Gümrük Muhafaza Personeli Derneği | Osmanlı İmparatorluğu`nda

advertisement
Osmanlı İmparatorluğu'nda Gümrükler ve Şehbenderlik
Açıklama: Osmanlılarda gümrük vergileri devlet hazinesi adına tahsil edilen önemli gelir
kaynaklarındandır ve hiçbir zaman tımar ve zeamet erbabına bırakılmamıştır, vakıflara terk
edildiğine dair de bir kayda rastlanmamıştır
Kategori: Haber Arşivi
Eklenme Tarihi: 29 Şubat 2016
Geçerli Tarih: 19 Temmuz 2017, 07:29
Site: Gümrük Muhafaza Personeli Derneği
URL: http://gumrukmuhafaza.org.tr/haber/haber_detay.asp?haberID=285
I- OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA GÜMRÜKLER
A)GENEL ÖZELLİKLERİ
Osmanlı ekonomisinde iç,dış ve transit ticaretten alınan vergiler gümrük sistemi içerisinde
incelenir.[1] Osmanlılarda gümrük vergileri devlet hazinesi adına tahsil edilen önemli gelir
kaynaklarındandır ve hiçbir zaman tımar ve zeamet erbabına bırakılmamıştır, vakıflara terk
edildiğine dair de bir kayda rastlanmamıştır. Başlangıçta özel gümrük memurları vasıtasıyla tahsili
temel alınırdı. İltizam sistemi ortaya çıktıktan sonra zaman zaman gümrüklerinde iltizama verildiği
görülür. Yinede devlet hazinesine ait bir gelir kaynağı olma özelliği değişmemiştir. Gümrük
vergileri denildiğinde hem Osmanlı Devleti’nden yabancı devletlere ihraç edilen veya yabancı
devletlerden ithal edilen mal ve eşyalar üzerinden alınan vergiler hem de Osmanlı Devleti’nin bir
iskelesinden diğer bir iskelesine deniz yoluyla veya bir şehir veya kasabasına diğerine karayoluyla
nakledilen mallardan alınan vergiler akla gelir. Böylece hem dış ticaret, hem de iç ticaret vergiye
tabi oluyordu. Dolayısıyla Osmanlı’da gümrükler de iç ve dış gümrükler olmak üzere ikiye ayrılırdı.
B) İÇ GÜMRÜKLER
İç gümrüklerde alınan vergileri âmediye, reftiye, masdariye ve mururiye olarak dört kısımda
incelemek kâbildir: Âmediye, bir yerden bir yere taşınan yani gümrük yerine gelen mallardan;
reftiye, bir memlekete taşınıpta orada tüketilmeyerek başka bir yere gönderilen yani gümrükten
çıkan mallardan; masdariye, nakledilen yerde tüketilen ithal malı emtiadan; mururiye, dışardan
Osmanlı ülkesine gelipte sarfedilmeden re-export amacıyla yabancı ülkelere gönderilen mallardan
alınan transit vergisidir. Buna bac-ı ubûr (geçiş resmi) da denmiştir. Âmediye %3-5; reftiye % 1-3;
masdariye %1-1,5 civarındaydı. Gümrük vergisi bir malın nakliyle ilgilidir. Yani bir yerde üretilip
orada tüketilen bir maldan bu tür vergi alınması söz konusu değildi. Gümrükler deniz ve kara
gümrükleri olarak ikiye ayrılırdı.[3]
İstanbul, İzmir, Antalya, Selanik, Beyrut, Trabzon, Kefe gibi merkezler, sadece dış ticaret değil,
deniz taşımacılığının daha ucuz ve bazı hallerde kolay oluşu nedeniyle iç ticaret içinde önemli
limanlardı. Dolayısıyla aynı zamanda önemli birer gümrük merkezleriydiler. Kara yoluyla yapılan
ticarette de gümrük resmi alınması kara gümrüklerinin kurulmasını gerektirmişti: Bursa, Erzurum,
Tokat, Diyarbekir, Bağdat, Şam, Halep, Edirne, Belgrad gibi büyük şehirlerden başka küçük
yerlerdede gümrükler vardı. Vergisini ödeyerek bu gümrüklerden birinden geçen mallar için
sahiplerinin eline “edâ tezkiresi” verilir; böylece başka bir gümrüğe geldiğinde aynı mal için tekrar
gümrük vergisi ödenmezdi.[4]
Milli devletlerin doğuşundan sonra Avrupa’da XIX. Yüzyılın ortalarında kaldırılan iç gümrükler
1900’lere kadar Osmanlı devlet hazinesinin önemli gelir kaynaklarından birisiydi. Başlarda büyük
şehirlerde alınan iç gümrük,son yıllarda gümrük merkezi haline getirilmiş olan şehir ve kasabalarda
alınmakta olan iç gümrük 1843’te kaldırılmıştır. Yine 1840’larda kurulmakta olan yeni fabrikaların
hammadde ve mamullerinden alınmakta olan iç gümrükler ya kaldırılmış yada hafifletilmiştir. Yerli
sanayii korumak için tanınan gümrük muafiyetleri giderek yaygınlaştırılarak 1874’te karayolu ile
yapılan ticaretin tümü için iç gümrük kaldırılmıştır. Deniz yollarında ise yerli ve yabancı malları
ayırt etme güçlüğü yüzünden iç gümrükler çeyrek yüzyıl daha yaşamış ve 1900’de , savunma
harcamalarına katkıda bulunmak üzere, %2’ye indirilmiş ve 1910’da tamamen kaldırılmıştır.[5]
C) DIŞ GÜMRÜKLER
Bu tür vergilerin konmasında Osmanlı Devleti’nin ahidname-i hümayun adı altında yabancı
devletlere verdiği ticari imtiyazlar bir başka ifade ile kapitülasyonlar önemlidir. Dış ticarette
kapitülasyon sistemi Osmanlılardan önce kurulmuştur. Bir çok ilk, orta, ve yeniçağ devleti ticareti
geliştirmek için bu yöntemi kullanmıştır. Anadolu Selçukluları, Beylikler, Memlukler, Bizans,
İngiltere vb. hep dış ticaret serbestliğini sağlamak için bu yöntemi izlemişlerdir. Orhan Gazi’den
(1326-1360) itibaren Osmanlı Beyliği’de bu sistemi benimsemiştir.[6]
II. Mehmed, İstanbul’un fethinde yakınlık gösteren Cenevizlilere ahidname verdi. II. Beyazid ve I.
Selim bu ahidnameyi yenilediler. Yine II. Mehmed’in Venediklilere verdiği imtiyaz önemli
imtiyazlardandı. Daha sonra, önce Memluklar tarafından Fransa’ya verilen imtiyazı I. Selim
1516’da , I Süleyman 1528’de onaylamışlardı. Fransa’ya verilen bu imtiyaz Osmanlı Sultanları II.
Selim , III. Murad, I. Ahmed, IV. Murad ve İbrahim zamanlarında yenilenmiş, IV. Mehmed
zamanında, 1669’ da genişletilmiştir. Benzer ahidnameler zamanla Dubrovnik , İngiltere,
Danimarka , Prusya, ve Belçika’ya da verilmiştir.[7]
Bu sistemin esasları şunlardır:
1. Osmanlı Devleti imtiyazın verildiği ülkenin tüccarlarının kendi topraklarına serbestçe gelip
gitmelerine ve ticaret yapmalarına müsaade eder.
2. Tüccarların can ve mal güvenlikleri sağlanır.
3. Ölümleri halinde mirasları ülkelerinde varislerine intikal eder.
4. Aralarındaki anlaşmazlıklar kendi hukuklarına göre halledilir. Yerli tüccarlara anlaşmazlıklarında
ise Osmanlı Mahkemeleri yetkilidir.
5. Başkalarının borçlarından dolayı takibata uğramazlar.
6. Mallarını istedikleri yerde satarlar.
7. Mal getirip götürdüklerinde genellikle %2-5 gümrük vergisi ödeyip başka vergi ödemezler.
8. Getirdikleri para vergiye tabi değildir.[8]
Osmanlı ilk devirlerinde dış ticarette alınan gümrük vergileri oldukça düşüktü. Fatih Sultan Mehmed
zamanına kadar harici gümrük vergi oranı % 2 idi. Bu devirde önce % 4, sonra da % 5’e
yükseltilmiş ve bütün XIV. Yy boyunca da bu oran devam etmişti.[9]
Osmanlılar, kapitülasyon politikası ile mali ve siyasi amaçlar güdüyorlardı. Mali amaç : transit ve
dış ticaretten gümrük vergileri olarak hazineye katkı sağlamak, bunun yanında ticareti mümkün
olduğu kadar Akdeniz havzasında tutmaya çalışmaktı. Siyasi amaç ise Osmanlıların kendi çıkarları
için Batılı devletlere imtiyazlar vererek bunları birbirine karşı kullanmaktı. Ancak kapitülasyonlar
devlet zayıflayınca aleyhe işlemeye başlamıştı. Batılılar Osmanlı ülkesini hammadde alım ve mamul
madde sürüm sahası olmasını sağlayıcı politikalar izlemişlerdir. III. Selim kapitülasyonların gerçek
anlamıyla uygulanması yolunda mücadele etmiş ama sonuç alamamıştır. Osmanlı Devleti’nin
kapitülasyonlardan kurtulmak için Paris Konferansı (1856) sırasında yaptığı teşebbüs başarısız
olmuş İttihat ve Terakki yönetimi de I. Dünya Savaşı’na girerken (1914) ikinci bir adım attı ancak
savaşın yenilgi ile sonuçlanması bu teşebbüsün başarısız olmasına neden oldu. Kapitülasyonlar
ancak Lozan Antlaşması (1923) ile kaldırılmıştır.[10]
II- Şehbenderlik
ticaret Nezareti’nin kurulmasından önce ticaret işlerine bakmak ve tüccarlar arasındaki ihtilafları
halletmek üzere görevlendirilen memurdur. II. Mahmud devrinde mahalli ticaretin yabancıların eline
geçmekte olduğunun görülmesi üzerine ticaret iki kısma ayrılarak Müslüman tüccarlara “ Hayriyye
Tüccarı” , gayri müslim tüccarlara “Avrupa Tüccarı” denildi. “ Hayriyye Tüccarı”’ na bir takım
imtiyazlar da verilerek aralarından birisi “ şehbender” olarak seçildi. Şehbenderler, baş şehbender,
şehbender, şehbender vekili, şehbender memuru olmak üzere dört sınıftı. Ticaretle ilgili işleri
halletmek üzere 1838’de “Meclis-i Ziraat ve Sanayi” kurulmuş birkaç gün sonra bu kuruluşun ismi
“Meclis-i Umur-i Nafia” şekline getirilmiştir. 1839’da ise “Ticaret Vezareti” ihdas edilerek bu
meclis de oraya bağlanmıştır. “ Şehbender” tabiri daha sonra konsolos karşılığı yabancı devletlerde
kendi devletinin menfaatlerini korumakla görevli kimselere unvan olarak da kullanılmıştır. 1908’dan
itibaren de bunun yerine konsolos tabiri kullanılmıştır.[11]
III-SONUÇ
Osmanlı’da gümrükler her zaman önemli olmuş ve hiçbir zaman tımar ve zeamete bırakılmamıştır,
vakıflara bırakıldığına dair de bir kayıt yoktur. Gümrüklerden elde edilen gelirler devlet hazinesinin
önemli gelir kaynaklarındandı. İltizamın çıkışıyla iltizama verildiği görülür ama yinede önemini
yitirmemiştir. Yabancı devletlere ihraç edilen veya yabancı devletlerden ithal edilen mal ve
eşyalardan ve Osmanlı’nın bir iskelesinden diğer bir iskelesine deniz yoluyla veya bir şehir veya
kasabasından diğerine kara yoluyla nakledilen mallardan gümrük vergisine tabi idi. Böylece hem iç
ticaretten hem de dış ticaretten vergi alınırdı. Gümrük vergisi bir malın nakliyle ilgilidir. Yani bir
yerde üretilip orada tüketilen bir maldan gümrük vergisi alınmazdı. Gümrükler iç ve dış olmak üzere
ikiye ayrılırdı. İç gümrükler 1900’lere kadar Osmanlı hazinesinin önemli gelir kaynaklarından biri
olma özelliğini korumuştur. İç gümrükler 1843’te kaldırılmıştır.
Dış gümrüklerde ise kapitülasyon politikası ile mali ve siyasi amaçlar güdülüyordu. Mali amaç
transit ve dış ticaretten gümrük vergileri olarak hazineye katkı sağlamak bunun yanında ticareti
Akdeniz havzasında tutmaya çalışmaktı. Siyasi amaç ise Osmanlı’nın kendi çıkarları için Batılı
devletlere imtiyazlar vererek bunları birbirine karşı kullanmaktı. Ancak kapitülasyonlar devlet
zayıflayınca aleyhte işlemeye başlamıştır. Batılılar Osmanlı’yı hammadde alma ve mamul sürüm
sahası olarak görmeye başlamıştı. Kapitülasyonlardan kurtulmak için çeşitli girişimlerde
bulunulmuş ancak Lozan Antlaşması’nda kaldırılabilmiştir.
Osmanlı’da ticaret işlerine bakmak ve tüccarlar arası ihtilafları gidermek üzere görevlendirilen
“Şehbender” denen kimseler bulunurdu. Bunlar daha sonra konsolos karşılığı olarak yabancı
devletlerde kendi devlet menfaatlerini korumakla görevli kişilere ünvan olarak verilmiştir. 1908’den
itibaren ise konsolos tabiri kullanılmaya başlamıştır.
GENEL BİBLİYOGRAFYA
__TABAKOĞLU, Ahmet , Türk İktisat Tarihi, İstanbul 1998.
Download