TBMM Başkanı İsmail Kahraman: Başkanlık sistemine dayalı yeni bir

advertisement
Parlamento
TPB
Hakimiyet Milletindir
Ocak 2016 Sayı: 32
Ayl ı k sürel i yay ı n
TBMM Başkanı İsmail Kahraman: Başkanlık sistemine dayalı yeni bir anayasa yapmalıyız...28
Grup başkanvekillerinden 26. Dönem değerlendirmesi...32
Bir destanın başladığı yer: İlk Meclis Binası...48
Medeniyetin taştaki izi: Ahlat...42
ISSN 2147-6616
9 772147 661000
32
Parlamento
TPB
Ocak 2016 Sayı: 32
Fiyatı: 20 TL/Kurum ve kuruluşlar için: 30 TL
Yerel süreli yayın
ISSN 2147-6616
Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti. adına
TPB Parlamento Dergisi Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü
Eren Safi
Yayın Koordinatörü
Erbay Kücet
Editör
Songül Baş
Yazı İşleri
Çağla Taşkın
Enver Uygun
Evren Özesen
Gökçe Doru
İrem Coşkunseven
Nehir Öztürk
Nil Özben
Orhan Gülenay
Pınar Çavuşoğlu
Zeynep Yiğit
Katkıda Bulunanlar
Dr. Ahmet Tetik
Hakan Arslanbenzer
Dr. Polat Safi
Tasarım
Evrim Uluçay
Sinan Günçiner
Genel Koordinatör
İsmail Demir
TÜRK PARLAMENTERLER BİRLİĞİ
GENEL BAŞKAN
Nevzat PAKDİL
22, 23, 24. Dönem Kahramanmaraş Milletvekili
YAYIN KURULU
Yahya AKMAN
21, 22, 23, 24. Dönem Şanlıurfa Milletvekili
Cahit BAĞCI
23, 24, 25. Dönem Çorum Milletvekili
Kadir Ramazan COŞKUN
Genel Sekreter
19. Dönem İstanbul Milletvekili
İlknur İNCEÖZ
Aksaray Milletvekili
Alpaslan KAVAKLIOĞLU
Niğde Milletvekili
Ömer Faruk ÖZ
Genel Sayman
23. ve 24. Dönem Malatya Milletvekili
Ramazan Kerim ÖZKAN
22, 23, 24. Dönem Burdur Milletvekili
Yayımlanan yazıların hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir. Makul alıntılar dışında izinsiz iktibas yapılamaz.
YAPIM
Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti.
Uğur Mumcu Cad. 89/8 Çankaya/ANKARA
T: 0312 446 15 72 F: 0312 446 15 82
www.buyukharf.com.tr
BASKI
Özel Matbaası
Basım Yeri: Matbaacılar Sanayi Sitesi 1514. Sokak No: 6
İvedik/Ostim/ANKARA
T: 0312 395 06 08
Basım Tarihi: 04.01.2016
OCAK 2016
İÇİNDEKİLER
28
TBMM BAŞKANI İSMAİL KAHRAMAN:
26. DÖNEM’DE MANEVI VE MILLÎ
DEĞERLERIMIZE UYGUN, TAKLIT
OLMAYAN, BAŞKANLIK SISTEMINE
DAYALI YENI BIR ANAYASA
YAPMALIYIZ
38 Hoşgörülü bir siyaset
Abdullah Tenekeci:
izlemeli, topluma iyi
örnek olmalı, birlik ve
beraberliğimizi her şeyin
üzerinde tutmalıyız
56 Bir siyasetçi alkıştan
Hakkı Suha Okay:
hoşlandığı kadar
eleştiriye de
tahammül etmesini
bilmek zorundadır
DESTANIN BAŞLADIĞI YER
48 BİR
İLK MECLİS BINASI
64 Türkçenin doğru kullanılması,
Abdullah Erdem Cantimur:
toplumda dil bilincinin
yerleşmesi ve gelişmesi
amacıyla faaliyetler
gerçekleştiriyoruz
32 GRUP BAŞKANVEKİLLERİNDEN 26. DÖNEM DEĞERLENDİRMESİ
60 TÜRK MILLIYETÇILIĞINE VAKFEDILMIŞ BIR ÖMÜR: YUSUF AKÇURA
72 10 OCAK ÇALIŞAN GAZETECİLER GÜNÜ:
TÜRK BASIN TARİHİNE KISA BİR BAKIŞ
4
BAŞKAN’IN MESAJI
5 BIRLIK’TEN
10 HABERLER
15 DÜNYADAN
68
TARIH SAHNESI - ÇAĞI AYDINLATAN BIR BULUŞ: AMPUL
82
ERBAY KÜCET: MEYDAN OKUNAN MEKANLAR
84 KITAP
86 BİR CUMHURİYET ÇOCUĞUNUN HAYAT HİKAYESİ
88 MÜZIK
89 FILM
90 AK PARTI ZONGULDAK MILLETVEKILI HÜSEYIN ÖZBAKIR ILE SOSYAL MEDYA SÖYLEŞISI
91
SOSYAL MEDYA GÜNLÜKLERI
94 UNUTMAYACAĞIZ
KABILE HAYATINDAN
20 GÜÇLÜ
DEMOKRASIYE
ALMANYA
TAŞTAKI IZI
42 MEDENIYETIN
AHLAT
BİR BESTEKAR,
78 TİTİZ
İNCE BİR İNSAN
SELAHATTIN PINAR
BAŞKAN’IN MESAJI
KIRKINCI YILIMIZA “MERHABA”
İ
nsanların tek tek yapamadıklarını beraber yapmaları, birlikteliği, gönüllülüğü ve dayanışmayı
temsil etmeleri için oluşturulan yapılara sivil toplum kuruluşları denmektedir. Günümüzde
önemli bir kavram olan sivil toplum kuruluşları ona gönül verenlerin tecrübelerinden faydalanıldığı yerlerdir. Meslek odaları, sendikalar, vakıflar ve hemşehri dernekleri bu alanda önde gelen
kurumlardır. Demokrasinin ve ekonominin gelişmesinde sivil toplumun etkisi olduğu açıktır.
Devlet-toplum ve devlet-fert ilişkilerinin demokratik bir şekilde düzenlenmesinde önemli rol
oynayan sivil toplum kuruluşlarında insanlar gönüllü olarak bir araya gelip kendileriyle ve yaşadıkları toplumla alakalı öncelikleri konusunda birlikte karar almaktadırlar.
İnsanların devletten izin almadan aralarındaki sorunları karşılıklı “rıza” göstererek çözmeleri
katılımcı bir yapının doğmasını sağlar. Katılımcılık ise demokratik düzenin vazgeçilmez unsurudur. Çağdaş devletlerde sivil toplum kuruluşlarının öne çıkan bir özelliği de devletin yükünü
hafifletmeleridir. Merkezî yönetimin çözüm bulmasının vakit alacağı sorunlara yerinde müdahale edebilen bu oluşumlar hem devlete hem de vatandaşlara fayda sağlar.
Bugünkü verilere göre ülkemizde sayıları 150 bine ulaşan sivil toplum kuruluşlarının dostluk ve
arkadaşlıkların kurulduğu, acıların ve sevinçlerin paylaşıldığı ortak yerler olduğunda hemfikiriz.
Demokrasinin olmazsa olmaz unsurları olarak toplumsal hayatımızın odak noktasında yer
alan sivil toplum kuruluşlarımızdan biri de milletvekillerimizin üyesi olduğu Türk Parlamenterler
Birliği’dir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Yasama Meclislerinde üye olarak görev yapmış ve yapmakta
olan parlamenterler arasındaki dostluğu, kültürel, fikrî ve manevi dayanışmayı sağlamayı,
bilimsel ve kültürel faaliyetlerle üyelerinin bilgi ve tecrübelerinden toplumu yararlandırmayı,
siyasi ve kültürel ortamın gelişmesini, parlamento geleneklerinin yerleşmesini ve demokrasimizin güçlenip devamlılığını sağlamayı amaç edinmiş 29 eski senatör ve milletvekilinin bir
araya gelerek “Eski Parlamenterler Derneği” adıyla kurduğu, 1976 yılında çalışmalarına başlayan
birliğimizde bugüne kadar hizmeti geçenlere şükranlarımı arz ediyorum.
2016 yılında Türk Parlamenterler Birliği olarak yapacağımız her türlü etkinliğimizde geçmiş
kırk yılın tecrübelerinden faydalanarak, sizlerden alacağımız katkılarla birliğimizi pekiştirerek
yolumuza devam edeceğimizi ifade edebiliriz. Sizlerden aldığımız güç ve teveccüh ile sizlere
hizmeti şiar edinen birliğimizin önümüzdeki günlerde sosyal ve kültürel etkinliklerinin yanı
sıra sivil toplum kuruluşu olmamızın şuuruyla sizlerin taleplerini de göz önüne alarak yapacağı
faaliyetlerin devam edeceğini belirtmek isterim.
Dile kolay, bir dernek kuruluyor ve kırk yıl geçiyor. İnsan ömründe kısa bir süre sayılmayan
bu kırk yılda yapılanları unutmadan “Nice kırk yıllara” diyerek yeni yılın üyelerimize, ailelerine,
milletimize ve insanlık alemine barış, dostluk ve huzur getirmesi temennileriyle saygılarımı
sunarım.
6
Nevzat Pakdil
Türk Parlamenterler Birliği
Genel Başkanı
22, 23, 24. Dönem
Kahramanmaraş Milletvekili
DEMOKRASININ
OLMAZSA OLMAZ
UNSURLARI
ARASINDA YER
ALAN SIVIL TOPLUM
KURULUŞLARINDAN
BIRI DE 1976 YILINDA
KURULAN TÜRK
PARLAMENTERLER
BIRLIĞI’DIR.
BİRLİK’TEN
TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI’NDEN
TBMM BAŞKANI İSMAIL KAHRAMAN’I ZIYARET
TÜRK Parlamenterler Birliği Genel Başkanı ve 22, 23, 24. Dönem
Kahramanmaraş Milletvekili Nevzat Pakdil ve Yönetim Kurulu üyeleri Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı İsmail Kahraman’ı ziyaret
etti. Nevzat Pakdil, 22 Kasım 2015 tarihinde TBMM’nin 27. Başkanı
seçilen İsmail Kahraman’ı tebrik ederken 26. Yasama Dönemi’nin
ülkemize ve milletimize hayırlı olması temennisinde bulundu.
Ziyarette Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkan Yardımcısı
ve 23, 24, 25. Dönem Kayseri Milletvekili Yaşar Karayel, Genel
Sayman ve 23, 24. Dönem Malatya Milletvekili Ömer Faruk Öz,
Yönetim Kurulu üyeleri Niğde Milletvekili Alpaslan Kavaklıoğlu,
23, 24 ve 25. Dönem Çorum Milletvekili Dr. Cahit Bağcı, 21, 22, 23
ve 24. Dönem Şanlıurfa Milletvekili Yahya Akman, 22, 23 ve 24.
Dönem Burdur Milletvekili Ramazan Kerim Özkan, 22, 23 ve 24.
Dönem Gaziantep Milletvekili Mehmet Sarı, 20. Dönem Kastamonu Milletvekili Haluk Yıldız, Disiplin Kurulu Başkanı ve 24. Dönem
Muğla Milletvekili Ali Boğa, Denetleme Kurulu Üyesi ve Bartın
Milletvekili Yılmaz Tunç, Yüksek Danışma Kurulu Başkanı ve 22,
23. Dönem Sakarya Milletvekili Recep Yıldırım’ın yanı sıra Millî
Eğitim eski Bakanı Vehbi Dinçerler, Bayındırlık ve İskan eski Bakanı
Zeki Ergezen ve TPB Parlamento dergisi Yayın Koordinatörü Erbay
Kücet de yer aldı.
Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı Nevzat Pakdil ziyaretin anısına TBMM Başkanı İsmail Kahraman’a üzerinde
Kahramanmaraş’a özgü sim sırma ile işlenmiş “Besmele-i Şerif”in
yer aldığı bir tablo takdim etti.
7
TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI
“GÖNÜLLERIN ŞEHRI” KONYA’DA
TÜRK Parlamenterler Birliği, 9-10 Aralık günlerinde Konya’ya bir
ziyaret düzenledi. Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı ve 22,
23, 24. Dönem Kahramanmaraş Milletvekili Nevzat Pakdil, Genel
Sekreter ve 19. Dönem İstanbul Milletvekili Kadir Ramazan Coşkun, Genel Sayman ve 23, 24. Dönem Malatya Milletvekili Ömer
Faruk Öz, Yönetim Kurulu üyeleri 23, 24 ve 25. Dönem Çorum
Milletvekili Dr. Cahit Bağcı, 21, 22, 23 ve 24. Dönem Şanlıurfa Milletvekili Yahya Akman, 22, 23 ve 24. Dönem Gaziantep Milletvekili
Mehmet Sarı, 22, 23 ve 24. Dönem Burdur Milletvekili Ramazan
Kerim Özkan, Disiplin Kurulu Başkan Yardımcısı ve Bilecik Milletvekili Yaşar Tüzün, Disiplin Kurulu Üyesi ve 24. Dönem İstanbul
Milletvekili Sevim Savaşer, 23 ve 24. Dönem Malatya Milletvekili
8
BIRLIK’TEN
KONYA’DA ILK GÜN TÜRKIYE’NIN EN ÖNEMLI MÜZELERI
ARASINDA YER ALAN MEVLÂNA MÜZESI ZIYARET EDILDI VE
HZ. MEVLÂNA’NIN 742. VUSLAT YILDÖNÜMÜ ULUSLARARASI
ANMA TÖRENLERI IZLENDI.
Sille’nin ardından Mevlâna Müzesi
ziyaret edildi. Türkiye’nin en önemli müzeleri arasında yer alan ve ziyaretçilerine
benzersiz bir manevi atmosfer sunan
Mevlâna Müzesi, kapısından içeri giren
herkesi olduğu gibi Türk Parlamenterler
Birliği heyetini de kendine hayran bıraktı.
“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde
aramayınız. Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir” diyerek asırlar öncesinden
bugüne seslenen Hz. Mevlâna’nın türbesinde edilen duaların ardından müzenin
bölümleri gezilerek bilgi alındı.
Konya ziyaretinin ilk günü Hz. Mevlâna’nın
742. Vuslat Yıldönümü Uluslararası Anma
Törenleri ile sona erdi. Ahmet Özhan’ın
tasavvuf müziği konseri ve semâ programını da içeren tören öncesinde Türk-İslam
sanatlarından örneklerin yer aldığı bir sergi
gezildi.
Tropikal Kelebek Bahçesi
hayranlık uyandırdı
Mücahit Fındıklı, 17 ve 18. Dönem Konya Milletvekili Abdullah Tenekeci ile TPB Parlamento
dergisi Yayın Koordinatörü Erbay Kücet’in katıldığı ziyaret sırasında “Gönüllerin Şehri”nin
manevi atmosferinde tarihî ve kültürel mekanlar gezildi, Konya’da yürütülen çalışmalarla
ilgili bilgi alındı.
Türk Parlamenterler Birliği heyeti, Konya’da ilk olarak Vali Muammer Erol’u ziyaret
etti. Nevzat Pakdil, günün anısına Türk Parlamenterler Birliği ambleminin yer aldığı
bakır işlemeli tabağı Muammer Erol’a takdim etti. Erol ise hat yazılı bir levha ile Hz.
Mevlâna’nın eserlerini Pakdil’e sundu. Vali Muammer Erol’un misafirperverliği ve keyifli
bir sohbet eşliğinde gerçekleşen ziyaretin ardından tarihî evler ve mekanların yer aldığı
Sille gezildi. Selçuklu ilçesinin 8 kilometre kuzeybatısında yer alan ve sit alanı olarak koruma altında bulunan Sille’nin sokaklarında dolaşılıp tarihî ve kültürel varlıklar eşliğinde
geçmişin izi sürüldü.
Konya ziyaretinin ikinci günü Vali Muammer Erol’un evsahipliğinde gerçekleşen
kahvaltı ile başladı. Kahvaltının davetlileri arasında Konya Milletvekili Ahmet
Sorgun ile Millî Eğitim Bakan Yardımcısı,
22 ve 23. Dönem Konya Milletvekili, Türk
Parlamenterler Birliği Yönetim Kurulu
Üyesi Orhan Erdem’in yanı sıra geçmiş
dönemlerde Konya Milletvekilliği yapmış
Kadir Demir, Ziya Ercan, Ahmet Alkan,
Hüseyin Arı, Ali Gebeş, Lütfi Yalman,
Abdullah Çetinkaya, Muharrem Candan,
Hasan Angı, Mehmet Kılıç, Kerim Özkul,
Mustafa Kabakcı, Hüseyin Üzülmez,
Mustafa Akış, Ali Öztürk, Musa Erarıcı,
9
KONYA SELÇUKLU’DA 15 FARKLI TÜRDE BINLERCE KELEBEĞE
DOĞAL YAŞAM ALANI SUNAN VE ÜLKE TURIZMINE ÖNEMLI KATKI
SAĞLAYAN TROPIKAL KELEBEK BAHÇESI ZIYARET EDILDI.
Hüseyin Kaleli, Saffet Sert ve Abdullah Gencer yer aldı. Türk Par-
alanı sunan, hem yerli hem de yabancı ziyaretçilerden büyük
lamenterler Birliği (TPB) Genel Başkanı Nevzat Pakdil burada bir
ilgi gören Tropikal Kelebek Bahçesi, Türk Parlamenterler Birliği
konuşma yaparak TPB’nin yurt içi ve yurt dışında gerçekleştirdiği
heyeti tarafından beğeniyle gezildi. Ülkemizdeki ilk, Avrupa’daki
çalışmalar hakkında bilgi verdi.
en büyük kelebek uçuş alanına (1600 metrekare) sahip bahçe
Kahvaltının ardından Selçuklu Belediyesi tarafından ülke
güzel bir çalışma olması ve ülkemiz turizmine katkı sağlaması
turizmine kazandırılan Konya Tropikal Kelebek Bahçesi ziyaret
dolayısıyla takdirle karşılandı. Heyet, ikinci gün Meram Bele-
edildi. Burada heyeti Selçuklu Belediye Başkan Yardımcısı Şükrü
diye Başkanı Fatma Toru’yu ziyaret ettikten sonra “Gönüllerin
Koyuncu karşıladı. 15 farklı türde binlerce kelebeğe doğal yaşam
Şehri”nden ayrıldı.
10
BIRLIK’TEN
TÜRK
PARLAMENTERLER
BIRLIĞI’NDEN
- ÜYE AIDATLARIMIZ 17. OLAĞAN GENEL KURUL KARARIYLA 2016 YILINDA YILLIK 120 TL’DIR.
- BANKALAR TARAFINDAN MÜŞTERILERINE ULUSLARARASI BANKA HESAP NUMARASI (IBAN) VERILMEKTEDIR. ÜYELERIMIZIN AIDATLARINI YATIRIRKEN PROBLEM YAŞAMAMALARI IÇIN BIRLIĞIN IBAN NUMARASI AŞAĞIDA BELIRTILMIŞTIR.
- BILINDIĞI GIBI 2002’DE YILLIK 30 TL OLAN ÜYE AIDATLARI 2004 YILINDAN ITIBAREN 60 TL VE 2013 YILINDAN BERI
120 TL’DIR. GERIYE DOĞRU AIDAT BORÇLARININ BUNA GÖRE HESAPLANMASI VE BIRLIĞIMIZIN AŞAĞIDAKI HESAP NUMARASINA YATIRILMASI; 5253 SAYILI DERNEKLER KANUNU’NA GÖRE, ALINAN AIDATLARIN BELGESINE ÜYELERIN TC KIMLIK NUMARALARININ YAZILMASI GEREKMEKTEDIR.
- ÜYELERIMIZIN TC KIMLIK NUMARALARINI MEKTUP VEYA TELEFONLA BIRLIĞE BILDIRMELERI RICA OLUNUR.
TPB HABER PORTALI www.tpb.org.tr
FAX HATTI: 0312 420 66 24
SAYIN ÜYELERIMIZ HER KONUDA BIZE ULAŞABILIRSINIZ.
TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI ANKARA KONUKEVI:
ANKARA HOTEL PİNO
BAYRAKTAR MAHALLESI VEDAT DALOKAY CADDESI
BAYRAKLI SOKAK NO: 35 GOP/ANKARA
TEL: 0312 446 36 86
TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI
TBMM Yeni Halkla İlişkiler Binası Zemin Kat No: 49-50 Bakanlıklar/ANKARA Tel: 0312 420 66 21 Fax: 0312 420 66 24
Türk Parlamenterler Birliği Ziraat Bankası TBMM Şubesi IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001
11
HABERLER
NOBEL KIMYA ÖDÜLÜ SAHIBI
AZIZ SANCAR: MEMLEKETIM IÇIN
HAYIRLI UĞURLU OLSUN
DNA onarımı konusunda yaptığı çalışmalarla 2015 Nobel Kimya Ödülü’ne değer görülen Prof. Dr. Aziz Sancar, 10 Aralık’ta İsveç’in başkenti Stockholm’de
düzenlenen törende Nobel Sertifikası ve Altın Madalya aldı. Sancar’a ödülünü İsveç Kralı 16. Carl Gustaf takdim etti. Törende Aziz Sancar’la birlikte
Tomas Lindahl ve Paul Modrich de Nobel Kimya Ödülü’nün sahibi oldu.
“Memleketim adına sevindim, Mardin adına sevindim. Memleketim için
hayırlı uğurlu olsun” sözleriyle mutluluğunu paylaşan Prof. Dr. Aziz Sancar,
12
Nobel Kimya Ödülü’nü aldıktan sonra 14 Aralık’ta Türkiye’ye
geldi. Sancar, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi
Akar’ı ziyaret ederek Nobel Sertifikası ve Altın Madalya’yı
Anıtkabir’de sergilenmek üzere teslim etti. Nobel Kimya
Ödülü’nün 19 Mayıs 2016’da düzenlenmesi planlanan açılış
töreniyle Anıtkabir’de sergileneceği bildirildi.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Prof. Dr. Aziz
Sancar’ı 15 Aralık’ta Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde kabul
etti. Basına kapalı gerçekleşen görüşme yaklaşık 1,5 saat
sürdü. Cumhurbaşkanı Erdoğan, aynı gün Prof. Dr. Sancar
onuruna bir akşam yemeği verdi. Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeki yemekte Sancar’ı tebrik eden Erdoğan, “Bundan
sonra da başarılarının artarak devamını Allah’tan temenni
ediyorum” dedi. Mardin’in Savur ilçesindeki Savur Ortaokulu ve Artuklu ilçesindeki Artuklu Anadolu Lisesi’ne Aziz
Sancar’ın adının verilmesinin kararlaştırıldığını belirten
Cumhurbaşkanı Erdoğan, kentte yapımı tamamlanan bilim ve sanat merkezinin isminin ise “Profesör Doktor Aziz
Sancar Bilim ve Sanat Merkezi” olacağını açıkladı. Erdoğan,
Mardin’de öğrenciler arasında “Aziz Sancar Bilim Olimpiyatları”, “Aziz Sancar ve Bilim Konulu Kompozisyon Yarışması”,
“Aziz Sancar Konulu Resim Yarışması” gibi etkinliklerin
düzenleneceğini de bildirdi.
Prof. Dr. Aziz Sancar, 15 Aralık günü Anıtkabir’i de ziyaret
etti. Gazetecilerin soruları üzerine “Atatürk’ün ruhuna Fatiha okudum” diyen Sancar, ziyaret sırasında vatandaşlardan
gördüğü ilgiyi ise “Halkın bu kadar ilgisi bana gerçekten çok
dokunuyor. Sağ olsunlar kadir biliyorlar, hoşuma gitti” sözleriyle değerlendirdi.
Başbakan Ahmet Davutoğlu, Prof. Dr. Aziz Sancar ile 16 Aralık’ta
Çankaya Köşkü’nde gerçekleşen kahvaltıda bir araya geldi. Kahvaltıya Başbakan Davutoğlu’nun eşi Sare Davutoğlu ile Aziz Sancar’ın
eşi Esta Gwendolyn Sancar ve kızı Rose Lorraine Peifer da katıldı.
Prof. Dr. Sancar daha sonra İstanbul’a geçerek Prof. Dr. Ümmühan
İşoğlu Alkaç ve İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi öğrencileriyle bir araya geldi. Alkaç, Sancar’a İstanbul Tıp Fakültesi’ndeki
mezuniyet fotoğrafı ile öğrencilik yıllarına ilişkin bazı materyalleri
içeren bir dosya takdim etti.
“Sevgili Aziz Sancar seni çok seviyoruz”
Prof. Dr. Aziz Sancar’ın Türkiye’yi gururlandıran Nobel Kimya
Ödülü, siyasi partilerin grup toplantılarında da gündeme geldi.
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, zor
koşullardaki eğitim hayatını başarılarla tamamlayan Aziz Sancar’ın
bir Cumhuriyet çocuğu olduğunu ifade ederek, “Sevgili Aziz Sancar seni çok seviyoruz. Bize mutluluk yaşattın” dedi. Atatürk’ün
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” sözünü hatırlatan Kılıçdaroğlu, Aziz Sancar’ın Nobel Kimya Ödülü almasının Türk halkını
gururlandırdığını vurguladı. Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı
Devlet Bahçeli ise Aziz Sancar’ı “inanmış bir yürek, yetişmiş bir
milletperver, kökünü ve geçmişini unutmamış bir vatan kahrama-
nı” olarak niteledi. “Değerli bilim insanımızı milletimiz ve partimiz
adına tebrik ediyor, milletimizin sinesinden daha pek çok Aziz Sancar’ların çıkmasını içtenlikle temenni ediyorum” diyen Bahçeli, Prof.
Dr. Sancar’ın Türklüğüyle iftihar eden, değerleri ile bütünleşen bir
şahsiyetin neler yapabileceğini ve nelerin üstesinden gelebileceğini
herkese ispat ettiğini belirtti.
Prof. Dr. Aziz Sancar’ın başarısı TBMM Genel Kurulu’nda da
gündeme geldi. 15 Aralık’taki birleşimde TBMM Başkanvekili
Mehmet Akif Hamzaçebi, “Nobel Kimya Ödülü’nü alarak ülkemize
ilk kez fen bilimlerinde Nobel Ödülü alma gururunu yaşatan, ‘Bu
ödülü memleketime ve Cumhuriyet devriminin başlattığı eğitime
borçluyum’ diyerek bu onuru milletimize armağan eden, ülkemizin
yetiştirdiği nadide bilim insanlarından Prof. Dr. Aziz Sancar Hocamızı TBMM adına kutluyorum” dedi. Adalet ve Kalkınma Partisi
Grup Başkanvekili Naci Bostancı, Aziz Sancar’ın almış olduğu Nobel
Ödülü ile millete örnek teşkil ettiğini belirtirken Cumhuriyet Halk
Partisi Grup Başkanvekili Levent Gök, “Sayın Aziz Sancar’ın bu
ödülü Cumhuriyet’e ithaf etmesi, Mustafa Kemal Atatürk’e borçlu
olduğunu söylemesi gurur verici bir başka tablodur. Sancar, aslında
hepimize örnek bir davranışla eğitimin nasıl olması gerektiğini
de hatırlatıyor. Elbette bu dersi alması gerekenler alacaklardır ve
bilime doğru yönlerini çevireceklerdir” dedi. Halkların Demokratik
Partisi Grup Başkanvekili İdris Baluken, Prof. Dr. Aziz Sancar’ın
aldığı ödülden duydukları memnuniyeti dile getirerek, “Sayın Aziz
Sancar’ın Türk olmasının, Kürt olmasının, Arap olmasının, Acem
olmasının bir önemi yoktur. Bütün bu toprakların, Doğu medeniyetinin bir değeri olarak keşke o buluşu bu topraklardan yapma
fırsatına sahip olsaydı diyorum” ifadelerini kullandı. Milliyetçi
Hareket Partisi Grup Başkanvekili Oktay Vural ise “Sayın Sancar,
Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk milletinin değerlerine sahip çıkan,
onları yücelten, millî birlik ve beraberliğimize dönük her biri Nobel’i
hak eden sözleriyle tüm Türkiye’nin gönlünde taht kurmuştur” diye
konuştu.
13
TBMM BAŞKANI İSMAIL KAHRAMAN’DAN
KKTC VE AZERBAYCAN ZIYARETLERI
TÜRKIYE Büyük Millet Meclisi Başkanı İsmail Kahraman, geçtiğimiz ay Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ve Azerbaycan’a
resmî ziyaretlerde bulundu.
Kahraman, TBMM Başkanı seçildikten sonra ilk yurt dışı ziyaretini KKTC’ye gerçekleştirdi. KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf
Denktaş ve Kıbrıs Türk halkının özgürlük mücadelesi lideri Fazıl
Küçük’ün anıt mezarları ile Girne Boğaz Şehitliği’ni ziyaret eden
Kahraman, şehitlik özel defterine şunları yazdı: “Kahraman Kıbrıs
Türk halkının hürriyeti uğruna verdiği varoluş mücadelesinde canlarınızı feda ederek kutsal şehadet mertebesine ulaştınız. Paha
biçilmez kahramanlıklarınız yüce Türk ulusunun şanlı tarihindeki
müstesna yerini daima muhafaza edecektir. Canlarınız pahasına
kurulan ve esenlik içinde geleceğe güvenle bakan Kuzey Kıbrıs
Türk Cumhuriyeti, yeni nesillere umut ve cesaret vermeye devam
edecektir. Özgür ve insanca yaşamak için canlarını feda etmekten
çekinmeyen büyük Türk milletinin kahraman mücahitleri, hepinizi
minnetle anıyor, rahmetler niyaz ediyorum.”
TBMM Başkanı İsmail Kahraman, KKTC ziyareti kapsamında
Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, Cumhuriyet Meclisi Başkanı Sibel
Siber ve Başbakan Ömer Kalyoncu ile ayrı ayrı görüştü. Kahraman,
ziyaretleri sırasında Kıbrıs’ta huzur ve barışın olmasını istediklerini
belirterek, “Türkiye ve TBMM olarak üzerimize düşen her türlü
gayreti, desteği vermeye hazırız. Bugüne kadar verdik, bundan
sonra da vermeye devam edeceğiz” dedi.
“Dostluğumuz ve kardeşliğimiz her şeyden üstündür”
İsmail Kahraman, resmî temaslarda bulunmak için gittiği
Azerbaycan’da ilk olarak Millî Meclis Başkanı Oktay Esedov ile bir
araya geldi. Heyetler arası görüşmede bir konuşma yapan Kahraman, Azerbaycan’ı bölgedeki en önemli stratejik ortak olarak
14
HABERLER
gördüklerini ve iki ülke ilişkilerinin her alanda mükemmel düzeyde
ilerlediğini ifade etti. İsmail Kahraman, “Türk dünyasının birlik ve
beraberliği bizim için büyük önem taşımaktadır. Türk Dili Konuşan
Ülkeler Parlamenter Asamblesi’ni (TÜRKPA) bu birliğin somut
ürünü olarak görüyoruz” dedi.
Kahraman, Azerbaycan ziyareti kapsamında Cumhurbaşkanı
İlham Aliyev tarafından kabul edildi. Aliyev, “Dünyada birbirine
bu kadar bağlı başka ülkeler bulmak çok zor. Bizim dostluğumuz,
birliğimiz ve kardeşliğimiz her şeyden üstündür” dedi. Kahraman,
Azerbaycan’da Başbakan Artur Rasizade ile de bir araya geldi.
2016 YILI GEÇICI BÜTÇE KANUNU
TASARISI KABUL EDILDI
2016 Yılı Merkezî Yönetim Geçici Bütçe Kanunu Tasarısı TBMM Genel Kurulu’nda
kabul edildi. 1 Ocak-31 Mart 2016 tarihleri arasını kapsayan kanuna göre, genel
bütçe kapsamındaki kamu idareleri, özel bütçeli idareler, düzenleyici ve denetleyici kurumlara, söz konusu üç aylık dönemde, 2015 Yılı Merkezî Yönetim Bütçe
Kanunu’ndaki başlangıç ödeneklerinin belirli oranları karşılığı kadar ödenek
kullanma yetkisi verilecek. Bu oran Cumhurbaşkanlığı bütçesi için yüzde 28,14;
Başbakanlık bütçesi için yüzde 85; Millî Eğitim Bakanlığı bütçesi için yüzde 75;
Maliye Bakanlığı bütçesi için değişik tertiplerde yüzde 38, yüzde 38,8, yüzde 53,
yüzde 55, yüzde 56, yüzde 100; Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bütçesi için
yüzde 60; Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı bütçesi için yüzde 66; Ulaştırma,
Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı bütçesi için yüzde 75; Adalet Bakanlığı bütçe-
si için yüzde 40; Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı
bütçesi için yüzde 100; Hazine Müsteşarlığı bütçesi için yüzde 30; Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar
Kurumu Genel Müdürlüğü bütçesi için yüzde 45
olacak.
Siyasi Partiler Kanunu’na göre, siyasi partilere
2016 yılının tamamı için yapılacak yardımın hesaplanmasında, 6583 sayılı kanundaki genel bütçe
gelir tahmininin yüzde 16,44 fazlası esas alınacak.
İlgili kanun hükümleri uyarınca merkezî yönetim
bütçe gelirlerinin yıllık tarh, tahakkuk ve tahsiline
devam edilecek. Yapılan harcamalar, girişilen yüklenmeler ile tahsil olunan gelirler, 2016 Yılı Merkezî
Yönetim Bütçesi’ne dahil edilecek. 2015 ve daha
önceki yıllarda taahhüde bağlanmış iş ve hizmetlere ait ödemeler ödenek sınırları çerçevesinde
sürdürülecek. Kamu görevlilerine ilişkin toplam
atama sayısı sınırları 36 binden 51 bine, 40 binden
55 bine çıkarılacak.
2016 Yılı Merkezî Yönetim Geçici Bütçe Kanunu
Tasarısı’nın Genel Kurul’daki oylamasına 314 milletvekili katıldı. Tasarı, 71 ret oyuna karşılık 243 oyla
kabul edildi. Maliye Bakanı Naci Ağbal, 26. Dönem’in
ilk kanun tasarısının kabul edildiğini belirterek, “Milletimize, ülkemize hayırlı olsun” dedi.
CHP KURULTAYI 16-17 OCAK’TA
CUMHURIYET Halk Partisi’nin (CHP)
35. Olağan Kurultayı 16-17 Ocak 2016
tarihlerinde Ankara Spor Salonu’nda
gerçekleştirilecek. Kurultayda ilk gün
genel başkanlık seçimi yapılacak.
Bugüne kadar 34’ü olağan, 18’i
olağanüstü olmak üzere 52 kurultay gerçekleştiren CHP’de 35.
Olağan Kurultay için hazırlıklar devam ediyor. Kurultay takvimi
çerçevesinde 940 ilçe ve 81 ilde kongreler tamamlanırken 35.
Olağan Kurultay’da genel başkan ve
Parti Meclisi (PM) üyelerini seçecek
yeni “kurultay delegeleri” belirlendi.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Tekin
Bingöl, kurultayda “barış, kardeşlik,
adalet ve özgürlük” temalarının ön
planda olacağını ifade etti. Bingöl, yurt içi ve yurt dışından
kurultaya davet ettikleri siyasi parti ve sivil toplum kuruluşları
olduğunu belirtti.
15
AB İLE ÜYELİK MÜZAKERELERİNDE 17. FASIL AÇILDI
TÜRKIYE’NIN Avrupa Birliği’ne (AB) katılım müzakerelerinde açılan fasıl sayısı 15 oldu. Brüksel’de gerçekleştirilen Hükümetlerarası
Katılım Konferansı’nın 11’inci toplantısında 17 numaralı “Ekonomik
ve Parasal Politika” faslı müzakerelere açıldı.
Toplantıya Türkiye adına AB ile Müzakere Heyeti Başkanı, Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Volkan Bozkır, Başbakan
Yardımcısı Mehmet Şimşek ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu,
Avrupa Birliği Konseyi adına Lüksemburg Dışişleri Bakanı Jean
Asselborn ve Hollanda Dışişleri Bakanı Bert Koenders, Avrupa
Komisyonu adına Avrupa Komşuluk Politikası ve Genişleme Müzakerelerinden Sorumlu AB Komisyonu Üyesi Johannes Hahn katıldı.
Konferans sonrasında düzenlenen basın toplantısında konuşan
Jean Asselborn, ülkesinin Türkiye’nin yanında olacağını ifade ederek, sürece yeni bir ivme kazandırdıklarını belirtti. Johannes Hahn
ise bu faslın açılmasının Türkiye’nin adaylık sürecinde ilerleme
kaydettiğinin net bir göstergesi olduğunu söyledi.
Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, konuyla ilgili açıklamasında Türkiye’nin AB’ye sıkı sıkıya bağlı ve tam üyelik için gereken
neyse yapmaya hazır olduğunu söyledi. Dışişleri Bakanı Mevlüt
Çavuşoğlu “İki sene sonra bir faslın açılması sembolik değeri yüksek bir gelişme. Bu sadece Türkiye ve AB için değil, tüm bölge için
çok önemli” derken, AB Bakanı ve Başmüzakereci Volkan Bozkır,
“Türkiye’nin AB ile üyelik müzakerelerinde enerji, yargı ve temel
haklar, adalet, özgürlük ve güvenlik, eğitim ve kültür ile dış güvenlik
ve savunma politikaları başlıklarının hızla açılması bize göre bir zorunluluk” diye konuştu.
18 IHTISAS KOMISYONU ÇALIŞMALARINA BAŞLADI
TBMM 26. Dönem’de görev yapacak 18 ihtisas komisyonu başkan
ve divan üyelerini belirleyerek çalışmalarına başladı.
26. Dönem’de Adalet Komisyonu’na AK Parti Ankara Milletvekili
Ahmet İyimaya, Anayasa Komisyonu’na AK Parti İstanbul Milletvekili Mustafa Şentop, AB Uyum Komisyonu’na AK Parti Şanlıurfa Milletvekili Mehmet Kasım Gülpınar, Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonu’na AK Parti İstanbul Milletvekili Erol
16
HABERLER
Kaya, Çevre Komisyonu’na AK Parti Gümüşhane Milletvekili Cihan
Pektaş, Dışişleri Komisyonu’na AK Parti Malatya Milletvekili Taha
Özhan, Dilekçe Komisyonu’na AK Parti İstanbul Milletvekili Mihrimah Belma Satır, Güvenlik ve İstihbarat Komisyonu’na AK Parti
Ankara Milletvekili Emrullah İşler, İçişleri Komisyonu’na AK Parti
Kahramanmaraş Milletvekili Celalettin Güvenç, İnsan Haklarını
İnceleme Komisyonu’na AK Parti İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’na AK Parti Kocaeli
Milletvekili Radiye Sezer Katırcıoğlu, KİT Komisyonu’na AK Parti
Ankara Milletvekili Fatih Şahin, Millî Eğitim, Kültür, Gençlik ve
Spor Komisyonu’na AK Parti Van Milletvekili Beşir Atalay, Millî Savunma Komisyonu’na AK Parti Düzce Milletvekili Faruk Özlü, Plan
ve Bütçe Komisyonu’na AK Parti Isparta Milletvekili Süreyya Sadi
Bilgiç, Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu’na AK Parti
Kütahya Milletvekili Vural Kavuncu, Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii
Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu’na AK Parti Konya Milletvekili Ziya Altunyaldız, Tarım, Orman ve Köyişleri Komisyonu’na
AK Parti Karaman Milletvekili Recep Konuk başkanlık edecek.
DÜNYADAN
MÜSLÜMAN ÜLKELERDEN
TERÖRE KARŞI BİRLİK
DIN, dil, ırk, coğrafya gözetmeksizin tüm insanlığın ortak sorunu olan terörizme karşı
atılan adımlara bir yenisi daha eklendi. Suudi Arabistan’ın resmî haber ajansından yapılan
açıklamada 34 Müslüman ülkenin İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) terörle ve silahlı terör
örgütleriyle mücadeleyle ilgili anlaşma maddelerinden hareketle teröre karşı bir koalisyon
oluşturduğu duyuruldu. Koalisyonda yer alan ülkeler Bahreyn, Bangladeş, Benin, Birleşik
Arap Emirlikleri, Cibuti, Çad, Fas, Fildişi Sahili, Filistin, Gabon, Gine, Katar, Komorlar Federal İslam Cumhuriyeti, Kuveyt, Libya, Lübnan, Maldivler Cumhuriyeti, Malezya, Mali, Mısır, Moritanya, Nijer, Nijerya, Pakistan, Senegal, Siralyon, Somali, Sudan, Suudi Arabistan,
Togo, Tunus, Türkiye, Ürdün ve Yemen olurken Endonezya’nın da aralarında bulunduğu 10
ülkenin daha koalisyonu desteklediği bildirildi.
Koalisyona katılan ülkelerin ortak açıklamasında, “Koalisyon, şekli, mezhebi ve ismi ne
olursa olsun yeryüzünde fitne ve fesat çıkaran, insanları korkutan ve öldüren silahlı terör
örgütlerine karşı oluşturulmuştur” ifadesine yer verildi. Açıklamada ayrıca terörle mücadelede gerekli program ve mekanizmaların geliştirilmesi, uluslararası barış ve güvenliğin
korunması için ilgili ülkelerle eşgüdüm sağlanması konusuna ağırlık verildi.
Başbakan Ahmet Davutoğlu, Türkiye’nin koalisyona katılımıyla ilgili yaptığı açıklamada, “Suudi Arabistan’dan böyle bir toplantı, geniş kapsamlı birliktelik için bir davet geldiğinde, olumlu baktığımızı söyledik. Teröre karşı İslam ülkelerinin birlikte bir ses vermeleri,
terörle İslam’ı özdeşleştirme çabası içinde olanlara en iyi cevaptır. İslam ülkeleri arasında
yürütülen bu çaba doğru yönde atılmış bir adımdır” diye konuştu. Türkiye, koalisyona
katılan ülkeler arasında NATO’ya üye tek devlet olma özelliği taşıyor.
Arap dünyasından ve Amerika Birleşik
Devletleri’nden koalisyona olumlu tepkiler
geldi. Arap Parlamentosu Başkanı Ahmed
el-Ceravan, yaptığı yazılı açıklamada, Suudi
Arabistan öncülüğünde oluşturulan teröre
karşı koalisyonu memnuniyetle karşıladıklarını belirtti. Suudi Arabistan Dışişleri
Bakanı Adil bin Ahmed el-Cubeyr, İslam
ülkelerinin yer aldığı koalisyonun, İslam
dünyasının terörle mücadele konusunda
güçlü bir tutum sergilemesi için atılmış bir
adım olduğunun altını çizdi. Filistin Devlet
Başkanlığı, Suudi Arabistan’la yapılan istişareler sonucu taraf oldukları koalisyonun
İslam ümmeti için önemine değinen bir
açıklama yayımladı.
ABD Dışişleri Bakanlığı, terör karşıtı koalisyonun kurulmasını memnuniyetle karşıladıklarını duyurdu. ABD Dışişleri Bakanlığı
Sözcüsü John Kirby, “Bu koalisyon kesinlikle
bizim uzun zamandan beri bölgedeki ülkelerin terörle mücadele etmesi gerekliliği
hakkında söylediklerimiz ve teşviklerimizle
aynı doğrultuda” ifadelerini kullandı.
Öte yandan koalisyonun askerî hedefleri olup olmadığı konusunda Tunus’tan
açıklama geldi. Tunus Cumhurbaşkanı ElBaci Kaid es-Sibsi’nin diplomatik işlerden
sorumlu danışmanı Hamis el-Cuheynavi,
Tunus’un koalisyona katılımının herhangi
bir ülkede askerî operasyona iştirak edeceği
anlamını taşımadığını, koalisyona siyasi
olarak destek verdiklerini dile getirdi.
17
FRANSA’DAKI BÖLGESEL SEÇİMDE
ULUSAL CEPHE SÜRPRIZI
FRANSA’DA 2017 yılında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ön hazırlığı olarak görülen, 13 bölgenin yöneticilerinin belirlendiği bölgesel seçimler
gerçekleştirildi. İki turlu seçimlerde 1671 sandalye için 21 bin 500 aday yarıştı.
Bölgesel seçimlerin ilk turunda Marine Le Pen önderliğindeki aşırı sağcı Ulusal Cephe (FN) oyların yüzde 29,5’ini aldı. Merkez sağ görüşlü Cumhuriyetçiler,
Demokratlar ve Bağımsızlar Birliği (UDI) ile Demokrat Hareket (MODEM) yüzde 27,4 oranında oya sahip
olurken iktidardaki Sosyalist Parti (PS) oyların yüzde
22,7’sini aldı. Avrupa Ekoloji ve Yeşiller Partisi (EELV)
ise yüzde 6,6’da kaldı.
Ulusal Cephe’nin 13 bölgenin 6’sında büyük bir
zafer elde etmesi diğer partileri tedbir arayışına
zorladı. Bunun sonucunda Sosyalist Parti 3 bölgede
kendi listelerini geri çekerek merkez sağ adayları
desteklediğini açıkladı. İkinci turun sonucunda FN
hiçbir bölgenin yönetimine seçilemedi. Ancak koltuk sayısını 3 katına çıkarmayı ve 2002’de yapılan
Cumhurbaşkanlığı seçiminde yakaladığı 6 milyonluk
oy sayısını 6,8 milyona yükseltmeyi başardı. FN,
2010’da bölge meclislerine 118 üye gönderirken 2015
seçimleri sonucunda 358 koltuk elde etti. FN’nin
2010 seçimlerindeki oy oranı yüzde 9’du.
YENİ ZELANDA’NIN BAYRAĞI DEĞİŞİYOR
RESMÎ olarak Büyük Britanya’nın sömürgesi konumundaki Yeni Zelanda, Başbakan John Key’in önerisiyle bayrağındaki Birleşik Krallık simgesini kaldırmak
üzere çalışma yürütüyor. Başka İngiliz sömürgelerinin, özellikle Avustralya’nın
bayrağıyla benzerlik gösteren mevcut bayrağın yerine kabul edilecek yeni
tasarım için bir yarışma yapıldı. Yarışmaya yaklaşık 11 bin bayrak tasarımı gön-
18
DÜNYADAN
derildi. Bunların arasından seçilen 40 bayrak seçici
kurul tarafından 5’e indirilerek referanduma sunuldu.
1,5 milyon seçmenin katıldığı halkoylamasında görücüye çıkan tasarımlardan üçünde Yeni Zelanda’nın
ulusal simgesi “eğrelti otu” yer aldı. Bir bayrakta
“açılmış eğrelti otu”, diğerinde yalnızca renkler kullanıldı. Seçilen bayrak, sol üst köşesi siyah, geriye
kalanı koyu mavi zeminli olmak üzere beyaz eğrelti
otu ile kırmızı renkli dört yıldızdan oluşan “Güneyhaçı
takımyıldızı” deseniyle tasarlanmış olandı.
2016 yılının Mart ayında mevcut bayrak ile yarışma
sonucu seçilen bayrak tekrar referanduma sunulacak. Oylama sonucuna göre ülkenin bayrağının
değişip değişmemesine karar verilecek. Yeni Zelanda
Başbakan Yardımcısı Bill English konuyla ilgili açıklamasında, “Önümüzde tarihî önemde bir seçim bulunuyor. İki bayrağı inceleyerek hangisinin ulusumuzu
şimdi ve gelecekte daha iyi temsil edeceğine bakmak
için önümüzde zaman var” dedi.
İSPANYA’DA TARİHÎ SEÇİM
İSPANYA’DA 20 Aralık’ta gerçekleştirilen milletvekili genel seçimi ülkenin siyasi tarihinde yeni bir sayfa açacak şekilde sonuçlandı. Sandıktan iktidardaki Halk Partisi (PP) birincilikle çıktı ancak tek başına iktidar için gerekli çoğunluğu sağlayamadı. Sonuçlara göre ülke
genelinde oyların yüzde 28’ini alan PP, parlamentodaki 350 sandalyeden 122’sini kazandı.
Muhalefetteki İspanya Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) ise 91 milletvekili çıkardı. Seçimin
sürprizi ilk defa genel seçimlere katılan Podemos (Yapabiliriz) ve Ciudadanos (Vatandaşlar) partileri oldu. Podemos 69, Ciudadanos 40 sandalye elde etti.
İspanya İç Savaşı’ndan bu yana ülkede hâkim olan iki partili sistem 2015 seçimleriyle
sarsıldı. Ekonomik krizin etkisiyle doğan “Öfkeliler” adlı halk hareketinin siyasi uzantısı
konumundaki, 2014 yılında kurulan Podemos, ülke genelinde aldığı yaklaşık yüzde 21’lik
oy oranıyla seçimin gizli galibi kabul ediliyor. İspanya’da ve Avrupa’da yeni bir sol dalga gözüyle bakılan Podemos, PP ile koalisyon yapmayacağını açıkladı. İdeolojik olarak birbirine
yakın olan PP ile Ciudadanos’un toplam sandalye sayısı ise hükümet kurmaya yetmiyor.
Aynı şekilde olası bir PSOE-Podemos
koalisyonu da parlamentoda çoğunluğu
sağlayacak milletvekili sayısına ulaşamıyor.
Yaklaşık 36,5 milyon kayıtlı seçmenin
oy kullandığı seçimde meclisteki 350,
senatodaki 208 koltuk için 4 binden
fazla aday yarıştı. 1970’lerin sonundan
bu yana ilk kez PP ve PSOE’nin toplam
oy oranı yüzde 50’nin altında kaldı.
2011’deki seçimde bu oran yüzde 72’ydi.
Podemos ve Ciudadanos, kuruluşlarından itibaren İspanya’daki iki partili sistemi eleştirmiş, seçimden beklentilerinin
bu sistemi değiştirmek olduğunu vurgulamıştı. Podemos’un lideri Pablo Iglesias
seçimden sonra basın mensuplarının
soruları üzerine “Bu zamana kadar gelen siyasi sistem bugün itibarıyla son
bulmuştur” dedi. Ciudadanos’un lideri
Albert Rivera ise “İspanya’da heyecan
ve umut dönemi başlıyor. Bugün yeni
bir dönem başlıyor” değerlendirmesinde
bulundu. PSOE lideri Pedro Sanchez,
seçim sonuçlarından İspanyol halkının
tercihini soldan yana kullandığının anlaşılması gerektiğini, ülkeyi değişimin
beklediğini vurguladı.
Seçimlerde birinci parti olmasına rağmen tek başına iktidara gelecek çoğunluğu yakalayamayan Halk Partisi’nin
(PP) lideri Mariano Rajoy, “Seçimleri
kazanan hükümeti kurmaya çalışmalıdır.
İspanya’nın istikrar, güvenlik ve kararlılığa ihtiyacı var” derken İspanyol basını,
hükümetin nasıl kurulacağı konusunda
ciddi bir kaosun bulunduğuna dikkat
çekti. Seçime ilişkin önemli bir detay ise
mayıs ayında Barcelona’da belediye başkanlığını kazanan En Comu Podem (Birlikte Yapabiliriz) partisinin, Katalonya’da
ayrılıkçı siyasi partilerden daha çok oy
alarak bu bölgede birinci çıkması oldu.
19
GAMBİYA “İSLAM DEVLETİ” OLDU
BATI Afrika ülkesi Gambiya’nın Devlet Başkanı Yahya Jammeh,
Brufut şehrinde yaptığı açıklamada Gambiya’nın artık bir “İslam
devleti” olduğunu ilan etti. 1994 yılından bu yana Devlet Başkanı
koltuğunda oturan Jammeh konuşmasında, “Gambiya’nın kaderi
Yüce Allah’ın ellerindedir. Bugünden itibaren Gambiya bir İslam
devletidir. Vatandaşlarımızın haklarına saygı duyan bir İslam devleti olacağız” ifadelerini kullandı. Jammeh, bu değişikliğin ülkede
kadınların giyimlerine kısıtlama getirmek için kullanılmayacağına
ve Gambiya’daki Hıristiyanların ibadetleriyle ilgili yeni bir düzenleme getirilmeyeceğine vurgu yaptı. “Bu ülkede Müslümanlar
çoğunlukta ve Gambiya sömürgecilik mirasını artık daha fazla
devam ettiremez” ifadesini kullanan Yahya Jammeh, anayasanın
değişmeyeceğini belirtti. Eski bir İngiliz sömürgesi olan ve dünyanın en yoksul ülkelerinden biri durumundaki Gambiya’nın Batı
dünyasıyla ilişkilerinin gergin olduğu biliniyor. Avrupa Birliği, insan
hakları sicilinin kötü olmasını gerekçe göstererek Gambiya’ya para
yardımını durdurmuştu.
GÜRCİSTAN BAŞBAKANI GARİBAŞVİLİ İSTİFA ETTİ
GÜRCISTAN Başbakanı Irakli Garibaşvili, düzenlediği basın toplantısında istifa ettiğini açıkladı. Garibaşvili, Gürcistan hükümetinin son dönemde birçok alanda önemli adımlar attığını, özellikle
AB ve NATO’yla entegrasyon sürecinde ciddi ilerlemeler kaydet-
20
DÜNYADAN
tiğini belirterek, “Görevler geçicidir. Sonsuz olan sadece vatan
ve Tanrı’dır. Açıkçası benim için görevler değil, ülkeme ve değerli
vatandaşlarımıza hizmet etmek önemli. Ben görevimden istifa
ediyorum ama ülkemin sadık bir askeri olmaya devam edeceğim”
açıklamasında bulundu. Garibaşvili, 2013’te görevi devraldığı eski
Başbakan Bidzina İvanişvili gibi uygun zamanda göreve geldiğini
ve uygun zamanda da istifa ettiğini dile getirdi. Öte yandan ülkedeki muhalefet partileri, Garibaşvili’nin istifasının, 2016 yılında
düzenlenecek seçimlerle ilgili olduğunu iddia etti. Birlik Ulusal
Hareketi’nin liderleri, düzenledikleri basın toplantısında kararın
aslında Garibaşvili’ye değil, eski Başbakan İvanişvili’ye ait olduğunu savundu. Muhalefet liderlerinden Giga Bokeria, İvanişvili’nin
hükümet üzerinde ciddi etkisi bulunduğunu öne sürerek,
Garibaşvili’nin Bidzina İvanişvili’nin isteği uyarınca istifa ettiğini
söyledi. İktidar partisi yeni başbakan adayı olarak Dışişleri Bakanı
Giorgi Kvirikaşvili’nin adını Cumhurbaşkanlığı’na iletti. Kvirikaşvili
de eski Başbakan İvanişvili’nin yakın çalışma arkadaşlarından biri
olarak tanınıyor.
YUNANİSTAN PARLAMENTOSU
FİLİSTİN’İ TANIMA KARARI ALDI
YUNANISTAN Parlamentosu, Başbakan Aleksis Çipras ve Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın da katıldığı özel gündemli
toplantıda Filistin’i bağımsız devlet olarak tanıma yönünde bir
tavsiye kararı aldı. Toplantıdan önce Çipras ve Abbas bir görüşme
gerçekleştirdi. Yunanistan Meclis Başkanı Nikos Vuçis’in önerdiği
tavsiye kararı genel kurulda oy birliğiyle kabul edildi. Parlamentonun bu kararı, Yunanistan’ın, Filistin’i resmen tanıması yönünde
hükümete tavsiye niteliği taşıyor. Alınan kararda, Yunan hükümetinden Filistin Devleti’ni tanıma sürecini başlatacak çalışmaları yapması istendi. Parlamento, Orta Doğu’da güvenlik ve barışın
sağlanabilmesi için başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız Filistin
Devleti’nin 1967 sınırlarına göre tanınmasının uygun bulunduğunu onayladı. Başbakan Aleksis Çipras, bundan sonra Yunan devletinin resmî yazışmalarında “Filistin Yönetimi” yerine “Filistin”
ifadesinin kullanılacağını belirtti. Çipras’la görüşmesinin ardından
basın toplantısı düzenleyen Mahmud Abbas da Filistin’in 2016
yılında pasaport bastıracağını duyurdu. Avrupa Birliği’ne (AB)
üye ülkelerden 8’i daha önce Filistin’i tanımıştı. Söz konusu ülkelerden 7’si AB üyeliği öncesinde bu kararı alırken İsveç Birliğe üye
olduktan sonra bu kararı vermişti.
SUUDİ ARABİSTAN’DA 20 KADIN
BELEDİYE MECLİSİNDE
130 bin 637’si kadın, toplam 1 milyon 487 bin 477 seçmen oy kullandı. Erkekler ve kadınların kendilerine ayrılmış özel bölümlerde
oylarını verdiği seçimde 979’u kadın, toplam 6 bin 917 kişi yarıştı.
Açıklanan sonuçlara göre 20 kadın aday belediye meclislerinde
görev almaya hak kazandı.
Suudi Arabistan yasalarına göre daha önce kadınların seçme ve
seçilme hakkı bulunmuyordu. 2015 yılının Ocak ayında hayatını
kaybeden Kral Abdullah Bin Abdulaziz’in reform planları çerçevesinde 25 Eylül 2011 tarihinde yaptığı yasal değişiklikle kadınların
2015 seçimlerine katılmasının önü açılmıştı. Yeni Kral Selman Bin
Abdulaziz’in bu kararı yürürlükte tutması Suudi Arabistan’da ye-
SUUDI Arabistan’da kadınların hem aday hem de seçmen olarak
ilk kez katıldıkları belediye seçimleri gerçekleştirildi. Ülkede 4 yılda bir yapılan Belediye Meclisi Seçimleri için 17 seçim bölgesinde
nilik hareketlerinin devam edeceği şeklinde yorumlanıyor. Ülkede
kadınların araba kullanması ve bir erkek akrabalarının izni olmaksızın seyahat etmesiyse halen yasak.
21
KABILE HAYATINDAN
GÜÇLÜ DEMOKRASIYE
ALMANYA
22
DÜNYA DEMOKRASI TARIHI
TÜRKIYE’NIN 1960’LAR VE SONRASINDA YAŞANAN IŞÇI GÖÇÜYLE
BIRLIKTE NEREDEYSE ORGANIK BIR BAĞ KURDUĞU ALMANYA ILE
ILIŞKILERININ KÖKENI OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN YÜZÜNÜ
BATI DÜNYASINA DÖNDÜĞÜ YILLARA UZANIR. TÜRKIYE’NIN KADIM
DOSTU ALMANYA’NIN TARIHI, GÖÇLERDEN SIYASI KAVGALARA, DIN
VE MEZHEP ADINA GERÇEKLEŞEN TOPLUMSAL DEĞIŞIMLERDEN
BÜYÜK IDEALLERE KADAR INSANLIK TARIHINI ETKILEYEN BIRÇOK
OLAYA TANIKTIR.
VOLKAN ÇAĞAN
23
A
lmanlar, Kavimler Göçü sonrasında şekillenen Avrupa resmi içerisinde kendisine en
belirgin rolü atfedebileceğimiz milletlerden biridir. Arkeologlar tarafından bulunan
mezar, silah ve yaşam gereçlerine dayanarak bugünkü Almanların atalarının günümüzden
yaklaşık 2 bin 500 yıl önce Ren nehrinin batı kıyılarında yaşayan Germen kabileleri olduğu
kabul edilir. Roma kaynaklarının MÖ 2. yüzyıldan itibaren adını andığı Germen kabileleri,
kadınların tarlalarda çalıştığı, erkeklerinse avlandığı bir toplumsal düzende yaşıyorlardı.
Kent hayatına uzak duran ve savaşçı tabiatlarıyla Roma’ya kök söktüren Germen kabileleri
arasında Gotlar, Vandallar, Alemanniler, Franklar, Lombardlar ve Tötonları saymak mümkündür. Roma’nın kuzeye yürüyerek sınırlarını genişletme arzusuna karşı görülmemiş bir
direnç gösteren bu kabileler yüzlerce sene savaşmaktan yorulmadılar. Tarihî kaynaklara
isimleri “barbar” olarak düşülen bu topluluklar, kelimenin, yerleşik hayatın zorunlu kıldığı
birtakım kültür ögelerini reddetmek anlamını barındıran kısmını asırlar boyunca yaşamış ve
Romalılara yaşatmıştır. Uzun boylu, sert yapılı bu insanlar, hayvan derilerinden devşirdikleri elbiseleri, çeşitli madenlerden meydana getirdikleri balta, ok ve mızrakları, ormanların
içinde kurdukları basit evleriyle bilinir. Ayrıca medeniyete meydan okumaları ve haklarını
sonuna kadar korurken canlarını hiç düşünmeden vermeleriyle de...
Kabileden imparatorluk kuran büyük kral: Şarlman
Kendine has özellikleriyle Orta Avrupa’nın kuzeyinden batısına doğru uzanan geniş orman
sahalarında yaşayan Germen kabilelerinin hayatı Hun saldırılarıyla değişir. Onların hayatının
değişiminden neredeyse bütün Avrupa’nın kaderi etkilenir. Doğu’nun uçsuz bucaksız bozkırlarından kopup gelen karşı konulamaz güç, önüne çıkanı Batı’ya doğru sürükler. Dünya
tarihini değiştiren bu büyük hareket sonucunda Gotlar İtalya ve İspanya’ya, Vandallar
Güney İspanya ve Kuzey Afrika’ya, Lombardlar Po nehri havzasına doğru göçer. Franklar
24
DÜNYA DEMOKRASI TARIHI
ise Galya adı verilen topraklara yerleşerek büyük bir devletin temellerini atar.
Sonraları ismi Fransa olarak anılacak bu
bölgenin hakimiyeti için Franklarla amansız savaşlara giren Roma en sonunda bu
Germen kabilesine boyun eğmek zorunda
kalır. Bu boyun eğiş Avrupa’nın siyasi,
kültürel ve toplumsal hayatında belki de
yepyeni bir dönemi başlatıyordu. Zira
481 yılında I. Clodvik tarafından kurulan
Frank Krallığı, Şarlman zamanında Güney
İspanya’dan bugünkü Polonya sınırlarına
kadar dayanan büyük bir imparatorluk haline gelecekti. “Kral” kelimesine
isim babalığı yapan Şarlman Endülüs’te
Araplarla, Macar topraklarında Avar ve
Macarlarla savaşırken kendi soydaşlarıyla
da zorlu mücadelelere girişip Lombardia
ve Saksonya’yı kendisine bağladı. İrili
ufaklı birçok prenslik, dukalık ve derebeyliğe son veren Şarlman’ın masallara konu
olan savaşlarının ardından hâkim olduğu
topraklar neredeyse bugünkü Avrupa
sınırlarını kapsıyordu. 800 yılında Papa
III. Leo tarafından taç giydirilen Şarlman
Kutsal Roma İmparatoru kabul edilirken
onlarca savaşın sonunda kurduğu yekpare yapıdan oluşan devletiyse Batı Roma
İmparatorluğu’nun varisi sayıldı. Tüm
“KRAL” KELIMESINE ISIM BABALIĞI YAPAN ŞARLMAN, ENDÜLÜS’TE
ARAPLARLA, MACAR TOPRAKLARINDA AVAR VE MACARLARLA
SAVAŞTI. ŞARLMAN’IN MASALLARA KONU OLAN SAVAŞLARININ
ARDINDAN HAKIMIYET KURDUĞU TOPRAKLAR NEREDEYSE
BUGÜNKÜ AVRUPA SINIRLARINI KAPSIYORDU.
Germen kabilelerini tek bir çatı altında toplayan Şarlman güçlü bir
siyasi yapı kurarak Roma ve Germen kültürlerini harmanlamayı
başardı. Kent hayatına uyum sağlamaya çalışan bir dönemin Germenleri, Hıristiyanlığı benimseyerek bugünkü İtalya ve Almanya
sınırları içerisinde yaşanan pagan inancı bir daha dirilemeyecek
ölçüde yok ettiler. Şarlman öncülüğünde Hıristiyanlığın koruyucusu
hüviyetine bürünen Germen kabileleri, kurulan büyük imparatorluğun güveniyle güneyde Müslümanlarla, kuzeydeyse Vikinglerle
savaşarak hem Hıristiyanlığı hem de ortaya çıkan yeni Avrupa
kimliğini eski kıtanın her yanına yaymayı başardılar. Artık Roma
mirasından nasiplenen yepyeni bir kültürel kimlik Avrupa’yı ve
Avrupa insanını temsil edecekti ve bu temsilin temelleri Şarlman’ın
etrafında toplanan Germen kabileleri tarafından atılıyordu.
Diğer yandan Frankların önlenemez yükselişi bir başka ağırlık
merkezini, Bizans’ı rahatsız ediyordu. Zaman içerisinde kiliselerin
ayrılmasına kadar varacak bu rahatsızlık iki gücün kültürel olarak ayrışmasına da yol açacaktı. Şarlman’la birlikte Latin dili ve
kültürünün hâkim olduğu topraklarda egemenliğini genişleten
Franklar Latin Batı’yı, Yunan mirasından devraldıklarını tatbik
ederek bilhassa siyasi alanda varlığını kuvvetlendiren Bizans ise
Grek Doğu’yu temsil edecekti. Bu ayrımın önemini günümüze
kadar sürdürdüğü söylenebilir.
Kendi bölgesinden topladığı askerlerle savaşa katılıp buna karşılık olarak imparator tarafından mükafatlandırılan lordların etrafında şekillenen ve Roma Hukuku ile harmanlanan Germen kabile
sistemine dayalı siyasi bir yapı kuran Şarlman, iktidarı boyunca
bu yapının kusursuz bir şekilde işlemesini sağlayarak yüzyıllar boyunca devam edecek derebeylik sisteminin de temellerini atmıştı.
25
TARIHE KARIŞAN İMPARATORLUK SONRASINDA YENI BIR DÜZEN
ARAYIŞINA GIREN ALMANLAR, 1814-1815 YILLARINDA TOPLANAN
VIYANA KONFERANSI’NDA, SAYILARI ÜÇ YÜZÜ AŞAN BAĞIMSIZ
ALMAN DEVLETLERINI OTUZ SEKIZE INDIRMEYI BAŞARDI.
Ancak hiyerarşik yapı gereği imparatora bağlı bu derebeyliklerin yönetici erkin
zayıfladığı her an kendi başlarına buyruk hale gelmeleriyse kusursuz görünen
sistemin zayıf yanıydı. Bu zayıflık Şarlman’ın ölümünün ardından ortaya çıktı
ve koca imparatorluk Şarlman’ın torunlarının elinde küçük parçalara ayrıldı. Her
dukalık kendi egemenliğini ilan etti. Avrupa’nın birçok yerinde birleşen birkaç dukalığın oluşturduğu krallıklar belirdi. Şarlman’ın kurduğu sarsılmaz yapı yaklaşık
yüz elli yıl sürecek bir parçalanmışlığın içine düştü.
Birliği yeniden sağlayan krallar: I. Otto ve Friedrich Barbarossa
Şarlman sonrası ortaya çıkan siyasi boşluğu 962 yılında Papa tarafından taç
giydirilen Büyük Otto lakaplı I. Otto sona erdirecek ve Kutsal Roma Germen İmparatoru unvanıyla iktidarın tek sahibi olacaktı. Alman kilisesinin olduğu kadar
irili ufaklı dukalıkların da desteği ve onayıyla imparatorluk tahtına oturan I. Otto,
birliği sağlamakla yetinmemiş, egemenliği altına almak istediği kiliseyle birlikte
önemli kültürel reformlara da imza atmıştır. Büyük Otto’nun zamanında ortaya
çıkan gümüş yatakları iyi değerlendirilmiş ve bu parlak maden Kutsal Roma
Germen İmparatorluğu’nun ekonomik yönden ışıldamasını sağlamıştır. Fakat bir
türlü kurulamayan siyasi birliğin beraberinde getirdiği çekişmeler Büyük Otto’nun
ölümünü takip eden yıllarda da devam eder. Birçok dukalığın güç gösterileriyle
geçen zaman çoğunlukla kilisenin siyasi arenayı ve bununla birlikte toplumsal
26
DÜNYA DEMOKRASI TARIHI
hayatı da yönlendirdiği, din kurumunun yönetimde
neredeyse tek söz sahibi olduğu yılları işaret eder.
Bu çok başlı yapıyı yine karizmatik bir lider sona erdirip birliği sağlayacaktır: 1155 yılında Kutsal Roma
Germen İmparatoru olarak taç giyen I. Friedrich,
namıdiğer Friedrich Barbarossa.
Romanlara konu olan hayatı savaşlar içinde,
bilhassa Haçlı Seferleri’nde geçmiş bir hükümdar
olan I. Friedrich’in, 3. Haçlı Seferi sırasında, tarihin gördüğü en büyük ordulardan biriyle Kudüs’e,
Selahaddin Eyyubi’nin üzerine yürüyüşü Göksu
nehrinin serin sularında boğulmasıyla sonuçlanana
kadar Avrupa siyasi haritası neredeyse Şarlman
zamanındaki kadar kesinleşmişti. Bu kesinlik, derebeylikler arasındaki çekişmelere son verip İtalya
ve Papalık üzerindeki iktidarını zorla kabul ettiren,
günümüz Fransası dışarıda tutulursa Şarlman’ın
kurduğu imparatorluğun tamamına hükmeden
I. Friedrich sayesinde yakalanıyordu. Ancak daha
Friedrich Barbarossa’nın sağlığında başlayan Kilise
ve İmparatorluk arasındaki çekişme, onun ölümünden sonra tahtı devralan II. Friedrich zamanında da
yavaşlamadan devam etti. Zira iktidarı tek başına
yürütmek isteyen iki güç, yanlarına aldıkları irili
ufaklı güçlerle birleşerek bir diğerine boyun eğdirmenin derdindeydi. Avrupa siyasi tarihinde oldukça
belirleyici yeri bulunan Kilise ile Friedrich Barbarossa ve II. Friedrich
kıyasıya bir mücadeleye girişseler de bu büyük hükümdarların
ölümleri Germenleri yine uzunca bir süre başsız bıraktı.
Siyasi birlikten uzak yüzyıllar boyunca kimi zaman Töton Şövalyelerinin Hıristiyanlaştırma ve Almanlaştırma çabalarına, kimi
zaman Martin Luther öncülüğünde ortaya çıkan Protestanlık aracılığıyla mezhep savaşlarına sahne olan Alman coğrafyası, Şarlken
gibi önemli bir hükümdar ve Habsburg Hanedanı gibi toparlayıcı bir
aileyle tanışmış olmasına rağmen Otuz Yıl Savaşları ile doruğuna
ulaşan mezhep mücadeleleri arasında sıkışıp kaldı. Zaman içerisinde Alman dünyası, Büyük Friedrich liderliğinde yükselen Prusya
Krallığı ile Avusturya arasındaki güç savaşına sahne oldu. Otuz Yıl
Savaşları’nın bittiği 1648 yılından itibaren Alman siyasetine yön
veren iki devlet haline dönüşen Prusya ve Avusturya arasındaki
çatışma dinî ve kültürel olduğu kadar siyasi yönden de belirleyiciydi. Fakat her iki devletin de çekişmeyi bırakacakları ortak düşman
gecikmedi: Napolyon.
Görülmemiş zaferlere imza atan Napolyon, Viyana ve Berlin’i
ele geçirerek 1806 yılında Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nu
tarihten sildi. Her şeye rağmen 1812 yılında Rus seferinden mağlup
dönen Napolyon bir yanıyla da Almanları modern çağa uygun bir
devlet yapısına itmişti. Yenilen Napolyon yüzünden eski sınırlarına
dönmek zorunda kalan Fransa’yla yapılan savaşlar birçok Alman
prensliğinin yıkılmasına sebep olurken Prusya’nın daha da güçlenmesini sağladı.
Fransa’dan gelen sadece savaş değildi. Fransız İhtilali sonucunda tüm dünyaya yayılan özgürlük, eşitlik, milliyetçilik gibi kavramlar Alman dünyasında da taraftar bulmakta gecikmedi. Özellikle
genç kesim ve aydınlar arasında yayılan fikirler, liberal ekonomiyi
ve vergi sistemini işaret ettiği gibi huzur ve refah ortamının korunduğu özgürlükçü bir yaşama da kapı aralıyordu. İhtilal sonrasında
ortaya çıkan fikirler birçok büyük devletin parçalanmasına yol
açarken yüzyıllardır siyasi birliği sağlayamamış Alman toplumu
için birleşme ve bağımsızlaşma umudu oldu. Artık tarihe karışan
İmparatorluk sonrasında yeni bir düzen arayışına giren Almanlar,
1814-1815 yıllarında toplanan Viyana Konferansı’nda, sayıları üç
yüzü aşan bağımsız Alman devletlerini otuz sekize indirmeyi
başardı. Bu devletler kendi bayraklarına ve silahlı birliklerine sahip
olacaktı, kendi yasaları ve vergi kanunları bulunacaktı, imparatora
değil meclislerine bağlı kalacaklardı. Genel hatlarıyla konfederal
27
1933 YILINDA BAŞBAKAN SEÇILEN HITLER, TÜM YETKIYI
ELINE ALARAK DEMOKRASIYI RAFA KALDIRDI VE KENDISINE
MUHALIF OLAN HER KESIMDEN INSANI SINDIRDI. HITLER
DÖNEMINDE BASKI VE ZORBALIKLA YÖNETILEN ALMANYA’NIN
TEK IDEALI VARDI: SAF IRKIN DÜNYAYA EGEMEN OLMASI.
bir yapı üzerinde anlaşılmasına rağmen siyasi iradenin tecelli
etmemesinden kaynaklı olarak yaklaşık altmış sene boyunca
birleşmeyi sağlayacak reform hareketlerine sahne olan Alman
siyaseti Bismarck öncülüğünde modern bir devlet yapısına yöneldi.
Modern Almanya’ya doğru
Uyguladığı kan ve kılıç politikasıyla kırılgan Alman konfederasyonunu güçlü bir imparatorluğa dönüştürmeyi başaran Otto von
Bismarck’ın Prusya liderliğinde birlik olmuş Almanya hayali 1871
yılında gerçeğe dönüştü. 1918 yılına kadar yaşayacak ve Alman
28
DÜNYA DEMOKRASI TARIHI
İmparatorluğu veya II. Reich olarak anılacak devleti kurmak için
sertliğe başvuran Bismarck, birliği bozan birtakım Alman prenslikleri ve Danimarka ile savaştı. En önemli savaşını Avusturya’ya
karşı verip bu kadim düşmanı aciz duruma düşüren Bismarck,
birlik dışında tuttuğu Avusturya olmadan güçlü bir siyasi yapı
kurmayı başardı. Prusya Kralı’nın imparator şanıyla taçlandırıldığı bu yapı içerisinde, kralın hükümet işleriyle ilgilenmesi için atadığı başbakan kilit bir rol oynuyordu. Konfederal ve İmparatorluk
adlarıyla kurulan iki ayrı meclis ise yasama görevini üstleniyordu.
Bu dönemde sağlanan siyasi birlik ve güçlenen ekonomisiyle
Cumhurbaşkanı Joachim Gauck
Başbakan Angela Merkel
Almanya birçok alanda kalkındı. Büyük bir silahlanma faaliyetine girişen ülke artık sömürgeci devletler arasına da girmişti.
Afrika’nın bölüşülmesinde pay sahibi olmak isteyen bu büyük
silahlı güç bugünkü isimleriyle Namibya, Tanzanya, Burundi,
Mozambik, Ruanda, Togo ve Kamerun’u hakimiyeti altına aldı.
Giderek büyüyen ve güçlenen Almanya’nın dünya siyasetini
belirleyen aktörlerle çatışması kaçınılmazdı. Bu çatışma Avusturya Arşidükü Ferdinand’ın uğradığı suikastla gün yüzüne çıktı ve
birçok ülkenin kaderini değiştirecek bir isim aldı: I. Dünya Savaşı.
Dünya haritası ve siyasetinin büyük oranda belirlendiği bu
savaştan yenik ayrılan Almanya’nın önünde zorlu yıllar uzanıyordu. İmparatorluk yıkılmış ve ülke ekonomik yönden büyük
bir uçurumun kıyısına sürüklenmişti. Bu durum ülkede yeni bir
yönetim biçiminin kurulmasını isteyenler tarafından yüksek sesle
dile getirilir oldu. Sesler öyle yükseldi ki anayasal monarşinin terk
edilip parlamenter demokrasinin temelinin atıldığı bir devrime
yol açtı. Tarihe 1918-1919 Alman Devrimi ismiyle geçen ve dokuz
ay süren dönemin ardından Almanya parlamenter demokrasiye
dayanan ve ilk cumhurbaşkanlığını Friedrich Ebert’in yaptığı
Weimar Cumhuriyeti’yle tanıştı.
Bu gelişmelerle birlikte 33 milyar dolarlık savaş tazminatı yüküyle boğuşan Almanya’da işsizlik had safhaya çıkmış, enflasyon
dayanılacak boyutları aşmış ve sosyal patlama kapıya dayanmıştı. Halkın güvenip peşine takılacağı lider gecikmedi: Adolf Hitler.
1933 yılında başbakan seçilen Hitler, ekonomiyi düzeltip işsizliği azalttı. Yığınların büyük desteğini aldıktan sonra askerî ve
teknolojik alanlarda kalkınma atağına girişti. Tüm yetkiyi elinde
bulunduran ve demokrasiyi rafa kaldıran Hitler, kendisine muhalif
olan her kesimden insanı sindirdi. Baskı ve zorbalıkla yönetilen
Almanya’nın tek ideali vardı: Saf ırkın dünyaya egemen olması.
Çağlar öncesinde “barbar” olarak nitelenenlerin torunları dünyaya
insanın nasıl olması gerektiğini göstermek istiyordu. Yaklaşık
35 milyon insanın hayatına mâl olan büyük savaşın ardından
harabeye dönen sadece ülkeler değil, aynı zamanda insanlıktı.
II. Dünya Savaşı’nın ardından Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılan
Almanya, hatalarından ders alıp yaralarını sardı. Batı Almanya
1970’lerde yaptığı büyük ekonomik atılımla model olduğu gibi
iç ve dış siyasette ortaya koyduklarıyla Avrupa’nın ve dünyanın saygın demokrasilerinden biri haline geldi. 1990’da Berlin
Duvarı’nın resmî olarak yıkılmasıyla birleşen Almanya, asırlardır amaçladığı eyalet sistemine dayalı sağlam siyasi birliğini
kurdu. Bugün Almanya, Avrupa Birliği’nin en büyük, Birleşmiş
Milletler’in ise üçüncü büyük iştirakçisi konumundadır.
29
TBMM BAŞKANI İSMAIL KAHRAMAN:
26. DÖNEM’DE MANEVI VE MILLÎ DEĞERLERIMIZE
UYGUN, TAKLIT OLMAYAN, BAŞKANLIK SISTEMINE
DAYALI YENI BIR ANAYASA YAPMALIYIZ
SÖYLEŞI: ERBAY KÜCET - SONGÜL BAŞ
“ANAYASALARIN TEFERRUATA INILMEDEN HAZIRLANMASI
GEREKIR” DIYEN TBMM BAŞKANI İSMAIL KAHRAMAN,
TOPLUMUN TALEP ETTIĞI YENI ANAYASA ÇALIŞMALARININ
BU YASAMA DÖNEMINDE KONSENSÜS IÇINDE YAPILMASI
GEREKTIĞINI SÖYLEDI. KAHRAMAN, BAŞKANLIK SISTEMININ
IKI BAŞLILIĞI ORTADAN KALDIRACAĞINI VE TÜRKIYE’NIN
ILERLEMESINE KATKI SAĞLAYACAĞINI IFADE ETTI.
30
SÖYLEŞI
TBMM 26. Yasama Dönemi’nin öncelikli gündem maddelerinden birinin yeni anayasa hazırlık çalışmaları olacağı görülüyor.
Bu konu, siyasi partilerin seçim vaatleri arasında da yer alıyor.
Sizin yeni bir anayasa hazırlanması konusundaki değerlendirmelerinizi öğrenebilir miyiz?
Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğu kesin. Bunu bütün
toplum, milletin temsilcisi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üyeleri, siyasi partiler, kısacası herkes kabul ediyor. Zira 1982 Anayasası yamalı bohçaya döndü; 17 kere değişti, 113 maddesi, yani
yüzde 64’ü değişti. Böyle bir anayasa günümüze cevap veremez,
Türkiye’yi geleceğe taşıyamaz. Anayasalar uzun vadeli, yol gösterici temel kanunlardır. Eski deyişle, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’dur.
Anayasalar ana esasları vaz’ eder, gerisini kanunlara ve diğer
mevzuat düzenlemelerine bırakır. Teferruatlı anayasalar büyük
devlet olmayı önlüyor, pranga vuruyor, gelişmeyi engelliyor. 1982
Anayasası o kadar teferruata inen bir anayasa ki, kurulların ve
komisyonların nasıl oluşacağına kadar detaya inmektedir. Diğer
ülke anayasalarında olmayan, behemehâl kısaltılması gereken
başlangıç bölümü vardır. Hukukun üstünlüğüne dayalı bir devlette buna benzer bir başlangıç bölümü yer almaz.
Anayasa hazırlanırken sadece temel başlıkların ortaya konulması, teferruata girilmemesi gerektiğini ifade ettiniz. Gözetilmesi gereken diğer hususlar neler olmalı?
Anayasa şahıslara bağlı olarak yapılmamalı. 1961 Anayasası
Cemal Gürsel’e, 1982 Anayasası Kenan Evren’e göre yapıldı.
Şahıslara göre anayasa olmaz. Şahıslar fanidir, devlet ise ebed
müddettir. O yüzden, devletin anayasası kalıcı ve uzun vadeli bir
nitelikte olmalıdır. Aynı zamanda biraz önce ifade ettiğim gibi
teferruata inilmemelidir. Amerika Birleşik Devletleri Anayasası
öyledir. 17 Eylül 1787’de kabul edilen ABD Anayasası sadece
önsöz, yedi madde ve 27 alt maddeden oluşmaktadır. Geçen
zamanda çok az sayıda maddeye ilaveler yapılmıştır. İngiltere’de
ise yazılı anayasa yoktur. Common Law olarak isimlendirilen, örf
ve âdete dayanan bir sistem vardır.
Yeni anayasanın yanı sıra başkanlık sistemi de çokça tartışılıyor. Bu konudaki değerlendirmelerinizi öğrenebilir miyiz?
Yeni bir anayasanın hazırlanması hususunda herkes hemfikir,
fakat hangi iskelet üzerine oturacağı konusunda farklı görüşler
bulunmaktadır. Sistem olarak neyi getirelim sorusunun cevabı
tartışılıyor; parlamenter mi, yarı başkanlık mı, başkanlık mı?
Türkiye parlamenter sistemde -arada büyük duraklamalar da
olsa- epey müddet tatbikat yaşadı. Bilindiği gibi 1876 yılında
Kanun-u Esasî (Anayasa) kabul edildi, “93 Harbi” diye anılan
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı Meclis-i Mebusan’ın dağılmasını
getirdi. 1908 yılında 2. Meşrutiyet ilan edildi ve bir Kanun-u Esasî
yürürlüğe konuldu. İlki Belçika Anayasası’nın, ikincisi ise Fransa
Anayasası’nın tercümesi oldu. 1914 yılına gelindiğinde Osmanlı
Devletimiz bir maceraya sürüklendi, emrivakiyle harbe sokuldu,
büyük yıkım yaşadık, üç kıta yedi denize yayılmış cihan devletimiz Meriç Irmağı ile Ağrı Dağı arasına sıkıştı. 1921 yılı geldiğinde
Türkiye’deki ilk ve tek sivil anayasa kabul edildi. 1924’te ise
Kanun-u Esasî’de olduğu gibi yine Belçika Anayasası’ndan mülhem bir anayasa yapıldı. 1961 Anayasası hazırlanırken Almanya
Anayasası esas alındı. Üstelik Federal Meclis’ten (Bundestag)
çıkan anayasa metni değil, taslağı örnek alındı. Hatta şöyle bir
durum vardı; Kurucu Meclis’e intikal eden metinde “Devlet herkese iş bulmak zorundadır” hükmü yer alıyordu. “Böyle bir hüküm
olmaz” denilerek Millî Birlik Komitesi tarafından anayasa metninden çıkarıldı. Almanya ise zaten Federal Meclis’te bu hükmü
çıkarmıştı. Neticede taklit ve şahsa bağlı anayasalardan biri daha
yapıldı. Taklit olmayan, toplumun ruh köküne ve manevi-millî
değerlerine uygun, toplumla uzlaşan, şahsa bağlı olmayan yeni
bir anayasa yapılmalıdır. Bu anayasa bence başkanlık sistemine
dayalı bir anayasa olmalıdır.
31
Geçmişte bir komisyon olarak anayasa hazırlığı yapmış ve 62 anayasayı incelemiştik.
Bu çalışmadan önceki şahsî kanaatim yarı başkanlık sisteminin uygun olduğu yönündeydi, fakat dünyadaki örnekleri inceleyip görünce başkanlık sisteminin daha faydalı
olduğuna kanaat getirdim. Tabii bu hususlar konsensüsle ele alınmalı, şahsa göre bir
sistem kuruluyormuş gibi düşünülüp başkanlık sisteminden korkulmamalı. Toplumun
taleplerine cevap verecek, uzun vadeli, kalıcı bir anayasa ortak anlayış ve görüş birliği
ile ortaya konulmalıdır.
Size göre başkanlık sistemine geçilmesini gerektiren sebepler nelerdir?
Biraz önce parlamenter deneyimden bahsettik. Tabii 1876’dan günümüze kadar olan
müddeti hesap edersek yanlışa düşeriz, kesintileri göz önüne aldığımızda öyle uzun bir
parlamenter deneyimimiz yok. 1950’yi alırsak on yıllık bir dönem var, 1961’den sonrayı
alırsak 1980’e kadar gelen bir dönem var. Niye hep kesintiye uğruyor? Hepsinde de
“anayasa ihlali” iddia ediliyor. 1960’ta anayasayı çiğneyenler -çünkü devlete isyan ettilerdüşürdükleri hükümetin başbakanı ve iki bakanını anayasayı ihlalden idama mahkum
ettiler. Yüz karası bir hadise oldu. Gücü eline geçiren kendine göre yorumluyor.
Başkanlık sistemi geldiğinde iki başlılık ortadan kalkar. Bugün iki başlılık diye bir
sıkıntı çekmiyor Türkiye, çünkü aynı partinin bünyesinden çıkmış bir başbakan ve
cumhurbaşkanı var. Ancak başbakan ve cumhurbaşkanı aynı partiden çıkmaz, iki ayrı
partiden olursa tıkanıklıklar meydana gelir. Dünyada bunun birçok örneği var. Mesela
İtalya koalisyonlardan ve iki başlılıktan o kadar bıktı ki yapılan son değişiklikle yüzde
40 ve üzeri oya ulaşan partinin iktidar olması kararlaştırıldı. Herhangi bir parti yüzde
32
SÖYLEŞI
40’a ulaşamazsa bu orana en yakın iki parti
arasında ikinci tur seçim yapılacağı açıklandı. Yani işi sağlama alıyor, iki başlılığı ortadan kaldırmayı hedefliyorlar. Amerika’da
ve İngiltere’de iki başlılık diye bir hadise
yoktur. Fransa geçmişte bunun sıkıntısını
çekmişti. Daha sonraki düzenlemelerle
sorun giderildi. Bugün Fransa’da Bakanlar
Kurulu’na cumhurbaşkanı başkanlık eder.
Türkiye’de de iki başlılığı giderici bir
sisteme mutlaka ihtiyaç var. İki başlılığın
kalkmasını istemek esasında Türkiye’nin
daha da ilerlemesini arzulamak demektir.
İki başlılığı ortadan kaldırmadığınızda, koalisyonlara imkân verecek bir yapı oluşturduğunuzda Türkiye’nin ilerlemesi durur, ülke
kalkınamaz, bunun emsalleri çoktur. Koalisyonu öven bazıları vardır, oysa koalisyon
zaruret halinde başvurulan bir yoldur. Ne
kadar iyi olursa olsun, tıkanmalar meydana
getirir. Türkiye’de kalkınma ve hamle yapılan yıllar hep iktidarda tek partinin bulunduğu yıllardır. Dikkat buyurun, tek partinin
olduğu değil, partilerin olduğu, fakat tek
partinin iktidarda olduğu yıllardır. Zira tek
partinin olduğu 1923-1950 arasında Türkiye
maalesef çok zaman kaybetmiştir. 1950’de
gelen demokrasi havasıyla ve “insan öncelikli politikalar”la Türkiye kalkındı, gelişti.
“BUGÜN IKI BAŞLILIK DIYE BIR SIKINTI ÇEKMIYOR TÜRKIYE,
ÇÜNKÜ AYNI PARTININ BÜNYESINDEN ÇIKMIŞ BIR BAŞBAKAN
VE CUMHURBAŞKANI VAR. ANCAK BAŞBAKAN VE
CUMHURBAŞKANI AYNI PARTIDEN ÇIKMAZ, IKI AYRI
PARTIDEN OLURSA TIKANIKLIKLAR MEYDANA GELIR.
DÜNYADA BUNUN BIRÇOK ÖRNEĞI VAR.”
Sizce 26. Yasama Dönemi, Türkiye’yi yeni bir anayasaya kavuşturmuş bir dönem olarak tarihe geçebilir mi?
her ilimizden seçilerek gelen fevkalade kabiliyetli, meziyetli bir
İnşallah. Temennim bu istikamettedir. 26. Dönem bütün toplumun
ifade ettiği yeni bir anayasa talebine cevap vermelidir. Bu cevap
dar manada kalabilir, daha geniş ve kalıcı olabilir, ancak behemehâl
ele alınmalıdır. Herkeste yeni anayasayı ele alma iradesi var. 24.
Dönem’den kalma, dört partinin ittifak ettiği maddeler var, onun
üzerinde çalışmalar yürütülebilir. Zaten siyasi partiler seçim beyannamelerinde bunu hep vadettiler. Ümit ediyorum ki bu vaatler
tutulur.
nanın istisnasıdır. Peki, milletvekilleri dışarıda beraber oturur,
Siyaset dilinin sertleşmesi, Meclis’te zaman zaman kavgaların
yaşanması eleştirilere neden oluyor. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?
Türkiye Büyük Millet Meclisi, Türkiye’deki seçkin insanların toplandığı fevkalade üst seviyede bir yerdir. Fikrî bakımdan, temsil
bakımından, örnekleme bakımından her yönüyle mükemmeldir.
Militarist sistemi özleyenler, istisna olan birkaç ismi öne sürerek
Türkiye’deki mevcut yapıyı tenkit ederler, oysa bu yanlıştır. Zira
kadro vardır, fakat aralarından yüzde bir-iki çıkabilir, bu da istiskonuşur, dolaşırlar da kürsüye çıkınca niye kavga ederler? Bir
yanlış anlayış var Türkiye’de. Tenkit illa menfi olarak alınıyor.
Oysa tenkit ikiye ayrılır; müspet tenkit, menfi tenkit. Diyelim
ki bir sanat eserini seyrettiniz. O sanat eserinin beğendiğiniz ve
beğenmediğiniz taraflarını söylersiniz; başroldeki iyiydi, yardımcı
roldeki aksatıyordu, ışıklandırma fena değildi, dekor yanlıştı gibi.
İyiyi ve kötüyü söylemeye tenkit denir. Herhangi bir derneğin veya
teşkilatın toplantısında, yapılan faaliyetleri övmek, takdir etmek
de tenkite girer. Türkiye’de tenkit illa menfi olarak ele alındığı
için bir mevzuda konuşma yapan kişi iyi tarafları söylemez, kötü
tarafları yakalamak ister. Benim şöyle bir özlemim olmuştu: Milletvekilleri Genel Kurul Salonu’nda istedikleri yerde otursalar, farklı
siyasi partilere mensup kişiler yan yana oturumu takip etseler,
sohbetlerini yapsalar, kaynaşsalar, biri lehte reyini verirken diğeri
aleyhte reyini verse ve bu nedenle kimse kimseye bir şey demese...
Tabii bu Siyasi Partiler Kanunu’yla, İçtüzük’le ilgili bir mevzu. Grup
disiplinine dayalı bir sistem olduğu için sizin kanaatiniz aksi de olsa
grubun lehine rey vereceksiniz, bir başka partinin genel başkanı
geldiğinde ayağa kalkmayacaksınız, kürsüdeki kişi doğru şeyler
de söylese sizin partinizden olmadığı için alkışlamayacaksınız...
Niye? Halbuki o salondaki herkes milletvekili. Milletin vekili olarak
oraya gelmişler. Niye alkışlamıyorsun, niye kavga ediyorsun? Bir
de Meclis Televizyonu yayında olduğu sırada ekrandan seçmene
mesaj veriliyor; bakın nasıl konuşuyorum, nasıl kavga ediyorum
diye. Bu kavga hali topluma yansıyor. Mesela futbolda transfer
mevsimi geliyor, bir futbolcu rakip takıma gidiyor, eskiden onu
alkışlayan taraftarlar şimdi ona hain diyor. Oysa ortada sportif
bir hadise var. Bu kavga kültürü ortadan kalkmalı. Peki, bunun
öncülüğünü neresi yapacak? Tabii Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin
kendisi. Bu konuda çalışmalar da gündeme gelebilir.
33
GRUP BAŞKANVEKİLLERİNDEN
26. DÖNEM
DEĞERLENDİRMESİ
34
ADALET VE KALKINMA PARTISI (AK PARTI) GRUP BAŞKANVEKILI VE
ÇANAKKALE MILLETVEKILI BÜLENT TURAN, CUMHURIYET HALK
PARTISI (CHP) GRUP BAŞKANVEKILI VE MANISA MILLETVEKILI ÖZGÜR
ÖZEL, HALKLARIN DEMOKRATIK PARTISI (HDP) GRUP BAŞKANVEKILI
VE DIYARBAKIR MILLETVEKILI İDRIS BALUKEN, MILLIYETÇI HAREKET
PARTISI (MHP) GRUP BAŞKANVEKILI VE MANISA MILLETVEKILI ERKAN
AKÇAY 26. DÖNEM’DE ÜLKE GÜNDEMINDE YER ALAN KONULARI VE
PARTI OLARAK GERÇEKLEŞTIRECEKLERI YASAMA FAALIYETLERINI
TPB PARLAMENTO’YA DEĞERLENDIRDI.
ZEYNEP YIĞIT
BÜLENT TURAN - AK PARTI GRUP
BAŞKANVEKILI VE ÇANAKKALE
MILLETVEKILI
Türkiye, 2014 ve 2015 yıllarını seçim atmosferinde geçirdi. 2014
yılında önce yerel seçimler, daha sonra da Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı. 2015 yılında ise art arda iki genel seçim yaşadık.
7 Haziran seçimlerinden sonra oluşan 25. Yasama Dönemi’nde
değişik gerekçelerle hükümet kurulamadı ve yeniden seçime
gitmek zorunda kalarak Cumhuriyet tarihinin en kısa yasama
dönemine şahit olduk.
25. Yasama Dönemi, kısa bir dönem olması ve seçim hükümetinin oluşmasından ötürü istisnai bir dönemi teşkil
ediyor. Bu nedenle geçmişi değerlendirmemiz gerekirken
asıl olarak 24. Yasama Dönemi’ni değerlendirmeye tabi
tutmalıyız.
24. Yasama Dönemi gerçekleştirilmiş çok önemli reformlarla beraber ülkemiz için daha verimli bir şekilde kullanılabilirdi. Yasama dönemi başında kurulan
Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na tüm
partiler milletvekili sayılarına bakılmaksızın eşit üye verdiler. Komisyon,
60 madde üzerinde anlaşmaya vardı.
Ancak ne yazık ki milletimizin beklentisi olan söz konusu Anayasa değişiklikleri yapılamadı. Kurucu Genel
Başkanımız ve Cumhurbaşkanımız
Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın bu yöndeki çağrıları ne yazık ki
karşılık görmedi. Şayet bu değişiklikler yapılmış olsaydı ülkenin
demokratikleşmesi adına önemli bir mesafe kat etmiş olurduk.
Bu yasama döneminde Meclis, 3751 saat çalışarak 421 kanun
çıkardı. Yine aynı şekilde 38 bin yazılı soru önergesi cevaplandırıldı. Hiç kuşkusuz muhalefetin denetleme görevi gibi mühim bir
görevi vardır. Bu, ülkenin daha fazla demokratikleşmesi için de
önemli bir görevdir. Ancak ne yazık ki grup önerileri ve usul tartışmaları üzerinde saatlerce süren polemikler nedeniyle
muhalefet, yasama faaliyetinin yavaşlamasına
neden olmaktadır. Hele hele normal demokrasilerde hiç karşılaşmamamız gereken kürsü ve
divan işgalleriyle 24. Yasama Dönemi’nde karşı
karşıya geldik.
7 Haziran seçimleri, bir sistem krizinin olduğunu da ortaya koymuştur. AK Parti %41 oy alarak
birinci parti olmasına rağmen tek başına hükümeti
kuramamıştır. Siyasi partilerin koalisyon hükümeti
kurma çabaları da sonuçsuz kalmış, nihayetinde Anayasa’nın 116. maddesine göre
yeniden seçimlere gidilmiştir.
1 Kasım 2015’te gerçekleşen seçimlerde AK Parti, milletin teveccühünü
bir kez daha kazanarak tek başına hükümet kuracak iktidar çoğunluğunu
elde etmiştir. Böylelikle söz konusu
yönetim krizi erken çözülmüşse de
35
uzlaşamayan partilerden ötürü bu tür krizlerin yaşanabileceği
ortaya çıkmıştır.
“Yasama faaliyeti gecikmekte ve parlamento
yeteri kadar verimli olamamaktadır”
24. Yasama Dönemi’nde edindiğimiz deneyim ve 7 Haziran’dan
sonra ortaya çıkan durum, mevcut parlamenter rejimin krize
girdiğinin en somut örneğidir. Yasama faaliyeti çok daha hızlı
gerçekleşebilecekken biraz önce anlattığımız sorunlardan kaynaklı
olarak yasama faaliyeti gecikmekte ve parlamento yeteri kadar
verimli olamamaktadır.
26. Yasama Dönemi’nde Meclis’in en fazla üzerinde durması
gereken konu yeni anayasa olmalıdır. Çünkü Meclis’te grubu bulunan dört siyasi parti de seçime giderken yeni anayasa talebiyle
yola çıktı. Dolayısıyla bu konu üzerinde ortaklaşıp yeni bir uzlaşma
zemini elde edebiliriz.
Yeni anayasa ile beraber ele alınması gereken bir diğer konu
da sistem değişikliği olmalıdır. Biraz önce de bahsettiğimiz gibi
parlamenter rejimin ortaya çıkardığı sorun alanlarıyla karşı karşıya gelmekteyiz. Biz AK Parti Grubu olarak başkanlık sistemini
önermekteyiz. Muhalefet partileri de kendi sistem önerilerini
gündeme getirirlerse ortaya çıkacak tartışmadan verimli sonuçlar
elde etmek mümkündür. Bunu yaparken siyasi partilerin sistem
değişikliği önerilerini kişiler üzerinden değil, demokratik değerler
üzerinden tartışması elzemdir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yer alan parti grupları
olarak 26. Yasama Dönemi’ni sözünü ettiğimiz konular
etrafında değerlendirebilirsek ülkemizin demokratikleşmesi adına önemli bir adım atmış oluruz. Meclis’te
bulunan dört siyasi partinin en azından bazı konularda bir araya gelip uzlaşarak yasama faaliyetleri
açısından daha hızlı ve verimli bir dönemin öncüsü
olabileceğine inanıyoruz.
ÖZGÜR ÖZEL - CHP
GRUP BAŞKANVEKILI
VE MANISA
MILLETVEKILI
Cumhuriyet Halk Partisi olarak
özellikle 24. Dönem’de ve kısa
25. Dönem’de kuvvetler ayrılığı prensibinin ihlal edilmiş
olmasından son derece
rahatsızlık duyuyoruz. Ya-
36
sama, yürütme ve yargı organlarının birbirinden bağımsızlığı
parlamenter sistemin temel unsurlarından olmasına rağmen
maalesef Türkiye’de bu prensibin ayaklar altına alındığı pek çok
olay yaşandı. Bugün çoğunluk partisi eliyle parlamentonun sadece
yürütmenin istediği yasaları çıkardığı, denetim faaliyetinde yeterli
olmadığı, muhalefetin ise bütün çabalarının beyhude kaldığı bir
süreci yaşıyoruz. Cumhuriyet Halk Partisi olarak yasama, yürütme ve yargı organlarının birbirinden bağımsızlığını son derece
önemsiyoruz. Bu konu üzerinde hassasiyetle durmaya devam
edeceğimizi belirtmek istiyoruz. 26. Yasama Dönemi’nde yapısal
sorunların aşılması, ayrıca parlamentoda nefret dili ve şiddetten
uzak durulması gerekiyor. Kutuplaştırıcı, ötekileştirici,
çatıştırıcı bir dil yerine uzlaştırıcı bir dil tercih edilmeli.
Bu konuda tüm partilere önemli sorumluluk düşüyor.
Geçmiş dönemlerde Meclis’te yaşanan sert tartışma ve kavgaların genellikle uzun çalışma saatlerinin
sonuna doğru olduğu görülüyor. 27 saat aralıksız süren oturumlara katıldığımızı hatırlıyorum. Yorgunluğun da etkisiyle tansiyonun yükseldiği öyle anlar
oluyor ki normal şartlarda asla birbirini incitecek
bir kelime kullanmayacak insanlar kavga
edebiliyor. Tabii sonradan herkes çok
üzülüyor. Bu nedenle çalışma saatlerinin belli bir düzene oturtulması, ihtiyaç duyulduğu zamanlarda
yasama çalışmalarının yapıldığı
gün sayısının artırılması, ama
belli bir saatten sonra çalışmalara ara verilmesi gerekiyor.
Bir kanunu mutlaka o gece
çıkarmak için sabahlamanın
hem kaliteli yasama açısından sonuç verici olmadığını hem de
birtakım tatsızlıklara sebebiyet verdiğini düşünüyoruz.
Cumhuriyet Halk Partisi olarak 26. Dönem’de içerikte güçlü,
üslupta yapıcı bir muhalefeti tercih edeceğiz. Hatırlanacağı gibi,
7 Haziran’daki seçimler öncesinde Cumhuriyet Halk Partisi’nin
ülke gündemine getirdiği ekonomik vaatler çokça konuşulmuştu.
O dönemde “kaynak” tartışması yapan iktidar partisinin, 1 Kasım
seçimlerinde benzer ekonomik vaatleri sıraladığı görüldü. Şimdi
biz vatandaşa verilen sözlerin takipçisi olacağız. Cumhuriyet Halk
Partisi Grubu olarak kendi vaatlerimizin tamamını kanun teklifi
haline getirdik. Ayrıca, iktidar partisinin seçim vaatleri arasından
vatandaşın faydasına olduğunu mütalaa ettiklerimizi de ayrı ayrı
kanun teklifine dönüştürdük. Böylece hem iktidarın seçim vaatlerinin kanunlaşma sürecini takip edeceğiz hem de gerçekleştirmedikleri vaatlerini kendi kanun teklifimiz olarak Meclis’e getirerek
vatandaşa verilen sözlerin tutulması için iktidarı zorlayacağız.
26. Dönem’de iç güvenlik ve dış politika konuları üzerinde de
hassasiyetle duracağız. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta Sulh
Cihanda Sulh” ilkesinden ne kadar uzaklaşılırsa Türkiye’nin başı o
kadar derde giriyor. 26. Dönem’de komşularımızdan başlayarak
tüm dünyayla bu ilke çerçevesinde sürdürülecek bir dış politikanın
talepçisi ve takipçisi olacağız. Yani hem ülkedeki hem de mutfaktaki yangının söndürülmesi amacıyla muhalefet sorumluluğu
içinde hareket edeceğiz.
“Anayasa ne kadar geniş katılımla
yapılırsa o kadar sahiplenilir”
Ülkemizde yeni anayasa ve başkanlık sistemi tartışmaları yapılıyor. Cumhuriyet Halk Partisi olarak darbe
anayasasına karşıyız, sivil bir anayasa istiyoruz.
Bununla birlikte Anayasa’nın ilk dört maddesini
korunması ve üzerinde tartışılmaması gereken
maddeler olarak görüyoruz. Önünde dört yıl bulunan
parlamentonun, 24. Dönem’de olduğu gibi uzlaşıyla
sivil bir anayasa yapmayı denemesi gerektiğini düşünüyoruz. Anayasa bir
toplumsal mutabakat metnidir ve ne kadar geniş katılımla
yapılırsa o kadar sahiplenilir.
Bu nedenle parlamentodaki tüm partilerin,
hatta parlamento dışı
muhalefetin ve sivil
toplumun mutabakatıyla bir
anayasa yapmak olmazsa olmazımızdır. Yalın, kısa, anlaşılır, toplumun tüm kesimlerini kucaklayan, farklılıkları ülkenin zenginliği
olarak gören, gökkuşağı gibi çok renkli ülkemizi anlayan yeni bir
anayasaya ihtiyaç bulunuyor.
Türkiye’de giderek dozu artan bir şekilde başkanlık sistemi tartışmaları yapılıyor. Kuvvetler ayrılığı prensibinin ihlal edildiği, her
geçen gün otoriterleşen bir yönetim anlayışının olduğu Türkiye’de
başkanlık sistemi tartışmalarını son derece tehlikeli buluyoruz.
İDRIS BALUKEN - HDP GRUP BAŞKANVEKILI
VE DIYARBAKIR MILLETVEKILI
26. Dönem Parlamentosu’nun oluşum süreci, siyasi bir darbe ve
millî iradenin gasp edilmesi uygulamalarının hemen akabinde gelmiştir. 26. Dönem Parlamentosu üzerine konuşurken 25. Dönem
Parlamentosu’nun nasıl siyasi bir by-pass işlemine tabi tutulduğu
ve Türkiye demokrasi tarihinin yakın karanlık günlerinin nasıl
yaşandığı tarihe not olarak düşülmelidir. Bu yönüyle 25. Dönem
Parlamentosu, bu darbe ve gasp uygulamalarının kurbanı olmuştur.
7 Haziran 2015 tarihinde gerçekleşen Milletvekili Genel
Seçimleri’nde teşekkül eden sonuçlar, Türkiye’de Kürt sorununda
demokratik çözüm ve gerilimin had safhaya çıktığı toplumsal
kamplaşmaya karşı siyasi partilerin bir araya gelerek koalisyon
şeklinde yönetim sergilemesi mesajlarını içermekteydi. Türkiye
halkları artan toplumsal gerilimlerin bir arada yaşama bağlarını
zayıflattığının farkına varmış ve duruma müdahale etmiştir.
Türkiye halklarının bu iradi ve güçlü beyanı, Türkiye’de
toplumsal gerilimlerde bir rahatlamaya, iktidarın paylaşılması yoluyla güç temerküzünün önüne geçilmesine
ve Kürt sorununda çözüm için umutların artmasına
vesile olmuştur. Fakat daha sonra Türkiye bir erken
seçim sürecine girmiştir.
Genel merkezimiz başta olmak üzere parti teşkilatlarımıza yüzlerce saldırı gerçekleştirilmiştir.
Saldırganlara karşı etkin bir adli soruşturma
yürütülmek bir yana partililerimiz
gözaltına alınıp tutuklanmıştır.
Türkiye’de daha önce görülmemiş
biçimde sokağa çıkma yasakları
ilan edilmiş, saldırılarda iki yüzden fazla insanımız yaşamını
yitirmiş, yerleşim birimleri ve
kutsal/tarihî mekanlar tahrip
edilmiştir, edilmeye devam
etmektedir.
37
“Demokrasi ile özgürlüğün tesis edilmesi için
iki boyutlu bir çalışma içerisinde olacağız”
Partimiz 1 Kasım’da anti demokratik seçim barajını geçerek 59
milletvekili ile TBMM’de temsil hakkını kazanmıştır. Bizler, parlamentoda ülkenin krizinin derinleşmemesi, demokrasi ile özgürlüğün tesis edilmesi için iki boyutlu bir çalışma içerisinde olacağız.
Birinci boyutu Türkiye’de öz yönetim hakkının siyasi savunması
ve halkların/inançların anayasal haklarının temin edilmesinin
mücadelesi olacaktır. Türkiye’de yönetim sistemi ile ilgili olan bu
sorunda, tüm siyasi aktörler kendi istedikleri demokratik yönetimi
savunmak ve siyasetini yapmak hakkına sahiptir. Nasıl ki siyasi
aktörlerden bazıları post-modern halifelik talebinde bulunuyorsa
ve bunun siyasal hak olduğunu iddia ediyorsa, diğer siyasi aktörler
de her türlü siyasal yönetim talebinde bulunup siyaset dairesinde
bunu savunabilir. 26. Dönem’de mücadelemizin ikinci boyutu ise
hem kentlerde hem de parlamentoda Türkiye’nin demokratikleşmesi başta olmak üzere ekonominin, özgürlüklerin, hakların tam
adaletli bir düzen içerisinde gerçekleşmesini savunmak olacaktır.
Yeni demokratik anayasanın kapsayıcı bir vatandaşlık ve ulus tanımına, inançların ve etnik kimliklerin eşit haklara sahip olmasına ve
özgürlüklerin toplumun tümüne yayılmasına ulaşması için siyasi
mücadele yürüteceğiz.
Sonuç itibarıyla 26. Dönem’de, Türkiye’nin hem kamu otoritesi
olarak hem de halklar olarak önünde esaslı iki yol bulunmaktadır.
26. Dönem’i yaşayacağımız parlamento Orta Doğu ve dünyanın yeniden dizaynına sahne olacak ve bizler de tercihlerimizle
bu sürecin içerisinde yer alacağız. HDP olarak tercihimiz ne geçmişle mistik bağlar kurmuş vesayetçi bir
padişahlık sistemi ne de demokratikliği damıtılmış
bir vesayetçi sistem olacaktır. Bilakis tercihimiz
demokratik Cumhuriyet’in inşası ile birlikte hem
kendi ülkemizi adil ve demokratik kılmak hem de
Orta Doğu ve dünyaya bu örneğin iyi bir deneyimini
sunmak olacaktır.
ERKAN AKÇAY - MHP GRUP
BAŞKANVEKILI VE MANISA
MILLETVEKILI
Milliyetçi Hareket Partisi olarak 26. Yasama
Dönemi’nde Türkiye’nin gerçek sorunlarını
gündeme taşıyacağız. Halkın huzur, refah
ve güven içerisinde, adaletli bir ortamda
yaşamasını temin edici çalışmalar üzerinde hassasiyetle duracağız. Bugün
38
Türkiye maalesef hem içte hem de dışta çok ciddi bir yönetim ve
güvenlik kriziyle karşı karşıyadır. Ülkemizin pek çok yerinde bombalar patlıyor, hendekler kazılıyor, yollar kesiliyor. Terör örgütlerinin
saldırıları nedeniyle asker ve polislerimiz şehit düşerken pek çok
vatandaşımız da hayatını kaybediyor. Terörün mutlaka önlenmesi
gerekir. Ülkemizin iç ve dış güvenliğinin sağlanması konusunda
Milliyetçi Hareket Partisi olarak hükümete gerekli uyarıları yapmaya ve önerilerde bulunmaya devam edeceğiz. Türkiye’de güvenlik
sorununun yanı sıra temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasında
da çok ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. Muhalefetin sesi kısılmaya,
medyanın görevini yapması engellenmeye çalışılıyor. İnsanlar sırf
eleştirilerini dile getirdikleri için çeşitli baskı altına alınıyor. Hangi
siyasi görüşte olursak olalım, hepimizin demokrasiye ve hukuka sahip çıkmamız gerekir. Bu, en önemli gördüğümüz
hususlardan birisidir.
Ülkede refah ortamının sağlanabilmesi, halkın ekonomik taleplerinin karşılanabilmesi için yapılması gereken
çalışmalar, 26. Yasama Dönemi’nde takipçisi olacağımız
konular arasında yer alıyor. Hatırlanacağı gibi, iktidar
partisi 7 Haziran’daki seçimler öncesinde
açıkladığımız ekonomik taahhütlerimizi “Kaynağını nereden
bulacaksınız?” diye eleştirmesine rağmen 1 Kasım’da
kendisi benzer taahhütleri
dile getirdi. Demek ki kaynak bulunabiliyormuş.
Önümüzdeki dönemde
Milliyetçi Hareket Partisi olarak iktidarın
hem ekonomi hem
de diğer alanlardaki vaatlerini yerine getirip getirmeyeceğinin takipçisi olacağız. Şunu da ifade edeyim, eğer hükümet ülke ekonomisini ve sosyal hayatı iyileştirmeye yönelik yapıcı adımlar atarsa
bunlara destek vereceğiz, çünkü bizim amacımız bağcıyı dövmek
değil üzüm yemektir. Tabii bu noktada hükümetin de muhalefetin
yapıcı eleştiri, katkı ve önerilerine duyarlı olması gerekiyor. Zaman
zaman iktidar sahipleri “Muhalefet öneri getirmiyor” gibi birtakım
iddialarda bulunuyor. Oysa bu doğru değildir. Komisyon ve Genel
Kurul tutanakları ortada. Milliyetçi Hareket Partisi olarak bugüne
kadar son derece yapıcı öneriler getirdik, ancak tamamına yakını
iktidar tarafından reddedildi. Hatta öyle zamanlar oldu ki bugün
reddettikleri öneriyi üç ay, altı ay sonra kendileri gündeme getirmek zorunda kaldı.
26. Yasama Dönemi’nde Milliyetçi Hareket Partisi olarak çeşitli
hususlarda çok sayıda kanun teklifi vereceğiz. Milletvekillerimiz
bu konudaki çalışmalarına devam ediyorlar ve kanun tekliflerini
vermeye başladılar. Kredi kartı borçlarının yapılandırılması, işsizlik
ödeneği alma süresinin ve miktarının artırılması, asgari ücretten
vergi alınmaması ve çalışanların asgari ücret kadarki gelirlerinin
vergi dışı bırakılması, esnaf ve sanatkarlardan sosyal güvenlik
destek primi kesilmemesi, öğretmenlere ödenen ek ders ücretlerinden gelir vergisi alınmaması, geçici işçi, sözleşmeli ve 4/C’lilerin
kadroya geçirilmesi gibi konularda kanun tekliflerimiz bulunuyor.
“Başkanlık sistemi tartışmalarıyla sanal
bir gündem oluşturulmaktadır”
26. Yasama Dönemi’nde yeni anayasa tartışmaları da ülke gündeminde yer almaktadır. Milliyetçi Hareket Partisi olarak bu konudaki
görüşlerimizi yıllardır son derece net ve tutarlı bir şekilde ifade
ediyoruz. Biz yeni anayasada Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü, üniter devlet yapısını,
Türk millî kimliğini, demokratik rejim ve temel insan hakları gibi
değerleri vazgeçilmez kabul ediyoruz. Öte yandan, Türkiye’de başkanlık sistemi tartışmalarıyla sanal bir gündem oluşturulmaktadır.
İktidar sahipleri ülkedeki sistemi değil, kendi yönetim tarzlarını ve
yanlış anlayışlarını değiştirmeyi düşünmelidirler. Çünkü ülkedeki
sorunların önemli bir kısmı sistemden kaynaklanmamakta, şahsi
ve keyfî bir yönetim anlayışı neticesinde ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’de öncelikle yapılması gereken, kuvvetler ayrılığını geliştirmek, parlamentoyu güçlendirmek, yargının bağımsızlığı ve
tarafsızlığını tesis etmektir.
39
ABDULLAH TENEKECI:
HOŞGÖRÜLÜ BIR SIYASET IZLEMELI, TOPLUMA
IYI ÖRNEK OLMALI, BIRLIK VE BERABERLIĞIMIZI
HER ŞEYIN ÜZERINDE TUTMALIYIZ
RÖPORTAJ VE FOTOĞRAFLAR: SONGÜL BAŞ
ASKER VE SIYASETÇI KIMLIKLERIYLE ÜLKEMIZE ÖNEMLI HIZMETLERDE
BULUNAN DEVLET ESKI BAKANI ABDULLAH TENEKECI, SIYASETTE
BAŞARIYA ULAŞMAK IÇIN HALKLA BÜTÜNLEŞMENIN ŞART
OLDUĞUNU BELIRTIYOR. İNSAN ILIŞKILERINDE SAMIMIYET VE
NEZAKETIN ÖNEMINE IŞARET EDEN TENEKECI, “KIMSENIN KALBINI
KIRMAMAYA ÖZEN GÖSTERMEK, GENÇLERIMIZE IYI ÖRNEK OLMAK
VE ONLARIN ÖNÜNÜ AÇMAK GEREKIR” DIYOR.
40
RÖPORTAJ
N
ice hayat hikayesi dinledim bugüne kadar. Öyle
etkileyiciydi ki bazıları, zamanın nasıl geçtiğini
fark etmedim bile. Dolu dolu yaşanmış hayatlara
tanık oldukça “Bir ömre ne çok şey sığabiliyormuş
meğer” dedim. Acı-tatlı hatıralar eşliğinde geçmişe yolculuk yaparken kâh tebessüm ettim kâh
hüzünlendim. Her hikayede hayata ve insana dair
yeni bir şey öğrenmek istedim; kulağıma küpe
olsun diye…
Etkileyici hayat hikayelerinden biri Abdullah
Tenekeci’ye ait. Neredeyse Cumhuriyet’le yaşıt
Tenekeci, asker ve siyasetçi olarak ülkemize
önemli hizmetlerde bulunmuş bir isim. Hava
Kuvvetleri Komutanlığı’ndan general rütbesiyle
emekli olduktan sonra 1983-1991 yılları arasında
milletvekilliği ve bakanlık yapan Tenekeci ile hayatının dönüm noktalarını ve siyasetin olmazsa
olmazlarını konuştuk.
Abdullah Tenekeci’nin hayat yolculuğu 1926
yılında Konya Akören’de başlıyor. Kurtuluş Savaşı
sırasında düşmanla çarpışmış, tam 11 yıl esarette
kaldıktan sonra ailesine kavuşmuş bir babanın evladı olarak dünyaya gözlerini açıyor. Ortaokul çağlarına geldiğinde pek çok ülke büyük bir ateş çemberinin içine giriyor. İkinci Dünya Savaşı yıkım, acı
ve gözyaşıyla sürerken 1941 yılında Kuleli Askerî
Lisesi İstanbul’dan Konya’ya naklediliyor. Savaş
nedeniyle verilen bu karar, Abdullah Tenekeci’nin
yaşamında önemli bir rol oynuyor. Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nda generalliğe kadar uzanan
başarılı askerlik hayatının ilk adımını Kuleli Askerî
Lisesi’ne girerek atan Tenekeci, o yıllara dair bir
anısını şöyle anlatıyor: “Bir gün İsmet İnönü Beyaz
Tren’le geldi. Kuleli Askerî Lisesi’nde hepimizle tek
tek ilgilendi. ‘Evlatlarım, biz sizin yaşınızdayken
cephedeydik. Tek bir silahı sırayla kullandığımız
zamanlar oldu. O günlerden bugünlere geldik. Siz
bunları bilerek, attığınız her adıma dikkat ederek
eğitiminizi tamamlayacak ve iyi birer asker olarak
vatanınıza hizmet edeceksiniz’ dedi. O konuşmanın hepimizde büyük tesiri oldu.”
Abdullah Tenekeci, disiplinli ve zor eğitim
yıllarına Kuleli Askerî Lisesi’nin ardından Kara
Harp Okulu’nda devam ediyor. Pilot olmaya karar
verdikten sonra Hava Harp Akademisi ve Yüksek
Komuta Akademisi’ni bitiren Tenekeci, askerlik kariyerinde hızla yükselmeye
başlıyor. Jet pilotluğu ve öğretmenliği, Diyarbakır Filo Komutanlığı, NATO karargahında Türkiye Temsilci Yardımcılığı, Hava Harp Akademisi’nde öğretmenlik gibi
pek çok önemli görev üstlendikten sonra general rütbesiyle emekliye ayrılıyor.
Yaklaşık 40 yıllık askerlik hayatını büyük bir gurur ve mutlulukla anlatan Abdullah Tenekeci’nin hatıraları arasında 1964’teki Kıbrıs Hava Harekatı önemli bir yer
tutuyor. “1964 yılında Rumlar büyük çaptaki Erenköy saldırısını gerçekleştirdi.
Kıbrıs’taki Türkler yok edilmek isteniyor, çeşitli işkencelere maruz bırakılıyordu.
Rumların elinde her türlü imkan mevcuttu. Kıbrıs’taki Türklerin sahip olduğu
imkanlar, araç gereçler ise onlarınkinin yanında devede kulak kalıyordu. Türkiye,
Kıbrıs’ta yaşananlar karşısında sessiz kalmayarak hava harekatı düzenledi. O
dönemde Diyarbakır’da Filo Komutanıydım ve harekatın icrasında önemli görevler
41
“GEÇMIŞ DÖNEMLERDE MILLETVEKILI VE BAKAN OLARAK ÜLKEMIZE
ÖNEMLI HIZMETLERDE BULUNMUŞ ARKADAŞLARIMIZIN BILGI VE
TECRÜBELERINI YENI KUŞAKLARA AKTARMALARI BÜYÜK ÖNEM
TAŞIYOR. DERNEK VE VAKIFLARDAKI ÇALIŞMALAR, KONFERANSLAR,
HATIRATLAR VASITASIYLA BILGI VE TECRÜBELER PAYLAŞILABILIR.”
üstlendim” diyen Tenekeci, hava harekatından yıllar sonra bu kez siyasetçi olarak Kıbrıs’la
yollarının kesiştiğini ifade ediyor. Tenekeci, Devlet Bakanlığı döneminde KKTC’nin kuruluş
sürecinde ve kalkınma hamlelerinde büyük emeğinin bulunduğunu kaydediyor.
“Siyasette başarının yolu vatandaşla iç içe olmaktan geçiyor”
Abdullah Tenekeci, başarılarla dolu askerlik yıllarının ardından siyasete atılıyor. Hiç aklında yokken kendini bir anda siyaset sahnesinde bulan Tenekeci, o günleri şöyle anlatıyor:
“Emekli olduktan bir süre sonra değerli dostum Mehmet Yazar’ı ziyaret ettim. Kendisi
o sırada Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı’ydı. Biraz sohbet edip dertleştik. Bu
görüşmeden üç gün sonra Mehmet Yazar aradı ve beni yemeğe davet etti. Buluşmaya
gittiğimde bir de baktım ki rahmetli Turgut Özal çıkageldi. Meğer onlar daha önceden
haberleşmişler. Yemekte Özal yeni bir parti kuracağından bahsetti ve benim de bu partide yer almamı istediğini ifade etti. Mehmet Yazar’la birlikte beni ikna etmeye çalıştılar.
Doğrusu, o anda ne ‘Evet’ ne de ‘Hayır’ diyebildim. Çünkü askerlik ve siyaset birbirinden
çok farklı. Bu nedenle teklife ilk başta sıcak bakmadım, hatta biraz direndim, ama rahmetli Özal ısrar etti. Bunun üzerine Konya’da farklı meslekler icra eden, kimi doktor,
kimi işadamı olan arkadaşlarımı bir araya topladım. Onlara siyasete girmem için teklif
aldığımı, bu konuda ne düşündüklerini sordum. Hepsi ‘Siyasete gir, biz seni destekleriz’
dedi. Böylece benim için siyaset yolu açılmış oldu. Tabii heyecanım had safhadaydı, çünkü
42
RÖPORTAJ
askerlikte kendimden çok emindim, en üst
mertebelere ulaşmıştım, ama siyasette
yeniydim. ‘Bu işi becerebilecek miyim’ endişesi taşıyordum. Arkadaşlarım siyasette
de başarılı olacağım konusunda beni ikna
ettiler. Bunun üzerine Anavatan Partisi’ne
Konya’dan müracaat ettim ve partinin
kurucu üyesi oldum.”
Abdullah Tenekeci, 1983-1987 ve 19871991 yılları arasında olmak üzere iki dönem
Meclis’te yer alıyor. Siyasette başarıya
ulaşmak için halkla bütünleşmenin şart
olduğunu ifade eden Tenekeci, “Milletvekili adayı olduktan sonra sekiz ay boyunca
Konya’yı üç defa dolandım. Gitmediğim
yer, çalmadığım kapı kalmadı. Ben halka
ulaştıkça daha çok sevildim, daha çok desteklendim. O zaman anladım ki siyasette
başarının formülü vatandaşla iç içe olmak.
Konyalılar ‘Paşam, bizim için Meclis’te
hangi çalışmaları yapacaksınız?’ diye
sorduklarında, ‘Bunu siz bana söyleyeceksiniz. Siz beni yönlendireceksiniz’ cevabını
veriyordum. Her zaman samimi bir şekilde
duygularımı ifade ediyordum. Bu durum
halkta büyük etki yarattı, vatandaşlar
bana güven duydu. Neticede 17. ve 18. Dönemlerde Konya Milletvekili olarak görev
yapma onuruna eriştim” diye konuşuyor.
Tenekeci, siyaset hayatı boyunca insanları
sevmeyi, vatandaşla iç içe olmayı, herkese
karşı samimi davranmayı, kimsenin kalbini
kırmamayı, ülkenin ve milletin çıkarlarını
her şeyin üzerinde tutmayı prensip edindiğini vurguluyor.
“Özal döneminde Türkiye büyük bir
değişim ve dönüşüm geçirdi”
Tecrübeli siyasetçi sekiz yıllık milletvekilliği döneminde Devlet
Bakanlığı ile Gençlik ve Spor Bakanlığı da yapıyor. “Devlet Bakanlığım sırasında Personel Başkanlığı, Yüksek Denetleme Kurulu,
Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü, Meteoroloji Genel Müdürlüğü
ve Kıbrıs bana bağlıydı. Rahmetli Turgut Özal önemli görevler
vermişti. Bütün bu görevlerin üstesinden layıkıyla gelmeye
çalıştım” diyen Abdullah Tenekeci, o dönemde gerçekleştirilen
icraatlar ve merhum Turgut Özal’la ilgili şu değerlendirmelerde
bulunuyor: “Sayın Turgut Özal fevkalade tecrübe birikimi olan,
dünyada tanınan bir siyasetçiydi. Özal’ın başbakanlığı döneminde Türkiye büyük bir değişim ve dönüşüm geçirdi. Ülkemiz dışa
açıldı, her alanda ilerleme kaydedildi. Birçok yurt dışı seyahatinde Devlet Bakanı olarak kendisine eşlik ettim. Çin’e yaptığımız
ziyaretle ilgili hatıralarımı hiç unutamıyorum. Türkiye’nin önde
gelen işadamlarının da yer aldığı heyetle beraber 350 kişilik bir
tayyarede seyahat ediyorduk. Bir ara tayyaredeki görevliler yanıma geldi ve ‘Efendim, arzu ederseniz pilot kabinine buyurun’
dediler. Sayın Özal o sırada bana baktı. ‘Efendim, pilotlar benim
talebelerim. O nedenle davet ediyorlar. Arzu ederseniz siz de
buyurun’ dedim. Pilot kabinine girince talebelerim hemen yer
verdiler ve tayyareyi bir süre ben kullandım; üstelik otomatik
pilotta değil. Sayın Turgut Özal, ‘Bravo Paşam’ dedi. Talebelerimin
‘Sayın Başbakanım, biz bildiğimiz her şeyi kıymetli hocamızdan
öğrendik’ sözleri ise beni memnun etti ve gururlandırdı. Çin se-
yahatindeki ikinci hatıram ise Çin Devlet Başkanı’nı ziyaretimizle
ilgilidir. Ziyaret sırasında Çin Devlet Başkanı, Sayın Turgut Özal’a
‘Tüm dünyada tanınıyorsunuz. Nedir sizin özelliğiniz?’ diye sordu.
Sayın Özal, 45 dakika boyunca Türkiye’nin o dönemde yaptığı
açılımları, ülkemizin çeşitli alanlardaki potansiyellerini anlattı.
Sadece kendisinin değil, Türk milletinin sahip olduğu özelliklerden
bahsetti. Çin Devlet Başkanı, Özal’ı dinledikten sonra onu Çin
Parlamentosu’nda konuşma yapması için davet etti. Rahmetli
Özal, Çin’deki parlamenterlere bir saati aşkın konferans verdi.
Salondan ayrılırken herkes Özal’ı ayakta alkışladı. Bu, onur duyduğumuz bir an olarak hafızamda yer almaktadır. Sayın Turgut
Özal’la beraber siyaset yapmış olmaktan, Türkiye’nin gelişimine
önemli katkılarda bulunmuş hükümetlerde görev almaktan büyük
memnuniyet duyuyorum.”
“Gençlerin önünü açmamız gerekiyor”
Abdullah Tenekeci ile sohbetimiz sırasında kendisine ülkemizin
bugününe dair değerlendirmelerini de soruyoruz. Türk milletinin
asil bir millet, Türkiye’nin de köklü geçmişe sahip büyük bir devlet
olduğunu ifade eden Tenekeci, “Türkiye, dünyada her alanda söz
sahibi olabilecek bir ülke. Genç bir nüfusa sahibiz. Gelişmeye ve
yeniliğe açık bir toplumumuz var. Çeşitli alanlarda yetiştirdiğimiz
pek çok insan Avrupa’dakilerle yarışabilecek düzeyde. Bununla
beraber, işbirliğine daha açık olmamız, ‘ben’ değil ‘biz’ dememiz,
gençlerin önünü açmamız gerekiyor. Ülkemizin daha ileriye gitmesi için siyasetçilere de büyük görev düşüyor. Bir kere toplum
kesimleri arasında ayrım yapmamak, birlik ve beraberliğimizi her
şeyin üzerinde tutmak lazım. Ayrıca politikayı fazla sertleştirmemek gerekir. Farklı fikirler hoşgörüyle karşılanmalıdır. Kavga
ve gürültüden uzak durulmalıdır. Yüce Meclisimizde görev yapan
milletvekilleri hal ve hareketleriyle topluma örnek teşkil etmelidir” diye konuşuyor.
Tecrübeli siyasetçi, askerlik ve siyaset hayatındaki tecrübelerini
sivil toplum alanında da değerlendiriyor. Türk Parlamenterler Birliği üyesi olan Abdullah Tenekeci, Türk Parlamenterleri Dayanışma
Bilimsel ve Siyasal Araştırmalar Vakfı’nda (TÜPAV) ise başdenetçi
olarak yer alıyor. Hayatı boyunca hiç durmadığını, her zaman
ülkeye ve millete faydalı işler yapabilme gayreti içinde olduğunu
ifade eden Tenekeci, “Geçmiş dönemlerde milletvekili ve bakan
olarak ülkemize önemli hizmetlerde bulunmuş arkadaşlarımızın
bilgi ve tecrübelerini yeni kuşaklara aktarmaları büyük önem taşıyor. Dernek ve vakıflardaki çalışmalar, konferanslar, sohbetler,
hatıratlar vasıtasıyla bilgi ve tecrübeler paylaşılabilir” çağrısında
bulunuyor.
43
MEDENIYETIN TAŞTAKI IZI
AHLAT
44
KÜLTÜR VARLIKLARI
TÜRK-İSLAM SANATININ EN NADIDE ÖRNEKLERINI SABIRLA,
ADANMIŞLIKLA IŞLEYEN MIMAR VE ZANAATKARLARIN
YETIŞTIĞI, TARIHIMIZIN BIRÇOK EVRESINE IŞIK TUTAN BIR
MEDENIYET MERKEZI AHLAT. HER BIRI FARKLI HIKAYELER
AKTARAN KÜMBETLERI, ÜZERINDE BIR TARIH BARINDIRAN
MEZAR TAŞLARIYLA ANADOLU’NUN EN ÖZEL MIRASLARINDAN
BAZILARINA EVSAHIPLIĞI YAPAN AHLAT, 2000 SENESINDEN
BERI UNESCO DÜNYA MIRAS GEÇICI LISTESI’NDE YER ALIYOR.
ÇAĞLA TAŞKIN
B
ir milleti millet yapan, ona yüzyıllara meydan okuyan bir
tarih bilinci ve kendini, geçmişini bilme erdemi kazandıran
nedir? Şanlı zaferleri, ardından
yeniden, daha güçlü ayağa kalktığı
büyük yıkımları, belki de birçok
farklı unsurunu bir arada tutmaya
muktedir köklü gelenekleri, zengin
kültürü… Kuşkusuz bir de atalarına
duyduğu minnet, onların anısını
onurlandırma gayreti. Bu gayretin
eşsiz sanat eserleriyle taçlandırıldığı yerlerden Van Gölü’nün kuzeybatısındaki Bitlis’in Ahlat ilçesi,
Türklerin Orta Asya’ya uzanan
tarihinin İslam’la ilk kucaklaştığı
bölgelerden olması ve toprakları
üzerinde yükselen kümbetlerin
tarihimiz için taşıdığı önem dolayısıyla en kıymetli miraslarımız
arasında yer alıyor.
Van Gölü’nün verimli kıldığı topraklar üzerindeki Ahlat, bu özelliği
sayesinde tarihi boyunca iskan
görmüş. Bölgeye ilk yerleşimin Cilalı Taş Devri’ne kadar uzandığı düşünülüyor. Ahlat’ın ilk sakinlerinin
Hurriler olduğu ise kesin olarak biliniyor. Var oldukları dönemde
bölgedeki tarım ve ticaretin gelişimine önemli katkı sağlayan
Hurrilerden sonra Urartular, Persler, Romalılar gibi birçok medeniyet gelip geçmiş Ahlat’tan. Roma
İmparatorluğu’nun bölünmesinin
ardından Bizans yönetiminde kalan Ahlat için yıllarca sürecek bir
Bizans-Sasani çekişmesi başlamış.
Bölgenin İslam’la ilk kucaklaşması
İyaz bin Ganem komutanlığındaki
orduların burayı fethedip söz konusu çekişmeyi nihayete erdirmesiyle olmuş. Ahlat’ta 641 yılında bu
şekilde başlayan İslam egemenliği
o tarihten sonra sarsılmadan devam etmiş.
Ahlat’ın tarihindeki bir diğer
önemli dönüm noktası ise Türk
boyu Oğuzların Batı’ya göçleri esnasında bu bölgeden geçmeleri olmuş. Osmanlı İmparatorluğu’nun
temellerinin atıldığı Söğüt ile
Domaniç’e yerleşmeden önce
uzun süre burada kalan Oğuzlar,
Ahlat’ın İslam’ın ardından Türk-
45
İSLAM VE TÜRKLÜKLE TANIŞTIKTAN SONRA BIR KÜLTÜR MERKEZI
HALINE GELEN AHLAT’TA O KADAR ÇOK ÂLIM VE SANAT ADAMI
YETIŞMIŞ KI BURASI BELH VE BUHARA’YLA BIRLIKTE İSLAM
MEDENIYETINE KATKIDA BULUNAN ÖNEMLI MERKEZLERE VERILEN
“KUBBET-ÜL İSLAM” UNVANINA LAYIK GÖRÜLMÜŞ.
lükle de tanışmasına, böylece bu bölgenin önemli bir Türk-İslam
merkezi haline gelmesine vesile olmuş. Ahlat’ın bugünkü kimlik
ve görüntüsünü belirleyen Selçuklular ise ilk olarak 1054 yılında
gelmiş bölgeye. Ahlat, bu tarihten itibaren Selçukluların seferlerden önce ve sonra kullandıkları bir üs olmuş ve devletin
Anadolu’daki hakimiyetini tesis eden savaş olarak bilinen 1071
Malazgirt Zaferi’nde Bizans kuvvetlerinin asıl muharebeden önce
bozguna uğratılmasında önemli rol oynamış. İslam ve Türklükle
tanıştıktan sonra bir kültür merkezi haline gelen Ahlat’ta o kadar
çok âlim ve sanat adamı yetişmiş ki burası Belh ve Buhara’yla
birlikte İslam medeniyetine katkıda bulunan önemli merkezlere
verilen “Kubbet-ül İslam” unvanına layık görülmüş.
ye karakteristik görünümünü kazandırıyor. Orta Asya Türklerinin
Mimari eserlerin temeli Ahlat taşı
nın çizilmesine dikkat edilmiş. Ahlat’ın ayet ve hadislerle bezeli
16. yüzyılda Osmanlı hakimiyetine giren Ahlat’ta bulunan kümbet ve mezar taşlarından günümüze ulaşmayı başaranlar bölge-
kümbetlerinden en eskisinin 1222 tarihli Şeyh Necmettin Küm-
46
KÜLTÜR VARLIKLARI
yalnızca günlük hayatının değil, sosyal yaşantısının da önemli
bir unsuru olan ve birçok farklı işlev üstlenen çadırın bir devamı
gibi değerlendirilebilecek kümbetler, Ahlat’ın önemli kültürel
mirasları içinde başı çekiyor. Bu kümbetlerin çoğunun Selçuklulara ait olduğu biliniyor. Çoğunlukla kare veya dikdörtgen planlı
zemin üzerinde yükselen konik kubbeden oluşan kümbetler iki
katlı inşa edilmiş. Alt kat devlet büyüklerine veya toplumsal
önemi haiz kişilere ait mezar odaları olarak değerlendirilirken
üst kat mescit amacıyla kullanılmış. Bu kümbetlerde mezar
odası kapılarının güneşin doğduğu yön olan doğuya bakmasına,
böylece odadaki şahsın toplumdaki önem ve öncülüğünün altı-
beti olduğu tahmin ediliyor. İç kısmında Bursa kemeriyle dekore
edilmiş nişlerin yer aldığı bu kümbet piramit şekilli kubbesiyle
diğerlerinden ayrılıyor. Usta Şagirt Kümbeti olarak da anılan
Ulu Kümbet ise adından da anlaşılacağı gibi Ahlat’ın en büyük
kümbeti olma niteliği taşıyor. 13. yüzyıl sonuna tarihlenen ve
uzunluğu 20 metreye yaklaşan kümbetin gövdeyle kubbesinin
birleştiği noktada yer alan beyaz taştan kuşak üzerine Ayet-el
Kürsî işlenmiş. Ahlat’ın ikinci en büyük kümbeti olan Hasan
Padişah’ın süslemelerinin Ulu Kümbet’le büyük benzerlik göstermesi, iki eserin de aynı mimarın elinden çıktığı düşüncesini
doğuruyor. Ahlat’ta yer alan bu sanat eserleri arasında belki de
en dikkat çekeni ise 15. yüzyıl sonuna tarihlenen Emir Bayındır
Kümbeti. Gövde ile kubbe arasında yer alan ve belirli aralıklarla
yerleştirilmiş kısa sütunlarıyla farklı bir görünüm arz eden bu
kümbetin süsleme kemerindeki ince işçilik hemen göze çarpıyor.
Ahlat’ın kimi taşa kademe kademe oyulmuş taçkapılarla bezeli,
kimi mukarnas işlemeli, kimi de hat sanatının en zarif örneklerini barındıran kümbetlerinden bir kısmı ise çifte kümbet olarak
tasarlanmış. Bunlardan bazıları Bugatay Aka ve eşi Şirin Hatun’a
ait kümbet ile giriş kapısının nesih hatla bezendiği, gövdesinde
ise geometrik süslemelerin yer aldığı Hüseyin Timur-Esen Tekin
Kümbeti’dir.
Ahlat’ın sayısız kültür hazinesi içinde 11. yüzyıldan 15. yüzyıla
uzanan geniş bir zaman dilimine tarihlenen Selçuklu, Eyyubi ve
İlhanlı dönemlerine ait mezar taşları ayrı bir yerde duruyor. Büyük
bir sabırla ve incelikle işlenen mezar taşları, çoğunlukla geometrik
47
veya bitkisel motifler, kandil gibi sonsuzluk sembolleri, ayet ve hadislerle bezenmiş. Mezar taşlarının çoğunda mezarın kime ait olduğunu gösteren yazıların yanı sıra bu kişiyi öven edebi metinlere yer
verilmiş. Ahlat’taki mezar taşları çatma lahit, prizmatik sanduka ve
şahideli mezar olmak üzere üç farklı kategori altında inceleniyor. İki
uzun levhanın birbiri üstüne yerleştirilmesiyle yapılan çatma lahitler
baş ve ayak uçlarındaki üçgen şeklinde boşluğun önünde yer alan
dikdörtgen blokla sade ve abartıdan uzak bir görünüm arz ederken
prizmatik sandukalar ters tekneleri andırıyor. Şahideli mezarlarda
ise baş ve ayak uçlarında ya da bunlardan yalnızca birinde yüksekçe
bir çıkıntı veya büyükçe bir taş yer alıyor. Bu taşın büyüklüğü ve
niteliği, mezarın ait olduğu kişinin soyuna ve toplumsal konumuna
bağlı olarak değişiyor. Ahlat’ta ince bir işçilikle bezeli, hat sanatının
en zahmetli örneklerini barındıran mezar taşlarının yanı sıra bir de
akıt denilen ve Anadolu’da yalnızca bu bölgede görülen özel mezar
türü yer alıyor. Bir veya iç içe geçmiş birkaç odadan meydana gelen
ve içleri küçük mazgal pencerelerle aydınlatılan akıtların daha ziyade aile mezarları olarak kullanıldığı tahmin ediliyor.
48
KÜLTÜR VARLIKLARI
Her adımda bir hazine
Ahlat’ın zenginlikleri buraya has, işlemesi kolay Ahlat taşından yapılma kümbet ve mezar taşlarıyla sınırlı kalmıyor. Ahlat’ta sınırları
içinde bir zamanlar birer cami, zaviye, hamam ve saray olduğu düşünülen bir Selçuklu kalesi olan İç Kale ile 16. yüzyıl başlarında Yavuz
Sultan Selim tarafından yaptırılan ve aynı yüzyıl sonunda Kanuni’nin
yenileyip genişlettiği, üzerinde bu iki padişahın kitabelerinin yer
aldığı Sahil Kalesi’nin kalıntılarına denk gelmek mümkün. Bölgenin
yüzyıllara yayılan eserlerinden önemli kısmı deprem başta olmak
üzere çeşitli yıkımlar nedeniyle günümüze dek ulaşamamış. Ahlat’ın
ayakta kalmayı başaran tek köprüsü Bayındır ise 15. yüzyıl sonuna
tarihleniyor ve kuzey tarafındaki daire biçimli küçük işlemesiyle bir
sadelik arz ediyor. Görüntüsünden dolayı “Ahlat takı” olarak adlandırılan, Ahlatşahlar döneminden kalma Ulu Cami’nin istinat duvarı
olduğu tahmin edilen kalıntı ise adeta Ahlat’ın giriş kapısı gibi.
Ahlat’ta aynı zamanda son derece kıymetli camiler de bulunuyor. Bunlardan Kanuni’nin vezirlerinden İskender Paşa tarafından
AHLAT’IN ZENGINLIKLERI BURAYA HAS, IŞLEMESI KOLAY AHLAT
TAŞINDAN YAPILMA KÜMBET VE MEZAR TAŞLARIYLA SINIRLI
KALMIYOR. HER ADIMDA EŞSIZ BIR MIRASLA KARŞILAŞMANIN
MÜMKÜN OLDUĞU BÖLGEDE AYNI ZAMANDA SON DERECE
KIYMETLI CAMILER DE BULUNUYOR.
1564 yılında yaptırılan ve kendisiyle aynı adı taşıyan caminin bir
zamanlar bir hamam ve medreseyle birlikte külliye olarak inşa
edildiği tahmin ediliyor. Bölgeye has Ahlat taşının kullanıldığı bir
başka caminin iç süslemelerinde beyaz mermer üzerine kufi hatla
işlenmiş kitabeler dikkat çekiyor. Yine Ahlat taşından yapılmış
Kadı Mahmut Camii sekizgen planı üzerinde yükselen üç küçük
kubbesiyle Ahlat’ın siluetine çeşitlilik katıyor. 1477 tarihli Emir
Bayındır Mescidi’nin taşlarında kullanılan değişik örme tekniği
mescide farklı bir kemer görünümü kazandırıyor.
49
BİR DESTANIN BAŞLADIĞI YER
İLK MECLİS
BINASI
50
MECLIS BINALARIMIZ
ŞANLI BAĞIMSIZLIK MÜCADELEMIZIN YÖNETILDIĞI, BUGÜN
KURTULUŞ SAVAŞI MÜZESI OLARAK HIZMET VEREN BIRINCI
TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI BINASI, TAŞIDIĞI ANLAMLAR
ITIBARIYLA MILLETIN GÖNLÜNDE ÖZEL BIR YERE SAHIPTIR.
ENVER UYGUN
FOTOĞRAFLAR: EVREN ÖZESEN
51
T
ürk demokrasisinin cisimleşmiş ifadesi Türkiye Büyük Millet
Meclisi, Türkiye’nin bağımsızlık savaşını yönetmesinden
ötürü “Gazi Meclis” olarak adlandırılır. Olağanüstü şartlar altında, ülkedeki geçmişi çok da uzun olmayan demokratik eğilimleri kaybetmeden hem bir savaşı idare etmek hem de milletin
geleceği hakkında kararlar almak dünyada hiçbir parlamentoya
nasip olmamıştır.
Monarşik rejimlerde devletin en üst kademesinin yaşadığı,
aynı zamanda yönetim merkezi olan saraylar başkentlerin en
görkemli yapılarıdır. Avrupa’da krallıkların yerini demokratik cumhuriyetlere bırakmasıyla birlikte parlamento binalarına benzer bir
işlev yüklenir. Kimi eski binaların dönüştürülmesiyle oluşturulan,
kimiyse yeni dönemi yansıtacak bir anlayışla inşa edilen parlamentolar ülkelerin sembolleri arasına girer. Meşrutiyet’in ilanıyla
meclis kavramıyla tanışan Türkiye’nin ilk müstakil parlamento
binası, bu amaca hizmet etmek için yapılmasa da ülkemizin en
önemli simgelerinden biridir.
52
MECLIS BINALARIMIZ
Türkiye Büyük Millet Meclisi, açıldığı 23 Nisan 1920 tarihinden
15 Ekim 1924’e kadar Ulus’taki binasında hizmet verir. 1957 yılındaki müzeye dönüştürme çalışmalarına dek çeşitli kurumlara
evsahipliği yapan bina I. Ulusal Mimarlık Akımı’nın seçkin örneklerindendir. II. Meşrutiyet’le birlikte ortaya çıkan akım, Osmanlı’nın
çeşitli nedenlerle klasik Türk üslubundan uzaklaşan mimarisini
yeniden millî unsurlarla buluşturma amacı taşır. Türk sadeliğini
yüksek bir estetik zevkle birleştiren bu anlayışla inşa edilmiş binaların önemli bir kısmı Ankara’da bulunur. Cumhuriyet’in ilanından
sonra devletin de desteklediği I. Ulusal Mimarlık Akımı, Osmanlı
Devleti’nin son zamanlarında da Ankara’da iz bırakır. Bugün Kurtuluş Savaşı Müzesi olarak ziyarete açık olan binanın yapımı 1915
yılında başlar. İttihat ve Terakki’nin önemli isimlerinden, dönemin
Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın emriyle Cemiyet için kulüp binası
işlevi görmesi amacıyla Mimar Salim Bey tarafından tasarlanan
yapının inşasına Kurtuluş Savaşı’nda şehit düşecek Mimar Hasip
Bey nezaret eder. “Ankara taşı” adıyla da anılan pembe-mor
TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI, AÇILDIĞI 23 NISAN 1920
TARIHINDEN 15 EKIM 1924’E KADAR ULUS’TAKI BINASINDA HIZMET
VERIR. 1957 YILINDAKI MÜZEYE DÖNÜŞTÜRME ÇALIŞMALARINA
DEK ÇEŞITLI KURUMLARA EVSAHIPLIĞI YAPAN BINA, I. ULUSAL
MIMARLIK AKIMI’NIN SEÇKIN ÖRNEKLERINDENDIR.
andezit kullanılarak neoklasik Türk mimari
zevkiyle iki katlı inşa edilen binanın henüz
çatısı kapatılmadan I. Dünya Savaşı sona erer.
Osmanlı Devleti’nin yenilgiyi kabullendiği ve
Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzaladığı bu
dönemde savaşın galipleri Anadolu’nun birçok
kentine olduğu gibi Ankara’ya da askerî birlikler yerleştirir. İngiliz ve Fransız askerlerinin
Ankara’da kaldığı binalardan biri de bu binadır.
İşgal güçleri, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan,
Anadolu’daki direnişi örgütlemek üzere Erzurum ve Sivas Kongrelerini toplayan Mustafa
Kemal Paşa’nın 27 Aralık 1919 günü Ankara’ya
gelmesiyle binayı ve şehri terk eder.
Mustafa Kemal’in 22 Haziran 1919’da yayımladığı Amasya Genelgesi’nde yer alan
“Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim
ve kararı kurtaracaktır” ifadesinin hayata
geçirilmesi için kurtuluş mücadelesinin millet
iradesini temsil eden bir meclisle yürütülmesi
gerekmektedir. Son Osmanlı Mebuslar Meclisi
üyelerinden işgal güçlerince tutuklanmayan
veya sürgüne gönderilmeyenler ile yeni seçilecek milletvekillerinin oluşturacağı Büyük
Millet Meclisi’nin çalışmalarını yürüteceği
bir binaya ihtiyaç vardır. Kurtuluş Savaşı’nı
yönetecek kadronun bir araya geleceği yapı
için inşaatı yarım kalan İttihat ve Terakki
Lokali uygun görülür. Çatı, civardaki evlerden
getirilen kiremitlerle tamamlanır. Sıralar,
yakındaki, bugünkü adı Cumhuriyet İlkokulu
olan Numune Mektebi’nden getirilir. Milletin
kaderinin belirleneceği yapı 23 Nisan 1920
günü, halkın büyük katılım gösterdiği coşkulu
bir törenle Meclis binası olarak açılır.
Büyük Millet Meclisi ilk toplantısını 115 milletvekiliyle gerçekleştirir. Oturumun
açılış konuşmasını en yaşlı üye sıfatıyla Meclis Başkanı olarak görevlendirilen
Sinop Mebusu Şerif Bey yapar: “Hilafet ve hükümet merkezinin geçici kaydıyla
yabancı kuvvetler tarafından işgal edildiği, bağımsızlığın her bakımdan kısıtlandığı
bilinmektedir. Bu vaziyette baş eğmek, milletimizin kendisine teklif edilen yabancı
esaretini kabul etmesi demektir. Ancak tam bağımsızlık ile yaşamak kararlılığında
olan ezelden beri hür ve bağımsız yaşayan milletimiz bu esareti kesin ve kararlı bir
53
biçimde reddetmiş ve derhal vekillerini toplamaya başlayarak yüce
Meclisini vücuda getirmiştir. Bu yüce Meclis’in reisi sıfatıyla ve
Allah’ın yardımıyla milletimizin iç ve dış tam bağımsızlığı dahilinde
kaderini kendisinin belirlediğini ve geleceğini bizzat düzenleyeceğini bütün dünyaya ilan ederek Millet Meclisi’ni açıyorum.”
Meclis’in yetki ve sorumluluklarını ise Ankara Milletvekili Mustafa Kemal açıklar: “Yüce Meclisimiz bildiğiniz gibi olağanüstü
yetkilere sahip olarak yeniden seçilmiş saygıdeğer milletvekilleriyle, taarruz ve işgale uğramış saltanat merkezinden canlarını
kurtararak buraya gelen saygıdeğer milletvekillerinden oluşmuştur. Kaçıp gelebilecek milletvekilleriyle birlikte bir yüce Meclis’in
meydana getirilmesi ancak yeni uygulanan seçim tarzıyla söz
konusu olmuştur. Bu anda Meclisimiz yasal olarak toplanmış
bulunmaktadır.”
24 Nisan 1920’de gerçekleştirilen ikinci oturumda Mustafa Kemal oy birliğiyle, ona ilerleyen dönemde “Gazi” unvanını, mareşal
rütbesini ve Atatürk soyadını verecek Meclis’in başkanlığına seçilir.
Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 23 Nisan 1920-15 Ekim
1924 tarihleri arasında kullandığı bina daha sonra Cumhuriyet
Halk Fırkası Genel Merkezi ve Hukuk Mektebi olarak hizmet verir.
1952 yılında Maarif Vekaleti’ne (Millî Eğitim Bakanlığı) devredilen
yapının müzeye dönüştürülme çalışmaları 1957 yılında başlar.
Hazırlıklar tamamlandıktan sonra 23 Nisan 1961 tarihinde Türkiye
Büyük Millet Meclisi Müzesi adıyla ziyarete açılır. Müze, 1981’de
Atatürk’ün doğumunun 100. yılı kutlamaları kapsamında Kültür
ve Turizm Bakanlığı Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü
tarafından restore edilir. Teşhir-tanzim çalışmaları sonucu 23
54
MECLIS BINALARIMIZ
BINA, 1981’DE ATATÜRK’ÜN DOĞUMUNUN 100. YILI KUTLAMALARI
KAPSAMINDA KÜLTÜR VE TURIZM BAKANLIĞI ESKI ESERLER VE
MÜZELER GENEL MÜDÜRLÜĞÜ TARAFINDAN RESTORE EDILIR.
TEŞHIR-TANZIM ÇALIŞMALARI SONUCUNDA 23 NISAN 1981 TARIHINDE
KURTULUŞ SAVAŞI MÜZESI ADINI ALARAK ZIYARETE AÇILIR.
Nisan 1981 tarihinde Kurtuluş Savaşı Müzesi adını alarak yeniden
ziyarete açılır.
Müzede canlı tarih
Kurtuluş Savaşı Müzesi’nin girişinde ziyaretçileri karşılayan koridorun sol tarafındaki duvarlarda ve buradaki odalarda 1918-1923
yılları arasındaki olaylar, kronolojik sıralamayla yağlı boya tablo,
fotoğraf, belge, savaş araç gereçleri gibi nesnelerle anlatılır. Koridorun sağ tarafındaki duvarlarda ve odalarda ise Meclis çalışmalarına ilişkin belgeler ile Birinci ve İkinci Dönem milletvekillerine ait
fotoğraf, yağlı boya tablo ve hatıra eşyaları yer alır.
Girişte, koridorun solundaki ilk oda Riyaset (Başkanlık) Divanı
Odası’dır. Burası İcra Vekilleri Heyeti Odası olarak da hizmet vermiştir. Odada, Sivas Kongresi’nde kullanılan masa ve sandalyeler
teşhir edilir. Odanın duvarlarında Cumhuriyet’in ilanından sonraki
ilk Bakanlar Kurulu üyelerinin fotoğrafları bulunmaktadır. Oda
orijinal hali korunarak ziyarete açılmıştır.
Riyaset Divanı Odası’ndan sonraki ilk oda Meclis’te çeşitli
konuların komisyonlar tarafından incelendiği Encümen Odası
olarak kullanılmıştır. Bugün odada Mondros Antlaşması’ndan
başlayarak Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a çıkışı, Amasya
Genelgesi, Erzurum ve Sivas Kongreleri ve Misak-ı Millî’ye ilişkin
55
TBMM’NIN ILK BINASI KISA SÜREN HIZMET DÖNEMINDE
TARIHÎ OLAYLARA TANIKLIK EDER. BUNLARIN EN ÖNEMLILERI
ARASINDA 20 OCAK 1921’DE ANAYASANIN KABULÜ,
12 MART 1921’DE İSTIKLAL MARŞI’NIN KABULÜ,
1 KASIM 1922’DE SALTANATIN KALDIRILMASI YER ALIR.
belge, fotoğraf ve bazı objeler sergileniyor. Odada teşhir edilen
eserlerin en önemlisi olarak Erzurum Kongresi’nde kullanılan
mühür gösteriliyor.
Meclis kulisi olarak görev yapmış koridorun solundaki üçüncü
odada Atatürk’ün Ankara’ya gelişini anlatan bir yağlı boya tablo
yer alır. Bu bölümde TBMM’nin açılışı, Sevr ve Lozan Antlaşmalarına göre Türkiye’nin sınırları ile I. ve II. İnönü Muharebeleri fotoğraf,
belge ve haritalarla anlatılmaktadır. Ayrıca Kurtuluş Savaşı’nda
kullanılan telefon santralı, çeşitli savaş gereçleri ve Gümrü Antlaşması sırasında Kazım Karabekir Paşa’ya hediye edilen gümüş
yemek takımı bu odada teşhir edilir.
56
MECLIS BINALARIMIZ
Bugün, Büyük Taarruz’un fotoğraf, belge ve haritalarla anlatıldığı, İstiklal Madalyaları’nın sergilendiği, ilk Meclis Başkanı
Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını Meclis balkonunda gösteren
bir tablonun bulunduğu, koridorun solundaki dördüncü oda, yasa
tekliflerinin anayasaya uygunluğunun görüşüldüğü Şeriye Encümeni Odası’dır.
Koridorun solundaki beşinci oda Meclis İdare Odası olarak
kullanılmıştır. Odada Kurtuluş Savaşı’nın komutanlarının fotoğrafları ile Mudanya Mütarekesi ve Lozan Anlaşması, Ankara’nın
başkent oluşu ve Cumhuriyet’in ilanına ilişkin belgeler yer alır. Bu
bölümde ayrıca Mustafa Kemal’e ait baston, mavzer, mühürler
ile Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nda kullandığı dürbün ve üniforma
örnekleri teşhir edilir. Koridorun sağındaki beşinci ve altıncı odalar
da İlk Meclis’te İdare Odası işlevi üstlenmiştir. Günümüzde beşinci
odada Birinci ve İkinci Dönem milletvekillerine ait fotoğraflar,
kimlik belgeleri ve TBMM tarafından milletvekillerine hediye edilen
çeşitli objeler sergilenir. Altıncı oda ise Kurtuluş Savaşı Müzesi’nin
yönetim odası olarak kullanılmaktadır.
Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi binasının en önemli bölümü
koridorun sağında yer alan büyük salondur. Burası Meclis Genel
Kurulu’nun toplandığı yerdir. Salon orijinal haliyle ziyarete açılmıştır. Ortada Başkanlık ve Divan üyeleri kürsüsü bulunur. Kürsünün
arkasında eski yazıyla “Hakimiyet Milletindir” ifadesi yer alır. Kürsünün karşısındaki sıralar Bakanlar Kurulu’na, yanlardaki sıralar milletvekillerine, sağdaki balkon
yabancı elçilik temsilcilerine, soldaki balkon dinleyicilere, balkonun altındaki bölüm
basın mensuplarına ayrılmıştır.
Müze girişinin sağındaki ilk bölme mescit olarak kullanılan alandır. Bugün bu odada
seccade ve Kuran rahleleri teşhir edilmektedir. Mescidin yanındaki oda ise Meclis
Başkanı’nın, yani Mustafa Kemal’in çalışma odasıdır. İlk hali korunarak teşhir edilen
bu sade görünümlü odada Kurtuluş Savaşı’yla
ilgili hayati kararlar alınmıştır. Müzenin en seçkin
eserlerinden Cumhurbaşkanlığı mührü millî bayramlarda bu odada sergilenir. Binanın alt katı ise
fotoğrafhane, eser deposu ve sergi salonu olarak
kullanılmaktadır.
Atatürk’ün, “Büyük Millet Meclisi, Türk milletinin asırlar süren arayışlarının özü ve onun bizzat
kendisini idare etmek şuurunun canlı bir timsalidir” diyerek önemini veciz şekilde ortaya koyduğu
TBMM’nin ilk binası kısa süren hizmet döneminde
tarihî olaylara tanıklık eder. Bunların en önemlileri
arasında 20 Ocak 1921’de anayasanın kabulü, 12
Mart 1921’de İstiklal Marşı’nın kabulü, 1 Kasım
1922’de saltanatın kaldırılması yer alır. Ayrıca
Lozan Barış Antlaşması 24 Temmuz 1923’te bu
Meclis’te onaylanır. Ankara’nın başkent oluşu 13
Ekim 1923’te burada kabul edilmiş, 29 Ekim 1923
günü Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanı ile Gazi Mustafa Kemal’in Cumhurbaşkanı seçilmesi yine bu
Meclis’te gerçekleşmiştir.
57
HAKKI SUHA OKAY:
BIR SIYASETÇI ALKIŞTAN HOŞLANDIĞI
KADAR ELEŞTIRIYE DE TAHAMMÜL ETMESINI
BILMEK ZORUNDADIR
SÖYLEŞI: SONGÜL BAŞ - FOTOĞRAFLAR: EVREN ÖZESEN
2007-2011 YILLARI ARASINDA CHP ANKARA MILLETVEKILI OLARAK
MECLIS’TE YER ALAN HAKKI SUHA OKAY, TÜRKIYE’NIN TERÖR
OLAYLARINDAN KOMŞULARLA ILIŞKILERE KADAR PEK ÇOK CIDDI
SORUNU BULUNDUĞUNA IŞARET EDEREK, “BIR AN ÖNCE BAŞKANLIK
SISTEMI GIBI SUNI GÜNDEMLER BIR KENARA BIRAKILIP ÜLKENIN
GERÇEK SORUNLARI ELE ALINMALI VE ÇÖZÜM ÜRETILMELIDIR” DIYOR.
58
SÖYLEŞI
Sizi hukukçu ve siyasetçi kimliklerinizle
tanıyoruz. Söyleşimizin başında siyaset yolculuğunuzun ne zaman ve nasıl başladığını
öğrenebilir miyiz?
Siyasetçi bir ailenin evladıyım. Dedem Mustafa İzzet Okay, Kuvayı Milliye’de görev yapmış,
daha sonra Kastamonu’da Cumhuriyet Halk
Partisi (CHP) İl Başkanı ve Belediye Başkanı olmuştu. Babam Orhan Okay, Konya Beyşehir’de
CHP İlçe Başkanlığı yaptı, ardından Konya Milletvekili oldu. Sadece dedem ve babam değil,
dayılarım Selahattin Hakkı Esatoğlu ve Fevzi
Hakkı Esatoğlu da siyasette yer aldı. Her ikisi
de CHP örgütlerinde görev yaptı, daha sonra
Selahattin dayım Nevşehir Milletvekili, Fevzi
dayım ise İstanbul Senatörü oldu. Kısacası
Cumhuriyet Halk Partili bir ailede siyasetle iç
içe büyüdüm.
Aktif olarak siyasete girmeniz üniversite
yıllarında mı oldu?
Evet. 1970 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk
Fakültesi’ne kaydımı yaptırdığım gün Sosyal
Demokrasi Dernekleri’ne de üye oldum. 12
Mart 1971 Muhtırası sonrasında Sosyal Demokrasi Dernekleri kapatılınca Cumhuriyet
Halk Partisi örgütlerinde yer aldım ve hemen
hemen her kademede görev yaptım. 1980’de
CHP’nin kapatılmasından sonraki süreçte
Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) ve Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) üyesiydim.
1992’de Cumhuriyet Halk Partisi’nin yeniden
açılmasının ardından CHP çatısı altında çeşitli
kademelerde görev yapmaya devam ettim
ve 2004’te Ankara İl Başkanlığı’nı üstlendim.
CHP Ankara İl Başkanlığı’nın ardından 2007
genel seçimlerinde Ankara Milletvekili oldunuz…
Aşağı yukarı üç buçuk yıl il başkanlığı yaptım.
1970’ten sonraki dönemde en uzun süre CHP İl
Başkanlığı görevini üstlenen kişi oldum. 2007
genel seçimleri nedeniyle bu görevimden istifa
ettim ve Ankara Birinci Bölge’den milletvekili
seçildim. Meclis’e geldikten sonra CHP Grup
Başkanvekili olarak yasama çalışmalarında yer aldım. Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun
22 Mayıs 2010 tarihinde CHP Genel Başkanı seçilmesinin ardından Merkez Yönetim
Kurulu Üyeliği, Örgütlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı ve Parti Sözcülüğü
yaptım. Halen CHP Parti Meclisi üyesiyim.
Milletvekili olarak yürüttüğünüz çalışmalara geçmeden önce hukukçu kimliğinizle
ilgili de bir parantez açmak istiyoruz. Kaç yıldır avukat olarak görev yapıyorsunuz?
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra staj ve askerlik sürecinin ardından 1977’de avukatlık yapmaya başladım. Mesleki çalışmalarımı yürütürken
1983’ten itibaren seçimlere katılarak Ankara Barosu yönetiminde çeşitli görevler üstlendim. 1993-97 yılları arasında Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu Üyesi, 1998’de
ise Ankara Barosu Başkanı oldum. Seçildiğimde 45 yaşındaydım ve o tarihe kadarki
en genç Ankara Barosu başkanlarından biri olarak görev yaptım. Başkanlığım döneminde hayata geçirdiğimiz ve katkıda bulunduğumuz önemli faaliyetler oldu. Örneğin
Ankara Barosu’nda kadına yönelik şiddete karşı danışma merkezinin kurulması, hukuk
kurultayının düzenlenmesi ve Avukatlık Yasası’nda en geniş kapsamlı değişikliklerin
yapılması o dönemde gerçekleşti.
Milletvekili seçilmeden önceki mesleki ve siyasi çalışmalarınız dolayısıyla Ankara’yı
iyi bilen birisiniz. Ankara Milletvekili olarak yürüttüğünüz faaliyetler sırasında bunun avantajını hissettiniz mi?
Gayet tabii. CHP İl Başkanı ve Ankara Barosu Başkanı olduğum dönemler başta
olmak üzere başkentte hem siyasi hem de mesleki çalışmalarda bulundum. Ben bir
istatistik tutmadım ama bir gazetede yayımlanan habere göre 23. Dönem’deki Ankara
milletvekilleri arasında Sayın Beşir Atalay’dan sonra parlamento kürsüsünde en çok
konuşma yapan kişiydim. Aynı zamanda basında en fazla yer alan milletvekillerinden
biriydim, ilk 40’ın içindeydim, ki bu isimler arasında başbakan, bakanlar ve genel başkanlar da vardı. Milletvekilliğim boyunca hem ülke meselelerini hem de Ankara’nın
çeşitli sorunlarını gündeme getirmeye çalıştım. Ancak şunu ifade etmem gerekiyor,
parlamentoda görev yaptığım süre boyunca AKP iktidarının siyasette katı, kalıpçı
bir anlayış içerisinde olduğunu gördüm. Örneğin Bala’nın Afşar beldesinde deprem
59
“EN ÇOK ÖNEMSEDIĞIM KONU, PARLAMENTONUN SAYGINLIĞININ
ZEDELENMEMESI GEREKTIĞIDIR. PARLAMENTODA SADECE
POLEMIK ÜZERINDEN TARTIŞMA YAPILMAMALIDIR. ELE ALINAN
KONU CIDDIYETLE ARAŞTIRILMALI, GEREKTIĞINDE AKADEMIK,
BILIMSEL, TEKNIK YÖNLERIYLE ORTAYA KONULMALIDIR.”
Meclis kürsüsünde konuşma yaptığınız sırada
“laf atmalar” çok oluyor muydu?
meydana geldiğinde enkazın kaldırılmasında dahi bu anlayışın yansımalarına
şahit oldum. CHP’li belediye başkanının görev yaptığı Afşar’da belediyenin kendi
imkanlarıyla enkazın kaldırılması mümkün değildi. Bu konuda merkezî yönetimden yeterli desteğin alınabilmesi ve sorunun aşılabilmesi pek kolay olmadı. Öte
yandan, vatandaşın tayin, burs, yol gibi çeşitli istekleri de olsa muhalefetten
gelen taleplere iktidarın kapalı olduğunu gördüm. Oysa siyasal iktidarların seçim
sonrasında herkese eşit mesafede yaklaşması gerekir. AKP iktidarı öncesindeki
koalisyon hükümetleri döneminde siyasette bu denli katı, kalıpçı bir anlayışla
karşılaşmadığımı ifade etmek isterim.
2007-2011 yılları arasında Meclis’te yer aldınız. Unutamadığınız anılarınızı bizimle paylaşabilir misiniz?
Tabii oldukça yoğun bir tempoda çalıştık. Hem Meclis’te hem de onun öncesinde
Ankara Barosu’nda görev yaparken hep katılımcı bir anlayışı egemen kılmaya
çalıştım. Herkesle birlikte ortak bir çalışma ortaya koyduğunuzda başarı çok
daha kolay yakalanabiliyor. Zaten katılımcılık, sosyal demokrat dünya görüşünün önemli unsurlarındandır. Milletvekilliğim dönemindeki unutamadığım
çalışmalardan biri, 2010 referandumu öncesinde Sayın Kemal Kılıçdaroğlu ile
birlikte yaptığımız mitinglerdir. Farklı bir yöntem izlediğimiz bu mitingler, sadece
il merkezini kapsamıyordu; önce o ilin birkaç ilçesinde, sonra il merkezinde miting
yapıyor, aynı gün veya ertesi gün komşu bir ile geçiyor, aynı yöntemi orada da
uyguluyorduk. Müthiş bir çalışmaydı, halktan büyük ilgi görmüştü. 2010 yılı,
hemen hemen Türkiye’nin tamamını gezdiğim bir yıl oldu. Üstelik, ağırlıklı olarak
parti otobüsüyle dolaştık, sadece iki kez özel uçak kullandık.
60
SÖYLEŞI
Elbette. Meclis’te görev yaptığım dönemde adeta
“kadrolu laf atıcılar” vardı. Bu arkadaşlar ön sıralara oturur, hatibin her sözüne karşılık verirdi. Meclis
tutanakları bu kişilerin laf atmalarıyla doludur.
Oysa parlamento kürsüsü her fikrin rahatlıkla
ifade edilebileceği bir yer olmalıdır. İktidarın da
muhalefetin de eleştirilere tahammül göstermesi
gerekir. Bir siyasetçi alkıştan hoşlandığı kadar
eleştiriye de tahammül etmesini bilmek zorundadır. Maalesef bu pek olmuyor. Eleştiriye tahammül
gösterilmeyince, farklı fikirler hoşgörüyle karşılanmayınca tartışmalar, hatta kavgalar yaşanıyor.
Bu da Meclis çatısı altında hiç istemediğimiz ve
tasvip etmediğimiz görüntülere neden oluyor.
Benim en çok önemsediğim konu, parlamentonun saygınlığının zedelenmemesi gerektiğidir.
Parlamentoda sadece polemik üzerinden tartışma
yapılmamalıdır. Ele alınan konu ciddiyetle araştırılmalı, gerektiğinde akademik, bilimsel, teknik
yönleriyle ortaya konulmalıdır. Maalesef nitelikli
tartışmalar tamamen ortadan kalkmış vaziyette.
sırasında şahıs adına söz alabilmek için milletvekilleri gece yarısında
kuyruğa girer, zaman zaman tartışmalar yaşanırdı. 2008 yılında siyasi
partilerin grup başkanvekilleri olarak bir araya geldik ve şahıs adına söz
alma konusunda hakkaniyetli bir dağılım yaparak Meclisimize yakışmayan görüntüleri ortadan kaldırdık. O tarihten bu yana da herhangi bir
sorun yaşanmıyor. Grup başkanvekilliğim döneminden unutamadığım
bir anım, Yalova Milletvekili Sayın Muharrem İnce ile ilgili. Sayın İnce bir
gün yanıma geldi ve “Hayatta istediğim iki şey var; biri Meclis’te yemin
törenini yönetmek, diğeri de bütçenin tamamı üzerinde son sözü alıp
konuşma yapmak” dedi. Kendisine “Birincisi Allah’a kalmış, ama ikincisi
benim elimde” yanıtını verdim ve Sayın Muharrem İnce bütçe üzerinde
son sözü alarak internette izlenme rekoru kıran konuşmasını yaptı.
Siz geçmişte merhum Bülent Ecevit’le de birlikte çalıştınız…
Evet, avukatı olarak rahmetli Bülent Ecevit’in özellikle 12 Eylül sonrasındaki çeşitli davalarına baktım. Vefatından önceki son avukatı da benim.
2001 yılında, Sayın Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanlığı döneminde
Anayasa kitapçığının fırlatılmasından kaynaklanan 40 civarında manevi
tazminat davasına baktım.
Bir başka önemli konu ise parlamento kürsüsünün bir şov
alanı haline dönüştürülmemesi gerektiğidir. Meclis’te görev
yaptığım dönemde mümkün mertebe bundan kaçınılmasını
sağlamaya gayret ettim.
Milletvekilliğim döneminde olduğu gibi bugün de iktidar
kanadının başvurduğu bir yöntem var. Herhangi bir tartışmada veya polemikte hemen Tek Parti Dönemi’ne gidip
oradan örneklerle eleştirilere cevap vermeye çalışıyorlar.
20’li, 30’lu, 40’lı yıllarda o günün şartlarında yaşanmış
olayları tekrar tekrar gündeme getirerek Cumhuriyet Halk
Partisi’ni köşeye sıkıştırmayı hedefliyorlar. Örneğin “İsmet
Paşa ekmeği karneye bağlamıştı” diyorlar, oysa o dönemde
bütün dünyada durum aynıydı. İsmet İnönü’nün çok güzel
bir sözü var; “Evet ekmeği karneyle dağıttım, ama çocukları da babasız bırakmadım” diyor. İktidar partisi, Tek Parti
Dönemi’ne yönelik bu tür söylemlerle gündemi saptırmaya,
kendine yeni kulvarlar açmaya çalışıyor. Bu nedenle CHP
grup başkanvekillerinin partinin tarihini ve Cumhuriyet
dönemini çok iyi bilmeleri gerekiyor.
Grup başkanvekili olarak yürüttüğünüz çalışmalar arasında ön plana çıkanlar hangileri?
Tabii pek çok çalışma var, ama en önemli gördüklerimden
birini paylaşayım. Hatırlarsanız, eskiden bütçe görüşmeleri
Tecrübeli bir siyasetçi olarak size göre ülke gündemindeki en önemli
sorunlar, çözüm bekleyen konular nelerdir?
Demokrasi tanımlanırken yasama, yürütme ve yargının üç ayrı güç olduğu
belirtilir ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin önemi ifade edilir. Günümüzde maalesef Türkiye’de kuvvetler ayrılığından bahsedebilmek pek mümkün değil.
Yürütme hangi yasaya ne zaman ihtiyaç duyuyorsa parlamentoda ciddi
bir tartışma yapılamadan o yasa çıkarılıyor. Alelacele hareket edildiği için
de bir süre sonra söz konusu yasada değişiklik yapılması ihtiyacı doğuyor.
Öte yandan, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığına da güven duyulamıyor. Böyle bir ortamda yeni anayasa tartışmaları yapılıyor. 12 Eylül darbe
anayasası elbette değişmelidir, ama ondan önce kafaların değişmesi ve
demokrasinin içselleştirilmesi gerekir. Anayasa’da “Basın hürdür, sansür
edilemez” hükmü yer alır. Peki, gazetecilerin sadece mesleklerini yapmaları nedeniyle mahkum edildiği bir Türkiye’de basın hürriyetinden
söz edilebilir mi? Uygulamalar ortadayken Anayasa’da “Basın hürdür,
sansür edilemez” yazsa ne olur, yazmasa ne olur? Dolayısıyla demokrasi
içe sindirilemezse sorunlar yaşanmaya devam eder. Bugün ülkemizde
terör nedeniyle yüzlerce asker, polis ve sivil hayatını kaybederken, bazı
ilçelerde günlerce devam eden sokağa çıkma yasağıyla birlikte operasyonlar sürerken, dış politikada çok ciddi bir açmaz yaşanırken, “sıfır sorun”
politikasından “sıfır komşu” noktasına gelinmişken başkanlık sistemi
gibi suni bir gündemle Türkiye meşgul ediliyor. Sanki bugünün en güncel
sorunu başkanlık sistemiymiş gibi bütün tartışmalar bu konu etrafında
şekilleniyor. Bir an önce suni gündemlerin bir kenara bırakılıp Türkiye’nin
gerçek sorunlarının ele alınması ve çözüm üretilmesi gerekiyor.
61
TÜRK MILLIYETÇILIĞINE
VAKFEDILMIŞ BIR ÖMÜR
YUSUF
AKÇURA
62
KIRIM TÜRKLERINDEN SOYLU BIR AILENIN ÇOCUĞU OLARAK
ANADOLU TOPRAKLARI DIŞINDA, TÜRKISTAN’DA DÜNYAYA GELEN
YUSUF AKÇURA, FARKLI MILLIYETLERIN TÜRKLER ÜZERINDE
KURDUĞU BASKIYA BIRINCI ELDEN TANIK OLUR. BELKI DE
BU NEDENLE ÖMRÜNÜ TÜM TÜRKLERI BIR BAYRAK ALTINDA
TOPLAMAYA VAKFEDER. YAZDIĞI MAKALELERDEN TÜRKÇÜLÜK
FIKRININ YAYILMASINI SAĞLAYAN DERNEKLERE, MECLIS
KÜRSÜSÜNDEN TÜRK TARIH KURUMU’NA KADAR ÜLKÜSÜNÜ
HER MECRADA SAVUNUR.
İREM COŞKUNSEVEN
Y
usuf Akçura’nın Tataristan’ın başkenti Kazan’dan dönemin ilim ve irfan kenti Paris’e, hatta sürgüne gönderildiği
Trablusgarp’a kadar uzanan hikayesi Volga Nehri üzerinde konumlanan, günümüzde Ulyanovsk adını almış Simbir’de başlar.
Soylu, köklü ve varlıklı bir Tatar ailesinde 1876 yılında dünyaya
gelmesine rağmen Yusuf Akçura’nın kolay ve rahat bir çocukluk
geçirdiği söylenemez. Zira doğduğu yıllarda Osmanlı ve Rusya
arasında patlak veren ve hazırlıksız yakalanan Osmanlı’nın ağır yenilgisiyle sonuçlanan 93 Harbi, babası Hasan Akçurin’in
çuha fabrikalarını da etkiler. Yetmezmiş
gibi Yusuf Akçura, henüz 2 yaşındayken
babasını kaybeder. Annesi Bibi Kamer
Banu Hanım Hasan Bey’in mirasını
yaşatmaya çalışsa da fabrikaların kapatılması üzerine Yusuf yedi yaşındayken
İstanbul’a taşınırlar.
İlköğrenimine Mahmut Paşa İlkokulu’nda başlayan Yusuf Akçura, eğitimine askerî rüştiyede devam eder.
Rüştiyenin üçüncü yılında babasından
kalan işleri yoluna koymak üzere annesiyle birlikte Kazan’a döner. Okuluna
bir süre ara vermesine sebep olsa da bu
yolculuk, Akçura’nın ileride birçok aydına ilham verecek fikirlerinin
oluşumunda önemli bir rol oynar. Öyle ki Akçura, memleketinde
bulunduğu süre boyunca Fransızca ve Osmanlı Coğrafyası gibi
dersler almaya devam eder; ilk Turancı Türklerden kabul edilen ve
düşüncelerini kendi çıkardığı Tercüman gazetesinde yayımlayan
eniştesi İsmail Gaspıralı ile görüşür; Rus egemenliği altında yaşayan Türklerin karşılaştığı zorlukları ve Rusya’nın Türk kimliğini
yok etme çabalarını birinci elden gözlemler. Bu tecrübelerin Akçura’da Türkleri
birleştirme arzusu uyandırdığı, Türkçülük
fikrinin daha o zamanlar filizlenmeye
başladığı söylenir.
Rüştiyeden sonra gittiği harbiye,
Yusuf Akçura’nın kendi deyişiyle “bilinçli Türkçülüğünün” başladığı yer olur.
Burada İsmail Gaspıralı’nın makaleleri
elden ele dolaşır ve öğrenciler arasında
yaygınlaşır. Akçura Malumat’ta yayımlanan bir makalesi üzerine 45 günlüğüne
okuldan uzaklaştırılır. Fakat Divan-ı
Harp’in, kendisi ve dostu Ahmet Ferit’i
(Tek) Trablusgarp’a sürgüne göndermesi çok uzun sürmez. Trablusgarp’ta II.
Abdülhamid’in kendisini affetmesi üze-
63
rine öğretmenlik başta olmak üzere çeşitli görevlerde bulunan Akçura, Ahmet Ferit
ile birlikte 1899 yılında Tunus üzerinden Paris’e gider. Burada Ecole Libre des Sciences
Politiques’e (Siyasal Bilimler Okulu) kaydolan Akçura, aynı zamanda Fransa’nın en
köklü üniversitelerinden biri olan Sorbonne’da da derslere gider.
Üç Tarz-ı Siyaset
Paris’te bulunduğu yıllarda Jön Türklerle de yakın ilişkiler kuran Yusuf Akçura, “Osmanlı
İmparatorluğu Müesseseleri Tarihi Üzerine Bir Tecrübe” başlıklı teziyle okulunu dereceyle bitirir. Mezun olduktan sonra Osmanlı Devleti sınırlarına girmesi yasak olduğu
için Kazan’daki akrabalarının yanına gider. Akçura’nın Paris’te bulunduğu dönemlerde
Fransa, 1789 yılında gerçekleşen Fransız İhtilali sonucunda ortaya çıkan akımlardan
biri olan milliyetçiliğin etkisi altındadır. Kazan’da kendi milliyetinden olanların ne tür
baskılar gördüğüne erken yaşta tanıklık eden ve gözlemlerini bilgisiyle harmanlayan
Akçura, dönemin birçok aydını gibi Osmanlı’nın kurtuluşu üzerine kafa yormaya başlar.
İşte Türkçülük akımının manifestosu addedilen Üç Tarz-ı Siyaset bu çabanın sonucunda
ortaya çıkar. Yusuf Akçura, 1904 yılında Kahire’de yayımlanan Türk dergisine gönderdiği
mevzubahis makalesinde Osmanlı’nın son dönemlerde aldığı darbelerden silkinip kendine
gelmesi ve toprak bütünlüğünü koruması için üç akımın ortaya çıktığını söyler: “Birincisi,
Osmanlı hükümetine tâbi muhtelif milletleri temsil ederek ve birleştirerek bir Osmanlı
Milleti vücuda getirmek. İkincisi, hilafet hakkının Osmanlı Devleti hükümdarlarında
olmasından faydalanarak bütün İslamları söz konusu hükümetin idaresinde siyaseten
birleştirmek (Frenklerin ‘Panislamisme’ dedikleri). Üçüncüsü, ırka dayanan siyasi bir Türk
Milleti teşkil etmek.”
Birçok ülkeyi etkisi altına alan milliyetçilik akımı Osmanlı gibi çokuluslu devletlere
zarar verdiğinden aydınlar, dil, din, ırk ayrımı yapmadan “Osmanlılık” diye bir millet
tanımı oluşturmak istemiş, fakat Balkan Savaşları bunun -Akçura’nın sözleriyle- “beyhude bir yorgunluk” olduğunu kanıtlamıştır. Osmanlılık fikrinin başarısız olacağının
anlaşılmasının ardından hilafet sayesinde Müslümanların tek bir bayrak altında toplanması gündeme gelir. 19. yüzyılın sonundan itibaren ise o güne dek irdelenmeyen
64
yeni bir akım su yüzüne çıkar: Türkçülük.
Makalesinde bu üç akımı ele alan Akçura,
yazının sonunda Osmanlı’nın kurtuluşunun bu üç seçenekten hangisinde yattığı
sorusunu sorar.
Yasaklı olduğu topraklara dönüş
II. Meşrutiyet’in ilan edilmesinin ardından
İstanbul’a dönen Yusuf Akçura kendini daha
çok kültürel faaliyetlere adar. Erkan-ı Harbiye ve Darülfünun’da hocalık yapar. Türkçülük fikrini hayata geçirmek isteyen Akçura,
1908 yılında Türk milliyetçiliğini esas alan
ilk cemiyet olma özelliği taşıyan “Türk
Derneği”nin kurulmasında ve yönetilmesinde aktif görev alır. 1911 yılında cemiyetin
yayın organı olan, yalnızca yedi sayı yayımlanan ve dil sorunu ile dildeki sadeleşme
mevzularına eğilen Türk Derneği adlı dergiyi
yayımlamaya başlar. 1911 yılında Mehmet
Emin Yurdakul’un öncülüğünde kurulan
Türk Yurdu Cemiyeti’nin oluşumunda rol
alır. Türk Yurdu Cemiyeti daha sonra yerini
Türk Ocağı’na bırakır. İmtiyaz sahipliğini
ve genel müdürlüğünü Yusuf Akçura’nın
üstlendiği ve önce Türk Yurdu Cemiyeti’nin,
ardından Türk Ocağı’nın resmî yayın organı
olan Türk Yurdu, Türkçülük akımının yerleşmesinde en büyük role sahip olur.
İSTANBUL VE KARS MILLETVEKILI OLARAK GÖREV YAPAN YUSUF
AKÇURA, OKULLARDA VERILEN TARIH DERSLERININ IÇERIĞI,
ÜNIVERSITELERDE TIP FAKÜLTELERININ KURULMASI IÇIN BIR
KOMISYONUN OLUŞTURULMASI, ÜNIVERSITELERIN YENILENMESI
GIBI DAHA ÇOK EĞITIMLE ILGILI MESELELERIN ÜZERINE EĞILIR.
I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sırasında önemli görevler üstlenen Yusuf Akçura,
Cumhuriyet Türkiyesinde hocalık yapmaya devam eder. Ankara Hukuk Mektebi’nde, İstanbul Darülfünunu’nda dersler verir. Türk Ocakları’nın 1931 yılında kapatılmasına kadar
burada çalışmalar yürütür. 1923 yılında İstanbul milletvekili seçilmesinden bir yıl sonra
Türk Yurdu dergisi için çalışmayı bırakır ve kendini tamamen yasama çalışmalarına verir.
TBMM’nin II, III ve IV. Dönemlerinde İstanbul, V. Döneminde ise Kars milletvekili olarak
görev yapan Yusuf Akçura, okullarda verilen tarih derslerinin içeriği, üniversitelerde tıp
fakültelerinin kurulması için bir komisyonun oluşturulması, üniversitelerin yenilenmesi
ve bu amaçla Avrupa’dan mütehassısların getirilmesi gibi daha çok eğitimle ilgili meselelerin üzerine eğilir.
Yusuf Akçura, Mustafa Kemal Atatürk’ün desteğiyle Türk Tarih Kurumu’nun kuruluşunun her aşamasında yer alır. Türk Tarih Kurumu’nun çekirdeği kabul edilen Türk Ocağı
Türk Tarihi Tetkik Heyeti, Atatürk’ün desteğiyle 1930 yılında çalışmalarına başlar. Hukuk
Fakültesi Siyasi Tarih Profesörü ve İstanbul Milletvekili sıfatıyla Yusuf Akçura’nın da
dahil olduğu 16 kişilik heyet, aynı yılın sonlarına doğru Türk Tarihinin Ana Hatları adlı
606 sayfalık bir eser yayımlar. 1931 yılında Türk Ocakları’nın kapatılmasının ardından bu
heyet, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’ni kurar ve başkanlığına Yusuf Akçura getirilir. Dil devriminin ardından Atatürk, cemiyetin adını Türk Tarih Kurumu olarak değiştirir. Cemiyetin
1932 yılında düzenlediği Birinci Türk Tarih Kongresi’ne reis vekili olarak başkanlık eden
Akçura, bu kongrenin açılışında yaptığı
konuşmada tarihe verdiği önemi ortaya
koyar: “Tarih, bağlı bulunduğumuz insan
toplumunun belli zaman ve alanda çıkarını sağlayacak bilgi, düşünce ve duygu
verebileceği için önem arz etmektedir.
Bu söylediklerimden anlaşılmıştır ki
tarih mücerret bir ilim değildir. Tarih
hayat içindir; tarih milletlerin, kavimlerin varlıklarını muhafaza etmek, kuvvetlerini inkişaf etmek içindir. (…) Tarih
millî harsın temelidir; aynı zamanda
tarih milletlerin cihandaki mevki ve
şereflerini tayin eder. Tarih sayesinde
bir kavim, yeryüzünde hayat ve saadet
hakkının hüccetlerini âleme gösterir;
tarih sayesinde bir millet, istikbalinin
parlak ve sonsuz yollarını açar.”
Üniversite Reformu’ndan sonra, 1933
yılında İstanbul Üniversitesi’nde siyasi
tarih profesörlüğüne getirilen Yusuf
Akçura, 1935 yılında henüz 59 yaşındayken hayata gözlerini yumar. Bu kısa
fakat verimli ömrüne Türk Yurdu, Sırat-ı
Müstakim, Türk, Tercüman, Malumat,
İçtihad ve Şura gibi çeşitli dergi ve
gazetelerde yayımlanan makalelerinin
dışında Osmanlı Saltanatı Müessasatı
Tarihine Dair Bir Tecrübe (1903), Üç Tarz-ı
Siyaset (1904), Mevkufiyet Hatıraları
(1907), Muasır Avrupa’da Siyasi ve İçtimai Fikirler ve Fikri Cereyanlar (1923) ve
Türkçülük: Türkçülüğün Tarihî Gelişimi,
Yeni Türk Devletinin Öncüleri (1928) gibi
hepsi birbirinden kıymetli birçok eser
sığdırmayı başarmıştır.
65
ABDULLAH ERDEM CANTIMUR:
TÜRKÇENIN DOĞRU KULLANILMASI, TOPLUMDA
DIL BILINCININ YERLEŞMESI VE GELIŞMESI
AMACIYLA FAALIYETLER GERÇEKLEŞTIRIYORUZ
SÖYLEŞI: NEHIR ÖZTÜRK
22. DÖNEM KÜTAHYA MILLETVEKILI ABDULLAH ERDEM
CANTIMUR’UN BAŞKANLIĞINI ÜSTLENDIĞI TÜRKIYE DIL VE
EDEBIYAT DERNEĞI ANKARA ŞUBESI ÖNEMLI FAALIYETLERE IMZA
ATIYOR. “DILINI KAYBEDEN BIR MILLET KIMLIĞINI DE KAYBEDER”
DIYEN CANTIMUR, TÜRKÇE BAŞTA OLMAK ÜZERE MILLÎ VE
MANEVI DEĞERLERIN ÖNEMINI GENÇ KUŞAKLARA AKTARMAK
GEREKTIĞINI VURGULUYOR.
66
SIYASETTEN SIVIL TOPLUMA
Ankara Şube Başkanlığını üstlendiğiniz
Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği’nin (TDED)
kuruluş öyküsünü öğrenebilir miyiz?
Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği, Türkçemizin
içinde bulunduğu sorunlara yönelik olarak 22.
Dönem Milletvekili ve Genel Başkanımız Sayın Ekrem Erdem’in başkanlığında TBMM’de
oluşturulan Türkçe Araştırma Komisyonu’nun
gerçekleştirdiği araştırma ve yürüttüğü çalışmalar sonucunda, konunun önemi görülerek
ve bu faaliyetlerin bir sivil toplum kuruluşu
çatısı altında daha iyi yapılabileceği düşünülerek 22 Mayıs 2008 tarihinde İstanbul’da
kuruldu. Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği,
Bakanlar Kurulu Kararı’yla kamuya yararlı
dernekler statüsünde faaliyetlerini yürütmektedir. Genel Merkezi İstanbul’da yer alan
derneğimizin Ankara, Sivas, Çorum, Ordu,
Karaman, Mersin, Konya, Kocaeli, Bursa,
Yozgat, Tokat, Amasya, Çankırı, Kahramanmaraş, Manisa, Muğla, Osmancık ve Gebze’de
şubeleri bulunmaktadır.
Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği, hangi amaç
ve hedefler doğrultusunda faaliyetlerini
yürütüyor?
Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği’nin amacı
Türkçenin doğru kullanılması, toplumda dil
bilincinin oluşması ve yerleşmesinin yanı
sıra eğitim ve kültür alanında faaliyetlerde
bulunmaktır. Ayrıca bu konularda çalışmalar
yapan kişi ve kuruluşlara destek vermek de
derneğimizin kuruluş amaçları arasındadır.
Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği, kurulduğu
günden itibaren haftanın yedi günü açık
olacak şekilde dil, edebiyat, kültür ve sanat
alanlarında çeşitli faaliyetler gerçekleştirerek toplumun düşünmesini, millî ve manevi
değerlerin yeniden farkına varılmasını sağlamayı hedeflemektedir.
Tüzükte de belirtildiği üzere Türkiye Dil
ve Edebiyat Derneği, dili millî bir mesele olarak her türlü siyasi ve ideolojik düşüncenin
üzerinde tutar. Türkçenin fakirleştirilmeden
geliştirilmesi; yaşayan kelimelerin korunması,
Türkçede karşılığı olanların yerine yabancı kelimelerin kullanılmaması; eğer başka bir
dilden kelime almak mecburiyetinde kalınırsa o kelimenin Türkçeleştirilerek hemen her
vatandaşımızın kolayca telaffuz edebileceği şekilde kullanılması; dilin bir ayrıştırma
sebebi değil, birleştirme unsuru olarak görülmesi; dil konusunda yapılan iyi niyetli bütün
çalışmaların desteklenmesi derneğimizin amaç ve ilkeleri arasındadır.
Türkçenin doğru kullanılması ve toplumda dil bilincinin yerleşmesinin önemi konusundaki görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?
Dil, milleti meydana getiren unsurların başında gelmektedir. Dil bilincinin yerleşmediği
toplumlarda ne millî bir kültür oluşabilir ne de millî ve manevi değerlerin korunarak
gelecek nesillere aktarılması sağlanabilir. Dildeki yozlaşma ve yabancılaşma toplumsal
hayatın her alanına etki ederek telafisi mümkün olamayacak sonuçlara sebep olur. Bu
nedenle Türkçemize sahip çıkmak ve dilimizi yabancı kelimelerin istilasından korumak
mecburiyetimiz vardır.
Türkçenin doğru kullanılmasını ve toplumda dil bilincinin yerleşmesini sağlamak
Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği’nin birincil amacıdır. “Dilimiz kimliğimizdir” ve “Dilini
kaybeden bir millet kimliğini de kaybeder” sloganlarının temelindeki asıl konuyu amaç
edinerek derneğimiz çatısı altında bu doğrultuda önemli faaliyetler gerçekleştiriyoruz.
Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği Ankara Şubesi olarak Edebiyat Sohbetleri, Musiki
Dinletileri, Film Okumaları gibi çeşitli faaliyetler gerçekleştiriyorsunuz. Bu faaliyetler
arasında ön plana çıkanları, bu söyleşi çerçevesinde değinmek istediklerinizi bizimle
paylaşabilir misiniz?
Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği Ankara Şubesi binamızda haftada ikişer gün gerçekleşen Osmanlı Türkçesi ve Arapça kursları geçtiğimiz ay başladı. Her ayın sadece bir
gününde Akademik Sohbetler, Kelimelerin Dili, Gençlik Akademisi, Serbest Kürsü, Nisa
Okumaları olmak üzere beş ana başlıktan oluşan aylık programlarımız yine dernek
67
“GEREK AYLIK GEREKSE HAFTALIK PROGRAMLARIMIZ VE KURSLARIMIZ
YÜKSEK KATILIMLA GERÇEKLEŞIYOR. BUNDAN BÜYÜK MEMNUNIYET
DUYUYORUZ. DIL VE EDEBIYATA GÖNÜL VERMIŞ KIŞILERIN BEĞENIYLE
TAKIP ETTIĞI FAALIYETLERIMIZE YÖNELIK BILGI VE FOTOĞRAFLARI
ANKARA ŞUBEMIZIN SOSYAL MEDYA HESABINDAN DA PAYLAŞIYORUZ.”
binamızda gerçekleşiyor. Bunların dışında sizin de bahsetmiş olduğunuz Edebiyat Sohbetleri, Musiki Dinletileri, Dil, Sanat ve Felsefe
Sohbetleri, Hadislerin Aydınlığında, Film Okumaları, Hayati İnanç
ile Can Veren Pervaneler, bu ay başlayan ve ayda sadece iki defa
gerçekleşecek olan Mustafa Özçelik’le Yunus Emre Okumaları ise
haftalık programlarımız arasında yer alıyor.
Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği Ankara Şubesi olarak düzenlediğiniz program ve kurslara ilgi ne düzeyde?
Gerek aylık gerekse haftalık programlarımız ve kurslarımız yüksek
katılımla gerçekleşiyor. Bundan büyük memnuniyet duyuyoruz.
Dil ve edebiyata gönül vermiş kişilerin beğeniyle takip ettiği faaliyetlerimize yönelik bilgi ve fotoğrafları Ankara Şubemizin sosyal
medya hesabından da paylaşıyoruz. Ayrıca bu faaliyetlerimiz
zaman zaman basın mensupları tarafından haber yapılarak daha
geniş kitlelere ulaşma imkanı buluyor.
Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği Ankara Şubesi’nin önümüzdeki
dönemde gerçekleştirmeyi planladığı proje ve faaliyetlerle ilgili
bilgi verebilir misiniz?
Önümüzdeki dönemde derneğimizin asıl amacı olan “toplumun
bilinçlendirilmesi” doğrultusunda faaliyetlerimize devam edeceğiz. Başta dil olmak üzere millî ve manevi değerlerimizi özellikle
genç kuşağa aktarmak için toplumu zamanın şair, yazar, aydın ve
bürokratlarıyla buluşturmayı, gençliğin sorunlarına ışık tutarken
aynı zamanda bilinçlenmelerini de sağlamayı hedeflemekteyiz.
Tüm gayretimiz bu yöndedir.
TBMM 22. Dönem’de Kütahya Milletvekili olarak Meclis’te yer
aldınız, daha sonra Maliye Bakan Yardımcılığı görevini üstlendiniz. Geçmiş dönemlerde Meclis çatısı altında önemli hizmetlerde
bulunmuş milletvekillerinin bilgi ve tecrübelerini sivil toplum
alanında değerlendirmelerinin önemine ilişkin görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?
Biraz önce ifade ettiğim gibi, dil bilincinin toplumda yerleşmesi
ve gelişmesini sağlayacak faaliyetlerde bulunuyoruz. Bu amaca
istinaden derneğimizin tüzük maddelerinin de başında yer alan dili
millî bir mesele olarak her türlü siyasi ve ideolojik düşüncenin üzerinde tutma anlayışını siyasetten sivil topluma geçen kişilerin en
doğru şekilde ortaya koyabileceklerine inanıyorum. Aynı zamanda
milletvekillerinin toplum ve siyaset içerisinde edindikleri tecrübe
sayesinde sivil toplum kuruluşlarında son derece başarılı proje ve
programlara imza atacaklarını düşünüyorum.
68
SIYASETTEN SIVIL TOPLUMA
69
4 Ocak 2010 -
Dünyanın en yüksek gökdeleni
unvanını alan Burç Halife tamamlandı. Dubai’de bulunan ve 828
metre yüksekliğe sahip, 160 katı
kullanılabilir yapının 150’nci kattan
yukarısı çelikten imal edildi.
12 Ocak 1962 -
Türkiye ve Almanya arasında 30 Eylül 1961 tarihinde
imzalanan işgücü anlaşması
gereğince ilk büyük işçi kafilesi Sirkeci-Münih tren hattıyla
Almanya’ya doğru yola çıktı.
1 Ocak 1929 -
OCAK
Yeni Türk Alfabesi’nin kabulünün ardından
halkı okur-yazar kılmak amacıyla millet
mektepleri açıldı. Bu gün yurtta Maarif
Bayramı olarak kutlandı.
1
4
10
12
10 Ocak
1 Ocak 1999
On bir Avrupa ülkesinin ortak
para birimi olarak belirlediği “Euro”, Avrupa Birliği’nin
merkezi Brüksel’de yapılan
görkemli bir törenle dünyaya
tanıtıldı.
6 Ocak 1956
Kanada’nın Montreal şehrinde
14 ülkenin katıldığı hava
gösterisinde Türkiye birinci
oldu. Türkiye’nin bu başarısı
Kanada gazetelerinde “Dünya
havacılık tarihinde birinciliği
muhafazaya azmetmiş bir ekibin
başarısı” ifadeleriyle duyuruldu.
70
6
1961 Gazetecilerin haklarını düzenleyen
“Basın Mesleğinde Çalışanlarla
Çalıştırılanlar Arasındaki
Münasebetlerin Tanzimi Hakkındaki
5953 Sayılı Kanunun Bazı
Maddelerinin Değiştirilmesine ve Bu
Kanuna Bazı Maddeler Eklenmesine
Dair Kanun” yürürlüğe girdi. Bu
nedenle 10 Ocak, Çalışan Gazeteciler
Günü olarak kutlanıyor.
25 Ocak 2001
Dünyanın en büyük küreselleşme
karşıtı eylemi olan Dünya Sosyal
Forumu’nun ilki Brezilya’nın Porto
Alegre şehrinde gerçekleşti. On
binlerce katılımcıya sahip forumun
ilkelerinden biri “neoliberal ekonomik
politikalara ve emperyalizme karşı
olma” olarak ifade ediliyor.
31 Ocak 1729 -
23 Ocak 2003 -
İbrahim Müteferrika’nın
matbaasında Vani Mehmed
Efendi’ye ait Vankulu Lügatı
basıldı. Matbaanın ilk bastığı
eserlerden, Türkçe-Arapça
sözlük mahiyetindeki kitap
bugün dahi başvurulan bir
kaynak niteliği taşıyor.
Kopenhag kriterleri ile Anayasa’ya
uyum çerçevesinde “Çeşitli
Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına
İlişkin Kanun” TBMM’de kabul edildi.
Kanunda işkence ve kötü muamele
suçları, OHAL bölgeleri ve Siyasi
Partiler Kanunu gibi konular yer aldı.
16
23
25 27
30
31
27 Ocak 1880
Amerikalı mucit Thomas Edison,
ampulün patentini aldı.
30 Ocak 1923
16 Ocak 1996 -
Rusların kendi topraklarını işgal ettiğini
öne süren Çeçen direnişçiler, bu durumu
protesto etmek amacıyla Trabzon
Limanı’ndan Avrasya Feribotu’nu kaçırdı.
Feribotun içindeki Rus ve Türk yolcular
72 saat boyunca rehin alındı. İstanbul’da
sonlandırılan eylemde can kaybı olmadı.
İsviçre’nin Lozan şehrinde,
Türkiye ile Yunanistan arasında
nüfus mübadelesi sözleşmesi
imzalandı.
71
27 OCAK 1880
ÇAĞI
AYDINLATAN
BIR BULUŞ:
AMPUL
PINAR ÇAVUŞOĞLU
E
dison dünyanın en tanınan mucidi olarak biliniyor. Aynı zamanda en çok dua alan kişisi olmalı. Birkaç saat elektrik kesildiğinde olağanüstü bir felaketle karşılaşmışız gibi ne yapacağımızı
bilemiyoruz. Elektrik gelince de şükürler ederek, Edison’a rahmet
okuyoruz.
Halbuki elektriğin kullanılabilir bir enerji haline getirilmesinde
William Gilbert, Alessandro Volta, William Nicholson, Hans Christian, Andre Marie Ampere, George Simon Ohm, Michael Faraday,
Joseph Henry, Nikola Tesla gibi araştırıcıların büyük payı var. Thomas Edison ise aydınlanma aracı
ampulün mucidi. Adına kayıtlı 2
bin 332 patent bulunması nedeniyle olsa gerek fizik, kimya veya
elektrofizik alanındaki her icatta
Edison akla geliyor.
Ünlü mucide çocuk yaşlardayken öğretmenlerinin “Bir şey
öğrenemeyecek kadar aptal” dediği rivayet edilir. 20. yüzyılın en
büyük dehası kabul edilen Albert
Einstein’ın öğrenme bozukluğu
nedeniyle okuldan uzaklaştırılması gibi, Thomas Edison da
algılamasının yavaşlığı nedeniyle ondan yaklaşık 50 yıl önce aynı
şeyi yaşar. Kim bilir daha kaç üstün zekalı çocuk, öğretmeninin
kendisini anlayamaması nedeniyle “aptal” yaftasıyla harcanıp
gitmiştir. Neyse ki Thomas Edison okuldan uzaklaştırılınca ilgi
72
duyduğu şeylere daha çok vakit ayırma imkanı bulur ve 10-11 yaşlarında, evlerindeki kilere kimya laboratuvarı kurar. Burada hem
kimyayla ilgili deneyler hem de elektrik akımı elde etmeye yönelik
çalışmalar gerçekleştirir. Edison’un çocukluk yıllarında çağın icadı
telgraftır ve küçük mucit bu laboratuvarda kendi başına bir telgraf
aleti yapar. Mors alfabesini zaten çoktan öğrenmiştir.
Edison’un geçirdiği bir rahatsızlık nedeniyle ağır işitmeye başlaması, içine kapanmasına neden olur; ancak sessiz dünyası bilimle
ilgili konulara daha fazla kafa yormasını sağlar. 19. yüzyılın en
büyük bilim adamlarından Michael
Faraday’ın Experimental Researches in Electricity (Elektrikle İlgili
Deneysel Araştırmalar) kitabını
okumasının ve çok etkilenmesinin
ardından elektrik üzerine çalışmalara ağırlık verir. Ancak onun bilimsel çalışmaları, bir çocuk olduğu için
ciddiye alınmamaktadır. Yani bu
çalışmalardan para kazanması çok
zordur; fakat ailesine maddi katkıda bulunmak da istemektedir. Bir
tren hattında gazete satarak bunu
gerçekleştirir. Zamanının çoğunu
Port Huron ve Detroit şehirleri arasındaki hatta geçirmektedir.
Bilimsel çalışmalarından geri kalmak istemeyen Edison, laboratuvarını trenin yük vagonuna taşır. Onun bu konudaki azminin,
şartlarını zorlayarak deneylerine devam etme isteğinin, ileride
“dünyanın en ünlü mucidi” olarak anılmasına katkısı büyüktür. “Bazı yenilgilerin
nedeni, insanların işi yarıda bıraktıklarında
başarıya ne kadar yakın olduklarını bilmemeleridir” sözünün sahibi Thomas Edison,
kendi projelerinin yanı sıra başka araştırıcıların tıkanıp kaldığı ve devam etmediği
projelerde de başarılı çalışmalar ortaya
koyarak pek çok buluşa imza atar.
Başarısızlıktan ders çıkarmak
Bir aydınlanma aracı olan ampul, tüm
zamanların en önemli icatlarından biri
kabul ediliyor. 1802 yılında İngiliz bilim
adamı Humphry Davy’nin yıllarca süren
deneyleri sonucunda bulduğu ve İngiliz
Kraliyet Akademisi’ne tanıttığı da aslında
ampuldür. Ancak Davy’nin ampulünde, ışık
yayan madde kısa süre içinde yanıp tükenmektedir. Yani pratik bir kullanımı yoktur.
Bu icadın Edison’la anılma nedeni, onun
Davy’nin ampulünü uzun süreli kullanımı
sağlayacak şekilde geliştirmesi, evlerde
kullanıma uygun hale getirmesidir.
Edison ve ekibinin ampul üzerine gecegündüz demeden gerçekleştirdiği deneyler
1879 yılının Kasım ayına kadar başarılı so-
nuçlar vermez. Bu deneyler o kadar uzun yıllar devam eder ki, asistanlardan biri Edison’a
ne yaparlarsa yapsınlar başarıya bir türlü ulaşamadıklarını, hiçbir sonuç elde edemediklerini, bu işten artık vazgeçmeleri gerektiğini söyler. Edison ise “Başarıya ulaşamadığımız
doğrudur, ancak hiçbir sonuç alamadığımız doğru değildir. Bu şeyin nasıl yapılamadığını
bin farklı yoldan öğrenmiş olduk” diyerek ekibini yeniden motive eder ve deneyler aynı
hızla sürdürülür.
Edison ve ekibinin aradığı şey, elektrik akımı verildiğinde kısa sürede yanıp tükenmeyen bir maddedir. Filaman şeklindeki madde iletken olmalı, içinden akım geçtiğinde
ısınarak parlamalıdır. Edison, ampulün icadıyla ilgili anlattığı hikayede filamanı ceketinin
düğmesiyle oynarken bulduğunu söyler. Hikayeye göre düğmenin kopmasıyla ortaya
çıkan iplik, mucidin dikkatini çeker ve filaman olarak onu kullanır. Başarılı sonuç alamaz,
ancak ertesi gün bir yumak ipliği küçük parçalar halinde keserek gerçekleştirdiği deneylerden bir tanesinde ampul saatlerce ışık verir.
Edison’la aynı yıllarda İngiliz bilim adamı Joseph Swan da bu konu üzerinde çalışmaktadır. Swan filaman olarak bitki lifi kullanmış, bu lifi havası boşaltılmış kapalı bir cam
içindeki platin tellere tutturmuştur. Ancak camın havası tamamen boşaltılmış olsa bile
bitki lifinin içerdiği oksijen nedeniyle Swan’ın ampulü kısa ömürlü olmuştur.
Üretimi kolay ve herkesin evinde kullanabileceği kadar ucuz bir elektrik lambasını
ortaya çıkarmak 1950’li yılları bulur. Ampul üzerinde, icadını takiben 50-60 yıl içinde yapılan bu geliştirme çalışmaları kullanılan filamanın direncini artırmaya yöneliktir. Bugün
ampullerde filaman olarak çoğunlukla tungsten kullanılıyor. Direnci oldukça yüksek olan
bu metal, kıvrımlı hale getirilerek ampulün dayanıklı ve uzun ömürlü olmasını sağlıyor.
Kullanılan camın, camın içindeki gazın, filamanı oluşturan maddenin, yayılan ışığın
renginin farklı olduğu pek çok ampul çeşidi bulunuyor. Dünyada elektrik enerjisinin büyük
bir kısmının aydınlanmaya harcanması ve enerji tasarrufu adı altında atılan adımların
çoğunun aydınlanmaya yönelik olmasına şaşırmamalı. Bu kadar önemli bir buluşa imza
atan tüm bilim adamları adeta çağımızı aydınlattı. Hem günümüzde kullanılan ampulün
icadına önayak olan Davy hem de Edison ve Swan ışıklar içinde yatsın.
73
10 OCAK ÇALIŞAN GAZETECİLER GÜNÜ
TÜRK BASIN TARİHİNE
KISA BİR BAKIŞ
74
ÇAĞIMIZDA GÜNDELIK HAYATIN VAZGEÇILMEZ PARÇASI HALINE
GELEN HABERLEŞMENIN TARIHI NEREDEYSE INSANLIK TARIHI
KADAR ESKIDIR. TOPLUMSAL, SIYASI, KÜLTÜREL OLAYLARDAN
GÜNÜ GÜNÜNE HABERDAR EDEN GAZETELER, ANLIK ILETIŞIM
ARAÇLARININ KULLANIMDA OLDUĞU GÜNÜMÜZDE DAHA AZ ILGI
GÖRSE DE GAZETECILIK ÖNEMINDEN BIR ŞEY YITIRMEMIŞTIR.
ORHAN GÜLENAY
İ
nternetin yaygınlaşmasıyla dünyanın herhangi bir köşesinde olan
bitene ânında ulaşma imkanına sahip olduğumuz çağımızdan
asırlar önce, belli bir bölgedeki haberlerin başka coğrafyalara taşınması hayli zordu. Toplumsal örgütlenmenin gelişmesi, merkezî
devletlerin kurulması ve geniş topraklara yayılması hem halkın
yönetim kademesinden hem de yöneticilerin halktan haber almasının pratik bir yolunun geliştirilmesini ihtiyaç haline getirdi.
Tarihteki ilk gazete kabul edilen Acta Duirna bu şekilde ortaya çıktı.
MÖ I. yüzyılda taş veya metal levhalara 2 bin adet basılarak Roma
İmparatorluğu’nun
çeşitli yerlerine dağıtılan Acta Duirna’da
siyasi gelişmelere,
savaş haberlerine
ve toplumsal olaylara yer veriliyordu.
8. yüzyılda Çin’de ilk
resmî gazete örneği
ortaya çıktı. Günlük
yayımlanan, yerel ve
ulusal haberlere yer
veren Kaiyuan Za Boa
ipek üzerine elle yazılarak hazırlanıyordu.
Çeşitli baskı tekniklerinin geliştirilmesi öncelikle el yazması
kitapların basılı hale gelmesini sağlar. 15. yüzyılın ilk yarısında
Johannes Gutenberg’in icat ettiği baskı makinesi, yaygın adıyla
matbaa, başta İncil olmak üzere dinî yayınların çoğaltılması amacına hizmet eder. 17. yüzyıla gelindiğinde Avrupa’da ilk haftalık
gazeteler yayın hayatına başlar. İlk nüshası 1605 yılında Belçika’nın
Antwerp kentinde basılan Nievwe Tijdinghen bu türün öncüsü
kabul edilir. Basın tarihinde önemli yer tutan dergilerin dolaşıma
girmesiyse bundan yaklaşık 60 yıl sonra olur. Almanya’da basılan
Erbauliche Monaths-Unterredungen, ilk dergi sıfatıyla tarihteki yerini alır. Gazete
ve dergilerin yaygınlaşması, toplum ve
devlet üzerinde etki
sahibi olması ise 19.
yüzyıla damgasını
vurmak üzere zamanını beklemektedir.
Osmanlı Devleti’nin
matbaayla geç tanıştığı yönünde yaygın
bir yanlış inanç vardır.
Oysa baskı araç-gereçleri Gutenberg’in
icadından 40 yıl sonra, İspanya’dan kaçan
Yahudiler tarafından
İstanbul’a getirilmiş-
75
TÜRKIYE’DE GAZETECILIĞIN GELIŞIMI DÜNYANIN GERI
KALANINDA OLDUĞU GIBI RESMÎ YAYINLARLA BAŞLAR.
1831 YILINDA YAYIMLANAN TAKVIM-I VAKAYI TÜRKÇE BASILMIŞ
ILK GAZETE OLARAK TARIH SAYFALARINDA YERINI ALIR.
tir. Basmacı David ve Samuel kardeşlerin bastığı, Yahudi inancı
doğrultusunda ve kendi dillerindeki ilk kitap 1497 tarihlidir. Bunu
17. yüzyıl sonlarına kadar açılan Ermeni ve Rum matbaaları izler.
Matbaadan çıkan ilk Türkçe eser için 1587 tarihi verilir. Fransa
Elçiliği’nde görevli bir memurun Türkçe ve Arapça harflerle matbaa makinesini çalıştırdığı söylenir. Türkçenin matbaadan gerçek
anlamda yararlanması için İbrahim Müteferrika beklenecektir. III.
Ahmed’in fermanıyla 16 Aralık 1727’de kurulan ilk Türk matbaası
Darü’t-Tıbâati’l Amire adını alacak, buradan çıkan ilk eser Vankulu
Lügatı olacaktır. Osmanlı’da Türkçe eserlerin basımına geçilmesi
için bu tarihin beklenmesi, Devlet-i Aliye’nin “gerici politikalar”
izlediğine yorulur. Ancak hadiseye daha yakından bakınca, önemli
birer meslek olan el yazmacılığı, ciltçilik, nakkaşlık ve tezhipçiliğin korunması ve kollanmasının söz konusu olduğu görülür.
Osmanlı’nın toplumsal yapısı ve iktisadi eğilimleri incelenmeden
yapılan bu yorum eksik ve yanlış olmaya mahkumdur.
Resmî gazeteden fikir hürriyetine
Türkiye’de gazeteciliğin gelişimi dünyanın geri kalanında olduğu
gibi resmî yayınlarla başlar. 1831 yılında yayımlanan Takvim-i Vakayi
76
Türkçe basılmış ilk gazete kabul edilir. Bu noktada son yıllardaki
araştırmaların ortaya koyduğu bir bulguyu hatırlamakta yarar
var. Osmanlı Devleti’nin Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa, 1828 yılında
Kahire’de Vakayi-i Mısriyye adlı bir gazete bastırır. Arapça yazılıp
Türkçeye çevrilen metinlerle birlikte Türkçe-Arapça olmak üzere
iki dilli yayımlanan bu gazete kronolojik olarak ilk Türkçe gazetedir. Mehmet Ali Paşa 1830 yılında Girit’te bu kez Türkçe-Rumca
çıkan Vakayi-i Giridiye’yi basar. Ancak Takvim-i Vakayi tamamen
Türkçe çıktığı ve günümüzde Türkiye toprakları içinde bulunan
İstanbul’da basıldığı için ilk Türkçe gazete niteliğini korumayı hak
eder. Takvim-i Vakayi öncesinde Osmanlı’da iletişim amaçlı basılan
Fransızca elçilik bültenlerini burada anmak gerekiyor. 1795-1797
yılları arasında yayımlanan Le Bulletin de Nouvelles, La Gazette
Française de Constantinople ve Mercure Oriental adlı yayınlar Türkiye’deki Fransa vatandaşlarına hitap ettiği kadar Fransa’nın, diğer
uluslara Fransız İhtilali’nin propagandasını yapma planının da bir
parçası olarak görülür.
19. yüzyıl, Fransız İhtilali’nin ve Sanayi Devrimi’nin etkilerinin
yoğun biçimde hissedildiği; sanatta, kültürde, siyasette, felsefede
köklü değişimlerin baş gösterdiği bir uzun asır olarak bilinir. Basın
19. YÜZYIL, FRANSIZ İHTILALI’NIN VE SANAYI DEVRIMI’NIN
ETKILERININ YOĞUN BIÇIMDE HISSEDILDIĞI, ÇEŞITLI ALANLARDA
KÖKLÜ DEĞIŞIMLERIN BAŞ GÖSTERDIĞI BIR UZUN ASIR OLARAK
BILINIR. BASIN BU DÖNEMDE BÜYÜK ATILIMINI GERÇEKLEŞTIRIR.
bu dönemde büyük atılımını gerçekleştirir. Hatta
ilerleyen dönemde gazeteciliğe “19. yüzyılın çocuğu”
yakıştırması yapılır. Avrupa merkezli bu çalkalanmalar doğrudan ve dolaylı yollarla Türkiye’yi de etkiler.
Çöküşe sürüklenen Osmanlı Devleti’ni darboğazdan
kurtarma yollarının arandığı bu dönem, hem resmî
kanalların hem de aydınların halkta etki yaratmak
için en etkili yolun basın olduğunu keşfettiği yıllardır.
Bu alanda ilk adım devletten gelir. Takvim-i Vakayi’nin
çıkış nedeni, M. Nuri İnuğur’un Basın ve Yayın Tarihi
adlı kitabında aktardığına göre gazetede şöyle açıklanır: “Eskiden vakanüvis denilen resmî tarih yazarları
vardı. Bunlar yaşadıkları dönemin önemli olaylarını
yazarlardı. Ancak yazılar yirmi-otuz yıl sonra bastırılabildiğinden halk gerçekleri zamanında öğrenemiyor,
çoğu kez olaylar yanlış yorumlanıyordu. İşte bu mahzurları önlemek, iç ve dış olayları zamanında halka
duyurabilmek için Takvim-i Vakayi çıkarılmaktadır.”
Resmî gazete hüviyetindeki Takvim-i Vakayi’nin
bugün anladığımız biçimde bir basın organı olduğunu söylemek güçtür. Halka haber iletme kaygısıyla
yola çıkan ilk Türkçe gazete 1840 tarihli Ceride-i
Havadis’tir. Ne var ki bu gazete diplomatik ve ticari amaçlarla bir İngiliz tarafından çıkarılan, bir süre sonra Hazine desteğiyle yayımlanarak yarı resmî
statüye kavuşan bir yayındır. Dünyadan ve Türkiye’den çeşitli haberleri kuru
bir dille sayfalarına taşıyan Ceride-i Havadis’in de Türk basınının başlatıcısı
olduğu söylenemez. Tam anlamıyla bir gazeteye kavuşmak için Agah Efendi
ile İbrahim Şinasi beklenecektir.
77
Türkiye’de yayımlanan ilk sivil gazete Agah Efendi’nin
çıkardığı Tercüman-ı Ahval’dir. 1860’ta yayına başlayan gazete, Türk entelektüel hayatının önemli adlarından Şinasi’nin
katkılarıyla günümüzün basın anlayışına ve diline uygun bir
yayın politikasıyla yola çıkar. Şinasi, bu gazetede hayata geçirdiği, haberlerin yanı sıra siyasi yorumlar ve fikir yazılarına
yer vermek, edebiyat eserleri neşretmek gibi öncü adımlarına
1862’de çıkardığı Tasvir-i Efkar’da devam eder. Bu tarihten
itibaren Türkiye’de gerçek anlamda basının oluştuğundan,
gazeteciliğin bir meslek olarak ortaya çıktığından bahsedilebilir. Bugün basın; yasama, yürütme ve yargıdan sonra
“dördüncü güç” olarak ele alınır. Kamu adına, kendiliğinden
oluşmuş, gücünü halktan alan bir denetleme işlevi bulunan
basının ortaya çıkması için ilk şart “sivil” yani bağımsız olmaktır. Hangi dünya görüşünü yansıtıyor olursa olsun basın
organları, meşruiyetini bağımsızlıklarından alır. Gazetecinin
habere ulaşma ve halkı bilgilendirme hakkı uluslararası sözleşmelerde zikredilen temel haklardandır. Türk gazeteciliğinin
kurucusu olarak nitelendirilen İbrahim Şinasi, henüz 19. yüzyılın sonlarında bu durumu öngörmüştür: “Halk ancak gazete
aracılığıyla kendini ilgilendiren konularda düşüncelerini belirtebilir. Bunun için de gazete, her kültürlü ulus için gereklidir.”
78
Telgraf tellerinden internete
Tasvir-i Efkar’dan sonra İstanbul’da ve taşrada birbiri ardına gazete ve
dergiler yayın hayatına başlar. Kısa süren I. Meşrutiyet ve coğrafyanın
kaderinin değiştiği II. Meşrutiyet dönemlerinde basın ve basın özgürlüğü
ülkenin önemli gündem maddeleri arasındadır. Padişahın yetkilerinin
anayasa ile kısıtlandığı ve klasik Osmanlı siyasetinin temelden değiştiği
bu dönemlerde basın ve gazetecilik başroldedir. Yeni fikirler, yeni akımlar
gazeteler aracılığıyla halkın karşısına çıkar. Düşünce tartışmaları gazeteler
üzerinden yürütülür. 1908’den I. Dünya Savaşı sonuna kadar iktidarda olan
İttihat ve Terakki Partisi ile savaştan sonra yönetime gelen Hürriyet ve
İtilaf Partisi kendi basın kadrolarını oluşturur. Bu alışkanlık Cumhuriyet
döneminde de sürecek, parti bülteni şeklinde yayın yapan gazeteler basın
tarihinin incelenesi vakaları olarak arşivdeki yerini alacaktır.
I. Dünya Savaşı’nın sona erdiği 1918 yılından Cumhuriyet’in ilan edildiği 29
Ekim 1923 tarihine kadar geçen dönem Türk tarihinin dönüm noktalarındandır. Çanakkale, Hicaz gibi cephelerdeki askerî zaferlere rağmen Cihan
Harbi’nin mağlupları arasına giren Osmanlı Devleti’nin toprakları galipler
arasında paylaştırılır. Bin yıllık yurduna sahip çıkan Türkler, Mustafa Kemal
Paşa öncülüğünde şanlı bir direniş başlatır. Bu süreçte, Sivas ve Erzurum
Kongreleri toplanır; Antep ve Maraş’ta Ermeni çetelerine karşı zafer kazanılır. Batı Cephesi’nde ise Yunan işgali sonlandırılır. Askerî alandaki bu
gelişmeler gazeteler aracılığıyla Anadolu’nun dört bir yanına duyurulur.
Kurtuluş Savaşı sırasında gazete çıkarma fikri, basının Millî Mücadele’de ve
ulusal bilinçte ne denli önemli olduğunu bilen Atatürk’ten gelir. Bizzat onun
emriyle yayın hayatına başlayan İrade-i Milliye (1919) ve Hakimiyet-i Milliye
(1920) gazeteleri hem haber aktarma hem de millî coşkuyu canlı tutma
görevlerini üstlenir. Aynı yıllarda Kuvayı Milliye aleyhtarı gazeteler de yayımlanır. Alemdar, Peyam, Peyam-ı Sabah ve Ferda bunların başlıcalarıdır.
Cumhuriyet’in ilanından itibaren basın özgürlüğü, sansür, gazeteci hakları gibi konular sürekli tartışma konusudur. Kimi dönemlerde gazeteler
ve gazeteciler için getirilen bazı kısıtlamalar ağır eleştirilerin hedefine
oturur. 1960, 1971 ve 1980 askerî müdahaleleri ise gazetelerin kapatıldığı,
gazetecilerin tutuklandığı kara günler olarak anılır. Bu olumsuz örneklerin
arasında, 10 Ocak 1961 günü gazetecilerin çalışma koşullarını iyileştiren 212
sayılı yasa yürürlüğe girer. 10 Ocak bu nedenle Çalışan Gazeteciler Günü
olarak kutlanır.
İyi şartlarda çalışmak, kuşkusuz, her meslekten insan için aranan bir
özelliktir. Ancak gazeteciler söz konusu olduğunda durum yalnızca çalışma
koşulları çerçevesinde ele alınamaz. Gazetecinin habere ulaşma ve halkı
haberdar etme görevi dolayısıyla, bu mesleğe mensup olanların çalışma
şartları kamusal bir meseledir. Bilgi bombardımanı altında yaşadığımız bir
çağda doğru habere ve yanıltıcı olmayan yoruma ihtiyaç gün geçtikçe artıyor. Gazetecilerin bir yandan tarihe not düşerken diğer yandan günümüzü
aydınlattığı düşünülürse onların önemi ve çağa uygun çalışma şartlarını
hak ettikleri daha iyi anlaşılabilir.
79
TİTİZ BİR BESTEKAR,
İNCE BİR İNSAN
SELAHATTIN
PINAR
80
ŞAHSI HAYATINDAKI ZARAFETI VE ESERLERINE GÖSTERDIĞI
TITIZLIKLE TANINAN SELAHATTIN PINAR’IN TAMBUR TEKNIĞI
VE BESTELERINDEKI INCELIKLER HER SANATÇININ KOLAYCA
ERIŞEBILECEĞI TÜRDEN NITELIKLER DEĞILDIR. YALNIZCA
BESTELERIYLE DEĞIL SAHNE PERFORMANSIYLA DA TÜRK MÜZIĞI’NE
YENI BIR ANLAYIŞ GETIREN PINAR, UNUTULMAZ ESERLERIYLE
BUGÜN HÂLÂ MÜZIKSEVERLERIN GÖZDELERI ARASINDADIR.
ENVER UYGUN
M
odern dönemden önce sanat hamilerin desteğiyle sürdürülen bir etkinlikti. Avrupa’da önce aristokrat ailelerin himayesinde, Fransız İhtilali’nden sonraysa ekonomik gücü elinde
toplayan kentsoyluların desteğiyle yaşayan sanatçılar, özellikle
ressam ve müzisyenler, üretimleri için uygun şartlara bu sayede
sahip olurdu. Osmanlı Devleti’nde de benzer bir durum söz konusuydu. Ancak Osmanlı örneğinde soylu veya zengin aileler değil,
devlet ve devlet adamları öne çıkıyordu. Müzisyenler Saray’da
himaye edilir, şairlere maaş bağlanır, nakkaşlara çalışma alanı ve
iaşe temin edilirdi. Başkent dışında da
bürokratların köşkleri besteciler ve şairler için önemli odaklardı. Bu ortamlar
hem sanat eserinin dolaşıma girmesini
hem de sanatkarların bir arada olmasını
sağlıyordu.
Dünyanın en önemli tarihçileri arasında gösterilen Prof. Dr. Halil İnalcık
Osmanlı döneminde şairlerin içinde bulunduğu sistemi ele aldığı Şair ve Patron
adlı çalışmasında şu saptamada bulunur: “Genelde, bilim adamı ve sanatçı,
belli bir toplumda egemen sosyal ilişkiler ve belli bir kültür çerçevesinde sanatını ifade eder. Osmanlı toplumu gibi
patrimonyal türde bir toplumda, başka
deyimle, sosyal onur, statü ve mertebelerin mutlak egemen bir hükümdar
tarafından belirlendiği bir toplumda
bu gerçek daha da belirgindir.” Bu anlayış 19. yüzyıldan itibaren
Avrupa’da da Türkiye’de de yavaş yavaş terk edilir. Batı’da büyük
şirketlerin sponsorluğu ile yerel ve merkezî yönetimlerin kısmi
destekleri şeklinde devam eden yardımlar, ülkemizde başlarda
devletin, daha sonraları özel sektörün katkılarıyla sürer. 20.
yüzyılın ilk yıllarından itibaren sanat eserinin daha rahat dolaşıma girmesinin de etkisiyle sanatçının bağımsızlığı düşüncesi
güçlenmeye başlar.
Aşağı yukarı aynı dönemlerde hem ses kayıt teknolojisinde hem
de eğlence sektöründe yaşanan gelişmeler
müziğin kitlelere ulaşmasını sağlar. Artık
müziğin bir “alıcı”sı vardır. İşin içine ticaretin girmesiyle çoğunluğun beğenisine hitap edecek ürünlere talep artar. Sanatçının
bağımsızlığının tehlikede gibi göründüğü
himaye devrinde eğitimle inceltilmiş bir
zevk söz konusuyken şimdi herkes eserle
ilgili eşit yorum hakkına sahiptir. Gazino işletmecileri ve plak yapımcıları yüksek nitelikli üretimdense rağbet gören, çoğunlukla
gelip geçici müzik parçalarına, bestecilere
ve icracılara itibar eder. Belirleyicinin para
veren kitle olması, geleneksel formlara
bağlı yüksek sanatçıları özellikle ekonomik
alanda zora sokar. Cumhuriyet döneminde
bu durumla karşılaşan sanatçıların başında
besteci, tambur icracısı ve ses sanatçısı
Selahattin Pınar gelir.
81
Çöken bir kültürün, ona bağlı olarak yıkılan bir devletin hüznü vardır romantik eserlerde. Selahattin
Pınar’ın da son devirlerine yetiştiği bu yaklaşımda
öne çıkan, yeni biçim imkanlarında mükemmelliği
ararken biraz dış gerçeklikten kaçış, biraz da sonra
geleceklere yol gösterme çabasıdır.
Tutkunun peşinde bir ömür
Pınar, sanata pedagojik bir görev yüklemese de toplumun yüksek sanat
eserleri sayesinde çıtasını yükselteceğini düşünür. Nitekim, tarihi saltanat
süren ailelerin özel hayatına, savaşların kronolojik dizilimine indirgemeden
geçmişe bakıldığında, tarihsel süreçlerin birden çok neden-sonuç dizisinden
oluştuğu görülür. Sözgelimi Osmanlı Devleti görünüşte Avrupa’nın askerî
ve teknolojik ilerlemesine güç yetiremediği için çöküşe geçer. Oysa Koca
Sinan’dan sonra mimar, Levni’den sonra nakkaş yetiştiremediği içindir
Devlet-i Âliye’nin sarsılması. Çünkü Şeyh Galip’ten sonra özgünlük geliştiremeyen şiirle güçlü devlet olarak kalmak mümkün değildir. Yeni ekonomik
kaynaklar bulunur, güçlü bir ordu kurulur ancak kültür alanında baş gösteren
yozlaşmanın önüne geçilemezse bir devletin yaşaması zordur. Klasik Türk
Müziği’nde bu durumun yansıması Romantik Dönem’in özelliklerinde ortaya
çıkar. Bu dönem biraz da veda havası taşır. Döneme damgasını vuran melankoli yalnızca bestecilerin kişilik özelliklerinden, bireysel acılarından değildir.
82
Selahattin Pınar, Osmanlı’nın çalkantılı günlerinde,
22 Ocak 1902 tarihinde İstanbul Üsküdar’da dünyaya gelir. Babası, yüksek yargı bürokratlarından ve
İstanbul İktisat ve Ticaret Mektebi müderrislerinden
Sadık Bey, annesi İsmet Hanım’dır. İlk öğrenimine
babasının kadı olarak görev yaptığı Denizli Çal’da
başladıktan sonra Sadık Bey’in görevleri dolayısıyla
öğrenimini Saros ve Edirne’de sürdürür. İstanbul’a
dönüşlerinde bir süre İtalyan Ticaret Mektebi’ne
devam eden Pınar, çocuk yaşlarında kapıldığı müzik
tutkusu yüzünden eğitim hayatına son verir. 19
yaşından itibaren müzikten başka bir şeyle ilgilenmeyecek, tamburuyla nice sanatçıya eşlik edecek,
besteleri dilden dile dolaşacak, Atatürk’ün karşısında
çalıp söyleme şansına erişecektir.
Pınar’ın müzikle tanışması, annesinin aldığı ud
dersleri sayesinde olur. Annesine ders veren dönemin
önemli sanatçılarından Udî Sami Bey’den etkilenen
Selahattin Pınar 12 yaşındayken ud çalarak müziğe
başlar. 19 yaşına geldiğinde udu tamamen bırakarak
tamburda ustalaşacak, gelmiş geçmiş en iyi tambur
virtüözleri arasına adını yazdıracaktır. Ne var ki babası, Pınar’ın yükseköğrenime devam etmek yerine
müzikle ilgilenmesini hoş karşılamaz. Baba-oğul
arasında bu konuda sık sık gerilim yaşandığı söylenir.
Hatta Sadık Bey’in, Selahattin Pınar’ın da yer aldığı
kalabalık bir sofrada aşağılayıcı bir tavırla “Selahattin çalgıcı oldu” dediği, Pınar’ın bu söz üzerine geri
dönmemek üzere baba evini terk ettiği aktarılır.
Okullu bir müzisyen olmayan Selahattin Pınar’ın
müzik öğreniminde musiki cemiyetlerinin payı büyüktür. Türkiye’de bir dönem oldukça etkili olan, hem
konservatuvar işlevi görüp hem de birer sivil toplum
kuruluşu gibi çalışan cemiyetlere dönemin saz ve ses
üstatları devam ederdi. Kaşıyarık Hüsameddin Efendi, Udî Sami Bey, Ali Rifat Çağatay, Kazım Uz, Yusufpaşazade Enderunî Celal Bey ve Bestenigar Ziya
ESERLERININ ÇOĞUNU VECDI BINGÖL, FUAT EDIP BAKSI VE
MUSTAFA NAFIZ IRMAK’IN ŞIIRLERI ÜZERINE BESTELEYEN
SELAHATTIN PINAR’IN ILK ESERI KÜRDILIHICAZKAR MAKAMINDAKI
“MÜLKÜN NE YAMAN ŞULE-I İKBALI KARARDI” ADLI ŞARKIDIR.
Bey’in müzik çalışmalarını yürüttüğü, sonradan Üsküdar Musiki
Cemiyeti adını alacak Darülfeyz-i Musiki Cemiyeti Pınar’ın hayatında önemli rol oynar. Şark Musiki Cemiyeti ve Türk Musikisi
Ocağı da artık “Tamburi Selahattin” olarak anılmaya başlayan
Pınar’ın kendisini geliştirmesinde etkili olan kuruluşlardır.
Selahattin Pınar’ın, dördü saz eseri, biri cenaze marşı, geri
kalanı şarkı formunda olmak üzere 150 bestesi bulunduğu
kaydedilir. Sanatçının bunlardan 84’ünü tasnif ettiği ve eserlerinin 71’inin TRT repertuvarında bulunduğu biliniyor. Pınar’ın
bestelerinde en fazla öne çıkan unsur, güfte-müzik uyumuna
da yansıyan kendine has romantizmidir. Denebilir ki, onun çalışmalarındaki ince bir zevkle örülmüş melankolik ifadeler hiçbir
bestecininkine benzemez. “Usul” adı verilen sabit kalıpların bile
Pınar’ın elinde farklılaştığı, farklı bir yorum kazandığı görülür.
Müziğimizde Hacı Arif Bey’in dantel gibi işlediği şarkı formu,
Selahattin Pınar’da adeta yeni bir kimliğe bürünür. Bestelerinde
yoğun olarak kullandığı tiz perdeler, şarkılarına hüzünlü bir hava
katarken icra zorluğunu da beraberinde getirir.
Selahattin Pınar titiz ve saygılı kişiliğiyle nam salar. Artık
anlamını yitiren “İstanbul beyefendisi” tanımlamasının onu
çok iyi tarif ettiği söylenir. Pınar’ın beste yaparken bütün
kişiliğini müziğe yansıttığı, dış dünyayla adeta ilgisini
kestiği, Mesut Cemil’in, bestekarın ölümünden bir gün
sonra yaptığı radyo konuşmasının şu bölümünde iyice
açığa çıkar: “Selahattin Pınar’ın durgun ve dalgın göründüğü zamanlar da vardı. O zaman yeni bir şarkının
bestesini tasarlamakta olduğunu bilirdik. Bu tasarlama
safhasında etrafına dikkati azalır, gözlerinin rengi daha açık
bir ışıkta görünür; fakat gözkapakları sanki biraz düşmüş gibidir.
Bundan dolayı hafif sisli bir bakışı vardır, sorularınıza kısa cevaplar verir, yavaş sesle konuşur, daha ağır yürür. Bazen tırnağını
yer, mendiliyle oynar, parmaklarıyla vezinli hareketler yapar. Dış
görünüşünde alışılmış olan bütün hareketlilik, canlılık o sıralarda
cildinden içeri kaçmış, kalbinin içine gizlenmiştir. Bütün hareket
o kalptedir. Tasarlama safhası bitince olgunlaştırma başlar. O
zaman yeniden dışarı doğru taşmaya başladığını görürsünüz.
Sokakta giderken bile yeni şarkıyı mırıldanmaktadır. Nihayet
tamburunu eline alır ve şarkının son şeklini vermeye, girintisini,
çıkıntısını düzenlemeye koyulur. Ondan sonra da yeni şarkının
keyfini çıkarma devresi gelir.”
Hafızalara kazınan besteler
Eserlerinin çoğunu Vecdi Bingöl, Fuat Edip Baksı ve Mustafa Nafiz Irmak’ın şiirleri üzerine besteleyen Selahattin Pınar’ın ilk eseri kürdilihicazkar makamındaki “Mülkün Ne Yaman Şule-i İkbali
Karardı” adlı şarkıdır. Bayati makamındaki “Kalbim Yine Üzgün
Seni Andım da Derinden”, hisarbuselik makamındaki “Beni de
Alın Ne Olur Koynunuza Hatıralar”, hüseyni makamındaki “Hayal Deryasına Ben Bazı Bazı”, hüzzam makamındaki “Gecenin
Matemini Aşkıma Örtüp Sarayım”, mahur makamındaki “Yüce
Dağdan Esen Rüzgar Sevgiliye Selam Götür”, muhayyerkürdi
makamındaki “Bakışı Çağırır Beni Uzaktan” neva makamındaki
“Ben Yürürem Yane Yane” ve rast makamındaki “Aylar Geçiyor
Sen Bana Hâlâ Geleceksin” şarkıları öne çıkan eserleridir. Pınar,
bestecilikte başarmak istediklerinin hepsini gerçekleştirdiği
şarkının “Beni de Alın Ne Olur Koynunuza Hatıralar” olduğunu
kaydeder.
Selahattin Pınar’ın belki de en bilinen şarkısı, sözleri Fuat Edip Baksı’ya ait hicaz makamındaki “Bir
Bahar Akşamı Rastladım Size”dir. Eserin bu denli
tanınmasında, arkasında olduğu düşünülen aşk
hikayesinin etkisi büyüktür. Pınar, 1929 yılında evlendiği ilk Müslüman kadın tiyatrocu Afife Jale ile
bir bahar akşamı, Hafız Burhan konserinde tanışır.
Güzel başlayan ancak acı biten bu evlilikten “Anladım Sevmeyeceksin Beni Sen Nazlı Çiçek” ve “Nereden
Sevdim O Zalim Kadını” şarkıları kalır geriye.
Yaşadığı dönemde yaygın olan yabancı filmlere yerli müzik
yapma akımına Selahattin Pınar da katılır. Bestelediği film müzikleri oldukça ilgi toplar. Sahnede ve kayıtlarda birçok şarkıcıya
tamburuyla eşlik eder. Nazik icrasıyla konserlerin sevilen adları
arasına giren Pınar’ın sahnede saz ile çalıp okuma şeklindeki uygulamanın başlatıcısı olduğu söylenir. Selahattin Pınar 6 Şubat
1960 tarihinde hayata gözlerini yumduğunda Türk Müziği’nin lirik
kanatlarından biri daha kopmuştur.
83
MEYDAN OKUNAN
MEKANLAR
ERBAY KÜCET
Ş
ehirler, çeşitli özellikleriyle tanınır. Bazıları doğal güzellikleri,
mimari yapıları, tarihî ve kültürel değerleriyle ön plana çıkar,
bazıları da zengin mutfağı, sanatsal faaliyetleri, sportif aktiviteleri
ile ilgi odağı olur. Bir şehri diğerlerinden ayıran en önemli unsurlar-
dan biri de meydanlardır. Bu mekanlar, şehir sakinlerinin gündelik
hayatlarında önemli bir yer tutarken ülkelerin tarihine dair pek çok
şey anlatır. Zira Avrupa’dan Asya’ya farklı coğrafyalardaki meydanlar kimi zaman büyük devrimlere tanıklık etmiş, kimi zaman
da tarihe geçen çeşitli gösterilere, eylemlere, kanlı baskınlara,
sakinleri dinî törenleri, sosyal, kültürel, siyasi ve ticari faaliyetleri
için bu mekanlardan faydalanmışlardır. Sosyologlar insanların bir
araya gelme, ortak hareket etmek üzere toplanma ihtiyacının
meydanlar tarafından karşılandığını belirtirken mimar Doğan Kuban, Türkiye’de Avrupa’daki gibi bir meydan kültürü olmamasının
nedenine ilişkin önemli bir saptama yapmaktadır. Bizde toplumsal
yaşantının merkezinin camiler ve cami avluları olduğunu, insanların burada bir araya geldiğini ifade eden Kuban, şehir meydanını
teşvik edecek bir toplumsal isteğin oluşmadığını kaydetmektedir.
direnişlere sahne olmuştur. Neticede bu mekanlar, şehirlerin ve
Dünyadaki ünlü meydanlar
ülkelerin hem geçmişinde hem de bugününde kendine önemli bir
Gerek tarihî önemi gerekse mimari unsurları ve kültürel değerleriyle dikkat çeken meydanlar arasında Kızıl Meydan (Moskova,
Rusya); Saray Meydanı (St. Petersburg, Rusya); Tiananmen Meydanı (Pekin, Çin); Trafalgar Meydanı (Londra, İngiltere); Concorde
Meydanı (Paris, Fransa); Aziz Michel Meydanı (Paris, Fransa); Paris
Meydanı (Berlin, Almanya); Aziz Petrus Meydanı (Roma, İtalya);
yer edinmiştir.
“Nüfusunun çoğu ticaret, sanayi, hizmet veya yönetimle ilgili
işlerle uğraşan, genellikle tarımsal etkinliklerin olmadığı yerleşim alanı” olarak tanımlanan şehirlerin merkezlerinde yer alan
meydanlar tarihsel süreçte farklı amaçlarla kullanılmıştır. Şehir
84
MEYDANLAR, ŞEHIR MERKEZININ YAŞAMIN DA MERKEZI OLMASINI
SAĞLAYAN MEKANLARDIR. “ŞEHIRLERIN SÜSÜ” OLARAK
NITELEYEBILECEĞIMIZ MEYDANLARDA BIR ARAYA GELEN INSANLAR
GÜN OLUR SEVINCINI VEYA ÜZÜNTÜSÜNÜ PAYLAŞIR, GÜN OLUR
ÇEŞITLI SORUNLARIN AŞILMASI IÇIN ORTAK ÇÖZÜMLER ÜRETIR.
San Marco Meydanı (Venedik, İtalya); Mayo Meydanı (Buenos Aires, Arjantin); Özgürlük Meydanı (Tahran, İran) yer almaktadır. Bu
saydıklarımıza 2011 yılından itibaren pek çok gösteriye sahne olan
Mısır’ın başkenti Kahire’deki Tahrir Meydanı’nı da eklemek gerekir.
Dünyadaki tanınmış örneklerin ardından ülkemizdeki meydanlara baktığımızda karşımıza ilk olarak Sultanahmet Meydanı
(İstanbul) ve Konak Meydanı (İzmir) çıkıyor. Saburhane Meydanı
(Muğla), Hükümet Konağı Meydanı (Kastamonu), Orhangazi
Meydanı (Bursa), Prominand Alanı (Amasya), Mevlâna Meydanı
(Konya), Balıklıgöl ve Dergâh Platformu Meydanı (Urfa), Alaçatı
Meydanı (İzmir), Birgi Meydanı (İzmir) ve Cumhuriyet Meydanı
(Kars) ülkemizdeki meydan örnekleri arasında yer alıyor.
Şehirlere kimlik-kişilik kazandıran projeler
Meydanlar, şehir merkezinin yaşamın da merkezi olmasını sağlayan mekanlardır. “Şehirlerin süsü” olarak niteleyebileceğimiz
meydanlarda bir araya gelen insanlar gün olur sevincini veya
üzüntüsünü paylaşır, gün olur çeşitli sorunların aşılması için ortak
çözümler üretir. Ülkeler veya toplumlar için özel bir anlam ve önem
taşıyan günler ise şehir meydanlarında coşkuyla kutlanır.
Türkiye’nin pek çok şehrinin yeni meydanlara, geniş toplumsal
alanlara ihtiyacı olduğu bir gerçektir. Kırsaldan göçle birlikte kentlerin nüfusunun hızla artması birtakım ihtiyaçları ve sorunları beraberinde getirirken bu durum yeni şehir meydanları yaratılmasını
da bir hayli zorlaştırmıştır. Mevcut meydanların ise özenle korunması, özellikle araç trafiğine kurban edilmemesi gerekmektedir.
Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde sosyal yaşamın uzantısı olarak
tasarlanan meydanların bugün daha çok park ve tören alanı olarak
kullanıldığı görülmektedir.
Son yıllarda birçok şehrimizde çağdaş belediyecilik anlayışının
örnek uygulamalarına tanık olmaktayız. Belediye hizmetlerinin
sadece ulaşım ve altyapıya yönelik olmadığı artık yerel yönetimler tarafından benimsenmiş, şehirlere kimlik-kişilik kazandıracak
ve kentteki yaşam kalitesini yükseltecek projeler üretilmeye
başlamıştır. Bu çalışmaları takdirle karşıladığımı belirtirken yerel
yönetimlerin mevcut şehir meydanlarının korunması ve ülkemize
yeni meydanlar kazandırılması noktasında da gerekli gayreti göstereceklerine yönelik inancımı ifade etmek isterim. Tarihî, kültürel
ve doğal güzellikleriyle yerli ve yabancı ziyaretçileri kendine hayran
bırakan şehirlerimizin meydanlarıyla da adından söz ettirmesi
temennisiyle…
85
GÜNÜBİRLİK HAYATLAR
IRVIN D. YALOM
PEGASUS YAYINLARI
İSTANBUL, 2015
208 S.
Nietzsche Ağladığında kitabının yazarı olarak tanıdığımız, Stanford Üniversitesi’nde hocalık yapan psikiyatr Irvin D. Yalom, Günübirlik Hayatlar adlı kısa öykülerden oluşan yeni eserinde hastalarının mücadelelerinin yanı sıra kendi iç dünyasında yaşadığı sarsıntıları anlatıyor. Eser, “Kısa da olsa nasıl anlamlı bir
yaşam sürüp hayatın tadını çıkarırız?” ve “Kaçınılmaz son olan ölüm gerçekten ne ifade ediyor?” olmak
üzere iki temel soruya varoluşçu bir bakış açısıyla yanıt arıyor. Yalom’un gerçek psikoterapi seanslarından derlenen eser, acısıyla tatlısıyla yaşamı bir bütün olarak algılamayı, sevmeyi, onunla baş etmeyi
öğretmeyi amaçlayan bir başucu kitabı niteliğinde.
SEMERKANT
AMIN MAALOUF
YAPI KREDİ YAYINLARI
İSTANBUL, 2015
318 S.
2011 yılında Fransız dilinin korunmasına adanan bir kurum olan Académie Française’e kabul edilen Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf Semerkant adlı eserinde İranlı bilim insanı, şair ve filozof Ömer
Hayyam’ın Rubaiyat’ı çevresinde şekillenen, birbiriyle ilintili iki farklı öyküyü aktarıyor. Selçuklu veziri
Nizamülmülk’ten Haşhaşi tarikatının kurucusu Hasan Sabbah’a kadar birçok tarihî kişiliği bir araya getiren
serüven, 1912’de Kuzey Atlantik’in sularına gömülen Titanic’te son buluyor.
Anadilinde ilk kez 1988 yılında, Türkçe ilk kez yine Yapı Kredi Yayınları tarafından 1993’te yayımlanan
Semerkant, 77. baskısında da okuyucuyu büyülü bir yolculuğa çıkarmaya devam ediyor.
HESAP GÜNÜ
MUSTAFA KUTLU
DERGAH YAYINLARI
İSTANBUL, 2015
158 S.
Öykü ve denemeleriyle ön plana çıkan usta yazar Mustafa Kutlu, yeni hikaye kitabı Hesap Günü’nde gerçek
dışı unsurlar kullanarak okuyucuya ölüm ve hayat kavramlarını sorgulatıyor. Öykülerinde insanı merkeze
alan ve çok katmanlı karakterler yaratan Kutlu’nun yeni kitabı, musalla taşında yatan merhum Bedir’in,
kendi cenazesinde yaşananları görmesiyle başlıyor. Bedir’in hikayesini sondan başlayarak anlatan Kutlu,
karakterin hayatının dönüm noktalarını, hayal kırıklıklarını, hatalarını ve pişmanlıklarını yer yer hüzünlü,
yer yer esprili bir dil kullanarak aktarıyor. Akıcı bir üsluba sahip ve betimlemeler ile işlenmiş öykü, okuyucunun kendi hayatını sorgulamasını sağlıyor.
86
GÖMÜLÜ ŞAMDAN
STEFAN ZWEIG
İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI
İSTANBUL, 2015
120 S.
Kudüs’teki Süleyman Tapınağı’ndan alınan ve Musevilerin kutsal emaneti kabul edilen yedi kollu şamdan Menora, 455 yılında Roma’yı yağmalayan Vandallar tarafından çalınır. Musevi cemaatinin büyükleri,
çalınmadan önce şamdanı gören son kişi olan yedi yaşındaki Benjamin’i de aralarına katarak kutsal emanetlerini geri almaya çalışır. Ancak Menora, önce Kartaca’ya ardından İmparator İustinianos’la birlikte
Konstantinopolis’e doğru yola çıkmıştır. Seksen yıl sonra aynı Benjamin, imparatora yalvararak emaneti geri
almak üzere yollara düşer. Fakat Benjamin’in bilmediği şey, Kudüs’teki bir Hıristiyan kilisesine gönderilen
şamdanın çoktan sırra kadem basmış olduğudur.
OSMANLI’NIN KALBİNİ BEKLEYENLER
TALHA UĞURLUEL
TİMAŞ YAYINLARI
İSTANBUL, 2015
224 S.
Dünyaya Hükmeden Sultan Kanuni ve Tarih Tıbbı Konuşturdu eserlerinin yazarı Talha Uğurluel yeni kitabı
Osmanlı’nın Kalbini Bekleyenler ile bir kez daha okuyucunun gönlünü fethediyor. Sahabenin büyüklerinden
Eyüp Sultan; Semerkant’tan gelen âlim Ali Kuşçu; İstanbul başta olmak üzere birçok şehre hayır yaptıran,
Sultan III. Ahmed’in musahibi olan Beşir Ağa; I. Balkan Savaşı’nı kazanan Gazi Ethem Paşa; “Kıbrıs Fatihi”
olarak bilinen, Şehzade II. Selim’in hocası Lala Mustafa Paşa; eser üstüne eser veren şair Feridun Ahmet
Paşa; Sultan II. Mahmud’un kızı ve Sultan Abdülmecid’in kız kardeşi olan şair Âdile Sultan ve zor günlerin
padişahı olarak anılan Mehmed Reşad Han gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun değerli birçok ismi, yaşadıkları
zamanla sınırlı kalmayan hayat hikayeleriyle bu eserde bir araya geliyor.
GÜNLÜK
EUGÈNE IONESCO
CÜMLE YAYINLARI
İSTANBUL, 2015
214 S.
Romanya asıllı Fransız yazar Eugène Ionesco, Samuel Beckett ile birlikte Absürt Tiyatro’nun öncülerinden kabul edilir. Bireyin varoluşundaki anlamsızlığını oyunlarına yansıtan Ionesco, 1994 yılında
hayatını kaybedene kadar pek çok ödüle layık görülmüş, 1970 yılında Académie Française üyeliğine
seçilmiş, oyun dışında deneme ve günlük türünde eserler vermiştir. Hayatının son dönemlerini
yüzlerce, hatta binlerce sayfalık günlükler tutarak geçirdiğini ifade eden Ionesco’nun Günlük adlı
eseri, tarihe tanıklık etmesi bakımından önem taşıyor. Cümle Yayınları’ndan çıkan eser, Halil Can’ın
çevirisiyle okuyucuya sunuluyor.
87
BİR CUMHURİYET
ÇOCUĞUNUN HAYAT HİKAYESİ
TÜRK MILLETINE BORCUMUZ VAR
İDRİS YAMANTÜRK
ÖTÜKEN NEŞRIYAT
HAZIRLAYAN: OSMAN ÇAKIR
İSTANBUL, 2014
495 S.
“Ü
zerinde yaşadığımız bu topraklar, Malazgirt’te
Anadolu’nun tapusunu alanlar ile İstiklal Savaşı’nda
yurdumuza sahip çıkanların bize emanetidir. Bunu başaranlar, insanüstü bir gayretin, azmin ve sabrın sahibi idiler. Allah
onlardan razı olsun. Bize teslim edilen vatanımızı daha mamur hale getirmek, milletimizi
refaha kavuşturmak ve çağdaş medeniyet seviyesinin üzerine çıkarmak için durmadan
çalışmak bir vatandaşlık görevidir. Türk milletine olan borcumuz budur.”
Bu sözler, işadamı İdris Yamantürk’e ait. Türk Milletine Borcumuz Var isimli kitabında
bir Cumhuriyet çocuğunun hayat hikayesini anlatan Yamantürk, Kurtuluş Savaşı’ndan
zaferle çıkmış bir milletin bu kez yokluk ve yoksullukla mücadele ettiği yıllara, 1920’lerden
itibaren Türkiye’nin yaşadığı değişim ve dönüşüme ışık tutuyor. Kitap 1926 doğumlu İdris
Yamantürk’ün hayat hikayesi eşliğinde ülkemizin yakın tarihine dair çarpıcı tespitler içerirken
özellikle bugünün gençlerine yönelik önemli tavsiyelere yer veriyor.
İdris Yamantürk, Türk Milletine Borcumuz Var isimli kitabının ortaya çıkış öyküsünü şöyle
anlatıyor: “Hayatım boyunca hatıralarımı yazmayı hiç düşünmedim. Son yıllarda hatıralarımı yayımlamamı isteyen dostlarıma da ‘Milletimizin yüzde 99’u Müslüman’dır, ama Kuran
okuyan çok az. Bu ülkede yaşayan herkes Cumhuriyet’in nimetlerinden faydalanıyor, ancak
‘Atatürkçüyüm’ diyenler bile Atatürk’ü okumuyor. Beni niçin okusunlar? Bu sebeple hatıralarımı yazmayı düşünmüyorum’ dedim. Birkaç yıl önce 9. Cumhurbaşkanımız rahmetli Süleyman
Demirel’i ziyaret ettiğimde kendisi de hatıralarımı yazmamı istedi. Sayın Demirel’e de aynı
cevabı verdim, ancak ‘Mutlaka yazmalısın’ diye ısrar etti. Bunun üzerine fikrimi değiştirdim
ve 90 yıla yaklaşan maceralı ömrümden hatırımda kalanları, bir söyleşi halinde Sayın Osman
Çakır’a anlattım. Bunu yaparken sadece kendi hayatımı değil, aziz Türk milletinin ve ülkemizin içinden geçtiği, önemli bir kısmını bizzat yaşadığım dönemleri de anlatmayı istedim.
Neticede Türk Milletine Borcumuz Var isimli kitap ortaya çıktı.”
“Ayakkabıyla 11 yaşında tanıştım”
Türk Milletine Borcumuz Var, 1926 yılının “kiraz ayında”, yani haziranda dünyaya gelen İdris
Yamantürk’ün Rize Çamlıhemşin’de geçen çocukluk dönemiyle başlıyor. Yamantürk, o
88
yıllarda Türkiye’nin içinde bulunduğu
zor şartları şu sözlerle ifade ediyor:
“Okula gitmek için her gün 10-12 kilometrelik yolu yürümek zorundaydık.
Ayaklarımızda çarık vardı, eskiyince
içine yama koyardık. Koyun yününden
örülmüş çorap giyerdik. Bir çorabı kaç
yıl giydiğimi hatırlamıyorum; topukları
veya burunları eskiyince tamir edilirdi.
Hani bir atasözümüz var, ‘Bir iplik çeksen kırk yama dökülür’ diye. İşte öyle
bir hayattı. Çamlıhemşin’deki okulda
4. ve 5. sınıflar olmadığı için eğitimime
Sürmene Çamburnu’da devam ettim.
Ayakkabıyla da Çamburnu’ya geldiğimde tanıştım. O zaman 11 yaşındaydım.
Ayakkabıyı giydiğimde neler hissettiğimi anlatamam.”
İkinci Dünya Savaşı’nın sürdüğü yıllarda Erzurum Lisesi’nde yatılı okuyan, ardından İstanbul Teknik Üniversitesi’nde
“BU KITAP SADECE BIR KIŞININ DEĞIL, BENIM NESLIMIN HAYAT
HIKAYESIDIR. BEN CUMHURIYET’I KURANLARA VE BUGÜNLERE
GETIRENLERE BÜYÜK SAYGI DUYUYORUM. BU NEDENLE KENDI HAYAT
HIKAYEMDEN YOLA ÇIKARAK CUMHURIYET’I ANLATMAK ISTEDIM.”
eğitim gören İdris Yamantürk, “Eğitim
hayatım sırasında ailemin fedakarlığına ve binlerce genci parasız yatılı veya
burslu okutmayı bir millî eğitim politikası
haline getiren devletimize şükran borçluyum” diyor. Cumhuriyet, onca yokluk
içinde gençlerin eğitimine önem veriyor;
İdris Yamantürk’ün lise ve üniversite arkadaşlarının kimi kendisi gibi mühendis,
kimi doktor, kimi profesör, kimi de vali,
milletvekili, bakan, hatta TBMM Başkanı
oluyor.
Yamantürk, gençlik yıllarını anlatırken
1951’de İstanbul Teknik Üniversitesi’nde
bir konuşma yapan arkeolog, yazar ve
politikacı Remzi Oğuz Arık’ın sözlerini
aktararak şunları söylüyor: “Remzi Oğuz
Arık’ın unutamadığım iki sözü vardır.
Birincisi, ‘Köprü altında yatan çocukları
da sevmedikçe milletinizi sevmiş olmazsınız.’ İkincisi ise ‘Gençler hiçbir meselesi
halledilmemiş bir ülkenin çocuklarısınız.
Nereye elinizi atarsanız meşhur olursunuz.’ Bu sözlerin üzerinden altmış yıldan
fazla geçti, ama halen geçerlidirler. 2010
sonbaharında gençlerle Toroslar’a ve
Karadeniz’deki dağ köylerine gittim.
Benim zamanımdaki gibi olmasa da fukaralığı gördüm. Bugünkü şartlarda bu
fukaralık bize yakışmıyor. Demek ki hâlâ
işimiz var.”
İdris Yamantürk, kitapta yakın siyasi
tarihimizdeki olaylara da yer veriyor.
“27 Mayıs 1960 ihtilali, ülkemizde askerî
müdahalelerin başlangıcı oldu. Bir devrin
üzerinden tanklar geçti, Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü
Zorlu idam edildi. O gün asılanlar halkın gönlünde yaşıyor. Asanlar ve astıranlar neredeler?”
diyen Yamantürk, hatıraları arasında Millî Eğitim eski Bakanı Tevfik İleri’ye de ayrı bir yer
ayırıyor. İleri’yi üniversitede konuşma yaptığı dönemde tanıdığını belirten Yamantürk, şu
ilginç tesadüfü aktarıyor: “Ağabeyim, rahmetli eşimi babasından istediğinde aile hakkında
hiçbir bilgim yoktu. Meğer Tevfik İleri, talip olduğum kızın eniştesi, ablasının kocasıymış.
Tevfik Ağabey’in ailede farklı bir ağırlığı vardı. O dönemde hakkımda söyledikleri benim için
iyi bir referans olmuştu.”
“Her nesil üzerine düşeni yerine getirmelidir”
Ülkemizin tanınmış işadamlarından İdris Yamantürk, kitabının ne tür tepkiler aldığını sorduğumuzda, “En çok duyduğum cümlelerden biri ‘İdris, sen benim hayatımı da yazmışsın’
oluyor. Gerçekten de bu kitap sadece bir kişinin değil, benim neslimin hayat hikayesidir. Ben
Cumhuriyet’i kuranlara ve bugünlere getirenlere büyük saygı duyuyorum. Bu nedenle kendi
hayat hikayemden yola çıkarak Cumhuriyet’i anlatmak istedim” diye konuşuyor. Yamantürk,
her neslin kendisinden sonrakine Cumhuriyet’i emanet ettiğini belirterek şu görüşleri ifade
ediyor: “Bu ülke benim neslime teslim edildiği zaman yolu bile yoktu. Biz biraz imar ettik,
bundan sonra da bugünkü ve gelecek nesiller imar edecek. Her nesil üzerine düşeni yaparsa
öne geçebilmemiz mümkün olabilir. Biz çocuklarımıza sadece maddi varlığımızı değil, bu ülkeye borçlarımızı da miras bırakıyoruz. Bu borç, hizmet borcudur. Hepimiz bu borcu ödemek
için çaba harcamalıyız.”
89
AH BU ŞARKILARIN GÖZÜ KÖR OLSUN
CANDAN ERÇETİN
PASAJ MÜZİK
Her beş yılda bir hatıra albümü yayımlayan Candan Erçetin, sanat hayatının 20. yılı için dinlemeyi
ve söylemeyi çok sevdiği türküleri ve Türk Sanat Müziği eserlerini tercih ediyor. Albümünü “20
yıldır şarkılarını dinlemekten hiç vazgeçmeyen, kıymet verdiği herkese” ithaf eden Candan Erçetin, “İçin İçin Yanıyor”, “Avuçlarımda Hâlâ Sıcaklığın Var” ve “Unuttun Beni Zalim” gibi zamanın
eskitemediği 13 parçayı yeniden yorumluyor. Klasikleri yeni jenerasyona tanıtan albüm, arşivlerin
vazgeçilmez bir parçası olmaya aday.
BACH, BEETHOVEN, RZEWSKI
IGOR LEVIT
SONY MUSIC
Piyanoyla üç yaşında tanışan Rus asıllı Alman sanatçı Igor Levit, Beethoven’ın son dönem piyano sonatlarını çaldığı ilk albümünü 2013 yılında piyasaya sürdü. 1987 doğumlu sanatçı, genç
yaşına rağmen birçok orkestrada yer aldı, çeşitli ödüllere layık görüldü. Daha önceki albümlerinde
de dünyanın en ünlü bestecilerinin eserlerine yer veren Levit, son çalışmasında üç farklı döneme
ait üç usta Bach, Beethoven ve Rzewski’nin başyapıtlarını yeniden yorumluyor.
25
ADELE
XL RECORDINGS
İngiliz şarkıcı Adele, “19” ve “21”in ardından “kendisinin, geçip giden zamanın, tüm yaptıklarının
ve hiç yapamadıklarının telafisi” olarak adlandırdığı üçüncü stüdyo albümü “25”i dinleyicisinin
beğenisine sunuyor. 2009 yılında birden fazla dalda Grammy, aynı adlı film için seslendirdiği
“Skyfall” şarkısıyla da Oscar ödülüne layık görülen sanatçının albümü 11 parçadan meydana geliyor. Albümün çıkış parçası “Hello”nun klibinin yönetmenliğini Kanadalı genç yönetmen Xavier
Dolan üstleniyor.
90
NADİDE HAYAT
YÖNETMEN: ÇAĞAN IRMAK
SENARYO: ÇAĞAN IRMAK, ALİ DEMİRAL, EMRE ÖZDÜR, VOLKAN SÜMBÜL
OYUNCULAR: DEMET AKBAĞ, YETKİN DİKİNCİLER, SEVİL AKI,
EFECAN ŞENOLSUN, ÜMİT ERLİM
YAPIM: TÜRKİYE, 2015
TÜR: KOMEDİ
Eşinin ölümünün ardından yeni bir hayata başlamak isteyen Nadide (Demet Akbağ) ömrünün
ikinci baharında, gençliğinde yaptığı hataları tekrarlamamaya kararlıdır. Dikiş kursu, koro gibi
aktivitelerde aradığını bulamayan Nadide, öğrenci affından faydalanarak üniversite sıralarına
geri döner ve böylece gizemli bir kaptan (Yetkin Dikinciler) ve bir grup gençle mavi sulara doğru
bir maceraya atılmış olur. Bu serüven, toplum baskısına ve önyargısına rağmen hayalleri ile
hedeflerinin peşinden koşan Nadide’nin hayatını sorguladığı bir yolculuğa dönüşecektir.
Ânı yaşamanın önemine dikkat çeken filmin yönetmen koltuğunda “Mustafa Hakkında Herşey”, “Babam ve Oğlum”, “Dedemin İnsanları” ve son olarak “Unutursam Fısılda” filmlerinden
tanıdığımız Çağan Irmak oturuyor. Çekimleri Muğla’nın Dalyan ilçesinde gerçekleşen film, sualtı
sahneleriyle dikkat çekiyor.
DİREN! SUFFRAGETTE
YÖNETMEN: SARAH GAVRON
SENARYO: ABI MORGAN
OYUNCULAR: CAREY MULLIGAN, HELENA BONHAM CARTER,
MERYL STREEP, ANNE-MARIE DUFF
YAPIM: İNGİLTERE, 2015
TÜR: BİYOGRAFİ, DRAM, TARİH
19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında özellikle Büyük Britanya’da kadınların oy kullanma
hakkına sahip olmaları için mücadele veren aktivist gruplar, tarihte “Süfrajet” olarak adlandırılır. Orijinal adını bu gruptan alan “Diren!” (Sufragette), Kadınların Sosyal ve Politik Birliği’nin
(WSPU) kurucu üyesi Emmeline Pankhurst (Meryl Streep) önderliğinde açlık grevi, yürüyüşler,
pasif eylemler gibi protesto yöntemini benimseyen kadınların devletin sert müdahalelerine
karşı verdiği mücadeleyi konu ediniyor.
Parlamento üyelerinin izniyle Westminster Sarayı’nda çekilen ilk film olma özelliği taşıyan yapım, Oscar Ödüllü Meryl Streep, Carey Mulligan ve Helena Bonham Carter’ı bir araya getiriyor.
91
Hüseyin ÖZBAKIR
@OzbakirAKParti
AK Parti Zonguldak Milletvekili / İçişleri Komisyonu Üyesi
Sosyal medyayı aktif biçimde kullanan siyasetçilerimiz arasında
yer alıyorsunuz. Sosyal paylaşım sitelerini ne zamandır ve gün
içinde hangi sıklıkla kullanıyorsunuz?
Sosyal medya hesaplarımı uzun zamandır aktif olarak kullanmaktayım. Önceleri Facebook kullanımım yoğunluktayken son
zamanlarda daha ziyade Twitter hesabıma ağırlık veriyorum. Her
iki sosyal medya hesabımı da hemen hemen her gün düzenli olarak
takip ediyor ve paylaşımlarda bulunuyorum.
Sizce siyasetçilerin sosyal paylaşım sitelerini etkin ve doğru bir
şekilde kullanması ne bakımdan önemli?
Siyasetçinin etkileşimli iletişim kurabilmesi, kısa sürede geniş
kitleye hitap edebilmesi ve karşısındaki kişilerin tepkilerini daha
rahat ölçebilmesi sosyal medyayı güçlü bir politik araç haline getirmektedir. Vatandaşlar sosyal medyayı kullanarak görüşlerini
rahat ve kolay bir şekilde ifade edebilmekte, siyasetçilerin yazdıklarına veya paylaşımlarına yorum getirebilmekte, sorularına cevap
alabilmektedir. Sosyal medya, özellikle seçim dönemlerinde siyasetçilere kendilerini tanıtabilecekleri, fikirlerini paylaşabilecekleri,
amaçlarını ifade edebilecekleri, aynı zamanda seçmenin nabzını
ölçebilecekleri bir ortam sağlamaktadır.
Sosyal medyanın gündemi doğru takip etme açısından yararlı
olduğunu düşünüyor musunuz?
Geçmişten bugüne politikacılar daha kısa sürede daha çok kişiye
ulaşabilmek için çeşitli yöntemleri denediler. Teknolojik gelişmelere
paralel olarak günümüzde artık tüm dünyada politikacılar, bakan
ve başkanlar sosyal ağları aktif olarak kullanıyorlar. Bu sayede hem
daha çok kişi tarafından tanınıyor hem de kısa sürede milyonlarca
kişiye ulaşarak görüşlerini etkin bir şekilde aktarabiliyorlar. Sosyal
medya, gündemi takip etmek bakımından da fayda sağlıyor. An-
92
cak bunu yaparken bilgilerin doğruluğu ve güvenilirliğini kontrol
etmek gerekiyor.
Sosyal paylaşım ortamında ilginç anılarınız oldu mu?
Kilimli ilçemizden Müge isimli bir vatandaşımız Twitter üzerinden
bana ulaşarak Çamlık Mahallesi Çarpar Sokak’taki kanalizasyon
sorununu iletti ve bir milletvekili olarak konuya el atmamı rica
ettiğini belirtti. Danışmanıma konuyu araştırmasını söyledim.
CHP’li başkanın görevde olduğu belediye ile irtibata geçen danışmanım, kanalizasyon sorununu gidermek için yurt dışından pompa
beklendiği bilgisini aldı. Bunun üzerine Müge Hanım’ı arayarak
konuyu aktardım. Vatandaşımız kendisiyle belediyeden daha fazla
ilgilendiğimizi belirtti ve konuyu takip ettiğimiz için teşekkür etti.
SOSYAL MEDYA
GÜNLÜKLERİ
Faik Öztrak @faikoztrak
Kadim Durmaz @kadimdurmaz
Barışa, huzura her zamankinden daha
çok ihtiyacımız olan günlerden geçiyoruz.
Mevlid Kandili’ndeki duaların huzura vesile olmasını diliyorum.
Aydınlık bir Türkiye’de birlik ve beraberlik
içinde, kardeşçe yaşamak için her yeni gün
bir umuttur... Gününüz aydın olsun.
Nuri Okutan @NuriOkutanMHP
Şahin Tin @sahin_tin
Tahsin Tarhan @tahsintarhan
Vefatının 79. yıldönümünde İstiklal Marşımızın yazarı büyük şair Mehmet Akif
Ersoy’u saygı ve rahmetle anıyorum.
#Merkezefendi #Sevindik mahallemizde
kahvehanelerde vatandaşlarımızla selamlaştık ve hasbihal ettik.
CHP Kocaeli 35. Olağan İl Kongremizde
oyumuzu kullandık. “Şimdi hep birlikte
görevlerimizi yerine getirme zamanı...”
Ebubekir Gizligider @bekirgizligider
Metin Gündoğdu @metingunordu
Mevlüt Çavuşoğlu @MevlutCavusoglu
Soğuk sıcak fark etmez. NevşehirsporKayseri Şekerspor maçında takımımıza
tam destek.
Ordu’yu en iyi şekilde tanıtmak için çalıştık. Çekimlerin sonunda sunucumuz
Duygu Hanım ile yufka yaptık.
Antalya’da yaşayan Rus dostlarımızla,
Rus Sanat ve Kültür Derneği’nde bir araya
gelip sohbet ettik.
93
SOSYAL MEDYA
GÜNLÜKLERİ
Prof. Dr. Kamil Aydın @kamilaydinmhp
İlyas Şeker @ilyasseker41
Ülkesini, ilkesini ve değerlerini inkar
etmeden evrensel bilgi üretimiyle Nobel
Ödülü alan değerli Türk bilim adamı Aziz
Sancar’ı kutluyoruz.
“Giysilerini kendilerinin en önemli yanı
sayanlar genellikle giysilerinden daha
değerli olamazlar.”
William Hazlitt
Nurettin Demir @nurettin_demir
Ahmet Selim Yurdakul @ahmet__yurdakul
Ahmet Akın @ahmetakin
Ankara’ya gelişinin 96. yılında Atatürk’ü,
silah arkadaşlarını ve gazilerimizi saygı ve
minnetle anıyorum.
Vatandaşlarımızla ve teşkilatlarımızla bir
araya gelmek için Antalya yollarındayız.
Gece saat 03:11. An itibarıyla TBMM Genel
Kurulu’ndayız. Geçici Bütçe görüşmeleri
devam ediyor.
Hişyar Özsoy @hisyarozsoy
Hasip Kaplan @HasipKAPLAN
Gökcen Özdoğan Enç @gokcenenc07
Depremlerin ciddi olarak etkilediği köylerimizde zarar tespiti yapıyoruz.
Basımdan yeni çıktı.
Antalya’daki muhtarlarımızın aileleri ile katıldığı istişare ve eğitim kampında…
94
TÜRK
PARLAMENTERLER
BIRLIĞI
SAĞLIK PROTOKOLÜ IMZALANAN HASTANELERDEKI TBMM HATTI
GAZI ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: .............................................................................................................................................0312 202 44 91
HACETTEPE ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ............................................................................................................................0312 305 32 62-63
ANKARA ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ....................................................................................................................................0312 508 30 03
EGE ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ................................................................................................................................................0232 390 41 06
AKDENIZ ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ...................................................................................................................................0242 249 65 91
GAZIANTEP ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ............................................................................................................................0342 360 95 05
MEDIPOL ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ..................................................................................................................................0212 534 86 86,
0212 631 20 50/4029,
0212 440 10 00/1212
İSTANBUL ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: .................................................................................................................................0212 414 22 27
İSTANBUL ÜNIVERSITESI CERRAHPAŞA TIP FAKÜLTESI HASTANESI:...............................................................................................0212 414 34 54
KONYA SELÇUK ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ....................................................................................................................0332 224 49 70
KARADENIZ TEKNIK ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI:..........................................................................................................0462 377 54 22
KONYA NECMETTIN ERBAKAN ÜNIVERSITESI MERAM TIP FAKÜLTESI HASTANESI:.............................................................................0332 223 79 79
YILDIRIM BEYAZIT ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ..............................................................................................................0312 291 27 01
AFYON KOCATEPE ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ............................................................................................................0272 246 33 36
İSTANBUL BEZMIALEM ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI:...................................................................................................0212 453 18 58
MARMARA ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI (PENDIK DEVLET HASTANESI):...................................................................................0216 625 47 16
YÜZÜNCÜ YIL ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: .......................................................................................................................0432 216 05 16
SAĞLIK HATTI: SAĞLIK UYGULAMALARI, HASTANELER VE ANLAŞMALI ECZANELERE ILIŞKIN HER TÜRLÜ
BILGI IÇIN 0312 420 0 112 VE 0312 420 72 24 NUMARALI TELEFONU ARAYABILIRSINIZ.
TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI
TBMM Yeni Halkla İlişkiler Binası Zemin Kat No: 49-50 Bakanlıklar/ANKARA Tel: 0312 420 66 21 Fax: 0312 420 66 24
Türk Parlamenterler Birliği Ziraat Bankası TBMM Şubesi IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001
95
UNUTMAYACAĞIZ
Ekrem Pakdemirli
18, 19, 20 ve 21. Dönem Manisa Milletvekili; Maliye ve Gümrük, Ulaştırma, Devlet eski Bakanı; Başbakan eski Yardımcısı Ekrem
Pakdemirli 1939 İzmir doğumludur. ODTÜ Makine Mühendisliği’nde eğitim gören, aynı üniversitede yüksek lisansını tamamlayan, Londra Üniversitesi’nde DIC ve doktora yapan Pakdemirli akademisyenliğin yanı sıra Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşar
Yardımcılığı, 9 Eylül Üniversitesi Öğretim Üyeliği ve Rektör Yardımcılığı, Devlet Planlama Teşkilatı Teşvik ve Uygulama Dairesi
Başkanlığı, Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı, Başbakanlık Başdanışmanlığı ve Büyükelçilik görevlerinde bulundu.
Ekrem Pakdemirli’nin cen”cak 2016 tarihinde İzmir 9 Eylül Üniversitesi İlahiyat Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi.
Ahmet Torgay
13. Dönem Antalya Milletvekili Ahmet Torgay 1917 Kemer doğumludur. Ticaretle uğraşan Torgay, Antalya İl Genel Meclisi Üyeliği
görevinde bulundu.
Ahmet Torgay’ın cenazesi 29 Aralık 2015 günü İstanbul Şakirin Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi.
Ahmet Cemal Seymen
18. Dönem Nevşehir Milletvekili Ahmet Cemal Seymen 1945 Ürgüp doğumludur. Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi ve
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde eğitim gören Seymen serbest eczacılık, serbest avukatlık, Ankara Üniversitesi Talebe
Birliği 2. Başkanlığı, Ürgüp Belediye Meclis Üyeliği, Ürgüp Belediye Başkanlığı, Ürgüp Ticaret ve Sanayi Odası Başkanlığı, Sosyal
Demokrasi Partisi Kurucu Üyeliği görevlerinde bulundu.
Ahmet Cemal Seymen’in cenazesi 29 Aralık 2015 günü İstanbul Teşvikiye Camii’nde ikindi namazını müteakip kılınan cenaze
namazının ardından toprağa verildi.
Ahmet Demir Yüce
1968-1980 yılları arasında Cumhuriyet Senatosu Zonguldak Üyesi olan Ahmet Demir Yüce 1922 Kayseri doğumludur. Ankara
Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde eğitim gören Yüce; Etibank Ticaret Müdürlüğü Satış Servisi Eksperliği, Satış Şubesi Müdür
Yardımcılığı, Maden Hurdacılığı TAŞ Genel Müdürlüğü, Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu Ticaret Müşavirliği, Türkiye Kömür
İşletmeleri Fen ve Tetkik Heyeti Üyeliği, Genel Müdür Yardımcılığı ve Yönetim Kurulu Üyeliği görevlerinde bulundu.
Ahmet Demir Yüce için 25 Aralık 2015 tarihinde TBMM’de tören düzenlendi. Yüce’nin cenazesi Kocatepe Camii’nde cuma namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi.
96
Saim Bülend Ulusu
17. Dönem İstanbul Milletvekili, 44. Hükümet Başbakanı Saim Bülend Ulusu 1923 İstanbul doğumludur. Deniz Harp Okulu ve
Deniz Harp Akademisi’nde eğitim gören Ulusu; NATO Akdeniz Başkomutanlığı Karargah Subaylığı, Deniz Kuvvetleri Harekat
Başkanlığı ve Mayın Filosu Komutanlığı, Harp Filosu Komutanlığı, Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanlığı, Kuzey Deniz Saha Komutanlığı, Donanma Komutanlığı, Yüksek Askerî Şûra Üyeliği, Millî Savunma Bakanlığı Müsteşarlığı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı
görevlerinde bulundu.
Saim Bülend Ulusu’nun cenazesi 24 Aralık 2015’te İstanbul Teşvikiye Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi.
Aysel Uğural
16. Dönem İzmir Milletvekili Aysel Uğural 1935 Alaşehir doğumludur. Manisa Kız Enstitüsü’nde öğrenim gören Uğural bir süre
ticaretle uğraştı.
Aysel Uğural’ın cenazesi 13 Aralık 2015’te Alsancak Hocazade Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi.
Kemal Okyay
12, 14 ve 15. Dönem Kars Milletvekili Kemal Okyay 1924 Ardahan doğumludur. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde eğitim
gören Okyay muhasebecilik, Ardahan Ticaret ve Sanayi Odaları Yönetim Kurulu Başkanlığı, Okyaylar Kollektif Şirketi Müdürlüğü
görevlerinde bulundu.
Kemal Okyay’ın cenazesi 11 Aralık 2015 günü Maltepe Camii’nde cuma namazını müteakip kılınan cenaze namazının
ardından toprağa verildi.
Hilmi Güldoğan
12. Dönem Diyarbakır Milletvekili Hilmi Güldoğan 1921 Çüngüş doğumludur. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde eğitim gören Güldoğan Matematik Yardımcı Öğretmenliği, Adalet Bakanlığı Zatişleri Memurluğu, Başbakanlık Umûmî Murakabe Heyeti
Tetkik Memurluğu ve serbest avukatlık görevlerinde bulundu.
Hilmi Güldoğan’ın cenazesi 10 Aralık 2015 günü Karşıyaka Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının
ardından toprağa verildi.
97
UNUTMAYACAĞIZ
Kemal Ataman
14 ve 15. Dönem Ankara Milletvekili Kemal Ataman 1935 Tercan doğumludur. Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Halkla
İlişkiler ve Gazetecilik Yüksekokulu’nda eğitim gören Ataman, Ankara İl Genel Meclisi Üyeliği, Ankara Belediyesi Fen İşleri Sürveyanlığı ve 14. Dönem Millet Meclisi Başkanlık Divanı Kâtip Üyeliği görevlerinde bulundu.
Kemal Ataman için 9 Aralık 2015 tarihinde TBMM’de tören düzenlendi. Ataman’ın cenazesi Kocatepe Camii’nde öğle
namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi.
Tahsin Türkay
12 ve 13. Dönem Sivas Milletvekili, 1977-1980 yılları arasında Cumhuriyet Senatosu Sivas Üyesi Tahsin Türkay 1922 Sivas
doğumludur. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde eğitim gören Türkay serbest avukatlık ve Sivas Barosu Başkanlığı
görevlerinde bulundu.
Tahsin Türkay’ın cenazesi 2 Aralık 2015 günü Karşıyaka Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının
ardından toprağa verildi.
İhsan Toksarı
15 ve 16. Dönem İstanbul Milletvekili İhsan Toksarı 1934 Köyü doğumludur. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve İstanbul
Yüksek İslam Enstitüsü’nde eğitim gören Toksarı İstanbul Merkez Vaizliği, Diyanet İşleri Teftiş Kurulu Başkanlığı ve Trakya Bölge
Vaizliği görevlerinde bulundu.
İhsan Toksarı’nın cenazesi 2 Aralık 2015 günü İstanbul Fatih Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi.
ARALIK AYINDA ARAMIZDAN AYRILAN ARKADAŞLARIMIZ IÇIN CENAB-I ALLAH’TAN
RAHMET DILIYOR, KEDERLI AILELERI IÇIN KALPTEN DUYGULARLA SABR-I CEMÎL NIYAZ EDIYORUZ.
Download