Küreselleşme “İlginç” Bir Yüzyıl... • Yarım yüzyıl süren Doğu-Batı gerginliğinin sona ermesi; Soğuk savaş döneminin sona ermesi • iki Almanya’nın birleşmesi; • Yüzyıllardır savaşan ülkelerin neredeyse bütün bir kıtayı kapsayacak bir Avrupa Birliği kurmaları; ulusların önce paralarından, sonra bayraklarından vazgeçmeleri; • Liberalizmin yükselişi • Dünyanın neredeyse yarısına yakın bir kısmının birbiriyle iletişim kurabilmesi; • Ortak film ve spor yıldızları, MTV’nin ve CNN’in dünyanın her yerinden seyredilebilmesi; • Gerek ülkeler, gerek insanlar arasında gelir, bilgi ve olanak farklılıklarının hiçbir zaman olmadığı kadar artması; • 700 milyon kişi fakirlik sınırının altında yaşaması; • Dünyanın en zengin üç kişinin toplam varlıklarının bütün az gelişmiş ülkelerin GSMH toplamlarından ve 600 milyon kişinin toplam gelirinden daha fazla olduğu bir dönem. Aklımıza takılan sorular • Küreselleşme farklılaşma mı yoksa bütünleşme midir? • Küreselleşme “yeni bir dünya düzeni” midir? • Küreselleşme ile ulus-devlet bir güç kaybına mı uğramaktadır? Küreselleşme: Farklı Tanımlar • Kültürel ve hegemonik bir süreç: Sosyologlar; • Devletin psikolojik ve fiziksel alanı olarak toprak kavramında değişim: Coğrafyacılar; • Hem belirleyicileri tartışılan ve hem de dünya politikasının aktörleri arasındaki ilişkileri belirleyen değişken: Uluslararası İlişkilerciler; “Gerçekten küreselleşmiş bir ekonominin yokluğunda (küreselleşmenin) kültürel ve siyasal alandaki bir çok etkisi geçici ve daha az tehdit edici olacaktır”. (Thompson, 1996) • en genel anlamıyla tanımlayacak olursak küreselleşme; modernleşme, endüstriyel gelişme ve kitle iletişim araçlarındaki yaygınlaşmaya paralel olarak, toplumsal ilişkilerin karşılıklı etkileşim içerisinde yerel, bölgesel ve ulusal sınırların ötesine geçerek dünya çapında yaygınlaşmasıdır. Literatürde küreselleşme, dünya toplumlarının ekonomik, siyasal ve kültürel olarak birbirlerine eklemlenmeleri olarak da tanımlanabilmektedir. • Toplumsal ilişkilerin yerel, bölgesel ve ulusal sınırların ötesine geçerek zaman ve mekân kavramlarının nasıl düya ölçeğinde sıkıştığını David Harvey (1997) çok güzel bir örnekle açıklamaktadır. • 1500-1800: Bir atla bir saatte ortalama on beş kilometre yol kat edilmektedir. • 1850-1930: Buharlı lokomotişerle saatte ortalama yüz kilometre yol alınabilmektedir. • 1950: Uçaklarla saatte 550-600 kilometre mesafe kat edilmektedir. • 2000: Jet yolcu uçakları ile saatte 800-1.000 kilometre yol kat edilmektedir. • Günümüzde televizyon ve Internet ile saniyeler üzerinden iletişim sağlanabilmektedir. • Harvey’in de belirttiği gibi, ulaşım araçlarının gelişmesi, özellikle iletişim teknolojilerinin yaygınlaşmasıyla birlikte toplumsal ilişkiler yerel bağlamından çıkarak küresel dünyanın bir parçası olmuştur. Günümüzün iletişim teknolojisinin gücü, dünya ölçeğindeki toplumsal etkileşimin hızını, yaygınlığını giderek artırmaktadır. Bütün bu süreçler, küresel düzeyde yeni toplumsal, ekonomik ve siyasal oluşumları ortaya çıkarmakla birlikte evrensellik, yerellik, ulus-devlet, siyasal otorite, milliyetçilik, etnisite, kimlik ve kültür gibi kavramları da önemli ölçüde değişime uğratmaktadır. • Küreselleşme kavramının kökeni küresel (global) sözcüğünden gelmektedir. Küreselleşmenin olgusal düzeyde gelişmesi, tarihsel süreçte daha eskiye dayanmakla birlikte, küreselleşme kavramı, özellikle yirminci yüzyılın son çeyreğinde giderek artan bir sıklıkla kullanılmaya başlanmıştır. Küreselleşme ile ilgili gündelik hayatta, siyasette, medyada ve akademik çevrelerde çok yönlü tartışmalar yapılmaktadır. Küreselleşme Nedir ? Küreselleşme veya globalizasyon; ekonomik, sosyal, teknolojik, kültürel ve politik açılardan ülkeler ve toplumlar arası bütünleşme, entegrasyon ve dayanışmanın artması anlamına gelmektedir. - Anthony Giddens’a göre küreselleşme karmaşık süreçlerin bir araya geldiği bir olgular kümesidir. Üstelik çelişkili ya da birbirine zıt etkenlerin de devreye girdiği bir süreçtir. Giddens, modernliğin sonucu olarak değerlendirdiği küreselleşmeyi, yerel oluşumların millerce ötedeki olaylarla biçimlendirildiği, dünya çapında toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması olarak tanımlamaktadır. Küreselleşme Nedir? • En genel anlamıyla küreselleşme, endüstriyel genişlemeye ve kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasına paralel olarak siyasal, kültürel ve ekonomik düzeydeki çokyönlü toplumsal ilişkilerin dünya çapında yaygınlaşması olarak tanımlanmaktadır. • Günümüzün iletişim teknolojisinin gücü, dünya ölçeğindeki toplumsal etkileşiminhızını ve yaygınlığını giderek artırmaktadır. Bütün bu süreçler, küresel düzeyde yenitoplumsal ve yapısal oluşumları ortaya çıkarmakla sınırlı kalmamakta fakat aynızamanda evrensellik, ulus-devlet, siyasal otorite, yerellik, etnik yapılar ve toplumsal kimlik gibi kavramları değişime uğratmaktadır. Anthony Giddens: Zaman ve Mekansal Boyutta Küreselleşme • Giddens’a göre, küreselleşme ile birlikte gerek zaman kavramı ve gerekse mekan kavramı belirli bir bölgeye bağlı olmaktan çıkmakta ve bütün dünya toplumlarının ortak kullanımı haline gelmektedir. • Özellikle Greenwich ile birlikte herkezce geçerli sayılabilen bir zaman kavramı (dakika, saat, gün ve yıl) dünyanın her tarafında yerel olmaktan çıkartılmış ve küreselleşmiştir. • Yine aynı şekilde teknolojinin gelişmesi, üretimin artışı ve küresel iletişim araçlarının yaygınlaşmaya başlaması toplumsal ilişkileri mekansal anlamda yerellikten çıkarmış küreselleştirmiştir. Artık günümüzde insanoğlu kendi yöresi ile ilgili olmayan bir konu hakkında bilgi sahibi olabilmekte ve dünya sorunları üzerine tartışabilmektedir. Giddens • Giddens küreselleşmeyi zaman ve mekansal olarak birbirlerinden oldukça çok uzakta gelişen olayların yerel oluşumları biçimlendirebilmesi ve bu yolla birbirleri ile ilişkili olan dünya ölçeğindeki toplumsal ilişkilerin giderek yoğunlaşması olarak tanımlamaktadır. • Küreselleşme ile ‘ulus-devlet’ ve ‘ulusalcılık’ gibi kavramların öneminin giderek azalacağını özellikle kapitalizmin uluslararasılaşmasının bunda çok etkili olduğunu ancak bölgesel ve yerel düzlemde buna bir tepki olarak ulusalcılık hareketlerinin, bölgesel-kültürel kimliğin güçlenmesi veya yerel özerklik taleplerinin ön plana çıkmasının olası olduğunu belirtmektedir. • Dünya kapitalist ekonomisi: uluslararası ekonomik ilişkiler daha çok ülkelerin ve çok uluslu şirketlerin kapitalist türden iş bağlantıları, endüstriyel mal ve hizmetlerin alımı ve satımı, dağıtımı ve pazarlanması ile belirlenmektedir. Ülkeler arasındaki ekonomik gelişmişlik farklılığı da dünya kapitalist ekonomi düzeninin bir sonucudur. • Ulus-devlet sistemi: ulus-devletler bölgesel ve uluslararası ekonomik politikaların yürütülmesi, uygulanması ve düzenlemesinde oldukça etkin rol almaktadırlar. Ulusdevletler kendi aralarında siyasal ve ekonomik çıkarlaını korumak ve geliştirmek için tıpkı Avrupa Topluluğu (AT) örneğinde olduğu gibi, ‘küresel ulus-devlet sistemini’ oluşturmaya yönelebilmektedirler. • Dünya askeri düzeni: Ortak silahlanma ve savunma politikaları yoluyla birden fazla ülkenin (NATO) silahlı güçlerini birleştirmesi küreselleşmenin önemli bir boyutunu meydana getirmektedir. Böylece, belirli bir bölgede olan çatışma o bölgedeki ulusların bağlı bulunduğu uluslararası askeri örgütleri kolayca harekete geçirebilmekte ve yerel çatışmalar bütün dünyayı ilgilendirebilen bir küresel sorun haline gelebilmektedir. • Uluslararası iş bölümü: modern endüstri yapılması gereken işlerin düzeyine değil fakat aynı zamanda bölgesel düzeyde var olan iş bölümü çerçevesi içerisinde endüstrinin gelişmişlik düzeyine, sendikalaşma oranına, iş gücünün el becerisine ve hammadde üretimine bağlıdır. Böylece küresel olarak belirli bölgeler üretim merkezleri heline gelirken belirli bölgeler endüstri dışı üretim faaliyetlerinde yoğunlaşmaktadır. Robertson ve Küreseleşmeninin Tarihsel Aşamaları • Dünyanın toplumsal ve kültürel faktörlerin etkileşimi sonucu yerel ve küresel düzeyde sürekli olarak yeniden üretilmesi küresellşme kavramının özünü oluşturmaktadır. • Robertson küreselleşme kavramını insan toplumlarının gelişiminin belirli bir tarihsel aşamalarına bağlı olarak açıklamaktadır: • Oluşum aşaması: (Avrupa, 1400-1750) bireyselciliğin ve humanizmin önem kazandığı ve ulusalcılığın ortaçağ toplum anlayışına karşıt olarak ortaya çıktığı bir dönemdir. • Başlangıç aşaması: (Avrupa, 1750-1875). Bu aşamada üniter devlet kavramı, bütünleşme, uluslararası ilişkilerin formalleşmesi, bireylerin birer yurttaş olarak ön plana çıktığı ve insanlık kavramının daha da belirginleştiği bir dönemdir. • Kalkış aşaması: (1875- 1925) artık ulusal toplum kavramının kabul gördüğü, ulusal ve bireysel kimlik kavramlarının tartışıldığı, Avrupa kıtası dışındaki bazı toplumların da uluslararası topluma katıldığı, hümanizmin uluslararası düzeyde iyice yerleştiği ve küresel iletişimin hızlandığı bir dönemdir. • Hakimiyet için mücadele aşaması: (1925- 1960’lar) küresel boyutta çok büyük savaşlara ve çatışmalara sahne olmuş, atom bombasının kullanılmasının ve savaşlarda insanların kitlesel olarak katledilmesinin bir sonucu olarak, insanın doğasına ve geleceğine yönelik olan ilgiler artmıştır. • Belirsizlik aşamasıdır: (1970- ???) bireyler son derece karmaşık olan küresel oluşumlardan (ulusal, etnik, ırksal, cinsel, vs.) etkilenmektedir. Bu aşamada küresel kuruluşların sayısı ve hareketliliği artmakta buna karşın insan topluluğu farklı türden kültürel ve etnik sorunlarla daha çok yüzleşmektedir. Ayrıca bu dönem küresel kitle iletişim sisteminin güçlendiği ve bireylerin sivil toplum, dünya vatandaşlığı, savaş karşıtlığı, insan hakları, çevrecilik, vb. türden kavramlara olan ilgisinin arttığı bir dönemdir. Wallerstein ve Kapitalist Dünya Ekonomisinin Küreselleşmesi • Wallerstein küreselleşme olgusunu kapitalist ekonomik sisteminin işleyişine bağlı olarak incelemeye çalışmaktadır. küreselleşmenin kapitalist sermayenin sınır tanımayan yayılmacılığının ve buna bağlı olarak ortaya çıkan uluslararası işbölümünün bir yansıması olarak görmektedir. Küresel dönüşümler kapitalist sermayenin sürekli genişlemek istemesinin doğal bir sonucudur. Wallerstein • Kapitalist dünya sisteminin işleyişini merkez ülkeler (gelişmiş kapitalist ülkeler), çevre ülkeler (az gelişmiş kapitalist ülkeler) ve yarı çevre ülkeler (yarı gelişmiş kapitalist ülkeler) modeli çerçevesinde incelemektedir. Wallerstein'e göre merkez ülkeler ekonomik olarak daha güçlü oldukları için dünya ticaret düzenini kendi çıkarlarına göre düzenlemekte ve böylece azgelişmiş çevre ülkelerini doğal kaynaklar ve insan gücü açısından sömürmektedirler. Böylece, Wallerstein küreselleşmenin ülkeler arasındaki eşitsizliği süreklileştirdiğini ve bu eşitsizliği küresel gelişmelere paralel olarak belirli formlar içersinde yeniden ürettiğini öne sürmektedir. Wallerstein • Hiçbir tarihsel sistem kapitalist dünya ekonomisi kadar kendi içinde ilintili, karmaşık, yaygın ve ayrıntılı olmamıştır. Wallerstein'in yaklaşımına göre, kapitalist dünya ekonomisi genişlemeye her zaman gereksinimi olmuştur ve bunun sonucu olarak son dörtyüzyılda Avrupa merkezli bir sistemden bütün küreyi kapsayacak bir sisteme geçmiştir. • Bu süreç içerisinde merkez ülkeler kendi ulusal devletlerini güçlendirmiş, ekonomilerini kalkındırmış ve ulusal kültürlerini de geliştirmişlerdir. Buna karşın çevre ülkeler ise ekonomik olarak merkez ülkelere bağımlı ve geri kalmış, ve böylece ulusal devletlerini güçlendirememişlerdir. Ayrıca, çevre ülkeleri merkez ülkelerin kültürel etkisi altına girniştir. Böylece ekonomik süreçte kapitalist sermayenin genişlemesine bağlı olarak dünya çapına yayılan küreselleşme, kültürel boyutuda içine alarak kapitalist dünyayı tek bir sistem haline getirmiştir. İmparatorluk (Hardth& Negri) • Tarihsel bir perspektif içinde modernitenin hemen öncesinden başlayarak bilgi, iktidar, yönetim, çokluk, egemenlik, politika, yerellik, evrensellik, küreselleşme gibi temaların izini sürmekte ve sonuç olarak küreselleşme çağı denilen sürecin analizine ve bu sürecin catışmalı dinamiklerini tespit etmeye yönelmektedir. • İmparatorluk küresel geç kapitalizm çağında ulus-devlet modelinin gittikçe aşındığını ve artık günümüzde yaşanan gelişmeleri anlamada emperyalizm kavramının yetersiz olduğunu iddia etmektedir. Hardt ve Negri'ye göre küreselleşen tekelci kapital sermaye kartelleri hiçbir engel tanımaksızın bütün ulusal sınırları parçalamakta ve her önüne çıkan engeli paramparça etmektedirler. • Günümüzde artık “egemenlik yeni bir biçim almış, tek bir hükmetme mantığı altında birleşmiş bir dizi ulusal ve ulus-üstü organdan oluşmuştur” Bu yeni küresel egemenlik biçiminin adı ‘İmparatorluk’tur. • İmparatorluk, giderek bütün yerküreyi kendi açık ve genişleyen hudutları içine katmakta olan merkezsiz ve topraksız bir yönetim aygıtıdır.İmparatorluk'ta artık sömürü ve tahakkümün sabit bir yerinin yoktur. Bundan dolayı ele geçirilecek bir iktidar/güç odağı ve belli bir mücadele zemini yoktur ve İmparatorluğa karşı eğer başarıya ulaşılmak isteniyorsa mücadeleyi bütün toplumsal alanlara yaymak gerekir. • Komuta mekanizmalarının giderek daha fazla ‘demokratik’, giderek daha fazla toplumsal alana içkin hale geldiği, yurttaşların beyinleri ve bedenleri üzerinden dağıtıldığı bir toplum” olan kontrol toplumuna geçişi yaşadığımız bu postmodern küresel çağda artık sistem iktidarı, bütün toplumsal alanların içine girerek varolan toplumsal yapının evrilme yönünü belirleyen “kapitone noktalarını” tespit eder ve günlük yaşam içerisindeki kültürel, siyasi, ekonomik vb. pratikleri kendi söylem alanı üzerinden yeniden üretir. • Günümüzde endüstriyel emek hegemonyasını yitirmiş ve bunun yerini “maddi olmayan emek” almıştır: Maddi olmayan emek sadece bilgi, enformasyon, iletişim, ilişkiler veya duygusal ifade gibi maddi olmayan ürünler değil; aynı zamanda “fikirler, semboller, kodlar, metinler, dilsel figürler ve imajlar” gibi ürünler de üretir. İmparatorluğun Yapısı • karma bir kuruluş yapısı: Dünya bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü(DTÖ) vb. küresel ulusaşırı kuruluşlardan, ulus-devletlere ve oradan da yerel ve ulusal nitelikteki Sivil Toplum Kuruluşlarına(STK) kadar bir dizi kurumun nasıl bütünlüklü bir şekilde küresel kuruluş dizgesi içerisinde birlikte işlev gördüklerinin ancak bu çerçevede anlaşılabilir. Piramit • ABD: Piramidin daralan en tepe noktasında, küresel iktidarın zor kullanma tekelini elinde bulunduran ve “haklı savaş” kavramını kendisine göre meşrulaştırabilen bir süper güç olan ABD vardır. ABD kendi başına hareket edebilecekken, imparatorluğun kuruluş mantığı doğrultusunda kendi meşruluğunun temellerini sağlamlaştırmak için BM çatısı altında diğer küresel güçlerle hareket etmeyi tercih eden bir süper-güç konumundadır. • Ara katman: Ulus-devletler. Bir dizi kuruluşla –G7, G8, Davos, Paris ve Londra Kulüpleri- birbirine bağlanarak ortak hareket etmek zorunda kalmışlardır. • Çok uluslu şirketler: komuta mekanizmasının bütün yeryüzüne dağılmasını ve bütünleşmeden çok eklemlenme özelliği gösteren çeşitli ulus-aşırı korporasyanların dünya çapında yaydığı sermaye akışı, teknoloji akışı, nüfus akışı, kültür akışı vb. ağlardan oluşan bir yapı vardır. Küresel iktidar piramidinin ilk katmanını besleyen bu üretici örgütler, küresel iktidarın ilk katmanındaki merkezi gücün devamını sağlayan temel sacayakları niteliğindedirler. • Çoğunluk: küresel güç düzeninde halkların çıkarlarını temsil etmeye çalışan gruplardan oluşur. İşte çokluk tam da bu en alttaki katmanda belirginleşir. Küreselleşmenin Siyasal Boyutu • Küreselleşme: devletin fonksiyonlarını yerine getirdiği ortamın temel niteliklerinin değişmesi: – Toplumlararası ilişkilerin sadece ulus-devletlerin resmi ilişkileri çerçevesinde değil, birçok farklı kanaldan gerçekleşmesi; – Devletlerin kendi çıkarlarını savunmaya yönelik “gerçekçi” politika yaklaşımları yerine toplumların çevre, enerji, nüfus, ticaret gibi konularda kaygılarının devletler ötesi koalisyonlar yarattığı ve iç politika-dış politika konusu ayrımı yapmayı zorlaştığı bir ortam; – Ülkelerin kendi aralarındaki ekonomik ya da siyasi sorunları silah marifetiyle çözmeye teşebbüs etmelerinin bu yeni ortamda artık marjinal bir olasılık olması; – Ulus devleti politikanın merkezine koyan yaklaşımı yerine devletin artık eskisi kadar güçlü olmadığı, uluslararası ve ulus-ötesi kurumların önem kazandığı bir yaklaşım Küreselleşmenin Ekonomik Boyutu: Nedenler: Bretton Woods sisteminin çöküşü (1970) • Devletlere refah ve kalkınma masraflarını karşılamaları için düşük riskli belirli bir finansal akım düzeyini garanti etmekteydi; • Uluslararası finansal işlemlerin, artan dış finansman talebini karşılama konusundaki güvenirliliğine olan inancı besleyerek çöküşünü takip eden süreçte uluslararası finansal etkinliklerin serbestleşmesi için uygun bir ortam sağlamaktaydı; • + 1973 petrol krizinin sonucu olarak OPEC ülkelerinin anormal döviz fazlalarından kaynaklanan yeni ve daha karlı finansal araçlar arayışının, finansal karteller üzerinde yarattığı rekabet baskısı= yeni finansal sistem Küreselleşmenin Ekonomik Boyutu Nedenler: Petrol ve Borç Krizleri • Petrol Krizleri: – Tüm petrol tüketen ülkelerin artan ekonomik yükü, – Değişen ülkeler arası gelir dağılımı: • Gelişmiş ülkeler girdilerindeki bu artışı ihracat fiyatlarına yansıtarak karşılamada başarılı: • 1970 ile 79 arasında petrol ihraç etmeyen üçüncü dünya ülkelerinin ticaret hadleri 0.7 puan azalmış, • Üçüncü dünya ülkelerinin ortalama yıllık büyümeleri 1970'lerde yüzde 5.7 ve 1980'lerde yüzde 4.1, • üçüncü dünya ülkelerine yönelik sermaye: 1973 ile 1983 arasında gelişmekte olan ülkelerin toplam dış borcu 809 milyar dolar, – OPEC ülkelerinin ellerinde riskli ve yüksek getirili yatırım alanları arayan fonların toplanması: • 1982 Borç Krizi: – – – – Ticari banka kredileri hacimlerinde görülen yükselme, Vadelerde kısalma, Artan faiz oranları => Geri ödemenin zorlaşması + Varolan finansal rezervler için artan rekabet ortamı gelişmekte olan ülkeleri gerekli tedbirleri almadan borçlanma; – Krizin ertelenmesi yerine ticari borçların dondurulması Yeni Aktörler: IMF Borç geri ödemelerinin düzenlenmesi için yeni koalisyon: IMF & Dünya Bankası 1.Görüşmeler sırasında ekonomik bilgileri sunmak,. 2."stand-by" anlaşmasının temelini oluşturan bir ekonomik program hazırlamak; 3.borçlunun söz verdiği ekonomik politikaları uygulayıp uygulamadığını kontrol etmek; 1) IMF’in artan itibarlı rolü 2) Washington Konsensusu Washington Konsensusu • Ekonomik krizin nedenleri : – a) korumacılıkta ve aşırı büyümüş kamu sektöründe tezahür eden aşırı devlet müdahalesi, – b) mali gevşeklik ve bütçe açığının kapatılması konusunda isteksizlikte görülen ekonomik popülizm • Ekonomik krizin tedavisi: – – – – – Ekonomik popülizmle mücadele etmeli, Bütçe açıklarını kontrol altına almalı, orta vadede devlet müdahalesini azaltmalı, ticareti serbestleştirmeli, ihracatı destekleyecek piyasa ekonomisine dayalı bir büyüme stratejisi güdülmeli Ortak Özellikler: – Yatırım ve ticaretin serbestleşmesi, – Korumacı politikaların kaldırılması, – Devletin küçültülmesi Küreselleşmenin Ekonomik Boyutu: Nedenler • Yeni borç alma olanaklarının ve direkt yardım fonlarının azalması => yeni döviz kaynakları: – İhracata yönelik büyüme: • 1980 ve 1994 arasında alt ve orta alt gelir düzeyindeki ülkelerin ihracatları yıllık ortalama büyüme oranları yüzde 5.5 ve 11.2 – Yabancı sermaye: • Direkt yabancı yatırımların toplam uzun vadeli kaynak akımlarına oranı 1980'de yüzde 13.5'ten 1990'da yüzde 46.5'e yükselmiştir. – Faiz farklarıyla oynayarak kısa vadeli ve portföy sermayeyi içeri çekmek: • gelişmekte olan ülkelere kısa vadeli sermaye akımı 1980'de 4 milyar ABD dolarından 1992'de 37 milyar ABD dolarına yükselmiştir. Üçüncü Sanayi Devrimi: * 5 Farklı Trend: 1.Esnek üretim sistemlerinin gelişmesi, 2.Uluslararası büyük şirketlerin devletleri andıran merkezi bürokrasilerinin bu tür bir esnek üretim biçimini yönetebilecek daha esnek ve yatay bir yapıya dönüşmesi, 3.Bilişim teknolojilerinde yaşanan hızlı gelişim operasyonel karar alma süreçlerini yerelleştirirken, ulusötesi şirketin sinir sisteminin hiçbir zaman olmadığı kadar etkin çalışabilmesi, 4.Kitle tüketim toplumunun çözülmesi ve neredeyse birbirine çok az benzeyen pazar kümelerinin ortaya çıkması. 5.Finansal pazarların uluslararasılaşması Özetle... • Gelişmekte olan ülkelerin çoğunlukla da ideolojik nedenlerden dolayı: – Ticaret duvarlarını indirerek ihracat yoluyla büyümeye; – Finansal pazarlarını serbestleştirerek ve yatırım kolaylıkları sağlayarak uluslararası kısa ve uzun vadeli fonlar için rekabet etmeye çalıştıkları bir küresel iklimde; – Merkez ülkeler kaynaklı ulusötesi şirketlerin daha büyük ve daha farklılaşmış pazarlar için daha karlı üretim yapabilmelerini sağlayacak esnek üretim sistemlerinin gelişmesi; – “bütün mal, sermaye ve hizmetlerin” küresel düzeyde hareket edebilmesiyle tanımlanan küresel ekonominin oluşmasına yol açmıştır. Üretimin Uluslararasılaşması • “hemen hemen her üretim faktörünün –para, teknoloji, bilgi ve malsınırları neredeyse güç harcamadan geçebilmesiyle, ABD, Alman veya Japon ekonomileri kavramları anlamsız hale gelmektedir. Ürünlerin her biri farklı bir ülkede üretilmiş parçalardan oluştuğu bir dönemde, bir “Amerikan” bilgisayarı, “Alman” otomobili veya “Japon” kamerası demenin anlamı ne olabilir ki?” (Gereffi, 1995:s.101) Küreselleşmenin Bölüşümsel Sonuçları: Varsayımlar • Küreselleşmenin gelişmekte olan ülkeler için önemli sonuçları vardır. Ticaret için yeni pazarların açılması, ticareti yapılan malların sayısının artması ve çeşitlenmesi, artan özel sermaye akımları ve teknolojiye daha kolay ulaşım gibi birçok yeni fırsat bu sonuçların arasındadır. • Küreselleşmeyi derinleştiren ve gelişmekte olan ülkelere fırsatlar sağlayan dışa dönük reformlar küreselleşmenin hem parçası hem de yararlananı olmuş gelişmekte olan her geçen gün daha fazla sayıda ülke tarafından uygulanmaktadır. • Etkinlik ve üretkenliğin öne çıkarılması ve ihracat ve yabancı yatırımlar için daha uygun bir ortamın bulunmasıyla dışa dönük reformlar gelişmekte olan ülkelerin ekonomik beklentilerini yükseltmiştir. Ülkelerarası Eşitsizlik • “OECD ülkeleri küresel nüfusun yüzde 19’uyla, – küresel ticaretin yüzde 71’ini, – doğrudan yabancı yatırımların yüzde 58’ini – tüm internet kullanıcılarının yüzde 91’ine sahiptirler. • 10 ülke toplam ARGE harcamalarının yüzde 84’ünü yapmaktadır ve ABD patentlerinin yüzde 95’ine sahiptir. • Gelişmekte olan ülkelerden yapılan patent başvurularının yüzde 80’i gelişmiş ülkelerin vatandaşları tarafından yapılmaktadır. Toplum İçinde Eşitsizlik: Liberal Yaklaşım Küreselleşme: “paylaşacak daha fazla servet” •Yabancı sermayeye daha açık bir yapı yerel sermayeyi harekete geçirebilir, etkinliği ve verimliliği arttırabildiği gibi bilgi akışına da yardımcı olabilir. •Yabancı sermaye hareketliliklerine açık olmak portföy risklerini dağıtmak için daha fazla fırsatların sunulmasına izin verecektir. •Yabancı bankaların yerel finansal sisteme erişebilmeleri sermaye fazlası olanlarla ihtiyacı olanlar arasındaki ilişkinin daha etkin hale gelmesine, bankaların kar hadlerinin ve bunun bir sonucu olarak yatırım maliyetlerinin düşmesine yol açacaktır. •Öte yandan dış ticaret açıklık kaynakların daha verimli kullanıldıkları alanlara kaydırılmasına böylelikle de etkinliğin artmasıyla sonuçlanacaktır. •Dış ticaret kısıtlamalarının kaldırılmasıyla yeni girdi mallarının ya da daha yüksek kaliteli ara mallarının daha ucuza alınabilmesi, teknolojinin kolaylıkla transfer edilebilmesine ve ekonominin genel olarak daha verimli olmasına neden olacaktır(Agénor, 2002:s. 4). Beklentiler: Benzeşme Teorisi 1) Bütün ülkeler sermayeyi kendilerine çekmek için benzer ve “sermaye-dostu” politikalar güdecekler, yerel politikalar arasındaki farklılıkların dolayısıyla demokrasilerin etkisizleşeceğidir. 2) Politikaların benzeşmesi sonucunda ülkelerin refahları, büyümeleri ve yatırımları da benzeşecek ve doğru “sermayedostu” politikalar uygulayan fakir ülkeler sermaye akımlarından aslan payı alacaklar ve hızla ekonomik büyüme yoluyla zenginleşeceklerdir. 3) Son olarak da doğal ya da yapısal nedenlerden –örneğin ulaşımın yetersizliği, kaliteli işgücüne sahip olmaları vs.- dolayı dezavantajlı olan ülkeler, risklerinin yüksek olması nedeniyle sermayeyi çekmekte de başarısız olacaklardır Neoliberal Yapısal Uyum Politikaları • Gerçek ücretlerde görülen ani düşme, • Sosyal hizmet politikalarında küçülme: • Etkinlik Hipotezi: Sosyal politika harcamalarının azalması • Sosyal politika harcamaları ülkelerin rekabet gücüne zarar vermektedir, • Hükümetler sosyal politika harcamalarını borçlanma ya da yüksek vergilendirmeyle finanse etmektedir, • Sermaye kaçışı “tehdidi”: Sermaye hareketliliğinin artmasının sonucu • Uluslararası aktörler sosyal politika harcamalarının azalmasını talep edecek, • Güçsüzleşen işçi örgütleri politika değişikliklerine direnemeyecek, • İkame Hipotezi: Vatandaşların kayıplarının ikame edilmesi – Etkinlik hipotezi siyasal değişkenleri yok sayıyor. – Kaybedenler kayıplarının “ikamesi” için baskı yapacaklar, İyimser Bakış Açısı • Küreselleşmiş ülkelerde eğitim oranı yükselmiş (Dünya Bankası, 2002) – enflasyon, orta öğretim gibi konularda iki grup arasında fark yok, – ilk öğretimde aradaki fark 0.7 yıl, – yüksek öğretimde “küreselleşmemiş” ülkelerin 0.22’ye 0.18 oranları daha yüksek... • Küreselleşen ülkeler daha hızlı gelişmeye başlamışlar ve 1970’lerdeki 2.9’dan 1990’larda yüzde 5’lere kadar yüksek büyüme hızları yaşamışlardır (Dünya Bankası, 2002) • Yine de – “Her bireysel çalışmanın bizim kanıtlar ormanımızdan oluşan görüşümüze ters düşme olasılığı vardır...” – “serbestliğin büyümeye zarar verdiği, buna karşılık korumacılığın katkıda bulunduğunu gösteren herhangi bir çalışma yoktur” – “rahatlıkla söyleyebiliriz ki savaş sonrası dönemde üçüncü dünya ülkeleri arasında küreselleşme karşıtı bir zafer kazanmış bir tane bile bulunmamaktadır” Görgül Bulgular: Diğerleri • “İster tarife kısıtlamalarına ya da tarife dışı kısıtlamalara dayalı olsunlar; ister ticaret hacimlerine, ticari açılma göstergelerinden hiçbiri büyümeyle istatistiksel olarak önemli bir bağlantı göstermiyor” • “Ticaret engelleri düzeyiyle uzun vadeli büyüme arasında doğrudan bir bağlantıya ne tarihten destek bulabiliriz, ne de yakın zamanlı kanıtlardan” (Rodrik, 2000) • 1980 sonrası dünyanın hiçbir bölgesinde ekonomik büyüme hızları 1960-80 arası dönemdeki kadar yüksek değildir. Çin hesaplama dışı bırakılırsa büyüme hızı bir önceki 20 yıla göre düşüktür (Weisbort vd, 2000) • Sermaye piyasalarının serbestleştirilmesinin büyüme üzerinde etkisinin ancak sanayileşmiş ülkelerde görülebildiğini, ancak sanayileşmemiş ülkelerde hala yüksek oranlarda sermaye korumacılığı yapılmaktadır (Edison vd, 2002). Yoksulluk: İyimser Beklentiler • “Düşük gelirli ülkelerin küresel pazarlara mamul mallar ve hizmetler üreterek dahil olmasıyla, fakir insanlar kırsal alandaki fakirliğe mahkum olmaktan kurtulacak ve şehirlerde daha iyi işlere sahip olacaklardır” (Dünya Bankası, 2002, s.1). Küreselleşme ve Yoksulluk – 80 ülke on yıl önceki kişi başına düşen gelirlerinden daha düşük bir gelire sahiptir; – 40 ülke yıllık yüzde 3’ten yüksek bir büyüme oranına ulaşmıştır; – 55 ülkenin gelirlerinin 1990’dan yana düşmektedir. – En zengin ülkede yaşayan en fakir yüzde 20 ile, en fakir ülkede yaşayan en fakir yüzde 20 arasındaki gelir farkı 1960’taki 30’a 1’den, 1990’da 60’a 1’e ve 1997’de 74’e 1’e çıkmıştır; – Yüksek gelirli ülkelerde yaşayan yüzde 20’lik bir nüfus dünya hasılasının yüzde 86’sını, dünya ticaretinin yüzde 82’sini, doğrudan sermaye yatırımlarının yüzde 68’ini almaktadır; – Rusya’da en zengin yüzde 20’nin payı en fakir yüzde 20’nin aldığı gelirin 11 katıdır; – 19 OECD ülkesinden sadece 1 tanesinde gelir dağılımda çok az bir iyileşme görülmüştür: – 1996 yılından itibaren sözleşmesiz ya da farklı bir tür sözleşmeli işçilerin toplam işgücü arasındaki oranları Şili’de yüzde 30, Arjantin’de ise yüzde 36’dır. Latin Amerika’da enformel sektörde istihdam edilenlerin oranı yüzde 58’e yükselmiştir ve yaratılan her işin yüzde 85’i enformel sektördedir; (UNDP, 1999) Küreselleşme ve Yoksulluk – 1950’den bugüne bir karşılaştırma yapıldığında dünya nüfusunun yüzde 80’ini oluşturan 73 ülkenin sadece 9’unda gelir eşitsizliğinin azaldığı belirtilmektedir; (UNDP, 2002) – Dışa açılma fakir ülkelerde fakirler ve orta sınıf gelirleri üzerinde negatif bir etkiye sahiptir. Gelir düzeyi ancak 5000-6000 dolar düzeyine geldiğinde –örneğin Çek Cumhuriyetinde- dışa açılmanın etkisi alt gelir grupları için pozitif olmaktadır; – Fakir ülkelerde dışa açılma zenginlerin daha zengin, fakirlerindaha fakir olmasına yol açmakta; ancak zengin ülkelerde dışa açılma zenginlerle fakirler arasındaki uçurumu azaltmakta ve kuramsal beklentileri doğrulamakta... (Milanovic, 2002) Tartışmalar... • küreselleşme yaşanması gereken doğal bir süreç midir, yoksa Batı devletlerinin az gelişmiş ülkeler üzerinde kurduğu “yeni bir emperyalist yayılma” siyaseti midir? Gerek gündelik yaşamda, gerekse yazılı ve görsel medyada küreselleşme olgusu, zaman zaman, emperyalizm veya sömürgeleştirme gibi kavramlarla eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Hatta kimilerine göre küreselleşme, ABD’nin kendi çıkarları doğrultusunda dünyayı biçimlendirme çabalarından başka bir şey değildir. Bu yönüyle küreselleşme, doğal bir süreç değil, başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerin dünyayı sömürgeleştirme projeleri olarak görülmektedir. Örneğin; ABD’nin Ortadoğu’da petrol kaynaklarını kontrol altında tutmak için uygulamaya koyduğu Büyük Ortadoğu Projesini (BOP) bu senaryonun bir parçası olarak değerlendirilmektedir. • Şu kuşku götürmez bir gerçektir ki özellikle son 200-300 yıl içerisinde dünya toplumları artan bir ivmeyle etkileşim içerisine girmişlerdir. Kuşkusuz, bu etkileşim önemli bir ölçüde gelişmiş olan batı ülkelerinin lehine işlemektedir. Başta ABD olmak üzere gelişmiş olan ülkeler, kendi ekonomik ve siyasal güçlerini kullanarak, küresel düzeydeki ilişkilere kendi çıkarları doğrultusunda yön vermeye çalışmaktadırlar. • Bunda bir ölçüde başarılı da oldukları söylenebilir. Hatta 1989 yılında ABD ile Sovyetler Birliği arasında 40 yıl sürmüş olan soğuk savaş döneminin sona ermesiyle birlikte ABD’nin, tek bir süper güç olarak, dünyaya yeni bir düzen verme çabasının küreselleşmeyi, ABD projesi haline getirmede önemli bir aşama olduğu da söylenebilir. Bu çerçevede yeni dünya düzeni ABD önderliğinde gelişmiş ülkelerin oğuk savaş sonrasında dünya ölçeğindeki çok yönlü siyasal ve ekonomik ilişkileri, kendi kontrolleri altında tutma ve düzenlemeye çalışma çabasıdır denebilir. • Soğuk savaş sonrasında ortaya çıkan bu durum kuşkusuz, küreselleşmenin önemli bir boyutunu ortaya koymaktadır. Ancak, yine de küreselleşme emperyalizm ya da sömürgecilik kavramlarına indirgenmemelidir. Çünkü; küreselleşme yeni dünya düzenini de içine alan çok daha geniş ve karmaşık ilişkileri içeren bir kavramdır. Küreselleşme olgusu yalnızca gelişmiş ülkeler tarafından belirlenen tek yönlü siyasal ve ekonomik ilişkilerle sınırlı bir kavram değildir. • Kaldı ki küresel düzeydeki ilişkilerde, gelişmiş ülkelerin, az gelişmiş ülkelere göre daha etkin ve güçlü görünmeleri, az gelişmiş ülkelerin küreselleşme sürecine hiçbir etkisinin olmadığı anlamına gelmemelidir. • Ayrıca, küreselleşme yalnızca soğuk savaş sonrası ortaya çıkan bir olgu değildir. Tersine küreselleşme, tarihsel süreç içerisinde sürekli olarak gelişen ve yaygınlaşan, bu bağlamda gelişmiş ya da az gelişmiş tüm toplumların karşılıklı etkileşimlerini içeren çok daha geniş ve genel bir kavramdır. Küreselleşme olgusu sömürge dışı ilişkileri de kapsamına alan geniş bir kavramdır. • Bu nedenle internet’te gezinme, iletişim araçlarını kullanma, dini ibadetler, sportif faaliyetler, turizm ve seyahat gibi sosyal faaliyetleri emperyalizme ve sömürgeciliğe indirgemek biraz abartılı olacaktır. Dolayısıyla küreselleşme, bir yönüyle uygarlık tarihinde insanlığın geldiği kaçınılmaz bir aşama, diğer yönüyle de etkili ve güçlü ülkelerin kendi çıkarlarını daha fazla gerçekleştirebilme olanağı bulduğu bir sistemdir. • Küreselleşme ile birlikte tartışılan bir diğer noktada ulus-devlet’in giderek güç kaybına uğrayıp uğramadığı sorunudur. Martin Albrow’a göre (1996) küresel çağda ulus-devletler hızla güç kaybetmektedir. Çünkü; küreselleşme ile birlikte gerek ekonomik, gerek siyasal ve gerekse askeri düzeyde çokuluslu kuruluşların sayısı ve gücü artmakta ve bu kuruluşlar ulus-devletlerin gücünü azaltıcı faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Hatta yıllık cirosu birçok ulus-devlettin milli gelirini aşan çokuluslu şirketler bulunmaktadır. Dünya ekonomisine ulus-devletlerin değil, sayıları 100 civarında olan çokuluslu büyük şirketlerin yön verdiği öne sürülmektedir. • Sorunun asıl kaynağıysa şudur: ulus-devletler kendilerinden çok daha güçlü olan uluslararası şirketleri nasıl denetim altına alacaklardır? Eğer ulusdevletler bu çok güçlü uluslararası şirketleri denetleyemeyecek durumdaysalar bu devasa şirketleri hangi güç kontrol altına alacaktır? Eğer bu çok güçlü uluslararası şirketler, ulusdevlet tarafından değil de ulusdevlet sistemleri (örneğin Avrupa Birliği) tarafından kontrol edilebilecekse bu durum ulus-devletin küreselleşme ile birlikte bir güç kaybına uğradığının bir göstergesi değil midir? • Gerçekten de dünyada meydana gelen ekonomik, siyasal ve kültürel olaylar, belirli ölçülerde, ulus-devletlerin inisiyatişeri dışında gelişmiştir. Örneğin; bir küresel kriz söz konusu olduğunda, bir ulus-devletin kendi başına bu krizden kaçınması mümkün olamamaktadır. Çünkü; ulusdevletlerin sınırları içerisindeki ekonomik ve ticari ilişkiler, küresel ekonominin birer uzantısı haline gelmiştir. Dolayısıyla küresel bir krizden bir ulus-devletin etkilenmemesi diye bir şey artık söz konusu değildir. Sorun yalnızca ekonomik alanla sınırlı da değildir. Örneğin; ozon tabakasının delinmesi sonucu ortaya çıkan küresel ısınma, iklim değişikliği ve kuraklıkla mücadelede ulus-devletler tek başlarına yetersiz kalmaktadırlar. Yine domuz gribi gibi salgın hastalıkların yayılmasını önleme konusunda da ulus-devletler tek başlarına çaresiz kalmaktadırlar. • Uluslararası düzeyde çok etkili ve güçlü kuruluşlar ulus-devletlerin üzerinde ve onları bağlayıcı kimi kararlar alabilmektedirler. Örneğin; Birleşmiş Milletler (BM), NATO, Uluslararası Çalışma Teşkilatı (ILO) ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO) gibi kuruluşların küresel düzeyde aldığı karalara ulus-devletler uymak zorunda kalabilmektedirler. Ayrıca uluslararası düzeyde Greenpeace, çevreci hareketler ve küreselleşme karşıtı gibi yeni muhalif oluşumlar, kimi zaman, ulus-devletleri çok zor durumda bırakabilmektedirler. Diğer taraftan Thomas Friedman (2006), günümüz küresel dünyasında başta Internet olmak üzere kitle iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte birçok sınırlamanın, engelin ortadan kalktığını öne sürmekte ve “dünya düzdür” demektedir. Friedman’ın ifade ettiği gibi dünya eğer düz ise ulus-devletlerin koyduğu siyasi sınırların günümüz iletişim çağında herhangi bir anlamı kalmış mıdır? Tüm bu ve buna benzer sorular literatürde çok yönlü olarak tartışılmaktadır. • Ulus-devletlerin, başta çok uluslu şirketler olmak üzere, küresel güç merkezlerinden kendilerini korunmak amacıyla bir araya gelip oluşturdukları ulus-devlet sistemleri de başlı başına bir sorun olabilmektedirler. Örneğin; bir ulus-devletler sistemi olan Avrupa Birliğinin bizzat kendisi, kapsamındaki ulus-devletin üzerinde bir güç gibi durmaktadır. Birden fazla ulus-devlet tarafından oluşturulan bir ulusdevlet sisteminin küresel boyutta etkinliğinin artması, o birlik içerisinde yer alan ulus-devletlerin gücünün arttığı anlamına gelmeyebilir. Örneğin; İngiltere, Avrupa Birliğine üye bir ülke olarak, siyasal ve ekonomik gücün tek bir elde yani Avrupa Birliği parlamentosunda tutulmak istenmesine şiddetle karşı çıkmakta bunun, üye ülkelerin ulusal gücünü zayışatacağını öne sürmektedir. • Birçok ulus-devlet AB örneğinde olduğu gibi ulus-devlet sistemlerine “ulusal egemenliklerinin tehdit altında olacağı” kaygısıyla şüpheyle yaklaşmaktadırlar. Ancak, ulus-devletler, ulus-devlet sistemlerinin dışında kaldıklarında da küresel ve bölgesel politikalarda etkinliklerini yitirebilme riskiyle karşı karşıya kalabilmektedirler. Benzer konular Türkiye’nin olası AB üyeliği konusunda da çok tartışılmaktadır. Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine ulusal egemenliği tehdit ettiği gerekçesiyle karşı olanlar olduğu gibi, AB üyeliğinin Türkiye’nin sosyal ve ekonomik kalkınmasını hızlandıracağı ve Türkiye’yi içinde bulunduğu bölgede daha etkili bir güç haline getireceği gerekçesiyle destekleyenler de bulunmaktadır. • • • Küreselleşme literatüründe ulus-devletin güç kaybetmediğini tersine güç elde ettiğini öne süren çok sayıda sosyal bilimci de vardır. Örneğin, Küreselleşme kavramına şüpheyle yakalaşan Hirst ve Thompson (2000) ulus-devletlerin küreselleşme ile birlikte daha da güçlendiklerini ve küresel gelişmelere karşı dirençlerini artıracak yeni yol ve yöntemleri çok başarılı bir şekilde geliştirdiklerini öne sürmektedirler. Örneğin; ulus-devletler yeni vergi uygulamaları, sınır kontrolleri, vize, yeni göçmen politikaları ve mültecilere yönelik yeni yaptırımlar uygulayabilmektedirler (Hirst ve Thompson 2000). Kimi ulus-devletler belli uluslararası yaptırımları ve kararları (insan hakları evrensel beyannamesi gibi) hesaba katmaksızın bu yaptırımları ve kararları ihlal edebilmektedirler. Yine birçok ulus-devlet, küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunda ortak mücadeleyi sağlamaya yönelik olarak oluşturulan ve Japonya’nın Kyoto kentinde 1997 yılında imzalanan protokole rağmen atmosferdeki ozon tabakasının delinmesini en fazla etkileyen karbon dioksit ve sera etkisine neden olan beş gazın salınımını azaltma konusunda gerekli çabayı göstermemektedir. Türkiye ise 2004 yılında Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesini (BMİDÇS) imzalamasına rağmen bu sözleşme içerisinde yer alan Kyoto protokolünde belirtilen koşullara uyacağını ancak 2008 yılında açıklamış ve 2009 yılında imzalamıştır. • Siyasal ve kültürel açından bakıldığında küreselleşme süreci, yerel ve bölgesel düzeyde belli tepkilere de neden olmaktadır. Bu tepkiler, toplumların kendi sosyo kültürel kimliklerine daha fazla sarılma, küresel güç merkezlerine karşı direnç gösterme, dinsel değerlere yönelme, yerel ve etnik milliyetçilik arayışları şeklinde karşımıza çıkabilmektedir. Özellikle Türkiye’nin yakın coğrafyasında yer alan Kafkasya ve Balkanlarda son 20 yılda meydana gelen dinsel, etnik ve siyasi oluşumları bu bağlamda değerlendirebilir. Dolayısıyla küreselleşme, tüm dünyada büyük bir hızla yayılırken belli yerel ve bölgesel tepkilerle de karşılaşabilmektedir. Çözüm • toplumsal eylemliliğinin önüne son derece önemli ve işlevsel alternatifler koymaktadırlar. Özellikle son yıllarda hızla yükselen yeni sosyal hareketler alanında yaşanan pratik eylemlilikler konusundaki paradigma yoksunluğu alanında oluşan ciddi boşluğu doldurabilecek bir potansiyel ve umut taşıdığına inanılmaktadır. Küreselleşmenin Faydaları - Teknolojinin yaygınlaşması - Bilginin yaygınlaşması ve hiçbir şeyin gizli kalmaması - Farklı kültürler ve sosyal gruplar arasında yeni ilişkilerin kurularak düşmanlıkların ortadan kaldırılması. - Liberallere göre küresel rekabet sayesinde ürün kalitesinin artması ve fiyatların ucuzlaması - Yine liberallere göre ulus devletlerin piyasaya yenik düşerek zayıflamaları ve artık bir baskı aygıtı olmaktan çıkması - Sınırların belirsiz hale gelmesi ve insanlar için çok seçenekli bir dünyanın ortaya çıkması KÜRESELLEŞMENİN SONUÇLARI • Küreselleşme ile birlikte kapalı toplumlar açık toplum haline gelmişlerdir. • Küreselleşme yeni ürünlerin piyasaya çıkmasını ve dünya çapında kullanılmasını sağlamıştır. • Küreselleşme serbest ticaretin önünü açarak insanların dünyanın hangi coğrafi mekânında yaşarlarsa yaşasınlar yeni ürünleri daha kolay, hızlı ve ucuz bir şekilde ulaşma imkânına sahip olmuşlardır. • Küreselleşme dünyadaki birçok otoriter ve baskıcı toplumun büyük bir hızla demokratikleşmesine neden olmuştur. • Küreselleşme uluslararası düzeyde çok yönlü işbirliğinin gelişmesine katkıda bulunmuştur. • Küreselleşme dünya vatandaşlığı kavramının ön plana çıkarmıştır. • Küreselleşme dünya sorunlarının çözümüne yönelik bir duyarlılığın ve bilincin gelişmesini sağlamıştır. Küreselleşmenin olumsuz sonuçlarına vurgu yapan yaklaşımların temel tezleriniyse şu şekilde sıralamak mümkündür. • Küreselleşme çevresel felaketlere neden olmuştur. • Küreselleşme dünyada yoksulluğu artırmıştır. • Küreselleşme büyük can ve mal kaybının olduğu savaşlara neden olmuştur. • Küreselleşmenin nimetlerinden dünya nüfusunun yalnızca küçük bir bölümü yararlanmaktadır. • Küreselleşme az gelişmiş ülkelerin sömürülmesine neden olmaktadır. • Küreselleşme insan değil sermaye odaklıdır. • Küreselleşme yoksulları, göçmenleri, sığınmacıları ve mültecileri kontrol altına alarak ezilmişlerin özgürlük alanını kısıtlamaktadır. • Küreselleşme sınıfsal, etnik, kültürel ayrışmalara ve dışlanmalara neden olmaktadır. Kuşkusuz küreselleşme ile ilgili bu ünitede değinilmeyen daha çok sayıda teorik yaklaşım bulunmaktadır. Ancak bu ünitede küreselleşme ile ilgili teorik yaklaşımların en önde gelenlerine özet düzeyinde değinilmeye çalışılmıştır. Kuşkusuz her yaklaşımın güçlü ve zayıf yönleri de vardır. Ancak yukarıda değindiğimiz teorik yaklaşımlar çerçevesinde küreselleşme sürecine sosyolojik olarak yaklaştığımızda ana hatlarıyla şu sonuçlara ulaşmak mümkündür. • Toplumsal ve ekonomik ilişkiler yerel, bölgesel ve ulusal sınırların ötesine taşmıştır. • Küresel ve yerel oluşumlar karşılıklı olarak etkileşim halindedirler. • Küreselleşme ulus-devletlerin gücünü zayışatmakla birlikte ulus-devletler kendi güçlerini koruyabilecek çeşitli yol ve yöntemleri başarılı bir şekilde uygulayabilmektedirler. • Çok uluslu şirketlerin etki alanı genişlemiştir. • Küreselleşme başta çevresel felaketler olmak üzere insan eliyle üretilmiş, öngörülemez ve hesaplanamaz yapay risklere neden olmaktadır. • Yeni iletişim teknolojileri (internet, Cep telefonu, vs.) yeni toplumsal ilişkiler ağını ortaya çıkarmaktadır. • Küreselleşme özü itibarıyla kapitalisttir ve eşitsizlik üzerine kuruludur. • Küreselleşmenin hızı, yaygınlığı ve etkisi her geçen gün artmaktadır.