ya sosyalizm, ya emperyalist barbarlık içinde çöküş!

advertisement
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
İKİ AYLIK
SİYASİ / TEORİK
GAZETE
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
OCAK/ŞUBAT 2017/01 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X185
EKİM DEVRİMİ’NİN 100. YILINDA:
YA SOSYALİZM, YA EMPERYALİST
BARBARLIK İÇİNDE ÇÖKÜŞ!
MÜCADELE BİÇİMLERİ VE
DEVRİMCİ ŞİDDET
NÜKLEER SANTRALLERE
HAYIR!
EKİM DEVRİMİ VE
ELEKTRİFİKASYONUN ÖNEMİ
•
editörden - içindekiler
Berbat bir yılı geride bırakıyoruz.
arkadaşlarıdır. Reformistlerin işçileri inandırmaya
2016 yılı emperyalizmin egemen olduğu Dünya’da çalıştığı krizsiz,”Sosyal Bir Pazar Ekonomisi” boş bir
spekülasyon, şişen borç balonları ve kuru güven hayal, büyük bir yalandır. İşçiler, emekçiler hayatlaüzerine kurulu mali sistemin yeniden ve
rını zorlaştıran ekonomik krizlere karşı
daha büyük bir gürültüyle patlama
mücadelelerini, o krizlerin andaki
Buradaki temel
sinyalleri verdiği bir yıl olarak
görüntülerine, sonuçlarına karsorun,
devrimci
sol
anılacak tarihte. Reel ekonoşı mücadeleyle sınırlamamalı,
güçlerin toplumda marjinal
mide ise 2008 Eylülünde patkrizlerin temeline, kapitalizkonumda
olmasıdır.
Özel
olarak
layan mali kriz ile birleşen
me karşı mücadelenin bir
devrimci sol, genel olarak sol, gelinen
devresel krizde, dibe vuparçası olarak kavramalı,
rulduktan sonra yaşanan
öyle yürütmelidir. Bela
yerde sistemden hoşnut olmayanlara
canlanma ve kalkınma
kriz değil, krizlerin temesistem dışı bir alternatif sunma
son demlerini yaşıyor.
li, onun nedeni kapitalist
durumunda değildir. Sonuç devrimci
2016’da mali piyasalarda
üretim tarzıdır. Ve bunun
sol açısından yer yer sınıftan, kitleden
yaşanan ve reel ekonomiye
bir alternatifi vardır: Soskopuk öncü eylemlerle kendini daha
de belli ölçülerde yansıyan
yalizm!
gelişmeler, 2017 sonlarında da tecrit etmek, ya da sağa kaymak,
reformcu legalizm batağında
girilmesi muhtemel olan ekoYeniden Paylaşımın Aracı:
debelenmek
oluyor.
nomik krizin boyutlarını derinTemsilci Savaşları
leştirecek gibi görünüyor. Ekonomik
2016 yılı dünya çapında emperyakrizin işçiler ve emekçiler için ne anlama
listlerin Dünya’yı yeniden paylaşım dalageldiğini ise biliyoruz: Daha fazla işsizlik, işsiz kal- şında bir dizi yerel savaşın bütün barbarlığı ile yama korkusu ile daha yoğun çalışma ve sömürülme, şandığı bir yıl olarak geçecek tarihe. Bu savaşların en
kazanılmış kimi hakların kimi zaman “reform” adı yoğun yaşandığı alanlar, ülkelerimizin de içinde yer
altında, kimi zaman, “durum kötü, hepimiz aynı ge- aldığı Ortadoğu ve Afrika kıtası. Bu alanlarda Birinmideyiz, şimdi kemer sıkma ve fedakarlık dönemi” ci ve İkinci Dünya savaşları ertesinde kurulan siyasi
demagojileri ile geri alınması, daha fazla yoksulluk. yapı çatırdıyor. Yeni bir siyasi haritanın nasıl çizileBurada kavramamız gereken şu: Reel ekonomide ceği, bu çizilecek haritada hangi emperyalist büyük
belli aralıklarla ortaya çıkan devresel krizler ve ne güçlerin hangi nüfuz alanlarına sahip olacağının sazaman patlayacağı öncelikle siyasi gelişmelere bağlı vaşları yürüyor. Savaşların geri planında emperyalist
olan mali krizler kapitalist ekonominin ayrılmaz yol Dünya’da değişen güç dengeleri sonucu ‘yeniden pay-
gündem
1917-2017
RUSYA’DA ‘BÜYÜK SOSYALİST EKİM
DEVRİMİ’NİN 100. YILINDA
YA SOSYALİZM, YA EMPERYALİST
BARBARLIK İÇİNDE ÇÖKÜŞ!
3
gündem
4
laşım’ yatıyor. Emperyalist büyük güçler bu yeniden
paylaşım savaşlarını, sahada doğrudan savaşan güçler
açısından ele alındığında, mümkün olduğunca kendi
askerlerini bu savaş içinde öne sürmeden yürütmeye çalışıyorlar. Onların “kara gücü” daha çok lojistik
destek ve eğitim veren “özel kuvvetler”den oluşuyor.
Başta ABD olmak üzere batılı emperyalist güçler sahada doğrudan savaşan güç olmaktan çok, kendilerinin silahlandırdıkları ve lojistik ve parasal destek
verdikleri ve eğittikleri yerel “demokratik dost” güçler üzerinden yürütüyor yeniden paylaşım savaşını.
Savaşa doğrudan katılımları “düşman güçleri” gerek
Silahlı İnsansız Hava Araçları, gerekse savaş uçakları ile bombalama biçiminde oluyor. Böylece Vietnam’daki savaşta olduğu gibi onbinlerce Amerikan
askeri tabutlar içinde dönmüyor ülkelerine! Ve savaşa
karşı bir hareket gelişmiyor. Tabii güya “cerrahi bir
titizlikle” gerçekleştirilen bu hava bombardımanlarında binlerce sivil de ölüyor, yaralanıyor, evini,
barkını, yurdunu terk edip yollara düşmek zorunda
kalıyor. Bunlar “kollateral zarar” (istenmeyen ve fakat kabul edilen yan zarar) olarak geçiyor kayıtlara!
Batılı emperyalistler anda kendi askerlerini ön cephede savaşa sürmekten kaçınırken,1990 başlarındaki
çöküş sonrasında batılı emperyalistlere karşı büyük
alan ve nüfuz kayıpları yaşayan Rusya bu kayıplarını
gidermek için kendi askerini de doğrudan ön cephede de savaşa sokmaktan çekinmiyor. Suriye’deki ve
Ukrayna’daki savaşta bunu yaşadık, yaşıyoruz. Emperyalistler arasında Dünya’yı yeniden paylaşım dalaşının damgasını vurduğu, genel karakterini belirlediği bu savaşlarda yer alan, sahada doğrudan savaşan
yerel güçlerin her biri bu savaşlarda kendi amaçlarına
sahip. Kimi Rojava’da PYD/YPG’nin savaşında olduğu gibi haklı bir dava için savaş yürütüyor. Kimi
İran ve Türk hakim sınıflarının yaptığı gibi, alanda
kendi egemenlik alanlarını korumak ve genişletmek,
kurulacak kurtlar sofrasında pazarlıklarda elini güç-
lendirmek için savaş yürütüyor. Kimi Esad rejimi
gibi tehdit altında olan iktidarını korumak için savaş
yürütüyor. Kimi DAİŞ gibi, selefi bir Dünya İslam
devleti kurma adına savaş yürütüyor. Bölgede halklar
ulusal -etnik, dinsel-mezhepsel fay hatları boyunca
bölünmüş durumda. Hem bölge devletlerinde egemen sınıflar, hem de emperyalistler halklar arasındaki bölünmeyi ve çelişkileri tepe tepe kullanıyor. Yürüyen ve özü emperyalist yeniden paylaşım olan savaş
halklara ölüm, yıkım, halklar arasında daha fazla
düşmanlık ve emperyalist güçlere daha fazla müdahale fırsatı sunmayı getiriyor beraberinde. Rojava’da
olduğu gibi bu savaşta haklı bir dava için savaşanlar,
verili güç dengesinde, savaşın genel emperyalist gerici
karakterini değiştirmiyor.
Görev bu bağlamda hem dünya çapında, hem tek
tek ülkelerde güçlü bir Barış Hareketi yaratmak, anda
temsilci savaşları olarak yürüyen emperyalist, gerici,
yeniden paylaşım savaşlarının derhal durdurulmasını, bütün işgalci güçlerin savaş yürüyen alanlardan
tüm güçlerini derhal geri çekmesi talebini işçi sınıfı
ve emekçilerin genel talebi haline getirmek için çalışmaktır. Bu yapılırken şu hiç unutulmamalı ve unutturulmamalıdır: Emperyalist ve gerici savaşlar, emperyalist sistemin olmazsa olmazıdır. Emperyalizm
var olduğu sürece, savaşlar ve emperyalist güçler arası
Dünya Savaşı tehlikesi var olacaktır. Emperyalizmin
egemen olduğu bir dünyada, en güçlü barış hareketi bile, en iyi halde şu veya bu savaşı engelleyebilir,
bir Dünya savaşını belli bir süre erteleyebilir. Fakat
bir bütün olarak savaşları engellemenin bir tek yolu,
bir tek alternatifi vardır: Emperyalist sistemi Proleter
Dünya Devrimi yoluyla yerle bir etmek; işçi sınıfı ve
emekçilerin kendi iktidarlarını, sosyalizmi kurmak.
Yeni sömürüsüz bir dünyayı yaratmak!
En Büyük Terörist Kim?
2016 yılı emperyalistlerin ellerindeki bütün iletişim
araçlarını kullanarak yarattığı bir algının yılı olarak
geçecek tarihe: İslamcı terörizm tarafından tehdit
edilen “batının evrensel insani değerleri” ve “batının
özgürlükçü yaşam tarzı.” Bu tehdit karşısında “Terörizme karşı topyekün mücadele” yılı!
Olan nedir?
Soğuk savaş yıllarında “Komünizme Karşı Mücadele” adına başta ABD emperyalistleri olmak üzere
batılı emperyalistler tarafından “Komünizme karşı
özgürlük savaşçıları” olarak desteklenen, güçlendirilen selefi Sünni cihatçı kimi grupların kontrolden
çimde gerçekleştirilmesidir. Emperyalist terörizmin
insanlık düşmanlığı, onun verdiği zararlar açısından
karşılaştırıldığında, IŞİD emperyalistler yanında küçücük bir çırak kalır. Bugün kuşkusuz dünyanın en
büyük teröristleri emperyalistler, en başta da emperyalist büyük güçlerdir. Biz hangi ideoloji temelinde
olursa olsun, hangi amaç adına yapıldığı söylenirse
söylensin kör, halka yönelik terör eylemlerine, bu anlamda terörizme karşıyız. Terörizme karşı mücadelemiz fakat öncelikle terörizmin yaratıcısı olan emekçi
düşmanı, sömürücü, kapitalist–emperyalist sisteme
karşı mücadeledir. Emperyalizm açısından terör ve
terörizm kendi kontrolünde olmayan her türlü şiddet
eylemidir. Bu emperyalistlerin en büyük teröristler
olduğunu gizleyen bir yaklaşımdır.
Dünyada Genel Eğilim
2016 yılı, tarihte Dünya’da genel eğilimin gericilik, milliyetçilik, ırkçılık, faşizm yönünde evrimlendiği bir yıl olarak anılacaktır. Demokrasinin beşiği
olarak anılan Avrupa’da temel program maddeleri
“Avrupa’nın İslamlaştırılmasına!” karşı,”Batının Hıristiyan kültür değerlerini savunma”, “Mülteci istilası tehlikesine karşı” çıkma olan partiler ve akımlar
önemli bir siyasi güç haline geldiler. (Almanya’da
AFD, Hollanda’da “Özgürlük Partisi”, Fransa’da
Marine Le Pen’in “Ulusal Cephesi”, Avusturya’nın
FPÖ’sü vb) Kimi AB üyesi ülkede (Macaristan, Polonya) açık faşist partiler iktidara geldi veya iktidardaki yerini güçlendirdi. Avrupa Birleşik Devletleri
hayali şimdilik başka bahara ertelendi. İngiltere’de
AB’den çıkış referandumunu milliyetçi temelde “çıkış” yanlıları kazandı. ABD’de çok açık ırkçı ve seksist söylemleri ile öne çıkan milyarder Trump Başkan
seçildi. Türkiye gibi faşist ülkelerde, faşizmi koyulaştırma anlamına gelen gelişmeler yaşandı.
Bütün bu gelişmelerde ortaya çıkan, toplumlarda
verili yerleşik sistem ve onun siyasi elitlerine karşı bir
hoşnutsuzluğun varlığı ve bu hoşnutsuzluğun egemenler tarafından ırkçılığın, milliyetçiliğin, faşizmin potasında eritilebilmesi olgusudur.
Buradaki temel sorun, devrimci sol güçlerin toplumda marjinal konumda olmasıdır. Özel olarak
devrimci sol, genel olarak sol, gelinen yerde sistemden hoşnut olmayanlara sistem dışı bir alternatif sunma durumunda değildir. Sonuç devrimci sol açısından yer yer sınıftan, kitleden kopuk öncü eylemlerle
kendini daha da tecrit etmek, ya da sağa kaymak, reformcu legalizm batağında debelenmek oluyor. Solun
gündem
çıkması ve sonuçta bütün Dünya’da selefi Sünni bir
şeriat düzeni kurma hedefi ile kendi savaşlarını yürütmeye başlaması. Yine başta ABD olmak üzere batılı emperyalistlerin 2000’li yılların başında Irak’ta
faşist Saddam rejimini devirerek Irak’a demokrasi
getirme iddiası ile yürüttükleri emperyalist işgalin
sonrasında kendini iktidar dışında ve ezilen konumda bulan Baas Partisi’nin Sünni elitinin işgale karşı
direnişinin cihatçılarla birleşmesi.
Şimdi DAİŞ/IŞİD/İslam Devleti adları altında “batının özgürlükçü, insan haklarına dayalı, demokratik
değerleri”nin baş düşmanı ilan edilen örgüt, gerçekte
batılı emperyalistlerin siyasetlerinin sonucu olarak
ortaya çıkmış, emperyalizmin kendi yarattığı bir
canavardır. Bu canavar kontrolden çıkmıştır. Fakat
onun Dünya çapında “Selefi İslam Devleti”iddiası
gerçek hayatta karşılığı olmayan boş bir iddiadan öte
bir şey değildir. Fakat bu iddia bile, modern iletişim
araçları üzerinden yapılan yoğun propagandanın da
sayesinde, sistem içinde geleceği olmayan ve bir arayış içinde olan Müslüman gençlerin bir bölümü için
çekici olabilmektedir. Cihat sırasında “şehit” düşmek
ve cennete gitmek inancı, birçok genç Müslümanı
emperyalist metropollerde de Allah yolunda intihar
eylemcisi yapabilmektedir. Kendi iktidar alanında
kafa kesmeler, insanları diri diri gömüp, diri diri
yakmalar vb. emperyalist metropollerde yapılan intihar eylemleriyle birleştiğinde, ortaya bir öcü çıkmaktadır. Bu IŞİD öcüsü objektif olarak bütün
emperyalist ve gerici güçler için kullanışlı bir araç
olarak işlev görmektedir. IŞİD bütün emperyalist ve
gerici güçlerin özel olarak Suriye’deki, Irak’taki, Ortadoğu’daki, Kuzey Afrika’daki savaşlara “Terörizme
karşı mücadele” adı altında doğrudan müdahalesinin
hoş gelmiş gerekçesidir! Bütün emperyalist ülkelerde IŞİD’e, “İslamcı terörizme karşı mücadele”, içte
güvenliği sağlama adına faşizmin geliştirilmesinin,
yerli ırkçlığın azdırılmasının, İslamofobya temelinde ülke halklarının kendi burjuvazisi etrafında birleştirilmesinin, sınıf mücadelesinin “terörizme karşı
ortak mücadele” adına ötelenmesinin gerekçesidir.
Evet, IŞİD terörist bir örgüttür. O iktidar alanlarında kendine karşı olanları en ilkel terör yöntemleri ile
katletmekte ve bunu en modern medya üzerinden yayarak kendini güçlü göstermeye çalışmaktadır. Fakat
IŞİD’e karşı ”terörizme karşı mücadele” adı altında
savaş yürüten emperyalist güçlerin kendileri de teröristtir. Onları IŞİD’den ayıran, onların terörizmin
çok daha rafine yöntemlerle, çok daha güçlü bir bi-
5
gündem
Biz tabii ki gerçek ve kalıcı bir barışın, sömürü sistemlerinde mümkün olmadığını
biliyoruz. Bunu hep söyledik, söyleyeceğiz. Gerçek ve kalıcı barış için mücadelenin işçiemekçi iktidarı mücadelesi olduğunu hep yeniden anlatacağız. Bu fakat anda yürüyen ve
halkların çıkarına olmayan somut bir savaşın durdurulması için, silahların susturulması
için, geçici barış için mücadelenin engeli değil.
zaten reformist kesimleri açısından ise sosyal demokrasinin en sağına kadar kaymak, yer yer halkın “haklı
kaygılarını dikkate almak” adına faşist ırkçı söylemlerle güya halkı faşizme kaymaktan, onlara destek
olmaktan kurtarmaya çalışmak oluyor! Bu tip bir
antifaşist, anti ırkçı “mücadele”nin halkın faşizmin
orjinaline yönelmesinden başka sonuç vermemesi anlaşılır bir şeydir.
Bu bağlamda yapılması gereken solun kötülerin
arasında daha az kötü olanın peşine takılma siyasetinden köklü olarak kopması; solun, halkın iki kötü
arasında tercih yapmak zorunda olmadığını halka
göstermesi, kendi öz siyaseti ile ortaya çıkmasıdır.
Burada da en büyük görev tabii devrimci olan sol
güçlere, en başta da komünistlere düşmektedir. Bugün doğru komünist pozisyonların henüz halka yeterince ulaşmadığı, halkın büyük çoğunluğunun
antikomünist pozisyonlarda olduğu açıktır. Bu fakat
doğrunun bugün savunulmaması anlamına gelmez,
gelmemelidir. Bu görüşlerin halkın görüşleri haline
gelmesi için her fırsat kullanılmak zorunda, farkımız
her fırsatta gösterilmek zorundadır.
6
Yurtta Savaş, Dünyada Savaş!
Ülkelerimizde de 2016 yılı halklarımız açısından en
berbat yıllardan biri oldu.
Kuzey Kürdistan’da savaş binlerce cana mal oldu;
binlerce insanımız yaralandı, onbinlerce Kürt emekçisi yerinden, yurdundan oldu. Şırnak gibi kimi Kürt
şehirleri “PKK terörizmine karşı mücadele” adına
faşist devlet güçlerince yerle bir edildi. Savaş Türk
devleti tarafından Suriye’ye de taşındı. Türk Ordusu, öncelikli olarak Suriye olan bütün sınır hattı boyunca PYD-YPG’nin denetiminde bir özerk bölgenin
oluşmasını, Afrin ile Kobane arasındaki koridorun
PYD-YPG güçleri tarafından kapatılmasını önlemek amacıyla Suriye’ye girdi. “Fırat Kalkanı” adı
altında yürütülen ve hâlâ süren açık işgal harekatı
için “DAİŞ’e karşı savaş” bahane oldu, oluyor. Türk
Ordusu’nun Suriye’deki savaşa doğrudan katılması, Kuzey Kürdistan/Türkiye’de de savaşın daha da
yükseltilmesi anlamına geldi, geliyor.
İçte ve dışta savaşın hem mali, hem siyasi yükleri halkın sırtına biniyor. İçte Türk milliyetçiliği ve
ırkçılık körükleniyor. İşçi ve emekçi hareketi savaş
içinde “milli çıkarlar birliği” adı altında burjuvazinin
kuyruğuna takılabiliyor.
Kimi büyük şehirlerde gerçekleşen, bir bölümü
IŞİD, bir bölümü PKK veya TAK adına yapılan bombalı saldırılar da işçi hareketi açısından olumsuz bir
rol oynuyor. Milliyetçilik temelinde burjuvazinin saflarında yer alma çağrıları Türk olan emekçiler arasında karşılığını buluyor.
AKP/Erdoğan önderliğinde Türk devleti, 2016’da
çok açık olarak “Kürt sorununu, İmralı/Kandil/HDP
görüşmeleri üzerinden, PKK’nin Türkiye’de silah bırakmasını sağlama yoluyla çözme” siyasetinden, yeniden askeri çözüm, “PKK’yi yok etme”, “Son terörist
temizlenene kadar savaşı sürdürme” siyasetine geçtiğini gösterdi. Savaş içte barıştan, demokrasiden yana
tavır takınan tüm güçlere karşı da faşist terörün arttırılması anlamına geldi, geliyor.
Bugün süren savaş, bu savaşı sürdürmeye yönelik
eylemler ve söylemler, -bunlar devrimci niyetlerle yapılmış ve söylenmiş olsa bile- halklara, ezilenlere acı
ve yıkımdan başka bir şey getirmiyor, halkların birbirine düşman edilmesinden başka bir işe yaramıyor.
Bu yüzden bugün ülkelerimizde süren savaşın derhal durdurulması, savaşı sürdürmek için bahane edilen eylemlerin derhal durdurulması halkların çıkarınadır.
Bugün savaşa karşı Barış Cephesi’nin inşası en acil
görevdir.
“Barış hemen şimdi!”, “Silahlar sussun, siyaset
konuşsun!” asgari müştereği temelinde barış isteyen
herkes sesini yükseltmelidir.
Biz tabii ki gerçek ve kalıcı bir barışın, sömürü sistemlerinde mümkün olmadığını biliyoruz. Bunu hep
söyledik, söyleyeceğiz. Gerçek ve kalıcı barış için mücadelenin işçi-emekçi iktidarı mücadelesi olduğunu
hep yeniden anlatacağız. Bu fakat anda yürüyen ve
halkların çıkarına olmayan somut bir savaşın durdu-
15 Temmuz Darbe Girişimi Ve Sonrası
2016 yılı bunun yanında, ülkelerimizdeki hastalıklı
siyasi bölünmenin daha da keskinleştiği bir yıl oldu.
Bir yanda R.T. Erdoğan’ı Türkiye’ye gelmiş, Allahın lütfu olarak gören, onun için ölümü bile göze almaya hazır kesin inançlı bir kesim, onun karşısında
R.T. Erdoğan’ı bu memleketin başına gelmiş en büyük kötülük olarak gören ve ne ve nasıl olursa olsun
onun devrilmesi gerektiğini savunan bir başka kesin
inançlı kesim.
Devrimci kesimi de dahil olmak üzere solun çok
büyük bölümü bu bölünmede ikinci kesim içinde yer
aldı, alıyor.
Bu hastalıklı bölünme temelinde 15 Temmuz’da
doğrudan bir askeri darbe girişimi yaşadık.
Askeri darbe girişiminin yanlış çıkan temel hesabı, anti Tayyip cephesinin büyük bölümünün R.T.
Erdoğan’a ve AKP hükümetine karşı girişilecek bir
askeri darbe girişimine karşı çıkmayacağı, çoğunun
hatta destek vereceği üzerine kurulu idi. Bunun açık
belgesi, darbe gecesi kısa bir süre darbeciler tarafından işgal edilen TRT spikerine silah zoru ile okutulan “Yurtta Sulh Konseyi” imzalı darbe bildirisidir.
Bu bildiri anti Tayyip cephesinin tüm unsurlarının
RTE’ye yönelttiği bütün suçlamaları içeren bir bildiridir. Askeri bir yönetimin idareye el koyması açıklaması dışında tüm anti Tayyip cephesinin ortak manifestosudur darbe bildirisi.
15 Temmuz darbecilerinin ikinci yanlış hesabı, halkın RTE’ci kesiminin, öncelikle de tabii AKP örgütünün tavrı ile ilgilidir. AKP, yaşananın bir askeri darbe
girişimi olduğunu anladığı andan itibaren halkı bu
darbeyi önlemek için sokağa çağırdı. Bu, darbeler konusunda oldukça zengin bir deneyime sahip olan Kuzey Kürdistan/Türkiye açısından yeni olan bir şeydi.
Bu ‘yeni’lik darbeyi başarısız kılan ve doğrudan darbeciler dışında, darbeyi desteklemesi hesabı yapılan
anti Tayyip cephesi unsurlarını da darbeye karşı tavır
almaya iten temel olgudur.
Bunun yanında darbecilerin darbe planlarını planladıkları zamanda uygulayamamış olması, darbenin
başlangıcını öne çekmek zorunda kalmaları, darbenin emir komuta zinciri içinde olmadığının çok erken olarak ortaya çıkması, ordunun Kemalist kesiminin esasının darbede yer almaması vb. gibi birçok
etken, darbenin başarısızlığında rol oynadı.
Olağan Halimiz: Olağanüstü Hal!
Alışmayacağız!
R.T. Erdoğan 15 Temmuz darbe girişimini, kendi/
AKP iktidarını bir dönem paylaştığı Fethullah örgütüne karşı, 2010 sonlarından itibaren başlayan iktidar
savaşında kesin darbeyi vurmak, bu örgütün devletin
çeşitli kurumları içindeki örgütlenmesini çökertmek
için “Allahın bir lütfu”, “Şer içindeki iyilik” olarak
değerlendirdi.
21 Temmuz’da, mecliste MHP ve CHP’nin de desteğiyle üç aylığına olağanüstü hal ilan edildi. Hükümete Kanun Hükmünde Kararnamelerle yönetme
yetkisi verildi.
Bu yetkiyi Erdoğan/AKP hükümeti tepe tepe, sınırları sonuna kadar zorlayarak kullanıyor.
Anda Kuzey Kürdistan/Türkiye’de olağan olan,
olağanüstü hal.
Bunun uygulaması, aslında hükümetin keyfince
istediği bütün kararları, Anayasa Mahkemesi’ne de
taşınamayacak olan, kanun hükmünde karar olarak
çıkarıp, kullanması biçiminde oluyor.
Artık faşizm olağanüstü hal adı altında, minareyi
kılıfa geçirme ihtiyacı duyulmadan, gayet etkin, hızlı
ve yoğunlaştırılmış bir biçimde uygulanıyor.
15 Temmuz’dan bu yana devletteki görevlerinden
uzaklaştırılmış olanların toplam sayısı 200 bine yaklaşıyor.
Tutuklananların sayısı 50 bine yaklaşıyor.
Tutuklanmış olanların bir bölümü bir süre sonra
serbest bırakıldı, bırakılıyor. 15 Temmuz tutuklu sayısı resmi rakamlara göre hâlâ 40 bine yakın.
Buna son dönemde artan bir biçimde HDP’den tutuklananlar ekleniyor.
Devletteki görevinden alınanların bir bölümü görevlerine iade edildi, ediliyor. Fakat yine resmi rakamlara göre hâlâ 140 bine yakın devlet görevlisi görevinden alınmış durumda.
Bunun yanında Fethullahçı olduğu gerekçesiyle, ya
da PKK’ye destek verdikleri gerekçesiyle herkes her
an –basit bir ihbar temelinde– gözaltına alınabilir.
Ülkelerimizde anda tam bir korku imparatorluğu
kurulmuş durumda.
Devlet İçişleri Bakanı’nın ağzından, İstanbul’da
gerçekleşen bir bombalı eylem ertesinde, resmen ve
alenen “intikam” alınacağı açıklaması yapıyor.
Cumhurbaşkanı üst üste yaptığı her toplantıda halka gammazlık yapması çağrısında bulunuyor.
Olağanüstü hal olağanlaştırılmaya çalışılıyor. Alışmamız isteniyor. Alışmayacağız.
gündem
rulması için, silahların susturulması için, geçici barış
için mücadelenin engeli değil.
7
gündem
Bugün olağanüstü halin kalkması için mümkün
olan en geniş mücadele birliğinin sağlanması en
önemli güncel görevlerden biri.
Bu mücadelede fakat sol kendi bağımsız siyaseti ile
ortaya çıkmalı, egemenler arasındaki iktidar dalaşında bir tarafın kuyruğu haline gelmemeye dikkat
etmelidir.
8
Şu Başkanlık Ve Anayasa Değişikliği Meselesi
Böyle bir cadı kazanı ortamında bir de başkanlık
tartışmaları sürüyor.
15 Temmuz ertesinde, Kürt sorununda kendi siyaseti uygulanan Bahçeli MHP’si inisiyatif alarak andaki fiili durumun Anayasa’ya kaydından yana olduğunu açıkladı.
Andaki fiili durum, aslında cumhurbaşkanının
olağanüstü yetkilerle Anayasal olarak donatılmış
olduğu, sonuçta cumhurbaşkanının istediği zaman
kabineyi kendi başkanlığında toplama yetkisi olduğu, parlamenter sistemden çok başkanlık sistemine
yakın olan alaturka bir sistemdir. Büyük yetkilerine
rağmen, siyaseti belirleyen konumuna rağmen, cumhurbaşkanı siyaseten sorumsuzdur. Yalnızca vatan
hainliği suçlaması ile meclisin 5/4’nün oyuyla yüce
divana gönderilebilir.
Şimdi AKP/MHP cumhurbaşkanlığı sistemi adı
altında alaturka bir başkanlık sistemini öngören bir
Anayasa taslağı konusunda anlaştılar. AKP bu taslağı
316 milletvekilinin tamamının önceden boş kağıda
atılmış imzalarıyla meclis başkanlığına sundu.
Önümüzdeki dönemde mecliste önce komisyonda,
sonra meclis genel kurulunda taktik savaşları, kavgalar yaşayacağız. AKP, bu değişiklik önerisini mümkün olan en kısa zamanda meclis oyuna sunmak için
elinden gelen her şeyi yapacak. CHP ve HDP –daha
doğrusu HDP’nin mecliste kalmasına şimdilik göz
yumulan kesimi– bu Anayasa taslağının meclisten
geçmesini engellemek için elinden gelen her şeyi yapacak. Sonuçta fakat bu taslak meclis oyuna sunulacak. Eğer 330–367 arası oyla meclisten geçerse, halk
oyuna sunulması Anayasal zorunluluk. Görünen bu
taslağın, belki kimi ufak tefek değişikliklerle, 330’u
aşan bir oya ulaşacağı.
Eğer bu olasılık gerçekleşirse, 2017’de bir referandum gündeme gelecek. Referandumun
olağanüstü hal şartlarında halk oyuna sunulması,
onun meşruiyetini daha da sorgulanır hale getirir. Bu
nedenle referandum öncesinde olağanüstü halin kaldırılması muhtemeldir.
Referandumda halka veba ile kolera arasında bir seçim yapması istenecektir.
Evet, var olan faşist Anayasa’nın, faşist özüne hiç
dokunmadan, içine cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş konusunda yapılan değişikliklerin eklenmesine
evet demek anlamına gelecektir.
Hayır, var olan faşist Anayasa’nın olduğu biçimiyle
kalmasından yana oy kullanmak anlamına gelecektir. Andaki durumun olduğu gibi sürmesinden yanayım anlamına gelecektir.
Bu ikisi de işçiler, emekçiler açısından tercih olamaz. Doğru tutum referandumu boykot etmektir.
Bizim tercihimiz, 12 Eylül Anayasası’nın tümüyle çöpe atılması temelinde yapılacak yepyeni bir
Anayasa’dır. T.C.’nin çok uluslu bir devlet olduğu
gerçeğini temel alan, bireyin devlete karşı haklarını koruyan, devleti özgür eşit vatandaşlarının bir
hizmet aracı olarak gören, bütün önemli konularda
halk oylamalarını öngören, yerelden yönetim ilkesini temel alan demokratik bir Anayasa. Ancak böyle
bir Anayasa tüm uluslardan ve milliyetlerden kadın
ve erkek işçi emekçilerin çıkarına uygun “Evet”i hak
eden bir Anayasa olabilir.
Böyle bir Anayasa er geç gelecektir ülkelerimize.
Böyle bir Anayasa bütün uluslar ve milliyetlerden
işçilerin köylülerin devrimle kazanacağı kendi iktidarlarında, onların elleriyle gelecektir.
Bunun için çalışmaktır görev. Bunun için aydınlanmak, aydınlatmak, örgütlenmek, örgütlemektir
görev.
Evet, bugün devrimci durum yok. Gün kötü. Karanlık. Fakat eğer yarınki günün, günlerin aydınlık
olmasını istiyorsak, bugünden devrim için çalışmayı,
örgütlenme, örgütlemeyi bütün çalışmanın merkezine koymamız gerek.
Ekim Devrimi’nin 100. yılına girmiş olacağız bu
yazıyı okuduğunuzda.
O devrim ki, bundan yüzyıl önce emperyalist
bir Dünya’ya mahkûm olmadığımızı, başka bir
Dünya’nın mümkün olduğunu, o başka Dünya’nın
işçi sınıfı önderliğinde devrimle kurulabileceğini
gösterdi.
Görev o devrimin derslerinden öğrenerek, o dersleri bugünün dünyasını değiştirme mücadelesinde
silah haline getirmektir.
Emperyalist barbarlık içinde çöküşün alternatifi
var: Sosyalizm!
20.12.2016
güncel
FAŞİZME KARŞI NASIL MÜCADELE
EDİLMELİ?
Emek ve Demokrasi Güçlerinin 5 Kasım Cumartesi günü İstanbul’da yaptıkları basın
toplantısında okunan ortak metni, içinde bu yazıda eleştirdiğimiz, katılmadığımız
noktalar olmasına rağmen imza atmamız yanlış olmuştur.
F
aşist devletin ve onu anda yöneten RT Erdoğan ve AKP
iktidarının dizginsiz bir şekilde
uyguladıkları faşizme karşı; sendikaların, sol siyasi partilerin, devrimci, demokrat kurumların çeşitli
eylembirlikleri, cephe oluşturma
çalışmaları sürmekte, saldırılara
karşı çeşitli eylemler gerçekleştirilmektedir. Emek ve Demokrasi Güçleri, Demokrasi İçin Birlik, Emek ve
Demokrasi İçin Güçbirliği vb. bu
çalışmalardan bazılarıdır. Bu çalışmalarda, yapılan açıklamalarda,
yapılan eylemlerde faşizme karşı nasıl mücadele edilemeyeceğinin örnekleri sergilenmektedir.
Meslek örgütleri, sol siyasi partiler, devrimci kurumlar, dergiler, demokratik kurumlar, 5 Kasım
Cumartesi günü İstanbul Taksim’de Makine Mühendisleri Odası Konferans Salonunda yaptıkları
ortak basın toplantısında ortak hareket edeceklerini
kamuoyuna duyurdular. Basın toplantısında okunan ortak metni içinde katılmadığımız noktalar olmasına rağmen biz de imzaladık.
Bu ortak metinde yanlış bulduğumuz şu noktalar
var:
*“Tek adam rejiminin inşasına tanık olmaktayız.
Ülkemiz, tam bir saray darbesi yaşamaktadır.”
„AKP/ Saray rejimi”
„Tek bir adamın etrafında kümelenmiş bir çıkar
örgütünün geleceği adına ülkemizin felaketle sonuçlanacak bir iç savaşa sürüklenmesine izin vermeyeceğiz.”
Kuzey Kürdistan Türkiye’de faşizme karşı mücadele „Saray diktatörlüğü“ne, „AKP/Saray rejimine“,
„Tek bir adamın etrafında kümelenmiş bir çıkar
örgütüne“ karşı mücadele olarak görülüp, gösterilmekte, daraltılmaktadır.
Bu yaklaşımla „AKP/Saray rejimi“ içinde olmayan
tüm güçler objektif olarak antifaşist cephenin unsurları olarak görülüp, gösterilmektedir. Biz bu tavrı yanlış buluyoruz. Ülkelerimizde bugün faşizme
karşı mücadelenin sivri ucu tabii ki öncelikle AKP
iktidarına yöneltilmelidir. Ancak faşizm AKP iktidarından ibaret değildir. Fethullahçılar da, ulusalcı
Kemalistler de, siyasi örgüt olarak, kurum olarak
CHP de, MHP de faşisttirler. T.C devleti genlerinde
faşizm olan bir devlettir. Faşizme karşı mücadele bütün kurumları ile faşist devlete, bütün faşist güçlere
karşı mücadele olarak kavranıp öyle yürütülmelidir.
Böyle yürütülmeyen bir antifaşist mücadelenin yedeği olmayacağız.
Antifaşist mücadelenin iktidar hedefi antifaşist
cephe hükümetidir. Cephe hükümeti CHP’ni, Fetocuları vs. kapsayacak bir iktidar olarak düşünülemez.
Biz bir ortak açıklama metninde, açıkça bizim çizgimizin egemen olmasını sağlayacak durumda, güç-
9
güncel
10
te değiliz. Belli tavizler verebiliriz. Fakat bu tavizler
antifaşist mücadeleyi AKP iktidarına karşı mücadeleyle sınırlayan bir mücadele anlayışını içeren bir
ortak açıklamaya imza atmaya kadar ilerletilemez.
Bu işçilere emekçilere bizim dışımızdaki bütün sol
güçlerin verdiği yanlış bilinç verme
işine bizim de katılmamız anlamına gelir.
Ortak açıklama metninde bir yeni rejimden söz edilmektedir.
Sanki
Türkiye’de faşizm
yeni geliyormuş
ve faşizm yalnızca
“AKP/Saray rejimi” diye adlandırılan rejimin işi imiş
gibi gösterilmektedir.
Bu metinde verilen mesaj batı ülkelerinin medyasında egemen olan, Fethullahçıların,
Türkiye’de dışımızdaki solun da yaratılmasında
küçümsenmeyecek rol oynadığı algının tekrarıdır:
Türkiye’de demokrasiden faşizme, çok partili parlamenter rejimden “tek adam diktatörlüğüne” geçiliyor. Bu algı yanlıştır.
Kuzey Kürdistan Türkiye’de son saldırılar öncesinde de hüküm süren rejim faşizmdi; bugün de
faşizmdir. Bugün olan bir darbe girişimi ertesinde
darbe ile devrilmeye çalışılan siyasi iktidarın tehdit altında gördüğü ve tehdit altında olan iktidarını
pekiştirmek amacıyla faşizmi koyulaştırmasıdır. Biz
tabii ki buna karşı mücadele edeceğiz, ediyoruz. Fakat bu mücadele yanlış algı yaratacak biçimde yürütülmemelidir.
Bugün olanların “Saray darbesi” olarak adlandırılması, aslında 15 Temmuz’da yaşananın “Saray”
tarafından sahnelenen bir tiyatro olduğu, asıl bugün
yaşananın gerçek darbe olduğu düşüncesi ve tezinin
devamıdır. AKP iktidarı darbe yapmıyor. Yaptığı faşizmin, elindeki yasal yetki ve araçları sonuna kadar
zorlayarak kullanılması yoluyla, koyulaştırmasıdır.
Burada içte ve dışta savaş içinde bulunan faşist bir
devletin siyasetidir söz konusu olan. Eğer biz buna
darbe diyeceksek, aslında geriye doğru atılan her
siyasi adımı ve edimi darbe olarak adlandırmamız
gerekir. O zaman örneğin Fransa’da olağanüstü hal
ilan edilmesi; ABD de olağanüstü hal ilan edilme-
si vb.ni de darbe olarak adlandırmamız gerekir. Bu
yanlış olur. Gerçek bir darbenin relative edilmesi anlamına gelir. Zaten genelde bizim dışımızdaki solun
yaptığı da budur. Buna ortak olmak zorunda değiliz.
Ajitasyon yaparken de biz verilen bilincin yanlış
olmamasına dikkat etmek zorundayız.
Öyle bir hava yaratılıyor ki,
sanki darbe olmasa, faşizmin koyulaştırılmasına
karşı mücadele meşru
olmayacak!
“15 Temmuz darbe girişimini fırsata çeviren AKP Saray Rejimi, OHAL
ve KHK’lar aracılığıyla kendi darbesini örgütlüyor.”
“Yapılan fiili bir darbedir. Ve darbeye karşı direnmek meşrudur, haktır .”
Aslında denmesi gereken faşizme,
faşizmin koyulaştırılmasına karşı mücadele görevdir, haktır, meşrudur .. vb. dir.
Emek ve Demokrasi Güçlerinin 5 Kasım Cumartesi günü İstanbul’da yaptıkları basın toplantısında
okunan ortak metni, içinde bu yazıda eleştirdiğimiz,
katılmadığımız noktalar olmasına rağmen imza atmamız yanlış olmuştur.
Biz şu tavrı takındık:
“Ortak açıklamanın içeriğinde katılmadığımız
noktalar olsa da, faşizme karşı ortak duruşu, mücadeleyi önemsediğimiz ve doğru bulduğumuz için
girişime katıldık ve ortak metni imzaladık.”
Ortak duruşu, mücadeleyi önemsemenin yolu,
yanlış bir ortak açıklamaya imza atmak olmamalıdır.
Yanlış bulduğumuz bir metne imza atmadan da,
yürüyen mücadelelere kendi doğru çizgimiz temelinde katılıp, destek verebiliriz. Veriyoruz da.
Emek ve Demokrasi Güçlerinin 5 Kasım’da kamuoyuna deklere ettiği ortak açıklama metninden, yazıda belirttiğimiz nedenlerden dolayı imzamızı geri
çekiyoruz.
Faşizme, faşist saldırılara karşı yapılacak eylemlere kendi gücümüz ölçüsünde, doğru bulduğumuz
görüşler temelinde katılacağız.
15.11.2016
Devrim, Devrimci Şiddet Olmaksızın Mümkün
Değildir!
“Devrim yapmak ziyafet vermeye, yazı yazmaya,
resim yapmaya, ya da nakış işlemeye benzemez; o kadar zarif, o kadar sakin ve yumuşak, o kadar ılımlı,
uysal, kibar, ölçülü ve alicenap olamaz. Devrim bir
ayaklanmadır, bir sınıfın başka bir sınıfı devirdiği
bir şiddet hareketedir.” diyor Mao Zedung ilk yazılarından biri olan “Hunan’daki Köylü Haraketi İle
İlgili Araştırma Üzerine Rapor” başlıklı yazısında.
(“Seçme Eserler, cilt I”, Mao Zedung, s. 29, Aydınlık
Yayınları, Ekim 1976 İstanbul)
Aslında bu yalnızca proletaryanın önderliğindeki
devrimler için değil, istisnasız tüm devrimler için
geçerli olan bir tespittir. Bütün devrimlerin ilk ve
temel sorunu devlet iktidarı sorunu, var olan devlet
iktidarının yıkılması sorunudur. Devletin kendisi
sonuçta bir sınıfın iktidarının, bu iktidarı sürdürmek için örgütlenmiş şiddetidir. Devlet iktidarda
olan sınıf adına “şiddet tekeli”ni elinde tutar. Ve egemen sınıf, iktidarını tehdit eden güçlere karşı devlet
şiddetini acımasızca kullanır. Devlet iktidarını elinde tutan bir sınıfın, bu iktidarı bir başka sınıfa barış
içinde terk ettiği görülmemiştir. Bunun tarihte bir
tek örneği yoktur. Egemen sınıf sonuçta şiddete dayalı iktidarını elinde tutmak için her şeyi yapar. O
iktidarı yıkmak için şiddet –onun kullanılış biçimlerinden bağımsız olarak– tek yoldur. Şiddetsiz devrim olmaz. Bütün insanlık tarihinin bize gösterdiği
yalın bir gerçektir bu.
Bütün devrimler için geçerli olan bu gerçeğin kavranması, ilkede kendinden önceki bütün devrimlerden farklı olan proletarya önderliğindeki devrimler
için çok daha hayati önemdedir. Çünkü proletarya
önderliğindeki demokratik ve sosyalist devrimler bir
sömürücü sınıf iktidarının, bir başka sömürücü sınıf
tarafından alaşağı edildiği, sonuçta sömürü sisteminin bir başka biçiminin eskisinin yerini aldığı devrimlere benzemez. Proletarya önderliğindeki devrimler bir bütün olarak sömürü sistemini ortadan
kaldırmaya giden yolu açan devrimlerdir. Proletar-
güncel
MÜCADELE BİÇİMLERİ VE DEVRİMCİ
ŞİDDET
Devrimcilik adına gerçekleştirilen silahlı
eylemlerin bir bölümü “intikam eylemi” olarak
değerlendirilmekte, intikam bu eylemlerin
gerekçesi olarak ileri sürülebilmektedir. İntikam
aslında kendine sosyalist, komünist, devrimci
diyenlerin eylem gerekçesi olamaz, olmamalıdır.
İntikam insanlığın en ilkel, içgüdüsel
tepkilerinden biridir. “Göze göz, dişe diş” anlayışı,
intikam anlayışı bütün dinlerin temelinde yatan
bir ilkelliktir. Devrimciler intikamcı değildir.
İntikamı savunmazlar. İntikam amacıyla eylem
yapmazlar. Devrimcilerin eyleminin çıkış noktası,
işçi ve emekçi kitleleri devrime yakınlaştırmaktır.
ya önderliğindeki devrimler, kendilerinden önceki
devrimlerden ayrı olarak, var olan devlet iktidarını
ele geçirip, onu kendi sınıf iktidarlarının aracına dönüştüremezler. Proletarya önderliğindeki devrimler
öncüllerinden çok daha radikal devrimlerdir.
Devrimci Şiddet Nedir?
Devrimci şiddet birçok halde aslında mücadele biçimlerinden yalnızca biri olan silahlı mücadele, küçük burjuva çevrelerde de öncelikle “iyi silahlanmış,
iyi eğitilmiş öncü güçler”in, devlete karşı silahlı mücadelesi ile eşitlenir. Bu devrimci şiddeti dar bir alan
içine sıkıştıran yanlış bir eşitlemedir.
Devrimci şiddetin ve şiddet kullanımının çeşitli
biçimleri vardır. Devrimcilerin egemen sınıflara, onların devletine karşı yönelen silahlı bir eylemi nasıl
devrimci şiddet kullanımının bir biçimi ise, örneğin
bir fabrikada, devrimcilerin önderliğinde işçilerin
belli taleplerini elde etmek için işi bırakması, grev
yapması, grev kırıcılarının çalışmasını engellemesi,
fabrika önündeki grev çadırını sökmeye gelen polise
karşı silahsız direnişi de devrimci şiddet kullanımıdır. Yüz binlerce işçinin örneğin bir yasayı engelle-
11
güncel
12
mek için sokağa dökülmesi de, doğru bir önderlik
altında, devrimci şiddet kullanımıdır.
Öncü bir örgütün kendi örgütlü insanları ile
siper kazıp, hendek yapıp, o hendekler arkasında
o hendekleri kapamak için üzerine gelen egemen
sınıfın silahlı güçlerine karşı silahlı mücadele
yürütmesi nasıl şiddet kullanımı ise; yüz binlerce
insanın egemen sınıfların bu şiddet eylemlerini
ezmek için yürüttüğü savaşa karşı çıkmak için
silahsız gösterilerde sokağa dökülmesi de şiddet
kullanımıdır. Ve biz son olarak Kuzey Kürdistan’da
birincisini başarmanın, ikincisini başarmaktan
daha kolay olduğunu gördük.
Bugünün Kuzey Kürdistan/Türkiye şartlarında
yüz binlerin, diyelim ki her hafta sonu, ilk bakışta
gayet pasifist görünen “Barış hemen şimdi” temel
sloganıyla silahsız kitle eylemleriyle büyük şehirlerin sokaklarına dökülmesi, meydanlarını doldurması, şu ya da bu karakolun örgütlü öncü güçler
tarafından bombalanmasından daha devrimci bir
eylemdir. Çünkü yüzbinlerin günün sınıf mücadelesi açısından can alıcı sorununda seferber edildiği
bir eylemde devrimin gerçek öznesi tarih sahnesindedir. Orada sınıf adına değil, sınıfın kendisinin
eylemi söz konusudur. Öncelikli olan bunun başarılmasıdır. Devrimci şiddet ile eşitlenmesi baştan
yanlış olan öncünün silahlı eylemleri, her dönemde
devrimin gerçek öznesi olan işçi sınıfı ve emekçi yığınların bilinç ve örgütlenme seviyesini yükseltmeye hizmet ediyor mu sorusu temelinde sorgulanmak
zorundadır. Eğer buna hizmet etmiyorsa, bu şiddet
eylemleri devrimci enerjinin çarçur edilmesidir.
Devrimin Öznesi
Devrimci şiddet nedir sorusuna cevap verirken
önce devrimin öznesi kimdir, nedir sorusuna doğru
bir cevap verilmelidir. Kimdir proletarya önderliğindeki devrimin öznesi? Bu öznenin işçi sınıfı ve onun
–devrim aşamasına göre değişkenlik gösteren– müttefikleri olduğu konusunda kendisine komünist diyen hemen herkes hemfikir olacaktır. Fakat iş pratik
devrimci faaliyete geldiğinde bu hemfikirlik olgusu
ortadan kalkar. Yerini birçok halde işçi sınıfı adına
hareket eden, başlangıçta –ve birçok halde sonrasında da– işçi sınıfından kopuk “öncü” alır. Neden?
Bunun nedeni her toplumda egemen düşüncenin
egemen sınıfın düşüncesi olduğu gerçeğinde yatar.
Burjuvazinin egemen olduğu bir toplumda işçi sınıfı ve emekçi yığınlar içinde egemen olan düşünceler
burjuvazinin düşünceleridir. İşçi sınıfı, sınıf olarak
çıkarı sosyalizmde/komünizmde olmasına rağmen,
kendiliğinden sosyalist değildir. Sosyalizm işçi sınıfına sınıf mücadelesi içinde dışarıdan bir öncü örgüt
tarafından taşınılmak zorunda olan bir bilimdir. Bu
öncü örgüt işçi sınıfının en mücadeleci, ileri, öncü
kesimini kendi içinde örgütleyen komünist partisidir. Gerçek bir komünist partisi devrimin öznesinin
sömürülen sınıf(lar) olduğunun bilincinde hareket
eder. Bu yüzden de onun tüm faaliyeti, her eylemi
sınıfın bilincini yükseltmeye, örgütlenmesini ilerletmeye, sınıfı harekete geçirmeye yönelik olmalıdır.
Gerçek bir komünist partisi için devrimci şiddet, öncelikle ve esas olarak işçi ve emekçi kitlelerin, ezilen,
sömürülen sınıfların kitlesel şiddetidir. Öncü örgütün, kendi örgütsel gücüne dayanarak geliştirdiği
şiddet eylemleri –zorunlu olan kendini savunma
eylemleri dışta tutulduğunda– ancak sınıfsal harekete ivme kazandıran, onu ilerleten eylemler olduğu
ölçüde devrimci şiddet eylemidirler. Sınıf mücadelesinden kopuk, onu ilerletmeyen öncü eylemleri, bu
eylemleri yapanlar ne kadar devrimci düşüncelerle
ve güdülerle hareket eder olursa olsunlar, ne kadar
yiğitçe eylemler olursa olsunlar, devrimci maceracılık sınıflandırmasına girerler.
Devrimci enerjinin yanlış bir öncü savaşı anlayışı temelinde yanlış kullanımıdır bu gibi şiddet
eylemleri. Nedir yanlış öncü savaşı anlayışı dediğimiz şey? Öncü kendini sınıfın sözcüsü olarak sınıf
yerine geçirir. Yaptığı her işi zaten sınıfın çıkarları için yapmaktadır. O halde, sınıf mücadelesinin
gerçeği ne olursa olsun, sınıfın bilinç, örgütlenme,
mücadele düzeyi ne olursa olsun, öncü sınıf adına
devlete karşı savaşa girer. Böyle bir savaşla, Mahir Çayan’ın sözleriyle “oligarşinin bağrı öncü tarafından gümbür gümbür dövülür.” Uyuyan işçi
ve emekçiler de, bu savaşta oligarşinin zayıflığını
görerek cesaretlenir ve öncüyü destekler. Böyle bir
öncü savaşı anlayışı, bütün dünya devrim tarihini
yanlış okuyan bir anlayıştır. Sonuçta en iyi halde
“Hain tuzaklarda, kan uykularda,vurulduk ey
halkım unutma bizi” ağıtlarında; en kötü halde
halkın hainliğine edilen küfürlerde konaklar. Evet devrim için devrimci savaş gereklidir. Evet devrimci savaş için onun bir öncü örgütü, bir kurmay
heyeti gereklidir. Doğru çizgiye sahip, sınıfın en iyi
unsurlarını içinde barındıran bir öncü örgütsüz başarılı bir devrim mümkün değildir. Fakat devrimin
öznesi öncü örgüt değil, sınıfın kendisidir. Öncü ör-
Yanlış Eylem Çizgisi Temelinde Kimi Başka
Yanlışlar
Bugün ülkelerimizde yukarıda üzerinde durduğumuz yanlış öncü savaşı anlayışı temelinde yükselen
eylem çizgisi yanlıştır. Bu yanlış eylem çizgisi temelinde kimi gurupların gerçekleştirdiği silahlı eylemlerde gerçek anlamda devrimcilikle ilgisi olmayan
başka yanlışlar da vardır. Burada bunların bazılarına kısaca dikkat çekelim:
Halk İçindeki Çelişmelerin Doğru Çözüm
Yönteminden Uzaklaşmalar
Kimi eylemlerde halk içindeki çelişmelerin doğru
çözüm yönteminin ideolojik mücadele yöntemi olduğu, halk içindeki çelişmelerin çözümünde komünistlerin şiddet kullanımını red etmelerinin, burada gerçek öncüler olarak örnek olmaları gerektiğinin önemi
kavranmıyor. Tabii ki halk içindeki çelişmelerde çelişme ideolojik mücadele yolu ile çözülemiyor, sorun
aşılamıyorsa, orada idari tedbirler de gündeme gelir.
Fakat hiçbir şart altında bu idari tedbir şiddet kullanımına (Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile
uslanmayanın hakkı kötektir!) kadar genişletilemez. Burada doğrunun hakim kılınabilmesi için bütün
devrimci gurupların şöyle bir ortak açıklama
yapması –tabii açıklama yapanların buna harfiyen
uyması gerekir– doğru olur:
Bizler halk içindeki çelişmelerin çözümünde şiddet kullanılmasını ilke olarak red ediyoruz, şiddet
kullananı devrimci çevre içinde barındırmayacağımızı açıklıyoruz.
Aslında halk içindeki çelişmelerde ideolojik mücadele yönteminin terk edilmesi kendini birçok örgütün kendi iç ilişkilerinde ve devrimci örgütler arası
ilişkide çokça gösteriyor. Bugün KuzeyKürdistan/
Türkiye’deki örgütler somutunda kendi içindeki
ideolojik mücadelelerde elini kana bulamayan, kendi
içindeki muhalif insanları silahlı şiddet kullanarak
tasfiye etmeyen örgüt yok gibidir. Bu ölümcül tasfiyelerde kılıf hazırdır: ‘Karşı devrimci. Partimize
karşı tasfiye hareketi içinde yer aldı!’ vs. Sınıf mücadelesinde karşı devrimin devrimci örgütler içine
ajanları ile sızmaya çalışması normaldir. Bundan
korunmanın yolu, bu konuda kuşku duyulan kişilerin örgüte alınmaması, alındıysa dışlanması, eğer
deliller sağlamsa söz konusu kişilerin bütün devrimci çevre içinde açıkça teşhir edilmesidir.
“Sol” örgütler arasındaki ilişkilerde de –son dönemde belli düzelmeler olsa da– öldürmelere kadar
varan karşılıklı şiddet eylemleri çokça yaşanmıştır, yaşanmaktadır. Şiddet burada haklılığın aracı
yapılmaktadır. Bir alanda daha güçlü olan, o alanı
başkalarının çalışmasına kapatma hakkını kendinde görmekte, devrimcilik adına, “devrimci şiddet”
kullanmaktan çekinmemektedir. Bu bağlamda
kullanılan şiddetin devrimci şiddet olmadığı, tersine sol içindeki çatışmaların, şiddet kullanımının yalnızca karşı devrimin işine yaradığı, “Sol”u
halktan tecrit etmenin bir aracı olduğu açıktır.
Burada yapılması gereken bir tek şey vardır. Kendine devrimci sıfatını yakıştıran bütün partiler, gruplar iki satırlık bir ortak açıklama yapmalıdır ve tabii buna uygun davranmalıdır:
Biz devrimciler olarak, grupların kendi içlerindeki
ilişkilerde ve gruplar arasındaki ilişkilerde şiddet
kullanılmasını ilke olarak red ediyor, şiddet kullananın karşı devrimci bir edim içinde olacağını, onu
devrimci çevreden dışlayacağımızı ilan ediyoruz.
İstenmeyen “Sivil Kayıplar” Sorunu
Günümüzde yanlış öncü savaşı anlayışı temelinde gerçekleştirilen bir dizi silahlı eylemin aslında
kim tarafından yapıldığını en baştan anlamak neredeyse imkansız gibi. Birçok eylemin gerçekte kim
tarafından yapıldığını ancak resmi bir üzerlenme
olduğu zaman anlayabiliyoruz. Bazen resmi açıklamalar da, sonradan eksik veya yanlış açıklamalar
olarak “düzeltiliyor.” Herhangi bir örgütün doğrudan üzerlenmediği silahlı eylemlerde ise fail meçhul
kalıyor. Neden?
güncel
gütün, devrimci şiddet konusunda yapması gereken
doğru çalışma, sınıf adına devrimci savaş yürütmek
değil, sınıfı devrimci savaşa hazırlamak, devrimci
savaşında ona önderlik etmektir.
Ne yazık ki bu gerçek bugün kendine marksist-leninist, komünist, sosyalist diyen bir dizi grup ve kişi
tarafından kavranılmamakta, sınıf mücadelesinden
kopuk öncü eylemleri devrimciliğin zirvesi olarak,
“en devrimmmciliğin” göstergesi olarak savunulmakta ve uygulanmaktadır.
Devrimci şiddet, öncelikle işçi ve emekçilerin hakim sınıflara yönelen örgütlü şiddetidir.
Devrim, işçi ve emekçi yığınların adına hareket
eden örgütlü öncünün “halk adına” “devrim adına”
hakim sınıflarla vuruşması ve hesaplaşması değil,
örgütlü öncünün yönetip yönlendirdiği, içinde yer
alıp en önünde yürüdüğü emekçi kitlelerin eseridir.
13
güncel
14
Çünkü birincisi kullanılan eylem biçimleri aynı:
Silahlı baskın; taciz ateşi açılması; insan kaçırma;
suikast; daha önceden bir yerlere yerleştirilmiş
bombaların uzaktan kumanda ile patlatılması;
intihar yeleği ile canlı bomba eylemi; içi bomba
dolu bir araçla gerçekleştirilen intihar eylemleri,
şehirlerde araba yakmalar, otobüs molotoflamalar
vb.
Bu gibi silahlı eylemlerin biçimlerinden yola çıkarak, bu devrimcilerin eylemidir, bu mesela DAİŞ’in,
MHP’nin, derin devletin, bozkurtların, Osmanlı
Ocakları’nın vs. eylemidir demek imkanı yok. Çünkü hepsi bu eylem biçimlerini kullanıyorlar. Bunun
böyle olduğu yerde at izinin it izine karışması kaçınılmaz. Bu çokça da oluyor.
Bunu devrimciler açısından engellemenin yolu
aslında içinde bulunulan anda hangi eylem biçimlerinin devrimci faaliyeti ilerletme açısından uygun,
kullanıldığında işçileri/emekçileri devrime bir adım
yaklaştıracak eylem biçimleri olduğu sorusuna verilecek somut cevapta yatar. İçinde bulunduğumuz
dönemde silahlı eylem biçimlerinin hiçbiri işçi sınıfı ve emekçi kesimlerini devrimci faaliyete yakınlaştırma açısından yararlı ve uygun olan eylem
biçimleri değildir. Bugünkü somut durumda –Kuzey Kürdistan’da PKK’nin aslında egemen sınıfların
dayattığı savaşta kendini zorunlu savunma eylemleri
dışında– silahlı eylem biçimleri, sınıf mücadelesinin
andaki durumunda onun içinden çıkıp gelen, onun
gerektirdiği mücadele biçimleri değildir. Ve anda
devrimciler açısından öncü savaşı olarak yürütülen
silahlı eylemler işçi ve emekçi kitleleri devrime yakınlaştırmıyor, tersine ondan uzaklaştırıyor. Aslında
bugün devrimciler açısından esas mücadele biçimleri –egemen sınıfların dayattığı zorunlu savunma eylemleri dışında– silahsız mücadele biçimleridir. Bu
ileriki silahlı mücadelelere bugünden hazırlanmak
gereğini ortadan kaldırmaz. Kuzey Kürdistan/Türkiye devrimci hareketinin çok büyük bölümü bu gerekli tespiti yapmaktan kaçınıyor. Bu tespiti yapana
gelecek olan, onun devrimcilikten uzaklaştığı, pasifizme saptığı suçlamalarından korkuyor.
Varsayalım, bizim yaptığımız bu tespit yanlış olsun. Bugün aslında Kuzey Kürdistan/Türkiye’deki
sınıf mücadelesi devrimcilerin önüne silahlı mücadeleyi esas mücadele biçimi olarak koymuş olsun.
O zaman yukarıda saydığımız silahlı eylem biçimlerinden bazılarını devrimcilerin kullanmayacağını
söyleyebilir miyiz? Aslında söyleyebiliriz ve söyle-
meliyiz.
Doğrudan doğruya halkı karşısına alan hiçbir eylem biçimi devrimciler açısından doğru değildir.
Örneğin bir halk, ya da belediye otobüsünün molotoflanması, ya da daha ötesi bombalanması devrimcilerin yapacağı bir eylem değildir.
Yine doğrudan doğruya halkı karşısına alan şehirlerde –öncelikle de normal halkın oturduğu mahallelerde– arabaları yakmak devrimcilerin yapacağı
bir eylem değildir.
Halkın yoğun olarak bulunduğu alanlarda, ’sivil
kayıplar’ın kaçınılmaz olduğu eylemlerden devrimcilerin kaçınması gerekir. “Aslında hedefimiz siviller değildi, fakat isteğimiz dışında sivil kayıplar da
oldu” özürleri, gerçekte özür değildir. Bu gibi eylemler devrimi değil, karşı devrimi güçlendirir.
Diğer yandan hangi biçimde olursa olsun,
kimi örgütlerin “Feda eylemi” olarak yüceltip
sahiplendikleri “intihar eylemleri”, devrimciler açısından ancak çok olağanüstü durumlarda, zorunlu kalındığı zaman kullanılabilir bir
eylem biçimidir. Anda bu eylem biçimi esasta
DAİŞ gibi ölümsever örgütlerin eylem biçimidir.
Filistin’in özgün koşullarından türeyen ve şeriatçı
örgütler tarafından gerçekleştirilen intihar eylemlerinin, aynı zamanda bu örgütlerin ideolojilerinin,
dini inançlarının bir parçası olduğu asla unutulmamalıdır. Belli bir biçimde ölerek (şehitlik) kendilerinin başka bir dünyada (cennette) yaşayacaklarına
inananların ‘geliştirdiği’ ‘ölme biçimi’nin devrimci
ve ulusal mücadeleye monte edilmesi yanlış bir eylem çizgisidir. Devrimci mücadelenin ve marksistleninist ideolojinin tüm gerçekleri açıkken, intihar
eylemlerini yüceltmek, kitle mücadelesinin bir biçimi olarak savunmak bireysel terörizmin yüceltilmesidir. Devrimcilik, bir “feda kültürü” değildir ve
olamaz. Bir devrimcinin fedakar olması başka bir
şeydir, “feda kültürü” bir başka şeydir. Bunlar arasındaki fark ortadan kaldırıldığında, ortaya çıkan
sonuç, sadece ve sadece “ölme biçimi”dir.
İntikam Eylemleri ve Şehitlik
Devrimcilik adına gerçekleştirilen silahlı eylemlerin bir bölümü “intikam eylemi” olarak değerlendirilmekte, intikam bu eylemlerin gerekçesi olarak
ileri sürülebilmektedir. İntikam aslında kendine sosyalist, komünist, devrimci diyenlerin eylem gerekçesi olamaz, olmamalıdır. İntikam insanlığın en ilkel,
içgüdüsel tepkilerinden biridir. “Göze göz, dişe diş”
anlayışı, intikam anlayışı bütün dinlerin temelinde
yatan bir ilkelliktir. Devrimciler intikamcı değildir. İntikamı savunmazlar. İntikam amacıyla eylem
yapmazlar. Devrimcilerin eyleminin çıkış noktası,
işçi ve emekçi kitleleri devrime yakınlaştırmaktır.
Eylemlerimizin gerekçesi budur. Eylemlerin intikamla gerekçelendirilmesi, emekçi kitleler arasında
da yaygın olan intikam ve intikamcılık düşüncesini
körüklemekten, bu ilkel, emekçileri bölen, gerici düşünceyi yaygınlaştırmaktan başka bir işe yaramaz.
İntikam anlayışı, haklı olarak karşı çıktığımız “kan
davası”nın da temelinde yatan düşüncedir
Şehitliğe gelince: Şehitlik de, aynı intikam gibi
dinden ödünç alınmış bir düşünce ve kavramdır.
Aslında hayatı seven, büyük insanlık için sömürüsüz,
sınıfsız bir hayat mücadelesi veren insanlar,
kendilerine komünist, sosyalist, devrimci diyen insan
ve gruplar/partiler için şehitliğin yabancı bir kavram
olması gerekir. Şehitlik “kutsal bir ülkü veya inanç
uğruna savaşırken ölmek” olarak tanımlanıyor Türk
Dil Kurumu sözlüğünde. Böyle tanımlandığında
şehitlik bir insan için varılabilecek en yüksek
mertebedir. İslamda şehitlerin yerinin Tanrı katında
Muhammed’in hemen arkasında olduğunun anlatıldığını biliyoruz! DAİŞ ve benzeri cihatçı örgütler in-
Mücadele Biçimlerine Marksist–Leninist
Yaklaşım
Mücadele –ve ona bağlı olarak örgütlenme– biçimleri, Dünya Komünist Hareketi’nin tarihinde derinlemesine tartışılmış, bu tartışmalar içinde bugün de
komünistlere rehber olan leninist tavır berraklaşmıştır. Lenin “Partizan Savaşı” başlıklı makalesinde
güncel
Her Marksist’in, mücadele
biçimleri sorununu araştırırken
koymak zorunda olduğu temel
talepler nelerdir? Birinci olarak
Marksizm, sosyalizmin bütün ilkel
biçimlerinden, hareketi herhangi
bir belirli mücadele biçimine
bağlamamasıyla ayrılır. O, en
çeşitli mücadele biçimlerini tanır ve
bunları ‘kafadan uydurmaz’, bilakis
devrimci sınıfların, hareketin
seyri içinde kendiliğinden ortaya
çıkan mücadele biçimlerini sadece
genelleştirir, örgütler ve onlara
bilinç unsurunu taşır.
tihar eylemcisi bulmada hiç mi hiç zorluk çekmiyor.
Çünkü cihat yolunda ölenler için cennet garanti! Cihat yolunda dövüşürken ölmeyenler aslında talihsiz
kişiler! Aslında bu dünyanın yalan dünya olduğunu,
gerçek hayatın ölümden sonra “öbür dünya”da başladığına iman edenler için cihad ederken ölmek, onların başına gelebilecek en iyi şeydir. Onlar böyle bir
ölüm için can atarlar. Sadece Müslümanlıkta değil,
diğer dinlerde de bu böyledir. Katolik İspanya’da iç
savaşta faşistlerin temel sloganlarından biri bu yüzden “Yaşasın Ölüm”dü. Ölümü yücelten bu tavırlar
“devrim şehitleri” düşüncesi ve tavrıyla genel olarak
‘Sol’da ve devrimci saflarda da yansımasını buluyor.
Bir zamanlar PKK önderliği Serok Apo ve şehitlerden oluşuyordu. Apo dışında ancak şehit olanlar
önderlik kurumu içinde sayılıyordu.Yani o kadar
önemli idi şehitlik. Apo dışında yaşayan kadroların
hiçbirinin bu seviyeye yükselme durumu ve şansı
yoktu! Devrimci saflarda genelde devrim için
savaşırken ölenlerin hepsi de şehitlerimiz oluyor!
Yani bir devrimcinin gerçek ve üstün bir devrimci
olabilmesi için devrim için savaşırken ölmesi
gerekiyor. Ölenlerin arkasından şehitlik mersiyeleri
okuyoruz. Bu tavır insanları direnmeye,”düşmana
inat mücadelede bir gün daha fazla yaşama”ya değil,
devrim uğrunda ölmeye teşviktir. Devrimci bir
tavır değildir bu. Bu dinci şehitlik düşüncesinden
uzaklaşmamız gerekir. Biz hayatı, gerektiğinde onun
uğrunda ölmeyi de göze alacak kadar sevdiğimiz
için devrimciyiz, sosyalistiz, komünistiz. Hiçbir
devrimcinin “şehit olma” amacı yoktur. Biz devrim
için mücadeleden yanayız. Bu mücadelede ölümler
de olabilir, olacaktır. Fakat bu mücadelede ölenlerin,
bu mücadele içinde ölmeyenlere göre daha değerli
vb. oldukları anlamına gelmez. Bize mümkün
olduğunca çok “şehit” değil, mümkün olduğunca
çok ve bütün yaşamları boyunca mücadele eden
devrimciler gerekli. Mücadelede karşı devrime
karşı savaşta ölen, karşı devrimin öldürdüğü her
insanımız devrimci mücadele açısından bir kazanç
değil kayıptır.
15
güncel
16
şu tespitleri yapar:
“Her Marksist’in, mücadele biçimleri sorununu
araştırırken koymak zorunda olduğu temel talepler
nelerdir? Birinci olarak Marksizm, sosyalizmin bütün
ilkel biçimlerinden, hareketi herhangi bir belirli mücadele biçimine bağlamamasıyla ayrılır. O, en çeşitli
mücadele biçimlerini tanır ve bunları ‘kafadan uydurmaz’, bilakis devrimci sınıfların, hareketin seyri
içinde kendiliğinden ortaya çıkan mücadele biçimlerini sadece genelleştirir, örgütler ve onlara bilinç unsurunu taşır. Marksizm her türlü soyut formüle, her
türlü dogmatik reçeteye kesinlikle düşmandır ve hareketin gelişmesiyle, kitlelerin bilincinin artmasıyla,
iktisadi ve siyasi buhranların keskinleşmesiyle birlikte
sürekli olarak yeni ve çeşitli savunma ve saldırı yöntemleri ortaya çıkaran kitle mücadelesinin dikkatle
incelenmesini talep eder. Bu yüzden Marksizm hiçbir
zaman hiçbir mücadele biçimini reddetmez. Marksizm kendini asla yalnızca verili anda mümkün ve
mevcut olan mücadele biçimleriyle sınırlamaz, aksine
verili dönemde hiç kimsenin bilmediği yeni mücadele
biçimlerinin verili toplumsal konjonktürün değişmesiyle ortaya çıkmasını kaçınılmaz addeder. Marksizm
bu açıdan, eğer böyle ifade etmek gerekirse, kitle pratiğinden öğrenir ve kitlelere, meclis ‘sistemcilerinin’
keşfettiği mücadele biçimlerini öğretme iddiasından
uzaktır. Örneğin Kautsky sosyal devrimin biçimlerini
incelerken, ‘gelecek buhranın bizim şimdiden göremediğimiz yeni mücadele biçimleri getireceğini biliyoruz’
diyordu.
İkinci olarak Marksizm, mücadele biçimleri
sorununun mutlaka tarihi olarak araştırılmasını
talep eder. Bu sorunu, somut tarihi durumun
dışında ele almak, diyalektik materyalizmin
alfabesini anlamamak demektir. Ekonomik
evrimin çeşitli anlarında, çeşitli siyasi, millikültürel, sosyal ve diğer şartlara bağlı olarak çeşitli
mücadele biçimleri ön plana çıkar, mücadelenin ana
biçimleri haline gelir ve buna bağlı olarak ikinci
dereceden mücadele biçimlerinde, tali mücadele
biçimlerinde de öz değişikliklerine uğrar. Belli bir
mücadele aracının uygulanmasını, gelişmesinin
verili aşamasında verili hareketin somut durumunu
iyice incelemeden, onaylamaya veya onaylamamaya
çalışmak, Marksizm’in zeminini tamamen terk
etmek demektir.
Bize yol gösterecek olan işte bu iki temel teorik öğretidir. Marksizmin Batı Avrupa’daki tarihi bize,
bu söylenenleri doğrulayan sayısız örnekler vermek-
tedir.Şu günlerde Avrupa sosyal-demokrasisi parlamantarizmi ve sendika hareketini esas mücadele
biçimleri olarak görmektedir; eskiden ayaklanmayı
tanımıştı ve Rus Kadetleri ve Besaglavzi türünden
liberal burjuvaların görüşünün aksine, durum değiştiği taktirde gelecekte de tanımaya hazırdır.1870’lerde
sosyal-demokrasi, her derde deva sosyal bir ilaç olarak, burjuvaziyi siyasi olmayan yoldan derhal devirme aracı olarak genel grevi reddetmiştir- ama sosyal
demokrasi (özelikle 1905 Rus deneyiminden sonra)
siyasi kitle grevini belirli şartlar altında gerekli olan
bir mücadele biçimi olarak tanımıştır.Sosyal-demokrasi 1840’larda barikat savaşını tanımıştır, ama 19.
yüzyılın sonunda beli şartlar yüzünden onu reddetmiştir ve bu son görüşünü düzeltmeye ve K. Kautsky’e
göre yeni bir barikat taktiği ortaya çıkaran Moskova
deneyiminden sonra barikat savaşını amaca uygun
bir şey olarak kabul etmeye tamamen hazır olduğunu
açıklamıştır. (“Proleter Devrimin Strateji ve Taktiği,
7. Defter“ V. İ. Lenin, s. 28-30, İnter Yayınları, Temmuz 1992 İstanbul)
Burada mücadele biçimlerine yaklaşımda tavır
nettir. Hiçbir mücadele biçimi red edilmez, fakat
aynı zamanda hiçbir mücadele biçimi mutlaklaştırılmaz. Hangi mücadele biçiminin yaşanılan anda
öne çıktığı, esas olduğu vb. sorusuna sınıf mücadelesinin içinde bulunduğu somut durumun somut değerlendirilmesi temelinde cevap verilir. Bu yapılırken en önemli olan şey şudur: Mücadele biçimi öncü
tarafından belirlenip kitle hareketine dayatılmaya
çalışılmaz; ya da daha sık olarak yapıldığı gibi, kitleler adına öncülerin mücadele biçimi “kafadan uydurulup” ona uygun mücadele yürütülmez. Mücadele
biçimi “devrimci sınıfların hareketinin seyri içinde” kendiliğinden ortaya çıkar. Bu konuda marksist
öncü kitlelerden öğrenir. Kitle hareketi içinde çıkan
mücadele biçimlerini “sadece genelleştirir, örgütler
ve onlara bilinç unsurunu taşır.”
Devrimin Kabarma ve Alçalması İle
Bağıntılı Olarak Taktik
Mücadele ve onunla bağıntı içinde örgütlenme
biçimleri tartışılırken sorunun taktik bir sorun olduğunun kavranması çok önemlidir. Mücadele ve
örgüt biçimleri sınıf hareketinin somut durumuna
göre belirlenir ve değişir. Bu bağlamda Stalin Rusya’daki devrimin tecrübelerinden yola çıkarak şu
tespitleri yapar:
“Taktik, hareketin kabarma ve alçalma, devrimin
kez değişti.” (“Proleter Devrimin Strateji ve Taktiği,
7. Defter“, Stalin, s. 25-26, İnter Yayınları, Temmuz
1992 İstanbul)
Bu öğreti doğru kavrandığında bir mücadele biçiminin mutlaklaştırılması yanlışı yapılmaz. Ne yazık
ki Kuzey Kürdistan/Türkiye devrimci hareketi içinde bu öğretinin doğru kavranılması kural dışıdır. Silahlı mücadelenin –o da kitlelerin silahlı mücadelesi
olarak değil, öncünün silahlı mücadelesi olarak– fetişleştirilmesi, mutlaklaştırılması Kuzey Kürdistan/
Türkiye devrimci hareketi içinde kural olandır.
Devrimin geri çekildiği, karşı devrimin bütün gücüyle saldırdığı dönemlerde bile geri çekilme taktiği
izlenmesinin, önerilmesinin bile kimi zaman “devrim kaçkınlığı”, “korkaklık”, “devrimcilikten uzaklaşma” olarak adlandırılabildiği ülkelerin devrimcileriyiz biz.
Kuzey Kürdistan/Türkiye’de Mücadele
Biçimlerine Yaklaşım
Kuzey Kürdistan/Türkiye’de kendine marksist-leninist, sosyalist, komünist diyen onlarca örgüt Leninizmin mücadele biçimlerine yaklaşım konusundaki
öğretisini kavramamıştır. İçinden geldiğimiz
partinin kurucusu İbrahim Kaypakkaya “Silahlı
mücadele esas, barışçıl mücadele talidir” şeklinde
bir değerlendirmeyi ilke olarak savunuyordu. Bunun geri planında, diğer bir dizi yanlışın yanında,
dünyada ve Türkiye’de yürüyen sınıf mücadelelerinin subjektif, yanlış değerlendirmesi yatıyordu. Bu
değerlendirme yapıldığı sırada, silahlı mücadele sınıf hareketi içinde ortaya çıkmış bir mücadele biçimi
değildi. O dönemde devrimci grupların halk adına
yürüttüğü kimi silahlı eylemler vardı. Halk adına
öncülerin yürüttüğü silahlı eylemlerdi söz konusu
olan. Bu eylemleri yürüten grupların bir bölümü
halkın bu eylemler içinde oligarşinin zaafını görüp
öncüyü destekleyeceğini savunuyordu. İbrahim
Kaypakkaya ise “Şimdi işçi sınıfımızın ve yoksul
köylülerimizin büyük çoğunluğu kurtuluşlarının
ancak silahlı mücadele ile olacağını kavramış durumdadır” (“Seçme yazılar”, İbrahim Kaypakkaya,
s. XXXV, Ocak Yayınları, İstanbul 1979) yanlış değerlendirmesi temelinde Çin’dekine benzer bir halk
savaşını başlatmayı önüne görev olarak koyuyordu. Kendisini revizyonizmin “parlamenter yolla iktidara gelme”, “sosyalizme barışçıl geçiş” çizgisinden ayırma doğru motivasyonu, devrimcileri bir
başka yanlışa, silahlı mücadele biçimini devrim-
güncel
yükselme ve alçalmasının nispeten kısa dönemi için
proletaryanın davranış çizgisini saptamak, eski mücadele ve örgütlenme biçimlerinin ve eski şiarların
yerine yenilerini geçirerek, bu biçimleri birbiriyle birleştirerek vb. bu çizginin uygulanması için mücadele
etmektir. Strateji, diyelim ki, çarlığa ya da burjuvaziye
karşı savaşı kazanma, çarlığa ya da burjuvaziye karşı
mücadeleyi sonuna kadar götürmeyi hedef edinmişse
taktik daha az önemli hedefleri önüne koyar; çünkü
onun hedefi, bir bütün olarak savaşı kazanmak değil,
devrimin verili yükselme ya da alçalma dönemindeki
somut duruma uygun şu ya da bu muharebeyi, şu ya
da bu çarpışmayı, şu ya da bu kampanyayı, şu ya da
bu eylemi başarıyla gerçekleştirmektir. Taktik, stratejinin bir parçasıdır, ona bağlıdır ve ona hizmet eder.
Taktik, kabarma mı, yoksa alçalma mı olduğuna göre değişir. Devrimin birinci aşaması boyunca
(1903-Şubat 1917) stratejik plân herhangi bir değişikliğe uğramadığı halde, taktik bu süre içinde birçok kez
değişti. 1903-1905 döneminde partinin taktiği saldırı
taktiği idi, çünkü devrim kabarıyor, hareket yükseliyordu ve taktik bu olgudan yola çıkmak zorundaydı.
Buna uygun olarak, mücadele biçimleri de devrimciydi ve devrimin kabarmasının gereklerine uygundu.
Yerel siyasi grevler, siyasi gösteriler, siyasi genel grev,
Duma boykotu, ayaklanma, devrimci mücadele şiarları –bu dönemde birbirini izleyen mücadele biçimleri
işte bunlardı. Mücadele biçimleriyle birlikte örgüt biçimleri de değişmekteydi. Fabrika komiteleri, devrimci köylü komiteleri, grev komiteleri, işçi temsilcileri
sovyetleri, az çok açık bir şekilde faaliyet yürüten bir
işçi partisi– bu dönemdeki örgüt biçimleri bunlardı.
1907-1912 döneminde parti, geri çekilme taktiğine
geçmek zorunda kaldı, çünkü o sıralar devrimci hareket geri çekiliyordu, devrim alçalıyordu ve taktik
bu olguyu hesaba katmak zorundaydı. Buna uygun
olarak hem mücadele biçimleri hem de örgütlenme
biçimleri değişti. Duma’yı boykot yerine – Duma’ya
katılma; Duma dışında açık devrimci eylemler yerine – Duma içinde eylemler ve çalışma; siyasi genel
grevler yerine – kısmi iktisadi grevler, ya da basbayağı
durgunluk, partinin bu dönemde illegaliteye geçmek
zorunda olduğu kendiliğinden anlaşılır; devrimci kitle örgütlerinin yerine ise kültür ve eğitim örgütleri,
kooperatifler, sigorta kasaları ve diğer legal örgütler
geçti.
Devrimin ikinci ve üçüncü aşamaları için de aynı
şey söylenmelidir; bu aşamalar boyunca stratejik
plânlar değişmeden kaldığı halde, taktik düzinelerce
17
güncel
18
cilikle eşitleme yanlışına götürdü. Bunda kuşkusuz o dönemde birçok ülkede var olan ve yükselen
antiemperyalist kitle eylemlerinin boyutları, kimi
ülkelerdeki devrimci durum da önemli rol oynadı. Öncelikle yüksekokul gençliği içinde kısa sürede devrim beklentileri yaygındı. Böyle bir ortamda
mücadele biçimleri konusuna yaklaşımdaki leninist öğreti bilince çıkartılmadı. Kitlesel hareketin
kendi içinden çıkan mücadele biçimleri değil,
devrim için olması gerektiği düşünülen mücadele
biçimleri, silahlı mücadele temel alındı. Sonuç,
silahlı mücadelenin kitle mücadelelerinden bağımsız
ve kopuk olarak, örgütlü öncülerin silahlı eylemleri
biçiminde uygulanması oldu.
Aslında Kuzey Kürdistan/Türkiye devrimci hareketinde 1960’lı yılların sonundan başlayarak gelen
şiddet ile onun kullanımının bir biçimi olan silahlı
mücadeleyi devrimcilikle eşitleyen yaklaşım ve silahlı mücadeleyi yanlış öncü savaşı olarak pratiğe
geçirme sonraki on yıllarda devrimci gruplar, partiler içinde varlığını sürdürdü. Bugün de sürdürüyor.
Bugün Kuzey Kürdistan/Türkiye’de devrimin öznesi olan sınıfların, işçi sınıfının, yoksul köylülerin,
emekçilerin sınıf mücadelelerinde “hareketin seyri içinde kendiliğinden ortaya çıkan” bir mücadele
biçimi mi silahlı mücadele? Buna Kuzey Kürdistan/
Türkiye’de sınıf mücadelesinin gerçek durumunu
bilen hiç kimsenin ciddi bir biçimde “evet öyledir”
cevabı veremeyeceği açıktır. Bugün işçi emekçi kitlelerin sınıf mücadeleleri çok geri seviyededir. Yürüyen sınıf mücadeleleri esas olarak ekonomik talepler,
sınırlı olarak da düzen içi siyasi talepler temelinde
yürüyen, esas olarak barışçıl mücadelelerdir. Şiddet
genelde egemen sınıflar tarafından yürüyen barışçıl
mücadeleleri bastırmak için gündeme getirilmektedir. Sınıf mücadelelerinde ezilenlerin kullandığı şiddet genelde savunmacı ve silahsızdır. Bütün bunlar
aslında bugün Kuzey Kürdistan/Türkiye’de silahlı
mücadele biçimlerinin esas mücadele biçimleri olmadığı anlamına gelir.
Faşist Devlet/PKK Savaşında Tavır
Kuzey Kürdistan’da faşist devletin PKK’ye dayattığı bir savaş var. Bu savaşta PKK’nin kendini silahla
savunması haklı ve meşrudur. Faşist devlet aslında
PKK’ye savaş dışında bir yol bırakmamaktadır. Fakat bu savaş ta, PKK açısından, Kürt halkının büyük çoğunluğu savaşa doğrudan katılmak istemediğinden, bu savaşın bitmesinden yana olduğundan,
esasta PKK’nin örgütlü güçleri ile yürüttüğü bir
savaş olarak kalmaktadır. PKK’nin ilan ettiği ‘Halk
Savaşı’nda halka yaptığı ayaklanma çağrılarının
onun en güçlü olduğu alanlarda bile cevapsız kalması bunu açıkça göstermiştir, göstermektedir. PKK
gelinen yerde bir yandan kendisinin ateşkesten ve
yeniden görüşme masasına dönmekten yana olduğunu açıklamakta; bir yandan da ama gerilla gücü
üzerinden, öncelikle de bombalı eylemleri arttırarak
kanlı bir savaşa hız vermektedir. Faşist devlet gelinen
yerde hiçbir pazarlığa, görüşmeye yanaşmayacağını
açıklamakta, PKK’ye karşı barbar saldırılarını yoğunlaştırmaktadır. Gelinen yerde kitlelerin var olan
ve fakat anda sesini yükseltemeyen, güçlü kitlesel bir
“barış hemen şimdi” hareketine dönüştürülemeyen
barış talebine faşist devletin, hükümetin olumlu bir
cevap vermeyeceği açıktır. O savaşın sertleşmesinden çıkar ummaktadır ve bulmaktadır. Anda barıştan öcü gibi uzakta durmakta, barış isteyen birçok
kurum ve kişiyi “terörist” olmakla, ya da “yardım ve
yataklık etmek”le suçlamaktadır.
Böyle bir ortamda ama savaşın bir tarafı olan
PKK’nin halkın barış talebine verebileceği bir cevap vardır: Tek taraflı ateşkes ilan etmek; saldırı eylemlerine son verdiğini açıklamak; silahı yalnızca
kendilerine yönelen silahlı saldırılara karşı kendini
korumak için kullanacağını açıklamak, devleti de
ateşkes ilan edip, Kuzey Kürdistan/Türkiye’de savaşı
sonlandırmak için görüşmelere çağırmak. Ve söylediğine de uygun davranmak. Böyle bir çağrının ve tavrın bugünkü şartlarda
faşist Türk devleti, hükümeti tarafından olumlu bir
cevap bulması ihtimali yok gibidir. Fakat böyle bir
tavır, Kuzey Kürdistan/Türkiye’de kimin savaştan,
kimin barıştan yana olduğunu açıkça gösterir. “Çözüm süreci masasını” devirenlerin kim olduğunu
herkesin gözünün içine sokar. Barış hareketinin gelişmesinin, sesini yükseltmesinin, kitlesel bir hareket olarak devleti zorlamasının yolunu açar.
Terör/Devrimci Terör/Bireysel Terör/Terörizm
Konusunda Marksizm-Leninizm
Bugün Kuzey Kürdistan/Türkiye’de, devrimci silahlı mücadele adına yapılan eylemler, yukarıda da açıkladığımız gibi geneli itibarı ile
sınıf mücadelesinin andaki durumundan kopuk,
devrimci örgütlerin kendi örgütlü insanları
üzerinden gerçekleştirdikleri terör eylemleridir.
Bunlar üzerinden “intikam alma”, “oligarşinin
Narodnikler
19. yüzyılın sonlarında Rusya’da devrimci hareket
içinde, Narodnikler (Halkçılar) egemendi. Halkçılar,
Rusya’da işçi sınıfının esas devrimci sınıf olmadığını, devrimci sınıfın köylüler olduğunu savunuyorlardı. Halkçılar, Çarlığa karşı köylü devrimi üzerinden
Rusya’nın sosyalizme varacağını düşünüyorlardı.
Grup sınıfsal olarak esasta küçük-burjuva entelektüellerden oluşuyordu. Halkçılar, başlangıçta köylüleri
Çarlık hükümetine karşı örgütleyip, ayaklandırmaya çalıştılar. Bu amaçla genç devrimci aydınlar köylü
kılığına girerek köylere gittiler. Köylüler ise halkçıları korumadı, desteklemedi. Halkçıların büyük çoğunluğu Çarlık polisi tarafından tutuklandı.
Halkçılar, Rusya’da 1879‘da “Toprak ve Özgürlük” partisini kurdular. Mücadele biçimi olarak,
köylü yığınlarını sarsarak ayaklandıracağını umdukları bireysel terör eylemlerini benimsemişlerdi.
Halkçıların, illegal örgütü “Halkın İradesi” idi. Bu
örgütün üyeleri 1 Mart 1881’de başarılı bir suikastle Çar II. Aleksander’i öldürdüler. Karşı devrimin
en önde gelen temsilcilerinden birinin öldürülmesi bile Narodnikler açısından beklenen sonucu,
köylülerin Çarlığa karşı ayaklanmasını beraberinde
getirmedi. Rusya’da şu ya da bu bakanın, hatta Çar’ın
öldürülmesi, Çarlığa karşı eylem olarak sağda solda
patlatılan bombalar devrimi ilerletmiyordu. Lenin’in
o yıllarda idolü olan ağabeyi Aleksander, Narodniklerin etkin bir üyesi idi ve öncünün silahlı eylemlerini temel politik araç sayıyordu. 1887 yılında, Çar’a
suikast gerekçesiyle asıldı. Aleksander’in asılması
Lenin’i oldukça etkiledi. O devrimci enerjinin, gücün nasıl çarçur edildiğini Narodniklerin yanlış
taktiği somutunda gördü. Halkçıların bir bölümü de
daha sonra kendi mücadele çizgilerinin yanlışlığını
görerek marksistlerin safına geçtiler. Bunlardan biri
Vera Zasuliçtir. Vera Sazuliç Narodniklerin safında
savaşırken Petersburg Valisi Trepov’u başarılı bir suikast eyleminde öldüren devrimcidir. VeraZasuliç,
bu eylemlerle halkın devrime katılmasını beklemenin yanlış olduğunu görerek Rusya’da ilk marksist
örgüt olan Emeğin Kurtuluşu’nun kuruluş çalışmalarına; daha sonra da RSDİP’e katıldı.
“Narodniklerin çarlığa karşı seçtiği, tek tek suikastlerle, bireysel terörle mücadele yolu yanlıştı ve devrime zararlıydı. Bireysel terör politikası, Narodniklerin yanlış, aktif “kahramanlar” ve
“kahramanlar”dan olağanüstü yiğitlikler bekleyen
pasif “sürü” teorisine dayanıyordu. Bu yanlış teori,
tarihi olağanüstü bireylerin yarattığını; kitlenin, halkın, sınıfın, –Narodnik yazarların horlayıcı deyişiyle– “sürü”nün ise bilinçli örgütlü eylem yeteneğinde
olmadığını savunuyordu. “Sürü” olarak görülen halka biçilen rol “kahramanlar”ı korumak ve izlemekti.
1875’den itibaren Narodnikler, köylüler arasında ve
işçi sınıfı içinde devrimci kitle çalışmasını bütünüyle bir yana bırakarak,tümüyle bireysel teröre yöneldiler.” (“Eserler cilt XV”, Stalin, s. 25, İnter Yayınları,
Aralık 1990 İstanbul)
Narodnikler, 1890’lara gelindiğinde, kapitalizmin
ve işçi hareketinin gelişimiyle hızla dağılarak, küçük-burjuvazinin temsilcileri durumuna geldiler.
1890’da Halkçılar gerçek bir halk devrimine olan
inançlarını yitirdiler; giderek küçük-burjuvazinin
sözcüsü ve ideoloğu oldular. Halkçıların bir bölümü sosyalizme, bir bölümü burjuva liberalizminin
saflarına geçti. Halkçıların bir bölümü de Sosyal
Devrimciler partisine katıldı. Sosyal Devrimcilerin
sağ kanadı Ekim Devrimi’nde karşı devrimin safına
geçti. Sosyal Devrimcilerin sol kanadı yedi ay bolşeviklerle birlikte yürüdü. Onlar daha sonra, Sovyet
iktidarı büyük köylülere ve kırsal burjuvaziye karşı harekete geçtiğinde, karşı devrim tarafına, beyaz
generallerin ve emperyalist müdahalenin tarafına
geçerek açık karşıdevrimci bir örgüt durumuna geldiler. Bolşeviklere karşı savaştılar. Lenin’e suikast
yaptılar.
Rusya’da Marksistlerin ve Lenin’in Narodnizme
Karşı Mücadelesi
Rusya’da Halkçıların bireysel terörü devrimci
çalışmanın biricik biçimi haline getirmesine karşı
marksistler kararlı bir ideolojik mücadele yürüttüler.
Rusya’da ilk marksist grup Plehanov’un İsviçre’de
kurduğu Emeğin Kurtuluşu grubudur. 1883’ten itibaren RSDİP kurulana kadar (1898) Halkçılara kar-
güncel
göğsünü gümbür gümbür dövme”, “egemenlere
korku salma” vs. yanında emekçi kitlelerin devrimci
ruhunu yükseltme, onları umutlandırma, harekete
geçirme amaçlanmaktadır.
Bu aslında yalnızca bizim ülkelerimizde yaşanan bir şey değildir. Ve yeni de değildir. Bu eylem
biçimleri konusunda sosyalist/komünist hareketin
tarihinde çok daha önceleri derinlemesine tartışılmış ve doğru görüşler ortaya konmuştur. Bu konuda
Rusya’daki devrimin gelişmesi içinde yaşananlar ve
yürüyen tartışmalar belirleyicidir.
19
güncel
20
şı ideolojik mücadeleyi öncelikle Plehanov yürüttü.
Rusya’da Marksizminhakim hale gelmesinde Halkçılara karşı yürütülen mücadele belirleyici önemdedir. RSDİP kurulduktan sonra Lenin ve Stalin de
birçok yazılarında terör ve terörizm üzerine tavır
takınmıştır. Lenin terör ve terörizm konusunda başlangıçta
Sosyal-Devrimcilerin bireysel terör eylemlerinden
ve onların bireysel terör eylemlerini sistem haline
getirip yüceltmesinden yola çıkarak tavır takındı.
Lenin, Rusya’da devrimin içinde bulunduğu dönemde Sosyal Devrimcilerin ilke edindiği bireysel terör
eylemlerini, esasta devrimin gerçek görevlerinden
saptıran, devrimci enerjiyi çarçur eden bir savaş yöntemi olarak değerlendirdi. Devamla Lenin, bireysel
terör eylemlerini, “Merkezi bir örgütün yokluğu ve
yerel örgütlerin güçsüzlüğü şartlarında”, “zamansız
ve elverişsiz bir savaş aracı” olarak, devletle devrimci
bireylerin “düellosu”, “devrimci maceracılık” olarak
değerlendirdi ve reddetti. Bu sapmaya karşı mücadeleyi önemli bir mücadele görevi olarak kavradı.
Fakat o bu tipte terör ve terörizme karşı çıkarken,
marksistlerin genel olarak terörü red etmediklerini
vurgulamayı da unutmadı ve marksistlerin hangi
terörden yana olduklarını da olumlu olarak ortaya
koydu.
“Ne Yapmalı?”
Lenin görüşlerini en genel biçimiyle “Ne Yapmalı” eserinin önsözü olarak da yayınlanan “Nereden
Başlamalı?” (Mayıs 1901) başlıklı makalesinde şöyle
formüle eder:
“İlkesel olarak terörü hiç bir zaman reddetmedik ve
reddedemeyiz. Terör, çarpışmanın belli bir anında,
askeri güçlerin içinde bulunduğu belli bir durumda
ve belirli koşullar altında kesinlikle işe yarar ve hatta
zorunlu savaş yöntemlerinden biridir. Fakat meselenin özü, bugün terörün, savaşın bir ordunun tüm savaş sistemiyle sımsıkı bağlı ve koordineli operasyonlarından biri olarak değil, kendi başına ve herhangi bir
ordudan bağımsız bir münferit saldırı aracı olarak ön
plâna çıkarılmasıdır. Evet, merkezi bir örgütün yokluğu ve yerel devrimci örgütlerin güçsüzlüğü koşullarında zaten terör de bundan başka bir şey olamaz.
Tam da bu nedenle biz kararlılıkla, bugünkü koşullar
altında böyle bir savaş aracının zamansız ve elverişsiz
olduğunu, en aktif savaşçıları, hareketin bütününün
çıkarları için en önemli, gerçek görevlerinden saptırdığını ve hükümet güçlerini değil, devrim güçlerini
parçaladığını açıklıyoruz.(abç) Son olaylar anımsansın: kent işçilerinin ve kentlerin ‘aşağı halk’ının geniş
kitlelerinin mücadele isteğiyle nasıl yanıp tutuştuğunu görüyoruz, fakat devrimcilerin bir yöneticiler ve
örgütçüler kurmayına sahip olmadıkları görülüyor.
Bu koşullar altında en enerjik devrimcilerin teröre
yönelmeleri, ciddi umutlar besleyebileceğimiz biricik
ordunun güçsüzleşmesi tehlikesini içinde barındırmıyor mu? Bu, devrimci örgütlerle, güçsüzlükleri tam
da dağınıklıklarında yatan hoşnutsuzlar, muhalifler
ve mücadele etmek isteyenler kitlesi arasındaki bağın kopması tehlikesini yaratmıyor mu? Oysa başarımızın tek güvencesi bu bağda yatıyor. Yapılan tek
tek kahramanca eylemlerin bütün önemini reddetme
düşüncesinden çok uzağız, fakat terör sarhoşluğuna
kapılmaya, bugün pek çok devrimcinin meyilli olduğu, onu en önemli ve en temel mücadele aracı olarak
kabul etmeye karşı uyarıda bulunmak bizim görevimizdir. Terör hiçbir zaman olağan bir savaş yöntemi
olamaz: En iyi halde terör, sadece tayin edici taarruz
yöntemlerinden biri olarak uygundur. (abç) İçinde
bulunduğumuz durumda böyle bir taarruz çağrısı
yapabilecek durumda mıyız? Belli ki ‘RaboçeyeDyelo’
bu soruya olumlu yanıt veriyor. En azından şu çağrıyı
yapıyor: ‘Taarruz kolları oluşturun!’ Fakat burada da
gayretkeşliği aklından ağır basıyor. Askeri güçlerimizin esas kütlesi gönüllülerle isyancılardır. Daimi ordu
olarak sadece bazı küçük birliklere sahibiz ve bunlar
da seferberlik halinde değiller, birbirleriyle bağlantı
halinde değiller, bırakın taarruz kolları oluşturmayı,
herhangi bir askeri kol oluşturmak için bile eğitilmiş
değiller. Mücadelemizin genel koşullarını, bunları tarihsel olayların her ‘dönüm noktası’nda unutmadan
görebilecek durumda olan herkes için, bugün şiarımızın ‘Haydi taarruza!’ değil, ‘Düşman kalesinin kurala
uygun şekilde kuşatılması’ olabileceği açıktır. Başka
kelimelerle: Partimizin dolaysız görevi, bütün mevcut
güçleri şimdi bir taarruza çağırmak olamaz; daha
çok, bütün güçleri birleştirebilecek ve hareketi sadece
sözde değil gerçekte yönetecek, yani tayin edici savaş
için işe yarar askeri güçleri çoğaltmak ve güçlendirmek amacıyla yararlanılması gereken bütün protestoları ve devrimci patlamaları desteklemeye daima
hazır olacak bir devrimci örgütün yaratılması çağrısı olmalıdır.”(“Seçme Eserler, cilt 2”, Lenin, s. 29-30,
İnter Yayınları, Kasım 1993 İstanbul)
Terör konusunda Lenin’in takındığı tavır temel
alınmalıdır.
10.12.2016
güncel
KATLEDİLİŞİNİN 10. YILDÖNÜMÜNDE
HRANT’I ANIYORUZ
SENİ UNUTMAYACAĞIZ, UNUTTURMAYACAĞIZ
AHPARİK!
1. 19 Ocak 2007’de Hrant Dink
katledildi. Hrant Dink’in katledileceği önceden biliniyordu. Resmî
devlet görevlileri, kışkırtıcılar, medya, ırkçı katiller elbirliğiyle Hrant’ın
katledilmesinin ortamını hazırladılar. Hrant düşmanlaştırıldı, kıstırıldı ve sonunda vuruldu. Birileri, katilleri yetiştirdi, hazırladı, plânladı,
birileri göz yumdu, birileri arka çıktı, birileri delilleri kararttı, birileri
suçluları korudu. Ne duruşma önlerindeki saldırılar ne de gazete haberleri tesadüf değildi. Hrant öldürülmeden bir hafta önce Agos’ta şöyle yazmıştı: “Birileri
karar verdi ve ‘Bu Hrant Dink artık çok olmaya başladı. Ona haddini bildirmek gerek’ diyerek harekete
geçti. Kabul ediyorum, kendimi ve Ermeni kimliğimi
çok merkeze alan bir iddia bu. (...) Ne var ki benim
ruhsal algılamam bu...” Hrant’ın ruh hali de buydu.
2. Hrant’ın öldürülmesinden iki gün sonra, cinayetin tetikçisi Ogün Samast Samsun’da yakalandı.
Hrant’ın katledilmesinin ardından İstanbul Valisi
“basit bir olay”, Emniyet Müdürü “örgüt bağlantısı yok, milliyetçi duygularla işlenmiş bir cinayet”
açıklamalarını yaptı. Hrant’ın katili ile kolluk güçleri Samsun’da “vatan toprağı kutsaldır, kaderine terk
edilemez” yazısı bulunan bayrak önünde hatıra fotoğrafı çekme yarışına girdiler. Hrant’ın katili el üstünde tutuluyor ve ‘kahraman’ muamelesi görüyordu!
Daha sonraki süreçte, katilleri duruşmaya getiren
resmi aracın plakasında “ya sev, ya terk et!” sloganını
okuduk hep birlikte. Futbol maçlarında “ayağa kalkmayan Ermeni olsun!” sloganları haykırıldı! Maçlarda “beyaz bere” takıp, “hepimiz Ogün Samast’tız”
sloganları atıldı. Yasin Hayal’in avukatının duruşmalarda, Hrant’ın yakınları ve müdahil avukatlara
yönelik çirkin sözleri yansıdı basına. Hrant davasında deliller karartıldı. Tetikçilerin arkasında duranların açığa çıkmaması için her yol mübah sayıldı.
3. Temmuz 2007’de, İstanbul 14. Ağır Ceza
Mahkemesi’nde, 12’si tutuklu 18 sanıkla Hrant Dink
cinayeti ana davasının ilk duruşması yapıldı. Ekim
2008’de, Ogün Samast ile Samsun Emniyet Müdürlüğü Çay Ocağı’nda, “vatan toprağı kutsaldır, kaderine terk edilemez” Türk bayrağıyla fotoğraf çekilmesine izin verdikleri gerekçesiyle yargılanan iki polis
memuru beraat etti. Aralık 2008’de, soruşturma
kapsamında dönemin Trabzon Jandarma Komutanı Albay Ali Öz ve istihbarat şubesinde görevli
5 asker hakkında, ’görevi ihmal’ suçundan Trabzon 2. Sulh Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı. Ocak
2009’da davanın tutuklu yargılanan 8 sanığından
Zeynel Abidin Yavuz, Tuncay Uzundal ve Mustafa
Öztürk tahliye edildi. Böylece İstanbul 14. Ağır Ceza
Mahkemesi’nde görülen ana davadaki tutuklu sanık
sayısı 5’e düştü. Mart 2009’da bu davanın 9. duruşmasında, cinayetin işleneceği bilgisine önceden sahip
olan ve gerekli tedbiri almayan Albay Ali Öz, Trabzon Emniyet İstihbarat Müdürü Reşat Altay, Trab-
21
güncel
22
zon Emniyet Müdürü Ramazan Akyürek, İstanbul
eski Emniyet İstihbarat Müdürü Ahmet İlhan Güler
ve İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın
tanık olarak dinlenmeleri talebi “dosyaya yenilik getirmeyeceği” gerekçesiyle reddedildi. Mayıs 2010’da
cinayet dosyasında tutuklu sayısı üçe indirildi.
4. Eylül 2010’da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Hrant’ın öldürülmesiyle ilgili beş ayrı
başvuruyu değerlendirdi. Türkiye’yi yaşam hakkını
ihlal ettiği, mahkemelere etkin başvuru hakkını kısıtladığı ve ifade özgürlüğü hakkını çiğnediği gerekçesiyle mahkûm etti. AİHM ayrıca Türkiye’nin Dink
ailesine toplam 133.595 avro para cezası ödemesine
hükmetti.
5. Ekim 2010’da, cinayet davasının 15’inci duruşmasında mahkeme, cinayetin tetikçisi Ogün
Samast’ın suç tarihinde 18 yaşından küçük olduğu
gerekçesiyle dosyasının ayrılarak Çocuk Ağır Ceza
Mahkemesi’ne gönderilmesine karar verdi. Temmuz
2011’de, İstanbul 2. Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’nde
yargılanan Ogün Samast hakkında mahkeme “tasarlayarak adam öldürmek” ve “ruhsatsız silah bulundurmak” suçlarından toplam 22 yıl 10 ay hapis cezasına hükmetti. Samast’ın tutuklu bulunduğu sürenin
de düşmesiyle ceza, 10 yıl 8 aya indi.
6. Kasım 2011’de, Hrant Dink cinayetinde ihmali
olduğu iddia edilen ve aralarında dönemin İstanbul
Valisi Muammer Güler ve İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın da bulunduğu 30 kamu görevlisine ilişkin, İstanbul Özel Yetkili Cumhuriyet
Başsavcılığı tarafından yürütülen soruşturma kapsamında takipsizlik kararı verildi. Soruşturmanın
“cinayete yardım ve yataklık” suçlamalarıyla yürütülmesi kararlaştırıldı.
7. Ocak 2012’de mahkeme, Hrant Dink davasına
ilişkin kararını açıkladı. Tüm sanıkların, “silahlı terör örgütüne üye olmak” suçundan beraatine karar
veren mahkeme, tutuklu sanıklardan Yasin Hayal’i,
“Dink’i tasarlayarak öldürmek” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırdı. Hayal’in
abisi Osman Hayal beraat etti. Cinayetin azmettiricisi olmak suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapisle
yargılanan Erhan Tuncel, Dink davasından tahliye
edildi. Tuncel, Mc Donalds’ın bombalanması eylemine karıştığı gerekçesiyle 10 yıl 6 ay hapis cezası aldı.
Ancak tutuklulukta geçirdiği süre göz önüne alınarak Erhan Tuncel tahliye edildi.
8. Mart 2012’de, Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Hikmet Usta, Dink’in öldürülmesine ilişkin İs-
tanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği karara
itiraz etti. Davanın sanıklarının “Ergenekon davası
sanıkları ile eylem ve amaç birliği içinde bulunduklarını” söyleyen savcı, 30 sayfalık temyiz dilekçesini
Yargıtay’a gönderdi. Ocak 2013’te, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin beraat kararının, “sanıkların atılı suçları örgütün faaliyeti
çerçevesinde işlediği” gerekçesiyle bozulmasını istedi.
Mayıs 2013’te, Yargıtay 9. Dairesi, Dink cinayetinde
‘örgüt var, delil yok’ diyen mahkeme kararını bozdu.
Sanıkların “silahlı terör örgütü” değil, “suç işlemek
amacıyla oluşturulan örgüt” üyesi olduklarına karar verdi. Daire, Yasin Hayal’e verilen ağırlaştırılmış
müebbet hapis cezasını onadı. Hayal’in “silahlı terör
örgütü yöneticiliği” suçundan verilen beraat kararını
ise “suç işlemek amacıyla oluşturulan örgütü kurma
ve yönetme” suçundan ceza verilmesi istemiyle bozdu. Yargıtay, Ogün Samast’a verilen cezayı da onadı.
9. 17 Eylül 2013’te, Hrant Dink cinayeti davası
hakkında Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin verdiği bozma
kararının ardından İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi yeniden dosyayı incelemeye aldı. Mahkemenin
beraat kararı verdiği Erhan Tuncel hakkında yakalama kararı çıkartıldı. Mahkeme’nin Yargıtay kararına
uyup uymama konusunda ki tavrı ise açıklanmadı.
29 Ekim 2013’te, Erhan Tuncel Kumburgaz’da yakalanıp tutuklandı. 30 Ekim 2014’te, İstanbul 5. Ağır
Ceza Mahkemesi, Yargıtayın bozma kararından on
yedi ay sonra, Yargıtayın bozma ilamına uyulmasına karar verdi. Duruşmada, Dink ailesi avukatları, dönemin Trabzon İl Jandarma komutanı Ali
Öz hakkında Trabzon 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde
görülmekte olan davanın, ana davayla birleştirilmesini talep etti. Avukatlar, Trabzon 1. Ağır Ceza
Mahkemesi’nin, davanın ana davayla birleşmesi için
izin istediğini hatırlatarak, “cinayeti işleten örgütlü
yapının açığa çıkartılması ve Dink cinayetine iştirak
eden Ali Öz’ün fiiline uygun ceza alabilmesi için davaların birleştirilmesi gerekmektedir” dediler. Dink
ailesi avukatları ayrıca, İstanbul 2. Çocuk Ağır Ceza
Mahkemesi’nde görülmekte olan Ogün Samast davasının da ana davayla birleştirilmesi talebinde bulundu. Mahkeme kararında, “Trabzon’da görülen davadaki sanıkların konumlarının farklılığı” gerekçesiyle
Ali Öz’le ilgili birleştirme talebini reddetti. Mahkeme, Ogün Samast davasının ise ana dava ile birleştirilmesine karar verdi.
10. Haziran 2014’te, Bakırköy 8. Ağır Ceza Mahkemesi, Dink cinayetinde adı geçen kamu görevlile-
mesini talep eden Hrant’ın avukatlarının istemleri
hep reddedilmişti.
13. 6 Ekim 2015’de soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısı Gökalp Kökçü, yeni delillere ulaşılması
üzerine dokuz emniyet görevlisi hakkında gözaltı
kararı çıkarttı. Nöbetçi İstanbul Sulh Ceza Hakimliği, dokuz şüphelinin serbest bırakılmasına karar verdi. Savcı, mahkemenin kararına itiraz etti ama sonuç
değişmedi.
14. Hrant Dink cinayetine dair soruşturmayı yürüten İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve
Örgütlü Suçlar Bürosu Savcısı Gökalp Kökçü tarafından, 26 kamu görevlisi hakkında 20.10.2015 tarihinde iddianame düzenlendi. Savcı bu iddianameyi
Hrant Dink cinayeti davasının görüldüğü İstanbul
5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davayla birleştirmek üzere hazırlamıştı. İstanbul Cumhuriyet
Başsavcılığı, savcı Gökalp Kökçü tarafından hazırlanan iddianameyi iki defa iade etti. Gökalp Kökçü,
iddianameyi 4 Aralık 2015‘de, yeniden başsavcılığa
gönderdi. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı 9 Aralık
2015’de, Hrant cinayetinde kamu görevlileriyle ilgili
olarak hazırlanan iddianameyi kabul ederek İstanbul
14. Ağır Ceza Mahkemesine gönderdi. 14. Ağır Ceza
Mahkemesi ile 5. Ağır Ceza Mahkemesi arasında iddianame gidip geldi. Hangi mahkemenin yetkili olacağı tartışması yürütüldü. 14. Ağır Ceza Mahkemesi,
hangi mahkemenin yetkili olacağına karar verilmesi
için dosyayı Yargıtay’a gönderdi.
15. Aralık 2015’de, Hrant Dink cinayetinde kamu
görevlilerinin de yargılanmasına yönelik olarak hazırlanan iddianame 5. Ağır Ceza Mahkemesi‘ndeki
ana dava ile birleştirildi. 26 sanıkla ilgili mahkemelerinde açılan kamu davası ile İstanbul 5. Ağır Ceza
Mahkemesinde görülen ana dava dosyası arasında
fiili ve hukuki bağlantı bulunduğunu vurgulayan
mahkeme, sanıkların tümünün içerisinde bulundukları iddia edilen silahlı suç örgütü yapılanmasının varlığı, eylem ve faaliyetlerinin tüm boyutu ve
kapsamıyla tespit edilerek ortaya konulabilmesi açısından kanıtların birlikte takdiri ve değerlendirilmesi gerektiği, bu nedenle yeni açılan davanın dosyasının İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki ana dava
dosyası ile birleştirilmesine karar verildiği belirtildi.
16. Ocak 2016’da Dink Ailesi avukatları, aralarında dönemin MİT Bölge Başkan Yardımcısı Özel
Yılmaz, yine dönemin İstanbul Vali Yardımcısı Ergun Güngör, Veli Küçük ve Kemal Kerinçsiz’in de
yer aldığı 24 şüpheli hakkında, İstanbul Cumhuriyet
güncel
riyle ilgili İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın ‘kovuşturmaya yer olmadığı’ yönündeki kararını iptal
etti. Böylece Dink cinayetinde adı geçen dönemin
İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın da
aralarında bulunduğu sekiz kamu görevlisine yargılama yolu açılmış oldu. Bu karar Hrant’ın davasında
önemli bir gelişmeydi.
11. 17 Temmuz 2014’te, Anayasa Mahkemesi,
Hrant Dink‘in eşi Rakel Dink, kardeşi Orhan Dink,
çocukları Delal, Arat ve Sera Dink‘in bireysel başvurusunu sonuçlandırarak, Dink cinayetinde „etkili
soruşturma yapılmadığı“ gerekçesiyle Dink ailesinin haklarının ihlal edildiğine karar verdi. Anayasa
Mahkemesi, 12 Kasım 2014’te, kararın gerekçesini de
açıkladı. Kararda, kamu görevlilerinin ifadelerinin
halen bağımsız adli birimlerce alınmadığı, olaydaki rollerinin saptanmadığı, soruşturmanın özenle
ve hızla yapılmadığı için soruşturmanın bir bütün
olarak etkisiz olduğunun kabul edilmesi gerektiğini
vurguladı.
12. 26 Temmuz 2014’te, Hrant Dink’in öldürülmesinde sorumlulukları bilinen emniyet görevlilerinin
soruşturulmasına izin verildi. O dönem Trabzon’da
görev yapan ve Hrant Dink’in öldürülmesinde sorumlulukları olduğu iddia edilen, Emniyet Müdürü,
Emniyet Amiri ve polis memurları hakkında Trabzon
Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Trabzon Valiliği
İl İdare Kurulu’ndan istenilen soruşturma iznine ret
cevabı verilmişti. AİHM’e yaptıkları başvuru sonucunda “Hrant Dink’in ölümünde asli mercilerce etkin
soruşturma yapılmadığı” gerekçesiyle tazminat elde
eden Dink ailesinin avukatları, bu karar sonrasında
tekrar Trabzon Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurdu. İlgili kanunda yapılan değişiklik gereği tekrar
açılan dosya da soruşturma izni bu kez HSYK’dan
talep edildi. HSYK 3. Dairesi’nin yaptığı inceleme
sonucunda Hrant Dink’in katledilmesinde görevlerini ihmal ettikleri iddia edilen, Ramazan Akyürek,
Reşat Altay, Engin Dinç, Faruk Sarı, Ercan Demir,
Özkan Mumcu, Muhittin Zenit ve Mehmet Ayhan
hakkında soruşturma izni verilerek, dosya Trabzon Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderildi. Kasım
2014’te, Hrant Dink cinayetinde adı geçen kamu görevlileriyle ilgili olarak devam eden soruşturma tek
elde toplandı. İstanbul Cumhuriyet Savcılığı, Trabzon İl Emniyet Müdürlüğü ve jandarma görevlileri
hakkında devam eden soruşturmaları birleştirdi.
Dosyaların birleştirilmesi yedi yıl geciken bir karardı. Çünkü daha önce sürekli dosyaların birleştiril-
23
güncel
24
Başsavcılığı‘nın, Hrant Dink cinayetiyle ilgili olarak
24 kişi hakkında verdiği 19 Aralık 2015 tarihli takipsizlik kararına itiraz etti. Dink ailesi avukatlarından
Hakan Bakırcoğlu, 5. Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunduğu dilekçede Özel Yılmaz, Ergun Güngör, Selim
Kutkan, Bülent Köksal, İbrahim Pala, İbrahim Şevki
Eldivan, Volkan Altunbulak, Bahadır Tekin, Özcan
Özkan, Engin Akçiçek, İzzet Akdağ, Seyfi İnan, Davut Ateş, Murat Çakan, Ufuk Kaba, Yalçın Kara, Veli
Küçük, Kemal Kerinçsiz ve Oktay Yıldırım hakkında
verilen ‘kovuşturmaya yer olmadığı’ kararının kaldırılmasını talep etti. 17. Ocak 2016’da Hrant Dink cinayetinde, kamu
görevlileriyle ilgili olarak açılan dava, ana davayla
birleştirildi. Yargıtay 5. Ceza Dairesi, davanın İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesinde görülmesine karar
verdi.
18. Hrant katledildiğinde İstanbul valisi Muammer Güler’di. Muammer Güler’le ilgili işlem yapılabilinmesi için İçişleri Bakanlığı’na başvuru yapıldı.
Bakanlık 25 Aralık 2015 tarihinde ‘işleme konulmaması’ kararı verdi. Dink ailesi avukatı Hakan Bakırcıoğlu da Muammer Güler hakkında verilen ‘işleme
konulmama kararı’na itiraz etti. Danıştay’a başvuran
Bakırcıoğlu, dilekçesinde AİHM kararına dikkat
çekti. Güler’in Dink cinayetinin önlenememesinde
ağır sorumluluğu olduğu ve hakkında iddianame
düzenlenmesi gerektiğine dikkat çekilen dilekçede, iddianame düzenlenmemesinin AİHM, Anayasa Mahkemesi ve HSYK kararlarına aykırı olduğu
kaydedildi. Dilekçede, işleme konulmama kararının
kaldırılması ve Muammer Güler hakkında İstanbul
Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından doğrudan soruşturma yapılmasına karar verilmesi istendi.
19. Aralık 2014’te, Hrant Dink cinayetinde kamu
görevlileriyle ilgili soruşturmanın yürütülmesine
savcı Gökalp Kökçü atanmıştı. Kökçü, kamu görevlileri hakkında hazırladığı iddianame iki defa geri
gönderilmişti. İddianamenin İstanbul 14. Ağır Ceza
Mahkemesi tarafından kabul edilmesinin ardından
Gökalp Kökçü’nün görev yeri değiştirildi. Soruşturma dosyasının İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekili
İrfan Fidan’ın yürütülmesine karar verildi.
20. 19 Nisan 2016’da Dink cinayeti davasında adı
geçen kamu görevlilerinin yargılanmasına İstanbul
14. Ağır Ceza Mahkemesinde başlandı. Dink davasındaki birleştirmeler sonucunda sanık sayısı 35’e
yükseldi. Duruşmada yapılan kimlik tespitinde, tutuksuz sanıkların nerdeyse tamamının halen çeşit-
li illerde önemli görevlerde olduğu da ortaya çıktı.
Duruşmaya tutuklu sanıklar Ramazan Akyürek, Ali
Fuat Yılmazer, Muhittin Zenit, Ercan Demir, Özkan
Mumcu, Yasin Hayal katıldı. Başka suçlardan çeşitli
cezaevlerinde tutuklu bulunan Tamer Bülent Demirel, Osman Gülbel, Ali Poyraz ve Hamdi Egebatan
bulundukları cezaevlerinden görüntülü olarak duruşmaya katıldı. Duruşmaya, tutuksuz sanıklardan
Celalettin Cerrah, Ahmet İlhan Güler, Reşat Altay,
Faruk Sarı, Hasan Durmuşoğlu, Sabri Uzun, Onur
Karakaya, Şükrü Yıldız, Mehmet Ayhan, Erhan
Tuncel ve Osman Hayal katıldı. Davanın tutuksuz
sanıklarından Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Engin Dinç, mazeret bildirerek duruşmaya katılmadı.
Sanıklar, Yılmaz Angın, Ali Fuat Yılmazer, Ömer
Faruk Kartın, Hamdi Egbatan, Mehmet Akif Yılmaz
ve Serkan Saşan da reddi hâkim talebinde bulundu.
Sanıkların reddi hâkim talebi nedeniyle dosya üst
mahkemeye gönderildi. Bu duruşmada tutuklu sanıklardan Muhittin Zenit ve Özkan Mumcu tahliye
edildi.
Duruşmanın tutuklu sanıklarından Muhittin Zenit mahkemede önemli tespitler yapıyordu. Zenit
cinayet öncesinde Trabzon İstihbarat Şube Müdürlüğünde polis memuru olarak görev yapıyordu. Dink
cinayeti soruşturmasındaki en önemli belgelerden
birinde, F4 raporu olarak adlandırılan, istihbarat
raporunda Zenit’in imzası vardı. Kamuoyu Zenit’i
cinayetten hemen sonra, Erhan Tuncel’le yaptığı telefon konuşmasıyla hatırlıyor. Zenit, Tuncel’le yaptığı konuşmada, Hrant Dink’e küfür ediyor, “Tek
farklılık, kaçmayacaktı ama bu kaçtı” diyordu. Zenit
konuşmasında ayrıca davanın sanıklarından Zeynel
Abidin Yavuz’dan da bahsediyordu. Ancak yazdığı
raporlarda Zeynel Abidin Yavuz’un adı geçmiyordu. Telefon konuşmasının dava dosyasına girmesiyle
birlikte gazetelerde haber olmuştu. Zenit, konuşmasında, Tuncel’le yaptığı telefon konuşmasının bilinçli
servis edildiğini belirterek, “Tuncel‘i aradım ve bilgi
almak istedim. Cinayetin işleniş şekliyle ilgili hiçbir
bilgi vermedi bana. Daha fazla bilgi almak istedim,
Tuncel ısrarla bilgi vermek istemedi. Kişisel olarak
söylemiyorum, devlet olarak da bile bile öldürülmesini izlemişiz. Bu adamın ölümüne göz yummuşuz.
Bu telefon görüşmesi, medyaya algı operasyonu yapmak için pazarlandı. Dink‘i korumak istediğim için
15 aydır tutukluyum, sizin vicdanınıza bırakıyorum.“
diyordu.
21. 22 Mayıs 2016’da ikinci, 20 Haziran 2016’da
tekilerin mağduriyetine sebep olduğu” belirtilerek,
Üçkuyu ve Canoğlu hakkında ceza soruşturulması
yapılması gerektiği kanaatine varılarak soruşturma
izni verildi. Ne Olmuştu?
Rakel Dink, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a 25
Nisan 2007’de bir dilekçe vererek, ihmalleri bulunduğu iddiasıyla Trabzon, Ankara ve İstanbul polisiyle Jandarma ve MİT görevlileri hakkında inceleme
yapılması talebinde bulunur. Erdoğan’ın 19 Temmuz
2007 tarihli oluruyla üç kişilik müfettiş heyeti görevlendirilir.
Başmüfettiş Ayşegül Genç, Mehmet Akın ile müfettiş Yasemin Tuğçe, 2 Ekim 2008’de raporu tamamlar.
Raporda, Hrant Dink cinayetiyle ilgili olarak ilk defa
savcılığa İstihbarat Daire Başkanlığı için ön inceleme
izni verilir. Raporda ayrıca, “İstanbul Emniyet Müdürlüğü ve Trabzon Jandarma Komutanlığı’yla ilgili
incelemenin devam ettiği, Trabzon Emniyet’nin yeniden araştırılması gerektiği belirtilir.
Erdoğan’ın 2 Aralık 2008 günü “olur” verdiği rapor, gereğinin yapılması için Adalet ve İçişleri Bakanlıklarına gönderilir. Adalet Bakanlığı dosyayı,
Dink cinayeti davasının görüldüğü İstanbul 14. Ağır
Ceza Mahkemesi’ne gönderirken, İçişleri Bakanlığı
da adı geçen polislerle ilgili soruşturma açılmasını
sağlayacak “ön inceleme” yerine, iddiaların tamamını masaya yatıran bir “araştırma raporu” hazırlar. Mülkiye başmüfettişleri Mehmet Canoğlu ve Mustafa Üçkuyu, 19 Kasım 2009 tarihli araştırma raporunda “Başbakanlık Teftiş Kurulu raporuyla Dink
cinayetinde ihmali olduğu belirlenen tüm polisler
hakkında herhangi bir işlem yapılmaması” sonucuna varır. Bu rapor, “bilgi edinilmesi” amacıyla Başbakanlık Teftiş Kurulu’na yollanır. Darbe girişimi
sonrası başlayan devlet kademesindeki tasfiye sürecinde İçişleri Bakanlığı’nda görevden uzaklaştırılan
personel arasında, Dink davası kapsamında haklarında soruşturma açma izni verilen dört müfettiş de
yer aldı. Görevden uzaklaştırılan müffetişler, Dink
cinayeti sonrası mülkiye başmüfettişleri olarak bir
“Araştırma Raporu” hazırlamış, müfettişler bu raporla Başbakanlık Teftiş Kurulu müfettişlerinin hazırladığı ve kamu görevlilerinin sorumluluğunu ortaya koyan raporu yok saymıştı.
24. 27 Temmuz 2016’da Hrant Dink cinayeti soruşturmasıyla ilgili olarak 1 yarbay, 2 astsubay, 1 uzman
çavuş, 1 yayınevi sahibi olmak üzere toplam 5 kişi
güncel
üçüncü duruşma yapıldı. Dink cinayetinde kamu görevlilerinin yargılandığı davanın 3. duruşmasında,
sanıklar Ali Fuat Yılmazer, Ramazan Akyürek‘in tutukluluğunun devamına, Ercan Demir‘in tahliyesine
karar verildi.
22. Kamu görevlileriyle ilgili yürütülen soruşturmada, aralarında dönemin İstanbul Vali Yardımcısı
Ergun Güngör, emekli MİT görevlisi Özel Yılmaz,
Kemal Kerinçsiz ve Ergenekon davası sanıklarından
Veli Küçük’ün de bulunduğu bazı şüpheliler hakkında takipsizlik kararı verilmişti. Hrant’ın avukatlarının takipsizlik kararına yaptıkları itirazlar
da reddedildi. Haziran 2016’da Hrant’ın avukatları
Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Başvuruda, ihlal kararı verilmesi, şüpheliler hakkında iddianame
düzenlenmesi ve etkin soruşturma yapılması talep
edildi. Anayasa Mahkemesi’ne sunulan dilekçede şu
ifadelere yer verildi:
“Hrant Dink cinayeti ile ilgili başta kamu görevlileri olmak üzere tüm sorumluların tespiti konusunda
etkin ve adil bir soruşturma yürütülmediği, devletin
tüm kurum ve kuruluşları ile cinayetin çözümü için
göstermeleri gereken çabayı gösterilmedikleri, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının 19.10.2015 tarihli kararı ile haklarında kovuşturmaya yer olmadığına dair
kararında ismi zikredilen 24 şüpheli hakkında etkin
soruşturma yapılmadığı, haklarında iddianame düzenlenmesini gerektiren deliller bulunmasına rağmen
İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi, Bakırköy 8. Ağır
Ceza Mahkemesi, Anayasa Mahkemesi, Başbakanlık
Teftiş Kurulu, Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme
Kurumu raporlarına, soruşturma ve dava dosyasında bulunan delil ve olgulara aykırı olarak iddianame düzenlenmediği ve bu karara yönelik yaptığımız
itirazın hukuka aykırı olarak reddedilmesi nedenleri
ve yukarıda anlattığımız neden ve gerekçelerle ihlal
kararı oluşturulması ve bahse konu şüphelilerin bir
kısmı hakkında iddianame düzenlemesi ve bir kısmı
hakkında ise etkili soruşturma yapılması yönünde karar oluşturulmasını talep etmekteyiz.”
23. Temmuz 2016’da eski mülkiye başmüfettişleri
Mehmet Ali Özkılınç, Şükrü Yıldız, Mehmet Canoğlu ve Mustafa Üçkuyu, İçişleri Bakanlığı’ndaki tasfiye
operasyonuyla görevlerinden uzaklaştırıldı. Dönemin İçişleri Bakanlığı Efkan Ala imzasıyla 07.04.2016
tarihinde verilen kararda, “müfettişlerin yönetmelik
ve yönergelerle belirlenmiş görev gereklerine aykırı
hareket ettiği, hakkında araştırma yapılan emniyet
görevlilerinin yargılanmasının önlenmesine ve müş-
25
güncel
26
gözaltına alındı. İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğüne bağlı ekipler, cinayete ilişkin jandarma görevlileri hakkındaki soruşturma kapsamında, İstanbul ve Trabzon‘da eş zamanlı
operasyon düzenledi.
Operasyon kapsamında jandarma yarbay, jandarma astsubay, jandarma uzman çavuş ve bir yayınevi
sahibi İstanbul‘da, jandarma astsubay başçavuş da
Trabzon‘da gözaltına alındı. Bir hafta önce de cinayet
sırasında olay yerindeki jandarmalarla telefon trafiği
belirlenen albay M.D. Ankara’da gözaltına alınmıştı.
Dink cinayetinde yürütülen soruşturma çerçevesinde cinayet günü ve öncesinde olay yerinde jandarma
istihbarat görevlilerinin olduğu ortaya çıkmış, bu kişiler görüntülerle tespit edilmişti.
Kamu görevlileri hakkında iddianame hazırlandıktan sonra görevden alınan savcı Gökalp Kökçü
yeniden davaya iade edildi.
25. Ağustos 2016’da Hrant Dink cinayetiyle ilgili
olarak devam eden soruşturma kapsamında aralarında Jandarma görevlilerinin de bulunduğu 27 kişi
gözaltına alındı. Dink cinayeti soruşturmasında,
15 Temmuz darbe girişiminin ardından gözaltına
alınanların sayısı 27’ye ulaştı. Gözaltına alınan iki
jandarma görevlisi tutuklandı. 11 Ağustos 2016’da,
mahkemeye sevk edilen 8 şüpheliden beşi tutuklandı. 3 şüpheli ise yurtdışına çıkış yasağı konularak serbest bırakıldı. Aynı soruşturma kapsamında
tutuklanmış olan Trabzon ve İstanbul Jandarma
İstihbarat’tan dört kişiyle birlikte tutuklu sayısı 9’a
yükseldi. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve
Örgütlü Suçlar Soruşturma Bürosu tarafından yürütülen soruşturma kapsamında Trabzon Jandarma
İstihbarat görevlileri Volkan Şahin, Şeref Ateş, Okan
Şimşek, Hüseyin Yılmaz ve Gazi Günay tutuklandı. 3
şüpheli de yurtdışına çıkış yasağı konularak serbest
bırakıldı.
26. Ağustos 2016’da dönemin Trabzon İl Jandarma Alay Komutanı Ali Öz ile Jandarma İstihbarat
görevlileri Adnan Acar ve Musa Yıldırım da savcılık
talimatıyla gözaltına alındı. Ali Öz, Dink cinayeti yaşandığı dönemde Trabzon İl Jandarma Alay Komutanı olarak görev yapıyordu. Öz hakkında Trabzon’da
iki farklı mahkemede „Görevi ihmal“ ve „kamu görevlisinin resmî belgede sahteciliği” suçundan dava
açılmış ve 6 ay hapis cezası almıştı. Yargıtay, Ali Öz
hakkında verilen mahkûmiyet kararını bozmuş ve
yeniden yargılama başlamıştı. 27. 19 Ağustos 2016’da Hrant Dink cinayeti dava-
sında “örgüt olmadığı”nı söyleyen ve iki kişi dışındaki sanıkları tahliye eden mahkemenin başkanlığını
yapan hâkim Rüstem Eryılmaz, FETÖ operasyonu
kapsamında Manisa’nın Salihli ilçesinde yakalandı.
Rüstem Eryılmaz, Ocak 2012’de İstanbul 14. Ağır
Ceza Mahkemesi’nde görülen Hrant Dink davasının
heyet başkanı idi. Rüstem Eryılmaz, Hrant Dink davasınında sadece Ogün Samast ve Yasin Hayal’i suçlu bulmuş, diğer tüm sanıkları “örgüt bulunmadığı”
gerekçesiyle Hrant Dink cinayetinden tahliye etmişti. Erhan Tuncel, Osman Hayal gibi isimler bu karardan sonra serbest kalmıştı. 28. 6 Eylül 2016’da Hrant’ın katledildiği gün Agos
çevresinde olan Jandarma personelinin görüntüleri ortaya çıktı. Cinayet öncesinde ve cinayet günü,
Agos gazetesi etrafında bazı jandarmaların olduğu
daha önce ortaya çıkmıştı. Soruşturma kapsamında Dink cinayetinden önce Agos gazetesi etrafında
keşif yaptıkları ve cinayet günü Ogün Samast’ı takip
ettikleri iddiasıyla bazı jandarma görevlileri tutuklanmıştı. Savcılığın soruşturması devam ederken
cinayet gününe ait bazı görüntüler ortaya çıktı. A
Haber tarafından yayınlanan görüntülerde tutuklanan 6 jandarma istihbaratçısının olay yerinde olduğu görülüyordu. Aynı görüntülerde Dink cinayetinin
tetikçisi Ogün Samast da görüntülerde yer alıyordu.
Eylül 2016 itibarı ile Hrant davasında tutuklananların sayısı ondörte yükseldi. Tutuklananların isimleri
şöyle:
İstanbul İl Jandarma İstihbarat Şube Müdürlüğü
görevlisi uzman çavuş Abdullah Dinç, İstanbul İl
Jandarma İstihbarat Şube Müdürlüğü görevlisi uzman jandarma Yavuz Bozca, İstanbul İl Jandarma
İstihbarat Şube Müdürlüğü görevlisi eski Astsubay
Emre Cingöz, İstanbul İl Jandarma Komutanlığı
İstihbarat Şube Müdürlüğü Tim komutanı Yüzbaşı
Muharrem Demirkale, İstanbul İl Jandarma Komutanlığı İstihbarat Şube Müdürlüğü görevlisi Astsubay
Yavuz Karakaya, Trabzon Jandarma İstihbarat Şube
Müdürlüğü görevlisi Ergün Yorulmaz, Trabzon Jandarma Komutanlığı Albay Ali Öz, Trabzon Jandarma Komutanlığı İstihbarat Şubede görevli astsubay
Veysel Şahin, İstanbul Jandarma İstihbarat görevlisi
astsubay Ecevit Emir, yayıncı Adem Sarıgöl, Volkan
Şahin, Şeref Ateş, Trabzon Jandarma İstihbarat görevlisi astsubay Okan Şimşek, Trabzon Jandarma İstihbarat biriminde görevli astsubay Hüseyin Yılmaz,
Trabzon Jandarma İstihbarat görevlisi astsubay Gazi
Günay, İstanbul Jandarma Komutanlığı İstihbarat
düşen sorumluluğu yaptığını söyleyen Dinç, duruşma sırasında diğer emniyet görevlileriyle sık sık
tartıştı. Son 20 yıldır emniyet içinde önemli görevler üstlenen polis müdürleri, koruma tedbirlerinin
nasıl alınacağı konusunda tartışma yaşadı. Yaşanan
tartışmalarla ilgili Mahkeme Başkanı Canel Rüzgâr,
“İstihbarat savaşları gibi oluyor” değerlendirmesini
yaptı. Engin Dinç sorgu sırasında, cinayette kasıt olsaydı, istihbaratçı olarak iz bırakmayacağını söyledi.
Avukat Hakan Bakırcıoğlu, Engin Dinç‘e “Kendisine
dokunulmayacağını bilenler iz bırakır” dedi.
Dinç, savunması boyunca sık sık görevini yerine
getirdiğini, gerekli yazışmaları yaptığını söyledi. Engin Dinç, Hrant Dink’in İstanbul‘da yaşadığı ve eylem İstanbul‘da yapılacağı için gerekli koruma görevinin İstanbul emniyet görevlilerinde, koordinasyon
görevinin ise İstihbarat Daire Başkanlığında olduğunu savundu. Dinç, görevden ayrılana kadar Hayal‘in
Dink‘i öldürmek konusunda sadece düşünce aşamasında kaldığını, adli operasyon aşamasına gelinmediğini, Hayal’in cinayet hazırlığı olmadığını iddia
etti, eğer olsaydı, kesinlikle operasyon yapacaklarını
söyledi. Dinç, cinayeti televizyon haberlerinden öğrendiğini, İstanbul İstihbarat Daire Başkanı Ahmet
İlhan Güler‘i ve ardından Daire Başkanlığından Ali
Fuat Yılmazer‘i arayıp ulaşamadığını, en pratik bilgiye sahip olduğunu düşündüğü için Muhittin Zenit‘i
aradığını söyledi.
Trabzon‘da Rahip Andrea Santoro öldürüldüğünde, Mc Donalds, Yasin Hayal tarafından bombalandığında Engin Dinç görevdeydi. Hrant Dink cinayetinden önce görev yeri değişerek Afyon İstihbarat’a
geçen Engin Dinç, cinayetten sonra terfi ederek Emniyet İstihbarat Daire Başkanı oldu. 32. Hrant Dink cinayetiyle ilgili kamu görevlilerin
yargılandığı davanın yedinci duruşması, 7-11 Kasım
2016 tarihinde İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde
görüldü. Dink cinayeti davasının duruşmasında, dönemin İstanbul İstihbarat Şube Müdürü Ahmet İlhan Güler savunma yaptı. Güler, koruma kararını alması gereken makamın kendisi olmadığını savundu,
Trabzon emniyet görevlilerini suçladı. Güler „Ben
devleti savunuyorum“ dedi.
Dink davasında söz alan Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi eski başkanı Ramazan Akyürek, cinayetten sonra İstanbul emniyet eski Müdürü
Celalettin Cerrah’ın kendisini arayarak belge imha
etmesini istediğini söyledi. Cerrah iddiayı yalanladı. İstanbul Emniyeti İstihbarat Şubesi eski Müdürü
güncel
Şube Müdürlüğü Kısım Amiri Yüzbaşı Ali Barış Sevindik, Fox TV Haber Müdürü Ercan Gün, Trabzon
Jandarma İstihbarat eski Şube Müdürü Metin Yıldız.
29. 27 Ağustos 2016’da Hrant Dink cinayetinin
tetikçisi Ogün Samast‘la birlikte poz veren polisler
Metin Balta ve İbrahim Fırat, ‘FETÖ soruşturması’
kapsamında meslekten ihraç edildi. İki polis memuru hakkında, skandal fotoğraf sonrası dava açılmış;
bu davadan beraat ettikleri gibi terfi ettirilmişlerdi.
Tetikçi Ogün Samast, cinayetin ardından 22 Ocak‘ta
Samsun Otogarı‘nda yakalandıktan sonra, götürüldüğü Terörle Mücadele Şubesi‘nin çay ocağında elinde Türk bayrağı ile fotoğrafı çekilmişti. Fotoğrafta
yer alan polisler dönemin Samsun Terörle Mücadele
Müdürvekili Metin Balta ve aynı şubeden Komiser
İbrahim Fırat’tı. Yargılanıp aklanan, ardından da
terfi ettirilen Metin Balta 3.sınıf emniyet müdürü
olurken, İbrahim Fırat ise emniyet amirliğine terfi
ettirilmişti. Polisler, 15 Temmuz darbe girişiminin
ardından önce örgüt üyeliğinden açığa alındılar, ardından meslekten ihraç edildiler.
30. 9 Eylül 2016’da yeni görüntüler medyaya servis edildi. Hrant’ın katledilmesinden sonra, AKP
hükümetinin havuz medyasında olay gününe ait görüntüler peş peşe yayınlanmaya başladı. A Haber‘de
cinayet günü ve öncesinde jandarma istihbarat
elemanlarının Agos çevresinde olduğuna dair görüntülerin yayınlanmasının ertesinde, Kanal 24
televizyonunda tetikçi Ogün Samast‘ın Samsun‘da
yakalanmasının sonrasına dair görüntüler yayınlandı. Tetikçi Ogün Samast‘ın yakalandıktan sonra
götürüldüğü Samsun Emniyet Müdürlüğü Terörle
Mücadele Şubesi‘nde kahraman gibi ağırlanıyor. Yanındaki kişiler, Samast‘a „Abine şöyle güzel bir poz
ver!“ diyor. Bu sırada Samast‘ın yanındaki jandarma
görevlisi telefonla konuşuyor. Telefona cevap veren
görevli „Ramazan Abi olabilir mi?“ diyor. Aynı kişiler, Samast‘a bir video izletiyor ve Samast görüntüyü izlerken sırtına dostça vuruluyor. Görüntülerde
Samast‘ın montunun cebinden çıkardığı Türk bayrağı ile kameralara poz verdiği de görülüyor.
31. Ekim 2016’da İstanbul 14. Ağır Ceza
Mahkemesi’nde yapılan altıncı duruşmaya davanın
sanıklarından olan ve dönemin Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı olan Engin Dinç
ilk kez katıldı. Engin Dinç savunmasında, 15 Temmuz 2004 tarihinde Trabzon’da göreve başladığını ve
Hrant Dink’in öldürülmesinden 7 ay önce İstihbarat
Şubesinden ilişkisinin kesildiğini söyledi. Üzerine
27
güncel
28
Ahmet İlhan Güler’in çapraz sorgusu devam ederken, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi
eski Başkanı ve tutuklu sanık Ramazan Akyürek söz
aldı. Akyürek, Celalettin Cerrah’la ilgili olarak şöyle
dedi:
“Cinayetten sonra Erhan Tuncel’in ifadesi alındıktan sonra, dönemin İçişleri Bakanı’nın zorlamasıyla
İstanbul’a gittim. İstanbul’a gitmeden önce, İstanbul İstihbarat Şubesinin dahili telefonundan Celallettin Cerrah beni aradı. Benden, 17 Şubat 2006’da
Trabzon’dan İstanbul’a gönderilen, Dink’e yönelik ses
getirici eylem yapılacağı belirtilen belgeyi imha etmemi istedi. Ben ertesi gün İstanbul’a gittim. Cerrah’ın
yanında Ahmet İlhan Güler, Aydın Türkeli ve Selim
Kutkan vardı. Böyle bir şeyi yapmamın mümkün olamayacağını yüzüne de söyledim.”
Akyürek’in sözleri üzerine söz alan Celalettin
Cerrah, “45 yıllık meslek hayatımda ilk kez böyle bir
suçlamayla karşı karşıyayım. Böyle bir şey istemedim.
Bu belgenin imha edilmesi benim değil, Akyürek’in ve
Trabzon’un işine gelir. Böyle bir şey söylemem mümkün değil. O kadar aptalım ki üç kişinin arasında böyle bir şey söyleyeyim. Kendisi bana bağlı değildir. Daire başkanı olması dolayısıyla sık sık İçişleri Bakanı’nın
hatta yerine göre başbakanın dahi çağırıp bilgi aldığı
bir kişidir. Akyürek uzun süredir cezaevinde. Psikolojisi bozulmuş olabilir. Kendisi hakkında suç duyurusunda bulunuyorum” diye konuştu. Celalettin
Cerrah,
Hrant
katledildiğinde
İstanbul’da İl Emniyet Müdürü olarak görev yapıyordu. Cinayetten sonra terfi ederek Osmaniye’ye
vali olarak atandı. Hrant Dink’in öldürüleceğine
dair istihbarat raporları İstanbul’a gönderildiğinde
Cerrah Emniyet Müdürüydü. Hrant Dink’in hedef
haline gelmesine neden olan Şişli Adliyesi yargılamaları, Agos gazetesi önünde Dink’e yönelik ölüm
tehditleri içeren eylemler başladığında, Ermeni toplumunun kurumları ve kiliselerinin korunması için
Patrik II. Merob Mutafyan Valiliğe dilekçe verdiğinde de Cerrah görev başındaydı. 7. duruşmada Dink ailesi avukatları, devam eden
yargılamada soruşturmanın genişletilmesi için mahkemeye dilekçe verdi. Daha önceki duruşmalarda,
Trabzon’da bir suç örgütü olan ‘Başkanlar’ grubuyla
Yasin Hayal’in ilişkisi olduğu sık sık gündeme gelmişti. Avukatlar, Trabzon Emniyet Müdürlüğü’nden
Başkanlar Grubuyla ilgili ellerindeki bütün evrakların istenmesini talep etti. Eski Emniyet İstihbarat
Dairesi Başkanı Sabri Uzun da ifade verdi. Duruş-
mada öne çıkan nokta, Hrant’ın katledilmesinde
sorumlulukları bulunan sanıkların suçları birbirlerinin üzerine atması ve birbirleri ile polemiğe girmeleri idi.
33. 26 Ekim 2016’da Dink cinayeti davası sanıklarından Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanı Engin Dinç, Eskişehir’e emniyet müdürü
olarak atandı. Engin Dinç, Hrant Dink cinayetinde
kamu görevlilerinin yargılandığı davada sanık olarak yargılanıyor. Dink cinayetinden önce Trabzon
Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şubesi Müdürü olarak görev yapıyordu. Engin Dinç, Hrant’ın katledilmesinden kısa süre önce Afyon İstihbarat Şube
Müdürlüğü‘ne atandı. Engin Dinç, cinayetten sonra
terfi ederek Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat
Dairesi Başkanı oldu. Dink cinayetinden önce Yasin
Hayal ve grubunun Dink’i öldüreceğine dair hazırlanan istihbarat raporlarının altında Engin Dinç’in
imzası bulunuyor. Dink cinayeti davasında, Dinç
hakkında ‚görevi kötüye kullanma‘ ve ‚kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi‘ suçlarından 15
yıldan 22 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılması
isteniyor. Engin Dinç, dönemin İstanbul valisi Muammer Güler vb. AKP hükümeti tarafından korunuyor.
34. Sekizinci duruşma 28- 29 Kasım/01-02 Aralık
2016 tarihlerinde yapıldı. Sekizinci duruşmada, dönemin İstihbarat Daire Başkanlığı görevlileri olan
ve FETÖ soruşturmasında tutuklu bulunan Tamer
Bülent Demirel, Osman Gülbel ve Ali Poyraz savunma yaptı. Dönemin Emniyet İstihbarat Dairesi C
Şubesi Müdür Yardımcılarından Tamer Bülent Demirel, hakkındaki suçlamaların herhangi bir delile
dayanmadığını söyledi. Demirel, 2006 yılında Daire
Başkanlığı C Şubesine vekaleten bakıp bakmadığını
hatırlamadığını ancak Hrant Dink‘le ilgili evrakı
kendisinin görmesi gereken bir evrak olduğunu söyledi. Demirel, “İstanbul’a bildirilmeyen husus varsa
görüşelim” diye raporun üstüne not yazdığını, evrakın önemi gereği İstanbul‘a bildirilmesi gerektiğini
söyledi. Demirel, evrakla ilgili gerekli işlemleri yaptığını savundu.
İstihbarat Daire Başkanlığı görevlisi Ali Poyraz’ın
da savunması alındı. Poyraz, Eylül 2006’da Daire
Başkanlığı’nda azınlıklar ve radikal sağ konularına
bakan C Şube’de müdür yardımcısı olarak çalışmaya başladığını, Hrant Dink cinayeti tasarısına ilişkin
F4 raporlarının kendi döneminde gelmediğini söyledi. Ali Poyraz, “İlk defa görev aldığım bir şube müdür-
güncel
lüğünün işini anlamaya çalışırken bu menfur eylem
meydana gelmiştir. Hrant Dink adını bu eylemle duydum. Agos’u da duymamıştım. Bu cinayetin C şube
konusu olduğunu cinayetten sonra öğrendim” dedi.
İstihbarat Daire Başkanlığı’na bağlı, azınlıklar ve
aşırı sağ faaliyetler konularında çalışan C Şube Müdürlüğünde görevli Osman Gülbel, C Şubede C2 ve
C3 şubelerinden sorumlu olan Şube Müdür Yardımcısı olarak görev yapıyordu. Gülbel, Yasin Hayal‘in
“Hrant Dink‘i ne pahasına olursa olsun öldüreceği”
yönündeki Trabzon’dan gelen evrakı gördüğünü ve
paraf atarak ilgili yere gönderdiğini söyledi. Gönderilen yazının İstanbul‘a da gönderildiğini ve İDP
(İstihbarat Değerlendirme Projesi) sisteminde de
Yasin Hayal‘in Dink‘i öldüreceği bilgisinin yer aldığını söyleyen Gülbel, hakkındaki suçlamaları reddetti. Gülbel, İstihbarat Daire Başkanlığında C5 adlı
illegal bir büro bulunmadığını da söyledi.
Sekizinci duruşmada, Hrant Dink cinayeti öncesinde Trabzon İl Emniyet Müdürü ve cinayet sırasında da Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanı olarak görev yapan Ramazan Akyürek
savunmasını yaptı. Akyürek iddianamede, “silahlı
terör örgütü kurma ve yönetme, tasarlayarak kasten
öldürmeye teşebbüs, resmi belgede sahtecilik, resmi belgeleri bozma yok etme ve görevi kötüye kullanmayla” suçlanıyor. Ramazan Akyürek, Dink cinayetiyle ilgili kendisine gelen bilgileri ilgili yerlere
gönderdiğini söyledi. İstanbul Emniyeti‘nin koruma
tedbirleri almadığını söyleyen Akyürek, İstanbul
emniyet görevlilerini suçladı.
35. Hrant Dink cinayeti davasında kamu görevlilerinin yargılandığı duruşmanın dokuzuncu celsesi,
19-20-22-23 Aralık 2016 tarihlerinde yapıldı. Dokuzuncu duruşma, dönemin Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Ramazan Akyürek‘in sorgusuyla devam
etti. Mahkeme Başkanı, Ramazan Akyürek’e, Yasin
Hayal‘in Hrant’ı öldüreceğine yönelik istihbarat
bilgisinin Jandarmayla paylaşılıp paylaşılmadığı-
nı sordu. Akyürek, bu konunun şube müdürü (Engin Dinç) inisiyatifinde olduğunu, Jandarma Daire
Başkanlığı’nın haber notuyla dağıtım yapılmasının
uygun olmadığına karar verdiklerini söyledi. Akyürek, Engin Dinç‘in kendisine buna gerek olmadığını
söylediğini, sadece Daire Başkanlığına yazılmasına
karar verdiklerini söyledi. Akyürek, Dinç’in kendisine İstanbul İstihbarat Müdürüyle görüşme yaptığını söylediğini, İstanbul‘a da yazı yazılmasına
karar verdiklerini aktardı. Akyürek, „Burada görüyorum ki herkes birbirini suçluyor. Keşke zamanında
İstanbul‘a yazı yazmasaydık. O zaman Daire Başkanlığı Trabzon’dan aldığı bilgi notuyla ilgili ne yapılacağına kendi karar verirdi. Ama biz İstanbul‘a yazı
yazılmasına karar verdik“ diye konuştu. Akyürek,
Jandarmayla herhangi bir sorun yaşamadıklarını,
bilgi verilip verilmemesi konusunun şube müdürü
inisiyatifinde olduğunu belirtti. Ramazan Akyürek,
evrakların imha edilmesini dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın talep ettiğini tekrar
gündeme getirdi. Akyürek, evrak imha teklifine dair
bilgiyi dönemin başbakanı RTE’ye de aktardığını
söyledi.
Dokuzuncu celsede, mülkiye müfettişlerinden Şükrü Yıldız savunmasını yaptı. Hrant Dink cinayetiyle
ilgili hazırlanan ön inceleme ve araştırma raporlarını
düzenlemekle görevli olan dönemin Mülkiye Başmüfettişi Şükrü Yıldız, 2015 yılında hazırlanan iddianameye dahil edildi. Yıldız, FETÖ davası kapsamında
tutuklu olarak yargılanıyor. Şükrü Yıldız, Trabzon
Jandarması içinde Dink davasıyla ilgili kavga çıktığını ve kavgadan sonra Jandarma görevlilerinin konuşmaya başladığını söyledi.
Dokuzuncu celsede, diğer Mülkiye Başmüfettişi
Mehmet Ali Özkılınç savunmasını yaptı. Mehmet
Ali Özkılınç, Mülkiye Başmüfettişi Şükrü Yıldız‘la
beraber cinayetin ardından Emniyet ve Trabzon Jandarmasında inceleme yapmış ve rapor hazırlamıştı. Özkılınç, ayrıca Devlet Denetleme Kurulu’nun
yaptığı incelemede de çalışmıştı. 15 Temmuz askeri
darbe girişiminin ardından Ordu’da Vali Yardımcısı olarak görev yaparken tutuklandı. Mehmet Ali
Özkılınç, Şükrü Yıldız’la beraber hazırlanan ve ilk
inceleme raporu olan raporda çalıştığını onun dışında başka incelemelerde çalışmadığını söyledi. İncelemede ve raporların hazırlanmasında sorumluluğun
kıdemli olan Başmüfettiş Şükrü Yıldız’a ait olduğunu, kendisine sorumluluk yüklenemeyeceğini iddia
etti. Özkılınç, Hrant’ın öldürüleceği bilgisini içeren
29
güncel
30
istihbarat raporlarının gizlendiği iddia edilen soruşturmada görev yapmadığını belirtti. Devamla, istihbarat raporlarını görmediğini, bilgi ve belge saklamadığını iddia eden Özkılınç, söz konusu istihbarat
raporlarını DDK incelemesi sırasında gördüğünü ve
ilk yaptıkları incelemenin yetersiz olduğunu belirten Özkılınç, “Bizim hazırladığımız rapor ilk rapordu. Sonrasında birçok belge ve bilgi ortaya çıktı ama
ben hiçbir belge gizlemedim” dedi. Özkılınça göre;
Hrant Dink cinayeti “meydan okurcasına işlenmiş bir
cinayet”tir ve cinayeti işleyenler cezalandırılmalıdır.
Kendisinin incelemede Jandarma ayağına baktığını
söyleyen Özkılınç, “Jandarmada hep engellemeler
oldu. Jandarma müfettişleri de dahil sürekli bir dirençle karşılaştık” dedi. 36. On yıldır avukatlar, Hrant Dink cinayetinin
aydınlatılması için mücadele yürüttü, yürütüyor.
Kamu görevlileri hakkında iddianame düzenlenip
dava açılması, kimilerinin tutuklanması ve ilk defa
Jandarma görevlilerine soruşturmanın uzanması ve
kimi Jandarma görevlilerinin tutuklanması olumlu
bir adımdır. Olumlu adım olmasına rağmen cinayetin arkasındaki örgüt henüz ortaya çıkarılabilinmiş
değildir. Kamu görevlilerinin yargılandığı dokuz
duruşma yapıldı. Bu duruşmalarda, sanıkların birbirlerini suçlamaları, aleni olan kimi gerçekleri “bilmiyorum, haberim yoktu, hatırlamıyorum” şeklinde
geçiştirmeleri dikkat çekicidir. Kamu görevlilerinin
yargılandığı duruşmalarda, Hrant’ın katledilmesine
giden süreçte, belgelerin gizlendiği, katillerin korunduğu, teşvik edildiği ortaya çıktı. Ortaya çıkan tüm
bilgi ve belgelere rağmen tetikçilerin arkasındaki örgüt henüz ortaya çıkarılmış değildir.
37. Hrant katledildiğinden beri, Hrant’ın arkadaşları mahkeme kapılarının önünde basın açıklamaları
yaptı ve ‚müsamereyi bırakın, asıl sorumluları yargılayın!‘ diye haykırdılar. Dink ailesinin avukatları, tetikçinin arkasındaki örgütün açığa çıkarılması
için mücadele yürüttü, yürütüyor. AKP hükümeti ve yargı gerçek suçlulara ulaşılmaması için birçok engel çıkardı, çıkarıyor. Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’nin “etkin soruşturma yapılmamıştır”
kararına rağmen, devlet son ana kadar tetikçilerin
arkasında bulunanları korumaya çalıştı! Devlet,
kamu görevlilerinin yargı önüne çıkarmamak için
her türlü yola baş vurdu, vuruyor. Hrant Dink’in öldürülmesine seyirci kalanların etrafına hukuki bir
zırh örülmeye çalışılıyor! On yıllık mücadelenin ardından kimi gelişmeler yaşandı. AKP hükümetinin
esas derdi Fettullahçı olarak bilinen kamu görevlilerinin açığa çıkarılmasıdır. Hrant’ın katledilmesinde
sorumluluğu olan kimi kamu görevlilerinin tutuklanması ve yargı karşısına çıkarılması ile sorumluluk
Fettulahçılara yüklenerek, AKP hükümeti kendini
aklamaya çalışmaktadır! Hrant davası, Fettulahçılarla AKP arasındaki dalaşın da dışa vurumudur.
Sonuç olarak;
Devletin denetimi ve gözetimi altında 16 yaşındaki
bir tetikçi eliyle susturdular Hrant’ı. Daha doğrusu
susturduk sandılar, O’nun cenazesinde yüz binlerin “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz” şiarı
altında yan yana gelecekleri hiç yoktu hesaplarında. Hrant’ın katledilişinin üzerinden on yıl geçti.
O, 1915 24 Nisan’ında başlayan Ermenilere yönelik
soykırımının son kurbanlarından biri olarak geçti
tarihe. Bir buçuk Milyon+bir. Türk ırkçıları için bu
cinayet “Türklüğe hakarete duyulan tepki”dir. Kuzey
Kürdistan/Türkiye’nin emekçi insanlarının demokrasiden, insanlıktan biraz nasibini almış kesimi için
ise Hrant’ın öldürülmesi, soykırımın sürdürülmesidir, bir yüz karasıdır.
102 yıl önce Ermeni soykırımına imza atanlar,
inkâr politikalarını sürdürmeye ve Ermenilere karşı
kinlerini kusmaya devam ediyor. Hrant Dink, Ermeni olduğu için öldürüldü. Hrant Dink, bir mücadele
insanı olduğu için hedef alındı. Hrant Dink, halkların kardeşliğini savunduğu için ortadan kaldırıldı.
Hrant, bir Enternasyonalistti. Demokrat olmadan
sosyalist olunamayacağını söyleyen, bugün gelecekteki toplumu yaratabilmenin de koşulu olarak demokrasi ve insan hakları mücadelesinin en ön saflarında yer alan bir insandı. O, Türkiye’de demokrasi
mücadelesi vermeyi öncelikli görevi olarak görüyordu. O, ülkelerimizin insanlarına güveniyordu. Öldürüldüğü gün Agos’ta yayınlanan son yazsısında şöyle
diyordu:
“Evet, kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde
görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
Güvercinler kentin ta içlerinde insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.
Evet, biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.”
Hrant’ın bu öngörüsü yanlış çıktı. Katledilmesinin
onuncu yılında Hrant Dink’i unutmadık, unutturmayacağız. Ülkelerimizde güvercinlere dokunulmayacağı günler için mücadelemizi sürdürmeye devam
edeceğiz.
23.12.2016
✒
okur mektubu
SINIF KAVRAMI VE
TOPLUMSAL CİNSİYET
Çünkü proletarya diktatörlüğünün tarihsel anlamı sadece proleterlerden oluşan
saf bir sınıf iktidarı olmasından değil de, tüm ezilenlerin proletarya önderliğinde
ve proletaryanın nihai amacı etrafında şekillenen politik bir geçiş reformu olması,
kadın diktatörlüğünün tarihsel anlamı da benzer biçimde sadece kadınlardan
oluşan bir cins iktidarı olması değil, tüm kadın ve erkek emekçilerinin, kadınların
nihai amacı etrafında birleşmeleri ve dönüşümlerini koşullayan bir politik geçiş
formu olmasıyla belirlenir. Tüm mekanizma cinsiyete bakmaksızın ekolojik temelde
kurgulanmalıdır. Böylece sosyalizmi egemen kılan, devrimci özünü kemiren erkek
egemen zinciri koparılır sosyalizm, ekolojik, sınıfsız sınırsız ve cinsiyetsiz özgür
insanlar topluluğu olarak tarihin sayfasında yerini alır. T
oplumsal cinsiyetin oluşma süreci ile özel mülkiyet ve sınıflaşma arasında, çok belirgin ve koparılmaz bir bağ ola gelse de, bu olguların bir birine
indirgenmesi doğru değildir. Kadın merkezli olup da
özel mülkiyet ve sınıflaşmanın belirginleşmesi, erkek
egemenliğinin gözlemlenebildiği birçok ilkel topluluk
gözlemlenmiştir. Toplumsal cinsiyet ile özel mülkiyet
ve sınıflaşmanın bir birinden koparılmasını değil,
ama indirgenemezliğini gösterir. Toplumsal cinsiyet
ile özel mülkiyet bir ikiz kardeştir. Yani aynı anneden, yani aynı iş bölümünden çıkarlar. Birbirlerini
beslerler, iş bölümü hayat kaynağıdır, onların varlık
biçimidir. İş bölümünün tarihsel gelişimdeki merkez
rolü olmasa da; iş bölümünün toplumsal cinsiyet ve
kadını köleleştirilmesinde oynadığı rolü Alleksandra
Kollontay gerçek duruma oldukça yaklaşan çözümlemeler yapmıştır. Kollontay, özel mülkiyetin kadının
köleliği temel nedeni olduğuna dair genel kanının
dışına çıkarak, sorunu işbölümü bağlantısıyla değerlendirmiştir. Burada kanlı pazarın sembolü olan
Kollontay’ın yaşamına bakmak ta gerekir. 1872 yı-
lında varlıklı bir ailenin çocuğu olarak doğar, çok
mutlu her şeyi var olan bir çocuktur. Ama o özgür
olmak ister, diğer çocukların her şeyden yoksun oluşunu görür, yüreğinde yaralar açar. Daha küçükken
büyüklerinin adaletsizliğini hisseder, bütün bunları
hissettikçe yüreğinde derin yaralar oluşur ve bu başkaldırı ruhunun oluşmasına neden olur. Geleneklere
karşı ilk savaşını, evlilik kuşunda ailesinin isteğine
karşı çıkarak verir. Parasız, pulsuz, işsiz, güçsüz bir
mühendisle evlenir, mutlu olsa da evlilik hayatından
sıkılır. Bir fabrikayı ziyaretinde kadın ve erkek işçilerin yaşam koşullarını gördüğünde, bu duruma karşı
işçilerin kurtuluşu için onlarla omuz omuza mücadele etmeye karar verir, bu kararı ile oğlunu ve kocasını terk eder. Ekonomi politika eğitimi için Zürich’e
gider, 1899 da Petersbug’a döner ve Rusya yasadışı
Sosyal Demokrat Partisine katılır. Artık tümüyle
kendisini bu davaya adar. 1905 Kanlı Pazar olayından
sonra ismi duyulmaya ve tanınmaya başlar. Kollontay, özellikle Marksist kadın hareketinde öncüdür,
1917 Mart’ına kadar siyasal mültecilik yıllarıdır.
31
✒
okur mektubu
32
1917’nin Temmuz ayaklanması sonucu çok sayıda Bolşevik
le birlikte Petrograd’da tutuklanır. Ekim devriminde serbest bırakılır. İlk kurulan devrim hükümetinde bakan olur.
1919’daki iç savaş başlangıcıyla
tekrar kadınlar arasında çalışmaya başlar. 1923’te Sovyetlerin Norveç elçiliğine atanır.
İşte bu yaşamı, mücadelesi tüm
anıları her kadına örnek olabilecek Kollontay derki; ‘’Kadın
kabilenin geçiminin esas sorumlusu olarak önemini yitirmemiş olsaydı, özel mülkiyet
kadının köleleştirilmesine yol
açmak zorunda değildi. Ama
özel mülkiyet ve toplumun sınıflara bölünmesi, iktisadi gelişmeyi biçimlendirdi
ve yönlendirdi, öyle ki, kadının üretimdeki rolü sıfıra
indi. Kadının baskı altına alınması, üretken çalışma,
erkeğin görevi olarak görülürken kadının ikinci derecedeki görevleri üstlenmesini öngören cinsiyetler
arası bir işbölümünün sonucuydu. Bu iş bölümü mükemmelleştiği ölçüde, kadının bağımlılığı da arttı.
Sonunda köleliği bir olgu oldu.’’
*’’Hiç bir hükümet, hatta en ilerici cumhuriyet
bile, en ilerici burjuva demokratik devlet bile kadınlara tam eşitlik vermedi. Öte yandan Rusya Sovyet
Cumhuriyeti kadınların eşitsizliği konusundaki
tüm hukuki kalıntıları istisnasız, derhal süpürüp
attı ve bir çırpıda kadınlara kanun önünde tam eşitlik verdi’’. Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin.
*1917 Ekim devrimi tarihte, kadının toplumsal
eşitliğinde ve kurtuluşunda en gerçek temsildir.
Çünkü tüm alanlarda eşit ve özgür olmuştur. Çünkü Rus imparatorluğu ve sömürgelerinde kadın,
sadece ikinci sınıf değil, erkeğin kölesi olarak görülmekteydi. Kadının tek bir hakkı vardı. Erkeğe
köle olup boyun eğmekti. Ekim devrimi öncesi Rus
imparatorluğu ‘Kanunlar külliyatı’’nda ‘’karı’’ nın
görevini şöyle tanımlardı; ‘’Karının görevi, ailenin
reisi olan kocasına itaat etmek, onu sevip saymak,
her şeyde ona boyun eğmek, onun ihtiyaçlarını karşılamak ve ona bağlılığının tüm işaretlerini göstermektir: çünkü o evin efendisidir.’’ O dönemlerde Rusya sömürgeleri gibi yarı feodal
köylü toplumlarını; gelişmiş kapitalist ülkelerde bile,
kadının toplumsal konumu en fazlasından ikinci
sınıf vatandaş olmasından öteye gitmezdi. Eğitim,
eşit ücret, eşit seçme seçilme, miras eşitliği, boşanma gibi durumlar ulaşılması imkansız bir hayalden öteye gitmiyordu. Ekim devrimi bu koşullarda
gerçekleşti. Yol gösterici oldu. Kilise nikahı yerine,
resmi nikah, seçme seçilme, yaşamın her alanında
eşitlik sağlandı. Zina, gayrimeşru çocuk, eşcinsellik
suç unsurundan çıkarıldı. Kürtaj yasaklanmadı. Boşanma eşit şekilde görüldü. Çocuk bakımı toplumsal bir sorumluluk ve iş olarak görüldü. Cinsiyetçi
eğitim yasaklandı. Ücretsiz, bilimsel karma eğitim
uygulandı. Sovyet iktidarı bunlardan sorumlu tutuldu. Bunların uygulanmasını ve tüm pratiğinin
zenginleştirilmesini sağlayan siyasal örgütlenmeyi
ve yönetimi sağlayan jenotyeldi. Jenotyel aktivistleri ülkenin dört bir yanında harekete geçti, öyle bir
perspektif çizdiler ki dönüşümün önünü açtılar.
Kadınları toplumsal yaşama katmak için toplumsal
özgürlükleri kavradılar. Mesela, kadınların erkeklerle konuşmasının yasak olduğu Müslüman doğu
cumhuriyetlerinde, bu aktivistler, kadınlarla iletişim kurmak için KADIN BAKKALLARI kurdular. Erkeklerin giremediği bu kadın bakkallarında
çarşaflı jenötyel aktivisleri çalışırdı. Gelen kadınla
sağlık eğitim vb her alanda aydınlatıyorlardı. Sadece komünlerin çalıştığı atölyeler kurulmuştu.Cinsel
özgürlüğün erkek egemenliği eliyle yozlaştırılması o
kadar yaygın bir hal almıştı ki Lenin ‘’Rusya bir açık
hava genel evine dönüştü” demişti. 10- 15 kez kür-
okur mektubu
sisteminin kendisine reva gördüğü cinsel tatmin
meta gereği olarak, zorla pazarlanması kadının bir
fabrikada emeğinin sömürülmesi ile aynı durumu
yansıtmamaktadır. Çalışan bir kadının toplumdaki
yeri ve kadının kendine değer vermesi ile seks işçisi diye nitelendirilen ki ben öyle bakmıyorum, bir
kadının bedeni üzerindeki kazancı ile toplumdan
soyutlanması kendisini, diğer çalışan kadınlardan
ayırmaktadır. Çünkü onursuzca bir zorunlu kazanç
içerisinde, daha da hayvani bir boyutta olduğunu
kendisi de çok iyi bilmektedir. Seks işçiliği kavramı yanlıştır. Bunu erkeklerin namus kavramının
geri düşünce tarzı olarak yaklaşıp değerlendirmekte daha vahimdir. Namus kavramını kadının iki
bacak arasındaki cinsel organına indirgemeyelim,
tamam. Soru; kendi bedenini pazarlamak isteyen,
bu yolla para kaza kazanmak isteyen kadın var mı?
Kim bedeninin bu şekilde onursuzca ipotek altına
alınmasını isteyebilir... Yani erkekler namusu böyle
değerlendiriyor diye: o yüzden hatalıdır. Yoksa seks
işçiliği vardır ve normaldir. Demek gibi bir sonuç
çıkarılmaktadır. Yoksa ben yanılıyor muyum, biri
söylesin bana.
*Ruhsal yönden bakarsak, bir iş yerinde sömürülen bir kadın ile seks işçisi (ki ben bu kavrama katılmıyorum) bir kadın arasında, aynı psikolojik bir
durumdan bahsedile bilir mi? Bahsedilemez. Çünkü hepimiz çalıştığımız iş kollarında sömürülüyoruz, fakat düşünün bu kavramda kadının her gün
tecavüze uğraması para kazanması bu yolla mutlu
olması vs gibi duyguları bırakın, kendinden insanlardan erkeklerden, sistemden nefret etmiş ve ruhsal bedensel sıkıntılar yaşamasına, daha da derin
yaralar açmasına neden olmaz mı? Ya da olmuyor
mu? Sorarım size toplumlar tarihinde kadın cinselliği hanlarda kervanlarda, günümüzde otellerde
genel evlerde olmuştur hep. Ticaret mekanlarının
olduğu yerlerde, tarihten bugüne dek olagelmiştir.
Fakat buna işçilik olarak bakmak diyalektiğe aykırıdır. Evet para kazanıyor, evet sömürülüyor, ama işçi
göremeyiz, peki ne derseniz? Köle. Evet, işçilerde,
memurlarda, beyaz yakalılarda, mavi yakalılarda
hepimiz köleyiz, ama en azından onur kavramı biraz
geri dursa da insan kişiliğinin vazgeçilmez prensipleride vardır. İşçi modern köle olabilir, ama seks ile
aynı statüde olamaz. Yani bu seks kavramı çok daha
vahim, çalışan bir kadın az da kazansa çalışır, iki alternatif sunalım bir kadına. Genelev de mi, fabrikada mı çalışırsın? Diye soralım. Evet, birinde bilinçli
✒
taj olan kadınlar, önü kesilemeyen cinsel hastalıklar. Bakamadığı için terkedilen bebekler. Bunalıma
girip intihar eden kadınlar, bu tablonun dışa vuran
görüntüsünün bazılarıydı. Ekim devrimi ile kadının özgürleşmesi adına en önemli kazanımların biride aile evlilik ve annelikti. Sosyalizm perspektifinden bakıldığında bu üçayaklı mekanizma, kadının
ezilmesi durumu temel, toplumsal dayanaklarından
birini oluşturuyordu. İşte sosyalizm, burada da farkını koymalı ki kadının toplumsal yaşama eşit haklar ve oranlarla katılması yönündeki mücadelede,
toplumsal dokuya, erkek egemen içeriğini kazandıran cinsel işbölümünün tüm içeriği ve biçimleriyle
yok edilmesi mücadelesine bağlanmalıdır. Kadın
akademileri kurulmalı, kadın sendikaları kurulmalı, kadın dayanışma evleri ve hattaa komünü. Kadın
milisleri tüm sorunları çeşitli yönleriyle kucaklayabilen bir örgütsel yelpaze olmalı. Kadının kurtuluşu
sosyalizmdedir. Çünkü proletarya diktatörlüğünün
tarihsel anlamı sadece proleterlerden oluşan saf bir
sınıf iktidarı olmasından değil de, tüm ezilenlerin proletarya önderliğinde ve proletaryanın nihai
amacı etrafında şekillenen politik bir geçiş reformu
olması, kadın diktatörlüğünün tarihsel anlamı da
benzer biçimde sadece kadınlardan oluşan bir cins
iktidarı olması değil, tüm kadın ve erkek emekçilerinin, kadınların nihai amacı etrafında birleşmeleri
ve dönüşümlerini koşullayan bir politik geçiş formu
olmasıyla belirlenir. Tüm mekanizma cinsiyete bakmaksızın ekolojik temelde kurgulanmalıdır. Böylece sosyalizmi egemen kılan, devrimci özünü kemiren
erkek egemen zinciri koparılır sosyalizm, ekolojik,
sınıfsız sınırsız ve cinsiyetsiz özgür insanlar topluluğu olarak tarihin sayfasında yerini alır. Üretim
araçlarına sahip kapitalist sistemde, insan emeğinin
sömürülmesi işçinin ezilen yaşamını idame ettirmesi ücret karşılığında bilinçli bir şekilde emeğinin
sömürülmesini zorunlu kılmaktadır. Fakat burada
insan onurunu zedeleyecek bir durum, artı değerin
işçinin emeğine yansımaması olarak değerlendirmekteyiz. Ve proletarya, bunu hak ettiği emeğin
karşılığı olarak görmemekte, ama en azından insanca bir durum olarak kabul etmektedir. Fakat seks
işçiliği, (bu tabire kesinlikle katılmıyorum) kadının bilinç olarak kabul ettiği bir ezilmişlik durumu
olmamakla birlikte, kadın bedeni üzerinde tahakküm kuran, erkek egemen ataerkil sistemin kadın
bedeni üzerinde hak iddia etmesinin bir sonucu
olarak, her türlü destekten arınmış, erkek egemen
33
✒
okur mektubu
34
edildiğini bile bile herkes aynı maaşı alıyor, aynı saat
çalışıyor, bende buna razıyım der, geçimi için çalışır,
birde istemeyerek bu yola sürüklenirsin. Aradaki
fark budur ve işçi değildir. Kadınlara sormak isterim, özellikle çok değerli kadın yoldaşlarıma bir tek
sorum var, çalışmak isteseler fabrika vb yerlerde mi
çalışmak isterler, ya da genel evde mi? Bir istatistik
yapılsa tüm dünya kadınları hedefinde, ezici çoğunluk fabrika diyecektir. Çok nadir genel ev çıkarsa 0.001 gibi bir derecede lümpen yaşamı tercih eden
asalaklardır gerisi. Neden çoğunluk genel evi seçmez? Çünkü kendi iradesi dışında kendisine zorla
tercih ettirilen bir durum var. Lümpenler sınıf dışı
bir topluluktur. Burjuvaziye karşı direncini yitirmiş,
sınıf dışına itilmiş, kolay yollarla para kazanan bir
asalak topluluğu vardır, dilencilerdir, hırsızlardır,
dolandırıcılardır, birilerinin sırtından geçinenlerdir
ve evet erkek egemenliğinde cinsel arzuları tatmin
etmeyi bir üretime bağlaya biliriz, çünkü patron
var, ordan kazanan, onu sömüren bir durum var.
Mekanik değil ama bir sömürü inkar edilemez.
*Proletaryanın öncüllük bilincini kuşanmak, devrim yolunda kişinin kendine hakim olabilme yetisinin artmasını, fedakarlığı ve yürek bölüşmesinde
yiğitliği gerektirir... Mevcut koşullarda proleter olmayan emekçi yığınlarıyla bağ kurma yeteneğidir.
Komünist savaşçı olmak... ML vb felsefi akımlardan
önce bu kişiliğin oturması gereklidir. Yaşı yoktur, en
önemlisi CİNSİYETİ yoktur. Yani biyolojik erkeğin
tüm feodal bağları koparıp, ilk önce evde annesine
ya da eşine bir ev kadını değil de, kolektif yaşamın
gözüyle bakabilmektir. Bir kadının, doğurganlığı dışında aynı iradeyi ortaya koyabilme yetisini bilmesidir. Üçüncü olarak siyasi bir yapının doğrultusunu
reformist bir düşünceye kapılmadan o günün ekonomik politik ve hatta coğrafik koşullarını güncelleyerek bir siyasi yapının öncülüğünde ilerlemektir.
*Yolu aydınlatan ideoloji, disiplin ve bilinç faktörüyle gelişir. İdeolojiyi bilmek, gönüllü olmak tek
başına yeterli değildir. Çünkü devrimci ahlakı anlamayan asla Marksizm’i kavrayamaz. Marksizm
yaşamın tüm alanında bir eylem kılavuzudur.
Yani ailede, sokakta, meydanda, işyerlerinde, bir
mücadeledir. Bu durum çevreye kişiye yaşa cinsiyete göre asla ve asla değişmez. Çalışmak yaşam
biçiminde anlam kazanır. Sempatizanları küçük
görmek, alt kadroları ezmek sadece kısa bir macera olur. Cinsiyet ayrımı, ataerkil ya da anaerkil
yapı tartışması onurlu bir yaşam kavgasında gün-
dem yaratması mevcut koşulları değerlendiremediğimizden midir diye bir düşünce oluştu, çünkü
son zamanlarda görünen o ki, devrimci kültür ve
devrimci ahlak sorunu, doğudan batıya hatta tüm
evrende örf adetlerle, kapitalizmin dejenerasyon
yarattığı burjuva ahlaki ile karıştırılıyor. Ve hatta düne kadar, en başta, o örgütlü o mücadeleci
halk tarafından, barlarda kadın çalıştırılıyor diye,
Dersim’de barlar taşlanıp, Gazi’de fuhuş batağındaki kadınlar kovulurken, bugün seksin bir işçilik
olarak görünmesi vahim. Seks işçilik olarak gören
bir deklarasyonu kadın öncülüğünde bir kuruluşun
deklare etmesi çok daha düşündürücü. Şimdi bizler,
Dersim’de camları kırılan bar sahiplerinden özür
mü dilemeliyiz?
*ABD emperyalizmi Filipinlere girerken, 14 yaşındaki kızların askerler tarafından tecavüze uğrayıp hepsinin birer seks unsuru olarak pazarlara
sunulması halen göz yaşartırken hikâyeleri, bunu
hangi sınıfa koyabiliriz. Feminist bir kadın yazar,
emperyalist ya da burjuva ataerkilin uzuvları kadının bedeninin içinde dolaşacak ve başta tüm dünya
kadınları zamanla bunu olağan karşılayacak diye
yazmıştı. Haklı payı mı var?
*O nedenle bu seks kavramının tekrar incelenmesi gerekmektedir. Halkların devrimcilere güvenini
sağlayan en önemli unsur devrimci ahlak ve devrimci yaşamdır. Nice kadın öncüler varken, cinsiyet
ayrımı yaparak seksi sınıflandırmak, üretim midir
hizmet midir diye düşünmek bile kitleler üzerinde,
nice bedeller ödeyen bir çok öncü kadının sevgisini sempatizanlar üzerinde zedelemek, güveni sarsmaktadır.
Çünkü Marksizm’in sınıflandırması proletaryadır. İşgücüdür, üretimdir hizmettir.
Gerisi ahlak disiplin ve bir yaşam biçimidir.
Hegel ; ‘’tarih bir şeyi hazmetmede önce bir kaç
kez tekrarlar’’ der. Paris Komününden Sovyet halk
iktidarına her komünist, sınıf tahlillerini dikkatli yapmalı, her döneme olumlu olumsuz yönleriyle
bakmalıdır. Nihai toplumsal düzene biçim ve içerik
kazandırırken, devrimci ahlakı ve onurlu duruşu
bozmadan hareket etmelidir. Bunlar kadın ya da
erkek olarak cinsiyet ayırımı gözetmeksizin, beden
üzerinde bir tahakküm kurarak sınıflandırmadan,
ezilen emekçi yığınların, devrimcilerin komünistlerin vazgeçilmez sorumluluğundadır.
Kasım 2016
Cihan Karayol/ Adana
B
ir okurumuzun “Sınıf kavramı ve Toplumsal
Cinsiyet” başlıklı bir yazısını yayınlıyoruz.
“Seks işçisi”, “seks işçiliği, “seks işçileri” kavramlarının kullanılmasını yanlış bulan okurumuz; yazısında bu kavramların neden kullanılmaması gerektiğini açıklamaya/gerekçelendirmeye çalışıyor.
Bunu yaparken bir dizi sorunu içiçe tartışıyor. Okurumuzun içiçe tartıştığı bir dizi soruna bir iki not
düşmeyi ve esas olarak “seks işçisi” kavramı üzerine
tartışmayı önemli buluyoruz. Zira özelde bu kavramlar üzerine yürüyen tartışma, bugüne kadar bizim de pozisyon belirlemediğimiz bir konudur.
Önce dikkat çekmek istediğimiz birkaç nokta:
Okurumuz, haklı olarak Ekim Devrimi’nin kadının kurtuluşu mücadelesindeki önemi ve yerini
ve birçok kazanımını ortaya koymaya çalışıyor. Bu
noktada yazdıklarının geneline katılmakla beraber, bir noktanın yanlış anlayışlara yolaçabileceğine
dikkat çekmek istiyoruz: “1917 Ekim Devrimi tarihte, kadının toplumsal eşitliğinde ve kurtuluşunda en gerçek temsildir. Çünkü tüm alanlarda eşit
ve özgür olmuştur.” diye yazıyor okurumuz. Ekim
Devrimi’nin tarihte ilk kez kadının kurtuluşu mücadelesinin önünü radikal biçimde açan bir devrim
olduğu bir gerçektir. Bu devrimle yasalar önünde
eşitlik derhal sağlanmıştır. Ve sosyalizmin inşası sürecinde toplumsal eşitliğin koşullarının yaratılması
için muazzam bir çaba gösterilmiştir. Sosyalizmin
inşa süreci aynı zamanda bütün hat boyunca kadınların eşitlik ve özgürlüğü için mücadele sürecidir.
Bunun vurgulanması doğrudur, fakat bu süreç modern revizyonizmin ihanetiyle tamamlanamamış,
yarıda kalmıştır. Bu anlamda Sosyalist Sovyetler
Birliği’nde kadınların konumunu anlatırken “tüm
alanlarda eşit ve özgür olmuştur” şeklindeki mutlak
tespitlerden kaçınmakta fayda vardır.
“Kürtaj yasaklanmadı” tespiti tam doğru değildir.
Sovyet Hükümeti 1920’de yayınlanan bir kararname ile çarlık döneminde varolan kürtaj yasağını
kaldırmıştır. Ancak, “sosyalizmin inşasının tamamlandığı”, “şartların değiştiği” gerekçeleriyle 1936’da,
tıbbi gerekçe dışında kürtaj yasaklanmıştır. (bkz.
Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu, cilt I, s. 331 ve devamı, Gül Özgür,
Dönüşüm Yayınları) Biz, 1936’da tıbbi gerekçe dışında, kürtajın yasaklanmış olmasını yanlış bir adım
olarak değerlendiriyoruz.
“Toplumsal cinsiyetin oluşma süreci ile özel mülkiyet ve sınıflaşma” ve toplumsal iş bölümü arasındaki ilişki bağlamında okurumuzun kullandığı bazı
formülasyonlar tam açık değildir. Eğer söylenmek
istenen tarihsel olarak patriyarkanın özel mülkiyet
ve toplumun sınıflara dönüşümünden önce geliştiği
ise, bu doğrudur. Bu doğru, bizzat Engels tarafından
ortaya konmuştur. Kollontay da bu konuda farklı bir
şey söylememektedir. (Okurumuz Kollontay’ın alıntısının kaynağını verseydi iyi olurdu. Aynı şekilde,
diğer alıntıların kaynaklarını da...) Bu konuda bizim
önereceğimiz temel kaynaklar: Engels’in “Ailenin,
Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı eseri ve
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Kadın ile erkek arasındaki eşitsizliğin bir göstergesi de seksi satın alan erkeğin,
müşteri olan erkeğin değil de kadının aşağılanması ve cezalandırılmasıdır. Hiçbir
erkek seks satın aldığı için “vesikalanmamaktadır”, ama bunun tersi sözkonusudur.
Halbuki, toplumsal ilişkiler tam tersidir: Fuhuş, bunu yapan fahişe kadınlar
varolduğu için değil, kadınları köleleştiren, onları bir mal gibi alıp–satan erkek
egemen sistem varolduğu için, herşey gibi seksi de satın alabilecek toplumsal güce
sahip erkek müşteriler varolduğu için vardır!
✒
“SINIF KAVRAMI VE TOPLUMSAL
CİNSİYET” BAŞLIKLI YAZI HAKKINDA
35
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
36
“Politik Ekonomi Ders Kitabı, Cilt I”dir. En kaba biçimiyle özetleyecek olursak, bu eserlerde kadın cinsinin tarihsel yenilgisi şöyle değerlendirilmektedir:
İnsanlığın ilkel topluluklarında esas olarak erkeklerin avcılık, kadınların ise ziraat ve hayvanların
evcilleştirilmesiyle uğraştığı bir evrede doğal iş bölümü sözkonusuydu. Erkekler ava giderken, kadınların çocuklarıyla birlikte evde ocak başında kaldığı
bu ilkel komünal yaşamda, kadınlar önder bir rol
oynuyorlardı ve soy zinciri kadınlara göre hesaplanıyordu. İnsanların o dönemdeki maddi yaşam koşullarının sonucu olarak kadının egemen konumda olduğu bu ilkel komünal toplum biçimine matriyarka
ya da anaerkil toplum denmektedir. Üretici güçlerin
daha sonraki gelişme süreci içinde, göçebe hayvancılık (çobanlık) ve biraz daha gelişmiş ziraat (ekincilik) ilkel topluluğun yaşantısında tayin edici rol
aldı. “Hayvancılığa ve ziraate geçişle birlikte toplumsal işbölümü” doğdu (“Politik Ekonomi Ders Kitabı,
Cilt 1, s. 34, İnter Yayınları, Ocak 1992 İstanbul) Bu
her ikisi de erkeklerin işiydi, topluluğun yaşamının
devamının sağlanmasında daha önemli bir rol oynamasıyla birlikte anaerkilliğin yerini ataerkillik
(patriyarki) aldı. Henüz özel mülkiyet, toplumun sınıflara bölünmesi sözkonusu olmasa da, patriyarka
ile birlikte buraya geçişin son aşamasına da varılmış
oluyordu. Üretim aletlerinin daha da gelişmesi ve
emek üretkenliğinin artması ile birlikte zenginlikler
arttı ve zenginliklerin nasıl paylaşılacağı, bunların
kimin mülkiyeti olacağı kendisini tarihsel olarak
dayattı. Özel mülkiyet ile birlikte kölelik de ortaya
çıktı. Toplum artık sınıflara bölünmüştü: Köleler ve
köle sahipleri. Böylelikle “insanın insan tarafından
sömürülmesi, yani bir insan emeğinin ürünlerine diğer insanlar tarafından karşılıksız el konulması” ortaya çıkmış bulunuyordu. Kadın cinsinin ilkel topluluktaki yerini/konumunu yitirmesi, özel mülkiyet
sisteminin ortaya çıkışı ve gelişmesi içerisinde daha
vahim sonuçlar doğurdu ve kadının köleleştirilmesine, tamamen erkeğe tabi hale getirilmesine yolaçtı.
Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı eserinde bunu şöyle açıklıyor:
“... Daha önceki toplumsal durumlardan bize miras kalmış bulunan ikisinin (erkeğin ve kadının-BN)
hukuki eşitsizliği, kadının iktisadi baskı altında oluşunun nedeni değil, sonucudur. Birçok evli çifti ve
çocuklarını kapsayan eski komünist ev idaresinde,
kadınlara bırakılan ev idaresi, tıpkı erkekler tarafından yiyecek sağlanması gibi, kamusal, toplumsal
olarak gerekli bir sanayi idi. Ataerkil aileyle ve ondan da çok monogam bireysel aileyle birlikte bu değişti. Ev idaresi, kamusal karakterini yitirdi. O artık
toplumu ilgilendirmiyordu. Bir özel hizmet haline
geldi; toplumsal üretime katılmaktan uzaklaştırılan kadın, baş hizmetçi oldu. Ancak zamanımızın
büyük sanayii ona –ve yalnızca da proleter kadına– toplumsal üretim yolunu yeniden açtı. Fakat o
şekilde ki, ailenin özel hizmetiyle ilgili görevlerini
yerine getirirse, toplumsal üretimin dışında kalır ve
bir şey kazanamaz ve toplumsal üretime katılmak
ve bağımsız para kazanmak isterse, aile görevlerini
yerine getiremez. Ve fabrikada nasıl ise, kadın için
tıp ve hukuka kadar tüm iş kollarında da durum öyledir. Modern bireysel aile, kadının açık ya da gizli
ev kölelği üzerine kurulmuştur ve modern toplum,
molekülleri olarak salt bireysel ailelerden oluşan bir
kütledir. Günümüzde erkek, durumların büyük çoğunluğunda, en azından varlıklı sınıflarda, ailenin
para kazananı, ekmek kazananı olmak zorundadır
ve bu durum ona hiçbir hukuki ekstra ayrıcalığa gereği olmayan egemen bir konum kazandırır. O, ailede burjuvadır; kadın, proletaryayı temsil eder. Sınai
dünyada ise proletaryayı ezen iktisadi baskının özgül niteliği, kendini tüm sertliğiyle ancak kapitalist
sınıfın tüm yasal özel ayrıcalıkları kaldırıldıktan ve
iki sınıf arasında tam bir hukuki eşitlik kurulduk-
Fuhuş Vazgeçilmez Bir Kurum-Sıradan “Bir Hizmet” mi?
Bilindiği gibi, uluslararası alanda belirli bir süreden beri para karşılığı yapılan seksin de bir nevi
„hizmet“ olduğu, bu hizmetin de diğer toplumsal hizmetlerle aynı kademede değerlendirilmesi gerektiği
tartışması sürüyor. Burjuva kamp ve onunla birlikte
burjuva kadın hareketinde de bu konuda bir ayrışma
yaşanıyor.
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
tan sonra gösterir; demokratik cumhuriyet, iki sınıf
arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı yok etmez, tersine,
üzerinde sonuç alınıncaya kadar mücadele edileceği
alanı hazırlar. Ve aynı şekilde, modern ailede erkeğin kadın üzerindeki egemenliğinin özgül karakteri
ve ikisi arasında gerçek bir toplumsal eşitlik kurmanın zorunluluğu ve yolu da ancak, her ikisi tamamen
eşit hukuki haklara sahip olduğu zaman günışığına
çıkacaktır. O zaman, kadının kurtuluşunun ilk ön
koşulunun, tüm kadın cinsinin yeniden kamusal sanayiye dönmesi olduğu ve bunun da yine toplumun
iktisadi birimi olarak bireysel ailenin ortadan kaldırılmasını gerektirdiği görülecektir.” (“Ailenin, Özel
Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”, F. Engels, s. 88-89,
İnter Yayınları)
Bir tarafta fahişeliğin “dünyanın en eski mesleği” olduğunu, bu nedenle insan ticareti ve fahişeliğe
zorlama ile para karşılığında “gönüllü seks” arasında
ayrım yapılması gerektiğini savunanlar var. Bunlar,
günümüzde artık “seks işçiliği” kavramının kullanılması gerektiğini savunuyorlar.
Son olarak, Mayıs 2016’da, Amnesty International
(Uluslararası Af Örgütü) bu konuda tavır belirledi.
Ve artık genel olarak fuhuşa karşı değil, sadece fahişeliğe zorlamaya ve insan ticaretine karşı mücadele edeceklerini açıkladı. Amnesty International,
bu şekilde fuhuş yapan/yapmak zorunda kalan kadınların yasal olarak daha iyi korunabileceğini, kadınların sömürülmelerine karşı daha iyi mücadele
edilebileceğini ileri sürüyor! İki yıllık bir araştırma
ve doğrudan fuhuş sektöründe çalışan kadınlarla
yapılan görüşmeler ertesinde kadınları korumak ve
bunların üzerindeki baskı ve sömürüye karşı mücadele edebilmek için bunun daha iyi bir yol olacağı
pozisyonuna vardıklarını açıklıyorlar!
Amnesty International bu tavrıyla uluslararası
alanda birçok örgütün, bu arada birçok kadın örgütünün de tepkisini üzerine çekmiş oldu. Ancak, salt
Amnesty International değil, başka kesimler de bu
pozisyonu savunuyorlar.
Diğer tarafta, fuhuşun herhangi bir “hizmet” ile
eş tutulamayacağını savunan genişçe bir kesim var.
Bu kesimin önemli bölümü burjuva-patriarkal bakış açısına eşdüşen ahlakçılıkla soruna yaklaşıyor:
Özünde, kadınları sahiplenilebilinecek, evlenebilinecek “iffetli kadınlar” ile bütün erkeklerin kullanabileceği “iffetsiz kadınlar” olarak ayıran anlayış bu!
Ve tabii ki, para karşılığı sekse temelde karşı olmayan, bu hizmetten (açıktan ya da gizli kapaklı) faydalanmakta sorun görmeyen, fakat fahişe ile “iffetli
kadın” arasındaki farkın kaldırılmasını da istemeyen bir anlayış. Bunların “ahlakçılığı” nihayetinde
fuhuştan faydalanan erkeği değil, fuhuş yapan kadını aşağılayan ikiyüzlü bir ahlakçılıktır.
Fakat, kadınların (genelde insanların) bedenlerini
satmasının herhangi diğer bir “hizmet” ile aynılaştırılamayacağını savunan ve bu nedenle “seks işçiliği”,
“seks hizmet sektörü” gibi kavramlara kökten karşı
çıkan bir burjuva-küçük burjuva kesimin varlığı da
sözkonusudur. Örneğin, Almanya’da burjuva kadın
hareketinin ünlü isimlerinden Alice Schwarzer “seks
işçiliği” adı altında “fuhuşun legalleştirilmesi” olarak tanımladığı bu pozisyonun şiddetli karşıtlarındandır. Amnesty International’in tavrını açıklama-
✒
Bebel, “Kadın ve Sosyalizm” adlı kitabında,
burjuva toplumunda fuhuşun aynı polis,
ordu, kilise gibi bir “sosyal kurum” hizmeti
gördüğünü ortaya koyuyordu. Ama,
burjuvazi bir taraftan fuhuşu teşvik eder
ve bundan büyük karlar sağlarken, diğer
taraftan da “ fuhuşa karşı mücadele” adı
altında fuhuş yapan kadınları aşağılayıp
horlamakta ve onların toplumsal
olarak dışlanmasını uygulamaktadır.
Ve sözkonusu olan salt fuhuş yapan
kadınların horlanması ve aşağılanması
değildir. Kadınların alınır-satılabilir olması
olgusu bir bütün olarak kadın cinsinin
aşağılanması ve horlanması anlamına
gelmektedir.
37
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
38
sının ardından kamuoyu önünde karşı tavır takınan
isimlerden biri de sinema oyuncusu Meryl Streep
oldu. Meryl Streep’in kamuoyuna sunduğu ve birçok
politikacı, sanatçı ve aydının imzalamış olduğu bir
mektupta, fuhuş yapan kadınların aşağılanmalarına
ve onların haklarının ayaklar altına alınmasına elbette karşı çıkılması gerektiği savunuluyor. Ancak,
fahişelerin haklarını koruma adı altında ‘herhangi bir hizmet mesleğinden farklı değil’ derecesinde
ele alınarak fuhuşun tam legalleştirilmesine karşı
çıkılıyor ve bunun cinsler arasında varolan iktidar
ilişkisini görmezden gelme, fuhuşun bunun bir sonucu olduğunu görmezden gelme olarak kınıyor. Ve
haklı olarak, bunun son tahlilde büyük bir sömürü
sektörü olan fuhuş sektörünün aklanması anlamına
geleceği ve onlara yarayacağı belirtiliyor.
Komünistlerin Tavrı Nedir?
Fuhuş konusunda komünistlerin geçmişten bu
güne kadar gelen tavrı şöyle olmuştur: Evet, fuhuş,
patriarka ve özel mülkiyet toplumunun ortaya çıktığından bu yana varolagelmiştir. Ancak bu kabullenilebilinecek bir şey değil, özünde kadın cinsinin
erkek cinsi tarafından köleleştirilmesinin bir ürünü,
patriarkal (erkek egemen) bir kötülüktür. Buna karşı
mücadele bir bütün olarak özel mülkiyet sistemine
karşı mücadeleyle birlikte yürütülecek ve nihayetinde özel mülkiyet sistemi ile birlikte yokolup gidecektir.
Bebel, “Kadın ve Sosyalizm” adlı kitabında, burjuva
toplumunda fuhuşun aynı polis, ordu, kilise gibi bir
“sosyal kurum” hizmeti gördüğünü ortaya koyuyordu. Ama, burjuvazi bir taraftan fuhuşu teşvik eder
ve bundan büyük karlar sağlarken, diğer taraftan da
“fuhuşa karşı mücadele” adı altında fuhuş yapan kadınları aşağılayıp horlamakta ve onların toplumsal
olarak dışlanmasını uygulamaktadır. Ve sözkonusu olan salt fuhuş yapan kadınların horlanması ve
aşağılanması değildir. Kadınların alınır-satılabilir
olması olgusu bir bütün olarak kadın cinsinin aşağılanması ve horlanması anlamına gelmektedir.
Esasen, burjuvazinin fuhuşun burjuva toplum için
vazgeçilmez bir kurum olduğunu kabullenişi çoktan
gerçekleşmiştir. Bugün açıkça artık fuhuş sektöründen bahsedilmektedir ve bu sektör burjuva devleti
için büyük vergi kaynağıdır.
Bu anlamda Amnesty International’in temsil ettiği pozisyon, son ikiyüzlülükten de vazgeçilmesi ve
resmen ve alenen fuhuş sektörünün legalleştirilmesi
anlamına gelmektedir. Burjuva-kapitalist toplumun
ve bu toplumsal ilişkilerin ilelebet devam edeceği
varsayımından yola çıktığınızda, bu ilişkileri kökten
değiştirmek gibi bir davanız olmadığında varılabilinecek “en ileri pozisyon” bu olabilir. Bu bir nevi,
madem ki, ‘böyle gelmiş böyle gidecek, o zaman mücadele ediyormuş gibi yapmayalım, zarar görenleri
koruyalım’ pozisyonudur.
Komünistlerin pozisyonunun bundan temelden
farklı olacağı, olmak zorunda olduğu açıktır. Hangi
gerekçeyle olursa olsun, fuhuşun ilelebet varolacak
bir “hizmet” olarak kabullenilmesi sözkonusu olamaz. Çünkü bu, insanın insan üzerindeki sömürüsünün de ilelebet varolacağı anlamına gelir. Komünistler fuhuşa karşı mücadeleyi, esas olarak onu
ortaya çıkaran koşullara, yani özel mülkiyet sistemi
ve insanın insan üzerindeki sömürüsünün bertaraf
edilmesi mücadelesi olarak kavrar ve yürütürler. Bu
nedenle, geçmişte olduğu gibi bugün de bu konuda
burjuvazinin ikiyüzlü ahlakçılığına karşı mücadele
esastır. Örneğin, fuhuşa karşı mücadele adı altında
genelevleri mahalle dışına çıkarma, “mahalleyi temizleme” mücadelesi tam da böyle ahlakçı-ikiyüzlü
mücadeleye tekabül etmektedir. Devrimcilerin, komünistlerin halka yaranmak adına bu tür ahlakçı ve
esasta fuhuş yapan kadınları hedef alan bir mücadele
yürütmesi kesinlikle yanlıştır.
Fuhuşa karşı mücadele adı altında fuhuş yapan kadınların toplumsal olarak horlanması, aşağılanması,
takibata uğratılması, polis baskısına, devlet şiddetine maruz kalması kesinlikle kabul edilemez.
Kadın ile erkek arasındaki eşitsizliğin bir göstergesi de seksi satın alan erkeğin, müşteri olan erkeğin
değil de kadının aşağılanması ve cezalandırılmasıdır. Hiçbir erkek seks satın aldığı için “vesikalanmamaktadır”, ama bunun tersi sözkonusudur. Halbuki,
toplumsal ilişkiler tam tersidir: Fuhuş, bunu yapan
fahişe kadınlar varolduğu için değil, kadınları köleleştiren, onları bir mal gibi alıp–satan erkek egemen
sistem varolduğu için, herşey gibi seksi de satın alabilecek toplumsal güce sahip erkek müşteriler varolduğu için vardır!
Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı eserinde nihai hedefin bir bütün olarak
fuhuşun ve cinselliğin satın-alınır bir şey olmaktan
çıkması olduğunu şöyle ifade ediyor:
“Yani, süpürülmesi yakın görünen kapitalist üretimden sonra, cinsel ilişkiler düzeni üzerine bugünden düşünebileceğimiz şey ağırlıklı olarak olumsuz
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
açıklanır:
“... kendilerine ait hiçbir üretim aracına sahip olmadıklarından, yaşamak için işgüçlerini satmak
durumunda kalan” ücretli çalışanlar...” (Bkz. MarxEngels, Komünist Manifesto, s. 104, Dönüşüm Yayınları) Bu dar anlamda alındığında, “seks işçisi”
kavramı kesinlikle yanlıştır; çünkü para karşılığı
seks yapan bir kadın işgücünü değil, bedenini satmak, daha doğrusu kiralamak zorunda kalmaktadır.
Kaldı ki, onun bedenini satan çoğunlukla kendisi de
değil, onun sahibi ve pazarlayıcısı olan pezevenktir,
erkektir. Seksi satın alan da, –işgücünü satmak zorunda kalan işçi sınıfında olduğu gibi, üretim araçlarının sahibi olduğu– patron değil, müşteridir.
Karşılaştırma “hizmet sektörü” bağlamında yapıldığında da pek uymamaktadır: “Kapitalist ekonominin üç alanı vardır. İki alan doğrudan üretim
yapan sanayi ve tarımdır. Üçüncü alan ise, doğrudan
üretim yapmayan ve fakat üretim için gerekli olan
hizmetleri sunan alandır. Bu alana (1900’lü yılların
başlarından bu yana) hizmetler alanı, bu alanda çalışanlara da hizmetli denir.” (“Sınıflar”, Yeni Dünya
Yayınları, Eğitim Dizisi 1, s. 23)
Kapitalizmde hizmet alanının bir bölümünü yeniden üretim alanına tekabül eden ve çoğu yerde
devletin ve belediyelerin denetiminde olan eğitim ve
sağlık hizmetlerini, temizlik, taşımacılık haberleşme
işlerini; kültür faaliyetlerini, turizmi, vb. oluşturur.
Bütün bu alanlarda işgüçlerini satarak geçimini temin eden emekçiler “hizmetli” kategorisine girerler.
Burda da esas olan, bu alanda çalışan işçilerin/emekçilerin işgüçlerini satmalarıdır.
Kapitalist sömürü sistemi içinde fuhuş yapmak zorunda kalan kadın kitlesinin büyük çoğunluğunun
ekonomik ve sosyal konumunun işçilerin ve emekçilerinkinden çok da farklı olmadığını kabul etsek
de, yine de marksist kavramlarla konuştuğumuzda
“seks işçisi” kavramı yerli yerine oturmamaktadır.
Şunu söyleyebiliriz: Bedenlerini satarak hayatta
kalma mücadelesi veren kadınların ezici çoğunluğu
emekçiler tabakasına dahildir. Ve esasen onların konumu bir „köle“nin konumuna tekabül eder. Kapitalizmde, buna benzer, geçmiş toplumlardan miras
kalan başka „hizmetler“ de vardır. Bunlar, öncelikle
toplumsal değil, „bireysel“ hizmetlerdir. Örneğin,
„hizmetçi“ olarak ömür boyu zengin ailelere satılan
kızlar/kadınlar (bu özellikle Asya ve Afrika‘da
sanıldığından çok yaygındır.) „Evlilik“ adı altında
zengin Avrupa‘nın (yoksul, orta halli ve zengin) her
✒
türdendir, kendini çoğunlukla ortadan kalkacak
şeylerle sınırlar. Ama hangi yeni şeyler katılacak?
Bu, yeni bir kuşak yetişince belli olacak: yaşamlarında, bir kadın asla parayla ya da başka bir toplumsal güç vasıtasıyla satın almamış olan yeni bir erkekler kuşağı ve kendini, gerçek aşktan başka hiçbir
nedenle bir erkeğe vermeyecek, ya da bunun iktisadi
sonuçlarından korkarak kendini sevdiği kimseye
vermekten vazgeçmeyecek olan yeni bir kadınlar
kuşağı.(1) İşte bu insanlar dünyaya geldiği zaman,
bugün onların nasıl davranmaları gerektiği üzerine düşünülen şeylere hiç kulak asmayacaklar; kendi
pratiklerini ve herkesin pratiğini ona göre yargılayacakları kamuoyunu kendileri yaratacaklardır – nokta” (“Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”,
F. Engels, s. 28-29, İnter Yayınları)
“Fahişe”, “orospu”, “genel ev kadını” vb. gibi kavramların kadınları aşağılayıcı biçimde – salt cinsel
sömürüye maruz olan kadınları değil, bir bütün olarak kadınları– kullanıldığı açıktır. Bu aşağılanmaya
karşı mücadele etmek haklıdır. Önemli olan, bütün
bu mücadelede esas yönelimi kaybetmemektir.
Biz, aşağılanmaya karşı durmak için yeni kavramlar arayışını tümüyle reddetmiyoruz. “Seks işçisi”
gibi kavramların bir yanıyla bu aşağılanmaya karşı durma arayışından kaynaklandığını da biliyoruz
ve bu yönünü elbette ki olumluyoruz. Fuhuş yapan
kadınların haklarının korunması, onlar üzerindeki
baskıların teşhir edilmesi mücadelesi haklı bir mücadeledir. Buna rağmen, kavramların taşıdığı içeriğe de dikkat edilmek zorundadır. “Seks işçiliği”,
“seks işçileri” gibi kavramlar bizce yanlıştır. Bunun
yerine biz, “para karşılığı seks yapmak zorunda kalan –kadın/erkek– insan” kavramını öneriyoruz. Bu
kavramlar da tek başına aşağılamayı/aşağılanmayı
ortadan kaldırmaz, fakat bunu biraz daha sınırlar.
Bizim tabii ki, kimin kendini nasıl tanımladığına
karışacak halimiz yoktur. Bazı kadınlar kendilerini
“seks işçisi” olarak tanımlamakta ısrarlıdır, bazıları
da yine mücadeleci bir özgüvenle kendilerini “oruspu”, “fahişe” olarak adlandırabilmektedirler. Herkes
kendini istediği gibi tanımlama hakkına sahiptir.
Biz burada, komünistlerin bu konuda nasıl bir
tavır takınması gerektiğini tartışıyoruz. Ve bu bağlamda Marksizm-Leninizmin bilimsel temellerine
dayanıyoruz:
Marks ve Engels’in klasik işçi sınıfı tanımı temel
alındığında, “seks işçisi” kavramı bütünüyle yanlıştır. Komünist Manifesto’da işçi sınıfı kavramı şöyle
39
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
40
tabakadan erkeğine pazarlanan (örneğin Filipinli, Tayland‘lı, ve şimdi yenilerde Suriyeli, Iraklı ve
diğerleri) köleler, vb. vb. de mevcuttur. Bütün bunlara karşı, bu tür köleliğin kökünü kurutma hedefi ve
azmiyle mücadele edilmek zorundadır.
Biz bu bağlamda fuhuş yaparak yaşamak „kadının
kendi tercihi“ ya da „kendi tercihi değil“ tartışmasını
yararsız buluyoruz. Bizim ne fuhuş yapan kadınları
yargılama ne de onların „tercihi“ni sorgulama derdimiz olabilir. Her kadının şüphesiz kendisine göre
sebepleri vardır. İster „kendi tercihi“ olsun, isterse
olmasın farketmez, biz tek tek kadınların nedenleriyle değil, bir bütün olarak sistemle uğraşırız. Diyelim ki, „kendi tercihi“ olmuş olsun (ki, bunu iddia
eden kadınlar da vardır), bu neyi değiştirir? Kölelik
sistemine karşı da mücadele verilirken kölelik sistemini savunan köleler de vardı. Onlar köle kalmayı
„kendi tercihleri“ olarak görüyorlardı. Sonuçta bu,
köleliğe karşı mücadelenin zaferini, köleliğin yokolma tarihsel zorunluluğunu değiştirmemiştir. Fuhuş
ve bir bütün olarak seks ticareti bağlamında benzer
bir şey sözkonusudur.
İşin şöyle bir yanı da vardır: Bugün kapitalizm
büyük bir seks ve porno sektöründen bahsetmektedir, ki bu olgudur. Bunun içinde klasik anlamda
fuhuşun rolü giderek küçülmektedir.
Örneğin, „seks oyuncakları“nın üretimini ele alın.
Bu gerçekten de fabrika üretim tarzına tekabül eder ve
orda çalışan kadınlar ve erkekler bu „oyuncakların“
üretimi sürecinde çalışan, işgüçlerini satan işçilerdir.
Örneğin, „porno sanayii“ni alın, dergilerin, filmlerin, video-cliplerin vb. üretiminin çeşitli alanlarında
çalışan kadın ve erkek geniş bir hizmetliler gurubu vardır. Bunlar da çoğunlukla bedenlerini değil,
işgüçlerini satma durumundadırlar. Bunların bir
bölümü emekçiler kategorisine tekabül etmekte, bir
bölümü de kendi hesabına çalışan küçük ve orta burjuvalara denk düşmektedir. Bugün salt fuhuşa karşı
tavır almak yetmez, bir bütün olarak porno ve seks
ticaretine karşı mücadele edilmek zorundadır.
Bizim mücadelemiz, bir bütün olarak sömürü
düzenini hedef almak zorundadır. Bu mücadele,
yenilgili bir kabullenişle değil, cinsel sömürünün
sınırlandırılmasıyla değil, bir bütün olarak ortadan kaldırma hedefiyle yürütülmek zorundadır.
Kullandığımız kavramlar bu içeriği ortaya
koymamıza ne kadar açık ve net hizmet ediyorsa, o
kadar işe yarar olacaktır.
Komünistlerin hedefi en açık ve net biçimde Marx
ve Engels tarafından Komünist Manifesto‘da ifade
edilmiştir:
„Ama siz Komünistler kadınların ortaklaşa
kullanılmasını getireceksiniz diye bir ağızdan
yaygarayı basıyor tüm burjuvazi.
Burjuva, karısını basit bir üretim aracı olarak görür.
Üretim araçlarının ortaklaşa kullanılacağını duyunca da, pek doğal olarak, her şeyin ortak olmasının
kadınların da ortak olmasına yol açacağından başka
bir sonuca varamaz.
Gerçek amacın, kadınların basit birer üretim aracı
olmaktan çıkarılması olduğu, aklının ucundan bile
geçmez burjuvanın.
Doğrusu,
burjuvalarımızın,
komünistler
tarafından açıkça ve resmen kurumlaştırılacağını
ileri sürdükleri, kadınların ortaklaşa kullanılması
karşısında duydukları erdemli öfkeden daha gülünç
birşey olamaz. Komünistlerin kadınların ortaklaşa
kullanılmasını getirmelerine gerek yoktur ki; çok
eski zamanlardan beri varolan birşeydir bu.
Burjuvalarımız, bırakalım genelev fahişelerini,
yanlarında çalışan proleterlerin karılarına ve
kızlarına keyiflerince el atmakla da yetinmez, birbirlerinin karılarını ayartmaktan sonsuz bir zevk
alırlar.
Burjuva evliliği, gerçekte, evli kadınlarda
ortaklıktır. Bu yüzden de komünistler, olsa olsa,
kadınların ortaklaşa kullanılmasını ikiyüzlülükle gizlenen birşey olmaktan çıkarıp açıkça
meşrulaştırılmış birşey haline getirmek istemekle suçlanabilirler. Nerede kaldı ki, bugünü üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla birlikte,
kadınların bu sistemden kaynaklanan ortaklaşa
kullanılmasının, yani açık ve gizli fuhşun da ortadan kalkacağı açıktır.“ (Marx-Engels, Aralık 1847Ocak 1848, Kadın Sorunu Üzerine, İnter Yayınları,
s. 11-12)
------Dipnot: (1) Engels‘in düşüncelerinin devrimci ve
bugüne kadar geçerliliğinden hiçbirşey kaybetmeyecek kadar modern olduğu apaçık ortadadır. Ancak, o neticede zamanının insanıdır ve bunu kimi
zaman kullanılan dilde hissedebilmekteyiz. Bugün, biz kadın ile erkek arasındaki ilişkilerde „alma-verme“ gibi kavramları elbette kullanmıyoruz,
kullanmamalıyız. Bunu burada tespit etmek, tam
da Engels‘in özde söylediklerine uygun davranmak
anlamına gelecektir.
20.12.2016
panorama
OHAL
YENİDEN
UZATILDI!
- FRANSA -
Burjuva medyada verilen bilgilere göre Fransa’da 2000 yılından bu
yana yoğunlaştırılan saldırılar sonucu, toplam kapasitesi 58.507
olan cezaevlerine/ hapishanelere 68.819 kişi doldurulmuştur. Tek
kişilik hücrelere üç kişinin konduğu durumlar sözkonusudur.
D
ergimizin 183. sayısında “OHAL sürüyor! İşçilere
saldırı yasası yürürlükte!” başlıklı ve 21.08.2016
tarihli yazımızda Fransa’daki OHAL ve yeni çalışma
yasası hakkında tavır takınmış ve bu konulardaki gelişmeleri ortaya koymuştuk. 20 Temmuz’da OHAL,
2017 yılının Ocak ayı sonuna kadar uzatılmıştı. Yeni
Çalışma Yasası’na karşı protestoların nasıl devam
edeceği konusunda da -yaz tatilinin ardından- Ağustos ayı sonunda sendika temsilcilerinin biraraya gelip
sözkonusu yasanın geri alınması için eylemler hakkında karar alacaklarını ve 15 Eylül’de “14. ulusal
çapta eylem” planlandığını yazmıştık.
Sözkonusu yazımızdan sonraki dönemde yaşanan
gelişmelere değinmeden önce, bir okurumuzun dikkat çekmesiyle farkına vardığımız bir yanlışımızı
bilince çıkarıp düzeltmemiz gerekiyor. Sözkonusu
yanlışımız OHAL ile sıkıyönetimi eş anlamlı kullanmış olmamızdır. Yazımızın başlığında doğru olarak
OHAL’in sürdüğünü ifade etmemize rağmen, yazı-
mızda OHAL ile sıkıyönetimi eş anlamlı kullanmışız. Bu yanlışımızın farkına vardığımızda geriye dönerek önceki kimi yazılarımıza baktığımızda da, aynı
yanlışı yaptığımızı tepit ettik. Bu açıdan şimdi yapacağımız düzeltme OHAL ile sıkıyönetimin eş anlamlı
kullanıldığı sözkonusu yazılar için de geçerlidir.
Fransa’da ilan edilen ve uygulanan olağanüstü haldir (OHAL). Bunu sıkıyönetim olarak göstermek olgu
olarak yanlıştır. Ama OHAL ile sıkıyönetimi bir ve
aynı şeymiş gibi göstermek de yanlıştır. OHAL esas
olarak yönetim yetkisinin “mülki erkan”da, yani sivil
yönetimde olmasıyla sıkıyönetimden farklıdır. Sıkıyönetimde ise yetki ordudadır, askeri yönetim sözkonusudur. OHAL’de her somut durumda çerçevesi
somut olarak belirlenen ve alınan karara göre kimi
varolan demokratik hakların devredışı bırakıldığı bir
durum sözkonusu iken, sıkıyönetimde “temel hak ve
hürriyetlerin kısmen veya tamamen durdurulmasına
ve Anayasa’da öngörülen güvencelere aykırı tedbirler
41
panorama
42
alınması” sözkonusudur. Karar verici mercinin ordu/
asker olduğu, demokratik hakların tümden rafa kaldırıldığı bir durum sözkonusudur. İkisinin arasındaki farklar detaylandırılabilir ama sorunu bilince
çıkarmak için bu kadarı yeterlidir.
Bu yanlışımızı düzeltirken Kuzey Kürdistan –
Türkiye’de, Fransa ve Türkiye’deki OHAL’ler konusunda yürütülen “sizin OHAL ile bizimkisi farklıdır”
ya da Türkiye’de OHAL’e karşı çıkılırken Fransa’daki
OHAL’in aklanmasına yönelik tartışma hakkında da
kısaca tavrımızı belirtelim. Dergimizin 183. sayısında Fransa’daki OHAL hakkında tavır takınırken şu
tespiti yapmıştık:
“Bunun (yani OHAL’in -BN) ne kadar dar ya da ne
kadar geniş ölçüde uygulandığı somut duruma, özellikle de egemenlere karşı var olan mücadelenin güçlülüğüne ya da zayıflığına da bağlıdır. Eğer egemenler
var olan mücadeleyi daha az baskıyla bastırabileceklerini düşünürlerse, kimi demokratik hakların güdük
de olsa kullanılmasına izin vermekten kaçınmazlar.”
(sayfa 46)
Somutlaştırırsak, OHAL’in ilan edilmesi ile rafa
kaldırılan demokratik hakların hangileri olduğu, uygulamanın nasıl olacağı, her devletin içinde bulunduğu somut koşullara ve egemenlerin ihtiyaç duyduğu önlemlere bağlı olarak değişiklik göstermektedir,
gösterir. Bu anlamda uygulamada farklılıklar vardır.
Farklılıklar, sözkonusu devlette burjuva demokrasisinin mi faşizmin mi olduğuna bağlı olarak da gündeme gelir.
Fakat OHAL’in hangi devlette ve hangi çerçevede
olursa olsun en temel ortak yanı, kimi demokratik
hakların rafa kaldırılmasıdır. Bu açıdan demokrasiye, evet gerici burjuva demokrasisine de saldırıdır.
Demokratik hakların savunulması görevi her türden
OHAL’e karşı da mücadele edilmesini gerektirir. Bu
açıdan da buradaki OHAL kötü oradaki OHAL iyi
vb. yönlü tavırlar, bırakın devrimcilerin, komünistlerin tavrı olmasını, samimi demokratların da tavrı
olamaz, olmamalıdır.
Örneğin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Fransa’da
da askıya alınmıştır. Hakim kararı olmadan binlerce
ev baskını yapılmış, yüzlerce insan gözaltına alınmış,
yüzlercesi ev hapsine mahkum edilmiş, verilen ek
yetkilerle polisin, askerin davranışı keyfi hale getirilmiştir. Protesto eylemlerinde işçilere, emekçilere,
öğrencilere saldırılar, işçileri, emekçileri, öğrencileri
kriminalize etme ve yargılama günlük yaşamın parçasıdır. Kolluk güçlerinin işyerlerinde yapılan grevleri şiddetle sonlandırması, işçileri tutuklaması da
bu saldırıların parçasıdır. Kimi protesto eylemlerine
izin verilmezken, izin verilen kimi eylemleri de, örneğin yürüyüş için izin verilen rota 500 metre, 1500
metre vb. ile sınırlandırılmaktadır ve eylem alanına
girişler kolluk güçlerince kapatılmakta, eyleme katılmak isteyenler ya birçok noktada kontrolden geçmek
-bu arada eylem saatine yetişmeme durumu da sözkonusudur-, ya da eyleme katılamama durumunda
kalmaktadır. Bu tür örnekler daha da çoğaltılabilir,
ama kimi demokratik hakların rafa kaldırıldığı, kimi
demokratik hakların da, örneğin grev veya yürüyüşlerin pratikte kısıtlandığı bir durum sözkonusudur.
Türkiye’de OHAL’e karşı çıkıp Fransa’daki OHAL’i
temize çıkarmaya çalışanların bu tavırlarının arka-
Yeni Çalışma Yasasına Karşı Mücadele...
Çalışma Yasası 8 Ağustos’ta Başkan Hollande’nin
imzalaması ve resmi gazetede yayınlanmasıyla 9
Ağustos’tan itibaren yürürlüğe girdi. Yasaya karşı
çıkan sendikalar ve gençlik örgütleri “yaz tatili”nde
esas olarak eylemlere son verdiler ve 15 Eylül’de yeniden -bu sefer yasanın geri alınması için- mücadeleye
başlayacaklarını ilan ettiler. Sonuçta bunlar, yaz tatilinde mücadeleyi de tatil ettiler... Bu durumun kendisi bile sözkonusu yasanın geri alınması, iptal edilmesi
için mücadelenin ne kadar ciddiye alındığını, daha
doğrusu ciddiye alınmadığını gösteriyordu. Yaz tatilinde mücadele de tatil ediliyor!
Ağustos ayı sonunda dört sendika konfederasyonu
ve üç gençlik örgütünün yaptığı toplantıda yasanın
geri alınması için yapılacak protesto eylemleri veya
onların deyimiyle “eylem ajandası”ndan mücadeleyi
yükseltme kararı çıkmadı.
15 Eylül’de yapılacak olan eyleme yoğunlaştılar.
Sendikaların açıklamalarına göre 100 kadar şehirde toplam 170.000 kişi yasanın geri alınmasını talep
eden eylemlere katılmıştı. İçişleri Bakanlığı ise 78.000
kişinin eylemlere katıldığını açıkladı. Eylemlere katılım sayısının her iki tarafça da -sendikalar yüksek
gösterirken, devlet yetkilileri düşük göstermektedirdoğru verilmediği ise kimi “sol” medya mensupları
tarafından belirtilmektedir. Örneğin Paris’teki eyleme katılım, sendikalar tarafından 40.000, polis tarafından 12.500 olarak verilirken, gerçekçi tahminler
yürüten kimi gazeteciler 15.000 ile 20.000 arası sayı
vermektedir.
Kolluk güçleri bu protesto gününde de üzerlerine
düşeni yaptılar! Savaşa gider gibi giyinip kuşanan
özel birlikler eylemcilere ve gazetecilere karşı zorbaca davrandı. Gözyaşartıcı gaz sıkma, joplama vb.
saldırılar sonucu birçok eylemci doktorlar tarafından
acil tedavi görme durumunda kalırken, 62 kişi gözaltına alındı. Polis yürüyüşler sırasında saldırı için
provokasyonlarını sürdürdü. Yürüyüşçüler Paris’te
2,5 kilometrelik bir yürüyüş rotası sonrasında miting
yapılacak Cumhuriyet Meydanı’na varmadan polis
saldırıya geçti ve meydanı boşalttı.
Çalışma Yasası’na karşı mücadelenin “kaderi” sendika temsilcileri tarafından açıklandı. Buna göre,
“Gerçeklik, bizim bu eylem gününe katılmış olmamız,
sokaklarda yürüyüşlere devam edeceğimiz anlamına
gelmiyor”du. Böylece 15 Eylül’deki protesto eylemi,
bu biçimdeki eylemlerin sonuncusu ve bundan iti-
panorama
sında yatan yaklaşımlardan biri, burjuva demokrasisine umut bağlama, onu çözüm olarak görme, gösterme tavrıdır. Bu noktada OHAL’den bağımsız olarak
da burjuva demokrasisinin, emperyalizmin gelişmesiyle birlikte ilerici rolünü kaybettiği ve Lenin’in deyimiyle, tüm çizgisi boyunca gericileştiği gerçeğinin
de bilince çıkarılması gerekiyor. Burjuva demokrasisinin tüm çizgisi boyunca gericileşmesi gerçeği tarihsel ve toplumsal gelişme açısından gözönüne alınması
gereken bir olgu olduğu gibi, en demokratik burjuva
iktidarın da işçilere, emekçilere düşman bir iktidar
olduğu, demokrasinin egemenler için varolduğu, işçi
ve emekçiler için bu demokrasinin burjuvazinin diktatörlüğü olduğu da olgudur. Sömürü sistemine karşı
sosyalist, komünist sistem için mücadele edenler, burjuva demokratik hakların genişletilmesi ve demokratik hakların korunması için mücadele ederken de, en
demokratiği de olsa burjuvazinin her türlü yönetim
biçimine, iktidarına karşıdır, karşı olması gerekir.
Çıkarılan yasalara, uygulamalara bakıldığında,
Fransa’daki burjuva demokrasisinin de -OHAL’den
bağımsız olarak- gerici olduğu, işçilere, emekçilere
düşman bir düzen olduğu açıkça ortadadır. OHAL
uygulaması bu gerçekliğin sadece bir parçasıdır, “terörizmle mücadele” adına baskıların, saldırıların
daha da yoğunlaştırılmasıdır.
Burjuva medyada verilen bilgilere göre Fransa’da
2000 yılından bu yana yoğunlaştırılan saldırılar sonucu, toplam kapasitesi 58.507 olan cezaevlerine/
hapishanelere 68.819 kişi doldurulmuştur. Tek kişilik
hücrelere üç kişinin konduğu durumlar sözkonusudur. “Basit” denen suçlar için de -birkaç ay da olsa- hapis cezası verilmektedir. 10.000 kadar hücrenin inşası
için 2017 Bütçesi içinde 1 (bir) Milyar Avro’dan fazla
paranın ayrılması planlanmakta ve 2025 yılına kadar
da toplam 16.000 hücrenin inşası sözkonusu edilmektedir. Örnegin metroda birileri bileti olmayan
birini, bilet kontrolcüsü geliyor vb. diye uyardığında
iki ay hapis cezasına çarptırılıyor! Ya da bir işyerinde
işçiler ya da işçi temsilcileri firmanın menejeriyle tartışmada menejerle kavga edip gömleğini yırttığında,
“toplu şiddet” uyguladıkları gerekçesiyle mahkemede
yargılanıp 4 ay hapisle cezalandırılmaktadır. Greve
gittiği, ya da yürüyüşte polise direndiği için -esasta
grevde ya da eylemde öne çıkanlar- yargılanmakta
ve cezalandırılmaktadırlar. Bunlar, takip edebildiğimiz medyaya yansıyan kimi örneklerdir sadece. Buna
rağmen sistemin işçilere, emekçilere düşman olduğunun belgeleridir.
43
panorama
44
baren yasaya karşı mücadelenin de adli temelde yürütüleceği ilan edildi. Buna göre sözkonusu yasanın
Anayasa’ya aykırı olup olmadığı soruşturulacak ve
yasanın kimi hükümlerine karşı mahkemeye şikayette bulunularak mücadele edilecek...
Sonuç olarak Çalışma Yasası’na karşı mücadelede
geri adım atılmış, ilan edilen yasanın tümden geri
alınması/ iptali hedefinden vazgeçilmiştir. Bu gerçekliğin üzeri de “mücadele başka yol ve yöntemlerle
sürecek” biçimindeki açıklamalarla örtülmektedir.
Sözkonusu sendikaların -ki CGT’nin şefi kendisini
antikapitalist olarak lanse ediyor- gerçekte işçi sınıfının çıkarlarını savunmadığı yeniden açığa çıkarken,
aktif kesimlerin mücadelesinde, devletin kolluk güçlerinin, adli kurumlarının saldırılarına ve işyerlerinde sendikalara karşı saldırganlığa karşı mücadele öne
çıkmaktadır. Bu mücadelenin nasıl yürüyeceğini, ya
da yürümeyeceğini ise zaman gösterecektir.
Başkanlık Seçimleri
Ağustos ayı sonundan bu yana başkanlık seçimlerine kimin, ya da kimlerin aday olacağı konusundaki tartışmalar, gelişmeler gündemin önemli konuları
arasındaydı. 23 Nisan ve 7 Mayıs 2017 tarihlerinde
yapılması planlanan iki turlu başkanlık seçiminde
şimdiye kadar aday olanların ve de aday olmak isteyenlerin siyasi ve ekonomik görüşlerine baktığımızda, daha şimdiden, yeni başkanın da işçilere ve emekçilere saldırıları yoğunlaştıracağını tespit edebiliriz.
Başkan olma yarışı esas olarak “sağcılar” arasında
-bunlar sağcı sosyal demokratlardan faşist Ulusal
Cephe’nin adayı Le Pen’e kadar değişik kesimlerden
oluşuyor- yürümektedir. İstisnasız hepsi de Fransız
burjuvazisinin çıkarlarının savunucusu ve Fransız
emperyalizminin dünyayı paylaşım dalaşında daha
da güçlenmesi plan ve programına sahiptir. Aralarındaki farklar bu plan ve hedefe varmada hangi yolun
gidileceğine dairdir. Hepsinin ortak siyasi yaklaşımlarından biri, değişik derecelerde olmasına rağmen,
milliyetçilik ve ırkçılıktır.
İkinci kez aday olması halinde Başkan Hollande’nin
alabileceği oy oranı kimi anketlere göre %11-15 civarındaydı. Yine kimi anketlere göre Hollande’nin başkanlık döneminde yaptığı işlerden sadece %4 oranında insanın memnun olduğu medyaya yansıtılıyordu.
Kendi partisi içinde de Hollande’nin ikinci kez aday
olmaması gerektiği konusunda sesler yükseliyordu.
Kendisi de aday olması halinde seçilemeyeceği kanaatine vardı ve 1 Aralık 2016 tarihinde resmen ikinci
kez aday olmayacağını açıkladı.
Hollande’nin eski Ekonomi Bakanı Emmanuel
Macron Ağustos ayı sonunda başkanlık seçimlerinde
aday olmak istediğini ve bunun için çalışmalara ağırlık vereceğini açıklayarak bakanlık görevinden istifa
etti. Macron Nisan 2016’da na sağcı ne de solcu olduğunu açıkladığı “En marche!” hareketini kurmuştu.
Türkçeye harekette ya da hareket içinde vb. olarak çevirilebilecek isim, kimi Türkçe haberlerde “Yürüyüş”
olarak çevrildi. Yeni Çalışma Yasası Çalışma Bakanı
El Khomri’nin adıyla anılsa da bunun esas mimarı
Ekonomi Bakanı olarak Macron’du. Macron Kasım
ayı ortalarında başkanlığa adaylığını resmen ilan etti.
Hollande’nin ikinci kez aday olmayacağını açıklamasından kısa süre sonra, 5 Aralık tarihinde Başbakan Manuel Valls, Başkan Hollande’nin onayıyla
başkanlığa aday olacağını, bunun için de 6 Aralık’tan
itibaren Başbakanlık görevinden istifa edeceğini
açıkladı ve öyle de yaptı. Başbakanın istifa etmesi
sonucu kabinede değişiklik yapılmak zorunda kalındı. İçişleri Bakanı Bernard Cazeneuve Başbakanlığa,
Sosyalist Parti’nin sözcüsü Bruno Le Roux ise İçişleri
Bakanlığına atandı. Kabinedeki bu değişiklik, yeni
kabinenin kararlaştırmaması halinde yasal olarak
OHAL, otomatikmen 15 gün sonra son bulacaktı.
Bunu engellemek için yeni kabine sorunu karara bağladı. Parlamento, Senato ve Başkan OHAL’in 15 Temmuz 2017 tarihine kadar uzatılmasını onayladı. Böylece Ocak ayında verilmesi gereken uzatma kararı,
Aralık ayı ortasında halledildi. OHAL’i uzatmalarının açıklaması Nisan ve Mayıs aylarındaki başkanlık
seçimleri ile 18 Haziran’da yapılacak olan parlamento
seçimlerinin “güvenliğini” sağlamak, “kendi demokrasimizi korumak” biçimindedir.
Sosyalist Parti’nin adayının kim olacağına, Ocak
ayı sonlarına doğru yapılacak ön seçimlerle karar verilecek. Andaki tahminler Valls’ın şansının yüksek
olduğu yönündedir. Valls’ın İçişleri Bakanı ve Başbakan olarak icraatı ve burjuva medyanın bile onu
sağcı sosyaldemokrat olarak değerlendirdiği gözönüne alındığında seçilmesi halinde işçilere, emekçilere
yönelik saldırılarını sürdüreceğine kesin gözle bakılabilir. Sosyalist Parti’nin adayının birinci turu bile
geçemeyeceği yapılan anketlerin, tahminlerin ortak
görüşüdür.
Cumhuriyetçiler, ya da diğer tanımıyla muhafazakarlar ise adaylarını 20 ve 27 Kasım tarihlerinde yapılan ön seçimlerle belirlediler. Birinci turda yedi aday
yarıştı. İkinci tura kalacağı tahmin edilenler Sarkozy
da Le Pen’in açık ırkçı, faşist tavrına rağmen Fillon’un
politikası da kimi durumlarda Le Pen’in politikasıyla
örtüşmektedir. Bu yüzden de Fillon’un Le Pen’in yandaşlarından da oy alabilme ihtimalinden bahsedilmektedir.
Açık ırkçı, faşist Ulusal Cephe’nin adayı ise örgütün şefi Marine Le Pen’dir. Le Pen kendisini “halkın
adayı” olarak lanse etmektedir. Seçim sloganlarının
da “halk adına” olduğunu açıkladı. “Özgürlüğümüzü
geri almak istiyoruz. Kendisinin yasalarına, para birimine ve sınırlarına egemen olan özgür bir Fransa istiyoruz.” “Fransa hakkında kararların Brüksel, Berlin,
Washington’da verilmesine son” vb. tavırlarla kitlelerin milliyetçiliğini kullanmaktadır. Le Pen başkan
olduğu takdirde Brexit gibi Fransa’nın AB’deki yeri
ve konumu konusunda referanduma gideceğini vaat
etti. Le Pen’in en azından ikinci tura kalma şansının
yüksek olduğu yorumcuların ortak değerlendirmesi
durumundadır.
Seçimlerin esas olarak Cumhuriyetçiler, Ulusal
Cephe ve Sosyalist Parti’nin adayları arasından geçeceği tahmin ediliyor. Bu arada bunların adayları
dışında da başkanlığa aday olanlar var. Bunlardan
biri Sol Parti’nin adayıdır. Almanca günlük gazete
Junge Welt (Genç Dünya) Jean-Luc Melenchon’un
adaylığını “En iyi solcu” başlığıyla haber yaptı. Fransa Komünist Partisi yönetimi 218’e karşı 274 oyla
Melenchon’a destek vermeyeceği kararını aldı. Ama
tabandan da gelen baskıyla üyeler arasında oylamaya gidildi. Sonuç: Yönetimin çoğunluğunun kararına karşın %53,6 oy çoğunluğuyla Melenchon’a destek
verme kararı çıktı. Bu “en iyi solcu” ise daha Ağustos
ayında göçmenlerin Fransızların ekmeğini çaldığını
savunan ve mültecilere sahte ilticacılar vb. tanımıyla
hakaret eden biri. Seçilme şansı yoktur.
Sonuçta OHAL’in yürürlükte olduğu, başkanlık
adaylarının burjuvazinin çıkarlarını en iyi nasıl savunacakları konusunda yarıştığı, milliyetçiliğin,
ırkçılığın seçim propagandasında önemli bir ağırlık
kazandığı bir başkanlık seçimi yapılacaktır. Le Pen’in
ikinci tura kalması halinde sosyaldemokratlar da,
kendisine komünist diyen revizyonist kalıntılar da
Le Pen’e karşı ikinci adayı destekleyecektir. Bu da büyük olasılıkla Cumhuriyetçilerin adayı Fillon olacak.
Sosyalist parti adayının sürpriz yapıp seçilmesi durumunda da özde farklı bir seçim olmayacaktır. Hepsinin de köküne kibrit suyu!
20122016
panorama
ile Juppe idi. Ama bu tahmin yanlış çıktı. Birinci
turda diğer dört adayın yanısıra Sarkozy de, üçüncü
sırada yer alması sonucu elendi ve politikadan çekildiğini açıkladı. Bu arada Sarkozy Fillon’u destekleyeceğini de vurguladı. Seçimin sürprizi François Fillon
idi. Fillon ikinci turda Juppe ile yarıştı ve ikinci turu
da oyların yaklaşık üçte ikisini alarak kazandı. Bu sonuçla Fransa’nın gelecek Başkanı’nın seçildiği görüşü
ağır basmaktadır.
Sözkonusu ön seçimlerin bu biçimiyle ilk kez yapıldığı bilgisi verilmektedir. Buna göre oylamaya
katılanlar sadece Cumhuriyetçi partiye üye olanlar
değildi. Katılmanın önkoşulu, sözkonusu seçmenin
Cumhuriyetçilerin “değerlerini” kabul ettiğini belirten bir kağıdı imzalaması ve iki Avro ödemesiydi. Bu
parayla da seçim propagandası finanse edilecek. Her
iki turda da 4 Milyon civarında seçmen oy kullandı.
Fillon medya tarafından yeni bir Thatcher olarak da
adlandırılıyor. Juppe ile Fillon’un savundukları özde
aynı olmasına rağmen, Fillon daha radikal bir saldırı
programına sahip olmasıyla Juppe’den ayrılıyordu.
Fillon başkanlık döneminde 500.000 kadar kamu
işçisini işten çıkarmayı savunurken Juppe 300.000’i
çıkarmayı savundu. Yani gerçekte aralarındaki fark
nüanstaydı. Fillon memurların haftalık çalışma saatlerini 35’ten 39’a çıkarma, işçilerin de patronlar gerekli gördüğünde 48 saate kadar çalıştırılmasını yasal hale getirmek istemektektedir. Emeklilik yaşının
da 62’den 65’e yükseltilmesi Fillon’un planındadır.
Patronlar için ise ayrıca vergi ve ödentilerin oranını
düşürme sözkonusudur. Devletin giderlerinin 100
Milyar Avro kadar azaltılması da bir başka plan... Bu
esasta sosyal yardım veya devlet tarafından sübvanse
edilen kimi kamu hizmetlerinden vb. kesmek anlamına geliyor.
İç politikada ise sıkı bir katolik olan Fillon, kürtaja
karşı, eşcinsellerin çocuk edinme haklarını kısıtlamaktan yana, gelecekte Fransa’da daha çok katolik
okulun olmasına izin vermenin yanısıra, göçmenler
hakında kota koyma ve şüpheli mültecileri sürgün
etme gibi bir siyaset sahibidir.
Dış politikada ise Putin şahsında Rusya ile iyi ilişkilerden yana. Suriye’de “İslam Devleti”ne karşı Putin ve Esad ile koalisyondan, AB’nin Kırım’ın ilhak
edilmesi nedeniyle Rusya’ya karşı ambargosunun
kaldırılmasından yana tavır takınan biri.
Tüm programı ve planı gözönüne alındığında, Fillon seçimin ikinci turunda Le Pen’i mağlup edecek
kişi olarak görülmekte, gösterilmektedir. İş politika-
45
panorama
SEÇİMLER VE
GELİŞMELER!
- ABD -
Seçim sonuçları belli olduktan sonra Trump, Başkan Obama’nın görevi
devretme süreci hakkında görüşmek için davetiyle Beyaz Saray’a gitti
ve Obama ile görüştü. Seçim ve bu görüşme sonrasında Trump, seçim
propagandası dönemine göre retoriğini biraz yumuşattı ve bu arada
kabinesini oluşturmaya ve sözkonusu bakanlıklar ve görevler için istediği
kişileri belirlemeye başladı.
8
46
Kasım 2016 tarihinde ABD’de başkanlık, temsilciler meclisi (Kongre) ve senatonun üçte birini yenileme seçimleri yapıldı. Yönetimin değişmesi
bağlamında belirleyici olan seçim başkanlık seçimi
olduğundan, meclis ve senato seçimleri medyada
fazla gündeme getirilmedi. Başkanlık seçimi ise kamuoyunu aylarca meşgul etti.
Başkanlık seçimi için mücadele esas olarak “aynı
partinin iki kanadı” olarak değerlendirilebilecek
Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasında geçmektedir. “Üçüncü partiler” olarak değerlendirilen diğer
partilerin adaylarının seçimlere katılmaları, propagandalarını yapmalarından başka bir rol oynamamaktadır. Bu nedenle de seçim kampanyası süresince
-bu sefer 511 gün sürdüğü açıklandı- kamuoyunun
dikkatinin merkezinde, Cumhuriyetçiler ile Demokratların başkanlık için seçim kampanyası durmaktadır. Seçim kampanyasının en uzun bölümü ise
bu partilerin başkan adaylarını belirlemek için yaptıkları ön seçimlerdir. Eyaletlerde yapılan seçimlerle
başkan adayları belirleniyor. Cumhuriyetçilerden
Donald Trump, Demokratlardan ise Hillary Clinton
adaylık yarışını kazandılar.
Adaylık yarışında Trump rakiplerini fazla zorlanmadan geçti. Kamuoyunun dikkatini çeken esas şey,
Trump’ın seçim propagandasında açık ırkçı, faşist,
kadın düşmanı, seksist görüşleriydi. Dış siyaset açısından da “Batılı” emperyalist güçlerin temsilcilerini
kızdıran Putin’i methetme vb. tavrıydı.
Clinton ise kendisine “demokrat sosyalist” diyen
sosyal-demokrat görüşler savunan Bernard Sanders
ile yarıştı. Sanders seçim propagandasında, gençlerin, siyahların ve hispaniklerin (Latin Amerikalı),
genelde işçilerin ve ezilen tabakaların kimi sorunlarını dile getirdi. Genel akım göçmenlere ve mültecilere karşı iken, Sanders onların haklarını savundu ve
başkan seçildiğinde kapsamlı bir göç reformu vaat
etti. Sanders’in egemenlerin hoşuna gitmeyen tavırları arasında bağımsızlık mücadelecisi Oscar Lopez
Rivera’nın hemen serbest bırakılmasını talep etmek
“neden sağlık raporunuzu açıklamıyorsunuz?” sorusuna “gerçekten hiçbir sağlık sorunum yok. Buradayım. Paylaşmalı mıyım. Önemsemiyorum bunu”
yönlü cevap veriyordu.
Sağlık tartışması dışında Trump ABD Başkanı
olarak Obama’nın Irak’ta ABD askerini geri çekmesi nedeniyle “İslam Devleti”nin kurucusu olduğunu,
Clinton’ın Dışişleri Bakanı iken “İslam Devleti”nin
henüz “bebek” ve şimdi 30’dan fazla ülkede varolduğunu ve Clinton’ın “İslam Devleti”ni durdurabileceğini sanmadığını, Clinton’ın seçilmesi durumunda
Üçüncü Dünya Savaşı’nın yaşanacağı vb. düşünceleri savunurken; Clinton “ilerleme kaydediyoruz”
demekten başka bir şey söyleyecek durumda değildi.
Clinton Trump’a vergi beyannamelerini neden açıklamadığını sorarken, Trump Clinton’a kamuoyuna
açıklanmayan 33.000 e-postasını açıklarsa kendisinin de avukatlarının karşı çıkmasına rağmen, vergi
beyannamesini açıklayacağı cevabını veriyordu. Ve
bu TV münazarasının galibi ise Clinton ilan ediliyordu. Benzeri münazara üç kere yaplıdı. Dördüncüsü ise başkan yardımcıları adayları arasında geçti ve
Trump’ın yardımcısı münazaranın galibi oldu.
Seçim propagandası bu menvalde yürürken
Trump’ın 2005 yılında yaptığı kadın düşmanı seksist bir konuşması medyaya yansıdı. Tartışmanın bir
yanı da “doğru” veya “yanlış” feminizm konusunda
yürüdü. Clinton kadınların oylarını avlamak için
Trump’ın seksist, kadın düşmanı tavrını kullanmaya çalışırken, kimi kadın örgütleri temsilcileri, haklı
olarak kadınların baskı altında olmalarının erkek
egemen sistemin bir parçası olduğunu ve Clinton’ın
da bu sistemin savunucusu olduğunu; Clinton’ın
kadınlardan oy alması için önkoşulun kadın olmak
değil, kadınların haklarının savunulması olduğunu
savundular.
Bu konu üzerine tartışmalar yürürken tahmin yürütenlerin büyük bölümü Clinton’ın kazanacağına
kesin gözle bakıyorlardı. Kimi medya mensupları
Clinton’un kazanıp kazanmayacağının soru işareti
olmadığını, esas sorunun ne kadar farkla kazanacağı
olduğunu yazıyorlardı.
Bu tartışmalara FBI’nin Clinton hakkında e.mail
skandalı nedeniyle Temmuz ayında kapanan soruşturmayı, ortaya çıkan yeni kanıtlar nedeniyle
yeniden başlatacağı yönlü açıklaması eklendi ve
Clinton’ın anketlerdeki kazanma oranı giderek düştü ve seçim öncesinde başabaş gidilen bir durum
sözkonuydu. FBI soruşturmaya gerek olmadığını
panorama
ve Puerto Rico’ya sömürge gibi davranılmaması, Puerto Rico’luların kendi kaderini kendilerinin tayin
etmesi gerektiği ve onların bağımsızlıktan yana karar vermesi durumunda da onları destekleyeceğini
vb. açıklamasıydı.
Varolan sistemden ve yönetimi değişerek elinde
tutan partilerden (Cumhuriyetçiler ve Demokratlar)
bir şey beklemeyen Sanders’in iyi niyetli ama saf taraftarları Sanders’e bağımsız aday olması önerisinde
bulundular, ama Sanders bu öneriyi kabul etmedi.
Sonuçta Sanders’in görüşleri Demokratların da egemenlerinin çıkarlarına tersti ve Sanders yarışı kaybetti. New York Times gazetesinde yazan Paul Krugman “Kim ki, Sanders’i onun daha iyi seçilebilirliği
nedeniyle desteklerse, tarih onu asla affetmeyecektir.”
diyerek Demokratların Trump’a karşı seçimi kaybetmesi ihtimalini, Sanders’in seçilmesi ihtimalinden
daha iyi bir seçenek olarak savunuyordu. Adaylık
yarışında Demokratların Sanders’e karşı “oyunlar”
yaptığı sonradan kamuoyuna yansıdı. Buna rağmen
Sanders, kamuoyu üzerindeki etkisini Clinton’un
seçilebilmesi için kullandı ve Clinton’ın seçim propagandasını destekledi. Adaylık yarışı bittikten sonra Sanders’in “sosyal-demokrat programı” da son
bulmuştu...
Sanders’in seçim propagandasında savunduğu
kimi demokratik talepler, kimi “sol” medya mensupları tarafından, gidiş yönünü belirleyecek olan
seçim kampanyasının, Demokratlarla Cumhuriyetçiler arasında değil, Sanders’in klasik sosyal-demokrat programı ile neoliberalizmin değişik versiyonları arasında olduğu biçiminde değerlendirildi. Kimi
“sol” kesimler de Sanders’i sisteme alternatif olarak
gösterdi.
Başkanlık seçiminde yarışacak iki adayın, her iki
partinin de yaptığı kongrelerinde (Temmuz ayı sonlarında) resmen de belirlenmesinden sonra iki aday
arasındaki seçim propagandasına başlandı.
Seçim propagandasının bu ikinci bölümü esasta
Trump ile Clinton’ın birbirini suçlaması ve birinin
diğerini ABD’yi yönetecek kapasitede olmadığı değerlendirmesi vb. temelde yürütüldü. Clinton Obama döneminin siyasetinin sürdürücüsü olarak kitlelere yalan temelinde bile olsa hiçbir yenilik vaad
edemiyordu. Trump’ın Clinton’ın hasta olduğu ve
başkanlık yapamayacağı iddiasına karşı yapabildiği
şey, sağlıklı olduğunu açıklaması ve TV programında kavanoz kapağı açarak “güçlü” ve “sağlıklı” olduğunu göstermek vb. idi. Trump ise kendisine sorulan
47
panorama
48
sonradan açıklasa da, zaten Clinton’a olmayan güven giderek azaldı. Kimi verilere göre ABD halkının %55’i ikisine de güvenmiyordu. Ama Trump’ın
kendinden emin ve ne istediğini açıkça savunması,
onu, Clinton karşısında daha güvenilir kılıyordu...
Ve medyaya yansıyan haberlere göre ABD halkının
%46’sı Trump’ı Clinton’dan daha “dürüst” olduğunu
düşünüyordu. Trump Clinton’u “madrabaz”, Clinton
da Trump’ı “zorba” olarak adlandırıyordu... Trump’ı
destekleyen güçler arasında açık faşist kesim de
vardı. Bunlar örneğin, Ku-Klux-Klan, “Tea-Party”
ve kendilerini “Alternatif Sağcılar” olarak adlandıran, aynı zamanda Trump’ın seçim kampanyası şefi
Stephen Bannon’un “Breitbart News” adlı internet
haber sitesiyle doğrudan ilişkileri olan açık faşistlerdi.
Trump’ın tüm seçim propagandası döneminde savunduğu düşüncelerin bazıları şunlardır: Meksika
sınırına 1600 km. uzunluğunda duvar yaptıracak.
Böylece ABD’ye kaçak girişleri engelleyecek. Gerçekte ise durum zaten yaklaşık 1200 km. uzunluğunda duvar yapılmış durumdadır. 1600 km. daha
yapılırsa 3144 km.lik ABD-Meksika sınırının 344
km.si dışındaki tüm sınıra duvar örülmüş olacak.
Duvarın yüksekliği en az 12 metre, ama 15 metreye
kadar yükselebilecek. Bu proje gerçekleşirse 40 Milyar Dolar’a kadar harcama yapılmış olacak.
Başkan olur olmaz ülkede kaçak yaşayan 11 milyon civarındaki göçmenleri sürgün edecek. İki-üç
milyonunu göreve başlar başlamaz sürgün edecek.
İslam devletlerinden ABD’ye göçü sınırlayacak.
Obama döneminde Başkanlık yetkisiyle yapılan sağlık sigortası kanununu iptal edecek. İran ile atom
santrali vb. konusunda yapılan Viyana Anlaşması’nı
ya iptal etmek ya da İran’a daha fazla yükümlülük
getiren ve İran’ı daha sıkı denetleyen bir anlaşma
sağlamaya çalışacak. Suriye’de Rusya ve Esad rejimiyle “İslam Devleti”ne karşı mücadelede anlaşacak,
esas hedefi “İslam Devleti”ni yok etmek. Milyonlarca iş alanı sağlayacak. İşverenlerin vergilerini %15’e
indirecek. Verilen bilgilere göre andaki durumda bu
vergi oranı %30’dur.
Trump’ın açık ırkçı, faşist, seksist tavırları ve düşüncelerinden rahatsız olan kesimler, Clinton’ı
ehven-i şer seçenek olarak görmeye ve Trump’ın seçilmesini engellemek adına Clinton’a destek verme
çağrıları yapmaya başladı. Revizyonizmin kalıntısı
ABD Komünist Partisi de kötüler arasında daha az
kötü olarak gördüğü Clinton’a destek kararı alarak
Clinton’a oy verme çağrısı yaptı. Yapılan çağrıda
“Seçime çağrımız Clinton’a siyasi bir destek olarak
anlaşılmamalı. Siyasi destekten daha çok, tüm araçlarla Cumhuriyetçilerin adayı Trump’ın zaferini engellemek sözkonusudur.” ve “İnanıyoruz ki Trump’ın
adaylığı demokrasinin doğrudan tehdit edilmesidir.”
biçiminde tavır takınıldı.
Bu tavıra benzer bir tavrı da insan hakları savunuculuğu konusunda dünyaca tanınan ve geçmişte
“Komünist Başkan” adayı olan Angela Davis takındı.
Davis “Black Lives Matter” (Siyah Hayatlar Değerlidir) konferansında yaptığı konuşmada: “Ben gelecek
ay Donald Trump’a karşı oy vereceğim. Benim diğer
adayla ciddi problemlerim var, ama ben onu seçmek
için kendimi aşamayacak kadar narsist değilim.” tavrını takındı.
Mumia Abu-Jamal ise haklı olarak Clinton’ın iktidara gelmek için “erkeklerden daha erkek” olma
yaklaşımına sahip olduğunu, somut başkan adayları arasında seçim yapmanın yanlış olduğu, ikisinin
de egemenlerin temsilcisi ve ezilenlerin, özellikle de
siyahların, hispaniklerin düşmanı, ırkçılığın savunucuları olduğunu dile getirdi. Aynı zamanda siyah
biri olarak Obama’nın Clinton’ın seçilmesi için gösterdiği çabanın sadece birazını, neden sekiz yıllık
başkanlık döneminde siyahların polisler tarafından
katledilmesine karşı göstermediğini, katil polislerin
Obama tarafından mahkum edilmediğini de sorgulayarak adaylar arasından gerçek alternativ olmadığını -siyahlar için herhalükarda alternatif olmadığını- savundu. Trump’ın Clinton’ı “savaş kışkırtıcısı”
olarak değerlendirdiğini “ve en kötüsü de bu konuda
haklı” olduğunu savundu. Biz de Mumia’nın takındığı tavırda haklı olduğunu düşünüyoruz.
Seçim sonuçları tahminlerinde büyük çoğunluğun
Clinton’a şans tanıdığı, çok az kesimin yarışın başabaş gideceğini ve esasta Trump yanlısı kesimler dışında hemen hemen herkesin Clinton kazanır dediği
bir ortamda seçimler yapıldı.
Seçim Sonuçları
Kayıtlı seçmen sayısının, değişik kaynaklarda
farklı sayılar verilse de, yuvarlak hesapla 230 Milyon
civarında olduğunu söyleyebiliriz. Seçimlere katılım
ise %58 civarındaydı. Seçime katılmayanların sayısı
95 Milyon ve oranı ise %42 olarak verildi. Buna göre
en büyük parti seçmeyenler partisiydi! Oy bazında
sonuçlara bakıldığında Clinton 65.788.583; Trump
ise 62.955.363 oy aldı. Bu oylar tüm kayıtlı seçmen
rın siyasetine sahiptirler.
Trump seçim kampanyası döneminde kampanyayı yönetmek için görevlendirdiği ve “Breitbart
News” adlı internet haber sitesinin başkanı Stephen
Bannon’u “şef stratejist”i olarak seçti. Bannon açık
ırkçı, faşist propaganda yapan ve Cumhuriyetçiler
tarafından bile “aşırı sağcı”, “ırkçı” değerlendirilen
biri. Bu görevlendirme bakanlık görevine dahil olmadığından Senato’nun onayına gerek yoktur. Kısacası Trump’ın stratejisini, siyasetini belirleyecek
kişi açık faşist biri. Bannon aynı zamanda Goldman
Sachs’ta yatırım bankacılığı olan biri.
Ulusal Güvenlik Danışmanlığı’na ise “ultra şahin”
olarak değerlendirilen Michael Flynn seçildi. Flynn
emekli Korgeneral. İran yönetimine ve İran ile atom
enerjisi sorununda yapılan Viyana Anlaşması’na kesinlikle karşı olan ve Müslüman düşmanlığı yapan
propaganda merkezi “Act for Amerika”da yaptığı
konuşmalarda “Kuzey Kore-Küba-Venezuela ekseni”
üzerine savaş propagandası yapan biri.
ABD’nin BM Güvenlik Kurulu’undaki temsilciliğine South Carolina Valisi Nimrata Haley seçildi.
Haley faşist “Tea-Party”nin “yükselen yıldızı” olarak
değerlendirilen biri. Kürtaja karşı olan ve sınırlı istisnalar dışında kürtajın yasaklanmasından yanadır.
Eşcinsellerin, lezbiyenlerin evliliklerine karşıdır. Valilik görevi süresince İran’a yatırım yapan firmalara
ceza verdiren, İsrail mallarının boykot edilmesi propagandasının yasadışı olduğu konusunda kanun çıkartan ve South Carolina’da sendikal örgütlülüğün
diğer eyaletlerden çok daha düşük olmasıyla övünen
biri.
Örnek olarak verirsek, toplam 15 bakandan bazılarının konumu da şöyledir.
Dışişleri bakanlığına petrol ve gaz dalında dünyanın en büyük tekellerinden bir olan Exxon Mobil’in
şefi Rex Tillerson seçildi. Tillerson’ın ticarette Rusya ile iyi ilişkileri -yani milyarlarca dolarlık ticareti- ve onun Putin tarafından 2013 yılında “dostluk
nişanı”yla ödüllendirilmesi sonucu “Putin’in arkadaşı” olarak görülen biri. Trump’ın siyasetine uygun
bir seçim, ama Rusya karşıtlarının hiç de istemediği
bir isim.
Savunma bakanlığına (Pentagon’un başına) ise Putin’i, NATO’yu dağıtmaya çalışmakla suçlayan ve ABD’nin dünya çapındaki “askeri
yükümlülüklerin”den “geri çekilme”sini eleştiren
ve buna karşı ordunun hem personel hem de savaş
malzemesinin güçlendirilmesini savunan ve emekli
panorama
sayısı temel alındığında yaklaşık %25,5 ve %25,6
oranına denk geliyordu. Bu sonuca rağmen, seçim
sisteminden kaynaklanan ve sonuç oy sayısına göre
değil de eyaletlerde kazanılan delegelere göre hesaplandığından, Clinton’dan 2.8 Milyon daha az oy
almasına rağmen, Trump seçimin galibi oldu. Buna
göre “Seçici Kurul”a seçilen 538 delegenin 306’sını
Trump, 232’sini ise Clinton kazanmıştı. Başkan olabilmek için gerekli delege sayısı 270’ti.
Temsilciler Meclisi seçimlerini ve 34 Senatörün
yenilendiği Senato seçimini de Cumhuriyetçiler kazandı. Hem Meclis’te hem de Senato’da Cumhuriyetçiler çoğunluktalar. Meclis’te 435 Milletvekili var.
Bunların 241’i Cumhuriyetçiler, 194’ü de Demokratlar. Senato’da ise Cumhuriyetçiler 52, Demokratlar
48 Senatöre sahip. Bu durum esasında Trump’ın elini güçlendiren bir durumdur.
19 Aralık’ta “Seçiciler Kurulu” toplanarak formel
olarak Trump’ı Başkan olarak seçti. Oylamann sonucu resmen 6 Ocak 2017 tarihinde açıklanacağı
için 538 delegeden kaçının oyunu aldığı belli değil,
ama seçildiği kesin. Kimi Trump karşıtlarının son
umudu -ki teorik olarak mümkün olsa da, boş bir
umuttu- “Seçiciler Kurulu”nun Trump’ı seçmemesiydi. Son umutları da tükendi... ve açık ırkçı, faşist,
seksist biri ABD’nin Başkanı oldu. Görevi devralması ise, 20 Ocak 2017 tarihinde yapılacak resmi seremoni ile gerçekleşecek.
Seçim sonuçları belli olduktan sonra Trump, Başkan Obama’nın görevi devretme süreci hakkında görüşmek için davetiyle Beyaz Saray’a gitti ve Obama
ile görüştü. Seçim ve bu görüşme sonrasında Trump,
seçim propagandası dönemine göre retoriğini biraz
yumuşattı ve bu arada kabinesini oluşturmaya ve
sözkonusu bakanlıklar ve görevler için istediği kişileri belirlemeye başladı. Bakanlıklara belirlediği
kişilerin Senato tarafından da onaylanması gerekiyor. Bu onaylama işi esasında bakanlık görevi için
belirlenen kişinin Senato’da bir nevi “sorgulama
imtihanı”ndan geçmesi sonucu gerçekleşiyor. Yani
Senato bakanlık görevine önerilen birini uygun bulmazsa reddedebiliyor.
Bundan bağımsız olarak bakıldığında, Trump’ın
kurmaya çalıştığı kabine esasında milyarderler, milyonerler ve emekli generallerden, lobicilerden oluşuyor. Hepsi de, detaylarda farklı tavıra sahip olsalar
da, genel çizgi olarak Trump’ın ırkçı, faşist, saldırgan, göçmenlere, eşcinsellere düşman, dış siyasette
savaş yanlısı olmakla “şahinler” diye adlandırılanla-
49
panorama
50
general olan James Mattis seçildi. Mattis, Afganistan
ve Irak savaşlarında deneyimi olan ve 2010 ile 2013
yılları arasında “Yakın ve Ortadoğu’daki savaşı yürüten Merkezi Komutanlığın” yöneticiliğini yapan
biri. ABD yasasına göre eski bir generalin savunma
bakanı olabilmesi için emekiliğinin üzerinden yedi
sene geçmiş olması gerekiyor. Eğer Senato Mattis’in
bakanlığına onay verirse -ki çoğunluk Cumhuriyetçilerin elinde- o zaman yasayı da değiştirmesi, ya da
kılıfına uydurması gerekiyor.
Maliye bakanlığına ise banka ve ticaret dalarında
iş yapan ve milyarderlerden biri olan Steven Mnuchin seçildi. Mnuchin maliye bakanlığına seçilir
seçilmez yaptığı ilk konuşmada, Trump’ın seçim
propagandasında savunduğu gibi, patronların vergi
oranını %30’dan %15’e indireceklerini açıkladı.
Ticaret bakanlığına da milyarder biri, özellikle büyük spekülatörlerden biri olan Wilbur Ross seçildi.
Ross Trump gibi dünya ticaretini liberallikten çıkarmak ve Çin’den yapılan ithalata yüksek gümrük
vergisi koyarak Çin’i (daha doğrusu Çin ürünlerini)
ABD pazarından dıştalamak vb. siyasetin savunucusu.
Adalet bakanlığı ve başsavcılık görevlerinin bir kişide toplandığı bakanlığa ise Jefferson Session seçildi. Bu göreve gelenler çevre sorununda, kartel veya
holding ve vatandaş hakları dallarındaki siyaseti belirlemektedirler. Session göçmenlerin vatandaşlığa
kabul edilmesine karşı, kürtaja karşı, iklimi koruma
önlemlerine karşı, savaş yanlısı biri. Hukukçu biri
olan Session, Adalet Bakanı olduğu eyalette siyahların beyazlarla aynı haklara sahip olmasını engelleyen açık ırkçı biri. Session’un açık ırkçı siyasete sahip
olması Trump’ın 11 Milyon “kaçak” insanın sürgün
edilmesi siyasetine uygun birinin seçildiğini gösteriyor.
Vatan Güvenliği bakanlığına getirilen John Kelly
de ordudan emekli ve özellikle Irak savaşında yer
alan biri. Sonradan Irak yönetimince işe alınmayan
ve önce “Irak İslam Devleti”ne sonra da “Irak Şam
İslam Devleti”ne destek veren “Sünni Milis”lerin örgütlenmesinde başrolü oynayanlardan biri. Görev
alanı kapsamı içinde “kaçak göç”e karşı mücadele,
“uyuşturucu satıcılarını sınırlamak” vb. görevler
var. Buna bakıldığında Kelly ile Session’un göçmenlerin takibatı ve sürgünü konusunda yarışacaklarını
tespit edebiliriz.
Çalışma bakanlığına ise asgari ücrete -saati 9 Dolar-, kürtaja -hem de profesyonel kürtaj karşıtı olarak
değerlendirilen- bir patron, Andrew Puzder seçildi.
Eğitim bakanlığına ise Trump’dan da daha zengin
ve kişisel mülk/ varlığının beş milyar dolar olarak
tahmin edilen Elisabeth DeVos seçildi. DeVos yıllardır devlet tarafından belirlenen eğitimi, özelleştirmeye ve eğitimin özel ekonomik çıkarlara uygun
olarak eğitim sunanların çıkarlarına göre değiştirmeye çalışmaktadır.
Sözkonusu bakanlıklar ve görevler için seçilenlerin
bazılarının durumuna baktığımızda Trump’ın nasıl
bir kabine oluşturmaya çalıştığını açıkça görebiliriz. Obama dönemiyle karşılaştırıldığında daha açık
ırkçı ve daha açık işçi ve emekçi düşmanı bir kabine
oluşturulmuştur. “Keçi’nin bahçıvan” yapıldığı bir
durum sözkonusudur. Özde bir değişiklik olmasa
da, kapitalistlerin kendi çıkarlarını savunması için
başkalarını görevlendirme yerine, kendilerinin doğrudan yönetime geldiği, bu kabine somutunda çok
daha açık görülmektedir.
Kısaca Seçim Sonucuna Tepkiler
Trump’ın seçilmesine karşı tepkiler çok değişik
ve geniş çapta tepkiler olduğundan ve hepsine değinmemizin makalemizi çok uzatacağından dolayı,
kendimizi, öne çıkan bazı tepkileri aktarmakla sınırlıyoruz.
ABD içinde Trump yanlıları ve özellikle Avrupa’da
ise açık ırkçılar, faşistler sevindi.
Trump’ın seçileceğini beklemeyenler ve seçilmesini istemeyenlerin tepkileri ise “şok olmuş”ların
tepkisi gibi görünen, “demokrasinin savunuculuğu”
perdesine büründürülen, gerçekte ise her kesimin
kendi çıkarına göre gösterdiği tepkilerdi.
Clinton yanlıları seçim sonucunun açığa çıkmasıyla, kimi haberlere göre 100 kadar şehirde değişik
sayıda katılımlı protestolarda bulundular. “Benim
başkanım değil!”, “Trump’ı sürgün edin!”, “KuKlux-Klan’a hayır!”, (sanki ABD’de kurumsal ırkçılık yokmuş gibi) “Irkçı ABD’ye hayır!” ya da hakaret
eden sloganlarla Trump’ı istemediklerini gösterdiler.
Putin Tramp’ı tebrik etti ve Tramp’ın seçilmesinden sonra yaptığı açıklamaları “İlk açıklamaları bize
ABD ve Rusya arasındaki ilişkileri düzeltme yönünde
adımlar atılmasının mümkün olduğu umudunu verdi.” biçiminde değerlendirdi.
Esad rejiminin temsilcisi ise Trump döneminde
ABD’nin “uluslararası terörizme karşı” daha aktif
bir rol oynayacağını umduğunu belirtmenin yanısıra, “Trump tarafından izlenecek politika bizim gö-
manda silahlanma ve militaristleşmeyle içiçe yürüdüğü olgusudur.
Sonuç olarak ABD’de açık ırkçı, faşist, seksist biri,
20 Ocak 2017 tarihinden itibaren başkanlık koltuğuna oturacak. Temel sloganı “ABD’yi daha da güçlendireceğiz” olan Trump’ın başkanlık dönemi, gerek
ekonomide, gerekse de siyasi ve askeri alanda diğer
emperyalist güçlerle dalaşı kızıştıracağı, çıkarlarına
uygun bulduklarında yeni savaş veya savaşları kışkırtacağı ve bunlarda yer alacağı; bunun doğal gereksinimi olarak da ABD ordusunu da hem asker
sayısı, hem de silahlanma açısından daha da güçlendireceği bir dönem olmaya adaydır.
Daha şimdiden Çin’i provoke etme anlamına gelen
Tayvan Başkanı ile telefon görüşmesi, Transpasifik
Serbest Ticaret Anlaşması’nı (TTP) görevi devraldığı ilk gün iptal edeceğini açıklaması ve Putin’in
Rusya’nın nükleer silahlarını ve kapasitesini geliştirmesi gerektiği yönlü tavrından sonra, “Dünya, nükleer silahlar konusunda kendine gelene kadar ABD
nükleer kapasitesini genişletmeli ve güçlendirmeli”
biçimindeki açıklaması; Trump’ın seçildikten sonra
yaptığı konuşmada “Dünya’ya şu mesajı veriyorum,
elbette Amerika’nın çıkarları ön planda olacak ama,
diğer herkesle çatışma değil ortaklık arayacağız.” biçimindeki açıklamasının ikinci bölümünün açık bir
yalan olduğunu göstermektedir. ABD’nin çıkarlarının ön planda olması, diğer güçlerle ortaklığı dıştalar.
Yazımızı Mumia Abu-Jamal’ın Trump’ın seçilmesine karşı “hayal kırıklığına” uğrayan ve “üzgün” vb.
olanlara söyledikleriyle bitirelim:
“Silin göz yaşlarınızı, kendinize güvenerek kaldırın kafalarınızı -ve bu çılgınlığa karşı Direniş hareketlerine katılın!
ABD’de, siyahlar için direnişin gerekli olmadığı
bir zaman asla olmadı. Afro-Amerikalı bir Başkanın sekiz senelik başkanlık döneminde de olmadı.
Siyahların yüzyıllarca ve sayısız kuşağın, özgürlük
için, saygı ve adalet için mücadele etmekten başka
seçimi yoktu.
Neden içinde bulunduğumuz dönemde bu birdenbire değişsin ki? (...)
Haydi bunun için mücadele edelim. Haydi, kalbimizi ferahlatacak hareketler inşa edelim. Haydi,
kendi tarihimiz yeniden ele geçirip ve sağlam harçla taş üstüne taş koyarak kendi geleceğimizi kuralım!”
24.12.2016
panorama
rüşlerimizle uyuştuğu takdirde ABD ve müttefikleriyle her türlü işbirliğini yapmaya hazırız.” vb. görüşü
savundu.
Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Junker
ise Trump’ın küresel ticaret, iklim ve NATO müttefikleri ile ilgili tavrını bir an önce netleştirmesini
talep ederek kendilerinin hangi konuları öncelikli ve
önemli gördüklerini ortaya koydu.
Almanya’da değişik partilerin temsilcileri
Trump’ın seçilmesini “ağır bir şok” olarak değerlendirirken, Başbakan Merkel “Almanya ve Amerika,
değerlerle birbirine bağlıdır. Demokrasi, özgürlük, hukuka saygınlık ve köken, deri rengi, din, cinsiyet, cinsel tercih ya da siyasi görüşe bakılmaksızın insan onurunun korunması... Bu değerlerin temelinde Trump’a
sıkı bir işbirliği teklifinde bulunuyorum.” diyerek hem
siyasi sahtekarlığı sergiledi, hem de Trump’ın görüşlerine -seçim kampanyası döneminde de savunduğu
görüşlere- ters bir “değerler” dile getirdi.
Fransa Başkanı Hollande ise Trump’ın seçilmesiyle
ABD ile belirsiz bir döneme girildiğini, ABD yönetimi ile bir an önce görüşmelere başlayacaklarını ve
Trump’ın seçim kampanyası döneminde savunduğu
kimi görüşlerin Fransa’nın “değerleriyle” çatıştığını
açıkladı.
Latin Amerika ülkeleri ise Trump’ı kutlarken onu
yürüteceği siyasete ve yapacağı icraata göre değerlendireceklerini açıkladılar.
Suudi Arabistan Kralı ise Trump’a Ortadoğu ve
Dünya çapındaki güvenlik ve istikrar sağlama misyonunda başarılar diledi.
İsrail Başbakanı Netanyahu ise Trump’ı kutlayarak onu “İsrail’in gerçek dostu” olarak tanımladı.
Tüm bu tepkilerin dile getirildiği ortamda en
önemli tartışmalardan biri AB içinde, öncelikle de
Almanya ve Fransa’nın teşvik ettiği AB’nin askeri olarak NATO’dan ayrı bir örgütlenmeye gitmesi
konusundaki tartışmaydı. Trump’ın seçim propagandası döneminde NATO bağlamında müttefiklerin daha çok mali katkıda bulunması ve sorumluluk almasına yönelik görüşleri gerekçe gösterilerek,
Trump’a “güvenilmeyeceği” düşüncesi işlenerek
seçim sonucunu fırsat olarak kullanmaya çalıştılar,
çalışıyorlar. Bu tartışmada savunulan görüşleri aktarmak ve bu gelişmeyi değerlendirmek kendi başına ayrı bir makaleyi gerektirdiğinden, burada sadece dikkat çekmekle yetiniyoruz. Bilince çıkarılması
gereken esas şey, ırkçılık ve faşizm yönündeki gelişmenin -sadece ABD’de değil, Avrupa’da da- aynı za-
51
panorama
AVUSTURYA FEDERAL BAŞKANLIK
SEÇİMLERİ EN NİHAYET 4 ARALIK 2016’DA
YAPILARAK SONUÇLANDI
Seçimler gerçekten emekçi halkın sorunlarını çözecek olsaydı, burjuvazi seçimleri
kesinlikle yaptırmazdı ve yasaklardı. Emekçi halkın gerçek temsilcileri, seçim
arenalarında, seçim meydanlarındayoksa, o seçimler, burjuvazinin hangi kanadının
iktidar olacağından başka bir şey değildir. Hürriyetçi Parti’nin (FPÖ) açık faşistliği
yüzünden, biz emekçiler Yeşiller’in adayını desteklemek zorunda değiliz. Yeşillerin
adayını desteklemekle faşizmi savuşturmuşta olmuyoruz.
A
52
vusturya’da federal devlet başkanlığı seçimleri2. tur seçiminAnayasa Mahkemesi tarafından
iptal etmesinden dolayı 4.12.2016 da tekrarlandı. Bu
zamana kadar Avusturya Cumhuriyeti tarihinde
seçim sonuçlarına itiraz edilmesine rağmen hiçbir
seçim iptal edilmemiş. 2014 Avrupa Parlamentosu
için milletvekili seçimlerine katılım oranı%45 ile
Avusturya seçim tarihininen düşük katılımlı seçimi
olarak yaşanmıştır.En düşük katılımlı bu seçim bile
bir dizi iptal başvuruları yapılmasına rağmen iptal
edilmemiştir.
Cumhurbaşkanlığı seçimine kimler aday olabilir
ve hangi şartları yerine getirmesi gerekir, nasıl bir
Cumhurbaşkanı yasaca talep ediliyor?
Avusturya’da
cumhurbaşkanlığı
seçimlerinde aday olunabilmesi için
önce 35 yaşınızı doldurmanız gerekmektedir, Avusturya parlamentosunda parlamenter olmanız gerek, şayet
milletvekili değilseniz Avusturya
seçmeninden 6000 destek açıklaması taşıyan imza toplayarak ve 3600
Euro’yu Yüksek Seçim Kuruluna yatırarak aday olabilirsiniz. Bu şartları
yerine getirdiğinizde ancak aday olma
şansınızı yakalıyorsunuz.
Avusturya Cumhurbaşkanlığı seçiminde adayların birinci turda yüzde
50’nin üzerinde oy alma şartı aranmaktadır. Adaylardan hiçbiri yüzde 50’nin üzerinde
oy almamış ise, en çok oy almış iki aday ikinci tur
seçimlerine katılmaya hak kazanır. 2. tur seçimde
yüzde ellinin üzerinde oy almış olan aday seçimi
kazanır, itiraz süresi dolduktan sonra Yüksek Seçim
Kurulu kimin Cumhurbaşkanlığı seçimini kazandığını açıklar ve Cumhurbaşkanlığı yeminini ederek
Cumhurbaşkanı olur.
Anayasal haklarına göre federal devlet başkanı
halka moral aşılarve desteğini sunar. Farklı sosyal
gruplar arasındaki dengeye dikkat eder, azınlıkların
politik haklarını gözetir ve uygulanmasını sağlar,
demokratik sisteme uyulmasını göz önünde bulun-
Cumhurbaşkanının Görevleri
Cumhurbaşkanı, federal Cumhurbaşkanı sıfatı taşır. Avusturya Federal Anayasası, altı yıllık bir devre için devletin başının halk tarafından seçilmesini
şart koşmuştur, mevcut Cumhurbaşkanı aday olmak
isterse ikinci altı yıl için de aday olabilir. Federal
Cumhurbaşkanı dışa karşı devleti temsil eder. Dış
devletlerle yapılan anlaşmaları onaylar. Anlaşma ve
kanunları imzalar. Hükümeti kurması için başbakanı (şansölyeyi) atar. Başbakan yardımcılarını, bakan
ve diğer yetkilileri onar. Hükümet üyelerini görevden
azleder ve görevden alır. Halk oylamasına götürür.
Avusturya dokuz eyaletten oluşur. Her eyaletin
seçimlerle iş başına gelen eyalet başkanlarıvardır,
başkan olabilmesi için cumhurbaşkanı tarafından
onanır ve ardından eyalet başkanı olur.
Cumhurbaşkanı aynı zamanda federal meclisi toplanmaya çağırır, ne zaman federal meclisin kapanacağını söyler. Eyalet meclislerini toplanmaya çağırır,
kapanışı söyler, fesheder ve tatile sokabilir. Eyalet
başkanlarını onar.
Olağanüstü durumlarda meclisin Avusturya‘nın
hangi şehrinde toplanacağına karar verir. Bakanlar
kurulunu toplantıya çağırır ve toplar. Avusturya’da
yaşanan/yaşanacak olağanüstü durumlarda hükümetin önerisi üzerine parlamentonun çıkardığı/çıkaracağı olağanüstü hal hakkını/kanun hükmündekararnameler çıkarma hakkını onaylar.
Mahkemelere hâkimleri atar. Anayasa mahkemesineüye atar, başkanını ve başkan yardımcısını onar.
Atanan sayıştay başkanını onar. Sayıştay memurlarını atar.
İdare mahkemesineüye atar, idare mahkemesinin
başkanını ve başkan yardımcısını onar.
Federal Başsavcılığınaüye atar, başkanını ve başkan yardımcılarını onar.
Cumhurbaşkanı aynı zamanda ordunun başıdır,
Genelkurmay Başkanını atar ve yüksek rütbelilerin
atanmasını onaylar.
Cumhurbaşkanının hükümlüleri af etme yetkisi
vardır.
Avusturya Cumhurbaşkanının aylık maaşı 24322
avrodur.
Devletin
önemli
kurumlarına
üyeliklerCumhurbaşkanı tarafından atamaktadır.
Cumhurbaşkanının görevleri Anayasa’da 40 madde altında toplanmış ve oldukça da yetkilerle donatılmıştır. Biz sadece 40 maddenin bazılarını buraya
aldık. Bu tanınan haklardan ötürü cumhurbaşkanı
olan biri isterse sistemi tıkama şansına sahiptir.
Onaltı yaşını doldurmuş olan her Avusturya
vatandaşı seçmendir. Seçimlere, seçim sandıklarında katılmak istemeyen seçmenler önceden müracaat
etmek şartıyla posta yoluyla da katılabilir. Aynı hakka yurtdışında yaşayan Avusturyalılar da sahiptir.
Bu seçimlerde toplam olarak 885.437 seçmen için
mektupla oyunu kullanma imkânı yaratılmıştır.
panorama
durur. Uzun yıllar politik deneyimli olması, halk
içinde sevilen, politik yaşamında yeterli birikimi
olan ve her şeyden önemlisi partiler üstü, bağımsız
olması şartları aranmaktadır. Kuvvetler ayrılığı konusunda dengeyi kollaması gerekmektedir. Dış devletlere karşı sorumlu kişidir.
Yeteri kadar siyasi tecrübeniz yoksa cumhurbaşkanı olma imkânınız yoktur(siz bunu burjuvazi tarafından kabul görmüş, burjuva+ parlamenter siyasette kaşarlanmış olarak anlayın).
Cumhurbaşkanının Görev Bitimi Hakkında
Cumhurbaşkanının görev süresi dolduğunda,
ölüm vakasında, Anayasa Mahkemesinin Cumhurbaşkanını görevden alma kararı olduğunda, Cumhurbaşkanını görevden düşürmek için halk oylaması
sonucunda, hakkında mahkemece verilen belirli bir
cezadan dolayı ve kendisinin istifası üzerine görevi
sona erer.
Cumhurbaşkanlığı Seçimine Kaç Aday Katıldı?
Cumhurbaşkanlığı ilk tur seçimlerine 9 aday adayı
çıkmış, ancak bunlardan üçü hukuki şartları yerine
getirememiştir. Avusturya ‘Komünist’ Partisinden ve
sol seçmenler için aday olduğunu söyleyen kişi 5500
destek açıklaması kadar imza topladı, adaylık süresinin bitimine on gün kala, geriye kalan 500 imzayı
toplama şansı olmasına rağmen adaylıktan geri çekildiğini açıkladı. Avusturya’nın Avrupa Birliği’nden
çıkmasını isteyen parti adayı Robert Marschall’ında
toplamış olduğu destek açıklaması sayısı yeterli bulunmadığından ötürü adaylığı reddedildi. GustavJobstmann yeterli sayıda destek açıklaması toplayamamış ve onunda adaylığıreddedilmiştir.
Avusturya’da yapılan son Cumhurbaşkanlığı seçiminde toplam seçmen sayısı 6.382.507 kişidir. Seçime katılma oranı yüzde 72,7, sayı olarak 4.643.154
kişi. Geçersiz oy sayısı 165.212 ve toplam geçerli oy
sayısı ise 4.477.942 kişidir. Avusturya’da Cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmak mecburi değildir.
53
panorama
24.04.2016 tarihindeki birinci tur seçim sonucu ve
adayların oy oranları:
Dr. IrmgardGriss
810.641 %18,94
(bağımsız aday, tek kadın aday, eski yüksek hâkime
ve eski parlamento soruşturma komisyonu Başkanı)
Müh.NorbertHofer(FPÖ-adayı, uçak teknisyeni,
Meclisin 3. Başkanı)
1.499.971 %35,05
RudolfHundstorfer(SPÖ-adayı, çalışma bakanı,
eski sendika birliği Başkanı)
482.790 % 11,28
Dr. Andreas Kohl (ÖVP-adayı, eski milletvekili,
meclis başkanı, profesör )
475.767 % 11,12
Müh. Richard Lugner(bağımsız aday, inşaat firması ve AVM-sahibi)
96.783
%2,26
Dr. Alexander Van der Bellen(Yeşillerin adayı, eski
ekonomi profesörü,
Yeşillerin eski federal sözcüsü, parlamento fraksiyonu sözcüsü) 913.218 %21,34
22 Mayıs 2016 Tarihindeki 2. Tur Seçim Sonuçları:
Müh.NorbertHofer
2.220.654
% 49,65
Dr. Alexander Van der Bellen (bu kez bağımsız
aday)
2.251.517
% 50,35
Bu sonuçlara göre 30.863 oy farkla Van der Bellen
federal devlet başkanı olarak seçilmiş oldu.
54
Cumhurbaşkanlığı 2. Tur Seçiminin İptali İçin
Anayasa Mahkemesine İtiraz Başvurusu
22.05.2016‘da yapılan 2. tur Cumhurbaşkanlığı
seçimi Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi.
Anayasa Mahkemesine seçimlerde yapılan usülsüzlüklerden ötürü iptal edilmesi için çeşitli tarihlerde 8
dava açıldı. Cumhurbaşkanlığı seçiminin ve adaylık
süresine dair Yüksek Seçim Kurulunun açıklaması
Resmî Gazetede yayınlandıktan sonra, aday olmak
isteyenler bu süre içinde başvurularını yaparlar.
Bu usülsüzlüklerinesas gerekçeleri olarakadaylık
başvuru süresinin kısa tutulduğuna, bu kısa zaman
içinde destek imzası taşıyan şartları yerine getirmek
mümkün olmadığı; seçim lokallerinin erken kapanmasından tutunda tutanakların düzenli tutulmadığına kadar sayılmaktadır. Mektupla oy kullanmak
isteyen insanların bir bölümünün de çifte oy kullandıkları iddia edilmektedir.
Yukarıda ki gerekçeleri Anayasa Mahkemesi yeterli gerekçe olarak görmedi ve seçimi iptal başvurularını geri çevirdi.
Cumhurbaşkanı adayı NorbertHofer‘in hukuki
temsilcisi ile aynı zamanda Avusturya Hürriyetçi
Parti(FPÖ) genelbaşkanı HeinzChristianStrache tarafından Cumhurbaşkanlığı 2. tur seçiminin iptali
için açmış olduğu dava sonucu seçimi iptal ettirmiştir.
Anayasa Mahkemesinin kararı ise şöyle: “Mektupla oy kullanma konusunda çeşitli seçim bölgelerinde
yasadışılık yaşanmıştır. Seçim sonuçlarını Yüksek Seçim Kurulu gerekli kişilere zamanında bildirmemiştir.Mektupla oy zarflarının bir dizisinin ağzının açık
olduğu”…
Anayasa Mahkemesi Başkanının 2016 Eylül ayının
sonuna doğru medyada ki bir konuşmasında mektupla oy kullanma konusunda ‘onbin sefer yasadışılık yaşanmıştır, aslında bu bile seçimi iptal etmek
için yeterli bir gerekçe‘ açıklamasında bulunmuştur.
Seçimin yenilenmesi önce 2 Ekim olarak düşünülmüştür. Bu tarih çeşitli gerekçelerden ötürü kabul edilmemiştir. Kabul edilmeyen gerekçelerden en
önemlisi mektuplazamklı oy kullanma zarflarının
bu kadar kısa süre içerisinde yetiştirilemeyeceği idi.
Avusturya ve Avrupa basınında bu gerekçe oldukça
alay konusu oldu. Avusturya bir muz cumhurriyetinebenzetildi. Bizce de haklılık payı var bu benzetmenin. Seçimin iptal açıklamasından düşünülen tarihe
kadar yaklaşık 85 gün var. Bu koskoca federal devlet
aygıtı 85 gün içinde mektupla oy pusulaları vezamklı
zarflarını halledemiyorsa, bu süre zarfında seçimin
yapılmasını yerine getiremiyorsa, bu anlı şanlı federal cumhuriyetin cidden bir muz cumhuriyetine
benzetilmesi yerindedir.
8 Temmuz 2016 tarihinde görevdeki Cumhurbaşkanı Dr. H. Fischer’in süresi doldu ve emekliye
ayrıldı. 8 Temmuz’dan itibaren Cumhurbaşkanını
vekaleten Meclis Başkanı temsil etmektedir. Parlamentoda tartışmalar sonucu 4 Aralık 2016 tarihinde seçimin 2. turunun yenilenmesi kararlaştırıldı.
Daha uzun süre Cumhurbaşkanlığı makamı boş
kalamazdı. Avusturya’nın bir muz cumhurriyeti
görüntüsü dışa karşı iyice anlaşılacaktı.
Partilerin Tavırları Üzerine Kısaca
Seçimler gerçekten emekçi halkın sorunlarını çözecek olsaydı, burjuvazi seçimleri kesinlikle
yaptırmazdı ve yasaklardı. Emekçi halkın gerçek
temsilcileri, seçim arenalarında, seçim meydanlarındayoksa, o seçimler, burjuvazinin hangi kanadının
iktidar olacağından başka bir şey değildir. Hürriyetçi
Parti’nin (FPÖ) açık faşistliği yüzünden, biz emekçi-
lere: ‘’Eğer sizlerde bizim ile aynı fikirde iseniz ve
Avrupa’nın Müslümanlaşmasını istemiyorsanız,
birlikte Hofer’i Cumhurbaşkanı yapalım’’ sözleri ile
İslam karşıtlığı ve ırkçılığı tırmandıran, kutuplaşmayı en uç noktalara taşımak isteyen politik duruşunu net bir biçimde ortaya koymuştur.
Dünyanın her yerinde aşırı sağ kazanıyor, aşırı sağ
politika iktidara geliyor yorumları var. Siyasal olarak baktığımızda aşırı sağ dedikleri politikaya: İnsan ayrımına yönelik düşünceler aşırı sağın ideolojisi. Irkçılık, milliyetçilik, dinsel-mezhepçi, cinsiyetçi,
ayrımcı ve baskıcı menşeili düşünceleri savunanlardır. Bupolitik düşünce türüne aşırı sağ değil, doğru
tanımla faşist denmelidir.
Yeşillerin adayıA. Van Der Bellen1939’da sosyalist
Sovyetler Birliği’nden kaçarak Hitler faşizminin işgali altındaki Avusturya’nın Tirol eyaletine sığınmış
Letonya kökenli bir ailenin çocuğudur. Sığınmacı
bir ailenin çocuğu olduğunu vurgulayan ve bununla övünen Van der Bellen, savaş sebebi ile sığınmacı
durumuna düşenlere kurulu düzene uyarak, siz entegre olarak anlayın, onu zorlamayacak bir şekilde
insancıl olarak kucak açılmasını ve gelenlere karşı
daha temkinli olunmasını savunuyor (Almanya’daki A. Merkel’in “Bunun üstesinden gelebiliriz” çizgisi gibi).
Kendisi serbest piyasa ekonomosini savunmaktadır. Devlet müteşebbislere müdahelede bulunmamalıdır. Ekonomi profesörü olarak tam bir Keynes
teorisi yanlısıdır. ‘Memleketin birliğe ihtiyacı var‘
baş sloganıyla kitlelerin milliyetçi duygularını okşamaya çalıştı, böylelikle bir bölüm milliyetçi ve
muhafazakâr seçmenlerin oylarını da aldı. Neden
Cumhurbaşkanı olmak istediği konusunda seçim
beyannamesinde yok yok. ‘Ben dur durak bilmeden
ve yorulmadan zengin ile fakirler arasındaki makası
kapatacağım‘açıklamasında bulunmaktadır. Zengin
ile fakirlerin arasındaki adil olmayan gelir dağılımını nasıl gidereceği konusunda tek bir laf yok. Herhalde bizim bilmediğimiz elinde sihirli bir değnek
var, bu değneğini kullandığında sanki zenginler ile
fakirler arasında aynı /eşit gelire sahip olunacak. Yeşillerin adayı atmada sınır tanımıyor.
Nerdeyse bir sene boyunca Avusturya Cumhurbaşkanı seçimiyle uğraştı ve ancak 4 Aralık’ta Cumhurbaşkanını seçebildi. Uzun bir seçim maratonun
yaşandığı bir seçim oldu. Vergilerimizle karşılanan
büyük bir maliyete sebep oldu. Avusturya’da ertelenen Cumhurbaşkanlığı 2. tur seçimi nihayet ger-
panorama
ler Yeşiller’in adayını desteklemek zorunda değiliz.
Yeşillerin adayını desteklemekle faşizmi savuşturmuşta olmuyoruz.
Bu seçimlerde koalisyon hükümetini oluşturan
Sosyaldemokrat Partisi (SPÖ) ve Halk Partisi (ÖVP)
bir varlık gösteremedi. Geleneksel olarak işçi, hizmetli ve emeklilerinin oylarını ağırlıklı olarak alan
Sosyaldemokrat Partisi’nin adayının bu seçimlerde
aldığı oy ve yüzde oranı 482.790, %11,28. Koalisyon
hükümetinin diğer ortağı Halk Partisi’nin aldığı oy
ve yüzde oranı 810.641,%18,94. Koalisyon hükümeti cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sınıfta kalmıştır. Bu seçimlerdeki toplam oyları yüzde 30’u bile
geçemeyen bu partilerin koalisyon hükümetinin devam etmemesi konusunda Hürriyetçi Parti açık olarak düşüncelerini dile getirdi.
Hürriyetçi Parti adayı N. Hofer açık faşist, ırkçı
tavrını seçim afişlerinde daha da keskinleştirerek
dile getirdi. ‘ Avusturya için ayağa kalk, memleketinin
sana ihtiyacı var‘, ‘göreceksiniz neler olacak‘ derken
Cumhurbaşkanı adayının neler yapmak istediğini
anlamak için kâhin olmaya gerek yok. Irkçı, faşist
politikalarını hayata geçirmek için fırsat kolluyorlar.
Partisinin şuanki tavrı koalisyon hükümetinin oyları iyice düşmüş, artık halk çoğunluğunu temsil etmiyor. Çoğunluğu temsil etmediğinden ötürüde derhal
erken seçime gidilmeli.
Bu seçimlerde işçilerin çoğunluğu Hürriyetçi
Parti’den yana tercihini kullanmıştır. Bu çoğunluk
kesim içerisinde göçmen kökenli işçilerden oylar da
vardır. Kendisine devrimciyim diyen örgütler, ilerici kitle örgütüyüm diyen dernekler açık faşist N.
Hofer’e karşı Yeşillerin adayı A. Van der Bellen’i desteklemişlerdir. Faşizme karşı olmak herhalde ehven-i
şerdir bunlarda. Kötüler içerisinde iyiyi seçelim, kırk
katırmı yoksa kırk satır mı? Tercihleri böyle.
NorbertHofer ırkçı politikalarını pervasız bir şekilde tırmandırıyor. Daha çok İslam / Türkiye karşıtlığı temelinde yürütüyor. “Bir Müslümanın bizim
yaşlılarımızın altını temizlediğini hiç duydunuz mu,
ben hiç duymadım» ‘’Avusturya’nın Müslüman bir
ülke olmasını istemiyorum”, “İslam Avusturya’nın
parçası değildir” ve “Türkiye’nin AB’de yeri yoktur.”
“ Türkiye AB’ne alınırsa, bu halk oylamasına sunularak Avusturya’nın AB’den çıkması sebebidir.” Bu
gibi açıklamalar yaparak Avusturya’daki ırkçılığı
körüklemek istemektedir.
Hürriyetçi Parti Başkanı (FPÖ) Strache, 70 bin
Avusturya vatandaşı olmuş Sırp kökenli seçmen-
55
panorama
56
çekleşti. Görücünün karşısına bu seçimde adaylar
kendilerini iyice süslediler püslediler, düşüncelerini
iyice bileylediler ve ne mal olduklarını göstererek görücünün karşısına öyle çıktılar.
Ertelenen bu seçim adaylar arasında oldukca sert
geçti. Toplum bu seçimler bağlamında ikiye bölündü. Ünlü simalar piyasaya çıktı, kimden yana oy kullanacağını kamuoyuna deklare etti. Eski Cumhurbaşkanı Fischer yanına önceki bağımsız kadın adayı
İrmgradGriss’i alarak Yeşillerin adayını desteklediklerini açıkladılar.
Koalisyon hükümetinin adayları Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde hiçbir varlık gösteremediğinden
dolayı Hürriyetçi Partiye karşı bu partilerin genel
başkanları Yeşillerin adayını desteklemek doğru niteliğinde açıklamalar yaptılar. Yapmasına yaptılar da
kendi içlerinde çatlak sesler de ortaya çıktı. Örneğin
ÖVP’ninparlamento grup başkanvekili Lopatka ise
tam tersi Hürriyetçi Parti adayının desteklenmesi
gerektiğini ve parti içerisinde azımsanmayacak bir
desteğin olduğunu açıkladı.
Avusturya’da toplam 2100 belde ve belediyeler
var, çoğunlukla ÖVP’li 136 belde ve belediyelerin
başkanları ‘yanılamaz‘ adı altında bir araya gelerek
‘güvenilirlik, basiret ve siyasi istikrar‘ açıklamasında
bulunarak Yeşillerin adayını destekleyeceğini açıkladılar.
N. Hofer’in seçilmemesi için parti genelbaşkanların
ve ünlü simaların, kırsal alandaki belediye başkanlarının tavırları oldukca işe yaramış gözükmektedir.
4.12.2016’da yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde
A. van der Bellen oylarını artırak Cumhurbaşkanı
seçildi.
Toplam seçmen sayısı 6.399.572
Kullanılan oylar
4.131.798
Geçersiz oylar
140.34 %3,4
Geçerli oylar
3.991.450 %96,6
Seçime katılma oranı
% 74
Mektupla oy kullanma bu sayıya dahil değildir. Bu
oyların toplamı seçimin sonucunu değiştirmeyecektir.
Seçimi kaybeden FPÖ bu seçim sonuçlarına itiraz
etmeyeceğini açıklamıştır.
Adayların aldıkları oylar
Ing. NorbertHofer 1.928.530
%48,3
Dr. Alexander
Van der Bellen
2.062.920
%51,7
Avusturya’daki seçmen sayısının cinsiyetlere göre
dağılımı 3.309.645 kadınlar, 3.089.927 erkekler. Oy
kullanan kadın seçmenlerin % 62’si Vd. Bellen’i seçmiştir.
N. Hofer’e karşı oluşan bir koalisyon sonucunda A. van der Bellen seçimi kazanmış durumdadır.
İptal edilen seçimlerde oy kullanmayan seçmenler
bu seçimlerde tercihlerini Vd. Bellen’den yana kullanmıştır. Vd. Bellen’i seçenlerin yüzde 34’ü onu
beğendiklerinden değil, N. Hofer’in seçilmemesi
için seçmişlerdir. Bu tercihte Avusturya’nın yurtdışı
itibarının bir faşistin cumhurbaşkanı seçilmesi halinde zedeleneceği, Avusturya’nın bir Naziler ülkesi
olarak görülüp, gösterilmesi endişe ve kaygısı önemli
rol oynamıştır.
Hem 2. Tur, hem de son seçim sonuçlarına bakarak Yeşillerin adayı kazandı tamtamlarıyla, ‘Bizler‘
faşizmi engelledik sevinci yaşanıyordu, yaşanıyor.
Kimmiş bu bizler? Faşizm burjuvazi için bir yönetme
biçimidir. Burjuva demokrasisi de iktidarı döneminde faşist tedbirler alarak iktidarını sürdürür.Ayrıca
bu yapılan genel seçimler değil, Cumhurbaşkanlığı
seçimidir.
Bunlar arasında tercih edilecek bir aday yoktur. Birisi açık ırkçı faşizmin siyasi temsilciliğini yaparak
işçilerin emekçilerin pervasız bir şekilde sömürülmesini savunmaktadır. Diğeri liberal burjuvazinin,
Avrupa Birliği’nin daha çok nasıl sömürürüm politikasını yapmaktadır. Özünde her iki aday da işçilerin, emekçilerin sömürülmesini savunmaktadır. Sömürü sistemininasıl daha iyi ayakta tutarım siyaseti
hâkimdir.
Bunları seçmek, seçilmesine ön ayak olmak değildir esas olan. Esas olan doğru siyasi çizgimizin andakigüçsüzlüğüne bakmaksızın sömürü çarkının
yıkılması için mücadeledir. Doğru olan bu seçimi
bu bilinçle BOYKOT ETMEKTİR.
Emekçi halkın siyasi ve ekonomik çıkarlarını bunlar savunamaz, dolayısı ile bunları desteklemek değil, bunların savunduğu sömürü sistemini yerle bir
etmek, devirmektir. Kapitalist-emperyalist sistemin
bir barbarlık olduğu kendisini açıkça gösteriyor. Sömürü sistemini ortadan kaldırarak,insanlar arasındaki din, dil, milliyet farklarını gözetmeksizin bir
sistem kurmaktır. Ya barbarlık içinde yok olup gideceğiz ya da SOSYALİZM’i kuracağız.
06. 12. 2016
YDİ Çağrı Avusturya Okurları
✒
çeviri
ICC - Enternasyonal Koordinasyon Komitesi
22.10.2016
ICC’nin tüm üye örgütlere önerisi
ICOR’un, Doğal Çevreyi Koruma Uluslararası
Mücadele Günü Çağrısı - 12 Kasım 2016
EGEMENLERİN ÇEVRE KORUMASINDAKI
İFLAS POLİTİKALARINA KARŞI DOĞAL
ÇEVREYİ KORUMA İÇİN MÜCADELEYE!
Paris 2015 Birleşmiş Milletler Çevre Konferansının „İklim Anlaşması“ tam bir soytarılıktır! Şu
ana kadarki iklim ısınmasında varılmış değer 1,5
derecedir. Bu, devletlerin „gönüllü kendi kendini
sınırlama açıklamaları“ ile aşılacakmış sözümona!
Gerçekte olan ise, sera gaz emisyonunun 2030 yılına
dek andaki 36‘dan 55 gigatona kadar artışının devamıdır! Egemenler doğal çevreyi sürekli korumak
için ciddi tedbirler almaya ne niyetlidir ne de bunu
yapabilecek durumdadırlar.
Son üç yıldır artışı süren rekor sıcaklıkların sonucunda 2016 yılı +1,3 derece ile sanayi dönemi öncesi zamandan bu yana kayıtlı en sıcak yıl olmuştur.
Ancak dramatik olarak keskinleşen salt iklim krizi
değildir: Kuzey yarıküre üzerinde bir ozon deliği
açılıyor. Tropik yağmur ormanlarının 2030‘a kadar
tamamen yokolma tehlikesi sözkonusu. Kuraklık,
bölgesel sel felaketleri ve insanlığın gıda kaynaklarının yokedilmesi giderek hızlanarak artıyor.
ICOR, uluslararası finans kapitalin ve emperyalist hükümetlerin kasıtlı ve vicdansız politikalarına karşı yönelen kitlelerin giderek artan hoşnutsuzluğunun doğal çevreyi korumak için aktif bir
enternasyonal direniş cephesinin inşa edilmesine
kanalize etmeye çalışıyor. Bunun için işçi hareketi
ve çevre hareketinin sağlam mücadele birliği daha
da geliştirilmek zorundadır. Kitleler barbalık içinde
yokolmak istemiyorlar ve atom santrallerinin hâlâ
çalıştırılmasına ve yenilerinin inşasına karşı direniyorlar. Çevreyi katleden hammadde çıkartılması,
arazi yağmalama, ormanların kesilmesi vb. karşı, emperyalist serbest ticaret anlaşmalarına karşı
mücadele içinde binlerce işçi, köylü ve çevrecinin
yeraldığı dünya çapında enternasyonal toplumsal
hareket mevcut.
ICOR, sera gaz emisyonunun radikal biçimde geri
çekilmesini talep ediyor! Dünya çapında tüm atom
santralleri derhal durdurulmalı ve bunun faturası
işletenler tarafından ödenmelidir!
Acil tedbirler için mücadelenin toplumsal bir
perspektifi olmak zorundadır: „Çevreyi kâr iktisadından koruyun - Devrimci çözümler gerek!“ Gelecek 2017 yılı Rusya‘daki muzaffer Sosyalist Ekim
Devriminin 100. yıldönümüdür. Çevre sorununun
çözümü de, bugün her zamankinden daha fazla,
özgür sosyalist toplumun kazanımlarının, başarılarının ve mücadele ve inşa mücadelesinin sorunlarının ve ona ihanetin sonuçlarının yaygınlaştırılmasını emreder.
ICOR, 12 Kasım 2016‘da, bu yılki Enternasyonal
Çevre Mücadele Gününü, dünya çapında işçilerin,
köylülerin, kadınların, gençlerin, çevrecilerin vb.
mücadeleci manifestoları ve geniş eylem birlikleriyle hazırlamaya ve uygulamaya çağırır. Birleşmiş
Milletler 22. İklim Konferansı‘nın yapıldığı Marakeş/Fas‘taki protesto eylemlerine seferber eder.
57
yaşam temellerini koruma mücadelesi
58
NÜKLEER SANTRALLERE HAYIR!
Atom reaktörleri ile enerjide dışa bağımlılık azalmaz! Çünkü atom tekniği büyük
emperyalist haydutların tekelindedir! Bu ikinci yalanın bir başka sorunu da Rusya
ile çıkabilecek herhangi bir siyasi çatışmada (Suriye savaşı bağıntısında 24.11.2015’te
düşürülen Rus uçağı ile ilişkiler kopma noktasına geldi) kurulacak santralin atıl
kalma tehlikesi de ihtimaller dâhilindedir!
Bundan önceki sayımızda çevre ile ilgili sorunları
alt alta sırlamış birinci olarak:
“Atom enerjisi ve beraberinde getirdiği sorunlar:
Dünyada radyoaktif kirlilik oluşur, temizlenmesi
binlerce yıl alır,” demiş idik.
Geçen sayımızda başa koyduğumuzu bu sayımızda
Türkiye/Akkuyu Nükleer Santrali somutunda “Atom
enerjisi ve beraberinde getirdiği sorunlar”ı irdeleyeceğiz.
Türkiye’de atom enerjisi/nükleer enerji kurulumu
konusunda önemli BÜYÜK YALANLAR söylenmektedir:
Birinci yalan ülkenin enerji tüketimdeki artışı,
İkinci yalan atomun dışa bağımlılığa son vereceği
veya azaltacağı,
Üçüncü yalan atom enerjisinin daha ucuz olduğu,
Dördüncü yalan atom enerjisinin temiz olduğu,
Beşinci yalan atomun tehlikesi üzerine söylenenler
konusundadır.
Tek gizlenen gerçek ise atom gücü olmadır!
Yalanları konumuz ile iç içe almadan önce bir takım teknik bilgileri sunmak sorunun kavranması
açısından önemlidir.
Mersin Akkuyu da yapılmasına başlanmış olan
atom santrali ile başlayalım.
Mersin Akkuyu Nükleer Enerji Santrali, Akkuyu Akdeniz Bölgesinde Mersin’e bağlı Aydıncık-Silifke arasında Gülnar hudutları içinde yer alan bir
mekânda kurulmaktadır. Santralin kurulduğu yer
Mersin Antalya anayoluna 1 km, denize 2 km uzaklıktadır.
1970’lerde gündeme gelen, 1990’larda planları yapılan Akkuyu Nükleer Enerji Santrali’nin yeniden
gündeme oturduğu tarih 2006’dır. Her gecikmede
hayır var misali AKP hükümeti 2010 yılında Rusya
ile anlaşma yaptı. Rosatom ile yapılan anlaşmaya göre
20 milyar dolara mal olacak Akkuyu Nükleer Enerji Santrali inşasına 2014’te başlanıp 2019’da bitmesi
planlandı. Evdeki hesaplar çarşıya uymayıp araya bir
dizi sorunlar (Rus uçağının düşürülmesi, Suriye savaşı vs.) işin içine girip Rusya/Türkiye ilişkileri gerilince bu santralin faaliyeti 2022’ye ertelendi. Elbette
maliyette şimdilik 25 milyara çıktı!
Umarız daha da ertelenir… Hiç yapılmaz. Yapılan
masrafın hesabı da karar alanlardan sorulur!
4 bloktan oluşacak Akkuyu Nükleer Enerji Santrali’nin reaktör tipi WWER-1200 (AES2006)’dır. Bittiğinde üreteceği toplam enerji miktarı
4800 MW olacaktır. Bu bağlamda Türkiye’nin, 2023
yılındaki elektrik kurulu gücünün en az %10’unu,
elektrik tüketiminin de %17’sini nükleer santrallerden karşılayacağı hesaplanmaktadır. Bu hesaba itirazlar var!
“Mersin’deki santral Türkiye’nin enerji ihtiyacının
yalnızca yüzde 5’ini karşılayacak. Ancak Türkiye’de
üretilen enerjinin yüzde 15 ila 20 arasındaki kısmı dağıtım şebekesi içinde zayi oluyor ya da ulaştığı yerde
çalınıyor. Sadece kayıp kaçağı ve sistem kayıplarını önlesek, iki tane Mersin santrali eder. 25 milyar dolarlık
santral yapmaya gerek yok.” (Bahçeşehir Üniversitesi
Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erhun Kula)
Bahsi geçen santralin üreteceği elektriğin 1 KW/h
(bir kilovat) birim fiyatı ise andaki hesaplara göre
12,35 dolar/cent olacaktır. 2016 Ekim döviz kur ile
hesaplandığında 37,05 TL/kuruş olacaktır. Ama Aralık 2016’da dolar rekor üstüne rekorlar kırdığına göre
“doğmamış bebeğin” birim fiyatı da fırlamış durumdadır. Yani maliyet yükseldikçe (kurdaki dalgalanmalar maliyete otomatik etki yapmaktadır) elektrik
enerji birim fiyatı da yükselecektir. İlk iki blokta
üretilecek elektrik enerjisinin %70’i T.C. devleti tarafından alım garantisindedir. Diğer iki blok için alım
garantisi %30 olacaktır. Her ikisinin de alım garanti
süresi yıl bazında 15 yıldır. Yani piyasada enerji fiyatları düşse bile AKP hükümetinin yaptığı anlaşma
gereği pahalı alım devam edecektir. Bir dizi yap işlet
devret sisteminde verilen garantiler gibi burada da işleyen mantık aynıdır.
Nükleerin maliyetleri için farklı kalemler vardır.
Kurulum ile işletme maliyeti, elde edilecek elektrik
tüketiciye kaça satılacak, sökülme ve atıkların depolanma maliyetleri hesaplandı mı? 2008 yılındaki demeçlere bakılırsa 5 megavatlık (MW) ünite 2 milyar
dolara mal olacaktı. En son Enerji Bakanı’nın görüşüne göre 20 milyar dolara mal olacak. Rus Başkonsolos
25 milyar dolara çıkabileceğini söyledi. 2 milyar dolarlık hesapla başlayan maliyet anda 25 milyar dolara çıktı. Bittiğinde kaça mal olacağı ise meçhul! Yani
evdeki hesap anda çarşıya uymamıştır! Bittiğinde de
uyacağı soru işaretidir!
T.C.
Devletinin
Rosatom’a
verdiği
garantiler “Devlet’in Elektrik Alım Garantisi
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Akkuyu Nükleer
Santrali’nin 1. ve 2. ünitelerinde üretilecek elektriğin %70’ine, 3. ve 4. ünitelerinde üretilecek elektriğin %30’una satın alma garantisi vermiştir. Bu satın
alma garantisi her bir ünite için ayrı ayrı ticari fa-
Devlet Elektriği Hangi Fiyata Alacak?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türkiye Elektrik Ticaret ve Taahhüt A.Ş. (TETAŞ) aracılığıyla satın alma
garantisi verilen miktardaki elektriğin her bir kilovatsaatini 12,35 dolar/cent fiyatla alacaktır. Ayrıca
TETAŞ ile Proje Şirketi arasında mutabakat edilen
tarife kademelerinde, elektrik fiyatlarındaki artış,
Akkuyu projesinin geri ödemesinin sağlanması amacıyla fiyat 15,33 dolar/cent kW/h tavan fiyatına kadar
proje şirketi tarafından belirlenir.” (Resmî Gazete, 6
Ekim 2010)
Elektrik Fiyatları Ucuzlar mı?
Akkuyu Nükleer Santrali’nin kurulumunun asıl
amacının artan enerji talebinin karşılanması, ülkenin elektrik ihtiyacının karşılanması ya da yakın bir
ifade ile enter konnekte (bir bölgenin veya ülkenin
elektrik enerji ihtiyacını karşılamak üzere o yerin bütün elektrik santralleri, trafo merkezleri ve aboneleri
arasında kurulmuş olan sistemin ismidir.) sistem baz
yükünün sağlanması olduğu birçok yetkili tarafından dile getirilmiştir. Bunun yanı sıra NGS’nin devreye girmesi ile elektrik fiyatlarının düşeceği gibi bir
algı oluşmuş ya da oluşturulmuştur. Akkuyu NGS’de
üretilen elektriğin yarısı 15 yıl boyunca 15,33 dolarcent/1 Kilovat/Saat fiyata kadar devlet tarafından
satın alınacaktır. Bu fiyat Kasım 2016 döviz kuru ile
yaklaşık 48 kuruşa denk gelmektedir. Oysaki 20142015 yıllarında serbest piyasada ortalama piyasa takas fiyatı 15,1 kuruş/1 Kilovat/Saat, 2016 yılının ilk
9 ayında ise 13,6 kuruş/1 Kilovat/Saat olarak gerçekleşmiştir. Bu rakamlarla devletin alım garantisi verdiği miktarın piyasa fiyatları üzerinde seyredeceği,
dolayısıyla son kullanıcıya sunulan elektrik birim
fiyatlarında bir indirim olamayacağı görülmektedir.”
(http://www.enerjiatlasi.com/nukleer/akkuyu-nukleer-santrali.html / Ahmet Yılmaz)
Sadece 2016 Aralık ayı dolar kur hesabı yapıldığında 1 KW/h elektrik 54 kuruşa gelmektedir. Dolar kurundaki artış hesabı katlayacak ve birçok ihalede olduğu gibi bu ihalede de devlet destek vermek zorunda
yaşam temellerini koruma mücadelesi
aliyete başlamasından itibaren 15 yıldır. Bu oranlar ve ortalama elektrik üretim kapasitesi dikkate
alındığında Devlet’in TETAŞ aracılığıyla alım garantisi verdiği üretim miktarı 17 milyar 500 milyon Kilovat/Saat’tir (KW/h). Geriye kalan üretim
miktarı Akkuyu NGS tarafından serbest piyasada
satışa sunulacaktır.” (Resmî Gazete, 6 Ekim 2010)
59
yaşam temellerini koruma mücadelesi
60
kalacaktır.
Çevre koruma sorunu masa başında hal edilmiş…
Yapım için herhangi bir bürokratik engel de söz konusu değildir. Bölgenin deprem riski göz ardı edilmiştir!
Sorunun kendisine yaklaşımda hükümet ile tüm
çevre korumacıları arasında uçurumsal farklar söz
konusudur. Şimdi yalanların tek tek içini açabiliriz!
Akkuyu Nükleer Enerji Santrali’nin yapımını isteyenlerin gerekçeleri ve yalanları
Birinci yalan:
‘Mevcut artış ile gelecek 10 yıl içinde tüketim ikiye
katlanacak, tedbir alınmaz ise önümüzdeki yıllarda
enerji sıkıntımız olacaktır’ diyorlar! (enerji.gov.tr)
Atom lobicilerine göre (AKP hükümeti işin başını
çekmekte) elektrik talebi yılda %6,5 oranında artan
bir ülkeyiz. Yine bunlara göre bu artış elektrik tüketim kapasitesinin 10 yılda ikiye katlanması demek
olurmuş! Yalan!
Veriler yanıltıcı değilse 2006-2015 arasında artış
%5,1’dir. Hatta daha da azdır. Örneğin aşağıdaki yıllara göre enerji çizelgesine dikkat edersek 2014 yılı ile
2015 yılları arasındaki artış %2,7’dir. Artış oranı sürekli düşmektedir. Burada artışı %6,6 ile %8 arasında
rakam olarak verenler istatistiklerle oynamakta, yalan yanlış bilgiler sunmaktadırlar. 2002 yılından 2016
yılına kadar ki artışı toplam hesaplamaktadırlar. Yıllara göre hesaplandığında ortaya çıkan rakam %3-4
oranında oynamaktadır. Enerji tüketiminde 2012’den
günümüze sürekli düşüş halindedir, yani %5 altındadır. 2011-2012 arasında %5,2 olan artış 2012-2013
arasında %2,4 düşmüş, 2014’te %3,6 olmuş ve 2015
ise %2,7 ile yeniden düşüş söz konusudur. Kandırmacanın (yalanın) uç noktası ise 2010 yılındadır; yani
Akkuyu Nükleer Enerji Santrali’nin imzalandığı yıl
nedense 2009’da %2,1 olan tüketim birden %8,2 artış göstermektedir. Artış her ne hikmetse 2010-2011
arasında %9,5 çıkmakta ve 2011-2012 arasında birden
%5,2’lere düşmektedir. Bunun sırrı AKP hükümetinin verilerindedir.
Aşağıdaki 2014 ve 2015 üretim ve tüketim çizelgelerine bakıldığında üretimden fazla tüketim dikkat
çekmektedir! 2014’deki 6 milyar KW/h tüketim farkı 2015’te 4 milyar kilovat/saate düşmüştür. Bu miktar büyük ihtimalle dışardan alınan elektrik enerjisi
olmalı! Verilerde herhangi bir açıklama söz konusu
değildir.
Verilere göre dışardan alınan elektrik yıllık 4 milyar KW/h bulmaktadır. Bu ithal elektriğin %50’ye yakını Bulgaristan; geri kalanı İran ve Yunanistan’dan
alınmaktadır. (bloomberght.com/24.04.2014)
İkinci yalan: Enerjide dışa bağımlılığımız azalacakmış
“Büyüyen ekonomi, elektrik tüketimi ve nüfus yapısı
karşısında enerji arz portföyümüze bakıldığında petrolün %92’si, doğalgazın %98’i, kömürün %20’si ithal
kaynaklardan karşılanmakta olup enerji ithal bağımlılığımız %72 civarındadır.” (nukleerakademi.org)
Evet, enerjide dışa bağımlı olduğumuz doğru. Fakat atom/nükleer enerjinin bu bağımlılığı azaltacağı
ise Yalan!
Bu yalanın çürütülmesi anlamak isteyenler açısından çok basittir. Kurulacak olan Akkuyu Nükleer
Enerji Santrali’’nin yerli (bunlar milli diyor) olan aksamı beton ve demir aksamlarıdır. Bu konuda epey
ilerde olduğumuz yapılan yollar ve AVM’lerde görülebilir! Bu aksamlar dışındaki tüm teknik donanım
da %100 dışa bağımlılık söz konusudur. Rosatom bir
Rus şirketidir. Rosatom’a ihale edilen Akkuyu nükleer enerji santralinin kurulumunun milli olmadığını
ihaleyi verenler de çok iyi biliyor! Atomdaki olağanüstü enerji gücünü fisyon (nükleer parçalanma-bölünme) ve füzyon (nükleer kaynaşma-birleşme) diye
adlandırılan teknik işlemler vasıtasıyla açığa çıkarmak için gerekli teknik Ruslardan alınacak, herhangi bir problemde Rus emperyalist tekeli Rosatom’a
mahkûm kalma durumu göz ardı edilemeyecek kadar
gerçektir. Ruslardan alınacakların küçük bir listesi:
1. Reaktör kalbi/merkezi (reactor core)
2. Kontrol çubukları (control rod)
3. Reaktör basınç kabı (pressure vessel)
4.Basınçlandırıcılar (pressurizer)
5. Buhar üreteciler (steam generator)
6.Birincil soğutma su pompaları
(primary coolant pump)
7. Reaktör korunak binası (containment)
8. Türbinler (turbine)
9. Jeneratörler-Elektrik üreticiler (generator)
10. Yoğunlaştırıcılar (condenser)
11. Besleme suyu pompaları (feedşater pump)
12. Besleme suyu ısıtıcıları (feedşater heater)
ve daha fazlası……..
Bu gerçeklere rağmen neden sorunun önemli yanı
gizlenmektedir. Çünkü birilerini (ihaleye “milli”
olarak girenleri) zengin etmenin (bundan baştakiler
de nemalanacak) yanı sıra bu olayda açıklamadıkları gizli planları da var! Hesapları kurulacak nükleer
yaşam temellerini koruma mücadelesi
http://nukleerakademi.org
santraller aracılığı ile atom gücü olmaktır!
Atom reaktörleri ile enerjide dışa bağımlılık azalmaz! Çünkü atom tekniği büyük emperyalist haydutların tekelindedir! Bu ikinci yalanın bir başka sorunu
da Rusya ile çıkabilecek herhangi bir siyasi çatışmada
(Suriye savaşı bağıntısında 24.11.2015’te düşürülen
Rus uçağı ile ilişkiler kopma noktasına geldi) kurulacak santralin atıl kalma tehlikesi de ihtimaller
dâhilindedir! İşin bir başka problemli yanı da anlaşma gereği Akkuyu Nükleer Santrali bittiğinde 15 yıl
Rosatom tarafından işletilecektir! Bu işletme süresince T.C. devleti üretilen elektriği yukarda belirttiğimiz
fiyata alma garantisi vermiştir!15-20 yıl kullanım
sonrası toptan gözden geçirilme gerektiği bilindiğinde yine Rosatom’a olan muhtaçlık devam edecektir!
Al sana enerjide bağımlılığı azaltma!
AKP hükümeti herkesi kandıracağını hesaplayarak
bu konuda karar alırken, toplumun çeşitli kesimleriyle tartışmaya, farklı görüşlere başvurmaya gerek bile
duymadan hareket etmiştir.
Üçüncü yalan: Atom enerjisinin daha ucuz olduğu
Bu yalanı yayanların ileri sürdükleri en önemli
gerekçeye göre “8,2 milyar dolarlık doğalgazdan elde
ettiğiniz elektriğin aynısını nükleer santralden elde
etseniz 400 milyon dolar gidiyor.” “Enerji fiyatlarının
düşmesi konusunda da ihtiyatlı yaklaşmak lazımdır.
Doğalgaz fiyatları yarıya inse bile nükleerin yarısına
yaklaşamaz” diyorlar! (www.elektrikport.com/ Nükleer Teknoloji Bilgi Platformu Koordinatörü Adil
Buyan)
Ve ekliyorlar “%85 elektriğini nükleer santralden
üreten İngiliz’i, Fransız’ı kadar en az ben de akıllıyım”
(Elektrik Üreticileri Derneği Başkanı Önder Karaduman.) Bu anlamda atom santrallerine sahip olmanın
bir itibar meselesine dönüştüğü görülmektedir. Öyle
bir prestij meselesi ki, nesiller boyunca etkide bulunacak onanmaz zararlar göze alınabiliniyor! Çevre
ve insan sağlığını düşünen kim? Varsa yoksa her ne
pahasına olursa olsun büyük güç olma hayalleri!
Hangisi daha ucuz?
Gelin birlikte hesap yapalım hangisi daha ucuz?
Ama biz karşılaştırmayı fosil enerjiden elde edilen
doğalgaz ile yapmıyoruz! Çünkü biz atomun alternatifi olarak doğalgaz-fosil yakıtlar değil, yenilenebilir
enerji kaynaklardır, diyoruz ve yenilenebilir enerji
kaynaklarını temel alıyoruz!
61
yaşam temellerini koruma mücadelesi
62
Atomdan enerjisinden elde edilen elektrik fiyatlar
Karşılaştırmayı elektriğin birim fiyatı üzerinden
yaparsak; Rosatom’un Akkuyu’da inşa etmekte olduğu nükleer enerji santralindeki sabitlenmiş ve T.C.
devletinin 15 yıl alım garantisi verdiği 1 KW/h elektriğin birim fiyatı şimdilik 15,35 dolar/cent. Bu fiyatın
içinde reaktörlerin üreteceği nükleer atıkların bertaraf edilmesi için gerekli olacak masraf hesaplanmamıştır. Yine herhangi bir radyasyon sızıntısına karşı
alınacak tedbirlerin oluşturacağı masraflar da hesap
içinde değildir. Almanya bu iş için şimdiye kadar 60
milyar avro masraf yapmıştır. Bu hesabın içinde olmayan en büyük kalemlerden biri olan 30 yıl sonra
tüm reaktörleri kapandığında masraf devam edecektir! Bu anlamda gerçekçi olmak/ atom lobicilerinin
yalanından uzaklaşmak istiyorsak Akkuyu Nükleer
Santrali’nden elde edilecek 1 KW/h elektriğin birim
fiyatı 1 dolar (100 cent) üzerindedir! İşin içine bir de
sigorta primlerini ve nakil masraflarını eklediğiniz
de birim fiyatı 2 dolarlara varacaktır. Daha santral
üretime geçmeden zaten bugün ki dolar kuru hesabı
ile herhangi bir ekleme yapmadan 1 KW/h elektrik 54
Tl/kuruşa ulaşmıştır bile!
Bilindiği gibi üretilen elektrik enerjisi nakil sırasında %20-30’lara varan bir kayba maruz kalmaktadır.
Nakil hatlarınız eski ise bu oran daha da fazlalaşmaktadır!
Rüzgâr enerjisinden elde edilen elektrik fiyatları
Gelelim herhangi bir riski olmayan 20 yıl garantili
bir rüzgâr enerjisinden elde edilecek elektriğin birim
fiyatına. Türkiye’deki nakil hatlarının 30-40 yıllık olduğu gerçeği sorunun önemini anlamaya yeterlidir.
2300 KW/h (2,3 MW) Enercon 8E.70 E4 rüzgâr türbininden 20 tanesinin %25 kapasite ile çalıştığında
ayda ürettiği elektrik 43.416 megavat-saat elektriktir.
Yılda ise yaklaşık 500 milyon KW/h. Çalışma kapasitesi yükseldiğinde üretim de artacaktır. Böyle bir
türbinin bakım masrafları dâhil maliyeti yaklaşık 2,5
milyon dolardır. Akkuyu Nükleer Santrali kapasitesinde 2000 adet rüzgâr türbininin maliyeti 5 milyar
dolardır. Yani Akkuyu’nun maliyetinin dörtte biri. 1
KW/h elektrik için ödeyeceğimiz birim fiyatı 5 cent
bile değildir.
Bu
konuda
araştırma
yapan
Balıkesir
Üniversitesi’nden Sebahat Akın, Orhan Zeybek’in
verileri çok ilginçtir. Bunlara göre rüzgâr türbinleri
ile yıllık ihtiyacın %25 kadarı karşılanabilir. (http://
www.emo.org.tr/ekler/0e207ab6946b5d7_ek.pdf).
Neden olmasın önemli olan yatırım yapılmasıdır.
Güneşten enerjisinden elde edilen elektrik fiyatları
Diğer yandan fiyat meselesini güneş enerjisinden
elde edilecek elektrikle karşılaştırdığımızda karşımıza çıkan durum ise 1 MW/solar enerji tesisinin donanım-montaj ve bakım masrafları takriben 1,02–1,240
milyon avro olarak hesaplanmaktadır. 25 yıl boyu
enerji sağlamak mümkündür. Birçok aksamın yerli
üretimle sağlandığı koşullarda maliyet fiyatı düşeceği gibi istihdam alanı da yaratır. Herhangi bir riskin olmadığı bu doğal enerji için Türkiye bulunmaz
doğal imkânlara sahiptir. Devlet 13,3 dolar/cent üzerinde üretilen bu elektriği satın almaktadır. Maliyet
kesinlikle 10 dolar/centin altında seyir etmektedir.
(Bilgilerin kaynağı http://humartas.com.tr/1-mwlisanssiz-ges-projeleri/)
“Yenilenebilir enerji santralleri baz yüklü değil, sürekli elektrik elde edemiyorsunuz.” Doğru! Yerel kaynaklarımızın yeterli olduğunu savunamayız diyenler
sorunu genelleştirerek sunmakta ve de yalana başvurmaktadırlar. Şimdiye kadar hiçbir atom santralinde
%100 kapasite ile üretim yapılamamıştır. Yukarda
hesapladığımız yenilenebilir enerji kaynaklarından
da elde edilecek elektrik üretiminin %100 kapasiteli
olmayacağı, dış doğa koşullarının (rüzgârın hızı, güneşli günlerin fazlalığı veya azlığı) yenilenebilir enerji sağlamada önemli rol oynadığı bizler açısından da
açıktır. Bunun için hesaplamalar yaparken bunu da
hesaba katıyoruz. Aynı zamanda atom lobicilerinin
hesaba katmadığının da altını çiziyoruz.
“Nükleer santrallerin kapasite faktörü %90 civarında” “Güneş ve rüzgâr santrallerinde bu oran en fazla
%20 civarındadır. Yeni nesil nükleer santrallerin işletme ömrü 60 yıl iken bu, rüzgâr ve güneşte 15-25 yıl
civarındadır.” (http://nukleerakademi.org/nukleerenerji) olduğunu söyleyenler yine yalana başvurmaktadır. Bir kere en modern reaktörün ömrü 30 yıldır!
Dördüncü Yalan: Atom enerjisinin temiz olduğu
yalanı
Bu konuda o kadar büyük lafebeliği yapılmaktadır
ki, sorunla ilgisi az olanlar çabuk kandırılmaktadır.
Bu konuda söyledikleri:
“Nükleer enerji üretim zinciri, tümüyle ele alındığında sera gazı salımı konusunda en temiz seçenektir.
Fosil yakıtların yanmasıyla açığa çıkan karbon monoksit, karbondioksit, sülfür dioksit ve azot dioksit gibi
sera gazı oluşumuna sebep olan zararlı gazlar, nükleer
santraller çalışırken atmosfere salınmaz.
Bu nedenle nükleer enerjinin iklim değişikliğine sebep olan atmosferdeki sera gazı konsantrasyonunun
azaltılmasında büyük rolü vardır. Günümüzde nükleer santraller, elektrik sektöründen kaynaklanan sera
gazı salımın da yıllık olarak yaklaşık %17 azalmaya
sebep olmaktadır. 1 kilogram uranyumdan elde edilen enerji için, 3.000.000 kilogram (3000 ton, 25 adet
ağır yük tren vagonu) kömür veya 2.700.000 litre (2700
metreküp, 135 adet büyük boy akaryakıt tankeri) petrol gerekmektedir. Bu kadar az miktarda uranyum
kaynağından yüksek miktarda enerji üretildiğinden
nükleer santrallerin atık miktarı da bu oranda fosil
yakıtlardan çok daha azdır.
Örneğin, elektrik üretiminin %75 gibi büyük bir
oranda nükleerden sağlandığı Fransa’da, dört kişi-
lik bir ailenin ömürleri boyunca kullandıkları nükleer enerjiden, en fazla bir golf topu kadar büyüklükte
camlaştırılmış nükleer atık çıkmaktadır.
Nükleer santrallerden çıkan atık miktarının çok az
olmasıyla çok az yer kaplayacağından yer üstündeki
depolarda güvenli bir şekilde depolanabilmektedirler.
Örneğin, 1000 MWe gücündeki bir nükleer santralden
yılda yaklaşık 30 ton (yük treni vagonunun yarısı) nükleer atık çıkmaktadır. Aynı büyüklükte ki bir fosil santralinden ise yaklaşık 2.000.000 ton petrol atığı veya
kömür atığı çıkmaktadır. Bu da nükleere göre yaklaşık
67.000 kat fazla atık miktarını göstermektedir.” (http://
www.enerji.gov.tr/)
Bu alıntılar T.C. devletinin resmi web sayfasındandır. En başta sanki nükleer enerjiye karşı olanlar alternatif olarak fosil enerjiden elde edilen elektriği savunuyorlar havası yaratılmaktadır.
Evet, nükleer enerji ile elde edilecek olan elektrik
ilk etapta fosil enerjiden elde edilen ve edilecek olandan sera efekti bağlamında temizdir. Ama bu onun
temiz olduğu anlamına gelmez
Hemen altını çizerek vurguluyoruz ki, bizim savunduğumuz ve yukarda örneklerini sunduğumuz
yenilenebilir enerji kaynaklarından rüzgâr ve güneş
enerjisi fosil enerji yakıtlarından kat kat temizdir!
Bunlar ret edilemez gerçeklerdir.
Beşinci Yalan: Nükleerdeki gerçek risk
Beyaz ve günahsız gösterilmeye çalışılan nükleer enerjinin riziko faktörü Recep Tayyip Erdoğan’ın
göstermeye çabalar sarf ettiği kadar masum değildir!
RTE ne demişti: “Nükleer programda takvim işliyor.
Evdeki mutfak tüpü de riskli!”
Nükleer atıklar kg/hacim birimi temel alındığında
önemli oranda hafif ve hacim olarak küçüktür. Gizlenen ve demagojisi yapılan da yükte hafif olanın taşıdığı riskin üstünün örtülmesidir. Atom atıklarının
yol açacağı tehlike ve zararın giderilmesi, nötr hâle
getirilmesi nesiller sürer. Üstü örtülen de budur!
Uzayda saniyede 200.000 km hızla hareket eden,
gama-alfa ışınları, nötronlar, elektronlar vb. tipte
atom parçacıkları radyasyonu oluşturur. İşte reaktörlerde atık olarak geride kalan çöp bu parçacıklarla
yüklüdür. Onun için uzay yolculuğu sırasında veya
atom reaktörlerinde çalışanlarda özel elbise giyinme
ihtiyacı duyulur. Çünkü atomun şakası yoktur. Mutfak tüpüne hiç benzemez! Olağanüstü bir enerji dışa
vurumu yaşanır!
Zenginleştirilmiş uranyum ve suni olarak reaktörlerde elde edilmiş olan plütonyumun bir kilosunun
yaşam temellerini koruma mücadelesi
Bazı kaynaklar, şimdiye kadar 22 yıllık reaktörlerin
fişinin çekilmek zorunda kalındığını ileri sürüyor ve
25-26 yılı dahi çok fazla buluyor. (Örneğin, bağımsız
Öko-Institut e.V.) Soğutma işlemi başladığında atom
santrallerindeki üretim aylarca durduğu, reaktörlerin
üretim yapmadığı gerçeği de göz ardı edilmektedir.
Her reaktörün 20 yıl sonra bakıma muhtaç olduğu
da ayrı bir gerçek! Nükleer santral bakım masrafları
ile 20-25 yıl ömürlü yeni rüzgâr türbinleri ve güneş
panellerine yatırmanın imkân dâhilinde olduğu nedense gizlenir!
Bir de ülkemizin enerji kaynaklarının yetersiz olduğu yalanı var! Bu yalanın hiçbir maddi temeli yoktur
ve bilimsel değil, özellikle politik bir iddiadır. Hâlâ
kullanılmayı bekleyen yılda 100 milyar kilovat saat
(KW/h) hidro, 120 milyar KW/h rüzgâr, 380 milyar
KW/h güneş, 16 milyar KW/h jeotermal potansiyelimiz vardır.
En basit bir örnek İsparta’da kurulan 1 MW kurulu
güce sahip güneş enerji santralinden 1 yılda 1 milyon
463 bin 19 kilovatsaat elektrik enerjisi üretmesidir.
(http://www.enerjiatlasi.com/haber)
63
yaşam temellerini koruma mücadelesi
64
çıkaracağı ısı enerjisinin 16 milyon litre benzinin vereceği enerjiye eşit olduğu düşünüldüğünde, bahsi geçen fiziksel-kimyasal olayın boyutunu anlamak belki
daha kolay olur.
Atom patlamaya görsün! Patladı mı önü alınmaz
zararlara yol açar. Atomdan elde edilen enerji temiz
değildir
Dünya savaşında Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan
atom bombalarının etkilerini insanlık yaşadı. 1986
Çernobil ve 2011 Fukushima nükleer felaketleri ise
savaş anında değil “barış” döneminde insanlığın karşılaştığı lanetli felaketlerdir! Bilançosu hâlâ ortaya
çıkmamıştır! 5 yıl oldu Fukushima hâlâ soğutulamadı! Denize bırakılan radyasyonun hesabını kimse
bilmiyor! 30 yıl oldu Çernobil’de felaketin yaşandığı
alanda hâlâ ot türemedi! Türeyen noktalarda ise aşırı miktarda radyasyon hormonludur. Doğanın doğal
radyasyonuna eklenen azami kâr hırsının kattığı insan ürünü radyasyonun etkilerinin binlerce yıl süreceği yine insan tarafından söylenebiliyor ise, nükleer
enerjide ısrar edenler utansınlar! Tabii iktidar ve kâr
hırsı bu yaratıklarda utanma ve arlanma hissi bırakmışsa!
Fosil yakıtlardan doğan kirlenmeyi onu kullanmaktan vazgeçtiğinde engelleyebilirsin! 50-100 yıl
içinde iklim değişikliğini önleyebilirsin! Ama nükleer bir felaketin etkisinin binlerce yıl ile sınırlı olmadığı bilindiğinde, uzun vadeli düşünüldüğünde tehlikenin boyutu anlaşılır! Ama benden sonrası “tufan”
anlayışı ile hareket edersen, durum çok vahimdir!
Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr.
Erhun Kula güzel söylemiş: “Nükleer santral söküldükten sonra atıkların gömülmesi lazım. Bunun için
nükleer mezarların yapılması lazım. Sökülmesi, artıkların depolanması ve bu işin maliyetini kimse konuşmuyor. En önemli çevre konusu bu işin sökülüp
atılması ve artıkların depolanması iki cümleyle geçiştiriliyor, “Zamanı gelince halledilir” deniliyor. 2023’te
başladı, 30 yıl faaliyet gösterse, 2070-80’lerde sökülme
olacak. Kim öle kim kala zihniyeti var.“( age.) Bu anlayış gelecek nesillerin yaşamını ipotek altında tutma
anlayışıdır!
Sözün kısası anda nükleer enerjinin temiz olmadığı
gibi insanlığın bulduğu en tehlikeli enerji kaynağıdır!
Onu tehlikeli kılan atıklarıdır! Kazalar karşısında insanlığın andaki acizliğidir! İnsanlık bu sorunu çözmediği sürece bu tehlikeden uzak durmak en doğru
olanıdır!
Gizledikleri amaç atom gücü olmak
Nükleer santrallerdeki kazalar dünya ölçeğinde
atom reaktörlerine olan güveni sarsmış durumdadır.
Tüm gelişmiş ülkeler kendi santrallerini bir program
dâhilinde zamana yayarak kapatırken, Türkiye bu
programa neden giriyor? Bir de dünya çapında problemli bu teknolojiye Türkiye anahtar teslimi şeklinde
girmiştir! Kurulacak olan Akkuyu Nükleer Santrali
Avrupa’dan lisans almamış, denenmemiş bir santraldir. Rusya yüzde 100 hisseye sahip. T.C. projede bu
anlamda yeterli söz hakkına sahip değil. Kendileri
de bal gibi biliyor, nükleer santraller pahalı elektrik
üretiliyor. İnşaat süreleri hiçbir zaman tutturulamıyor. Nükleer atıkların depolanması konusunda hâlâ
çok önemli sıkıntılar yaşanıyor. Nükleer santrallerin
denetiminin bağımsız denetçiler tarafından yapılması gerekiyor ama Akkuyu’daki santralde denetimin
kimin tarafından yapılacağı ve Rusya’nın nükleer
atıkları ne yapacağı bilinmiyor. Ayrıca Akkuyu da
Japonya gibi deprem tehlikesi olan bir bölgede bulunuyor. Japonya’da görüldüğü gibi esas sorun afet
anında reaktörler kapandıktan sonra, yakıt çubuklarının soğutulmasında yaşanıyor. Akdeniz’in deniz
suyu sıcaklığı suyun soğutulması için hiç uygun değil. Bu durum ekstra güvenlik önlemleri gerektiriyor,
dolayısıyla ekstra maliyetler ortaya çıkacaktır. Bunlar
bilinmesine biliniyor! O zaman dert nedir? O zaman
gizlenen bir şeylerin olduğu ortada değil mi?
T.C. devletini yönetenler ve temsilcilerinin bizce
esas dertleri nükleerden enerji elde etmenin ötesindedir! Onların derdi açık ilan etmeseler de kurnazlıkla
atom gücü olmaktır! Birçok alanda yaptıkları gibi bu
konuda esas amaçlarını gizlemektedirler! Atom gücü
olduklarında bölgesel güç hayallerini besleyeceklerini sanmaktadırlar! Atom bombasına sahip bir güç
olmaktır…
Sonuç olarak
30 yıl önce de nükleer enerjiye ihtiyacımız yoktu,
30 yıl sonra da olmayacaktır! Kurulacak santraller
ile teknoloji değil, araç gereç ve kullanım kılavuzları
transferi yapılacaktır! Bu kadar paraya ve bu kadar
riske girmek halklarımıza ihanettir! Onların deyimi
ile “vatan hainliği” bizim deyimimizle geleceğin ipotek edilmesidir! Nükleer santral değil, rüzgâr çiftlikleri ve güneş enerjisi tarlaları istiyoruz!
Atom öldürür!
Nükleer santral çalışmaları hemen durdurulmalıdır!
19.12. 2016
güncel
EKİM DEVRİMİ VE ELEKTRİFİKASYONUN
ÖNEMİ
“Dünyanın en ileri makine sanayii olan Sovyet makine sanayiinin muhteşem
kazanımlarından birisi, tam otomatik makine yoluna sahip tümüyle makineleştirilmiş
işletmeler, tam otomatik işletmelerdir. Öyle ki, 1952 yılında bütün bölge santralleri
agregatların otomatik kumandasıyla donatıldı. Bir dizi uzaktan kumandalı santral
kuruldu. Uzaktan kumandalı elektrik santrallerinin kapasitesi, elektrik santrallerinin
toplam kapasitesinin %50’sinden fazlasını tutmaktadır”
Bu yıl Ekim Devriminin 100. yılı! Geçen yüzyılda
üretim ve tüketim alanında değişmeyen yenilenmeyen az maddi varlık söz konusudur! Kapitalist/Emperyalist sistem maalesef egemenliğini sürdürmektedir! İnsanın kendi emek ürünlerine yabancılaşması
tüm alanlarda hâkimdir! Büyük dahi K. Marks’ın
dediği “işçinin (emeğin) nesnelere verdiği yaşam nefesinin dönüp hasım ve yabancı bir şey olarak işçinin
(emeğin) karşısına çıkması” devam etmektedir. (K.
Marks, 1844 Ekonomi ve Felsefe Elyazmaları, İng. s.
69.) Her şeyin alınıp satılmaya mahkûm olduğu bu
lanet sisteme rağmen inadına değişmeyen; LeninStalin ve Bolşeviklerin önderliğinde 1917’de gerçekleşmiş olan Büyük Ekim Devrimi’nin genel ilkeleridir!
Ekim Devrimi dünyada ilk ve en büyük sosyalist
devletin kurulmasını sağlayandır! Sosyalist sistemin
tüm dünyaya yayılmasına etki yapandır! 20. yüzyıla damgasını vuran, deyim yerindeyse dünyayı sarsan toplumsal alt üst oluştur! Alttakilerin üstekileri
devirmesi proletarya diktatörlüğünün başlangıcıdır
Ekim Devrimi!
Bu yazımız Ekim devriminin genel ilkelerinden
biri olan tekniğin ve özellikle enerji kullanımının
komünizme ulaşmada ki rolü ve önemi üzerinedir.
Ekim Devrimi Öncesi Durum/Enerjinin ve
Elektriğin Durumu
Konumuzla ilgili SBKP Kısa tarihinde yapılan durum değerlendirmesi:
“Çarlık Rusya’sı kapitalist gelişme yoluna diğer ülkelerden daha sonra girdi. Geçen yüzyılın 60’lı yıllarına (1860) kadar Rusya’da çok az sayıda fabrika ve
işletme bulunuyordu. Hâkim olan, soylu çiftlik sahiplerinin serfliğe dayalı ekonomisiydi. Sertlik sistemi
altında, sanayi doğru düzgün gelişemezdi. Serflerin
özgür olmayan emeği, tarımda düşük bir emek üretkenliği sonucunu veriyordu, iktisadi gelişme sürecinin
tümü, sertliğin kaldırılmasını emrediyordu.“ (“Eserler
Cilt XV”, J. Stalin, sf.17, İnter Yayınları, Aralık 1990
İstanbul)
“Savaş üç yıldır (1914-1917 BN) devam ediyordu.
Milyonlarca insan, savaşta öldürülmüş, ya da savaşta
aldıkları yaralardan veya savaşın bulaşıcı hastalıklarından telef olmuşlardı. Burjuvazi ve çiftlik sahipleri
savaştan büyük servetler elde ediyordu. Ama işçiler ve
köylüler her geçen gün anan bir sefalet ve sıkıntı içine
düşüyordu. Savaş, Rusya’nın iktisadi yaşamını yıkıyordu. 14 milyon kadar güçlü-kuvvetli adam ekonomiden koparılarak askere alınmıştı. Fabrikalar ve işletmeler kapatılıyordu. İşgücü eksikliğinden, ekili alanlar
azalmıştı. Halk ve cephedeki askerler aç, çıplak ve yalınayaktılar. Savaş ülkenin bütün kaynaklarını yiyip
bitiriyordu.” (Age. sf. 198)
“Ne var ki, barışçıl inşaya geçiş olağanüstü güç şartlar altında gerçekleştirilmek zorunda kalındı. İç savaşta zafer kolay elde edilmemişti. Ülke, dört yıl süren
emperyalist savaş ve üç yıl süren dış müdahaleye karşı
savaşla harabeye dönmüştü.
1920 yılında toplam tarım üretimi, savaş öncesi üretimin ancak yarısı kadardı. Ve bu savaş öncesi seviye,
çarlık Rusya’sının zavallı kırının seviyesiydi. Daha da
kötüsü, 1920’de birçok ilde iyi ürün elde edilemedi. Tarım çok kötü bir durumdaydı.” (Age. sf. 283)
“Tamamen bozulan sanayiin durumu daha da kötüydü. Büyük sanayi üretimi 1920 yılında, savaş öncesi
üretimin yedide birinin biraz üzerindeydi. Fabrika ve
işletmelerin çoğu çalışmaz durumdaydı; madenler ve
kömür ocakları yıkılmış ve su baskınına uğramıştı. En
içler açısı olan, demir ve çelik sanayiinin durumuydu.
65
güncel
1921 yılının tümünde toplam pik demir üretimi sadece
116,300 ton, yani savaş öncesi üretimin aşağı yukarı
yüzde 3’ü kadardı. Yakıt kıtlığı vardı. Ulaşım tamamen bozulmuştu. Ülkenin metal ve tekstil stokları
hemen hemen tükenmişti. Ekmek, yağ, et, ayakkabı,
giyecek, kibrit, tuz, gazyağı ve sabun gibi temel ihtiyaç
maddelerinde müthiş bir kıtlık vardı.” (Age. sf. 284)
1917’de ekiminde “Bütün iktidar Sovyetlere” sloganıyla yönetimi ele geçiren Bolşevikler gerçek anlamda
bir enkaz ülke ile karşı karşıya kalmışlardı. 5 yıla yakın süren bir mücadele ile dışta emperyalist haydutlar içte mülklerine el konulanların direnci kırılmıştı!
Fakat daha zor bir görev gündemdeydi! Yeniden inşa!
Komünist Partisi, o güne kadar eşi görülmemiş bir
inşa göreviyle, sosyalist sanayinin inşasına önderlik
etme gibi bir tarihsel göreviyle karşı karşıyaydı!
66
Ekim Devrimi İle Alınan Önlem, Karar ve Planlar
Sosyal bir devrimin yasası gereği ilk etapta yapılması gerekli olan kamulaştırmalar yapılmış ve çarlık
döneminde emperyalistler yapılan tüm antlaşmalar
yırtılmıştı! Bu durum ile ilgili SBKP tarihinde verilen bilgiler:
“Burjuvazinin iktisadi gücünü zayıflatmak ve yeni
Sovyet iktisadını örgütlemek için, öncelikle yeni Sovyet sanayiini örgütlemek için, bankalar, demiryolları,
dış ticaret, ticaret filosu ve bütün kollarıyla tüm büyük
sanayi millileştirildi: kömür, maden, petrol, kimya sanayii, makine yapımı, tekstil, şeker sanayii vb.
Ülkemizi, mali bakımdan yabancı kapitalistlerden
bağımsız kılmak ve onların sömürüsünden kurtarmak
için, Çar ve Geçici Hükümet tarafından imzalanmış
dış borçlar feshedildi. Ülkemiz halkları, fetih savaşının
sürdürülmesi için alınmış olan ve ülkemizi yabancı
sermayeye bağlayan borçları ödemeyi reddetti.” (Age.
sf. 244)
Bu en önemli kararlardan sonra ekonomik alanda
bir dizi tedbirler alındı ve plânlar yapıldı. 1920’lerde
uygulamaya konulan Yeni Ekonomik Politika (NEP)
ile ekonominin canlandırılması ve köylülerle bir nevi
barış ilan edilmesi sağlamak içindir. Bu plânlar kapsamında yer alan tedbirlerden biri de Şubat 1920’de
Rusya’nın Elektrifikasyonu Devlet Komisyonu kurulmasıdır. (GOELRO)
Lenin 1920‘de “Komünizm, Sovyetlerin iktidarı
ve tüm ülkenin elektrifikasyonu anlamına geliyor,
çünkü elektrifikasyon olmazsa sanayinin kalkınması olanaksız olacaktır.” diyordu, zamanla, istihdam edilen emeklerin sonuçları Lenin’in haklılığını
ispatlıyor idi.
Lenin’in şiarı “Komünizm Sovyet iktidarı, artı bütün ülkenin elektrifikasyonudur” idi. O dönemde
elektrifikasyon en ileri tekniğin üretimin temeli yapılmasından başka bir anlama gelmiyordu.
Lenin derki;
“Komünizm Sovyet iktidarı artı bütün ülkenin elektrifikasyonudur. Aksi takdirde ülke bir küçük-köylü
ülkesi olarak kalacaktır ve bunu açıkça anlamalıyız
ekonomik temelin bir küçük-köylü temelinden büyükölçekli endüstri temeline dönüştürülmesinin icabına
bakacağız. Ancak ülke elektriklendirildiği ve sanayi,
tarım ve ulaştırma modern büyük ölçekli sanayi temeline yerleştirildiği zaman, ancak o zaman tamamen
muzaffer olacağız.” (“Elektrifikasyon Hakkında Rapor
Üzerine Sovyetlerin Sekizinci Kongresinin Karar Tasarısı”, Lenin Werke, Bd. 31, s. 414)
“SSCB’de yaratılan komünizmin maddi üretim temeli, tüm ülkenin elektrifikasyonuna, üretim süreçlerinin tam makineleştirilmesine” bağlanır.
“SSCB’de dünyanın en büyük elektrik santrallerinin kurulması olgusu da bunun kanıtıdır.
Lenin, “kim-kimi” yenecek sorusunun proletarya
ve komünizm lehine yanıtlanabilmesi için iki gereklilikten söz etmiştir. “Proletaryanın elindeki yıkıntı halindeki sanayinin reorganizasyonu ve geliştirilmesinin
ülkenin elektrifikasyonuyla birleştirilmesi“ en önemli
sorunlardır.
SBKP tarihinde bu durumla ilgili söylenenler:
”Parti Kongresi, ülkenin ulaşım ve sanayi alanlarındaki acil görevlerini tespit etti ve sendikaların iktisadi
inşaya katılma zorunluluğuna özellikle dikkat çekti.
Parti Kongresi, ilk planda demiryolları, yakıt sana-
Sosyalist Ekonominin Olmazsa Olmazları Vardır.
Bunlar Bısaca:
* Sosyalist ekonomi nihai hedefi “herkes yeteneğine
göre/herkese gereksinimine göre” ilkesi ürün bolluğunu gerektirir.
* En ileri teknikle üretim, sosyalist ekonominin olmazsa olmazıdır.
* Kafa-kol emeği arasındaki zıtlığın ortadan kaldırılması; kır-kent arasındaki zıtlığın ortadan kaldırılmasının maddi temelleri de ancak en ileri teknikle
yapılacak üretimle geliştirilebilir.
öncelik ağır sanayiye verilmek zorundadır. Sosyalist üretimin temeli budur!
* Teknikteki gerilik “idealize” edilmemelidir. İlerilikte idealize edilirse üretici güçler teorisine götürür! Teknikte geriliğin aşılması sosyalist inşanın en
önemli görevlerinden biri olarak kavranmak zorundadır.
Devrimden Sonra Revizyonizmin Hâkimiyetine
Kadar Alınan Yol ve Yapılanlar
İlk etapta 30 şehirsel elektrik santrali kuruldu ve
halk eğitim aldı. SSCB her bakımdan gelişmeye başladı. 10 büyük hidroelektrik santrali kuruldu. Plân
1931’de tamamlanması üzere 5 yıl sürdü ve tüm Sovyet ülkeleri kalkındı.
Ülke çapında açlığa karşı yoğun bir seferberlik, ülke
içindeki olanaklar sayesinde yürütüldüyse de ölümler
yığınsal boyutlara vardı. İzleyen yıllarda tahıl üretiminde artış sağlandı ve 1925’den başlayarak Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetler Birliği tahıl ihraç eder duruma geldi. (Büyük Ansiklopedi, Milliyet, 1990. Cilt 13.
sf. 5007-5014)
Öne konan amaç, ülkenin makina ve araç ithal
eden bir tarım ülkesinden, makina ve araç üreten bir
sanayi ülkesine dönüştürülmesiydi. 1927’de üretim
savaş öncesi düzeye vardığı için NEP’in hedeflerine
ulaştığı yargısına varan Tüm Birlik Sovyetleri Beşinci Kongresi, SSCB’de ulusal ekonominin gelişimi için
Birinci Beş Yıllık Plânı hazırlayarak kabul etti. Birinci Beş Yıllık Plân hedeflerine dört yıl üç ay gibi bir
sürede ulaşıldı.
1933-1937 yıllarını kapsayan İkinci Beş Yıllık Plân
döneminde bu yarışma, üretimde yenilikçi ve öncü
işçi hareketini (Stahanov hareketi) yarattı. İkinci plân
döneminde SSCB’de 4.500 fabrika ve enerji tesisi yapılarak hizmete açıldı.
1940 yılı SSCB’nin ağır sanayi üretimi, 1913’dekinin 12 katına ulaştı. Dahası sanayi, gayrisafi milli
hasılanın dörtte üçlük bölümünü oluşturur duruma
geldi.
İki plân döneminde 87 milyon kadın-erkek Sovyet
yurttaşı okuma/yazma öğrendi.
1946-1950 dönemini kapsayan Dördüncü Beş Yıllık
Ekonomik Canlanma ve Kalkınma Plânı’nda öngörülen sanayi hedefine büyük bir öncelikle varıldı ve
1950 yılında savaş öncesi sanayi üretiminin %70’ine
ulaşıldı. 1945’de 1940’daki tarım üretiminin %60’ı
sağlanabilirken, traktörlerin ve diğer tarım makinalarının üçte birlik bölümü yok olmuş, kalanlar ise
aşınmış iken; ağırlık makine üretimine verildi.
Sosyalist plân, çeşitli iktisadi alanların sayısız santralini birbirine bağlayan bütünlüklü SSCB’de gelişen
sanayi, tarım ve komün iktisadının elektrik gereksinimini karşılamak için; Üçüncü Beş Yıllık Plân’da
(1951-1955) muazzam bir elektrifikasyon programı
uygulamaya sokuldu. 711 santral inşa edildi ya da genişletildi; bu inşaat tasarımlarının bitiminden sonra
SSCB’deki santrallerin toplam kapasitesi %75 arttı.
Yalnızca 1954 yılında santrallerin kapasitesinin
büyümesi, GOELRO-Plânı çerçevesinde SSCB’nin
elektrifikasyonunun ilk on yılında işletmeye sokulan
santrallerin toplam kapasitesinden 2,5 kat fazla oldu.
(bilgiler İnternet, Wikipedia)
Politik Ekonomi Ders Kitabında gelişmelerle ilgili
yazanlar:
“Dünyanın en ileri makine sanayii olan Sovyet makine sanayiinin muhteşem kazanımlarından birisi, tam
otomatik makine yoluna sahip tümüyle makineleştirilmiş işletmeler, tam otomatik işletmelerdir. Öyle ki,
1952 yılında bütün bölge santralleri agregatların otomatik kumandasıyla donatıldı. Bir dizi uzaktan kumandalı santral kuruldu. Uzaktan kumandalı elektrik
santrallerinin kapasitesi, elektrik santrallerinin toplam kapasitesinin %50’sinden fazlasını tutmaktadır”
“Sovyet bilimi, atom enerjisinin yöntemleri ve kullanımında ustalaştı. SSCB’de bu yeni enerji türünü
barışçıl amaçlarla kullanma görevi pratik olarak çö-
güncel
yii ve demir-çelik sanayinin kalkındırılmasını öngören
yekpare iktisadi plana özel bir önem verdi. Bu planın
özü, Lenin’in “gelecek on ya da yirmi yıl için büyük bir
program” diye vurguladığı, tüm ulusal ekonominin
elektrifikasyonu projesiydi. Bu, Rusya’nın Elektrifikasyonu için Devlet Komisyonu’nun (GOELRO), bugün
çoktan aşılmış olan ünlü planının temelini oluşturdu.“
(“Eserler Cilt XV”, J. Stalin, sf. 273, İnter Yayınları,
Aralık 1990 İstanbul)
67
güncel
68
züldü. 1954 yazında Sovyet bilimcileri ve mühendisleri tarafından kurulan ve çevre bölgelerdeki sanayi ve
tarımı enerjiyle besleyen 5000 KW kapasiteli ilk sanayi atom santrali işletmeye açıldı. Sovyet bilimcileri ve
mühendisleri, 50.000 ile 100.000 KW kapasiteli sanayi
atom santralleri kurmak için çalışmaktadırlar.”
Atom enerjisinin maddi varlıkların üretiminde kullanılması, tepkili motorların, radyo ve televizyon tekniğinin, vs. mükemmelleştirilmesi, üretimin mükemmelleşmesi ve emek üretkenliğinin artırılması açısından
şimdiye kadar bilinmeyen olanaklar açmaktadır. Bu,
kaçınılmaz olarak, iktisadi gelişmeyi önemli ölçüde
hızlandıracak ve komünizmin bir üst aşamasına geçiş
için gerekli olan üretici güçler düzeyini sağlayacaktır.”
(“Politik Ekonomi Ders Kitabı”, Cilt 2, SSCB Ekonomi Enstitüsü Bilimler Akademisi s. 313-314, İnter Yayınları, Mayıs 1993 İstanbul)
Akıllardan çıkarılmaması gerekli olan bir gerçekte
1939-1945 yılları arasındaki savaşta kaybedilen değerlerin yeniden yaratılması çok önemli engellerin
aşılması anlamını da taşır!
Evet, gelişme beklenin üzerinde olmuş, plân hedefleri tutturulmuştur. Elbette plân hedeflerinin tutturulmasında devasa ülkenin doğal zenginlik kaynakları da önemli bir avantaj sağlamıştır.
1,750 milyar KW/h toplam güçte, otuz elektrik
santrali yapılacak ve elektrik üretimi 8,8 milyar
Kw/h.’ye erişecektir. Oysa bu dönemde ülke elektrik
üretimi, 1913’te 1,9 milyar KW/h iken, 1920’de 0,5
milyar KW/h’ye düşmüştür. Yapılması öngörülen bu
otuz santraldan yirmisi termo, 10’nu da Hidro Elektrik bazlıdır.
GOELRO Plânı (30), 1935’te hedeflerini süresinden
önce gerçekleştirmiş, otuz yerine kırk elektrik santrali yapılmış, kurulu güç 1913’te 1.141 bin, 1921’de 1.228
bin iken, 1935’te 6.923 bin KW/h. olmuştur. Elektrik
üretimi de sırasıyla 2,03 ve 26,3 milyar KW/h olmuştur
Stalin döneminde beş yıllık plânlarda sağlanan en
yüksek kalkınma hızı %15 olmuştur.
( Buradaki tablo İstanbul Ticaret Odası Yayını 1990
No: 227 Prof. İlhan Uludağ ve Doç. Vildan Serin)
“ Beş Yıllık Plân’da, 1928-1933 döneminde ulusal
ekonomiye yapılacak sermaye yatırımlarının hacmi,
64,6 milyar ruble olarak saptanıyordu. Bu miktardan
19,5 milyar ruble, elektrifikasyon da dahil sanayiye, 10
milyar ruble ulaştırmaya ve 23,2 milyar ruble de tarıma yatırılacaktı.” (“Eserler Cilt XV”, J. Stalin, sf. 337,
İnter Yayınları, Aralık 1990 İstanbul)
1926/27’de XV. Parti Kongresi toplandığı sırada
tüm sanayiin brüt üretimi savaş öncesi düzeyin toplam sadece yüzde 102,5’iydi, XVI. Parti Kongresi sırasında, 1929/30 yılında ise savaş öncesi düzeyin yüzde
180’ine ulaşmıştı.
Durum SBKP tarihinde şöyle değerlendirilir:
“... Ülkemizin bir tarım ülkesinden bir sanayi ülkesine dönüşmesinin arifesindeyiz”, dedi Stalin yoldaş tüm
Parti Kongresinin şiddetli alkışları arasında.
Stalin yoldaş, sanayiin yüksek gelişme hızını, sanayiin gelişme düzeyi ile karıştırmamak gerektiğini de
anlattı. Sosyalist sanayiin görülmemiş gelişme hızına
rağmen, gelişme düzeyi bakımından ileri kapitalist
ülkelerden çok geriydik. Sovyetler Birliği’nde elektriklendirmedeki muazzam başarılara rağmen, elektrik
enerjisi konusunda durum buydu. Metalde de durum
böyleydi. 1929/30 yılında Sovyetler Birliği’nde 5,5 milyon ton pik demir üretilmesi planlanmıştı; 1929’da
Almanya’nın pik demir üretimi ise 13,4 milyon ton,
Fransa’nınki 10,45 milyon tondu. Teknik ve ekonomik
alanlardaki geriliğimizi mümkün olduğunca çabuk
yenmek için, sanayimizin gelişme hızını daha da artırmak ve sosyalist sanayiin gelişme hızını düşürmeye
çalışan oportünistlere karşı en kararlı şekilde mücadele etmek gerekiyordu.
“Sanayimizin gelişme hızını yavaşlatma gerekliliğinden söz edenler, sosyalizm düşmanlarıdır, sınıf
düşmanlarımızın ajanlarıdır” diyordu Stalin yoldaş.”
(Age. sf. 354-355)
“İleri ülkelerden elli ya da yüz yıl gerideyiz. Bu mesafeyi on yılda kapamalıyız. Ya bunu yaparız, ya da
un ufak oluruz... (Age. sf. 334) Sanayii yeniden kurma
döneminde her şeyi teknik belirler.” (Stalin)
“Sovyetler Birliği sanayii bütün alanlarda gelişmesini sürdürerek 1937 yılının sonunda 1929 yılı üretiminin yüzde 428’ine, savaş öncesi seviyenin ise yedi mislinden fazlaya ulaştı.” (Age. sf. 380)
Bütün veriler göstermektedir ki, sosyalist gerçeklik tüm toplumsal alanlarda devasa gelişmeler sağlamıştır. Sanayi ve tarımda kullanılan enerji miktarı
Sonuç Olarak:
Çevreyi koruma bilinci ve tedbirlerin eksikliğine rağmen 1917 ekiminde Rusya’da gerçekleşen sosyalist devrim insanlık tarihinde önemli
dönüm noktasıdır. Bugün bu devrimin ekonomik ve toplumsal etkileri harcanmıştır! Bir zamanların sosyalist anavatanına kapitalizm geri
dönmüştür! Sömürü sistemlerin 10 bin yıllık
tarihi karşısında sosyalizmin inşası bir nesil sürmüş olsa bile; insanlık için paha biçilmez deneyimler
elde edilmiştir. 1920’lerden itibaren SSCB’deki elektrifikasyonun yaydığı ışık nasıl sosyalizmin inşasında
motor rolü oynadıysa, Ekim Devrimi’nin deneyimleri ve ilkeleri de bugün sosyalizm/komünizm için
güncel
artıkça toplumsal refahta artmıştır. Bu yükseliş
1960’lara kadar sürmüş, 1954’te Stalin’in ölümü
Kruşçev’in 20 Parti Kongresi’ndeki dönüşüm siyaseti ile geri dönüş başladı ve 1989 yılında resmen sosyalizmin terk edildiği ilan edildi.
Kararlarda ve Planlarda Eksik Olan Çevre
Bilinci
Öncelikle belirtilmesi gerek çevre sorunu bağlamında 1920’lerin koşullarıyla 2016’ların koşullarının aynı olmadığıdır! Bugünün bilinciyle
o günlerin sorunlarının boyutlarını anlamak ve
eleştirmek kolaydır.
Buna rağmen SSCB’de sosyalizmin inşası için
alınan kararlar ve yapılan planlamalarda çevre
sorunu hemen hemen hiç dikkate alınmamıştır
dersek haksız sayılmayız. Bu bağlamda Marks
ve Engels’in söylemleri bilindiği nokta da sorun
daha da problemli görülmektedir.
SSCB’de kalkınmak için her şey andaki gelişmelere tabii kılınmıştır! Enerji elde edilirken gelecekteki doğal dengelerin korunması kaygı olarak bile
ele alınmamıştır! Soruna en basit örnek ARAL
gölü/denizin andaki halidir.
Atom enerjisinin kullanımı konusundaki yaklaşımda ret edilmesi gereken bir yaklaşımdır.
“Sovyet bilimi, atom enerjisinin yöntemleri ve
kullanımında ustalaştı. SSCB’de bu yeni enerji
türünü barışçıl amaçlarla kullanma görevi pratik
olarak çözüldü” denilirken sorunu savaşa bağlamak yanlıştır. Çözüldü denilen sorun bütün
problemleriyle günümüze kadar taşınmıştır.
1986’daki Çernobil kazası soruna sırf “barışçıl
amaçlarla” yaklaşılmayacağına en önemli örneğidir.
verdiğimiz kavgamızın yolunu aydınlatan ışıklar misalidir!
SB de devrim öncesi durumu gösteren birkaç resim,
daha fazla resim için: http://images.google.de/
imgres?imgurl=http://www.matruska.ru
19.12. 2016
69
güncel
70
NSU KURBANLARININ ANISINA…
HAYATTA KALAN MAĞDURLARLA VE YAKINLARI
İLE DAYANIŞMA İÇİNDEYİZ. ALMANYA’DA
YÜKSELEN İÇ FAŞİSTLEŞMEYE VE IRKÇILIĞA KARŞI
MÜCADELE EDİLMELİDİR!
DEVLET & NAZİLER EL ELE…
Günümüz dünyasında ırkçılığın olmadığı ülke
yok gibi. Ayrımsız bütün ülkelerde ırkçılık gelişiyor.
Kimi ülkelerde ırkçılığın gelişmesinin sonucu olarak
katliamlar gerçekleştiriliyor. İnsanlar öldürülüyor.
Avrupa’da, ırkçılık yapan gruplar/partiler küçümsenmeyecek oranda oy alıyor. Bir yandan ırkçı grupların
militan sayısı artıyor, diğer yandan ırkçı partilere oy
veren kitle desteği çoğalıyor. Irkçılığın gelişmesinin
ortamını ülkelerin egemen sınıfları hazırlıyor. Egemenler arasındaki çatışmanın konusu mülteciler ve
göçmenler oluyor. Şovenizm ve ırkçılık, kapitalist
dünya sisteminin yol arkadaşı olarak şekilleniyor.
Özellikle de savaş ve kriz dönemlerinde, dikkatler
gerçek sorunlardan sınıf mücadelesi sorunlarından
kaydırılıyor. Burjuvazi, “insan hakları savunucusu”
ve “barışçıl” kesiliyor! Avrupa burjuvazisi, “Avrupa
değerleri”nden, “demokrasi”den, bahsediyor! Dünyanın birçok bölgesinde savaşlar yürüyor. Savaşlardan
kaçanlar göç yollarına düşüyor. Mülteciler göç yollarında birçok zorluklarla boğuşuyor. Ulaşabildikleri
ülkelerde ırkçıların saldırılarına maruz kalıyorlar ve
egemenlerin aralarında yürüttüklerin dalaşın malzemesi haline geliyorlar. Doğu blokunun çöküşünün
ertesinde, paylaşım dalaşında iyice kızışan, bütün
ülkelerin burjuvazisi için birçok hâlde ırkçılık biçimini de alan saldırgan milliyetçilik, cephe gerisini
sağlama almak için, işçi ve emekçileri kendi etrafında
toplamak için en önemli araç oldu. Almanya’da ırkçı
hareketin yükselişi devlet politikasının bir yansımasıdır. Almanya’da, 4 Kasım 2011’de “Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü” (NSU) deşifre oldu. NSU’nun
deşifre olması ile birlikte, Alman istihbarat örgütlerinin Nazilerle birlikte çalıştığı ortaya çıktı. Bu yazıda
Almanya’da gelişen ırkçılık ve “Nasyonal Sosyalist
Yeraltı Örgütü”nün (NSU) seri cinayetleri ve Alman
devleti tarafından nasıl korundukları üzerinde durmak istiyoruz.
Almanya’da Irkçı Saldırılara Kimi Örnekler
22 Ağustos 1980’de gece yarısı Hamburg Halske
caddesinde bulunan mülteci yurduna, iki Nazi tarafından zemin katın penceresinden içeriye Molotof
kokteyli atıldı. Mülteci yurdunda 240 sığınmacı kalıyordu. İki Nazi terörist “Alman Eylem Grubu”nun
üyesi idi. Nazilerin hedefi yurtta kalan tüm mültecilerdi. Çıkan yangında, Vietnamlı Nguyên Ngoc Châu
olay yerinde öldü. Dô Anh Lân ağır yaralandı ve birkaç gün sonra yaşamını yitirdi. Nguyên Ngoc Châu
22 yaşındaydı ve Nisan 1980’de Hamburg’a gelmişti.
Dô Anh Lân 18 yaşında bir gençti. Cenaze törenlerine
400 kişi katıldı.
1989’da Doğu Almanya [o zamanki resmi adı Demokratik Alman Cumhuriyeti – DAC]’da sözleşmeli olarak çalışan 90 bin göçmen vardı. Bunların 60
bini Vietnamlı, 18 bini Mozambikli ve 10 bini de
Kübalıydı. Sözleşmeli çalışmanın kuralları yasalar-
güncel
la belirlenmişti. Bu yasalarda adı geçen insanların
oturma hakkı, barınması ve işletmelerde çalışması
konusunda ayrıntılar ortaya konulmuştu. “Sosyalist”
Doğu Almanya’da, sözleşmeli işçilerin partilere üye
olmaları ve dernek kurmaları yasaktı. Hamile kalan
kadınların hemen sınır dışı edilmeleri öngörülüyordu. Doğu Alman vatandaşlarının sahip oldukları
haklara sözleşmeli işçiler sahip değildi. DDR’(DAC)
de 1970’li yılların sonunda genç Nazi dazlaklar ortaya çıkmaya başladı. Özellikle Thüringen eyaletinde
futbol kulüpleri Nazilerin toplanma merkezi haline
geldi. İki Almanya’nın birleşmesinden önce de Doğu
Almanya’da göçmenlere yönelik ırkçı saldırılar yapılıyordu.
İki Almanya’nın birleşmesinden sonra Thüringen
eyaletinde çok sayıda Nazi örgütü sahneye çıkmaya
başladı. Bu dönemde ‘Wiking Gençliği’ ve benzeri
örgütler, gençlere yönelik paramiliter/askeri disiplin
ve yapıya göre örgütlenmiş spor kampları organize
ediyordu. “Alman Özgürlükçü İşçi Partisi”, “Milliyetçi Cephe” ve “Milliyetçi Liste”, Thüringen eyaletinde
yapılandılar. Thüringen eyaletindeki Nazi örgütlenmesinde aktif çalışan isimlerden biri de, DDR/DAC
döneminde “Özgür Alman Gençliği” (FDJ) adlı “sosyalist” gençlik örgütünün eski genel sekreteri Thomas
Daniel’di. Thomas Daniel, 1992 yılına kadar “Almanya Ulusal Demokratik Partisi”nin (NPD) eyalet başkanlığını yaptı. 1992’de NPD’den ayrılan Thomas
Daniel “Alman Milliyetçi Partisi”ni (DNP) kurdu.
Thomas Daniel, 1995 yılından itibaren Thüringen
Anayasayı Koruma Teşkilatı’ndan [Federal Almanya
İstihbarat Teşkilatı] ücret alarak muhbirlik yapmaya
başladı. Thüringen eyaletinde kapatılan Nazi örgütlerinin yerine yenileri kurulmaya başlandı. 1990’lı yılların başında “Hür Arkadaş Birlikleri” adını taşıyan
örgütler kuruldu. Jena “Hür Arkadaş Birliği” üyeleri
arasında, Andre Kapke, Ralf Wohlleben, Uwe Mundlos, Uwe Böhnhardt ve Beate Zschäpe de bulunuyordu.
”Hür Arkadaş Birlikleri” antifaşistlere, mültecilere ve göçmenlere karşı eylemler yapmaya başladı.
1996’da farklı ”Hür Arkadaş Birlikleri”nin bir araya gelmesi ile “Thüringen Vatan Savunması” adlı
yeni bir örgüt kuruldu. Thüringen eyaletinde, artık
organize olmuş bir Nazi örgütlenmesi hissedilmeye
başlandı. Her gün, her hafta sol alternatif gençlere,
göçmenlere yönelik saldırılar yapılıyordu. Nazilerin
konseptine uygun olarak “ulusal kurtarılmış bölgeler” oluşmaya başladı. Thüringen Anayasayı Koruma
Teşkilatı, Thüringen’de sağ çevreler içerisine “güvenilir adam” olarak muhbirler yerleştirdi. Yerleştirilen
muhbirlerin faaliyetleri sayesinde Naziler giderek
güçlendi. 1994’te Tino Brandt, “güvenilir adam” olarak Nazi çevrelerinde muhbirlik yapmaya başladı. Bu
görevi yedi yıl sürdü. “Güvenilir adam” (“V-Mann”)
tabiri Anayasayı Koruma Örgütü tarafından ücret
karşılığında çalıştırılan kişilere verilen isimdi. “Güvenilir adam”ların aldığı paralar Nazilere aktarılıyor
ve Nazi örgütlenmesi giderek güçleniyordu.
Berlin duvarının yıkılışından bu yana ırkçı saldırı-
71
güncel
72
lara maruz kalan ve ırkçı saldırılar sonucu kaç kişinin yaşamını yitirdiği tam olarak bilinmiyor. Federal
İstatistik Dairesi, 1990-2009 yılları arasında aşırı sağcı saldırılar nedeniyle 47 kişinin öldüğünü kaydediyor. Federal İstatistik Dairesi’nin rakamlarının doğru olmadığını söyleyebiliriz. Merkezi Berlin’de olan
Amadeu-Antonio Vakfı ise 1990’dan bu yana ırkçı
saldırılar sonucu toplam 182 kişinin hayatını kaybettiğini belirtiyor. Amadeu-Antonio Vakfı’nın verdiği
rakamların doğru olduğuna inanıyoruz.
1990’lı yıllarda Almanya’da ırkçı terör giderek artmaya başladı. Almanya Federal Kriminal Dairesi
1991 yılının sonunda aşırı sağ grupların gerçekleştirdiği şiddet eylemlerinin sayısını 1.483 olarak veriyordu. 1992 yılında bu rakam iki mislinden daha da fazla
artarak 2,584’e yükseldi.
17-23 Eylül 1991‘de, Hoyerswerda’da ırkçı saldırılar
başladı. Hoyerswerda, bugünkü Sachsen eyaletinde,
„Batının İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar“ (PEGİDA) hareketinin başkenti olan Dresden yakınlarında yer alan küçük bir şehir. 17 Eylül 1991 tarihinde başlayan olaylarda, 6 gün boyunca şehirdeki
iki mülteci yurduna saldıran Nazi grupları, içerisinde
insanların bulunduğu mülteci yurdunu ve işçi yurdunu ateşe verdiler. Hoyerswerda sakinleri alkış ve tezahüratlarla Nazilere destek verdi. Alman polisi ırkçı
saldırıları seyretmekle yetindi. Hoyerswerda’da olaylar 23 Eylül 1991‘de şehirdeki tüm göçmenlerin Alman Özel Harekât (SEK) komandoları korumasında
şehir dışına çıkarılmaları ile sona erdi. Mozambikli
işçilerin büyük çoğunluğu otobüslerle Frankfurt/
Main havaalanına götürüldü. Burada aceleyle kiralanan bir uçakla, o dönemde iç savaşın hâlâ sürdüğü
Mozambik’e gönderildiler. Alman devletinin çözümü, yurtta kalan insanların otobüslere doldurularak
şehir dışına çıkarılması ve bir bölümünü uçaklarla
ülkelerine gönderilmesi şeklinde oldu. Göçmenler
kendi arzuları/özgür iradeleri dışında şehir dışına çıkarılmışlardı. Böylece Naziler hedeflerine ulaşmış ve
Hoyerswerda göçmenlerden arındırılmıştı! Hoyerswerda, hem “yabancılar dışarı!” naraları atan kitleler için bir zafer, hem de Almanya’nın doğusunda ve
batısında sözde “kurtarılmış ulusal bölgeler”in yaratılması için verilen bir işaret fişeği niteliği taşıyordu.
Alman devletinin yaptığı bu tahliyelerle, Nazilerin
hayalleri gerçekleşti ve Nazilerin Hoyerswerda’yı ülke
düzeyinde “yabancılardan arındırılmış ilk şehir” ilan
etmelerini sağladı. Son 25-30 yılda Almanya’da yaşanan ırkçı olaylara baktığımızda Hoyerswerda’da
yaşanan olayların ayrı bir yeri vardır. Alman devleti Hoyerswerda’da, Nazilere karşı doğru bir tutum
almış olsaydı, daha sonra gerçekleştirilen bir dizi
katliamlar önlenmiş olabilirdi. Hoyerswerda olayları 1990’lı yılların başında Almanya’da yaşanan ırkçı
saldırıların başlangıcını oluşturur.
22-26 Ağustos 1992 de Rostock-Lichtenhagen’de
mülteci yurduna saldırı gerçekleştirildi. Vietnamlı
sözleşmeli işçilerin kaldığı bir binanın ve sığınmacı kayıt dairesinin önünde çok sayıda ırkçı katliam
amacıyla eylem yaparken, Molotof kokteyllerle binaları kundaklamaya ve içindekileri katletmeye çalıştılar. Yurt ateşe verildi. Polisin ve itfaiyenin müdahale
etmesi engellendi. Yurtta kalan Vietnamlı işçiler direndi. 24 Ağustos’ta mülteci yurdu boşaltılmasına
rağmen olaylar 26 Ağustos’a kadar devam etti.
23 Kasım 1992’de, Schleswig-Holstein Eyaleti’ndeki
Mölln kentinde iki ev kundaklandı. O akşam Ratzeburger ve Mühlenstrasse’deki iki evi kundaklayan
19 yaşındaki Lars C. ve 25 yaşındaki Michael P., üç
kişinin ölümüne ve dokuz kişinin ağır yaralanmasına neden oldular. Evlerin kundaklanma nedeni sakinlerinin göçmen kökenli olmasıydı. ’Heil Hitler!‘
naraları atarak iki evi kundaklayanlar “Skinheads”
[‘Dazlaklar’] gruplarına üye olan iki Nazi idi. Mölln
saldırısı sonrası 10 yaşındaki Yeliz Arslan, 14 yaşındaki Ayşe Yılmaz ve 51 yaşındaki Bahide Arslan yaşamlarını yitirdi. Yaralan dokuz kişiden biri de yedi
yaşındaki İbrahim Arslan’dı.
29 Mayıs 1993’te Solingen’de Mevlüde Genç ailesinin evi kundaklandı. Gülsüm İnce, Hatice Genç,
Hülya Genç, Saime Genç ve Gülüstan Öztürk yaşamlarını yitirdi. Evi kundaklayan dört Nazi gençten üçü,
Kuzey Ren-Wesfalya Anayasayı Koruma Örgütü’nün
muhbiri olan Bernd Schmitt’in işlettiği Hak-Pao Mücadele Sporları okulunda eğitim almışlardı. Kundaklama olayından altı ay sonra, kovuşturma görevlileri,
Bernd Schmitt’in bir akrabasına ait olan bir bodrumda sakladığı 50 bin sayfalık dokümanları ele geçirdi.
Bu dökümanlar arasında Molotof kokteyl yapımına
teşvik eden broşürler, kimi şehirlerde çoğunlukla göçmenlerin yaşadığı evlerin krokileri, ayrıntılı şekilde
hazırlanmış gözlem tutanakları ve Bernd Schmitt’in
kurduğu okula üye olan yaklaşık 450 kişinin isminin
yazılı olduğu şifrelenmiş listeler bulundu.
18 Ocak 1996’da Lübeck’te mülteci yurdu kundaklandı. Maiamba Bunga, Nsuzana Bunga, Françoise Makodila, Christine Makodila, Miya Makodila,
Christelle Makodila, Legrand Makodila, Jean-Daniel
“Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü” Harekete
Geçiyor
2000-2007 yılları arasında Almanya’da, sekizi Türkiyeli, biri Yunanlı göçmen olmak üzere toplam dokuz göçmen ve bir Alman polisi Naziler tarafından
öldürüldü. Yukarda Thüringen eyaletindeki Nazi
örgütlenmesine kısaca değindik. Thüringen’deki Nazilerin bir bölümü “Nasyonal Sosyalist Yeraltı
Örgütü”nü (NSU) kurdu. Bu örgüt 4 Kasım 2011’de
deşifre oldu. Naziler, Alman devletinin gözetimi altında yıllarca 10 cinayet, 3 bombalı saldırı ve 15 soygun yaptılar. Çünkü yaptıkları soygunlar gelir kaynaklarını oluşturuyordu. Şimdi biraz geriye dönelim
ve NSU’nun bilinen seri cinayetleri, bombalama ve
gerçekleşen kimi soygunlara örnekler verelim.
26 Ocak 1998’de, Jena Arıtma Tesisleri yakınlarındaki bir garajda Nazilerin bomba atölyesi tespit
edildi. Bomba atölyesinde aşırı sağcı propaganda materyalleri, bombalar ve 1,4 kg TNT bulundu. Garajda
tamamlanmış dört adet boru tipi bomba, bomba imal
etmek için başka malzemeler de vardı. Garajı Beate
Zschäpe’nin 1996’da kiraladığı tespit edildi. Görgü
tanıkları, Uwe Mundlos ve Uwe Böhnhardt’ın da garaja girip çıktığı yönünde ifadeler de bulundular. Garaj baskınından sonra Nazi üçlüsü ortadan kayboldu!
23 Haziran 1999’da Nürnberg şehrinde Türkiye kökenli bir Bar’a bombalı saldırı yapıldı. 9 Eylül 2000’de
Nürnberg’de Enver Şimşek öldürüldü.
Tarih 19 Aralık 2000’di. Almanya’nın Köln şehrinin Probsteigasse adlı sokağında İranlı göçmen bir
ailenin işlettiği bakkal dükkânında sıradan bir gündü. Genç bir adam dükkâna geldi, alışverişini yaptı
ve aldıklarını yanında getirdiği alışveriş sepetinin
içine koydu. Sepetin içinde ayrıca bir de yılbaşı için
hazırlanan bir hediye paketi vardı. Parasını evde
unuttuğunu söyledi! Sepetini bakkalın kasasına bı-
güncel
Makodila, Rabia El Omari ve Sylvio Amoussou yakılarak öldürüldüler. Birçok insan ağır yaralandı. Ardından bir mülteci evi sakini Safwan Eid fail olarak
suçlandı ve aylarca tutuklu kaldı. Haftalarca süren
davada fail olarak suçlanan Safwan Eid beraat etti.
Lübeck’te 10 kişiyi ölüme sürükleyen cinayet bugüne kadar aydınlatılamadı. Diğer aydınlatılamayan bir
olay da, 1980’de Münih’te Ekim Şenliği’nde Naziler
tarafından gerçekleştirilen saldırıdır. Bu saldırıda, 13
kişi ölmüş ve 68’i ağır 211 kişi yaralanmıştı. 1980’li
yıllarda başlayan ve giderek tırmanan ırkçı saldırıların sadece bir bölümüne yer verdik.
raktı, birazdan geri geleceğini söyleyerek oradan
ayrıldı. Bu genç adam bir daha bu dükkâna hiç gelmedi. Bakkal sahibi sepeti dükkânın arka odasına
koydu; müşterinin geri geleceğini düşündüğü için de
çocuklarını kutunun onlara ait olmadığı konusunda
uyardı. Dört hafta sonra 19 Ocak 2001’de, ailenin 19
yaşındaki genç kızı haftalardır orada duran hediye
kutusunun içinde ne olduğunu merak etti ve kutuyu
kurcaladı. İçinde tüpe benzer bir şey gördü ancak ne
olduğunu tam anlayamadan kutuyu tekrar kapattı
ve yerine koydu. Masanın etrafında bir şey aramak
için eğilmişti ki, saniyeler sonrasında büyük bir gürültüyle patlama gerçekleşti. Dükkânda yere yığıldı,
acılar içindeydi; gözleri korkunç bir şekilde yanıyordu ve hiçbir şeyi göremiyordu. Önce nefes alamadı,
bağıramadı, konuşamadı. Anne ve babasına seslenebilmesine değin bu böyle birkaç saniye sürdü. Önce
annesi geldi, fakat onu tek başına dışarı çıkaramadı;
ardından babası geldi ve ikisi onu dükkândan dışarı
çıkarıp yere yatırdılar. Ambulansa ve itfaiyeye haber
verdiler. Hediye şeklinde hazırlanmış kutunun içine yerleştirilen bomba patlamıştı. Genç kız patlama
sonucu ağır yaralandı, yüzünde ve vücudunda ağır
yanıklar oluştu. Bir buçuk ay komada kaldı, sonrasında çok sayıda ameliyat geçirdi. Hayatta kalması
tamamen ’şans eseriydi.‘ Bombadan bir metre kadar
uzaklaşacak ve yere eğilecek kadar zamanı olduğu
için ağır yaralı da olsa hayatta kalmayı başardı. Bu
olay NSU’nun ikinci bombalama eylemi idi.
9 Haziran 2004’te Köln Keupstraße’de, Naziler tarafından çivili bir bomba patlatıldı. Köln’de göçmen
işyerlerinin yoğun olduğu bir alış-veriş caddesi olan
Keupstraße’de bir bombadan mermi gibi fırlayan
yüzlerce kızgın çivi çevreye yayıldı. 23 kişi ağır yaralandı. Köln polisi bombanın patlamasından bir buçuk
saat sonra, patlamanın terör saldırısı olabileceğini
açıkladı. Kuzey Ren-Westfalen Eyaleti İçişleri Bakanlığı, polis tarafından ilk anda dile getirilen terör sal-
73
güncel
74
dırısı olasılığı açıklamasını yasakladı. Dönemin Almanya İçişleri Bakanı Otto Schily de bir gün sonra,
bir aşırı sağ terör saldırısının söz konusu olmadığını,
faillerin polisiye suçlular arasında aranması gerektiğini açıkladı! Yani failler Almanlar değildi, suçlular
göçmenler arasında aranmalıydı! Polis eş zamanlı
olarak, Keupstraße ve çevresinde, göçmen gençlerini
hedef alan bir şüpheli arama taraması başlattı. Kapılar kırılarak evler basıldı. Telefonlar dinlendi. Yaralılar ve yakınları saatlerce süren sorgulara maruz
bırakıldı. Hastanelerde yatan ağır yaralılardan bile
DNA örnekleri alındı. Keupstraße esnafı sıkı bir mali
kontrole tabi tutuldu. Çivili bombanın patlatılması,
NSU’nun patlattığı üçüncü bombalama eylemi idi.
13 Haziran 2001’de, Nürnberg’de Abdürrahim
Özüdoğru öldürüldü. Sırasıyla 29 Ağustos 2001’de
Habil Kılıç Münih’te, 25 Şubat 2004’te Mehmet
Turgut Rostock’ta, 9 Haziran 2005’te İsmail Yaşar
Nürnberg’te, 15 Haziran 2005’te Theodoros Boulgarides Münih’te, 4 Nisan 2006’da Mehmet Kubaşık Dortmund’da, 6 Nisan 2006’da Halit Yozgat
Kassel’de ve 25 Nisan 2007’de bayan polis memuru
Michele Kieseweter Heilbronn’da öldürüldü.
“Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü” göçmenlerden
nefret ediyordu. Onlardan bir kısmını öldürmekle,
geri kalanlarının ülkeyi terk etmeye yönelteceklerini
düşünüyorlardı. Cinayetleri işlemek için paraya da
ihtiyaçları vardı. Onun için banka, postane, dükkân/
mağaza soygunculuğu da yapıyorlardı. Devletin “Güvenilir Adamları”da Nazilere para aktarıyordu. 7 Eylül 2011’de, Thüringen eyaletinin Eisenach kentinde
iki adam, bir bankada maskeli soygun düzenledi. Bisikletle kaçan silahlı iki kişi aynı şehrin ücra bir köşesindeki karavanlarına sığınarak saklanmaya çalıştılar! Ancak polis takiplerini sürdürdü ve bazı tanık
ifadeleriyle soyguncuların izini bulmaya başladı.
4 Kasım 2011’de bir polis ekibi banka soyguncularına ait beyaz karavanı bir inşaat bölgesinde buldu. Bu
arada soyguncular ellerindeki polis telsizinden polisin kendilerini bulmak üzere olduğunu öğrendiler.
Görevliler araca yaklaşmakta iken, aracın içinden iki
el silah sesi duyuldu. Takviye polis ekibi beklendiği
sırada aniden araç alevler içinde kaldı. Yangının söndürülmesinden sonra karavanda silah ve mühimmat
bulundu.
Yangının üzerinden henüz üç saat geçmişti ki, Saksonya eyaletinin Zwickau şehrinde bir evde yangın
çıktı. Burası Uwe Mundlos ve Uwe Böhnhardt’ın
Beate Zschäpe adlı bir kadın ile birlikte kaldıkları
hücre evi idi. Beate Zschäpe, Uwe Mundlos ve Uwe
Böhnhardt’ın ‘yakalanmak üzere olduklarını, evi
imha etmesi’ gerektiği talimatlarına uyarak evi ateşe
verdi. Amacı evdeki bütün delilleri yok etmekti. Ancak ev tamamen yanmadı. Yakılan evde çok sayıda
mühimmat bulundu. Bunlardan biri Ceska 83 marka
susturuculu tabanca ve dört adet DVD idi. Tabancanın 2000-2006 yılları arasında 8 Türkiyeli ve bir Yunan kökenli kişinin öldürüldüğü silah olduğu hemen
anlaşıldı. DVD’lerde ise cinayetler, bombalı saldırılar
ve başka eylemler anlatılıyor, cinayetlere devam edileceği belirtiliyordu.
Federal Almanya İstihbarat Teşkilatı&Güvenilir
Adamlar ve Nazilerin Birlikte Çalıştığı Ortaya Çıkıyor
NSU terör örgütünün deşifre olmasından sonra
kimi gerçekler gün ışığına çıkmaya başladı. 7 Kasım 2011’de Eyalet Suç Dairesi, öldürülen ve yaralanan polis memurunun silahlarının yanan karavanda
bulunduğunu açıkladı. 8 Kasım’da, Beate Zschäpe,
Jena’da polise teslim oldu ve tutuklandı. Polisin evde
yaptığı aramalarda, ırkçı cinayetlerde kullanılan silah
ve Anayasayı Koruma Teşkilatı ile NSU hücresi arasındaki ilişkiyi deşifre eden dokümanlar ortaya çıktı.
Deliller arasında, faşist katillere Anayasayı Koruma
Teşkilatı tarafından verildiğinden şüphelenilen sahte
pasaportlar ve kimlikler de vardı. Ayrıca öldürülecek
kişilerin listesi, Nazi propaganda dokümanları bulundu. Anayasayı Koruma Teşkilatı, Nazi hücresiyle
uzun süredir irtibat halindeydi. Çeşitli suçlardan aranan bu faşistler rahatça ortalıkta dolaşabiliyordu. Alman polisi yıllarca, katilleri mağdurların çevresinde
ve içinde aradı. Mağdurlar, günlerce sorgulandı. Cinayetlerde aynı yöntemin ve aynı silahın kullanıldığı
açığa çıktı. Bütün Almanya’da düzenlenen seri cinayetler kamuoyunda “döner cinayetleri“ olarak anıldı!
NSU terör örgütünün ortaya çıkmasından sonra,
Alman Federal Meclisi, Bavyera, Thüringen, Hes-
şeklinde ifade verdi. Andreas Temme’nin evindeki
aramada ruhsatsız silah ve seri cinayetlere ilişkin bir
de kitap bulundu. Ancak kısa süreli gözaltının ardından cinayetle bağlantısı olmadığı saptanarak –evinde
bulunan ruhsatsız silaha rağmen– serbest bırakıldı.
Andreas Temme, bir başka şehirde ikamet etmesine
rağmen, evine uzak olduğu söylenen bu internet
cafeyi tercih etmesi önemli bir ayrıntıdır. Şüpheleri
daha da arttıran iddialardan biri, bu kişinin dokuz
cinayetin altısında o şehirlerde olduğuna dairdir.
İşin ilginci, AndreasTemme’nin ortaya çıkarılmasının ve bu nedenle görevine son verilmesinin ardından, katil üçlü bir daha ırkçı cinayet işlemedi.
Bazen bir yıl, bazen iki gün arayla işlenen cinayetler
Halit Yozgat cinayeti ile bıçak gibi kesildi.
Halit Yozgat, 6 Nisan 2006’da Holländische Strasse
adresinde bulunan İnternet Cafe’sinde öldürüldü. Babası İsmail Yozgat uzun süreden beri bir Türk kültür
derneğine üye idi. Cinayetin hemen ardından polis
ve medya, olayın ”Türk Mafyası”nın haraç toplamasıyla bağlantılı olduğu yönünde tahminler yürüttü.
İsmail Yozgat ise bu açıklamanın yanlış olduğundan
emindi. O, cinayetin ırkçı bir arka plânı olduğundan
hareket etti. Cinayet sonrasında düzenlenen protesto
yürüyüşünün amacı, kamuoyunu uyarmak, onuncu
cinayetin işlenmesini önlemek, kitlesel baskı uygulamak ve soruşturmanın hangi yöne doğru yürütülmesi gerektiğini sağlamaktı.
Kassel’deki kültür derneği 6 Mayıs 2006’da belediye sarayına bir sessiz protesto yürüyüşü düzenledi.
Yürüyüşe, Nürnberg kentinde öldürülen Enver Şimşek ve Dortmund’da öldürülen Mehmet Kubaşık’ın
yakınları da katıldı. Yürüyüş öncesinde afişler hazırlandı ve birçok dükkâna asıldı. Hazırlanan çeşitli
pankartlarda şu sloganlar taşındı: “Katilleri durdurun!”, ”Onuncu cinayet istemiyoruz!”, “Polis nerede?”
Yürüyüşe çoğunluğu göçmen kökenli olmak üzere
dört bin kişi katıldı.
Mehmet Kubaşık, 4 Nisan 2006’te Dortmund
Mallinckrodtstrasse’de bulunan büfesinde öldürüldü. Kubaşık ailesi, Kassel’deki yürüyüşe katıldıktan sonra benzer bir protesto eylemini
Dortmund’da da örgütlemeye karar verdi. 11 Haziran 2006’da yapılan yürüyüşe 200-300 kişi katıldı.
Mallinckrodtstrasse’de başlayan yürüyüş, merkez istasyonunda son buldu. Burada diğer konuşmacıların
yanında Mehmet Kubaşık’ın kızı Gamze Kubaşık ve
İsmail Yozgat birer konuşma yaptı. Görüldüğü gibi
NSU’nun deşifre edilmesinden beş yıl önce, katle-
güncel
sen, Kuzey Ren Vestfalya, Baden Württemberg ve
Saksonya eyalet meclislerinde soruşturma komisyonları kuruldu. Soruşturma komisyonları, olayları aydınlatmak ve yetkili mercilerin olaylara karışıp
karışmadığını, ya da nerelerde hata yaptıklarını ortaya çıkarmak için çalışmaya başladı. Ancak meclis
araştırma komisyonları çalışmaya başlamadan önce,
Thüringen’de“güvenilir adam“ (V-Mann) olarak çalışan muhbirlerle ilgili çok sayıda bilgi, belge ve dosya
Federal Anayasayı Koruma Örgütü’nde imha edildi.
Araştırma komisyonları ve araştırmacı gazetecilerin
çalışmaları sayesinde, ırkçı terörü destekleyen çevreler ve NSU çevresinde 25 muhbirin varlığı ortaya
çıkarıldı. Ortaya çıkan bütün veriler, gizli haber alma
servislerinin NSU terör örgütüne karşı mücadele etmediğini, cinayetlere göz yumduğunu ve hatta koruduğunu, yönlendirdiğini gösterdi.
Emniyet güçleri tarafından Thüringen’de ele geçirilen silah depoları, NSU teröristlerinin Jena’da çeşitli
noktalara yerleştirdiği bombalar, NSU’ya doğrudan
mal edilmiyor, bireysel suçlar olarak lanse ediliyordu. Ortaya çıkan veriler, Anayasayı Koruma Örgütü ile Nazilerin el ele çalıştıklarını gösteriyordu.
Thüringen’de, Nazi çevrelerinde muhbirler bulunuyordu. Anayasayı Koruma Örgütü muhbirlere, sadece para pompalamakla kalmıyor, cep telefonları, fax
cihazları, bilgisayarlar tedarik ediliyor ve yol masrafları karşılanıyordu. Tino Brandt’ın ifadesine bakıldığında, gizli servis tarafından kendisine verilen ücret,
doğrudan Nazilere akıtılıyordu. Meclis araştırma
komisyonu derinlere indiğinde, Anayasayı Koruma
Örgütü’nün bazı durumlarda Thüringenli Nazilerin
avukat ücretlerini ödediğini de açığa çıkardı.
Halit Yozgat internet cafede katledildiğinde, bu
cafede Hessen Anayasayı Koruma Teşkilatı‘nda çalışan Andreas Temme’de vardı. Andreas Temme,
Halit Yozgat cinayetinin ardından, cafedeki altı kişiden biri olarak aranmaya başlandı. Beş kişi ifade
vermeye gelerek bildiklerini anlatmasına rağmen
bir kişinin ifadeye gelmemesi üzerine, polis araştırmalarının ardından bu kişinin Hessen Anayasayı
Koruma Teşkilatı‘nda çalışan Andreas Temme olduğunu tespit etti. Şüpheli sıfatıyla evine baskın yapıldı ve böylece olaydan ancak on gün sonra ifadesi
alınabildi. Andreas Temme olayla ve ifadeye gelmeyişiyle ilgili olarak “Cafede cinayetin işlendiğini ve silah
sesi duymadım. Cafede internette müstehcen sayfalara
baktım sonra da çıktım. On gün boyunca haberleri de
dinlemediğim için cinayetle ilgili hiçbir şey duymadım”
75
güncel
76
dilenlerin yakınları seri cinayetlerin arkasında ırkçı motiflerin bulunduğunu açıklıyorlardı. Mehmet
Kubaşık’ın eşi, soruşturma polislerine üç defa Nazilerin parmağı olduğunu söylediğini belirtiyor. Tüm bu
gerçeklere rağmen Alman polisi, Nazileri hiç olasılığa/hesaba katmıyor, katilleri mağdurların içinde arıyor, hedef şaşırtıyor, delilleri yok ediyor ve günlerce
mağdurları sorgulamakla zaman kaybediyordu.
Alman Siyasetinin Timsah Gözyaşları
Alman Federal Meclis’inde ve altı eyalet meclisinde
(Hessen, Thüringen, Bavyera, Baden Württemberg,
Kuzey Ren Vestfalya ve Saksonya) Alman devletinin
NSU cinayetlerindeki ihmalini araştırmak üzere Soruşturma Komisyonları kuruldu. Federal Almanya
Devleti, Berlin’de NSU kurbanları ailelerinin katılımıyla 23 Şubat 2012’de gerçekleştirilen devlet töreninde özür diledi. Almanya Cumhurbaşkanı Gauck
ve Federal Şansölye Angela Merkel, Nazi terör hücresinin cinayetlerine kurban gidenlerin yakınlarını
konuk ederek, cinayetlerin aydınlatılacağına dair söz
verdiler! Ne yazık ki verilen bu sözler şimdiye kadar
yerine getirilmedi. NSU’nun arkasındaki örgüt ortaya çıkarılamadı. NSU terör örgütünün arkasındaki
yapının ortaya çıkmaması için tedbirler alındı.
NSU davasının önemli tanıklarından beş kişi ölü
bulundu. Bu şüpheli ölümler serisinin ilki, Ocak
2009’da meydana geldi. Arthur Christ, Heilbronn’un
kuzeyinde ormanlık bir park alanında bir arabanın
içinde yanmış bir şekilde bulundu. Olay yerinde benzin mazot karışımı maddenin ve Christ’in cesedinin
izleri vardı. Bunun bir cinayet mi yoksa intihar mı olduğu hâlâ açıklığa kavuşturulamadı.
Eski Nazi ve tanık Florian Heilig, 16 Eylül 2013
tarihinde ölü bulundu. Tesadüfe bakın ki, Florian
Heilig tam da polis memuru Michèle Kiesewetter’in
öldürülmesiyle alakalı olarak Eyalet Kriminal Dairesine açıklamalarda bulunacağı günde bu ölüm gerçekleşiyordu. Kriminal Daire ile olan randevusundan
tam sekiz saat önce sabah vakti kendisini arabasının
içinde yakmıştı ve resmî açıklamaya göre bunu aşk
acısından dolayı yapmıştı!
Bundan altı ay sonra bir şüpheli ölüm daha meydana geldi. “Corelli” olarak bilinen Anayasayı Koruma Dairesi muhbiri Thomas Richter, NSU Davası’nda
tanık olarak dinlenecekti ama ömrü buna yetmedi.
Polis verilerine göre 7 Nisan 2014 tarihinde Bielefeld
yakınlarındaki dairesinde ölü olarak bulundu.
Bir başka şüpheli ölüm 28 Mart 2015 tarihinde
gerçekleşti. 20 yaşındaki Melisa Marijanovic evinde
ölmek üzereyken bulundu. Florian Heilig ile ilişkisi
bulunan Melisa Marijanovic, nişanlısı Sascha Winter
tarafından, polisin verdiği bilgiye göre ani kasılma
nöbetleri içerisinde bulunmuştu! Doktorların müdahalesi yeterli olmamıştı. Otopsi raporuna göre ölüm
sebebi akciğer embolisiydi. Marijanovic ölümünden
iki hafta önce Baden Württemberg Eyalet Meclisi
NSU Araştırma Komisyonunda kapalı oturumda ifade vermişti. Bu oturumda neler anlatmış olduğu bugün hâlâ bilinmiyor. Yaptığı açıklamaların tutanağı
gizli tutuluyor.
Şüpheli ölümler zincirinin son halkası 8 Şubat 2016 tarihinde gerçekleşti. Bu sefer de Melisa
Marijanovic’in nişanlısı Sascha Winter evinde ölü
olarak bulundu. Emniyet Sözcüsü Tobias Wagner’e
göre SaschaWinter’in ölümüne herhangi bir dış etkenin sebep olduğuna dair bir emare yoktu. Otopsi
sonrasında Sascha Winter’in intihar etmiş olabileceği
kanısına varıldı.
6 Mayıs 2013‘te Münih Eyalet Yüksek
Mahkemesi‘nde NSU yargılaması başladı. “Nasyonal
Sosyalist Yeraltı Örgütü“ (NSU) davası çerçevesinde
beş zanlı Münih Eyalet Yüksek Mahkemesi’nde yargılanıyor. Şimdiye kadar üç yüzden fazla duruşma
yapıldı. 2017 yılının ilk aylarında büyük ihtimalle
NSU davası sonuçlandırılacak ve Beate Zschäpe ömür
boyu hapis cezasına çarptırılacaktır.
Beate Zschäpe: Thüringen Eyaleti’ne bağlı Jena
kentinde doğan Zschäpe, diğer iki terörist ile bir araya gelerek yine bu kentte terörist bir örgüt kurdu.
Örgüte 2001 yılında “Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü” adı verildi. Ralf Wohlleben: Aşırı sağcı parti
“Almanya Ulusal Demokratik Partisi”nin eski üyelerindendir. Ralf Wohlleben, aşırı sağcı çevrede aktif
olarak çalışan ve tanınan bir kişiliktir. Wohlleben,
NSU’lu teröristlere cinayetlerde kullanılan Çezka tipi
silahı temin etmekle suçlanıyor. Wohlleben 20 Kasım 2011’de tutuklandı. Carsten S.: Teröristlere bir
tabanca ve susturucu sağlanmasına yardımcı olduğunu itiraf etti. Carsten S.‘nin sağladığı Çek yapımı
tabancanın seri cinayetlerde kullanılan silah olduğu
kesinleşti. Teröristlere silah temin ettikten sonra aşırı
sağcı çevreden uzaklaşan Carsten S., 2001 yılından
bu yana Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti’nde yaşıyor.
Carsten S., 2012 yılı başında tutuklandı ve ayrıntılı
bir ifade verdiği için aynı yılın Mayıs ayında serbest
bırakıldı. André E.: NSU üyesi teröristler 1998 yılında yeraltına çekildikten sonra onlarla ilişkisini sür-
Almanya’da Irkçı Terör Devam Ediyor
NSU terör örgütünün seri cinayetlerine bağlı olarak Almanya’da başka ırkçı cinayetler de işlendi. 7
Ocak 2005’de, Almanya‘nın Dessau kentinde Oury
Jalloh gözaltına alındıktan sonra polis tarafından
hücrede yakılarak öldürüldü. Oury Jalloh Dessau
şehrinde duvarları fayanslı bir polis karakolu hücresinde eli ayağı bağlı bir şekilde yakıldı. Dessau polisi
22 yaşındaki Oury Jalloh’un yanmaz deri kılıfı olan
yatağını yaktığını iddia etti! Karakolda sorumlu iki
polis memurunun yargılaması sonucunda 8 Aralık
2008’de, Dessau-Roßlau mahkemesinde beraat kararı
verildi. 7 Ocak 2010’da Anayasa Mahkemesi, karakol
grup amiri hakkında verilen beraat kararını bozdu.
Diğer polis memuru hakkında verilen beraat kararı
onandı. Karakol grup amirinin yeniden yargılanması
sonucunda 13 Aralık 2012’de, 10 bin 800 avro para
cezası verildi. Kasım 2013’te, bağımsız bilirkişi raporu hazırlandı. Raporda, Oury Jalloh’un yanıklarının,
büyük oranda yangını hızlandıran madde kullanımı
neticesinde oluştuğu sonucuna varıldı. Nisan 2014’te,
Dessau-Roßlau savcılığı yeni bir soruşturma açtı. Antifaşistler, ırkçılık karşıtı inisiatifler Oury Jalloh’un
cinayetini aydınlatmak için mücadele etti, ediyor.
5 Nisan 2012’de, 22 yaşındaki Burak Bektaş
Berlin’in Neukölln semtinde sokak ortasında kimliği
belirlenemeyen bir kişi tarafından vurularak öldürüldü. Burak, beş arkadaşı ile kendi aralarında konuşuyor, gülüyor ve eğleniyorlardı. Birdenbire katil onlara
doğru yaklaştı, silahını doğrulttu, hedef aldı ve tetiğe
bastı. Kurşun Burak’ın akciğerini delip geçti. Burak,
orada yaşama veda etti. Burak’ın yanındaki iki arkadaşı ağır yaralandı. Burak´ın katili olay yerini sessiz
ve sakince terk etti. Burak’ın cinayetinin üzerinden
beş yıl geçti. Katil, bugüne kadar halen bulunamadı.
Saldırıdan sağ kurtulan iki arkadaş, katili erkek, 40
ila 60 yaşları arasında ve “beyaz” olarak tanımladılar.
Yaklaşık 1,80 cm boyunda olan ve kapüşonlu bir kazak giyen katil, yürüyerek olay yerinden uzaklaşmıştı. Katil, serbestçe dolaşıyor ve bir sonraki adımının
ne olacağı bilinmiyor. Irkçı motiflerle Burak’ın katledildiği büyük bir olasılıktır. Burak’ın katledilmesinden sonra, Berlinli ırkçılık karşıtları tarafından
Burak İnisiyatifi kuruldu. Burak İnisiyatifi, Burak’ın
anısını yaşatmak, kamuoyu oluşturmak ve katilin yakalanması için mücadele yürüttü, yürütüyor. Basın
açıklamaları, paneller ve Burak’ı anma yürüyüşleri
yapılıyor. Burak İnisiyatifinin/Girişiminin yaptığı çalışmalar sonucu, Burak’ın öldürülmesi basında
yazılmaya ve TV-lerde haber konusu olmaya başladı.
Burak’ın öldürüldüğü yerde bir anıtın yapılması için
Burak inisiyatifi bir kampanya yürütüyor.
20 Eylül 2015’de, Berlin Neuköln’de Ringbahn
caddesinde İngiliz asıllı 31 yaşındaki Luke Holland
öldürüldü. Bu cinayetin katil zanlısı olarak tutuklanan Rolf Z.’nin evinde Nazi propaganda malzemeleri
ele geçirildi. Rolf Z. 63 yaşında ve geçmişte Nazilerle
bağları olan bir kişidir. Bu katilin adı, Burak Bektaş
dosyasında da kuşkulu olarak geçiyordu. Soruşturma makamları, Rolf Z.’nin Burak Bektaş cinayeti ile
bağlantısının olabileceği gerçeğini görmezden geliyor. NSU’nun seri cinayetlerinde de görüldüğü gibi,
kurumların soruşturmaları güvenilmezdir. Alman
toplumunun çoğunluğu Nazilerin ırkçı saldırıları ve
cinayetle sonuçlanan ölümler karşısında sessizliğini
korumaktadır. Bu sessizliğin sonucu olarak, ırkçılar
her geçen gün saldırılarına yeni saldırılar eklemektedir. Temmuz 2016’da Rolf Z.’nin yargılaması sonuçlandı ve mahkeme, katile 11 yıl 7 ay hapis cezası verdi.
Nazi Terör Örgütleri/Legal Nazi Partileri Ve Sözde Mülteci Sorunu
Almanya’da egemen sınıflar, esas olarak İslamofobi,
İslam düşmanlığı, göçmenler ve mülteciler sorununu
tartışıyor. Bu konular bağlamında, egemenlerin kendi
aralarındaki kapışmalar gündemi belirliyor. Almanya İçin Alternatif (AFD) Partisi, İslam düşmanlığı ve
göçmen/mülteci karşıtlığı temelinde %15-20 arasında oy alabiliyor. “Batının İslamlaştırılmasına Karşı
Yurtseverler Hareketi” (PEGİDA) ve AFD ırkçılık
yaparak oy alıyor, kitleselleşiyor. AFD Almanya’da,
Sosyal Demokratlar, Hristiyan Demokratlar ve Sol
Parti’nin tabanından oy alıyor. Bu esasında toplumdaki genel eğilimin sağa/ırkçılığa doğru kaydığını
gösteriyor. Bu durum sadece Almanya’ya özgü değil,
güncel
düren en önemli kişidir. Andre E., 2012’nin haziran
ayında serbest bırakıldı. Andre E. de örgüte yardım
ve yataklık etme suçuyla yargılanıyor. Holger G.: Seri
cinayetleri işleyen üç NSU üyesi ve Ralf Wohlleben
gibi Jena kenti aşırı sağcı çevrenin bir üyesiydi. Cinayetleri işleyen üç teröristle birkaç kez buluşan Holger
G.‘nin, onlara para ve silah temin etmenin yanı sıra,
pasaport ve ehliyet de sağladığı iddialarını kabul etti,
ancak teröristlerin eylemlerinden haberdar olmadığını savunuyor. 2012’nin Ocak ayında tutuklanan
Holger G., Mayıs ayında delil yetersizliğinden serbest
bırakıldı.
77
güncel
78
bütün dünyada trend/eğilim sağa kayıştır.
Almanya’da ‘sol’ geçinen örgütlerden biri de Sol
Parti’dir. Sol Parti, emekçi insanların haklı kaygılarını dikkate almamız gerekir, diyor. Bu görüşü parti
içindeki en sol kesim savunuyor! Bu sol kesimin teorisine göre; Alman egemenleri göçmenleri, Alman
toplumunun en kötü durumunda olan insanların
olduğu yerlere yerleştiriyor! Ve o insanlardan yaptığı kesintileri göçmenlere veriyor! Sol Parti’ye göre;
bu gayet yanlış bir siyasettir! Ve buna karşı ırkçılığın
gelişmesi gayet anlaşılırdır! Bu anlamda o kötü durumda olan Almanların kaygılarını dikkate alan bir
siyaset izlemeliyiz! Sol kesimin açıkça söylediği, ırkçılık haklı temelde gelişiyor anlayışıdır. Sonuç olarak,
Sol Parti ile AFD ırkçılık konusunda yarışa girmiş
durumdadır. Diğer partiler ırkçıları kazanma adına
siyasetlerini daha da sağcılaştırıyor.
Almanya’da sistematik olarak mülteci yurtlarına
saldırılar yapılıyor. Federal Emniyet Teşkilatı‘nın verilerine göre; 2016’da 17 Ekim 2016’ya kadar mülteci
yurtlarına yönelik 797 saldırı yapılmıştır. Bu saldırıların 740‘nı ırkçı saldırılar oluşturdu. 320 saldırıda
maddi hasar meydana geldi. 180 olayda aşırı sağcı ve
ırkçı propaganda içeren broşür ve ilanlar dağıtıldı,
137 saldırı şiddet içerikliydi. 61 saldırı kundaklamadır. On ayrı olayda patlayıcı madde kullanıldı. Resmi
verilere göre, bu yıl geçen yıllara oranla mülteci yurtlarına yönelik saldırılarda büyük artış yaşandı. Bu
rakamlar resmi verilerdir. Eğer bir ülkede egemen
sınıflar, mülteci/göçmen sorununu sürekli tartışıyorsa ve gelişmeleri bu konular belirliyorsa, mesajı alan
ırkçılar da harekete geçiyor.
Buraya kadar Almanya’da gelişen ırkçı saldırılar,
NSU’nun ortaya çıkışı ve işlediği cinayetler hakkında
bilgi verdik.
Antifaşistler Irkçılığa Karşı Seslerini Her Alanda
Yükseltiyor
Almanya’da iyi işler de yapılıyor. Almanya’da, antifaşistler, devrimciler ve komünistler ırkçılığa, Nazilere karşı mücadele yürütüyor. Nazi mağdurlarına
sahip çıkıyor. Kurbanların anılarının yaşatılması
için uğraş veriliyor. Almanya’nın hemen hemen her
şehrinde ırkçılığa karşı mücadele eden kurumlar,
dernekler ve inisiyatifler var. NSU terör örgütünün
deşifre olmasından itibaren, gerçek anlamda örgütün
açığa çıkarılması için araştırmacı gazeteciler araştırmalarını yayınladı. NSU üzerine birçok kitap yayınlandı. NSU cinayetlerinin aydınlatılması için birçok
etkinlik yapıldı, yapılıyor. Yürüyüşler, konferanslar
ve paneller düzenleniyor. NSU kurbanları ile yapılan
mülakatlar yayınlanıyor.
Nazi NSU terör örgütü, tiyatro oyunlarına konu
oldu. Haziran 2014’te, Frankfurt ve Köln ‚deki şehir
tiyatrolarında, NSU cinayetlerinin irdelendiği iki
farklı oyun sahnelendi. Birinde ırkçı terör saldırılarının kurbanlarda yol açtığı travmalar, diğerinde üç
katilin kafasının içindekiler üzerine oyun sahnelendi. Üç insan nasıl üç katile dönüşür? ”Beyaz Kurt”
adlı oyunla Frankfurt‘ta tam da bu sorunun cevabı
açıklanmaya çalışıldı. Köln‘de ise ‚Boşluk‘ adlı oyun
sahnelendi. Boşluk adlı oyun, somut bir vakayı işliyor. Üç katilin en fazla ses getiren çivili bomba saldırısını sahneye taşıyor.
Kasım 2016’da Berlin’de Heimathafen Neuköln
tiyatrosunun insan hakları sahnesinde, NSU monologları sergilendi. Geride kalanlar gerçeklerin açığa
çıkması için savaşıyor. NSU’nun deşifre oluşunun
beşinci yıldönümünde, NSU monologları, NSU kurbanları olan üç ailenin savaşını anlatıyor. Elif Kubaşık, Adile Şimşek ve İsmail Yozgat. Onlar, Angela
Merkel’in verdiği sözü yerine getirmesini bekliyorlar.
İsmail Yozgat, oğlunun vurulduğu caddenin isminin
Halit Yozgat olması için savaşıyor. Elif Kubaşık ve
Adile Şimşek, sevdikleri eşlerinin hatıralarını anlatıyor. NSU monologları, belgesel ve kelimesi kelimesine uygun bir tiyatrodur, bazen tedbirli, bazen talepli,
bazen kızgın, samimi şekilde anlatılan, aile üyelerinin doğrular için savaşına yer verilmektedir.
NSU Terör Örgütü‘nün ilk kurbanı olan Enver
Şimşek‘in kızı Semiya Şimşek ‘Acılı Vatan’ isimli bir
kitap yazdı. Kitabı yazarken kendisine gazeteci Peter Schwarz yardımcı oldu. Semiya Şimşek kitabında, babasının hayatını, babası ile olan ilişkilerini ve
babasının katledilmesinden sonraki kısmını, annesiyle yaşadıklarını anlatıyor. Yatılı okulda okurken
bir gece vakti babasının ölüm haberini alan Semiya
Şimşek kitabında, aile ilişkilerinden babasının katledilmesine, polislerin kendilerine karşı olan suçlayıcı
tutumundan, çevrenin kendilerini dışlamasına kadar
pek çok ayrıntıyı kendi özgün anlatımıyla okuyucuya
sunuyor. Kitap Mart 2013’te yayınlandı. Alman tiyatro yönetmeni Christian Scholze, Semiya Şimşek‘in
hikâyesini tiyatroya uyarladı.
NSU cinayetlerini anlatan birçok belgesel ve sinema
filmleri çekildi, çekiliyor. Andreas Maus’un yönetmenliğini yaptığı “Keup Caddesi’ndeki Kuaför” filmi,
çivili bombanın patlamasının ardından kuaför sa-
direnişi örgütlemek görevdir. Irkçılığın gelişmesine karşı olan herkesle birlikte bir direniş cephesi
örgütlenmelidir. Direniş cephesinin örgütlenmesi,
Almanya’da, antifaşistlerin, anti ırkçıların esas görevidir. İslam Almanya’nın bir parçasıdır/göçmenlere sınırlar açılmalıdır/faşizme karşı birlikte hareket edilmelidir diyen herkes, hangi partiden olursa
olsun, bunu diyen partilerde bu direniş cephesinin
içinde olmalıdır. Antifaşistlerin görevi, ırkçılığa karşı
olanları yan yana getirmek ve tutarsız, yarı gönüllü
olanları teşhir etmektir.
17-21 Mayıs 2017 tarihlerinde, Köln’de alternatif bir
mahkeme yapılacaktır “Tribunal “NSU-Komplex auflösen.” Almanya çapında değişik antifaşist birlikler,
ırkçılık karşıtı girişimler,göçmen örgütleri ve birçok
siyasi grup alternatif mahkemeyi organize etmektedir. Alternatif mahkeme NSU karmaşasının çözümünü hedeflemektedir. Mahkemenin esas görevi;
NSU kurbanlarını savunmak, teröristleri yargılamak
ve yaygınlaşan ırkçılığı kınamaktır. Uluslararası gözlemciler, Sivil Toplum Örgütleri ve dernekler, tecrübelerini anlatmaları için mahkemeye davet edilmiştir.
Mahkeme günlerinde sanatsal forumlar düzenlenecektir. Ayrıca film gösterimleri ve tiyatro oyunları
sahnelenecektir. Kurbanların ve yakınlarının acıları
paylaşılacak, onların direnme iradeleri ele alınacaktır. Alman devleti/Nazi ilişkileri, bağlantıları ve birlikte çalıştıkları ortaya konulacaktır. Köln’de yapılacak alternatif mahkeme aynı zamanda NSU’nun
karmaşasını çözecek ve sanık sandalyesine kimlerin oturması gerektiğini karara bağlayacaktır.
17-21 Mayıs 2017’de, Almanya’nın Köln şehrinde
yapılacak alternatif mahkemenin sonuçlarına dergimizde yer vereceğiz. T.C. devletinin kuruluşundan
itibaren ülkelerimizde, muhalifler, Türk olmayan
uluslar ve Müslüman olmayan azınlıklar faşist devletin terörüne maruz kaldı, kalıyor. 94 yıllık T.C. tarihi,
halkların katledildiği, acıların yaşandığı bir tarihtir.
Ülkelerimizde katledilen birçok insanın katilleri aile
çevresinde arandı. Birçok olay aydınlatılamadı. Birçok olayda katillere göstermelik hafif cezalar verildi.
Yapılan katliamların hesabı sorulmadı, devlet birçok
olayın üzerini örttü. Faşist devlet terörüne maruz
kalan bir ülkenin devrimcileri olarak, Almanya’daki
NSU kurbanlarının acılarını, direnme iradelerini anlayabiliyoruz. Almanya’da yükselen iç faşistleşmeye
ve ırkçılığa karşı mücadele eden antifaşistlere, devrimcilere ve komünistlere dayanışmamızı iletiyoruz.
22.12.2016
güncel
hipleri Yıldırım kardeşler ve diğer esnafların yaşadıklarını çarpıcı bir belgesel hâlinde beyazperdeye taşıyor. Film 27 Ocak 2016’da gösterime girdi. 22 kişinin
yaralandığı bombalı saldırının ardından hafızalarımıza kazılan Keup Caddesi’nde bu kez görünenin
arkasındaki gerçek yaşanmışlıklara tanıklık etmek
için kameralar dolaşıyor. Filmde, çivili bombanın
patlamasından sonra Keup Caddesi’nde bulunanların
suçlu gösterilmesine değiniliyor. Keup Caddesi’nde
çivili bombanın patlamasından sonra, soruşturma
makamları suçluları yedi yıl boyunca mağdurların
arasında aramasını film gözler önüne seriyor. Mağdurlar, patlamanın arkasında ırkçı motifler olabilir
dediği hâlde polis bildiğini yapmaya devam ediyor.
Belgeselde başrolü oynayan kurbanlar, yaşadıklarını
bu kez çekinmeden, korkmadan anlatıyorlar. Olayın
hemen sonrasından başlayarak uzun bir süre Özcan
ve Hasan Yıldırım korku ve endişe nedeniyle konuşmamayı ya da çok az konuşmayı tercih etmişlerdi.
Belgesel bir yanıyla içlerini dökmeye yaradığını gösteriyor.
Şubat 2015’de, Nürnberg şehrinde NSU kurbanlarının anısına gezici bir sergi hazırlandı. Gezici sergiyi Nürnberg’te yaşayan Birgit Mair hazırladı. Sergide, NSU eylemleri kronolojik bir sıra ile anlatılıyor.
Ayrıca NSU kurbanlarının yaşam öykülerine de yer
veriliyor. Sergiyi kendi illerinde göstermek isteyenler,
sergiyi kiralayabiliyor.
Mart 2013’te, NSU-Watch (NSU davasını izleme)
inisiyatifi kuruldu. NSU-Watch, Almanya’da yirmi
yıldan fazla bir süredir, faşizm ve ırkçılık karşıtı çalışmalar yapan aktivist, uzman ve grupların bir araya gelmesiyle kurulmuş olan bir inisiyatiftir. NSUWatch’un kurulma amacı, 6 Mayıs 2013 tarihinde
Münih Eyalet Yüksek Mahkemesi’nde başlayan ve
”NSU davası“ olarak adlandırılan davayı takip edip,
duruşma tutanaklarını detaylı ve objektif olarak
blogda yayınlamaktır. NSU-Watch, NSU davası başladığından beri duruşma salonunda yerini almakta
ve duruşmaları başından sonuna kadar kaleme alarak, bu tutanakları hem Almanca hem de Türkçe dillerinde yayınlamaktadır. NSU davasını takip etmek
isteyenler NSU-Watch’un internet sitesinde, duruşma
tutanaklarını ve dava hakkındaki gelişmeleri öğrenebilirler.
Almanya’da ırkçılığa, iç faşistleşmeye karşı antifaşistler mücadele etmektedir. Karanlıkların
aydınlatılması için mücadeleden başka bir yol da
yoktur. Nazilerle devletin kol kola olmasına karşı
79
güncel
“STALİN’İN EKİM DEVRİMİ’NİN AKIBETİNDEKİ
ROLÜ” PANELİ
Sovyetler Birliğini soysal emperyalist olarak değerlendirenler açısından revizyonizm
20. Parti Kongresinde egemen hale gelmiştir. 20.Parti Kongresinde Kruşçev ve
şürekasının formüle ettiği çizgi revizyonizmdir. Ama asıl problem Bolşevik Parti
içerisinde bu revizyonizmin nasıl gelişip de egemen hale geldi? Bunu siyasi
olarak ortaya koymak elbette ki yetmez! Sovyetler Birliği Bolşevik Partisi içinde
revizyonizmin gelişmesinin maddi temelleri vardır ve bu maddi temellerin ortaya
konulması zorunludur.
80
12 Kasım Cumartesi Kadıköy’de KöZ gazetesi tarafından organize edilen “Stalin’in Ekim Devrimi’nin
Akıbetindeki Rolü” paneli yapıldı.
Panelin konuşmacıları KöZ gazetesinden Çetin
Eren, Alınteri gazetesinden Mürüvvet Küçük, YDİ
Çağrı gazetesinden Çetin Desde idi.
Panelde; Ekim devrimi, proletarya diktatörlüğü,
Sovyetler Birliği’nde sosyalist inşa, Stalin, geri dönüşün nedenleri, Komünist Enternasyonalin dağıtılması, İkinci Dünya Savaşı vb. konularında canlı, verimli
tartışmalar yürütüldü. Panele 100 kişi katıldı.
Panelin birinci bölümünde YDİ Çağrı adına yapılan konuşmadan parçalar yayınlıyoruz:
“Dünyada ilk defa işçiler, emekçiler, köylüler Bolşevik Parti önderliğinde silahlı ayaklanma yolu ile devlet iktidarını ele geçirdiler. Devlet iktidarını ele geçirdikleri zaman Bolşevik Partisi’nin önünde 72 gün
süren Paris Komünü’nün dışında başka bir deneyim
yoktu. 72 gün süren, alınan bir dizi kararları da pratikte uygulama şansı olmayan Paris Komünün’den
çıkardıkları dersler dışında Bolşevik Partisi’nin
önünde öğrenebilecekleri bir deneyim yoktu. Bu nedenle Sovyetler Birliğinde sosyalizmi inşa ederken bir
dizi şeyi deneme/yanılma yoluyla öğrendiler. Lenin,
kendilerinden önce Komün dışında deneyim olmadığı için dünyanın ilk proletarya diktatörlüğü devletinde de hataların kaçınılmaz olduğunu söylüyor.
Ekim devriminin 4. yıl dönümünde bir muhasebe yapıyor ve o dört yıl içerisinde neler yaptıklarını
anlatıyor, muhasebe yaparken hatalara da değiniyor
ve şunları söylüyor: “Biz başlangıcı yaptık, ne kadar
zamanda, ne zaman, hangi ulusun proleterleri bu
eseri sonuna vardırırlar, bunun önemi yok! Önemli olan buzun, kırılmış yolun açılmış ve gösterilmiş
olmasıdır.” Lenin’in bu söylediklerini Ekim Devrimi değerlendirilmesi içerisinde ya da Sovyetler Birliğindeki sosyalist inşa sürecini değerlendirirken bir
an bile akıldan çıkarmamak gerekir. Bu deneyimleri
yaşayan, Sovyetler Birliği’ndeki inşa sürecini yaşayan
ve diğer ülkelerdeki deneyimleri de yaşayan insanlar olarak bizim önümüzde, yani sosyalizmi kurma
noktasında iddialı olanların önünde bir dizi deneyim
var. Bu deneyimlerdeki eksiklerden, hatalardan öğ-
1-siyasi ayak, 2-ekonomik ayak.
Siyasi ayakla ilgili olarak geriye dönüşün siyasi temelleriyle ilgili olarak bu güne kadar çok şeyler söylendi. Biz de çok şeyler söyledik. 20 Parti Kongresi’nin
değerlendirilmesi, Stalin’in sosyalist inşa sürecindeki
rolü, bu dönemde yapılan hatalar, eksiklikler, 195760 Moskova Deklarasyonları, 1963 polemikleri, Çin
Komünist Partisi, (ÇKP) Arnavutluk Emek Partisi,
(AEP) Sovyetler Birliği Komünist Partisi(SBKP) arasındaki ideolojik tartışmalar! Bu konularda çok şeyler
söylendi, yazıldı, çizildi.
Sovyetler Birliğini soysal emperyalist olarak değerlendirenler açısından revizyonizm 20. Parti Kongresinde egemen hale gelmiştir. 20.Parti Kongresinde
Kruşçev ve şürekasının formüle ettiği çizgi revizyonizmdir. Ama asıl problem Bolşevik Parti içerisinde
bu revizyonizmin nasıl gelişip de egemen hale geldi?
Bunu siyasi olarak ortaya koymak elbette ki yetmez!
Sovyetler Birliği Bolşevik Partisi içinde revizyonizmin gelişmesinin maddi temelleri vardır ve bu maddi
temellerin ortaya konulması zorunludur.
Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist inşa sürecinde hangi ekonomik siyaseti izlediler, hangi tedbirleri aldılar,
bütün bunları yaparken hata, eksiklik ve yanılgıları
nelerdi? İşte tüm bu olguların değerlendirilmesi gerekiyor.
Bu ekonomik temele baktığımız zaman Sovyetler
Birliği’nde gördüğümüz bazı sorunlar şöyle:
Ücret: İşe göre ücret meselesi kapitalizmde olduğu
gibi sosyalizmde de var. Aslında kapitalizmde olsun,
sosyalizmin belirli aşamalarında olsun bir kalifiye
işçinin alacağı ücret ile kol gücüyle çalışan sıradan
bir işçinin alacağı ücret bir ve aynı olamaz. Ağır işler ile kolay işlerde çalışan insanların alacağı ücret
bir ve aynı olamaz. Çünkü Marx ve Engels’in dediği
gibi sosyalizm, kapitalizmden çıkıp geldiği için siyasi, ekonomik, politik, hukuki olarak kapitalizmin
özelliklerini taşımaktadır. Böyle olduğu için de bir
dönem ücret farklılıklarının olması gayet doğaldır.
Ama sosyalist inşaya önderlik eden partinin şu siyaseti izlemesi gerekir: Ücret farklılıklarının giderek
kapanması noktasında bilinçli bir siyaset izlemek.
Sovyetler Birliği’nde ücret makası denilen bir makas
var. Makas daralma yerine ne yazık ki açılıyor.
Yeni, asalak bir sınıf: bürokrat ve teknokratlar sınıfı: Yönetici kesimin, yani parti yöneticilerinin, devlet
yöneticilerinin, Sovyet yöneticilerinin, bürokrasideki
yöneticilerin, kolhozlardaki, solhozlardaki yöneticilerin ellerinde bulundurdukları imtiyazlarla ilgili.
güncel
renerek daha iyisini yapma şansımız var. Bu açıdan
1917’deki Bolşevik Parti ile bugünkü komünistleri
karşılaştırdığımız zaman, bu günkü komünistlerin
daha avantajlı olduğunu söyleyebiliriz. Sovyetler Birliğinde, ilk proletarya diktatörlüğü devletinde sosyalist inşa süreci gerçekte 39 yıl sürmüştür. 1956 20.
Parti Kongresi’nde, revizyonizmin kesin olarak Sovyetler Birliğinde iktidarı ele geçirdiği tarihtir.
20. Parti Kongresi’ni baz aldığımızda 1917-1956 arasında 39 yıl var. Bu 39 yılın 4 yılı, Ekim Devriminden
sonra emperyalistlerin proletaryanın sosyalist devletini boğmak için saldırdıkları ve Rusya’daki eski
rejimin kalıntılarıyla birlikte Sovyet rejimine karşı
savaştıkları iç savaş dönemidir. 1939’dan bu dönemi çıkardığımız zaman, ayrıca 1938-1945 dönemini
yani 7 yıllık bir zaman dilimini de düştüğümüzde -ki
bu dönem 2.Dünya Savaşının hazırlık dönemini de
kapsayan savaş dönemidir- geriye 28 yıl kalmaktadır.
Bu 28 yıl da iç savaşın tahribatını giderme, ekonomiyi rayına sokma, 2.Dünya Savaşından sonra ekonomide yaşanan tahribatları düzeltme dönemini de
çıkardığımız zaman geriye topu topu barış içerisinde
diyebileceğimiz koşullarda 20 yıllık bir sosyalist inşa
deneyimi vardır. Bu 20 yıl içerisinde de Sovyetler Birliğinde yapılan muazzam işler vardır. Bolşevik Parti
iktidarı ele geçirdiği zaman Çarlık Rusya’sı bir köylü
ülkesiydi, tarım ülkesiydi, nüfusun çoğu köylüydü,
yarı feodal üretim ilişkileri hakimdi. Çarlık Rusya’sı
İngiltere ve Fransa’ya bağlı ilişkileri olan, bu ülkelerin
yarı sömürgesi konumundaydı. 1930’lu yılların ortalarına gelindiğinde Sovyetler Birliği üretimde en ileri
tekniği kullanan bir sanayi ülkesi durumuna geldi.
1930’lu yıllarda işçilerin, emekçilerin kendi iktidarlarında yaşadıkları muazzam kazanımlar dünyanın
hiç bir ülkesinde yaşanmamıştı. Bu gün hala kapitalizmin ileri derecede geliştiği emperyalist ülkelerdeki
işçilerin, emekçilerin durumlarıyla karşılaştırdığımız zaman, hala bu durum 30’lu yıllardaki işçilerin,
emekçilerin sosyalist inşa ile kazandıkları deneyimlerin, kazanımların gerisindedir.
Bu nedenle Sovyetler Birliği inşa süreci içerisinde
yaşanılan hatalar, eksiklikler, geriye dönüş olması,
ülke içerisinde revizyonizmin egemen hale gelmesi,
ülkenin sosyal emperyalist bir güce dönüşmesi, bütün
bunlar Sovyetler Birliğinde, evet bir dönem gerçekten
sosyalist inşa yaşandığı, ülkenin gerçekten sosyalist
olduğu ve işçiler emekçiler açısından muazzam kazanımların olduğu gerçeğini ortadan kaldıramaz.
Sovyetler Birliğinde geriye dönüşün iki ayağı var.
81
güncel
82
Bu imtiyazlara şu örneği verebiliriz: SB’de müdür
fonu denilen bir fon var. Eğer bir işletme 5 yıllık plan
ile önüne konulan hedefi başarır, gerçekleştirirse kullanılması işletmenin müdürünün yetkisinde olan bir
fon ayrılıyor. Bu fonun nasıl kullanılacağını belirleyen kişi müdürün kendisi oluyor. Bu kolhozlarda da,
sovhozlarda da, diğer ekonomik işletmelerde de böyle!
Yine Stalin’in de yer yer karşı çıktığı, eleştirdiği bir
takım ayrıcalıklar var. Söz gelimi bakanların, devlet
yöneticilerinin özel dinlenme yerleri var, hizmetçileri
var, çocuklarının gittiği özel okullar var. Bu uygulamaya Stalin karşı çıkıyor, eleştiriyor, ama ne yazık ki
Stalin’in yaşadığı dönemde bunlar var!
Stalin döneminin SB’de ortaya çıkan bu sınıf, bizim
kapitalizmden bildiğimiz, tanıdığımız özel sermayenin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetine sahip
klasik anlamdaki bir burjuva sınıfı değil! Sosyalist
inşa süreci içerisinde yöneticilerden oluşan, farklılaşan, ellerinde bulundurdukları yetki ve ayrıcalıkları
kendi kişisel çıkarları için kullanan yepyeni bir sınıf,
bürokrat ve teknokrat olarak adlandırılan, sosyalist
Sovyetler Birliğinde ortaya çıkan ve palazlanan yepyeni asalak bir sınıf!
SB’deki revizyonizmin gelişmesinin maddi temeli
de budur. 20.Parti Kongresi’nde formüle edilen çizgi, evet bu bürokrat kesimin çizgisidir. Şimdi bu sınıf
nasıl ortaya çıktı?
SB’de geriye dönüşün maddi temelleri tartışılırken,
sadece dışarıdan emperyalist bir saldırıyla kapitalizmin restorasyonunun gerçekleşebileceği gündeme
getiriliyor. Böyle bir yargıya varılmasındaki neden
de 1934 yılına gelindiğinde Sovyetler Birliğinde artık sömürücü sınıfların varlığından söz edilemeyeceği, onların tasfiye edildikleri gerçeği var. Lenin’in de
tanımladığı gibi sınıf ekonomik bir kategoridir. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet kaldırıldığında
haliyle sömürücü sınıfların varlığına da son verilmiş
olunur, ama sömürücü sınıfların maddi varlıklarına
son vermek , sömürücü sınıfları tasfiye etmek, onların düşüncelerini de tasfiye etmek anlamına gelmiyor. Ekonomik olarak tasfiye edilen sınıfların düşünceleri çok uzun süre daha varlığını sürdürecektir.
Uzun süre varlığını sürdürecek olan bu düşüncelere
karşı sürekli ideolojik mücadele verilmesi gerekiyor.
1930’lu yılların ortalarında 17. Parti Kongresinde,
1936’daki Anayasa tartışmalarında hem Bolşevik
Parti’nin takındığı tavır, hem kongrede yapılan tartışmalar, hem de Stalin’in takındığı tavırlarda şu açık
ve nettir: Geriye dönüş tehlikesi bir tek dışarıdan gelecek emperyalist müdahalelere indirgenmekte, böyle analiz edilmektedir.
İçerden boy gösterebilecek yeni tipte bir asalak sınıfın (bürokrat ve teknokratlar sınıfı) ortaya çıkabileceği görülmüyor, görülmediği için de tartışılmıyor.
SB’de yeni bir sınıfın, ekonomik alandaki kendi
imtiyazlarını ellerinde bulundurması, o diyalektik
öğretinin gerçekliğini bir kez daha SB’de halktan
kopmuş yöneticiler, bürokratlar üzerinde göstermektedir: Kişinin düşüncesini belirleyen yaşam tarzıdır.
SB’de bu ayrıcalıkları elde etmiş yöneticiler sınıfı da
farklılaşmıştır. Tüm revizyonist gelişme sürecinde
Stalin hangi yerde duruyor? Hiç mi hatası yok? Stalin ter temiz miydi? Aslında bu noktada yanıtı yine
Stalin’den verelim: Ancak ölüler hata yapmaz! Lenin
olsun, Stalin olsun elbette ki hatalar yapmıştır. Lenin
yaşadığı süreçte olsun, sosyalist inşa sürecinde olsun
hatalar yapmıştır. Ama bu hatalar Lenin ve Stalin’i
komünist olmaktan çıkaran, dünya proletaryasının
öğretmenleri oldukları gerçeğini ortadan kaldıran
hatalar olarak değerlendirilemez. SB’deki inşa sürecinin ve Bolşevik Parti’nin başında bulunan Stalin’in
yaptığı hatalar aynı zamanda Bolşevik Partinin de
hatalarıdır. Buna bir örnek verelim: SB’de sosyalizmden komünizme geçiş üzerine yapılan tartışmalarda
Stalin de tavır takınır. Tedricen de olsa tek bir ülkede
komünizme geçmeyi tartışmak doğru değildir. Devlet meselesinde sömürücü sınıfların kalkmasıyla sadece işçi sınıfı, köylülük ve aydınlardan oluşan dost
sınıflar kalmıştır. Devlet, süreç içerisinde baskı altına
alınacak bir sınıf kalmadığı için içerideki fonksiyonunu yitirecektir. Ama emperyalist kuşatma devam
ettiği için devlet dışa karşı fonksiyonunu koruyacaktır. Stalin’in tavrı bu! Biz bu tavrın doğru olmadığını
düşünüyoruz.
Emperyalist kuşatma yerini sosyalist kuşatmaya
bırakacak, ileri kapitalist-emperyalist ülkelerin çoğunda devrimler olup sosyalizm gerçekleşerek komünizme doğru gidilecek. Ancak böylesi şartlarda
komünizme geçişten söz edilebilir.
Emperyalist kuşatma altında olan tek bir ülkede
sosyalizmin kurulmuş olması gerçeğinden yola çıkarak bunun tartışılması, gündeme gelmesi, evet başarı
sarhoşluğunun sonucu olan bir şeydir ve teorik olarak
yanlıştır. Ama teorik yanlışlık deminde ifade edildiği
gibi Stalin’in komünist olmasını ortadan kaldıran bir
yanlışlık değildir.”
Kasım 2016
SOSYAL MEDYADAN….
Download