Uploaded by User7512

AİİT I.DÖNEM DERS NOTLARI

advertisement
GAZİANTEP
ÜNİVERSİTESİ
Atatürk İlkeleri ve
İnkılap Tarihi Bölümü
DERS NOTLARI 1
IV. İNKILÂP VE İNKILÂPLA İLGİLİ TEMEL KAVRAMLAR
İnkılâp:
Atatürk inkılâbı “Toplumun ihtiyaçlarına cevap vermeyen kurumların kaldırılması ve yerine
ihtiyaçlara uygun çağdaş kurumların kurulması” olarak tarif etmiştir. Mustafa Kemal, Atatürk’ün
Türk İnkılâbı hakkındaki ifadelerinden de açıkça anlaşıldığı gibi, inkılâp çeşitli aşamalardan oluşur.
Genel olarak inkılâbın, hazırlık, ihtilal ve yeniden düzenleme olmak üzere üç aşamada gerçekleştiği
söylenebilir. İnkılâbın hazırlık aşaması, zor, uzun ve kesintili bir süreç olarak ortaya çıkabilir.
Şunu söyleyebiliriz ki, inkılâp, toplumdaki mevcut sistemin yıkılarak yeni bir sistemin
kurulmasıdır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi inkılâp uzun bir süreç içerisinde gelişen toplumsal bir
harekettir. İnkılâplar, sanayi inkılâbı, bilim inkılâbı, kültür inkılâbı ve sosyal inkılâplar gibi çeşitli
alanlarda da olabilir.
İhtilal:
İhtilal, “Mevcut düzeni zor kullanarak yıkmak ve yerine yeni bir düzen kurmak” şeklinde tarif
edilmektedir. İhtilal, mevcut rejimde bir grup veya gruplar tarafından oluşturulan şiddete dayalı,
kapsamlı bir toplum hareketini ifade eder.
İsyan:
Sözlük manası olarak itaatsizlik, emre boyun eğmemek, ayaklanma demektir. Bir kavram olarak
ise isyan, toplum içerisinde bir grubun sınırlı bir amacı gerçekleştirmek üzere devlete karşı
başkaldırma hareketidir. Genel olarak isyanlar, huzursuzluğu meydana çıkaran sebepler ortadan
kalktığında sona ererler. Ancak bu nedenler ortadan kalkmadığı takdirde daha geniş çaplı sosyal
huzursuzluklara yol açabilir ve hatta bir ihtilale dönüşebilir.
Islahat (Reform):
Bozulan ve iş görmez hale gelen bir şeyi ıslah etmek, düzeltmek, çekidüzen vermek, sulh etmek
gibi anlamlar taşır. Fransızca reform kelimesi, anlam olarak ıslahatın karşılığıdır. İnkılâp ve ihtilal
kavramları, düzeni toptan değiştirmek gibi bir anlam taşımasına rağmen ıslahat kavramı, mevcut
düzeni daha işler hale getirmek için çaba harcamak, kurulu düzenin kurumlarını canlandırmak,
yenilemek, düzeltmek ve ıslah etmek anlamına gelir.
Kısaca ıslahat, toplum hayatında belirli alanlarda yapılan yenilik ve düzenlemelerdir. Islahat
hareketleri, mevcut yasalara uygun biçimde gerçekleştirilir ve zorlayıcı değillerdir. Islahat, vergi,
hukuk, eğitim, askerî vs. gibi belli alanlarla sınırlıdır. Islahat, ihtiyaç hissedilen ve gerekli görülen bir
veya birkaç alanda yapılabilir.
.
BİRİNCİ BÖLÜM
OSMANLI DEVLETİ
Osmanlı Devleti XIV. yüzyılın başında, Marmara Bölgesi’nde kurulmuştur. XIII.-XV. yüzyıllarda
İran’ın, Anadolu’nun ve Bizans İmparatorluğu’nun siyasal ve toplumsal sorunları, küçük bir beylik
olan Osmanlı Beyliği’nin kısa zamanda büyümesini ve bir devlet olmasını sağlamıştır. 1453 yılında
İstanbul’un, 1517 yılında da Mısır’ın alınması sonucunda Osmanlı Devleti bir imparatorluk olmuştur.
II- OSMANLI YÖNETİM YAPISI
Osmanlı yönetim sistemi Türk ve İslâm devletleri gelenekleri ile Orta Doğu’daki eski yönetim
anlayışlarının bir sentezi durumundadır. Osmanlı devlet anlayışının temelinde hükümranlık, adalet ve
nizam ilkeleri yatar. Bu anlayışa göre, ülke düzeninin temeli adalettir. O halde adalet ve hükümranlık
birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Çünkü adalet mülkün temelidir. Daire-i Adliye (adalet dairesi) diye
belirtilen bu görüş çerçevesinde şekillenen yönetim anlayışının bir takım unsurları vardır. Hiç şüphesiz
Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren güçlü ve sürekli bir orduya, adalet ilkesine, hoşgörülü din
anlayışına dayandığı ve bilinçli bir politika izlediği için çağının en iyi yönetim sistemini
oluşturmuştur.
Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren ilk Kanun-u Esasi’nin (Anayasa) yayınladığı tarihe kadar
(1876) mutlak monarşi ile yönetilmiştir. Bu döneme mutlak monarşi devresi veya mutlakıyet dönemi
adı verilir. Bu dönemin bariz özelliği dini hukuk kuralları ile ülkenin yönetilmiş olmasıdır. Nitekim
Devletin resmi belgelerinde Devlet topraklarına İslam Memleketleri, Sultanına İslam Padişahı,
askerlerine de İslam Askerleri denilmiştir. Bu konuda birçok yerli ve yabancı müelliflerin ortak olduğu
görüşleri de “Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan düşüşüne kadar, İslam gücünün ilerlemesine veya
savunmasına adanmış bir devlet” olduğu yönündedir.
III- OSMANLI TOPLUM YAPISI
Toplum, insanların birbirleriyle yardımlaşma ve ilişkide bulunma mecburiyetinden ortaya
çıkmıştır. Osmanlı toplumu denildiğinde, Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan sosyal gruplar
bütünlüğünü anlıyoruz. Toplum yapısı kavramı ise, toplumu oluşturan sınıf veya tabakaların
teşkilatlanmasını ve birbirlerine göre konumlarını ifade eder. XIV. yüzyılın başlarında küçük bir
Türkmen beyliği olarak Selçuklu Türkiyesinin uç bölgesinde görülen Osmanlılar, XVI. yüzyılda bir
cihan devleti kurdular. Bu devlet, çok milletli ve çok dinli bir yapıya sahipti. Ancak, Türkler, devletin
kurucusu olarak esas unsuru oluşturuyordu. Nitekim Osmanlıların iskân politikası bu düşüncenin
pratik sonucu olarak uygulanmıştır. Bunun yanında hangi soya mensup olursa olsun bütün
Müslümanlar da hâkim unsur konumunda yerlerini alıyorlardı. Buna göre, Müslümanlar, millet-i
hâkime (yöneten millet), gayri Müslimler de millet-i mahkûme ( yönetilen millet) oluyordu.
Osmanlı Devleti’nde toplum yapısı, biri askeriler (yönetenler) ve diğeri reaya (yönetilenler) olmak
üzere iki ana grup altında ele alınmaktadır. (Osmanlı toplumunun bir bölümünü oluşturan yönetenler
ile ilgili olarak bir önceki konumuzda (Osmanlı Yönetim Yapısı) kısaca bahsetmiştik).
Osmanlı toplum yapısı içinde reaya; askeri zümre dışında kalan, üretici olan, ticaretle uğraşan,
vergi veren, yerleşik veya yarı yerleşik halk zümresini ifade etmektedir. Başka bir anlatımla reaya;
şehirliler, köylüler ve göçebe aşiretlerden meydana gelmiş vergi yükümlüsü olan zümredir. Bu kesim,
yönetici sınıf içinde yer almayan, meslek ve müstahsil grupları (köylüler, zanaatkârlar ve ticaretle
uğraşanlar) olarak alt tabakayı oluşturmuş; sanayi, ticaret ve tarımla uğraşmış; devlete vergi vererek
servet üretmiştir.
IV- OSMANLI DEVLETİ’NİN GERİLEME VE ÇÖKÜŞ SÜRECİ
Tarihin kaydettiği ender devletlerden biri olan Osmanlı Devleti, XVI. yüzyılın sonlarına doğru
birçok iç sorunlarla karşılaşmış ve duraklama sürecine girmiştir. Diğer taraftan Avrupa’daki değişme
ve ilerlemeler, deniz yollarının keşfi gibi dış gelişmeler de Osmanlı’yı derinden etkilemiştir.
XVI. yüzyıldan itibaren yaşanan bu değişim ve bozulmaların ardından XVII. yüzyılın sonlarında
başlayan gerileme devrinden itibaren ise hızla toprak kaybedip sınırları daralmaya, nüfusu azalmaya
ve ekonomik açıdan zayıflamaya başlamıştır. Bu dönemde özellikle sosyal ve ekonomik hayatta
yaşanan kargaşa ve huzursuzluklar, dinamik olan devlet müesseselerini kısa sürede hantal ve işlemez
hale getirmiş, kurumlar arasında yaşanan zincirleme etkileşim bir süre sonra içinden çıkılmaz bir hâl
almıştır.
Osmanlı Devleti, XVIII. yüzyıla ilk defa toprak kaybetmiş olarak girdi. Bu yüzyılın ilk yarısında
devletin temel siyaseti 1699 Karlofça ve 1700 İstanbul Antlaşmaları ile kaybedilen yerleri geri almaya
çalışmak oldu. Ancak kısa zamanda var olan kurumlar ve ordu ile eskisine nazaran çok daha güçlü
düşmanlara karşı bir şey yapılamayacağı anlaşıldı. Avrupa karşısında uğranılan bozgun, Osmanlının
dünyaya bakışında ve düşüncelerinde önemli değişikliklere yol açtı. Artık imparatorluk kurumlarını
Kanuni zamanındaki şekliyle ayakta tutmanın mümkün olmadığı görülerek, batıyla olan ilişkilere daha
çok önem verilmeye başlandı.
XIX. yüzyıla girildiğinde ise Osmanlı Devleti hala geniş bir coğrafyaya hâkim olmakla beraber
askeri ve ekonomik bakımdan birçok problemlerle karşı karşıya bulunuyordu. Sömürgecilik
siyasetiyle zenginleşen ve sanayileşen Avrupa Devletleri askeri ve ekonomik açıdan büyük bir güç
olarak ortaya çıkmışlardı. Bir an önce Osmanlı Devleti’ni parçalamak ve topraklarını paylaşmak
arzusunda idiler. Ancak kendi aralarındaki çatışmalar ve antlaşmazlıklar yüzünden Osmanlı Devleti
tamamıyla parçalanıp yok olmaktan kurtuldu. Ancak şu çok açık bir şekilde ortaya çıktı ki, bu
yüzyılda Osmanlı Devleti artık kendi bağımsızlığını kendi gücüyle koruyamayacak kadar zayıflamıştı.
Bu bakımdan XIX. yüzyıldaki Osmanlı siyaseti Avrupa’nın güçlü devletleri arasındaki rekabet ve
çekişmelerden faydalanarak, yani denge politikaları uygulayarak imparatorluğu ayakta tutmak ve bir
an önce sanayileşerek, güç kazanmak esasına dayanıyordu.
A-İÇ SEBEPLER
1. Yönetimin Bozulması
Osmanlı Devleti’nde duraklama belirtileri XVI. yüzyıl sonlarında ortaya çıkmış olmasına rağmen
devletin güçlü yapısından dolayı bunun farkına varılamamıştır. İlk çürüme belirtileri Kanuni
zamanında görülmüş fakat dikkat çekmemiştir.
.
2. Ekonominin Bozulması
Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren izlediği çok başarılı ekonomik politikalar sonucunda
halkın refah düzeyini artırmayı başarmıştı. Osmanlı toplumu bir refah toplumu haline gelmişti. Buna
rağmen aynı zamanda kanaat toplumu olan ve zaruri ihtiyaçlarından fazlasını hayır hizmetlerine
harcayan Osmanlı toplumu her türlü ihtiyaca cevap veren vakıfları desteklemiş, bu sayede toplumda
muhtaç insan bırakılmamıştı..
Osmanlı ekonomisinin bozulmasının sebeplerini ana hatları ile özetlemek gerekirse aşağıdaki
olgular karşımıza çıkar:
a) Tımar Sisteminin Bozulması
b) Ticaret Yollarının Yön Değiştirmesi
c) Avrupa’da Altın ve Gümüşün Bollaşması
d) Kapitülasyonlar
e) Saray Masraflarının Artması
f) Savaşlardaki Yenilgiler ve Ganimet Gelirinin azalması
3. Ordunun Bozulması
Osmanlı Devleti gaza ve cihat esasına göre kurulan bir devlet olduğu için güçlü ordular
bulundurmak zorunda idi. Siyasi yapı ile askeri yapı birleşmişti. Padişah aynı zamanda başkomutandı.
Sivil yönetim birimlerinin başında askeri şahsiyetler görev yapardı. Sancakbeyi ve beylerbeyi hem vali
hem komutan idiler.
Ordu ana hatları ile iki kısımdan oluşurdu; Kapıkulu askerleri ve Tımarlı sipahiler. Kapıkulu
askerleri Osmanlı ordusunun çekirdeğini teşkil eder ve en vurucu kısmını oluştururdu. Sayısı çok
sınırlı tutulurdu.
Kapıkulu sayısının artması Osmanlı Devleti için bir felaket oldu. Zira büyük bir güç haline
geldiler. Bu ocağa çekidüzen vermek isteyen II. Osman’ı da öldürdüler. Bu olaydan sonra bu ocağa hiç
kimse güç yetiremez oldu..
4. Eğitimin Bozulması
Batı’da meydana gelen gelişmeler yeterince takip edilmemiş bunun sonucu pozitif bilimler orada
hızla gelişirken, Osmanlı ilim kurumlarında ise hızla gerilemiştir. Nitekim Duraklama döneminde
pozitif bilimler faydasız ve lüzumsuz addedilerek medreselerden çıkartılmış onun yerine sadece dini
bilimler verilmeye başlanmıştır.
B-DIŞ SEBEPLER
1. Osmanlı Devleti’nin Jeopolitik Konumu
Osmanlı Devleti’nin sahip olduğu coğrafya, tarih boyunca gerek ekonomik değeri, gerekse
jeopolitik ve jeostratejik değeri dolayısıyla dünya milletlerinin cazibe merkezi olmuştur. Nice millet
bu coğrafyaya hâkim olmuş burada devlet kurup medeniyet tesis etmiştir.
Osmanlı Devleti’nin hükümran olduğu saha, bilhassa Anadolu, geçmişte olduğu gibi günümüzde
de üzerinde ve yakın çevresinde dünya güç dengesini etkileyecek düzeyde, sürekli ve çok yönlü çıkar
ve güç çatışmalarına sahne olan, hassas bir coğrafi konuma sahip bulunmaktadır. Bu konumu ile bu
topraklar; Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının teşkil ettiği dünya adasının merkezi durumundadır.
Ayrıca bu bölgeler arasında geçişi sağlayan başta Akdeniz ve Ortadoğu’nun doğu-batı ve kuzey-güney
esas mihverleri üzerinde bir köprü özelliğine sahiptir. Dolayısıyla dünya güç merkezlerinin her türlü
çatışmalarında (fiziki, sosyal, ekonomik) kullanacakları güzergâhlar Osmanlı topraklarından
geçmektedir; Atlas okyanusundan başlayan karayolları, Anadolu yarımadası üzerinden geçerek Hint
Okyanusu ve Büyük Okyanus kıyısına kadar ulaşmaktadır. Demiryolları içinde aynı şeyler söz
konusudur.
Osmanlı Devleti’nin merkez noktasını günümüz Türkiye Cumhuriyeti coğrafyası oluşturmaktadır.
Bu coğrafya tarih boyunca önemini korumuştur. Türkiye’nin coğrafi konumunun bu ehemmiyeti ona
dünya güç merkezleri için mutlak kontrol ve elde bulundurulması gerekli bir hedef olma niteliğini
kazandırmaktadır. Ayrıca bu bölgelerin Marmara Denizi ve boğazlara sahip olması dolayısıyla Doğu
Akdeniz ve daha ileride Basra Körfezine kadar hükmetmede daima avantaja sahip olması değerini
daha da artırmaktadır. Hâlihazırda dünyanın en önemli petrol rezerv ve çıkarım alanlarına (Hazar ve
Ortadoğu) yakınlığı yanında bu petrollerin nihai tüketim merkezlerine ulaşmasında kullanılacak
yolların kontrolü de önemli ölçüde Türkiye’nin hâkimiyeti altındadır. Ancak dünya genelinde askeri,
ekonomik ve siyasi olaylar bakımından coğrafi ve jeopolitik konumun getirdiği avantajlar yanında
dezavantajların olduğu da unutulmamalıdır. Türkiye’nin içerisinde bulunduğu sorunların kökenine
inildiğinde, Türkiye’nin bölgede söz sahibi bir güç haline gelmesini önlemek amacı güden ve bölgede
menfaati olan ve bu menfaatlerini uzun vadede korumak isteyen güçlerin olduğu anlaşılacaktır.
2. Coğrafi Keşifler
Ortaçağın sonları ile yeniçağın başlarında Osmanlı Devleti karşısında pek bir varlık gösteremeyen
Avrupa, coğrafi keşiflerle beraber yepyeni bir dönemin içerisine girmiştir. Keşfedilen yeni topraklar
ve yeni coğrafyalar Avrupa insanının ufkunu açmış dünya görüşünü değiştirmiştir. Yeni topraklarda
bir yandan yerleşip kendilerine yurt edinirken öbür yandan buralarda ele geçirdikleri zenginlik
kaynaklarını ülkelerine taşımaya başlamışlardır. Açık denizlerden gelen bu servet onları kısa zamanda
geliştirip güçlendirmiştir. Ezeli rakipleri Osmanlı Devleti karşısında önemli bir kuvvet kazanan
Avrupa devletleri, Reform ve Rönesans hareketlerinin getirdiği yenileşme ve güç kazanma süreci ile
beraber baş edilmesi mümkün olmayan bir düşman haline gelmişlerdir. Osmanlı Devleti açık
denizlerdeki bu servetten istifade edememiştir. Sömürge esasına dayanan bu açılım Osmanlı
Devleti’nin sahip olduğu temel değerlerle çatışmıştır. Bütün bunlarla birlikte Coğrafi keşifler
sonucunda özellikle Ümit Burnu’nun bulunması Doğu-Batı ticaretinin yapıldığı İpek ve Baharat
yollarının önemini yitirmesine sebep olmuştur. Bu durum da Osmanlı Devleti’nin ekonomisini
olumsuz yönde etkilemiştir.
3. Reform ve Rönesans Hareketleri
Reform: Kelime anlamı yeni şekil, ıslah etmek, yeniden düzenlemek demektir. Tarihsel anlamı
itibariyle Ortaçağ Avrupası’nda din alanındaki muhalefet hareketidir. Bu olayda kilisenin maddi ve
manevi egemenliğine ve bunun sınır tanımaz etkinliğine karşı oluşan dini-elit muhalefeti Martin
Luther temsil etmiştir. Luther, Katolik Kilisesinin dogmalarına karşı reform istiyordu. Bu
mücadelesindeki savunduğu düşünceler Protestan Kilisesini doğurdu. Ortaçağlar boyunca kilise
baskısı ve skolâstik görüşler yüzünden karanlık bir devir yaşayan Avrupa reform hareketleri ile
beraber bu baskıdan önemli ölçüde kurtulmuştur.
Rönesans: Önce İtalya’da başlayıp giderek yayılan Rönesans kelime anlamı olarak “yeniden
doğuş” demektir. Rönesans’ın Ortaçağ’a inat dinsel konularda bile insanı merkez olarak almak,
dünyayı, dünya gerçeklerini değerlendirmek ve Eski Yunan sanatına dönmek, köklerini orada bulmak
gibi nitelikleri vardı. Latince önem kazandıkça eski eserler gün ışığına çıkıyordu. Rönesans, Ortaçağ
ile modern dünya arasında bir basamak oldu. Avrupa toplumu bu dönemde yeni bir uyanış ve yükseliş
hamlesi başlatmıştır. Matbaanın yaygın bir şekilde kullanılmasıyla bilimsel düşünce yaygınlaşmış ve
pozitif bilimler hızla gelişmiştir. Bu bilimsel gelişmeler, yeni tekniklerin üretilmesine sebep olmuş ve
ait olduğu toplumlara büyük güç kazandırmıştır. Buna karşın kendine aşırı güvenen Osmanlı Devleti
bu gelişmeleri pek ciddiye almamıştır.
4. Sanayi Devrimi
Sanayi Devrimi, XVIII. yüzyılın ortalarında başlayıp, XX. yüzyılın başlarına kadar süren uzun bir
dönemi içerir. Bu dönemde Batı Avrupa’da meydana gelen bilimsel ve teknolojik gelişmeler
neticesinde, buhar gücüyle çalışan makineler endüstrinin birçok alanında kullanılmaya başlanmıştır.
Bu süreçte üretim tekniklerinde meydana gelen gelişmeler ve ilerlemeler Avrupa’yı hızla
zenginleştirmiştir. Büyük fabrikalarda yapılan üretim, mamul madde miktarını arttırmış ve iç pazarlar
bu üretimi tüketmeye yetmez olmuştur. Üretim fazlasını ihraç etmek zorunda olan sanayileşmiş
devletler kendilerine yeni sömürge alanları aramaya başlamıştır. Avrupa sanayisinin seri üretilen ve
ucuza mal edilerek ihraç edilen malları karşısında, Osmanlı sanayisinin el tezgâhlarına dayanan
üretimi rekabet edememiştir. Bu durumda yerli tüccar ve sanayici, geri teknoloji ve yüksek maliyet ve
ağır vergi şartları karşısında, daha fazla dayanamamış ve bir kısmı iflasa sürüklenirken birçoğu da
işletmelerini kapatmak zorunda kalmıştır.
Osmanlı Devleti, Avrupa’daki bilimsel ve teknolojik gelişmelerin uzağında kaldığı gibi zamanla
Avrupa devletlerinin, ucuz yolla hammadde temin ettikleri ve ürettikleri malları geniş imtiyazlarla
pazarladıkları bir ülke haline gelmiştir. Dolayısıyla gelişmiş Avrupa sanayisi ile rekabet şartlarını
yitirmiş olan Osmanlı sanayisi hızla bir çöküş süreci içerisine girmiştir. Bu durum Osmanlı Devleti’ni
ekonomik ve mali açıdan çöküntüye sürüklemiştir.
5. Fransız İnkılâbı
14 Temmuz 1789’da başlayan Fransız İnkılâbı (Devrim) devlet ve toplum hayatında önemli
değişikliklere neden olmuştur. İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi, bütün insanların özgür ve eşit
olduklarını bildirmekteydi. Zira Devrimin parolası özgürlük, eşitlik ve adaletti. Devrimin ortaya
koymuş olduğu düşünce akımları, siyasal, sosyal, ekonomik, askeri alanlarda getirdikleri ve bunların
etkileri ile günümüze kadar dünya ölçüsünde büyük değişikliklerin ve gelişmelerin meydana
gelmesine yol açmıştır.
Osmanlı Devleti 1789’da Fransız Devrimi başladığında, diğer Avrupa devletlerinde olduğu gibi,
gelişmelere Fransa’nın bir iç sorunu olarak yaklaşmıştır. Osmanlı yöneticileri, İmparatorluk sınırları
içinde yaşayan Fransız vatandaşlarının coşkulu kutlamalarına da kayıtsız kalmışlardır.
Ancak Devrimden sonra ortaya çıkan özellikle Milliyetçilik hareketleri Osmanlı Devleti için
büyük bir sıkıntı kaynağı oldu. Çok uluslu bir yapıya sahip olduğundan, ayrıca azınlıkların Hıristiyan
kökenli olmasından dolayı onları Osmanlı yapısı içinde tutmak çok zor oldu. Nitekim bu ideolojiden
öncelikle Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’nın ideolojik etkilerine en açık durumda olan ve
Avrupa’nın arka bahçesi olarak nitelendirilen Balkanlar coğrafyası etkilendi. Daha sonra da tüm Arap
coğrafyası bu sürece dâhil oldu.
6. Şark Meselesi ve Haçlı Taassubu
1071 yılında Hıristiyan Batı âlemine karşı kazanılan ilk zaferden sonra Türkler Batı’daki
ilerlemelerini altı asır daha devam ettirdiler. İşte bu altı asırlık mücadele de sürekli mağlup olan ve
savunma durumunda olan Hıristiyan âlemi Türklerin ilerlemesini durduramamış ve bu mücadele Şark
Meselesinin temelini oluşturmuştur. Zamana ve mekâna bağlı olarak ortaya çıkan ve değişik şekillerde
tarif edilen Şark Meselesi’nin temelinde Hıristiyan-Türk veya Avrupa –Türk münasebetleri
yatmaktadır. Bu itibarla Şark Meselesi’nin özü Batılı emperyalist devletlerin Osmanlı Devleti’ni
parçalama ve paylaşma politikalarıdır.
Avrupa devletlerinin Türk düşmanlığının kökeni kavimler göçüne kadar dayanır. Sonraki
dönemlerde de bu düşmanlık duygusu haçlı seferleri şeklinde kendini göstermiştir. Avrupa devletleri,
Osmanlı Devleti’ne karşı da aynı duygularla hareket etmiş, Osmanlı karşısında aldığı mağlubiyetleri
ise hiçbir zaman hazmedememiştir.
Bunun sonucu olarak 1683 II. Viyana bozgunundan sonra Kutsal İttifak kurulmuş ve Osmanlı
Devleti’ne karşı birlikte mücadele etmeye başlamışlardır.
7. Büyük Devletlerin Osmanlı Devleti Üzerindeki Emelleri
Osmanlı siyasi literatürüne “Düvel-i Muazzama” olarak geçen büyük devletler; İngiltere, Rusya,
Fransa, Almanya, ABD, İtalya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğudur. Bu devletlerin Osmanlı
toprakları üzerindeki emelleri şöyledir:
a) İngiltere’nin Osmanlı Devleti Üzerindeki Emelleri
Türklerin İngilizler ile ilk karşılaşmaları Haçlı Seferleri ile başlar. İngilizler, Osmanlı Devleti
üzerine Haçlı Seferleri’ne katılarak Niğbolu’da Türklerle savaşmışlardır. Görüldüğü gibi Türk-İngiliz
ilişkileri düşmanca başlamıştır. Bu düşmanlığın sebebi, büyük ölçüde din farklılığıdır. 1453’te
İstanbul’un Türkler tarafından fethi üzerine, Papanın çağrısı ile İngilizler Türklerle olan ticari
ilişkilerini kesmişlerdir.
XVI. yüzyılın ortalarında İngiliz-İspanyol rekabeti, İngilizleri Türklerle yaklaştırmış ve İngilizler
XVII. yüzyıl boyunca İspanya-Fransa ve Portekiz ile olan sömürgecilik rekabeti ve Türkiye’deki karlı
ticaret sebebiyle Osmanlı Devleti ile iyi ilişkiler kurmaya özen göstermiştir. Bu iyi ilişkiler XVIII.
yüzyılın sonuna değin devam etmiştir. XIX. yüzyılda ise İngiltere, Osmanlı Devleti’nin toprak
bütünlüğünü savunan bir politika izlemesi Hindistan meselesi ile ilgilidir. İngiltere ancak kendi etkisi
altındaki bir Osmanlı Devleti sayesinde, en önemli sömürgesi olan Hindistan’a uzanan yolları güven
altında tutabilirdi. Fransa’nın 1798’de Mısır’a saldırması, Rusya’nın boğazlara hâkim olma arzusu
İngilizleri, Hindistan’a giden ve Osmanlı egemenliğinde olan yolları, bu güçlü devletlere
kaptırmaktansa, kendisinin yardımıyla güçlenecek bir Osmanlı Devleti’ne bırakmaya zorlamıştır.
Osmanlı Devletini yardımlarıyla Rusya’ya ve Fransa’ya karşı ayakta tutmaya çalışan İngilizler,
bunun karşılığı olarak da Osmanlı Devleti’ni pazar olarak kullanmışlardır. 1877–78 Osmanlı-Rus
Savaşı’nı Osmanlı Devleti’nin kaybetmesi, İngilizleri, Osmanlı Devletine yönelik politikalarını tekrar
gözden geçirmeye zorlamıştır. Ayrıca İngiltere’nin Osmanlı Devletine verdiği desteği kesmesinin bir
sebebi de XIX. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan Almanya faktörüdür. Osmanlı Devleti’nin bir
türlü güçlenemediğini, kendi bağımsızlığını koruyamayacak kadar zayıfladığını düşünen İngilizler,
Osmanlı Devleti’ne verdiği desteği çekerek, onu yıkma politikalarını uygulamaya koymuşlardır.
İngilizlerin bu yeni politikalarını uyguladıklarının iki önemli kanıtı vardır: 1-İngilizlerin 1878’de
Kıbrıs’a asker çıkarmaları ve Mısır’ı işgal etmeleri. 2- Doğu Anadolu’da bir Ermeni Devleti’nin
kurulmasına öncülük etmeleri.
b) Rusya’nın Osmanlı Devleti Üzerindeki Emelleri
Çar I. Petro ile Rusya dış siyasetinde ilk denizlere açılma politikasını uygulamaya koyulmuştur.
Boğazlardan geçerek, sıcak denizlere inmeyi ve Rusya’yı denizlere hâkim bir ülke konumuna
getirmeyi hedefleyen Çarlık Rusya’sı, XVIII. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti aleyhinde bir
büyüme ve gelişme göstermiştir. XVIII. yüzyılda Osmanlı Devleti henüz Rusya’ya karşı koyabilecek
güçtedir. XIX. yüzyılda iyice zayıflayan ve Rusya’ya karşı tek başına mücadele edemeyecek duruma
düşen Osmanlı Devleti, bu yüzyılda da Rusya ile çıkarları çatışan İngiltere, Fransa, Avusturya gibi
ülkelerle zaman zaman işbirliğine giderek bu güçlü düşmanına karşı varlığını koruyabilmiştir.
c) Fransa’nın Osmanlı Devleti Üzerindeki Emelleri
Türk-Fransız ilişkileri de Haçlı Seferleriyle başlamıştır. İngiltere’nin Osmanlı toprakları
üzerindeki en önemli emeli, Orta Doğu’yu özellikle de Suriye ve Lübnan’ı ele geçirebilmektir. Fransa
özellikle Tanzimat sonrası kültürel alandaki Batılılaşma çalışmalarımızda toplumumuz nazarında
model bir ülke olmuştur. Ancak bütün bunlar Fransızların, Osmanlı Devleti aleyhindeki politikasını
değiştirmemiştir. I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı topraklarının İtilaf Devletleri arasında paylaşımı
gayesiyle yapılan gizli antlaşmalara Fransa da katılmış ve kendisine büyük bir pay verilmiştir.
d) Avusturya-Macaristan’ın Osmanlı Devleti Üzerindeki Emelleri
Bu devlet de yükselme döneminden itibaren Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki en büyük rakibidir.
XVI. ve XVII: yüzyıllarda Osmanlı Devleti, Avusturya’ya üstünlüğünü kabul ettirmiştir. 1683 yılında
Osmanlı Devleti’nin Avusturya karşısında uğradığı Viyana bozgunu ile Osmanlı karşısında güçlü
duruma geçmiş, zaman zaman Rusya ile ortak hareket ederek Osmanlıyı Avrupa’dan atmaya
çalışmıştır. Daha sonra dikkatini Balkanlar üzerine yoğunlaştıran Avusturya, bu bölgeden Ege’ye
uzanmak istemiştir. Bu dönemde benzer emeller taşıyan Rusya ile Balkanlar’da menfaatleri çatışan
Avusturya, 1908’de Bosna-Hersek’i Osmanlı Devleti’nden almıştır. Bundan sonraki siyasi ve askeri
olaylarda Avusturya, Almanya ile birlikte hareket etmiş, onun adeta tabii müttefiki olmuştur. Bu
yüzden de Avusturya, I. Dünya Savaşı’nda Almanya ve Osmanlı Devleti ile aynı ittifakın içinde yer
almıştır. I. Dünya Savaşı sonunda Avusturya-Macaristan da Osmanlı Devleti gibi parçalanmıştır.
e) Almanya’nın Osmanlı Devleti Üzerindeki Emelleri
1871’de Prusya’nın önderliğinde Millî birliğini tamamladıktan sonra, takip ettiği siyasi ve iktisadi
politikalar sayesinde Avrupa’nın en güçlü devletlerinden biri olmayı başaran Almanya’nın Osmanlı
Devleti ile doğrudan sınır komşuluğu yoktur. Bu nedenle Almanya’nın, Osmanlı topraklarını ele
geçirmeye yönelik politikası olduğu söylenemez. 1878’de İngiltere’nin, Osmanlı Devleti’nin toprak
bütünlüğünü koruma politikasını sona erdirmesi İngiliz donanmasını Basra Körfezi’nde kontrol altında
tutmak isteyen Almanya’nın, Osmanlı Devleti’ne yakınlaşmasına neden olmuştur. Almanya bu sayede
hem Türk topraklarından geçerek, Kızıldeniz ve Hint Okyanusu’na kadar olan toprakları, İngiliz
İmparatorluğu’nun sömürge yollarını kontrol etme imkânını elde ediyor, hem de Osmanlı
Devleti’nden ekonomik ve siyasi çıkarlar sağlamayı hedefliyordu. Bu ilişkiler çerçevesinde Berlinİstanbul-Bağdat demiryolu projesinin yapılmasına başlanmış, bu proje İngilizleri oldukça rahatsız
etmiştir. Türk-Alman yakınlaşması I. Dünya Savaşı sırasında da sürmüş Osmanlı Devleti gücüne
hayranlık duyduğu Almanya’nın yanında yer alarak, I. Dünya Savaşı’nın bitimi ile tarihi ömrünü
tamamlamıştır.
f) İtalya’nın Osmanlı Devleti Üzerindeki Emelleri
İtalya da Almanya gibi Millî birliğini XIX. yüzyılın ikinci yarısında tamamlamış bir devlettir.
Sanayileşmesini tamamlayamadığı için, şansını Osmanlı topraklarında denemek istemiştir. Bu
doğrultuda hareket eden İtalya, Osmanlı egemenliğindeki Trablusgarp ve Bingazi’yi sömürge olarak
kullanabilmek amacıyla 1911’de Osmanlı Devleti’ne savaş açmış, bu topraklara asker çıkarmıştır.
Ardından Rodos ve 12 Adayı işgal etmiştir.1912’de Trablusgarp Savaşı sonucunda imzalanan Qundy
(Uşi) Antlaşmasıyla, İtalya hedefine ulaşmış, Trablusgarp ve Bingazi’yi kendi sömürgesi yapmıştır.
I. Dünya Savaşı sırasında, Osmanlı Devleti karşısında İtilaf Devletleri safında yer alan İtalya,
Türk topraklarının paylaşımını öngören gizli antlaşmalara katılmış, kendisine İzmir’in verilmesi
benimsenmiştir. Ancak Paris Barış Konferansı kararıyla İtalyanların yerine İzmir’e Yunanlıların
çıkartılması, İtalyanları İtilaf Devletlerine kırgın hale getirmiştir. Bu yüzden İtalyanlar, Kurtuluş
Savaşı’nda diğer devletler gibi karşı tavır almamışlardır.
g) ABD’nin Osmanlı Devleti Üzerindeki Emelleri
İlk Amerikan Konsolosluğu 1824’te İzmir’de açılmış, başlangıçta kültürel amaçlara yönelik olan
ABD-Osmanlı ilişkileri giderek ekonomik alana yönelmiş ve 1830’da ABD ile bir ticaret antlaşması
imzalanmıştır. Dış politikasında 1823’te kabul ettiği Monroe Doktrini’ni uygulayan ABD kendi kıtası
dışında olanlarla pek ilgilenmemiştir. Ancak Monroe Doktrini’nin varlığına rağmen, ABD zaman
zaman başka ülkelerin sorunlarına karışmış (Örneğin: Ermeni Meselesi)bu da iki ülke arasındaki
ilişkilere bazen gölge düşürmüştür. Amerika’nın Türkiye ile ilgili dış politikası, I. Dünya Savaşı’nın
ardından ağırlık kazanmıştır. ABD Başkanı Wilson Barış Prensipleri’nin 12. maddesi, Osmanlı Devleti
ile ilgilidir. Ancak Türklerin lehine olan bu madde diğer devletler tarafından uygulanmamıştır.
A-OSMANLI DEVLETİ’NDE YENİLİK (ISLAHAT) HAREKETLERİ
Osmanlı Devleti’nde yenileşme hareketlerinin başlayışı ile ilgili çeşitli düşünceler ortaya
atılmıştır. Kimi tarihçiye göre; değişimin başlangıcı olarak “Tanzimat” gösterilirken, bazılarına göre
ise başlangıç dönemi “Lale Devri”dir. Esasen Osmanlı Devleti’nde çöküşü durdurmak ve devleti eski
gücüne kavuşturmak için yapılan çalışmaları, iki ana grupta ele almak gerekir. Bunlardan ilki
gelenekçi zihniyetle yapılan yenilikler ve ikincisi Batıyı örnek alarak yapılan yeniliklerdir.
1- XVII. YÜZYIL YENİLİK (ISLAHAT) HAREKETLERİ
XVII. yüzyılda yapılan yenilikler daha çok gelenekçi zihniyetle yapılmıştır. Bu yüzyılda Osmanlı
Devleti iç ve dış sorunlar yaşamakla birlikte henüz bunların tam farkında değildir. Bu sorunları
çözmeye yönelik teşebbüslerde bulunan devlet adamları, bir önceki yüzyılın ihtişamlı günlerine aklı
takılı kalmış, o dönemin kanunlarını hayata geçirmekle sorunlardan kurtulacağını sanmıştır. Bu
yüzden devamlı Kanuni tarafından derlenen Kanun-ı Kadime atıfta bulunulmuş ve bu kanunların
uygulanması için çaba harcanmıştır. Ancak bunun sorunları çözmediği kısa zamanda anlaşılmıştır.
I. Ahmet, II. Osman, IV. Murat gibi padişahlar döneminde ya bizzat padişahların kendileri
tarafından ya da yetki verilen sadrazamlar aracılığı ile bu ıslahatlar yapılmıştır. Yani yapılan
ıslahatların bir özelliği de ıslahatların devlet adamlarınca (padişah, sadrazam, vezir vd.) uygulanmış
olmasıdır.
Yapılan ıslahatlarda akla gelen ilk yöntem şiddete şiddetle karşılık vermekti. Başta Kuyucu Murat
Paşa olmak üzere Köprülüler ve IV. Murat aynı yöntemle hareket etmiş, aldıkları zorlayıcı tedbirlerle
geçici bir sükûnet sağlamışlardır. Ancak şiddete dayalı bu tedbirler kalıcı sonuç doğurmamıştır.
Kurtuluş çareleri kurallar, prensipler ve ilkeler bazında değil, kişiler bazında ele alınmış; sorunlar
nasıl çözülür sorusundan çok, sorunları kim çözer sorusuna cevap aramışlardır. Bu yüzden ıslahatlar
kişilere bağlı olarak gelişmiş ve onların adları ile anılmıştır. Ancak ıslahat hareketleri bu kişilerin
ölümü üzerine devam ettirilememiş ve sonuçsuz kalmıştır.
Bu dönem Islahat hareketlerinde Avrupa etkisi yoktur. Avrupa’da meydana gelen gelişmeler pek
ciddiye alınmamıştır. Osmanlı Devletinin Batı’yı örnek almamasının bir sebebi de kendisini hala
Batı’dan üstün görmesidir. Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki gelişmeleri ciddiye alması, ancak
savaşlarda peş peşe yenilmesi ve önemli ölçüde toprak kaybetmesi ile mümkün olabilmiştir.
2- XVIII. YÜZYIL VE SONRASI YENİLİK (ISLAHAT) HAREKETLERİ
XVIII. yüzyılda yapılan yenilikler ise Batı örnek alınarak yapılmıştır. Bu yüzyılda yapılan
ıslahatlar daha ziyade askeri ve teknik niteliktedir. Çünkü Osmanlı Devleti bu yüzyıla girerken çok
talihsiz olaylar yaşamıştır. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa komutasında büyük bir ordu ile başlatılan II.
Viyana seferi Osmanlı Devleti’nin yenilgisi ile sonuçlanmış ve Osmanlı askerleri büyük kayıplar
vermişlerdi. Bu zaferin ardından vakit kaybetmeyen Avrupa devletleri (Malta, Lehistan, Venedik,
Rusya ve Avusturya) kendi aralarında Kutsal İttifak antlaşması imzalayarak topyekûn Osmanlı
Devleti’ne saldırmışlardır. Yaklaşık 16 yıl süren bu savaşlarda Osmanlı Devleti yenilmiş ve 1699
yılında Karlofça Antlaşması’nı imzalamıştır. Tarihinde ilk kez, üstelik önemli miktarda toprak
kaybeden Osmanlı Devleti bu durumu kabullenmekte zorluk çekmiştir. Niçin yenildik sorusunun
cevabı artık herkes tarafından bilinmektedir. Çünkü düşmanlar artık klasik savaş usullerini terk
etmişler, modern savaş taktikleriyle savaşmaya başlamışlardır. Üstelik kullandıkları silahlar da son
derece üstün ve teknik silahlardır. Bu düşman ile baş etmenin yegâne yolu ise onların sahip olduğu
tekniğe sahip olmaktır.
a) II. MAHMUT DÖNEMİ (1808 – 1838) ISLAHATLARI
II. Mahmut dönemi ıslahatlarına geçmeden önce bu padişahın tahta geçişi sırasındaki olaylara
kısaca değinmek yerinde olacaktır.
Kabakçı Mustafa ayaklanmasıyla tahttan indirilen III. Selim’in yerine padişah olan IV. Mustafa
uzun süre bu makamda kalamadı. Nizam-ı Cedid yanlıları bu karışık ortam içinde, kendilerine taraftar
olan Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa’nın yanına toplanmışlardır. Bu gelişmeler karşısında,
Alemdar buradan büyük bir ordu hazırlayarak İstanbul’a gelmiş ve isyancıları bertaraf etmiştir. III.
Selim’i tekrar tahta çıkarmak istemiş, ne var ki isyancılar elini çabuk tutup onu öldürmüşlerdir. Bunun
üzerine II. Mahmut tahta geçirilmiştir (1808–1839). IV. Mustafa, Yeniçerilerin onu tekrar padişah
yapmaya çalıştıkları bir ayaklanma sırasında Sultan II. Mahmut'un emriyle 17 Kasım 1808'de
öldürüldü. Acımasız bir tabiata sahip olan ve ihtirasları karşısında zayıf durumlara düşerek ülkede
kargaşa ortamı oluşmasına sebep olan Sultan IV. Mustafa ıslahat hareketlerine karşı tutumuyla
Osmanlı tarihine geçti. Bu güç ve iktidar kavgaları içinde tahta geçen II. Mahmut, devlete karşı bir şer
ocağı ve reformlar karşısında da önemli bir engel olan Yeniçerilerden kurtulmadan hiçbir iş
yapılamayacağını anlamış ve bu istikamette hareket ederek yeni uygulamaları başlatmıştır. II. Mahmut
32 yıl süren saltanatı döneminde Osmanlı Devleti’ni Avrupa standartlarında bir devlet yapmak için
yoğun ıslahat hareketlerine girişmiştir. Bu dönem ıslahat hareketleri genel hatları ile şunlardır:
II. Mahmut ilk olarak, Ayanlarla karşılıklı 1808’de Sened-i İttifak adı verilen bir mukavele yani
bir sözleşme imzalamıştır. Bu sözleşme ile padişah yerel yetkilerinden bir kısmını ayanlara
devretmiştir. Artık Ayanlar asker ve vergi toplama işinde padişaha yardımcı olacaklardı. Esasen bu
durum zaten var olan bir uygulamaya resmiyet kazandırmaktı. Zira Ayanlar XVII. yüzyıldan beri
devlet ile toplum arasında ilişkileri sağlayan mahalli otoriteler olarak kabul ediliyordu. II. Mahmut
istemeyerek de olsa bu metne imza atmıştı. Böylece Padişahın yetkileri ilk kez sınırlandırılmıştır.
Ayrıca kendisini tahtta oturtan Alemdar Mustafa Paşayı da sadrazam yapmıştı. Ne var ki Alemdar,
mensubu bulunduğu Ayanlar lehine tavizler koparmakla kalmamış, ülkenin yegâne hâkimi
kendisiymiş gibi davranmaya başlamıştı. Şüphesiz ki II. Mahmut bu durumdan pek de hoşnut değildi.
Alemdar Mustafa Paşa’nın Sekban-ı Cedid adı ile yeni bir ordu kurmak için çalışmalara başlaması,
Yeniçerilerin isyanına sebep oldu. Yaklaşık bin kişilik bir Yeniçeri grubu Paşa’nın sarayını kuşatarak
çatışmaya başladı. Kurtulamayacağını anlayan Alemdar Mustafa Paşa sarayın cephaneliğini havaya
uçurarak kendisi ile beraber üç yüz Yeniçerinin ölümüne sebep oldu. Padişah ise bu çatışmaya taraf
olmadı.
25 Mayıs 1826’da “Eşkinci” adı verilen yeni ve modern bir ocağın kuruluşu gerçekleşti. Ancak bu
durum Yeniçerilerin isyanı için bir bahane oldu. Bu durum üzerine Sultan hemen gerekli tedbirleri
almış ve halkı sancak-ı şerif etrafında toplanmaya çağırmıştır. Başta Yeniçeri Ocağına destek veren
ulema kesimini kendi yanına çekmiş, ayrıca saray bostancıları, topçular ve diğer askerlerin de destek
vermesi ile yeniçeri ocağı ortadan kaldırılmıştır. Osmanlı tarihleri bu olayı “Vaka-i Hayriye” diye
kaydetmişlerdir. Bu ocak kaldırıldıktan sonra Asakir-i Mansuriye-i Muhammediye adıyla yeni ve
modern bir ordu kurulmuştur.
c) TANZİMAT DÖNEMİ (1839–1876)
1839 yılında Tanzimat Fermanı’nın ilan edilmesiyle başlayıp 1876 I. Meşrutiyet’in ilanına kadar
geçen süreye Tanzimat Dönemi denir. Tanzimat Dönemi, Osmanlı tarihinde yeni bir devrenin
başlangıcıdır. Devletin siyasi, sosyal, askeri ve kültürel alanlarda kötü gidişatını önlemek arzusuyla
daha geniş ıslahatların yapıldığı bir dönemdir.
1. Tanzimat’ın İlan Edilmesinin Sebepleri
Tanzimat Hareketi, o döneme kadar yapılan düzenleme çabalarının sonuç vermemiş olması,
giderek artan iç huzursuzluk ve dış baskıların ortadan kaldırılması ve bu sayede devleti kurtarmak
üzere yeni bir hamle yapmak zaruretinin bir sonucu olarak doğmuştur. Devletin Avrupa karşısındaki
üstünlüğünün kaybedilmiş olması, askeri teşkilatın çökmesi, mevcut hukukun ve idari teşkilatın
hayatiyetini kaybetmesi, padişahların otorite ve nüfuzlarını kaybetmeleri, askeri, mülki ve mali
meseleleri layıkıyla yürütecek müesseselerin kurulamaması Tanzimat Fermanı’nın ilanını zaruri kılan
iç sebepleri oluştururken; devletin siyasi ve askeri olarak savunulamaması dış sebepler olarak
görülmektedir. Tanzimat Fermanı’nın ilanına etki eden bu iç ve dış sebepleri şu şekilde özetleyebiliriz:
a. Bu dönemde Osmanlı Devleti, Mısır Valisi M. Ali Paşa ile savaş halindedir. Bu savaşta Avrupa
devletlerinin desteğine ihtiyacı vardır. Ancak Avrupa devletleri Osmanlı Devleti’nin siyasi ve hukuki
yapısını çok köhne buldukları için bu yardımı yapmakta isteksiz görünmektedirler. Tanzimat Fermanı,
Osmanlı Devleti’nin bir hukuk devleti sayılması için atılmış bir adımdır. Bu atılan adımla Batı’dan
beklenen yardımın geleceği ümit edilmiştir.
b Azınlıklar lehine getirilen düzenlemeler sayesinde Avrupa devletlerinin iç işlerimize
karışmaktan vazgeçeceği hesap edilmiştir.
c. Ülkede var olan tartışmalara son vermek ve devleti eski gücüne yeniden kavuşturmak
amaçlanmıştır.
d. Daha önce askeri ve teknik alanda başlayan ıslahat geleneği daha geniş bir daire içine taşınarak,
hukuki ve siyasi alana da yayılmak istenmiştir.
2. Tanzimat Fermanı’nın İlanı
II. Mahmut’un ölümü üzerine tahta geçen oğlu Abdülmecit, babasının yenilikçi kimliğini
sürdürmüş ve çok güvendiği Londra Büyükelçisi Mustafa Reşit Paşa ile birlikte hareket ederek köklü
bir reform arayışına girişmiştir.
Mustafa Reşit Paşa uzun yıllar Londra sefirliği yapmış ve İngilizlerin yönetim ve hukuk
konusunda kaydettiği gelişmeleri yakından takip etmişti. Hatta edindiği tecrübelerden Osmanlı
Devleti’nin işine yarayacak bir çalışma da hazırlamıştı. İstanbul’a döndüğünde Padişah ile görüştü ve
hazırladığı metni sundu. Bu metin bir padişah fermanı haline getirildi. Bu dönemde yapılması
düşünülen düzenlemelerle ilgili ferman hazırlandıktan sonra 3 Kasım 1839’da Mustafa Reşit Paşa
tarafından, padişahın, devlet adamlarının, yüksek dereceli memurların, ulemanın, Ermeni ve Rum
Patriklerinin, Yahudi Hahamının, esnaf temsilcilerinin, yabancı elçilerin ve kalabalık bir halk
topluluğunun huzurunda okunarak ilan edildi. Tanzimat Fermanı, bugünkü Gülhane Parkında
okunduğu için Gülhane Hatt-ı Hümayunu diye de anılır.
Tanzimat Fermanı, devlet yapısını hukuksal anlamda yeniden tanımlayıp, bazı yeni değişiklikler
öngören bir berattır. Dolayısıyla Tanzimat Fermanında toplumsal hak talepleri değil, Sultan tarafından
tebaaya tanınmış bir dizi haklar söz konusudur. Tanzimat fermanı için hukuki bir tanım yapmak
zordur. Zira bir anayasa değildir. Karşılıklı imzalanan bir sözleşme de değildir. Ancak tek taraflı
imzalanmış bir metin olmakla birlikte, Padişah tarafından halka verilmiş bir takım hakları içeren ilk
belge olması bakımından önemli bir metindir. Fermanda yer alan konulara bakılırsa, Osmanlı
Devleti’nin keyfi yönetilen bir ülke olmaktan çıkacağı, padişah dâhil herkesi sınırlayan ve bağlayan
bir takım hükümlerin ve kanunların olacağı anlaşılmaktadır. Fermanın içeriğinde dikkati çeken başlıca
önemli noktalar şöyle özetlenebilir:
Fermanda yüz elli yıldan beri kanunlara saygısızlık yüzünden devletin yıkımlara uğradığı, oysa
ülkenin yeri, verimli toprakları, yetenekli halkı göz önüne alınırsa Allahın yardımıyla devletin eski
gücüne yeniden kavuşabileceği belirtiliyordu. Bunun için de yeni kanunlar konulmasının gerekli
görüldüğü ve yeni kanunların dayandırılacağı ilkelerin şunlar olduğu belirtiliyordu.
1- Müslüman ve Müslüman olmayan bütün vatandaşların can, mal, ırz ve namus güvenliğinin
sağlaması
2- Herkesten belli usullere ve kazancına göre vergi alınması.
3- Askerlik işlerinin yeniden düzenlenmesi (Askerlik süresinin sınırlandırılması).
4- Herkesin kanun önünde eşit tutulması, kesin delil olmadan, açık bir mahkemede yargılanmadan
ve hakkında şer’i hüküm olmadan hakkında ölüm cezası verilmemesi.
5- Herkesin mal ve mülk edinmesinin sağlanması, istediğinde bunları satması veya yenisini
alması, çocuklarına miras olarak bırakma hakkının bulunması (Müsadere tamamen kaldırılacak mal
emniyeti sağlanacaktır).
6- Devlet işlerinin müzakere ile görülmesi sağlanacaktır. Bu amaçla Meclis-i Ahkâm-ı Adliye’nin
üye sayısı artacak, burada herkes kendi düşüncesini çekinmeden söyleyecektir. Askeri işler de yetkili
kurullarda görüşülüp karara bağlanacaktır.
7- Padişah bu kanunlara sadık kalacağına dair kutsal emanetler odasında yemin edecek, diğer
devlet erkânı da aynı yemini edecektir (Böylece ilk kez bir Osmanlı Padişahı, çok geniş olan
yetkileri üzerinde bir kanun gücünün varlığını tanımış oluyordu).
8- Kanunlara uymayanlara verilecek cezaları tayin etmek amacı ile bir ceza kanunnamesi
yapılacaktır. Suç işleyen herkes hatır gönül, makam ve rütbeye bakılmaksızın cezalandırılacaktır.
9- Devlet memurları maaşlarını ayni değil nakdi alacaklardır. Böylece rüşvetin önüne geçilecek,
rüşvet belası ile savaşmak için ayrıca etkili bir kanun yapılacaktır.
3. Tanzimat Fermanı’nın Önemi
İslam öncesi tarihimiz de dâhil olmak üzere batı ile sürekli çatışma ve zıtlaşma içinde yaşarken,
Tanzimat’la beraber ilişkilerimizin şekli ve mahiyeti değişmeye başlamıştır. Bu tarihten itibaren Türk
toplumu kısmen yüzünü batıya dönmeye başlamıştır. Aydın kesimden başlayarak halka doğru yayılan
Batılılaşma çizgisi Tanzimat ile başlamıştır. İçinde yaşadığımız dönemden başlayarak geriye doğru iz
sürdüğümüzde yaşanan kültürel veya siyasi tartışmaların bir ucunun hep gidip Tanzimat’a dayandığını
söyleyebiliriz.
Tanzimat Fermanı’nda asıl üzerinde durulması gereken hususların başında bu ferman ile hukuki
alanda yapılan düzenlemeler gelmektedir. Çünkü ilk defa bir fermanda modern anayasalarda yer alan
can, mal, ırz güvenliği gibi en temel ilkeler yer almıştır. Hukukun üstünlüğü prensibi dışında, mali,
askeri, ekonomik ve toplumsal alanlarda da yeni uygulamalar getirmiştir. Ancak fermanda yer alan ve
kanunların uygulanmasında her dindeki kişilerin eşit olacağı ilkesi, o güne kadar sürdürülen İslam
geleneğinden en köklü ayrılışı temsil etmesi sebebiyle Müslümanları en çok inciten ilke olmuştur.
Medeni hukuk alanında şer’i hukukun devam etmesine karar verilirken, ticaret ve kamu hukuku
alanlarında Batı hukuku benimsenmiştir. Çıkarılan kanunlar, yeni bir sistematikle şer’i hukukun bir
parçası olarak hazırlanmıştır.
Günümüzde dahi tartışmaları devam eden ve yakın tarihimizin önemli dönemeçlerinden biri olan
Tanzimat Dönemi’nde yapılan yenilikleri birkaç başlık altında ele alalım;
4. Tanzimat Döneminde Yapılan Yenilikler
a) Fermanda söz verilen kanunların yapılması için iki meclis kurulmuştur. İdareyi ilgilendiren
konularda yapılacak yasaları ve düzenlemeleri Meclis-i Ali-i Tanzimat (şimdiki Danıştay) yargıyı
ilgilendiren işlere ise Meclis-i Ahkâm-ı Adliye (Şimdiki Yargıtay) bakacaktı. Bu meclislerin küçük
birer modeli de vilayetlerde kurulacak ve taşraya ait işler bu meclislerde görüşülüp karara
bağlanacaktı.
b) Devlet uygulamalarında din farkı gözetilmeyecekti. Bu yüzden Müslümanların şer’i
mahkemelerde, azınlıkların ise cemaat mahkemelerinde yargılanmasına ilaveten tüm tebaayı
ilgilendiren ceza mahkemeleri kurulacak ve bu mahkemelerin uygulayacağı yasalar da Avrupa’dan
alınacaktır. Ticaret Mahkemeleri, Karma Mahkemeler ve Nizamiye mahkemeleri kurularak yeni
yapılan kanunları uygulayacaktı.
c) 1876 yılında Ahmet Cevdet Paşa’nın başında bulunduğu bir komisyon Mecelle adıyla bir
medeni kanun hazırlayacaktı. İlk İslam medeni kanunu olarak kabul edilmektedir.
d) Yeni mahkemeler (Nizamiye, Karma, İstinaf, Bidayet) kurulmuştu.
e) Askerlik 5 yıl olacaktı. Tek erkek çocuğa sahip olan ailenin oğlu askere alınmayacaktı. Cizye
vergisi kalkacak gayrimüslimler de askerlik yapacaktı. Bu konu azınlıkların büyük itirazlarına sebep
olmuş ve bu yüzden pek uygulanamamıştır. Onun yerine şimdiki paralı askerlik benzeri bir uygulama
ile bu kişilerden bedel-i askeri denilen bir para alınmıştır.
f) Örfi vergiler kaldırıldı. Herkes gelirine göre yılda bir defa vergi verecekti. Mali işlerde bilanço
uygulamasından vazgeçildi. Bütçe uygulaması başlatıldı. Kaime denilen ilk kâğıt para bu dönemde
basıldı (1840).
g) Maarif Meclisi kurularak eğitim alanında yapılacak işler düzene konulacaktı. Sıbyan
mekteplerine çekidüzen verilecek, ilköğretim parasız ve mecburi olacaktı. Rüştiye mekteplerinin
sayısı çoğaltılacaktı. Darü’l-Fünun adı verilen ilk üniversite İstanbul’da kurulacaktı.
I) Galatasaray Sultanisi adı verilen bir ortaöğretim kurumu açıldı ve bu okula her milletten
öğrenci kabul edildi. Böylece Osmanlı ortak kimliğinin oluşmasına çalışıldı.
İ) Encümen-i Daniş adı ile bilimsel faaliyetlerde bulunacak ve yabancı dillerden bilimsel eser
tercümesi yapacak olan bir kurul kuruldu.
5. Tanzimat’ın Sonuçları
Memurlara maaş uygulaması, devlet içinde halktan kopuk bir bürokrasi oluşmasına sebep
olmuştur. Yeni kanunlar ve yeni uygulamaların yanı sıra eski kanunlar, eski mahkemeler ve eski
okullar yerinde bırakılarak toplumda ikilik oluşmasına sebep olmuştur. Eski ve yeni yapıların bir
arada bulunması kargaşa yaşanmasına sebep olmuştu. İşkence yapanlar cezalandırılmış, zenci köleliği
yasaklanmıştır. Batıda gelişen liberalizm ve bireycilik Osmanlı sosyal hayatına da tesir etmiş konak
(geleneksel) aile yapısından çekirdek aile yapısına geçiş başlamıştır. Bir yandan eski düzeni
sürdürmeye çalışan geleneksel aile yapısı öbür yandan modern çekirdek aile yapısı toplumda iki farklı
kültürün oluşmasına sebep olmuştur. Bu ikilik sadece sosyal alanda değil esasen her alanda kendini
göstermiştir. Batı tarzı eğitim veren yeni okullarda eğitim gören veya misyoner okullarına devam eden
öğrenciler ile medrese eğitimine devam eden öğrenciler iki farklı dünyanın insanı olarak yetişiyorlardı.
Sonraki yıllarda giderek artacak olan bu zıtlaşma ve farklılık uzun yıllar etkisini sürdürecektir.
Tanzimat’la birlikte Batı tüketim alışkanlıklarının ve hayat tarzının topluma sirayeti ile beraber
farklı yaşam tarzları ortaya çıkmıştır. Batıdaki üretim tarzını bilmeden batılı gibi tüketmeye çalışanlar
ülkeyi batı mallarının hazır pazarı haline getirmişlerdir. Tanzimat’ın ilanından bir yıl önce (1838)
Balta Limanı Ticaret Antlaşması’nın imzalanması ve İngiliz mallarının ülkeye girişine kolaylık
sağlanmasının ardından Osmanlı toplumunda böyle bir tüketim eğiliminin ortaya çıkması oldukça
dikkat çekicidir. Tanzimat Fermanını ilan eden Mustafa Reşit Paşa’nın en son Londra sefiri olduğunu
da düşünürsek ekonomik yönden daha planlı bir hareket ile karşı karşıya olduğumuz anlaşılır.
Osmanlı Devleti ilk dış borcu bu dönemde almıştır. 1854 yılında ilk defa İngiltere’den aldığımız ve
daha sonra Fransa başta olmak üzere yapılan borçlanmanın daha çok tüketim alanında kullanılması
devleti iflasın eşiğine getirmiştir.
Temel haklar konusunda yeni bir açılım olan Tanzimat Fermanı, gerçekte bu hakları üreten bir
aydınlanma akılcılığına dayanmadığı için fermanda yer alan hususların çoğu yerine getirilemedi ve
umulan başarı sağlanamadı. Bunun temel sebepleri şunlardır:
1. Batı’dan alınan yeniliklerin derinliğine anlaşılamamış olması ve sadece şeklen benimsenmiş
olması.
2. Azınlıklara verilen hakların büyük devletlerce istismar edilmesi. Osmanlı Devleti’nin iç işlerine
sürekli müdahale edilerek devletin işini zorlaştırmışlar ve bu durum da devletin yıkılmasında büyük
rol oynamıştır.
3. Tanzimat Fermanı’yla amaçlanan ıslahatları gerçekleştirmek için devlet yeterli kadroya sahip
değildi. Hâlbuki böyle bir hareketin başarılı olabilmesi için mutlaka yeterli ve geniş bir ekibe
dayanması gerekiyordu.
Tanzimatçıların gayesi bütün Osmanlı tebaasını dil, din, Milliyet ayırımı gözetmeksizin bir
Osmanlı vatandaşlığı içinde kaynaştırmak suretiyle devletin parçalanmasını önlemekti. Ancak
yukarıda belirtilen sebeplerden dolayı bu düşünce gerçekleştirilemedi.
d) ISLAHAT FERMANI (18 Şubat 1856)
Tanzimat Fermanı ile bütün din ve mezheplere verilen hak ve imtiyazlar Islahat Fermanıyla
yenilenmekte ve bunun uygulanması için gerekli önlemlerin alınacağı vurgulanmaktadır.
Fermanda yer alan hükümlerden bazıları şunlardır:
1. Müslim ve gayrimüslim Osmanlı tebaası kanun önünde eşit olacaktır.
2. Hiçbir mezhep diğerinden üstün sayılmayacaktır.
3. İmparatorluk içinde bulunan her toplum okul açabilecektir.
4. Vergiler eşit alınacak, iltizam usulü kaldırılacaktır.
5. Gayrimüslimlerin, askeri ve sivil bütün okullara girebilmeleri sağlanacaktır.
6. Gayrimüslimler devlet memuru olabilecektir.
7. Müslümanlarla gayrimüslimler veya gayrimüslimlerin kendi aralarındaki ceza ve ticaret
davalarının "muhtelif divanlarda" görülmesi sağlanacaktır.
8. Gayrimüslimlerin de askerlik hizmetiyle yükümlü olması; fakat "bedel" vererek askerlikten
muaf olma imkânının tanınması sağlanacaktır.
9. Yerli mevzuata uymak şartıyla yabancılar gayrimenkul edinebileceklerdir.
10. Mahkemelerde gayrimüslimlerin şahitliği kabul edilecek ve mahkemeler açık yapılacaktır.
11. Rüşvet kaldırılacak, mali, adli, sosyal ve askeri ıslahatlara devam edilecektir.
12. Resmi evrak ve haberleşmede gayrimüslimlere hakaret edici sözler kullanılmayacaktır.
13. Gayrimüslimlerin, mezheplerinin dokunulmazlığı, imtiyazlarının korunması sağlanacak,
gayrimüslimler vilayet ve nahiyelerin yönetim meclislerine üye olabileceklerdir.
14. Maarif ve bayındırlığa önem verilecektir.
15. Müslümanlarla, gayrimüslimler arasında sosyal, iktisadi davalara bakmak için karma
mahkemeler kurulacaktır.
Görüldüğü üzere Islahat Fermanı, Hıristiyanların hak ve imtiyazlarını artırıcı, dolayısıyla
Müslümanların haklarını ise, lehlerinde yeni düzenlemeler yapılmadığından, kısıtlayıcı prensipler
ihtiva ediyordu. Bu sebeple Müslüman halkın tepkisine yol açtı. Bu fermanla birlikte Hıristiyan
kavimler arasında Milliyetçilik fikirleri daha kolay yayılmaya başlamış ve sonuçta devlet için yıpratıcı
sonuçlar doğurmuştur. Ayrıca Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmasını
kolaylaştırmıştır.
Tanzimat ve Islahat Fermanı ile ilgili yaptığımız bu açıklamalardan sonra bu iki fermanın
arasındaki temel farklılıkları şu şekilde ortaya koyabiliriz:
1. Tanzimat Fermanı yöneticilerin kendi isteğine göre hazırlanırken, Islahat Fermanı Avrupalı
devletlerin baskısıyla yapılmıştır.
2. Tanzimat Fermanı’nda Müslümanlarla, gayrimüslimler arasında ortaya çıkan bir takım farklı
uygulamalar, Islahat Fermanı’nda din ve ırk farkı gözetmeksizin kaldırılmıştır.
3. Tanzimat Fermanı devletin tüm tebaasını gözetmekle birlikte Islahat Fermanı’nın ise özellikle
Hıristiyanlar için hazırlandığı kabul edilmiştir.
4. Islahat Fermanı, Müslümanlar ve ulema tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Hıristiyanlar ise
kendilerinden istenen askerlik görevini ekonomik faaliyetlerini engelleyici bir durum olarak
nitelemişlerdir.
5. Islahat Fermanı, Fransız İhtilali’nin getirdiği bazı maddeleri taşıdığından Hıristiyanların
devletten ayrılma isteklerini hızlandırmıştır.
6. Tanzimat Fermanı vatandaşlık prensibi ile devleti dağılmaktan kurtarmayı amaçlarken, Islahat
Fermanı azınlıklara verilen haklarla devletin parçalanmasını kolaylaştırmıştır.
e) I. MEŞRUTİYET DÖNEMİ (1876 – 1878)
1- Meşrutiyet Kavramı
1876’ya kadar siyasi literatürde pek kullanılmayan “meşrutiyet” kavramı “şart” kökünden gelen
“meşrut” kelimesinden türetilmiş, “meşveret’ten “parlamenter sistem”e kadar pek çok manayı
karşılamıştır.
Meşrutiyet, mevcut hükümdara ilaveten bir anayasa ve bir parlamentonun varlığını öngören
rejimin adıdır. Yani Padişahın yanında bir parlamentonun bulunması ve yetkileri paylaşmalarıdır.
Mutlakıyetten Cumhuriyet’e doğru giderken ara bir çözüm yolu gibi görünen bu idare tarzında halk
meclis yolu ile yönetime katılıyor, yönetim ile yönetilen arasındaki hukuku belirleyen bir de anayasa
bulunuyordu. Bu rejimde padişah eylemlerinden sorumsuz değildi. Anayasa onu da kuşatacak ve
bağlayacaktı. Kişisel hak ve özgürlükler anayasa ile garanti altına alınacaktı.
I. Meşrutiyet, ilk anayasanın ilan edildiği 23 Aralık 1876 ile meclisin kapatıldığı 14 Şubat 1878
tarihleri arasındaki devreyi kapsamakla birlikte; I.Meşrutiyet Dönemi denildiğinde, II. Meşrutiyet’in
ilanına (1908) kadar olan süreç kastedilir.
f) II. ABDÜLHAMİT DÖNEMİ (1876–1908)
1- I. Meşrutiyetin İlanı ve Kanun-ı Esasi (Anayasa)
Kanun-ı Esasi, 11 bölüm ve 119 maddelik bir anayasadır. Kanun-ı Esasi (Anayasa)’nin bazı
önemli maddeleri şunlardır:
Saltanat ve hilafet hakkı ve makamı Osmanoğulları soyunun en büyük erkek evladına aittir. (Bu
madde Osmanlı Meşrutiyeti’nin monarşik karakter taşıdığını göstermektedir).
Devletin dini İslam’dır. Yasalar dini hükümlere aykırı olamaz. (Bu madde Osmanlı anayasasının
teokratik ağırlıklı bir yapıya sahip olduğunu gösterir).
Yasama görevi; Âyan Meclisi ve Mebusan Meclisi’ne verilmiştir.
Âyan Meclisi üyeleri padişah tarafından ölünceye kadar tayin edilebilecekti. Mebusan Meclisi’nin
üyeleri dört yılda bir yapılan seçimle her elli bin Osmanlı erkeğinin seçeceği milletvekillerinden
oluşacaktır. (Böylece Osmanlı Devleti’nde parlamenter sisteme geçilmiştir).
Yürütme yetkisi; başında padişahın bulunduğu Bakanlar Kurulu’na (Heyet-i Vükela’ya)
verilmiştir.
Kanun teklifini sadece hükümet yapabilecektir.
(Yukarıdaki iki madde Mebuslar Meclisi’nin etkinliğini azaltmış ve bir danışma meclisi
durumuna düşürmüştür).
Bakanlar Kurulu’nun başkan ve bakanlarını padişah seçer, atar ve gerektiğinde azleder.
Mebuslar Meclisi’nin başkanı ve iki yardımcısı Meclisin gösterdiği adaylar arasından padişah
tarafından seçilir.
Meclisi açmak ve kapatmak padişaha aittir.
Hükümet Meclise karşı değil, padişaha karşı sorumlu olacaktır. (Bu madde, padişahın yetkilerinin
Millî iradenin üstünde olduğunu göstermektedir).
Anayasada kişi özgürlüğü, öğretim ve öğrenim özgürlüğü, mülkiyet hakkı, din özgürlüğü, basın
özgürlüğü, konut dokunulmazlığı, vergi eşitliği, yasal eşitlik ve dilekçe hakkı gibi temel haklar yer
almıştır. (Bu maddeyle Osmanlı Devleti’nde kişisel haklar ve özgürlükler genişlemiş ve anayasa
güvencesine alınmıştır).
Padişah, devlet güvenliğini bozduğu gerekçesiyle polis araştırması yaptırabilecek ve sonunda
suçlu görülen kişileri sürgüne gönderebilecektir.
g) II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ ( 1908 – 1918 )
1- II. Meşrutiyetin İlanına Yol Açan Gelişmeler
II. Abdülhamit, I. Meşrutiyete son verdikten sonra Jöntürkleri birer bahane ile yurt dışına sürdü.
Kuvvetli bir istihbarat (Hafiye) teşkilatı kurarak bunların hareketlerini izledi. Bu yüzden meşrutiyet
yanlıları amaçlarına ulaşmak için çok çaba harcamak zorunda kaldılar.
a) İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Kuruluşu ve Faaliyetleri
Tıbbiye talebesi olan İbrahim Temo ve beş arkadaşı tarafından 21 Mayıs 1889’da İstanbul’da
gizlice kurulan İttihad-ı Osmanî Cemiyeti daha sonra İttihat Terakki Cemiyeti adını alarak büyük
bir gizlilik içinde çalışıp örgütlendi. Sıkı takip altında oldukları için gizlice örgütlendiler. Cemiyetin
ana gayesi II. Abdülhamit’i tahttan indirmek ve meşrutiyeti yeniden ilan etmekti. Cemiyetin
taraftarları hızla çoğaldı. Cemiyet üyelerinden Ahmet Rıza, bir bahane ile Paris’e gidip buradaki
Jöntürklerle irtibat kurdu. Cemiyete ait yayın organları (Meşveret Gazetesi) yurt dışında basıldı ve
gizlice ülkeye sokuldu. Gazete, Osmanlıca ve Fransızca olarak basıldı. Mücadelenin adı kısaca
hürriyet ve adalet mücadelesi idi. II. Abdülhamit’in aydınlar ve vatanseverlere karşı giriştiği
sindirme ve imha politikası bir yandan ona karşı nefreti arttırırken öbür yandan bu cemiyete üye
olanların sayısını çoğalttı
b) Osmanlı Devleti’ni Paylaşım Görüşmesi
Rusya ile İngiltere Osmanlı aleyhine Talin (Reval) Antlaşması’nı imzalamışlar ve harita üzerinde
Osmanlı topraklarını paylaşmışlardı. Osmanlı Devleti’nin en büyük korkusu olan Rusların sıcak
denizler hedefi şimdiye kadar Akdeniz’de güçlü devlet görmek istemeyen ve bu yüzden de Osmanlı
toprak bütünlüğünü savunan İngilizler tarafından engellenmişti. 1908 Talin Antlaşması bu konuda
Ruslara serbestlik sağlamış ve Rusya Balkanlarda temsilcilikler açarak Balkan ulusları ile dirsek
temasına başlamıştı.
c) Ülkede Ekonomik Kriz
Dış politikada meydana gelen bu tehlikeli gelişmelerin yanı sıra iç politikada huzur yoktu. Bazı
Arap illerinde isyanlar baş göstermişti. Memurların maaşları ödenemez olmuş ve ekonomik kriz had
safhaya ulaşmıştı. Ülkenin kontrolü sağlanamaz hale gelmişti.
d) Halkın Tek Umudunun Meşrutiyet Olması
Bütün bu bunalımların içinde İttihatçılar tarafından yoğun bir şekilde yürütülen propaganda
çalışmaları etkili sonuçlar yaratıyordu. Kullanılan sloganlar çok etkileyici idi: Meşrutiyet, Hürriyet,
Adalet, Kardeşlik. Hiç kimsenin hayır diyemeyeceği bu tılsımlı sözcükler yaşanan buhranlı dönem göz
önüne alındığında daha da tesirli oluyordu. Meşrutiyetin ne olduğunu, nasıl olduğunu tam bilemeseler
bile o gelince işlerin düzeleceğine dair bir kanaat kamuoyuna hâkim olmuştu.
2- II. Meşrutiyet’in İlanı ve sonraki gelişmeler
a) 31 Mart Olayı
6 Nisan gecesi Hasan Fehmi’nin Galata Köprüsü üzerinde öldürülmesi gerilimi tırmandırdı. Bu
olay Volkan gazetesi yazarı Derviş Vahdeti’nin başını çektiği bir grup tarafından protesto edildi ve
İttihat Terakki aleyhtarı bir isyan başladı. Bu isyana katılanlar “Şeriat isteriz” diye bağırarak Hasan
Fehmi Bey’in katillerinin bulunup yargılanmasını istediler. Sonunda isyan, meşrutiyete karşı bir
eyleme dönüştü. 12 Nisan'ı 13 Nisan'a bağlayan gece, Taksim Kışlası'ndaki Manastır’da III. Ordudan
getirilen Avcı Taburu'na bağlı askerler subaylarına karşı ayaklanarak kendilerine önderlik eden din
adamlarının peşinde Heyet-i Mebusan'ın önünde toplandılar ve ülkenin şeriata göre yönetilmesi
yönündeki taleplerini tekrar ettiler. Bu gelişmeler üzerine Hüseyin Hilmi Paşa hükümeti
ayaklanmacılarla uzlaşma yolunu seçti ve hükümet üyeleri tek tek istifa etti. Adliye Nazırı Nâzım
Paşa, İttihatçı Ahmet Rıza Bey sanılarak isyancılar tarafından linç edildi. Aynı şekilde Lazkiye
mebusu Mehmet Arslan Bey de gazeteci Hüseyin Cahit sanılıp öldürüldü. Tahsilsiz ve alaylı olan
askerlere halk arasından cahil ayak takımından hamallar ve bazı dindar kimseler de din elden gidiyor
propagandalarının etkisiyle katılmıştı. Ayaklanma, Heyet-i Mebusan üzerinde de etkili oldu. O gün
İttihat ve Terakki üyesi mebuslar, can güvenlikleri olmadığı için meclise gitmediler. Bazıları
İstanbul'dan uzaklaşırken, bazıları da kent içinde gizlendi. Bu arada ayaklanmacılar İttihatçı subaylarla
mebusları buldukları yerde öldürüyorlardı.
b) Kanun-ı Esasi ( Anayasa)’de 1909 Değişiklikleri
I. Meşrutiyet denemesinden ve Kanun-ı Esasi’de padişaha olağanüstü yetkiler veren maddelerden
çok muzdarip olmuş olan İttihatçılar yeni anayasayı hazırlarken oldukça dikkatli davrandılar.
Olabildiğince padişahın elini zayıflattılar, parlamentonun elini güçlendirdiler. Bu yüzdendir ki, II.
Meşrutiyet Dönemi ve yeni Anayasa birincisine nazaran çok daha demokratiktir. 1909 yılının MayısAğustos aylarında gerçekleştirilen bu değişikliklerle 1876 Anayasasının 119 maddesinin yirmi biri
değiştirilmiş, biri kaldırılmış (113. madde) ve üç yeni madde eklenmiştir. Yapılan değişiklikler
sonucunda monarşik yapı korunmuş, ancak Kanun-ı Esasi daha demokratik bir meşruti monarşi
anayasası haline getirilmiştir.
Anayasada yapılan değişikliklere baktığımızda özetle şu hususların ön plana çıktığını
görüyoruz::
Padişahın tahtta çıktığında anayasa hükümlerine uyacağına ve devletine, milletine bağlı
kalacağına dair yemin etmesi mecburiyetinin getirilmesi,
Meclislerin her yıl kendiliğinden sistemli olarak açılması esası,
Padişahın kesin veto hakkının alınması,
Hükümeti teşkil eden bakanlar padişah tarafından değil, parlamento tarafından seçilecektir.
Hükümet padişaha değil parlamentoya karşı sorumludur.
Kanun-ı Esasi’de padişahın yetkileri sınırlandırılmıştır.
Siyasi partiler kurularak değişik görüşlerin temsil edilmesi sağlanmıştır.
Basın yayın hayatı zenginleşmiş, hürriyet ortamından istifade ile pek çok gazete ve mecmua yayın
hayatına atılmıştır.
Kişilere toplanma, cemiyet ve dernek kurma haklarının verilmesi,
Postanelerdeki evrak veya mektupların mahkeme kararı olmadan açılamayacağı hükmü
getirilmiştir.
3- II. Meşrutiyet’in Sonuçları:
II. Meşrutiyet Dönemi Cumhuriyet tarihi açısından büyük önem arz etmektedir. Bu dönemde
devlet içinde aktif rol oynayan birçok kişi Cumhuriyet Döneminde de rol almıştır. Bu dönemdeki fikir
farklılıkları veya siyasi görüş ayrılıkları gerek millî mücadele sırasında gerekse Cumhuriyet’in ilk
yıllarında aynen devam etmiştir.
İlk kez bu dönemde görülen ve sonraki dönemlerde de tekrarlanan bazı uygulamalar Türkiye’nin
demokrasi yolunu tıkamıştır. İlk irtica olayı (1909–31 Mart olayı), ilk askeri darbe (1913-Bab-ı Ali
Baskını), ilk kez askerlerin siyasete girmesi ve particilik yüzünden bölünmeler yaşanması bu döneme
özgü olaylardır. Atatürk’ün orduyu siyaset dışında tutma çabası bu tecrübelere dayanmaktadır.
II. Meşrutiyet, temelinde, açılan meclis ve kurulan siyasi partilerle birlikte cumhuriyet rejimine
geçişte önemli basamak olmuştur.
Yukarıda saydığımız olumsuz gelişmeler Cumhuriyet Dönemi için iyi bir tecrübe olmuş aynı
hatalar tekrarlanmamıştır. Atatürk, 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kuran komutan
arkadaşlarına ya siyaseti ya da orduyu seçmelerini söylemiş, partinin başında bulunan Kazım
Karabekir bu isteği derhal yerine getirerek komutanlık görevinden istifa etmiştir.
VII- TRABLUSGARP SAVAŞI ( 1911–1912 )
A - TRABLUSGARP SAVAŞI'NIN SEBEPLERİ:
1- İtalya'nın Sömürgecilik Politikası
İtalya 1870 yılında sekiz ayrı devletçikten oluşan siyasi yapısını bütünleştirmiş, Avrupa siyasi
hayatında büyük bir devlet olarak yerini almıştı. Birliğini geç kurduğu için bu zamana kadar diğer
Avrupa devletlerinin elde ettiği sömürge kaynaklarından istifade edememişti. Hâlbuki Avrupa'da
büyük devlet sayılmak için sömürge sahibi olmak gerekiyordu. İtalya ilk sömürgecilik denemesini
Habeşistan'da gerçekleştirmek istemiş ama başarısız olmuştu (1895). Şimdi gözünü Trablusgarp'a
dikmişti. Buraya Fransa da talipti. Hem Fransa'yı ikna etmesi hem de Avrupa devletlerinin desteğini
alması gerekiyordu. Habeşistan'da başına gelenleri bir daha yaşamak istemiyordu. Bu defa başarılı
olması şarttı. Aksi takdirde sömürge edinme şansını kaybedebilirdi. Avrupa devletlerinin desteğini
almadan bu işi başarmasının mümkün olmadığını anladı. Bu yüzden mekik diplomasisi izleyerek
Avrupa devletlerinin desteğini elde etti.
2- Osmanlı Devleti'nin Zayıf Durumu
1911 yılı Osmanlı Devleti'nin istikrarsızlık içinde bulunduğu ve siyasi karmaşanın yaşandığı bir
yıldı. Padişah etkisizleştirilmiş, hükümet ise İttihatçılar tarafından İttihatçı olmayanlara
kurdurulmuştu. Siyasi çekişmeler had safhaya ulaşmıştı. Bu karmaşa yüzünden daha önce Bulgaristan,
Girit ve Bosna elimizden çıkmıştı. Şimdi ise sıra Trablusgarp'a gelmişti. Trablusgarp, 1911’den önce
Mısır, Cezayir, Fas ve Tunus’un kaybedilmesi ile Osmanlı’nın Kuzey Afrika’da kalan son toprak
parçası özelliğini taşıyordu. Trablusgarp'ın Osmanlı Devleti ile kara bağlantısı yoktu. Ulaşım sadece
denizden sağlanabiliyordu. Ana topraklardan uzak düşmüş bu kara parçasının emperyalist iştahları
kabartacağı belliydi. Bu yüzden 1908'den beri burada 23.500 kişilik güçlü bir ordu bulunduruluyordu.
Başlarında da dirayetli komutanları mevcuttu. 1911'de tam da Fransa ile İtalya'nın burası için pazarlık
yürüttüğü sıralarda bu askerin 20.000'i Yemen isyanını bastırmak üzere buraya gönderildi.
Trablusgarp savunmasız bırakılmıştı.
B- TRABLUSGARP SAVAŞI'NIN BAŞLAMASI
İtalya Trablusgarp'ı ele geçirebilmek için bir yandan Avrupa devletleri nezdinde diplomatik
girişimlerde bulunurken diğer yandan da askeri hazırlıklarını tamamlıyordu. Bu hazırlıkları Osmanlı
hükümeti de duymuş ve Roma sefirine sormuştu. Aldıkları cevap İtalyanların Habeşistan için hazırlık
yaptıkları yolunda idi. Hazırlıklarını tamamlayan İtalya, Osmanlı Devleti'ne bir nota vererek
Trablusgarp ile ilgili yerine getirilmesi mümkün olmayan bazı taleplerde bulundu. Güçlü İtalyan
donanması tarafından yapılan çıkarma karşısında Osmanlı Devleti çaresiz kalmıştır. Karadan yardım
göndermek mümkün değildir. Zaten çok uzun olan bu yolun üzerinde bir de İngilizler vardır ve
geçmek imkânsızdır. Deniz yolu ile yardım göndermek ise mevcut donanma gücüyle mümkün değildi.
Paniğe kapılan İtalya, savaş dışı yollarla Osmanlı Devleti'ni dize getirmeye çalışmış, Çanakkale
Boğazı’nın girişini kapatmış, birçok limanları bombalamış ve gemileri batırmış, 12 Ada'yı işgal
etmiştir. Ayrıca Avrupa devletlerinin de yardımını istemiştir.
C- TRABLUSGARP SAVAŞI'NIN SONA ERMESİ
Trablusgarp'ta Mustafa Kemal, Enver Bey, Fethi Bey gibi vatansever subayların örgütlediği
milisler bölgedeki savunmayı büyük bir kararlılıkla sürdürürken kötü haber Balkanlardan geldi. 8
Ekim 1912'de Balkan Savaşı başlamıştı. İki cephede birden savaşı götüremeyeceğini anlayan Osmanlı
Devleti Trablusgarp'taki subaylarını geri çağırdı. İtalya ile 18 Ekim 1912'de Uşi Antlaşması
imzalanarak bu bölge İtalyanlara bırakıldı. Antlaşma gereği 12 Ada da savaş sonrası geri verilmek
kaydıyla, geçici olarak İtalya'da bırakılmıştır. Osmanlı devleti, Adaların Yunanistan’ın eline geçmesini
önlemek amacı ile bunu istemiştir ancak Osmanlı Devleti Balkan savaşlarından mağlup çıkınca İtalya
bu sözünü yerine getirmemiştir. Aynı antlaşma ile Trablusgarp halkının dini bakımdan halifeye bağlı
kalacağı teyit edilmiştir. Trablusgarp ve Bingazi’ye ait Osmanlı borçlarını İtalya üstlenecektir, esirler
karşılıklı olarak serbest bırakılacaktır. İtalya da kapitülasyonların kaldırılması konusunda Osmanlı
Devleti'ne yardımcı olmaya söz vermiştir.
D - TRABLUSGARP SAVAŞI'NIN SONUÇLARI
Osmanlı Devleti Kuzey Afrika'daki son toprak parçasını da kaybetmiştir.
Osmanlı Devleti'nin kendi topraklarını korumak konusunda gösterdiği zafiyet Balkan devletlerine
cesaret vermiştir.
12 Ada ve Trablusgarp'ı ele geçiren İtalya Akdeniz'de önemli bir güç haline gelmiştir.
İtalya'ya geçici olarak bırakılan 12 Ada geri alınamamıştır. (Oniki adanın hukuki durumu
Lozan’da Türkiye’nin aleyhine belirlenmiştir. İtalya, 1947 Paris antlaşması ile bölgeyi
Yunanistan’a bırakmıştır).
Hilafet siyaseti uygulanarak Osmanlı Devleti'nin Müslüman topluluklar üzerindeki etkisi
korunmak istenmiştir. Bu siyaset gereğince Trablusgarp halkı dini açıdan Halifeye bağlı olarak
kalacaktır. Bu şekilde bölge halkıyla kültürel bağlarını koparmak istemeyen Osmanlı Devleti’nde
hilafet makamı dini amacı dışında ikinci kez siyasi olarak kullanılmıştır (İlki 1774 Küçük Kaynarca
Antlaşması’nda Kırım için kullanılmıştı).
VIII- BALKAN SAVAŞLARI (1912–1913)
Büyük bir bölümü Fatih devrinde fethedilmiş olan Balkanlar'da ilk olarak Yunanistan (1829) Osmanlı Devletinden kopmuştu. 1877–1878 Osmanlı Rus savaşı (93 Harbi) sonunda ise Romanya,
Sırbistan ve Karadağ'a tam bağımsızlık, Bulgaristan'a ise muhtariyet verilmesi ile Osmanlı Devletinin
Balkanlar'daki hâkimiyeti büyük ölçüde sona ermişti. Bu savaştan sonra II. Abdülhamit Balkanlarda
kalan toprakları korumayı amaçlayan bir politika izlemiştir. II. Abdülhamit politikasını Avrupa’nın
büyük devletleri arasındaki rekabet ile Balkan ulusları arasındaki düşmanlık üzerine kurmuştur. Onun
döneminde Balkan ulusları arasındaki antlaşmazlıklar körüklenerek onların Osmanlı'ya karşı birleşmesi engellendi. İttihat ve Terakkinin baskısıyla ilan edilen II. Meşrutiyet Osmanlı Devletinin Balkanlar'daki hâkimiyetini daha da zayıflattı. Zira meşrutiyetin ilanı sırasında yaşanan kargaşadan
faydalanan Bulgarlar bağımsızlıklarını ilan ederken, Avusturya da Bosna-Hersek'i ilhak etti.
B - I. BALKAN SAVAŞI’NIN BAŞLAMASI
Balkan devletleri komitecilik faaliyetleri ile Balkanlarda sürekli karışıklık çıkarıyorlardı. Osmanlı
Devleti özellikle Makedonya'da çıkan isyanları bastırmakta zorlanıyordu. Bu bölgede İttihatçılar
vaziyete hâkim olduğu için zaten devletin kontrolü zayıftı. Ayrıca ittihatçı askerler de hürriyet
taburları kurarak yer yer isyan ediyorlardı. Hatta bu isyanları bastırmakla görevli birlikler bile
isyancılara katılıyordu. Bu arada Rusya'nın Balkanlarda savaş olmayacağına dair güvence vermesi
Osmanlı Devleti'nin yanlış adımlar atmasına sebep oldu. Bu söze güvenen Osmanlılar kritik bölgede
bulunan 65 bin askeri terhis etti. İç sorunlar yüzünden Balkanlarda kendi aleyhine oluşan ittifaktan da
haberdar olamadı. Osmanlı Devleti politika belirlemekte o kadar aciz duruma düşmüştü ki Makedonya
meselesi yüzünden Bulgaristan ile anlaşamayan Sırbistan'ın işbirliği teklifini bile dikkate almayarak
büyük bir fırsatı kaçırdı. Böylece Sırbistan'ı kendi eliyle düşman safına itmiş oldu. Osmanlılar
düşmanın silâhaltında bulunan toplam 400 bin askerine karşı 60 bin acemi askerle Balkanları
savunmaya çalışıyordu.
Savaşın gidişatının Osmanlı Devletinin aleyhine gelişmesi Avrupa devletlerini memnun etmekle
birlikte aslında bazı devletleri de tedirgin etmişti. Çünkü İtalya ve Avusturya Sırbistan'ın
genişlemesinden rahatsız olmuşlardı. Bunun üzerine Arnavutluk'un Balkan devletlerinin eline
geçmesini önlemek için burada alelacele bağımsızlık ilan ettirildi (28 Kasım 1912). Bulgaristan'ın
büyümesi ve Ege'ye ulaşması da Rusya ve Avusturya tarafından hoş karşılanmadı. Keza Yunanistan'ın
deniz yoluyla boğazlar üzerinde etkinlik kazanması Rusları tedirgin etti. Bulgarların İstanbul'u tehdit
etmesi üzerine bu devletler devreye girerek ateşkes temin ettiler.
IX- BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI (1914–1918)
A- BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN GENEL SEBEPLERİ
1914’te başlayan I.Dünya savaşı, o güne kadar dünya milletlerinin yaşadığı en kanlı olaylardan
biridir. Bu savaş, tüm dünyayı derinden etkilemiştir. Nitekim dört yıl boyunca dünyanın çeşitli
bölgelerinde Avrupa savaş sanayisinin ürettiği yeni silahlar oluk oluk insan kanının akmasına neden
olmuştur. Devletleri böylesine kanlı bir savaşın içine iten sebepleri XIX. yüzyılın ikinci yarısında
Avrupa’da meydana gelen gelişmelerde aramak gerekir. Bu gelişmelerin en belli başlıları, Sanayi
Devrimi ve Sömürgecilik, Silahlanma yarışı, Milliyetçilik ve Bloklaşma olarak ifade edilebilir.
1- Sanayi Devrimi ve Sömürgecilik
2- Silahlanma Yarışı
3- Fransız İhtilali
4- Devletlerin Bloklaşması
6- Avusturya–Macaristan Veliahdının Saraybosna’da Öldürülmesi.
B- BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN BAŞLAMASI
I.Dünya savaşı öncesi devletlerarası yaşanan sorunlar (siyasi, ekonomik, askeri, sosyo-kültürel
vb) diplomatik yollarla artık aşılamayacak bir noktaya gelmişti. Avrupa devletleri arasındaki bu
sorunlar her an bir çatışmayı doğurabilirdi. Nitekim I.Dünya savaşının başlamasında ilk çatışma
Balkanlar bölgesinde ortaya çıktı. Balkanlarda Avusturya-Macaristan’ın izlediği politikayı ulusal
çıkarlarıyla bağdaştıramayan Sırbistan, sürekli olarak Avusturya-Macaristan’ın egemenliği altında
yaşayan Sırpları kışkırtıyordu. Avusturya-Macaristan’ın Osmanlı Devleti’nden aldığı BosnaHersek’teki Sırp faaliyetleri ise daha da yoğundu. Nitekim Kara El Örgütü’ne bağlı Gabriyel Prencip
adlı bir Sırp Milliyetçisinin 28 Haziran 1914’te Saraybosna’da Avusturya-Macaristan Veliahdını
öldürmesi, siyasi gerginliği artırdı. Avusturya- Macaristan Hükümeti, suikasdı işleyenlerin yakalanıp
cezalandırılmasını, Avusturya- Macaristan’a yönelik zararlı Sırp faaliyetlerinin durdurulmasını, bu
faaliyetleri yapan derneklerin kapatılmasını içeren bir ültümatomu Sırbistan Hükümeti’ne verdi.
Sırbistan bu ültümatomdaki bazı noktaları kabul ederken bazılarına da kaçamak cevap verdi. Çünkü O
Rusya’ya güveniyordu. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu 25 Temmuz 1914’te Sırbistanla
ilişkilerini kesti. 26 Temmuz da Sırbistan seferberlik ilan etti. Bunun üzerine 28 Temmuz 1914’te
Avusturya-Macaristan Sırbistan’a savaş ilan etti. Rusya ve Fransa, seferberlik işlemlerine başladı.
Almanya, Rusya ve Fransa’ya seferberliğin durdurulması için ayrı ayrı ültümatom verdi. İki devlette
bu ültümatomları reddetti. Bunun üzerine Almanya, Rusya’ya savaş ilan etti. (1 Ağustos 1924).
D- BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE OSMANLI DEVLETİ
1- Osmanlı Devletinin Savaşa Girişi
28 Haziran 1914’te Avusturya Macaristan veliahdının öldürülmesi üzerine savaş başladı. Savaş
başladığı zaman Osmanlı Devleti’nin askeri ve ekonomik gücü oldukça zayıflamıştı. Kısa süre önce
İtalya daha sonra Balkan Devletleriyle yaptığı savaşları kaybetmişti. Bu savaşlar gerek maddi gerekse
insan kaybı bakımından toplumu derinden etkilemişti. Halk bitkin, yorgun, umutsuz ve yoksuldu.
Kaybedilen toprakların acısını unutamıyordu. Halk savaşlardaki yenilginin ve toprak kayıplarının
nedenini Osmanlı Devletinin Avrupa’da oluşan blokların dışında kalışında aradığı için yalnızlık
duygusundan kurtulmanın yollarını bulmaya yöneldi. Savaş öncesinde İngiltere’yle, Fransa’yla,
Rusya’yla bir ittifak antlaşması ortamı aradı ise de olumlu bir sonuç alamadı. Savaşın başlamasına
kadar Almanya da Osmanlı Devleti ile bir ittifaka girişmekten kaçındı. 2 Ağustos 1914 yılında gizli bir
antlaşma imzalandı.
Almanya’nın Osmanlı Devleti'ni kendi yanında savaşa dâhil etme sebepleri
Böyle bir antlaşma yapılırken Almanya’nın amaçlarını şöyle sıralayabiliriz: Osmanlı Devleti’nin
stratejik konumundan, gözüpek Osmanlı askerinden yararlanmak, savaşı geniş cephelere yayarak Üçlü
İttifak devletlerinin askeri gücünü dağıtmak, Osmanlı Devleti’nin bu savaşa cihat savaşı görünümü
kazandırarak Üçlü İtilaf Devletleri egemenliği altında bulunan tüm İslâmları bu savaşta Osmanlı
Devleti’nin yanına çağırmak, bir fetva yayınlatıp Üçlü İtilaf Devletleri’nin sömürgelerinde isyan
çıkartarak onları zor durumda bırakmaktı.
Osmanlı Devleti’nin Savaşa Girme Sebepleri
Osmanlı Devleti’nin amaçları ise, üçlü ittifak grubunu oluşturan devletlerin yardımı ile yakın
dönemde kaybettiği, halkın çoğunluğunu Türk ve Müslümanların oluşturduğu toprakları yeniden
kazanmak, içine düştüğü yalnızlık duygusundan kurtulmak, Kafkaslar ve İran üzerinden Orta Asya’ya
ulaşarak Turan İmparatorluğunu kurmak, halifeye sarsılan otoritesini yeniden kazandırmak,
azınlıkların elindeki ekonomiyi Türklerin eline geçirmekti. Osmanlı Devleti'nin bu amaçları tek başına
gerekleştirmesinin zor olduğunu gören İttihatçılar, Avrupa’da ki yeni gelişmelerden yararlanmak
istediler. Her ne kadar Osmanlı Devleti savaş başladığında tarafsızlığını ilan etmiş ise de sınırlarının
güvenliğini korumak için seferberlik ilan etmiş, dolayısıyla savaşa hazırlanmaya başlamıştır.
Osmanlı Devleti’nin fiilen Savaşa Girmesine Yolaçan Gelişmeler
Osmanlı yöneticileri savaşa giriş konusunda kararsızdılar. Ancak bu sırada Almanya’nın
Akdeniz’de bulunan iki gemisi Osmanlı Devletinin karasularına girdi (16 Ağustos 1914). Tarafsızlığı
bozan bu girişim İtilaf Devletleri tarafından protesto edilmiştir. Ancak hükümet sözde bir antlaşmayla
bu gemileri satın aldığını belirterek tepkileri önlemiştir. Bu gemilerin de içinde bulunduğu bir grup
Osmanlı Donanması, Başkomutan ve Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın ve Donanma Nazırı Cemal
Paşa’nın emriyle tatbikat için Karadeniz’e açılmış 28–29 Ekim 1914’te Rus kıyılarını topa tutarak bir
oldubitti yaratıp Osmanlı Devleti’ni savaşın içine atmıştır. Osmanlı Devleti yöneticileri Rusya’yla
Osmanlı Devleti arasında çıkacak bir savaşı önleyecek bazı girişimlerde bulunmuş ise de başarılı
olamamıştır. Rusya başta olmak üzere diğer İtilaf Devletleri Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilan
etmişlerdir. Osmanlı padişahı da 14 Kasım 1914’te bir cihat fetvası yayınlayarak tüm Müslümanları
Osmanlı Devleti’nin yanında yer almaya çağırmıştır.
2- Osmanlı Devleti’nin Savaştığı Cepheler
a) Kafkas Cephesi
b) Kanal Cephesi
c) Çanakkale Cephesi
1) Çanakkale Cephesi Deniz Savaşları
Bu büyük “Boğaz Muharebesi” Türklerin kesin zaferiyle sonuçlandı. Denizde başarısız olan
Müttefikler karaya asker çıkarmaya karar verdiler.
2) Çanakkale Cephesi Kara Savaşları:
Bu cephede yaşanan bir olay Mustafa Kemal’in Çanakkale Savaşında nasıl bir azim ve kararlılık,
inanç ve cesarete sahip olduğunu çok açık bir şekilde ortaya koyan örneklerden sadece biridir:
Conkbayırı’nda Mustafa Kemal’den hücum emri alan bölük komutanı: “Cephane yok
saldıramayız.” deyince, Mustafa Kemal şu cevabı vermiştir: “Cephane yoksa süngü takın. Ben size
hücumu değil ölmeyi emrediyorum. Biz ölene kadar geçecek zaman içinde yeni birlikler gelecek ve
yerimizi alacaktır.” Emri Türk ordusunun müdafaasını, İtilaf Devletlerinin ise başarısızlığını
etkileyen kader anı olmuştur.
3) Çanakkale Savaşlarının Türk ve Dünya Tarihi Açısından Sonuçları:
Çanakkale geçilememiş ve müttefikler Osmanlı Devleti’ni savaş dışı bırakamamışlardı. Bu durum
savaşı en az iki yıl uzatmıştır.Balkan Savaşı esnasında perişan bir vaziyette gördükleri Türk ordusunu
küçümseyen, Türklerin artık bittiklerini ve yok olacaklarını düşünen müttefikler, beklemedikleri ağır
bir yenilgiye uğramışlardı.
Türk vatanı ve başkenti İstanbul, erken gelecek olan bir istila ve işgalden kurtulmuştu.
Hasta adam denilen Osmanlı Devleti’ne son vermeyi ve saf dışı etmeyi tasarlayan hayalci
projeleri hazırlayanlar, uğranılan başarısızlık sonucu kendi koltuklarını kaybetmişler ve projenin
mimarlarından biri olan W. Churchill istifa etmek zorunda kalmıştır.
Boğazları geçemeyen müttefikler, Rusya’ya silah yardımında bulunamadıkları gibi, Rusya’dan
sağlayacakları tarım ürünlerini Avrupa’ya götürememişler ve Avrupa’daki açlığı ve sefaleti
önleyememişlerdir.
Büyük ölçüde kendi imkânlarımızla kazandığımız bu zafer, on binlerce kaybımıza neden olsa da
Türk kamuoyu ve Türk kuvvetleri için büyük bir moral kaynağı olmuştur.
Osmanlı Devleti Trablusgarp ve Balkan savaşlarında kaybettiği itibarını geri kazanmıştır.
İtilaf Devletleri tarafsız kalan ülkelerin de kendi yanlarında savaşa gireceğini düşünüyorlardı.
Ancak bu düşünceleri gerçekleşmedi. Bulgaristan İttifak Devletleri safında savaşa girerken Romanya
ve Yunanistan ise İtilaf Devletleri safında savaşa girme işini ağırdan aldı. Bu durum Osmanlı
Devleti’ne lojistik destek sağlamak için yol bulamayan Almanya’ya, Avusturya üzerinden Osmanlı
Devletine bağlantı kurma şansı verdi.
F- BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN SONA ERMESİ
Savaşın kaderini değiştirecek gelişmeler 1917 yılında yaşandı. 1917’ye kadar yıpratıcı siper
savaşları her iki grubu da bir hayli yormuştu. Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesiyle Rusya’nın diğer
İtilaf Devletleri’yle bağlantısı kopmuştu. Yokluklar, sıkıntılar artmış ve Rusya’da bir ihtilal hareketi
başlamıştı. İhtilalin yarattığı otorite boşluğunu iyi değerlendiren Bolşevikler, Çarlık yönetimine son
vererek Marksist ilkelere dayalı yeni bir yönetim kurduklarını açıkladılar. Rusya’da bir iç savaş
başladı. Rus sosyalistleri, devlet yönetimini ele geçirebilmek için ilhaksız ve tazminatsız bir barış
planı ortaya attılar. 3 Mart 1918’de imzaladıkları Brest-Litowsk antlaşmasıyla Birinci Dünya
Savaşı’ndan çekildiler. Almanya, büyük topraklara sahip oldu. Rusya’nın bu savaştan çekilmesi Üçlü
İttifak Devletleri’ni sevindirdi. Ancak, onun bıraktığı boşluk çok kısa süre içerisinde son derece güçlü,
yıpranmamış Amerika Birleşik Devletleri tarafından dolduruldu.
1- Rusya’nın Savaştan Çekilmesi
1917 yılına gelindiğinde Rusya’da ihtilal başlamıştı. Çanakkale Savaşları’ndan dolayı yardım
alamayan Rusya zayıf düşmüş ve iç karışıklık baş göstermişti. Sonunda Bolşevikler harekete geçerek
Çarlık yönetimine karşı isyan başlattılar. Bu isyan hareketi gittikçe yayılarak ihtilal halini aldı.
Rusya’nın eski ortakları olan İngiltere ve Fransa, Romanya üzerinden Çarlık yanlısı Beyaz Ruslara
yardım ulaştırmaya çalıştı ise de bu yeterli olmadı. Sonunda Bolşevikler yönetimi ele geçirdiler.
Rusya’daki yeni yönetim ilk iş olarak ateşkes ilan edip savaştan çekildiğini açıkladı. Daha sonra da
Rusya, Brest Litowsk Antlaşması’nı imzalayarak savaştan resmen çekildi. Bununla da kalmayarak
eski ortaklarının emperyalist politikalarını ortaya koymak için gizli antlaşmaları da deşifre etti.
Böylece ihtilal sürecinde Çarı destekleyen eski ortaklardan intikam almış oldu. Bu durum İtilaf
Devletleri’ni zora sokarken İttifak Devletlerinin elini güçlendirdi. Savaşın dengeleri değişmeye
başladı. Ne var ki bu durum da uzun sürmedi. Zira ABD’nin savaşa ağırlığını koyması ile beraber
dengeler tekrardan değişti.
2- ABD’nin Savaşa Girmesi
Ekonomik gücü silah sanayisine dayanan ABD, savaş başladığında tarafsız olduğunu ilan
etmesine rağmen İtilaf Devletleri’ne silah satarak ekonomisini oldukça güçlendirmişti. ABD’nin İtilaf
Devletleri’ni silah yönünden desteklemesi Almanya’yı oldukça rahatsız etmişti. Almanya bu
rahatsızlığını da bir şekilde dile getirmekten geri durmuyordu. ABD, Almanya’nın uyarılarını dikkate
almayınca Almanlar denizaltı gemileri ile ABD yük gemilerini vurmaya başladı. ABD ise kurnazca bir
yola saparak silahları yolcu gemilerinin ambarlarında Avrupa’ya sevk etmeye başladı. Almanlar bunu
da öğrenmekte gecikmediler.
3- Wilson Prensipleri ( 8 Ocak 1918 )
ABD Başkanı Voodrow Wilson 1918 yılı başlarında muhtemel barış antlaşmalarının hangi esaslar
üzerine bina edilmesi gerektiğine dair bir takım açıklamalar yaptı. Wilson’un Muhtelif konferanslarda
dile getirdiği bu görüşler 8 Ocak 1918’de Wilson Prensipleri adıyla yayınlandı.
Wilson tarafından 14 madde halinde ortaya konulan prensipleri birkaç madde halinde özetlemek
gerekirse:
Antlaşmalar gizli değil açık olacak. Görüşmelerde açık diplomasi ilkelerine uyulacak.
Yenilen devletlere ekonomik kısıtlamalar getirilmeyecek. Başka bir deyişle savaş tazminatı
olmayacak.
.
Sömürgeciliğe son verilmeli ve bunu gerçekleştirmek için yeni bir süreç başlatılmalı.
Osmanlı Devleti’nde Türklerin yaşadığı bölgelerin bağımsızlığı tanınmalı, diğer bölgelerdeki
uluslara kesin bir hayat güveni, özgür ve engelsiz tam gelişme imkânları sağlanmalıdır.
Boğazlar bütün devletlerin gemilerine açık olmalıdır.
Devletlerarasında denge kurmak ve büyüklerin küçükleri ezmesine fırsat vermemek için bir
milletler teşkilatı kurulmalıdır.
Bu ilkelerin dışında, Wilson Prensipleri birçok devlet ile ilgili özel hükümler de içermekteydi.
Bu prensipler galip devletlerin işine gelmemekle beraber ABD’yi de küstürmemek için dikkate
alınacakmış gibi bir tavır takındılar. Nasıl olsa daha sonra bir yolunu bulup yine kendi bildiklerini
okuyacaklarından emin idiler. Nitekim barışa biçim vermek için toplanan Paris Barış Konferansı’nda
kendi istedikleri sonucu elde ettiler.
Wilson Prensipleri Osmanlı Devleti için de bir umut kaynağı oldu. Uygulandığı takdirde bize
bağımsızlık öngören hükümler sebebiyle Osmanlı Devleti barış konusunda istekli davrandı. Tüm bu
yönleriyle Wilson prensipleri yenilen devletlere bir güvence vererek savaşın bitiminde etkili olmuştur.
4. Ateşkes Antlaşmaları
Savaştan ilk çekilen devlet Bulgaristan olmuştur. Müttefikler ile Bulgaristan arasında 29 Eylül
1918’de Selanik Mütarekesi yapılmıştır. Bulgaristan’ın savaştan çekilmesi ile birlikte Osmanlı
Devleti ile Almanya arasındaki ulaşım imkânı ortadan kalkmıştır. Bu durum da askeri yardımın
gelişini engellemiştir. Osmanlı Devleti içine düştüğü bu zor durum karşısında ateşkes yapma arayışı
içine girmiş böylelikle 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması imzalanmıştır. 3 Kasım
1918’de İtalya ile Avusturya-Macaristan Villa Gusti’de ateşkes imzalayarak savaştan çekildi. 11
Kasım 1918’de de Almanya ile müttefikler arasında Rethondes mütarekesi yapılmış ve Almanya
teslim olmuştur. Böylece Birinci Dünya Savaşı, İttifak Devletlerinin yenilgiyi kabul ederek savaştan
çekilmeleriyle, Kasım 1918’de, fiilen sona ermiş oldu.
H- BARIŞ ANTLAŞMALARI
1. Almanya ile Versailles (Versay) Antlaşması ( 28 Haziran 1919)
2. Avusturya ile Saint Germain Antlaşması (10 Eylül 1919)
3. Macaristan ile Triyanon Antlaşması (4 Haziran 1920)
4. Bulgaristan ile Neuilly Antlaşması ( 27 Kasım 1919 )
5. Osmanlı Devleti ile Sevr Antlaşması (10 Ağustos 1920)
6. Rusya ile Brest-Litowsk Antlaşması ( 3 Mart 1918 )
I- BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN GENEL SONUÇLARI
I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti kendi çıkarları için değil Almanların çıkarları doğrultusunda
hareket etti ve bunun için ağır bedeller ödedi.
Bu savaşta Osmanlı Devleti, içinde bulunduğu yönetim zafiyetinden dolayı akıl ve mantıkla değil,
hayal ve duygularla hareket etti. Düşmanın ve kendilerinin gücünü tam kavrayamadı. Bu da Osmanlı
Devletinin bu savaşta mağlup olmasına sebep oldu.
Alman İmparatorluğu, Avusturya- Macaristan İmparatorluğu, Rusya Çarlığı ve Osmanlı
İmparatorluğu parçalandı. Çekoslovakya, Yugoslavya, Macaristan, Türkiye, Arabistan, Suriye, Irak
gibi yeni devletler ortaya çıktı.
Monarşilerin yerini cumhuriyet aldı. Bu rejim değişikliği özellikle yenilen devletlerin bünyesinde
meydana geldi.
Savaştan en kârlı çıkan devlet İngiltere oldu.
Milletler cemiyeti (Cemiyet-i Akvam) adı ile bir örgüt kuruldu. Cemiyetin kuruluş amacı kalıcı
bir dünya barışının sağlanmasıdır. Ancak bu örgüt yine güçlü devletlere hizmet etti.
Savaş sonunda imzalanan antlaşmalar çok kısıtlayıcı hükümler taşıdığı için yenilen devletlerde
diktatörlükler ortaya çıktı. Örneğin, Almanya, İspanya, İtalya ve Rusya’da dikta rejimleri kuruldu. Bu
yönetimler, gerilimi tırmandırdı ve İkinci Dünya Savaşı’na sebep oldu.
Bu savaşta en az tahribat görerek kârlı çıkan devletlerden biri de ABD oldu. İtilaf Devletleri
yanında yer alan ABD savaş sırasında İtilaf devletlerine sattığı silahlar sebebiyle ekonomisini çok
güçlendirdi. Kendi topraklarında savaş görmedi. 1822 yılından beri izlediği Monroe Doktrininden
vazgeçmeyen ABD, ancak 1917 başlarında savaşa girdiği süreçte bu doktrininden kısa bir süre de olsa
uzaklaştı. Savaştan sonra yeniden içe kapanma, yalnızcılık politikasına çekildi.
İ- OSMANLI DEVLETİ’NİN SAVAŞTAN ÇEKİLMESİ VE MONDROS ATEŞKES
ANTLAŞMASI
Amerika Birleşik Devletlerinin İtilaf Devletleri yanında savaşa girmesi I.Dünya Savaşı’nın
gidişatını değiştirdi. Diğer devletler gibi Osmanlı Devleti de bu olaydan etkilendi. 1918 yılı yazı ve
sonbaharındaki askeri hareketlerde İttifak Devletleri büyük güç kaybına uğrayarak geri çekildiler.
1918 Eylül’ün ikinci yarısında Bulgar cephesi yarıldı ve 29 Eylül’de Bulgaristan mütareke imzalamak
zorunda kaldı. Almanya barış istedi. Arkasından Osmanlı Devleti mütareke talebinde bulundu.
Mütarekenin yapılabilmesi için hükümet değişikliği gerekiyordu. Bu nedenle Talat Paşa Hükümeti
istifa etti (7 Ekim), yerine Tevfik Paşa Kabinesi kuruldu. Ancak bu kabine güvenoyu alamadı. İzzet
Paşa Hükümeti kuruldu (14 Ekim 1918). İzzet Paşa Hükümeti savaşı sona erdirmek için büyük çaba
gösterdi. Hükümet 26 Ekim 1918 Bahriye Nazırı Rauf Bey’in başkanlığında bir heyeti Mondros’a
gönderdi. Burada Wilson ilkeleri doğrultusunda hazırlandığı izlenimini veren fakat yoruma açık
hükümleriyle Osmanlı Devleti’nin varlığını ortadan kaldırıcı nitelikler taşıyan mütareke metni 30
Ekim 1918’de imzalandı. Bu arada V. Mehmet Reşat vefat etmiş ve kardeşi VI. Mehmet Vahdettin
padişah olmuştu.
1- MONDROS ATEŞKES ANTLAŞMASI’NIN SEBEPLERİ
a) Cephelerden Gelen Kötü Haberler
Özellikle Suriye ve Irak cephesinde işler gittikçe aleyhimize dönmeye başlamıştı. VII. Ordu
komutanlığını yapan Mustafa Kemal Paşa düşman ordularını ancak Halep önlerinde durdurabilmişti.
Irak cephesinde ise İngilizler Bağdat’ı ele geçirmişler Musul’a doğru ilerliyorlardı. Cephe
kumandanları Hükümete baskı yaparak bir an önce ateşkes temin edilmesini, aksi takdirde cephelerde
işlerin daha da kötüye gideceğini bildirmişlerdi.
Zaten ABD’nin savaşa girmesinden sonra Avrupa cephelerinde de gerileme başlamış ve
müttefiklerimiz tüm cephelerde yenilmeye başlamışlardı. Savaşı sürdürmenin bir anlamı yoktu. Sonuç
belliydi. Bir an önce barışı temin etmek lazımdı.
b) Bulgaristan’ın Savaştan Çekilmesi
Savaştan ilk çekilen devlet Bulgaristan olmuştu. Bu durum savaşın sonuna gelindiğini
gösteriyordu. Bulgaristan’ın çekilmesi en büyük zararı Osmanlı Devleti’ne vermişti. Çünkü
Almanya’dan gelen silah, cephane ve lojistik destek bu yoldan geliyordu. Bu yol kapanınca ordunun
ihtiyacı karşılanamadı. Dolayısıyla cephelerde durum gittikçe kötüleşti.
c) Wilson İlkelerine Duyulan Güven
Wilson ilkeleri içinde yer alan self-determinasyon ilkesi çerçevesinde Türk çoğunluğun yaşadığı
bölgelerin geleceğinin çoğunluğu teşkil edenler tarafından belirlenme hakkının verilmesi, bağımsız bir
devlet kurma ümidini doğurmuştu. Savaşın mağlubu diğer devletler gibi Osmanlı devleti de bu
ilkelerin uygulanacağını düşünerek barış taleplerini hep bu esas üzerine oluşturmaya çalışmıştır. Bu
ilkelerin bir temenniden öteye geçmediği daha sonra anlaşılacaktır.
d) Fransa’nın Trakya’ya Yığınak Yapması
Fransız ordusu 1918 yılının ortalarında Selanik’te büyük bir askeri yığınak yapmaya başladı. Bu
kuvvetler daha sonra Meriç istikametinde harekete geçtiler. Hedefin İstanbul ve boğazlar olduğu
anlaşılıyordu. Osmanlı Devleti bu gelişmelerden çok tedirgin oldu. Barış biraz daha gecikirse İstanbul
da elden gidebilirdi.
2- MONDROS ATEŞKES ANTLAŞMASI’NIN ÖNEMLİ MADDELERİ
Toplam 25 madde olan Ateşkes Antlaşması’nın önemli maddeleri kısaca şunlardır:
İstanbul ve Çanakkale boğazlarından her iki yönde geçiş serbest olacak ve bu geçişi sağlamak
amacıyla iki boğazda da itilaf devletlerinin askerleri kontrolü sağlayacaklardır.
İtilaf Devletleri güvenliklerini tehlikede gördükleri zaman diledikleri yeri işgal edebileceklerdi.
(7. madde).
Sınırların içinde kalan askerler terhis edilecek ve sadece iç güvenliği sağlayacak kadar asker
bırakılacaktır. Sınırların dışında kalan askerler ise en yakın İtilaf birliğine gidip teslim olacaktır.
Savaş gemileri teslim edilerek uygun limanlarda hapsedilecektir.
Bütün limanlar, demiryolları, tüneller ve geçitler İtilaf Devletleri denetimine verilecek ve onların
kullanımına açılacaktır.
Her türlü haberleşme ve iletişim araçları İtilaf Devletleri denetimine verilecektir.
İtilaf Devletleri, şimdiki 22 ilimizi içine alan Vilayet-i Sitte (altı vilayet)’de (Erzurum, Van,
Diyarbakır, Bitlis, Harput ve Sivas) herhangi bir karışıklık çıkarsa buraları da işgal edebilecekti. (24.
madde).
Osmanlı’nın elindeki İtilaf Devletleri’ne ait esirler serbest bırakılırken, Osmanlı esirleri serbest
bırakılmayacaktır.
3- MONDROS ATEŞKES ANTLAŞMASI’NIN SONUÇLARI
Bu antlaşma ile Osmanlı Devleti fiilen sona ermiştir. Çünkü İstanbul’un işgaline izin verilerek
bağımsız hareket etme kabiliyeti ortadan kaldırılmıştır.
Antlaşmanın muğlâk maddeleri İngilizlere duyulan güven sebebiyle aleyhimize yorumlanmaz
diye düşünülmüş ancak böyle olmamıştır.
Mustafa Kemal’in de belirttiği gibi antlaşmalar hukuki metinlerdir ve net ifadeler taşıması gerekir.
Bu antlaşma ise keyfi yorumlanmaya son derece müsaittir.
Wilson ilkelerinden ümit kesilmediği için bize haklarımızın verileceğine dair ümitler
korunmaktadır. Bu yüzden Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri kurularak bulundukları bölgede çoğunluk
olduklarını ispatlamaya çalışmışlardır. Bu iyi niyetli girişimler, işgaller başladıktan sonra özellikle de
İzmir’in işgalinden sonra yerini silahlı direnişe bırakacaktır.
Bu antlaşma Anadolu’nun işgaline ortam hazırlamıştır.
Altı vilayet ile ilgili özel bir hüküm konulması burada kurulması düşünülen Ermenistan için
hazırlık anlamına gelmektedir.
Antlaşmanın maddeleri uluslar arası eşitlik kurallarına aykırı olup, Osmanlı ülkesini tamamen
işgale açık hale getirmiştir.
İKİNCİ BÖLÜM
MİLLÎ MÜCADELE DÖNEMİ
I- CEMİYETLER
Millî mücadele sırasında kurulan cemiyetleri birkaç kategoride incelemek gerekiyor. Önce bu
cemiyetleri millî mücadeleye yararlı veya zararlı cemiyetler olarak ele alacağız. Daha sonra zararlı
görülen cemiyetlerin azınlıklar ve Türkler tarafından kurulmuş olanlarına göz atacağız. Konumuzun
sonunda da bu cemiyetlerin genel özellikleri üzerinde duracağız.
A - ZARARLI CEMİYETLER
1. Azınlıklar Tarafından Kurulan Cemiyetler
Osmanlı Devleti’nin parçalanmaya başladığını gören iç ve dış düşmanlar dağılan imparatorluk
topraklarından pay kapmak için hızlı bir yarış içine girmişlerdi. Şark Meselesi diye özetlenen Osmanlı
topraklarının paylaşımı kolay halledilecek bir mesele değildi. Dış devletlerin göz koyduğu toprakların
yanı sıra içerdeki azınlıklar da eski ve tarihi hesapları karıştırıp kopan parçalardan pay almanın
derdine düşmüşlerdi. Hatta bazı bölgelerde (Trabzon gibi) Rumlar ve Ermeniler bölgeyi sahiplenme
konusunda birbiri ile mücadele ederken bölgenin asıl sahibi olan Türkleri unutmuşlardı. Nitekim
Osmanlı Devleti içerisinde yaşayan azınlıklar, birbiri ardına çeşitli zararlı cemiyetler kurdular.
a) Rum Cemiyetleri
Etnik-i Eterya
Rusya’nın Odesa kentinde iki Rum ve bir Rus tarafından 1814 yılında kurulan bu cemiyetin amacı
Yunanistan’ın bağımsızlığını elde etmekti. Bu tarihlerde veya öncesinde Grek Projesi adı verilen ve en
çok Ruslar tarafından desteklenen bir plana göre Büyük Yunanistan kurulacak ve İstanbul yeniden
Bizans’ın başkenti olacaktı. Rusların özellikle de Çariçe II. Katerina’nın Bizans ve Rum konusunu
sahiplenmesi ve sürekli gündemde tutması boşuna değildir. Zira Ruslar kendilerini Bizans
İmparatorluğu’nun varisi olarak görüyorlardı. Bunu da tarihi bir gerekçeye dayandırıyorlardı. Bu tarihi
gerekçeyi şöylece özetlemek mümkündür.
Mavr-i Mira
Millî mücadele yıllarında Rumların kurduğu en önemli Cemiyet Mavri Mira idi. Megali İdea’yı
gerçekleştirmeyi amaçlayan bu cemiyet doğrudan Yunanistan devleti tarafından destekleniyordu.
Deniz ticaretinde üstünlüğü elinde tutan Yunanlı armatörler de bu cemiyete maddi destek veriyorlardı.
Cemiyetin bir yıllık bütçesi Yunanistan Devleti’nin iki yıllık bütçesine eşitti. Ayrıca tüm kiliseler,
okullar, yetimhaneler vs. bu cemiyetin emri altına girmişti. İbadethaneler ve konsolosluklar hatta Rum
okulları ve hastaneleri birer silah deposu haline getirilmişti.
Pontus Rum Cemiyeti
Rumlar tarafından kurulan bir diğer dernek de "Pontus Derneği" idi. 1204 tarihinde IV. Haçlı
Seferi sırasında Rumlardan bir kısmı Latinlerden kaçıp Trabzon’a gelmiş ve burada bir Rum devleti
kurmuştu. Bu devlet 1461 yılında Fatih tarafından yıkılmıştı. Bu cemiyetin çatısı altında bir araya
gelen Pontusçu Rumlar bu devleti yeniden canlandırmanın yollarını arıyorlardı.
b) Ermeni Cemiyetleri
Azınlıkların yıkıcı çalışmaları içinde önemli bir yeri de Ermeniler alıyordu. Mondros Ateşkesi'nde
yer alan (vilayet-i sitte) sözü, (Mütarekenin orijinal kaydında “Altı Ermeni Vilayeti" şeklinde
geçmektedir) Ermenistan kurulması için önemli bir adımdı. Birinci Dünya Savaşı içindeki "Tehcir"
olayı yüzünden İtilaf Devletleri'nin ilgisini ve şimdi de koruyuculuğunu kazandılar. Rumlarla da
işbirliği yaparak güçlenmeye çalıştılar.
Taşnak Cemiyeti
Bu cemiyet Kafkas Ermenileri tarafından Tiflis’te kurulmuştur. Hınçak cemiyetine nazaran daha
özel amaçlara sahiptir
2. Türkler Tarafından Kurulan Zararlı Cemiyetler
a) Hürriyet ve İtilaf Partisi
b) Sulh ve Selamet-i Osmaniye Cemiyeti
d) Kürt Teali Cemiyeti
d) İngiliz Muhipleri (Sevenleri) Cemiyeti
e) İslam Teali Cemiyeti
e) Wilson Prensipleri Cemiyeti
B- YARARLI CEMİYETLER
1. Bölgesel Amaçlarla Kurulanlar
a) Şark Vilayetleri Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti
b) Trabzon Muhafaza-i Hukuk-i Millîye Cemiyeti
c) Kilikyalılar Cemiyeti
d) İzmir Müdafaa-i Hukuk-i Osmaniye Cemiyeti
e) Trakya - Paşaeli Cemiyeti
f) Kars Millî İslam Şûrası
MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN SAMSUN’A ÇIKIŞI VE KONGRELER DÖNEMİ
A- SAMSUN’DAKİ FAALİYETLERİ
Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’dan 16 Mayıs 1919 tarihinde son defa Padişahla görüştükten sonra
yola çıktı ve üç gün süren zorlu bir yolculuğun ardından 19 Mayıs günü Samsun’a vardı. Bandırma
vapuru ile yapılan yolculuk sırasında yanında değişik rütbe ve sınıftan 18 kişiden oluşan maiyeti vardı.
Refet Paşa da kendisi ile birlikte idi. Mustafa Kemal’in görev tezkeresi İngilizlere de vize ettirilmiş ve
İngilizler bu görevlendirme tarzından şüpheye düşmüşlerdi. Onların nazarında Mustafa Kemal tekin
bir adam değildi. Bu kadar geniş yetkilerle donatılmış olması da dikkatlerden kaçmamıştı. Bu sebeple
Bandırma vapurunun peşine bir torpido takarak onu Samsun’a kadar izlemişlerdi. Ayrıca Samsun’daki
birliklere de talimat vererek Mustafa Kemal’in izlenmesini istemişlerdi.
Mustafa Kemal Paşa gözaltında olduğunu bildiği içindir ki Samsun’daki faaliyetlerinde güvenliği
elden bırakmadı. Zira burada uzun süre kalmak düşüncesinde de değildi. Samsuna varır varmaz,
bölgenin asayiş ve güvenlik durumu ile ilgili incelemelerde bulunmuş ve bir rapor hazırlayıp 22 Mayıs
1919’da Sadarete göndermiştir. Raporda:
1) Samsun ve havalisindeki asayişsizliğin asıl sebebi Rumlardır. Bölgedeki Rumlar siyasi
emellerinden vazgeçerlerse asayiş kendiliğinden düzelir.
2) Türklüğün yabancı işgal ve kontrolüne tahammülü yoktur.
3) Yunanlıların İzmir’de hakları yoktur, işgal geçicidir.
4) Türk Milleti, Millî hâkimiyet esasını ve Türk Milliyetçiliğini kabul etmiştir. Bunu
gerçekleştirmeye çalışacaktır.
Bu rapordan da anlaşılacağı gibi Mustafa Kemal, ülkenin genel sorunları ile yakından
ilgilenmektedir. Özellikle dördüncü madde, düşüncelerini daha belirgin şekilde yansıtmaktadır. Ayrıca
bunları hükümete bildirmekle, kendisine verilen görevin dışında bir takım işlerle ilgilendiğini de
göstermektedir. Bundan dolayı İstanbul hükümeti bu raporu olumlu karşılamamıştır. Ayrıca İngiliz
askeri varlığı hakkında bilgi vermiş ve İngilizlerin haksız işgallerinin önlenmesi için tedbir alınmasını
tavsiye etmiştir. Kendisinin de siyasi gelişmeler konusunda bilgilendirilmesini istemiştir.
İtilaf Devletleri tarafından başlatılan işgaller ve onların bölgedeki varlığı Pontusçu Rumları iyice
şımartmış ve saldırıları sıklaşmaya başlamıştı. Bu saldırılar karşısında yerel idare aciz kalmış ve
gereken tedbirleri alamamıştı. Eldeki imkânsızlıklardan öte bir yönetim zafiyeti de görünüyordu.
Mustafa Kemal bunu fark edince Samsun Mutasarrıfı’nı görevden almış yerine Hamit Bey’in
atanmasını sağlamıştı. Ayrıca Refet Bey’i de geçici mutasarrıf sıfatı ile görevlendirmişti. Burada
bulunduğu sırada halkın uyandırılması ve örgütlenmesi için tavsiye ve girişimlerde bulunmuştu.
Milletin haklarını korumak konusunda cesur davranması gerektiği yolundaki nasihatleri üzerine
burada teşkilatlanma girişimi başlamıştı. Görev alanındaki askeri ve mülki erkân ile de temasa geçmiş
ve bilhassa askeri gelişmeleri yakından takip etmiştir. İzmir’in işgali ile ilgili gelişmelerden haberdar
olmak istemiştir.
Mustafa Kemal Paşa Samsun’un İngiliz işgalinde ve kıyıda bulunması, civarındaki Rum
çetelerinin faaliyetlerinden ötürü karargâhının içerde daha emin bir yere naklini gerekli görmüş ve 25
Mayıs 1919’da Havza’ya hareket etmiştir.
B- HAVZA GENELGESİ (28 MAYIS 1919)
Mustafa Kemal Paşa Havza’ya gelir gelmez çalışmalara başladı. 28 Mayıs tarihinde askeri ve
mülki erkâna gönderdiği telgraf ile onlardan aşağıdaki işleri yapmalarını istedi.
İzmir, Aydın ve Manisa’nın işgali karşısında sessiz kalınmamasını, derhal büyük ve heyecanlı
mitingler yapılmasını, bu tepkinin köylere kasabalara kadar genişletilmesini,
Büyük devletlerin temsilcilerine ve hükümete uyarı telgraflarının çekilmesini,
Gösteriler sırasında düzenin korunmasını ve özellikle Hıristiyan azınlıklara yönelik eylemlere
fırsat verilmemesini,
Samsun ve Trabzon gibi Karadeniz limanlarının ve bazı doğu illerinin işgal edilebileceğini buna
karşı komutanların alması gereken tedbirlerin neler olduğunu ve kendisi ile irtibat halinde olunmasını
istedi.
Mustafa Kemal, bu genelgenin ardından hemen 30 Mayıs günü kendisi bizzat Havza’da miting
düzenleyerek İzmir’in işgalini protesto etmiştir. Mitingin sonunda işgallere karşı silahlı mücadele
edileceğine dair ant içilmiştir.
Sadarete gönderdiği telgraf ile de Paris Barış Konferansı’na gönderilecek kişilerin millî vicdanı
hakkıyla temsil edecek kişiler olmasını istemiştir.
Millî teşekküllerin hükümete telgraflar göndererek milletin arzusunun tam bağımsızlıktan ve
çoğunluk haklarının korunmasından yana olduğunun bildirilmesini istedi.
Ayrıca resmi görevi çerçevesinde Sivas, Trabzon, Erzurum vilayetlerinin genel durumunu ifade
eden bir raporu sadarete göndermiştir.
Mustafa Kemal’in Samsun ve Havza’daki eylemleri İngilizleri şüphelerinde haklı çıkarmıştır.
Doğu Karadeniz’deki İngiliz birliklerine kumanda eden George Milne, lağvedilmiş olan IX. Orduya
böyle kapsamlı bir tayin yapılmış olmasını, üstelik bu kadronun Sivas’a kadar gidecek olmasını
şüpheli bulduğunu hükümete bildirmiştir. Ayrıca George Milne ve bu konuda kendisiyle aynı kaygıları
taşıyan İstanbul’daki işgal komutanı Amiral Carltrophe 6 Haziran 1919’da hükümete baskı yaparak
Mustafa Kemal’in derhal İstanbul’a geri çağrılmasını sağlamışlardır. Ancak Mustafa Kemal, Harbiye
Nezaretinin 8 Haziran 1919’da İstanbul’a dönmesi yönündeki çağrısına, kesinlikle dönmeyeceği
şeklinde cevap vermiştir. “İstiklal gayesinin gerçekleşmesine kadar tamamıyla milletle birlikte,
fedâkârane çalışacağıma mukaddesatım adına yemin ettim. Artık benim için Anadolu’dan başka bir
yere gitmek söz konusu değildir” diyen Mustafa Kemal artık geri dönülmez bir yola girmiştir.
Havza Genelgesinin Sonuçları
Havza genelgesi direnişe ilk çağrı özelliği taşır. İşgaller karşısında sessiz kalınmayacağı ve
milletin tepkisini ortaya koyacağı bu genelge ile anlaşılmıştır.
Millete miting yapma çağrısı yapan Mustafa Kemal kendisi de bizzat Havza’da miting yaparak
millete örnek olmuştur.
Mustafa Kemal’in Havza’daki faaliyetleri resmi görevinin dışına çıktığını göstermiş ve geri
çağrılmasına sebep olmuştur.
C- AMASYA GENELGESİ (22 HAZİRAN 1919)
Mustafa Kemal’in yol haritasında en önemli dönüm noktalarından birini Amasya Genelgesi teşkil
eder. Bu genelge ile birlikte Millî Mücadele somut ve planlı bir program şekline dönüşür. Amasya
Genelgesi ile ilgili hazırlıklar sürerken diğer taraftan da İtilaf Devletleri ve İstanbul’daki Hükümet
yoğun bir şekilde bu çalışmaları engellemek için her türlü çabayı sarf etmektedir; İstanbul’daki
Osmanlı Hükümeti, İngiliz baskıları sebebiyle Mustafa Kemal’in geri gelmesi yolunda ısrarını
sürdürmektedir. Ancak Mustafa Kemal bu çağrılara kulak asmayarak asi durumuna düşmüştür.
İstanbul Hükümeti bölgedeki sivil ve askeri makamlara gönderdiği talimatlarla, Mustafa Kemal’in
emirlerine uyulmaması gerektiği ve görevden alındığını bildirmiştir. Buna karşılık Mustafa Kemal,
görevinin başında olduğunu, görevin kendisine padişah tarafından verildiğini ve görevden de ancak
onun alabileceğini söyleyerek askeri ve mülki erkânın emirlerine uymak zorunda olduğunu beyan
etmiştir.
Mustafa Kemal Paşa, Havza’da daha fazla kalamadı. Çünkü İngiliz işgali bu civara kadar gelmişti.
Mustafa Kemal Havza’da iken komutan arkadaşları ile de telgraflaşarak onlardan, eğer mümkünse
Amasya’ya gelmelerini istedi. Bu görüşmeler sonucunda Ali Fuat, Rauf ve Refet Beyler Amasya’ya
geldiler. Mustafa Kemal Paşa,, dağınık görünen cemiyetlerin bir ortak çatı altında birleşmesini ve
mücadelenin ortak bir zeminde yürütülmesini istiyordu. Bu amaçla Trakya’da bulunun I. Kolordu
Kumandanı Cafer Tayyar Bey’e de bir telgraf göndererek bu yönde telkinde bulunmuştu. Şifre ile
verilen bu talimatta kısaca şunlar söyleniyordu; İtilaf Devletleri, bağımsızlığımızı bozan vatanı
parçalamaya yönelik bir tutum içerisindedir. İstanbul Hükümeti esir ve aciz durumdadır. Milletin
geleceğini böyle bir Hükümet’e bırakmak demek yıkılmaya mahkûm olmak demektir. Trakya ve
Anadolu’daki millî teşkilatlar birleşmeli ve sesini dünyaya daha gür olarak duyurmalıdır. Bunun için
güvenli bir yer olan Sivas’ta toplanıp ortak ve kuvvetli bir kurul kurulmalıdır. Mustafa Kemal ve
beraberindekiler 12 Haziran 1919’da Amasya’da çalışmalarına başladılar. Amasya’ya gelen heyet
burada çok iyi karşılandı. Mustafa Kemal, halka hitaben yaptığı konuşmada özellikle örgütlenmenin
lüzumundan bahsetmiştir. Bu telkin ve tavsiyeler derhal karşılık bulmuş ve Amasya’da Müftü Tevfik
Efendi önderliğinde 14 Haziran’da Amasya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurulmuştur.
Amasya Genelgesi’ni hazırladıktan sonra orada mevcut olan komutan arkadaşlarına imzalatmış,
mevcut olmayanlar da telgraf yolu ile teyit etmişlerdi. Buna göre kendisinden başka diğer üç
komutanın Rauf, Refet ve Ali Fuat Beylerin bizzat, Kazım Karabekir ve Mersinli Cemal Paşa’nın da
telgraf yolu ile bu belgeye onay verdiği anlaşılmaktadır. Mustafa Kemal’in genelge metnini dönemin
ünlü komutanlarına imzalatıp onaylatmasının nedeni, Millî mücadeleyi kişisellikten çıkartmak ve bir
halk hareketi haline gelmesini sağlamaktır. Ayrıca genelgeyi bu isimlere onaylatarak Millî mücadeleyi
halk nazarında meşru ve daha etkili hale getirmek amaçlanmıştır.
21–22 Haziran 1919 gecesi hazırlanan Amasya tamiminin esasları şunlardır:
1. Vatanın bütünlüğü ve milletin istiklali tehlikededir.
2.İstanbul Hükümeti üzerine aldığı sorumluluğu yerine getirememektedir. Bu hal adeta
milletimizi yok olmuş olarak gösteriyor.
3. Milletin istiklalini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.
4. Milletin içinde bulunduğu durum ve şartlara göre harekete geçmek ve haklarını yüksek sesle
dünyaya duyurmak için her türlü tesir ve kontrolden uzak millî bir heyetin varlığı zorunludur.
5. Anadolu’nun her bakımdan en emniyetli yeri olan Sivas’ta, millî bir kongrenin acele olarak
toplanması kararlaştırılmıştır.
6. Bunun için bütün vilayetlerin her sancağından milletin güvenini kazanmış üç temsilcinin
mümkün olduğu kadar çabuk yetişmek üzere hemen yola çıkarılması gerekmektedir.
7. Her ihtimale karşı, bu meselenin bir millî sır halinde tutulması ve temsilcilerin, lüzum görülen
yerlerde, seyahatlerini kendilerini tanıtmadan yapmaları gereklidir.
8. Doğu vilayetleri adına, 10 Temmuz’da, Erzurum’da bir kongre toplanacaktır. Bu tarihe kadar
diğer vilayetlerin temsilcileri de Sivas’a gelebilirlerse, Erzurum Kongresi’nin üyeleri, Sivas
Kongresi’ne katılmak üzere hareket edeceklerdir.
Bu genelge Millî Mücadele tarihi açısından çok önemli sonuçlar doğurmuştur. Bunları
birkaç madde halinde sıralamak gerekirse:
Millî mücadele yeni bir safhaya girmiş ve Türk inkılâbının ihtilal safhası başlamıştır.
Kurtuluş Savaşı’nın programı (son dört madde), gerekçesi (2. madde), amacı (1.madde) ve
yöntemi (3.madde) belirlenmiştir.
Yeni bir devletin kurulacağı ima edilmiş ve ilk kez millî egemenliğe dayalı bir yönetimden
bahsedilmiştir. (3.madde)
Mevcut yönetimin yetersizliği ortaya konmuş ve adeta İstanbul Hükümeti yok sayılmıştır.
Türk milleti hem İstanbul’a hem de işgalci güçlere karşı mücadeleye çağırılmıştır.
Kurtarıcı olarak görülen padişah, hilafet, manda ve himaye düşüncesinin yerini millet ve
Milliyetçilik düşüncesi almıştır. Millî birlik ve beraberliğin sağlanmasında önemli bir adım olmuştur.
Üstü kapalı olarak yeni bir parlamentonun oluşturulmasından bahsedilmiştir.
Mustafa Kemal resmi görevleri bir tarafa bırakarak millet ile beraber çalışma yolunu seçmiş ve
böylece padişah tarafından kendisine verilen yetkiyi aşmıştır.
Direniş esasları ilk defa Amasya’da yazılı bir metin haline getirilmiştir.
Amasya Genelgesi Mustafa Kemal’in İstanbul’a çağrılma sürecini hızlandırmış ve İngilizlerin
tepkisi iyice artmıştır. Bu yüzden İstanbul Hükümeti üzerindeki baskılar da artmıştır
Vatanın bütünlüğünün tehlikede olduğu vurgulanarak bölgesel kurtuluş çareleri arayan
cemiyetlere birleşme ve mevcut tehlikeyi birlikte önleme teklifi yapılmıştır.
Bu genelge ilgili birimlere gönderildikten sonra İstanbul Hükümeti üzerindeki İngiliz baskısı iyice
artmıştır. Bunun üzerine İstanbul Hükümeti 23 Haziran tarihinde yayınladığı bir genelge ile İstanbul’a
çağrıldığı halde gelmediği ve halkı hükümete karşı kışkırttığı gerekçesi ile Mustafa Kemal Paşa’yı
görevinden azletmiş, bu durumu bir yazı ile illere bildirmişti.
Mustafa Kemal Paşa hakkında verilen bu kararı ağır bir üslupla illere bildiren Dâhiliye Nazırı Ali
Kemal, onun hareketlerine engel olunmadığı gerekçesi ile 26 Haziranda nazırlıktan istifa etmiştir.
Ali Kemal’in yayınladığı genelge mülki amirlerin kafasını karıştırmıştı. Bu yüzden Mustafa
Kemal’e karşı nasıl bir tavır takınacaklarını kestiremiyorlardı.
Mustafa Kemal Amasya’dan Erzurum Kongresi’ne katılmak üzere yola çıkmış ve ilk durak olarak
Sivas’a gelmişti. Burada kendisi aleyhinde bir takım tedbirlerin alındığını duymuş bu yüzden V.
Tümene bağlı bir birliği hazırlatarak mukabil tedbir almıştı. 27 Haziran’da Sivas’a varan Mustafa
Kemal Paşa burada halkın ve ordunun sevgi gösterileriyle karşılanmıştı. Aleyhindeki tertiplere alet
olan Elazığ Valisi Ali Galip Bey’i burada görmüş ve azarlamıştı. Görevden azledildiğine dair
genelgeden de burada haberdar olmuştu. Kendisi hakkındaki tereddütleri gidermek maksadı ile
Erzincan Mutasarrıflığına gönderdiği telgrafta; kendisini göreve Padişahın tayin ettiğini, onun dışında
hiç kimsenin kendisini azletmeye yetkisinin olmadığını, görevinin Harbiye Nazırlığı bünyesinde
olduğunu ve o makamdan azledildiğine dair bir bilgi almadığını, haliyle mülki amirlerin kendisine
itaat etmek zorunda olduğunu ifade etmiştir.
Mustafa Kemal, Sivas’ta gerekli talimatları verip Erzurum’a gitmek için yola çıktı. 2 Temmuz’da
Erzincan’da iken padişahın telgrafı geldi. Bu telgrafta mümkünse İstanbul’a gelmesi, değilse iki ay
rapor alarak istirahata çekilmesi isteniyordu. Harbiye Nazırlığı da aynı manada bir telgrafı kendisine
göndermişti. Buna karşılık Mustafa Kemal verdiği cevapta geri dönmeyeceğini, görevine de devam
edeceğini bildirdi. Bu şekilde karşılıklı haberleşmeler 8 Temmuz gününe kadar sürdü. Bu arada
Erzurum’a da gelmişti. Aynı gün padişah tarafından görevine son verildiği kararı geldi. Böylece önce
asayişin temini ile ilgili görevinden sonra da müfettişlik görevinden ayrılmış oluyordu. Artık askerlik
mesleğinden de istifa ederek tamamen sivil ve bağımsız bir hüviyete bürünmüştü. 9 Temmuz’da
yayınladığı bir genelge ile bundan sonra millî gaye için milletin sinesinde bir ferd-i mücahit olarak her
türlü fedakârlıkla çalışacağını bildirmişti. Bu durum işleri zorlaştırabilirdi. Şimdiye kadar resmi
yetkilerine binaen tüm resmi birimler kendisine itaat ederken artık bu mümkün olmayabilirdi. Ancak
başta Padişah ve Hükümet olmak üzere Mustafa Kemal aleyhindeki bu girişimlerine karşılık, Kazım
Karabekir Paşa gelip ordusu ile birlikte emrinde olduğunu bildirmesiyle beraber durum değişti.
Bundan sonraki işler artık farklı bir zeminde yürüyecek gibi görünüyordu. Belki de Millî Mücadele
liderliğine giden yolda en önemli adımlardan biri atılmıştı. Rauf Bey de vilayetlere gönderdiği telgraf
ile Mustafa Kemal ile birlikte çalışacağını bildirmişti.
D- ERZURUM KONGRESİ ( 23 TEMMUZ -7 AĞUSTOS 1919)
1- Kongrenin Toplanmasının Sebepleri
Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz bölgesi ciddi bir şekilde Ermenilerin ve Rumların tehdidi
altına girmişti. Ruslarla 1918 başlarında imzalanan Brest Litowsk antlaşması ile bu bölgeler Kars,
Ardahan ve Batum da dâhil olmak üzere Osmanlı Devleti’ne bırakılmıştı ama İtilaf Devletleri bu
antlaşmayı tanımadıkları için yürürlüğe girmemişti. İtilaf Devletlerinin bu tutumu ve Mondros Ateşkes
Antlaşması’nın vilayat-ı sitte ile ilgili hükümleri Ermenilerin cesaretlenmesine ve bölgede sıklaşan bir
şekilde saldırılarının artmasına sebep olmuştu. Devam eden Paris Barış Konferansı’nda Ermeni
taleplerinin gündeme getirilmesi ve buna sahip çıkılması üzerine bu gelişmelerden tedirgin olan ve
bölgede ezici çoğunluğa sahip olan Türkler gerekli tedbirleri almak lüzumu hissettiler.
İzmir’in işgali ile iyice şımaran Rumlar ise Anadolu üzerindeki taleplerini genişletmiş, Karadeniz
bölgesinde bir Pontus Rum Devleti kurmak için şartların olgunlaştığına inanmaya başlamışlardı. Bu
sebepledir ki bölgedeki saldırılarını arttırmışlardı. Rumların ve Ermenilerin oluşturduğu bu yeni
tehlike öyle bir hale gelmişti ki bu iki toplum Trabzon’a sahip olmak için kendi aralarında tartışmaya
bile başlamışlardı. Ortaya çıkan bu durum bölgede faaliyet gösteren Türk cemiyetlerini ortak hareket
etmeye zorladı. Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Millîye Cemiyeti ikinci toplantısında hem silahlı
mücadele kararı almış hem de aynı tehlikelere maruz kalan Erzurum’daki Şark Vilayetleri Müdafaa-i
Hukuk Cemiyeti ile ortak toplantı yapmaya karar vermişti. Daha önce belirttiğimiz gibi Müdafaa-i
Hukuk cemiyetleri, İzmir’in işgalinden sonra mücadelenin silahlı olacağını belirtmişlerdi. Her iki
cemiyet de (Trabzon ve Erzurum) 30 Mayıs tarihinde gönderdikleri telgraflarda ortak bir toplantı
talebini dile getirmişlerdi. Toplantı tarihi olarak da 10 Temmuz günü tayin edilmişti. Kongre
tasarlandığı gün toplanamadı. Bazı üyelerin gecikmesi yüzünden 23 Temmuzda toplanabildi.
Kongreye toplam 56 üye katıldı. Elazığ ve Diyarbakır valilerinin engellemesi üzerine bu bölgelerin
üyeleri kongreye katılamamışlardır. Kongreye katılmak üzere Erzurum’a gelen Mustafa Kemal ve
Rauf Bey’e karşı bazı üyeler, onların aza olmadıkları gerekçesi ile kongreye katılmalarına itiraz
etmişlerdi. Bu sorun Erzurum azası olan Kazım Yurdalan ve Cevat Dursunoğlu’nun azalıktan istifa
edip yerlerini Mustafa Kemal ve Rauf Bey’e bırakmasıyla sona erdi. Kongre başkanlığına Mustafa
Kemal Paşa seçildi. Açılış konuşmasında içinde bulunulan durum ve izlenmesi gereken yol ile ilgili
kapsamlı bir konuşma yaptı. Bu konuşmasında ana hatları ile şunları söylemiştir:
Tarihin ve olayların zoruyla içine düştüğümüz kanlı ve kara tehlikeleri görmeyecek ve bundan
ürpermeyecek hiçbir vatansever düşünülemez. Yapılan işgaller ateşkes hükümlerine aykırıdır. Tarih
bir milletin hakkını ve varlığını hiçbir zaman inkâr etmez. Bu bakımdan vatanımız ve milletimiz
hakkında verilen hükümler iflasa mahkûmdur. Vatanın ve milletin mukadderatını korumak ve
kurtarmak son sözü söyleyecek ve bunun gereğini uygulatacak kuvvet bütün vatanda bir elektrik
şebekesi haline gelmiş olan millî cereyanın kahramanlık ruhudur. Milletin mukadderatına hâkim bir
irade ancak Anadolu’dan doğabilir. Millî iradeye dayalı bir millet meclisinin kurulması ve kuvvetini
millî iradeden alacak bir hükümetin oluşturulması bu kongre çalışmalarının ana hedefidir.
2- Kongreyi Engelleme Girişimleri
İtilaf Devletleri ve İstanbul Hükümeti kongreyi engellemek için çaba harcamıştır. Hatta İngilizler
burada bulunan Yarbay Rawlinson’a talimat vermişler. Bu talimat üzerine harekete geçen İngiliz
askeri temsilci kongrenin yapılmaması konusunda Mustafa Kemal ile yaptığı görüşmeden bir sonuç
alamayacaktır.
Kongrenin başladığı gün Damat Ferit bu tür girişimleri kınayan bir demeç yayınlamıştır. 26
Temmuz’da Harbiye Nezareti, Kazım Karabekir Paşa’ya Erzurum Kongresini engellemek için ne
yaptığını sormuş O da; memleketini kimseye vermeme kararında olan halkın bu girişimine gereken
kolaylığı sağladığını söylemiştir. 30 Temmuz’da aynı paşadan Mustafa Kemal ve Rauf Orbay’ı
yakalayıp göndermesi istenmiş, O da; Mustafa Kemal gibi seçkin bir askeri tutuklayamayacağını
bunun halk ve ordu tarafından iyi karşılanmayacağını ifade etmiştir.
3- Erzurum Kongresinin Kararları
Kalabalık bir üye sayısı (56 kişi) ve uzun süren bir çalışma (iki hafta) sonunda kapsamlı kararlar
alındı. Bu kararlar özetle şunlardır:
1- Millî sınırlar içinde bulunan vatan parçaları bir bütündür. Birbirinden ayrılamaz.
2- Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı ve Osmanlı Hükümeti’nin iş yapamaz duruma
gelmesi hâlinde, millet topyekûn kendisini savunacak ve direnecektir.
3- Vatanı korumaya ve istiklâli elde etmeye İstanbul Hükümeti muktedir olamadığı takdirde bu
amaca ulaşmak için geçici bir hükümet kurulacaktır. Bu hükümet üyeleri millî kongrece seçilecektir.
Kongre toplanıncaya kadar hükümet yerine iş görmek üzere Heyet-i Temsiliye (Temsilciler Kurulu)
kurulacaktır.
4- Millî gücü ( Kuva-yı Millîye) tek kuvvet tanımak ve millî iradeyi hâkim kılmak temel ilkedir.
5- Hıristiyan azınlıklara siyasî hâkimiyet ve sosyal dengemizi bozacak ayrıcalıklar verilemez.
6- Manda ve himaye kabul olunamaz.
7- Milletimiz, çağdaş gayelerin büyüklüğüne inanır ve teknik, sınaî ve iktisadî durumumuzu ve
ihtiyacımızı takdir eder. Hükümranlık haklarımızı zedelemeyen dış yardımlar kabul edilebilir.
8- Millî Meclisin derhal toplanmasını ve hükümet işlerinin Meclis tarafından kontrol edilmesini
sağlamak için çalışılacaktır.
9- Millî teşkilatlar (doğudaki) Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti çatısı altında
birleşecektir.
4- Erzurum Kongresi’nin Sonuçları:
Erzurum Kongresi millî mücadele tarihi içerisinde birçok ilke imza atmıştır. Bu açıdan bir dönüm
noktası teşkil etmektedir. Kongrede alınan kararların önemini birkaç madde halinde özetlemek
gerekirse:
İlk kez millî sınırlardan bahsedilmiştir. Bu sınırlar Mondros Ateşkes Antlaşması imza edildiği
sırada elimizde bulunan topraklardır. Vatan bir bütündür ifadesi hem işgalcilere hem de azınlıklara
uyarı niteliğindedir.
Manda ve himaye ilk defa resmi olarak bu kongre ile reddedilerek bağımsızlık ve egemenliğin
şartsız olarak gerçekleştirileceği ilan edilmiştir. Manda yanlılarına da bir cevap niteliği taşımaktadır.
Erzurum Kongresi bölgesel amaçlarla toplanmış olmasına rağmen millî kararlar almıştır. Bunun
en önemli sebebi kuşkusuz Mustafa Kemal’in kongreye katılmış olmasıdır. Esasen Mustafa Kemal’in
yol haritasında Erzurum Kongresi bu kadar önemli bir yer tutmuyordu. Amasya Genelgesi’nde Sivas
işaret edilmişti. Ancak burada oluşan şartlar Sivas için düşünülen bazı tedbirlerin öne alınmasına
sebep olmuştur. Bunda da bölgenin güvenli oluşu ve 15. Kolordunun sağladığı destek etkili olmuştur.
Amasya Genelgesi’nde olduğu gibi burada da İstanbul Hükümetinin görevini tam yerine
getiremediğinden bahsedilmiştir. Bu yüzden onun yerine ikame edilecek ilk defa geçici hükümet
kurma düşüncesi gündeme gelmiştir.
İrade-i Millîye (millî irade) açıkça irade-i seniyye’ye (kişisel irade- saltanat) bir alternatif olarak
ortaya konmuştur. Millî iradeye dayalı rejimin adı cumhuriyettir. Böylece yeni bir devlete doğru
gidildiği anlaşılmaktadır.
Dağınık vaziyetteki cemiyetlerin birleştirilmesi yolunda ilk adım atılmış ve Doğu Anadolu’da
faaliyet gösteren cemiyetler tek çatı altında toplanmıştır.
Millî kuvvetlerden ve millî iradeden bahsedilmiştir. Buna vurgu yapılmasının sebebi işgallere
karşı koyarken dayanacağımız gücün ne olduğunu açıklamaktır. Millî gücü harekete geçirerek
işgallere karşı konacaktır.
İlk kez azınlıklardan ve onlara ayrıcalık verilemeyeceğinden bahsedilmiştir.
Padişah ve halifenin de kurtarılacağı söylenerek muhtemel tepkilerin önü kesilmiştir.
Dış yardım konusunda Rusya gündemdedir. Ancak Rusya’nın yardımla birlikte rejim ihraç etme
niyeti de gözlemlenmektedir. Bir yardım alınacaksa eşitlik ve bağımsızlık haklarına riayet gösterilerek
alınacaktır.
9 kişilik geçici bir Temsil Heyeti kurulmuştur. Bu Heyet, başlangıçta Doğu Anadolu bölgesi için
yetkilidir. Sivas Kongresi’nden sonra bu Heyetin yetkileri Anadolu ve Rumeli’yi kapsayacak şekilde
genişletilmiş, Büyük Millet Meclisi açıldıktan sonra Temsil Heyetinin görevi sona ermiş ve yerine
Meclis hükümeti kurulmuştur.
Kongrede Mebusan Meclisi’nin yeniden açılması talep edilirken hükümet işlerinin mutlaka
kontrol ve denetim altında bulundurulması istenmiştir. Ancak bu düşünceye rağmen Millî Mücadele
önderleri Mebusan Meclisi’nin işgal altındaki İstanbul’da millî iradeyi tam olarak temsil edeceği
konusunda da kuşkuludurlar.
Mustafa Kemal rütbesiz ve yetkisiz konumuna rağmen millî bir lider olarak kabul görmüştür.
Temsil heyetinin başkanlığına getirilmiştir.
Erzurum Kongresinin toplanmasından sonra 9 Ağustos tarihinde Mustafa Kemal’e verilen
nişanların ve Fahri yaverlik unvanının elinden alındığına, askerlik mesleğinden çıkarıldığına dair
padişah buyruğu gelmişti.
E- BALIKESİR KONGRESİ
Mondros Mütarekesi’nden sonra Anadolu’nun işgaline karşı Türk direnişini örgütlemek için
yapılan yerel bir kongredir. Kongre 1919 ve 1920 yılında toplam beş defa toplandı ve Millî
Mücadele’nin başarıya ulaşmasında önemli rol oynadı.
Balıkesir Kongresi ilk kez 28 Haziran - 12 Temmuz 1919 tarihleri arasında Hacım Muhittin Bey
başkanlığında toplandı. Kongrede direniş merkezi oluşturulması ve Hacım Muhittin Bey’in başkanlığı
görüşülüp, oylandı. 26 -30 Temmuz 1919’da yapılan ikinci toplantıda Yunan İşgali’ne karşı silahlı
direniş örgütlenmesi ve işgal altındaki bölgelere ürün satılmaması gibi kararlar alındı. Daha sonra
cemiyetin adının Balıkesir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti olarak değiştirilmesine karar verildi. Sivas
Kongresi’nde Mustafa Kemal başkanlığında kurulan Heyet-i Temsiliye ile ilişkiye geçildi. Son
toplantı ise 10 Mart 1920’de yapıldı ve direnişin Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti
paralelinde örgütlenmesine karar verildi.
F- ALAŞEHİR KONGRESİ
16 Ağustos 1919–25 Ağustos 1919 tarihleri arasında Hacım Muhittin Bey’in önerisi ile
Alaşehir’de toplanan mahalli kongredir. Kurtuluş mücadelesinin ilk defa organize edilmeye çalışıldığı
kongrelerdendir. Batı Anadolu’da devam eden direnişin son durumunu gözden geçirmek ve
teşkilatlanmayı tamamlayabilmek amacıyla toplanmıştır. Amacı ve kararları yönüyle bölgesel bir
kongredir. Balıkesir Kongresi gibi bağımsız tutumunu sürdürmüştür. Kendi bölgesinde örgütlenip,
halkı Yunan işgaline karşı koymaya çağırmıştır. Ayrıca saltanata bağlı olduklarını bildirmişlerdir.
G - SİVAS KONGRESİ (4–11 EYLÜL 1919)
1- Kongre Öncesi Meydana Gelen Gelişmeler
a) Kongreyi Engelleme Girişimleri
Erzurum Kongresi toplanırken İstanbul’dan gelen baskılara boyun eğip bazı iller delege
göndermemişti. Sivas Kongresi ile ilgili duyuru daha Amasya Genelgesi sırasında yapılmış olduğu
için bu kongre herkes tarafından duyulmuş ve çok daha etkili tedbirler alınmıştı. Engelleme
girişimlerinin bir tarafında İstanbul Hükümeti diğer tarafında ise işgal güçleri vardı. İşgal güçleri
doğrudan Sivas’a subay (Binbaşı Brunot) göndermek suretiyle Vali Reşit Paşa’ya gözdağı vermiş ve
kongrenin toplanması halinde Sivas’ı işgal edeceklerini söylemişlerdi. Bu tehdit Reşit Paşa üzerinde
etkili olmuş ve o da Mustafa Kemal’e kongrenin ertelenmesi ricasında bulunmuştu. İstanbul Hükümeti
ise kongreyi kanun dışı ilan etmiş katılanların cezalandırılacağını duyurmuştu. Bu tehditlerin de işe
yaradığı kongreye katılan üye sayısından anlaşılmaktadır. Bölgesel olan Erzurum Kongresine 56 üye
katılmışken umumi olan Sivas Kongresine 38 üye katılmıştı.
b) Maddi Sorunlar
Mustafa Kemal ve arkadaşlarının yanlarında getirdikleri para bitmişti. Ulaşım vs. masrafları için
para bulmaları gerekiyordu. Bu durum üzerine emekli Binbaşı Süleyman Bey’in kendi birikimi olan
900 lirayı bağışlaması üzerine geçici de olsa bir rahatlama sağlanmış oldu.
c) Görüş Ayrılıkları
Erzurum Kongresi sırasında büyük bir uyum içinde çalışan komutanların arasına Sivas Kongresi
sırasında bazı ihtilaflar başlamıştı. Sivas Kongresi’nin tartışma ve gerginliklere yol açması herkesi
etkilemişti. Mustafa Kemal dışındaki komutanlar bu kongreyi erteleme taraftarı idiler. Muhalif
kanadın sözcülüğünü Kazım Karabekir yürütüyordu. Sivas Kongresini ertelemek mümkün olmayınca
Mustafa Kemal’i başkan seçtirmemek için uğraştılar. Mustafa Kemal açık oy esasını kabul ettirerek üç
oy farkla kongreye başkan seçildi.
d) Mandacılık Tartışmaları
Sivas’ta iken Halide Edip Hanım’dan mektup alan Mustafa Kemal, Amerikan mandası konusunda
aşırı ısrarlarla karşılaştı. Kongre üyelerinden çoğu da bu fikre uyum sağlamış gibi görünüyordu. Zaten
hepsi bir hafta süren kongrenin ilk üç günü şekil ve seçim tartışmaları ile geçmiş oturum başladığında
ise manda konusu tartışılmaya başlanmıştı. Bu konu Erzurum Kongresi sırasında da gündeme gelmiş
reddedilmişti. Şimdi daha kuvvetli bir tartışma baş göstermişti. Uzun konuşmaların ardından
bağımsızlık ve millî egemenlik konusundaki kararlılığın sürdürülmesine karar verildi ve bu konu
tamamıyla gündemden çıkarıldı.
2- Sivas Kongresi Kararları
a) Mondros Ateşkes Antlaşması imzalanırken elimizde bulunan sınırlar içinde vatan bölünmez bir
bütündür parçalanamaz. Millî sınırlar işgale uğramamış ve her parçasında Türk-İslam ahalinin
çoğunluğu oluşturduğu bölgelerdir.
b) Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı özellikle Rumluk ve Ermenilik teşkilini
amaçlayan hareketlere karşı millet topyekûn kendisini savunacak ve direnecektir.
c) İstanbul Hükümeti, harici bir baskı karşısında memleketimizin herhangi bir parçasını terk
mecburiyetinde kalırsa, vatanın bağımsızlığını ve bütünlüğünü temin edecek ve devletin bekasını
sağlayacak her türlü tedbir ve karar alınmıştır.
d) Vatanın bütünlüğünün, milletin bağımsızlığının sağlanması, halifelik ve saltanat makamının
korunması için Kuva-yı Millîye’yi tek kuvvet tanımak ve millî iradeyi hâkim kılmak temel esastır.
e) Vatanın bütünlüğüne ve hükümranlık haklarımıza saygılı olan her türlü devletin teknik ve
ekonomik yardımını memnuniyetle kabul ederiz.
f) Ülke yönetiminin ve merkezi hükümetin millî iradeye tabi olması gerekmektedir. Bunu
sağlamak için millî iradeyi temsil etmek üzere, Meclis-i Mebusan’ın derhal toplanması mecburidir
g) Aynı gaye ile millî vicdandan doğan cemiyetler, "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti" adı altında genel bir teşkilat olarak birleştirilmiştir.
h) Genel teşkilatı idare ve alınan kararları yürütmek için kongre tarafından Temsil Heyeti
seçilmiştir.
ı) Azınlıklara siyasi egemenliğimizi zedeleyecek toplumsal dengemizi bozacak imtiyazlar
verilemez.
j) İtilaf Devletlerinin, Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünü, milletin bağımsızlığını ve devletin
bekasını zedeleyici her türlü emellerden vazgeçerek bu topraklar üzerindeki tarihi, dini ve coğrafi
haklarımıza saygı göstermesini ve bu doğrultuda hak ve adaletle karar almalarını bekleriz.
3- Sivas Kongresinin Sonuçları
Bu kongrenin ortaya çıkardığı en önemli sonuç bütün direniş cemiyetlerinin Anadolu ve Rumeli
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti çatısı altında birleştirilmiş olmasıdır. Bu şekilde tek elden bütün
kuvvetlerin sevk ve idaresi sağlanmıştır.
Temsil kurulunun üye sayısı 15’e çıkarılmış ve görev alanı tüm yurt sathını kapsayacak şekilde
genişletilmiştir.
Esas itibarı ile Erzurum Kongresi’nde alınan kararlarla büyük paralellik gösterse bile bazı
konularda farklı ifadeler kullanılmıştır. Erzurum’da Ermeni ve Rum saldırılarına karşı konacaktır
ifadesi yer almışken yeni metinde her türlü saldırı ifadesi kullanılarak kapsamı genişletilmiştir.
Önceki metinde Osmanlı Devleti doğu illerini savunamazsa ifadesi yer alırken sonraki metinde
yurdun herhangi bir parçasını ifadesi kullanılmıştır. Kararların yurt geneline şamil kılındığı bu tür
maddelerden anlaşılmaktadır.
Manda konusu bu kongrede kesinlikle reddedilmiştir ve gündemden çıkartılmıştır.
Hükümet yerine iş gören Temsil Heyeti ilk yürütme kararını alarak Ali Fuat Paşa’yı Batı
Anadolu Kuva-yı Millîye Komutanlığı’na atamıştır.
Sivas Kongresi kararlarının ve burada oluşan hissiyatın kamuoyuna mal edilmesi amacı ile İradei Millîye adı ile bir gazete yayınlanmıştır.
Bütün tehditlere ve engelleme girişimlerine karşın bu kongrenin toplanıp cesur kararlar alması
millî mücadele azmine heyecan ve cesaret katmıştır.
Mustafa Kemal millî bir lider olarak kabul edilmiştir.
Erzurum Kongresi’nde millî mücadele açısından ilk olma özelliği taşıyan adımlar burada
geliştirilmiş ve bu yolda ilerleme sağlanmıştır. Bu sebeple Erzurum Kongresi’nin sonuçları için
yapılan yorumlar bu kongre için de geçerlidir.
Mebusan Meclisi’nin açılması ve İstanbul Hükümeti’nin millî irade tarafından denetlenmesi
konusu çok önemsenmiş ve bu kongrede bir daha yinelenmiştir. İstanbul Hükümeti’nin baskılara
boyun eğerek milletin aleyhine hükümler taşıyan antlaşmalara imza atmasından endişe edilmiştir.
4- Sivas Kongresi’nden sonra meydana gelen gelişmeler
Ali Galip olayı ve İstanbul Hükümetinin kongreyi engelleme girişimleri Mustafa Kemal’i oldukça
üzmüştür. Başka sorunlar da ortaya çıktığı için bu konuyla ilgilenmeye fırsat bulamamıştı. Kongrenin
sonunda millî harekâta zorluk çıkaranlarla mücadele etmeye karar verdi. İstanbul Hükümeti ile her
türlü bağlantıyı kesti. Meşru bir hükümet işbaşına gelinceye kadar da İstanbul ile irtibat
kurulmayacağını bildirdi (12 Eylül 1919 ).
İstanbul Hükümeti Anadolu’dan hiçbir haber alamaz oldu. Damat Ferit’i sadaretten düşürmek için
çalışmalara başladı. Bu çalışmalar kısa bir süre sonra etkisini gösterecek Damat Ferit Paşa ve
hükümeti istifa edecek yerine Ali Rıza Paşa hükümeti kurmakla görevlendirilecektir.
H- AMASYA GÖRÜŞMELERİ
1- Temsil Heyeti ve İstanbul Hükümeti Temsilcilerinin Görüşmeleri ve Üzerinde Antlaşma
Sağlanan Konular
Mustafa Kemal ve temsil heyetinin Damat Ferit hükümetine karşı tavır alması sonucu bu hükümet
düşmüş ve yerine Ali Rıza Paşa kabinesi kurulmuştu. Bu gelişme millî kuvvetlerin Anadolu’daki
gücünü ve itibarını oldukça olumlu etkilemişti. Yeni hükümet Anadolu hareketinin gücünün farkında
olduğu için onlarla uyumlu çalışmak zorunda kaldı. 1919 yılının Ekim ayı başlarında yeni hükümeti
kuran Ali Rıza Paşa’ya bir telgraf gönderen Mustafa Kemal, hükümetin Erzurum Kongresi ve Sivas
Kongresinde ortaya çıkan millî teşkilat ve amaçlara saygılı olması halinde Kuva-yı Millîye’nin
hükümete yardımcı olacağını bildirmişti. Yeni hükümetin meclis açılıp denetim görevine başlamadan
milletin mukadderatıyla ilgili herhangi bir taahhüde girmemesini de istedi. Ayrıca barış konferansı için
seçilecek delegelerin mutlaka millî davayı kavramış güvenilir isimlerden oluşması gerektiğini
hatırlattı.
Yeni hükümet temsil heyeti ile hemen diyalog içine girerek çeşitli görüşmeler yapmıştı. Bu
görüşmelerde temel konularda fikir birliği sağlanmış 7 Ekim 1919’da İstanbul ile görüşme ve
haberleşme yasağı kaldırılmıştı. İstanbul Hükümeti, Temsil Heyeti ile yazışmalara devam etmiş ve
bunun sonucunda birebir görüşmenin yapılmasının daha doğru olacağı görüşü ağır basmış ve
buluşmaya karar vermişlerdir. Taraflar arasındaki görüşmeler 20 Ekim 1919 günü başladı ve üç gün
sürdü. Temsil Heyeti’ni temsilen Mustafa Kemal, Rauf Orbay, Bekir Sami (Kunduh) katıldı. İstanbul
Hükümeti’ni temsilen de Bahriye Nazırı Salih Paşa görüşmelere katıldı. Görüşmelerin ardından
toplam beş protokol imzalandı. Bunlardan üçü açıktı, ikisi gizli idi.
Birinci protokol İstanbul Hükümeti’nin isteklerini içeriyordu. Bunlar:
Ordunun siyasetle uğraşmaması
İttihatçılığın tekrar uyanmaması
Hükümeti küçük düşürecek söz ve eylemlerden sakınılması
Müdafaa-i Hukuk Teşkilatı’na karşı gelip de tutuklananlar varsa bırakılması
Tehcir suçlularının cezalandırılması
I. Dünya Savaşı’na katılmamızın haklı nedenlere dayandığı yolundaki düşüncelerin gizli tutulması
Seçimlerin serbestçe yapılması
Asayişi bozacak hallere izin verilmemesi
İkinci Protokol Temsil heyetinin taleplerini içeriyordu. Bunlar:
Vatanın birliği ve bütünlüğü ilkesine riayet edilmesi gerekir. Bu konuda Millî Meclis son kararını
verinceye kadar mevcut sınırlar korunmalıdır.
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti İstanbul Hükümeti tarafından tanınmalıdır
Mebusan Meclisi mutlaka toplanmalıdır. Bu Meclis’in İstanbul’da toplanması uygun değildir.
Zira millî irade tam tecelli edemez. Bu yüzden İstanbul dışında Anadolu’da Hükümet’in uygun
gördüğü bir yerde toplanmalıdır. ( Bu konuda Salih Paşa şahsen söz vermiş, bu isteği yerine
getiremediği takdirde Hükümet’ten çekileceğini söylemiştir)
Azınlıklara imtiyaz verilmemelidir.
Üçüncü protokolde ise:
Temsil Heyeti’nin seçimlere müdahale etmemesi
İttihatçıların ve Tehcir olayına adı karışanların seçimlere sokulmaması
Hıristiyanların da seçimlere katılmasının sağlanması, böylece seçimlerin ülke genelini temsil
ettiğinin gösterilmesi
Seçimlerin tam bir serbestlik içinde yapılması sağlanmalıdır.
Dördüncü ve gizli olan, tarafların imza atmadan üzerinde anlaştıkları konular:
Bazı askerler hakkında padişah buyruğu ile verilen cezaların yeniden gözden geçirilmesi
Malta sürgünlerinin geri getirilip yargılanmalarının sağlanması
Zararlı faaliyette bulunan Ermenilerin cezalandırılması
İzmir’in boşaltılmasının sağlanması amacı ile İtilaf Devletleri’ne yeni bir ültimatom verilmesi
Kuva-yı Millîye hareketinin desteklenmesi ve güçlendirilmesi
Mili mücadele’ye karşı olan derneklere karşı önlem alınması
Millî mücadeleye destek veren memurların yerlerinde kalmaları
Beşinci protokol ise Paris Barış Konferansı’na gidecek Osmanlı heyetinin kimlerden oluşması
gerektiğine dair bir liste idi. Temel ilkelere uymak kaydı ile bu konuda İstanbul Hükümeti serbest
davranacaktı.
2- Amasya Görüşmelerinin Sonuçları
Temsil Heyeti ile İstanbul Hükümeti arasında bozuk olan ilişkiler yeniden düzelmiş, İstanbul
Hükümeti millî mücadele önünde bir engel olmaktan çıkmıştır. İstanbul Hükümeti Erzurum ve Sivas
Kongresi karalarını benimsemiştir.
Millî mücadele İstanbul Hükümeti tarafından da tanınmak sureti ile meşru bir mahiyet
kazanmıştır. Görüşmelerin ortaya çıkardığı en önemli sonuç budur.
İtilaf Devletleri İstanbul Hükümeti’ni etki altına almış olmanın tek başına sonuç getirmeyeceğini
ve artık Millî Mücadele faktörünü de dikkate almak zorunda kalacaklarını göstermiştir.
Mebusan Meclisi’nin açılması konusu bu görüşmelerde de gündeme gelmiş ve karar verilmiştir.
Ancak Salih Paşa meclisin İstanbul dışında bir yerde toplanması konusunu hükümete kabul
ettirememiştir. Buna mevcut anayasanın engel olduğunu söylemiştir.
İstanbul basınında millî mücadele lehine yazılar çıkmaya başlamıştır.
Görüşmede alınan karar gereğince Kanun-ı Esasi’nin de bir gereği olarak Mebusan Meclisi’nin
onayı olmadan yapılan her türlü antlaşma hukuken geçersiz sayılacaktır. Bu karar millet iradesinin ön
plana geçtiğinin göstergesidir. (İlerde TBMM’nin Sevr Antlaşması’nı hukuken geçersiz kabul
etmesinin gerekçesi de bu maddedir).
3- Komutanların Sivas Toplantısı ( 16 – 29 Kasım 1919)
Mebusan Meclisi’nin toplanması için seçim hazırlıkları başlamıştı. Bu çerçevede Millî Mücadele
yanlısı komutanlar da Sivas’ta toplanıp ne yapacaklarını, nasıl bir yol izleyeceklerini kendi aralarında
görüştüler. Aldıkları kararları birkaç madde halinde özetlemek gerekirse:
Meclisin İstanbul’da toplanmasına rıza göstermek gerekir. Seçilecek mebuslar ile temel konuları
görüşülüp izleyecekleri yol hakkında aydınlatılmalıdır.
Müdafaa-i Hukuk yanlısı kuvvetli bir grup kurulması sağlanmalıdır.
Millî teşkilat yurt genelinde yaygınlaştırılmalıdır.
Temsil heyeti görevine devam edecektir. Meclis açıldıktan sonra güvenli bir ortam oluşursa bu
heyetin durumu genel bir kongrede ele alınmalıdır.
Paris Barış Konferansı’ndan aleyhimize kararlar çıkması halinde milletin görüşü alınacak ve ona
uygun bir siyaset izlenecektir.
4- Temsil Heyetinin Ankara’ya Gelişi (27 Aralık 1919)
Temsil Heyeti Sivas’ta çalışmalarını bitirdikten sonra Ankara’ya doğru yola çıkmıştır. Bu tarihten
itibaren millî mücadelenin sevk ve idare merkezi Ankara olacaktır.
Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları 18 Aralık 1919 da Sivas’tan ayrıldılar. 27 Aralık günü büyük
bir coşku ile karşılandılar.
Sivas’ta İrade-i Millîye adıyla yayınlanan gazete yayın hayatına Hâkimiyet-i Millîye adıyla
devam etti.
Millî Mücadele’nin idare merkezi olarak Ankara’nın seçilmesinin önemli sebepleri vardır.
Bunlardan birkaçı şunlardır:
İstanbul Hükümeti’ni ve Mebusan Meclisi’nin çalışmalarını en rahat izleyebilecek adres burası
olarak görülmüştür
Asıl mücadelenin yürütüleceği Batı Cephesini buradan idare etmek mümkündür.
Ulaşım ve haberleşme imkânları açısından merkezi bir konuma sahiptir
Anadolu’nun ortasında merkezi bir konuma sahiptir
İç kesimlerde kalmış olması ve etrafının dağlarla çevrili olması yüzünden güvenli bir konuma
sahiptir.
-MİSAK-I MİLLÎ’NİN İLANI
Erzurum ve Sivas kongrelerinde esasları belirtilen istiklal mücadelesinin, vatanın sınırlarını daha
geniş ve açıklıkla ortaya koyarak başarılmasında bu Millî yeminin önemli bir yeri vardır. Ahd-i Millî,
Peyman-ı Millî adları da verilen bu Millî ant, genellikle bilinen ismi ile Misak-ı Millî 17 Şubat 1920
tarihinde Meclis-i Mebusan tarafından Türk ve dünya kamuoyuna duyuruldu. İlan edilen Misak-ı
Millî’de başlıca şu hususlar yer alıyordu:
1. Osmanlı Devleti’nin 30 Ekim 1918 tarihli mütarekenin imzalanması sırasında düşman işgali
altında bulunan topraklarından özellikle Arapların çoğunlukta olduğu yerlerin geleceği, halkının
serbestçe beyan edecekleri oylara göre tayin edilmek gerekir. Fakat mütarekenin imzalandığı tarihte
işgal edilmemiş olan Türk ve İslam çoğunluğunun yaşadığı yerlerin tamamı hiçbir şekilde ayrılık
kabul etmez bir bütündür.
2. Daha önce kendi istekleri ile (halkoylaması) ile anavatana katılmış olan üç il için (Elviye-i
Selase; Kars, Ardahan, Batum) gerekirse tekrar halkoyuna başvurulmasını kabul ederiz.
3. Batı Trakya’nın hukuki durumunun saptanması da orada yaşayanların tam bir serbestlik içinde
beyan edecekleri oylarıyla belirlenmelidir.
4. İslâm Halifeliği’nin ve Osmanlı saltanatının başkenti ve Osmanlı Hükümeti’nin merkezi olan
İstanbul şehri ile Marmara Denizi’nin emniyeti her türlü tehlikeden uzak kalmalıdır. Bu esas saklı
kalmak şartıyla, Akdeniz ve Karadeniz Boğazlarının dünya ticaret ve ulaşımına açık olması hakkında
bizimle diğer ilgili bütün devletlerin birlikte verecekleri karar geçerli olacaktır.
5. İtilaf Devletleri ile düşmanları ve bazı ortakları arasında kararlaştırılmış olan antlaşma esasları
çerçevesinde, azınlıkların hakları, komşu ülkelerdeki Müslüman halkın da aynı haklardan
yararlanmaları şartıyla bizce de kabul edilecektir.
6. Millî ve iktisadî gelişmelerimizi sağlamak için her devlet gibi bizim de tam bir bağımsızlığa ve
özgürlüğe sahip olmamız gerekir. Bu hayatımızın ve geleceğimizin ana şartıdır. Bu sebeple siyasî, adli
ve malî ve sair gelişmemize engel olacak kayıtlara karşıyız. Ortaya çıkacak devlet borçlarımızın
ödenmesi şartları da bu esaslara aykırı olmayacaktır.
Millî Mücadele tarihi açısından Misak-ı Millî’nin önemi:
Erzurum ve Sivas Kongresi kararlarına dayanan ve Müdafaa-i Hukuk grubu tarafından hazırlanan
bu metin Mebusan Meclis’inde kabul görmekle artık millî mücadele İstanbul yönetimi tarafından da
benimsenmiştir.
Kuva-yı Millîye davasının haklılığı ve meşruluğu İstanbul’da ortaya konmuştur. Mebusan
Meclisi’nin bir Osmanlı Kurumu olduğu nazara alınırsa olayın önemi daha iyi anlaşılır.
Hedeflenen sınırlar belirlenmiş ve ilan edilmiştir.
Kapitülasyonlara ilk ciddi tepki gösterilmiştir.
İtilaf Devletleri beklemedikleri bir tepki ile karşı karşıya kalmışlardır. Meclisin işgal altındaki bir
mekânda böyle cesur bir çıkış yapabileceğine ihtimal vermedikleri için önce şaşırmışlar sonra çok sert
tepki göstermişlerdir.
VII- BİRİNCİ BÜYÜK MİLLET MECLİSİ (BMM)’NİN AÇILMASI
A- SEÇİMLERİN YENİLENMESİ
İstanbul’un işgali bir yandan Mustafa Kemal’in Mebusan Meclisi’nin burada toplanmaması
gerektiği yönündeki görüşlerini teyit ederken öbür yandan Anadolu hareketi için önemli bir fırsat
ortaya çıkarmıştı. Bu da millet iradesinin tam olarak tecelli edeceği yeni bir meclisin açılışı idi.
Mustafa Kemal, 19 Mart tarihinde yayınladığı bir genelge ile Ankara’da Meclis-i Müessisan’ın
(kurucu meclis) toplanması için çağrı yaptı. Ancak kurucu sözcüğü çok iddialı ve yanlış anlaşılmalara
sebep olabilecek bir sözcük olarak görüldüğünden bazı komutanlar buna itiraz etti. Tartışmaların
ardından başka bir isim üzerinde uzlaşıldı. Toplanacak meclisin adı salahiyeti fevkaladeyi haiz meclis
olacaktı, yani olağanüstü yetkilere sahip olan meclis. Anlam itibarı ile çok bir fark olmasa da yeni isim
üzerinde antlaşma sağlanmıştı. Aynı genelgede, İstanbul’un işgali ve meclisin dağıtılmasından sonra
buradaki mebusların Ankara’ya gelmesi istenmişti. Eksik olan üyelikler için sancaklarda seçimler
yenilenecek her sancaktan beş üye seçilecekti. Seçimlerin en geç on beş gün içinde Ankara’da
çoğunluğu sağlayacak şekilde bitirilmesi istenmiştir.
Mustafa Kemal seçim ile ilgili yayınladığı genelgede, seçimlerin hangi esaslar dâhilinde
yapılması gerektiğine dair bazı kriterler ilan etmişti. Bunlar:

Seçilecek üyeler medeni cesarete, fikri yeteneğe, salâbet-i diniye ve millîye ye haiz
olmalı.

25 yaşından küçük ve kötü şöhret sahibi olmamalı

Seçimler illerin idare ve belediye meclisleri ile Müdafaa-i Hukuk üyeleri tarafından
aynı günde ve tek celsede yapılmalıdır.

Seçimlere her parti, dernek, cemaat aday gösterebileceği gibi, bağımsız aday da
olunabilir.
Seçimler belirlenen süre içinde yapılmış ve seçilen üyeler Ankara’ya doğru yola çıkmıştı.
Seçimleri engellemek için gerek İtilaf Devletleri gerekse İstanbul Hükümeti çok çaba harcamış ama
başarılı olamamıştı. Açılış için 22 Nisan Perşembe günü uygun görülmüş ancak daha sonra açılışın
Cuma gününe denk getirilmesinin daha isabetli olacağı fikri benimsenmiştir. 21 Nisan günü tüm mülki
ve askeri birimlere gönderilen acil bir genelge ile 23 Nisan günü meclis açıldıktan sonra tüm sivil ve
askeri makamların ve tüm milletin başvuru yerinin BMM olacağı bildirilmişti.
B- BMM’NİN AÇILMASI
Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920’de Cuma günü saat 13.45’ de Meclisin en yaşlı üyesi Sinop
Mebusu Şerif Bey’in açılış konuşmasıyla açılmıştır. İlk Meclis, çalışmalarına, İttihat Terakki
Partisinin lokali olarak inşa edilen binada başlamıştır. Bu Meclise 66 seçim bölgesinden 349
milletvekili seçilmiştir. İstanbul’dan gelen milletvekilleri ve Malta’ya sürülmüş olup sonradan
Ankara’ya gelebilen milletvekilleri ile bu sayı 437’ye yükselmiştir. Ancak 34 milletvekili meclise
katılmadan istifa ettiğinden Büyük Millet Meclisi’nin I. dönemindeki milletvekili sayısı 403 olmuştur.
Meclis, en yaşlı üye sıfatı ile Sinop Mebusu Şerif Bey başkanlığında toplanmış ve başkan toplantı
amacını açıklayan bir konuşma yapmıştır. Daha sonra yapılan oylamada Mustafa Kemal meclis
başkanı seçilmiştir. Mustafa Kemal meclisin açıldığı gün kısa bir konuşma yapmış ertesi gün ise
kapsamlı bir konuşma ile bu noktaya nasıl gelindiğini ve bundan sonra neler yapılması gerektiğini
anlatmıştır. Mustafa Kemal’in millî siyaset adını verdiği bu yeni politika ana hatları ile şöyledir.
 Çok uluslu imparatorluk fikri artık geçersizdir. Uygulama şansı yoktur. Osmanlı Devleti bunu
denemiş başaramamıştır.
 Turancılık fikri artık uygulanma şansı olmayan bir düşüncedir. Dünyadaki Türkleri tek bayrak
altında toplamak hayalden öteye geçemez.
 İslam birliği de gerçekliğini kaybetmiş bir düşüncedir.
 İzlenecek politika millî siyasettir. Dünyanın geldiği bu günkü noktada bundan başka seçenek
yoktur.
 Millî siyaset demek; millî sınırlar içinde her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak
varlığımızı koruyup, milletin ve vatanın gerçek mutluluğuna ve bayındırlığına çalışmak, gerçekçi ve
akılcı olmak, hayaller peşinde koşmamak.
 Uygar ve barışçı bir politika izlenecektir.
24 Nisan tarihinde Mustafa Kemal BMM’ne bir kanun teklifi vererek çalışmaların daha verimli ve
faydalı olabilmesi için yapılması gereken işleri sıralamıştır.
Hükümet kurmak zorunludur.
Geçici olarak hükümet başkanı atamak ve ona padişah vekili demek doğru değildir.
Mecliste toplanan millî iradeyi fiiliyatta da milletin mukadderatına hâkim kılmak esastır.
Meclisin üzerinde başka bir beşeri güç yoktur.
Meclis yasama ve yürütme yetkilerini kendisinde toplamıştır. Meclisten vekil olarak seçilecek bir
heyet hükümet işlerine bakar. Meclis başkanı aynı zamanda icra vekilleri heyetinin de başkanıdır.
Padişah ve Halife baskılardan kurtulduğu zaman meclisin vereceği karara göre durumunu yeniden
alır.
Bu teklif BMM’de kabul edilmiştir. Böylece fiilen yeni devlet kurulmuştur.
Meclisin yasama ve yürütme yetkilerini kullanacak olması ve kendi üzerinde bir güç tanımamış
olması İstanbul yönetiminin ve Padişahın devre dışı bırakıldığını göstermektedir. Zaten Padişah
hakkındaki son kararı da meclisin verecek olması BMM’ni en üst makam haline getirmiştir. Millî
iradeyi hâkim kılan bir anlayış içerisinde doğru olan da budur. Aslında cumhuriyet fiilen ilan ve icra
sahasına konmuş, sadece adı konmamıştır. Bunun için de şartların olgunlaşmasını beklemek
gerekiyordu. Kurulacak hükümet bir meclis hükümeti olacaktır. Güçler birliği prensibi dâhilinde
çalışacaktır. Yasama yürütme ve yargı yetkisi meclise aittir. Bu sebeple meclis başkanı hükümetin de
başkanıdır.
C- BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NİN ÖZELLİKLERİ
Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldığı zaman, henüz adı konmamıştı. Kimileri Arapça kökenli
olan “Meclis-i Kebir” ve “Meclis-i Kebir-i Millî”, kimileri de eski Türkçe meclis ismi olan “Kurultay”
denmesini istiyordu. Bunların her biri bir düşünce akımını simgeliyordu. Millîci ve inkılâpçı kişiler ise
“Büyük Millet Meclisi” adının verilmesi yönünde görüşlerini ortaya koymuşlardı. Muhtemeldir ki,
Şerif Bey Meclis açış konuşmasında “Büyük Millet Meclisi’ni açıyorum” sözünü kullanmıştır. Meclis
açıldıktan ve çalışmalarına başladıktan sonra da bu ad konusu karışıklığa neden olmuştur. Ancak 15
Ağustos 1920’de “Hukuk-u Esasiye Encümeni” meclisin tanımını yaparken, Büyük Millet Meclisi”
adını benimsemiştir. Böylece olağanüstü yetkilerle toplanmış meclis, Büyük Millet Meclisi olarak
adlandırılmıştır. Daha sonra bu adın başına “Türkiye” eklenerek, Türkiye Büyük Millet Meclisi
(TBMM) adını almıştır.
Birinci BMM’nin temel özelliklerini şu başlıklar altında ele alabiliriz;
1. İhtilalci Bir Meclistir.
2. Demokratik Bir Meclistir
3. Katılımcı Bir Meclistir..
4. İçeride Saltanata Karşı Dışarıda ise Emperyalizme Karşı Mücadele Etmiştir..
5. Kurucu Bir Meclistir.
6. Güçler Birliği İlkesine Göre Çalışmıştır.
7. Millî Bir Meclistir.
8. Daha Sonraları Türkiye Büyük Millet Meclisi Adını Almıştır.
9. Meclis Hükümeti Modeli Benimsenmiştir.
10. Laik olmayan bir meclistir.
Kısaca, bu özelliklere sahip TBMM’nin 23 Nisan 1920’de açılması ile demokratik bir Türk
devleti kurulmuştur. Demokratik ve parlamenter bir sisteme geçtiğimiz bu günün önemi çok büyüktür.
IX- SEVR ANTLAŞMASI
Paris Barış Konferansı sırasında I. Dünya Savaşı’nda mağlup olan diğer Avrupa devletleri ile
imzalanacak olan barış antlaşmaları hazır hale getirilmişti. Bu konuların çözümü galip devletlerin
fazlaca vaktini almamıştı. Ancak sıra Osmanlı topraklarının paylaşımı konusuna gelince, bu o kadar
kolay çözülecek bir sorun gibi görünmüyordu. Galiplerin her biri en büyük payı alabilmek için
kıyasıya bir yarış içine girdi. Ayrıca Yunanistan, Venizelos vasıtası ile bu konferansı tam bir etki
altına aldı ve İngilizlerin desteği ile isteklerini kabul ettirdi. Hatta Pontus Rum Devleti’ni bile
gündeme getirdi. Ermeniler de Ermenistan’ın kurulması konusunda kendi taleplerinin gündeme
alınması için büyük çaba harcadılar.
Osmanlı topraklarının paylaşılması Batılı Emperyalist devletlerin öteden beri devam eden önemli
bir projesiydi. Onlar buna kısaca Şark Meselesi diyorlardı. I. Dünya Savaşı’nın sonunda yenik çıkmış
olan Osmanlı Devleti için bu projenin gerçekleşebileceği ümidine kapılan İtilaf Devletleri çok
geçmeden bu meselenin çözümünün kolay olmadığını anladılar. Çünkü miras çok büyüktü. Her bir
devlet de mirastan en büyük payı almak istiyordu. Ayrıca Osmanlı ile görülmesi gereken tarihi
hesapları da vardı. Diğer Avrupa devletleri ile yapacakları antlaşmaları tek bir konferans ile sonuca
bağlayan İtilaf Devletleri sadece Osmanlı konusuna dört ayrı konferans tertiplemek zorunda kaldılar.
A-Osmanlı Topraklarını Paylaşmak Amacı İle Toplanan Konferanslar
1- I. Londra konferansı (12 Şubat – 10 Nisan 1920)
Osmanlı Devleti ile imzalanacak olan antlaşmaya son şeklini vermek için Londra’da özel bir
konferans tertipleyen itilaf devletleri uzun görüşmelere rağmen neticeye varamadılar. Osmanlı haritası
üzerinde gizli antlaşmalarla varılmış uzlaşma planlarına göre bir paylaşım gerçekleştirmek istiyorlar;
ama çıkarlarının çatışması yüzünden sonuçlandıramıyorlardı. Buradaki çalışmalarda bir sonuç
alınamamış ve İtalya’nın San Remo kentinde yeniden toplanmak üzere konferans sona ermiştir.
2- Sevr Barış Antlaşması (10 Ağustos 1920)
Osmanlı Devleti adına görüşmelerde bulunmak üzere Paris’e giden Tevfik Paşa’nın başında
bulunduğu heyet bu şartlarda bir sonuç alınamayacağını görerek geri dönmüştü. Her ne pahasına
olursa olsun barışı imzalamaya kararlı olan Damat Ferit Paşa, daha sonra kendisini heyet başkanı
olarak tayin ettirerek Paris’e gitti. Paris’te süren görüşmelere 19 Haziran 1920’de katılan Damat Ferit,
hazırladıkları metni Barış Konferansına verdi. Konferans’ta yaptığı konuşmada da Türkiye’nin Birinci
Dünya Savaşına girmekle suç işlediğini, bu suçun ittihatçılara ait olduğunu ileri sürerek, Ermenistan
kurulması konusunda görüşmelere hazır olduklarını söyledi. Ancak 17 Temmuz’da İtilaf Devletleri
temsilcileri, Osmanlı Devleti’nin savaş suçlusu olduğu ve ona göre işlem yapılacağını belirterek, hem
Osmanlı tarafının tekliflerini reddetmişler hem de kendilerinin hazırlamış oldukları taslağın kabul
edilmesi için on günlük zaman tanımışlardır. Aksi halde antlaşmanın gereklerini yerine getirmek için
Müttefik Devletlerinin harekete geçeceği uyarısını yapmışlardır.
İtilaf Devletlerinin bu baskıları Padişah ve İstanbul Hükümeti üzerinde beklenen etkiyi yapmış, 20
Temmuz’da Kabine’de ve Padişahın aile meclisinde barış şartlarının kabul edilmesi kararlaştırılmıştı.
22 Temmuz’da Padişahın başkanlığında Saltanat Şurası toplanmıştır. Yıldız Sarayı’nda yapılan bu
toplantıya devletin önde gelenlerinden kırk üç üye katılmıştır. Toplantıya katılan üyelerden Rıza Paşa
dışında herkes antlaşmanın imzalanması yönünde görüş bildirmiştir. Bunun üzerine Osmanlı Devleti
Sevr Barış Antlaşmasını imzalamıştır.
B - Sevr Antlaşmasının Maddeleri
1. Rumeli sınırımız aşağı yukarı İstanbul vilayetinin sınırı olarak tayin olunuyordu.
2. Batı Anadolu (İzmir ve havalisi) Yunanlılara verilecekti.
3. Doğuda Beyazıt, Van, Muş, Bitlis ve Erzincan’ı içine alan bir Ermenistan kurulacaktı.
4. Irak ve Suriye arasında bir Kürdistan kurulacaktı.
5. Türkiye’ye bırakılan topraklar nüfuz mıntıkalarına ayrılmakta idi. Buna göre:
 İtalyanlar Antalya ve Konya,
 Fransızlar Adana, Sivas ve Malatya bölgesi üzerinde
 İngilizler Irak’ın kuzey kısmında nüfuz bölgeleri tesis ediyorlardı.
6. İstanbul, Osmanlı Devleti’nin başkenti olarak bırakılmakla birlikte antlaşma maddelerinin
ihlali durumunda geri alınabilecekti.
7. Boğazların yönetimi, ordusu, donanması, bütçesi ve organize kuruluşları ile bir Boğazlar
Komisyonu tarafından idare edilecek ve boğazlar bütün devletlerin gemilerine açık tutulacaktı.
8. Türklere bırakılan bölge, Ankara ve Kastamonu vilayetleri ve dolayları ile sınırlandırılmış idi.
9. Sevr’e göre, memleket dâhilinde bulunan azınlıklar, Türklerden daha fazla haklara sahip
oluyor, vergi vermeyerek, askeri hizmet yapmayarak imtiyazlı (ayrıcalıklı) bir durumda
bulunuyordu. Türk tabiiyetinden çıkanlar birçok yükümlülüklerden kurtulduğu gibi, yeniden
hiç kimse Türk tabiiyetine de giremeyecekti.
10. Devletin askeri kuvveti, her bakımdan sınırlanarak azami miktar 50.700 kişi olacak; tank, ağır
top, uçak bulunmayacaktı. Askerlik de gönüllü olacak, donanma ise 7 gambot ve 6 torpidodan
ibaret olup, donanmada denizaltı da bulunmayacaktı.
11. Diğer taraftan mali ve iktisadi hükümler, Osmanlı Hükümeti ile Meclisin yetkilerini hiçe
saydıracak şekilde sınırlayıcı ve külfet teşkil eder mahiyette olup, Osmanlı Devleti’ni İtilaf
Devletlerinin müşterek sömürgesi haline getiriyordu. Kapitülasyonlar artarak devam ediyordu.
İngiliz, Fransız ve İtalyan devletlerinin temsilcilerinden kurulu Mali Komisyon, Osmanlı
Devleti’nin gelir ve giderlerini düzenleyecekti.
12. Hicaz bağımsız bir devlet olacak, Osmanlılar Mısır üzerindeki haklarından vazgeçecekler,
Suriye, Irak ve Filistin ile ilgili alınacak bütün kararları da kabul edeceklerdir.
13. Oniki Ada İtalyanlara, Akdeniz’deki diğer adalar da Yunanlılara bırakılacaktır.
İngilizler, Anadolu’daki Yunan ordusunu, Sevr Antlaşması’nın TBMM tarafından kabul edilmesi
için, Türklere karşı bir tehdit unsuru olarak kullanmışlardır. İstanbul Hükümeti’nin teslimiyetçi
politikasına rağmen TBMM antlaşmayı tanımamış, bu antlaşma ile kendini hiç bir surette bağlı
görmediğini de ilan etmiştir. Nitekim Büyük Millet Meclisi 19 Ağustos 1920 tarihli toplantısında, Sevr
Antlaşması’nı imzalayanların ve bunu onaylayan Şuray-ı Saltanatta yer alanların vatan haini
sayılmaları kararını almıştır. Ayrıca İstanbul’un işgal tarihi olan 16 Mart 1920’den itibaren Osmanlı
Devleti’nin imzaladığı tüm antlaşmaları tanımadığını bildirmiştir.
X- KUVA-YI MİLLÎYE
Kuva-yı Millîye, Millî kuvvetler anlamına gelir. Mondros Ateşkes Antlaşması’nın ardından
ordular terhis edilince merkezi bir kuvvet kalmamıştı. Buna karşılık ülkenin dört bir yanı da işgal
edilmeye başlanmıştı. Bu duruma seyirci kalmak mümkün değildi. İlk olarak Yunan işgaline karşı Batı
Cephesinde Kuva-yı Millîye hareketi başladı. Bu bölgede ilk Kuva-yı Millîye direnişi 16 Mayıs’ta
Urla’da ortaya çıktı. Yunan işgalinin ardından harekete geçen Rum milislerine karşı 173. Piyade Alay
Komutanı Yarbay Kazım Bey’in öncülüğünde Urla halkı Kuva-yı Millîye teşkilatı oluşturarak bu
saldırıları geri püskürttü.
XI- MİLLÎ MÜCADELE’DE GÜNEY CEPHESİ
I. Dünya Savaşı devam ederken imzalanan gizli antlaşmalardan daha önce bahsedilmiştir.
Bunlardan biri olan Sykes-Picot Antlaşması İngiltere ile Fransa arasında Osmanlı Devleti’nin
Anadolu ve Ortadoğu topraklarının paylaşılması ile ilgiliydi. Bu antlaşmaya göre Çukurova bölgesini
de içine alacak şekilde Suriye ve Lübnan toprakları Fransa’ya verilmiş Fırat ve Dicle havzası yani Irak
toprakları da İngiltere’ye bırakılmıştı. Geriye kalan bölgelerde ise Ürdün merkezli bir Arap krallığı
kurulacaktı.
Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasından sonra İngiltere ve Fransa güney bölgelerini
işgale başladılar. İngiltere sadece gizli antlaşma sayesinde elde ettiği topraklardan daha fazlasını işgal
etti. İşgaller Mondros Ateşkes Antlaşması’nın 7. maddesine dayandırıldı. İngiliz işgal bölgesi olmadığı
halde Musul, Kilis, Antep ve Urfa da İngilizler tarafından işgale uğradı. 1918 yılının sonları ile 1919
yılının başlarında gerçekleşen bu işgallerin iki amacı vardı; birincisi Musul gibi petrol bölgelerini ele
geçirmek, ikincisi de fazladan ele geçirdiği toprakları ileride Fransa’ya karşı koz olarak kullanıp
pazarlık şansını arttırmaktı. İngiltere’nin bu yöndeki yoğun çabaları sonuç verdi ve böylelikle15 Eylül
1919’da imzalanan Suriye İtilafnamesi ile İngiltere, Musul’u alarak bu bölgeleri Fransa’ya
devretmiştir. Fransa bu pazarlıktan pek karlı çıkmasa da Güney bölgesi kendi çıkarları açısından
önemli idi. Nitekim Fransa’da en gelişmiş sektör tekstil idi ve hammadde olarak pamuğa ihtiyaç
duyuyordu. Bu sebepten Fransa güney bölgesinin verimli topraklarından kendi tekstil sanayisinin
ihtiyaç duyduğu hammadde kaynaklarını temin edebileceğini düşünüyordu. İngilizlerle yapılan bu
antlaşmadan sonra Fransızlar 1919 Ekim ayından itibaren bölgeyi işgal etmeye başladılar. Bölgede
İngiliz işgali sırasında kayda değer bir olay yaşanmazken Fransız işgali ile birlikte bölgede büyük
olaylar ve çatışmalar yaşanacaktır. Bunun birkaç sebebi vardır.
1- En önemlisi Ermeni faktörüdür. Fransa işgal için yeterli asker bulmakta zorlanınca Ermenileri
kullanmayı düşünmüş ve onlara Kilikya bölgesinde bir Ermeni devleti kurma sözü vermiştir. Bu söze
inanan Ermeniler, Fransa tarafından Kıbrıs’ta kurulan Ermeni Lejyon Alaylarına katılmış ve bölgeye
gelmiştir. Bunların çoğunun 1915 tehcire tabi tutulan olan kimseler olduğu hesaba katılırsa nasıl bir
duygu ve düşünce içinde hareket edecekleri kolaylıkla tahmin edilir. Hâlbuki İngiliz Ordusundaki
askerlerin çoğu Hint, Mısır Müslümanlarından oluşmakta idi ve bunlar bölge halkı ile diyalog
kurmakta zorlanmamıştı.
2- İngiltere yılların verdiği tecrübe ile işgal sahasındaki yerli unsurlarla çatışmaktan kaçınarak,
sinsice yerleşmenin yollarını çok iyi biliyordu. En başta işgalin geçici olduğu söyleniyor, halka çok
yumuşak davranılıyordu. Ardından güçlü bir siyasi ve ekonomik idare kuruluyor ve halkın rahat
etmesi sağlanıyordu. İngiliz varlığının rahat ve refah getirdiği düşüncesi yerleştiriliyordu. Böylece
halkı kendi varlıklarına alıştırıyorlardı. Buna rağmen bir muhalefet oluşursa da en baştan bunu imha
ederek yayılmasına fırsat vermiyorlardı. Fransa ise kaba kuvvetle her şeyin üstesinden geleceğine
inanıyor ve üstün silah gücüne güveniyordu.
3- Bölge halkı Fransız işgalinin aslında Ermeni işgali olduğunu bildiği için daha en baştan buna
büyük tepki göstermiştir.
4- İngiltere boşalttığı illeri Fransız işgaline bırakmış; fakat Fransızların buralarda tutunmasını da
istememiştir. Bu yüzden yöre halkını Fransızlara karşı kışkırtmış; hatta el altından onlara silah
vermiştir. Fransızları da halka karşı kışkırtmaktan geri durmamış, tarafların çarpışarak zayıf düşmesini
arzu etmiştir.
Güney cephesi (Adana, Maraş, Antep ve Urfa)’nde işgallere karşı verilen mücadelede halk büyük
bir direniş göstererek mücadelesini tamamen kendi yerel kaynaklarını kullanarak gerçekleştirmiştir.
Bölgedeki Kuva-yı Millîye Teşkilatları ve buna bağlı milis kuvvetleri örgütlü bir mücadele yürüterek
özellikle Fransızlara karşı Maraş, Antep, Adana ve Urfa’da önemli başarılar kazanmışlardır. Diğer
XII- DOĞU CEPHESİ
A – Ermeni Sorunu’nun Geçmişi
1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra başlayan Anadolu fütuhatı sırasında bölgede yaşayan Ermeniler
perişan ve dağınık bir halde idiler. Anadolu’yu elinde tutan Bizans, Gregoryen mezhebine mensup
olan Ermenileri mezhep değiştirmeye zorluyor, kabul etmeyenleri Karadeniz’in kuzeyine sürgüne
gönderiyor veya katlediyordu. Belli bir bölgede çoğunluk oluşturamadıkları için de müstakil bir siyasi
yapı kuramamışlardı. Sadece bir iki küçük Ermeni beyliğinden söz edilebilirdi.
Anadolu’da Haçlı ve Bizans tazyiki altında yaşayan Ermenilerin Türklere fetihlerde yardımcı
oldukları bilinmektedir. Bunun en önemli sebebi Türkler hakkında yaygın olarak bilinen hoşgörü
politikasıdır. Türklerin idaresinde daha rahat edeceklerini düşünerek, Bizans tarafından Türk
fetihlerine karşı organize edilen engelleme girişimlerine pek dâhil olmamışlardır.
Osmanlı Devleti’nin gayrimüslim azınlıklara uyguladığı zimmet politikası onlar için Osmanlı
ülkesini son derece güvenli bir coğrafya haline getirmiştir. Diğer İslam devletlerinde olduğu gibi
Osmanlılar da gayrimüslimleri belli şartlar karşılığı emanet olarak kabul ediyor ve onların himayesine
özen gösteriyordu. Hatta zimmî denilen azınlık hakları müminlerin haklarından daha dikkatli
korunuyordu.
B – I. Dünya Savaşı Sırasında Ermeni Sorunu
Doğu Anadolu’da bulunan Ermeni komiteleri I. Dünya Savaşı ihtimali ortaya çıkınca bunu büyük
bir fırsat olarak görmüşlerdir. Ermeniler topyekûn bir ayaklanma çıkarmışlar ve ardından da bağımsız
bir Ermenistan kurma faaliyetlerine girişmişlerdir. Aynı komiteler Osmanlı Devleti’ne güvence
vererek muhtemel bir savaşta Ermenilerin var gücü ile Osmanlı Devleti’nin yanında yer alacağını
söylemişlerdir. Hâlbuki Taşnak Komitesi yayın organı olan Horizon Mecmuası ise Ermenilerin
tereddüt etmeden İtilaf Devletleri’nin yanında yer alacağını bildirmiştir. Yine bu komite kendi
örgütüne talimat göndererek savaşta izleyecekleri stratejiyi şöyle tarif etmiştir: “Ruslar sınırı
geçtiğinde ve Osmanlı Orduları geri çekilmeye başladığında her yerde isyanlar çıkartılmalı böylece
Osmanlı Ordularının ikiye bölünüp iki ateş arasında kalmaları temin edilmelidir.” Osmanlı Devleti’nin
Van mebusu olan Papazyan ise bir bildiri yayınlayarak şunların yapılmasını istemiştir: “Kafkasya’da
gönüllü Ermeni alayları hazır bulundurulmalı, bunlar Rus Ordusunun öncüleri olarak kilit noktaları ele
geçirmeli, Anadolu topraklarında ilerleyecek Ermeni Alayları ile birleşmelidir.” Tüm bu kararlar
aynen yerine getirilmiştir. Anadolu ve Kafkas Ermenilerinden oluşan gönüllü alayların Osmanlı
topraklarına girmesi ile beraber Osmanlı Ordusunda bulunan Ermeniler silahlarıyla birlikte kaçıp Rus
Ordusuna katılmışlardır. Diğer Ermeniler ise çeteler kurarak saldırıya geçmişlerdir. Bu çeteler
erkekleri cephede olan masum sivillere saldırmış ve katliam yapmışlardır. Aralarındaki meşhur slogan
şudur; “Kurtulmak istiyorsan önce komşunu öldür”. İsyan eden Ermeniler, Kafkas cephesinden
çekilmekte olan ordumuza büyük zararlar vermişlerdir. İkmal yollarını kesmişler, yaralı taşıyan
konvoyları vurmuşlar, köprü ve yolları imha etmişler, bulundukları yerlerde kargaşa çıkartarak Rus
işgalini kolaylaştırmışlardır. Rus kuvvetlerinin içinde yer alan Ermeni Gönüllü Birliklerinin
Müslüman halka zulmü o kadar dayanılmaz boyutlara ulaşmıştır ki Rus komutanlar onları geri
hizmetine almak zorunda kalmışlardır.
XIII- BATI CEPHESİ
A- DÜZENLİ ORDUNUN KURULUŞU
İstanbul Hükümeti ve işgal devletlerinin kışkırtmalarıyla çıkan ayaklanmaları bastırmak ve
günden güne ilerleyen Yunan ordusunu durdurmak, ancak düzenli bir ordu ile mümkündü. Bu iki
sorun çözülmeden bağımsızlığı elde etmek imkânsızdı. Mondros Mütarekesi’nden sonra ordular terhis
edilmişti. Elde Kazım Karabekir’in komutanı olduğu Erzurum’daki 15. Kolordu’dan başka, gerçek
savaş gücü taşıyan birlik yoktu. Ordu yalnız boş kadrolar durumundaydı. Gerek Temsil Heyeti, gerek
ardından kurulan yeni Meclis silahlanmaya ve seferberliğe gidecek durumda değildi. Ancak,
ayaklanmalar bastırılmalı ve Yunan ilerleyişi durdurulmalıydı.
C - I. İnönü Savaşı ( 6 – 10 Ocak 1921)
1- Savaşın Sebepleri
a) Sevr Antlaşması’nı TBMM’ye kabul ettirmek ve Yunanistan’ın İtilaf Devletleri’nin desteğini
sağlama çabası
b) Eskişehir ve Ankara’yı ele geçirmek
c) Kurulma aşamasında olan düzenli orduların toparlanmasına fırsat vermemek
d) Çerkez Ethem’in yarattığı bunalımdan yararlanmak.
2- Savaşın Başlaması ve Gelişimi
Bursa’dan yola çıkan Yunanlılar Eskişehir istikametinde taarruza geçtiler. Türk ordusu onları
Eskişehir dışında İnönü Mevkii’nde karşıladı. 6 Ocak 1921’de başlayan taarruz girişimleri 4 gün
boyunca devam etti. Yapılan savaşlarda 57 ölü, 154 kayıp veren Yunanlılar eski mevzilerine çekilmek
zorunda kaldı.
Beklemedikleri bu yenilgi karşısında şaşkına dönen Yunanlılar bunun bir savaş olmadığını,
taarruza yönelik bir keşif harekâtı olduğunu söyleyerek başarısızlıklarını örtmeye çalıştılar. Ancak
böyle bir keşif harekâtında o kadar kaybı nasıl verdiklerini ise açıklayamadılar.
3- Savaşın Sonuçları








Zafer haberi TBMM’de ve tüm yurtta bir bayram havası yaratmıştır.
TBMM’nin içeride ve dışarıda otoritesi artmış, meclis, güç, güven, moral ve itibar
kazanmıştır. Millî Mücadele’ye inanmayanlar ve mesafeli duranlar bu zaferin ardından
görüşlerini değiştirmişlerdir. Mücadelenin sonuç getireceğine inanmadığı için askerden
kaçanlar, gidip askerlik şubelerine kayıt yaptırmaya başlamıştır.
Düzenli ordunun kazandığı bu ilk zaferle birlikte mecliste yaşanan tartışmalar sona ermiştir.
Üyelerden bir kısmı Kuva-yı Millîye ile savaşı sürdürmenin daha iyi olacağını savunuyorlardı.
TBMM’de zaman zaman bir Millî marş yapılması gündeme gelmiş ancak bu konuda bir sonuç
alınamamıştı. M. Akif’in Türk ordusuna ithaf ettiği İstiklal Marşı 12 Mart 1921’de kabul
edilmiştir.
İlk anayasamız olan Teşkilatı Esasiye Kanunu 20 Ocak 1921’de kabul edilmiştir. TBMM, I.
İnönü Zaferi’nin getirdiği moral ile bu konuyu ele almış ve çözüme kavuşturmuştur.
Türkiye-Sovyet Rusya arasında Moskova Antlaşması imzalanmıştır.
Türk-Afgan Dostluk Antlaşması imzalanmıştır. (İlk defa bir İslam devleti TBMM’yi
tanımıştır)
İsmet Paşa generalliğe terfi ettirilmiştir.
Londra Konferansı’nın Sonuçları
 Bu konferansla, TBMM ilk defa İtilaf Devletleri tarafından resmen tanınmıştır.
 Misak-ı Millî uluslararası bir alanda ilk defa tüm dünyaya duyurulmuştur.
 İtilaf Devletlerinin Türkler barış istemiyor yolunda yaptıkları propagandanın önü kesilmiştir.
 Sevr Antlaşması’ndan tavizler verilebileceğini göstermesi hem de Lozan’a giden yolda önemli
bir adım olması bakımından da kayda değerdir.
D - II. İnönü Savaşı ( 23 Mart – 1 Nisan 1921 )
1- Savaşın Sebepleri
 Sevr Antlaşması’nı TBMM’ne kabul ettirmek
 Eskişehir ve Ankara’yı ele geçirmek.
 I. İnönü Savaşı’nın intikamını almak.
Yunanlılar I. İnönü Savaşı’nda yenilmediklerini iddia etmişlerse de dünya kamuoyu ve
İngilizler bunu böyle algılamamışlardır. Yunanlılar, bu yenilgi ile büyük bir itibar kaybına
uğramışlardır. Henüz kurulmakta olan Türk ordusuna yenilmiş olmak onlara itibar
kaybettirmiştir. Bunun bir sonucu da İngiltere’nin Yunanlılara verdiği desteğin kesilmesi
olabilirdi. Biraz da bu endişe ile Yunanlılar bu savaşın sonucu konusunda tartışmayı
bitirmemişlerdir. II. İnönü Savaşı ile kaybettikleri itibarlarını kazanmak ve gerçek güçlerini
göstermek istemişlerdir.
 Londra Konferansı’nda TBMM’ne isteklerini kabul ettiremeyen İngiltere, Yunan ordularını
yeniden harekete geçirerek Türkleri cezalandırmak istiyordu.
2- Savaşın Başlaması ve Gelişimi
Londra Konferansı devam ederken buradan bir sonuç çıkmayacağının anlaşılması üzerine
İngiltere temsilcisi Yunan temsilcisine askeri kabiliyetlerinin ne durumda olduğunu sormuş, o da
ellerindeki kuvvetle yalnız Ankara’ya değil Sivas’a bile gidebileceklerini belirtmişti. İkinci bir taarruz
hazırlığından haberdar olan Türk tarafı derhal savunma tedbirlerini arttırmıştır.
Yunan ordusu 23 Mart sabahı Bursa ve Uşak bölgelerinden harekete geçti. Bunlardan bir kol
Dumlupınar üzerinden ilerleyerek Afyon sınırlarına girdi. Türk ordusu Batı Cephesi’nin kuzey kolunu
takviye ederken mecburen güney kolunu zayıf bırakmıştı. Bu yüzden Afyon cephesini savunamadı.
Yunan ordusunun diğer kolu Eskişehir üzerine saldırıya geçti ve İnönü mevzilerinde Türk ordusu ile
karşılaştı. İnönü mevzilerinde yunan taarruzuna karşı güçlü bir savunma hattı kurulmuştu. Yunan
ordularının yer yer mevzileri aşma girişimleri üzerine burada çetin muharebeler oldu. Bu cepheyi
takviye etmek amacıyla Meclis Muhafız Taburu cepheye gönderildi. Takviye edilen Türk ordusu bir
süre sonra Yunan saldırısını geri püskürttüğü gibi 31 Mart günü karşı saldırıya geçerek Yunanlıları ilk
hareket noktası olan Bursa’ya çekilmek zorunda bıraktı. Bu başarı üzerine Mustafa Kemal, İsmet
İnönü’ye gönderdiği telgrafta; “Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makûs talihini de
yendiniz.” diyerek bu savaşın önemini vurgulamıştır.
3- Savaşın Sonuçları

Bu savaş I. İnönü Savaşı’nın sonuçları açısından çok önemli idi. Çünkü Yunanlılar ısrarla
yenilmediklerini, Türk tarafının başarısının tesadüfî olduğunu iddia ediyorlardı. II. İnönü
Savaşı Yunanlıların yanılgısını ortaya çıkardı. Türk ordusunun başarısının bir tesadüf
olmadığı anlaşıldı.
 TBMM’nin bu başarısından sonra Anadolu’yu işgale kalkışan emperyalist devletler bunun çok
da kolay olmayacağını anlamışlardır. Bu gerçeği ilk kabullenen İtalya olmuş, işgal ettiği
yerlerden askerlerini çekmeye başlamıştır. Fransızlar da Türklerle antlaşma zemini hazırlamak
için Franklin Bouillion’u Türkiye’ye göndermişlerdir.
 İtilaf Devletleri arasında görüş ayrılıkları iyice su yüzüne çıkmıştır.
Sonuç olarak İnönü savaşlarının Millî Mücadeleye sağladığı en büyük fayda, düşmanı oyalayarak
TBMM’ye zaman ve toparlanma fırsatı vermiş olmasıdır.
Sakarya Savaşı ( 23 Ağustos–12 Eylül 1921 )
Sakarya Savaşı Öncesi Gelişmeler
 Eskişehir Kütahya savaşları sonucunda düşman Polatlı’ya kadar gelmiş ve Ankara’ya 80 Km
yaklaşmıştı. Ankara tehdit altına girince başkentin Kayseri’ye taşınması gündeme gelmişti.
Bazı üyelerin gerekirse burada savaşıp şehit olalım ama Ankara’yı boşaltmayalım sözü
üzerine bundan vazgeçilmişti.
 TBMM’de sert tartışmalar yapılmış, ordunun iyi yönetilmediği iddia edilmişti. Buna cevap
veren Fevzi Paşa, yapılması gereken her şeyin yapıldığını, zaman kazanmak için geri
çekildiğimizi bunu da yüzde onluk bir kayıpla gerçekleştirdiğimizi söyledi.
 Eleştirilen isimlerden biri de Mustafa Kemal Paşa idi. Bu zor günlerde ordunun başında değil
de Meclis kürsüsünde duruyor olmasının bu sonuçlara yol açtığını söyleyenler vardı. Bu
eleştirilere cevap veren Mustafa Kemal Paşa Meclis isterse göreve hazır olduğunu bildirmişti.
Bunun ardından 5 Ağustos 1921’de Mustafa Kemal başkumandanlığa getirilmiş, işlerin
aciliyeti göz önüne alınarak TBMM’ye ait yasama, yürütme ve yargı yetkileri de üç aylığına
kendisine verilmişti.
 Mustafa Kemal 8 Ağustos günü Tekâlif-i Millîye Emirleri’ni yayınlayarak halktan son kez
ordu için fedakârlık istemiştir. Tekâlif-i Millîye emirleri kısaca şöyledir; her aile bir askerin
çarık, çorap ve çamaşır ihtiyacını karşılayacak, nakil vasıtası olanlar ayda 100 kilometre ordu
hesabına taşıma yapacak, tüccarlar ellerindeki malların % 40’nı orduya verecek, bu borç daha
sonra ödenecek, halkın elinde bulunan her türlü silah ve cephane orduya teslim edilecek. Bu
kanunun uygulanması için komisyonlar kuruldu. Ayrıca bu emirlerin bir an önce yerine
getirilmesi için çeşitli yerlerde İstiklal Mahkemeleri kuruldu.
Türk milleti, Tekâlif-i Millîye Emirleri’yle, fedakârlıktan ve vatanı uğruna hiçbir şeyden
kaçınmayacağını gösterdiğinden “savaşları ordular değil, milletler yapar” gerçeğini tüm dünyanın
gözleri önüne sermiştir. Gerçekten de Tekâlif-i Millîye Emirleri’ni topyekûn ordu-millet
bütünleşmesinin en başarılı uygulaması olarak ortaya koyan Mustafa Kemal Paşa, bu uygulamayı
sadece Türk tarihinde değil, dünya tarihinde de eşine rastlanmayan bir cephe gerisi seferberliği olarak
başlatmış, Türk ve dünya tarihine, Türk Millî Mücadelesi’nin en güzel örneği olarak armağan etmiştir.
Böylelikle ihtiyaçları karşılanan Türk ordusu artık yeni bir savaşa hazırdı. Bu savaş Türk milleti için
bir ölüm kalım mücadelesine dönüşecek olan Sakarya Savaşı idi.
Savaşın Başlaması
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ve Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak, cepheye giderek
orduyu yeni bir savaşa hazırladı. Son gelişmelerle morali bozulan millete her iki komutan da ayrı ayrı
bildiri yayınlayarak moral vermeye çalıştı. Fevzi Çakmak, Yunan Ordusunun Anadolu içlerine
ilerlemesinin mezarına yaklaşan ölüye benzediğini söylemiş; Mustafa Kemal Paşa ise Yunanlıları
milletin harim-i ismetinde boğacağını ifade etmiştir. Türklerin toparlandığını ve güçlendiğini gören
Yunanlılar ve onlara destek veren İngilizler Eskişehir - Afyon hattında kalmaya karar vermişler ve bu
hattı Büyük taarruza kadar geçecek l yıllık zaman içersinde ellerindeki bütün teknik imkânlarla tahkim
ve takviye etmişlerdi. Ne Yunanlılar, ne İngilizler ne de diğerleri Türklerden asla bir taarruz hareketi
beklemiyorlardı. Hatta Türk aydınlarının ve Türk subaylarının çoğu Türk ordusunun bir taarruz
harekâtı yapamayacağı kanaatindeydiler. Türk ordusu, birkaç küçük deneme dışında 1683 Viyana
bozgunundan beri hep savunmada kalmış, taarruz adeta unutulmuştu. Ama her ihtimale karşı
Yunanlılar söz konusu hatta tahkimat yaparak hem güvenliklerini hem de Batı Anadolu'daki
kalıcılıklarını garanti altına almak istediler. Yunanlıların gerçekleştirdiği savunma tesislerini gezen ve
kontrol eden İngiliz askeri Uzmanlar şu değerlendirmede bulunurlar: "...Türklerin bu savunma
tesislerine saldırması, boyunlarını kemente uzatmaları demektir...; Türkler bu tesisleri 6 ayda
geçebilirlerse 1 günde geçtik saysınlar...". Yunanlıların başkomutanı general Hacıanesti söz konusu
tesisleri teftiş ettikten sonra İzmir'e dönüşünde basın mensuplarına Türk ordusunu ve Türk ordusunun
başkomutanını küçümsediğini göstermek için: "...Cepheden geliyorum. Her tarafı dolaştım. Mustafa
Kemal adında bir komutana rastlamadım...". şeklinde yorum yapacaktır. General Hacıanesti’nin bu
yorumu daha sonra Mustafa Kemal’in cephedeki başarısı üzerine kendisine ve Yunan kuvvetlerine
pahalıya patlayacaktır.
Sakarya Savaşı’nın sonuçları
 Millî Mücadelenin son savunma savaşıdır. Bu savaştan sonra artık Yunan Ordusu’nun taarruz
gücü kırılmış ve bir daha saldırmaya cesaret edememiş, saldırı sırası Türk Ordusu’na
gelmiştir.







Türk Ordusu yedisi tümen kumandanı olmak üzere 3.282 şehit, 13.618 yaralı ve 415 esir
vermiştir. Yunan Ordusu ise yaklaşık 15.000 ölü, 25.000 yaralı vermişlerdir.
1683 II. Viyana bozgunundan sonraki Türk Ordusu’nun geri çekilişi sona ermişti.
Eskişehir Kütahya savaşları ile bozulan moraller tekrar düzeldi. Yunan tarafında ise tam bir
çöküntü havası hâkimdi. “Ben bu orduyla değil Ankara’ya, cehenneme bile giderim” diyen
Yunan kralının sesi çıkmaz olmuştu.
19 Eylül’de Mustafa Kemal Paşa’ya Gazilik ve Mareşallik unvanları verildi.
Zafer tüm Anadolu’da coşkulu törenlerle kutlanmış, İslam dünyasında ve dost ülkelerde büyük
sevinç yaratmıştır.
Zafer tüm milletin topyekûn seferberliği ile kazanılmış; Türk kadınının erkeği ile birlikte
vatan savunmasında büyük bir özveriyle vermiş olduğu kutsal mücadele tüm dünyaya emsal
olmuştur.
Bir yandan TBMM ile iyi ilişkileri sürdüren Sovyetler Birliği öbür yandan Enver Paşa’yı
elinin altında tutarak gerektiğinde Millî Mücadeleye müdahil olmak için fırsat kolluyordu.
Sakarya zaferi bu plana da son verdi.
G - Kars Antlaşması (13 Ekim 1921)
Sakarya Zaferi ile TBMM’nin dış dünyadaki itibarı ve otoritesi artmıştı. Bu savaşla Yunan
ordusunun saldırı gücü kırılmış ve savunmaya geçmek zorunda bırakılmıştı. Artık Yunanistan’ın Türk
topraklarını ele geçirme umudu sona ermişti. Sakarya Savaşı’ndan sonra Kafkaslarda meydana gelen
yeni gelişmeler dolayısıyla, Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında 26 Eylül 1921’de Ermenistan,
Azerbaycan ve Gürcistan devletlerinin temsilcilerinin de katıldığı bir konferans düzenlendi. Kars’ta
yapılan konferansta TBMM Hükümetini Kazım Karabekir Paşa temsil etti. Bu görüşmeler sonunda 13
Ekim 1921 tarihinde Kars Antlaşması imzalandı.
Kars Antlaşmasının Önemli Maddeleri:
Türkiye’nin tanımadığı bir antlaşmayı Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan da tanımayacak,
Boğazların ticarete açılması ve İstanbul’un güvenliğinin sağlanması,
İki tarafın da topraklarında oturan vatandaşlarına ayrım yapmadan davranması ve asker-sivil
tutukluların affedilmesi,
TBMM Hükümeti Batum’un Gürcistan’a bırakılmasını kabul etti.
Moskova Antlaşması esası üzerinden yapılan Kars Antlaşması ile Türkiye’nin doğu sınırları kesin
olarak tespit edilmiş oluyordu. Böylelikle bu antlaşma ile Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan ile
olan ihtilaflar da sona ermiştir.
Sonuç olarak Kars Antlaşması’nın TBMM tarafından tasdik edilmesinden (16 Mart 1922) sonra
Ruslar Kafkaslarda bulunan ordularının önemli bir kısmını Kuzeye çekmişler ve bu hareketleriyle de
Kafkaslarda endişelerinin kalmadığını göstermişlerdir.
H - Ankara Antlaşması (20 Ekim 1921)
Fransızların antlaşmaya yanaşmasının sebepleri şunlardır:
1- Türklerin vatanlarını savunmak konusunda ne kadar kararlı ve azimli olduklarını görmüşlerdir.
Düzenli Fransız Ordusu güney cephesinde sivil milislere yenilmiştir.
2- Fransa, İngiltere ile birçok konuda görüş ayrılığı içine düşmüş, İngiltere politikalarının bencil
ve maceracı özelliğine itiraz etmiştir. İngiltere ile antlaşma zemini kalmadığını gördüğünde ise
Türkiye ile antlaşma yolları aramıştır.
3- Sakarya Savaşı’ndan sonra artık Türkiye’nin müstakil ve güçlü bir kimlikle ortaya çıktığı
anlaşılmıştır. Türkiye ile savaşın sonuç getirmeyeceği belli olmuştur.
4- Türkiye’nin dış politikada kazandığı başarılar da Fransa’yı tedirgin etmiştir. Nitekim Rusya
gibi büyük bir gücün desteğini yanına alan Türkiye eskisi kadar yalnız ve zayıf değildir.
20 Ekim 1921’de imzalanan Ankara Antlaşması ile;
Türkiye ile Fransa arasındaki savaşın sona ermesi ve tarafların kuvvetlerini yeni sınırlara çekmesi,
Savaş tutsaklarının karşılıklı olarak serbest bırakılması,
Türkiye - Suriye sınırı, İskenderun - Hatay bölgesi dışta kalacak bir şekilde çizilmesi,
İskenderun - Hatay bölgesinde özel bir yönetim kurularak, buradaki Türk halkının kültürel alanda
özgür olması ve Türkçenin resmi dil olarak kalması,
Süleyman Şah’ın Caber Kalesi’ndeki mezarının Türk toprağı olarak sayılması kararlaştırıldı.
Ankara Antlaşması’nın Sonuçları
Bu Antlaşma ile Fransa, TBMM’yi resmen tanımış oldu.
Avrupa’da Türkiye’ye karşı oluşturulan blok parçalandı.
Güney cephesi kapandı ve Fransa ile savaş durumu sona erdi.
Fransa işgal ettiği güney illerimizden çekildi.
Ankara Antlaşması ile bugünkü Suriye sınırımız, Hatay ve İskenderun hariç olmak üzere, kesin
şeklini aldı.
Fransızların bölgeden çekilirken bıraktıkları silah, cephane ve uçak ile Türk Ordusu’nun gücü
biraz daha arttı.
Antlaşmayla bölgedeki savaş durumunun sona ermesinden yararlanan BMM hükümeti, bu
bölgedeki kuvvetlerini savaşın devam ettiği Batı Cephesi’ne sevk etme imkânı buldu. Ankara
Antlaşması ile Fransa Misak-ı Millî’yi tanımış oldu. Bu şekilde Fransa, TBMM ve Misak-ı Millî’yi
tanıyan ilk İtilaf Devleti olmuştur.
2- Savaşın Başlaması ve Gelişimi
Başkumandan Mustafa Kemal Paşa, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Batı Cephesi
Kumandanı İsmet İnönü savaşı yönetmek üzere Kocatepe karargâhında bulunuyorlardı.
Tarihte pek çok zaferin tarihi olan 26 Ağustos sabahı gün ışımadan Türk topçusunun ateşi ile
savaş başladı. Habersiz yakalanan Yunan Ordusu ilk anda büyük bir panik yaşadı. Türk Ordusu planlı
bir şekilde hareket ederek savaş cephelerinin yönünü tayin ediyor ve Yunan Ordusu’na çekilmek için
tek bir yol bırakıyordu. Açık bulduğu bu yoldan geri çekilmeye zorlanan Yunan Ordusu kendisi için
hazırlanan tuzağın farkında değildi. Nihayet 30 Ağustos tarihine gelindiğinde uygulanan savaş
planının büyük ölçüde başarıyla sonuçlandığı görüldü. Çünkü 5 Yunan tümeni birbirinden habersiz
olarak Afyon’un Akarçay vadisine toplanmışlardı. Bu bölge iki yanı sarp kayalık olan bir vadi idi ve
çıkışı da Fahrettin Altay’ın idaresindeki süvari birlikleri tarafından tutulmuştu. Bu aşamadan sonra
artık Yunan Ordusunun geri çekilebileceği bir yer kalmamıştı. Düşmanın gücünü tamamen kırmaya ve
yok etmeye yönelik bir imha savaşı başladı. Bu muharebede Yunanlıların askeri gücü tamamen etkisiz
hale getirildi. Tarihe Başkumandanlık Meydan Savaşı diye geçen bu zaferin ardından Yunan
Ordusu’nun savaş kabiliyeti yok edildi. Yunan Ordusu’nda II. Ordu Kumandanı iken, savaş sırasında
Yunan Orduları Başkomutanlığına getirilen Trikopis esir edildi. Esir Yunan komutanına Mustafa
Kemal Paşa iyi muamelede bulunmuş ve ailesi ile görüşmesini sağlamıştır.
3- Büyük Taarruz’un Sonuçları
 Millî Mücadele’nin askeri safhası sona erdi.
 Anadolu’yu kurtaran Türk Ordusu vakit kaybetmeden Boğazlar ve Trakya üzerine yürüdü.
 Türkiye’de Türklüğün yok edilmesi için başlatılan çabalar ebediyen sonuçsuz kaldı.
 Zafer haberi İslam dünyasını sevince boğmuştur. Zaten Mustafa Kemal’in en büyük arzusu
Türkiye’de yürütülen Millî Mücadele’nin, tüm İslam dünyasında emperyalistlere karşı
başlayacak bir mücadeleye örnek teşkil etmesi idi.
 Zafer İslam dünyasında Müslümanlığın Hıristiyanlığa, Türkiye’nin İngiltere’ye karşı bir zaferi
olarak algılanmıştı.
 Boğazlar bölgesini elinde tutan İngiltere boğazların iki tarafının tarafsız bölge olduğunu Türk
ordusunun buraya girmesi halinde çatışma çıkacağını bildirdi.


Türk tarafı ise böyle bir bölge tanımadıklarını, boğazların Misak-ı Millî sınırları içinde
olduğunu ve işgal tamamen sona ermeden Türk askeri harekâtının durmayacağını açıkça ifade
etmiştir.
İngiltere de savaş ihtimalini göz önünde tutarak, Fransa ve İtalya’dan yardım istedi. Ancak bu
devletler İngiltere’nin istekleri karşısında tarafsız kaldılar. İngiltere’nin sömürgelerden asker
bulma girişimleri de işe yaramadı. Nihayet kendi kamuoyundan da beklediği desteği alamayan
Lloyd George hükümeti halkın ve basının sert eleştirisine muhatap oldu. Fransa ve İtalya’nın
arabulucu girişimleri sonucunda İngiltere antlaşmaya mecbur kaldı.
İ – Mudanya Ateşkes Antlaşması ( 3–11 Ekim 1922)
18 Eylül itibarı ile Anadolu topraklarında Yunan askeri kalmamıştı. Boğazlar konusu taraflar
arasında ciddi gerginliğe sebep olmuştu. Türkiye bu aşamada başarılı bir diplomasi yürüterek Boğazlar
konusunda Rusya’nın da taraf olduğunu, iş uzarsa konuya Rusya’nın da dâhil olabileceğini belirterek
muhataplarını ikna etti.
Türkiye, İngiltere, Fransa ve İtalya delegelerinin katıldığı Mudanya Konferansı’na Yunanistan
doğrudan katılmadı. Yunan temsilcileri, görüşmeleri İngiltere aracılığı ile takip etti.
Antlaşmanın Önemli Maddeleri
1. Trakya’daki Yunan birlikleri Meriç nehrinin batısına çekileceklerdir.
2. Türk Yunan savaşı sona erecektir
3. İstanbul ve Boğazlar TBMM’ye teslim edilecek, ancak nihai barış yapılıncaya kadar İtilaf
askerleri önemli noktaları kontrol altında tutacaktır.
4. Yunanlılar mütareke imzalandıktan sonraki 15 gün içinde Trakya’yı boşaltacaklardır.
5. Yunanlılar tarafından boşaltılan yerler 1 ay içinde Türk görevlilere teslim edilecektir.
6. BMM hükümeti Trakya’da asayişi sağlamak için 8000 jandarma bulunduracak başka asker
sevk etmeyecektir.
Mudanya Ateşkes Antlaşması’nın Sonuçları
 Millî Mücadele’nin siyasi (diplomatik) safhası başlamıştır.
 İstanbul, Boğazlar ve Trakya savaş yapılmadan kurtarılmıştır.
 İtilaf Devletleri tarafından İstanbul, İzmit, Trakya TBMM’ye bırakılmış ancak nihai barış
imzalandıktan sonraki altı ay içinde buralarda asker bulundurabileceği hükme bağlanmıştır.
Bunun iki sonucu olmuştur. Birincisi Osmanlı Devleti hukuken sona ermiştir. Çünkü
İstanbul’un yönetimi artık TBMM’nin elindedir. TBMM Refet Paşa’yı Trakya valiliği ile
görevlendirip bölgeyi onun eliyle teslim almıştır. İkincisi ise İstanbul’un Millî Mücadele
içerisinde en son kurtulan il olmasına sebep olmuştur. 2 Aralık 1923’te İngiliz askerleri burayı
terk etmiştir.
 Misak-ı Millî büyük oranda gerçekleşmiştir.
 İsmet Paşa, Mudanya Mütarekesi’nde gösterdiği diplomasi başarısı ile Lozan Konferansı’na
baş temsilci olarak gönderilmiştir.
 Ateşkesin imzalanması için İtalya ve Fransa arabuluculuk etmişlerdir.
 Türkiye’ye en çok sorun çıkaran ülke İngiltere olmuştur.
BİBLİYOGRAFYA
ATATÜRK, Mustafa Kemal, Nutuk, (Bugünkü Dille Yayına Hazırlayan Zeynep Korkmaz),
Atatürk Araştırma Merkezi Yay. Ankara, 2004.
ATATÜRK, Mustafa Kemal, Nutuk, (Bugünkü Dille Yayına Hazırlayan Zeynep Korkmaz),
Atatürk Araştırma Merkezi Yay. Ankara, 2004.
AKŞİN, Sina, Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi (1789-1980), İmaj Yay, Ankara,
2001.
ALPARGU, Mehmet vd, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi, Ankara, 2001.
AFET İNAN, A, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Atatürk
Araştırma merkezi Yay. Ankara, 2000.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, (3 Cilt), Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara, 1997.
BAL, M.AKİF, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi, Akademi Yayınevi, Rize, 2001.
BAYUR, Yusuf Hikmet, Türk İnkılâp Tarihi, C. I-II-III, TTK Yay., Ankara, 1983.
DOĞAN, Orhan, Atatürk İlkeleri ve İnkilap Tarihi , Kahramanmaraş
EROĞLU, Hamza, Türk İnkılâp Tarihi, Savaş Yay., Ankara, 1990.
GENCER Ali İhsan, ÖZER Sebahattin, Türk İnkılâp Tarihi, Der Yay., İstanbul, 1991.
GÜNAL, Z; ATABAY, M., Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi, Ankara, 2004.
LEWIS Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, TTK Yay., Ankara,1984.
MUMCU, Ahmet vd., Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi I-II,
TURAN, Refik vd., Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi, Gazi, Kitabevi, Ankara, 2004.
TURAN, Mustafa vd, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi, Gazi Kitabevi, Ankara, 2006.
YILMAZ, Mustafa vd, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Siyasal Kitabevi, Ankara,
1998.
ZURCHER, E.Jan, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yay.,İstanbul, 1998.
Download