Uploaded by ziggurat.09

2. Abdülhamit tüm notları

advertisement
II. Abdülhamid Dönemi Türk Edebiyatı
Ünite 1
Edebiyat- Cedide
II. Abdülhamit döneminin edebi hareketleri Edebiyat-ı Cedide ve bu cemiyetin dışında kalan çalışmalar şeklinde
iki başlık altında incelenebilir.
Edebiyat-ı Cedide topluluğu (1896-1901) içerisinde yer alanlar kendilerini bu adla tanıtmışlardır. Bazı
araştırmacılar bu topluluğu etrafında birleştikleri derginin adına izafen Servet-i Fünun Edebiyatı adıyla
anmışlardır.
Siyasi Ortam
II. Abdülhamit, 31 Ağustos 1876’da tahta çıktı. 23 Aralık’ta Kanun-i Esasi’yi yürürlüğe koydu. Seçimler yapıldı
ve 19 Mart 1877’de Meclis-i Mebusan’ı açtı. Aynı dönemde batılı ülkeler Osmanlı’yı paylaşma planlarını
görüşmek üzere Şark Meselesi başlığı altında incelenebilecek bir dizi çalışma yaptılar. Osmanlı’dan ağır talepler
içeren bir protokol saraya gönderdiler. Devlet bu talepleri reddetti. Bunun üzerine 24 Nisan 1877’de Ruslar
Osmanlı Devleti’ne savaş açtı. Yenilen Osmanlı ordusu Balkanlardan ülkeye sürülen göçmenler, içeride rahat
durmayan azınlıklar bir de meclisteki kargaşalarla uğraşmak durumunda kalınca 3 Mart 1878’de meclisi kapatma
kararı aldı. Batının baskıları devam eder. İngilizler Kıbrıs’ı savaşmaksızın ele geçirir (4 Haziran 1878). 13
Temmuz tarihli Berlin antlaşmasıyla ülke çok fazla toprak kaybeder. Bosna-Hersek Avusturya’ya, Tunus
Fransa’ya, Mısır’da İngiltere’ye kalır. Bulgarlar da gaza gelip Doğu Rumeli’yi işgal ederler (1885). Bütün bunlar
olurken II. Abdülhamit ülkeyi parçalanmaktan kurtarmak için çok sıkı tedbirler alır (sansür ve zaptiyeler bu
dönemin ürünüdür). Sultan sertleştikçe karşısındaki muhalefet de güçlenmiştir. Sultan Abdülaziz döneminde
filizlenen Yeni Osmanlılar, II. Abdülhamit döneminde Jön Türkler adıyla muhalefeti artırır. Meşruti idare ve
Kanun-i Esasi için ısrar ederler. Baskılar sonuç verir 1908’de anayasa yeniden yürürlüğe girer. Bulgarların
bağımsızlık ilanı ve Girit’in elden çıkması meclisin açılışından hemen sonradır. Ülkede karışıklıklar iyice artar.
Mecliste azınlıkları temsil eden vekiller ayrılıkçı hareketleri desteklemeye başlar. 31 Mart Vakası patlak verir (13
Nisan 1909). Hareket ordusu isyanı bastırdıktan sonra İttihat ve Terakki yönetime el koyar. II. Abdülhamit
Selanik’e sürülür.
Edebi Ortam
1884’ten sonra Türk edebiyatı, Muallim Naci ve Recaizade Mahmut Ekrem ekseninde yeni ve eski edebiyat
taraftarları olmak üzere iki guruba ayrılır. Muallim Naci 1884’te Tercüman-ı Hakikat’te çalışmaya başladıktan
sonra çevresinde klasik edebiyat yanlısı isimler toplanmış ve gazete eski tarz eserler veren bir mecraya dönüşür.
Ahmet Mithat bu durumdan haz etmediği için Muallim Naci’yi gazeteden uzaklaştırır. Recaizade Mahmut Ekrem
önce Zemzeme III (1885) ardından da Takdiri Elhan’da Muallim Naci’nin şiirlerini eleştirir. Muallim Naci bu
eleştirilere İmdadü’l-midad ve Demdeme’deki yazılarıyla karşılık verir. Bu tartışma ses getirince kimi şairler
Naci’nin etrafında Ukaz-ı Osmani adı altında toplanmış ve Saadet gazetesinde birbirlerine nazireler yazmışlardır.
İzmir merkezli gençler, Ukazı Subban adı altında toplanarak Hizmet gazetesinde eski tarz yanlılarını eleştirirler.
Tartışma devam eder, Naci yanlıları (Şeyh Vasfi, Harputlu Hayri, Mehmet Emin Humayi, Ali Ruhi, Üsküdarlı
Safi, Halil Edip, Andelip, Müstecabi İsmet vs.) Saadet, İmdadü’l-midad ve daha sonra Teavün-ı Aklam gibi
gazete ve dergilerde toplanırlar. Ekrem yanlıları (Menemenlizade Tahir, Ali Ferruh, Abdülhalim Memduh,
Mehmet Rüşti, Ahmet Reşit vs.) ise Gülşen, Gayret, Sebat, Risalei Hafi gibi dergilerde saf tutarlar.
Naci’yi destekleyen İsmail Safa, Menemenlizade Tahir, Cenap Şehabettin ve Tevfik Fikret bir süre sonra
Recaizade Mahmut Ekrem’in eksenine geçerler. Recaizade Mahmut Ekrem ekseninde 1890’lı yıllardan
itibaren Mirsad, Malumat, Mektep ve Maarif gibi dergilerde yazmaya başlayan gençlerin faaliyetleri Servet-i
Fünun topluluğunun kurulmasına hazırlık yapmıştır.
Servet-i Fünun’un kurulmasını hazırlayan olaylardan bir diğeri de Hasan Asaf’ın Musavver Malumat’ta
yayınlanan Burhan-ı Kudret (7 Kasım 1895) adlı şiiri nedeniyle çıkan tartışmadır (Abes-muktebes tartışması).
“Zerre-i nurundan iken muktebes
Mihr ü mehe etmek işaret abes”
Bu beyitte kafiye oluşturan muktebes kelimesinin sonu (‫)س‬, abes kelimesinin sonu ise (‫ )ث‬ile biter. Divan
edebiyatı geleneğinde yazılışı farklı olan bu harfler kafiye oluşturmaz. Bu nedenle Mehmet Tahir Efendi bu
kelimelerin kafiye oluşturmadığını öne sürer. Tartışma, kafiye göz için midir kulak için midir çizgisinde
şekillenmiştir. Recaizade Mehmut Ekrem de tartışmaya dahil olunca yenilikçi-gelenekçi kutuplaşması oluşur.
Birtakım yazar ve şairleri Servet-i Fünun dergisinde toplayan bir diğer olan ise Recaizade Mehmut
Ekrem’in Şemsa adlı hikâyesinin kendisinden izinsiz Musavver Malumat’ta yayınlanmasıdır (28 Kasım 1895).
Bu olaydan sonra Servet-i Fünun’u çıkaran Ahmet İhsan(Tokgöz) ve Recaizade Mehmut Ekrem bir araya
gelmiştir.
Servet- Fünun Dergisi (1896)
Servet, 1890 yılında İstanbul’da çıkan bir gazetedir. Servet-i Fünun27 Mart 1891’den itibaren bu gazetenin
haftalık edebi içerikli eki olarak çıkmaya başlamıştır. Recaizade Mehmut Ekrem yenilikçi yazarlar için bu
dergiyi mecra olarak kullanmak istedikten sonra 7 Şubat 1896’da derginin 256. sayısından itibaren Tevfik
Fikret yayın yönetmeni olur. Edebiyat-ı Cedide işte bu tarihte başlamıştır.
Tevfik Fikret derginin başına geçtikten sonra Cenap Şahabettin, Halit Ziya, Mehmet Rauf, Hüseyin Siret, İsmail
Safa, Ali Ekrem (Ayn Nadir), Celal Sahir, Menemenlizade Mehmet Tahir, Ahmet Reşit (H. Nazım), Süleyman
Nazif, Ahmet Şuayp, Hüseyin Suat, Hüseyin Cahit, Süleyman Nesip, Faik Ali, Ahmet Hikmet, Hüseyin Kâzım
gibi şair ve yazarlar derginin kadrosunda yer almışlardır.
Cenap Şahabettin şiirlerinde kullandığı yeni tamlama ve terkiplerle dikkat çekip tepki aldı. Bu alışılmadık
imgelerden dolayı Ahmet Mithat, Cenap Şahabettin’i “Dekadanlar” adlı makalesiyle sert bir dille eleştirdi. C.
Şahabettin bu eleştirilere “Dekadanlık Nedir” adlı yazısıyla cevap verdi. Tevfik Fikret’te “Timsal-i Cehalet”
adlı şiiriyle Ahmet Mithat’a hücum etti. Ahmet Mithat “Teslim-i Hakikat” adlı yazısıyla çark edip yenilikçileri
takdir etti.
Araba Sevdası, Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu, Kırık Hayatlar, Eylül ve Hayal İçinde (Hüseyin Cahit), adlı
romanlar Servet-i Fünun’da tefrika edildi. Dergide ayrıca “Musahabe-i Edebiye” başlığı altında kuramsal yazılar
da yer aldı.
Edebiyat- Cedide Sanat anlayışının Özellikleri
Tanzimat devrinin ilk dönem sanatçılarının aksine toplumu eğitmek, bilinçlendirmek gibi bir kaygısı
yoktur. Sanat icra etmek ve güzelliği yansıtmak amacındadır.
Toplumsal konuların yerine bireysel temalar öne çıkmıştır.
Topluma sırt çeviren içe dönük bu gurubun eserlerinde hayal-gerçek çatışmaları ve karamsar duygular
göze çarpar.
Gerçekçi tarzda kurgusu sağlam romanlar neşredilmiştir.
Şiirde parnasyenlerin, romanda ise ağırlıkla realistlerin etkisinde kalmışlardır.
Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın öncüsü olduğu dilde sadeleşme hareketi terk edilmiş ve ağdalı,
anlaşılması zor dile geçilmiştir.
Yani tamlama ve imgelere yer verilmiştir.
Pekiştirici edatlar ve aşırı duygusallığı ifade eden ünlemlere sıklıkla yer verilmiştir.
Şiirlerde aruzu ustalıkla kullanmışlardır.
Kafiyenin kulak için olduğu anlayışını benimsemiş ve buna uygun olarak yazılışları farklı sesleri aynı
olan harflerle kafiye yapmışlardır.
Kimi zaman bir paragraf hatta sayfa boyunca devam eden uzun cümleler kurmuşlardır.
Divan şiirinde cümlenin ve anlamın bir dize veya beyit içinde tamamlanmasına karşılık Edebiyat-ı Cedide
şiirinde cümlenin ve anlamın bir dizenin ortasında başladığı veya bittiği görülür, hatta 7-8 dizeye kadar yayılan
cümlelere rastlanır. Buna anjambman denir. Bu yolla şiir giderek düzyazıya yaklaşmıştır.
Sone (4+4+3 dizelik şiirlerdir) ve terzirima (üç dizeli bentlerle yazılır, şiirin sonunda tek bir dize yazılır)
gibi nazım biçimleri kullanılmaya başlanmıştır.
Müstezat nazım biçimini farklı vezinlerle kullanarak serbest müstezat tarzında şiirler yazmışlardır
Topluluğun Dağılması (1901)
1900 tarihinde Ahmet Şuayp “Son Yazılar” başlıklı yazısıyla Edebiyat-ı Cedide’yi bireysel temalarla ve aşk
konusuna sıkışmakla suçlar. Ali Ekrem (Ayn Nadir) “Şiirimiz” başlıklı bir dizi yazısıyla dağılmayı tetikler.
Ali Ekrem makalesinde Servet-i Fünun yazarlarının hemen hepsini eleştirir. Tevfik Fikret bu makaleyi kırparak
ve kimi yerlerini değiştirerek yayınlar. Ali Ekrem uygulanan bu sansür yüzünden dergiden ayrılır. H. Nazım,
Menemenlizade Mehmet Tahir ve Samipaşazade Sezai gibi arkadaşları da ona katılarak dergiden ayrılıp II.
Abdülhamit yanlısı Malumat dergisine geçerler. Ali Ekrem’in makalesi bu dergide yayınlanır (27 Aralık 1900).
İki dergi arasında tartışmalar çıkar. Bu tartışmalar üzerine Ali Ekrem ve Ahmet Reşit Bey’lerin dergide
yazmaları saray tarafından yasaklanır. Tevfik Fikret’te Ahmet İhsan’la bozuştuğu için dergisinden ayrılır.
Derginin başına Hüseyin Cahit geçer. Hüseyin Cahit’in Fransızcadan çevirdiği Edebiyat ve Hukuk başlıklı
makale sakıncalı bulunduğu için dergi kapatılır. Bir süre sonra dergi yeniden açıldıysa da eski kadrosu dağıldığı
için etkisini devam ettiremez.
Ünite 2
Edebiyat-ı Cedide Şiiri
Tevfik Fikret (1867-1915)
24 Aralık 1867 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası Hüseyin Efendi, annesi ise Hatice Refia Hanım’dır.
Galatasaray Lisesi’nde Muallim Naci, Muallim Feyzi ve Recaizade Mahmut Ekrem’den dersler aldı. 1888’de
Hariciye Bakanlığı İstişare Odası’nda çalışmaya başladı. 1890’da Nazım Hanım’la evlendi. 1895’de oğlu Haluk
doğdu. Aynı yıl Robert Kolej’de Türkçe öğretmeni olarak çalışmaya başladı. 1896’da Servet-i Fünun dergisinin
yazı işleri müdürlüğünü yapmaya başladı. 1901’de bu görevinden ayrıldı. 1903’de Rumelihisarı’nda Âşiyan adını
verdiği evini yaptı ve orada inzivaya çekildi. 1908’de inziva dönemi bitti. Hüseyin Cahit ve Hüseyin Kâzım’la
birlikte Tanin’i çıkarmaya başladı. 1909’da Galatasaray Lisesi müdürlüğüne atandı. Bir süre sonra Amerikan
Koleji’nde çalışmaya başladı.
İttihat ve Terakki’yi 1908’de alkışlarla karşılamışsa da ilerleyen yıllarda bu gurubu baskıcı rejimleri ve
yolsuzluklara bulaşmaları nedeniyle eleştirmeden geri durmadı. Meclis-i Mebusan’ı kapatan İttihat ve Terakki
için “Doksanbeşe Doğru” şiirini yazdı. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girmesine “Sancak-ı Şerif
Huzurunda” adlı şiiriyle karşı çıktı. Mehmet Akif, bu şiire ve Tarih-i Kadim’e Süleymaniye Kürsüsü adlı
manzum eserinde sert eleştirilerde bulundu. Tavfik Fikret’te “Tarih-i Kadime Zeyl” adlı şiiriyle dine, savaşa ve
Osmanlı tarihine karşı olan mücadelesini sürdürmüştür. 19 Ağustos 1915’te öldü.
Sanatı ve Şiirleri
İlk şiirleri 1884 yılında Tercüman-ı Hakîkat’te yayınlanır. İlk şiirlerinde Muallim Naci’nin etkisi
altındadır. 1891-1895 arasındaki şiirleri Mirsad ve Malûmatdergilerinde çıkar. Şiirinde yenilik peşinde olan şair
Recaizade Mahmut Ekrem ve Abdülhak Hamit’in etki alanına girer. Olgunluk dönemi ürünlerini Servet-i Fünun
dergisinin başına geçtiğinde vermeye başlar. 1901-1908 yılları arasında II. Abdülhamid ve istibdat aleyhinde
şiirler yazar. İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra toplumsal konulara yönelir. 1912-1915 yılları arasında siyasi
eleştirilerinin dozunu artırır.
İlk Şiirleri
Tevfik Fikret, Farsça hocası Muallim Feyzi’nin teşvikleriyle şiir yazmaya başladı. Muallim Feyzi, öğrencisinin
şiirlerini Muallim Naci’yle olan dostluğu nedeniyle Tercüman-ı Hakikat’e gönderdi. Fikret, Divan şiiri
geleneğine bağlı olarak yazdığı ilk şiirlerini Nazmi müstearıyla yayımlamıştır.
1891’den itibaren yayınlanan “Bahar”, “Ulviyyattan”, “Ah, Bilsen Ne Afet Olmuşsun”, “Hüsnün”, “Uzletgen-i
Maderi Ziyaret” şiirleriyle Muallim Naci ekseninden uzaklaşmaya başlamıştır.
Tevfik Fikret, Mirsad’dan sonra şiirlerini yayımladığı Malumat’ta daha yenilikçi bir çizgidedir. Bu dönemde
edebiyata ilişkin makaleler de yayımlar. Bu dönemin şiirlerini Rübab-ı Şikeste’nin Eski Şeyler bölümünde
kullanmıştır. 1891-1895 yılları arasında ruh hali iyimser olan şair II. Abdülhamid’i öven manzumeler dahi
yazmıştır.
Edebiyat-ı Cedide Yılları
Servet-i Fünun dergisinde çalışmaya başladıktan olgunluk dönemi ürünlerini vermeye başlayan şair aynı
dönemde Mektep, Maarif ve Mütalaa adlı dergilerde de şiirler yayımlamıştır. 1896 yılından itibaren düşünce
dünyasında değişimler yaşamaya başlayan şair Tanrı inancından uzaklaşmaya, karamsar bir ruh haline girmeye
başlar. Robert Kolej’de içinde bulunduğu yabancı çevre, istibdat idaresi ve şeker hastalığı bu dönüşümde etkili
olmuş olabilir.
Tevfik Fikret’in şiirlerinin tematik bakımdan tasnifi: a) Kendi ben’ini duyuş tarzını anlattığı şiirleri, b) Sanatla
ilgili şiirler, c) Kötümserlik temasını işlediği şiirler, d) Hayal şiirleri, e) Aşk şiirleri, f) tabiat şiirleri, g) Haluk’a
hitaben yazdığı şiirleri, h) Kız kardeşi için yazdığı şiirleri, ı) Portreler/Portre şiirler, i) Merhamet şiirleri, j) Vatan
konulu şiirler, k) Dini şiirler
Edebiyat-ı Cedide Sonrası Şiirleri (1901-1908)
1903’te Âşiyan’da inzivaya çekilen Fikret, bu dönemdeki şiirlerinde toplumsal temalara yönelmiştir. Bu
dönemde yazdığı istibdat aleyhtarı şiirlerinin en ünlüsü “Sis”tir.
İkinci Meşrutiyetten Sonraki Şiirleri (1908-1915)
Arkadaşlarıyla birlikte Tanin gazetesini çıkarmaya başlayan Fikret, kötümserliği geride bırakmış, iyimser şiirler
yazmaya başlamıştır. Haluk’un Defteri’ni bu yıllarda bastırır (1911). Oğlu Haluk’un şahsında Türk gençlerine
seslenir; ilerleme, çalışma ve yurt sevgisini aşılamaya çalışır. İttihatçılar onu hayal kırıklığına uğrattıktan
sonra Doksanbeşe Doğru, Revzen-i Mahlu ve Han-ı Yağma adlı eleştirel şiirlerini yayımlar. Fikret, hayatının son
demlerinde hece vezni ile çocuklar için şiirler yazmış ve bunları Şermin adlı kitabında yayımlamıştır.
Tevfik Fikret’in Şiirinin Başlıca Özellikleri
Türk şiirinin batılılaşmasında önemli bir isimdir. Biçim bakımından parnasyenlere, ilham bakımından
romantiklere yakındır. Şiirde, Divan şiirinin temel birimi olan beyit hakimiyetini kırmış, anlamı ve cümleyi
beyitlerin dışına taşımıştır. Müstezatı serbestleştirerek şiiri düzyazıya yakınlaştırmıştır. Şiirde konu ve aruz
kalıpları arasında uyum aramış ve bunu uygulamaya çalışmıştır. Tüm bunlara karşın dili çok ağırdır. Rübab-ı
Şikeste (1899), Haluk’un Defteri (1911), Rübabın Cevabı (1911), Şermin (1914), Tarih-i Kadim(1905’te
yazıldıysa da tarih kaydı olmayan basımları yapılmıştır).
Cenap Şahabettin (1871-1934)
2 Nisan 1871’de Manastır’da doğdu. Babasının ölümü üzerine ailesi İstanbul’a yerleşir. Tıp öğrenimini 1889’da
tamamladı. 1914’te emekli olana dek Kamerun, Cidde, Mersin, Rodos gibi çeşitli yerlerde karantina doktorluğu
yapmıştır. 1914’te Darülfünun’da Fransızce tercüme müderrisliğine atanır. Daha sonra garp edebiyatı müderris
vekili olur. 1919’da Osmanlı edebiyatı tarihi müderrisliği yapar. 1920’de Ali Kemal’in Peyam-ı Sabah adlı
gazetesinde milli mücadele karşıtı yazılar yayımlar. Darülfünun’dan uzaklaştırılır. İlerleyen dönemde tavrını
değiştirir. 26 Eylül 1932’de birinci dil kurultayına katılır. 13 Şubat 1934’te vefat eder.
İlk Şiirleri
Muallim Naci ekseninde şiirler yazar ve ilk şiiri (Nazire-i Gazel-i Muallim) 1885’te İmdadü’l-Midad’ta çıkar.
Muallim Naci’nin çıkardığı Saadet’te başka şiirleri de çıkar. 1887’de Tâmât adlı ilk şiir kitabını yayımlar.
Paris Dönemi (1889-1896)
Cilt hastalıkları hakkında uzmanlaşmak için 1889’da Paris’e giden Şahabettin, burada batı şiirini yakından
tanıma imkânı bulur. Ağırlıkla sembolist şairlerin şiirlerini okuyan Şehabettin’in şiiri de bu yönde dönüşüme
uğrar. Yeni şiirlerini 1894’ten itibaren Malumat, Hazine-i Fünun, Maarif ve Mektep adlı dergilerde yayımlamaya
başlar. Mektep dergisi Cenap Şahabettin’in şiiri açısından önemlidir. Şairin kırk kadar şiiri bu dergide
yayımlanmıştır. Resim ve müziğe önem veren bu şiirler yenilik yanlısı genç şairler tarafından heyecanla
karşılanmıştır. Edebiyat-ı Cedide gurubunun gösterdiği teveccühe kayıtsız kalamayan Şahabettin, Servet-i
Fünun dergisinin kadrosuna geçer.
Edebiyat-ı Cedide Dönemi
1896 yılında Mektep’te yayımlanan Terane-i Mehtab adlı şiiriyle Dekadanlar tartışmasına yol açmıştır. Aşk ve
tabiat temalarına yer veren şair aşkı bazı şiirlerinde romantik perspektifte işlerken bazı şiirlerinde cinsel
çağrışımlarla iç içe kullanır. Tabiat temalı şiirlerinin en meşhuru Elhan-ı Şita’dır. Ağırlıkla sonbahar ve kış
mevsimleri (karamsar ruh halini ifade etmek için) anlatılır. Estetik yanı ağır basan şiirleri yapaylıkla
eleştirilmiştir.
1908’den Sonra
1908’den sonra siyasi yazılar yazmaya başlar. Kalem dergisinde Dahhak-ı Mazlummüstearıyla mizahi yazılar
yayımlar. Ali Canip Yöntem’le uzun tartışmalara girer. 1915’te bazı makalelerini Evrak-ı Eyyam adıyla yayımlar.
Cemal Paşa’nın davetiyle Şam’a gider ve seyahat notlarını Sabah gazetesinde Suriye Mektupları adı altında
yayımlar. 1918’de Süleyman Nazif’le birlikte Hadisat gazetesini çıkarmaya başlar. Aynı dönemde Tasvir-i
Efkârgazetesi adına Avrupa gezileri yapar. İzlenimlerini Avrupa Mektupları adlı kitabında yayımlar (1919).
1920’de Ali Kemal’in Peyam-ı Sabah’ında yazmaya başlar. Buradaki yazılarında milli mücadeleyi eleştirir.
Ali Ekrem (Bolayır) (1867-1937)
Namık Kemal’in oğludur. 2 Ağustos 1867’de doğdu. Babasının vefat ettiği gün Mabeyn-i Humayun kâtipliğine
atandı. 18 yıl burada çalıştı. 1906’da Kudüs mutasarrıflığına, 1908’de de Beyrut valiliğine atandı. 1910’da
Darülfünün’da Tarih-i Edebiyat muallimliğine atandı. 1912’de Cezayir-i Bahr-i Sefid valiliğine atandı. 1913’te
Darülfünun’a döndü. 1917’de oğlu Cezmi’nin intiharı üzerine rahatsızlandı. 1919’da tetkikatı lisaniye heyetine
başkan seçildi. 3,5 yıl Galatasaray Lisesi’nde öğretmenlik yaptı. 1923-33 yılları arasında Darülfünun’da Şerh-i
Mütûn dersleri verdi. 1933’te telif ve tercüme heyetine seçildi. Maltepe Askeri Lisesi’nde 2 yıl edebiyat
öğretmenliği yaptı. 27 Ağustos 1937’de vefat etti.
Sanatı ve Şiirleri
İlk şiirlerini dokuz yaşında yazmaya başlar. İlk yazısı “Dağ” 1891’de Resimli Gazete’de basıldı. “Kumru” adlı ilk
şiiri 1891’de Mirsad dergisinde yayımlandı. Ali Ekrem o yıllarda divan şiirini iyi bilen buna karşın yeniliklere de
açık olan İsmail Safa’nın etkisi altındadır. 1894’ten itibaren Malumat dergisinde şiirler yayınlar. 1896’da Servet-i
Fünun’da yazmaya başlar.
Edebiyat-ı Cedid Dönemi
Ali Ekrem, Servet-i Fünun’da Ayn Nadir müstearını kullanmıştır. 1900 tarihli “Şiirimiz”başlıklı yazısı nedeniyle
Tevfik Fikret’le anlaşmazlığa düşünce dergiden ayrılır. Bu döneme kadar ki çalışmalarında yenilik yanlısı bir
tutum içinde olan şair, şiirlerinde tabiat, aşk ve ölüm gibi konuları işler. Ali Ekrem’in tabiat temalı şiirlerinde
gece, ay, yıldızlar, dağ, deniz ve çiçek gibi unsurlar öne çıkar. Bu şiirlerde tabiat gerçekçi bir dille ele alınmaz.
Şair tabiatla kendi duyguları arasında münasebet kurmaya çalışır.
İkinci Meşrutiyet Sonrası
1908’de basılan Kırmızı Fesler adlı şiir kitabında istibdat dönemini, hafiyeleri ve jurnalciliği eleştiren müstezat
tarzında uzun bir manzumesi vardır. Bu dönemde şair toplumsal konulara ağırlık vermiştir. Şiirlerindeki dil
kullanımı sadeleşmiş zaman zaman heceyi kullandığı şiirler yazmıştır. Kaside-i Askeriye, 1908’de yazdığı
Hürriyet Kasidesi’ne nazire olarak kaleme alınmış, vatan sevgisi, kahramanlık ve hürriyet temalarını işleyen 41
beyitlik bir manzumedir. Ordunun Defteri (1918) orduya moral amaçlı şiirlere yer verdiği bir eseridir.
Cumhuriyet Sonrası
Şiir Demeti (1924) ve Vicdan Alevleri (1925) bu dönemin ürünleridir. Milli duyguları öne çıkaran şiirler
yazmıştır bu dönemde. Ana Vatan (1921), vatan sevgisi ve kahramanlık temalarına sahip hece vezniyle yazılmış
şiirleri içeren bir eseridir.
Hüseyin Suat (Yalçın) (1867-1942)
İstanbul doğumludur. 1886’da Mekteb-i Tıbbiye’den mezun olduktan sonra Midilli Belediye Doktoru olarak
çalıştı. 3 yıl sonra İstanbul Üçüncü Belediye Doktorluğuna atandı. Branşında uzmanlaşmak amacıyla 1893’te
Paris’e gitti. 1898’de Şam’da görev aldı. Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara’ya gitti. 1921’de Yunus Nadi ile
birlikte Kalem dergisini çıkardı. Cumhuriyet’in ilanından sonra Deniz Yolları Vapurunda doktorluk yaptı.
İlk Şiirleri
Başlangıçta divan şiiri tarzında gazeller yazdı. Mekteb-i Tıbbiye yıllarında Cenap ve onun kardeşi Ali Nusret ile
tanışarak yenilikçileri tanımaya başlar. Hamit’in şiirlerinden haberdar olur. Paris’e gittiği dönemde batı şiirini
tanır. 1890’lı yıllardan itibaren Mektep, Malumat ve Mütalaa gibi dergilerde yenilikçi şiirleri yayınlanmaya
başlar. 1896’da Servet-i Fünun dergisine geçer. 1910 yılında Lane-i Melal adlı ilk kitabı yayınlanır. Aşk, tabiat
ve ölüm, şiirlerinin başlıca temalarıdır. Aşk’ı cinsel yönüyle ele alır. Ölüm temalı şiirlerinde derin ıstıraplar ve
melal vardır. Şair bu nedenle melal şairi olarak tanınır.
İkinci Meşrutiyet’ten Sonra
Dönemin modasına uyarak bireysel konulardan uzaklaşarak toplumu ilgilendiren konulara yer vermeye başlar.
1908’den sonra ağırlıkla mizaha yönelmiştir. Bu dönemde sıkça Gave-i Zalimmüstearını kullanmıştır.
1923’te Gave Destanı adlı kitabı yayınlanır. Şiir dışında pek çok tiyatro eseri vardır.
Süleyman Nazif (1869-1927)
Şairliğinin ilk döneminde Namık Kemal tarzında vatan şiirleri yazmıştır. İlk şiirlerini 1906’da Mısır’da
basılan Gizli Figanlar adlı kitapta toplamıştır. 1897’den itibaren Servet-i Fünun dergisinde İbrahim
Cehdi müstearıyla yazmaya başlar. Edebiyat-ı Cedide’nin çizgisine uygun eserler verir. Aşk şiirlerinde ayrılık
acısını işler. 1908’den sonra geleneğe uygun olarak toplumsal konulara ağırlık verir. Şiirlerinin yanı sıra düzyazı
eserleri de vardır.
Hüseyin Siret (Özsever) (1872-1959)
1900’de siyasi bir olaya karışınca Adıyaman’a sürülür. Oradan Paris’e kaçıp Jöntürklere katılır. 1920’de kesin
olarak yurda döner.
Namık Kemal hayranı olduğu öğrencilik yıllarında şiire ilgi duymaya başladı. Hayran olduğu bir diğer isim
Recaizade Mahmut Ekrem’dir. İlk şiirlerini 1894’ten itibaren Mektep dergisinde yayımlamaya başlar. Biçim ve
dil bakımından divan şiirine uygun bu eserlerde yeni imgeler kullanır. Servet-i Fünun’da çıkan ilk
şiirlerinde siret imzasını kullanır. Sürgün yıllarında Ömer Senih müstearını kullanmaya başlar. Çoğunluğunu
aruzla yazdığı şiirlerinde melankolik ruh hali göze çarpar. İlk kitabı Leyal-i Girizan 1904’te Paris’te basılır.
1928’de Bağbozumu, 1937’de Kıvılcımlı Kül adlı kitapları yayınlanır. Üstadın Şiiri (1937), Kargalar (1939), İki
Kaside (1942), Bir Mektubun Cevabı, Hüseyin Avni Ulaş’a (1948) diğer eserleridir.
Faik Ali (Ozansoy) (1876-1950)
Asıl adı Mehmet Faik’tir. Süleyman Nazif’in kardeşidir. Muhabbet adlı ilk şiirini 1896’da Maarifdergisinde
yayımladı. İlk şiirinden itibaren Edebiyat-ı Cedide çizgisindedir. 1896-1908 arasında yazdığı şiirlerini Fani
Teselliler (1908), ve Temasil (1913) adlı kitaplarda topladı. Fani Teselliler’in hasbihal adlı mukaddimesinde şiire
ilişkin görüşlerine yer verir. Midhat Paşa(1908) ve Elhan-ı Vatan (1915) şairin diğer kitaplarıdır. Tabiat, aşk,
kadın ve özlem başlıca temalarıdır. Şiirlerinin çoğunu sone biçiminde yazmıştır.
Celal Sahir (Erozan) (1883-1935)
14 yaşında şiir yazmaya başladı. Şiirlerinde aşk ve kadın temalarına yer verir. Kadın şairiolarak tanınır.
Edebiyat-ı Cedide dönemine ait şiirlerini Beyaz Gölgeler (1909) adlı kitabında toplamıştır. 1908’den sonra Fecr-i
Ati topluluğuna katılmış, milli edebiyatı desteklemiştir. Bu dönemde sade bir dille hece vezniyle şiirler
yazmıştır. Buhran (1909), Siyah Kitap (1912) diğer şiir kitaplarıdır.
Ünite 3
Edebiyat-ı Cedide Romanı
Bu dönemin romanında ilkeleri belirleyen Halit Ziya olmuştur. İzmir’de yaşadığı yıllarda Hizmet gazetesinde
Hikâye başlıklı bir dizi yazı yayımlar. 1891’de kitaplaştırdığı eserinde bizde ve batıda romanın tarihini ele alır.
Hayaliyyun dediği romantiklerle hakikiyyun dediği realistlerin eserlerini mukayese eder. Popülist yazarları ise
masalcılar diye yaftalar ve bunların amacının sanat yapmak değil para kazanmak olduğunu söyler.
Halit Ziya, İzmir döneminde dört (Sefile, Nemide, Bir Ölünün Defteri, Ferdi ve Şürekâsı), İstanbul döneminde de
dört (Mai ve Siyah, aşk-ı Memnu, Kırık Hayatlar, Nesl-i ahir) roman yazmıştır.1887’den itibaren Hizmet’te
tefrika edilmeye başlanan Sefile adlı romanını ilerleyen yıllarda Recaizade Mahmut Ekrem bastırmak istediyse de
teftiş kurullarınca engellenmiştir (dini değerlere aykırılığı gerekçesiyle). Kırık Hayatlar 1924’te
kitaplaşabildi, Sefile ve Nesl-i Ahirancak 2000’li yıllarda kitap halinde basılabildi.
Sefile: Anne ve babasını kaybeden Mazlume sokakta kalır. Onu sokakta gören Mihriban, acır ve yanına alır.
Mihriban ve kızı İkbal, kötü yola düşmüş kadınlardır. İkbal’in âşığı İhsanMazlume’nin ırzına geçer. Zaten hasta
olan İkbal, kederlenir ve ölür. Bir süre İhsan’la yaşayan Mazlume terk edilir. Mihriban’la da geçinemeyince
evden ayrılır. Genelevde çalışmaya başlar. Burada karnındaki çocuğunu düşürür. İhsan’a karşı nefret içerisindeki
kadın, geneleve gelen İhsanı, boğazını ısırarak öldürür. Kendisi de orada ölür.
Nemide: Doğumu sırasında annesini kaybeden Nemide, babasıyla yaşamaktadır. Baba, Şevket Bey, hayatını
kızına ve bahçede yetiştirdiği güllere adamıştır. Nemide, birlikte büyüdüğü amcaoğlu Nail’e karşı duygusal
yakınlık hissetmektedir. Nail, tıp eğitimi için Paris’e gider. Nemide de bu sırada Nail’in teyzekızı Nahit’le
arkadaş olur. Eğitimini tamamlayıp yurda dönen Nail, Nemide ile nişanlanır. Nail’e âşık olan Nahit, bu duruma
razı değildir. Nail’i baştan çıkarır. İkisi arasındaki yakınlaşmayı fark eden Nemide, geri çekilir, hatta ikisinin
birlikteliği için çaba sarf etmeye başlar. İçten içe kabullenemediği halde bu şekilde davranır ve nihayetinde ölür.
Bir Ölünün Defteri: Nemide’nin farklı bir versiyonu olarak değerlendirilebilir. Annesi ölen Osman Vecdi’yi
babası, halasına emanet ederek uzaklara gider. Halasının kızı Nigâr’la birlikte büyüyen Osman Vecdi,
Galatasaray Lisesi’nde okumaya başlar. Hüsam’la arkadaş olur, onu eve davet eder. İleri dönemde Osman
doktor, Hüsam ise gazeteci olur. Halası, Nigâr ile Osman’ı evlendirmek ister ancak Hüsam’la Nigâr arasında
yakınlık vardır. Nigâr, annesinin talebini kabul etmez. Nigâr’dan hoşlanan Osman, aradan çekilir. Sevdiği kız ile
arkadaşının arasını yapmaya çalışır. Hayata küsen Osman, gönüllü olarak orduya katılır. Çok çaba harcasa da
ölmeyi beceremez, bir kolunu kaybederek geri döner. Herkesten uzakta müzmin hayatı yaşar. Bir gece Hüsam’ı
evine davet eder. Hatıra defterini ona teslim eder ve nihayetinde ölür.
Ferdi ve Şürekâsı: İsmail Tayfur, babasının vefatı üzerine eğitimini yarıda bırakarak ailesinin yanına
döner. Ferdi Efendi’nin yanında çalışmaya başlar (babası da Ferdi Efendi’nin yanında çalışıyordu). Ferdi Bey’in
kızı Hacer, İsmail Tayfur’a âşık olur. İsmail Tayfur’un annesi, babasının sokakta bulup eve getirdiği Saniha ile
birlikte yaşamaktadır. İsmail Tayfur, Saniha’ya âşıktır. İsmail Tayfur, annesi ve patronunun baskısıyla Hacer’le
evlenir (Ferdi Efendi, kızının günlüğünü okuduktan sonra bu evliliğe istemeden razı olur, yani sırf kızı mutlu
olsun diye İsmail’e baskı yapar). Evliliğinde mutluluk bulamayan İsmail Tayfur, Saniha’yla olan ilişkisini
sürdürür. Kocasının evi terk edeceğini anlayan Hacer, kapıyı kilitleyip odayı ateşe verir. İsmail Tayfur kurtulur
ancak Hacer kurtulamaz bu yangından. Bu olay karşısında aklını yitiren İsmail Tayfur yeniden ailesiyle birlikte
yaşamaya başlar.
Mai ve Siyah: Babasının ölümü üzerine ailesinin sorumluluğunu üstlenen Ahmet Cemil bir yandan da
tercümeler yapmakta diğer yandan okulunu bitirmeye çalışmaktadır. Mir’at-ı Şuûn gazetesinde çalışmaya başlar.
Hayalci bir adam olan Ahmet Cemal, okulunu bitirmek, şiirlerini kitaplaştırmak ve Lamia ile evlenmek
arzusundadır. Kız kardeşi İkbâl’i matbaa müdürü Vehbi ile evlendirir. Şiirlerini yazıp bitirir. Lamia’nın
babası Hüseyin Nazmi’nin köşkündeki sanatseverlere eserini tanıtır. Eseri çoğunlukla beğenilir. Ahmet Cemil’in
yıldızı bu noktada sönmeye başlar. Eniştesi Vehbi, kız kardeşinin ölümüne sebep olur. Matbaa için alınan borç
ödenemeyince Ahmet Cemil’in ipotek gösterilen evi elden çıkar. Lamia, nişanlanır. Ahmet Cemil işten kovulur.
Hayal kırıklığı altında ezilen Ahmet Cemil, eserini imha eder. Taşrada memuriyet yapmak üzere annesiyle
birlikte İstanbul’dan ayrılır.
Aşk-ı Memnu: Adnan Bey, kızı olacak yaştaki Bihter’le evlenmek ister. Bihter’in annesi Firdevs Hanım rıza
göstermese de Bihter ısrar eder ve evlilik gerçekleşir. Anne ve kızı Adnan Bey’in konağında yaşamaya başlarlar.
Cicim ayları uzun sürmez, huysuzlaşan Bihter, Adnan’la tartışmak için odasına girer. Odada, Adnan’ın
yeğeni Behlül’le karşılaşır. Behlül, Bihter’i baştan çıkarır. İkisi arasında ilişki başlar. Bihter’le gönül eğlendiren
Behlül, Adnan Bey’in ilk eşinden olan kızı Nihal’le ilgilenmeye başlar. Firdevs Hanım Bihter’le Behlül arasında
bir şeyler yaşanmış olabileceğini düşünerek Behlül’le Nihal’in arasını yapmak üzere çalışmalara başlar. Bu yolla
kızından da kendince intikam almaktadır. Bihter deliye dönse de elinden bir şey gelmez. Behlül’le Bihter’in
tartışmalarına tanık olan Nihal, orada bayılır düşer. Adnan Bey, Nihal’in yanına gelince, Bihter de Adnan Bey’in
odasına gider. Nihal’i gizliden seven Beşir, Adnan’a her şeyi anlatır. Bihter kendini odasına kapatıp Adnan’ın
silahıyla intihar eder.
Kırık Hayatlar: Ömer Behiç, tıp tahsilini yurt dışında tamamlamış bir doktordur. Karısı Vedide ve iki kızıyla
birlikte yaşamaktadır. Sakin bir hayat süren Ömer, okul yıllarından arkadaşı Piç Bekir’le karşılaşır ve bu
karşılaşmadan sonra bir nebze sosyalleşir. Bekir çok çapkın biridir (Piç!), sosyetenin zengin ailelerinden birinin
kızı Nebile’yle aşk yaşamaktadır. Bekir, bir arkadaşına bakması için Ömer’i alıp Nebile’nin yaşadığı eve götürür.
Burada Nebile’nin kardeşi Neyyir ile karşılaşır. Ömer, kıza tutulur. Bir bahane tekrar görüşürler. Aralarındaki
ilişki devam eder. Zaman içinde Bekir, dul bir kadına âşık olur (Müzzan), çapkınlıkları bırakır. Ömer’in işleri
yolunda gitmez, kızı rahatsızlanır. Neyyir, kendine zengin bir sevgili bulur. Ömer, ailesini iyiden iyiye boşlar.
Karısı bu yasak ilişkiyi fark eder. Kızı ölür, Neyyir, bir başkasıyla evlenir, karısı ise evde bir yabancı gibidir
artık. Neyyir, evli olduğu halde Ömer’le ilişkisini sürdürmek ister. Ömer’e haber eder, görüşmek ister. Ömer,
ayakları geri gitse de Neyyir görmek üzere yola çıkar. Yolda fikir değiştirip kızının mezarına gider. Pişmanlık
içerisinde saatlerce ağlar. Evine dönüp karısının dizlerine kapanır, ağlamaya devam eder.
Nesl-i Ahir: Süleyman Nüzhet, uzun yıllar Avrupa’da kaldıktan sonra yurda dönmüş dul bir adamdır.
Kızı(Azra), büyümüş serpilmiştir. Kızıyla birlikte Büyük Ada’da yaşamaya başlar. Süleyman Nüzhet, eniştesinin
22’lik kızına tutulur. Avrupa’dan dönüşte tanıştığı İrfan adlı ihtilalci gençle sık sık görüşmeye başlar. Eve girip
çıkmaya başlayan İrfan’la Azra arasında yakınlık başlar. İsmi bir suikasta karışan İrfan, korkuya kapılıp intihar
eder. Baba kız, bir arada yaşamaya devam ederler.
Realizme bağlı olan Halit Ziya, eserlerindeki olayları sebep-sonuç ilişkileriyle birlikte açıklayabilmek için, diğer
birçok realistte de görüleceği gibi geriye dönüş metodunuçok kullanır. Realizme uygun olarak olay akışından
ziyade tasvir tahlillere geniş yer verilir. Romanlar, olay merkezli değil kişi merkezlidir. Realizmde, mekân
tasvirlerinin yanında nesnelerin de önemli yeri vardır. Edebiyat-ı Cedide romanlarında ayna, karakterlerin
kendileriyle yüzleşmelerine vesile olan nesnedir. Tanzimat edebiyatının ilk romanlarında karşımıza çıkan
olaylara müdahale eden yazar sesi, Edebiyat-ı Cedide romanlarında ortadan kalkar. Halit Ziya, eserlerinde kendi
fikirlerini gizli tutar, varlığını gizlemeye çalışır. Karakterin ruh halini anlatmak için yansıtıcı bilinçyöntemini
kullanır. Bu yöntemde 3. şahıs anlatıcının karakterlerin bilincinden geçenleri anlatır. Yazarın varlığını silmek
başvurduğu yöntemlerden biri de kahramana mektup veya hatırat kullandırarak düşüncelerini anlatma fırsatı
vermeleridir. Bir Ölünün Defteri’nde bu yola başvurulmuştur. Natüralistlerde karşımıza çıkan anne babadan
karakteristik özelliklerin karaktere geçmesi durumu, Halit Ziya’da çokça karcımıza çıkar. Dolayısıyla kaderci
bakış açısına sahiptir. Üçlü aşk kalıbı, hemen bütün romanlarında karşımıza çıkar. Kaçış teması da Edebiyat-ı
Cedide’nin birçok romanında olduğu gibi Halit Ziya’nın romanlarında da karşımıza çıkar.
Mehmet Rauf
Eserleri: Eylül (1901), Bir Zambak Hikâyesi (1910), Genç Kız Kalbi (1912), Bir aşkın Tarihi (1912), Menekşe
(1913), Karanfil ve Yasemin (1924), Böğürtlen (1924), Defne (1927), Kan Damlası (1928), Son Yıldız (1927),
Halas (1929), Harabeler (1927), Kâbus (1928).
Eylül: Eser Halit Ziya’ya ithaf edilmiştir. Eser ilk olarak 1900 tarihinden itibaren Servet-i Fünun’da tefrika
edilmiştir. Eserde Suat ve Necip arasındaki yasak aşk anlatılır. İkiliyi birbirlerine yakınlaştırması
bakımından piyano başında geçirilen zamanda oluşan duygusal paylaşımlar edebiyatımız açısından orijinal
motiflerdir. İkili yakınlaşmaya devam ederlerken Suat’ın kocası Süreyya, balık avlamak üzere sandal
gezintilerine çıkmaktadır. Yaz bitiminde evli çift İstanbul’daki köşklerine geri döner. Necip artık sık sık Suat’ı
ziyaret edememektedir. İlişkinin anlaşılmasından çekinmektedir. Suat’ın soğuk tavırları ilişkinin geleceği
olmadığına inandığı mesajını verir. Köşkte yangın çıkar. Suat içeridedir. Necip’te Suat’ı kurtarmak için köşke
girer. Dışarıya çıkan olmaz. Romanda Suat ve Necip’in profilleri dikkatlice aktarılırken Süreyya ihmal edilir, o
adeta boş bir çuvaldır. Realizme özgü idealizmden uzak durma titizliği eserde olumlu bir tipleme görme imkânını
elimizden alır. Süreyya’nın annesi dışındaki herkes sorunlu tiplerdir. Romandaki mekânlardan İstanbul’daki ev
oldukça kasvetlidir. Süreyya ve Suat bu nedenle yaz aylarını geçirmek için Boğaziçi’nde yalı kiralarlar. Boğaziçi
huzurlu ve mutlu zamanların yaşandığı mekândır. Beyoğlu ise Necip’in mekânıdır. Beyoğlu oldukça renkli
olmasına karşın ikiyüzlü ve samimiyetsiz olması nedeniyle Necip burada mutlu değildir.
Bir Zambak Hikâyesi, yayınlandığı devirde pornografik bulunmuş ve Mehmet Rauf’un hapis yatmasına,
askerlikten kovulmasına sebep olmuştur. Genç Kız Kalbi, Pervinadlı iyi eğitim almış bir kızın hikâyesidir.
İzmir’de yaşadığı çevreye sığamayan Pervin, türlü hayallerle İstanbul’a gelir. Tam bir hayal kırıklığı yaşadıktan
sonra İzmir’e geri döner. Bir Aşkın Tarihi, Macit’in Güzin’e duyduğu aşk ve sonrasında yaşadığı pişmanlık
konu edilir. Menekşe’nin başkişisi Hüseyin Bülent, tanınmış bir şair ve yazardır. Evli ve çocuklu olmasına
rağmen çapkın bir tiptir. Violet’le tanışıp duygusal bir sürece girer. Mustafa Özbaltacı’ya göre otobiyografik
öğeler taşıyan bir eserdir. Karanfil ve Yasemin’de Samim ile Nevhizarasındaki aşk anlatılır. Samim’e âşık
olan Pervin evlenip Avrupa’ya gider. Kocasıyla geçinemeyip geri dönünce Samim’le yakınlaşır. Samim, iki
kadın arasında kalır. Böğütlen’de tezatlar işlenir. Define’de iç içe geçmiş iki hikâye işlenir. Bu hikâyenin devamı
niteliğindeki Kan Damlası, bir dizi cinayetle başlar. Son Yıldız’da Perran ile Fuat’ın ilişkisi anlatılır. Halas,
aşkı geri planda tuttuğu tek romanıdır. Vatan sevgisi ön plana çıkarılmıştır. Harabeler, sembolik ifadesi olan bir
romandır. Kabus, kurgusu zayıf bir romandır.
Hüseyin Cahit Yalçın
Nadide (1891) ve Hayal İçinde (1898) adında iki romanı vardır. Nadide adlı roman Ahmet Mithat Efendi’nin
etkisinde yazılmıştır. Hüseyin Cahit bu romanını 16 yaşında yazmıştır. Diğer roman ise Edebiyat-ı Cedide
anlayışına uygun bir eserdir. Nadide’de hikâyesi anlatılan Nadide, emelleri uğrunda annesini bile öldürebilecek
kadar cani ruhlu bir kadındır. Diğer romanında bir Rum kızına âşık olan Nüzhet’in yaşadığı dönüşümler anlatılır.
Safveti Ziya (1875-1929) dönemin bir başka romancısıdır. Salon Köşelerinde (1910) adlı romanıyla
bilinmektedir. Dönemin en alafranga yazarı olan Ziya, devrin salon hayatını, bu çevre içindeki insanları ayrıntılı
şekilde yansıtmıştır. Orijinal olmayıp, Halit Ziya’yı taklit eden biridir.
Ünite 4
Edebiyat-ı Cedide Hikâyesi
Batılı anlamda ilk uzun hikâye örnekleri Ahmet Mithat Efendi’nin Letaif-i Rivayat serisindeki 25 kitap
içinde 27 hikâye ve üç romandan (Yeniçeriler, Çingene, Bahtiyarlık) müteşekkildir. Eserdeki uzun hikâyeler
hacim bakımından büyük, ancak tek konu etrafında gelişmiş anlatılardır. Recaizade MahmutEkrem, Muhsin
Bey, Şairliğin Hazin Neticesi ve Şemsa adlı eserleriyle uzun hikâyeyi denemiştir. Ancak bunlar başarısız
örneklerdir.
Halit Ziya Uşaklıgil
Altı eseri uzun hikâye olarak kabul edilebilir; Bir Muhtıranın Son Yaprakları(1888), Bir İzdivacın Tarih-i
Muaşakası (1888), Deli (1888), Bu
Muydu? (1896),Heyhat (1897), Bir
Yazın
Tarihi (1898), Valide
Mektupları (1909). Bunların arasında Deli, yarım kalmış bir eserdir. Halit Ziya, bu eserlerin bazıları içinküçük
roman tabirini kullanır. Realist tekniklerle kaleme aldığı hikâyelerindekurguyu hatıra defteri aracılığıyla
oluşturur. Deli adlı eser ise postmodern tarzın öncüsü olabilecek bir tarza sahiptir. Eser, deli sözcüğünden ve
çağrışımlarından vesile yarım bırakılmıştır. Kısa cümleler ve basit üslupla kaleme alınan eserin yarım
kalmasını Ömer Faruk Huyugüzel, edebiyatımız açısından talihsizlik olarak değerlendirir.
Halit Ziya Deli’ye benzer bir hikâyeyi yıllar sonra Üç Mektup adıyla yazmıştır. Hikâyede tutuklanıp
yargılandıktan sonra serbest kalan bir gencin içinde bulunduğu durum üç mektupla anlatılmıştır. Hikâyedeki
genç adam hapisten çıktıktan sonra sürekli takip edildiği düşüncesine kapılır. Kaldığı evde annesi de dahil olmak
üzere herkesten şüphelenir. İçini döktüğü hatıra defterini herkesten saklar. Yaşadıklarını, hissettiklerini
mektuplara yazarak bahçeye atar. Komşu evdeki bir arkadaşı mektupları sahiplerine ulaştırır. Genç adamın
üçüncü mektubu evi yakacağını ima eden satırlar içerir. Hikâye, II. Abdülhamit döneminin istibdadının yaşattığı
psikolojik baskıyı tasvir açısından değerlidir.
Bir Yazın Tarihi de hatıra defteri kurgusuyla yazılmıştır. Defterin sahibi İhsan, izin günlerini akrabasının
yalısında geçirir. Yalıda 5 kız vardır. Defterde bu kızlarla ilgili izlenimlerine yer verir. Kızlardan öksüz ve
veremli olan Meliha’ya ilgi duyar. Meliha ise ona ancak ölümünden sonra duyduğu ilgiyi açığa vurur.
Bir Muhtıranın Son Yaprakları’nın içine kapanık kişisi Necip ile Heyhathikâyesindeki genç şair, karakter
bakımından birbirlerine yakındırlar. İkisi de yaşadıkları ortamdan şikâyetçidirler. İnsanlardan uzakta kalmak için
köylere sığınmışlardır. Bu iki tiplemeyle Aşk-ı Memnu’nun Ahmet Cemil’i birbirlerine benzer. Edebiyat-ı
Cedide’nin genelindeki kötümserlik bu karakterlerde fazlasıyla mevcuttur.
Bu Muydu? iki kız arkadaşın yaşadıklarından sonra birbirlerinin mutsuz olduklarını öğrenmelerini anlatır. İnci
Ertegün bu hikâye için, genç kızların mutluluk üzerine kurdukları evlilik hayallerinin hiç de gerçekçi olmadığını
anlattığını ve bu bakımdan Ahmet Mithat’ın Felsefe-i Zenan ve Fatma Aliye’ninLevayih-i Hayat adlı eserlerine
benzediğini söyler. Eserde iç monologlara yer verilmesi teknik açıdan önemlidir.
Halit Ziya’nın uzun hikâyeleri genele olarak acıklı atmosfere sahiptir. Bir İzdivacın Tarih-i
Muaşakası nispeten iyimser bir atmosfere sahiptir. Eser, evli bir çiftin evlenmeden evvel birbirlerine yazdıkları
mektupları yıllar sonra okumalarını konu edinir. Valide Mektupları, bir annenin(Semiha) yeni evli
kızına(Süreyya) yazdığı 5 mektubu içerir.
Mehmet Rauf
Garam-ı Şebab (1896), Mehmet Rauf’un ilk uzun hikâyesidir. Realist eserde olaylar anlatıcı Memduh’un
gözünden kaleme alınmıştır. Eserin kurgusu Bir Muhtıranın Son Yaprakları’na benzer. Eserdeki genç, yalnız
kalarak büyük bir hayalini gerçekleştirmek ister. Eserde tabiat tasvirleri geniş yer tutar. Memduh’un âşık olduğu
kadın Memduh’a yüz vermez ve genç adam sığındığı köyden ayrılır.
Ferda-yı Garam (1897), Servet-i Fünun’da tefrika edildikten sonra kitaplaşmış bir eserdir. Babasının memuriyeti
nedeniyle amcasının yanında kalan Macit, amcasının kızı Sermet ile birlikte yetişir. İlk zamanlardaki
geçimsizlikleri ileride sevgiye dönüşür. Beykoz’a yerleşen Macit bu ayrılığa üzülür, hastalanır. Ameliyat olması
gerekir ancak korkar. Sermet’İn telkiniyle ikna olur. İyileşme sürecinde de birliktedirler. Sevgi dolu hayaller
kurarlar ancak bu hayallerini gerçekleştirmeye cesaret edemedikleri için birlikte ölmeye karar verirler.Hayallerle
süslenen aşk, gerçeklerden kaçış temsili olarak ölüm, bu hikâyede öne çıkmaktadır.
Serap (1909), 1. şahıs ağzından anlatılan hayal hakikat çatışmasını anlatan bir eserdir. Geri dönüşlere yer
vermesi dikkat çekicidir. Genç adam, vapurda gördüğü güzel bir Rum kadına vurulur. Hayaller kurduktan sonra
bunu bir tesadüf olduğunu düşünür. Genç adam küçük yaşta annesini kaybetmiş, kıt kanaat geçindiği memuriyet
hayatında evlenmekle iyi ettiği sonucuna varır. Vapurdan inip evine vardığında karısını hasta bulur. Karısının
yüzündeki kırışıklara bakarken yıllar önce âşık olduğu karısının aslında bir serap olduğunu düşünür. Karısıyla
eski günleri yad ederler. Karısı artık yaşlanmakta olduklarını söylediğinde iyice üzülür. Aynaya bakmak ister, alt
kata inerken gelen misafirini içeri alır. Yakın dostuyla oturur sohbet eder. Konu yine yaşlılığa gelir. Dostunun
anlattığına göre istibdat dönemi hayatlarının en güzel yıllarını alıp götürmüştür. Dostunu uğurlar, karısının
uyuduğunu görür, dönüp aynaya bakar. Aynada gördüğü harap bir gençlik manzarası gibidir. Artık âşık olunacak
değil katlanılacak biridir. Karamsar düşüncelerden sonra karısının yanına uzanır.Karakterin kendisiyle
yüzleşmesine vesile olan “ayna” önemli bir semboldür.
Kısa Hikâye
Türk edebiyatında kısa hikâye Samipaşazade Sezai’nin hikâyelerini topladığı Küçük Şeyler adlı eseriyle gerçek
kimliğine kavuşmuştur.Romanda olduğu gibi kısa hikâyede de Halit Ziya çağdaşlarının çok önündedir.
Halit Ziya Uşaklıgil
Hikâyelerini topladığı kitapların sayısı 13’tür. Çoğunluğu çevirilerden oluşan 1893-1895 yılları arasında
yayımlanan 4 ciltlik Nakil, 1897-1899 yılları arasında yayımlanan 3 ciltlik Küçük Fıkralar, Bir Yazın
Tarihi (1900),Solgun Demet (1901), Bir Şiir-i Hayal (1914), Sepette Bulunmuş (1920),Bir Hikâye-i
Sevda (1922), Hepsinden Acı (1934), Aşka Dair (1935), Onu Beklerken (1935), İhtiyar Dost (1937), Kadın
Pençesi (1939), İzmir Hikâyeleri (1950). Üslup olarak romanlarındaki biçimin koruyan yazar, içerik olarak
nispeten alt tabakadan insanların hayatlarını konu edinmiştir. Çoğunlukla tanıdığı kişilerin ya da şahit olduğu
olayların hikâyesidir bunlar.Kırık Hayatlar, aile konusuna en çok değindiği eseridir. Aile hikâyelerinde koca ve
kaynanadan vesile mağdur olan kadın öne çıkmaktadır. Korkudan Sonraadlı öykü, mutsuz evliliklere
istisnadır. Acı Sadaka ve Hayat-ı Şikeste’de aileleri tarafından istismar edilen kızların hikâyesi konu edilir. Halit
Ziya’nınaşk konulu hikâyeleri genellikle hazindir. Olumlu atmosferlere tensel ilişkilere yer verdiği metinlerde
rastlıyoruz; Bir Şi’r-Hayal adlı kitabın Şadan’ın Gevezelikleri başlıklı bölümünde bu nitelikte 6 hikâye
vardır. Merhamet temalı Köy Hatırası adlı hikâye Tevfik Fikret’in manzum hikâye tarzındaki “Balıkçılar” adlı
şiirini hatırlatmaktadır. Ali’nin Arabası adlı hikâyede de merhamet duygusu öne çıkmaktadır. Küçük Levha adlı
hikâyede annesiyle birlikte gezinti yapan küçük bir çocuğa ilişkin gözlemler yer almaktadır. Bisikletli bir adam
çocuğa çarpar ve çocuk korkuyla annesinin eteklerine kapanır. Halit Ziya burada anlatıcı olarak kötümser bir
hayat felsefesi aktarır. Hayat, darbelerle doludur. Halit Ziya’nın kişileri genellikle hayaller kuran fakat
gerçeklerle yüzleştiklerinde hemen kırılan tiplerdir.Hayvanları konu alan eserlerinde ise hayvan sevgisi ve
merhamet duygular öne çıkar. Ömer Faruk Huyugüzel’in töre hikâyeleri başlığı altında topladığı
hikâyeler, İzmir Hikâyeleri adlı kitabındadır. Töre hikâyelerinin atmosferi diğerlerine nazaran daha iyimserdir.
Mehmet Rauf
Rahim Tarım’ın tespitine göre Mehmet Rauf, kırk altısı II. Meşrutiyetten önce, seksen altısı II. Meşrutiyetten
sonra
olmak
üzere yüz
otuz
iki hikâye
yazmıştır. Bu
hikâyeleri
on
iki
kitapta
toplanmıştır: İhtizar (1909), Âşıkane (1909), Son
Emel (1913),Hanımlar
Arasında (1914), Üç
Hikâye (1919), Kadın
İsterse (1919),Pervaneler
Gibi (1920), İlk
Temas
İlk
Zevk (1922), Aşk
Kadını (1923),Gözlerin Aşkı (1924), Eski Aşk Geceleri (1927), Safo ile Karmen(1920).
İlk hikâyesi Hizmet gazetesinde Rauf Vicdanî müstearıyla yayımladığı Düşmüşadlı eseridir. Hikâyelerinin
konusu çoğunlukla kadın ve aşktır. II. Meşrutiyetten sonraki eserlerinde konularını çeşitlendirmeye çalışır.
Hikâyeleri oldukça başarılıdır. Fedakâr anne ve babaların hatta çocukların yaşadıklarını işlediği hikâyeleri de
oldukça fazladır (Hep Onlar İçin, Bayram Hediyesi, Ayşe Kadın). Ana Kalbi adlı hikâyede Şerminde
Hanım kayınvalidesiyle anlaşamamış ancak her daim boyun eğmiştir. Bir gün kaynanasına karşılık verince evde
kıyamet kopar, Şerminde Hanım evi terk etmek zorunda kalır. Ana kuzusu oğlu da bu duruma ses çıkarmamıştır.
Kerkük’e giden Şermin yeniden evlenir. Yıllar sonra kocası vefat eden Şerminde Hanım, oğlunu görebilmek için
yollara düşer. Oğlu subay olmuş ve valinin kızıyla evlenmiştir. Evi bulur, içeri girer, oğlunu beklemeye başlar.
Beklerken aşağılık kompleksine kapılır ve kimseye görünmeden evi arka kapıdan çıkarak terk eder. Ana
Evlat adlı hikâyesi de benzer içeriktedir. Bekârlar Arasında adlı hikâyede erkek bakış açısındanevlilikle ilgili
görüşleri dile getirir. İhtizar adlı hikâyesinde de evlilik teması işlenir. Evlilik konulu hikâyelerinde genelde
olumsuz bir tablo çizer.Unutmaya ve Unutulmaya Mahkûm ve Bir Hayat adlı hikâyelerde ise mutlu evlilik
tabloları çizer. Fenerci ve Ayna adlı hikâyelerde yasak aşkı işler.Ana Kız ve Zehirlerim’de merhamet teması öne
çıkar. İstiklal mücadelesi verdiğimiz dönemde vatanseverlik ve kahramanlık konularını işlediği hikâyeler
yazar. Halil Hoca ve Bir Yiğit bu hikâyelerdendir.
Mehmet Rauf, hikâyelerinde ağırlıkla şahısların iç dünyaları üzerinde durur. Korku adlı hikâyesinde bu teknik
başarıyla uygulanmıştır. Karakterlerin iç monologlarına yer verdiği Girdap’ta bilinç akışı başarılı bir şekilde
denenmiştir.
Hüseyin Cahit Yalçın
Hikâyelerini II. Meşrutiyet öncesi ve Malta sürgünü sonrası dönemlerinde yazmıştır. Siyaset ve gazetecilikle
meşgul olduğu dönemde edebiyatla ilişkisi neredeyse yoktur. Hikâyelerini Hayat-ı Muhayyel (1899), Hayat-ı
Hakikiye Sahneleri (1910) ne Niçin Aldatırlarmış (1922) adlı kitaplarında toplamıştır.
Hayat-ı Muhayyel, kaçış temini işler. Bir gencin medeniyetten uzakta bir adada dostlarıyla uzakta ideal dünya
kurma arzusunu ele alır (Tevfik Fikret’inYeşil Yurt adlı şiiri de benzer bir temaya sahiptir). Kaçış temalı
hikâyelerinde kişiler çok karamsardır. Tabiat her zaman sığınılan bir mekândır. Görücü ve Köy Düğünü adlı
hikâyelerinde gözlemciliği ön plana çıkar. Azınlıkları anlattığı hikâyelerinde insanlar mutlu, Müslümanların
anlatıldığı hikâyelerinde ise insanlar sıkıntılar içinde mutsuzdurlar. Ayastafanos Hikâyeleri adı verilen bu
metinleri bir dönem yaşadığı Ayastafanos köyündeki izlenimlerinden yola çıkarak yazmıştır. Bunların dışında
Beyoğlu’ndaki zevk ve sefa âlemlerini anlattığı, mekân olarak Avrupa şehirlerini ele aldığı hikâyeleri de vardır.
Ahmet Hikmet Müftüoğlu
Edebiyat-ı Cedide üslubuna bağlı tek eseri Haristan’dır. Kitaba adını veren Haristan ve Gülistan, şiirsel üslupla
yazılmış, kadın ve erkeğin birbirini bütünlediğini anlatan bir hikâyedir. Kadınlar dış görünüşleriyle ön plana
çıkar. Kendilerine talip bekleyen pasif tiplerdirler. Eserdeki Yeğenim ve Nakiye Halaadlı hikâyelerde Türkçülük
fikri dikkat çeker. Üç Mektup adlı hikâyesinde alafrangalığı eleştirir.
Ünite 5
Metin Çözümlemeleri: Şiir
Şiir Çözümleme Üzerine
Edebi metinleri çözümlemek, onu meydana getiren birimler arasındaki ilişki ağını tespit etmek; metinden
hareketle, onun yazılmasına sebebiyet veren zihniyeti belirlemek; metnin yapısını meydana getiren unsurları
çözümleyerek temayı bulmak; dil, anlatım ve ahenk unsurlarını ortaya koymak gibi çalışmalara ihtiyaç gösterir.
Zihniyet terimi ile metnin kaleme alındığı dönemde geçerli olan zevk ve anlayışı ifade etmek istiyoruz. Her
metin kullanılan dil malzemesi, başvurulan anlatım tarzı, ele aldığı temayla yazıldığı döneme ait zevk ve anlayışı
en iyi ifade eden araç durumundadır. Zihniyet, metnin yazıldığı dönemde geçerli her türlü güçten (siyasi, iktisadi,
askeri, dini) hareketle oluşan ve bunların hiçbirine indirgenemeyen zevk ve anlayışa verilen addır.
Tanzimat döneminden itibaren Osmanlı Devleti’nin örnek aldığı ülke Fransa’dır. Fransa etkisi edebiyat alanında
çok belirgindir. Edebiyat-ı Cedide şiiriparnasizm ve sembolizmin etkisi altında ortaya çıkmıştır. Parnasizme
bağlı şairler tasvirlere uzun yer verip, şiir tabloları çizdiler. Dizeleri kuyumcu titizliğiyle işledirler. Buna rağmen
ancak yapay ve soğuk bir güzellik ortaya koyabildiler. Parnas okulu sanat akımı olarak değil romantizm ve
sembolizm arasındaki geçiş süreci olarak değerlendirilmeli (Alkan).
Parnas okulunun önemli temsilcileri: Théophile Gautier (1811-1872),Leconte de Lisle (1818-1894), José
Maria de Hérédia (1842-1905). Tevfik Fikret bu akımın ülkemizdeki ilk ve en önemli temsilcisidir. Edebiyat-ı
Cedide’nin duyarlı olduğu bir diğer akım da sembolizmdir. Sembolizm, parnasçılara tepki olarak ortaya
çıkmıştır. Şiirde bireysel duyarlılığı ön plana alan bir akımdır. Tabiat ve dış dünya olduğu gibi değilsanatçının
algıladığı biçimde tasvir edilir. Sembolist şairler şiirde musikiye ve ahenge önem verirler. Doğrudan anlatmak
yerine hissettirmek, duyurmak ve sezdirmek esastır. Sembolizmde anlatım kapalıdır. Varlığa sezgiyle ulaşmaya
çalışırlar. Alışmış mısra düzenini serbest nazım lehine değiştirirler. Bütün insanlar ve bütün zamanlar için geçerli
olacak
güzellik
kavramına
inanmazlar,
oluşuma(devinime/dönüşüme)
inanırlar
(Alkan).
Verlaine,Rimbaud, Mallarme,
Moreas
ve Valery,
bu
akımın
büyük
üstatlarıdırlar. Cenap
Şahabettin sembolizmi benimsemiştir.
Tevfik Fikret – Sahaif-i Hayatımdan
Bunu şiirimde söylüyor belki
Ben hakîkatten ihtirâz ederim;
Âsümân füshat-ı kebûduyla,
Deniz emvâc-ı pür-sürûduyla,
Gece esrâr-ı bî-hudûduyla
Beni terhîb eder; o füshattan
Sıkılır sanki rûh-ı pür-hazerim,
Sanki her dalga bir lisanla bana
Haykırır nâ-flinîde bir mânâ,
Sanki leylin zılâl-i hâmûflu
Canlanır pîfl-i irti’âbımda...
Ne mükedder mizâc-ı ahvel ki
En mülevven dem-i flebâbımda
Görerek bofl hayâtı-ı pür-cûflu
Beni gâfil yaflattı hilkatten,
Tuttu âvâre her saâdetten.
fiu hazîn fıtrat-ı garîbemle
Ben seyyâha benzerim ki mehîb
Çölde flemsin fluâ-ı sûzânı
Yakarak gözlerimde elvânı,
Görmez artık selâmet imkânı;
O zaman her yanında bir boflluk
Duyarak, bir edâ-yı mâtemle
-Dest-i lerzân-ı pîfl-i çeflminde
Oturup nîm mürde vü zinde
Bir tecelliye muntazır, düflünür;
Bu tecelli ki mevt-i hâildir,
Ona bir fli’r içinde sarhoflluk
Vererek, neflve-i ümîd ile pür
Bir cihân gösterir ki muğfildir...
Ah ey gaflet, ey serâb-ı nasîb,
Seni mümkün mü etmemek ta’kîb!
Zihniyet
Şiirin merkezinde “ben” vardır. Yaşadığı ruh halini bilinciyle kavramak ve anlatmak ister (metindeki birçok söz
gurubu bize bunu söyletiyor). Şiirin problemi bu ruh halidir. Demek ki bu metin, ruh hallerinin problem olarak
ele alındığı bir dönemde ve yerde/ortamda kaleme alınmış. Şairin dikkati “ben”in iç dünyasına dönüktür.
Yapı
Metin bir ruh halini ifade eden sözlerle başlamaktadır. Metindeki duygu hali ilk iki mısrada ifade edilmiştir:
“Ben hakikatten ihtiraz ederim” sözü şiirdeki duyguyu vermektedir. Sonrasında, diğer birimlerde, “ben”in bunu
nasıl yaşadığı, bunun sebebi, nereden kaynaklandığı anlatılmıştır. Metindeki birimler arasında akli ve organik bir
ilişki vardır. Dolayısıyla organik bir şiirdir. Yenileşme döneminin önemli unsurlarından biri de organik şiirdir.
Tema
Şiirin teması metindeki birimlerin ortak paydasıdır. İlk birimde konu ortaya koyulmuş; “ben hakikatten
çekinirim”. Buradaki hakikat ikinci birimde açıklanmış; buradaki hakikat “ben”in mizacıdır. Üçüncü birim bu
mizacın özelliklerini anlatır; “ben” kendisini çöldeki gezgine benzetir. Bu birim şiirin buradan öncesi ve bu
noktadan sonrası arasında köprü görevi görmektedir. Bu durum ayrı bir birim olarak değerlendirilmelidir. Beşinci
birim çöldeki gezgini anlatır. Metnin sonunda da bu kaderi yaşamaktan insanın kurtulamayacağı anlatılır. Bütün
bunların birleştiği husus, insan gerçekliği kendi mizacına göre şekillendirir ve yaşar ifadesiyle dile getirilir.
Yenileşme dönemi şiirinde bütün ruh halleriyle insan şiire konu olmaya başlar.
Şiir Dili
Metnin ikinci birimindeki kelime ve kelime gurupları, Fikret’in şiir dilinin önemli bir özelliğini vermektedir.
Sıfatlar verilen önem ve yüklenen değer burada öne çıkmaktadır. Anlatıcının ruh halini ifade eden sözler yine
sıfatlarla birlikte metinde yer almaktadır. Yani bir sözcük yalın anlamında verilmemiş, o söze isnat edilen anlamı
işaret etmek için gerekli sözcükler de şiire dahil edilmiştir. Daha da ileriye gidilerek yani tamlamalar / ifade
biçimleri denenmiştir.
Ahenk
Tanzimat şiirinde ses ve söyleyiş divan şiirinin devamı gibidir. Abdülhak Hamit, eski şiir sesi ve söyleyişini,
ölçüsüz tavrı, sızlanma ve dertlenmeleriyle alt üst eder. Bu sayede yeniye zemin hazırlar. Yenileşme dönemi şiiri
Edebiyat-ı Cedide zevkinde yeni bir kimlik kazanmıştır. Kimlik birden bire kazanılmaz, dolayısıyla bir geçiş
dönemi söz konusudur. Bu değişimin merkezinde dünyevileşen insan vardır. Klasik dönemin insana yukarıdan
bakan sesi kısılmış, gündelik hayatın içindeki insanın sesi duyulmaya başlamıştır.
Tevfik Fikret - Halûk'un Bayramı
Baban diyor ki: 'Meserret çocukların, yalnız
Çocukların payıdır! Ey güzel çocuk, dinle;
Fakat sevincinle
Neler düşündürüyorsun, bilir misin? ... Babasız,
Ümitsiz, ne kadar yavrucakların şimdi
Sıyah-ı mateme benzer terâne-i îdi!
Çıkar o süsleri artık, sevindiğin yetişir;
Çıkar, biraz da şu öksüz giyinsin, eğlensin;
Biraz güzellensin
Şu ru-yı zerd-i sefalet... Evet meserrettir
Çocukların payı; lâkin sevincinle
Sevinmiyor şu yetim, ağlıyor... Halûk, dinle!
Zihniyet
Bu bir bayram şiiri değil, babasız, ümitsiz çocuklara karşı duyulan merhameti ifade eden bir metindir. Yazıldığı
dönemde gündelik hayatın akışı içinde gözlemlenen olaylar ve görünüşler şiire konu edilmiştir. Amaç sosyal
hayatı gözlemlemek değil, kişinin gördükleri ve yaşadıkları hakkındaki duyguları, izlenimleri ifade etmektir.
Yapı
Şiirde ilk birim “baban diyor ki” söz gurubundan müteşekkildir. Babanın diyecekleri ikinci birimi oluşturacaktır.
Şiir, ikinci birimdeki “meserret çocukların, yalnız çocukların payıdır!” cümlesi üzerine kurulmuştur. Üçüncü
birim çocuğun şiire dahil olduğu dizeyle başlar. Babayla çocuğun sevinci, öksüz çocukları düşündürür. Dördüncü
birim şairin bu duyarlığını ifade eden dizelerdedir. Beşinci birimde, sevinmek çocukların hakkıdır ne var ki
birinin sevinciyle bir başkası sevinemiyor. Oysa bütün çocuklar sevinmelidir, düşünceleri anlatılıyor. Birimler
arasındaki ilişki, düşünce yazısını oluşturan parçalar arasındaki bağı çağrıştırmaktadır. Organik bir şiirdir.
Tema
Şiirin sonunda bayram günü bir çocuğun neşesinin yoksul ve öksüz bir başka çocuğa keder getirdiğini anlatan
şair, şiirin sonunda merhamet duygusunu en açık biçimde ortaya koyar. Şiirin hemen başında gördüğümüz
çocuğun neşesini anlatan ifadeler arka planda kalıyor. Şiirin sonucu da merhamet vurgusu etrafında
yapılmıştır. Şiirin teması yoksul ve kimsesizlere duyulan merhamet duygusudur.
Tevfik Fikret’in Edebiyat-ı Cedide yıllarında yazdığı şiirlerin önemli bir bölümünün teması merhamettir. Bu
şiirler ağırlıkla Fransız şair Francois Coppée etkisinde yazılmışlardır.
Şiir Dili
Gündelik konuşma dilinden sözcük ve sözcük guruplarının şiirde kullanıldığı görülmektedir. Çocuk ve
çocuklarla ilgili ifadeler şiirde sıklıkla kullanılmıştır. Belli bir konuya ısrarla dikkat çekmek için böyle
yapılmıştır.
Ahenk
Metnin ahengini belirleyen, yoksul bir çocuğun hali karşısında merhamet duygusuyla kendi çocuğuna nasihat
veren babanın duyguları ve ifadeleridir. Şiirin akışı içinde babanın ses tonu kademe kademe yükselmektedir.
Merhamet duygusu açıkça verildikten sonra tonlama yumuşamaya başlıyor.
Cenap Şahabettin – Temaşa-yı Hazan
Gel bugün de, sükut ile, güzelim
İhtizâr-ı hazânı seyredelim:
Ey benim, ey hazân-likâ güzelim,
Bir dimağî vedâd ü ref’etle
Kalalım ser-be-ser tabîatle;
Elem-i arza iştirâk edelim;
Mevsimin kâinat-ı ye’sinden
Olalım biz de bir gam-ı zinde...
Bu soluk mevsim-i küdûretten
Dağılır bir vedâ-ı bî-kelimât,
Pek hayalî, rakîk bir “heyhât!”
Za’f ile diz çöken tabîatten
Yükselir bir fecî’ vaz’-ı duâ,
Gizli bir şehka, bir sükût-ı recâ.
Böyle leb-beste terk-i ömr etmek,
Nazarî bir lisan ile ancak
Ebedî iftirâki anlatmak,
Bir tahassürle dem-be-dem dönerek
Eylemek cebhe-i hayâta nazar:
Bu azîmette bir fecâat var!..
Sevgilim, dinle, işte bâd-ı hazân
Müteverrim misâli öksürüyor,
Hem de bir öksürük ki çok sürüyor;
Bir bahâr-ı terennüm her ân
Çâk olur sanki sadr-ı hâtırası:
Bu suâlin kesilmiyor arkası;
Kâinât oldu sanki ser-tâ-ser
Bir büyük hastahâne-i etfâl,
Öyle bir yer ki pür-hurûş-ı suâl,
Bâd-ı pür-va’d-i nevbahârı eder
Bir enîn-i elîm ile tekzîb
Öksüren, inleyen şu bâd-ı ratîb.
Sar’a-i ihtizâr gusûn
Çırpınır, çarpınır, kırar, kırılır;
Bâd-ı nâlâna haykırır, darılır...
Âh, o dallardaki fütûr-ı derûn,
Onların tavr-ı serzenifl-kârı
Onların mâderâne ekdârı!...
O nihâlânda sallanan yuvalar,
O perâkende, nâzenîn, muğber
Uçuşan, savrulan, düşen tüyler...
Âh, o son tüy ki, muhteriz kovalar
Câ-be-câ’ rûh-ı âşiyânesini,
Yuvanın yâd-ı pür-terânesini...
Kim bilir hangi tâir-i şûhun
Yâdigâr-ı hayât-ı kalbîsi
Doldurdu bu lâne-i hevesi?
Kim bilir hangi pür-tarab rûhun
Yıkılan âşyanda mahfîdi
Râz-ı aşkîsi, râz-ı ümmîdi?...
[...]
Senenin cismi muhtazır gibidir.
Şu mesâfât-ı bî-nihâyette,
Bister-i vâsi’-i tabîatte...
Bu dıram şimdi muntazır gibidir
Perde-i berfin arza inmesine,
Kışın âsâyiş-i mukaddesine...
Yeter artık nezâremiz güzelim,
O senin mevti görmemiş dîden
Korkarım incinir bu rü’yetten;
Gel bahar-ı hayâli seyredelim...
Zihniyet
Tabiatı can çekişir vaziyette anlatan söz gurupları şiirde dikkat çekicidir. Bu ifadeler şiirin zihni yapısını da
açıklamaktadır. Tabiat gözlemlenirken, varlığıyla bütünleşilen doğadaki üzüntü hali şirin temasını, sesini ve dil
malzemesini de belirlemektedir. Şiirdeki ilk birimde doğanın bir ruha sahip olduğunu kabul eden şair onunla
bütünleşmiş, aynîleşmeyi istemiştir. Bu bize metnin zihniyetini anlatır. Şiirde her şey sonbaharın ruhu etrafında
birleşmektedir.
Yapı
Şiir, son baharın can çekişini seyre çağıran bir davetle başlar. İkinci birimde bu trajik manzarada rüzgârın
söyledikleri ifade edilmektedir. Üçüncü birimde ağaçların trajik hali tasvir edilir. Dördüncü birimde bozulan kuş
yuvaları, semaya açılan ancak toprağa düşen yapraklar anlatılır. Beşinci birimde gökyüzü manzaraları anlatılır.
Şiir, ilk mısra ile başlattığı hazanı seyretme sahnesini, yanındaki sevgilisine hitaben üç mısra ile sonlandırır
(ölümü görmemiş gözlerin incinmesinden endişeyle). Metni meydana getiren birimler birbirlerini tamamlayarak
bir bütün meydana getirmişlerdir. Şiir organiktir.
Tema
Metnin birimleri sonbahara özgü izlenimler etrafında ifade edilen şairin sonbahar tasavvurudur. Şiirde salt bir
manzara resmedilmiyor, tabiata ruh atfedilerek insan ruhundaki duygulanımlar doğadaki göstergelerle
sembolleştiriliyor. Metnin temasının da burada aranması gerekmektedir.Cebap Şahabettin’in Temâşâ-yı Hazân,
Temâşâ-yı Leyâl, Elhan-ı Şitâ, Yakazât-ı Leylîye gibi şiirlerinde sembolistlere özgü tema ve dil arayışlarını
görürüz.
Şiir Dili
Şiirdeki tema şiirin dilini de belirler. Çağrışım ve telkinle ifade edilen duygular, alışılmış dille/dilde
gerçekleşmez. Cenap Şahabettin’in birçok şiirinde dil, anlatım aracı olmanın yanında duyurma, çağrıştırma aracı
olarak da kullanılmıştır. Şiirde insana özgü pek çok sıfat tabiata atfedilmiş ve böylece tabiat manzaralarındaki hal
ve görünüşler somutlaştırılmış, bilinebilir duruma getirilmiştir.
Ahenk
Şiirde birçok dizede konuşma diline özgü doğal söyleyiş tarzını görüyoruz. Bu şekilde nazım nesre
yaklaştırılmaktadır. Temâşâ-yı Hazân şiirinde ahenk, şairin sevgilisine sonbaharda doğanın görünümünü
anlatırken kullandığı ses tonu ve söyleyiş çerçevesinde oluşmaktadır. Şairin kullandığı sözcükler, anlatmak
istediği anlamı hissettirmeyi, duyurmayı sağlayan sözcüklerdir.
Süleyman Nazif – Bahar-ı Münkesir
Müteverrim gibi bu yerde bahar
Eriyor pür melâl, bî-hande
Hüzn-i vahşetle ağlayan dağlar
Müncemid bir figâna benzemede.
Bu mulût-ı kesîf içinde bütün
Bu hazârat siyah olup gidiyor,
Hüzn-i vahşetle ağlayan her gün
Ömrümüzdür tebâh olup gidiyor.
Ruhlar neşreder havâ-yı bahâr,
Feyz ü tâb-ı rebiî ile ezhar
İnkisâf eyledikçe mestâne,
Mest ü sâkit durur hayat fakat
Bu sükût-ı kesîf ile hilkat
Beflerin ağlayan sefâletine.
Zihniyet
Şiirde insana özgü hal ve davranışlar doğal varlık ve görünüşlere izafe ediliyor. Doğal varlık görünüşlerde insana
özgü ruhi nitelikleri aramaya çalışmak Edebiyat-ı Cedide şairlerinin şiirlerinde gördüğümüz bir durumdur.
Yapı
Şiirin ilk biriminde baharın görünüşü anlatılmış. İkinci birimde baharda yaşayan varlıkların hali anlatılmış.
Üçüncü birimde baharla birlikte ruhlarda yaşanan değişme anlatılmış. Son birimde tabiatın, insanlığın yaşadığı
sefalete üzüldüğü söylenmiştir. Metinde her birimin kendi içinde anlam bütünlüğü olduğunu ve birimlerin bir
araya gelerek daha geniş bir anlam alanına işaret ettiğini görüyoruz. Bu yolla organik bir yapı ortaya çıkmıştır.
Tema
Şiirde kötümser bir ruh halinin tabiatı algılayışı ve değerlendirişi üzerinde durulmaktadır. Güzellik ve değer
nesnede değil ona bakan kişinin ruh halinde aranmalıdır. Bireysel bakış açısı şiire hakimdir. Doğal güzellik
doğaya bakanı –insanın ruh haline göre- şekillendirmektedir. Bu fikirler tema olarak karşımıza çıkmaktadır.
Şiir Dili
İnsanın ruh hallerinin doğa karşısında anlatılırken kullanılan alışılmamış terkipler dönemin şiir dilinin
oluşmasında önemli rol oynamıştır. Edebiyat-ı Cedide ile olgunlaşmış olan şiir dilindeki bir yenileşme ilerleyen
yıllarda da Türk şiirinde gelişimini sürdürmüştür.
Ahenk
Ahengi oluşturan öğeler; ses, ses benzerlikleri, tekrarlar, söyleyiş ve ritimdir. Şiirdeki dizelerin düzenlenişinde
konuşma diline özgü söyleyişin hakim olduğu görülmektedir. Şiire özgü söyleyişte konuşma dilinin doğal akışına
yaklaşılmaya çalışılmıştır. Dize sonlarındaki ses benzerliklerinin ahengi zenginleştirdiğini de söylemek gerekir.
Ünite 6
Edebiyat-ı Cedide Roman ve Hikâyelerinden Çözümleme Örnekleri
Anlatma Esasına Bağlı Edebi Metinlerin Çözümlenmesi
Metin çözümlemede öncelikle zihniyet belirlenmelidir. Daha sonra metin yapı bakımından çözümlenmelidir.
Yapı çözümlemesinde olay örgüsü, mekân, kişiler ve zaman üzerinde durmak gerekir. Daha sonra yapıdan
hareketle tema belirlenmelidir. Son olarak metnin dil ve anlatım özellikleri ele alınır.
Halit Ziya – Mai ve Siyah
Zihniyet
Romanda 19. yüzyıl sonunda İstanbul’da sürdürülen hayat çeşitli yönleriyle hareket noktası olarak alınmıştır.
Eserin hemen başında anlatılan Tepebaşı’ndaki ziyafet sahnesiyle romanda karşılaşacağım kişiler tanıtılmış /
tasvir edilmiştir. Yazar, yaşadıkları hayata göre karakterlerinin tasvirini vermekle romanda anlatacağı olaylar
karşısında bu kişilerin nasıl davranacaklarına dair de kurgu çalışması yapmıştır. Realist bir yazar olan Halit Ziya,
bu yolla, dış gözleme dayalı anlatıma bağlı kalarak romanının kurgusunu sağlamlaştırmaktadır /
sağlamlaştırabilmektedir. Hayatı idare eden prensipler eserde anlatılan olayları da birbirine bağlamaktadır.
Yapı
Olay Örgüsü: Eseri dört birime ayırabiliriz. Birinci bölüm, insanları tanıtmakla görevli, Tepebaşı’ndaki ziyafet
sahnesidir. İkinci birim Ahmet Cemil’in matbaaya gitmesiyle başlar. Bu birimde Ahmet Cemil’i hayalleriyle
birlikte etraflıca tanıyoruz. Üçüncü birim, Ahmet Şevki Efendi’nin Ahmet Cemil’e, kız kardeşi İkbâl’i matbaa
sahibinin oğlu Vehbi Bey’le evlendirmesini teklif ettiği bölümdür. Bu olayla birlikte romanın bu ana kadar
devam eden olumlu seyri sona erecek olumsuz olaylar başlayacaktır. Bu olay, Ahmet Cemil’in hayatının alt üst
olmasına, bütün hayallerinin yıkılmasına neden olacaktır. Dördüncü birim, İkbâl’in ölmesiyle başlar. Bütün bu
birimleri birbirine bağlayan öğe Ahmet Cemil’dir.
Kişiler: Romanın merkezindeki Ahmet Cemil’dir. Romandaki diğer kişileri, Ahmet Cemil’in ailesiyle ilgili
olanlar, sanat ve zevk birlikteliği içinde olduğu kişiler ve matbaa / iş çevresindeki kişiler şeklinde kategorize
edebiliriz. Ahmet Cemil, yeniliği temsil eden kişidir. Sanat anlayışı bakımından Raci, Ahmet Cemil’in
zıddıdır. Ahmet Cemil hoşgörülü, Raci ise kindardır. Eserin genelinde Ahmet Cemil çok fazla idealize edilmiştir.
Mekân: Ahmet Cemil’e babasından kalan Süleymaniye’deki küçük ev, huzuru temsil eder. Bu evle Hüseyin
Nazmi’nin yaşadığı ev arasındaki farklılıklar dikkate değerdir. Hüseyin Nazmi, köşkte oturmaktadır. Maddi
imkân ve imkânsızlık çatışması verilmiştir. Matbaa ve Beyoğlu’ndaki eğlence muhiti romandaki diğer mekân
öğeleridir. Mekân ve insan ilişkisi romanda önemlidir, Ahmet Cemil’in Tepebaşı’ndaki ziyafette kendi
geleceğiyle ilgili şaşalı hayaller kurması, biraz da mekânın şaşasından kaynaklanmıştır. Romandaki mekân insan
kaynaşması romanda gerçekliği veren en önemli öğelerden biridir.
Zaman: Ahmet Cemil Mirat-ı Şuûn gazetesinde çalışmaya başladığında 19 yaşlındadır. Romanın sonunda
yazarın anlatımından olayların 5 yıllık bir zaman içinde gerçekleştiğini öğreniyoruz. Metinde anlatılanlardan
eserdeki zamanın 19. yüzyılın sonlarındaki İstanbul’a ait olduğunu öğreniriz, demektir ki Mai ve Siyah, yazıldığı
döneme tanıklık eden bir romandır.
Tema
Ahmet Cemil’i dikkate alırsak bu eser, hayal – hakikat çatışmasını anlatmaktadır. Ancak eseri dikkatle
incelediğimizde maddi imkânlarla başarıya ulaşılacağı fikri de öne çıkmaktadır.
Dil ve Anlatım
İlahi bakış açısıyla kaleme alınan Mai ve Siyah’ta eserle yaşanılan zaman arasındaki mesafe (kinaye mesafesi)
fazla değildir. Realist metinlerin genel özelliklerinden biri de budur. Mai ve Siyah’ın dili (1940’lı yıllarda yazar
tarafından eserin sadeleştirildiğini hatırlamak gerekir) Türk edebiyatında gelişmekte olan bir tür olarak roman
türü için çığır açıcı niteliktedir. Klasik edebiyat dilinin roman için yeterli olmadığının farkında olan Halit Ziya,
somut olanı ifade edebilmek için ayrıntılı tasvirler yapmış bu yolda dilin olanaklarını ustalıkla kullanmıştır. Türk
edebiyatı bahsi açıldığında Halit Ziya’ya uğraman yol alamayışımızın sebebi de budur.
Halit Ziya – Aşk-ı Memnu
Zihniyet
Romanda yüksek zümre bir ailenin aşk ilişkileri anlatılmaktadır. Yazarın kurgusunda farklı seviye ve yaratılışta
insanların aynı mekânda yaşamalarıyla birlikte ortaya çıkabilecek olaylar anlatılmaktadır.Romanın hareket
noktası, insanlar arasındaki ilişkide belirleyici olan bireylerin kişilikleridir.
Yapı
Olay Örgüsü: 22 bölüm olan romanın ilk bölümünde, Melih Bey takımı içinde Bihter anlatılır. İkinci bölümde,
Adnan Bey ve ailesi hakkında bilgi verilir. Her iki bölümde de Bihter’le Adnan Bey’in birbirlerine olan
ilgisinden söz edilir. Üçüncü bölümde, Bihter’le Adnan’ın evliliğinden önce yalıdaki mutlu günler resmedilir.
Dördüncü bölümde düğün hazırlıkları anlatılır. Beşinci bölümde yalıya gelen Bihter’i kıskanan Nihal ön
plandadır. Bihter ise Nihal’e hoş görünmek çabası içindedir. Altıncı bölümde Behlül sahne alır. Yedinci bölümde
düğünden bir yıl sonra Göksü’da yapılan ziyafet anlatılır. Romanın kırılma noktası Göksu’daki ziyafettir. Bu
noktadan sonra romandaki kişiler ve olaylar çıkmaza girecektir. Ziyafette Behlül’ün Peyker’e kur yapması
Bihter’in kadınlık duygularını ateşler. Sekizinci bölümde Bihter kendi kendine hayatında aşk istediğini söyler.
Bihter’in telkiniyle yalıdan bazı kişiler ayrılmak zorunda kalır. Nihal bu nedenle babasına kırılır. Bihter – Behlül
yakınlaşması da baş başa kaldıkları bir ana Bihter’in cesaret vermesiyle başlar. On birinci bölümde Behlül,
yaşadığı ilişkileri hatırlayarak Bihter’le olan ilişkisinin muhasebesini yapar. On ikinci bölümde de Bihter,
yaşadıklarının muhasebesini yapar. Annesi de vaktiyle eşini aldatmıştır ve Bihter annesine benzemek
istememektedir. Bu nokta önemli; realizm gereği karakterlerin davranışlarının sebeplerini vermek isteyen yazar
Bihter’deki hafifliğin genetik bir mazisi olduğuna işaret eder. On üçüncü bölümde Nihal’i biraz daha yakından
tanırız. Nihal bu bölümde, davetli olarak gittiği bir düğünde geleneksel evlilik merasimine karşı olduğunu ifade
eder. On dördüncü bölümde Firdevs Hanım yalıya gelir. On beşinci bölümde Behlül, piyano çalan Nihal’i
dinlemektedir. Melodiler ona yaşadıklarını hatırlatır. On altıncı bölümde Firdevs Hanım, Adnan Bey’e Nihal ile
Behlül’ün evlenmesinin isabet olacağını söyler. On sekizinci bölümde Bihter bu yakınlaşmaya engel olmaya
çalışır. Nihal ile Behlül, Büyük Ada’ya giderler. Aralarındaki ilişki aşka dönüşmüştür artık. Firdevs Hanım
Bihter’in tehditleri altında bu evliliğe engel olmak için Behlül’e bir mektup gönderir. Nihal bu mektubu görür ve
yalıya döner. Son bölümde Nihal’i içten içe seven ve bütün olayları bilen Beşir, Adnan Bey’e her şeyi anlatır.
Yaklaşan sonu fark eden Bihter intihar eder.
Kişiler: Bir kadının birey olarak kendini duygularıyla ifade etmesi, kadınlığa ait istek ve arzularını dile
getirmesi, edebiyatımızda ilk defa Bihter’le mümkün olmuştur. Bihter, Behlül ve Nihal hayatın bir evresinde bile
olsa farklı şeyler yaşamak arzusunu temsil ederler.
Mekân: Farklı tipleri, karakterleri bir araya toplayan Adnan Bey’in yalısı, romandaki mekândır. Mekân-insan ve
olay bütünleşmesi romanda dikkat çekicidir; yalının ahalisi huzurlu ve mutlu günlerini dışarıdan, farklı kültürden
insanların yalıya gelmesiyle birlikte hızla kaybederler.Bihter’in yalıya gelmesiyle birlikte başlayan gerilim
zaman ilerledikçe artmış ve Bihter’in daha büyük hatalar yapmasına yol açmıştır.
Zaman: Romandaki zaman, Bihter’in Adnan’la tanışması ve intihar etmesi arasındaki süredir. Romanda bu süre
dışında zamana izafe edebileceğimiz veri yoktur (dönemin atmosferini dikkate alarak elbette zaman aralığı
belirleyebiliriz ama yazar bu takvimsiz durumu özellikle tasarladığı için böyle söylüyoruz).
Tema
Romandaki birimlerin ortak paydasına baktığımızda bireylerin psikolojilerinin sosyolojik gerçeklikle çatışmasını
görüyoruz. Farklı dünyaların insanlarını bir hayatın içine sıkıştırdığımızda belli bir süre sonunda maraz
çıkmasından daha doğal bir şey olmadığını belirtelim.
Dil ve Anlatım
Yazarın Mai ve Siyah’taki dil ve anlatım özellikleri Aşk-ı Memnu’da daha ileri seviyededir (şahsi kanaat).
Mehmet Rauf – Eylül
Zihniyet
Romandaki ilişkiler ağı içerisinde olaylardan ziyade karakterlerin psikolojik durumları anlatılmaktadır.
Romandaki karakterler iç sıkıntısından mustarip umutsuz ve karamsar kişilerdir. Bunun nedeni aşırı duygusal
olmalarıdır. Duygusallıkları onların zihnini dış dünyanın gerçeklerinden uzaklaştırıp bireysel hazlara
yöneltmiştir. Romandaki Necip, Suat ve Süreyya karakterlerinin ortak noktalarından biri de tabiat aşığı
olmalarıdır. Romanın merkezi mekânı bir evdir ve bu yolla roman boyunca karakterler dış dünyadan izole
edilmişlerdir. Mehmet Rauf, üstadım dediği Halit Ziya’nın üslubuna özenmişse de onun kadar başarılı
olamamıştır. Eylül’de daima aşk, tutku, güzellik, şiir ve musikiden söz etmiştir. Karakterlerin yaşadığı
huzursuzluklar güzel sanatlar aracılığıyla ifade edilmiştir. Romanda yer alan gerçekçi mekân tasvirleri ve ruh
tahlillerine rağmen yazar, bireyleri ön plana aldığı için söyleyiş ve anlatımda lirizm ve santimantalizmden
uzaklaşamamıştır.
Yapı
Olay Örgüsü: Kişilerin ruh halleri romanın iskeleti durumundadır. Olay akışındaki ilk birim Süreyya’nın bağ
evinde bunalıp Boğaziçi’ne gitmek istemesiyle başlar. Bu bölümde Süreyya’nın sıkıntılarına yer verilir. İkinci
birimde kocasının mutlu olmasını isteyen Suat, babasından yalı kiralamak için para ister. Üçüncü birimde yalıya
yerleşirler. Dördüncü birimde Necip, yalıya ziyaretlerini sıklaştırır. Beşinci birimde Necip tifoya yakalanır.
Necip’i ziyaret eden Suat, Necip’in yastığının altında kaybolan eldivenini bulur. Necip’in gizli aşkını fark eden
Suat, durum değerlendirmesi yaptıktan sonra bu aşka kayıtsız olmadığını da fark eder. İki âşık birbirlerine
kavuşmayı isteseler de Süreyya’ya ihanet etmeyi göze alamazlar. Altıncı birimde Necip, Suat’a aşkını itiraf eder.
Süreyya’nın kardeşi Hacer’in romana dahil olmasıyla gerilim artmaya başlar. Mutsuz bir evliliği olan Hacer’in
gözü dışarıdadır. Hacer’in bu tavırları üzerine Suat, evliliğin kutsallığını düşünmeye başlar. Yedinci birimde Suat
ve Necip’in huzursuzlukları en üst noktaya ulaşır. Sekizinci birimde yalıdan ayrılıp İstanbul’a dönerler.
Dokuzuncu birimde konaktaki ortam Necip ve Suat’ın görüşmelerini engeller. Onuncu birimde ateşler içindeki
konakta mahsur kalan Suat’ı kurtarmak için konağa giren Necip, ölüm pahasına aşkına kavuşur.
Kişiler: İçinde iki zıt karakter besleyen Necip, en mutlu olduğu zamanlarda bile mutsuz olmanın bir yolunu
bulmaktadır. Bu takıntılı tipleme fazla abartılıdır. Süreyya’nın kardeşi Hacer, evliliği kutsallaştıran Suat’ın tam
zıddıdır. Hacer’in kişiliği Suat’ı etkiler, romanın kurgusu içinde bu çok önemli bir eşiktir.
Mekân: İlk mekân Süreyya’yı mutsuz eden bağ evidir. Bağ evinden kaçış Süreyya için baba otoritesinden
uzaklaşmaktır. Yalı, romandaki mutsuz tiplerin sanat ve doğayla terapi yaptıkları mekândır. Romanda
Beyoğlu’nun eğlence mekânları ihanetler, yalanlar ve entrikalarla özdeşleştirilir.
Zaman: Olaylar yaz mevsiminin başlangıcıyla sonbaharın ilk zamanları içinde geçer. Romanın başında Suat ve
Süreyya’nın 5 yıllık evli olduklarını öğreniriz. Eylül, Suat ve Necip’in ayrılmak zorunda kaldıkları aydır. Eylül,
âşıkların gerçeklerle yüzleştikleri aydır.
Tema
Romanın teması toplumun kabul ettiği, benimsediği değerlerle bireysel arzu ve isteklerin çatışmasıdır. Romanda
anlatılan aşk sadece hayal edilmiştir, yaşanma fırsatı bulamamıştır.
Dil ve Anlatım
Yazar, olay örgüsü üzerinde durmayıp basit ayrıntıları tasvir etmiştir. Bu detaylı tasvirler sonucunda Necip adeta
bir fetişiste olup çıkmıştır (İnci Erginün). Necip, en küçük detaylara karşı bile aşırı duyarlıdır. Suat’ı her zaman
yanında hissetmek için onun eldivenin tekini çalmıştır. Romanda olaylar hakim anlatıcının bakış açısıyla
anlatılmıştır. Romanın sonunda yazar aceleci davranmıştır, yangının çıkış sebebi belli değildir ve kısaca
geçiştirilmiştir.
Halit Ziya – Mavi Yalı (Hikâye)
Zihniyet
Hikâyenin kahramanı sıradan biridir. Hayatında hayale yer vermeyen biridir. Hayatını idame ettirmek dışında
gayesi olmayan birinin hayatını model almıştır. Maupassantvari bir hikâyedir.
Yapı
Olay Örgüsü: İlk birimde hayatı boyunca hayal kurmamış olan kahramanımız(kaptan) mavi yalıyı görünce
hayaller kurmaya başlar. İkinci birim, kahramanın yalıyla ilgili hayallerinden oluşmaktadır.
Kişiler: Tek bir kişinin etrafında gelişen hikâyenin sonunda eski bir arkadaş hikâyeye dahil olur. Şaşırtıcı bir
figür olmaktan öteye geçemez bu eski arkadaş (Maupassant etkisi). Kaptanın annesi ve kardeşinden de
haklarında bir şey öğrenemediğimiz kadar kısa söz edilir.
Mekân: Hayatı işiyle sınırlı olan kahramanın hikâyesinde mekân, gerçekliği sembolize eden boğazda sefer yapan
vapur ve hayallerin odağındaki mavi yalıdır.
Zaman: Hikâye, kahramanın çocukluk yılları ile mavi yalı hayallerinin yıkıldığı zamanı kapsar.
Tema
Hayal hakikat çatışmasının sade ve açık tarzda anlatıldığı başarılı bir hikâyedir. Metnin teması, kaptanın yaşadığı
hayal / hakikat çatışmasıdır.
Dil ve Anlatım
Anlatıcı, ilahi bakış açısından; kişi, olay ve çevreyi dikkatle sunan yazar-anlatıcıdır. Halit Ziya’nın hikâyedeki
dili romanlarındakinden daha sadedir. Halktan birini anlatırken kullanmak zorunda olduğu ses, eşya ve
görünüşlerle şekillenmiştir. Edebiyat-ı Cedide’nin edebi diline has yapı ve terkipler yine de göze çarpar.
Ünite 7
Edebiyat-ı Cedide’de Mensur Şiir
Prose Poetique / Şiirsel düzyazı
Edebi bir tür olarak mensur şiirin ilk örnekleri poeme en prose adıylaAloysius Bertrand tarafından sunulmuş.
Mensur şiirin ilk örneği Aloysius Bertrand’ın 1842’de yayınladığıGaspard de la Nuit’dir. Bertrand’ı Le
Centaure ve La Bacchante isimli eserleriyle Maurice de Guerin izler. Baudelaire’in Le Spleen de
Paris,Rimbaud’nun Les Illuminations ve Une Saison en Enfer, Mallarme’ın Divagations ve Comte de
Lautreamont (Isidore Ducasse)’un Moldoror’un Şarkıları bu türün önemli eserleridir.
19. yüzyılın sonlarında mensur şiir diğer Avrupa ülkelerinde de karşılık bulur. İngiltere’de Thomas de Quncey,
The English Mail Coach (İngiliz Posta Arabası) adlı eseriyle; Almanya’da Hölderlin (ölm. 1843), Stefan
George ve Rainer Maria Rilke; İspanya’da G. Adolfo Becquer; Danimarka’da Jens P. Jacobsen;
ABD’de Edgar Allan Poe (ölm. 1849) ve Rusya’da Senilila Stichotvorenija v Proze adlı eseriyle Turgenyev,
mensur şiirin önde gelen isimleridir.
Mensur şiir bir iki paragraftan birkaç sayfaya kadar olabilen belli bir konu ve tema etrafında örülmüş kısa
yazılardır. Servet-i Fünun çevresindeki pek çok edebiyatçı, içinde oldukları santimantal havanın da etkisiyle
mensur şiiri denemiştir.
Recaizade Mahmut Ekrem’in nesr-i muhayyel dediği mensur şiir nesr-i şairâne, nesr-i şi’r-âmiz, nesr-i nazmâmiz, mensure, nesr-i hayali, nesrâ-i şiir-âmiz, nesr-i hayali gibi ifadelerle karşılanmıştır.Mensur şiir ifadesini ilk
olarak Halit Ziya kıllanmıştır (1886, Hizmet gazetesi). TDK bu türe şiirce adını yakıştırmıştır. Mensur şiirin
tanımı hakkında yazıp çizenler olmuş; Oktay Rifat, metinde önemli olanın biçim değil içerik olduğunu altını
çizerek şiiri belirleyenin kafiye ve uyak olmadığının anlaşıldığını söyler. Hülya Argunşah ise mensur şiir için
maddeler halinde tanımlama yapar. Servet-i Fünun gurubunun şiirde yakalamaya çalıştıkları melodi ve müzikal
haz için mensur şiir oldukça uygun bir uygulama sahasıdır;mensur şiirlerde sıkça karşımıza çıkan bağlaç ve
virgüllerle birbirine bağlanmış uzun cümleler, yazarın sözcüklerle sağlamaya çalıştığı ritim duygusu için
önemlidir. Mensur şiirde yoğun olarak kullanılan noktalama işaretleri de melodiyi yönlendirmek amacıyla
kullanılmıştır. Duygu yoğunluğu ön planda olan yeni ve genç şairlerin kendilerini ispatlama amacıyla ilk etapta
denedikleri edebi tür olarak karşımıza çıkar. Tanzimat döneminde yapılan şiir çevirileri de mensur şiirin
edebiyatımıza girmesini kolaylaştırmıştır (Ahmet Hamdi, mensur şiir çevrilerini kötü bir çığır olarak nitelemiş).
Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre mensur şiirin önünü açan Recaizade Mahmut Ekrem’dir. Halit Ziya’nın mensur
denemeleriyle yakın tarihlerde Mustafa Reşit’in de mensur şiirleri yayınlanır. Mustafa Reşit, mensur
şiirleriniGözyaşları (1884) adlı bir kitapta toplar. Tesadüfen karşılaştığı küçük gündelik olayları duygusal
yoğunlukla ifade ettiği metinlerine benzer içerikMehmet Celal’in Elvah-ı Şairane adlı kitabında karşımıza çıkar.
Bu metinlerde tabiat varlıkları, şairin duygularını ifade ederken kullandığı semboller gibidir.
Mensur şiir, Servet-i Fünun’cuların kaleminde moda haline gelir. Şairane düzyazı, dönemin roman ve
hikâyelerinde de karşımıza çıkmaktadır (Mai ve Siyah ve Eylül romanlarında örnek olabilecek kısa parçalar
fazlasıyla vardır). Halit Ziya’dan sonra mensur şiirin en başarılı örnekleriniMehmet Rauf verir. Mensur şiirlerini
1901 yılında Siyah İnciler adlı kitapta toplar. Şiirlerinin tematiği aşk, kötümserlik, kaçış, tabiat, yalnızlık ve
ölümdür. Mensur şiirin bir diğer önemli ismi Hüseyin Cahit Yalçın’dır. 24 kısa yazısı bu kapsamda
değerlendirilebilir. Celal Sahir Erozan mensur şiirlerini Buhran(1909) ve Siyah Kitap (1912) adlı kitaplarında
toplamıştır.
Ünite 8
II. Abdülhamit Dönemi Türk Edebiyatı
Servet-i Fünun topluluğunun dışında kalan edebi etkinliklerin tanımında ara nesil ifadesi yaygınlıkla
kullanılmaktadır.
Dönemin önemli temsilcileri:
Hüseyin Rahmi Gürpınar
Ahmet Mithat Efendi çevresinde yetişmiş yazarlarımızdandır. Şık romanı vesilesiyle Ahmet Mithat Efendi’yle
tanışmıştır. Tercüman-ı Hakikatyazarlarındandır. 1894’te İkdam’da yazmaya devam eder. İffet adlı romanı bu
gazetede yayınlanır. Mutalleka (Edebiyatımızda mektup tarzındaki ilk romandır) bir sonraki romanıdır. En
önemli eseri Mürebbiye’dir. Tesadüf, Bir Muadele-i Sevda, Metres ve Nimetşinas bir
şekilde Mürebbiye romanına bağlıdır. Birçok romanında karcımıza çıkan alaturka ve alafranga tiplerin
çatışması Alafranga adlı romanında asıl konu olarak karşımıza çıkar. Romanının sansür edilmesinden sonra bir
süre roman yayınlamayan Hüseyin Rahmi, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra mizah dergileri çıkarır. Şıpsevdi adlı
romanı Sabah gazetesinde tefrika edilir. Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç, Sevda peşinde, Gulyabani ve Cadı,
bu dönemin romanlarıdır. Birinci Dünya Savaşı yıllarında edebiyatımızın tanınmış isimlerinden biri haline gelen
yazar,Ben Deli Miyim, Mezardan Kalkan Şehit, Kokotlar Mektebi, Şeytan İşi veUtanmaz Adam eserleriyle yazı
hayatına devam eder.
Eserlerinde doğu-batı, eski-yeni gibi çatışmaları mizahi bir dille ele alan yazarın asıl özelliği dilidir. Sanatlı
söyleyişten uzak gündelik konuşma dilini eserlerinde başarıyla kullanmış olan yazarın eserleri, Türk romanının
gelişmesinde çok önemli bir merhaledir. Emile Zola’nın deneysel natüralist roman formunu uygulamaya
çalışmıştır. Romanlarındaki tiplemelerde fizyolojik, sosyolojik ve kalıtımsal koşullanmalar çokça karşımıza
çıkar. Hüseyin Rahmi’nin olay örgüsü içinde toplumda gördüğü aksaklıkları ele alması onu Edebiyat-ı Cedide
gurubunda kesin biçimde ayırmaktadır.
Ahmet Rasim
Edebiyata ilgisi öğrencilik yıllarında başlayan yazarın ilk denemeleri klasik edebiyatçılarımızın eserlerine
yazdığı nazirelerdir. İlerleyen yıllarda Fransızca öğrenip Fransız edebiyatını okumaya başlar. 1884 yılında
Ceride-i Havadis gazetesine girer. Daha sonra Tercüman-ı Hakikat’e geçer ve ilk kitabıFonograf’ı yayınlar
(1884).
Ahmet Mithat Efendi çizgisinde eserler vermeye başlayan yazarınedebiyatımıza katkısı ağırlıkla dil
odaklıdır. Şehir hayatının farklı kesimlerinden tiplemeler ve olayları yazılarına konu eden Ahmet Rasim bu
özelliğiyle de dönemin edebiyatçıları arasında önemli bir kişiliktir. Milli Edebiyat’ın dilini hazırlayan yazar
olarak kabul edilir. Ahmet Mithat ve Hüseyin Rahmi gibi Ahmet Rasim’in yazı hayatının gayesi halkı
bilgilendirmektir.
Şehir Mektupları adlı eseri İstanbul’un gizli kalmış köşelerindeki hayatın zenginliklerini, renklerini ele
alır. Gecelerim, Ömr-i Edebi, Eski Maceralardan Fuhş-i Atik, Matbuat Hatıralarından, Muharrir, Şair, Edip gibi
eserlerinde de samimi dil ve renkli tipler dikkat çeken niteliklerdir. Osmanlı Tarihi, Küçük Tarih-i İslam, Resimli
ve Haritalı Osmanlı Tarihi, İki Hatıra Üç Şahsiyet veİstibdattan Hakimiyet-i Milliyeye adlı eserleri halkı
öğretmeyi amaçladığı için sade bir dille, sohbet havasında yazılmış eserlerdir.
Mehmet Celal
Yazı hayatına 1884 yılında başlayan Mehmet Celal 1901 yılına dek değişik türlerde birçok esere imza
atmıştır. İrticalen şiir söyleme yeteneğiyle tanınır. Edebi kıymeti zayıf şiirler yazmıştır. Şiirlerinde Naci’nin tesiri
altındadır. Hikâyeleri ise konu bakımından döneminin sosyal hayatını anlatan teknik olarak zayıf nitelikte
eserlerdir. Şiir, roman, hikâye ve inceleme başlıklı eserlerinin sayısı yüze yakındır.
Şair Nigâr Hanım
Kardeşinin ölümü üzerine ilk şiirlerini yazan Nigâr Hanım o tarihte 12 yaşındaydı. Genç kızlık yıllarında şiir
kitabı neşreder. Gazetelere fotoğraf vererek dedikodulara yol açar. Şiirlerinin edebi kıymeti zayıftır. Günlüğe
düşülmüş notlar gibidirler. Nesir ve şiirlerinde teknik, yaşanmışın şiirleştirilmesi şeklinde zuhur eder. İlk
eseri Efsus’tur (1887). Genç bir Müslüman kıza ait olmaları bakımından önemlidir bu şiirler. Niran, 1896’da
neşredilir. Aks-i Seda1899’da yayımlanır. Sefahat-ı Kalb, Elhan-ı Vatan ve Girive diğer eserleri’dir.
Ali Kemal
İlk şiirlerinde Muallim Naci etkisindedir. 1885’te Gülşen adlı dergiyi çıkarır (henüz 16 yaşındadır). 1887’de
Fransa’ya gider. Avrupa’nın başka şehirlerini de gezer. Abdülhamit karşıtlarıyla tanışır, onlardan biri olur.
1889’da İstanbul’a döner. Muhalif tavrı karşılığını bulur; Halep’e sürülür. Muhalif tavrı hiç değişmez, 1912’den
sonra İstanbul’a döner ama bu defa da İttihat ve Terakki tarafından sürgün edilir. Yeniden İstanbul’a döndükten
sonra Bir Safha-i Tarih ve Rical-i İhtilal adlı siyasi metinleri kaleme alır. Peyam adında bir gazete çıkarır. Aşırı
muhalif bu gazete kapatılır. Sabah gazetesinde yazmaya başlar. Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na girer. Mensubu
olduğu partinin kabinesinde Dahiliye Nazırı olarak yer bulur. Kuvayı Milliye karşıtı tamimleriyle dikkat
çeker (halk nezdinde vatan haini olarak nam salar).
En çok dikkat çeken eseri Sorbonne Darülfünununda Edebiyat-ı Hakikiye Dersleri adlı çalışmasıdır. Eser,
realizmin esaslarını ele alır (1898). Paris Musahabeleri, Mesele-i Şarkiyeye Medhal (1900) edebiyat dışı
eserleridir. Çölde Bir Sergüzeşt ve İki Hemşire birer köy romanıdır. Tenkit alanında Müverrih mi Şair
mi? (1917), Yıldız Hatırat-ı Elimesi (1910), Bir Safhayı Şebab-Bir Safhayı Tarih (1913), Rical-i İhtilal:
Condorcet, Saint Just, Danton, Robespierre (1913),Fetret (1913), Tarih-i Siyasi (1918), İlm-i Ahlak (1914) gibi
eserleri vardır.
Tevfik Nevzat
Eğitimini kendi çabalarıyla devam ettirir. 1884’te Nevruz dergisinde şiirleri yayımlanır. Halit Ziya’yı takip
ederek 1886’da İzmir’de Hizmet gazetesine geçer. 1894 yılında Avrupa’ya kaçar. Padişah affını alınca İzmir’e
döner. 1895’te Ahenk adında bir gazete çıkarır. 1891’de Aheng-i Şebab adlı şiir kitabı basılır. Şiir dışındaki
yazıları kitaplaşmamıştır.
Selanikli Fazlı Necip
İmzasına ilk olarak Gonce-i Edeb dergisinde rastlarız (Selanik). Beşir Fuad ile mektuplaşmaları edebiyat
camiasında tanınmasını sağlamıştır. 1895 yılında Selanik’te yayına başlayan Asır gazetesinde 1909 yılına dek
başyazarlık yapmıştır. Bir gençlik Rüzgârı, Dilaver, Cani mi Masum mu? Sevda-yı Mefdun, Şık, Dört Mevsim,
Yine Orada, Pervin, Garip Aileler, Nasıl Nefy Olunuyordu?Adlı romanları bu gazetede tefrika edildi. Japonya
Seyahatnamesi, Roz ve Ninet, Arsen Lüpen gibi çevirileri de gazetede yayımlandı. Eserlerinde kullandığı sade
Türkçe Milli Edebiyat’ı hazırlayan süreçlerden biri olarak kabul edilebilir.
Sevda-yı Mefdun, Şık, Dört Mevsim ve Pervin adlı romanlarında alafranga tipler dikkat çeker. Bu tiplerin
karşısında batılılaşmayı doğru anlamış bir diğer kahraman muhakkak vardır. Konuları bakımından eserleri üç
ayrı kategoride incelenebilir: İlk romanından itibaren doğu-batı, alaturka-alafranga çatışmasını ele alır. Tarihi ve
cinai konuları ele aldığı eserler, modernleşmeyi telkin eden eserler diğer başlıklardır. Menfa, II. Abdülhamit
dönemini eleştiren tek eseridir.
Mustafa Reşit
İmzasına ilk olarak 1880 yılında çıkan Şark mecmuasındaki mukaddimede rastlarız. Genç şair ve yazarların
yetişmesinde katkıları olan mecmualardan bir diğeri Envar-ı Zeka’yı da Mustafa Reşit çıkarmıştır. 1884’te
derginin yayın hayatı sona ermiş bir yıl sonra da yazarın romanları kitaplaşmıştır. Bir Çiçek Demeti, Tezkir-i
Mazi, Ye’is Yahut Bir Cürm-i Meşhud ve Fiora aynı yayımlanmış eserleridir. Son romanı Son Salon ve
Aşk 1899’da yayımlanmıştır.Şiirlerini topladığı Gözyaşları (1886) en önemli eseridir.
Kitap bitti
Download