâkat ve dostluğun’ en eşsiz simâlarından biridir.” (10
Şubat 2012)
YARGI 1: “Hatice Analar, Fatma Nineler ve daha nice gönül erleri işte bu
bilinçle uğurluyorlardı evlatlarını, eşlerini ve kardeşlerini şehâdet meydanlarına.
Onlar, ‘Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin. Onlar diridirler. Ancak
siz bunu bilemezsiniz.’ ayetine gönülden inanıyorlardı. Onlar, kutsal değerler
uğruna verilen her canı ölümsüzlük olarak kabul ediyorlardı.” (16 Mart 2012)
3.4.8.2. Hicret
YARGI 2: “Muhterem kardeşlerim!
İslâm âlemi olarak yeni bir hicrî yıla daha kavuşmanın huzur ve mutluluğunu
yaşamaktayız. Müslümanlar için bir dönüm noktası olan ve tarihte yeni bir sayfa
açan hicret, Hz. Ali’nin teklifiyle Hz. Ömer’in halifeliği döneminde hicrî takvimin
başlangıcı sayılmıştır. Bu vesileyle yeni hicrî yılınızı tebrik ediyor; hicrî 1434
senesinin ülkemiz, gönül coğrafyamız, İslâm âlemi ve bütün insanlık için hayırlara
vesile olmasını Yüce Rabbimden niyaz ediyorum.
Bilindiği gibi İslâm’ın yayılmaya başladığı Mekke döneminde Sevgili
Peygamberimiz ve ilk Müslümanlar sürekli baskı ve işkencelere hedef oldular.
Sosyal, ekonomik ve kültürel ambargoya maruz kaldılar. İlk Müslümanlar önce
Habeşistan’a, sonra da Medine’ye hicret ettiler. Peygamber Efendimiz (s.a.s) ve
388
ashâb-ı kirâm, doğup büyüdükleri ve çok sevdikleri şehirleri Mekke ve Kâbe’den
ayrılmak durumunda kaldılar.
Kardeşlerim!
Biz Müslümanlar için bir milat olan hicret; Allah’a ve O’nun kutlu elçisine
gönülden bağlılığın bir ifadesidir. Hakka, hakikate, ilme, irfana ve en önemlisi
medeniyete yapılan bir yolculuktur.
Hicret, Allah rızası için; anadan, babadan, evlattan, yardan, diyardan,
maldan, mülkten hatta candan vazgeçmenin ibretli ve meşakkatli bir öyküsüdür.
Yüce dinimizin rahmet yüklü mesajlarını bütün insanlığa ulaştırmak için çıkılan kutlu
yolculuğun adıdır hicret.
Hicret, yardımlaşma, dayanışma, paylaşma, dostluk ve kardeşliğin ifadesidir.
Kardeşine kucak açarak onunla evini, iş yerini, yiyeceğini ve varlığını paylaşmaktır.
Kardeşini himaye etmek ve sahiplenmektir.
Hicret, maddi zorluklar ve zorlamalar karşısında asla bir kaçış değil, aksine
İslâm’ı öğrenmek, öğretmek, yaşamak ve yaşatmak için yeni bir imkân, yeni bir
mekân arayışıdır.” (16 Kasım 2012)
3.4.8.3. Savaşlar/ Fetihler
YARGI 3: “Tarihin kaydettiği en önemli savaşlardan biridir Çanakkale.
İnancın ve azmin hiçbir engel tanımadığının canlı şahididir Çanakkale. İnancını,
kimliğini, kişiliğini tarihini ve kültürünü bilen aziz milletimizin değerleriyle yüceldiği
yerin adıdır Çanakkale.” (16 Mart 2012)
YARGI 3: “ Vahyin belirlemiş olduğu konular dışındaki meselelerde,
Efendimiz (s.a.s.) ve ashabı, işlerini istişâre ile yürütmeyi prensip haline
getirmişlerdir. Bedir Savaşı sonrası esirlere uygulanacak muâmele, Uhud Savaşı
stratejisinin belirlemesi gibi hususlardaki uygulamalar, Peygamber efendimizin
hayatından sadece bir kaç istişare örneğidir.” (26 Ekim 2012)
YARGI 3: “Tarihimizdeki en önemli dönüm noktalarından biridir İstanbul'un
Fethi. Bir çağı kapatıp bir çağı açan bu önemli olay, medeniyetimizin insana verdiği
değerin en güzel ifadesidir. Devletle halkın, madde ile mananın, ilimle ahlâkın
birleşmesinin sonucudur fetih. Fatih'in, mekânı değil zamanı fethederek
gerçekleştirdiği büyük bir birikimin sonucudur fetih.
389
Kardeşlerim!
İstanbul’u fethetmek için çok defa teşebbüste bulunuluyor ancak bu başarı,
henüz yirmili yaşlarında Fâtih unvanına kavuşan İkinci Mehmet’e nasip oluyordu.
Çünkü Fatih’in küçüklüğünden itibaren fethi kolaylaştıracak maddi ve manevi ortam
hazırlanıyordu. Fatih, eğitim ve terbiyesini gönül erleri Akşemsettin ve Molla
Güraniler’den alıyordu. O, ‘Ey iman edenler! Eğer siz Allah'ın dinine yardım
ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.’ ayetinin bilinci ile
samimi bir niyet taşıyordu. Fatih, ‘Bir kere de karar verip azmettin mi, artık
Allah’a tevekkül et!’ şeklindeki emr-i İlahî mucibince “ya ben Bizans’ı alırım ya da
Bizans beni” sözü ile candan, canandan vazgeçebiliyordu. Ve yine O, ‘zulümden
sakınınız. Çünkü zulüm kıyamet günü felâketlere sebep olur.’ buyuran en
büyük fâtih Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in izinden yürüyordu. Neticede Fatih ve
şanlı ordusu, Kutlu Nebi’nin müjdesine ve övgüsüne nail oluyordu.” (25 Mayıs 2012)
Tablo 16: Tarihsel Öğeler Birimi Açısından Kategoriler
2012 YILI CUMA HUTBELERİNDE “TARİHSEL ÖĞELER”E İLİŞKİN
SÖYLEMİN “TARİHSEL ŞAHSİYETLER, HİCRET, SAVAŞLAR/
FETİHLER” DÜZEYLERİNDEKİ İÇERİĞİN İDEOLOJİK GÖRÜNÜMÜ
ONAYLAMA KATEGORİSİ
YADSIMA KATEGORİSİ
1.1.Kerbala olaylarında, Hz. Hüseyin ve
yakınlarına haksızlık yapılmış, bu olay,
Müslümanlar arasında derin acılara yol
açmıştır.
Bu
olayların
yaşandığı
muharrem ayı Müslümanlar arasında
kardeşlik ve beraberlik duygularını
güçlendirmelidir.
1.1. Kerbela olayları, Müslümanlar
arasında bölünmeye neden olmamalı,
Müslümanlar arasında kardeşlik ve
beraberlik duygusunu pekiştirmelidir.
1.2. Fatih Sultan Mehmet, Allah yolunda
cihad ederek İstanbulu fethetmiştir.
Birçok başka tarihsel şahsiyet de allah
yolunda cihad ederek doğdukları
yerlerden
çok
uzaklarda
şehit
düşmüşleridir. Fetih, boş bir iktidar
mücadelesi değil İslam’ın adaletinin, din,
vicdan ve ifade özgürlüğünün bütün
insanlığa yayılmasıdır.
1.2. Fatih Sultan Mehmet ve birçok
başka şahsiyetin kendi kişisel çıkarları
için mücadele ettiklerini düşünmek,
fethi bir iktidar mücadelesi olarak
görmek yanlıştır.
1.3. Hz. Muhammed’in, Hz. Ebu Bekir’e,
Allah,
kendileriyle
beraberken
düşmanlarından korkmalarına gerek
olmadığını söylemesi gibi Allah yolunda
olan insanın başka şeyden korkmaması
gerekir.
1.3. Hz. Muhammed’i ve Hz. Ebu
Bekir’i örnek olmamak yanlıştır. Hz.
Muhammed’in gösterdiği gibi Allah
yolunda olan bir insan düşmanlardan
korkmamalıdır.
390
1.4. Yunus, Hud, Salih, İbrahim ve diğer
peygamberler gibi Hz. Muhammed,
kutsal görevi yerine getirmek için
gecesini gündüzüne katmış, birçok
sıkıntı ve güçlük yaşamıştır.
1.4. Hz. Muhammed ve Yunus, Hud,
Salih,
İbrahim
gibi
diğer
peygamberlerin kutsal görevlerini,
sıkıntılar ve güçlükler yaşamadan
rahatça
yerine
getirdikleri
düşünülmemelidir.
1.5.
Hz.
Muhammed’e
yaşadığı
dönemde bağlılık gösterenlerden biri de
Hz. Ebu Bekir’dir; bu bağlılık, kendisine
“sadık” lakabını kazandırmıştır. Bugün
de Müslümanların, Hz Muhammed’e
aynı bağlılığı göstermeleri gerekir.
1.5. Hz. Ebu Bekir, Hz. Muhammed’e
bağlılık göstermeseydi “sadık” lakabını
alamazdı. O dönemde olduğu gibi
günümüzde Hz. Muhammed’e bağlılık
göstermemek yanlıştır.
1.6. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer kararları 1.6. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in
istişareyle almaları, İslam’da istişarenin uygulamalarının
gösterdiği
gibi
önemini gösterir.
İslam’da kararları istişareyle almamak
kabul edilmez.
1.7. Kuran’da dilinde düğüm olan Musa,
evlat hasreti çeken Yakup ve çaresiz
hastalığa yakalanan ama isyan etmeyen
Eyüp’ün öykülerine yer verir.
1.7.
Kuran’da İslam’dan önceki
peygamberlerden Musa, Yakup ve
Eyüp’ün yaşam öykülerinde anlatıldığı
gibi yaşanan güçlükler ve sıkıntılar
Allah yolundan uzaklaştırmamalıdır.
1.8. Hz. Ömer, Hz. Muhammed’i
öldürme niyetiyle gelmesine karşın Hz.
Muhammed’in nezaketi ve gönül ehli
olması onu öldürmesine engel olmuştur.
Nezaket, husumet ve öfke duygusunu
yok eder.
1.8. Hz. Muhammed nazik ve gönül
ehli olmasaydı onu öldürmek için gelen
Hz.
Ömer
öldürmekten
vazgeçmeyecekti. Husumet ve öfke
duygusu,
nezaket
karşısında
varolamaz.
1.9.
Hz.
İbrahim
birçok
sıkıntı
yaşamasına
karşın
tevekkül
ve
teslimiyet göstermiştir. Allah’ın emriyle
sevdiklerinden
vazgeçmesi
onun
sadakatinin en iyi örneğidir.
1.9. Hz. İbrahim’in gösterdiği gibi
yaşanan
sıkıntılar,
tevekkül
ve
teslimiyetin
önüne
geçmemelidir.
İnsanlar,
gerektiği
zaman
sevdiklerinden vazgeçmedikçe sadakat
göstermiş olmazlar.
1.10. Hatice Analar, Fatma Nineler ve
daha birçokları kutsal değerler uğruna
evlatlarını, eşlerini ve kardeşlerini şehit
olmaya isteyerek uğurlamışlardır. Çünkü
Kuran’ın belirttiği gibi Allah yolunda
ölenlerin ölü değil diri olduklarına
inanmışlardır.
1.10. Hatice Analar, Fatma Nineler ve
daha
birçokları
kutsal
değerleri
olmasaydı evlatlarını, eşlerini ve
kardeşlerini isteyerek şehit olmaya
göndermezlerdi.
Allah
yolunda
ölenlerin ölü değil diri olduklarını
anlayamazlardı.
391
2.1. Hicret, İslam âlemi için tarihte bir
dönüm
noktası
olmuştur.
İlk
Müslümanlar baskı ve şiddete, sosyoekonomik ve kültürel kısıtlamaya maruz
kaldıkları için hicret etmişlerdir. Bununla
birlikte
hicret,
dayanışmanın
ve
kardeşliğin bir örneği olmuştur. Hicret
zorluklardan kaçış değil İslam’ı yaşamak
için bir mekân arayışıdır.
2.1. Hicretin İslam âlemi için bir dönüm
noktası olduğunu kabul etmeden İslam
tarihi anlaşılamaz. İlk Müslümanlar,
baskı ve şiddete, sosyo-ekonomik ve
kültürel
kısıtlamaya
maruz
kalmasalardı hicret etmezlerdi. Hicrette
Müslümanlar arasında dayanışma ve
kardeşlik olmasaydı bir örnek haline
gelmezdi.
3.1. Çanakkale zaferi, inancın hiçbir
engel tanımadığının ve aziz milletimizin
değerleriyle yüceldiğinin bir gösterir.
3.1. Güçlü bir inanç olmasaydı
Çanakkale zaferi de olmazdı, aziz
milletimiz değerleriyle yükselemezdi.
3.2. Hz. Muhammed, Bedir ve Uhud
savaşlarında
olduğu
gibi
vahyin
belirlediği konular dışında istişareye
başvurmayı ilke olarak benimsemiştir.
3.2. Hz. Muhammed’in, Bedir ve Uhud
savaşlarında gösterdiği gibi, vahyin
belirlediği konular dışında istişareye
başvurmamak yanlıştır.
3.3. Bir çağı kapatıp diğerini açan
İstanbul’un Fethi, İslam medeniyetinin
insana verdiği maddi ve manevi değeri
ifade eder. Ayrıca bu fetih, bilgiyle ahlak,
devletle halk, madde ile mananın
birleşmesinin göstergesidir. Fatih sultan
Mehmet
küçüklüğünden
itibaren
İstanbul’u fethetmeye maddi ve manevi
olarak hazırlanmıştı.
3.3. İstanbul’un fethi olmasaydı bir çağ
açılıp diğeri kapanmazdı, İslam
medeniyetinin insana verdiği maddi ve
manevi değer ifadesini bulmazdı. Bu
fetih olmadan bilgiyle ahlakın, madde
ile mananın, devletle halkın birleşmesi
eksik kalırdı. Fatih Sultan Mehmet
küçüklükten itibaren maddi ve manevi
olarak
hazırlanmasaydı
İstanbul
fethedilemezdi.
3.4.8.4. 2012 Yılı Cuma Hutbelerinde “Tarihsel Öğeler” Alanındaki
Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi
2012 Cuma hutbelerinde tarihsel öğeler, tarihsel şahsiyetler, hicret ve
savaşlar/fetihler olarak ele almaktayız, bunlardan tarihsel şahsiyetlerin çok
önemli bir yere sahip olduklarını görmekteyiz. Genel olarak bu şahsiyetlerin
yaşadıkları olaylar örnek veya daha ender olarak ibret alınması amacıyla
anlatılmaktadır.
Hutbelerde Hz. Muhammed’in yanısıra, diğer peygamberlerin ve
halifelerin yaşadıkları olaylara da özel olarak yer verilmektedir. Bu anlamda,
Hz.
Muhammed’in, Hz.
Ebu
Bekir’e,
Allah,
kendileriyle
beraberken
392
düşmanlarından korkmalarına gerek olmadığını söylemesi gibi Allah yolunda
olan insanın başka şeyden korkmaması gerektiği öğütlenmektedir. Yine Hz.
Muhammed’e yaşadığı dönemde bağlılık gösterenlerden birinin de Hz. Ebu
Bekir
olduğu
kazandırdığına
belirtilmekte;
işaret
bu
bağlılığın,
edilmektedir.
kendisine
Bugün
de
“sadık”
lakabını
Müslümanların,
Hz
Muhammed’e aynı bağlılığı göstermeleri istenmektedir. Bir hutbede Hz.
Ömer’in,
Hz.
Muhammed’i
öldürme
niyetiyle
gelmesine
karşın
Hz.
Muhammed’in nezaketi ve gönül ehli olmasının onu öldürmesine engel
olduğundan bahsedilmekte bu çerçevede nezaketin, husumet ve öfke
duygusunu yok ettiği ileri sürülmektedir. Bir başka hutbede Hz. Ebu Bekir ve
Hz. Ömer’in kararları istişareyle almalarının, İslam’da istişarenin önemini
gösterdiği vurgulanmaktadır.
Hutbelerde, örnek alınması için birçok peygamberin öyküsüne yer
verilmektedir. Kuran’da Musa peygamberin hikâyesi anlatılırken dilinde
düğüm olduğunun belirtildiği, Yakup’un evlat hasreti çektiği, Eyüp’ün çaresiz
bir hastalığa yakalandığı ancak hiçbirinin isyan etmediği vurgulanmaktadır.
Buna ek olarak Yunus, Hud, Salih, İbrahim ve diğer peygamberler gibi Hz.
Muhammed, kutsal görevi yerine getirmek için gecesini gündüzüne kattığına,
birçok sıkıntı ve güçlük yaşadığına değinilmektedir. Ayrıca Hz. İbrahim’in
birçok
sıkıntı
yaşamasına
karşın
tevekkül
ve
teslimiyet
gösterdiği
anlatılmaktadır. Özellikle, Allah’ın emriyle sevdiklerinden vazgeçmesinin
onun sadakatinin en iyi örneği olduğuna yer verilmektedir.
Hutbelerde bazen tarihsel olayların olumsuz sonuçlarından ibret
alınması istenmektedir. Bu anlamda Kerbela olaylarına yer verilmektedir.
Kerbala olaylarında, Hz. Hüseyin ve yakınlarına haksızlık yapıldığı, bu olayın,
Müslümanlar arasında derin acılara yol açtığı belirtilmektedir. Bu olayların
yaşandığı muharrem ayının Müslümanlar arasında kardeşlik ve beraberlik
duygularını güçlendirmesi tavsiye edilmektedir.
Tarihte
birçok
başka
şahsiyete
örnek
olmaları
açısından
değinilmektedir. Fatih Sultan Mehmet’in, Allah yolunda cihad ederek
393
İstanbul’u fethettiği ileri sürülmektedir.
Aynı şekilde birçok başka tarihsel
şahsiyetin Allah yolunda cihad ederek doğdukları yerlerden çok uzaklarda
şehit düştüklerine yer verilmektedir. Bu anlamda fethin, boş bir iktidar
mücadelesi değil İslam’ın adaletinin, din, vicdan ve ifade özgürlüğünün bütün
insanlığa yayılması olduğunun altı çizilmektedir. Ayrıca, Hatice Analar, Fatma
Nineler ve daha birçoklarının kutsal değerler uğruna evlatlarını, eşlerini ve
kardeşlerini
şehit
olmaya
isteyerek
uğurladıkları
anlatılmakta,
böyle
yapmalarının nedeninin, Kuran’da belirtildiği gibi Allah yolunda ölenlerin ölü
değil diri olduklarına inanmaları olduğu ifade edilmektedir.
Cuma hutbeleri hicrete önemli bir yer verir çünkü onu İslam âlemi için
tarihte bir dönüm noktası olarak sunar. İlk Müslümanların, baskı ve şiddete,
sosyo-ekonomik ve kültürel kısıtlamaya maruz kaldıkları için hicret ettikleri,
bununla
birlikte
dayanışma
ve
kardeşliğin
bir
örneğini
gösterdikleri
anlatılmaktadır. Bu anlamda hicretin, zorluklardan kaçış değil İslam’ı
yaşamak için bir mekân arayışı olduğuna işaret edilmektedir.
Hutbelerde
tarihteki
belirli
savaşlardan
bahsedilmektedir.
Hz.
Muhammed’in, Bedir ve Uhud savaşlarında olduğu gibi vahyin belirlediği
konular dışında istişareye başvurmayı ilke olarak benimsediği üzerinde
durulmaktadır. İstanbul’un fethinin önemi ve anlamı dikkatlere özellikle
sunulmaktadır. İstanbul’un fethinden bir çağı kapatıp diğerine açtığı, İslam
medeniyetinin
insana
verdiği
maddi
ve
manevi
değeri
ifade
ettiği
vurgulanarak bahsedilmektedir. Bu fethin, bilgiyle ahlak, devletle halk, madde
ile mananın birleşmesinin göstergesi olduğuna değinilmektedir. Ayrıca Fatih
Sultan Mehmet’in küçüklüğünden itibaren İstanbul’u fethetmeye maddi ve
manevi olarak hazırlandığının altı çizilmektedir. Son olarak, Çanakkale zaferi,
inancın
hiçbir
engel
tanımadığının
ve
aziz
yüceldiğinin bir göstergesi olarak sunulmaktadır.
milletimizin
değerleriyle
394
3.5. 2001 VE 2012 YILLARINDA CUMA HUTBELERİNDEKİ DİNİ
SÖYLEMİN İDEOLOJİK İNŞASININ DEĞERLENDİRİLMESİ
Cuma
hutbelerinde
kişilik/davranış,
ahlaka
iyilik/kötülük
ilişkin
ve
söylemin
hak/adalet
ideolojik
kapsamı,
düzeylerinde
ortaya
konulmaktadır. 2001 yılı Cuma hutbelerinde, kişilik/davranış düzeyinde
ölçülü, tutarlı, dürüst olmanın önemine değinilmekte ve yolsuzluk, kumar,
yalancı
şahitlik
gibi
davranışlardan
sakınılmasına
yönelik
öğütler
verilmektedir. Ayrıca iman edenlerde istenilen kişilik özelliklerinin ve
davranışların bulunduğu vurgulanmaktadır. Burada inananların dinin ve
toplumun kurallarına uyduklarının altı çizilmektedir. Dolayısıyla ahlak
alanında hutbe söyleminin, uyumu onaylayan bir ideolojik içeriğinin olduğu
görülmektedir. İyilik kötülük konusundaki tavsiyelerin, Müslümanın olgun,
kimseye zarar vermeyen yönünün özellikle vurgulandığı görülmektedir.
Hak/adalet konusunda duyarlı olan Müslümanın dünyada ve ahirette mutlu
olacağı belirtilmektedir. Hutbelerdeki bu öğütlerin, insanların tutumlarını ve
davranışlarını yönlendirmenin yanında onları dünyayı algılamaları ve
yaşantılarını yönlendirmeleri konusunda etkiledikleri söylenebilir. Bu anlamda
“iyi” hakkındaki anlayış, uyumcu tutumların onaylanması temelinde ortaya
konulmaktadır,
böylece
“kötü”,
uyum
göstermeyen
tutumlar
olarak
yadsınmaktadır.
Cuma hutbeleri metinlerinin toplumsal alanla ilgili içeriği, aile, cemiyet,
akrabalık, yardımlaşma ve dayanışma, kardeşlik, ekonomi, toplumsal
bütünlüğü kuvvetlendiren ve zayıflatan edimler ve komşuluk ölçütleri
açısından incelenmektedir. Toplumla ilgili bu hutbe metinlerinde en temelde
uyumu sağlamaya yönelik bütünlükçü tutumlar tavsiye edilmekte, söylemin
bütünlükçü ideolojik karakteri belirgin bir şekilde kendisini göstermektedir. Bu
hutbelerde her şeyden önce ailenin, huzurlu bir toplumun temeli olduğu
görüşü vurgulanmaktadır. İnsanın cemiyetle bağlarının kuvvetlendirilmesi
amaçlanır. Yardımlaşma ve dayanışmayla toplumdaki birlikteliği bozacak
eşitsizliklerin, farklılıkların ön plana çıkması engellenir. Yardım yalnızca
395
maddi olarak değil manevi olarak da düşünülür. Birlikte yapılan ibadetlerin de
kardeşliği ve bağları güçlendirdiği üzerinde durulur. Buna ek olarak
ekonomisi güçlü ve istikrarlı bir toplumun, huzurlu bir manevi hayat
sağlayacağı görüşü işlenir. Ekonomiye yönelik bu vurgunun 2001’de
ekonomik kriz döneminde özellikle işlevsel olduğu düşünülebilir.
Ritüeller hakkındaki hutbe metinleri, insanlar arasındaki kaynaşma ve
yakınlaşmayı en fazla işleyen söylem türüdür. Evlilik ve nikah, meşru ilişkinin
temeli olarak ele alınmakta, bu ilişkiden doğan çocukların da neslin meşru bir
şekilde devamını sağlayacağının altı çizilmektedir. Bunun yanında ölenin
yakınlarının ziyaret edilmesi, ölene üzüntünün ve gösterilen saygının
yansıması olduğu kadar ölenin yakınlarıyla bir duygu paylaşımı ve birliktelik
ifadesi olarak gerçekleşir. Yine belirli anma günleri ve gecelerinin yanısıra
ortak ibadetler sadece ibadetin yapılmasını değil toplumsal etkileşimin ve
yaşamın ortak yönlerinin yeniden vurgulanmasının fırsatları olarak kendini
göstermektedir. Böylece pekişen ideoloji, toplumda öteden beri kabul edilen
tutumların yinelenmesinin ve ileriye doğru taşınmasının olanaklarını pekiştirir.
Cuma hutbeleri metinlerinde insan imgesi, her şeyden önce İslam’ın
inanç ve ibadet bütünlüğünü benimseyerek uyum gösteren böylece de
yaşantısını dinsel mesajlara göre düzenleyen bir çerçeveye yerleşmektedir.
Bu da Cuma hutbeleri metinlerinin farklı insan kategorileri için mesajlar
vermesi yoluyla sağlanmaktadır. Yani çocuk, genç, kadın, anne-baba,
kardeş, kul, vatandaş olarak insanın tutum ve davranışının ne olması
gerektiği belirginleştirilir. Böylece söylem, insanlara somut ve spesifik yaşam
alanlarında hitap ederek, onlara kendi insan kategorileriyle seslenerek
etkinlik alanını genişletir. Bu konumlarda iman ve ibadet bütünlüğünü
benimseyen insan makbul ve muteber insan olarak varlık kazanır. Dolayısıyla
hazır doğruları ve değerleri benimseyen insan öncelik kazanır. İnsandaki akıl
ve irade ise daha çok bu benimsemenin aracı olarak görülür.
Hutbelerde belirli bir millet anlayışına yer verildiği görülmektedir. 2001
yılı Cuma hutbelerinde milli ögelerin ideolojik görüntüsü ile ilişkili olarak millet,
396
şehit/gazi, bayrak, ecdat, devlet, vatan/yurt/ülke birimleri dikkate alınmıştır.
Bu hutbelerde millet ve devlet yüceltilerek birlikte vurgulanmış, onların
korunması gerektiği belirtilmiş ve milletin ve devletin kutsallığının altı
çizilmiştir. Ayrıca bağımsızlık, vatan ve bayrak sevgisi, şehit ve gazilerin
önemi, ecdat, vatan/yurt/ülkenin önemine değinilmiştir. Daha özel olarak 30
Ağustos zaferinin, Türk milletinin esir olmaktan kurtardığı, Türk Bayrağı’nın
gönderden indirilemeyeceğini ve ezan seslerinin dindirilemeyeceğini tüm
dünyaya gösterildiği ifade edilmektedir. Yine milli ögelerin ideolojik vurgusunu
göstermesi bakımından genel olarak ekonominin düzgün işlemesinin özel
olarak mili paraya değer verilmesinin dini bir sorumluluk olduğu görüşü
işlenmiştir. 2012 Cuma hutbelerine bu milli öğelerle ilişkili olarak bakıldığında
daha farklı bir millet anlayışının işlendiği görülmektedir. 2012 yılındaki
hutbelerde Milli öğeler konuları üzerinde 2001 yılında olduğunda çok daha
zayıf bir odaklanma vardır. Bu durum milli öğelerin özellikle bayrak, devlet,
vatan/yurt/ülke gibi boyutları için geçerlidir.
Hutbelerde tarihsel öğelere verilen yer de siyasal iktidarın ideolojik
yönelimini doğrudan yansıtıcı niteliktedir.
2001 yılında hutbelerde Hz.
Muhammed’in yanısıra Fatih Sultan Mehmed, Kanuni Sultan Süleyman,
Mustafa Kemal Atatürk gibi şahsiyetlere yer verilmektedir. Ayrıca Hicret,
İstanbul’un Fethi ve Çanakkale Savaşı, konulara açıklık kazandırmak için
başvurulan tarihsel olaylardır. Hz. Muhammed’in örnek şahsiyeti ve sözleri
üzerinde durulmasına ek olarak Fatih Sultan Mehmet’in ve Kanuni Sultan
Süleyman’ın çeşitli yönlerine değinilmektedir. Ayrıca, Mustafa Kemal Atatürk
ve onun silah arkadaşları sayesinde Müslüman Türk milletinin kazandığı
başarılar vurgulanmaktadır. 2012 yılındaki hutbelerde 2001 yılındaki
hutbelerden çok daha fazla sayıda tarihsel şahsiyete ve olaya yer verildiği
görülmektedir.
Bunun
yanısıra
Mustafa
Kemal
Atatürk’e
ve
silah
arkadaşlarına 2012 hutbelerinde yer verilmemiştir. Bu durum, hutbelerde milli
ve tarihsel öğelerin yorumunun konjonktürel olarak değişiklik gösterdiğini
ifade eder.
397
Hutbelerde belirli güncel değerlerin teşvik edilmesi dinsel söylemin
dinamik boyutunu ortaya koymaktadır. Daha özel olarak İslam’ın zengin
olmayı, başarılı olmayı, çalışkan olmayı tavsiye ettiğinin altı çizilmektedir.
Aynı zamanda fakirlerin, güçsüzlerin ve düşkünlerin sevilmesi ve onların
desteklenmesi istenmekte, bu nedenle zekâtın önemine değinilmektedir.
Bunun yanısıra Cuma namazının, zengin-fakir, güçlü-güçsüz, amir-memur
arasındaki farklılıkların ön plana çıkmasını engellediği ve herkesin Allah’ın
huzurunda eşit olduğu vurgulanır. Böylece, hutbelerde yer verilen söylem bir
taraftan fakirlerin ve güçsüzlerin korunmasını isterken diğer taraftan bu
söylem, fakirle zengin arasındaki farklılıkları ve eşitsizlikleri normalleştirici ve
meşrulaştırıcı bir işlev görmektedir. Bu bağlamda insanların birbirlerini
severek ve kardeşlik duygularını geliştirerek mutluluk-huzurun yakalanacağı
anlayışı
vurgulanırken,
maddi
farklılıklar
ve
eşitsizlikler
önemsizleştirilmektedir. Buna ek olarak ayrıca akıl ve iradenin evrenin ve
yaşantının ilahi temelleriyle ilişki kurabilme yeteneği anlamına geldiği, bu
anlamda insanın dünyanın geçici olduğunu kavraması ve hem dünya hem de
ahiret için çalışması gerektiğine değinilmektedir.
Hutbelerde,
güncel
değerler/eğilimler
güncel
yaşamın
nasıl
düzenlenmesi gerektiğine ilişkin öğütler ve tavsiyeler bağlamında ele
alınmıştır. Daha özel olarak, bu değerlerin ve eğilimlerin hak/özgürlük,
günümüz
dünyasının
sorunları,
bilim/teknoloji,
değişim/ilerleme,
eğitim/öğretim konularındaki yansımaları ele alınmaktadır. Bu anlamda
İslam’da zorlama olmadığı ve İslam’ın özgür iradeye dayandığı özellikle
vurgulanmaktadır. Hak ve hukuk özellikle kul ile Allah ilişkisi bağlamında
ortaya konulmakta ahirete borçsuz ve günahsız gitmek gerektiğine
değinilmektedir.
398
SONUÇ
İnanca yönelik bir söylem biçimi olarak Cuma hutbelerinin uzun bir
geçmişi bulunmasına karşın bu söylemin ideolojik inşasını her dönemin
kendine özgü koşulları içinde değerlendirmek mümkündür. Tarihsel ve
toplumsal değişmeyle birlikte dinsel söylemin düzenlenme biçimi de
değişmektedir. Bu açıdan Cuma hutbeleri İslam’ın başlangıcından itibaren
varolan bir iletişim ve halkla ilişkiler biçimi olmasına karşın hutbeler dış
dünyadan bağımsız bir şekilde bütün çağlar ve dönemler içinde aynı şekilde
düzenlenmemiştir. Bugünkü hutbelerin içeriğine baktığımızda en azından
İslam tarihinin daha sonraki dönemlerindeki bazı olaylara ve kişilere ve
güncel gelişmeler ve sorunlara yer verildiği görülmektedir. Dini söylemin
içeriğinin dönemsel olarak belirlenmesi toplumda yaşanan değişmelere koşut
olarak ortaya çıkmaktadır.
Toplumsal değişim konusundaki yaklaşımlara baktığımızda modern
toplumun daha önceki toplum biçimlerinden önemli derecede bir kopmayı
beraberinde getirdiği görüşünün hâkim olduğunu görmekteyiz. Ancak bu
değişimin temel dinamikleri ve nedenleri konusunda fikir birliği olmamasına
karşın bu değişimin önemi ve temel bir dönüşüme yol açtığı hakkında aşağı
yukarı bir fikir birliği söz konusudur. Konumuz açısından önemli olan,
geleneksel toplumdan modern topluma geçişle birlikte dinin toplumsal
anlamında ve işlevinde ortaya çıkan değişim ve dönüşümlerdir. Bu değişimler
toplum düşüncesinin öncüsü olan düşünürlerin araştırdıkları ve kendi
düşünceleri içinde son derece önemli yer verdikleri konulardır.
Toplum bilimlerinde başlıca akımların öncüsü olan düşünürler,
toplumsal değişme ve din konusunu ele almışlar ve yaklaşımlarında bu
konuya merkezi bir yer vermişlerdir. Bu tezde din ve toplumla ilgili
tartışmalarda daha önce düşüncelerini özel olarak tartıştığımız özellikle Marx,
Weber ve Durkheim gibi düşünürler, modern toplumun gelişim sürecinde ve
399
gelişiminden sonra dinin geçirdiği mutasyonlar üzerinde durmuşlardır. Bu
değişimler onların çözümlediği yeni toplum tipinin en temel özellikleri olarak
kendini göstermiştir. Bu düşünürler sadece kendi düşüncelerini değil aynı
zamanda bugüne kadar varlığını sürdüren bir düşünce ve araştırma çizgisini
temsil ederler. Bu nedenle konumuzla ilgili olarak bu düşünürlerin belirlediği
kuramsal geleneklerin bakış açılarından çıkarılabilecek temel sonuçları
kısaca ifade etmekte yarar vardır.
Marxizm din ve ideolojiyi en temelde kapitalist sistemin meşrulaştırıcı
işleve sahip olan bir boyutu olarak görür. Bu anlamda Marx, kapitalizmin tüm
kutsal değerleri metalaştıran bir sistem olduğu üzerinde durmuş, aynı
zamanda egemen güçlerin kendi çıkarlarını korumak ve sömürü ve
yabancılaşma
gibi
temel
gerçeklerin
üzerini
örtmek
için
dinin
araçsallaştırıldığını ileri sürmüştür. Kapitalist toplumda diğer insani etkinlikler
ve değerler gibi dinin de alışveriş sisteminin, sömürü düzeninin devamı için
bir araç olarak kullanılmasıyla ilişkili görüşleriyle Marx dinin kitleleri
uyuşturucu boyutlarına dikkat çeker. Bu, dinin özüyle ilgili bir görüş olmaktan
çok içinde bulunduğumuz dönemde dinin hangi biçimler aldığıyla ilgili bir
görüştür. Marxist yaklaşım çizgisinde kapitalist toplumda din, egemen
güçlerle ve hakim sınıflarla yakın bir ilişki içinde bulunur. En temelde dinin
varolan sistemin çıkarlarını koruyan bir araç haline gelmesi, kapitalist
kültürün kâr için dini değerler dâhil bütün değerleri buharlaştırması demektir.
Marxçı düşünce bağlamında dinle ilgili olarak ideolojinin onaylayıcı ve
yadsıyıcı yönleri, mevcut kapitalist sistemin varlığını sürdürmesiyle ilişkilidir.
Yapısalcı ve işlevselci bir tarzda düzene ve bütünlüğe önem veren
Durkheimcı toplum anlayışı açısından din dahil toplumun herhangi bir parçası
bütünlük içinde oynadığı rol açısından değerlendirilir. Durkheim’a göre
modern dünyada din toplumsal bilincin kaynağı olmaktan uzaklaşır çünkü
modern dünyanın temel gerçekliği, kolektif bilinç üzerine değil işbölümü
üzerine kuruludur. Bu bağlamda din, geleneksel toplumsal yaşamın
merkezindeydi yani mekanik dayanışmanın egemen olduğu toplumlarda
400
toplumun
temel
ilkelerini
belirlemekteydi.
Dinsel
yaşam
tarihin
başlangıcından beri toplumun evrimine paralel olarak evrim geçirmiş ve en
sonunda genel, soyut ve evrensel bir içeriğe kavuşmuştu. Durkheimcı
yaklaşımı benimseyen bilim insanları, dinin temel işlevini toplumsal yaşama
düzen vermek olarak görmüşler ve dinin kaynağının toplum olduğunu
vurgulamışlardır. Bu tür bir bakış açısı, Durkheim’ın toplumun tanrıyla özdeş
olduğu şeklindeki görüşüne dayanır. Bu çerçevede, dinin insanlara bir ideoloji
veya dünya görüşü sunarken toplumsal düzeni onayladığı ve karmaşayı
yadsıdığı söylenebilir.
Modern toplumdaki bürokrasi ve rasyonelleşmeyi, bütün diğer
toplumlardan ayıran en önemli gelişmeler olarak vurgularken dinin bu
süreçlerle ilişkili olduğu görüşünü savunmak günümüzde din ve toplum
hakkındaki çalışmalarda vazgeçilmez bir bakış açısı haline gelmiştir.
Bu
bağlamda Weberci öncelikler, dinin olduğu kadar toplumun karakterindeki
dönüşümlerin altını çizer. Weber rasyonelleşme sürecinin gelişiminde dinin
rolüne dikkat çeker. Ona göre modern dünyada yaşanan birçok gelişmenin
arkasında Hıristiyanlığın reformcu kolları bulunmaktadır. Rasyonelleşme
başlangıçta dini güdülerle servet biriktirmeyle ilişkili bir gelişme olarak ortaya
çıkmıştır. Özellikle Protestan mezhebinin çalışma etiği ve Tanrının rızasını
kazanmak için bu dünyada yararlı çalışmalar yapılması gerektiğine yönelik
öğütleri, çalışkanlığa, rasyonelliğe ve hesap tutmaya yönelik tutumların
gelişmesinde belirleyici olmuştur. Bu çizgide egemen olan en önemli
düşünce, rasyonelleşmenin, dünyanın büyüsünün bozulmasına neden
olduğudur. Dünyanın büyüsünün bozulması aynı zamanda sekülerleşme
sürecini barındırır. Giderek bürokratikleşen ve rasyonelleşen toplum ve
yaşamın büyüsü bozularak sekülerleşme süreci pekişmektedir. Weberci
çizgide dinin onaylayıcı rolü ve yadsıyıcı rolü rasyonelleşme süreci temelinde
kendini göstermektedir. İnsanların dünyayı rasyonel kategorilerle algılamaları
teşvik edilir ve bu dünya görüşüne uygun birtakım davranış biçimleri destek
görür.
401
Daha önce değinildiği gibi geleneksel dönemde toplumsal dünyayı ve
bilgiyi, büyük ölçüde mitolojik ve dini değerler belirlemesine karşın
modernleşmeyle birlikte her ikisi üzerinde en önemli etkiye piyasa sahip
olmuştur.1
Piyasanın
gücü,
din
dâhil
herhangi
bir
mutlak
değerin
belirleyiciliğini geçersizleştirir. Hatta Marxist ve Weberci bakış açılarında
gördüğümüz gibi dini başka amaçların aracı haline getirir. Dolayısıyla din,
ideolojik devlet aygıtlarından biri haline gelir ve mevcut piyasa ilişkilerinin ve
iktidar yapılarının meşrulaştırılmasına katkıda bulunur. Böyle bir din büyüden
arınmış, rasyonelleşmiş ve araçsallaşmış bir içeriğe kavuşur. Kültürün ve
bilincin endüstrileşmesi beraberinde dinin de endüstrileşerek seri üretime tabi
olmasını getirir.
Modernleşmeyle birlikte ortaya çıkan sekülerleşme hem toplumun
kurumları düzeyinde hem de bilinç düzeyinde etkili olmuştur. Sekülerleşme
sadece din dışındaki alanlarda değil aynı zamanda dini bilinç ve düşünce
alanında da etkili olmuştur. Hatta modernleşmeye ve sekülerleşmeye tepki
olarak ortaya çıkan İslamcı hareketler sekülerleşmeyi artırarak daha ileri bir
düzeye götürmüşlerdir. Dini inanç, korunma savunma güdüleriyle bile olsa
daha fazla ideoloji haline gelmiştir. Din, savunmaların, tartışmaların ve
kanıtlanan görüşlerin bir parçası oldukça inanç olmaktan uzaklaşmış bir
ideoloji haline gelmiştir. Sekülerleşmenin en önemli yönünün bu tür bir
sekülerleşme yani dinin kendi içinden sekülerleşme olduğu söylenebilir.
Dinin içinden sekülerleşmenin en önemli boyutu dini inanç ve
değerlerin kelimenin modern anlamıyla ideolojik bir biçim almasıdır. Burada
ideoloji daha çok, temelini insani düşünce ve yaratıma borçlu olan, kaynağını
insandan alan ve yaratıcısı belli olan fikirler anlamına gelmektedir. İdeolojinin
bu özelliği dini öğretinin doğasına terstir. Kutsal kitapların geleneksel tefsirleri
belirli bir sınırın ötesine geçmediği halde ve dini düşünce temel olarak dinsel
değer sistemi içinde yorumlandığı halde modern dünyada durum çok
değişmiştir. Modern kapitalist toplumun kendine özgü maddi pratiklerinin
1
Anık, 2003: 27.
402
yanında insan hakları, demokrasi ve özgürlükler gibi evrensel görüşler ve
değerler, zaman içinde dini görüşlerin bir parçası haline gelmektedir.
Dinin iktidarla ilişkisi modern toplumda sorunlu bir ilişki olmuştur.
Bunun en temel nedeni dinin geleneksel toplumdaki tekelini modern
toplumda kaybetmiş olması nedeniyle iktidarı yalnız başına sürdürmesinin
imkânsız hale gelmesidir. Modern dönemde toplumların giderek daha fazla
çoğulcu bir yapıya sahip olmaları ve dine alternatif başka fikir akımlarının da
gelişmiş olması, bu tür bir gerçekliğin en önemli yönleridir. Ancak modern
toplumda dinlerin iktidarla ilişkilerinin birbirinden farklı olduğu söylenebilir.
Batı toplumlarında din ile devlet birbirinden ayrılmış olmasına karşın İslam
toplumlarında bu ikisinin birbirinden ayrılmadığını ve bunun da toplumda
derin ve uzun süren gerilimlerin kaynağı olduğu gözlenmektedir.
Daha özel olarak Türkiye, Cumhuriyet deneyimi sayesinde İslam
dünyasında dinle devletin birbirinden en fazla ayrıldığı ülkedir. Devlet
kurumları, büyük ölçüde dini açıdan yansız olan yasal düzenlemelere
dayalıdır. Buna karşın Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devletin bir kurumu olarak
görev yapması, Türkiye’nin laik devlet yapısı hakkında kuşkular oluşmasının
önemli bir nedenidir. Üstelik bu örgüt, Sünni din anlayışına dayanmakta bu
açıdan da dinsel çoğulculuğu temsil etmemektedir. Laiklik ilkesi temelinde
devletin vatandaşı karşısında din açısından yansız olması gerekirken tek bir
din
yorumunun
merkeziyetçi
ve
desteklenmesi,
patriarkal
Osmanlı’dan
yapıyla
beri
ilişkilidir.
varlığını
sürdüren
Merkeziyetçiliğin
ve
patriarkalizmin sadece siyasal düzeyde değil toplumsal ilişkiler ve süreçler
düzeyinde ve kültürel anlamlar ve değerler düzeyinde de karşılıkları
bulunmaktadır.
Dinin devlet kurumları tarafından düzenlenişi, hem din hem de toplum
üzerinde iktidarın doğrudan bir denetime sahip olması demektir. Bu açıdan
Cuma hutbeleri topluma ortak kalıplar sunmanın bir aracı olarak işlev
görmektedir. Farklı ve muhalif din yorumlarının önü böylece bir “resmi İslam”
veya “devlet İslamı” tarafından kesilmektedir. İktidarın maddi ve teknik
403
olanakları, kendi din yorumunu benimsetmenin yolunu açmaktadır böylece
toplumdaki değer muhalif din yorumları etkisizleştirmekte ve din, iktidara itaat
sağlamanın bir aracına dönüşmektedir. Din üzerindeki bu denetim, dinin
içeriğin dönemsel olarak ve iktidar yapısına göre belirlenmesini beraberinde
getirir. Dinsel söylemin iktidara bu bağımlılığı dinsel mesajın saflığı hissinin
yitimini beraberinde getirir. Devlete hâkim olan siyasal iktidar tarafından
belirlenen ve inşa edilen dini söylemlerde bu tür bir dinsel saflığın yitiminin en
büyük göstergesi, bu tür bir söylemin, dini benimseyenlerin, inançlı kişilerin,
iktidara karşı çıkma, muhalif olma ihtimalini ortadan kaldırmasıdır.
Metin analiziyle incelediğimiz Cuma hutbelerinde dini söylemin inşası
aracılığıyla toplumsal denetim sağlamanın sekiz alanı belirlenmiştir. Hutbeler
bu alanların her birinde cami cemaatine benimsemeleri gereken dinsel
doğruluk
konusunda
yol
gösterir.
Ahlak,
bu
alanlardan
ilki
olarak
belirlenmiştir. Hutbelerde işlenen ahlaki doğruluk özellikle kişilik özellikleri ve
davranışlar düzeyde dinin istediği iyi ve kötünün belirginleştirilmesini amaçlar.
İyi ve kötü olan, yapılması gereken ve yapılmaması gereken düşünce ve
eylemler temelde uyumlu olmanın bir boyutu olarak anlam kazanır. Bu
nedenle ahlaki olanın temel kalıpları, uyumculuk ideolojisi içinde inşa
edilmektedir. Bu durum da ahlakın doğrudan devletin belirlediği bir alan
olarak anlaşılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Cuma hutbeleri aracılığıyla
devlet vatandaşlarının sahip olmasını istediği ahlaki benlik ve davranış
ölçütlerini vatandaşlarına vaaz etmektedir.
Toplumsallık dini söylemin ideolojik inşasının temelinde bulunan en
önemli referans noktalarından biridir. Bireylerin ancak içinde bulundukları
toplumun
parçası
olarak
varlıklarını
sürdürebilecekleri
anlayışı
vurgulanmakta, toplumun temel değerlerini ve kurumlarını benimsemeleri ve
bunlara uyum göstermeleri gerektiğinin altı çizilmektedir. İnsanların toplumsal
bağları üzerinde yoğunlaşan bu söylem,
onlara kendilerini bütünlüğün
parçası olarak görmelerini ve buna yönelik tutumlar ve davranışlar
benimsemelerini öğütler. Dolayısıyla insan özgürlüğü, bireysel irade ve
404
farklılık temelinde inşa edilen bir toplum söyleminden önemli ölçüde ayrılan
bir muhafazakâr toplum söylemi görünmektedir. Yine, mevcut eşitsizliklerin
ve haksızlıkların kardeşlik ve yardımlaşma söylemleri vasıtasıyla üzerlerinin
örtüldüğü veya en azından bunlara yönelik bir farkındalığın gelişmesinin
engellendiği söylenebilir.
Cuma hutbelerinde ritüellerin inşası, toplumdaki bireylerin kendilerini
aynı bütünlüğün parçaları olarak görmelerine ve hissetmelerine yönelik belirli
motifler taşır. Ritüel ideolojisi, temelde duygusal bağları vurgulama yoluyla
insanlar arasında ortak bir dünya anlayışının gelişmesine katkıda bulunur. Bu
çerçevede belirli günler ve geceler, anma etkinlikleri veya mutlu ve üzüntülü
zamanlarda duyguların ve hislerin ortak bir anlam ve sembol sistemi içinde
kaynaştırılması toplumsal bütünlükçü ve uyumcu ideolojinin önemli bir
boyutudur.
Cuma hutbelerindeki ideolojik inşanın insanla ilgili biçimleri, yaşayan,
somut insana hitap eden bir kapsama sahiptir. Bu yolla her birey bu
mesajlarda kendine özgü bir içerikle karşılaşmakta ve toplumsal düzene
katılımının biçimleri ve bu düzen içindeki konumu belirlenmektedir. Böylece
dini söylem insan yaşantısının hemen her alanını kuşatıcı bir yeteneğe
kavuşmaktadır. Özel insan kategorilerinin spesifikleştirilmesi, benliğin ve
etkileşimin iktidara maruz kalma biçimlerini belirginleştirmektedir.
2000’li yıllardan itibaren sosyo-politik alanda ortaya çıkan çeşitli
akımların, hutbelerde mili öğelerle ilgili söylemin ideolojik inşasında
değişimler yol açtığını söylememiz yanlış olmaz. Bu açıdan milli öğelerin
yerine giderek daha kozmopolit mi yoksa daha dinsel-ümmetçi bir vurgunun
geçtiği en temel soru haline gelmektedir. 2012’deki hutbelerde milli öğelerle
ilgili pozitif yargıların 2001’den daha az yer bulması, hem küreselleşmenin
getirdiği kozmopolitlik hem de siyasal-toplumsal konjonktürde dinsel
ideolojinin güç kazanmasının bir sonucu olarak görülebilir.
405
Hutbe söyleminin dikkat çeken bir boyutu onaylayıcı yönde tutum ve
davranışların öğütlenmesi ve desteklenmesidir. Bu anlamda örneğin, ülke ve
vatanın dışarıdan gelecek tehditlere karşı savunulması doğrultusunda öğütler
verilmektedir.
Ancak
haksız
yöneticilere
karşı
çıkılmasını,
onların
eleştirilmesini içeren Kuran yorumları, hadisler veya tarihsel şahsiyetlere
yeterince yer verilmemektedir. Siyasal iktidara itiraz ve ona yönelik eleştirinin
Cuma hutbelerinde yer alması zor ve sıkıntılı olmasıdır. Çünkü siyasal
iktidarın hutbelerin hazırlanma süreci üzerinde denetimi söz konusudur. Bu
da hutbelerdeki söylemin mevcut iktidar düzeninin devamı doğrultusunda
meşrulaştırıcı bir işlev görmesi demektir.
Bunun tersine 2012 yılındaki hutbelerde tarihsel öğelere, özellikle
İslam’ın ilk dönemindeki tarihsel şahsiyetlere ve olaylara 2001 yılındakilerden
daha fazla yer verilmektedir. Bu durum, dinsel söylem içinde geleneksel
sosyo-kültürel referansların daha fazla yer aldığını göstermektedir. Böylece
ideoljik söylem inşası içinde örnek alınacak tarihsel şahsiyetler açısından,
mevcut
kültürün
ve
toplumun
hangi
tarihsel
öğelere
ve
olaylara
dayandırılacağı açısından temel ilkeler belirlenmektedir. Söylemin bu
ilkelerindeki değişim sosyo-ekonomik ve kültürel değişimin bir parçası olduğu
söylenebilir.
Hutbelerde
genel
olarak
güncel
yaşamın
fakirlik/zenginlik,
mutluluk/huzur, başarı, dünya/ahiret, akıl/irade konularındaki öğütler ve
tavsiyeler, dünyaya ilişkin ideolojik kapsamla ilişkilidir. Bu anlamda güncel
yaşamdaki eylemler ve düşüncelerin hutbelerin doğrudan ilgi alanında
bulunması demektir. Hutbelerde modern değerlerin karşısında değil lehinde
bir yaklaşımın olduğu söylenebilir. Daha özel olarak ekonomik ve bilimsel
başarının teşvik edildiğini görmekteyiz. Bu da dünyevi konuların dinsel bir
anlayışla kaynaştırılması ve dinsel söylemin dünyevi içeriğe daha açık hale
gelmektedir.
Hutbelerde günümüz dünyasında yaşanan sorunların temelinde
insanın sorumluluklarından kaçmasının yattığı görüşü işlenmektedir. Diğer
406
taraftan, modern dünyanın getirdiği sanayileşme, teknik buluşlar, iletişim ve
toplu yaşama zorunluluğunun, insana birçok kolaylık sağladığı üzerinde
durulmaktadır. Gerek Kuran’ın gerekse Hz. Muhammed’in bilgi sahibi olmayı
ve bilgiyi geliştirmeyi öğütledikleri belirtilmektedir. Aynı şekilde eğitim
öğretimin hem kadınlar hem de erkekler için gerekli olduğu ifade
edilmektedir. Son olarak değişim ve ilerlemenin maddi yönünün yanında
manevi yönünün de ihmal edilmemesi gerektiğine işaret edilmektedir.
Cuma hutbeleri metinlerinin hazırlanışı ve düzenlenişinde iktidarın
doğrudan bir etkisini görmek mümkündür. Çünkü Cuma hutbelerinin
hazırlanışını devlete bağlı bir kurum denetlediği için onun siyasal düzene
yönelik mesafeli ve eleştirel bir yaklaşım benimsenmesi neredeyse
olanaksızdır. Siyasal düzen ve iktidar, hutbelerde verilen ideoloji aracılığıyla
kendisine toplumda geniş bir etkinlik alanı bulmaktadır. Kuşkusuz siyasal
düzen, tüm icraatlarını ve politikalarını din aracılığıyla meşrulaştırmaz ancak
hutbelerin, kendisinin benimsemediği veya kendisine zarar verebilecek bir
söylem biçimini kitlelere taşımasına da pek olumlu yaklaşmaz. Bunun anlamı
şudur; değişen iktidarlarla birlikte hutbelerin ideolojik içerikleri de değişir.
Hutbelerin hangi ideolojik içeriklerinin değişime daha fazla uğradıkları
cevaplanması gereken en önemli sorulardan biri olarak ortaya çıkmaktadır.
Hutbe metinlerinin analizinde görüldüğü gibi bu değişimler, siyasal sistemi ve
iktidarın önceliklerini daha fazla ilgilendiren konularda ortaya çıkmaktadır.
Hutbelerin ahlak, toplum, ritüel, insan gibi dini söylemin daha kalıcı ve
sürekliliği olan konularında dönemden döneme değişimin çok daha az
olduğunu görmek mümkündür. Çünkü bu alanlarda hutbeler çok daha
geleneksel ölçütler temelinde uyumcu tutumları ve davranışları aşılamaya
çalışır.
Bulgulara,
baktığımızda
bu
tezde
ortaya
hipotezlerin
koyduğumuz
desteklendiği
hipotezler
görülmektedir.
açısından
Öncelikle
hutbelerin siyasal düzenle uyumlu oldukları, başka bir ifadeyle hutbelerin
siyasal düzenle uyumsuz olmadıkları hutbe metinlerinden oluşturulan
407
yargılarla test edilerek doğrulanmıştır. Bu bağlamda ilk temel hipotezle ilgili
olarak, hutbenin siyasal düzenle uyumlu olması, mevcut hutbe metinlerinin
siyasal düzenle uyumlu olması anlamına gelmektedir. Örneğin 2001 yılında
evlilikle ilgili hutbe bulunduğu halde 2012 yılında evlilikle ilgili hutbenin
bulunmaması, mevcut hutbelerin, evlilik karşıtı bir içerik barındırdıkları
anlamına gelmemesinin yanında siyasal düzenle uyumlu olmadıkları
anlamına da gelmemektedir. Çünkü temel yaklaşımımız, hutbelerin, siyasal
iktidarın her icraatını meşrulaştırdığı değil, siyasal iktidarın icraatlarına önemli
ölçüde muhalif olan hutbelerin bulunmadığıdır. Hutbelerle siyasal iktidar
arasındaki uyumluluktan temel kastımız budur. Yani hükümetin politikalarının
bazılarını doğrudan destekleyen hutbelerin bulunmaması, hutbelerin hükümet
politikalarıyla uyumsuz olduğu anlamına kesinlikle gelmez. Tüm bunların
yanında evlilik, en azından günümüzün siyasal koşullarında iktidarda olan ve
iktidara gelme olasılığı bulunan bütün kitle partilerinin benimsediği ve
desteklediği bir kurumdur. Sonuç olarak hem 2001 yılı hem de 2012
hutbeleri, içinde bulundukları siyasal düzenle uyumluluk göstermektedir.
Buna karşın özellikle milliyetçiliğin, etnik kimlik taleplerinin toplumsal
hareketleri
önemli
ölçüde
yönlendirdiği
günümüzde
millîlik
anlayışı
konusunda bir iktidardan diğerine hutbelerde konjonktüre göre birtakım
değişiklikler ortaya çıkmaktadır. Millilik anlayışında şehit, bayrak, ecdat, vatan
gibi öğelere verilen önemin derecesi milliliğe verilen önemi yansıtır. Bu
anlamda 2012 hutbelerinde milli öğelere 2001 hutbelerinden daha az yer
verildiği ve anlatıldığı görülmektedir. Aynı şekilde tarih alanı, ideolojik
önceliklerin ve okuma reçetelerinin en fazla çatıştığı alanlardan biridir çünkü
tarihin inşası bir anlamda bugünün inşası olarak işlev görmektedir. Tarihsel
öğelerin oluşturulma, kurgulanış ve anlatılış biçiminin de siyasal iktidarın
yapısına göre değiştiği görülebilir. 2012’deki hutbelerde tarihsel olaylardan
daha fazla örnek sunulmasına karşın Cumhuriyet tarihinin bazı olayları ve
şahsiyetlerine daha az değinilmektedir.
408
Hutbe metinlerinde bir dönemden diğerine, dünya/yaşantı ve güncel
sorunlar/eğilimler konusunda görece daha az değişime rastlanmaktadır.
Bunun nedeni, günümüzde bu alanlarda sürekli olarak yeni gelişmeler,
değerler ve bakış açılarının ortaya çıkmasıdır. Bu konularda inaçlara yönelik
söylemin konusu daha seküler tutumları, davranışları ve uğraşıları kapsar.
Dolayısıyla ortaya konulan tavsiyeler ve öğütler doğrudan bir şekilde
emirlerle ve yasaklarla değil daha fazla yorumlarla ilişkili olma ihtimali daha
fazladır.
409
KAYNAKÇA
AKŞİT, Bahattin ve diğerleri; Türkiye’de Dindarlık, İstanbul, İletişim
Yayınları, 2012.
ALTHUSSER, Louis; İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev. Yusuf Alp
/ Mahmut Özışık, İstanbul, İletişim Yayınları, 1991.
ANIK, Cengiz; “Bilgi Sosyolojisine Göre Bilginin İşlevi ve Bir Model
Denemesi”, Bilig, Sayı: 39, 2006, s. 1.28.
ANIK, Cengiz; “Logos Olarak İletişimi Tartışmak”, İletişim Kuram ve
Araştırma Dergisi, Sayı 30, 2010, s. VII-XXIII.
ANIK, Cengiz; “Toplumsal Zihniyet Aracılığı ile Sosyal Kontrol”, Uluslararası
Güvenlik ve Terörizm Dergisi, Cilt 2, Sayı 1, 2011, s. 101-115.
ANIK, Cengiz; Yarınki Siyaset, Ankara, Alternatif Yayınları, 2003.
ANIK. Cengiz, SONCU. Ayşe Gül; “Kültür, Medeniyet ve Modernizm Üzerine:
Yaprak Dökümü Bağlamında Bir Değerlendirme”, Global Media Journal,
Cilt: 1, Sayı: 2, 2010, s. 50-80.
ARABACI, Fazlı; “Din sosyolojisi Çalışmaları Üzerine Bazı Düşünceler.
Fransa ve Türkiye Örneği”, Dini Araştırmalar, cilt 1, sayı 3, 1999, s.
113.142.
ARİSTOTELES; Retorik, çev. Mehmet H. Doğan, İstanbul, Yapı Kredi
Yayınları, 1998.
AYDINALP, Halil; “Sosyal Çatışma ve Din”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, cilt 19, sayı 2, 2010, s. 187-210.
410
BAKTIR, Mustafa; “Hutbe”, Türkiye diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt
18, İstanbul, 1998, s. 425-428.
BALCI, Şükrü; “Bir Siyasal Kültür Yaratıcısı Olarak Siyasal Toplumsallaşma
ve Siyasal Toplumsallaşma Sürecinde Medyanın İşlevleri”, İletişim ve Ötesi,
Ed. Bilal Arık – Mustafa Şeker, Konya, Tablet Yayınları, 2007, s. 139-181.
BARRET, Michele; Marx’tan Foucault’ya İdeoloji, çev. Ahmet Fethi,
İstanbul, Mavi Ada Yayıncılık, 2000.
BEKTAŞ. Rahşan Balamir, BAKACAK. Ayça Gelgeç; Modernitenin Sosyal
Kontrol Söyleminin Değişen Görünümleri, H. Ü. Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt 26, Sayı 1, 2009, s. 33-48.
BELGE, Murat; “Önsöz”, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları içinde, çev.
Yusuf Alp / Mahmut Özışık, İstanbul, İletişim Yayınları, 1991, s. 7-15.
BERGER, Peter L.; “Dini ve Toplumsal Kuramların Doğası”, Din ve
Modernlik, der. ve çev. Adil Çiftçi, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2002, s.
121-174.
BUNT, Gary R.; “Din ve İnternet”, çev. Ahmet Yıldız, Din Sosyolojisi.
Çağdaş Gelişmeler, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi
Yayınları, 2012, s. 175-198.
CAIN, Seymour; “Din Çalışmalarının Tarihi”, Batı’da Din Çalışmaları, der. ve
çev. Ömer Mahir Alper, İstanbul, Metropol Yayınları, 2002, s. 11-77.
CARPENTIER. Nico, DE CLEEN. Benjamin; “Bringing Discourse Theory into
Media Studies”, Journal of Language and Politics, 6 (2), 2007, s. 265–293.
COLLINS, Peter; “Din ve Ritüel: Çok Yönlü Bir Yaklaşım”, çev. Ali İsra
Güngör, Din Sosyolojisi. Çağdaş Gelişmeler, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu,
Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 121-147.
411
COSER, Lewis; Sosyolojik Düşüncenin Ustaları, çev. Himmet Hülür,
Ankara, De Ki Basım Yayın Dağıtım Ltd. Şti, 2011.
ÇELİK, Nur Betül; İdeolojinin Soykütüğü 1: Marx ve İdeoloji, Ankara, Bilim
ve Sanat Yayınları, 2005.
ÇİFTÇİ, Adil; “Giriş”, Din ve Modernlik, der. ve çev. Adil Çiftçi, Ankara,
Ankara Okulu Yayınları, 2002A, s. 9-14.
ÇOBAN, Barış; “Söylem, İdeoloji ve Eylem: İktidar ve Muhalefet Arasındaki
Mücadeleyi Çözümleme Denemesi”, Söylem ve İdeoloji, haz. Barış Çoban –
Zeynep Özarslan, İstanbul Su Yayınları, 2003, s. 245-298.
ÇOLAK, Metin; “Georg Lukács’ı Yeniden Düşünmek”, FLSF (Felsefe ve
Sosyal Bilimler Dergisi), sayı: 12, 2011, s. 91-124.
DAĞTAŞ, Banu; Reklamda İdeoloji Çözümlemesi, Yayımlanmamış Doktora
Tezi, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1999.
DEMİR, Metin; “Çevreye Minberden Bakmak: Cuma Hutbelerinde Çevre
Sorununun Sunumu”, İnsan ve Toplum, 2012, Cilt 2, Sayı 3.
DENİZ, Şefik; “İdea ve Logos: İdeolojinin Felsefi Kökleri”, Demokrasi
Platformu, Yıl 7, Sayı 26, 2011, s. 1-16.
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Diyanet İşleri Başkanlığı Din Hizmetleri
Genel Müdürlüğü, http://www2.diyanet.gov.tr/DinHizmetleriGenel Mudurlugu/
Sayfalar/AnaSayfa.aspx Erişim, 2 Aralık 2013.
DOBBELAERE, Karel; “Sekülerleşmenin Anlamı ve Kapsamı”, Mehmet
Süheyl Ünal, Din Sosyolojisi. Çağdaş Gelişmeler, çev. ed. İhsan
Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 11-35.
DOĞAN, Recai; “Cumhuriyet Öncesi Dönemde Yaygın Din Eğitimi Açısından
Hutbeler”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 39, 1999,
sayı 1.
412
DROGGERS, André; “Dinin Tanımlanması Bir Sosyal Bilim Yaklaşımı”, çev.
Ahmet Onay, Din Sosyolojisi. Kuram ve Yöntem, çev ed. İhsan Çapcıoğlu,
Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 415-438.
DROGGERS, Andre; “Dinin Tanımlanması: Bir Sosyal Bilim Yaklaşımı”, çev.
Ahmet Onay, Din Sosyolojisi. Kuram ve Yöntem, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu,
Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 415-438.
DURKHEIM; Emile, The Elementary Forms of the Religious Life, tr. By
Joseph Ward Swain, George Alien & Unwin Ltd., 1976.
EAGLETON, Terry; İdeoloji, çev. Muttalip Özcan, İstanbul, Ayrıntı Yayınları,
1996.
ER, İzzet; “Türkiye’de Din sosyolojisi Çalışmaları”, Uludağ Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 1,Sayı 1, 1986, s. 125-131.
ERGUN, Doğan; Sosyoloji ve Tarih, Ankara, İlke Kitabevi Yayınları, 1995.
FAIRCLOUGH, Norman; “Dil ve İdeoloji”, çev. B. Çoban, Söylem ve İdeoloji,
haz. Barış Çoban – Zeynep Özarslan, İstanbul Su Yayınları, 2003, s. 155171.
FETTAHOĞLU,
Selahattin;
Hıristiyanlık
ve
Müslümanlıkta
Hitabet,
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri
Dinler Tarihi Anabilim Dalı Yayınlanmamış Doktora Tezi, 1993.
FISKE, John; İletişim Çalışmalarına Giriş, çev. Süleyman İrvan, Ankara,
Bilim ve Sanat Yayınları, 2003.
FURSETH, Inger; “Habermas, Bourdieu ve Foucault’nun Çalışmalarında
Din”, çev. M. Cem Şahin, Din Sosyolojisi. Kuram ve Yöntem, çev. ed.
İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 171-196.
GEERTZ, Clifford; Islam Observed: Religious Development in Indonesia
and Morocco, Chicago, The University of Chicago Press, 1968.
413
GELLNER, David N.; “Max Weber’in Çalışmaları: Budizm Konusundaki
Çalışmalarda Unutulanlar ve Yanlış Anlaşılmalar, Güney Asya Tarihi,
Antropolojik Eylem Kuramı”, çev. Sinan Yılmaz, Din Sosyolojisi. Kuram ve
Yöntem, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s.
99-120.
GELLNER, Ernest; Muslim Society, Cambridge, Cambridge University
Press, 1981.
GÖLE, Nilüfer, Melez Desenler. İslam ve Modernlik Üzerine, İstanbul,
Metis Yayınları, 2002.
GRANHOLM, Kennet; “Batıniliğin Sosyolojisi”, çev. SinanYılmaz, Din
Sosyolojisi. Çağdaş Gelişmeler, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge
Kitabevi Yayınları, 2012, s. 289-313.
GUEST, Mathew; “Dinin Yeniden Üretimi ve İletimi”, çev. İlkay Şahin, Din
Sosyolojisi. Çağdaş Gelişmeler, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge
Kitabevi Yayınları, 2012, s. 91-119.
GÜLENÇ, Kurtul; “Din Halkın Afyonu mudur? Karl Marx’ta Din, İdeoloji ve
Eleştir”, DEU Felsefe Sempozyumları - “Aydınlanma ve Din”, 10 Mayıs
2012, s. 1-18.
GÜNAY, Ünver; Din Sosyolojisi Dersleri, Kayseri, Erciyes Üniversitesi
Yayınları, 1993.
GÜZEL, Cemal; “Palaton’un Bilgi Görüşü”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Dergisi, Cilt 20, Sayı 2, 2003, s. 105-115.
HALL, Stuart; “Whites of Their Eyes: Racist Ideologies and the Media”,
Gender, Race and Class in Media: A Text Reader, Ed. by Gail Dines and
Jean-McMahon Humez, Thousand Oaks, CA, Sage Publications, 1995.
414
HALL, Stuart; “İdeolojinin Yeniden Keşfi: Medya Çalışmalarında Baskı
Altında Tutulanın Geri Dönüşü”, Medya, İktidar, İdeoloji, der. ve çev.
Mehmet Küçük, Ankara, Ark Yay ınevi, 1994, s. 57-103.
HALL, Stuart; “The Hinterland of Science: Ideology and the ‘Sociology of
Knowledge’”, On Ideology, Ed. by Bill Schwarz, London, Hutchinson, 1978.
HAMBERG, Eva M.; “Kilisesiz Ruhsallık”, çev. Yurdagül Mehmedoğlu, Din
Sosyolojisi. Çağdaş Gelişmeler, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge
Kitabevi Yayınları, 2012, s. 229-250.
HANÇERLİOĞLU, Orhan; Düşünce Tarihi, 3. bs., İstanbul, Remzi Kitabevi,
1977.
HEFFNER, ROBERT W.; “Dünyada Din ve Modernlik”, Çev. Mehmet Süheyl
Ünal, Din Sosyolojisi. Kuram ve Yöntem, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu,
Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 251-280.
HEKMAN, Susan; Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik, çev. Hüsamettin
Arslan – Bekir Balkız, İstanbul, Paradigma Yayınları, 1999.
HOOVER, Stewart M.; “Din ve Medya”, çev. Necmettin Pehlivan – Ahmet
Yıldız, Din Sosyolojisi. Çağdaş Gelişmeler, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu,
Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 149-173.
HUCKIN. Thomas, ANDRUS. Jennifer, CLARY-LEMON. Jennifer; “Critical
Discourse Analysis and Rhetoric and Composition”, CCC, 64 (1), 2012, s.
107-129.
HÜLÜR. Himmet, KALENDER. Ahmet; Sosyo-politik Tutumlar ve Din
[Konya Araştırması], Konya, Çizgi Kitabevi Yayınları.
İÇLİ.
Tülin
Günşen,
BURCU.
Esra;
“İnformal
Sosyal
Kontrolün
Sağlanmasında Ailelerin Gelir ve Eğitim Düzeyinin Önemi: Ankara’da
415
Uygulamalı Bir Çalışma”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Dergisi, Cilt 10, Sayı 1, 1993, s. 43-56.
JHONSON, Bryon R.; “Suç ve Suçluluğa Çözüm Üretmede Dini Kurumların
Rolü”, çev. Halide Aslan, Din Sosyolojisi. Çağdaş Gelişmeler, çev. ed.
İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 401-424.
JORGENSEN. Marianne, PHILLIPS. Louise J.; Discourse Anlaysis as
Theory and Method, London, SAGE Publications Ltd, 2002.
KAZANCI, Metin; “Althusser, İdeoloji ve İdeolojiyle İlgili Son Söz”, İstanbul
Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, Sayı 24, 2006, s. 67-93.
KIPPENBERG, Hans G.; “Max Weber: Din ve Modernleşme”, çev. Nilgün
Sofuoğlu Kılıç, Din Sosyolojisi. Kuram ve Yöntem, çev. ed. İhsan
Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 121-142.
KIZMAZ, Zahir; “Sosyolojik Suç Kuramlarının Suç Olgusunu Açıklama
Potansiyelleri Üzerine Bir Değerlendirme”, C. Ü. Sosyal Bilimler Dergisi,
Cilt 29, No 2, 2005, s. 149-174.
KOPYTOWSKA, Monika; “Editorial: Critical Perspectives on Ideology,
Identity, and Interaction”, Critical Approaches to Discourse Analysis
Across Disciplines (CADAAD), 5 (2), 2012, s. i-xiv.
KURT, Abdurrahman; “Sosyolojik Din Tanımları ve Dine Teolojik Bakış
Sorunu”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Dergisi, cilt 17, sayı 3, 2008, s. 7393.
KURT, Abdurrahman; “Weber’in İslam Görüşü Üzerine Bir Değerlendirme”,
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt 19, sayı 1, 2010, s. 123.
416
KÜÇÜKCAN, Talip; “Modernleşme ve Sekülerleşme Kuramları Bağlamında
Din, Toplumsal Değişme ve İslâm Dünyası”, İslami Araştırmalar Dergisi,
sayı 13, 2005, s. 109-128.
LAPIERRE, Jean-William; “İdeoloji Nedir”, İlimler ve İdeolojiler, çev.
Fahrettin Arslan, Ankara, Umran Yayınları, 1981, s. 6-35.
LARRAIN, Jorge; İdeoloji ve Kültürel Kimlik, çev. Neşe Nur Domaniç,
İstanbul, Sarmal Yayınevi, 1995.
MAIGRET, Éric; Medya ve İletişim Sosyolojisi, çev. Halime Yücel,
İstanbul, İletişim Yayınları, 2011.
MANNHEIM, Karl; İdeoloji ve Ütopya, çev. Mehmet Okyayuz, Ankara, Epos
Yayınları, 2004.
MARDİN, Şerif; Din ve İdeoloji, İstanbul, İletişim Yayınları, 1995A.
MARDİN, Şerif; İdeoloji, İletişim Yayınları, İstanbul, 1993.
MARDİN, Şerif; Türkiye’de Toplum ve Siyaset, İstanbul, İletişim Yayınları,
1995B.
MARX. Karl, FRIEDRICH. Engels; The German Ideology, Prometheus
Books, 1998.
McCARTHY, E. Doyle; Bilgi Kültürü, çev. A. Figen Yılmaz, İstanbul,
Çhiviyazilari Yayınevi, 2002.
McLELLAN, David, İdeoloji, çev. Ercüment Özkaya, Doruk Yayıncılık,
Ankara, 1999.
OCAK, Ahmet Yaşar; Türkler, Türkiye ve İslam, İstanbul, İletişim Yayınları,
2002.
417
ONAY, Ahmet; Diyanet Hutbelerinin Muhteva Analizi Diyanet İşleri
Başkanlığı’nın 1999 Yılı Hutbeleri Örneği, İslami Araştırmalar Dergisi, Cilt
17, sayı 1, 2004.
ÖRS, H. Birsen, “Postmodern Dünyada İdeolojinin Dönüşümü”, İ.Ü. Siyasal
Bilgiler Fakültesi Dergisi, No:40, 2009, s. 1-12.
ÖZBEK, Sinan; İdeoloji Kuramları, İstanbul, Bulut Yayınları, 2003.
ÖZDALGA,
Elisabeth;
İslamcılığın
Türkiye
Seyri.
Sosyolojik
Bir
Perspektif, çev. Gamze Türkoğlu, İstanbul, İletişim Yayınları, 2007.
ÖZYURT, Cevat;
“Durkheim Sosyolojisinde Ahlâkî Kontrol Sorunu”,
Değerler Eğitimi Dergisi, Cilt 5, Sayı 13, 2007, s. 95-121.
PADEN, William E.; “Durkheim’ın Din Araştırması ve Öğretisini Yeniden
Değerlendirme”, çev. Abdurrahman Kurt, Din Sosyolojisi. Kuram ve
Yöntem, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s.
75-98.
PAKSÜT, Fatma; Platon ve Platon Sonrası, Ankara, Ayyıldız Matbaası A.
Ş., 1980.
PESSI, Anne Birgitta; “Din ve Sosyal Problemler: Bireysel ve Kurumsal
Açıklamalar”, çev. Halide Aslan, Din Sosyolojisi. Çağdaş Gelişmeler, çev.
ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, s. 523-552.
PLATON; Georgias Diyaloglar, Cilt 1, çev. Melih Cevdet Anday, İstanbul,
Remzi Kitabevi, 1989, s.43-139.
RIIS, Ole Preben; “Din Sosyolojisinde Metot”, çev. Ahmet Onay, Din
Sosyolojisi. Kuram ve Yöntem, çev ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge
Kitabevi Yayınları, 2012, s. 365-388.
RITZER, George, Modern Sosyoloji Kuramları, çev. Himmet Hülür, Ankara,
De Ki Basım Yayın Dağıtım Ltd. Şti., 2012.
418
RITZER, George, Sosyoloji Kuramları, çev. Himmet Hülür, Ankara, De Ki
Basım Yayın Dağıtım Ltd. Şti., 2013.
RODINSON, Maxime; Islam and Capitalism, Harmondsworth, Penguin
Books, 1974.
RYAN, Alan; On Politics, New York, Liveright Puublishing Corporation,
2012.
SABINE, George H.; A History of Political Theory, Illinois, Dryden Press,
1973.
SARA, Mills; “Söylem ve İdeoloji”, çev. Z. Özarslan, Söylem ve İdeoloji,
haz. Barış Çoban – Zeynep Özarslan, İstanbul, Su Yayınları, 2003, s. 113130.
SARIBAY, Ali Yaşar; Türkiye’de Modernleşme, Din ve Parti Politikası:
“MSP Örnek Olayı”, İstanbul, Alan Yayıncılık, 1985.
SENCER, Muzaffer; Dinin Türk Toplumuna Etkileri, İstanbul, Sarmal
Yayınları, 1999.
SHEPARD, William E.; “İslam ve İdeoloji”, çev. Mehmet Vural, Kelam
Araştırmaları, 7(1), s. 183-220.
SHOLLE, David J.; “Eleştirel Çalışmalar: İdeoloji Teorisinden İktidar/Bilgiye”,
Medya, İktidar, İdeoloji, der. ve çev. Mehmet Küçük, Ankara, Ark Yayınevi,
1994, s. 211-249.
SKIRBEKK. Gunnar, GILJE. Nils; Antik Yunan’dan Modern Döneme
Felsefe Tarihi, çev. Emrullah Akbaş - Şule Mutlu, İstanbul, Üniversite
Kitabevi Yayınları, 2004.
SONCU, Ayşe Gül; Kimliklerin İnşasında Kurumsal Dergilerin Rolü: Türk
Yurdu Ve Ülkü, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış
Doktora Tezi, Ankara, 2012.
419
SPICKARD, Jamed V.; “Etnografi/Din: Alanda ve Sınıfta Keşifler”, çev. İhsan
Toker, Din Sosyolojisi. Çağdaş Gelişmeler, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu,
Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 589-623.
STEVENSON, Nick; Medya Kültürleri, çev. Göze Orhon – Barış Engin
Aksoy, Ankara, Ütopya Yayınevi, 2008.
STODDART, Mark C. J.; “Ideology, Hegemony, Discourse: A Critical Review
of Theories of Knowledge and Power”, Social Thought and Research, 28,
2007, s. 191-226.
SUNAR, İlkay; Düşün ve Toplum, Ankara, Birey ve Toplum Yayınları, 1986.
SWINGEWOOD, Alan; Kitle Kültürü Efsanesi, çev. Aykut Kansu, Ankara,
Bilim ve Sanat Yayınları, 1996.
SWINGEWOOD, Alan; Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, çev. Osman
Akınhay, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları, 1998.
ŞAHİNER, Mevlüt; Camilerde Hutbe ve Diyanet İşleri Başkanlığı Kayseri
İl Müftülüğü Hutbelerinde Kullanılan Hadislerin Tahriç ve Tahlili, 20062010, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2012.
TATAR, Hüsniye Canbay; “Din ve Kapitalizm”, Sosyoloji Konferansları, 45
(1), 2012, s. 149-168.
TER BORG, Meerten B.; “Din ve İktidar”, Mehmet Akgül, Din Sosyolojisi.
Kuram ve Yöntem, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi
Yayınları, 2012, s. 313-337.
TURNER, Bryan S.; “Max Weber’e Göre İslam ve Konfüçyanizm: Kantçı
Sekülerleşme Kuramı”, çev. İhsan Çapcıoğlu, Din Sosyolojisi. Kuram ve
Yöntem, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s.
143-169.
420
TURNER, Bryan S.; Weber and Islam, London, Routledge and Kegan Paul,
1974.
ÜLKEN, Hilmi Ziya; İslam Felsefesi Kaynakları ve Tesirleri, Ankara,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1967.
ÜŞÜR, Serpil Sancar; İdeolojilerin Serüveni, Ankara, İmge Kitabevi
Yayınları, 1997.
VAN
DIJK,
Teun
A.;
“Political
Discourse
and
Ideology”,
Doxa
Comunicacion, 1, 2010, s. 207-225.
VAN DIJK, Teun A.; “Principles of Critical Discourse Analaysis”, Discourse &
Society, 4(2), 1993, s. 249-283.
VAN DIJK, Teun A.; “Söylemin Yapıları ve İktidarın Yapıları”, Medya, İktidar,
İdeoloji, der. ve çev. Mehmet Küçük, Ankara, Ark Yayınevi, 1994, s. 271327.
VAN DIJK, Teun; “Söylem ve İdeoloji: Çok Alanlı Bir Yaklaşım”, çev. N. Ateş,
Söylem ve İdeoloji, Haz. Barış Çoban – Zeynep Özarsalan, İstanbul, Su
Yayınevi, 2003.
WEBER, Max; Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, çev. Zeynep
Gürata, Ankara, Ayraç Yayınevi, 1993.
WENZEL, Nikolai G.; “Postmodernizm ve Din”, çev. Ali Ayten, Din
Sosyolojisi. Kuram ve Yöntem, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge
Kitabevi Yayınları, 2012, s. 281-312.
WRBOUSCHEK,
Marcus;
“Discourse
Analysis
and
Social
Critique”,
Psychology & Society, 2 (1), 2009, s. 36‐44.
WUTHNOW, Robert J.; “Din Sosyolojisi”, Din ve Modernlik, der. ve çev.
Adil Çiftçi, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2002, s. 59-119.
421
YAPICI, Asım; “Modernleşme-Sekülerleşme Sürecinde Türk Gençliğinde Dini
Hayat: Meta-Analitik Bir Değerlendirme”, Çukurova Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, 12 (2), 2012, 1-40.
YAZICI, Nesimi; Osmanlı Son Döneminden Cumhuriyete Hutbelerimiz
Üzerine Bazı Düşünceler, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt
39, Sayı 2, 1996, s. 209-216.
YILDIRIM, Ergun; Değişen Din Anlayışının Sosyolojisi, İstanbul, Bilge
Yayınları, 1999.
YURDUSEV, Nuri, “‘Analiz Seviyesi’ ve ‘Analiz Birimi’: Bir Ayrım Argümanı”,
Uluslararası İlişkiler, Cilt 4, Sayı 16, 2007-2008, s. 3- 19.
YÜKSEL. Haluk, FIRAT. Erdoğan, SELÇUK. Mualla; Din Hizmetlerinde
İletişim
ve
Halkla
İlişkiler,
Eskişehir,
A.Ö.F.
yay.
2002.
422
EK: TÜRKİYE CUMHURİYETİ DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI DİN İŞLERİ
GENEL MÜDÜRLÜĞÜ’NÜN HUTBEYLE İLGİLİ AÇIKLAMALARI
Hutbe Hazırlama ve Değerlendirme Klavuzu674
a) Hutbenin içeriğine uygun bir adlandırma yapılmış mıdır?
b) Problem/alt problemler açıkça belirtilmiş midir?
c) Problem, bir hutbe için uygun mudur? (az/çok)
ç) Problem, zamana ve gündeme uygun mudur?
d) Problem, yöre halkının beklenti ve ihtiyaçlarını karşılayıcı mıdır?
e) Hutbe, muhteva ve dil açısından problem veya hedef merkezli
işlenmiş midir?
f) Hutbenin muhtevası, öngörülen kazanımları edindirecek nitelikte
midir?
g) Hutbenin sonucu; kazanımları özetler nitelikte midir?
ğ) Hutbenin öne çıkan niteliği nedir? (Bilgilendirici, ikna edici,
duygulandırıcı)
h) Kazanımlar, hutbenin öne çıkan niteliği ile örtüşmekte midir?
ı) Hutbenin atıf kaynakları bu temel niteliğe uygun mudur?
i) Hutbenin ifade ve üslubu bu temel niteliğe uygun mudur?
j) Konuyla ilgili ayet ve/veya sahih hadise yer verilmiş midir?
k) Seçilen ayet ve hadisler;
k.1. Amaç ve kazanımlara uygun mudur?
k.2. Hutbenin öne çıkan niteliğine uygun mudur?
k.3. Uygun yerde verilmiş midir?
k.4. Çevirisi açık ve anlaşılır biçimde midir?
l) Hutbenin dili, öne çıkan niteliği ile uyuşmakta mıdır?
l.1. Bilgilendirici dil ağırlığı ve uygunluğu,
674
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Diyanet İşleri Başkanlığı Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü,
2013.
423
l.2. İkna edici dil ağırlığı ve uygunluğu,
l.3. Duygulandırıcı dil ağırlığı ve uygunluğu,
m) Hutbede kaç tür ifade şekli kullanılmıştır. Ne sıklıkta kullanılmıştır?
n) Cümlelerin niteliklerinin uygunluk düzeyi nedir?
o) Cümle uzunluğu uygun mudur? (6-8 kelime arası en uygun)
ö) Kavramlar/Kelimeler:
ö.1. Cemaatin düzeyi gözetilerek anlaşılır kelimeler seçilmiş midir?
ö.2. Telaffuzu zor kelimelerden kaçınılmış mıdır?
ö.3. Anlaşılmaması muhtemel kelime ve kavramlar yeterince açıklanmış
mıdır?
p) Hutbenin uzunluğu anlaşılırlık açısından uygun mudur?
r) Müjde ve uyarı dengesi gözetilmiş midir?
s) Hutbede imla kurallarına uyulmuş mudur?
ş) Hutbenin muhtevası Kur'an, Sünnet ve bilimsel gerçeklerle uyumlu
mudur?
t) Kur'an, sünnet ve bilimsel gerçeklerle uyumlu mudur?
u) Milli birlik ve bütünlüğü zedeleyici ifadelerden kaçınılmış mıdır?
ü) Kişi veya grupları tahkir edici ifadeler var mıdır?
v) Ön yargılı ve politik ifadelerden, polemiklerden kaçınılmış mıdır?
y) Henüz netleşmemiş görüşlere yer verilerek gereksiz tartışmalara ve
huzursuzluğa sebep olabilecek hususlar var mıdır?
z) Hutbe, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın toplumu inanç, ibadet ve ahlak
konularında aydınlatma göreviyle bağdaşır nitelikte midir?
Hutbe Komisyonu675
1. Teşekkülü
a.
“Hutbe
Komisyonu”,
yurt
içinde
valilik,
yurt
dışında
büyükelçilik/başkonsolosluk onayı ile en az dört, en fazla yedi kişiden
oluşturulur.
675
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Diyanet İşleri Başkanlığı Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü,
2013.
424
b. İl müftüsünün başkanlığında oluşturulan yurt içindeki komisyonlarda,
müftü yardımcısı, ilçe müftüsü, başvaiz, uzman vaiz, vaiz, şube müdürü, din
hizmetleri uzmanı, baş Kur’an kursu öğreticisi, uzman Kur’an kursu öğreticisi,
Kur’an kursu öğreticisi, baş imam-hatip, uzman imam-hatip ve imam-hatip
gibi dini yüksek öğrenim görmüş personel görevlendirilir. Yeterli sayıda dini
yüksek öğrenim görmüş personel bulunmaması halinde tahsili buna en yakın
olan diğer okul mezunlarından da üye seçilebilir. Lisansüstü eğitim yapmış
olmak tercih sebebidir.
c.
Din hizmetleri müşavirinin/ataşesinin/koordinatör din görevlisinin
başkanlığında oluşturulan yurt dışındaki komisyonlarda ise, ataşe ve/veya din
görevlileri yer alır.
2. Görevleri
a. Komisyon, yurt içinde ilçe müftüleri, yurt dışında ise ataşeler/koordinatör
din görevlileri/din görevlileri ile yapılacak istişari toplantıda hutbe konularını
belirleyerek üçer aylık plânlama ve düzenleme yapar.
b. Belirlenen konularda din görevlileri arasında hutbe yazma yarışması
açar.
c.
Gerektiğinde komisyon üyeleri hutbe hazırlayabileceği gibi, sipariş
yoluyla da hazırlatabilir.
d. Hazırlanan hutbeleri değerlendirerek seçimini yapar.
e. Okunmaya değer görülen hutbe sahiplerini ödüllendirir ve ödüllerin
miktarını mahalli imkanlara göre belirler. Komisyon üyeleri tarafından
hazırlanan hutbeler için ödül verilmez.
f.
Hutbelerin hazırlanmasında ve değerlendirilmesinde Ek-1’de yer alan
“Hutbe Hazırlama ve Değerlendirme Kriterleri”ni dikkate alır.
g. Hutbelerin mevsim ve çevre şartları da dikkate alınarak kısa ve özlü
olmasına dikkat edilir.
h.
Komisyon başkanı, seçilen hutbelerin sorumluluk alanındaki bütün
camilere zamanında ulaştırılmasını ve usulüne uygun olarak okunup
okunmadığının denetimini sağlar.
i.
Komisyon, hutbelerle ilgili geri bildirimler alır ve değerlendirir.
425
j.
Yukarıdaki görevlerin yerine getirilmesinden birinci derecede komisyon
başkanı sorumludur.
Hutbenin Hazırlanışı ve Okunuşu
1. Cuma ve bayram hutbelerinin hazırlanmasında şu hususlara uyulur:
a.
Cuma ve bayram günlerinde imam-hatipler, Başkanlıkça hutbe
gönderilmesi halinde bu hutbeyi, değilse “Hutbe Komisyon”larınca hazırlanan
ve okunması uygun görülen hutbeleri okurlar.
b. İlçe müftülükleri ihtiyaç halinde hutbe komisyonunca hazırlanan hutbenin
içeriğinde, komisyonun uygun görüşü ile değişiklik yapabilir.
c. İmam-hatipler hutbe komisyonunca belirlenen konularda hazırladıkları
hutbeleri, komisyonun uygun görmesi halinde kendi camilerinde okuyabilirler.
2. Hutbelerin okunmasında şu hususlara uyulur.
a.
Hutbe, önceden birkaç defa okunmak suretiyle konuya hakimiyet
sağlanır,
b. Minbere sarık ve cübbe giyilerek çıkılır, hutbe usulüne uygun olarak
makamsız ve tegannisiz okunur,
c. Hutbede gereksiz el-kol hareketlerinden kaçınılır ve ses tonu cemaatin
durumuna göre ayarlanır,
d. Hutbelerde şahsiyet ve siyaset yapmaktan, kırıcı, milli ve dini birliği
zedeleyici sözlerden sakınılır,
e.
Hatipler, Cuma günleri minberde;
1) İkinci hutbede Nahl Sûresi’nin 90’ıncı âyet-i kerimesini okumadan önce,
Türkçe olarak, “Allahım! İslâm’a ve müslümanlara yardım et! Devletimizi,
ülkemizi ve milletimizi her türlü tehlikelerden koru! Bize dünya ve ahirette
iyilik, güzellik ve nimetler ihsan eyle! Bizi, ana-babamızı ve bütün müminleri
bağışla! Şüphesiz sen dualarımızı işitir ve kabul edersin!” şeklinde duâ
ederler,
2) Nahl Suresi’nin 90’ıncı âyet-i kerimesinin lafzını okuduktan sonra,
"Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı/yararlı amelleri en güzel bir şekilde yapmayı,
akrabalara yardım etmeyi emrediyor, her türlü edepsizlik ve çirkinliği, haram
426
ve kötülüğü, azgınlık ve zulmü yasaklıyor. O, düşünüp tutasınız diye size
böyle öğüt veriyor." (önceki hali) “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı,
yakınlara yardım etmeyi emreder; hayasızlığı, fenalık ve azgınlığı da
yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”(Başkanlığın meali)
şeklinde meâlini de verirler.
f.
İrticalen hutbe okunması kesinlikle önlenecek, iklim şartları ve mesai
saatleri dikkate alınarak hutbeler kısa okunacak, Arapça bölümleri dâhil on
dakikayı geçmeyecektir.
Download