Sanatın Dili Nasıl Bir Dünya Resmeder

advertisement
[Sanatın Dili Nasıl Bir Dünyayı Resmeder? Hakan Poyraz]
SANATIN DİLİ NASIL BİR DÜNYAYI RESMEDER?
Prof. Dr. Hakan Poyraz
ÖZET
İletişim ortamında varolan her dil bir şeyi temsil eder. Temsil edilenin
neliği, dilin türünü belirler. Buna göre günlük dilden, bilim dilinden, felsefe ve
sanat dilinden söz edebiliriz. Bu manada her konu, zaman içinde kendi dilini,
bu dilin yapısal özellik ve sınırlarını yaratır. Buna göre sanatın konusu
sanatsal yaratmadır ve sanatın dili bu yaratmanın sınırları hakkındadır.
Sanatın dili, bu öznel yaratım dünyasını resmeder.
Anahtar Sözcükler:
Dil, Mantıksal Resim, Sanat Dili, Duygu Dünyası, Yaratma
SUMMARY
Each language in the context of communication symbolizes something.
The what of what is symbolized determines the type of language. Therefore,
one can speak of ordinary language, the language of science, the language of
philosophy, and language of art. In this respect, each subject constructs its
own language, the structural qualities and limitations of that language. The
subject of art, then, is artistic construction and the language of art is about
the limitations of that construction. The language of art depicts this
subjective world of construction.
Key Words:
Language, Logical Picture, Language of Art, the World of Feelings,
Construction
Sakarya Üniversitesi, Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi.
[Beytulhikme An International Journal of Philosophy, June 2011, V. 1]
[Sanatın Dili Nasıl Bir Dünyayı Resmeder? Hakan Poyraz]
Sanatın dili ve konusu hakkındaki bu yazıya sanatın dilini diğer bilgi
etkinliklerindeki dillerle karşılaştırarak başlamayı deneyeceğim.
Yazıda dil, bir konu/nesneyi, yani dünyayı resmeden bir araç olarak anılmaktadır.
Dilin bir nesneyi nasıl resmettiğine ilişkin Platoncu ya da Wittgensteincı öğretilere
değinmeden, burada yalnızca bir temsil ilişkisinden söz edilmek istediğini belirtmekle
yetinelim. İster doğal diller ister yapay diller olsun; ister bilim, ister felsefe dili olsun,
ister görsel isterse sesler dayalı sözel bir dil olsun, iletişim ortamında varolan her dil bir
şeyi temsil eder. Burada temsil edilenin neliği, dilin türünü de belirler.
Bilindiği üzere en sık kullanılan dil günlük dildir. Felsefeci de, sanatçı da, bilim
adamı da günlük yaşamını sürdürürken bu dili kullanır. Günlük dil dünyayı bir biçimde
resmeden bir araçtır. Burada “bir biçimde” derken günlük dilin en yaygın iletişim aracı
olmasına rağmen, yalnızca tikeller (tikel durumlar, nitelikler vb.) hakkında konuşmaya
yaradığının altı çizilmelidir. Ancak tikeller hakkında konuşmak için tikellerden daha
fazlasına ihtiyaç vardır. Kavramlar, yani tümeller… “Bu masada dört kitap var” önermesi
“bu masa” diye gösterilen tikel hakkındadır ama “masa”, “dört”, kitap” gibi kavramlar
olmaksızın dile getirilemez. Günlük dil kuşkusuz tikeller dünyasını resmeder. Ancak
resmi yaparken kaçınılmaz olarak kullandığı aygıtların başında tikel nesne adları olduğu
kadar tümellerin adları da bulunmaktadır. Her yargı verme bir tümeli gerektirir.
Tümeller olmadan yargıda bulunulamaz. Ancak günlük dil içine doğan, bu dil içinde
yaşayıp giden bireyler, sorulduğunda genellikle tikeller hakkında konuştuklarını
söylerler; tikeller hakkında konuşabilmek için tümelleri de konu edinmeleri gerektiğini
fark edemeyebilirler. Bu duruma dikkat çekenler daha çok felsefecilerdir.
Bilimin konusu, bilindiği üzere tikel nesnelerin kendisi değildir. Bu nesneler
arasındaki bağıntılar, ilişkiler, yasa ve düzenliliklerdir. Günlük dilde tikeller hakkında
konuşulurken, bilim dilinde yasa, nedensel ilişki, bağıntı, düzenlilik gibi belirli türden
tümeller konu edinilmektedir. Bilimin resmini çizmeye çalıştığı dünya, işte bu türden
soyut varlıkların dünyasıdır. Hakkında yargı vermeye uğraştığı dünya, tümüyle soyut
varlıklar alandır. Matematik gibi formel bilimlerde de durum hemen hemen aynıdır. Bu
soyut varlıklar ise bilindiği üzere zaman ve mekân koordinatlarıyla sınırlanmış fiziksel
gerçekliğin içinde yer almazlar. Fiziksel gerçekliğin ardında olduğunu düşünebileceğimiz
bu türden kavramsal varlıkların bilgimize konu edilmeye başlanması arayışı elbette yeni
[Beytulhikme An International Journal of Philosophy, June 2011, V. 1]
[Sanatın Dili Nasıl Bir Dünyayı Resmeder? Hakan Poyraz]
değildir. Görünen ve hakikat ayrımının da tam da bu noktada ortaya çıkmış bir tartışma
olduğunu bilim-felsefe tarihinde görmekteyiz.
Felsefe dilinin konusu da, tıpkı bilim dili gibi belirli türden tümellerdir. Ancak bu
tümeller en genel anlamıyla yargının verilmesini mümkün kılan unsurlar ve bu
unsurların neliği olarak ele alınır. Yargıda ortaya çıkan tüm yüklemler açısından bir
soruşturma olduğu için felsefenin araştırma alanı da daha çok dilsel ürünlerde kendini
gösteren kavram kullanımını çözümlemektir. Şu halde felsefe daha çok mevcut dillerin
üzerine konuşan bir üstdil gibi de anlaşılabilir. Örneğin kategorilerin ne olduğu sorusu
tam da bu noktada sorulmuş bir felsefe sorusudur. Şu halde felsefenin de görünmeyen,
duyuya gelmeyen bir dünyanın resmini çizdiği söylenebilir.
Buraya kadar kısaca günlük dilin, bilim ve felsefe dilinin hangi konularla
ilgilendiğine değindik. Özellikle bilim ve felsefe dilinin konusunun görünenin ardındaki
şey olduğunu söylemek mümkündür. Duyulara konu olan ile bunların ardındaki
bulunduğunu
sandığımız/aradığımız
şeyin
birbirleriyle
ilişkisinin
ne
olduğu,
görünmeyenin görüneni açıklayıp açıklamadığı sorusu, yalnızca felsefe ve bilimin değil,
kendine özgü yollarla sanatın da meşgul olduğu bir sorudur. Nasıl ki felsefe kavramların
neliğini, bilim ise tikellerin durumunu açıklayan yasaları ararken görünenin/duyuya
gelenin ardına bakmaktadır, benzer bir biçimde sanat eserinin yaratılma sürecinin de
bir öz arayışı olduğu söylenebilir. Sanatın işlevinin görünende görünmeyeni (özü)
aramak olduğu iddiasından hareket edecek olursak, nasıl felsefe ve bilimin bu arayışı
gerçekleştirmek adına kullandığı kendilerine özgü diller varsa, aynı şekilde sanatın da
böyle bir dile ihtiyacı olduğunu ileri sürebiliriz.
Şu halde denilebilir ki, araştırmaya ya da ilgilenilmeye değer bulunan her konu,
zaman içinde kendi dilini, bu dilin yapısal özellik ve sınırlarını da yaratmaktadır.
Bu genel ifadelerden sonra sanatın konusuna ve bu konunun kendi dilini nasıl inşa
ettiğine daha yakından bakabiliriz. Bu amaçla belki de çeşitli sanat eserleri, bu eserlerin
üretilmesi esnasında kullanılan teknikler, tarzlar incelenebilir. Ancak hemen belirtelim
ki, sanatın konusu ile bir sanat eserinin konusu aynı şey değildir. Nitekim tek tek sanat
eserlerinin bir adı, bir başlığı vardır. Fakat bu başlıklarla anılan eserlerin üstünde yer
alan sanatın kendisinin konusu belki de sanatsal yaratma denilebilecek bir edimdir.
Sanatsal yaratmanın dilinin, yöneldiği konuyu belirlediğine ilişkin, yukarıda anılan
tez doğruysa, belki de bu eserlerin nesnesini bu dilden (yol, yordam, teknik veya
[Beytulhikme An International Journal of Philosophy, June 2011, V. 1]
[Sanatın Dili Nasıl Bir Dünyayı Resmeder? Hakan Poyraz]
yöntemden) hareketle çözümleyebiliriz. Bu manada sanatçının yaratma fiilinin sınırları
hakkında şunlar söylenebilir:
Yunan düşüncesinden bu yana bilgiye ve varlığa ilişkin çözümlemeler duyulur
dünya-akledilir
dünya
(görünenin
ardındaki
varlık)
ayrımından
kalkılarak
yapılagelmiştir. Sanatçının da benzer türden fiilde bulunan bir dil kullandığına
değinilmişti. Buna göre sanat alanında gerçekleştiren bu yaratma eylemiyle sanatçı,
duyulur dünyanın malzemesini kullanarak “inanç, umut ve korkularla bağlanılan
nesnelerin yer aldığı deneyim dünyasını” resmeder. (İpşiroğlu, 2004:23). İbşiroğlu’nun
Siyahkalem üzerine –bilinen tek- incelemesinde, Mehmet Siyahkalem hakkında bu
tespiti, kanaatimizce sadece gizemli minyatür ustası Siyahkalem’in resmini değil, sanatın
dilini de bize vermektedir.
“Sanat dili nasıl bir dünyayı resmeder?” sorusuna bir cevap bulabildiğimizi
düşünüyorum: Bu öznel deneyim dünyasını resmeder; diğer dillerden bu yönüyle ayrılır.
Bu durumu bilim dili – sanat dili ayrımı üzerinden gösterebiliriz:
Bilimin dili nesnel, gözlem ve deneyim ile olgu olarak saptayacağımız bir dünyayı
resmeder. Dünya olguların dünyasıdır ve bilim dili bu dünyanın fotoğrafını çeker; onları
birbiriyle ilişkili olgular biçiminde düzenler. Örneğin “bütün metaller ısıtılınca genleşir”
cümlesi zihnin kurucu olduğu mantıksal bir resmin ifadesidir. Mantıksallık, resmin
herkes için ortaklaşa olmasını mümkün kılar. “Metal” derken, “metal”in ortak, iletilebilir
anlamına işaret ederiz. Kant’ın terimiyle bu ve benzeri yargılar deney yargılarıdır. (Algı
yargısı değildir). Böylece bilim görüneni dile getiren algı yargılarından hareketle onun
ardındaki yasaya ulaşır. Bu yasayı da deney yargısı biçiminde ifade eder.
Oysa sanatın dili söz konusu olduğunda durum değişir. Artık mantıksal bir
resimden değil, olguyu metaforlar yoluyla kendine nesne yapan öznel bir dilden söz
edilecektir. Yazının merkezi noktası da bu öznel dilin neye yöneldiği/neyi nesne
kıldığıdır. Burada Paul Klee’nin özdeyiş haline gelmiş şu sözünü hatırlamakta fayda var:
“Sanat görüneni yansıtmaz, görünmeyeni görünür kılar.” Başka türlü dendikte, sanat
eseri bir şeyi temsil eder, ama temsil ettiği şey taklit ettiği şey değildir. Nitekim bir resim
yalnızca bir nesnenin tuvale aktarılmış biçim ve renklerinden çok daha fazla birşeydir.
Bu biçim ve renkler yalnızca sanatçının dışındaki nesneye ait değildir, sanatçının
yarattığı nesneye de aittir.
[Beytulhikme An International Journal of Philosophy, June 2011, V. 1]
[Sanatın Dili Nasıl Bir Dünyayı Resmeder? Hakan Poyraz]
Örneğin, Kant’tan bu yana bilginin formel koşulu olarak anılan zaman-mekan
görüleri söz konusu olduğunda, sanatçı bu formları deforme ederek bu görülerce
biçimlendirilen varlığı yeniden düzenleyebilir. Ressamın doğaya belli bir açıdan (içinde
bulunduğu zaman-mekan açısından) yönelimi nesnenin tek bir yanını verebilecekken,
nesnenin çok-yanlı varlığı bu yönelimi yetersiz kılar. Şayet nesne çok-yanlılığı içinde
verilecekse, sanatçı algıladığı doğa parçasını zihninde yeniden oluşturmak için önce
parçalamalı, sonra yeniden sınıflandırmalıdır Bu da aslında bir tür kavram ressamlığıdır.
Benzer bir örneği musiki için de verebiliriz. Bergson, bir musiki partisyonunun
birbirini takip eden notalardan mürekkep olmadığını, eserin sanatçı ve dinleyicinin
zihninde bir süre içinde vuku bulduğunu dile getirir. Bu iddia Kant’ın bilginin
transandantal koşulları arasında saydığı zaman öğretisinden bütünüyle ayrı bir tezdir.
Yalnızca dil olarak biçim ve renkleri kullanan resim ile belli ses aralıklarını
kullanan musikide değil, doğrudan günlük dili kullanan edebiyatta, özellikle de şiirde de
durum, kavram ressamlığına benzerdir. Bu ilişkiyi mesela şu birkaç mısra üzerinde
gösterebiliriz:
“Oysa ben her hafta
-Şakaklarımda kan izi birazAkreplere kırılgan kızaramayan yüzlere
İşte murassa faytonumla
Süt beyaz eldiven için
Göğün göğsüme boşalan ırmaklarına
Tül teniniz için, fısıltılarınız için
Tezgâhınıza düşmekteyim.” (Kireçci, 1993)
Burada şairin algıladığı şeyin şiirde bahsedilen şehzadenin (tarihi bir kişi olarak
Şehzade Abdülhamit’in) algıladıklarıyla aynı olmadığını biliyoruz. Şair, şehzadenin
duygu durumunu anlatmak için kendi duygu dilini kullanmakta, ancak bunu şehzadenin
iç-dünyasına ilişkin algılarını kendi zihninde, isterseniz ruh ya da duygu dünyasında
deyin, yeniden üretmektedir. Bu üretim, olup biteni (iç-dünya algısını) başka semboller
üzerinden göstererek bir yandan kendisiyle arasında bir mesafe yaratmakta, bir yandan
[Beytulhikme An International Journal of Philosophy, June 2011, V. 1]
[Sanatın Dili Nasıl Bir Dünyayı Resmeder? Hakan Poyraz]
da öznelliği ya da yaşantıyı başkalarına aktarılabilir kılmaktadır. Böylece artık yağmur
yağması olgusu “göğün göğsüne boşalan ırmaklarına” ifadesinde ortaya çıkan metafor ile
gösterilir.
Sanatın dünyayı resmederken kullandığı dilin bir tür duygu dili olduğu, resmedilenin
zihindışı dünyadan çok, sanatçının resmettiği şey karşısındaki iç halleri, duygu dünyası
olduğu iddiasından kalkarak Odgen ve Richard’ın “The Meaning of the Meaning” adlı
eserlerinde yaptıkları sembolik dil - duygusal dil (Odgen & Richards, 1923:149) ayrımını
benimseyebiliriz. Örneğin “Kız kulesi İstanbuldadır” ifadesi bir tasvir ifadesidir.
Kavramların semboller yerine konmasıyla oluşturulmuştur. Oysa, “seni dünyalar kadar
seviyorum” ifadesi duyguları gösterir. Ancak duyguların, bu arada sevginin ölçülebilir bir
niceliği olmadığı için ancak bir metaforla gösterilebilir.
Sonuç Olarak:
Günlük dil, mümkün olan en ekonomik kullanımla gündelik hayatımızı
kolaylaştıran bir araç; bilim dilinin amacıysa doğa hakkında genel yargılara ulaşmaktır.
Sanat dilinin amacı ise günlük dilin tikel nesneler hakkındaki algı yargılarını ya da bilim
dilinin deney yargılarını tekrar etmek değildir. O, çekilen bir acının, duyulan bir özlemin
vb. bu özlem ya da acıyı çeken kişi için ne kadar biricik olduğunu, bu acı ya da özlemi
çeken ya da çekmeyen herkese bildirmenin yollarının araştırılmasıdır. Bu araştırmada
kullanılan yöntemler, yordamlar, teknikler bütünüyle öznel bir duyguyu bir diğer kişiye
iletmeyi hedefler. Bu amaçla da sanat dili, söz gelimi şiir bahis konusu olduğunda,
mevcut günlük dil kalıplarını ve iletişim kodlarını değiştiren bir dil haline gelir. Zira
duyguların biricikliğini aktarmak söz konusu olduğunda günlük dilin alışılmış kalıpları
bu duyguları yaşasın ya da yaşamasın yeterli olamıyor. Böylece yeni anlatım kalıplarına,
yeni biçimlere ihtiyaç hâsıl oluyor. Bu ihtiyacı da sanatçı gideriyor.
Bu nedenle “göğün göğsüme boşalan ırmakları” ibaresi ile “yağmur yağıyor”
cümlesi arasında önemli bir fark vardır. Bu ibare, yağmur yağarken adeta göğün
ırmaklarının göğsüne boşaldığını hisseden kişinin duygularını dile getirir. Bu manada
sözlü veya görsel sanat eserleri, varolan materyali yeniden biçimlendirip yeni kalıplar
içinde sunarken, ilk önce avangart ve bir ölçüde anlaşılmaz bulunur, daha sonraları ise
kültürel ortam içinde bilindik bir dile dönüşür.
Duyguları aktaran dil de aslında bir yerde ölçülerden söz eder. Nitekim “seni dünyalar
kadar” seviyorum cümlesi ile “seni 3 kg. seviyorum” cümlesi arasında, duygu miktarı
[Beytulhikme An International Journal of Philosophy, June 2011, V. 1]
[Sanatın Dili Nasıl Bir Dünyayı Resmeder? Hakan Poyraz]
göstermeleri açısından bir fark yoktur. Ancak, elbette duygular ağırlık ya da uzunluk
ölçüleriyle tartılıp ölçülebilir değillerdir. Tam da bu nedenle, yine de bir ölçü belirtmek
adına “dünyalar kadar” sevmekten söz edilmektedir. Burada da duyguların dile dökülmesi
bir “nicelik”, yani “miktar” ifade ediyor. Ancak buradaki asıl fark, niceliği gösterirken
matematiğin diline başvurmak zorunda kalmayışımızdır. Aslolanın iletişim olduğu bu
noktada matematiğin “kesin” diline ihtiyaç duymayan bir bildirişim ortamı vardır.
Duyguların herkeste ayrı ayrı tezahür etmesi, her bireyin kendi yaşantısını adeta biricik
gibi idrak etmesi neticesinde ortak bir duygu yoğunluğundan söz etmek güçtür. Sanatçı bu
farklı yoğunlukta olduğu düşünülen duyguları farklı dilsel kalıplarla ifade etmeye çalışır.
Oysa matematik dilinin konusu olan olguların ölçülmesinde ortak bir ölçü bulmak ve
uygulamak çok daha kolaydır.
Sanatın dili iç dünyayı yani konuşmamızın başında belirttiğimiz öz arayışını temsil
eden remizleri kullanır. Elbette, iç-dünya da bilginin konusu olabilir. Nesne olarak kabul
edildiğinde duygular hakkında “doğru” şeyler söylemek de mümkündür. Bu amaçla sanatçı
yeni kalıplar, biçimler üretmektedir. Özellikle bir sanat eserinde sanat dilinin nasıl
üretildiğine ilişkin bilgisi olmayan ve bu eserle ilk kez karşılaşan seyirci, belli bir
huzursuzluk yaşayacaktır. Çünkü göstergebilim terimleriyle konuşacak olursak, iletişim
kanalında bir gürültü vardır. Ancak bu gürültü, bu kalıbın neyi göstermek için kullanıldığı
anlaşıldıkça ve hangi duygu durumlarının hangi kültürel unsurlar aracılığıyla aktarıldığı
öğrenildikçe, yerini bildirişime bırakacaktır. Böylece belki de ilk kez telaffuz edildiğinde
“seni dünyalar kadar seviyorum” ifadesi ile kastedilen şey anlaşılmayabilecekken, bu
cümlenin kullanıldığı bağlamların açık hale gelmesiyle herkes için ortak bir ifade olacaktır.
Dolayısıyla, bu yeni kalıplar da bir anlaşma ölçütü olarak kullanabilir ve duyguları içinde
yakalayabileceğimiz bir dile dönüşebilir.
İBŞİROĞLU, M.Ş (2004) Bozkır Rüzgarı: Siyah Kalem, YKY Yay, İstanbul
KİREÇCİ, M.A (1993) Şehzadenin Yarım Kalan Aşkı; (şiir) Türk Edebiyatı Dergisi, Mayıs,
ODGEN, C.K & RİCHARDS İ.A (1923), The Meaning of The Meaning, Routledge & Kean Paul
plc. (Ark Edisyon, 1985).
[Beytulhikme An International Journal of Philosophy, June 2011, V. 1]
Download