Barış İçin Kadınlar | Yonca Güneş Yücel

advertisement
Yonca Güneş Yücel-Türkiye de vicdani redçi kadınların, vicdani red kavramı ve
anlamı ile olan
Açıklama: Vicdani red kavramının vicdan ve red ikili bakışında tanımlanan açıklaması, yaşamın
pratiğinde tanımını yeniden üretmektedir. Vicdan kavramın felsefi gerekçeli, öznel ve benlik
üzerinden tarifi ile red kavramının direnci, başkaldırısı kavrama ivme kazandırmıştır.
Kategori:
Eklenme Tarihi: 22 Aralık 2011
Geçerli Tarih: 19 Temmuz 2017, 03:22
Site: Barış İçin Kadınlar
URL: http://www.barisicinkadinlar.com/baris/yazar.asp/haber_detay.asp?haberID=233
Türkiye’de vicdani redçi kadınların, vicdani red kavramı ve anlamı ile olan
ilişkisi
sendika.org - Yonca Güneş Yücel
Vicdani red kavramının vicdan ve red ikili bakışında tanımlanan açıklaması, yaşamın pratiğinde
tanımını yeniden üretmektedir. Vicdan kavramın felsefi gerekçeli, öznel ve benlik üzerinden
tarifi ile red kavramının direnci, başkaldırısı kavrama ivme kazandırmıştır.
Vicdani red kavramının hukuki sınırlar içerisinden anlaşılma çabası çok sınırlı kalabileceği gibi,
silah kullanmayı, askerliği reddetmenin düşünsel gerekçelerini askeriye ve ordu düzleminde
düşünmekte çok sınırlı olacaktır. Militarist ideolojinin devlet ve sistem içi, dışı tüm örgütlenme
ve davranış modellerine sirayet eden normalleşme süreci ise en çok toplumsal cinsiyet temelli
oluşmaktadır. Vicdani reddi tartışırken, militarist ideolojiden ve onun nüvelerini içinde
barındıran cinsiyetçilikten bağımsız düşünemeyeceğizdir. Öyle ki Türkiye özelinde askerliğin
zorunlu olduğu ve erkek yurttaşın gerçekleştirdiği bir “görev”in erkek sosyalleşmesindeki rolü
ve erkekliğin inşasındaki militarizm, karşı cinsiyetçilikten de bağımsız değerlendirilemeyecektir.
Heteroseksüel, “sağlam” erkeğin vatan borcunu ödemesi ve ardından eve dönüş ile
tamamlanmayan militarist süreç üzerinde düşünmek gerekmektedir. Erkekliğin, vatandaş
kimliği ile siyasallaştığı, kadınların ise ikincil vatandaşlıkları ile dışlandıkları koca bir hayat
oluşmaya başlayacaktır.
Çalışmada vicdani red kavramının anlamının, sivil itaatsizlik ve anti militarizm kavramları ile
olan ilişkisini ele aldıktan sonra, kavramlar üzerinden kendilerini tanımlayan kimliklerin
yeniden üretildiğini, sınırlarının genişlediğini, sınırların saydam, geçirgen olduğunu ele alacağız.
Çalışmada militarist ideolojinin askeriye dışı alanlardaki nüfuzu sorunsallaştırılacaktır. Vicdani
reddin askerliği red eden erkekler üzerinden değil de, vicdani red eden kadınların militarizmle
olan ilişkisine dikkat çekilecektir. Askerlik, kadınların kapısına gerçekten dayanmıyor mu?
Militarizmin kapitalizm ve milliyetçilikle olan ilişkisinin kimlikler arasında yarattığı “konumlar
savaşı” nasıl bir hegemonya biçimini tanımlamaktadır? Kadınlık, militarizmle olan ilişkisini asker
annesi, karısı ya da teselli kızları olmanın dışında daha geniş bir kolektif kimlik olarak nasıl
oluşturmaktadır? Kadınların barış istemesi ile erkeklerin barış istemesi arasındaki “farkın”
toplumsal izdüşümü nasıl ifade edilebilir? Kadınlar hep savaşan erkekleri bekleyen, yaralarını
saran korumacılığı ile mi barışı ister? Peki, barışın, eylemselliğine soyunan başka bir dünya
şiarını bu minvalde üreten radikalizm nerede durmaktadır? Tüm bu soruların daha çok
sorgulamaların ışığında çalışmayı tamamlamayı umuyorum.
Vicdani red ne demek?
Vicdani red en yalın ifadesiyle kişinin ahlaki tercihi, dini inanç, felsefi görüş ya da politik
nedenlerle askeri eğitim ve hizmette bulunmayı, silah taşımayı ve kullanmayı
reddetmesidir.(1)
Vicdani redci sayısı kadar vicdani red tanımı vardır. En çok ileri sürülen iki büyük kanaat
kategorisine göre “öldürmek her koşulda yanlıştır (pasifist, red) diğerine göre ise zorun
kullanımı bazı durumlarda meşrudur. Ama başka bazı durumlarda değildir ve dolayısıyla bu
diğer durumlarda reddetmek bir gerekliliktir. (askerlik hizmetinin kısmi reddi) (2)
Vicdanı red bir itaatsizlik biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak ileri sürülen gerekçelerin
farklı olabilmesi öznel, bireysel niteliği çok daha ön plana çıkarmaktadır. Ahlaksal bir tercih ve
hak talebi ile silah kullanmayı istememe, savaşmaya karşı bir durum yaratmaktadır. Yine de
yaratılan bu durumun kolektif bir algı oluşturularak gerçekleştiğini düşünmek hatalı olacaktır.
Vicdani reddin büyük bir sistem eleştirisi vermeden alınan bireysel karar olabileceği gibi;
Nilgün Toker’in de ifade ettiği gibi bireyin vicdanı gereği otoriteye boyun eğmeme tavrı,
otoritenin kontrol gücünün dışında kalan alanlar yaratması açısından da değerli olmaktadır.(3)
Anti militarizmin, savaşmamanın birçok dilini geliştirmesi ile kimi pasifist mezheplerin
üyelerinin, vicdani redleri için dini, politik nedenler ileri sürenlerin dışında da farklı birçok
kimlik yerini almıştır.
Vicdani reddin ahlaki niteliğindeki direnç, bireysel, öznel yaklaşımların sonucu olarak
karşımızda durmaktadır. Sistem, devlet örgütlenmesi, askeriye tüm bir inşa sürecinin
sorgulanmasındaki ahlaki yaklaşım, politikleşmekten kendini ne kadar uzak tutabilecektir? Anti
militarizm ve savaş karşıtlığının “vicdani red beyanları” ile de görünür olması kavramın yeniden
kurulabileceğini ortaya koymaktadır. Toker, Türkiye’deki vicdani red eylemlerinin sivil
itaatsizlik formunda sunulduğunu ifade ederek ahlaksal değil politik bir eylem olduğunu
belirtmiştir. (4)
Vicdani red yaklaşımlarına politik olması ile ahlaksal olması arasındaki fark, anti militarizm
üzerinden belirmektedir. Anti militarist duruşun getirdiği itaat, disiplin, iktidar, hiyerarşi gibi
tüm tahakküm sisteminin reddi ve yerinden edilmesi, değiştirilmesi politik bir sorumluluğu
getirmektedir. Salt ahlaksal niteliğine vurgu yapılan vicdani red de bireyin, özne olarak “ortak
kabul ve iyiden” çıktığı kendi gerçekliğinin ve iyisinin sınırlarından sorumluluğu söz konusudur.
Sivil itaatsizliğin salt politik alana ait olduğunu söylememeliyiz. Politik alanda yer alan anti
militarist kimliklerin çoklu, katmanlı hali ve bunlar arasındaki mücadelenin de varlığı gözden
kaçırılmamalıdır. Ahlaki sorumluluğun yalnız, öznel bireyler için tek bir tekillikten
bahsedemeyeceğimize göre bireyleri tek bir evrensel ahlak çatısı altında da göremeyiz. Çünkü
tek bir evrensel de yok.
Anti militarizm neyin eleştirisi?
Militarizm tekniğin egemen olduğu, aklın araçsallaştırıldığı, insanların tek biçimli bir
aynılaştırmaya uğratıldığı dolayısıyla insanların eylemlerinin kendi yargılama/düşünme
yetileriyle değil, bir düzen mantığının kural koruyuculuğuyla belirlendiği bir yaşam biçiminin
düzenlenmesidir. Bu düzenleme şiddet, zor, baskı, manipülasyon ve tahakküm aracılığıyla
gerçekleşmektedir.(5) Askeriye/ ordu eleştirisi yapmak her koşulda anti militarist bir eleştiri mi
gerçekleştirmektir? Militarizmin görünen, görünmeyen; göze batan, içselleşmiş birçok boyutu
ile sistemin işlerliği devam etmektedir. Hatta eşitsiz, hiyerarşik ilişkilerin kimi zaman üstünde
yer almamızı sağlayan statü, değer, kıdem yadırganmamaktadır. Cinsiyetçi, ırkçı yaklaşımların
“normal” olduğuna kanaat getirerek kurulan gündelik ilişkiler de sürüp gitmektedir. Tanıl Bora,
askeriye/ordu eleştirisi terimini anti militarizmle canlı bir alışverişi bulunan, fakat mutlaka anti
militarizme bağlanması da gerekmeyen, daha “serin” bir kavram olarak kullanmaktadır.
Militarizmin birincil düzlemi, askeriyenin/ordunun emir-itaat, hiyerarşi-disiplin, rütbe ve ritüel
nizamına dayalı şiddet yüklü bir “siyaset idare” yöntemidir. Askeriye/ordu eleştirisi, bu
yöntemin ve onun yeniden ürettiği zihniyet kalıbının eleştirisidir. Eleştirinin bir başka düzlemi
ise askeriyenin, erkekliğin inşasını gerçekleştiren bir kurum oluşuyla ilgilidir. Askerliğin dili,
erkekliği yüceltir- kadınlığı kadınları horlamaktadır.(6) Bora’nın askeriye eleştirisini, anti
militarizmin geniş perspektifinden değil de kısmi bir ordu eleştirisinin, anti militarizm
kavramının içeriğinden belirgin farkı vardır. Anti militarizm, sadece ordu/askeriye sistematiğini
değil; örgütlenme, direniş ya da temsil gibi pratiklerin bir kez daha gözden geçirilmesi
gerekliliğine uyarıcılığı dikkati çekmektedir. Ertelenen, ikincil görülen, nesneleştirilen ya da
kültleştirilen, mitleştirilen her türlü yaklaşım üzerinde arkeolojik çalışma yapar. Derinleştikçe
ortaya çıkan gerçeklikle insanların, toplulukların ne kadar yüzleşebildiği önemli olmaktadır?
Vicdani red kavramı ile anti militarizmi yan yana getirdiğimiz düzlemle; anti militarizmle,
ordu/askeriye eleştirisini yan yana getirdiğimiz düzlem, kimi noktalarda çakışabilmektedir.
Bora’nın daha sonra ifade edeceği, piyasa dinamiğinin, özelleşmenin getireceği profesyonel
özel orduların, ulusal ordulardan farkını görmenin anlamı ancak şu olabilecektir: Yıkılan militer
tabunun yerine piyasa rasyonalitesinin bir alternatif tabu haline gelmesinden sakınmak
gereklidir. İkisi birbirinin alternatifi değildir. Neo liberal çağın ordu mitolojisinin, militarizmi
yeniden üretecek argümanları hali hazırda vardır. (7)
Vicdani reddin, ahlaki bir çerçevede sunduğu bireysel direniş alanına olumlu cevap veren
devlet ya da hukuk sistemlerinin olması bize neyi gösterir? Vicdani red hakkının kabulü ve
bireyin hayatında gerçekleşmesi ile son bulan bir savaşmama pratiği nasıl bir gerçeklik içinde
yer almaktadır? Ulrich Bröckling, Almanya örneğinde, yasallaşan vicdani reddin, dönemin
askeri yapılanma gereksinimleriyle gayet uyumlu olduğunun görüldüğünü belirtmektedir.
Devletin artık bütün genç erkeklere asker olarak gereksinimi kalmadığını, ordunun dışındaki
sivil hizmetleri karşılamaları alternatif olarak sunulmuştur. Temel bir hak olarak vicdani red,
ordu içindeki çarklardaki kum olabilecek olanları uzak tutan bir filtreleme işlevi görmüştür.(8)
Vicdani red hakkını tanıyan devletler, savaşmaya devam etmektedir. Devletin değişen
ihtiyaçlarına göre şekillenen, orduların daha makul ve verimli olması amaçlanarak oluşturulmuş
prensip kararlarından biri de vicdani red hakkının tanınması olabilir. Vicdani red, anti militarist
bir yaklaşımla değerlendirilmeye alındığında orduların değişen yapısı, ekonomisi ve kendisini
toplumsal yaşam içerisinde meşrulaştırma pratiklerinin tümünün reddi söz konusudur.
O şimdi asker ya sonra…
George L. Mosse kitabında Batı toplumlarında modern erkekliğin oluşumunu incelemiştir. İdeal
erkekliğin, Batı toplumlarında imparatorluktan ulus devlete geçiş sürecinde ulusal yeniden
doğumun simgesi ve aynı zamanda da modern devletin tanımının temel unsurlarından biri
olduğu üzerinde önemle durmaktadır. (9)
Devlet oluşumu, insanları belli bir cemaatin mensupları olarak temsil eden bütünleştirici bir
proje olduğu gibi, Foucault’nun da işaret ettiği gibi, insanları aynı ölçüde, gayet belirli ve özgül
yollarla da bireyselleştirmektedir. Devlet cemaati içinde yurttaş, seçmen, vergi mükellefi, jüri
üyesi, anne-baba, tüketici, ev sahibi-kısacası birey olarak kaydımız tutulmaktadır.(10)
Türkiye’de 1927’den beri bütün erkek yurttaşlar için zorunlu olan askerlik, bütünleştirici bir
projenin parçası olarak işletilmektedir. Asker erkeğin özneliğinden birçok kimlik inşası
oluşturulmaktadır. “Asker erkek”, “asker yurttaş” gibi erkek kimliğini belirleyen temel pratikler
sürekli yeniden üretilmektedir. Askerlik hizmeti aracılığıyla yaygınlaştırılan toplumsal cinsiyet
normları, devlet katında makbul görülen erkekliğin olduğu kadar; olması gereken kadınlığın da
sınırlarını belirler. Erkeklik kimliğinin inşasındaki sınırları belli, tartışılmaz normatif eğilim
pratikte birçok geçersizlikle karşılaşmaktadır. Erkekliğin sosyalizasyonundaki etkinliği oldukça
net olan kurumun askeriye olması, şiddetin kurumsal ve tekelleşmiş biçimini görünür
kılmaktadır. Asker olmanın, “ölmeye hazır olma” ve “öldürme eğitimi” olduğundan uzaklaşan;
“vatan borcu,” “asker ocağında pişme,” erkek olma gibi soyutlaşan kültürel beklentiler ileri
sürülmektedir. Tüm bu soyutlama ve yanılsamayı, şiddet yüklü bir mekanizmanın toplumsal
anlamdaki meşruluğunun karineleri olarak görebiliriz. İsrail üzerine çalışan bir feminist
araştırmacının ifade ettiği gibi, “gerçek askerler, onların kendilerine özgü hayatları ve somut
özellikleri, ancak meşruiyet sağlayan söylemlere yedirildiği ölçüde önemlidir.”(11)
Normatif erkekliğin inşasındaki çatlaklar örneğin savaş sonrası erkeklik pratiklerinde- yaşam
sevincini ortadan kaldıran, sakatlık, hesaplaşma, gerçeğe tanıklık gibi- görülebilmektedir. 1999
yılında Gazeteci Nadire Mater tarafından -daha sonra yayımı durdurulacak olan- Mehmed’in
Kitabı adlı bir eser yayımladı. Kitapta, Güneydoğu’da 1990’larda askerlik yapmış, sıcak
çatışmaya katılmış kırk iki gençle yapılan görüşmeler yer almaktadır.
Bölgede savaşmış birçok gencin ortak derdi, gündelik hayatta şiddete başvurma eğiliminin
artmış olması, içlerinde kabaran saldırganlığı bastırmakta çektikleri güçlük belirtilmiştir.
“Bazen kötü kötü rüyalar görüyorum. Bir gece karımın boğazını sıkmışım. Uyanıp kollarımı
tutmuş… Hiç kimse yardımcı olmuyor kendimi yalnız hissediyorum.” Askerlik sonrası bunalıma
girmiş uçak kaçırmış genç İhsan Akyüz’ün (Trabzon’da cezaevinde yatmış) annesi
“Güneydoğu’da ölen kurtuluyor diyor,” “Şimdi âşık olamıyorum” ifadeleri; “Oranın ortamı her
şeyi köreltiyor, hayatı köreltiyor. Önce sevgilim vardı. Artık sevgili istemiyorum. Yalnız kalmak,
yalnız yaşamak istiyorum.”(12)
Gerçek ve en zor savaşın insanın kendisiyle yaşadığı savaş olduğu yolundaki görüş, kitap
boyunca pek çok kişi tarafından birçok kez tekrarlanmaktadır. Pek çokları için, kendileriyle
verdikleriyle savaş, askerliklerini bitirip evlerine döndükten sonra da devam etmektedir.
Pınar Selek’in “Sürüne sürüne erkeklik” çalışmasında farklı yaş ve meslek grubundaki elli sekiz
kişi ile gerçekleştirilen derinlemesine görüşmede “tekil bir ataerkillik durumunun olmadığını
sürekli devinen siyasal süreçlerin ve iktidar ilişkilerinin yarattığı özgün toplumsal cinsiyet
hiyerarşilerinin olduğuna yer vermektedir.(13) Erilliğin, homojen bir erkeklik üzerinden
tartışılması, benzer şekilde normatif erkekliğin sınırlarının mutlaklığının kabulüdür. Oysa gerek
içinde bulunulan siyasal süreçler, iktidar ilişkileri gerekse askerin kendisi ile verdiği
mücadelenin sonucu katmanlı toplumsal cinsiyetle karşı karşıya olunduğunu göstermektedir.
Sepil Sancar’ında ifade ettiği gibi, eril şiddet, bunu uygulayan insanın cinsiyetinden çok
davranışın kendisine gönderme yapmaktadır. Sonuçları itibariyle yarattığı iktidar ilişkilerinin
dağıttığı statü, güç ve getiriler dikkati çekmektedir. Eril şiddetin statü, güç gibi getirilerinin
erkekler arasında paylaşımını devlet, piyasa-aile gibi “erkek egemenliğini” düzenleyen
kurumlar ile gerçekleştirmektedir. Erkek üstünlüğüne dayalı pratiklerin yarattığı getirilernamus,
bekâret, evlilik vs.- genel olarak erkekler ve kadınlar arasında hiyerarşik eşitsizlikleri
yapılandırmaktadır. (14)
Modern devlet, şiddete başvurma tekelini elinde tutarak şiddetin araçlarına sahip olur ve bu
araçlarla insanları denetlemektedir. Brökling, kadını dışarıda bırakan, şiddeti ve saldırganlığı
içselleştiren bu erkekler birlikteliği sadece askerlik döneminde değil, askerlik öncesi ve sonrası
da işler demektedir. Homojen “biz”in yaratılmasına yönelik bu süreci Foucault “büyük bir
zindan”, Weber “çelik gibi sert kabuk” olarak nitelemektedir.(15) “Biz” vurgusundaki şiddetin
ve kadını diğer, ikincil kılan eril örgütlenmelerin yapısal nedenlerini hep söylemiş olduk. Elias
Canetti Kitle ve İktidar adlı eserinde çok daha anlatısal bir şeye dikkati çekmektedir. Emir ve
sızının ilişkisinden söz etmektedir. “Emir, emir alanı emrin içeriğine uygun olarak eylemde
bulunmaya zorlar sızı da emre uyanın içinde kalır. Sızı saklıdır, orada olduğu sezilmez, varlığını
yalnızca emre uyulmadan önce açığa çıkan belli belirsiz gönülsüzlükle açığa vurur.”(16) Sızı,
insanın tüm psikolojik yapısında, kendisini yeniden üretene kadar değişmeden kalmakta ancak
emre uygun olarak değişmektedir. O zaman sızılardan sonsuza dek kurtulmak, emir
almamaktır. Karşıtına dönüşmeden –emir de vermeden- kurtulmaktır. Şiddete, emre, güce
dayalı eril değerlerin, kurumların, ilişkilerin eleştirisini ve dönüşümünü sağlamanın yolunu
açmak gereklidir.
Kadınlar neden savaş istemiyor?
Erkek egemenliğinin eleştirisi, modern ulus devlet ve kendisini ilişkilendirdiği tüm toplumsal,
politik kurum ve sosyalizasyonlar üzerinden ikinci kez düşünmemizi gerekli kılmaktadır.
Zorunlu askerlik ve vatandaşlık ilişkisi, kadının konumundaki ikincilliğe dikkati çekmektedir.
Sivil toplum, vatandaşlık, kamusal alan eril kavramlar olarak kadınların konumlarına, toplumsal
rollerine zemin oluşturmaktadır. Zorunlu askerlik yalnızca “yurdun müdafaasına” yönelik bir
uygulama değil, aynı zamanda erkeklerin ve kadınların devletle arasındaki vatandaşlık ilişkisini
de belirleyen bir uygulamadır.
Ulus devlet formu kadını annelik rolünden bağımsız düşünemezken; militarizmin bu tanıma
katkısı, kadınlara “oğullarını seve seve vatana feda edecek asker annesi” rolü biçmek
şeklindedir. Yuval-Davis’in de belirttiği gibi kadınların milletlerin yalnızca biyolojik, kültürel,
sembolik yeniden üretimindeki rollerine değil, vatandaşlık hakları ve yükümlülükleri yoluyla
milletin sivil oluşumundaki konumlarına da eleştirel bir gözle bakılmalıdır.(17) Kültürel ve
geleneksel olarak ordu milletinin anaları olarak kadınların biyolojik üreticiliğine yapılan
vurgunun, kamusal alan, siyasi katılım gibi alanlardaki ikincilliği, görmezden gelinmesi, anti
militarizmin geniş perspektifli direniş alanının gerekliliğini ortaya koymaktadır. Militarizm,
cinsiyetçilikle, ataerkilliğe, heteroseksizmle ve her türlü ayrımcılık biçimiyle milliyetçilikle iç içe
geçmiş ilişkisi farklı hiyerarşi ve tahakküm sistemlerini yeniden üretmektedir. Geleneksel
toplumsal cinsiyet algıları ile doğrudan ilişkili olan militarist algıların normalleşmiş ve
kanıksanmış tüm değer ve normları, kadınlar üzerinden oluşturulmaktadır. Tüm bu
“görünmez” inşanın açığa çıkartılması, ifşa edilmesi önem taşımaktadır. Aksi halde toplumsal
cinsiyet, militarist algılar çok daha yerleşik ve güçlü bir hal alacaktır.
Afsaneh Najmabadi’nin belirttiği gibi “modern uluslar çoğunlukla aile metaforlarıyla tahayyül
edilir. Ulusal cemaatin, bir erkek kardeşler birliği olarak inşa edilmesi, milliyetçilik ruhunun
yaratılmasında erkek bağlarının merkeziliğine ve kadınların toplumsal sözleşmeden
dışlanmasına işaret etmektedir.”(18) L.Marshall’ında ifade ettiği gibi, ataerkil devrin
başlangıcından beri kadınlar savaşın ganimetleri olarak düşünülmüştür, üstü örtük “ikincil
zarar”-tecavüz- ifadesinin altında görünmezleştirilmişlerdir. Modern erkek egemen düzende
kadınların vatandaşlığa “birey” olarak değil, kadın olarak dâhil edilmeleri vatandaşlığın eşit
oluşturulmadığı gibi kadınların farklılıklarının da yok sayıldığı katmanlı bir eşitsizlik söz
konusudur. Öyle ise, bu kadar yok sayılan, ikincil kılınan kadınların sistemin işlerliğine engel
olmaları halinde işleyişin sekteye uğramaması için ne yapılmaktadır? Meltem Ahıska’nın
ifadesiyle “milliyetçilik söylemi anneliğe yatırım yapar, ‘milletin anaları’ kutsal sayılır, baş tacı
edilir.(19) Kutsallık, el değmemişlik, temizlik gibi metaforlarla
“iffetli” kadın olmaları, erkeklerin/ulusun “namusunu kirletmemeleri” gerekliliği ileri
sürülmektedir. Kadın bir yönüyle doğurduğu çocuk, beklediği eş üzerinden sistemi
desteklemekle yükümlü kılınacaktır.
Cynthia Enloe’ya göre, “askeriye bu askerlerin annelerinin, en azından pasif işbirliğini
sağlamalı ve kendi tarafına çekmelidir. Annelerin ve anneliğin militarizasyonu, ordunun,
erkekleri devletin ordularına yazılmaya ikna etmeleri için önemlidir.(20) “Normatif kadınlık”
koşullarını sağlamıyor, anne değillerse üstelik askerliğe eleştiri getiriyorlarsa “milletin anaları”
olanların kutsallığı yeniden vurgulanacaktır. Örneğin, Bülent Ersoy hakkında “halkı askerlikten
soğuttuğu” gerekçesiyle açılan davanın temyizinde savcının itiraz gerekçesinde biyolojik
cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve askerlik ilişkisi ortaya çıkmaktadır. Gazetenin son derece çarpıcı
haber başlığı “Rahmin kadar konuş”tur. Ersoy’un çocuk doğurma yeteneğinin olmaması,
biyolojik anne olamayacağı ve tam da Aydınlanma düşüncesi ürünü olan beden-ruh
bütünlüğüne atfen bedenin ruhun doğrudan yansıması olduğu fikrini anımsatmaktadır. Öyle
ise rahmin yok iyi niyetin de yoktur! (21)
Modern toplumsal düzenin eril yapısı içinde, anti militarist bakış açısının dünyaya ilişkin sahip
olduğu değer, farkındalık ve bilinç nasıl işlemektedir? Anti militarizmin gerek mücadele araçları
gerekse politik ve ahlaksal sorumluluğu homojen bir tanıma izin vermemektedir.
Hâkim olan cinsiyetlendirilmiş, homofobik ve askerileştirilmiş vatandaşlık kurgusunda kadının
itaatkârlığını, fedakârlığını, kutsallığını, iffetliliğini tanımlarken işaret edilen en büyük kültürel
gerçeklik kadının politik etkinliğinin kontrollü olmasıdır. Selek’in de ifade ettiği gibi savaş
kararlarında kadınların özneliği diye bir şey yok iken; barış imkânlarında öne çıkarlar ve
savaşın “kurbanları” olarak anılırlar. Savaşın toplumsal etkisinin yaralarını saran ve teselli
veren olarak rol alırlar. Oysa kadının barıştan yana olma talebi neden şöyle değerlendirilmez,
kadınlar barış sürecine katılımı, onların “sevecen ve pasif yapılarının doğal bir sonucu değil”,
politik bir seçimdir.(22) Kadınların duyarlılıklarının, düalizmin emrine verilen algılamada
“duygusal” kadınlık hallerine dayandırılması ile rasyonel dünyanın aklı temsil eden erillik,
“duyarsızlığın politikleştirilmesi” sürecinde aktif olarak rol almaktadır. Kadınların korkan,
savunmaya muhtaç acziyetinin kendiliğinden barışı isteyeceğine getirilen kanaat, yukarıda
bahsettiğim gibi “duyarsızlığın politikleştiği” algının getirisidir.
Zeynep Direk, savaşın nasıl bir duygu olduğunun feministler tarafından ele alınmadığını
belirtmektedir. “Vatan aşkının” eril kurumsal mekanizmalar ya da sosyalizasyonların içindeki
motivasyona dair bir tartışma yürütmektedir. “Savaşan bir ordu, anneden, sevgiliden,
kadınlardan yalıtılmış erkeklerin arzularının yüceltilerek vatan aşkına dönüştürülmesiyle
bütünlüğünü korur. Karşı cinse duyulan aşkın gerçekliği yadsınmış arzu, homoerotik bir
yoğunluk kazanarak aynı ideal nesneye yöneltilmiştir. Bu bir nesne değildir aslında bizim
olması gereken ya da olan dişil yerdir. Onunla birleşmek onu kanla sulamaktır. Bu ideal dişinin
karşısında kandan ve etten çocukların ve kadınların hükmü yoktur, asker veya sivil ayrımı
gözetilmez artık. Tekil bir erkek yoktur, savaş bütün erkeklerin arzusunu kutsal bir toprağın
esiri ederek onları aynılaştırır.”(23) Esaretliği kadından erkeğe taşıyan Direk, arzunun
heteroseksüel idealinin, savaş halinde homo erotizmle dönüşümünü ve o esnada kendinden
başlayarak kadın, çocuk, sivil gibi tüm özneliğin, öznelerin yitimi ile normatif tanımlamaları da
yerinden etmektedir.
Militarist kurumlar, devlet, erkeklik standartının inşacıları olarak kadınları tanımlamaktadır.
Aynı zamanda erkeklik motivasyonlarının hepsini dişil alanlarla, cinsiyetçi söylemlerle
bezemektedir. Savaş teknolojisinin geliştiği, profesyonel ordulara geçildiği bu çağda, savaş
hizmetinden kaçınmanın tek başına anti militarist bir duruş oluşturmayacağı da gerçektir.(24)
1990’ların başından beri kadınlar vicdani red hareketinin içinde son derece aktifler ancak
askerliğin erkeklere zorunlu olmasından dolayı yakın zamana kadar vicdani red ancak
erkeklerin alabileceği bir tavır olarak algılanıyordu. Kadınlar ancak onların “destekçileri”
olabiliyorlardı. 2004’den itibaren anti militarist kadınlar “vicdani red” tanımını genişleterek
kendilerini “redci” ilan etmektedirler.(25)
Militarizm, ordu/askeriye eleştirisinin Türkiye için kapsamlı sorgulamasının ilk işaretlerinin
1990’lı yılların olması, farklı siyasal dinamiklerle ilişkilenen bir süreci de dikkate almamızı
gerekli kılmaktadır. Altınay’a göre, 1984'de başlayan ve 1990’ların başında şiddetlenen iç savaş
deneyimi- Kürt sorunu üzerinden- zorunlu askerliğin dolaylı olarak sorgulanmasına ve asker
kaçaklarının artmasına neden olmuştur. Daha sonra Vedat Zencir ve Tayfun Gönül isimli iki
gencin 1990 yılında Sokak dergisi ve Güneş gazetesinde yer alan açıklamaları ile birlikte
Türkiye “vicdani red” kavramı ile tanışmıştır. Vicdani red merkezli örgütlenmeler (İzmir Savaş
Karşıtları Derneği) ardından siyasi faaliyet, askeri ceza evinde hapis yatan vicdani retçiler için
yürütülen kampanyalar etkili olmuştur. Kronolojik anlamda da önceliği alan politik bir çıkış var
ki; 1980’lerin ortasından itibaren Türkiye siyasetine yeni açılımlar getiren ve kadınlardan
beklenen “er-karı” ve “kutsal anne” konumlarının sorgulanması yolunda etkin adımlar atan
feminist hareketten söz etmek mümkündür. Bu üç siyasal dinamiğin bir araya gelmesi ile
2000’li yıllarda erkek vicdani retçilerin sayısının arttığını ve kadın vicdani retçilerin ortaya
çıktığı görülmektedir. (26)
Kadın vicdani redci Ferda Ülker; “görece olarak ordu ile ilişkilerinin olmaması, kadınların
ordudan muaf oldukları, vicdani reddin kadınların da meselesi olmadığı sonucunu
doğurmamalı… Ordu beni potansiyel olarak gereksindiği askerlerin annesi, eşi savaşların cephe
gerisi gücü, hemşiresi, fahişesi, mermisinin taşıyıcısı olarak konumlandırmış durumda…
Benimle ilgili bunca tasarımı olan bir kurumun karşısında vicdani reddi yalnızca ‘askere
gitmemek, eline silah almamak’ şeklinde düşünmeye çalıştığım her defasında kendimi, ‘bu işte
bir eksiklik var’ duygusunda buldum” (27)
Kadınlar vicdani red ederek, zorunlu askerliğin fiili bir parçası olmamakla birlikte militarist
yapılanmanın, cinsiyetçiliğinin, ayrımcılığının tüm yönlerine muhatap olmaktadır. Kadın vicdani
reddi, anti militarizm mücadelesi ile birlikte anlaşılmalıdır. Kadın vicdani reddin “militarizme ve
onun bütün yüzlerine karşı duruş” olarak anlaşılması gerektiği, militarist yapılanmada
kadınların fail veya mağdur, özne veya nesne olarak çok çeşitli roller oynadıkları ve vicdani
reddin bu rollerin hepsinin reddi anlamına geldiği ve anti militarizmin her türlü militarizm ve
şiddetin karşısında durmak olduğu bilinmelidir.(28) Kadın vicdani red, militarizmin görünür,
görünmez tüm yönlerini ortaya koymakla militarizmin kurgusundaki tüm alanları
sorunsallaştırabilmiştir. Sorunsal olarak belirlenen alanların –sosyal, kültürel, siyasal- militarist
eğilim ve yaklaşımlardan nasıl arındırılacağı başka bir sorunsal olarak da gerçekliğini
korumaktadır.
Vicdani redci kadınlar: “ Komşu kızları zapteylenmiyor”
Enloe, bir barış hareketinde etkin olan kadınların, militarizmi sorunsal olarak kendi gündemine
almayan kadınları, militarize erkeklik standartlarını destekleyen kadınları ciddiye
almadıklarında asıl sorunu gözden kaçırdıklarını ifade etmektedir. Barış mücadelesinde
toplumlarımızda ve toplumsal hareketlerimizde demokrasiyi geliştirmeye kadınlar olarak ne
kadar adanmış olursak olalım; bu gerçeklikten uzak, dar ve erilleştirilmiş siyaset tanımını
benimsersek, kadınları dışarıda bırakan ve marjinalize eden bir şekilde hareket etmiş ve
demokrasinin önüne engel koyulmuş olacaktır.(29) Kadınlar gerek kendi örgütlenmeleri
içerisinde gerekse zorunlu askerliğe erkeklerle birlikte hayır diyen barışçı, anti militarist
örgütlenmelerde tüm ayrıcalıklı, eşitsiz prensip ve davranışlardan uzak olmalılardır. Anti
militarist tavrın, cinsiyetçiliğin anlamı ve içeriğini sorgulamada karşı politik bir direnme alanı
yaratırken, militarizmi tersten üretebilecek koşulların önüne geçilmelidir.
Joan Scott’a göre toplumların, toplumsal cinsiyeti temsil etme biçimleri, toplumsal ilişkilerin
kurallarını ortaya koyabilmek ya da deneyimin anlamını inşa edebilmek için toplumsal cinsiyeti
kullanış biçimleridir. Anlam yoksa deneyim yoktur, anlamlandırma süreçleri yoksa anlam da
yoktur.(30) Toplumsal cinsiyetin kullanılış biçimlerini anlamlandırmak, deneyimlemek
militarizmin gizli, açık tüm ilişkilenme biçimlerini ortaya çıkartacaktır. Sabit bir toplumsal
cinsiyet eşitsizliği üzerinden değil, devletin, sistemin ihtiyaçlarına göre değişen toplumsal
cinsiyet eşitsizliği çeşitlemelerini görebilmek önem taşımaktadır.
Militurizm festivallerini hem Türkiye’deki hem de dünyadaki anti militarist eylemlerden ayıran
önemli bir özellik, kadınlı erkekli karışık bir grup tarafından militarizm, cinsiyetçilik, karşı
cinsiyetçilik arasından kurulan bağlantılara yapılan vurgudur. Her festivalin ortak broşüründe
“red kavramı ile arasında bir ilişki olmadığı düşünülen ve ordu tarafından zaten istenmeyen
kadın, eşcinsel, sakat, hasta ya da “askerliği bittiği” için terhis olmuş birey arasındaki ilişki
vurgulanmak istenmektedir.” (31)
Vicdani reddi erkekliğe ayrıcalık veren biçiminden ayrılması gerekliliğine yönelik girişim önem
taşımaktadır. Scott, Carol Gilligan’a kadınlar ile erkekleri evrensel, kendini yeniden üreten ve
her zaman aynı şekilde sabitlenmiş ikili bir karşıtlık olarak tanımlamasının ne kadar tarih dışı
olduğunu belirterek eleştiri getirmektedir.(32) Zorunlu askerlik hizmetinin meşrulaştırılmasının
kökeninde yatan kaynak olan militarizm, erkekliğe ayrıcalık tanıyor ve toplumun patriyarkal
düzenini sosyal, ekonomik yaşamda sürdürmektedir. Bu yüzden vicdani ret hareketindeki
aktivistlerin erkekliğe ayrıcalık tanımaları, patriyarkayı normalleştirmeyi mümkün kılan
militarizmin kültürel dayanaklarına meydan okumak yerine pekiştirme riski ile karşı karşıya
kalmalarına neden olacaktır. (33)
Enloe, red hareketi (ve genel olarak şiddetten arınmış hareket için) şiddetin bütün biçimlerini
(doğrudan fiziksel şiddeti yapısal şiddet ve kültürel şiddet ) hedef alan şiddetten arınmış
eylemler geliştirmenin önemi üzerinde durmaktadır. Aksi halde “militarizasyonu geriletmeye
yönelik biteviye başarısız bir kampanya”ya kalkışmaya mahkûm olunacaktır. (34)
Kadın vicdani redcilerden İnci Ağlagül “Şu ana değin çoğunlukla çeşitli karma gruplarla çalışan
bir anti militarist kadın olarak görüyorum ki; anti militarist gruplarda dâhil muhalif kesimin
hemen hepsinde, kiminde bilinçli bir politika şeklinde kimindiyse farkındalığı ve üzerine
düşünüp tartışmayı az becermiş olmaktan dolayı bir cinsiyetçilik var.”(35) İfadesi ile benzer bir
beyanı Alman bir anti militarist Uli Wohland, 1989’da şöyle yazmıştır:
“Barış çalışmaları ve anti militarist çalışma, inisiyatifler ve direniş eylemleri esaslı olarak elden
geçirilmedikçe, hepimiz erkekliğin şovenist ve savaşçıl manisini desteklemekten
kurtulamıyoruz.” (36)
Cinsel kimlik meseleleri red hareketi içinde bir sorun oluşturabiliyor. Çoğu ülkedeki red
hareketleri ağırlıkla erkeklerden oluşuyor. İsrail’de dahi zorunlu askerliğe kadınların da dâhil
olduğu ülkede İsrailli Shministim Hareketi’nin bir üyesi olan Shani Werner sorunu şu şekilde
ifade etmektedir:
“O kadar karşı çıktığımız ‘askerin cepheden dönüşünü bekleyen ve üniformasını ütüleyen “iyi
kadın” imajını değiştiremedik. Aynasını yarattık cezaevinden hızla salıverileceğini umduğu
erkek redçiyi bekleyen ve bu arada askeri cezaevinin karşısındaki –ve sıklıkla gösteri
yaptığımız-tepeden ona destek sloganları atan kadın.”(37)
Stuart Hall’ün de belirttiği gibi kimliğin toplumsal olarak algılanma biçiminde eril ve dişil
tanımlamanın, kodlamanın çok hâkim olması ile en demokratik, özgürlükçü olması gereken
toplulukla dahi cinsiyet merkezli kodlamalarla karşılaşılabilmektedir. Ancak yine Hall’ün
belirttiği kimliğin sahibi ile kimliğin kavramsal olarak tanımlanma biçimi arasındaki mesafeye
çektiği dikkat önemlidir. Tarihte özne, sürekli olduğu müddetçe kimlik de durağan
olmayacaktır.(38) Sahiplendiğimiz kimliğin anti militarist, cinsiyetçi olmayan her türlü
ayrımcılığa karşı duran kavramsal açılımı, örgütlenmede ya da pratiğinde tersi zaaflar
barındırıyorsa her defasında yeniden yüzleşilen, onarılan bir sürecin işlemesi gerekmektedir.
Kavramların sınırlarının tanıdığı güvence ile barış ya da kadın mücadelesi verilemeyecektir.
(devamı için tıklayınız...)
DİPNOTLAR
1 Esra Gedik, “Türkiye’de militarizmin üç kadın(lık) hali,” Birikim, S. 240, s. 65.
2 Andreas Speck, “Dünyada çağdaş red ve red hareketlerinin ana hatları: Savaş karşıtı uluslar
arası hareket içinde red,” Birikim, S. 207, ss. 42–55.
3 Nilgün Toker, “Anti militarizm sorumluluktur,” Birikim, S. 207, s. 30.
4 Nilgün Toker, “Vicdani red, sivil itaatsizlik ve anti militarizm,” haz. Özgür Heval Çınar ve
Coşkun Üsterci, Çarklardaki Kum, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 79.
5 Nilgün Toker, “Anti militarizm sorumluluktur,” Birikim, S. 207, s 29.
6 Tanıl Bora, “Anti militarizm, ordu/askeriye eleştirisi ve orduların demokratik gözetimi,”
Birikim, S. 207, s. 23
7 Bora, a.g.e., s. 24.
8 Ulrich Bröckling,, (2008) “Çarklardaki kum? 21.Yüzyılın başında vicdani red,” haz. Özgür
Heval Çınar ve Coşkun Üsterci, Çarklardaki Kum, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 74.
9 George L. Mosse, The Image of Man: The Creation of Modern Masculinity, 1998; akt.,
Nurseli Yeşim Sümbüloğlu, “Normatif erkekliğin kurucusu olarak askerlik,” Birikim, S. 240, s.
60. .
10 Corrigon P.R.D. ve D. Sayer (1985) The Great Arch: English State Formation as Cultural
Revolution. Oxford, New York: Basil Blackwell. s. 4–5; akt., Ayşe Gül Altınay, “Mehmedler,
askerlik ve savaş,” Birikim, S. 127, s. 97.
11 Kathy E. Ferguson (1995) Kibutz Journal:Reflection on Gender, Race and Militarism in
Israel.Pasadena, California:Trilogy Boks; akt. Ayşe Gül Altınay, “Mehmedler, askerlik ve
savaş,” Birikim, S. 127, s. 90.
12 Ayşe Gül Altınay , “Mehmedler, askerlik ve savaş,” Birikim, S. 127, s. 92.
13 Nurseli Yeşim Sümbüloğlu, “Normatif erkekliğin kurucusu olarak askerlik,” Birikim, S. 240,
s. 59.
14 Serpil Sancar, (2008) “Vicdani red ve eril şiddet,” haz. Özgür Heval Çınar ve Coşkun
Üsterci, Çarklardaki Kum, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 137.
15 Ümit Kardaş, “Modern devlet, ordu ve vicdani red itirazı,” Birikim, S. 207, s. 36.
16 Melek Göregenli, “Sızı’dan sonsuza kadar kurtulmak,” Birikim, S. 207, s. 35.
17 Nurseli Yeşim Sümbüloğlu, “Normatif erkekliğin kurucusu olarak askerlik,” Birikim, S. 240,
s. 66.
18 Esra Gedik ,“Kadınlık ve Vicdani Red Üzerine,” Amargi, S.2, Güz 2006, s. 38.
19 Ayşe Gül Altınay (2008) “Künye bellemeyen Kezbanlar: Kadın redçiler neyi reddediyorlar?, ”
haz. Özgür Heval Çınar ve Coşkun Üsterci, Çarklardaki Kum, İstanbul: İletişim Yayınları, s.
118.
20 Esra Gedik, “Türkiye’de militarizmin üç kadın(lık) hali,” Birikim, S. 240, s. 68.
21 Nurseli Yeşim Sümbüloğlu, “Normatif erkekliğin kurucusu olarak askerlik,” Birikim, S. 240,
s. 61. 7 Şubat 2009, “Rahmin kadar konuş” Taraf Gazetesi
22 Pınar selek “Barış için feminizme ihtiyaç var” savaş karşıtları.org Akt.Esra Gedik,
“Türkiye’de militarizmin üç kadın(lık) hali,” Birikim, S. 240, s. 66.
23 Zeynep Direk, “İmkânsızdan da imkânsız,” Amargi, S.2, Güz 2006, s. 24
24 Ümit Kardaş, “Modern devlet, ordu ve vicdani red itirazı,” Birikim, S. 207, s. 41.
25 Ayşe Gül Altınay, “Militarizm’den Milligösteri’ye Türkiye’de anti-militarizmin yeni
yüzleri,”Birikim, S. 207, s. 59.
26 Altınay (2008) “Künye bellemeyen Kezbanlar: Kadın redçiler neyi reddediyorlar?, ” haz.
Özgür Heval Çınar ve Coşkun Üsterci, Çarklardaki Kum, İstanbul: İletişim Yayınları, s.125.
27 Altınay, a.g.e., s. 126.
28 Altınay, a.g.e., s. 130
29 Cynthia Enloe (2008) “Kadınlar askeri vicdani reddin neresinde? Bazı feminist ipuçları,”
haz. Özgür Heval Çınar ve Coşkun Üsterci, Çarklardaki Kum, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 110
(Okinawa’da otonom kadın barış hareketi, 1980’lerdeki Greenham Commomns Women’s
Peace Camp; eş zamanlı olarak New York eyaletinde düzenlenen Women’s Seneca Peace
Camp; 1990’larda Belgrad, Kudüs, Hayfa, Tokyo, Londra’daki Women In Black (Siyahlı
Kadınlar gibi)
30 Joan W. Scott, (2007) Toplumsal Cinsiyet: Faydalı Bir Tarihsel Analiz Kategorisi, İstanbul:
Agora Kitaplığı, s. 27.
31 Ayşe Gül Altınay, “Militarizm’den Milligösteri’ye Türkiye’de anti-militarizmin yeni
yüzleri,”Birikim, S. 207, s. 58.
32 Joan W. Scott (2007), Toplumsal Cinsiyet: Faydalı Bir Tarihsel Analiz Kategorisi, İstanbul:
Agora Kitaplığı, s. 33.
33 Cynthia Enloe, “Kadınlar askeri vicdani reddin neresinde? Bazı feminist ipuçları,” haz.
Özgür Heval Çınar ve Coşkun Üsterci, Çarklardaki Kum, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 111.
34 Andreas Speck, “Dünyada çağdaş red ve red hareketlerinin ana hatları: Savaş karşıtı uluslar
arası hareket içinde red,” Birikim, S. 207, s. 53.
35 İnci Ağlagül, “İktidar kardeşliği: Militarizm ve cinsiyetçilik,” Amargi, S.2, Güz 2006, s. 35
36 Andreas Speck, “Dünyada çağdaş red ve red hareketlerinin ana hatları: Savaş karşıtı uluslar
arası hareket içinde red,” Birikim, S. 207, s. 52.
37 Speck, a.g.m., s. 53.
38 Bkz. Stuart Hall (1998) “Yerel ve Küresel: Küreselleşme ve Etniklik,” Kültür, Küreselleşme
ve Dünya Sistemi, Antony D.King (der.) ss. 39–61 ve “Eski ve Yeni Kimlikler, Eski ve Yeni
Etnikler” ss. 63–96.
Download