NOBEL ÖDÜLLÜ İLK TÜRK AZİZ SANCAR VE TÜRK SOLUNUN ÇIKMAZI Bu Nobel Ödülü alan ikinci Türk oldu demekte acele etmeyin çünkü ana-babadan geçen doğumsal bir özelik olmayıp, gönüllü bir kabul süreci olan Türklüğe ilkinin uzak duruyor olabileceği, “Türkler bir milyon Ermeni’yi kesti” karalamasını dile getirmesi nedeniyle akla gelmektedir. Orhan Pamuk’un bu ödülü almasında ne derece etkili olduğu bilinmeyen bu karalama, onun zaten Türk olmak ile kendisinin arasına bir mesafe koymuş olma olasılığını arttırıyor ve böyle bir tercihte bulunmasına da saygıyla yaklaşmak gerekir. Orhan Pamuk’tan kendisini bir Türk olarak kabul edip etmediği (kendisini bir Türk olarak görmemeye hakkı vardır) yönünde Orhan Pamuk’tan Aziz Sancar kadar açık bir beyan duymadığımız için, Nobel Ödüllü ilk Türk unvanı bence Sayın Aziz Sancar’ın hakkıdır. Aziz Sancar bu ödülü, yıllarını verdiği bir bilimsel emeğin sonunda haklı olarak almıştır. Bu tür ödüller, bu ödülü almayı hak eden birçok bilim insanının arasından birinin seçilmesiyle sahibini bulur ve kuşkusuz Aziz Sancar, bu ödülü hak eden tek kişinin kendisi olmadığının, kendisi gibi insanlığa kendisini adayarak çalışan binlerce araştırmacının ortak çalışmasının simgesi olarak bu ödüle layık görüldüğünün bilincindedir. Bu ödülü alacağınızın bir güvencesi olmadan, kendiniz gibi yüzlerce araştırmacı arasında, yüksek çalışma temposunu yıllarca tutarlı biçimde sürdürebilmek için, o kişinin her türlü bireysel arzu ve hırsını aşabilecek derecede kendisini insanlığa adayabilen bir konuma ulaşmış olması gerekir. Bu adayış, aile, aşiret, ırk, soy, sop gibi daha ilksel kimliklerin aşılabilmesini sağlayacak bir asimilasyon süreci ile olanaklı olabilmektedir. Asimilasyon denildiğinde hep akla bir etnik aidiyetin aşılması gelmektedir ancak psikolojik açıdan bireyin geçmişinden getirdiği her türlü kimliği aşabilmesini ve daha sağlıklı yeni bir kimliği benimseyebilmesini sağlayan süreçler de asimilasyon süreçleridir. Yani asimilasyon psikolojik açıdan, bireyin değişen koşullara ayak uydurabilmesini, günceli yakalayabilmesini sağlayan sağlıklı bir süreçtir. Kimlik, katman katman olan bir yapıdır. Dışkısını, kendi açısından değerli olanlar için bir ödül sayan, kardeşine yönelik rekabet duyguları nedeniyle onu yok etme arzusu içinde yanıp tutuşan anal dönem çocuk kimliği de bir kimliktir. Ya da anne ve babamızın gözünde dünyanın en değerli varlığı olarak kendimizi gördüğümüz o narsisistik dönemin bize kazandırdığı, çok özel bir kişi olduğumuz algısının ön planda olduğu kimlik de bir kimliktir. Bireyin erişkinliğinde, bunlar ve bunlara benzer sorunlu kimliklerden herhangi birini aşamamış olarak toplum yaşamına girdiğini bir düşünün. Bırakın Nobel Ödülü için çalışabilmeyi, bencilce arzularını tatmin etme dışında başka bir şeye odaklanamayan, her şeyi kendisine hak gören, kurallara uyamayan, ötekilere saygısı olmayan, acımasız ve sorunlu bir kişi ortaya çıkacaktır. Bu tür kimliklere sahip bireylerden oluşan bir toplumun ne kadar yaşanması zor bir ortam oluşturacağını sanırım herkes kavrayabilmektedir. Nitekim Aziz Sancar’ın doğup büyüdüğü topraklar bugün, etnik ve mezhepsel kimlikleri adına başkasının yaşamını hiçe sayan teröristleri ve 103 kişiyi acımasızca katleden canlı bombaları yetiştiren bir vasata dönüşmüştür. Bu tür sorunlu kimliklerin, daha uyumlu ve sağlıklı kimliklere yerini bırakıp geriye çekilerek asimile olmaları, sağlıklı bir toplumun olmazsa olmaz koşuludur. Mikro düzeydeki bu sağlıklı bir kimlik sahibi olma sürecinin makro düzeye taşınabilmesi, etnik aidiyetlerin aşılarak ulus kimliği yönünde asimile olması ile olanaklı olmaktadır. İnsanlığa kendisini adayabilen bir kimlik, bu asimilasyon sürecinden geçerek oluşabilmektedir. Aksi halde birey, dar bir kimlik algısının ötesine geçememekte, dar bir grubun çıkarlarını gözeten ama kendisini diğer gruplara ve insanlığa yabancı gören bir birey olarak kalmaktadır. Aziz Sancar’ı elinde silahla ya da bombayla değil de Nobel Ödülü ile görebilmemizi sağlayan en önemli etken, kendisinin de belirttiği gibi Kemalist Uluslaşma sürecidir. Etnik kimliğinin farklı olması, onun Türk kimliğini, evrensel değerlere sahip çıkan, insanlığa kendini adayabilecek bir kimlik olarak daha doğru biçimde algılayabilmesini sağlamıştır. Zaten doğrusu da budur; Türk olmak etnik bir aidiyet değil, etnik aidiyetlerimizi aşabilmemizi sağlayıp, evrensel değerleri benimsememizi kolaylaştıran sağlıklı bir kimliği edinme sürecidir. O, bu sürecin içinden geldiği için bugün insanlığa ait bir değere dönüşmüştür. Türkiye’de solun çıkmazı da burada yatmaktadır. Uluslaşma sürecini faşizm olarak damgalayıp, Kemalizm’i bireyin özgürlüğünü ortadan kaldıran baskıcı bir ideoloji olarak görmekten kurtulamayan Türkiye solu ki, bu kervana ne yazık ki CHP de dahildir, sahte bir özgürlük masalıyla her türlü ayrımcılığı besleyen HDP’nin değirmenine su taşıyan bir makineye dönüşmüştür. İşin sorunlu tarafı, solun oy talep ettiği toplum kesiminin aslında özgürlükten korkuyor olmasıdır. Bugün Türkiye solunun dile getirdiği özgürlük söylemi, Cihangir sınırlarının dışında yaşayan yoksul ve çaresiz kitleler için, çocuklarını ellerinden kapıp her türlü olumsuzluğun kucağına atabilecek bir karnavalı çağrıştırmaktadır. Köyünden göç etmiş ve metropollerin yamaçlarında tutunmaya çalışan halk kesimi için özgürlük, çocuklarını uyuşturucu batağı, fuhuş, suç, terörizme bulaştırabilecek bir olumsuzluk olarak anlaşılmaktadır. Zengin oğlanın doğradığı parçalanmış cesedi çöpe atılan kız, bu algının belirgin bir imgesi olarak, çocuklarının geleceğini kurtarmak isteyen muhafazakar kitleleri özgürlükten ürkütüp daha da muhafazakarlaşmaya doğru itmiştir. Türkiye solu ise halen derin bir aymazlık içinde, oy tabanı olarak gördüğü, özgürlükten ürkmüş bu kitlelere özgürlük ve Haziran ayaklanması çağrıları yapmayı sürdürmektedir. Oysa halkın talebi öncelikle, çocuklarının geleceğini güvence altına alan, onları her türlü olumsuzluktan koruyacak bir güçtür. Kimse çocuğunu onun bunun oyuncağı olsun diye yetiştirmemektedir. Halk, kendisini ve çocuklarını koruyacak bir otoritenin arayışındadır. Bu nedenle, halkın en önde gelen talebi olan, güvenliği sağlayacak bir otoriteye duyduğu özlemi, ataerkil gerici bir baskı düzeni olarak aşağılayan sol kesim, Cihangir dışında oylarını arttıramamaktadır. Uluslaşma süreci, halkın bu talebini karşılayabilecek, çocukları güvenli bir yaşama ulaştırabilecek bir modeldir, ancak bu sürecin sol tarafından dışlanması, yoksul kitleler için daha da muhafazakarlaşmayı tek seçenek durumuna getirmektedir. Batıda neden özgürlük söylemi oy devşiriyor diye bir soru akla gelebilir. Batılı kapitalist ülkeler, toplumda düzeni sağlayan ahlaki ve dinsel kodları uluslaşma süreçleri sırasında laik bir toplumsal yapının içine yerleştirmişlerdir. İyi olmak, yardımsever olmak, dürüst olmak, başkasına zarar vermemek gibi dinsel kodlar, bu toplumlarda seküler yapının da temel kodlarıdır. Bugün bireysel özgürlüğü öne çıkartabilen ve halkını belli bir refah düzeyine taşıyabilmiş olan batılı toplumların hepsi kendi ulusal kilisesini kurmuş toplumlardır. Her biri ulusal kilise olan Almanların Protestan Kilise’si, İngilizlerin Anglikan Kilise’si, Rusların Ortodoks Kilisesi, Amerikalıların Evanjelik Kilise’si, topluma düzen veren dinsel yapının ulusal bir yapıya dönüşmesinin birer örneğidir. Seküler olmak, dini reddetmek değil, tarih boyunca ulusal yapıların ortaya çıkmasından önce uzun bir süre topluma düzen veren dinsel yapının ulusal ve güncel bir yapının içine yedirilmesidir. Güvenliğin sağlandığı bir zeminde özgürlük söylemi anlamlı olabilmektedir. Ulusal yapı, toplumu oluşturan bireylerin ahlaklı ve iyi olmalarını, bu paralelde güvenliği sağlayıcı bir toplumsal düzeni oluşturacak kodları içermediği sürece, halk geçmişin muhafazakar yapılarına yönelmektedir. Türkiye’de bu dönüşüm yarım kaldığı için özgürlük söylemi, kuralların ortadan kalktığı ürkütücü bir kaos arayışı olarak algılanmaktadır. Ortadoğu’da gençleri canlı bomba olmaktan, küçük yaşta denizde boğulmaktan, özgürlük adına bağımsızlığını feda ettiğinden bihaber biçimde petrol kartellerinin paralı askeri olmaktan alıkoyacak tek seçenek uluslaşma sürecidir. Türkiye’de Alevileri, Ermenileri seven, koruyan batılı emperyalistler, Suriye’de Alevileri, Ermenileri kesen uluslaşma karşıtı cihatçılara destek olmaktadırlar. Ne yazık ki, Cihatçıları besleyen söylem de Türkiye solunun dilinden düşmeyen söylemdir; “uluslaşma süreci, özümüze ait kimliklerimizi yok eden baskıcı ve faşist bir süreçtir, özgürlüğümüz için uluslaşmaya karşı duralım”. Türkiye solunu, emperyalizm destekli cihatçılarla aynı yatağa girmekten kurtarabilecek tek etken uluslaşma süreci ve ülkemiz özelinde Kemalizm’dir. Kemalizm’i ve ulusalcılığı küçümsemek dışında dişe dokunur hiçbir şey yapamayan sol, Türkiye’de daha uzun süre nal toplayacak gibi görünmektedir. Ne Mutlu Türküm Diyene! Mutluhan İzmir