Uploaded by İlim Yolcusu

Şerafettin kalay Fıkıh Dersleri

Şerafeddin Kalay Fıkıh Dersleri
1. Ders -Fıkıh İlminin Konusu, Gayesi, Usûlü
-Fıkıh ilmi, kıymetli ve zaman isteyen bir ilimdir. Ucu bucağı bulunmaz ama ne kadar
bulunur ise o kıymetlidir, paylaşmaya çok uygundur. Netice ilmidir.
-Fakih olan bir insan, hemen hemen bütün ilim dallarından belli bir derece, bir
bölümden çok yüksek derecede bilgi sahibi olmak zorundadır. Tefsir bilmek
zorundadır. Çünkü hükümler ayetten çıkıyor. Hadis ilmine vakıf olmak zorundadır.
raviler kimdir, haklarında neler söylenmiştir, bunlara varıncaya kadar bilmelidir.
İnsanların örfünde neler var, bu örflerden hangileri İslam'la uyuşuyor veya çakışıyor,
onları bilmek zorundadır. Dil bilgisine çok iyi vakıf olmalıdır. Çünkü kelimelerin içinden
çok farklı mânâlar çıkabiliyor. Bütün bunların üzerine bir şey daha gerekir; cenabı
Allah, bütün bu bilgileri derleyen, toplayan, özümseyen bir kabiliyet ve ortaya netice
çıkartan bir meleke vermelidir. Allah'ın, kendisine bahşettiği meleke olmalıdır.
-Deh Ibni Münekkib diye ilk delil alimlerinden birisi vardır. Alim ve zahid bir insandır.
Onun için ilim ehlinin ve onu sevenlerin kullandığı bir cümle var: "Ilmi, aklından daha
büyüktü." diyorlar. Beyninizde çok ilim var ve zihniniz, onu evirip çevirmekte
zorlanıyor. Kendisi diyor, "Malik ibni Enes ve Ley's ibni Said olmasaydı ben helak
olmuştum." diyor. "Neyle nasıl amel edileceğini kestirmekte zorlanıyorum, onlar bana
ufuk açtılar" diyor. Bu tip zekalar çok nadirdir. Allah, insanın beynine makinelerden ve
her şeyden başka bir kabiliyet vermiştir. Bu tip beyinler kıymetlidir. Hem ilmen, hem
edeben kıymetini bilmek gerekir.
-Fıkıh kelimesine geliyoruz, ‫ ح ق ف‬harflerinden meydana gelir. ‫فقح‬/anladı" demektir.
‫فهم‬/fehime de anladı demektir. Bizim türkçemizde karşılığı budur. Mefhûm "anlaşılan"
demektir. ‫فهيمه‬/fehîme "çok anlayan kadın" demektir. Fıkıh kelimesi de anladı
mânâsında. Peki ne farkı var? biz kırda geziyoruz. Karışık çiçekleri gördük. Madem
çiçekler bu kadar renkli, canlı; oranın yağmurlu olduğunu, verimli olduğunu, gıdasını
bulduğunu da anlıyoruz. Ama alanı nebatât olan, bitkilerle ilgili ayrıntıları bilen birimin
anlayışı; diğer insanların, kırların çiçeklerle bezenilişi anlayışından çok farklı bir
anlayıştır. Bir doktor düşünün. O da karşısındakinin hasta olduğunu anlıyor, biz de
anlıyoruz. Gözleri süzgün, rengi kaçık, sen hastasın diyoruz. Bu, fehime'nin karşılığıdır.
Doktor ne anlıyor? bu hastalığın nereden geldiğini, nasıl bir mikropla türediğini,
bulaşıcı olup olmadığını, nasıl tedavi edileceğini vs. anlıyor. Işte doktorun, hastalığın
nereden gelip nereye gittiğini, çaresinin ne olduğunu anlayan anlayışına "fıkıh"
diyoruz. Bir meselenin derinliğine dair bilgi sahibi olmak, onun nereden gelip nereye
gittiğini, nasıl geliştiğini bilmek, bundan netice çıkarmak. Bir başka ifadeyle; amel
etmek anlayışının, kavrayışının adıdır.
rasûlullah aleyhisselâm ne buyuruyor, "/ ‫ِّين‬
ِِّ ‫للاِ ِّب ِّهِ َخي ًْرا يُف َِّق ْههُ فِّي الد‬
ُ ‫ َم ْنِ ي ُِّر ِِّد‬Allah, kimin
hakkında hayır murad ederse, onu dinde fakîh kılar."
Bir de o bilgiyi kullanış, amel ediş vardır. bir bilgiyle amel etmedikçe, o bilgi
derinleşmez. Mermere kazınır gibi net hâle gelmez. Biz, kardeşlerimize hayatta sık
olarak karşılaştıkları, iç içe yaşadıkları bir konu anlattığımızda, mesela namaz, oruç,
kolay kavrıyorlar. Yaşamadıkları bir konu, misal; hukuk sistemi, ticaret hukuku
anlattığımız zaman zor kavrıyorlar. Mesela hac yapısını canlı olarak görmeyen bir
insana, buradan haccı ezberlerseniz, tekrar ondan dinleseniz, onu Beytullah'ın yanına
rehbersiz olarak gönderseniz, kilitlenir kalır. Mesela Türkiye'de kıble, güneyle
özleşmiştir. Ama Endonezya nereye dönüyor, batıya. Yemen kuzeye dönüyor. Sûdan
tam batıdadır, kıble deyince batıdan doğuya doğru dönüyor. Mescidi nemira,
Kâbe'nin batısındadır. Eğer siz, "mescidi nemira'nın güney sınırları arafat'ın dışında"
derseniz, yanlış olur. Ama bunu diyen inanın kaç tane kitap var. Kıble dese problem
olmayacak, doğuda da olsa batıda da olsa kıble kıbledir. Ama kelime özdeşleşmesi
sebebiyle böyle deniyor. Dolayısıyla biz, kullandığımız kelimeleri bileceğiz,
yaşayacağız, amele dökeceğiz. Bunun temeline oturan bir anlayışın adıdır fıkıh.
Bunun için rasûlullah aleyhisselâm ,‫" ص‬Allah, kimin hakkında hayır murad ederse,
onun dinde fakîh kılar." derken, onu hayatına aksettiren, bildiğiyle amel edeni de dile
getiriyor.
Yine tatlı bir hatıra; Rasûlullah aleyhisselâm ‫ ص‬abdest almak için gidiyor. Abdullah
ibni Abbas radıyallahu anh da Rasûlullah'ın ‫ ص‬yanında. Rasûlullah ‫ ص‬onu çok
severdi. Abdullah ibni Abbas, peygamber evine rahatça girip çıkardı. Neden? çünkü
meymune validemiz, abdullah ibni abbas radıyallahu anh'ın teyzesidir. Teyze evi
olunca, rasûlullah'ın ‫ ص‬gece namazlarına katılmaya çalışıyor. O yıllarda yaşının küçük
olduğunu anlıyoruz. rasûlullah aleyhisselâm , ‫ ص‬ibrik almaya davranınca bakıyor ki
ibrik hazırlanmış. meymune validemize "kim hazırladı?" diyor. Validemiz de "Abdullah"
diyor. rasûlullah ‫ " ص‬ya rabb! ona ilmi, kur'an'ın te'vilini öğret. Onu dinde fakih kıl."
diye dua ediyor. Büyükler, değişik vesilelerle küçüklere dua etmeliler, küçükler de
hürmet göstermelilerdir. Bunu şunun için söylüyorum; şimdi evler darlaştı, insanlara
açık değil evler. Bırakın yatılı misafiri, gelen misafir dizilerine de engel olmayacak.
Tabii bundan daha acısı, evlerde dedeler ve nineler yok. Çocuklar, annelerinin
dedelerine ve ninelerine gösterdikleri hürmeti görmüyorlar. Eskiden dedeler, nineler
abdeste davranırken çocuklar koşar, onların eline su dökmeye çalışırlardı. Abdest
leğenleri vardı, onu hemen önüne getirirlerdi, abdest bitip havluyla kurulanırken,
dedeler nineler o çocuğa dua ederlerdi. Bütün bu duyguları kaybettik. Büyüklerin dili
bedduaya değil, duaya alışık olmalı. Küçükler de büyüklere hürmet göstermeliler.
Bunları kaybetmenin acısını yaşıyoruz.
-Rasûlullah bir hadisinde, "insanlar maden gibidir; altını vardır, gümüşü vardır."
buyuruyor. Altını, gümüşü, bakırı, kömürü vardır. Paslananı vardır, paslanmayanı
vardır. Altın, çamura girse bile altındır. Değer kaybetmez.
Bir örnek verelim:
-Haccacı zalim, Said ibni Cübeyr'i milletin önünde ezmek, ilim kadrini düşürmek
istemiştir. Said, saadetli ve mesud demek. Özellikle ebedi alemde mesud olan insan
için kullanılır. "Sen said değilsin, şakîsin" diyor. Şakî, eşkıya demek. Ama daha çok,
cehennem ehli olan insan için kullanılır. Said ibni cübeyr, olgun bir tavırla cevap
veriyor, "Ismimi annem koydu. Ne muradla koyduğunu senden çok daha iyi biliyor.
Öbür dünyayı da Rabbim senden iyi biliyor." diyor. Haccac iyice kuduruyor. En
sonunda "Öldürün şu adamı!" diye bağırıyor. Said rahimehullah, boynunun
vurulacağını anlayınca yüzünü kıbleye doğru dönüyor. Haccac, "Yüzünü başka
tarafa çevirin." diyor. Öyle yapıyorlar. Said rahimehullah'ın ağzından bir ayet
dökülüyor, "/ ِِّ‫ فَأ َ ْينَ َما ت ُ َولُّواِْ فَثَمِ َوجْ هُ للا‬nereye dönerseniz dönün, Allah'a dönmüş olursunuz"
sonra da "Ya rabb! Benden sonra hiç kimseye zulmetme fırsatı verme bu zalime."
diyor. Daha sonra kılıç iniyor, baş yere düşüyor, o yere düçen baş, üç defa kelime-i
şehâdet getirmiştir, herkesin gözü önünde. Haccac bu olaydan sonra uyuyamıyor,
gözünün önüne geliyor. "Benim neyimeydi Said" diye bir çıldırma evresi geçiriyor. Bu
evre 40 gün sürmüştür. 40 günün sonunda çıldırarak ölmüştür.
-"Insanlar madenler gibidir." diyor aleyhisselâm ve ekliyor, "Sizin cahiliyede karakteri
güçlü olanınız, islam'da da öyledir. İslam'da engin anlayışlı olup, islamı yaşayan
olursa, kıymetine kıymet eklensin." diyor. Fıkhın ne anlama geldiğini anladık.
-rasûlullah aleyhisselâm ‫ ص‬devrinde, fıkhî alanda görüş ayrılığı yoktu. ilk vahih hira'da
başladı. Neydi ilk vahiy?
"Yaratan rabbinin adıyla oku! O, insanı alaktan (asılıp tutunan zigottan) yaratmıştır.
Oku! Kalemle (yazmayı) öğreten, (böylece) insana bilmediğini bildiren rabbin
sonsuz kerem sahibidir/
5{ ‫سانَْ َماْ لَ ْمْ يَ ْعلَ ْْم‬
َ ْ‫علَّ َْم ِبا ْلقَ َل ِم‬
َ ‫} أَلَّذِي‬3{ ْ‫علَقْ ِإ ْق َرأْْ َو َربُّكَْ ْاْلَك َْرم‬
َ ْْ‫سانَْ مِ ن‬
َْ َ‫" ِإ ْق َرأْْ ِباس ِْْم َر ِبِّكَْ الَّذِي َخل‬
َ ‫اْل ْن‬
َ ‫اْل ْن‬
ِ ْ ْ‫علَّ َم‬
ِ ْ َْ‫ق َخلَق‬
"İslam'ın ilk emri nedir? oku. Hayır, "yaratan rabbinin adıyla oku." niye eksik söyleyelim
ki? ne çektiysek rabbini unutarak okuyanlardan çekmedik mi biz...
-Bundan sonra nübüvvet dönemi başlamıştır. Yaklaşık olarak 22 yıl 2 ay 22 gün
sürmesi, ilim ehli tarafından daha açıktır. ilk vahyin başlangıç tarihi net. Zannedildiği
gibi 27 ramazan değildir. 17 Ramazan'dır. 27 Ramazan'daki iniş, levhi mahfuz'dan
dünya semasınadır, toptan iniştir. Ama ilk hira dağındaki iniş 17 Ramazan'dır. Çünkü
rasûlullah aleyhisselâm , ‫ ص‬bedir gazvesi ile hira dağındaki inişin aynı gün olduğunu
netçe söylüyor.
-O 22 yıl içinde inen ayetler, kıyamete kadar sürecek olan bir hukuk sisteminin
temelini oluşturmuştur. Alimlerden birinin ifadesiyle, "beşerin kudreti dahilinde bir
mucize öğrenmek istiyorsanız, İslam fıkhının derlenerek bir araya getirilişine bakın."
Der. Mesela bazı konularda genel kaideler konulmuş, sınırlar çizilmiş ama içinin
tanzimini sana bırakmış.
Sırf islamî hukuka uymayan bir karar verdiği için, Yavuz Sultan Selim'in seferini terk
etmiştir. Kim? Zenbilli Ali Efendi. Sefer bitince yavuz bütün kitapları indirmiştir, günlerce
kitap karıştırmıştır ki Zenbilli'yi haksız çıkartabilsin diye. Araştırması sonucunda haksız
çıkınca, özür dilemiştir. Arkasından Şeyhul İslamlığa ilave olarak, Rumeli kazaskerliğini
vermeyi teklif etmiştir. Zenbilli ise "benim yüküm bana yetiyor." demiştir. Dolayısıyla bir
insanın İslam dışında hüküm vermesi mümkün. Sanıldığının aksine Kanuni'nin yaptığı
da kendi hükümleri değildir. Hani tüzük diyoruz, prensip diyoruz, bunun tanzim ve
tertibinden ibarettir. Bu zaten kullara bırakılmıştır. İslam, hayatın temel direklerine
müdahale eder. O aradaki boşlukları sen dolduracaksın. O boşlukları doldururken de
Allah'ın rızasını, rasûlü'nün ‫ ص‬sünnetini gözeteceksin. İnsanlığın hayrını düşüneceksin.
mü'minin asıl hedefi Allah rızasıdır, iki cihan saadetini kaybetmeyecek. Varılacak yer
tespit edildikten sonra, varacak yere ulaşmak ve hayat ırmağını geçmek için
nerelere nasıl taşlar koyup ilerleyeceğiz, bunlar yerleştirilmelidir. Dolayısıyla biz hamd
edelim ki hedefimiz var, umudumuz var, yarınlar için beslediğimiz duygularımız var.
Bunun boşluğu çok dehşetlidir. Inanın geride bıraktığı acı da başka bir şeyde
hissedilmeyecek kadar derin bir acıdır. Rabbimize şükredelim.
-Sahabe hedefli hâle gelince ne değişti? Eğer bir acıyı, inandığınız dava uğruna
çekiyorsanız, inanın acısı bile tatlıdır. Bilal radıyallahu anh geri adım atmamıştır. Kızgın
kayaların altında, onların inadına "allah bir!" diyor. Yine süheyb radıyallahu anh var.
Tepeden tırnağa demir olan zırhların içinde bayılıncaya kadar güneşte bekletilmiştir.
Onların bu göğüs gerişi, bu davayı kalıcı kılmıştır. Ama O yıllarda rasûlullah ‫ ص‬vardı.
Kafalarına takılanı ona soruyor ve aynen uyguluyorlardı. Bir hatıra: rasûlullah
aleyhisselam, ebu ubeyde bin cerrah komutasında, 300-400 askeri bir seriyyeye
gönderiyor. Ellerine de bir torba hurma veriyor. Bundan başka yiyecekleri yok. Ebu
ubeyde her sahabeye günde bir tane hurma veriyor. Sahabe diyor ki "Biz O hurmayı
çiğneyerek yemezdik. Ağzımızda döndüre döndüre emerdik. Uzun sürsün, açlığımızı
bastırsın diye emerek yerdik." diyor. Geriye dönüş yolunda hurma da bitmiştir.
Günlerce ağaç yaprağı yemişlerdir. Zaman zaman kök kemirmişlerdir. Sahabe
anlatıyor. "Bu şekilde ilerlerken sahile vurmuş bir balina gördük." diyor. Hemen oraya
kamp kuruyorlar. Balık bitene kafdar da orda durmuşlardır. Balık bittikten sonra
medinei münevvere'ye gidiyorlar. Yanlarında da biraz balina eti getirmişler. Ya
rasûlullah, yenir miydi?" Diye soruyorar. Rasûlullah aleyhisselâm, "mevla'nın size verdiği
rızıktır O." diyor ve getirdikleri etten de yiyor. Meseleler böyle böyle oturuyor. Tüm
sözler rasûlullah aleyhisselâm'da neticeleniyor. Onlar bu din-i mübîn'i, ana dilini
öğrenir gibi öğrendiler. Bir çocuğun anadilini öğrenmesi, senin gramer okuyarak,
video izleyerek vs. öğrendiğinden çok daha net, kalıcı ve köklüdür.
-Haricilerden biri Ali radıhallahu anh' a bağırıyor. "inil hukmü illâ lillaâh/ hüküm ancak
allah'a aittir." diyor. Bu bir ayet. Cevap veriyor Ali radıhallahu anh. "kelimetü haggîn
üriyde bi hel batîl/ dosdoğru bir söz ama senin murad ettiğin batıl." diyor. Adamın
cümlesinin altında, 'sen hakem hadisesine rıza gösterdin. Sen ve senin yolundakiler
küfre düştünüz diyor. Ali radıyallahu anh kelimenin gerisindeki manayı anlıyor, dilinin
altındaki bakla batıldır diyor. Şimdi bu içtenlikler yan yana gelince, insanlar da duygu
ve düşüncelerini iyi dile dökme meziyetlerimi kullanınca, ilim ve ilmin ifadesi oluşmaya
başlıyor.
insanın anadili bir vurguyu çok iyi yapar. sahabe de işte bu dini anadilleri gibi
öğrendiler. usulü fıkıh okumadılar ama ruhunu okudular. tefsir okumadılar ama
kuranla iç içe yaşadılar. anlamadıklarını rasulullah'a ‫ ص‬sordular. rasulullah ‫' ص‬adım
adım takip ederek hayatına aksettiren insanın, ne tefsir usulü okumaya ihityacı vardır,
ne de fıkıh usulüne ihtiyacı vardır. biz türkçeyi gramer öğrenerek mi öğrendik? üç
yaçındaki çocuğun konuştuğu türkçeyi, 13 yıldır türkçe öğrenen ingiliz konuşamıyor.
rasulullah'ın ‫ ص‬devri, ahkâmın oturma devriydi. o devirde bu kadar hadise
yaşanırken, bu dini öğretme iştiyakını gönlüne yerleştiren o insanlar, bu dini
öğrenebilmek için pür dikkat kesilmişlerdir. ebu'd derdâ radıyallahu anh, sahabenin
geç müslüman olanlarındandır. müslüman olunca gördüğü kayıplara yanmıştır.
çünkü diğer sahabe binlerce ayet biliyorlar, nice hadis biliyorlar, ne hatıralar, ne
çileler... sahabenin aldığı yolu öğrendikten sonra kendisini ne kadar ilme vermiştir
bilemezsiniz. hatta dozunu kaçırmıştır. selman radıyallahu anh onu ikaz etmek
zorunda kalmıştır. ama bu azmi onu, sahabenin en hikmet sahibi olanlarından biri
hâline getirmiştir. varlıklı bir insandır. iman ettikten sonra o malını azaltmıştır. nedeni
sorulunca da "ben iman ettiğim gün başka bir yerde daha evimin olduğunu
öğrendim. oraya göçmeden önce orayı döşemek için çırpınıyorum." demiştir.
-rasûlullah aleyhisselâm ‫ص‬,bu devrede yeni fethedilen yerlere sahabeler
göndermiştir. o sahabe sadece oranın valisi değildir, islam'ın temsilidir. oradaki bütün
problemleri çözücüdür. pusuladır. rasûlullah aleyhisselam, muaz radıyallahu anh'ı
yemen'e vali olarak gönderiyor. muaz radıhallahu anh, allah'ın kendisine gerçekten
fıkıh kabiliyeti verdiği insanlardan birisidir. o yıllarda çok gençtir. göndermeden önce
aleyhisselâm soruyor: "muaz, yemen'de ne ile hükmedeceksin?" allah'ın kitabı ile. "ya
allah'ın kitabında bulamazsan?" rasûlü'nün sünneti ile. "ya onda da bulamazsan?" ya
rasûlullah, içtihad ederim. ve lâ âlu/ çaresiz kalmam." diyor. rasulullah aleyhisselam
seviniyor. "rasûlü'nün rasûlü'nü muvaffak kılan allah'a hamd ederim." diyor. muaz
radıyallahu anh, dört zirve kurradan birisidir. bu dört kurra; abdullah ibni mesud, muaz
bin cebel, ebu huzeyfe'nin azadlısı sâlim, ubey ibni kâ'b radıyallahu anhüm cemian.
muaz radıyallahu anh, akabeden itibaren rasûlullah ‫ ص‬aleyhisselam ile yaşayan
sahabelerdendir. medine'de muaz ismi çok var. belli bir ekip bunlar. küçük mü'min
çete. daha rasulullah aleyhisselam medine'ye gelmeden, kimin evinde put varsa
yürütüyorlar :) amr ibni cemuh'un putunu bunlar yürütmüşlerdir. islamiyetine de
bunlar vesile olmuştur. üç kere onun putunu yürütmüşlerdir. üçüncüsünde köpek
leşiyle yan yana sarıp kör bir kuyuya atmışlardır. o da "köpek leşiyle yan yana duranı
ben ilah saymam, eve sokmam." diyor. bu insan sonradan çok değişiyor. bir ayağı
yere basamayacak kadar topaldır. uhud'a katılıyor. tek ayağının üzerine seke seke
dövüşmüş, birçokları imtihanı kaybettiğinde veya zayıflık gösterdiğinde, ölümüne
vuruşan nadir sahabelerdendir. uhud'da şehidlerden olmuştur. kendisini korumak için
yanından ayrılmayan oğuluyla kucak kucağa şehîd olarak bulunmuştur. tekrar muaz
radıyallahu anh'a dönelim. rasulullah aleyhisselam'ın "haramı ve helali, ümmetimin en
iyi bileni." diye methettiğidir. muaz radıhallahu anh bu kararı ayetlerin verdiği bilgi
birikimiyle verecek, hadislerin birikimiyle verecek. artık onun, rabbinin rızasını neyin
celbedeceği, neyin allah'a ve rasûlünün yoluna ters düşeceği, kanının hücrelerine
işlemiştir. böyle bir bilgiyle çaresiz kalmam, diyor. böyle olunca hata edene bile ecir
var. sahabe böyle büyüdü, yetişti.
muaz radıyallahu anh, rasûlullah aleyhisselâm'ın uzun uzun yürüyüp yolcu ettiği iki
sahabeden birisidir. rasulullah aleyhisselam yolcu edeceği zaman, "muaz, dönünce
bir daha beni göremezsin. kabrimin başına gelirsin, benim için dua edersin e mi?"
demiştir. muaz radıyallahu anh gözyaşlarını tutamamıştır. gerçekten de kabri başına
gelmiştir, dua etmiştir. çok sevimli bir insandır. sahabenin hepsi ayrı bir güzellik taşıyor,
ayrı bir ufuk açıyor. onları hayırla yâd ediyoruz.
2. Ders -Fıkıh İlmi ve Diğer İlimler-
-fıkıh neye denir paylaşmıştık. şimdi usûl-ü fıkıh neye denir, onu paylaşalım. ve onun
diğer ilimlerle bağına dikkat çekelim.
-ebu hanife rahimehullah, neredeyse bütün ilimleri fıkıh diye değerlendiriyor. fıkhı bize
ne diye tarif ediyor? "kişinin lehinde ve aleyhinde olan şeylerin hepsini bilmektir."
diyor. lehinde olan, kişinin hakkı demek. hayat hakkı, zulme uğramama hakkı, kısaca
ne hakkı varsa insanın, kendi lehinde olanlarıdır. aleyhinden kastı, bizim
anladığımızdan ziyade; sorumluluklarını, mesuliyetlerini dile getiriyor. inanmak, ibadet
etmek, nehiylerden uzak durmak. kısaca mesuliyet olarak ne gerekiyorsa bunu
yapmanın adıdır. böyle bir tarif, neredeyse bütün ilimleri içerisine alır. herbir ilmi buna
göre tarif ediyor. kişinin, akidevî olarak lehinde ve aleyhinde olanları öğreren ilme;
tevhid veya akaid ilmi denir. tevhid ve akaid ilmini buna göre tarif eder. akaid ilmine,
"el fıkhû'l ekber" yani büyük fıkıh diyor. kendi yazdığı kitabı böyle isimlendirmesi, kendi
kitabını veya fıkhını büyük gördüğünden değil, o kitabın tevhidi ve akideyi dile
getirmesinden dolayı. bizim bugünkü anladığımız fıkıh ilmine; amelî olarak kişinin
lehinde ve aleyhinde olan şeyleri kendisine bildiren ilme, fürûğ ya da fıkıh ilmi denir.
-usûl-ü fıkıh neye deniyor? insanın amelî olarak lehinde ve aleyhinde olan şeyleri
kendisine bildiren ilmin kaidelerini ihtiva eden ilme denir. biri bizzat o ilmin alındığıdır,
ikincisi o bilginin alınma kaidelerini gösteren ilimdir. bir başka ifadeyle; bir müçtehidin,
şer'i ve amelî hükümleri nasıl elde edeceğini gösteren ilimdir, kaideler ilmidir.
-fıkıhta iki temel metod vardır.
1) mütekellimîn usûlü: şer'i delillerden, ayet ve hadislerden, ilk önce ana kaideleri
çıkarır. bu kaidelerle elde etmek istediği hükümler için nasslara müracaat eder. bu
kaidelerle ayet ve hadisleri değerlendirir ve hükmü böyle çıkarır. buna, külden cüze
gidiş diyoruz. bir başka ifadeyle tümdengelim.
2) fukaha usûlü: buna hanefi metodu da diyen kaynaklar var. ama doğru değil.
buna hanefi metodu diyecekseniz, öbürüne de şafii metodu, hanbeli metodu, maliki
metodu diyeceksiniz. mütekellimîn usûlü, diğer üç mezhebin kullandığı usüldür.
hanefiler ise "tarîkatü'l fukaha" fakihler metodu (yolu) denilen metodu daha çok
kullanırlar. bu metod çok defa ayet ve hadisleri önüne koyar. bunları inceler. bunların
içerisinden hükümler çıkarır. hükümler çıkarttıktan sonra, hükümlerde olan temel esası
yan yana getirir. oradan kaideye gider. yani "bu problemin çözümü nedir?"i masaya
yatırınca, bu konuyla ilgili ne kadar ayet ve hadis varsa masaya konulur. bu incelenir,
elenir ve bu meseleye ait hükümler sıralanır. sonra çıkan hükümlerin hepsinin belli
kaideleri olduğunu görüyorsunuz. bu esasları birleştiriyorsunuz ve ortaya ciddi bir
hukuk kaide sisteminin ortaya çıktığını görüyorsunuz. bu sebeple hanefiler, önce
meseleyi ortaya koymuşlardır. o meseleyle ilgili ayet ve hadisleri taramışlardır, sonra
bundan çıkan hükümlerin dayandığı temel esasları tespit etmişlerdir. bunlardan da
kaideye gitmişlerdir. bu da cüzden küle yani parçadan bütüne gitmek oluyor. diğer
mezhebler, ağaca gövdesinden çıkarlar. hanefiler dallara tutunup dallardan
çıkmayı, ağacın diğer taraflarına dallardan ulaşmayı tercih ederler. bu üslup; islam
fıkhının belli kaidelerle yan yana geldiğini görme, hissetme, yaşama ve sonra bu
kaideleri bütünleştirme üslubudur. dil kullanmada nasıl kaideler var ise, bu kaideleri
önceden konmuyor, konuşulanın içinden alınıyor. ekler belli bir prensibe göre geliyor,
yan yana diziliyor ve bundan dil oluşuyor. ama böyle konuşman gerek diye bu
kaideleri koymuyorsunuz. konuşulan tabii dilin içinde bu kaideler kendiliğinden var.
gerçekten hayran olunacak, allahu teala'nın takdir ettiği, insanların hiçbirinin emeği
değil, bilinmeyen bir dünyanın emeği olarak ortaya ciddi bir kaideler silsilesi çıkıyor.
inanın ayetleri, hadisleri incelediğinizde onları birbirine bağlayan kaideler var, kendi
arasında muazzam bir sistemi ortaya çıkaracak kaideler silsilesi var. hanefiler bu
üslubu böyle tercih etmişler. bu şundan kaynaklanabilir; hanefiler dana öncedir.
konuları ilk defa rafa koymak, sistemleştirmek için daha çok yan yana getirmişlerdir.
sırası demek ki o zaman gelmişti. ebu hanife rahimehullah ve talebeleri devrinde,
taharet bölümündekiler ayrıca incelendi, problemler çözüme ulaştırıldı, oradaki bilgi
ve hükümler taharet rafına, namaz rafına, cihad rafına, baştan sona tanzim edilerek
yerleştirilmeye başlandı. aynı şey daha sonraki yıllarda diğer ilim dalları için de yapıldı.
bu üslubu "tarikatul fukaha" fakihler yolu, dolayısıyla hanefilerin kullandığı yol ifadesi
tercih edildi.
-fıkıh ilmi denince amelî meselelerin incelendiğini vurguladık. bu amelî meseleler
nelerdir? kişilerin amelî olarak yapması gereken her şeyi ele alır. bu ilk olarak ibadet
demektir. ibadet için neler yapılması gerekir? ibadet ilk önce, hadesten taharet ve
necasetten taharet ile başlıyor. bu yüzden ilk önce taharet ve necaset nedir,
onlardan nasıl temizlenilir, mevla'nın huzuruna duruncaya kadar nasıl gelinir, onları
vurgular. buna ibadetler fıkhı diyoruz. günümüzde ilmihal bilgileri diye anılmaya
başlandı. ibadetler hukuku biter, arkasından ya nikah hukuku başlar, ya aile hukuku
başlar ya da alışveriş hukuku başlar. ibadetten sonra nikah hukuku ile devam
edeceklerse, söze şöyle başlarlar; ibadetten sonra kitabü'n nikahı tercih ettik. çünkü
nikahta ibadet mânâsı vardır." diye bağlarlar.
alışveriş hukuku ile devam edeceklerse; "çünkü ibadetten sonra insanların en çok iç
içe olduğu dal, bu daldır. dolayısıyla iç içe olduğu şeyin bilgisini almak zorundadır. bu
yüzden kitabü'l bey'ğ'i öne çekmeyi tercih ettik." derler. bu sefer onlarla bağlantıı
vekalet ve keffaret hukukuna geçilir. miras hukukuyla son bulur. fıkıh deyince
kastettiğimiz, beşeri münasebetlerden tutun, ibadetle başlayarak, alışverişle
bütünleşen bir bütün halindedir. akidevi meseleler bunın dışında tutulur. bu zaman
zaman yer değişmiştir. mesel halifelik fıkhın konusudur ama sonraki yıllarda akide
ilminin konusu olmuştur.
çünkü şiilik, hilafeti bir akide meselesi hâline getirmiştir. onlara verilen cevap, hilafeti
akide ilmine taşımıştır. misal, haramlar ve helaller fıkhın konusudur. ama mesele bir
şeyin haram ya da helal olduğuna inanmak olunca, akide ilmine taşınmıştır. akide;
allahu telala'nın rasûlü muhammed aleyhisselam ‫'ص‬a vahyettiği ve yine o
aleyhisselam'ın bize bildirdiği, tevatür yoluyla bize ulaşan tüm bilgilere inanmaktır.
onlardan birirsini inkar etmek küfre düşürür.
-tekrar vurgulayalım; fıkhın, hadis bilgisine ciddi şekilde ihtiyacı vardır. tefsir ilmini ciddi
şekilde ihtiyacı vardır. çünkü siz, allah azze ve celle ve rasulullah aleyhisselam'ın ne
buyurduğunu bilmiyor iseniz, bir meselede hüküm vermeniz doğru değildir.
-şimdi yaşanan hayattaki misale gelelim. abdullah ibni mes'ud radıyallahu anh,
sahabenin en fakih olanlarındandır. müslüman olmadan önce peygamberimiz
aleyhisselam'ın bir duasına şahid olmuştur ve peşinden koşup o duayı kendisine
öğretmesini istemiştir. rasulullah aleyhisselam geri dönmüştür, saçlarını okşamıştır, "sen
öğrenmeye meraklı bir çocuksun." demiştir. abdullah radıyallahu anh, o günden
sonra daha çobanlık yapmamıştır. rassulullah aleyhisselam'ın peygamber olduğunu
öğrenmiş ve hizmetkârı olup yanından hiç ayrılmamıştır. gölgesi gibiydi rasûlullah'ın ‫ص‬
'diyorlar. son derece zeki birisidir, sevimlidir, minyon tipli olmasına rağmen çok
cesurdur vb. rasulullah aleyhisselam ‫'ص‬ın vefatından sonraki günlerde, ilim
kaynaklarından birisi olmuştur. ilmen ve ahlâken rasulullah aleyhisselam'ın en
benzeriydi' diyorlar. ona soruyorlar; nikah akdi kıyılmış ama gerdekten önce damat
vefat etmiş. böyle bir hadisede abdullah ibni mes'ud'a soruyorlar. 1) gelin mehir
alacak mı? 2) gelin iddet bekleyecek mi? 3) gelinin mirastan hakkı var mı? abdullah
ibni mes'ud radıyallahu anh sükût ediyor. anlamadı mı diye tekrar soruyorlar. söze giriş
yapıyor; "bu konuda allah ve rasulünden hiçbir şey duymadım. söyleyeceğim sözler
bana aittir. eğer yanılıyorsam rabbime sığınırım, af dilerim. bu benden ve
şeytandandır. eğer doğru hükmettiysem, rabbimim lütfu ve keremidir. buna
dayanarak söulüyorum." diyor. şimdi biz "bana göre" diye başlayıp bütün dağları
yıkıyoruz. arkasından diyor ki; "bu kadın mehrini tam alır. çünkü evlilik akdi devam
ediyor. mirastan payını alır, çünkü nikahlı zevcesi. vefat iddeti bekler. mehrini kâmil
alır." diyor. bunu söyleyince orada sükût eden birisi daha varmış demek ki. o ayağa
kalkıyor; "vallahi bu hükmün aynını rasûlullah aleyhisselam'ın filanın kızı hakkında
verdiğini duydum." diyor. bu rivayeti aktaranlar; "abdullah bunu duyunca çocuklar
gibi sevindi." diyorlar. bu kadar bilgi birikimine, rasulullah aleyhisselam ‫'ص‬ın yanından
hiç ayrılmayışına ve allah'ın kendisine lütfettiği keskin zekaya rağmen geçirdiği
tereddütü iyi değerlendiriniz. esasen fıkıh bu demek.
dolayısıyla bilen insanın basireti ve değerlendirişi, bu bilgiye sahip olmayan ve bu
takva duygusunu taşımayan insandan dağlar kadar farklıdır. bunu niye söyledim? bir
insan hadis ilmini bilecek. abdullah ibni mesud zihnini kurcalıyor ve bilmiyorum diye
itiraf ediyor. siz o radıyallahu anh gibi binde birini değil, binde 900'ünü
duymadıysanız, ağzınızı tutup oturacaksınız. haliyle hüküm verebilmek için çok ciddi
bir bilgi birikimine ihtiyaç var.
mesela zübeyr radıyallahu anh, aşerei mübeşşeredendir. bahçe suluyor. büyük
münafık abdullah ibni selul'un adamlarından birinin bahçesi de obbahçeye yakın.
yağmur yağmış. zübeyr de çukurda biriken o suları yara yara bahçesine getirmiş
suluyor. bu adam da yanına gelip "bana da ver." diyor. zübeyr de "inşaallah
bahçemi sulayayım, artanını getiririm." diyor. adam da gidiyor rasulullah
aleyhisselam'a "bana vermiyor." diye şikayet ediyor. bunun üzerine rasulullah
aleyhisselam, "zübeyr, kardeşinin bahçesine de su gönder." diyor. yani hissettiriyor ki;
sulama hakkını tamamen kullanma, komşunu da kayır, gönlü kalmasın. ama yandaki
adam suyu hemen istiyor. dönüyor rasulullah aleyhisselam'a diyor ki "halanın oğlu
değil mi?" ömer radıyallahu amh orada değildi diye dua etsin. yoksa ciğerini okurdu.
rasulullah aleyhisselam kızıyor. "zübeyr, duvarlara ulaşıncaya kadar sula, sonra bırak."
diyor. duvar, yani "cedir" ne demek? hurma ağaçlarının etrafında, 4-5 metre
civarında bir havuzcuk vardır. bu havuzun haklaşık 20 cm civarında yükselen o
toprak duvara cedir denir. hurma ağacı da deve gibi su emen bir ağaç. oraya
kadar sula diyor. adam rasulullah aleyhisselam'ın kızdığını anlıyor, susuyor. bu hadiseyi
baştan sona bileceksiniz. başta komşunu gözet diyor, sonra komşunun buna layık
olmadığına şahid olduktan sonra "hakkını bütünüyle kullan." diyor. bu aslında
husumette yerine göre bir hakimin alacağı tavırdır. bu bir sulh yoludur ama icbar yolu
değildir. icbar, şu senin hakkın, şu da senin hakkın diye araya çizgiyi çekersin.
dolayısıyla psikolojiyi, sosyal düzeni bilecek.
-fıkıh ilmi, diğer ilimlerin neredeyse bütünüyle bağlantılıdır. tefsir bilmelidir. rabbimizin
sözlerinde aslında neyi murad ettiğini bilmelidir. akaid ilmini bilmelidir. lisanın
inceliklerine sahip olmalıdır. vurgu ve telaffuzları, bütün incelikleri analayan bir
kapasitesi olacak. bilgisi, zihninde problem oluşturmayacak, kötü düşüncelere sebep
olmayacak. zihinde soru işareti bırakmayacak, ibareleri net olacak. çünkü biz aynı
zamanda fıkhı, tebliğ üslûbu ile de yoğurmalıyız. buna ciddi şekilde ihtiyaç vardır.
seyyid kutub merhum, akideyi vurgular. çünkü insan sevdiği konuda kabullenme,
savunma ve uğruna fedakârlık yapma durumuna gelir. yola ilk önce kendinizi
sevdirerek başlayın. insan bunu, kelimeleri kullanış şekliyle de yapar. misal;
müslümanlar habeşistan'a hicret edince, peşlerinden amr ibni as öncülüğünde bir
grup, necaşi onları kabul etmesin diye geliyorlar. necaşi'nin huzurunda müslümanların
aleyhinde şeyler söylüyorlar. sonra sözü, cafer bin ebi talip alıyor. ve o hıristiyan
topluluğa meryem suresi'ni seçiyor. meryem suresi çok duygulu ve yüklü bir sure.
meryem anamızın çektiklerine, müjdeleninceki şaşkınlığına, hamileliği ilerleyince
insanlardan utanışına, çaresizliğine dikkat çekiliyor. sonra meryem anamız, doğum
yaklaşınca şehri terk ediyor. bir hurma ağacına sığınıyor ve onunla besleniyor. bu
arada yaş hurmanın rahim cidarını güçlendirdiği bilinir.
yalnızlığın kucağında yavrusunu dünyaya getiriyor. sonra, "n'olaydı dünyada
bilinmeyen, adı sanı olmayan bir insan olsaydım." diyor. sonra yarusunu götürürken
onu ilk gören ne diyor? "senin baban iyi bir insandı. annen de asla kötü bir kadın
değildi. sen nasıl böyle oldun?" diyor. sonra biliyorsunuz bebek devreye giriyor. bütün
bunlar aktarılınca, bir salon dolusu insan ağlamaya başlıyor. kısaca cafer radıyallahu
anh'ın son sözlerinden sonra bütün gözler yaşlı, bütün gönüller müslümanlara karşı
meyillidir. niye? dilini ve bilgisini çok iyi kullanmıştır. işte fıkhın bir başka ifadesi bu.
necaşi ne diyor? vallahi ben şu okuduklarınla incil'in aynı kitaptan geldiğine
inanıyorum." amr bin as durmuyor ama. "bunların isa hakkındaki kanaatlerini
söyleyeceğim." diyor. yanındaki arkadaşı insaflı. "bunlar bizim akrabalarımız. bu
cinayeti işletmeyelim. gel ülkemize dönelim." diyor. ama necaşi'ye söylüyor.
orada bulunanlardan biri de ümmü seleme validemizdir. o diyor ki, "ne yapacağımızı
bilemedik. cafer'e sakın söyleme, geçiştir manasında işaretler oldu." diyor. cafer
radıyallahu anh, "ey melik! rasulullah aleyhisselam bize aktarıncaya kadar isa
hakkında hiçbir şey bilmiyorduk." diyor. "rabbimin vahyine höre isa aleyhisselam..."
diye başlıyır. kur'an'daki bütün güzel vasıfları sayıyor. "iffetli ve betül olan meryem
validemizden, babasız olarak dünyaya getirdiği kulu ve rasulüdür." diyor. vurgu, kul
ve rasul vurgusu. bunun üzerine necaşi yerden bir çöp alıyor, onu göstererek, "vallahi
isa sizin dediğinizden şu kadarcık bile farklı değildi. ne yaptıysak biz yaptık." diyor.
bunun üzerine ilim ehli, akidelerine ters diye öksürmeye, necaşiyi ikaza başlıyorlar.
necaşi, "öksürseniz de tıksırsanız da böyle." diyor. işte fıkıh bu, anlayış bu, tebliyi fıkıhla
yoğuruş da bu.
1) bilmek, bildiğini güzel anlatmak. bunu başarmıştır.
2) ayeti kerimeyi doğru seçmiştir. bu millete "senden ne yahudiler ne de hıristiyanlar
razı olmaz." ayeti nazil olmuş olsaydı ve onu okusaydı, bu neticeyi elde edemezdi ya
da "ey kafirler!" diye başlasaydı. onun da yerli yerine oturacağı yerler var. ama
kazanmak, gönülleri almak istiyorsanız ona göre yer okuyacaksınız. neyi nerede
kullanacağını bilen insan, belâgât sahibi olan insandır. bu önemlidir. bir diğer mesele
de tehlike anında, bütün şimşekleri üzerine çekecek olmasına rağmen, hakkı ve
doğruyu iyi bir üslupla söylemek. inadına değil, güzel üslupla. buna günümüzde ne
kadar da muhtacız... 99 kapı döndürüyoruz. bu ilim ehlinde ve ilim ehli olduğunu
sanalarda daha çok var. ilim ehline düşen; bildiğini ve inandığını doğru kelimelerle ve
güzel söylemek, zikzak çizmemektir. o meclisteki sahabelerin sayısı 82 civarındaydı.
dev bir devletin içindesiniz, kaçıp kurtulacak yer yok ama buna rağmen orada
bulunan 80 civarında insan, hakikatten korkmuyor, dile getiriyor. üstelik zararlı değil
kârlı da çıkıyorlar. bugün biz, kendi öz yurdumuzda daha mı çaresiziz? bu ülke
"allahuekber!" sedâlarıyla fethedildi. semasından allah'ın yâdı silinmeye çalışıldı,
silinemedi elhamdulillah. bu zikzakları çizmeye neden ihtiyaç duyuyoruz? ikide bir bizi
ya iran'a gönderiyorlar ya da arabistan'a. siz cehennem olun gidin nereye
gidiyorsanız. ve biz allah'a hamd olsun intikamcı da değiliz. rasulullah aleyhisselam ‫ص‬
intikam almadı. bu ülke allahuekber denilerek, uğruna namaz kılanların ve allah'ın
emrine sadâkât gösterenlerin şehîd düşe düşe fethettiği bir ülkedir. bu ülke bizimdir,
kimseye vermeyiz, inşaallah geri kalanı da alırız. ama ilk önce buna layık olmamız,
kendi ahlakımızı düzeltmemiz lazım. duygu ve düşüncelerimizi iyi kelimelerle ifade
etmemiz lazım. islam'ın bizden ne istediğinin şuurunda olmamız lazım. bu yüzden hem
anlamak, hem de anlatmak için iyi bir dil kabiliyetine ihtiyacımız var.
tabii bunun yanında islam tarihinin çok iyi bilinmesi lazım. orada numuneler var
çünkü.
-ezcümle fıkıh, bütün bilim dallarını ilgilendirir. ama bir fakihin her ilmi bilmesi mümkün
değildir. ama ne yapacak? konu tıp ise, allah korkusu olan bir tabibe soracak. yerine
göre bir ilmin bütününü bilmek zorundadır, yerine göre de o ilme mütehassıs insanları
nasıl yönlendireceğini, onlardan gelen bilgileri nasıl değerlendireceğini bilmek
zorundadır.
3. Ders -Fıkıh İlmimin Tarihi, Fıkıh İlminin Doğuşu-
-usûl-ü fıkha belli bir giriş yapmıştık. onu tamamlayıcı sözlerimizi konuşacağız.
-kur'an'daki emirler çok defa tafsilatlı gelmez. hikmete binaen gelir. ayetle nasıl amel
edileceği ve izahının öğrenilmesi gerekir. rasulullah aleyhisselam ‫ص‬,ayetleri haber
vermekle mükellef olduğu gibi izah etmekle de mükelleftir. çünkü böyle olmasaydı,
nasıl namaz kılacağımızı, nasıl oruç tutacağımızı, nasıl zekat vereceğimizi bilemezdik.
mesela abdestle ilgili ayette, belli oranda izah var ama namazla ilgili ayeti
kerimelerde neredeyse hiç izah yok. "namazı hakkıyla edâ edin." birçok yerde var.
ama rükûyu şöyle yapın, şöyle tekbir alın, şöyle kıraatte bulunun diye hiç yok. rükû,
secde, kıraat ifadeleri, dağınıklığı toparlarsak ortaya çıkıyor ama bu namazın bütünü
içerisinde nasıl tatbik edilecek, bunu bize rasulullah aleyhisselam ‫ ص‬anlatıyor. "zekatı
verin." buyuruluyor. zekat nasıl verilir, nelerin zekatı verilir, nelerin zekatı verilmez,
neyden ne kadar verilir, bize rasulullah aleyhisselam ‫ ص‬öğretiyor. dolayısıyla her şey
kur'an'ı kerim'de açıklanmaz. yoksa böyle ezberlenemezdi, bu şekilde namazlarda
okunamazdı, nadir insan hafızasında tutabilirdi, hafızasında tutan belki de kalmazdı.
ama rabbimiz, şüphesiz bizi bizden iyi biliyor, kudretimizi iyi biliyor.
-rasulullah aleyhisselam ‫ ص‬gittikten, din kemâle erdikten sonra, sahabeler ciddi
şekilde kendilerini boşlukta hissettiler. sevip bağlandığınız, tüm problemlerinizi çözen
bir insanın kaybını düşününüz. bu büyük bir kayıptır. hele de son dönemlerinde
müslüman olanları düşünün. rasûlullah aleyhisselam ‫'ص‬ın bir amcaoğlu var; ebu
süfyan. -ebu cehilden sonra müşriklerin reisi olan ebu süfyan değil- gençliğinde
rasulullah aleyhisselam ‫'ص‬ın yanından ayrılmayan bir insandır. ama eliyle, diliyle
müslümanlara çok zarar verenlerden olmuştur. yıllar yılı böyle devam etmiştir. mekke
fethine yolculuk esnasında müslüman olmuştur. islâm oluşu gerçekten ibretliktir.
huneyn gazvesi hicrî 8. yılda olmuştur. o gazvede her şeyi göze alarak rasulullah
aleyhisselam'ı savunan kişidir. bu cihadın arkasından her şeyini ortaya koyunca,
efendimiz aleyhisselam, "inşaallah hamzam olursun." diyor ona. bu cümleye çocuk
gibi sevinmiştir. ama iki yıl içinde rasulullah aleyhisselam ‫'ص‬ı kaybetmiştir. ondan sonra
dalgın dalgın gezdi, diyorlar. bu aziz insan, ölmeden önce gitmiş, ali radıyallahu
anh'ın ağabeyi akîl'den kabir yeri istemiştir.
cennetu'l bakî'ye bakıyor kabri. kendi kabrini kazmıştır. uzun uzun bu kabri seyretmiş
ve iki gün sonra da vefat etmiştir. tarihe "kendi kabrini kazan adam" diye geçmiştir.
buna benzer nice hatıralar yaşanmıştır.
-ilmen de yaşanmıştır. soracak kimse yok. bu sefer bazı sahabeler belirginleşiyor. ali
radıyallahu anh, ömer radıyallahu anh, abdullah ibni mesud radıyallahu anh, ebu
ubeyde bin cerrah radıyallahu anh, muaz ibni cebel radıyallahu anh gibi. kimisi
rasulullah aleyhisselam ‫'ص‬dan hatıraları iletiyor, kimisi de o hatıraların içinden
süzülmüş ahkâmı öğretiyor. ömer radıyallahu anh bu eksikliği bildiği için, çevresindeki
ilim halkasını hiç dağıtmamıştır. abdullah ibni mesud radıyallahu anh'ı ırak'a
göndermiştir. gönderirken diyor ki, "en az sizin kadar benim de ona ihtiyacım var.
ama sizi tercih ediyorum." çünkü ırak yeni fethedilmiştir. oraya islam'ı öğretecek,
yaşamasıyla örnek olacak ve oradaki problemleri çözebilecek bir insan lazım. ırak,
birçok medeniyetin gelip geçtiği yerdir. orada doğru veya yanlış bir kültür birikimi
vardır. bunları teker teker ayıklayacak, islam'ı gerçek mânâda temsil edecek, kıvrak
ve bilgi dolu bir beyine ihtiyaç vardır. ömer radıyallahu anh, oraya vali olarak ammar
radıyallahu anh'ı göndermiştir. oldukça cüsseli bir insandır. cüssenin idarecilikte tesiri
vardır. abdullah ibni mesud radıyallahu anh ise küçük yapılı biridir. valilik ayrı bir konu,
ilim ayrı bir konu. dolayısıyla ikisini beraber gönderiyor ve abdullah radıyallahu anh,
gerçekten de ırak'ın gönlünü fethediyor. kûfe'nin mescidi o zamanlarda ağzına
kadar ilim talebesiyle dolmuştur. yetmemiş, abdullah radıyallahu anh'ın evi de
dolmuştur. o da yetmemiş, ek medreseler açılmıştır. abdullah radıyallahu anh
kendisini bekleyen insanları görünce çok defa, "siz kalbimin cilasısınız, siz gözümün
nûrusunuz." demişliği vardır. ardında dört bin kişilik bir ilim ordusu bırakmıştır. bu dört
bin, alim seviyesindeki talebelerin sayısıdır. bir yandan da muaz bin cebel vardır. ne
yazık ki 34-38 yaşları arasında vefat etmiştir. onunla ilgili tabiinden biri şöyle diyor;
"şam'da mescide girdim, genç bir insan vardı. büyük sahabeler müzakere ediyorlardı.
işin içinden çıkmak için o gence soruyorlardı. o kadar güzel izah ediyordu ki üzerine
hiçbir söz söylemiyor, o ne derse kabul ediyorlardı. her sözü birbirinden güzeldi.
dayanamadım sordum, "bu genç kim?" "muaz'dır bu. tanımıyor musun?" dediler."
diyor. böyle nice sahabeler vardı, şehîd oldular. abdullah radıyallahu anh'ın
talebelerinden en zirvesi kimdi denilse, alkame ibni kâus'tur deriz. çünkü abdulllah
radıyallahu anh'ın onun hakkındaki sözü, "ben ne biliyorsam onu bilen insandır."
olmuştur. alkame'nin talebeleri arasında da devre damgasını vuran, ibrahîm en'nehâi
vardır. hâlen de fıkhından, ilminden istifade etmeye devam ediyoruz. onun en gözde
talebesi de hammâd ibni süleyman'dır. hamâd'ın en meşhur talebesi de ebu hanife
rahimehullah'tır. bir taraftan bu silsile devam ediyor, önür taraftan yedi zirve mdine
fakîhi var. içlerinden en belirgin olanı, said ibni müseyyeb'tir. böylece sahabeden
sonra, tabiinde ilim olarak daha büyük patlamalar yaşanıyor. kendisini fıkıha, hadise
ayıranlar oluyor.
-ibrahîm en'nehâi devrinden devam ediyoruz. ebu hanife'nin devrini ayrıca
göreceğiz ama onun öğrencilerinden bir tanesi kimdir? imam muhammed'dir. o kim?
imam şafii'nin hocasıdır. imam şafii'nin talebelerinde birisi kim? ahmed bin hanbel'dir.
dolayısıyla bu zincir birbiriyle bağlıdır. medine halkasının devamı da imam malik'tir.
imam malik, iki silsileyi birbirine bağlıyor. hem imamnmuhammed, imam malik'ten
ders okumuştur, hem de ebu yusuf ders okumuştur. aynı zamanda imam
muhammed'in talebesi olan imam şafii de ders okumuştur. zincirler kenetli.
-ebu hanife baştan fıkhı taramaya başlıyor. talebelerinin içinde bir hayli muhaddis,
kurra vardır. onların bilgi birikimiyle tarıyor. 'şöyle bir konu var, bu konu hakkında
mesele var, bu meseleyle ilgili bildikleriniz nelerdir?' ayet bilenler, hadis bilenler...
böyle böyle müzakereler ediliyor, kanaatler ortaya dökülüyor, bunlar yoğuruluyor
yoğuruluyor yoğuruluyor; "o hâlde bu meselenin hükmünün şöyle olması gerekmez
mi?" evet diyorlar. karara bağlanıyor. "o zaman yaz." diyor imam muhammed'e.
mesela “ ”‫ البيعان بالخيار ما لم يتفرقا‬yani alılveriş yapanların birbirlerinden ayrılmadan kabul
ve red hakları vardır. birçok ilim ehli, bedenin bedenden ayrılması, satma akdi verilen
yerin terk edilmesi mânâsında anlıyor. ebu hanife bu hadisin müzakeresinde ne
diyor? "ya ikisi bir kayıktalarsa? bırakıp gidemez. o zaman bu konuyu bitirip bir başka
konuya intikal etmek olsa gerek." diyor. yani sen malı sattın, ben parasını verip aldım,
dolayısıyla meselemiz bitti. ayrılmak budur, diyor. ahmed bin hanbel ne diyor?
"bedenlerin birbirinden ayrılmasıdır. ama kayık gibi dar bir yerde değilseler." diyor.
ebu hanife'den ağzı yanmış. böyle müzakereler yapılıyor. bir fıkhın tahlili böyle ortaya
çıkıyor. böyle kararlara bağlanarak hükümler yazılmıştır. bu yüzden -bunu unutmayınhanefi mezhebine, şûrâ mezhebi de denmiştir. sadece ebu hanife'den çıkmamıştır.
ebu hanife'nin üslubuyla, talebeleri ile tartışarak çıkmıştır. (bu konuyla ilgili,
muhammed zâhid el kevserî'nin, nass burrâye isimli kitabının baş kısmında 64 sayfalık
bir makalesi vardır. son derece önemlidir.) yine bir meselenin günlerce sürdüğü
oluyor. günler sonra karara bağlanıyor. karara bağlanınca hep bir ağızdan tekbir
getirirlermiş. camiden tekbir sesleri yükselince, ebu hanife ve talebeleri bir konuyu
daha karara bağladılar diye gündeme gelirmiş. böylece kayıtlara geçiyor. o
zamanlarda da yazı bilen az, bilse de kağıt bulmak zor. bu kaydı tutan, imam
muhammed olmuştur. babası varlıklıdır, ilim seven bir insandır. ve varlıklı oluşunun ilme
ciddi tesiri görülür. ebu hanife'de de aynı tesir vardır. yetim olan ve çıraklık görevini
bırakıp ilim halkasına katılan ebu yusuf'a burs vermiştir. ebu yusuf, dersten eve
dönerken, ebu hanife rahimehullah eline yevmiyesini vermiştir. ebu hanife, varlığını
çok iyi kullanan birisidir. onu hadis, fıkıh, hatta akide konusunda tenkid eden çok
olmuştur. ama ebu hanife'nin ticareti konusunda, aleyhine söylenmiş tek bir söz
duymuyoruz. ticaret, yerinde yapılırsa izzetli ve şerefli bir meslektir. tekrar söylüyorum;
ebu hanife varlıklı bir insandır. hasmı, düşmanı bile ticareti konusunda en küçük leke
sürecek tek bir söz söylememiştir. böylece fıkıh, sadece bilgi birikimi olarak değil,
raflardaki yerini de almaya başlamıştır. kitap halindedir diyemiyorum. artık ilimde, "şu
bölüm nerede olmalı? ibadetler bölümünde." ibadetler bölümü, bütün fıkhî
meseleleri çözülmüş olarak dolmaya başlamıştır. bu çok kıymetlidir. diğer ilim ehline
çok ciddi bir yol göstermiştir. tabii bundan önce de aynı konudaki birikimler, genel
fıkhın birikimlerini hazırlamıştır. onların hakkını da unutmamak lazım. onların bilgisinin
üzerine konuluyor.
dolayısıyla ilk gayret eden insanlar, sonraki nesle büyük hizmet etmişlerdir. ve belki de
bu konuda en çok acir alanları, ebu hanife rahimehullah'tır. o, fıkhı bütünüyle ele
almıştır. bu yüzden imam şafii rahimehullah, "hepimiz fıkıhta ebu hanife'nin îyâdıyız
(çocuğuyuz)." der. böylece birbirlerine olan hürmetlerini dile getirirler.
-böyle böyle fıkıh, daha hicrî ikinci asırda yerli yerini bulmuştur. ama asıl hayret
edilecek şey şudur; o ayetlerin içinden fıkhı anlamaya çalışıyorsunuz, bakıyorsunuz ki
bir cümleden keffaret hukuku çıkıyor, veda hutbesinde geçiyor, yûsuf aleyhisselam
"ben size kefilim." diyor ayeti kerimede, bunun içinden keffaret hukuk sistemi çıkıyor.
bir bakıyorsunuz cinayet hukukunun detayları çıkıyor. araştırıp içerisinden süzünce,
dev gibi bir hukuk sistemi; yaşanan hadiselerden, ayetlerden, hadislerden ortaya
çıkıyor ve içerisinden süzülüp kitaplardaki yerini alıyor, raflardaki yerini alıyor. peki bir
hadise çıktı ama kitaplarda yok. bu sefer onunla ilgili taramaya başlıyorsunuz. bu
emekler yoğrula yoğrula ve bir araya gele gele, bir hukuk sistemi oluşturmuştur. buna
emeği geçen her alim, fazilet sahibi olarak ecir kazanmıştır. sistematik bir hâle
gelmiştir. bu, binanın kurulma evresidir. donanma ve kemâl bulma devri, bundan
sonra yaşanmıştır.
-günümüzde şöyle bir durum var; içtihad yapan kalmadı. ciddi bir bilgi eksikliği var.
içtihad kapısı da bazılarının iddia ettiği gibi kapanmış bir kapı değil. ama içtihad
edecek o bilgi birikimine de hâlâ ihtiyaç var. ebu hanife'nin devri geçti diye,
müçtehid olmanın şartları aşağı inmedi. hâlâ o birikime ihtiyaç var. o birikim olmadan
ortaya çıkan içtihad iddiası, batıldır. bir insan, bildiğinin son raddesiyle, önüne nassları
koyarak taramalıdır. kendi seviyesindeki ilim ehliyle bir karara varmalıdır. çünkü
çözüm bekliyor mesele. bir meseleyi çözüyorum demek; bu insanı, kendisinden daha
yüksek seviyede bir ilim ehli olmadığı için müçtehid seviyesine çıkarmaz. bir şey daha;
kesinlikle karara bağlanmış meselelerde, sanki hiç içtihad edilmemiş gibi yeniden
masaya yatırmanın da bir mânâsı yoktur, doğru da değildir. ilk duvarı yapanın
tecrübesini hiçe sayıyorsunuz. bu ahmaklıktır. onların verdiği bilgi birikimi, bize daha iyi
duvar örme imkânı sağlamalıdır. onları hiçe sayarsanız, hiç ileriye gidemezsiniz. teknik
imkanlarla o bilgi birikimini yoğurursanız, o zaman ufuk bulursunuz.
-fıkıhla ve hadisle ilgili eserler yazılmıştır. imam ebu yûsuf'un, ilk defa usûl-ü fıkıhla ilgili
kitap yazdığı kaynaklarda vardır. ama böyle bir kitaba rastlanmamıştır, bize
ulaşmamıştır. bağdat baskını sırasında yakılan ve nehre atılan binlerce kitap arasında
mıydı, nasıldı bilmiyoruz. ama ilk önce usülle ilgili eser yazıp kaleme alan ve bize
aktaran, imam şafii rahimehullah'tır. er'risâle kitabıdır. bize ulaşan ilk kaynaktır. dört
bölümden oluşur.
1) şer'î kaidelerdir. vacip, haram, helal neye denir, usulde kullanılan kaideler nelerdir,
bunun hakkındadır.
2) şer'î delillerdir. hangileri kitap, sünnet ve icma hakkında ciddi bilgi verir, bununla
ilgilidir.
3) şer'î delillerden hüküm çıkartma yollarıdır. bununla ilgilidir.
4) müçtehid ve içtihadın tarifiyle ilgilidir. bu dört temel üzerine kurulur. ama usûlü fıkıh,
bunlardan ibaret değildir. diğer konularla ilgili daha sonraki kitaplarda bilgiler var.
âmidî'nin, el ahkâm diye bir usûlü fıkıh kitabı var. imam şafii'nin risalesinden daha çok
kemâl bulmuş ve şimdi okutulacak olsa tercih edilecek bir kitaptır. ama ne el ahkâm
ne de diğerleri, er'risâle'den daha değerli bir kitap değildir. çünkü yol gösteren odur.
-suyûtî, şafiidir. kitabının ön tarafında bir şey anlatıyor. "bu konuda ilk eser yazan,
maveraü'n nehir alimlerinden filandır." der. adamcağız, belli kaideler hâlinde fıkıh
toplamaya çalışıyormuş. bunu da beyit hâline sokuyormuş. böylece temel 17 kaide
oluşturmuştur. kördür, zihninde yazıyor ve zihninde tartışıyordur. sorana da
söylemiyormuş. belki henüz netleşmedi diyedir. bu adam, akşamları cami boşaldıktan
sonra orada beyitleri tekrar edermiş. birisi de camiinin içinde, bir hasırın içerisinde
kendini yuvarlıyor. bu alim de beyitleri baştan sona tekrar ediyor, müzakerelerde
bılunuyor. hasırın içindeki adam soğuk olduğu için üşüyor ve öksürüyor. âmâ
hocaefendi de bunu yakalıyor ve temiz bir dayak atıyor. sonra da kapıya atıyor ama
bir bölümünü de ezberleyerek gitmiş. daha sonra şafiiler o ezberlenmiş olanları
geliştiriyorlar. el eşbah ve'n nezâir, bunun üzerine kuruludur. böyle böyle dallanıp
budaklanmaya başlamıştır.
-sonraki dersimizde zikrettiğimiz iki metodun üzerinde duracağız inşaallah.
4. Ders -Tabiiler Dönemi Fıkıh/ Müçtehidler, İmamlar Dönemi Fıkıh-
-aziz sahabelerin kıvrak zekalı olanlarının, fıkhî açıdan belirginleşmeye başladığını
söylemiştik. ömer radıyallahu anh'ın, ebu ubeyde bin cerrah radıyallahu anh için,
"eğer o hayatta olsaydı, şüphesiz hilafeti kime bırakacağım endişesiyle gitmezdim."
diyor. çünkü enu ubeyde radıyallahu anh, ümmetin emini idi. rasulullah aleyhisselam
‫ ص‬böyle buyurmuştu. ebu ubeyde radıyallahu anh'ı tarif edenler diyorlar ki, "çok zarif
bir insandı. sanki zarif, ince, uzun, çifte su verilmiş, sağlam, çelikten yapılmış bir kılıca
benzerdi. zarif ve kibardı ama savaş meydanında fırtına gibiydi. hızına ve zekasına zor
yetişilirdi. kolay kolay eğilmez, sarsılmaz bir insadı." diyorlar. bedir savaşında önüne
çıkılmaz bir insandı. ama birisi durmadan onu takip ediyor. yolunu kesmeye çalışıyor.
ve ebu ubeyde radıyallahu anh, onunla karşılaşmak istemiyor. en sonunda adam,
sağ sol zikzaklarla ebu ubeyde radıuallahu anh'ı sıkıştırıyor.
köşeden fırlıyor ve önündekileri dağıtıyor. öyle bir an geliyor ki adam heçit vermiyor
ve kıpırdayamadığı bir noktada süratle kararını veriyor, önündeki adamı yere seriyor.
bu şahıs, ebu ubyde bin cerrah radıyallahu anh'ın öz babasıdır. mücadele suresi'nin
ٰ ْ ‫اّٰلل َوالْ َي ْو ِِّم‬
22. ayetinin nüzül sebebi olarak bu hadise gösterilir. " ‫ن‬
ِْ ‫الخِّ ِِّر ي ََُٓوادُّونَِ َم‬
ِّ ‫ل ت َِّجدُ قَ ْومِا ً يُؤْ ِّمنُونَِ ِّب ه‬
َِ
َٓ
ٰ
ٰ
َٓ
ُ
ُ
ِ‫الي َمانَِ َواَي َدهُ ِْم بِِّ ُروحِ ِّمنْهُِ َويُ ْدخِّ ل ُه ِْم َجنات‬
۪ ْ ‫َب ف۪ ي قُلوبِّ ِّه ُِم‬
َِ ‫يرتَ ُه ِْم اُ ۬ولئِّكَِ َكت‬
َِ‫َحَٓادِ ه‬
َ ‫للا َو َرسُولَهُ َولَ ِْو كَانُوا ابََٓا َءهُ ِْم اَ ِْو اَبْنََٓا َءهُ ِْم اَ ِْو اِّ ْخ َوانَ ُه ِْم اَ ِْو‬
َ ‫ع ۪ش‬
ْ
ْ
ْ
َ
ْ
۪‫د‬
َ
َ
/ َِ‫للا هُ ُِم الْ ُمفْ ِّلحُون‬
ِّ ‫ب ه‬
َِ ‫ل اِّنِ حِّ ْز‬
ََِٓ َ‫للا ا‬
ِِّ ‫عنْهُِ اُ ۬و ٰلَٓئِّكَِ حِّ ْزبُِ ه‬
‫ُوا‬
‫ض‬
‫ر‬
‫و‬
ِ
‫م‬
‫ه‬
‫ن‬
‫ع‬
ِ
‫للا‬
ِ
‫ي‬
‫ض‬
‫ر‬
‫ا‬
ِ
‫ه‬
‫ي‬
۪‫ف‬
َِ‫ين‬
‫ل‬
‫َا‬
‫خ‬
ِ
‫ار‬
‫ه‬
‫ن‬
‫ال‬
‫ا‬
‫ه‬
‫ت‬
‫ح‬
‫ت‬
ِ
‫ِّن‬
‫م‬
‫ي‬
‫ر‬
‫ج‬
‫ت‬
Allah’a
ve
ْ
ْ
ِّ ُ َ
َ
۪
َ َ ْ ُ َ ُ ‫َ َ ِّ َ ه‬
َ ِّ
âhiret gününe iman eden bir topluluğun, Allah’a ve peygamberine düşmanlık eden
kimselere -babaları, oğulları, kardeşleri yahut diğer akrabaları da olsa- sevgiyle
bağlandıklarını göremezsin. İşte Allah bu müminlerin kalplerine imanı nakşetmiş ve
onları katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları -orada ebedî kalmak üzere- altından
ırmaklar akan cennetlere yerleştirecektir. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da
O’ndan razı olmuşlardır. İşte onlar Allah’tan yanadırlar; iyi bilinmeli ki kurtuluşa erecek
olanlar da Allah’tan yana olanlardır!" bu ve rasulullah aleyhisselam'ın sözü yanyana
gelince, davayı hiçbir şeye tercih etmemesi açısından herhalde, ömer radıyallahu
anh için ayrıca sevimli olsa gerektir.
-tabiiler bu insanların arasında yetişmişlerdir. rasululla aleyhisselam ‫'ص‬ı gören gözlerin
arasında yetişmişlerdir. ömer radıyallahu anh'ın, sonraki yıllarda verdiği emirlerden biri
de şudur: "rasulullah aleyhisselam'ın sahabeleri hiderek azalıyor. onları koruyun. hatta
mümkünse dikenli yoldan bile yürütmeyin. bu ümmetin onlara ihtiyacı var." diyor.
-gönüllerindeki kirleri çok çabuk temizleyen, yerini doğru bilgiyle dolduran bir yapıları
var. mesela bilâl radıyallahu anh, inandığı dava uğruna en fazla ezâ çekenlerdendir.
müslüman olduktan sonra sürekli izzet ve ikram görmüştür. mü'min kardeşlerinin
sıcaklığını duyarak yaşamış, islâm ona şeref getirmiştir. bir gün, aziz bir sahabeyle
(ebu zerr radıyallahu anh) -adını bilerek söylemiyorum- farklı bir görüş beyan
etmişlerdir. ikisi de fikrinden vazgeçmiyor. en sonunda karşıdaki sahabe radıuallahu
anh, bilâl radıyallahu anh'a "uskut, yebne's sevdâ! / sus, siyah kadının oğlu." diyor.
bilâl radıyallahu anh, o güne kadar mü'min kardeşlerinden böyle bir söz duymamıştır.
bu söz çok ağrına gitmiştir ve evine dönmüştür. karşıdaki sahabe de pişman olmuştur.
bilâl radıyallahu anh durjnı rasulullah aleyjisselam'a iletmiş, o sahabeyi yanına
çağırmış ve "sen, kendisinde cahiliyyenin iğrenç kokusu bulunan bir insansın." demiştir.
rasulullah aleyhisselam ,‫ ص‬onun bu sözünden çok, ifade ettiği mânâya kızıyor. ama
bu insan, davaya jüsmüyor, kırılmıyor ve bilâl radıuallahu anh'ın kapısını çalıyor. bilâl
radıyallahu anh kapıyı açtığında, "sus siyah kadının oğlu!" diyen sahabe, o başı bilâl
radıuallahu anh'ın eşiğine koymuştur. "n'olur bilâl... sana bunu söyleyen bu ağıza
basmadan, bu kapıdan çıkma." diyor. bilâl radıyallahu anh, kucaklayarak kaldırmak
istiyor. "bu ağız dersini almalıdır. yemin ettim bilâl, bana bunu çok hörme." diyor. bilâl
radıyallahu anh hafifçe ayağının altını dokundurmuştur, kalkıp kucaklaşmışlardır ve
mü'mince gözyaşı dökmüşlerdir. hatada inat etmiyorlar, tamir etmesini, tevbe
etmesini biliyorlar. biz beşeriz. basit bir hadise olsa, birbirimizi silmeye çalışırız. hayır;
yaraya yara açmamalı, yarayı tamir etmenin güzelliği ve olgunluğu yaşanmalıdır.
bunun için rasulullah aleysselam "‫ص‬,asırların içinde en hayırlı asır; benim asrımdır, asrı
saadettir. daha sonra onun ardından gelenler, daha sonra onun ardından
gelenler..." diye devam ederek buyuruyor. bu ahlakı koruyanlar, şüphesiz ki insanların
en hayırlılarıdır. bu insanlarda hem güzel ahlak, hem de ilim düşkünlüğü vardır. işim
aşkı, birbirine sirayet eder.
bir yerde ilim aşkı ve ilim rekabeti var ise bu, orada bulunanlara da yansır. bir yerde
gevşeklik var ise, o mecliste gevşeklik hakim olur. o yüzden bir insanın, gayretlilerin
içine karışmasında hayır vardır. tevbe eden insanlara en son ne tavsiye ediliyor?
tevbe ettin, hâlini düzelt, bir de hayırlı insanların yaşadığı bir beldeye göç et.
kötülükten kopmak istiyorsan, çevrendeki dostlarını da sağlam tutmalısın.
-sahabe devrinde de tabiin devrinde de hem islam'ı yaşayış, hem de öğreniş gibi
ciddi bir gayret vardı. bu birçok ilim ehlinin yetişmesine hizmet etmiştir. dolu dolu bir
devirdir. çok büyük alimler çıkmıştır. ama hâlâ usûl-ü fıkıh çıkmamıştır. o günlerde
metoddan ziyade, allah ve rasulü ne buyuruyor, bu hadisenin geçmişte örneği
yaşandı mı, biz bunun hakkında ne hüküm verebiliriz; bütün bunlar müzakere ediliyor,
orataya hükümler konuluyor ve bu hükümler birikerek bir milletin gelecek kültürünü,
kanun ve nizamlarını oluşturmaya başlıyor. tabii devrinde bu bir adım daha öne
çıkmıştır. çünkü bir de kararlar çıkmaya başlamıştır. yani hükmü kenara koyuyorsunuz,
bu hükmün illeti nedir, üzerine nina edildiği asıl sebep nedir, onu bulma çalışması
başlamıştır. çünkü bunun önemi hissedilmiştir. " ‫فيهي األصل‬/aslı şudur" diye başlıyorlar,
ana kaide şudur diyerek adını koyuyorlar. hükmü buluyorlar bir de hükmün dayandığı
sebebi buluyorlar. mesela; içki yasaktır. içinde alkol olduğu için yasak olabilir,
üzümden yapıldığı için yasak olabilir, şu kadar süre bekletildiği için yasak olabilir.
bunları ayıklıyorlar ve sonunda o aslı buluyorlar; sarhoşluk vermesidir diyorlar.
rasulullah aleyhisselam ‫'ص‬ın hadisini de alıyorsunuz, "çoğu sarhoş edenin azı da
haramdır." diyorsunuz ve ortaya ne çıkıyor? bunun asıl illeti, kişiye sarhoşluk vermesidir,
diyorsunuz. bir nizam kuruyorsunuz. tabiiler devrinde, giderek müçyehidlerin çıkmaya
başladığı devirde bunlar yapılmaya başlanmıştır. ebu hanife ve imam malik'in
devrinde de bu üslubla devam edilmiştir.
-yukarıda zikrettiklerimiz, giderek usul ilminin çıkışına sebep olmuştur. bu yüzden
hanefiler, fürûğdan usûle giderler. daha sonra kaideden fürûğa gitme ortaya
çıkmıştır. böyle bir bilgi birikimi olunca, sonraki yıllarda gelenlerin, daima önceki
yıllardakine kuşbakışı bakmak, onların istifade ettiği şeylerin üzerine bilgi bina etme
kolaylığı vardır. imam şafii bunu yapmıştır. o bilgi bieikimiyle er'risale'yi yazmıştır. bu
sefer; ilk önce fıkhın ana kaidelerini tespit edelim, bu kaidelere göre ayet hadis nasıl
anlaşılır, bir meseleye nasıl bakılır, bunun prensibini ortaya koyalım anlayışıyla hareket
edilmiştir. bu şekilde gelişen usûlü fıkıh metoduna; mütekellimîn metodu diyoruz.
külden cüze olan üslup kullanılmıştır. bu usulde prensip, ilk önce kaideyi yakalamaktır.
"ameller niyetlere göredir." alın size kocaman bir kaide. bunın sınırları nedir, nerelerde
olur, nerelerde olmaz, biz niyetleri nasıl biliriz, bütün bunlarla kesişmesi lazım. ama bu
tek başına bir kaidedir. daha önce yine paylaştığımız bir hüküm var; "kim bir
müslümanın önceden elinin ulaşmadığı bir şeye, diğerlerini geçerek ulaşırsa o
onundur." bu hürriyet nereye kadardır? rasıljllah aleyhisselam ne diyor? "eğer bir su
kaynağının başındaysanız, kovanızı dolduracaksanız, yanınıza bir mü'min kardeşiniz
gelmişse, önce onun kovasını dolduruverin veya kuyudan çektiğiniz suyu kendi
kabınız yerine onun kabına boşaltın. bu bir mü'minin, mü'mine iyiliğidir." diyor.
bu insan sizi sokakta görse ne düşünür? bana iyilik eden dostum, diyecektir. selamınızı
daha candan alacaktır. oradaki iyilik duygusunu harekere geçirdiniz. ama onunla
yarış edip önüne geçtiyseniz, selamınızı sönük alavaktır. belki de almak zorunda
kalacaktır. ondaki inatlaşma ve hasetleşme damadını harekete heçirmiş oldunuz. iyi
etmediniz. kısaca bir mü'min; helaliyle, mekruhuyla, teşvik edilen ecriyle hareket
edecek. istenen budur. bu hadis bir kaide ve hükümdür. bunu besleyen hükümler de
görüyorsunuz. bir hüküm nizamı çıkıyor.
-hadiste ne diyor? "iddia eden, iddiasını ispaylamak zorundadır. delili o getirmelidir."
yani, davacı davasını ispata mecburdur. bu olduğu gibi hadisin tercümesidir.
bugunki hukukun temel prensiplerinden biridir. hukuka şeriat karışmış, yiğitse
çıkartsınlar :) ama öyle bir durum oldu ki davasını ispat edemedi, durum ciddi.
gerekirse hakim, inkar konumunda olan kişiyi yeminr çağırabilir. yemin celseleri, islam
mahkemelerinde en ağır celselerdendir. bunun için rasulullah aleyhisselam, "delil öne
sürmesini bilen, iyi yönlendiren kişi; başka kardeşinin hakkını almış olabilir. içinizden
birisi davasını çok iyi dile getirmiş olabilir ve ben bundan dolayı onın hakkını
başkasına vermiş olabilirim. siz böyle bir sebeple kardeşinizin hakkını almışsanız, biliniz
ki bu avcunuzda bir kordur. kardeşinize hakkını iade edin." diyor. insanoğlunun bu
noktada , adaletine inandığı hıkuk sistemi ile imanın gereği aynı noktada buluşmalıdır
ki adalete yardımcı olsun.
-müyekellimin usulünde umum ifade şöyle; emir gelmişse, birinci dereceden farziyet
ifade eder. ondam sonra gele ayet ve hadislere bu gözle bakmışlardır. emir gelmiş
de bunun istisnası kullanılmışsa, "şu sebepten bu emir vücub ifade etmez." demişlerdir.
misal; "siz ihramdan çıktığınız zaman avlanın." diyor. buna vücub ifade ediyor dersek,
ihramdan çıkan herkesin silahını alıp ava gitmesi lazım. "hayır, bu avlanabilirsin
manasında." diyorlar. bu vb. kaideleri kayda geçiriyorlar ve artık fıkha bu gözle
bakmaya başlıyorlar. bu devrede hanefilerim usulü oluşmaya başlıyor. hadislerden
genel kaide çıkartmak yerine, önceki alimler şu şöyle olur, bu böyledir, dediler ya;
onları nizama sokuyorlar, onun içerisinden bir usul sisyemi çıkarıyorlar. bu ikinci
sisteme, "usulül fukaha" deniyor. hanefiler, sanki konuşulan dilden kaideler çıkarıyorlar.
diğerleri ise sonradan dil öğrenenler gibi, yüklem nereye konur, özne nereye konur
şeklinde bir metod izlemişlerdir. geçmiş alimlerden birinin metnini olduğu gibi
okuyorum, ibni haldun'un mukaddimesinden: "bu alanda ilk kitap yazan insan, şafii
rahimehullah'tır. bu konuda meşhur olan risalesini kayda geçirtti. daha sonra bu
konuda hanefi alimleri kiyap yazmaya başladılar. bu kaideleri tek tek elden
geçirdiler, söyleyecek sözü de oldukça genişlettiler. aynı şekilde mütekrllimin alimleri
de bu konuda kitap yazdılar." daha önce de söyledik, sonradan bu kaidelere
füruğata gitme, yani mütekellimin metodunu maliki ve hanbeliler de benimsemiştir.
"ancak fakihlerin (hanefilerin) kiyapları, bu konuda fıkha daha yakındı. fürup ilmine
daha uygun düşüyordu. çok misal olması sebebiyle birçok fıkhî incelik, kaideler
üzerine bina edilmiştir. örneğini o kigaplarda görüyorsun. mütekellimin alimleri ise, fıkhî
konudaki bu meseleleri tecridnediyorlardı. daha çok aklî istidad usulünü kullanıyorlar.
çünkü ruttukları yolun, mümkün mertebe gereği budur.
bu yüden hanefi alimlerinin, usulü fıkıhta oldukça elleri uzundur." yani birçok
meselenin inceliklerine aklı sarıyor, hatta arapöada cömertlik manasındadır. hatta
rasulullah aleyhisselam; "içinizden bana ilk kavuşacak olan, eli en uzun olanınızdır."
diyor hanımlarına. aişe validemiz de "biz onun zahir manasını aldık. bir duvara döner,
hepimiz ellerimizi uzatırdık. sonra zeyneb vefat edince anladık ki rasulullah en
cömertimizi kast ediyor. çünkü rn cömer zeyneb idi." diyor. aişe validemiz de
cömertlikte irsîdir. ama zeyneb validemiz daha cömert imiş. hatta el marifetinin
yüksek olduğu, bunları satıp tasadduk ettiği kayıtlarımız arasındadır. mukaddimeden
devam ediyoruz. "fıkhî inceliklere dalma kabiliyetlerş yüksektir." der. daha sonra sözü
döndürü dolaştırır ve takvimi edille'yi metheder. dolayısıyla artık uzul oluşmaya
başlıyor. ilk yazan imam şafii olmasına rağmen, peş peşe eser dökümleri, şafiilerden
çok hanefilerden gelmiştir.
-mütekellimin metoduna göre yazılmış ilk usul kitapları (temel olan dört kitap vardır.
Tabii er'risale'yi hep ayırıyoruz.);
1) el umde: kadı abdul cebbar'ındır. hicri 415'te vefat etmiştir. bu şahıs mutezilidir.
ona şerh yazılmıştır; el mûtemed. ebu'l hasan el basrî'nindir. hicri 436'da vefat etmiştir.
ondam sonra el burhan vardır. imamul harameyn el cüveynî'dir. vefatı hicri 478'dedir.
dördüncü temel kitap; el müstesfa'dır. muhammed gazali'nindir. hicir 505'te vafat
etmiştir.
-bu dört kitabın, mütekellimin usulünde büyük yeri vardır. sonra gelen kitaplar, hep
bunları süzerek üzerine bilgi bina etmişlerdir. bunların üzerine iki çok önrmli kitap
yazılmıştır.
1) el mahsûl. fahreddin razî'nindir. hicri 606'da vefat etmiştir.
2) el ihkâm. seyfeddin el amidî'nindir. hicri 631'de vefat etmiştir.
-hanefi veya fukaha metoduna göre yazılmış usul kitapları:
1) el usûl: ebul hasan el kehrî'nindir. hicri 340'ta vefat etmiştir.
2) ul usûl: ebu bekir el cessâs'ındır. hicri 370'te vefat etmiştir. 3) takvimu'l edille: kadı
ebu zeyd ed'debûsî'nindir. ibni haldun'un meyehettiği kitap budur. bu kitabın yazıldığı
dönemde herkes usul ilmiyle uğraşmaya başlamıştır. mütekellimin usulü sarsılmıştır.
müellifi 430'da vefat etmiştir.
4) el usul: usul-i serahsî deniyor. imam serahsî'nindir. vafatı 483-500 arasındadır.
tamnet değildir. bu kitabın bütünü ezberden yazdırılmıştır. serahsî kuyu hapsine
mahkum edilmiştir. kuyudan bağırarak yazdırmıştır.
5. Ders -Fıkıh İlminde Kaidelerin Oluşması, Mezhebler-
-mütekellim usulü ve fukaha usulü üzerine yazılan eserleri paylaşıyor idik. söz gele gele
imam serahsî'ye gelmişti. eserinin bütünü kuyudan yazılmıştır. peki bu kuyu ne anlama
geliyor imam serahsî, maveraünnehir, bugünki buhara semerkand yakınlarında olan
bölgelerdendir. bu yıllarda hilafet sarsılmıştı. bu yüzden birçok karışıklık vardı. beylikler
düşmeye başlamıştı. bunların çoğu da islam'a saygılı, ilme düşkün kimselerdir ama
birbirlerine zarar vermişlerdir. imam serahsî, bu bölgedeki hakanlıklardan birinin
bünyesindendir. ve bölgesindeki hakanın, yaptığı islam'a muhalif bir davranıştan
dolayı, "allah'tan kork. yaptığın şer'î değildir." diye ikazda bulunmuştur. bunun
sonucunda hakan çok sinirlenmiş ve imam serahsî'yi kuyu hapsine mahkum etmiştir.
giriş tarafı dar, alt tarafı geniş kuyular hazırlanıyor. ve mahkum bunların içine indiriliyor.
imam serahsî'nin talebeleri, "yaptığınız doğru değil, bir ilim ehline bu yakıştırılamaz. bir
hakana da bu şekilde ilim ehline zulmederek hükmüne devam etmesi, zulum getirir,
günlerini karartı." dedilerse de fayda etmemiştir. hakanın öfkesi dinmeyince, ömrünün
burada sona ereceği kanaati gönlüne düşünce, talebelerine haber gönderiyor ve
onları kuyunun ağzına topluyor. ilminin zayi olavağı endişesiyle böyle bir yola
başvurmuştur. talebelerine aşağıdan hem ders mahiyetinde bilgi takrir ettiriyor, hem
de böylece bir eseri geriye miras kalsın istiyor. ve kuyunun dibinden bağırarak,
"mebsûd" isimli eserini yazdırmaya başlamıştır. 30 ciltlik eserin tamamı bu kuyudan
yazdırılmıştır. yazan talebe dolmuş olacak ki bir yerde şöyle bir kayıt düşmüş; "bu
mânâ ve esrâr bize, eşrâr ile aynı yerde olan insandan geliyor." diyor. yani, "bu mânâ
ve sırlar bize, şerlilerle aynı yerden olan insam tarafından yazdırılıyor." diyor. bu
mebsûd'un 7-8 yerinde var. herhangi biri tarafından silinememiştir. be kıyamete kadar
decam edecek bir hal almıştır. mebsûd bittikten sonra, usul-ü serahsî'yi kuyudan
yazdırmıştır. iki cilttir. bu eserleri bittikten sonra, imam-ı muhammed'in eserlerinden
birine şerh yazdırmaya başlamıştır. el câmius'sağîr olduğu zannediliyor. kitabın
yarısına kadar, hatta yarısını da geçmiştir, bu sırada bir ilim ehli, bir vesileyle hakanı
geziye çıkartmıştır. yürüterek kuyunun olduğu yere kadar onu getirmiştir. kuyunun
olduğu yer uzaktan görününce, "şimdi burada dur, bu manzarayı iyi seyret. çünkü
bununnhesabını nasıl vereceğini ben de bilmiyorum." diyor. kuyudaki manzara şudur;
içerden bu aziz insan bağırarak söylüyor, kuyunun etrafına halka olmuş talebeleri de
onun söylediklerini kaleme alıyorlar. hakan bunu görünce üzülmüştür. dolayısıyla onu
kuyudan çıkartmıştır. fergana emiri hasan, kuyudan çıktığını duyunca, kendi köşkünü
boşaltarak serahsî'ye vermiştir. talebelerini de oraya çağırtmıştır. köşkünü vakfetmiştir.
serahsî, kitabının geri kalanını bu evde tamamlamıştır. çok geçmeden de bu
hayattan ayrılmıştır. bakınız, bu insanın yazdırdığı eserlerin içinde binlerce ayet var.
hiçbirisinde en ufak bir pürüz yok. binlerce ayet, hadis, alimin sözü var. bu ların
yanında gerek ebu hanife'nin, gerek imam malik'in, gerek ahmed bin hanbel'in,
gerek imam şafii'nin -rahimehullahi cemian- gerekse de mezhebleri günümüze
ulaşmamış imamların, birbirlerine olan cevaplarına yer veren bir kitaptır.
söylemedikleri biz sözü asla nispet etmemiştir, hepsi yerli yerindedir.
bu muazzam bir hafıza ve muazzam bir bilgi birikimini gerektiren bir şeydir. "müthiş bir
hafızası vardı. üç bin kürrâz şiir bitirdi." diyorlar. kürrâz, ortadan zımbalı defterlerin
adıdır -yani bir kağıt parçasını ikiye katlayıp ortadan zımbaladığınızı düşünün-. üç bin
kürraz cahiliye şiiri bilirdş diyorlar. bu insan, yaklaşık üç ciltlik bir kitabı hafızasından
yazdıracak gücüne, böyle bir bilgi birikimine rağmen büyüklere, ilim ehline olan
hürmetinde asla pürüz olmayan bir insandır. ne zama imam şafii'nin adı geçse,
rahmetullahi aleyh'i eksik etmez, imam malik'in adının geçtiği yerde onun için dua da
geçer. çok defa, "şu imam şuna karşı haklıydı." demek yerine, "o iki ecir almıştır."
ifadesini kullanır. ilme hürmetin rikkatini taşır. günümüzde bu edeb incelikleri iyice
kayboldu. ilim ehline dil uzatmak, kadrini bilmemek arttı. fıkıh kitabının fihristini bile
sıralamakta zorlanan insanlar, geçmiş alimlere dil uzatma küstahlığını göstermeye
başladılar. bu, bilmediğini de bilmemenin gösterdiği küstahlıktır, seviyesizliktir.
mîzân-ul usul diye kitap da var. alaaddin es semerkandî'nin çok güzel bir kitabı.
hakikaten ufuk açıcıdır. alaadden es semerkandi'nin kızı fâtımâ, devrin en
alimlerindendir. sahabeden sonra fıkıh ilmiyle tanınan, bize bilgisi gelen en fakih
kadındır. daha sonra bu kitabı, kasanî şerh etmiştir. alaaddin es semerkandî bu şerhi
çok beğenmiştir. ve kızı fâtımâ'yı, kasanî ile evlendirmiştir. kaynaklarımız, "böylece
fetvalar üçlü imzayla çıkmaya başladı." diyor.
-el usul: fahrü'l islam el bedevi'nin kitabı. hicri 482'de vefat etmiştir. şerhi, abdulaziz
buhari'ninnyazdığı keşfu'l esrar'dır. 730'da vefat etmiştir.
-hanefi usulünün temelini bu kitaplar oluşturmuştur. bu arada iki metodu birleştirmeye
yönelikbeserler de ortaya konmuştur. bunların en göze çarpanı, bedi'ün nizam'dır.
bezdevi'nin usulü ile âmidî'nin usulünü birleştirmiştir.
-sardüşşeria'nın tenkihu'l usul'u, tavzih diye şerh edilmiştir.
-tahrîr ibni hümam, bu iki usulü birleştiren kiyaplardandır. kemaleddin ibni hümam,
hemen hemen hanefi mezhebinde en çok tanınan alimlerdendir. ailesi sivas
kökenlidir. onjn için, kemaleddin ibni hümam es sivasi sümme'l iskenderânî dihe
geçer. el hidâye'nin en güzel şerhlerinden biri ona aittir. fethü'l kadîr lil âcizu'l fakîr.
fakirin kitabı manasındadır.
-tabiiler devrinde de önce fıkıh ilmi gelişti. bir taraftan ne caizdir, ne değildir, ne
haramdır, ne halaldir, gibi soruların cevapları verilirken, bir taraftan da genel kaideler
oluşmaya başladı. mesela zaruretle ilhili ayeti kerimeler var, " siz buna öecbır
kalırsanız." diye. diyelim ki bir insanın dağda uçağı düştü. karlı, yiyeceği yok, caiz
olmayan bir yiyecek bulmuş. şimdi, "nasıl olsa yiyeceğim yok. hayatta hiç içki
içmedin. güzel bi kafayı çekeyim." bunu diyebilir mi? hayır. diğer kaidelerle yan yana
getiriyorsunuz. enerji verecek kadar, koruyacak kadar, zaruret miktadı neyse, bunun
bir sınırının olması gerekiyor. böyle diyorsunuz.
bütün bu amel edilenleri yan yana getirdiğinizde şöyle bir kaçde ortaya çıkıyor;
zaruretler, miktarınca tayin edilir. nereye kadar zaruretti bu? zaruretler kendi
miktarlarlarınca tayin edilirler, ondan öteye geçemezler. böyle bir kaide çıkıyor.
-bir başka kaide; hürriyet, ademoğlu için şöyledir; hılkatten gelir, tıpkı zimmet gibi.
-"bedenler, aslım karşılığıdır. vasfın karşılığı değildir." aslın karşılığı ne demek? bu mal,
gözle görülen bir maldır. gözle görülen güzellikleri vardır. o güzelliğe ayrıca para
veremezsiniz. asıl olmadan onlar hiçbir değer ifade etmezler. rüyasında suç işleyem
birini ali radıyallahu anh'a getirmişler, buna ceza ver, diyorlar. o radıyallahu anh da
"bu adamı güneşe dikin, gölgesinimsopalayın." demiş. dolayısıyla insan, hadiseyi
doğru anlayıp değerlendirecek ve meyvesini de doğru verecek. çiçeğin görünüşünü
satamazsınız. vasıf, mutlaka üzerinde duracağı bir asıl ister. bu giderek hadiselerle
yerli yerine oturuyor ve bir fıkıh kaidesi haline geliyor. ve daha ilk devirlerden itibaren,
kendiliğinden dev gibi bir fıkıh oluşmaya başlıyor. fıkhî kaidelerin arkasından da usulü
olulturuyor. fıkıh, usulden önce olışmuştur. çünkü birinci dereceden ihtiyaç onadır.
-direkt olatak hadislerden, ayetlerden alınan kaideler de vardır. mesela, "islam'da
zarar daima def edilir." diye bir hadisi şerif mevcut. islam'da ne zarar vermek vardır ne
de zarar görmek vardır. yani "sen benim arabamın farını kırdın, ben de senin
arabanın farını kırıyorum." böyle yok. islam'daki kısas, burada geçerli değil. ne senin
bir başkasına zarar verme hakkın var, ne de sana zarar verdi diye bir başkasına zarar
verme hakkın var. mahkeme arabanın farını sana ödettirir ama gidip de o arabanın
farını kırma hak ve salahiyyetini vermez. çünkü bu ikinci bir zarar olur. islam'da ise
zarar önlenilmeye çalışılır. dünya kadar yerde bu nevi kaideler devreye girer.
-"emir, vücûb ifade eder; nehiy, haramiyet ifade eder." yap emir, yapma nehiydir.
gerçek kaide budur, istisnalarına bakılır. gene eşyalarda esas olan mübahkıltır denilir.
-böylece hükümler, hükümlerden kaideler, kaidelerden de usul ortaya çıkıyor.
-hüküm; bir şey hakkında varılan ve verilen karara denir. hükmün kaynağı üçtür; akıl,
his, şeriat.
1) aklî hükümler vardır. misal; 1, 2'nin yarısıdır. iki zıt, bir arada olmaz. bir şey kendi
parçasından büyüktür. bunlar, aklım süratle vardığı kararlardır ve kesin hüküm ifade
eder.
2) hissî hükümler: duyu organlarıyla aldığımız hükümlerdir. ateş yakıcıdır. çünkü
denemişizdir. yanılmaya açıktır ama akıl, onun yanılgısını doğrultur. çok ciddi bir bilgi
kaynağıdır.
3) şer'î hükümler: farz, vacip, sünnet, helal, haram, mübah, şerş hükümlerdir. kaynağı
ise nasslardır.
-sadece ilmi alanda genişleme olmuyor. giderek islam da genişliyor. sorular
çoğalıyor. hüküm veren hakimler de çoğalıyor. prensipler tespit edilmeye başlıyor.
beytü'l mâl giderek büyüyor. devletin maliyesinin, hukukî kimliği olduğu ortaya çıkıyor.
bu nevi hukuk sistemleri orataya çıkmaya başladı. bunun izleri de nasslarda bulundu.
devletin maliyesinin de hukukî kimliği giderek netleşti. daha ebubekir radıuallahu
anh'tan itibaren kısımlara ayrılmaya başlandı.
rasulullah aleyhisselam, malları çol defa elinde tutmaz dağıtırdı. ama daha sonra
giderek depolama ihtiyacı ortaya çıktı. fetinler ganimetleri getirdi. ganimetler de
yeterinden fazla olunca depolama ihitiyacını getirdi. bunun için cizye ve haraç
bölümü oluştu.
aynı zamanda "hums" dediğimi, yani ganimetlerin ve madenlerin 5'te 1'inin
depolanması gereken mali merkezler ortaya çıktı. zekat ve öşür bölümü gefekiyordu.
çünkü verilecek ehli var, diğer mallarla karışmamalı. yine kaybolan mümünlerin
kaybolan malları vardı. onlar emanete alınmalıydı. ölüp de geriye mirasçısı
bulunmayan insanların malları vardı. bunun için depolar oluştu. bütün bunlar gelişti,
dallandı, budaklandı ve bununla birlikte fıkıh da büyüdü, netleşmeye başladı.
kaideler de büyüdü.
6. Ders -İlk Mezheblerin Oluşumu-
-rasulullah elyhisselam ‫'ص‬ın vefatından sonra, imanın kalplerine tam yerleşmediği
kimseler ve siyasi hırs taşıyanlar, islam'dan uzaklaşma yolunu tercih ettiler. irtidat
edenler ve irtidat ifade eden hareketlere girişenler oldu. bunların başında
müseylimetü'l kezzâb gelir. bir başkadı esved el ansî'dir. büyücüdür. bir cinle iritbatı
vardır. ondan bilgi sızdıran birisidir. bu kabiliyetlerini kullanarak, insanları cezbediyor.
ama rasulullah aleyhisselam ‫'ص‬ın gönderdiği bir fedaiden kurtulmayı başaramıyor.
rasulullah aleyhisselam ‫'ص‬ın vefatından bir ay önce bu alçak temizleniyor. ama
müseylimetü'l kezzab, çok büyük tehlike arz ediyor. yemame savaşında 40 bin kişilik
orduya sahip bir insandır ama halid bin velid radıyallahu anh'ın 12 bin kişilik ordusu
onu yenmiştir. halid bin velid radıyallahu anh'ın, imha hareketi de vardır. yendiği,
yere serdiği kişinin kökünü de kazır. müseylimetü'l kezzab'ın da kökünü kazımıştır.
bunun derinine inmeyeceğiz.
-ebu bekir radıyallahu anh'ın hilafetinde; o yumuşak bilinen insan, o namaz kılarken
gözyaşlarını tutamayan insan, halifeliiin gereği olan "çelikten irade kesilmeyi"
gerçekten başarmıştır. rasulullah aleyhisselam ‫ص‬
ِ 'ın hazırladığı usâme ordusu'nu, ne
kadar gönderme denildiyse de "rasulullah aleyhisselam ‫ ص‬hazırladı bu orduyu, ben
durdurmayacağım." demiştir. bu ordu aynı zamanda islam ordusunun gücünü de
göstermiştir. demek ki medine'de zaaf yok, hâlâ güçlü, böyle bir orduyu
gönderebiliyor." denilmiştir. usâme radıyallahu anh da hem gittiği bölgede sukûneti
sağlamış, hem de diğer bölgelere gözdağı vermiştir. yine, "biz zekat vermeyelim."
diyen insanlara, ebu bekir radıyallahu anh, "vallahi rasulullah aşeyhisselam'a verilen
cılız bir deveyi vermeyi reddetseler harb açarım. çünkü bu, allah'ın bir farzını inkar
manası taşıyor. tereddüt etmem." demiştir. ömer radıyallahu anh bile tehlikeler
atlatıldıktan sonra ağızlarının payını vermek istese de ebu bekir radıyallahu anh ona
bile geçit vermemiştir. ve çok geçmeden bütün mürtedler bastırılmıştır. ebu bekir
radıyallahu anh'ın devri, yeniden huzur ve sukûnu sağlamakla geçmiştir.
-ömer radıyallahu anh devriyle beraber, çok istikrarlı bir devir başlamıştır. bu devirde
fıkıh daha ziyade, mürtedlere cevap veren, islam'ın anayapısını koruyan, haram ve
helalleri netleştiren, müslüman olduğunu söyleyen insanlara islam nasıl yaşanır bunu
öğreten bir yapıya bürünmüştür.
-taif çok geç müslüman olmuştu ama taif, islam'da sebat etmiştir. başlarındaki
delikanlı, "ey taifliler, bu cehaleti siz işlemeyin! allah dinine son girenler oldunuz, sakın
il terketme alçaklığını yaşamayın." demişti. bütün bunlar ciddi bir başarıdır. birçokları
böyle istikrar bulmuştur. istikrar bulamayanlar, islam'aboyun eğmiş ama kalbine iman
yerleşmemiş olanlar, iritdat yolunu seçmişler fakat mevla onlara fırsat vermemiştir.
ebu bekir radıyallahu anh'ın kararlılığı bunu önlüyor. daha sonraki yıllarda ihtilaflar
başlıyor. ömer radıyallahu anh devrinde, ihtilafa kolay kolay yer yoktur. bu devirde
büyümeler çok hızlı olmuştur. ordular azerbeycan'a daynamıştır. oradan da bizim
erzurum'a sarkmalar olmuştur. öbür tarafyan bizans'a doğru sarkmalar olmuştur.
bizam toprakları herbeçen gün islam'a katılmaya başlamıştır. bu aynı zamanda
binlerin islam'a katılması demektir. bu insanlara islam nedir, nasıl bir hayat tarzı arzu
eder, bunun sindirilmesi için birkaç yıllık bir nefese ihtiyaç vardır. bu islam'a girip de
islam'ı anlayamamanın meyvesi, osman radıyallahu anh döneminde kötü bir şekilde
verilmeye başlamıştır. bunun düşünce tarzına da tesiri olmuştur.
-ilk olarak çıkan fıkhî ihitlaflar, hiçbir zaman ayrılığa ve düşmanlığa sebep olmamıştır.
günümüzde işlenen konulardan biri de hanefilerin şafiilere, şafiilerin de hanefilere
düşman olduğudur. bu, ne o gün yaşanmıştır ne de daha sonraları yaşanmıştır.
sebebine geleceğiz. ama ilk çatlaklar akidevî alanda yaşanmıştır. ve siyasi yapılı
olmuştur. ilk açık tavır, hakem hadisesidir. ali radıyallahu anh devrinde ortaya
çıkmıştır. ali radıyallahu anh, esasen hakem hadisesini kabullenmemiştir. "madem
cihad meydanına çıkıldı, bu hadise cihad meydanında bitecek." demiştir. çünkü bu
uğurda canlar verilmiş.ama çok bilmiş insanlar tarafından hemen fikirler ortaya
atılmıştır. "kur'an aramızda hakem olsun diyenlerle mi savaşacağız?" diyerek; ali
radıyallahu anh hakemliği kabule icbar edilmiştir. aynı grup daha sonra, "hakemlik
hadisesi hataydı. allah'tan başka hükümran tanımak küfürdür. bir bundan tevbe ettik,
siz de edin." demişlerdir. ali radıyallahu anh ise, "garı islamî değildir. islam'da hakem
vardır." demiştir. durum bu olunca, hakemlik hadisesini başkasının hükmüne razı
olmak, allah'ın hükmüne ters düşmek manasında değil. ali radıyallahu anh, "evet,
hakem hadisesi hata idi. ama uzlaşılamayan bir meseleyi çözmek için hakeme
müracaat gayrı islamî değildir. küfre düşüren bir hata değildir." dediği için, bu
inatlaşma giderek büyümüş ve bütün islam ümmetinş terk eden haricilerin oluşmasına
neden olmuştur. bu nevi tavırlar, akidevi bir mesele haline gelmiştir. onlara göre;
"ameller, iamnadan bir parçadırlar. dolayısıyla iman artar ve eksilir. farz olan bir
ibadete inanmayan değil, yerine getirmeyen de kafirdir." anlayışı vardır. çok acı
meyveler vermiştir. en acısı da ali radıyallahu anh'ın katlidir... o radıyallahu anh'ı
öldürenler düşman değil, ali radıyallahu anh'ı öldürmenin sevap olduğuna inanan ve
kendilerinin de bu davada en samimi olduğuna inanan hariciler olmuştur. bu nevi
hadiseler, giderek ayrılığa sebep oluyor. ayrıldıktan sonra da kendilerine göre bir
akide ve fıkıh sistemi oluşturuyorlar. bunların islamî yaşayışlarına baksanız, müthiştir.
mesela; bir harici komutan, abbasiler devrinde esir ediliyor. huzura getirildiğinde
halife -askerlerini dizerek- "bunların hangisinde daha çok çekiniyordunuz?" diye
hariciye soruyor. harici, "tanıyamadım, arkalarını dönsünler." diyor. yani, biz bunların
hep önümüzde kaçarken sırtlarını gördük, demeye getiriyor. böyle bir yapıları var.
ama ümmeti, içten içe çok yaralamışlardır.
"nice kur'an okuyanlar vardır ki, onların okudukları kur'an boğazlarından aşağı
geçmez. onlar, lkun yaydan çıktığı gibi dinden çıkarlar." bu hadisi şerifi devrin alimleri,
hariciler olarak almıştır. günümüzde de bunu, dinimizi müzisyenlik hâline getirenler
olarak anlamak lazım. çünkü onlarında boğazlarından aşağı geçtiği kanaatinde
değiliz ayrıca siyasi anlayışlar ortaya çıktı. bu curcuna devresi, bir başka fikri yapıyı
daha doğurdu. islam'ı tahrif etmek istiyorlardı, bu bulanık su işlerine yaradı. haksızlıklar
en çok ali radıyallahu anh'a karşı işleniyordu. dolayısıyla rızası olmagacağı derecede
ali radıyallahu anh'ı büyütme başladı. burada en büyük rolu oynayanlardan biri,
abdullah ibni sebe denen yahudidir. giderek öyle bir noktaya getirdi ki; hristiyanlıkta
nasıl hâşâ hazreti isa, allah'ın oğluysa, ali radıyallahu anh'ı da allah'ın mukaddes
kıldığı kişi olarak tanıtmak için propagandaya başladı. zemin müsaitti. bu duygusal
havadan istifade etti. ali radıyallahu anh, bu alçağı yakalattı ve yakılmasını emretti. o dönemde "yakmayınız." hadisi şerifinin pek fazla bilinmediğini sanıyoruz. çünkü ebu
bekir radıyallahu anh da birşni yaktırmıştı. belki de bu hadiselerden sonra bu hadisi
şerif duyulmaya başlandı. abdullah ibni sebe yanacak. diyor ki, bakın iblis uğruna bir
insan nasıl fedakâr oluyor; "ben size o (ali radıyallahu anh) ilahtır demedim mi? bir
insanı ancak ilah yakar." demiştir. ali radıyallahu anh da "götürün bu alçağı ne
yapıyorsanız yapın." demiştir. bu da giderek şianın gelişmesine zemin hazırlamıştır.
bunlar yetmezmiş gibi bir de hazreti hasan radıyallahu anh zehirlenilmiştir. şia, bu
atmosferden de beslenmeye başlamıştır. şia, taraftar manasındadır. bu taraftarlık
giderek çığırından çıkmıştır. bu da yetmezmiş gibi hazreti hüseyin radıyallahu anh'ın,
bütün vicdanları sızlatacak şekilde kerbelada şehîd edilmesi, acılara acı eklemiştir. bu
katliam kadın, erkek, çocuk olarak herkese yapılmıştır. geriye kalanlardan biri de
zeyne'l abidîn'dir. o yıllarda çocuk yaştadır. yezid'e, bir büyüğün bile
söyleyemeyeceği sözler söylemiştir. ama yezid bunların hepsine katlanmıştır. bu, islam
aleminde yeniden duygu seline sebep olacak bir ürperti serpmiştir. ve bulanık suda
balık avlayacaklara fırsat doğmuştur. ve şia, bir ilmi temelden ziyade, bu duyguların
üzerine duygusal bir mezheb olarak kurulmuştur, genişlemiştir. başlarda birçok insan,
'hilafete en layık ali'dir.' diye hareket ederken, sonradan ebu bekir, ömer ve osman
radıyallahu anhum cemian'a öfke yağdırmaya başlamıştır. ve bu öfke, ebu bekir,
ömer ve osman radıyallahu anhum cemian'ın yanında olan bütün sahabeye doğru
yönelmiş, geriye bir avuç insan kalmıştır. şia bir taraftan böyleyken, bir taraftan da
ehli beyt'in içinden yetişen alimler vardır. bu insanlardan gelen bilgiyi, ali radıyallahu
anh'a bağlılıkları sebebiyle reddedemiyorlar. ama işlerine gelmeyenleri de almıyorlar.
bir taraftan da namazı, camiyi, beytullah'ı, kur'an'ı, her şeyi inkar eden bir yapısı
oluşuyor şianın. böylece şia, kendi arasında bölünüyor. bir namaz kılan takımı çıkıyor,
bir de ar namus bilmeyen, gusül bile etmeyen, ali radıyallahu anh'ı ilah gören ve
bunların çeşnileri içerisinde, "hazreti ali, muhammed'e -aleyhisselatü ve's selâm ‫ص‬benziyordu. cibrîl, vahyi hazreti ali'ye götürecekken, şaşırıp muhammed'e aleyhisselatü ve's selâm ‫ص‬-götürdü." bunları söyeyen insanlar türedi. hâlen de var
aramızda. ne diyor deyişlerde? "musa ile tur dağı'nda ali'yi gördüm ali'yi." musa
aleyhisselam ile tur dağı'nda olan Allahu tealâ'dır. bizim insanımız da bunu islami ezgi
diye söylüyor, radyolarda dinletiyor.
-o yıllarda da fıkıh olmuştur. alimler problemleri çözmüştür. fıkhî bilgiler, hakkında ayet
hadis yoksa, insanları farklı kanaatlere vardırmıştır.
hatta bu farklılıklar sahabeye söylenince, "onunki doğrudur, onu alın." diyenler de
olmuştur, "bu da bir bakış açısıdır o da bir bakış açısıdır." diyenler de. ama bunlar
henüz mezheb haline gelmemiştir. ne o gün, ne de daha sonrasında ayrılığa sebep
olmamıştır. dolayısıyla itikadî mrezhebler, fıkhî mezheblerden sonra ortaya çıkmaya
başlamıştır. çünkü ilk itikadi mezheb olan hariciyye, kendisiyle başkalarının arasına
kesin çizgiler koymuştur. peşinden de şia yavaş yavaş büyümüştür. sonrasında da
mutezile ortayaçıkmıştır. tevhid, kader, iamn, amel muhasebesi üzerine tartışmalar
olmuştur. cenabı allah'ın sıfatları üzerine olmuştur. müteşabih yani trfsire muhtaç
ayetler üzerine olmuştur. ve bunların çoğu itikadi konularla ilgilidir. mesela allahu
teala, biat edenleri ifade ederken, "/‫للا ف َْوقَِ اَيْد۪ ي ِّه ِْم‬
ِّ ‫ يَدُ ه‬allah'ın eli, onların (biat için uzanmış)
eli üzerindedir." bu hâşâ allah'ın eli midir, yoksa kudreti ve rızasıyla tecelli ederek mi
elidir? bunun daha zoru var, mesela; /ً ‫للا ُموسٰ ى تَ ْكل۪ يمِا‬
ُِ‫ َوكَل َِم ه‬allah, mûsâ ile konuşmuştur."
selefi meyilli olanlar diyor ki, ayetler tevil edilmemelidir. bu gerçekten de teslimiyet
ifadesidir. ama bazen, teslim oluyor ve tevil etmiyorsanız, bu ciddi bir tevildir. diyorlar
ki, "arapçada konuşmaktan ne anlaşılıyorsa, bu ayetteki muradda odur. çünkü
kur'an, apaçık bir arapçayla indirilmiştir." aklımıza gelen, bizimki gibi bir seslendirme
olduğudur. onu taşıyan hava var, teller var, maddeler var. halbuki hâlîk, mahlûka
muhtaç olmaz. hava mahluktur, teller mahluktur. şöyle diyelim; allahu teala, muas
aleyhisselam ile konuştu. rabbim buyuruyor, böyledir. nasıl olduysa öyledir. bilmiyoruz.
burada duralım. yol diyorlar buna, tevile götürmeyelim. kendi ifadeleri, "şanına yakışır
şekilde konuştu." diyelim. yav öyle diyeceğimize, "bilmiyoruz, aklımız ermiyor." diyelim.
her şeye aklımız eriyor mu? gökyüzüne aklım yetsin de göreyim. ya rabbi sen bilirsin,
diyelim. yetmediği yerde durmak yerine, "kur'an arapça inmiştir. arapçada nasılsa
öyle anlaşılmalı. tevil edilmemeli." diyorsan, e tevil edilmeyeni, çok acı bir şekilde tevil
etmiş oluyorsun. bazıları da her şeyi tevil etmeye zorluyor. bu da yanlıştır. dolayısıyla
sıfatları tevil etöeyeceksin. edilir mi, edilmez mi, hamgileri edilir, hangilerş edilmez,
ayetler nasıl anlaşılmalıdır? insanoğlunun, aklının yetmediği yerde zihnini yormaya
merakı var. işk çatlaklar bu noktalardan gelmiştir.
-bir ayet var ki çok açıklayıcıdır. " /َِ‫ل حِّ ْزبِ ِّب َما لَ َديْ ِّه ِْم ف َِّرحُون‬
ُِّ ‫ فَـتَقَطـ ُعَٓوا اَ ْم َر ُه ِْم َبيْنَ ُه ِْم زُ بُرِاً ُك‬insanlar,
aralarındaki inanç bağlarını keserek gruplara ayrıldılar. her kesim kendi inancını
beğenmektedir." her grup, her fırka, kendi bilgileriyle başıboş, durmadan onun
çevresinde dönüp duruyor. kendi yaptıklarından da hoşlanıyorlar. hiç bıkmadan aynı
şeyleri soruyorlar. onun üzerine dönüp dolaşıyorlar. aynı şey elhamdulillah, fıkıh
alanında çok fazla yaşanmamıştır. akidevi alanda mutezile ortaya çıkmıştır. kurucusu,
vasıl ibni at'â'dır. hicri 131'de vefat etmiştir. bu kişi, hasan basrî'ye karşı gelmiştir. onun
meclisini terk etmiştir. hasan basrî, "vasıl bizden ayrıldı." demiş ve "ayrılan" manasında
bu grubun adı mutezile olmuştur. daha sonra el eş'arî 40 yaşına kadar, mutezile olan
hocası ali el cübbai'ye talebelik ettikten sonra, o da ondan ayrılmıştır. hicri 260'da
basra'da doğmuş, 324'te bağdat'ta vefat etmiştir. bu da mutezileden ayrılmış,
mutezile'ye de diğer bidat anlayışlara da kılıç çekmiştir. müthiş bir mücadele adamı
olmuştur. bağdat, ırak, basra, ilim merkezlerş hâline gelmiş. çevrelerde bu hadiseler
yaşanırken, bir taraftan da maveraünnehir dediğimiz, semerkand, bhhara vb.
bölgelerde de farklı bir mezheb gelişmeye başlamıştır. kurucusu, ebu mansur
muhammed ibni muhammed el maturidî'dir.
imam maturidi, ebu hanife'nin akide alanında söylediklerini genişleterek, bu alanda
akideyi bir ilim, bir uğraş haline getirdiği için, kendi adıyla anılmış, hanefilerin
akidedeki mezhebi maturidi olarak bilinmeye başlamıştır. hicri 238'de doğmuş, 333'te
semerkand'da vefat etmiştir. imam maturidi bu kavgalardan uzak, kendi bölgesinde,
allah bize akidevi olarak ne emrediyor, islam'ın esasları nedir şeklinde fikir yürütüyor.
bunlara yoğunlaşarak bizlerle paylaşıyor. onun için eserlerinde cevap ve mücadele
görmüyorsunuz. imam eşari ise mutezilenin içinden geldiği, neye sebep olduklarını
bildiği için, daha kavgacı olarak dış dünyaya atılıyor. bu yüden eserlerinde reddiyeler
vardır, fikri kavga ve mücadeleler vardır. eşariler ve maturidiler arasında, hiçbşr
zaman kavga, sataşma, birbirlerine itham olmamıştır. hatta maturidiler; diğer
mezheblerin sıkıntılarını yakından bildiklerş için ve daha iyi vevap verdikleri için, eşari
kitaplarını medreselerinde okutmuşlardır. eşariler de maturidi bilgilerini okutmuşlardır.
bilgi alışverişi yapmışlardır. gün helmiş birbirlerinin kitaplarına şerh yazmışlardır. kavga;
mutezile iledir, şia iledir. şia ile ilgili olanında %80'i siyaset kısmıyladır, ilmi değildir. bir de
devreye taş kafalı selefiler (hocamız "taş kafalı" ifadesini, şimdi bahsedeceğimiz
selefiler için kullanıyor.) girmiştir. böyle diyorum, çünkü kafayı bir şeye taktılar mı
vazgeçmiyorlar. imam taberî'den, "allah'ın ayette söylediği makam-ı mahmud'dan
murad nedir?" diyerek tefsirini istemişlerdir. zihinlerindeki, arş'ın bi yerinde rasulullah
aleyhisselam ‫'ص‬a yer ayrılacağıdır. "bunun keyfiyyetini bilmiyorum." dediği için
taberî'yi taşlamışlardır, ölünceye kadar evinden çıkamayacak şekilde. ölünceye
kadar evinden çıkmamıştır. vefat edince de gizlice gömülmüştür. bunum fıkıhla ilgisi
yoktur. böyle kavgalar ya taş kafalılıktandır ya da siyasettendir. halife ise bu
hadiselerin yaşandığı günlerde çocuktur. duruma çok acımıştır. büyüyüp de işlerini
toparlayınca, taberî'yi taşlayan grubun başkanını koymuştur evinin içine, kapısına
askerleri dikmiştir, ölünceye kadar onu o evden çıkartmamıştır. ben itham etmek için
söylemiyorum ama bu anlayış doğru değildir. tartışmalar böyle olmuştur. fıkhî alanda
değildir.
-kûfe'de fıkhî alanda ciddi bir medrese oluşmuştur. çünkü abdullah ibni mesud
radıyallahu anh oraya gitmiş, bir üstad olmuştur. onun talebelerinin talebeleri
olmuşturç bu koldan ebu hanife rahimehullah gelmiş ve ehli rey ya da fıghu'l ırak
olarak adlandırılmıştır.
-hicaz'da, özellikle medine'de, daha çok bilgi birikimi var. orada da abdullah ibni
ömer radıyallahu anh bulunuyor. onun birçok bilgilerini aktaran, kıraat ilmiyle de
meşhur olan nâfî var. yine ibni hürmüz var, imam malik rahimehullah'ın hayean
olduğu. hicri 147'de vafet etmiştir. ibni şihab ez zührî, imam malik'in hocalarındandır.
hicri 124'te vefat etmiştir. bunların takipçisi olarak bu bölgede, imam malik bin enes
rahimehullah kendini göstermeye başalmıştır. ebu hanife, imam malik'ten 13 yaş
büyüktür. yaşça en büyük olduğu için imamı azam denilmiştir. medine'deki üslupta,
hadis ilmi daha galiptir. hadis ele alınıyor; bu hadisten hangi hükümler çıkar,
araştırılıyor. fıkıhtaki bu metod farklılığından, çok fazla farklı görüş çıkmamıştır. ama
bundan farklı görüş çıkmanın tesiri daha büyüktür. masaya yatırılıyo, şu hadisten,
ayetten hangi hüküm çıkar, bunlar biriktiriliyor. aralarında çatışma olanlar izale
ediliyor. böyel bir tatama üslubuyla medine'de fıkıh; medreseye, bir ekole dönüşüyor.
nasslar bakıp nassların hükmünü çıkartma üslubu.
aynı üslop kûfe'de şöyle yaşanıyor; önümüzde bir mesele var, bu eselenin islam
hükmündeki yeri nedir, ek şartlar var mı? diğer meseleler masaya yatırılıyor; bu
meseleyle ilgili hangi ayetler var, konuyla ilgili hangi hadisleri biliyorsunuz? hanefi
mezhebine bu yüzden şura mezhebi de derler, hanefi mezhebi aklı çok kullandığı
için. reye veya akla dayalı bir mezheb değil; meseleyi masaya yatıroyorsun, bu
meseleyle ilgili ki ayet hadis biliyor, bu meseleye nasıl islamî bir hüküm veririz, böyle bir
üslup takip edilmiştir. meseleci üsluptur. hanefilere, ehli rey denmesinin iki sebebi var;
meseleleri ortaya koyup ordaki görüşü araştırdıkları için, daha sonra yaşanabilecek
meselelere de cevap araştırdıkları için. iki üslubun farkı buradadır. bir tanesi; hakkında
hüküm verilecek meseleyi masaya yatırıyor, ayet ve hadislerden elde edemediğini,
kıyas yoluyla elde etmeye çalışıyor. imam malik'in yaptığı ise; nass müzakeresi ile
neticeye gitmektir. imam şafii de bu iki bakış açısını birleştiren bir insandır. imam
malik'te de okumuştur, ebu hanife'nin talebesi imam muhammed'de de okumuştur.
dolayısıyla birbiriyle iç içe ve birbirine hürmet eden insanlar silsilesi oluşmuştur.
böylece iki ekol türemiştir. birinin merkezi kûfe olmuştur, birinin merkezi medine-i
münevvere olmuştur.
7. Ders -Hanefi Mezhebi ve Yaşayan Mezhebler-
-usulde iki metod var demiştik. birincisi, mütekellimin metodu; ikincisi, fukaha metodu.
birinci metofu daha ziyade şafiiler, henbeliler ve malikiler kullanıyordu. ikinci metodu
ise hanefiler kullanıyor idi. bazı görüş farklılıkları, bu iki metoddan meydana geliyor.
esasen bu metodlar, hüküm ve mezheb farklılığına yol açmamışlardır. çünkü ister
kaideleri tespit et, oradan hüküm çıkarma üslubunu seç; ister ayet ve hadislerden
hüküm çıkar ve ıradan kaidelere git. bu çok defa aynı yerde buluşur. asıl mezheb
farklılığı, allah'ın verdiği zekanın ve idrakin, hadiselere farklı bakması ve
değerlendirmesidir. şurada bir kavga çıksa, 10 tane kişiyi seçsek, "bu kavgadan sen
ne anladın? kim haklı kim haksız?" desek, inanın en az dört beş çeşit yorum dinlersiniz.
biliyorsunuz ki şafiiler ve hanbeliler, imam sağa ve sola selam verdikten sonra selam
verirler. bu, hadisi şerifteki "‫" ف‬harfinden kaynaklanıyor. ‫ف‬,takibi ifade eder, peşinden
demektir. dolayıdıyla imamın peşinden sağa ve sola selam veriyorlar. ebu hanife
bunu böyle anlamıyor. 'imam sağa selam verir, ben de peşinden sağa selam veririm.
imam sola selam verir, ben de peşindem sola selam veririm.' diye anlıyor. mesela hac
ve umreye giderseniz, oradaki araplar hemen imamdan sonra diye sizi ikaz ederler.
bir kardeşimizin bana umredeki sorusu, "türkiye'de cemaat imamla beraber selam
veriyor. burada neden müezzinle beraber selam veriyor?" alın size bakış açısı. insanlar
bazen öyle bir bakış açısı yakalar ki öbürürnün aklına bile gelmez ve onun doğru
olduğuna inanır. öyle de hareket etmesi içtendir ve doğru bulınmalıdır. bu bakış
açıları, ister istemez hükümlere de tesir ediyor. ama nasıl hükümler? ayet ve hadiste
net olmayan veya hakkında ayet, hadis bulunmayan meselelerle ilgili hükümlerde.
burada ana gövdede sıkıntı yoktur. farklılık hep uç dallardadır. bu da tabiidir, fıkhın
gereğidir.
-önceki derste ebu hanife, imam şafii, imam malik, imam ahmed bin hanbel
rahimehullahi cemian'ı zikrettik.
peki müçtehidler sadece bunlardan iabret miydi? hayır. alim dediğimiz insanlar daha
dünya kadar vardı. müçtehid vasfı taşıyanların sayısı hakkında da ihtilaf vardır. bu
insanların çoğundan eser kalmadığı için, bütün ufkunu değerlendirmekte zorluk
çekiyoruz. bu yüzden böyle söylüyoruz. müçtehid dediğimiz zaman; dîni mübîn'in
ahkâmının dört bir tarafına bakabilen, hepsini zihninde yoğurup değerlendirebilen,
ortaya neticeler çıkarabilen sentezci beyinleri kastediyoruz. çok yok. şimdi müçtehid
çotası düşürüle düşürüle herkesin oyuncağı hâline gelen bir çıta oluştu. bu dopru
değildir. müçtehidlik, gerçekten ciddi bir rütbedir. alından ter akması gerekir. ama
devre damgasını vurmuş, geride talebeler bırakmış, ciddi bilgi birikimine sahip
insanlar var. mesela mekke'de, süfyan ibni uyeyne var. hicri 198'de vefat etmiştir. o
yıllarda süfyan es'sevrî vardır. hicri 161'de vafet etmiştir. ibni ebi leylâ var. hicri 148'de
vefat etmiştir. ibni şübrime var, hicir 200'lü yıllarda vefat etmiştir. bağdat'ta ebu sevr
vardır. hicri 240'ta vefat etmiştir. dâvûd ez'zahirî vardır. zahirî mezhebinin kurucusudur.
hicri 270'te vefat etmiştir. ibni cerîr et'taberî var, hicri 310'da vefat etmiştir. bunlar
ilimleriyle alemi dolduran insanlardır. mısır'da ley's ibni sâ'd var. hicri 175'te vafar
etmiştir. yine basra'da unutulmayacak hasan'ül basrî var. haccac, hasan basrî'yi
tehdit ediyor, "senden bize ulaşan haber neyin nesidir?!" diyor. cevap veriyor, "sana,
benden ulaşan her söz doğru değildir. benim her söylediğim de sana ulaşmıyor."
diyor. bunun üzerine haccac açıklıyor, "sen demişsin ki, "eskiden nifak gizliydi, şimdi
elinde kılıcı bile var." o da, "doğru. eskiden insanlar düşüncesini söyleyebiliyorlard.
şimdi dayatma altında duygularını gizliyorlar. dıla farklı görüntü veriyorlar. ve bu
baskının, inandığından farklı gözükmenin kaynağı da kılıca dayanıyor." diyor. hasan
basri rahimehullah, böyle bir adamdır. sonraki nesillerş ihya etmiştir. yine evzâi var.
hicri 157'de vefat ediyor. gerçekten o uıllarda büyük bir ilim deryası vardır. ilim yarışı
başlamıştır.
-bütün mezheblerin içinde, amelde dört mezheb varlığını sürdürmüştür. hanefi,
hanbeli, şafii ve maliki mezhebi. itikadda ise selefilik biraz daha değişmiş olarak
devam ediyor. eşariyye ve maturidiyye var. şia ise akidesiyle, ameliyle, siyasi
duruşuyla, tamamen farklı bir açıda değerlendirilmeli. hariciler devam edemediler.
zahiriyye mezhebi bir zamanlar yaygın iken, hele de ibni hazm'ın çıkışıyla bir merhale
kat etmiş iken, devam edememiştir. bu alimlerden hiçbirisi
"bir mezhebe imam olayım, bir ekol kurayım, herkes peşimden gelsin." duygusuyla
hareket etmemişlerdir. misal, imam malik rahimehullah, taharet ve namaz
bölümünden başlamış, son konuya kadar ilgili hadisleri tekrar müzakere etmiş,
okumuş, okutmuş. sonra bu ekolü, medresesi giderek mezhebleşmiştir. müdevvenetü'l
kübrâ diye 17 ciltlik bir eser var. müellifi sûhnûn (ya da sahnûn)'dur. ama bu bilgileri,
imam malik'in talebesi, abdurrahman ibni ebi'l kâsım, imam malik'ten rivayet etmiştir.
onun talebesi olan suhnun da bütün bunları kaydetmiştir. bakıyorsunuz, bu insanlar
giderek aynı bakış açısına sahip oluyorlar. ve giderek maliki mezhebi oluşuyor.
-abu hanife rahimehullah hakkında bilgi vereceğim. hicri 80 kûfe doğumludur.
babasının adınsabit, dedesinin adının numan veya zavta olduğuna dair ihtilaf vardır.
zevta'nın lakap, numan'ın isim olduğu anlaşılıyor. numan ibni sabit ibni numan olmuş
oluyor adı.
dedesi numan'ın babası merzuban'dır. annesi kabil şehrindendir. babası tirmiz'de
yaşamıştır. daha sonra kûfe'ye yerleşmiştir. ebu hanife de bu sırada doğmuştur.
babası sabit, ali rafıyallahu anh ile görüşmüş, hizmet etmiş, ali radıyallahu anh onu
çok sevmiş, sabit ve nesli için hayır ve bereket duasında bulunmuştur. ebu hanife
rahimehullah, en zirve ilim meclislerinden biri olan kufe'de yetişmiştir. babası sabit, iyi
bir tacirdir ve varlıklıdır. ebu hanife'nin birçok hocası vardır. içlerinden en çok
bağladığı, hammâd ibni süleyman olmuştur. 18 yıl ondan ders almıştır. hammad
hayatta iken, ebu hanife ayrı bir ilim halkası kurmamıştır. bir gün yahudinin biri, ebu
hanife'yi çaresiz bırakmak için minbere çıkmış soruyor. o sırada ebu hanife'nin 14
yaşlarında olduğu biliniyor. yahudi, hâşâ diyor ki "şu anda Allah ne yapıyor?" ebu
hanife rahimehullah, "siz minberden inin, ben çıkayım. cevabımı oradan vermek
istiyorum." diyor. ebu hanife minbere çıkıyor ve oradan tüm cemaate sesleniyor,
"cenabı allah şu anda, minberden bunun gibi bir kafiri indirdi ve beni minbere
çıkarttı." diyor. böyle kesin ve ikna edici cevaplar veren birisidir. hocası vedat edene
kadar onun halkasından ayrılmamıştır. öne geçmeye çalışmamıştır. hocası vefat
edince, arkadaşlarının da ısrarıyla ilim halkasının başına geçmiştir. bütün ilim meclisi
sanki yeniden hayat bulmuştur. oğluna hocasının adını koymuştur. sadece hocası o
değildi. mesela zeyd ibni …
8. Ders -Maliki Mezhebi ve Şafii Mezhebi-
-önceki derste hanefi mezhebinde ileri gelen birkaç alimi zikretmiştik. tabii daha da
var ama
kitapların içetisinde görüşleri müçtehid olarak zikredilenler ve ebu hanife'den rivayeti
güçlü olan
da var. mesela " ‫حصا قال‬/hasan dedi ki" denirse, tabiin alimlerinden hasanu'l basrî
anlaşılır. geride yazılı eser bırakmamıştır ama insanların kalbinde derin bir iz bırakmıştır.
daima hayırla anılmıştır. devrinin, beşeriyete en çok tesir edenidir. alimleri genellikle
dağa benzetirler; zemini sağlam tutar, depremin sarsıntılarını önler, iklimlerin
düzenlenmesine yardımcı olur. eğer dağlar olmasaydı, ekvatora doğru müthş bir
hava akımı olur ve rüzgarlar hep aynı yöne eserlerdi. dağlar bunu da kesiyor. ilim ehli
de böyledir. bir cemiyeti ayak kaymalarınan korurlar, hangi noktada durulması
gerektiğini bilirler, atmosfere ve iklime ciddi tesir ederler. insanların bir tarafa, hele de
yanlış bir tarafa meyletmesini önlerler. hasan basri de böyle bir insan olmuştur.
-hanefi fikhında, "‫" حصا قال‬denince, sadece hasan basri anlaşılmaz. hasan ibni ziyâd
da anlaşılır. ebu hanife'nin talebelerindendir. yine hilâlu'l rey denilen alim var. o
oldukça kıymetlidir. vekî ibni cerrah var. öğrendiğiyle amel etme ve zâhidâne yaşayış
konusundadört dörtlüktür. imam şafii onu çok sevmiştir. müridlik yapar gibi ona
talebelik yapmıştır. dertlerini ona açmıştır. imam şafii rahimehullah'ın çok tatlı bir şiiri
var; "hafızamın kötü olduğunu vekî'ye şikayet eyledim. beni günahlarımın terkine irşâd
eyledi. bana haber verxi ki ilim bir nurdur.
ilim, isyankar insana hediye edilmez." ki imam şafii için fotokopi gibiydi derler. bir kere
okuması yetiyor imiş. buna rağmen hafızam kötü diyor. o zaman biz yandık...
-imam malik rahimehullah, hicri 93'te medine'de doğmuştur. ebu hanife'den 13 yaş
küçüktür. fakir bir ailenin çocuğudur. ilim ehli olan bşr aileden gelmediği biliniyor.
hatta babasının, ayakları tutmazken çalışıp ailesini geçindirdiği biliniyor. ok
yapımınde ustaymış babası. böyle bir aileden çıkmıştır. daha sonra çok geçmeden,
ilim ve irfanı sayesinde, üslubu vb. bilgilerle ön plana çıkmıştır. ibni hürmüz diye birini
çok sevmiştir. ibni hürmüzle ilgili ciddi hiçbir bilgi yok, geride bir eseri yok. ama bazen
eserler, yazılı kitaplar yerine tarihe iz bırakan insanlar oluyor. hiçbir eseri olmasa, imam
malik'e tesiri, onunla geriye bıraktığı ilim yeterlidir. o hocasını anlatıyor. "ilk önce bu
ümmetin geçmişini, bu davayı çilelerle bizlere taşıyanı anlatırdı. gözlerinden yaşlar
süzülürdü. sonra kendini toparlar derse başlardı." diyor. onun samimiyeti ve davaya
bağlılığı, imam malik'i donatmıştı. bu aziz insana yaklaşık sekiz yıl talebelik yapmıştır.
ama bana sorsalardı ki imam malik'in bir numamaralı hocası kim, imam zührî derdim.
çok meşhurdur. devrin en zirve alimlerindendir. o bir hadia rivayet etti mi akan sular
durur. çok güvenilirdir. veya nâfî'yi zikrederdim.ama kendi sözlerinden anlaşılıyor ki
ibni hürmüz, onun üzerinde çok ama çok derin izler bırakmıştır. belki de onu imam
malik yapan, ibni hürmüz'ün bıraktığı izlerdir. ibni şihâb ez zührî ise ilim halkasındaki en
zirve insanlardandır. devre damgasını vurmuştur. yine bir kişi daha var, nâfî. imam
nâfî, meşhur zirve kıraat alimlerindendir. ömer radıyallahu anh'ın oğlu abdullah'ın
âzadlısıdır. ehil insan olunca kölelik bile altın kıymetinde oluyor. çok geçmeden
abdullah radıuallahu anh, onun zekasını sezmiştir. onu kendine talebe edilmiştir. ve
abdullah ibni ömer radıyallahu anh'tan dünya kadar hadisrivayet etmiştir. abdullah
ve onunla ilgili nice güzel hatıra, ümmete fayda sağlamıştır. imam malik de dünyanın
hatırasını sonraki nesillere taşımıştır. imam malik, nâfî'den; nâfî, abdullah ibni ömer
radıyallahu anh'tan; abdullah ibni ömer radıyallahu anh da rasulullah aleyhisselam
‫'ص‬dan almıştır. bu yol daha kısadır. ama ebu hanife rahimehullah kimden alıyor?
hammad'dan; hammâd, ibrahim en nehai'den; ibrahim en nehai, alkame'den;
alkame, abdullah ibni mesud radıyallahu anh'tan; abdullah radıyallahu anh da
rasulullah aleyhisselam'dan almıştır. bu yüzden imam malik rahimehullah'ın rivayer
zincirine, silsile zehebiyye deniyor. altın halka demek. ve muvatta'da böyle bir hadis
yer alıyorsa, altın zincirle gelen hadis deniyor.
-nâfî, mısır ve bölgesinin kıraat alimlerindendir. birçok bölgede gezmiş ve kıraatle ilgili
bilgi
vermiştir. onun da vefatı, imam malik gibi medine'de olmuştur. imam malik, hicri
164'te medine'de vefat etmiştir. dış dünyaya ilmî seyahatleri bilinmiyor. medine'yi
merkez edinmiş, orada ilmini yaymış ve ruhunu da orada teslim etmiştir. belki de
"burada rasulullah aleyhisselam ‫'ص‬ı görerek yaşauan insanların zinciri geliyor." diyerek
veya da takdiri ilahi, medine'den çok ayrılmamıştır. bu yüden medineli'nin amelinin,
üzerinde çok tesiri vardır. tıpkı diğer müçtehid imamlar gibi onun da ilk kaynağı
kur'an'dır, ikinci kaynağı hadistir. eser de vermiştir. üçüncü kaynağı icmadır, kıyastır.
ama maliki mezhebi, mesâlih-i mürseliyi, istihsanı, örfü vb. diğer delilleri en çok
kullanan mezheblerden birisidir. diğerlerinin kullandığı delillere bir şey daha belki o
ilave etmiştir; medineli'nin amelidir. onun için meşhur hadis gibi, hepsi aynı
davranıyorsa mütevatir hadis gibi kıymetlidir. çünkü bu insanlar sahabeyle yaşadı,
rasulullah aleyhisselam ‫'ص‬ı görerek yaşadı. binlerce insan rasulullah aleyhisselam'dan
görerek yapıyor. dolayısıyla medineli bir şeyi toplu olarak yapıyorsa bu uydurma
olamaz. medineli'nin amelini, âhad hadise tercih eder. yani bir veya birkaç kişiden
gelen hadisler, medineli'nin uygulamasına ters düşüyorsa, medineli'nin amelini tercih
ediyor. ebu hanife ve imam şafii bu kanaatte değildir. ama imam malik'e, içinde
bulunduğu medineli'nin tesiri büyüktür. bu yüden maliki mezhebinin en belirgin
özelliklerinden biri; medine'de amel edilen bir şeyin, hadis ve rivayet açısından değeri
ve bağlayıcılığıdır. son derece vakur, sakin, heybetli olduğu biliniyor. mesela ebu
hanife rahimehullah, çok uzun boylu değildir. onun aksine ebu yusuf ve imam
muhammed çok uzun boyludur. imam muhammed için imam şafii diyor ki "bu kadar
cüsseli olup bu kadar az uyuyan ömrümde ilk defa gördüm." diyor. tatlı bir latife
zikredilir. bir gün ebu yusuf ve imam muhammed, ebu hanife'nin sağında ve solunda
yürüyorlar. muzip ve zeki talebelerden birisi, "imâmunâ beynenâ, ke'n nûn'i lenâ./
imam bizim aramızda ‫'لنا‬nın ‫'ن‬u gibi." diyor. ebu hanife zekice bir cevap veriyor, "‫'لنا‬nın
‫'ن‬u kaldırılınca, geriye ‫ ل‬kalıyor." diyor. ‫ل‬,yok demek, hiç demek.
-imam malik'in anne ve babasına son derece hürmetli olduğu biliniyor. talebeleri
anlatıyor, "derste çok nadir ayağa kalkardı. birden ayağa kalktı. ne oldu derken
annesinin evden çıktığını gördük. sağa sola bakındı. annesine hürmetten mi, bir
ihtiyacı var mı diye mi ayağa kalktı bilmiyoruz. ama bütün davranışlarında hürmet
vardı. o eve girinceye kadar oturmadı. o eve girince oturarak derse devam etti."
diyorlar. yanına halife de gelse, vali de gelse, ayağa kalkmadığı bilindiği için
söylüyorum. üstelik hiçbir zaman vilayet konağına gitmemiştir. halifenin yanına
varmamıştır. onların yanına şam'a da varmamıştır. halife mansur'un dayısı, onu valiye
şikayet etmiştir. vali tarafından hapse atılmış, yaklaşık 28 ay hapiste kalmıştır.
dövülmüştür, sağ kol omzu darbelerden dolayı çıkmıştır. eğilmemiş, bükülmemiştir. ilim
halkasının başına geçtikten sonra derslerş hayranlıkla takip edilmiştir. ders halkaları
çoğalmıştır. ve mescidi nebi gerçek bir ilim yuvasına dönmüştür. imam malik, mescidi
nebi'yi bir üniversiteye dönüştürmüştür. rasulullah aleyhisselam ‫'ص‬ın yanı başında ilim
dağıtan bir insan olmuştur. kendisine, "imam-ı dâru'l hicre/ hicret yurdunun imamı"
denmiştir. güzel sözlerinden biri, "(rasulullah aleyhisselam ‫'ص‬ın kabrini göstererek)
hayatta, bu kabrin sahibinden başka herkesin sözü, kabul ve red makamına
konulabilir. bizim sözlerimiz de öyle. ancak bu kabrin sahibi masum idi. ondan öte
hiçbirimiz masum değiliz." diyor. hiç kimse zelleden ârî değildir. hata etmez değildir.
ilim de bunu gerektirir.
-imam malik'in halkasında binlerce talebe yetişmiştir. bunların içinde, abdurrahman
ibni kâsım ayrıca yâd etmeye değerdir. afrika'dan geldiği bilinen bu insan, 20 yıl
boyunca imam malik'ten hiç kopmamıştır. alkame'nin ibni mesud radıyallahu anh'a
yaptığı gibi; nice kereler biz onu, imam malik'in kapısının önüne oturur, ona
duyurmadan evden çıkmasını beklerdi.
onunla beraber mescide girerdi. zihnini kurcalayan meseleleri yolda ayrıca sorardı.
böyle diyorlar. hatta hanımını hamileyken bırakıp gelmiştir. çocuğu büyümüş ve
babasını aramaya başlayınca, hanımı ve çocuğu medine'ye gelmiştir. o sorada
abdurrahman ibni kasım, ders halkasının başındadır. çocuğu, babasının o olduğunu
öğrenince, ders esnasında koşup boynuna sarılmıştır. abdurrahman ibni kasım, "evlat
kokusu alıyorum." demiştir. çocuğunu tanımıyor ama hissediyor. imam malik onu çok
sevmiştir.
-harun reşid halife olunca, (ki ilmin kadrini bilen bir insandır) hem gönlünü almak hem
de ilmini taltif etmek için imam malik'i saraya çağırmıştır. imam malik reddetmiştir. "ilim
gelmez, ilme gelinir. rasulullah aleyhisselam ‫ ص‬bize böyle öğretti." demiştir. harun
reşid bunu duyunca imam malik'in yanına gitmiştir. imam malik onu görünce, "ya
emiru'l mü'minîn... bunu çok görme, ilmin olması gereken vasıf budur ve ilim ehli,
rasulullah aleyhisselam ‫'ص‬ın mirasçısıdır. o aleyhisselam'ın onuru ve vakarı
korunmalıdır." demiştir. harun reşid, diz çökerek önüne oturmuştur. "ilmine talibim.
istifade etmek istiyorum." demiştir. sonraki günlerde de hürmet ve yakınlık göstermiştir.
harun reşid, "n'olur bu ilmin zâyi olmasın. kayda geçsin, eser bırak." demiştir. onun bu
ısrarı üzerine muvatta'yı vermiştir. muvatta'nın sonraki yıllara da tesiri olmuştur. bir nevi
ebu hanife'nin fıkıhta yaptığını, o hadiste yapmıştır. ırak'takinden farklıdır. ırakta'ki, 'bu
mesele üzerine hangi hadisler vardır.' şeklindedir, imam malik'in yaptığı ise, 'bu
hadiste hangi hükümler var.' şeklindedir. bu, bakış farklılığıdır. bu eseri kendisinden
rivayet edenler arasında, eseri ezberleyen, idrak eden, ebu hanife'nin talebesi imam
muhammed de vardır. bu eserini böyle hafızadan aktaran en az 40-50 talebesi
olduğu biliniyor. bu serin içinde rivayet zinciri belli olanlar olduğu gibi, kopuk olanlar
da vardır. ama o zamanlar zincir üslubu çok gelişmiş değildi. imam malik, hadis
olduğuna inandığını oraya almıştır. hepsinin zincirini vermemiştir. sonrasında
araştırıldığında, aktardığı bütün hadislerin zinciri bulunmuştur. bu yüzden bu eser,
sahihi buhari kadar sahih kabul edilir. sûhbún veya sahnûn, abdurrahman ibni
kasım'ın imam malik'ten rivayet ettikleriyle koskoca bir kitap oluşturmuştur. 17 cilttir.
ismi, el müdevvenetü'l kübrâ'dır. dolayısıyla imam malik'in ilmi; muvatta'sı ile, el
müdevvenetü'l kübrâ ile, diğer asırlara ciddi bir birikim olarak kalmıştır. günümüzde
gariban bir mezhebtir. sahip çıkan bir meslek olmamış çünkü. vaktiyle hanefi
mezhebine osmanlı, abbasi devleti sahip çıkmış, selçuklu devleti hanefi ve şafii
mezhebine hizmet etmiştir. günümüzde en gariban, kitapları en az basılan mezhebtir.
islam devletine en çok ihtiyacı olunan yer de bu belki. kitaplar sahipsiz kalıyorlar.
normalde malikilerin en çok medine'de olması gerekirken; sûdan malikidir, mısır'ın
büyük bir bölümü, fas, tunus, cezayir malikidir. vaktiyle de endülüs maliki idi. devletin
resmi mezhebidir. şimdiki ticaret ve medeni hukuka bakarsanız, çoğu maliki
mezhebinden gelir. avrupa hukukunun birçok bağlantısı, maliki mezhebiyledir.
endülüs'ten yürütmüşler çünkü. endülüs'ten alıp boyayıp kirlendirip bize satıyorlar.
sorbon üniversitesindebir tez hazırlanmıştır. avrupa hukukunun, islam hukukunda
faydalandığı alanlar diye. 5 cilttir. üstelik dar çerçevede, islam hukukunun tamamı
inclenmeden hazırlanmıştır.
-imam malik, hocası nâfî ile beraber, cennetu'l bâkî'de yan yana yatmaktadır. imam
malik'in babasının adı enes'tir. onun da babasının adı malik'tir. yani malik ibni enes
ibni malik'tir. kebdisinden hem imam şafii hem de imam muhammed okumuştur.
böylece ilmini başka yerlere ulaştırma fırsatı olmuştur.
-kureyş kabe'yi yeniden inşa ederken, bir karar alıyorlar; kabe'ye haram para
karıştırmayacağız.
ama kabe inşaaya devam ederken, para suyunu çekiyor. yeniden toplanıyorlar,
"diğer paradan
karıştıralım mı, yettiği kadar mı yapalım, ya da daha bitmeden bağlayalım mı?"
üçüncüsüne
karar veriyorlar. hicri ismail bu yüzden dışarıda kalıyor. onun için kitaplarımızda, "bir
insan, hicri ismail'de namaz kılsa, "ben kabe'de namaz kıldım." diye yemin etse,
yemini yerine getirmiş olur." diyor. daha sonra hicretin ilk çocuğu olan abdullah ibni
zübeyr, kabe'yi rasulullah aleyhisselam ‫'ص‬ın dediği gibi inşa etmiştir. daha sonra
haccac başta, emeviler eski haline döndürmüşlerdir. halifeye de böyle anlatmışlardır,
"onlar kabe'yi bile bozmuştu, biz asli şekilde yaptırdık." diye. oradaki talebelerden biri,
"çünkü onlar sizin gibi cahil değildi. böyle bir hadis vardı, ona binaen yapmışlardı."
demiştir. kabe, dördüncü murad döneminde gördüğü hasardan dolayı, yeniden
güzel ve doğru bir şekilde yapılmıştır. harun reşid, imam malik'e, "kabe'yi rasulullah
aleyhisselam ‫'ص‬ın istediği şekilde yapayım mı?" diye müracaat etmiştir. "beytullah'a
dokunmayın. her gelen halife ben yaptı sevdasına düşmesin. onun vakarını
zedelemeyin." demiştir. harun reşid geri adım atmıştır. beytullah o yapısıyla kalmış,
günümüze öyle gelmiştir.
-imam şafi: asıl adı muhammed ibni idris'tir. hicri 150'de yani ebu hanife
rahimehullah'ın vefat yılında doğmuştur. kureyşîdir. dört imamdan arap asıllı olduğu
kesin olarak bilinen tek kişidir. filistin'de doğmuş, iki yaşında mekke'ye taşınmıştır.
çocukluğu orada geçmiştir. imam malik'e giderek, ondan ilim almıştır. mekkeli
alimlerden ilim almıştır. ilimle yoğurulmuştur. sonra medine'ye gitmiştir. oradan ilim alıp
döndükte sonra bağdat'a gitmiştir. orada ırak fıkhını almıştır. imam muhammed'e
talebe olmuştur. hadis düşkünlüğü de vardır. o üslubu beğenmiş, brnimsemiş, bu
inceliğe bir de ıraklılar'ın fıkıha bakışını eklemiştir. dolayısıyla hicaz fıkhı ile ırak fıkhının
birleştiricisi sayılır. ciddi bir ufuk genişliğine sahip olmuştur. iki güzelliğin pratikliğini
birleştirme imkankna sahip olmuştur. arapçası ve zekası çokgüçlüdür. ne kadar
vekî'ye şikayet etse de hafızası çok güçlüdür. şiirde bile güzellik var. safi olması lazım,
takvayla dolu olması lazım , doğruyu bulma niyetli olması lazım, bunun samimiyetini
taşıması lazım. bunu taşıyamayanlar, ilimde durmasınlar. bu samimiyet, bu berraklık
olunca allah, bu insanlara bilgi, ufuk veriyor. onları besliyor, kolluyor. hâliyle ilim de
gelişiyor ve filizleniyor.
-imam şafii, keskin zekası, keskim ufku ve dil kabiliyetleriyle tanınır. şiirlerinin hepsi
birbirinden güzeldir. her şiirirnin ayrı hikmeti vardır. diyor ki, "kalbim kasvet bağlayıp
yollar da sarpa sarınca, ümidimi affına merdiven yaptım. günahım gözümde
büyüdükçe büyüdü ama onu alıp affının yanına koyunca, affını tasavvurlar üstü
büyük buldum."
-bu aziz insan çokça seyahatler etmiştir. mekke'de sekiz yıl ders vermiştir. bu yılları çok
verimli geçmiştir. çok insan yetişmiştir. kalkmış yeniden bağdat'a ve ırak'a gitmiş.
orada ilim ehli yetiştirmiştir. bu devresi ayrıca değerlendirilir. buraya kadar olan devre
için, meheb-i (fıkhi) kadîm ifadesi kullanılır. oradan mısır'a geçip oldukça ilim dağıtmış,
ilim kaynağı olmuştur. burada bazı kanaatleri değişmiştir. değişen kanaatlerini
topladığo bilgiler konusunda da fıkhi cedîd deniyor. bir müçtehid, emek vererek
ortaya bir hüküm çıkarttıysa, sonradan "hayır, bu fikrimden vazgeçtim." diyerek ikinci
bir fikir söylüyorsa, birinci fıkhı atılmaz. o da kayda geçer. yenisi ise yeni olarak
adlandırılır. o yüzden içtihad, içtihadı naksettiremez denir. bir içtihad, öbür içtihadı
devreden çıkartamaz.
-bir özelliği daha; iyi bir şair olduğu kadar, iyi bir okçudur. "her attığı isabet ederdi,
ıskaladığı olmazdı." diyorlar.
-54 yaşında vefat etmiştir. hapse düştüğü bilinmiyor. iki ilim kutbunu birleştirerek,
yepueni ufuklar açarak dünyadan ayrılmıştır. ondan ilim alanlardan biri de ahmed
bin hanbel'dir. imam şafii iel ilgili söylediklerinin hepsi birbirinden güzeldir. güzel ve
zarif insanlar, kırmayan rencide etmeyen ama güzel söz söyleyen insanlar. imam şafii
rahimehullah da bu güzel söz söyleyenlerin içinde, geride hayırlı hatıralar bırakan bir
insandır.
9. Ders -Ahmed bin Hanbel, İslamî Hükümlerin Kaynakları: Kur'an'ı Kerim-
-imam ahmed ibni muhammed ibni hanbel: mervl şehrindendir. babası, serah'sın
valiliğini yapmıştır. doğumu hicri 164'te bağdat'ta olmuştur. burada doğup
büyümüştür. sonraları yerinde duramamış ve ilmin peşinden koşan, ilmin talibi olan
birisi olmuştur. daha ziyade hadis ilmi galiptir. hadis toplama adına dünyanın
seyahatini yapmıştır. bu, hadis ilmi duygusunun kendisinde galip olduğunu ve
mizacının, zekasının hadise uygun olduğunu gösterir. o zamanın hadis alimlerine
bakarsanız, sağlam kaynaklı olup da kendilerinim bilmediği bir hadis varsa hiç
üşenmiyorlar, onun ayağına kadar gidiyorlar, hadisi ondan öğrenip ezberliyorlar ve
diğer nesillere aktarıyorlardı. ahmed bin hanbel'in ayrı bir özelliği de var; devrine göre
erkenden hadisleri kayda geçirmek için çabalayanlardandır. artık hadis tedvini ciddi
olarak başlamıştır. bunun öncülerindendir. kûfe, basra, mekke, medine, yemen, şam,
madrib (fas), cezayir, ırak, iran illeri, horasan'a kadar hadis almak için seyahatler
yapmıştır. diyar diyar dolaşmıştır. hadis, bilgi, ilim toplamıştır. oradaki alimlerle
müzakereler yapmıştır. müsned'inde 30 bin hadis vardır. hadislerin her biri de büyük
değer taşır. bügün de müsned değer taşır. eğer ahmed bin hanbel'den geldiği gibi
gelseydi, daha büyük değer taşıyacaktı. ahmed bin hanbel'in abdullah diye bir oğlu
var. o da ilim meraklısıdır ama hadis ilminde, babasının titizliğini taşıyan bir insan
değildir. müsned, ondam rivayet edilmiştir. abdullah ise bir kısım hadisi, babasının
müsned'ine kendisi katmıştır. bu ne yazık ki kitabı bulandırmıştır. muhammed zahid el
kevserî, abdullah'ın yaptığı için, "baba yadigarı bir kitaba yapılabilecek rn büyük
cinayettir." diyor. hangilerini kendi kattığını söyleseydi bu sıkıntılar olmayacaktı.
bu milletin en büyük özelliklerinden bir tanesi, rasulullah aleyhisselam‫'ص‬ın ne
söylediğini, ne yaptığını, neleri onayladığını, nasıl namaz kıldığını, nasıl uyuduğunu,
insanlarla beşeri münasebetlerine varıncaya kadar bir ilim dalı, bir başka millete nasip
olmamıştır. ne hrisitiyan isa aleyhisselam'ın sözlerini ve davranışlarını, emirlerini ve
yasaklarını bu denli aktarmışlardır, ne de yahudiler musa aleyhisselam'ın emirlerini
yasaklarını bu denli aktarmışlardır. haliyle bu ümmetin en belirgin özelliklerinden birisi,
belli bir eserlerinin ortada var oluşudur. rasulullah aleyhisselam'ın gece
namazlarından, acılı hallerine kadar kayda geçiren başka bir millet olmamıştır. layda
geçirilenleri nesillere aktaran her bir ravi inclenmiştir. asırlar boyu bunun için
kilometrelerce yol katedilmiştir. ahmed bin hanbel rahimehullah'ın hayatı, bunun
örneklerindendir.
-fezâilu's sahabe diye iki ciltlik bir eseri var. sahabelerin faziletiyle ilgili bilgileri, hadis
üslubuyla aktarmıştır. tefsiri olduğu, zühd hakkında kitabı olduğu biliniyor. el ilel ve'r
ricâl diye, hadisteki illetler ve ilim ehliyle ilgili bir kitabı var.
-tedrîste; şafii üslubuyla imam şafii'ye, hem mekke'de hem bağdat'ta talebelik
yapmıştır. ancak hadis tarafı daima galip gelmiş, hadisteki rivayetlerle hükmetmeyi
tercih etmiştir. aksi olması düşünülemez. hakikati bulmak istiyorsanız, hadis ve ayet
varsa bir konuda, bu sizin elinizi bağlar. her imam bu kanaattedir, böyle de olması
gerekir. mesela ebu hanife süzüyor, bu hadiate ne murad var diye. ahmed bin
hanbel'in ise hadisi olduğu gibi söyleme meyli var. dolayısıyla ahmed bin hanbel'den
rivayet çoktur. imam ahmed'de; ebu hanife ile, imam şafii ile, imam malik ile aynı
görüşleri bulabilirsiniz. bütün bunları dile getiren, "el insâf" diye bir kitabı var. ahmed
bin hanbel'den gelen rivayetleri derleyen bir kitaptır. 6 cilttir. hanefilerin görüşü
hemen hemen her kitaplarından alınır. ama hanbelilere gelince, onların mûtemed
dedikleri bir kitap var. mezhebin diğer alimleri görüşleri süzmüşler ve bunu
kitaplarında derc etmişler. dolayısıyla onlarda, mezhebte mûtemed olan ve olmayan
kitaplar ayrımı vardır. hanbeli mezhebinin birinci derecedeki görüşünü almak
istiyorsanız, keşşafül gînâ isimli kitaba müracaat edeceksiniz. temel görüşü oradan
alacaksınız, diğer kitaplar onu destekleyecek. bu yüzden hanefi alimleri, imam
ahmed'i fakih yerine muhaddis kabul etmişlerdir.
-imam ahmed'le ilgili genel bilgi; esmer, uzun, güzel simalı olduğudur. mutezileye karşı
savaş açmıştır. onun dönemindeki abbasi halifeleri, mutezile ile iç içe olmuştur. halife
me'mûn tarafından, belki de kulağı çekilmek üzere, saraya çağırılmıştır. o saraya
gidemeden me'mun vefat etmiştir. yerine mu'tasım geçmiş, onun tarafından hışma
uğramıştır. özellikle "kelâmullah mahluk değildir." diye. bu sözler belli tarihte mi
söylenmiştir de mahluktur? allahu teala'da bu sözler ezelden beri vardı. ezelden beri
allah, mütekellîm idi. kelam vasfı da ezeli ve ebedi değil midir? zamanla nasıl
sınırlandırılabilir? elimizde tuttuğumuz kur'an değil burada bahsi geçen. imam
ahmed'e de hâşâ "allah'ın kelamı mahluktur, sonradan olmadır." dedirtilmeye
çalışılmıştır. imam ahmed reddetmiştir. 2.5 yıl hağiste kalmıştır. muğ'tasım'ın
ölümünden sonra çıkmıştır.
yerine gelen mütevekkil tarafından yakınlık görmüştür. mütevekkil onun ahlakını,
teslimiyetini sevmiş ve bu çerçeveyi zorlamamaya çalışmıştır.
-Şer'î Hükümlerin Kaynakları (Edille-î Şer'iyye)
1) kur'an'ı kerim: rasulullah aleyhisselam'ın vahiy yoluyla allah'tan aldığı, ümmetine
tevatür yoluyla ulaştırdığı, tilavetiyle ibadet olunan, lafzı ve mânâsı allah katından
gelen kitaptır. vehyeden allah, getiren cibril, teslim ve tebliğ eden rasulullah
aleyhisselam'dır. bu tebliğ ya yüzyüze ya da diğer nesillere tevatürle aktarılarak
yapılmıştır. tevatür yolu; yanlış üzerine ittifak etmeleri mümkün olmayan bir
kalabalığın, bir o kadar olan kalabalıktan naklettikleri haberdir. kesin ilim ifade eder.
bazı usul kitaplarımız kur'an'ı kerim için; hem nazımdır hem mânâdır, derler. ikisinden
biri olmayınca olmaz. birisi kur'an'ı arapça olan başka lafızlarla aktarsa, ona kur'an
denmez. tefisi ya da tevili denir. türkçeye çevirerek aktarsanız, meal olur. allah nasıl
vahyetmiş, rasulullah aleyhisselam bize nasıl intikal ettirmişse, kur'an odur. lafzı ve
manasıyla mucizedir. lafzı ve manasıyla mücize olan bir kitabı tercüme ederseniz,
kayıp yaşanır. bir serde ne kadar derin mânâ var ise, bu mânayı başka dilde
karşılayacak kıtlığı oluyor ise, kayıp daha büyüktür. kur'an, birçok ilmî dalın güzrlliklerini
bir anda bünyesinde toplar. meyan okumalara rağmen karşılığı verilememiştir. böyle
bir kitabın baika dile tercümesi, kayıptır. mesela yûnus emre, "ilâhi cennet evine,
girenlerden eyle bizi/ varub anda cemâlini görenlerden eyle bizi./ mahşerde halk ola
hayran, çok yürekler ola püryân/ arşın gölgesinde seyrân edenlerden eyle bizi."
bakıyorsun çok kolay söyleniyor. e bir dörtlük de sen yaz, olmuyor. "gül gül" dedi,
bülbül güle. gül, gülmedi gitti. bülbül güle, gül bülbüle yâr olmadı gitti." bunu başka
bir dile tercüme etseniz, gül ile bülbülün kelime yakınlığını yakalayamazsınız. "Sanma
şâhım herkesi sen sâdıkâne yâr olur/ herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyâr olur./
sâdıkâne belki ol bu âlemde dildâr olur. yâr olur, ağyâr olur, dildâr olur, serdâr olur."
yavuz sultan selim'indir. bu şiiri yukarıdan aşağı, sağdan sola dopru yazsanız aynıdır.
bunu başka dile tercüme etseniz, yavuz sultan selim'in bu emeğini kaybetmeyecek
misiniz? bu kayıp yaşıyorsa, kur'an da yaşıyor. kur'an'ın aslı delildir ama mealine
bakıyorsun, o delil %50 oranında kaybedilir. arapça'da dahi başka kelimelerle izah
etsen, bu kur'an olmaz. dolayısıyla kur'an olmayınca, onunla ibadet de olmaz. allah
nasıl vahyetmiş, rasulullah aleyhisselam nasıl öğretmişse öyle olacak.
-kur'an'ı kerîm üç vahiy mertebesi yaşamıştır.
birinci nüzül; allah katından, levh-i mahfûz'adır. buruc suresi 21. ve 22. ayetler bunu
dile getirir. " ِ‫ بَلِْ ه َُِو قُرْ ٰانِ َم ۪جيدِ ف۪ ي لَ ْوحِ َم ْحفُوظ‬şüphesiz o, şânı yüce bir kur'an'dır. levhi
mahfûzdadır."
ikinci nüzül; levh-i mahfûz'dan, dünya semasınadır.kadie gecesindeki
nüzüldenkastedilen budur. toplu iniştir. biliyoruz ki kur'an, yaklaşık 23 yılda indi. hepsi
ramazan'da inmedi. bir taraftan da leyli kadir, indirildiği gecedir. bu kur'an'ın bütünü
olamayacağına göre, olsa olsa ilk indirildiği gündür deniyor. hayır, bu farklı bir
indiriliştir. kadir gecesi kur'an'ın, levh-i mahfûz'dan dünya semasınantoplu iniş
günüdür.
üçüncü nüzül; dünya semasından, dünyaya iniştir. 17 ramazan'da başlar ve haklaşık
23 yıl devam eder. hayatın, emirlerin, yasakların basamaklarına göre inmiştir. böylece
her inişiyle gönüllere su serpmiştir. hem de ezberlenip amel edilmesi kolay hâle
gelmiştir. sindire sindire amel edinildiği gibi, kolay bellenmiştir. yaşanmış ve yaşatma
mücadelesi verilmiştir. sahabeler de nefes almışlar, çile çekerken yepyeni ayetlerin
inişi onlara güç vermiştir. son derece kıymetlidir.
ilk vahiy: ilk vahiy, ilk olarak sadık rüyalarla başlamıştır. rasulullah aleyhisselam 40
yaşına gelince, üzerinde değişiklikler görünmeye başlamıştır. zaman zaman mekke'yi
terk etmiştir. zaman zaman ağaç ve taşlardan gelen seslerle ürktüğü biliniyor,
rasulullah aleyhisselam'a selam veriyorlar. bu herhalde bünyesini alıştırma evresiydi.
yalnızlıktan hoşlanmaya başladığını görüyoruz. beşeriyyetin ahvalini düşünüyor,
tefekkür dünyasına dalıyor. bu duygular rasulullah aleyhisselam ‫'ص‬ı, mekke dışında bir
yer edinmeye itmiştir. hira mağarasını bulmuştur. orada hanif dini üzerine ibadet
ettiği, tefekküre daldığı biliniyor. yiyeceği içeceği bitince mekke'yendöndüğü,
hâdîce annemiz radıyallahu anh, yiyecek ve içecek verdikten sonra yeniden hira'ya
döndüğü biliniyor. hâdîce validemiz radıyallahu anh'ın rasulullah aleyhisselam ‫'ص‬ı bu
konuda sıkıştırdığına dair en küçük bir bilgi bile yok. oradaki mesafe basit bir mesafe
değil. onu iten bir güç var. bedeni buna hazırlanıyor. yine bir gün tefekkür
dünyasında iken cebrail aleyhisselam'ı görüyor. bütün ufku dolduran bir varlık...
yapayalnızsın, koca dağın tepesindesin, seni koruyacak kimse görünmüyor, bir anda
bütün ufku dolduran bir varlıkla karşı karşıya geliyorsun... rasulullah aleyhisselam ‫ص‬
ister istemez üepermiştir. bu varlık rasulullah aleyhisselam ‫'ص‬a "oku" demiştir. rasulullah
aleyhisselam ona, "ِ‫"اقرا‬. ben okuma bilmem." diye cevap vermiştir. cibrîl
aleyhisselam'ın kanatlarıyla rasulullah aleyhisselam'ı sardığı, "oku" diye tekrar ettiği,
rasulullah aleyhisselam'ın "ben okuma bilmem." dediği biliniyor. bu sefer cibrîl
aleyhisselam, bunalma derecesine kadar rasulullah aleyhisselam ‫ 'ص‬sıkıyor. bu sefer
َ ْ َِ‫علَِقِ اِّقْ َرِأْ َو َربُّك‬
bırakırken " ‫سانَِ َما لَ ِْم يَعْلَ ِْم‬
ِْ ‫سانَِ م‬
ِّ ْ ‫عل َِم‬
ِّ ْ َِ‫اِّقْ َرِأْ بِّاس ِِّْم َربِّكَِ الذ۪ ي َخلَقَِ َخلَق‬
َ ‫عل َِم بِّالْقَلَ ِِّم‬
َ ‫ال ْك َر ُِم اَلذ۪ ي‬
َ ‫ِّن‬
َ ْ‫الن‬
َ ْ‫الن‬
/yaratan rabbinin adıyla oku. o insanı alaktan (asılıp tutunan zigottan) yaratmıştır.
oku! kalemle (yazmayı) öğreten, (böylece) insana bilmediğini bildiren rabbin, sonsuz
kerem sahibidir." alak suresi'nin ilk beş ayetini vahyediyor, sonra ortadan kayboluyor.
rasulullah aleyhisselam kalakalıyor. bir taraftan vahyedilen ayetlerin kalbine
nakşettiğini, unutmadığını hissediyor. öte taraftan kimsesizliğin kucağında dehlet bir
varlık görüyor ve bunun ürpertisini yaşıyor. heyecanla yamaçlardan aşağı iniyor. ta
mekke'ye kadar gelmiştir. kapıdan içeri girerken dahi titremesi devam etmektedir.
"zemmilûnî zemmilûnî" demiştir. "beni örtün, beni örtün..." hâdîce radıyallahu anh
derhal rasulullah aleyhisselam ‫'ص‬ın üzerini örtmüş ve onu istirahate terk etmiştir.
rasulullah aleyhisselam ‫ ص‬kendisine gelince, "ne oldu?" diye sormuş ve rasulullah
aleyhisselam ‫ ص‬yaşadıklarını dile getirmiştir. "o an canımdan korktum hâdîce." diyor.
hâdîce anamız, hâdîcetü'l kübrâ olan anamız, radıyallahu anh diyor ki "hayır. ben
seni daima doğru tarafta gördüm. sen akrabanı koruyup gözetirsin. düşkünlerin
elinden tutarsın. ihtiyacı olanların ihtiyacını karşılarsın. misafirlerine her türlü ikramı
yaparsın.
hakkın hanında yer alır, hakkın ikâmesi için çalışırsın." ve varaka'ya gidiyorlar. varaka,
hâdîce validemiz radıyallahu anh'ın amcaoğludur. hak dini arayan 4-5 kişiden biridir.
bu araştırmalar sonucu Hristiyanlığı seçmiştir. zaman zaman Hristiyanlıkta hak ile
uyuşmayan şeyler görünce, "ya rab, bunun doğru olmadığını biliyorum ama neyin
doğru olmadığını çıkaramıyorum. sen nasıl inanmamı istiyorsan öyle inanıyorum."
diyor. zeyd ibni amr'ı çok seviyor. "o nasıl inanıyorsa ben de öyle inanıyorum." diyor.
zeyd ibni amr, hiç puta tapmamış, putlara kesilen kurbanın etinden yememiş, içki
içmemiş, kumar oynamamıştır. çok selim bir fıtratı vardır. hayat gayesiz ve başıboş
yaratılmış olamaz, diyor. kız çocuklarını gömecek olan aile bireylerini teker teker
dolaşmış, "gömecekseniz ben bakarım." demiştir. alıp, bakıp, büyütmüştür. büyüyüp
filizlenen kızları ailelerine merhametleri canlanır belki diye yeniden göstermiş, kabul
ediyorlarsa vermiş, etmiyorlarsa büyütüp gelin etmiştir. hakikati aramış ve tebük
yolunda öldürülmüştür. ölürken, "ya rab... ben ona ulaşamadım. sen oğlum said'i
ulaştır." ye dua etmiştir. oğlu said ibni zeyd, ilk inananlardandır. "babamı tanıyordunuz
ya rasulullah. o şimdi ne olacak?" diye rasulullah aleyhisselam ‫'ص‬a sorduğunda, "o
tek başına bir ümmettir." cevabını almıştır. böyle bir insandır. varaka da onun bu
temiz fıtratına güvenmiştir. varaka rasulullah aleyhisselam ‫'ص‬ı dinelmiştir ve "müjdeler
olsun! o gördüğün, musa'ya ve isa'ya gelen nâmus-u ekber'dir." demiştir. "eğer mevla
ömür verirse; milletin sana karşı durup öz yurdundan çıkaracakları zaman, en büyük
yardımcın olarak beni bulacaksın." diye vaad etmiştir. rasulullah aleyhisselam ‫ص‬
şaşırmıştır. nereye gitse insanlar onı güler yüzle karşılıyor, el emîn diyorlardı. şimdi
kendisine izzet-i ikramda bulunan insanlar tarafından zorla yurdundan çıkarılacak.
ister istemez, "benim insanlarım mı beni buradan çıkaracak?" demiştir. varaka, "evet.
senin geldiğin davayla gelen her nebînin başından bu geçmiştir. öz yurdundan
çıkarılacasın, karşı duranın olacak. inşaallah en büyük yardımcın benim." demiştir.
ama varaka birkaç ay içinde vefat etmiştir. sonraki günler rasulullah aleyhisselam ‫ص‬
tarafından oldukça zor geçmiştir. bir daha hira'ya dönmüyor, hissettiği vahiy lezzetini
bir daha hissetmiyor. acaba hayal mi gördüm, diye düşünmeye başlamıştır. o vahiy
ise niye bir daha gelmedi? bu da olgunlaşmanın bir başka evresi olsa gerek. yoksa
nübüvvet, onun için bir imtihandı da kayıp mı etmişti? bu sorularla günleri yıl gibi
geçmiştir.
rasulullah akeyhisselam ‫ ص‬bir gün yine Mekke’de ilerlerken, semadan, "esselamu
aleyje ya rasulullah." diye bir ses duyuyor. kafasını kaldırıyor ki yine bütün ufku
kaplayan o varlık. arkasından bir daha kayboluyor o varlık. yine eve dönüp kendisini
َ َ‫يََٓا اَيُّ َها الْ ُمدث ُِِّر قُ ِْم فَاَنْذِّرِْ َو َربكَِ فَكَبِّرِْ َوثِّيَابَكَِ ف‬
örttürüyor. ama bu sefer uyuyamıyor. " ‫ل‬
َِ ‫الر ْجزَِ فَا ْهجُرِْ َو‬
ُّ ‫ط ِّهرِْ َو‬
/ ِْ‫صبِّر‬
ِْ ‫ ِتَ ْمن‬ey örtüsüne bürünen! kalk ve uyar. sadece rabbinin
ْ ‫ُن تَ ْستَ ْكث ُِِّر َول َِّربِّكَِ فَا‬
büyüklüğünü dile getir. elbiseni tertemiz tut. her türlü pislikten uzak dur. yaptığın iyiliği
çok görerek başa kakma." ey örtüsüne bürünen'de yakınlık var. sıcak ifade, ünsiyet
peyda ediş var. "kalk ve uyar." rasulullah aleyhisselam ‫ص‬,müjdeci olmadan evvel
ikaz edicidir. ilk önce uyanması, uyandırması lazım. müjde namaz kıldığında, zekat
verdiğinde gelir. şimdi ise nezir önde. insanlık uçuruma doğru gidiyordu. ayetlerde
tevhid var, rabbini yüceltme var. arkasından temizlik geliyor. "elbiseni temiz tut."
ayette rucz ifadesi var. rucz; allah'ın rızasına uymayan bütün düşünce ve kirli
amellerim genel adıdır. şeytana yönelik ne kadar amel ve düşünce varsa terk et
manasındadır. sonra, "yaptığın iyilikleri çok görerek, insanları minnet altında
bırakmaya çalışma." diyor. bu yöndeki ayetleri sıralıyor. rasulullah aleyhisselam ‫ص‬,bu
emre binaen, derdini hâdîce validemiz radıyallahu anh'a açmıştır. hâdîce validemiz,
hiç tereddüt etmeden iman etmiştir. ilk iöan eden olmuştur. islam'ın hep çileli
günlerinin sahibi olmuştur. dünyalığını da bu yolda bitirerek vefat etmiştir. rasulullah
aleyjisselam ‫ص‬,onu hiç unutmamıştır. "insanlar beni inkar ederken o inandı. mallarını
benden sakındıkları zamanda o bütün malını verdi. benim yavrularım ondan oldu."
demiş, daima hayırla anmıştır. orada başlayan nur, damla damla çoğalmış, bugün
bize kadar, bosna'ya, çinseddin'i aşan yerlere kadar elhamdulillah ulaşmıştır. 23 yıl
içinde peyderpey vahyedilmiştir.
10. Ders -Kur'an'ı Kerim'in Nüzulü ve Cem Edilmesi-
-uhud'da yaşananlar, bu nevi hadiseler nüzül sebebi olmuştur. gelen ayetler gönülleri
serinletmiş, hataları düzeltmiş, doğruları tasdiklemiş. ferahlamaya ihtiyaç duydukça
yeni bir vahiy geliyor, imanları tazeleniyor. o bunalmışlığın içinde buna şiddetle
ihtiyaç vardır. bir bir uzantılı düzeltemiyoruz; bütün millet batıla doğru akarken onları
doğrultmaya çalışıyorsun, bu bin kat daha zordur. ama rasulıllah aleyhissrlam bunu
başarıyor, ayetler de adım adım destekliyor. bazen rasulullah aleyhisselam'ı bile ikaz
ediyor. " َِ‫علَيْك‬
ِِّ ‫الذ ْك ٰرىِ اَما َم‬
ِِّ ُ‫ن َجَٓا َءهُِ ْالَعْمٰ ىِ َو َما يُد ْ۪ريكَِ لَعَلهُ يَزكهىِ اَ ِْو يَذك ُِر فَتَنْفَعَه‬
ِْ َ‫س َوت ََولهىِ ا‬
َِ َ‫عب‬
َ ‫صدهىِ َو َما‬
َ
َ َ‫ن ا ْستَغْ ٰنىِ فَاَنْتَِ لَهُ ت‬
/ ِ‫عنْهُ تَلَ ههى‬
ِْ ‫ اَلِ يَزكهىِ َواَما َم‬Suratını astı, yüzünü çevirdi. Çünkü ona gözü
َ َِ‫ن َجَٓا َءكَِ يَ ْسعٰىِ َوه َُِو يَ ْخ ٰشىِ فَِاَنْت‬
görmeyen biri gelmişti. Sen nereden bileceksin, belki o arınacaktı. Yahut o öğüt
alacak da öğüt kendisine fayda verecekti. Sen ise kendini her şeye yeterli görenle
ilgileniyorsun. Onun arınmamasından sen sorumlu değilsin! Ama gönlünde Allah
korkusu taşıyarak koşup sana gelenle ilgilenmiyorsun!" bu ayetten sonra ne zaman
abdullah bin ümmü mektum'u görse; "gel, rabbimin kendisi hakkında beni ikaz ettiği
dostum." der ve kucaklardı. insanlık böylece hak dini öğreniyor, içleri ferahlıyor. bütün
bunlar adım adım yaklaşık 23 yıl devam ediyor.
-medine'ye intikal edildiğinde artık ahkam ayetleriinmeye başlamıştır. çünkü
medine'de, islam devletinin çekirdeği atılıyor. mekke'deki gibi kısa ayetlerin değil,
artık uzun ayetlerin birbirini takip ettiğini görüyoruz. ayetleri genelde mekki ve medeni
diye ikiye ayırıyorlar. burada hicret, tarih bir geçiş olmuştur. öncesinde daha çok
iman ayetleri varken, sonradan daha çok ahkâm ayetleri vardır. ayrımı nasıl yapalım
diye düşünülmüştür. bakılmış ki daha çok uzun ayetler medine'de nazil olmuş ama bu
ölçü olamaz, mekke'de nazil olup uzun olan da var. medine'de nazil olup kısa olan
da var. misal; " َِ‫ح بِّ َح ْم ِِّد َربِّكَِ َوا ْستَغْفِّرْ هُِ اِّنهُ كَان‬
ِْ ِّ‫سب‬
ِّ ‫ين ه‬
ِِّ ۪‫اس يَ ْد ُخلُونَِ ف۪ ي د‬
َِ ‫﴾ َو َراَيْتَِ الن‬١﴿ ‫ح‬
ُِ ْ‫للا َوالْفَت‬
ِّ ‫ْر ه‬
ُِ ‫اِّذَا َجَٓا َِء نَص‬
َ َ‫﴾ ف‬٢﴿ ً ‫للا اَفْ َواجِا‬
/ ﴿ ً ‫ تَوابِا‬allah'ın yardım ve fethi geldiği zaman ve insanların dalga dalga allah'ın dinine
girdiklerini gördüğün zaman, hemen rabbini överek tesbih et ve o'ndan mağfiret dile.
çünkü o, tevbeleri çokça kabul edendir." medenidir. ayet inince üzülen, ibni abbas
olmuştur. ömer radıyallahu anh, abdullah ibni abbas'ı istişare heyetine almıştır. yaşlı
olanlar, "bu bizim çocuğumuz yaşında ama bizimle aynı mecliste fikir beyan ediyor."
diyorlar. ömer radıuallahu anh duyuyor ve diyor ki; "nasr surasi ne diyor?" "fetihler
birbirini takip edince ve insanlar akın akın allah'ın dinine girince, işte ham zamanıdır."
diye izah ediyorlar. abdullah ibni abbas buna bir ekleme yapıyor, "rasulullah
aleyhisselam vazifesini tamamladı, islam kemâle erdi. rasulullah aleyhisselam
afamızdan ayrılacak. bu ayet inince çok üzülmüştüm." diyor. ömer radıyallahu anh,
"niye seçtiğimi şimdi anladınız mı?" diyor. nasr suresi kısadır ama medenîdir. bu ölçü
oturmuyor.
-mekke'deki ayetler, mü'min olmayanlara hiyap ettiğinden, "ey insanlar" der.
medine'dekiler ise, "ya eyyuhellzîne âmenû/ ey iman edenler" diyor. ama bunun da
istisnası, nisa suresi'nin ilk ayeti mesela. bu da kesin ölçü değil. sonra şöyle bir karara
varılıyor; en iyisi hicretten önce nazil olanlara neyle ilgili olurlarsa olsun mekkî diyelim,
hicretten sonra nazil olanlara da medenî diyelim. aralarda, uhud'da, yolda nazil
olanlar da var. arafat'ta, hudeybiye dönüşünde vs. bütün bunlara medenî denmiştir.
böylece yaklaşık 23 yılda vahyi devam etmiştir.
-rasulullah aleyhisselam'ın vefatıyla vahiy de kezilmiştir. rasulullah aleyhisselam'ın
kalbinde, insanî açıdan hayranolunacak bir hürmet ve tevazu vardır. mesela
kendisine bakan ve kollayan ümmü eymen, siyahi bir kadındır. rasulullah
aleyhisselam'ın ömrünce ona hürmet ettiğini görürüz. ona, annem demiştir.
annemden sonraki annem demiştir. medine'de iken her hafta onu ziyaret etmiştir.
rasulullah aleyhisselam vefat ettikten sonra, ebu bekir radıyallahu anh ömer
radıyallahu anh'a, "ömer, rasulullah aleyhisselam ümmü eymen'i hep ziyaret ederdi.
haydi gel biz de ziyaret edelim." diyor ve kapısını çalıyorlar. ümmü eymen, kapıyı
rasulullah aleyhisselam çalmış gibi birden kapıya koşmuştur. karşısında ebu bekir
radıyallahu anh ve ömer radıyallahu anh'ı görünce ağlamaya başlamıştır. ebu bekir
radoyallahu anh, ona, "rasulullah aleyhisselam'ın gittiği yerin buradan daha gğzel
olduğunu biliyoruz." demiştir. "evet, buna inanaıyoruz. onu göremeyince hatırladım ki
artık rabbimizle bağımız koptu. bir daha vahiy gelmeyecek. bu da gönle ağır geliyor.
kendimi tutamadım." demiştir. ebu bekir radıyallahu anh ve ömer radıyallahu anh da
ağlamıştır. anlamışlardı ki kur'an kemâle ermiştir. anlaşılma ve korunma devresi
gelmiştir.
-rasulullah aleyhisselam'ın vefatından sonra, irtidat hareketleri de yaşanmıştır. Isyanlar
başlamıştır. engüçlü isyan, müseylimetü'l kezzab isyanıdır.
40 bin savaşçı çıkaracak kabilesi vardır. bu kabile, islam'ı yok etmeye yönelmiştir.
yemame'de karşı karşıya gelmişlerdir. islam ordusu 12 bin kişidir. müseylime, kendi
topraklarındadır, dinleniktir. isla ordusu ise sahraları aşara gelmişlerdir ve yorgundur.
ordunun başonda halid bin velîd vardır. orduyu üçe ayırmıştır. bir tarafa muhacirleri,
bir tarafa ensarları ve bir tarafa da diğer kabileleri koymuştur. böylece ne muhacirler,
ne ensarlar, ne de diğer kabileler tarafından geçit verilmeyecektir. ama düşman,
diğer kabilelerin dağınıklığını keşfetmiş, halid radıyallahu anh'ın çadırına kadar
ilerlemiş ama halid radıyallahu anh meydanda olduğundan ele geçirememişlerdir.
müthiş bir direniş yaşanmıştır. muhacirlerin başında, zeyd radıyallahu anh vardır. "ya
rab! rasulullah aleyhisselam'dan sonra bu yaşananlar için özür diliyorum. senin
huzuruna gelinceye kadar, bu can bu bedenden çıkıncaya kadar bir daha
konuşmayacağımı vaad ediyorum." demiştir. cümleleri, atılışları, nâraları meşhurdur.
bir daha da hiç konuşmamıştır ve şehidler arasındaki yerini almıştır, zeyd ibni hattab...
haldi bin velid, ensardan bir grup genci ihyaten yanına almış, herhangi bir grupta
panikleme oluşacak olursa göndermek için. bunların içerisinde bera bin malik de
vardır. "bugün medine yok! yalnızca Allah ve cennet var!" demiştir. ilerş atılmıştır.
tarihin gördüğü ender dövüşçülerdendir. düşman ordusunun moralini çökertmiştir.
düşman, kaçan duruma gelmiştir. kaçıp surların naşına geçmişler ve oradan
mü'minlere ok yapdırmaya başlamışlardır. berâ radıyallahu anh, derhal kalkanlardan
bir merdiven yaparak 10 bin kişinin bulunduğu kalenin bahöesine atılmıştır. kapının
kilidini vurarak kırmış, mü'minlerin içeri akmalarını sağlamış ve aldığı darbelerle kapının
yanına yığılmıştır. bu bahçeden en az 10 bin müşrik ölüsü çıkmıştır. ve hadîgatü'l mevt
yani ölüm bahçesi denmiştir. zafer böyle noktalanmıştır. bera radıyallahu anh'ın
kardeşi enes bin malik radıyallahu anh, "bera'yı bulduğumda vücudunda yara
almayan hiçbir yer yoktu." diyor. zaferin anahtarı, enes radıyallahu anh'ın ağabeyi
bera radıyallahu anh; meydandaki direnişin adı, ömer radıyallahu anh'ın ağabeyi
zeyd radıyallahu anh olmuştur. bera radıuallahu anh vefat etmemiştir. tüm yaraları
halid bin velid radıyallahu anh tarafından sarılmıştır. günlerce kalkamamış, kalkınca
da cihad meydanlarındaki yerini almıştır. unutulmaz biridir. savaşta geri adım
atmayanlar; davanın en samimi olanlarıdır. bu savaşın şehidleri arasında çok kurra
vardır. zirvedeki 4 kurradan biri olan sâlim -ebu huzeyfe radıyallahu anh'ın azadlısı-,
şehîd olmuştur. ömer radıyallahı anh, şehidlerin haberini alınca ebu bekir radıuallahu
anh'a müracaat etmiştir. "kur'an'ı cem edelim. hafızlar kaybolursa n'ederiz..." diyereke
ısrarda bulunmuştur. ebu bekir radıuallahu anh, "rasulullah akeyhisselam toplamadan
gitti. o aleyhisselam'ınyapmadığını benden istiyorsun." demiştir. ömer radıyallahu anh,
"şimdi vahiy tamamlandı. bir araya getirmemizdemahsur yok." demiştir. ifadenin geri
kalanı şöyle, "ömer'in gönlünü ısındıran rabbim, benim de gönlümü buna ısındırdı."
olmuştur. ve kur'an'ın cem edilmesi için harekete geçirmiştir. derilere, kemiklere,
hurma yapraklarına yazıyorlardı ve sandıkta ya da küplerde saklanıyordu. bunları
bunları toplamak, zeyd ibni sabit'e düşmüştür. genç ve zekidir. en çok vahiy katipliği
yaoandır ve hafızdır. babasını cahiliyye uğruna kaybetmiştir. 13 uaşlarında bedir'e
katılmaya çalışmıştır. annesi de istemiştir ki oğlu, rasulullah aleyhisselam ile hak dava
için cihad etsin. böylece savaşa göndermiştir. rasulullah aleuhisselam, ordunın teftişi
sırasında zeyd radıyallahu anh'ı da diğer çocuklar gibi ayırmıştır. zeyd radıyallahu anh
da "canım sana feda olsun ya rasulallah. n'olur senin yanında olayım, senin bayrağın
altında düşmanla savaşayım." demiştir. bu sözler rasulullah aleyhisselam'ın hoşuna
gitmiştir ama izin vermemiştir. kılıcını sürüye sürüye eve varmıştır. zeyd radıyallahu anh,
bunun çaresini annesiyle birlikte bulmuştur. annesi, akrabalarına demiştir ki "zeyd'in
hem hafızası, hem yazısı, hem de kıraati çok güzel. rasulullah aleyhisselam'a onu
dinlet." rasulullah aleyhisselam, zeyd radıyallahu anh'ın okuyuşunu dinelmiştir. ve o
günden sonra zeyd radıyallahu anh, vahiy katibidir. ilerleyen zamanlarda rasulullah
aleyhisselam, "ben yahudilere güvenmiyorum. Bana yahudilerin dilini öğren zeyd."
demiştir. 15 günde öğrenmiştir. çok zekidir. rasulullah aleyhisselam onun bu
kabiliyetini görünce, süryaniceyi de öğrenmesini istemiştir. 17 günde de onu
öğrenmiştir. hem vahiy katibi hem de tercümanı olmuş ve rasulullah aleuhisselam'ın
yanından ayrılmamıştır. zeyd radıyallahu anh, kur'an'ı cem etme görevi için, "dağları
yüklen de taşı deseler bu kadar ağır gelmezdi." diyor. böylece zeyd radıyallahu anh,
alnının akıyla bu görevini tamamlamış ve ayetler, mushaftaki yerini almaya
başlamıştır. saygalar halinde ebu bekir raıyallahu anh'a teslim edilmiştir. onun
vefatından sonra bu sayfalar, ömer radıyallahu anh'a intikal etmiştir. ömer
radıyallahu anh vefat edince, hem kızı olan jem de rasulullah aleyhisselam'ın hanımı
olan hafsa anamız radıyallahu anh'a teslim edilmiştir. onun yanında durmuştur. daha
sonra islam ordusu, kafkas dağlarına ulaşmıştır. burada farklı kıraatler meydana
gelmiştir. bu sebeple ufak sürtüşmeler yaşanmıştır. bunlar huzeyfe radıyallahu anh'ı
ürkütmüştür. huzeyfe radyallahu anh, osman radıyallahu anh'a müracaat etmiş ve
kur'an'ı çoğaltma görevi yine zeyd radıyallahu anh'a verilmiştir. 4 kişilik ekiple, hafsa
anamızdan gelen sayfaları, 4 veya 9 adet çoğaltmıştır. mekke, mısır, şam, ırak- kûfe,
medine'ye gönderilmiştir. biri de osman radıyallahu anh'a gönderilmiştir. böylece o
kitaplar, insanların önünde duracak veoradaki kıraat nasılsa öyle okuyacaklardır.
böylece korunmuştur. sonraki günlerde, "hafsa'daki böyle miydi?" diye ihtilaflar
olmuştur. halbuki zaten oradan aktarıldığı için kesinlikle öyledir. ama bu itirazlar
sonucu medine valisi mervan, o sayfaları getirmiş ve yaktırmıştır.
bunu anlatanlae mervan'ı suçlamıyorlar. o sayfalar duradukça itirazlar bitmeyecekti,
buna ihtiyaç vardı, diyorlar.
böylece kur'an çoğaldı. hem binlerce insanın ezberinde hem de 9'a kadar sayı veren
var, o civarlarda nüshası olmuştur. daha sonraki yıllara, tecvidi ve kıraatiyle
bırakılmıştır.
-sonraları başka bir sıkıntı çıkmıştır; arapçası iyi ve dilin inceliklerine hakim olmak
fakirleşiyor. böyle olunca ve bir de arap asıllı llmayanlar devreye girince, kıraatte
sıkıntılar çıkıyor. önünüzde harekesiz ve noktasız bir kitap olduğunu düşünün. sıkıntılar
buradan çıkıyor. dili iyi bilen insanlar, nokta ve harake olmasa da iyi okuyorlardı.
daha sonra arapçanın aslını bilmeyen insanlar okumaya kalkınca, büyük hatalar
meydana gelmiştir. mesela; "cenabı allah'tan hakkıyla ancak alimler korkar."
cümlesinin bir harekesini değiştirnce, hâşâ, "allah, alimler korkar." cümlesi çıkıyor. bir
hareke bu kadar büyük bir farka sebep oluyor. bu vb. hadiselerin önüne geçebilmek
için, kur'an'ın harekelenmesi gerektiği kanaati ortaya çıkmıştır. öncelikle, ebu'l esved
ed düelî harekelemiştir. hadise böyle olunca bi hayli ilerleme kaydedilmiştir. sonraki
yıllarda bu da yeterli olmamış, . (nokta) ihtiyacı görülmüştür. harekeleri de nokyalarla
yaptıklarından, sonraki ilim ehli bu herekelemeyi değiştirmiştir. kullanılan nokta
uzatılmıştır. ötre için ise, ‫ و‬harfi küçültülerek kullanılmıştır. ebu'l esved'in koyduğu
noktalar da noktalama için kullanılmıştır. böylece hicri birinci asrın sonuna doğru,
ebu'l esved tarafından harekeleme yapılmıştır. 2. asrın ortalarında ise harekeli ve
noktalı hâle gelmiştir. bundan sonra da tevatür yoluyla dilden dile devam etmiştir.
hem de nüshalar çoğalmıştır. sonraki nesillere hem yazılı hem de sözlü olarak
aktarılmıştır. kıyamete kadar da kur'an'ın yok olma tehlikesi kalmamıştır. düşmanın da
buna gücü yetmemiştir. allahu teala, "onu biz indirdik, biz koruyacağız." buyuruyor.
dışarıdaki insanlar da kur'an'ın tahrif olmasından ümidi kesmişlerdir. vaktiyle fransa
böyle bir adım atmaya çalışmıştır. iman lartlarının içerisine, ingilizlere itaati koyuyorlar.
önceki zamanlarda ingiltere mi vardı, diyen de yok. fransızlar, kur'an bastırmışlar ve
parasız olarak halka dağıtmışlardır. bir hafta sonra anlaşılmıştır ki içerisinden 4 harf
silinmiş; ‫منكم‬.bu ifadeyi silince ayet şöyle olmuştur; allah'a ve rasûlüne itaat edin ve
emîre itaat edin." ‫منكم‬,sizden olan, mü'min olan ifadesini silmiştir. bir hafta sonra bütün
cezairliler, meydanlara inerek bu kur'anları toplamışlardır ve fransızların gözü önünde
yakmışlardır. şimdi de aynı zihniyet, ayetleri sündürmeye çalışıyor. hâşâ, "bu devire
değil, eski devire hitap ediyor." diyerek, kimisi "aslında bu kelimenin şu mânâsı da var."
diyerek. inşaallah bunlar gelip geçicidir. kur'an'ı kerim kültüründen uzaklaşmışlıktan
istifade ediyorlar. bunlar da sökmeyecek, gelip geçecektir. rahman'a kul olmak
yerine iblise uşak olmayı tercih edenler, canlarını dişlerine takarak çalışıyor. mü'minler
olarak daha çok çalışmak zorundayız. "rabbimiz'in huzuruna nasıl varacağız?" bunun
şuurunda olmak zorundayız. allah, mü'minlerin çalışmalarına ayrıca bereket veriyor.
gidişimiz iyiye doğru. ümidim var. allah, nasıl kur'an'ın aslını muhafaza ettiyse, hayırlı
insanları vesile ederek, mânâsını da muhafaza edecektir. buna inanıyoruz. biz,
alimlerimize bu samimiyetleri için hürmet ediyoruz. görüşleri farklı olsa bile, ahmed bin
hanbel de imam malik de imam şafii de ebu hanife de rahmetullahi aleyhim
cemian, bunun için gayret etmişlerdir. en güzeli, en doğrusu olsun diye uğraşmışlardır.
ne menfaatleri ne de meşhur olma çabaları var. bu duyguyla hareket eden insanlar
çoğaldıkça inşaallah güzele varacağız.
11. Ders -Ayetlerin Hükümlere Delâleti-
-ikinci harekeleme ve noktalama haccac devrinde gerçekleşmiştir. bazen allah,
zalimlere de hizmet ettiriyor. noktalamayı, nasr isimli bir şahıs; harekelemeyi halîl
yapmıştır. halîl'in yaptığı giderek gelişerek bize intikal etmiştir.
Kur'an'ı Kerim'deki Hükümleri Nasıl Anlayıp Değerlendireceğiz?
1) kur'an, allah kelamıdır. alîm, her şeyi sonsuz ilmiyle bilen habîr, her şeyden
haberdar olan ve hikmeti de sonsuz olan rabbimizim buyruğudur. o hidayet
rehberidir. dolayısıyla ilk hükümٓ kaynağımızdır. " / َِ‫ْبِۛ ف۪ ي ِّهِۛ هُدًى لِّلْ ُمتق۪ ين‬
َِ ُِ‫ ٰذلِّكَِ الْ ِّكتَاب‬işte kitap.
َ ‫ل َري‬
ondan asla şüphe yoktur. o, günahtan sakınanlar için bir hidayet rehberidir." alîm ve
habîr olarak başlamayı şunun için tercih ettim; hâşâ kur'an belli bir zamana hitap
ediyordu, verdiği hükümler o zamanda kaldı, diyorlar. ilmi sonsuz olan, geçmişten ve
gelecekten haberi olan allah, belli bir zamanla mı ayetlerin hükmünğ sınırlıyordu?
haşa allahu teala'nın ilmi sınırlı mıydı? bu bir çılgınlıktır.
-kur'an'ı iki açıdan değerlendireceğiz;
1) kur'an ayetlerinin sübûtu ve bize ulaşması. bu syetler gerçekten allah kelamıdır.
bunda asla tereddüt yoktur. aynen bize ulaşmıştır. tevatür diye buna diyoruz. hem
ezbere, hem yazılı, hem namazlarda okunarak, harflerinin nasıl teleffuz edileceği, bu
bilgilerle bize geliyor. dünya tarihinde hiçbir ilim, bu üslupla bize gelmemiştir. bizim
anladığımız ravilerden ravilere aktarılarak gelen bilgi, tarih içinde yoktur. tarih,
emarelerden hareket eder. bu insanlar çömlek yapabiliyordu, taş yontabiliyordu vs.
vs. gibi emarelerden hareket eder. bu, binlerden binlere aktarılarak gelen bilgiye
göre %1 değerinde kalacak kadar zayıftır. kur'an'ı kerim'in her ayetinin, rasulullah
aleyhisselam'ın ümmetine ayet olarak öğrettiği ayetlerden oluşuyor oluşu kesindir.
şüphe yoktur. "‫ْبِۛ ف۪ ي ِه‬
َِ ُِ‫ِۚ " ِۚۚۚ ٰذلِّكَِ الْ ِّكتَاب‬onun için kur'an'ın ayetlerinin sübûtu kat'idir.
َ ‫ل َري‬
yakîn yani kesin ilim ifade eder. peki sübutu kesinse, bize emrettiği ve varılan hüküm
de kesin midir? bütün hepsi kat'idir deiyemiyoruz. kat'î olanı da vardır, zannî olanı da
vardır. kat'î olan; ayet açık ve net ise, bir başka manaya gelmeye kapalı ise, onun
hükmü kat'îdir. kelime başka manalara da kullanılıyor, başka ihtimallere açık ise
zannîdir. bilgiler, kesin yani yakîn bilgiden başlayarak, yalan bilgiye kadar kademe
kademedir. %100 kesin olana, kat'î, yakîn diyoruz. %50'den yukarı olan bilgiler, zannî
ve zannı galip olan bilgilerdir. doğru olma ihtimalleri yüksektir, fıkıhta delil ifade
ederler. mesela hadisler eğer tevatür yoluyla gelmemişse, zannîdirler. eğer aktaran
raviler sadık, zabt ehli ise biz o zincirle gelen hadislere sahih hadis diyoruz. peki beşer
yanılamaz mı? yanılabilir, bir anlık da olsa nefsine kapılabilir. bu kapı daima açıktır. bir
tek rasulullah aleyhisselam masumdur. bu ihtimal zayıf bile olsa, onlara zannî diyoruz.
içinde beşer var çünkü. ama zannî bir hadisi dışarıda bırakmayız, delil olarak kullanırız.
tıpkı hakimin, şahitlere dayanarak hüküm vermesi gibi.
bu hükümde şahit yanılabilir, nefsine kapılabilir ama şahitliği yok sayarsanız,
mahkemeleri kilitlersiniz, bir millet durur, bir ilim durur. hadis bundan daha güçlüdür.
özü sözü doğru olan bir insan, şahsi meseleyle ilgili de değil, Allah’ın emrettiği ve
rasulullah aleyhisselam'ın yaptığı bir amel hususunda bilgi veriyorsa, sadıksa, aklı
yerindeyse, hafızası güçlüyse, biz buna figha yani güvenilir ravi diyoruz. dolayısıyla
delil teşkil ediyor. ayetlerde başka mana ihtimali var ise, zan ifade ediyor. mesela
%50 %50 ise buna şüphe diyoruz. arapçada şektir bu. bunun altında zan vardır. onun
altında vehm vardır. vehmin en altında da kizb yani yalan vardır. böyle bir
basamaklama vardır. misal, mirasla ilgili ayetler geliyor; "bir kadın eğer ölen kocasının
çocuğu yoksa, mirastan 1/4 alır." diyor. açık ve net. bunun hükmü kat'îdir. ölen
insanın çocuğu varsa, 1/8'ini alır. bu başka mana ifade etmez. mesela had
cezalarıyla ilgili ayetler var. bunları doğru anlayabilesin ki doğru tatbik edebilesin. bir
başka manaya gelmiyor. 'iffetli bir insanı zina ile itham eden, 4 şahit getirecek. yoksa
kendisi ceza alır' diyor. ayet bu konuda açık. murdar hayvanın eti, domuz eti,
allah'tan başkasının adına kurban edilmiş hayvanın eti, açık iafdeyle haramdır. aynı
şekilde şarap haramdır. bu vb. ayetler açık ve nettir. mesela boşanmış kadınlar 3
guruğ müddeti beklesinler' diyor. guruğ kelimesi arap dilinde iki manada kullanılıyor;
hayız ve temizlik manalarında. ebu hanife, hayız manasında kullanılmıştor diyor. aynı
konuda imam şafii, temizlik manasındadır diyor. işte bu, zan igade ediyor. ikisi de
%100 doğru değil. ama ikisine de uyarız, bir şey kaybedilmiyor. arada gün oynar
sadece. zannî ifade olması bu tip şeylerden kaynaklanıyor. ayetin sübutuyla ilgili bir
mesele değil.
1) ayetler genellikle icmali yani toptan, hükme delalet ederler. sadece çekirdek
hakkında bilgi verir. o çekirdeğin içinde dalları, budakları, meyvesi, vs. her şeyi vardır.
ekersen kük salar, meyvesi şöyledir, dalını kırınca süt akar vs. hepsi o çekirdeğin
içindedir. ayette de çekirdek, emirdir. bunu toprağa eken, bize gösteren bazen
rasulullah aleyhisselam'dır. "namazı ikame edin." diyor. ama çekirdeğin bütünüyle
açılımı yok. eğer öyle kalsaydı, ya rab nasıl namaz kılacağız diye sorardık. dağınık
olarak var. mesela "rükuya gidenlerle birlikte siz de rükuya gidin." ama bunlar
namazın içinde nasıl olur, nereden başlanır, nereye doğru gidilir, bunlar yok. bütün
bunları biz, rasulullah aleyhisselam'ın sünnetinden görüyoruz. dolayısıyla ayette tafsilat
açıklanmaz. eğer böyle olmasaydı; ortalama bir fıkıh kitabı yaklaşık 9 cilttir, o halde 9
ciltlik bir kitap olması gerekiyordu. öyle olsaydı çoğunuz hatmedemezdiniz. hagızlar
nadir çıkardı. allah bizi, bizden iyi biliyor. aklımızın sınırlarını, gücümüzü biliyor.
dolayısıyla emirler, kur'an'da icmali olarak gelmiştir. mesela akidlerin çeşitlerini vs.
söylemiyor ama ne diyor? "akidlerinize vefa gösterin, hakkını yerine getirin." genel bir
ifade. hem akdin meşruluğunu, hem de her mü'minin, yaptığı akidlere vefa
göstermeleri gerektiğini öğreniyorsun. birincisi icmalidir dedik. birincisi bu.
2) ikincisi; zamana ve mekana göre değişmeyecek bir üslup kullanılır. mesela kur'an
bize sadece, şu şu şu eşyaları satın' deseydi, biz bugün bilgisayar satamazdık.
değişebilen şeylerde ana prensipleri veriyor bize. iki tarafın da rızası olacak diyor. birisi
teklif edecek, öbürü kabul edecek ve bunun bedeli ödenecek. bunun gibi şartları
öğreniyoruz.
-fürûâtı değişebilecek noktalarda da ana kuralları koyuyor. " /ًِ‫َواَ ْوفُوا بِّالْعَ ْه ِِّد اِّنِ الْعَ ْه َِد كَانَِ َم ْس ُ۫ ُؤل‬
ahdinize sadakat gösterin. her insan, ahdine sadakat göstermediği konuda
mesuldur, diyor.
mesela nerelerde istişare edileceğini söylemiyor. "onlarla istişare etti." diyor. genel
kaidelerini söylüyor. " /ِ‫الربٰوا‬
ُِ‫ َواَ َحلِ ه‬allah, alışverişi helal, faizi haram kıldı. diyor
ِّ ‫للا الْبَيْ َِع َو َحر َِم‬
ve bunun detayına girmiyor.
-ayeti kerimenin içerisinde müteşabih ifade varsa, bu kul tarafından açıklamayla
çözülemeyecek bir ayettir. ya allahu telal ya da rasulullah aleyhisselam açıklayacak.
"namazı ikame edin." sırf bu kadarla kalsaydı, müteşabih bir ayetti. ben nasıl namaz
kılacağımı bilmiyorum. bunu bana ya başka bir ayetle allah açıklayacak ya da
rasulullah aleyhisselam açıklayacak. yoksa bilemem. bazen de ayet, müfesser oluyor.
esasen anlaşılıyor ama tefsire ihtiyacı var. kendisi tefsir edilmiş ayetler var. bütün
bunlar bize bir bilgi oluşturuyor.
3) kur'anı kerim'de gelen ayetlerşn üslubu, kanun maddeleri gibi değildir. ne şiire, ne
nazıma, ne nesire, ne fıkıh kitabına uyar. tamamen farklı, bunların dışında bir üslup.
ebu zer radıyallahu anh, rasulullah aleyhisselam'ın yanına kardeşini, "sen şiirden
anlarsın." diye gönderiyor. kardeşi dönünce, "vallahi söyledikleri ne kaside ne şiir.
hiçbirine benzemiyor ama çok güzel şeyler." diyor. ebu zerr el ğıfarî radıyallahu anh,
bunlar bana yetmez deyip kendi gidiyor. ve müslüman olarak dönüyor.
-kur'an'ın içinde belli konular da yan yana gelmiş değil. şurdan lura fazile ilgili,
şurdanşura alışverişle ilgili, şurası akide, şurası aile hukuku, emanet, cehennem değil.
çok güzel bir orman düşününüz. tabii bir manzaranın içerisinde yürüyorsunuz.
önünüze bazen aynı ağaç çeşitleri çıkar ama biri diğerinden farklıdır. duruşu,
büyüklüğü, meyvesinin iriliği farklıdır. sizin ayrıca hoşuuza gider. böyle bir tabiilik
içerisinde ayetler geliyor. kendine ait bir güzelliği vardır. emirlerinde ve yasaklarında
da bu özelliği görüyoruz. tek üslupla değil, kanun maddesi gibi değil. mesela farz,
vacip, haram kılındı ifadesini kullanmak yerine, ayetin akışına daha uygun ifadeler
kullanılıyor. bazen sebebe dikat çektiğini görüyoruz. mesela, " / ‫للا الذ۪ ينَِ يُقَاتِّلُونَكُ ِْم‬
ِّ ‫ل ه‬
ِِّ ‫س ۪بي‬
َ ‫َوقَاتِّلُوا ف۪ ي‬
allah yolunda size karşı savaşanlarla savaşın." diyor. cihad var, cihad meşru. bu savaş
ne için olacak? heva ve heves için değil, allah yolunda. durup dururken savaş
çıkartın demiyor, savaş çıınca hakkını verenlerden olun, diyor. "onlar sizdeki gücün
varlığını bilsinler." mesela müşriklerin bedir'de biraz cesaretleri kırılmıştır ama bedir
kazaya geldi zannetmişlerdir. uhud'da durumları daha iyidir. ama müslümanlar,
dağıldıktan sonra nasıl toparlanıyorlar, nasıl bir daha canlarını dişlerine takıyorlar, nasıl
yeniden ayağa dikilip ölümüne mücadele veriyorlar, uhud'da bunu çok acı bir
şekilde görmüşlerdir. uhud'un arkasında, islaö ordusu yeniden toparlanmıştır. yaralılar
bile düşman kovalamaya çıkmıştır. onların üzerlerine gittikleri müşrikler, yeni bir
çatışmayı göze alamadan, sayıları çok daha kalabalık olduğu halde mekke'ye
çekilmişlerdir. daha sonra ayak sürerek medine'dekileri korkutmaya çalışmışlardır.
gelip geçenlerle medine'ye haber gönderiyorlar, "müşrikler mekke'den ayrıldı, çok
büyük güçleri var. karşısında duramazsınız. bedir'e gelmeyin." diye. sökmüyor ama.
müslümanların bedir'e doğru yola çıktığı haberini alınca, bunlar yerinden
kalkamamıştır. Mekke’ye geri dönmüşlerdir. Mekkeliler bu orduya, 'çorba ordusu'
demişlerdir. biz orduyu, düşmanımızı yıldırmak için hazır tutarız, emniyetimizin
korunması için. senin dirençli olduğun bilinsin, sana dokunulmasın diye. bu yüzden
allah, sizdeki gücü bilsinler diye emrediyor. Allah bize hem yol gösteriyor hem de
savaş sebebi nedir, bunu öğretiyor.
-bazen asıl gerçeklere vurgu yaparak, " /‫ َواَنْ ِّفقُوا مِّما َرزَ قْنَاكُ ِْم‬size verdiğimiz rızıklardan infak
edin." burada asıl gerçeğe vurgu yapılıyor. ne diyor? ey insanlar, bu mal sizin değildi.
biz size rızık olarak verdik. buğday ekiyorsunuz, nar ekiyorsunuz, ormanlar var ve
bütün bunları besleyen bir toprak yapısı var. o kadar arizelerin gıdasını bir sürü ağaç
emiyor ama allah o gıdayı o toprağa veriyor. kerrelerce veriyor. allah böylece, "biz
size nasib ettik. siz de insa lara infakınızı, zekatınızı verin." demiş oluyor. bir taraftan
iyiliğe teşvik ediyor, öte taraftan asıl gerçeğe dikkat çekiyor.mbazen vehametine
işaret eder. "allah'ın haram kıldığı bir cana kıymayın. ancak hak ve hukuka dayalı bir
konuysa ayrı." diyor. cana kıyamnın nelere sebep olabileceğini dile getiriyor bazen
farklı bir emir üslubu olarak, geçmiş milletlerin de bununla sorumlu olduğuna dikkat
çekiyor. "sizden önceki milletlere de olduğu gibi namaz, vakitlere bağlı olarak farz
kılınmıştır." diyor. bazen de teşvik üslubu taşıyarak; " /َِ‫ن تَنَالُوا الْبِّرِ َحتهى تُنْ ِّفقُوا مِّما تُحِّ بُّون‬
ِْ َ‫ ل‬sevdiğiniz
mallardan infak etmedikçe iyiliğe eremezsiniz. bunun içinde teşvik var. gerçekten
ٰ ‫ت َوالص ٰلوةِِّ الْ ُوس‬
takva ehli olmak istiyorsanız böyle yapın diyor. " َِ‫ّٰللِ قَانِّت۪ ين‬
ِّ ‫ْطى َوقُو ُموا ِّ ه‬
ِِّ ‫علَى الصلَ َوا‬
َ ‫َحافِّظُوا‬
/ namazları ve oeta namazı aksatmayın. huşû içinde allah'ın huzurunda durun."
diyerek hatırlatıyor. bazen acı bir üslup da kullanıyor. " ‫ل يُنْ ِّفقُونَ َها ف۪ ي‬
َِ ‫َب َوالْفِّض ِةَ َو‬
َِ ‫َوالذ۪ ينَِ يَ ْكنِّزُ ونَِ الذه‬
‫للا فَبَشِّرْ هُ ِْم ِّب َعذَابِ اَل۪ يم‬
ِِّ ‫ل ه‬
ِِّ ‫س ۪بي‬
َ ِۚۚ / altın ve gümüş biriktirip allah yolunda harcamayanları elem
verici bir azapla müjdele." azap ve müjde yan yana gelmişse, demek ki, siz müjde
bekliyordunuz ama böyle yaparsanız azap gelecek. bunun gibi direkt emir yerine;
bazen gayesine, bazen asıl gerçeğine, bazen hedefine, bazen teşvikine dikkat
çeken, iç içe yoğurulmuş bir dünya bulursunuz.
-ayetlerin bir fiili emretmesi, methetmesi, teşvik etmesi veya yapanı methetmesi, o
şeyin farz veya da mendup olduğunu gösterir. bir şey emrediliyorsa, meşrudur. derecesi ayrı. methediliyorsa, bu sana ecir kazandıracak demektir. teşvik ediliyorsa
da böyledir. aynı zamanda yapanlar da methediliyorsa, allah yapılmasını istiyor
demektir. bir fiilin terkini istemesi, fiili veya failini kötülemesi, dünyevi veya uhrevi bir
azabım sebebi olarak göstermesi, insanlar arasında buğzetmeye sebep olarak onu
işaret etmesi, fiilin haramiyetini veya kerahiyetini gösterir. şeri şerifin istwmediği bir
fiildir. bie fiilin helal kılındığını, o fiildeki yasağın, günahın, sıkıntının kaldırıldığını ifade
eden lafızlar, bu fiilin mübah ve caiz olduğunu gösterir. bizim için yaratıldığını
vurgulaması, nimet olarak zikredilmesi de mübah olduğunu gösterir. mesela helal
kılınması; "/ِ‫صوص‬
َِ‫ اِّنِ ه‬allah kendi yolunda sağlam
ُ ْ‫صفاِ َكاَن ُه ِْم بُنْيَانِ َمر‬
َ ‫للا يُحِّ بُِّ الذ۪ ينَِ يُقَاتِّلُونَِ ف۪ ي‬
َ ِ۪‫س ۪بيلِّه‬
örülmüş bir duvar gibi kenetlenmiş saflar halinde çarpışanları sever." cihada vurgu
yapıyor hem de cihadın nasıl yapılacağına, kalben ve manen insanların
kenetlenmesi gerektiğini söylüyor. " ِ‫عد‬
ُِ‫ب ه‬
َِ ‫َض‬
ِْ ‫َو َم‬
َ َ‫علَيْ ِِّه َولَعَنَهُ َوا‬
َ ‫للا‬
ِّ ‫ن يَقْتُلِْ ُمؤْ مِّنِا ً ُمتَعَمِّدِاً فَ َج ََٓزا ۬ ُؤهُِ َج َهن ُِم خَالِّدِاً ف۪ ي َها َوغ‬
ً
َ
َ
‫ع ۪ظيما‬
ِ
‫ا‬
‫اب‬
‫ذ‬
‫ع‬
‫ه‬
ُ
‫ل‬
/
ً
bir
mü'mini
kasten
öldürürse
cezası,
içinde
devamlı
kalmak
üzere
َ
َ
cehennemdir. allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir azap
hazırlamıştır." bu suçun hem haramiyyetini hem de ne kadae tehlikeli olduğunu
َ ْ‫ل الشي‬
َ ْ ‫صابُِ َو‬
َ ْ ‫ِّر َو‬
gösteriyor. "/ َِ‫ان فَا ْجتَنِّبُوهُِ لَ َعلكُ ِْم تُفْ ِّلحُون‬
ِِّ ‫ط‬
ِِّ ‫ع َم‬
ِْ ‫ال ْز َل ُِم ِّرجْسِ م‬
ُِ ‫ يََٓا اَيُّ َها الذ۪ ينَِ ٰا َِمنَُٓوا اِّن َما الْ َخ ْم ُِر َوالْ َميْس‬Ey
َ ‫ِّن‬
َ ْ‫الن‬
iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar, fal okları şeytan işi iğrenç şeylerdir. Bunlardan
kaçının ki kurtuluşa eresiniz." şunlar şunlar haramdır demiyor. şeytanın amellerinden,
َ ْ‫فَزَ ينَِ لَ ُه ُِم الشي‬
necis şeylerdir. onlardan uzak durun diyor. " / ِ‫عذَابِ اَل۪ يم‬
ُِ ‫طا‬
َ ‫ن اَ ْع َمالَ ُه ِْم فَ ُه َِو َو ِّليُّ ُه ُِم الْيَ ْو َِم َولَ ُه ِْم‬
َşeytan onlara yaptıklarını güzel gösterdi. bugün de şeytan, onların velîsidir. onlar için
dehşetli bir azap vardır." şeytan o insanlara amellerini güzel gösterdi. allah yolundan
alıkoydu. onlar hidayete eremezler. şeytan hangi amelleri güzel gösterdi? ayetin
önünde zikrediliyor. bu allah yolundan alıkoymadır ve bu insanların hidayet
bulmayacağına da vurgudur. bir insan bunu nasıl evirip çevirip doğru gösterebilir?
bunun misallerini cemiyet hayatında görüyoruz. açıklığı sacıklığı nasıl savunuyorlar,
nasıl çağdaşlık diyorlar görüyoruz. iffetsizliği, zinayı savunuyor. insan sapıtınca, raydan
çıkıncaher tarafa gidebilir. şu kadar kur'an kursu kapattık diye savunuyorlar.
nimetlerin bizim için yaratıldığını vurgulayan en açık ayetlerden biri de " ‫ل لَكُ ُِم‬
َِ َ‫ه َُِو الذ۪ ي َجع‬
َ ْ yeryüzünü sizin için kullanışlı hâle getiren
/ ‫ُور‬
ُِ ‫ِّن ِّر ْزقِّهِ۪ َواِّلَيْ ِِّه النُّش‬
ِْ ‫ض ذَلُولًِ فَا ْمشُوا ف۪ ي َمنَا ِّك ِّب َها َوكُلُوا م‬
َِ ْ‫الر‬
o'dur. üzerinde dolaşın ve allah'ın rızkından yiyip için. (ama unutmayın ki) dönüş yalnız
allah'adır." dolayısıyla ayetlerin içinde bizi imana teşvik eden vardır, nimetleri
hatırlatan ayet vardır, hüküm ifade eden, tafsilatıyla anlatan, icmali olarak anlatan,
direkt emreden, nelere sebep olacağını anlatan, bir milletin hangi temel taşları
olduğunu anlatan ayetler vardır. mesela, " ‫ل‬
َِ َ‫ِّن اَنْفُ ِّسكُ ِْم اَ ْز َواجِا ً ِّلتَ ْسكُـنَُٓوا اِّلَيْ َها َو َجع‬
ِْ ‫ن َخلَقَِ لَكُ ِْم م‬
ِْ َ‫ِّن ٰايَاتِّهَِ۪ٓ ا‬
ِْ ‫َوم‬
/ َِ‫ َبيْنَكُ ِْم َم َودِةً َو َر ْح َمةًِ اِّنِ ف۪ ي ٰذلِّكَِ َ ٰل َياتِ ِّلق َْومِ َيتَفَك ُرون‬onlara ısınıp kaynaşasınız diye size kendi
türünüzden eşler yaratıp aranıza sevgi ve şefkat duygularını yerleştirmesi de o'nunn
kanıtlarındandır. doğrusu bunda iyi düşünen kimseler için dersler vardır." temel bu
olursa huzur bulursunuz vurgusunu yapıyor. bu şekilde ayetler geliyor ve bize ulaşıyor.
-ayetlerin içerisinden hangisinin fazileti ifade ettiğini, hangisinin mandubiyetini,
hangisinin haramiyeti, hangisinin mekruhluğu ifade ettiğini kim açıklayacak? bir kısmı
çok açık, onu herkes yapabilir. bir ksımını ise bj alanda ihtisas sahibi insanlar yapar.
islamiyet, ruhbanlık dini değildir. herkes islami kaynakları okuma, ahkâmını bilme
hakkına sahiptir. yaptığı işle ilgili fıkhî bilgileri öğrenmek zorundadır. ömer radıyallahu
anh, "alışveriş hukukuyla ilgili bilgisş olmayan, çarşımıza yaklaşmasın." diyor. böyle bir
hayat tarzının içinden geliyoruz. insanlarımız bu bilgi ve kabiliyetlerini geliştirirken,
hepsinin allah'ın çizdiği sınırlar içinde olmasına dikkat ve riayet etmek zorundadırlar.
ama bundan öte raydan çıkmalar yaşandığında, yeniden her şeyi rayına sokacak,
doğru yol budur diyecek insanlar, bu alanda ihtisas sahibi olan insanlar olmalıdırlar.
kervan raydan çıktığında nasıl geri raya sokacağını bilen insan, asıl mütahassıs olan
insandır. tıp ve fıkıh birbirine çok benzetilir. hadisçilerş eczacıya benzetirler, fakihleri
doktora benzetirler. bu şekilde fetva veren insan, hastalık için reçete yazan insana
benzer. bu şekilde yol gmstermek isitiyorsa, bu alanda ihtisas sahibi olmalıdır. nasıl
cerrahi kitabı okuyan bir insan, 'gel seni yatıralım, ameliyat edelim.' deyip bıçağı eline
alma hakkına sahip değilse; bir insanın bu konuda ihtisası yok ise, fetva verme hele
de hayati konularda fetva verme hak ve salahiyyetine sahip değildir. hele de
günümüzde ayrıva müzakere ve istişare edilmelidir. her önüne gelen ayetlerle hüküm
vermeye kalkarsa, sıkıntılarımız ortaya çıkıyor. bu ayetten ne hüküm çıkar, nasıl hüküm
çıkarılır, ne yapılamlıdır, işte bu bir ihtisas alanıdır. amr ibni cemuh radıyallahu anh,
uhud'un en şanlı şehîdlerindendir. tek ayağı topal vaziyette, cihad ona farz olmadığı
halde cihada çıkmıştır. oğluyla kucak kucağa şehîd olmuşlardır. abdullah ibni ümmü
mektum radıyallahu anh, cihad ayetleri nazil olunca ağlamıştır. rabbimin bir emri var
ve ben yapamıyorum, diye. o güne kadar ne emrediliyorsa yapıyor ama cihad ayeti
nazil olunca yapamıyor. "ya rasulullah.. yapamıyorum. vallahi yapabilseydim bir gün
bile geri durmazdım. ama bunu yapamıyorum." demiştir. rasulullah aleyhisselam,
"allah senin özrünü biliyor." dediği halde, "ne olur benim için de bir ayet indir allah'ım."
diye yalvarmıştır. bu aziz insan, cihada katılmanın bir yolunu bulmuştur. islam
sancağını taşımaya başlamıştır. ölümüne taşımıştır. ve kendisi de sancağıyla beraber
şehîd olmuştur. sorumlu değil ama fedakarlık yaparak, izzetine izzet katarak, böyle bir
şeref ve izzete ermeyi başarıyor. bu ayrı, mesuliyet ayrı. üzerine farz olmadığı halde
yapmak, ayrı bir ibadet levhası taşır. biz bunları anlayacağız, ayırt edeceğiz, kendi
kuru inadımızla hareket edene insanlar olmayacağız. ilim bilmek güzeldir, ilimle amel
etmek çok güzeldir. ilim, amel ve debin yan yana gelmesi, çok çok güzeldir. bir şey
daha çok güzeldir; haddini bilmek, bilmiyor olduğunu bilmek.
kadî şureyh var, tabiin alimlerinden. ali radıyallahu anh'a bile fetva vermiştir. bir gün
birisi bir soru soruyor. "bilmiyorum." diyor. adamın kafasının tası atıyor, söylene söylene
gidiyor. "bu adamı geri çağırın." diyor. çağırıyorlar. "ben buraya oturdum, buraya
oturduğum vaktin karşılığı bana maaş veriyorlar. ama ben bildiğim şeyler için maaş
alıyorum. bilmediğim şeyler için maaş alsaydım, hazinede para kalmazdı." diyor
adama. insan her şeyi bilecek değil. bilmiyorum demek bir erdemdir.
12. Ders -Sünnetin Tarihi ve Kısımları-
-bugün ikinci kaynağımız olan sünnet üzerinde duracaktık. sünnet; alışılmış, tutulmuş,
gidilen yol demektir. genişçe ve istikrarlı yolun adıdır. " ُِ‫ل بِّ َها بَعْ َده‬
َِ ‫سنَةًِ فَعُ ِّم‬
ِِّ ‫اْلس‬
ِْ ‫َم‬
َ ‫ْالم سُنةًِ َح‬
َ ‫ن‬
ِّ ْ ‫سنِ فِّي‬
ُ
ْ
َ
ُ
َ
ُ
ْ
ْ
ْ
/ .ِ‫ش ْيء‬
َ ‫ُور ِّه ِْم‬
ِ‫صم‬
ُِ ‫ل بِّ َها َول يَنق‬
َِ ‫ع ِّم‬
ِ ‫ل أ ْج ِِّر َم‬
ُِ ‫ِّب لهُ مِّث‬
َِ ‫ كت‬Kim, İslâm’da iyi bir çığır açarsa, o kimseye
َ ‫ن‬
ِّ ‫ِّن أج‬
bunun sevabı vardır. O çığırda yürüyenlerin sevabından da kendisine verilir. Fakat
onların sevabından hiçbir şey eksilmez. Her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o
kişiye onun günahı vardır. O kötü çığırda yürüyenlerin günahından da ona pay ayrılır.
Fakat onların günahından da hiçbir şey eksilmez." bir kasaba düşünün; hiç meyhane
yokken biri gelip meyhane açtık. o meyhaneden kazandığı batıldır. çocuğuna
yedirdiği haramdır. burda bitmedi; o meyhanede kimler içiyor ve o huzursuzluğu
kimler evine taşıyorsa, bunun günahından o insana pay vardır. hangi yuva bu
sebeple dağıldıysa, o yuvanın dağılma günahı, o meyhaneyi açanlaradır. ondan
sonra o beldede açılan bütün meyhanelerin günahından pay alır. kim bir rejim
kurarsa, bu rejim allah'ın yolundan ayrı bir rejim ise, bu rejimin yaptığı bütün
adaleysizlikten allah'a isyandan kıyamete kadar pay alır. bu hadiste geçen, "senne"
kelimesi, yol edindi, çığır açtı manasındadır. "Sizler karış karış, arşın arşın sizden
öncekilerin yolunu izleyeceksiniz. onların inançları ve yaşayışlarını ölçü edineceksiniz.
insanın giremeyeceği küçük bir keler (kertenkele) deliğine girecek olsalar, siz de
onları takib edeceksiniz." bize körü körüne taklidin ne dereceye varacağını gösteriyor
bu hadis.
-fıkıh usulünde sünnetin en öz tarifi; rasulullah aleyhisselam'ın sözleri, fiilleri ve
takrirleridir. iç yapısı bakımından sünnetin nevileri üçtür. bu tarife göre;
1) kavlî hadis: rasulullah aleyhisselam'ın değişik vesilelerle söylediği sözlere denir.
rasulullah aleyhisselam ilk dönemlerde, sözlerinin yazılmasını yasaklamıştı. birçok
sebebi var ama birinci sebep; ayetlerle karışması korkusuydu. ayetlerin üslubu esasen
çok belirgin ama kaeışan olabilir. bir muhaddis, "ben, rasulullah aleyhisselam'ın
sözünü kokusundan bile tanırım." diyor. düşe kalka iyice aşina olmulsanız bunu
tanırsınız. bir insanı üslubundan, yapısından, savunduğu düşünce tarzından
tanıyorsunuz. bir kimse düşünün ki; rasulullah aleyhisselam ile gecesi gündüzü bir, o
kokusundan bile tanır. bu işin tahlilini yapmak, bu işim mütehassısı için kolay bir
hadisedir. buna rağmen karışma olabilir mi? biz beşeriz, olabilirdi. bu yüzden
rasulullah aleyhisselam, ilk devirde hadislerin yazılmasını yasakladı. o zamanda
ayetleri bir kağıda hadisleri bir kağıda yazalım diye bir imkan da yok. deri parçasına,
hurma yaprağına yazıyorlar. bir sandığa koyuyorlar ve öyle muhafaza ediyorlar.
bir de karıştığını düşünün; bitin insanları toplayıp istişare etmeniz lazım. bu kolay
değildir. bunun kadar önemli olan bir şey daha var; islam, ciddi bir eğitim devresi
geçirmiştir. bir millet düşünün ki kimse namaz kılmayı bilmiyor. o millete namazı, orucu
siz öğretiyorsunuz. haramlar, helallaer nasıl olur, zekat nasıl verilir siz öğretiyorsunuz.
mekke'de iken hadisler yazılsaydı, kim bilir neler neler çıkardı. hatta hikmeti ilâhi, ebu
bekir radıyallahu anh'ın rivayet ettiği hadis sayılıdır. yanında az mı durdu? hayır, en
çok duranlardan. hafızası mı zayıftı? asla. hafızası en güçlğ nadir sahabelerdendir.
duyduğunu anında ezberler. neseb alimidir. yani bütün kureyşlilerin sülalereninin
köküne kadar bilir. hassan bin sabit radıyallahu anh, "bir insan, rasulullah
aleyhisselam'a dil uzatmışsa, cevap vereceği zaman ebu bekir'den bilgi alırdı; 'bunun
nesebinin bir tarafında bulanıklık var mı?' diye. varsa oraya atış yapardı. her attığı
doğruydu." diyor. kus ibni saide, çok güzel konuşan bir insan. onun kabilesi müslüman
olacaklarında rasulullah aleyhisselam, "kus ne güzel konuşurdu. ukaz panayırındaki
sözleri ne güzeldi. bütünüyle hatırlasaydım, okumayı tercih ederdim." diyor. ebu bekir
radıyallahu anh, "ya rasulullah, arzu ederseniz ben söylerim. hepsi aklımdadır." diyor.
virgülüne kadar aktarmıştır. dolayısıyla hafızası çok güçlüdür ama az hadis rivayet
etmeyi tercih etmiştir.
-kavli hadise misal; "/‫ الصحة والفراغ‬:‫ْمتان مغبونِ فيهما كثير من الناس‬
ِِّ ‫ ع‬iki nümet vardır ki insanların
çoğu bu nimetleri kullanmakta aldanmıştır: sağlık ve boş vakit." bir diğeri; " ً ‫طريقِا‬
ِْ ‫و َم‬
ِّ ‫ن سلَك‬
ْ
ْ
َ ‫ سه َلِ للاِ لَهُ بِّ ِِّه‬، ً ‫ِّس فِّي ِِّه عِّلمِا‬
‫ط ِّريقِا ً إلى ال َجن ِِّة » رواهُِ مسلم‬
ُِ ‫ ٌيَلتَم‬./ küm ilüm tahsil etmek için bir yola girerse,
allah o kişiye cennet'in yolunu kolaylaştırır." bu vb. dünya kadar hadis vardır.
2) fiili hadis: rasulullah aleyhisselam'ın yapmış olduğu bütün fiillerdir. rasulullah
aleyhiselam onları anlatmıyor ama o aleyhisselam'ı öyle yaparken görenler anlatıyor.
abdest alışı, torununu kucaklayışı bu hadislerdendir. ebu hureyre radıyallahu anh
rivayet ediyor; "rasulullah aleyhisselam'ı yürürken gördüm. ben de peşine takıldım.
ukaz çarşısını geçtikten sonra yolunu değiştirdi, ben de peşinden izledim. kızı
fâtıma'nın evinin önünde durdu. "eyne lukka?" diye bağırdı. ("afacan nerede?"
diyerek hasan'ı kast ediyor.) annesi duyunca hemen hasan'ın yüzünü yıkadı.
boynuna papatyadan bir halka taktı. hasan, dedesine koştu. birbirlerini kucakladılar."
diyor. kainatın efendisi ama aynı zamanda bir dede...torununa sevgisi, kızına sevgisini
görüyoruz. bunu bize ebu hureyre radıyallahu anh anlatıyor. yine rasulullah
aleyhissrlam sahabe ile yürüken, oynayan çocuklar arasında hüseyin'i görüyor.
anlatan sahabe, "sıradan çıktı, torununun peşine düştü." diyor. "hüseyin'i yakaladı,
kollarını boynuna doladı. sonra kucakladı, sevdi. yeniden oynayan çocukların
arasına bıraktı." alınız size fiili sünnetten bir örnek. yine buna bir örnek de rasulullah
aleyhisselam'ın saf düzeltişi. "saflarınızı düzgün tutunuz. zira safların düzgünlüğü
namazın kemalindendir." bu kavli bir sünnettir. ama bazen ne yapıyor? imameti
bırakıyor, herkesi yek tek sıraya diziyor. hatta sahabe, "göğsümüz ileri çıkmışsa onu
bile bastırırdı." diyor. "bizi sıraya dizerdi. sonra öne geçer namaz kılardı. ne zaman saf
şuuruna erdik, rasulullah aleyhisselam bizi safa düzmeyi bıraktı." diyor. ikinci anlatış fiili
sünnettir.
3) takriri sünnet: gördüğü, duyduğu söz ve davranışlara ses çıkartmamasıdır. birincisi,
sadece sükût eder. ikincisi, bir şekilde tasdikini belli eder. rasulullah aleyhisselam, bu
konuda bizden farklıdır. buradan kalkıp Eminönü’ne gitseniz, yolda binlerce yanlış
görürsünüz. düzeltmeye kalksanız olay çıkar, sevimsiz duruma düşersiniz ama
rasulullah aleyhisselam, bizden farklıydı, görevliydi, müdahale ederdi. yanlış
gördüğünde bırakıp geçmezdi. bu yüzden susuşu dahi delildir.
mesela; bir kadın, kabristanda bir mezarın başında feryad edip ağlıyor. rasulullah
aleyhisselam onu, yaptığın doğru değil diye ikaz ediyor. kadın, rasulullah
aleyhisselam'a çıkışıyor. "sen benim acımı bilemezsin." diyor. rasulullah aleyhisselam
yoluna devam ediyor. daha sonra bunu görenler kadının yanına geliyorlar. "sen kime
söz söylediğini farkında mısın? rasulullah aleyhisselam'a karşı bu kelimeyi kullandın."
diyorlar. kadın çok üzülüyor ve rasulullah aleyhisselam'ın yanına geliyor. "ya rasulullah,
ben siz olduğunuzu bilmiyordum. çocuğum öldü, içim yanıyor. ona ağlıyorum." diyor.
rasulullah aleyhisselam, "bu şekilde feryad etmeyin. asıl sabır, yaşadığın anda göğüs
gerebilmendir." diyor. onu ikaz etmiş oluyor. ama ne konuda sükût ediyor? hanımlar
kabristana giremez, demiyor. doğru olmayan, feryadı figandır.
bir de tasdikini ve hoşnut oluşunu belli edişi var. buna örnek de muaz ibni cebel
radıyallahu anh ile arasında yaşananlardır. rasûlullah aleyhisselam, muaz radıyallahu
anh'ı yemen'e vali olarak gönderiyor. muaz radıhallahu anh, allah'ın kendisine
gerçekten fıkıh kabiliyeti verdiği insanlardan birisidir. o yıllarda çok gençtir.
göndermeden önce aleyhisselâm soruyor: "muaz, yemen'de ne ile hükmedeceksin?"
allah'ın kitabı ile. "ya allah'ın kitabında bulamazsan?" rasûlü'nün sünneti ile. "ya onda
da bulamazsan?" ya rasûlullah, içtihad ederim. ve lâ âlu/ çaresiz kalmam." diyor.
rasulullah aleyhisselam seviniyor. "rasûlü'nün rasûlü'nü muvaffak kılan allah'a hamd
ederim." diyor. dolayısıyla onu tasdik ediyor, memnun oluyor. bir başka örnek;
validelerimizden bir tanesi, taşları sıralamış onlarla tesbih çekiyor. rasulullah
aleyhissekam, "bu nedir?" diyor. validemiz, "ya rasulullah, ben unutuyorum. böyle
daha kolay oluyor." diyor. rasulullah aleyhisselam gülümseyerek yoluna devam
ediyor. anlıyoruz ki asıl olan, o zikri söylemektir. dolayısıyla tesbih bu açıdan
kullanılıyorsa, bid'at denmesi doğru değilr. bir örnek daha verelim; usame radıyallahu
anh oldukça esmerdir. babası zeyd ise beyazdır. bu yüzden "bu bunun oğlu mu?"
diyen çok oluyor. ama annesi ümmü eymen radıyallahu anh siyahi bir kadındır,
habeşlidir. zeyd radıyallahu anh onunla neden evlenmiş? bir gün rasulullah
aleyhisselam, "kim cennetlik bir kadınla evlenmek isterse, ümmü eymen ile evlensin."
buyurmuştur. yaşça da zeyd radıyallahu anh'tan büyüktür. buna rağmen rasulullah
aleyhisselam böyle dedi.diye ümmü eymen radıuallahu anh ile evlenmiştir. usame
radıyallahu anh bu evliliğin yavrusudur. annesi cariyelikten, babası köleleikten gelme
birisidir. usame radıyallahu an, rasulullah aleyhisselam'ın bir dizinde, hasan
radıyallahu anh öbür dizindedir. rasulullah aleyhisselam'ın kucağında büyümüştür.
hatta ömer radıyallhu anh'ın oğlu abdullah radıyallahu anh, "ya emiru'l mü'minîn,
ganimetten payı usame'ye daha çok verdin. bense halife oğluyum. neden böyle
yaptın?" diyor. ömer radıyallahu anh da "o, rasulullah aleyhisselam'a senden daha
sevgiliydi. onun babası da senin babandan daha sevgiliydi." diyor. ömer radıyallahu
anh'ın çok güzel duygularla takdir ettiği bir durumdur. abdullah radıyallahu anh'ın hiç
gönlü kalmamıştır. millete anlatan odur zaten. usame radıyallahu anh, 18-19
yaşlarındayken dev bir ordunun başına geçmiş ve yönetmiştir de. bir gün usame
radıyallahu anh ile babası yan yana yatıyorlar. çarşafı da yüzlerine çekmişler,
uyuyorlar. ikisinin de ayakları açık. neseb ilminden anlayan bir insan, dikkatlice
ayaklarına bakıyor. niye bakıyorsun, diye soruyorlar. "bu ayakla bu ayağın rengi
tutmuyor da bu ayak bu ayaktan." diyor. şaşkın şaşkın ona bakıyor. bu rasulullah
aleyhisselam'ın hoşuna gitmiştir. gülümsemiştir. takriri sünnet de bu demek. her biri ayrı
ayrı değer ifade ediyor.
sıralamada; kavli sünnet, hanefilere göre en güçlüdür. sonra fiili sonra takriri sünnet
gelir. imam şafii rahimehullah; fiili, kavli, takriri diye sıralıyor. çünkü rasulullah
aleyhisselam bizzat yaptıysa bu çok güçlüdür diyor. eğer çok güçlü olmasa,
rasulullah aleyhisselam'ın bizzat kebdisi yapmaz, o aleyhisselam masumdur, diyorlar.
hanefiler ise; evet güçlüdür ama rasulullah aleyhisselam'a mahsus olma ihtimali
açıktır. rasulullah aleyhisselam'a mahsustur ve başkasının yapması doğru olmayabilir.
kavli sünnet buna kapalıdır. herkese ait demektir. düşünceleri böyledir. mesela fiili
sünnet için; rasulullah aleyhisselam bazı günler üst üste iftar etmeden oruç tutmuştur
ama bunu ümmetine yasaklamıştır. "ben sizin gibi değilim. beslenilirim, yedirilirim,
içirilim." diyor. yine teheccüd namazı. rasulullah aleyhisselam için farzdır ama ümmeti
için kılamayanı sorumlu değildir. o yüzden hanefiler, kavli sünnetin daha güçlü
olduğu kanaatindedir.
Rivayet Açısında Sünnet
-Hanefiler üçe ayırıyorlar; mütevatir, meşhur, âhad.
1) mütevatir hadistir. tevatür; yalan üzerine ittifak etmesi mümkün olmayan bir
kalabalığın, bir o kadar kalabalıktan naklederek getirdiği bilgiye denir. çok güçlğdğr,
kesindir. bu da iki türlüdür; lafzı mütevatir olan, manası mütevatir olan. lafzı mütevatir
olana alimlerimiz şu örneği veriyorlar; "her kim bilerek bana bir yalan isnad ederse,
cehennemdeki yerini hazırlasın." buyuruyor rasulullah aleyhisselam. bu hadis birçok
kanaldan geliyor. hep aktarılagelen bir hadistir. mana olarak hadisin lafzı müyevatir
deği ama diyelim ki 100 tane hadisin buluştuğu bir nokta var, o nokta mütevatir
oluyor. örnek; dua ederken ellerin kaldırılması. rasulullah aleyhisselam bedir'de dua
ediyordu. ellerini öyle kaldırdı öyle kaldırdı ki omzundan bürdesi düştü.", "arafat'ta
ellerini kaldırarak şöyle dua etti..." bütün bunları birleştirnce, rasulullah aleyhisselam'ın
ellerini kaldorarak dua ettiği mütevatirdir. rasulullah aleyhisselam'ın abdest alış şeklini,
bir dünya sahabe anlatıyor. ayrı vakalar ama yan yana getirdiğimizde tevatür
derecesine ulaşıyor. yine arafat'ta iken öğlen ve ikindiyi, müzdelife'de iken akşam ile
yatsyı birleştirerek kılıyor. bunu anlatan hadislerin her biri âhad hadistir. her birini yan
yana getiriyorsunuz, sonra bitün sahabelerin ameline bakıyorsunuz ve cem ederek
kıldığı tevatür oluyor. bunlara, 'mana olarak mütevatir' diyoruz. mütevatir hadisin
sübutu kesindir ve kat'iyyet ifade eder. onunla amel etmek farzdır. mitevatir hadisi
inkar etmek küfürdür. bu açıdan ayete benzer.
2) meşhur sünnet: birkaç ravi naklettiği halde, bir raviden sonra -bir ravi sahabedir.
sahabelerden en ilimle tanınmayanının dahi, rasulullah aleyhisselam'ın söylemediği
bir sözü, o aleyhisselam'a nispet ederek akaterdığı görülmemiştir. bilakis, dünya kadar
şey görüp de aktarmayan var. ebj bekir radıyallahu anh gibi. öbür türlüsü hiç tespit
edilmemiştir. hadis ilminde de sahabe ne kadar az rasulullah aleyhisselam ile
bulunmuş olursa olsun, sadık kabul edilir.- "ameller niyetlere göredir." hadisinin ravisi
ömer radıyallahu anh'tır. ömer radıuallahu anh'tan sonra 2. derecedeki raviler,
mütevatir derecesindedirler. bu nevi hadislerin hükmü, zannı galip ifade eder. %85'in
üzerinde bir rakam demektir bu. kesine yakın bilgi diyoruz. ilmu't-tumâ'nîne deniyor
ilim delinde. gönlü rahat ettiren demek. mesela kur'an'daki vasiyet mutlaktır. sad ibni
vakkas radıyallahu anh hastalanmıştır. mekke'de hastalanmıştır. orada vefat edip
geri medine'ye dönemeyeceğini zannetmiştir. hicretinin kaybolacağını düşünmüştür.
bu yüzden çok üzülmüştür. ama rasulullah aleyhisselam onu, "hayır burada
ölmeyeceksin." diye teselli ediyor. öleceği endişesiyle malının bütününü vasiyet
etmek istiyor. rasulullah aleyhisselam, hayır, diyor.
yarısını vasiyet etmek istiyor. yine hayır diyor. "1/3'ü ya rasulullah?" diyor. "evet, 1/3'ü
bile çok." buyuruyor rasulullah aleyhisselam. demek ki bir insan, malının 1/3 kadarını
vasiyet edebilir. rasulullah aleyhisselam arkasından, "çocuklarını varlıklı olarak
bırakmak, başkalarına muhtaç insanlar olarak bırakmaktan daha hayırlıdır." diyor. bu
hadis güçlğ ve meşhurdur. buna "sınır koyulmuyorsa, sınır kıyan hadis" deniyor. mesela
kur'an'da, bütün çocukların mirastan pay alacağo vardır. ama hadisi şerif, "katil,
mirastan pay alamaz." diyor. yani mirasçısını öldüren insan, miras bırakanın malından
pay alamaz. islam bu yolu kapatıyor. nasıl öldürürse öldürsün, kazara bile olsa
mirastan mahrum edilir.
3) âhad sünnet: tevatür ve meşhur derecesine ulaşmayan hadislere, sahih bile olsalar
âhad diyoruz. bu nevi hadisler zan ifade ederler. yani %50'nin üstündedirler. itikadî
hkümlerde delil değillerdir. şartlarını taşıyorsa, fıkhî yani amelî konularda delildirler. ve
fıkıh kitaplarında oldukça büyük yerleri vardır. fıkıh kitapları bu hadislerle doludur.
yalnız haberi ahadda bir nokta var. misal, muaz bin cebel radıyallahu anh anlatıyor,
"rasulullah aleyhisselam bir gün elini omzuma koydu. "muaz, ben seni çok severim.
şöyle dua et; .َِ‫ْن ِّع َبا َدتِّك‬
ِِّ ‫ع ٰلى ِّذ ْك ِّركَِ َوشُ ْك ِّركَِ َو ُحس‬
َ ‫ "اَلله ُهمِ أَع ِّ۪ني‬şimdi bu bir dua ve tavsiue ama emir
olsaydı zan ifade ederdi. ama bunu muaz radıyallahu anh duydu. muaz radıyallahu
anh için yakîn ifade eder. yine sık sık bu ifadeleri ebu zerr radıyallahu anh kullanır.
"sevdiğim, can dostum bana dedi ki..." diyor ve ardındam hadisi rivayet ediyor. bunu
duyan kendisidir. kendisi için kesinlik ifade eder. naklettikleri insanlar için zan igade
eder. niye? her şeye rağmen arada kul ve beşer var diye.
-diğer mezheblere göre hadisler şöyle ayrılıyor: ilk başta ikiye ayırıyorlar; mütevatir
hadialer ve âhad hadisler diye. mütevatir hadisin tarifi aynı. âhad hadisi üçe
ayırıyorlar; birincisine el müstefîd diyorlar. birinci yabakada 3-4 veya daha çok
sahabe rivayet ediyor, sonra genişliyor. buna müstefîd hadis diyorlar. ikincisi, el azîz.
birinci yavakada iki kişi naklediyor, daha sonraki tabakalarda iki veya daha çok
olarak devam ediyor. bir de hadisin bir zincisi yoksa, o zinciri bulup tespit ederek,
rasulullah'a direkt gisiş yolunu bulmaya da "azzehû ilâ rasulullah (aleyhisselam)" diye
kullanılıyor. ama el azîzden kasıt, ilk ifade.
üçüncüsü, el ğarîb. her tabakada birer kişi varsa ve kaynaklarda böyle yer almışsa, el
ğarîb diyorlar.
-hadisi şerifleri, hükme delalat edişiyle almış olduk. bir noktaya daha vurgu yapmamız
lazım; hükümlere delaleti yalnızca bununla sınırlı değil. hadisteki ifade açık mı
bununla da sınırlı. eğer hadisteki ifade sarih ise, başka manaya gelmiyor ise, delaleti
kat'idir. örneğin; kişin sahip olduğu develer 25'i geçince, 2 yalına girmiş bir deveyi
zekat olarak verecek. bu kat'idir. başka bir manaya gelebiliyorsa zannidir. örneğin;
"fatihayı okumayan kişinin namazı yoktur." namazı mı sahih değildir yoksa namazında
eksiklik mi vardır? imam şafii imam ahmed rahimehullahi cemian, bu konuda nettir.
'hadisi oldupu gibi alırız. namazı yok diyorsa yoktur. namazı sahih değildir.'diyorlar.
ebu hanife rahimehullah ise, 'bu, fatiha okumanın kıyemtini ve derecesini gösterir.
ama olmazsa namazın olmayacağını göstermez. çünkü bu üslüp arapçada var.
delilimiz ise "kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun." diyor. benim kolayıma gelen fatiha
olmaz da kevser olur.' düşüncesindedir.
"bir insanın bir başka ayet kolayına gelebilir. okursa ayete göre namazı sahihtir ama
Fatiha’ya vurgu o kadar ağır ki bu sünnette olmaz. dolayısıyla mutlaka sünnetten üst
mertebede olmalı. rükun de olamaz, ayet var çünkü. o zaman ikisinin arasında bir
rütbe olan vacip olmalı. namaz olur ama eksik olur." diyor. imam şafii öyle
zannediyor, ebu hanife böyle zannediyor; alın size zanni hadis.
-sünnet, kur'an'dan sonra ikinci kaynaktır. rasulullah aleuhissrlam, "Dikkat edin! Sizden
birinizi; emrettiğim veya yasakladığım konulardan birisi kendisine ulaştığında koltuğuna yaslanmış bir hâlde- ‘bilmiyorum Allah’ın kitabında ne bulursak ona uyarız
(hadisleri tanımayız derken)’ bulmayayım." buyurmuştur. bir başka hadiste de "Şunu
iyi biliniz ki, bana Kur'an-ı Ke­rim ile birlikte onun bir benzeri de verilmiştir. (Bu konuda)
dikkatli olun; (çünkü) koltu­ğuna kurulan tok bir adamın ‘Size (Hz. Peygamberin
sünneti / hadisleri değil) sadece şu Kur'an lazımdır, onda bulduğunuz helali helal,
haramı da haram kabul ediniz yeter!’ diye­ceği (günler) yakındır...” buyurmuştur.
böyle bir ikaz var. dolayısıyla hadis, delildir. kur'an'ı kerim'den sonraki menbaımızdır.
14. Ders -İslam Hukukunun Diğer Kaynakları: İcma-
-sünnetle ilgili birkaç şey daha söyleyip icmaya geçeceğiz.
hadislerin tedviniyle ilgili inceliklerden bahsettik. bu inceliğe lüzum vardır. mesela rical
kitapları yazılmaya başlandı. "çok kibirlidir ama asla yalan söylemeyecek kadar
onurludur. hadis alınır." ifadeleri vardır ya da "çok âbid, zâhid ama rivayetleei
birbirine karıştırır. onun aktardığı hadislere dikkat edin.", "70 yaşına kadar iyiydi sonta
karıştırmaya başladı." ifadeleri geçer. ilk başta alimker hakkında böyle ifadeler
okumak zoruma gitse de sonradan ne kadar lüzumlu olduğunu anladım. asıl
paylaşmak istediğim; bir hadis uğruna kilometrelerce yol alan insanlar olmuştur.
sahralar aşılmış, diyarlar dolaşılmıştır. böylece bir millete dev gibi bir bilgi kaynağı
miras olmuştur. bu kaleye saldırılar llsa da saldırılan kale, saldıranların gücünü kıracak
kadar güçlüdür. bu saldırılar, kendi göğüslerinde sönecektir.
İcma:
-ecma'a, topladı demektir. icma da toplanış demektir. cami, ictima da bu
kelimeden gelmiştir. esasen icma; aynı devirde yaşayan alimlerin, belli bir konuda
aynı kanaati taşıyarak fikir birliğine varmalarıdır. peki bu nasıl gerçekleşir? bunun
üzerine çok tartışılmıştır. çünkü rasulullah aleyhissekam devrinde icma yok. rasulullah
akeyhissrlam'ın üslubu ney? eğer mesele, vahiy gerektiren semavi bir meseleyse,
rasulullah akeyhisselam bu meselede istişare etmiyor. rabbin'den geleni bildiriyor. tıpkı
hacca'da yaptığı gibi. "ey millet! nasıl hacc edelim?" demiyor. "nüsükünüzü benden
alacaksınız." diyor. ama mesela bedir harbi yapılacağında, uhud harbinde istişarede
bulunuyor. eğer bir strateji çizilecekse bunun istişaresini yapıyor. mesela bedir'den
önce; bu savala girelim mi girmeyelim mi? çünkü ordu hazırlıksızdır. bize gelen bilgiye
göre, bedir savaşı'na giden 6-8 kişide zırh vardır. uzun mızraklar, kalkanlar yoktur.
sadece 2 kişinin bineği vardır.
böyle bir ordu savaşa girme veya girmeme kararı verecek. rasulullah aleyhisselam'ın
istişare üslubu; kendi meylinin ne tarafa olduğunu hissettirir, sonra da aksi bir kanaate
meyli olan var mı, bunu sorardı. hiçbirini de yadırgamazdı. rasulullah aleyhissrlam'ın
bu tavrını hisseden muhacirler, "ya rasulullah, biz varız. savaşalım." rasulullah
akeyhisselam bakışlarını sürdürüyor, diğer insanlar da sükût ediyorlar. ama radulullah
aleyhisselam'ın birkaç saniyelik bekleyişi, ensarı harekete geçiriyor. sa'd ibni muaz
radıyallahu anh, "ya rasulullah, bizden cevap bekliyor gibisin. tereddüt etme. savaşa
girmek istiyorsan gir. sen denize dalsan, seninle birlikte biz de dalarız." diyor. mikdad
radıyallahu anh, "ya rasulullah, biz sana benî israil'in musa aleyhisselam'a dediği gibi,
"git rabbinle beraber savaş, biz burda oturur bekleriz." demeyeceğiz. ya rasulullah,
savaşa gir. önünde, ardında, sağında, solunda, cihad meydanında bizi göreceksin."
diyor. bize anlatan abdullah ibni mesud radıyallahu anh, "o sözü ben söylemeyi ne
kadar da isterdim." diyor. sahabelerden birisi, "ya rasulullah, yeri seçerken kendi
kanaatinle mi yoksa vahye dayalı mi seçtiniz?" diyor. kendi kanaatiyle seçtiğini
söyleyince, "ya rasulullah, su tarafını onlara vermeyelim. su ihtiyacımız olacak. savaş
tekniği için bu daha doğrudur." diyor ve öyle yapıyorlar. istişarenin meyvesi budur.
itişare mü'min için, asla uabana atılamayacak kadar kıymetlidir. istişare; fikirlerin
pürüzlerinin giderilişi, tozunun toprağının temizlenişi, saf hâle getirilişidir. istişare, bir
beynin değil, birçok beynin getirdiği fikirlerin yoğurulup, netice almak için bir çaba
sonucu meydana getirilmiş pürüzsüz fikirlerdir. rasulullah aleyhisselam buna çok öenm
vermiştir. uhud öncesi bunun çok güzel bir örneğidir. rasulullah aleyhisselam,
müdafaa herbini tercih ettiğini söylüyor ama gençler ne diyor? " ya rasulullah,
meydana çıkalım. biz onlardan korkmuyoruz. bedir'de de azdık. mücahid
kardeşlerimiz böyle böyle yaptı." diyor. rasulullah aleyhisselam'ın amcası hamza
radıyallahu anh da biz onlardan korkmuyoruz, diyor. meylinin cihad meydanına
çıkmak olduğunu ifade ediyor. istişareler neticesinde cihad meydanına çıkmaya
karar verilmiştir. bazı kaynaklar o günün sabahında, bazılarıysa cuma namazından
sonra diyor. medine'den ayrılmışlardır. cumartesi sabahı uhud'a varılmıştır. o gençler
rasulullah aleyhisselam'ın kapısına geliyorlar. "ya rasulullah, biz seni sanki çok zorladık."
diyorlar. kendi aralarında konuşmuşlar. karşımızda rasulullah aleyhisselam vardı, biz
sanki inad ettik, demişler. ama rasulullah aleyhisselam onların fikrini kabul etmiş. ne
diyor? "bir peygamber, kararını verdikten, zırhını giyip kılıcını kuşandıktan sonra bir
daha çıkartmaz." diyor ve meydana çıkılıyor. bazıları gençlerin bu istişaresini, uhud'un
kaybedilmesinin sebeplerinden sayıyor. hayır değildir. çünkü istişareyi yapan
rasulullah aleyhisselam da olsa, neticede farklı bir fikir var mı diye istişareyi yapıyor.
istişare, 200 kiliysek eğer, 200 fikirden faydalanmanın yoludur. ben kendi fikrimi
empoze etmeye çalışıyorsam, bu istişare değildir, diktedir. uhud'da abdullah ibni
selül, 300 adamını alıp terk ettiğinde, mü'minler 3 binlik gücün karşısında 700
rakamına düştüğünde, mü'minler kenetlenip ilk hamleler yapılmış ve dülmanlar çılgın
gibi kaçmaya başlamışlardır. istişare haksız olsaydı, bu devrede kaybedilirdi. kayıp,
rasulullah aleyhisselam'ın tenbihlerine rağmen tepenin boşaltılması sonucu
yaşanmıştır. diyelim ki farklı fikir olmadı, bedir'deki gibi herkes savaşmakla ittifak etti,
buna icma deniyor. bunun ilmi bir konuda olduğu kabul edilir. herkes aynı konuda
ittifak ediyorsa, bunun adı icmadır. rasulullah aleyhisselam devrinde de istişare vardı.
bu önenmli ve gereklidir. bu ümmetin övüldüğü vasfı, / ‫ُورى بَيْنَ ُه ِْم‬
ٰ ‫ َواَ ْم ُرهُ ِْم ش‬işlerinde
meşveret ederler gerçeğidir. istişare şuuru, islam'a layık olacak şekilde yeniden ihya
edilmelidir.
-sonraki yıllarda rasulullah aleyhisselam'ın devrinde meydana gelmeyen hadiseler
olmuştur. bazı meseleler de rasulullah aleyhisselam'ın devrinde var mı yok mu
bilinmiyor. birkaç sahabe böyle bir bilginin sahibi olmuştur ama diğer sahabelere bu
bilgi henüz ulaşmamıştır. islam'ın onlara bıraktığı bir bilgi birikimi var ve ona göre
hareket ediyorlar. bh da islam'ın emri ile, rasulullah aleyhisselam'ın emri ile uyuşuyor.
ama insanların miraçları, bakış açıları farklı. hiç dikkatinizi çekmeyen bir konu,
bakıyorsunuz bir başkasının dikkatimi çekiyor. istişare edinec hem bu bilgilerden
istifade etme hak ve salahiyyetiniz var, hem de başka birisi aynı şeyi nasıl
değerlendirir bu var. ummadığınız bir noktada güzel bir bakıl yakalanmış. bunlar bir
araya getiriliyor ve farklı açılardan hükümler çıkarılıp neticeye varılabiliyor. bu
görüşler bir noktada ittifak ediyor ise, buna icma diyoruz. çok güçlü bir delildir. selim
fıtratlı akılların ve irfan sahibi insanların bir konuyu aynı şekilde değerlendirişi, muhalif
fikir söylenmemesi, çok kıymetli ve çok net bir bilgidir. şu ayeti bu noktada şer'i delil
olarak gösteriyorlar; " ‫صلِّهِ۪ َج َهن َِم‬
ِْ ُ‫ل الْ ُمؤْ مِّن۪ ينَِ ن َُو ِّلهِ۪ َما ت ََولهى َون‬
ِِّ ‫س ۪بي‬
َ ‫ِّن َب ْع ِِّد َما تَ َبينَِ لَهُ الْ ُه ٰدى َو َيت ِّبـ ِْع‬
ِْ ‫ل م‬
َِ ‫ق الرسُو‬
ِِّ ‫ن يُشَا ِّق‬
ِْ ‫َو َم‬
َ ‫غي َِْر‬
‫سَٓا َءتِْ َم ۪صيرا‬
َ ‫ "ًِۚۚ َو‬kim hidayet yolu açıpa çıktıktan sonra rasûl'e karşı gelirse, buraya kadar
sünnete delildir. mü'minlerin tuttuğu yoldan ayrı bir yol tutarsa; onu tuttuğu yokda
bırakırız, onu cehenneme sürükleriz. bu ne kadar kötü bir sondur." buraya kadar
icma. ayet ne diyor? mü'minler bir yolda ittifak etmişler, sen o yolu terk ediyorsun. bu
asla doğru değildir. allahu teala bunun yanlış olduğunu ve sonunun cehennem
olduğunu söylüyor. ayetteki bu mana vurgusu ayrıca değerlendirilmelidir.
-şu tartışılmıştır; bütün alimler mi ittifak etmelidir, yoksa bir devrin alimleri mi? bütün
alimler ittifak etmelidir, dersek, hiç kimse icma ile amel edemez. dünya durdukça, bu
fikre muhalefetin kapısı açık demektir. icma drlil olmakyan çıkar. dolayısıyla böyle
değildir. selim fıtratlı ve bilgi birikimleri olan insanların bir konuda ittifak etmeleri,
dememiz lazım. fikirler, bilgiler yoğurulur ve neticeye varılır. ne diyor ebu hanife
rahimehullah? "ben, allah'ın kitabında ne varsa onunla hükmederim. sonra rasulullah
aleyhisselam'ın sünneti, sonra da sahabenin kavli ile hükmederim. sahabe farklı farklı
görüş belirttiyse, içinden hangisinim isabet ihtimali yüksek bunu seçerim. sıra tabiine
gelince, onlar da insan, biz de insanız." diyor. günğmğzde bir fikir tartışıyoruz. bizim
yapacağımız iş daha çoğladı. çöyle yapacağız; allah ne buyuruyor, bulamadık.
rasulullah sleyhisselam ne buyuruyor, bulamadık veya hadis başka manalara da açık.
sahabe ne diyor, tabiin alimleri ne diyor, mezheb alimleri ne diyor, bu konuyu özel
olarak araştırmış bir alim varsa onun kanaati nedir? kanaati şudur, bitmedi. o ksnasti
onu nereye gmtürdü? bunu incelemek zorundayız. bunu yapın; aklınıza dahi
gelmeyen nelerin tartışıldığını, hadisenin kaç açıdan değerlendirildiğini göreceksiniz.
bunu yapan bir insan gerçekten ilim ehli olur, ilmi artar ve bu insalara karşı hürmeti de
artar. nasıl emek verdiklerini görürsünüz. eğer bunu bikmeden acele karar veririseniz;
günün birinde ilim ehli olan bir insan önünüze serdiğinde, nasıl bir hataya
düştüğünüzü anlarsınız. şimdi ise o hata; inadına daha büyük hatalarla savunuluyor.
doğruyu bulmak için olması gereken bir mesele, inat yarışına dönüşüyor.
-icmanın kendi arasından mertebeleri vardır.
1) sarih icma: devrin alimlerinin bir konuyu müzakere etmesi ve 'benim görüşüm
şudur' demesi ve bu görüşlerin ittifak etmesine icma diyoruz. icma, açık nass olan
yerde olmaz. ama nassda ne murad edildiği çok net değilse, burada icma olur. "ey
insanlar! biz sizi bir nefisten yarattık." alimlerin icmasıyla bu nefis, adem
aleyhisselam'dır. bunu yeniden tartışma konusu etmenin bir manası yok. bunu
yaparsan, binlerce alimi çiğneyerek geçmiş oluyorsun. eski kitapları hepten çöpe
atıyorsu. e sonra ne olacak? bu ümmet, zalimlerin eline düşecek. bu ümmet o ellere
düştü zaten. bunlar yaşandı. arımızdan çatlamamız lazım ki ecdadımızdan bize gelen
el yazması eserlerin %90'ı hâlâ matbu değildir. fıkıhta da diğer dallarda da böyledir.
hâlâ raflarda bu kitaplar. bu kitapları heba edeceğiz. sonra da rahatça alçakların
eline düşüreceğiz. her biri kıymetlidir, hazinedir. ebu süfyan ibni haris radıyallahu anh
var, rasulullah aleyhisselam'ın amcasının oğlu. vefat etmeden 2 gün önce, ali
radıyallahu anh'ın ağabeyi akîl'in yanına gitmiştir. kendisinden kabir için yer rica
etmiştir. akîl'den yeri aldıktan sınra kendi mezarını kazmıştır. uzun uzuno mezarı
seyretmiş, sonra eve gitmiştir. tarihe de mezarını kendi kazan adam, diye geçmiştir.
vefat ederke, "benim için ağlamayın. ben müslüman olduktan sonra vallahi bilerek
bir suç işlemedim. benim için sevinin, o küfür ve delaletle rabbim'e gitmiyorum." biz
beşeriz. rasulullah aleyhisselam bile istiğfar getiriyor. "rabbim sana sığınırım" demek, bir
meziyettir, izzettir. ama küstahça tavırlar hoş değildir. bu insanlar da hata edebilirler
ama neticede taramış ve karara varmışlardır. bu kararlar bir noktada birleşmişse,
sarih icma diyoruz.
2) sükût-î icma: bir devirde bir müçtehid, içtihadı gerektiren bir konuda görüşünü
açıklıyor ve onlar da sükût ediyorlar. bu kabulleniştir. itiraz etmiyorlar, yanlışlığını ifade
eden herhangi bir iöada bulunmuyorlar. bu, sarih icma kadar güçlü değildir ama
icamnın şeklidir. %100 doğru olmasa da bir misal vereceğim; rasulullah
aleyhisselam'dan sonra ömer radıyallahu anh kendi hilafet devrinde iken, birgün
nsanlar mescidde dağılmış ve teravih kılıyorlar. ömer radıyallahı anh'ın yanında da
kurralardan übey ibni ka'b radıyallahu anh var. "übey, keşke birisi bunları toplasa da
bir bütün halinde namaz kılınsa. daha ecirli olacağına inanıyorum übey, sen bu işi
yap." diyor. itiraz ediyor, "rasulıllah aleyhisselam bunu yapmadı. benden bunu
isteme." diyor. ömer radıysllahu anh, "rasulullah alryhissrlam hayatta iken, teravih
namazının farz kılınacağından endişe ederdi. ümmete ağır gelir diye çekinirdi.
rasulullah aleyhisselam'dan sonra bunun farz kılınması mümkün değildir. cemaatle
kılınmasında mani olmasa gerektir." diyor. übey radıyallahu anh, "ömer'in kalbini
buna ısındıran rabbim, benim de kalbimi ısındırdı ve ben bunun daha doğru
olduğuna inandım." diyor. übey radıyallahu anh teravihi toplu ve 20 rekat kıldırmıştır.
bir tanesi bile itiraz etmemiştir. 20 rekata da itiraz etmemişlerdir. 20 rekatta icma var,
diuemiyoruz çünkü imam şafii rahimehullah, rasulullah aleyhisselam'ım 8 rekat
kıldırdığı güçlü geldiği için, teravihin 8 rekat olması daha güçlüdür diyor ama ucunu
kapatmıyor. imam malik rahimehullah, 20 rekat da kılınabilir daha çok da kıkınabilir,
diyor. şimdi übey radıyallahu anh'ın 20 rekat kıldırışı ve yüzlerce sahabenim itiraz
etmeuişi de bir nakil değil midir? demek ki bir mesele tek başına
değerlendirilmeyecek; ameli, yapısı, icması ve hadiselerşn bütünüyle
değerlendirilecek. übey radıyallahu anh'ın 20 rekat kıkdırışına, eğer ihtilaflar
olmasaydı, sükût-i icma diyecektik. imam şafii rahimehullah, "sükût-i icma, icma
değildir. hüccet ifade etmez." diyor. bu kanaate onu götüren fıkıh kaideleri vardır.
mesela islam'da, susan insana söz nispet edilmez. bu mecelle'nin maddelerinden
birisidir. istisnaları vardır. mesela bekar kıza evliliğe razı olup olmadığı soruluyorsa ve o
da susuyorsa, bu rızadan kabul edilir. bu kaideden dolayı imam şafii, bir insanın
sükûtu delil olmaz, diyor. bazen meclis müsait değildir, bazen öfkelenir susarsın, illa
onayladığın için susuyorsun demek değildir.
bu yüzden delil olmaz deniliyor ama o günlerde insanların hakkı bulmak için çırpındığı
bir noktada susmak, çok da doğru bir adet değildir. ebu hanife rahimehullah,
kabullenmiyorsa itirazını yapıyor. mesela âişe validemiz radıyallahu anh'a bey'ul iğ'ne
ulaşıyor. aynı malı, aynı şahıs, bir başkasına peşin satıp, ondan daha fazla veresiye
almanın adıdır. atabamı 10 bin peşin fiyata sattım. sonra da arabamı sizden, 2 yıl
vaadeli 15 bine satın aldım. bu demek. buna cevaz veriliyor. aişe radıyallahu anh'a
bu haber ulaştığında, hayır, demiştir. "rasulullah sleyhisselam'ın yasakladığı bir alılveriş
şeklidir. faize yol bulmadır. hatasını düzeltsin." diye itiraz ediyor. ibni ebî leylâ, kadıdır.
ebu hanife rahimehullah onun o kadar çok görüşüne itiraz ediyor ki en sonunda
hapse atılıyor. bu insanlarda, hataya karşı sudma çok yaygın drğildir. o yüzden birçok
ilim ehli, sükût-î icmayı delil kabul etmiştir.
-icma, kitaptan ve sünnetten sonra ilimdeki yerini alır. bundan sonra kıyas geliyor.
yani hakkında ayet ya da hadis bulunmayan bir şeyi, hakkında ayet veya hadis
bulunan bir şeye kıyas ederek hüküm çıkartmak. mesela pirinç buğdaya benzer.
buğdaydaki bir hükmün, pirince aktarılmasıdır. sahabe pirinci ilk defa tüster kalesi'nin
kuşatmasında öğrenmiştir. bir çuvalın içinde bulmuşlar. yenir mi yenmez mi diye bile
tartışmışlar. adının pirinç olduğu bile aktarılamıyor kaynaklarda. tarif edilişinden pirinç
olduğunu anlıyoruz. çok açlarmış. bitkidir, bupdaua benziyor, pişirip yiyelim,
demişlerdir. lezzrtini anlata anlata bitirrmiyorlar. yani kısaca, buğdayda olanı pirince
aktarıyorsun, bunakıyas diyoruz. devrin alimleri bu kıyası yapmış ve hep aynı neticeyi
almışlarsa, buna icma diyoruz. kaç yane alim icma etmişse o kadar güçlüdür.
dolayısıyla kıyastan önce gelir. Allahu Teâlâ’nın ve rasulullah aleyhisselam'ın
emirlerinden sonradır.
15. Ders -Kıyas (Rükünleri, Kıyas Örnekleri, Hüccet Olma Değeri)-
-ayeti kerimede "Yolun doğrusu kendine apaçık belli olduktan sonra Resûlullah’a karşı
çıkan ve müminlerin yolundan başkasını izleyen kimseyi saptığı yönde bırakırız ve onu
cehenneme atarız. Orası varılacak ne kötü bir yerdir!" deniyor. bunu konuşmuştuk. bu
manayı bütünleyen hadisler var. "ümmetim hata üzerine ittifak etmez." vuyuruyor
rasulullah aleyhisselam. "mü'minlerin güzel gördüğü şeyler allah katında da güzeldir."
islam selim fıtrat dinidir derken bu konuyu da tartışmıştık. mü'minler bir konuda ittifak
ediyorlarsa, bu değer ifade eder. hadisi şerif buna dikkat çekiyor.
-icmanın gerçekleşmesinin şartları;
1) fikir birliği edenler müçtehid olmalıdır. halk da ittifak edebilir ama iş ilmen kabul
edeceğimiz bir noktaya geldiyse, bu fikir birliği müçtehidlerin olmalıdır.
2) bütün müötehidler ittifak etmeliler. çoğunluk okursa cumhur diyoruz. icmada ise
dılarıda kimse kalmayacak.
3) müçtehidler, ümmeti muhammed'den olacaklar. günümğzde bir moda başladı.
avrupalı müsteşriklerden kelimeler, aktarmalar vs. yoksa, o tez eksiktir ve ciddi şekilde
tenkid edilirsin. bir müsteşrik, imam bezdevî'nin akide kitabı, usûlud'dîn'in edisyon
kritiğini yapmış. ama tek el yazması nüsha bulabilmiş, oradan okuyabildiğini aktarıyor.
bazen yakıştırarak okumuş, bazen de okuyamadığı kelimeyi geçmiş. okurken bu
kelimelerin %90'ını doğrultabiliyorsunuz. bunu ne için söyledim? bu adamın arapçası
%30'ları geçmiyor. buna rağmen bizimkilerin hocası durumuna gelmiş. böyle bir sıkıntı
yaşıyoruz. ilim hiçbir zaman yabana atılmaz. ama neticede içtihad, müöyehid farklı
kavramlardır.
4) rasulullah aleyhisselam'ın vefatından sonra olmalıdır. rasulullah akeyhisselam
hayattayken, o aleyhisselam'a muhalif icma olmamıştır, olmaz da. rasulullah
aleyhisselam yaladığı müddetçe nass kaynağı daima hayatta demektir.
5) ittifak edilen hüküm; haram, helal, vacip, sahih veya fasit gibi bir meselenin şer'i
hükmü olacak. mesela dil, tarih vs. üzerinden yapılan ittifaklara icma demiyoruz.
mesela tıpta, çoğu zaman tek doktor konuşmaz. hastalığın seviyesine göre 8-10
doktor hastanın başına birikir ve hastalık bütünüyle değerlendirilir. yapılması gerekene
karar verilir. bunun benzeri, fıkıh dalındaki icmadır. osman radıyallahu anh'ın basra'da
bir tarlası vardır. bu tarlayı talha ibni ubeydullah'a satmıştır. daha sonra talha
radıyallahu anh'a demişler ki sen bu tarlayı değerinden yüksek bir fiyata satın aldın,
bu tarla o kadar etmez. talha radıyallahu anh diyor ki "benim muhsyyerlik hakkım
var." yani red hakkı. ısman radıyallahu anh da "ben görmediğim bir araziyi satmış
oldum. gerekirse muhayyerlik hakkımı kullanabilirim." ikisi aralarında, kimin
muhayyerlik hakkı var, diye ihrilafa düşüyorlar. hakem olarak, cubey ibni mu'tim
radıyallahu anh'ı tayin ediyorlar. o, muhayyerlik hakkının talha radıyallahu anh'da
olduğunu söylüyor. çünkü görmediğini satmak, satıcının kusurudur. hakkı yok, diyor.
bu karar verildikten sonra osman radıyallahu anh da dahil kimse muhalefet
etmemiştir. ondan sonra bh karar; müşterinin, görmediği bir malı aldığında
muhayyerlik hakkının olduğu, satıcının böyle bir hakkının olmadığı icma hâline
gelmiştir. görmek, yerini hiçbir şeyin tutmadığı bir tarif şeklidir. bu konuda islam hukuku
müşteriye muhayyerlik hakkı tanımıştır.
bir misal daha verelim; ayette anneler, kızlar, kız kardeşler, vs. vs. haram kılındı diye
sıralanıyor. ama ayette nine yok. ninenin de haram olduğuna ittifak edilmiştir.
neden? oradaki "ümmehâtikum" ifadesi, ne kadar yukaroya gidilirse gidilsin, nineleri
de içine alır. esasen icma, durup duruken yapılmaz. muaz radıyallahu anh, "kendi
reyimi kullanırım islam'ı onların gözünde çaresiz bırakmam." derken; okuduğumuz,
amel ettiğimiz, gölgesinde yaşadığımız kitabullahın ve sünnetin bizde biriktirdiği o
birikimle, islam'ın neyi murad ettiğini tayin ederüm ve o hükmü veririm diyor. "islam'ı
çaresiz bırakmam." esasen icam da kıyas da içtihad da böyledir. son derece ciddi
bir birikim ve temel üzerindedir.
-kaynaklarda, 'alimler, fakihler icma etti.' ibaresi görülür. bu ifadeler hangi mezhebin
kitabında zikrediliyor ise, o mezhebin alimlerinin ittifakını belirtmek içindir. çünkü genel
manadaki icma çok azdır.
-kitaplarımız, "edille-i şer'iyye üçtür." derler. kitap, sünnet, icma, arkasından bir de
kıyas var, derler. niye 4 tane demiyorlar? bu bir edeb inceliği. çünkü kıyas, müstakil
delil değildir. ya kitaba, ya sünnete ya da icmaya dayanır. onun için, bunlara dayalı
4. bir delil daha vardır diyorlar.
-kıyas; bir şeyin başka bir şeyle ölçülmesine denir. kitap, sünnet veya icmada hükmü
bukunmsyan meselelere, aralarındaki illet birliği sebebiyle bu kaynaklardan birinde
yer alan bir meselenin hükmünü vermektir. örneğin ayette hamr haram kıkınmıştır.
harm, üzüm suyundan yapılan içkidir. viski, votka, rakı vs. vs. yok. şarabın hakkında
hüküm var. şarabı haram kılan asıl illet nedir? akla verdiği zarardır. bunu da sarhoşluk
verici vasfı yapıyor. sarhoşluk verccilik vasfı rakıda var. o zaman diyorsunuz ki; allah
şarabı haram kılmıştır. aynı illetlerin bulunduğu şunlar şunlar da haramdır. bu hükmü
kur'an'dan alıyorsunuz ve orada zikredilmeyenlere de aynı etiketi koyuyorsunuz. bu
etiketi koyma konusunda usta olmalısınız. pekmezde, şırada, bozada aynı vasıf yok.
haksızlıklar işlenmeyecek, hükümler yerli yerine konukacak. dolayıdıyla asılda var olan
hükmü, aynı illetlerle uyuşan diğerlerine de vermeye kıyas diyoruz.
-kıyasın hüccet oluşuna deliller;
َ ‫ل الْ َح ْش ِِّر َما‬
َ ِّ ‫ار ِّه ِْم‬
1) kitap: haşr suresi 2. ayette, " ‫ن‬
ِْ َ‫ظنَ ْنتُ ِْم ا‬
ِِّ ‫لو‬
ِْ ‫ب م‬
ِِّ ‫ل الْ ِّكتَا‬
ِِّ ‫ِّن اَ ْه‬
ِْ ‫ج الذ۪ ينَِ َكف َُروِا م‬
َِ ‫ه َُِو الـ ۪ َٓذي اَ ْخ َر‬
ِّ َ‫ِّن ِّدي‬
ُ
ٰ
ُ
َ
َ ‫َي ْخ ُرجُوا َو‬
َ
ُ
َ
ْ
َ
ُ
َ
ُ
َ
‫ْب يُ ْخ ِّربُونَِ بُيُوتَ ُه ِْم ِّباَيْد۪ ي ِّه ِْم َواَيْدِّي‬
َِ ‫الرع‬
ِ
‫م‬
‫ه‬
‫ب‬
‫و‬
‫ل‬
‫ق‬
‫ي‬
۪‫ف‬
ِ
‫ف‬
‫ذ‬
‫ق‬
‫و‬
‫ُوا‬
‫ب‬
‫س‬
‫ت‬
‫ح‬
‫ي‬
ِ
‫م‬
‫ل‬
ِ
‫ْث‬
‫ي‬
‫ح‬
ِ
‫ِّن‬
‫م‬
ِ
‫للا‬
ِ
‫م‬
‫ه‬
‫ي‬
‫ت‬
‫ا‬
‫ف‬
ِّ
‫للا‬
َِ‫ِّن‬
‫م‬
ِ
‫م‬
‫ه‬
‫ن‬
‫و‬
‫ص‬
‫ح‬
ِ
‫م‬
ِ
‫ه‬
‫ت‬
‫ع‬
‫ن‬
‫ا‬
‫م‬
ِ
‫م‬
ْ
ِّ َ ْ
ُّ ُ ِّ ِّ
‫ه‬
َ
ْ ُ ُ ُ ْ ُ َ ِّ َ ْ ‫ظنَُّٓوا اَن ُه‬
َ َ
ُ‫ُ ُ ه‬
ْ
ْ
َ ‫ ال ُمؤْ مِّن۪ ينَِ فَا ْعتَبِّ ُروا يََٓا اُ ۬ولِّي‬Ehl-i kitap’tan inkâr edenleri ilk sürgünde yurtlarından
/ ‫ار‬
ِِّ ‫ص‬
َ ْ‫الب‬
çıkaran O’dur. Siz onların çıkacaklarına ihtimal vermemiştiniz. Onlar da kalelerinin
kendilerini Allah’a karşı koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah’ın azabı hiç
beklemedikleri bir yerden geliverdi; Allah yüreklerine korku düşürdü; öyle ki evlerini
hem kendi elleriyle hem de müminlerin elleriyle yıkıyorlardı. O halde ibret alın, ey akıl
sahipleri!" medine'de 3 müşrik kabile vardı; benî kaynuka, benî nadr, benî kurayza. bu
kabilelerden birinin çıkarılması şöyle olmuştur; faili meçhul bir cinayet işlenmiştir.
işkenen cinayetin faili bulunamamışsa, o beldenin bütünü bu cinayetten belli oranda
sorumludur. ittifakla, o beldenin halkı cinayetin bedelini öder. eğer karşı sülale, 'bu
beldenin ahalisi bunu katletti' diye düşünürlerse, karşı sülaleye şöyle bir hak tanınıyor;
bu beldenin halkından öldürme ihtimali yüksek olan 50 kişiyi seçecekler, 50 kişi
kur'an'a el basarak, "katletmedim, katledeni de bilmiyorum." diye yemin ettirilir. bu
yemim celsesi çok ağır olur. sonrasında bütün belde diyeti öder.
beni nadr medine'yi nasıl terk etmek zorunda kalmıştı? müslüman bir kadınla alay
etmişlerdi. kadının eteğini bir yere bağlıyorlar ki kalkınca gülünç duruma düşsün.
orada bulunan bir müslüman, bunu yapan alçağı yere seriyor. onlar da bunu
katlediyorlar. bu harp sebebi olmuş ve o beldede bulunan tüm yahudiler medine'yi
terke zorlanmıştır. giderken bütün eşyalarını almışlar ve geride bıraktıkları evleri
müslğmanlara kalmasın diye, evlerini yakarak gitmişlerdir. ayeti kerime buna vurgu
yapıyor. "ey mü'minler! kendi evlerini elleriyle yıkıyorlar. bakın ve ibret alın."
buyuruluyor. durumunuzu bununla kıyaslayın, ifadesi, kıyas delili sayılıyor.
َ ْ ‫ل َواُ ۬ولِّي‬
bie başka ayette de " ‫ش ْيءِ ف َُردُّوهُِ اِّلَى‬
َ ‫ِّن تَنَازَ ْعتُ ِْم ف۪ ي‬
ِْ ‫ال ْم ِِّر ِّمنْكُ ِْم فَا‬
َِ ‫للا َواَ ۪طيعُوا الرسُو‬
َِ‫يََٓا اَيُّ َها الذ۪ ينَِ ٰا َمنَُٓوا اَ ۪طيعُوا ه‬
ْ
ٰ
ٰ
ْ
ْ
ُ
َ
ُ
ُ
ْ
ْ
‫ن تَأ ۪ويال‬
ُِ ‫س‬
ِّ ‫ِّن كنت ِْم تؤْ ِّمنُونَِ بِّ ه‬
ِ‫لا‬
ِِّ ‫للا َوالرسُو‬
ِّ ‫ ًِۚۚ ه‬/ Ey iman edenler! Allah’a itaat
َ ‫اّٰلل َواليَ ْو ِِّم الخِّ ِِّر ذلِّكَِ َخيْرِ َوا ْح‬
edin, peygambere itaat edin, sizden olan ülü’l-emre de. Eğer bir hususta
anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu, Allah’a ve
peygambere götürün. Bu, elde edilecek sonuç bakımından hem hayırlıdır hem de en
güzelidir." kur'an ve sünnette bulamadığımız, ittifak edemediğimiz bir meselede bize
düşen, meseleyi allah ve rasulüne döndürmektir. yani allah ve rasulü ne buyurdu?
aynı yoksa emsali için ne buyurdu? biliyorsunuz, tüster kalesi'nin fethi 18 ay sürmüştür.
çok modern bir kaledir.
bu süre içinde mü'minlerin erzağı bitmiş ama ekip biçip yemişler yine de
vazgeçmemişlerdir. sonunda bera radıyallahu anh'tan dua etmesini istemişlerdir.
çünkü rasulullah aleyhisselam, "nice saçı başı dağınık ve insanlar tarafından
önemsenmeyen kişiler vardır ki eğer bir hususta dua etseler allah mutlaka onları
doğrular ve onların sözlerini kabul eder. işte berâ ibni malik onlardandır." buyurmuştur.
kardeşi enes ibni malik radıyallahu anh anlatıyor; "bera uzaklaştı gitt. dua etti. sonra
aramoza döndü. ama anladım ki bera sadece kalenin fethi için dua etmedi. kendi
şehâdeti için de dua etti." diyor. çok hayırlı bir yiğittir. birçok savaşın kilit noktasıdır.
hiçbir ikili dövülte yenilmemiştir. günlerce açlık yaşıyorlar. pirinçle tanışmaları o sırada
oluyor. "bir çuval tahıla rastladık. buğdaya benziyordu ama rengi bembeyazdı."
diyorlar. yenilir mi yenmez mi diye çok üzerinde konuşmuşlar. neticede bu bir bitkidir,
demişlerdir. pirinci pişirip yemişlerdir. tadını da çok beğenmişlerdir. anlata anlata
bitiremiyorlar. şimdi bupdayda olan bir hükmü, aynısıyla pirince aktarırsak ne olur?
kıyas olur. "temiz ve güzel olan şeyler..." diyor ayette. ayeti buraya döndürdük.
rasulullah'ın yediklerine uyuyor mu? uyuyor. işte döndürmenin adı budur. kıyasta
bizden istenen; allah'ın kitabında ve rasulullah aleyhisselam'ın sünnetinde olan
meseleleri, olmayan meselelere ölçülüp kıyas edilmesidir.
2) sünnet: sünnetten delili var. ilki muaz radıyallahu anh'ın hadisi. bildiğiniz için
söylemiyorum.
bir adam, "ya rasulullah! hacc babamın üzerine farzdı ama babam hacc edemeden
öldü. onun yerine ben hacc edebilir miyim?" rasulullah aleyhisselam, "babanın
bitisine borcu olsadı onu ödemen gerekir miydi?" diyor. elbette, diypr adam. bu sefer
rasulullah aleyhisselam, "allah'ın borcu, ödenmeye daha hak sahibi değil mi?"
buyuruyor. allah borcunu, kul borcuna kıyaslıyor ve öde, diyor. dolayısıyla kıyasın
delili.
3) sahabe: sahabe kıyas yapmış mıdır? sahabeden gelen kıyas örnekleri tevatür
derecesindedir. 100- 150 konuda kıyas yapılmıştır. konular birbirinden farklı olsa bile,
kıyas yoluyla hüküm çıkarılabileceğinde tevatür, icma vardır. hatta ömer radıyallahu
anh, valilere gönderdiği mektupta, "aşlah'ın kitabıyla, rasûlü'nin sünnetiyle
hükmedeceksiniz. omda bulamazsanız, emsal var mı ona bakacaksınız." diyor.
4) aklî delil: islam, sen ve dindir. bir daha ne litap gelecek ne de peygamber
gelecek. hüküm bakîdir, nasslar ile sınırlıdır. hadiseler ise sınırsızdır. sınırlı kaynaklar,
sınırsız hadiseleri karşılayamazlar. bunun için kıyasa ihtiyaç vardır ve kıyas iyi bir yoldur.
böylece insanın ufkunu genişletir.
-kıyasın dört erkânı vardır.
1) asıl: hükmü, ayet ve hadisle belirlenmiş mesele. mesela, şarap.
2) fer'a: hükmü nasslarla belirlenmemiş mesele. misal, viski.
3) illet: nass ile konan hükmüm verilmesine sebep olan özellik. misal, sarhoşluk.
4) hüküm: mesela, haram. ancak ikiye aurılmıştır; aslın hükmü, fer'anın hükmü. aslın
hükmü, nassla; fer'ankn hükmü, kıyasla sabit olur.
maide 95'te, " ‫ل مِّنَِ النعَ ِِّم يَ ْحكُ ُِم بِّهِ۪ ذَ َوا‬
َِ َ‫ن قَتَلَ هُ ِّمنْكُ ِْم ُمتَعَمِّدِاً فَ َج ََٓزاءِ مِّثْ ُلِ َما قَت‬
ِْ ‫ل تَقْتُلُوا الصيْ َِد َواَنْتُ ِْم ح ُُرمِ َو َم‬
َِ ‫يََٓا اَيُّ َها الذ۪ ينَِ ٰا َمنُوا‬
ٰ
َ ِ‫ارة‬
ُِ‫للا ِّمنْه‬
ُِ‫عا َِد فَيَنْتَ ِّق ُِم ه‬
ِْ ‫ف َو َم‬
َِ َ‫سل‬
ُِ‫عفَا ه‬
َِ ‫صيَاماًِ ِِّليَذُِوقَِ َوبَا‬
ُِ ‫ع ْد‬
َ ‫ن‬
َ ‫للا‬
َ ِ۪‫ل اَ ْم ِّره‬
ِّ َِ‫ل ذلِّك‬
َ ‫س ۪اكينَِ اَ ِْو‬
َ
َ ‫عما‬
َ ‫طعَا ُِم َم‬
َ ‫عدْلِ ِّمنْكُ ِْم هَدْيِا ً بَا ِّل َِغ الْ َكعْبَ ِِّة اَ ِْو كَف‬
ُ
ْ
‫ع ۪زيزِ ذو انتِّقَا ِم‬
ُِ‫ َو ه‬/ Ey iman edenler! İhramda iken av hayvanlarını öldürmeyin. Sizden kim
َ ‫للا‬
böyle bir hayvanı kasten öldürürse öldürdüğüne denk bir evcil hayvanı ceza olarak
öder. Bunu -Kâbe’ye ulaştırılacak bir kurbanlık olmak üzere- aranızdan adalet sahibi
iki kişi takdir eder. Yahut o kişi, yoksulları doyurarak veya ona denk olacak kadar oruç
tutarak bir kefâret öder ki böylece yaptığı fiilin vebalini tatmış olsun. Allah geçmişi
affetmiştir. Fakat kim bunu yeniden işlerse Allah onun cezasını verir. Allah suçlunun
َ ْ‫اِّن َما ي ُ۪ريدُ الشي‬
hakkından gelen mutlak güç sahibidir." maide suresi 91. ayette de, " ‫ن يُوقِّ َِع‬
ِْ َ‫ن ا‬
ُِ ‫طا‬
/ َِ‫ع ِّنِ الص ٰلوةِِّ فَ َهلِْ اَنْتُ ِْم ُمنْتَ ُهون‬
ِّ ‫ن ِّذ ْك ِِّر ه‬
ِْ ‫ع‬
ِِّ ‫ضَٓا َِء فِّي الْ َخ ْم ِِّر َوالْ َميْس‬
ُ َ‫ِّر َوي‬
َ ‫للا َو‬
َ ‫صدكُ ِْم‬
َ ْ‫ بَيْنَكُ ُِم الْ َعد ََاوِةَ َوالِْبَغ‬Şeytan içki ve kumar
yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan
alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?" rabbimiz, "bıraktınız mı bunları?" diyor.
hatta ayet bitince ömer radıyallahu anh, "son verdik ya rabb, son verdik." diyor. şimdi
açıklayalım. onlar şeytan işi pisliktir, ifadesi nefret ettirmek içindir. ama "uzak durun"
haramiyyet ifade eder. bu ayette şarab, asıldır; viski, fer'adır; illet, sekr yani
sarhoşluktur; aslın hükmü, haramdır. dolayıdıyla fer'anın hükmü de haramdır. bunların
hikmetini arayabilir miyiz? evet. hikmet ve illet zaman zaman karışabilir. ama illet
َ ْ‫اِّن َما ي ُ۪ريدُ الشي‬
daima bir tane olur. hikmet ise birden fazla olabilir. mesela, " ‫ن يُوقِّ َِع بَيْنَكُ ُِم‬
ِْ َ‫ن ا‬
ُِ ‫طا‬
ٰ
/ ِِّ‫ن الصلوة‬
ِِّ ‫ع‬
ِّ ‫ع ْنِ ِّذ ْك ِِّر ه‬
ِِّ ‫ضَٓا َِء فِّي الْ َخ ْم ِِّر َوالْ َميْس‬
ُ َ‫ِّر َوي‬
َ ‫للا َو‬
َ ‫صدكُ ِْم‬
َ ْ‫ الْعَد ََاوِةَ َوالْبَغ‬Şeytan içki ve kumar yoluyla aranıza
düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. "
şeytanın eline bu imkanı vermekten uzak durun, diyor. ancak anlıyoruz ki şarabın
verdiği o buğ ve adavet duygusu, şarabın kendisinden kaynaklanmıyor. verdiği
sarhoşluktan kaynaklanıyor. hah o zaman illet bu, diyoruz. ayette kumar diyor. bahis
de bir kumar, diyerek teşbih ediyoruz. fal oklarına da diğer fal çeşitlerini teşbih
ediyoruz.
-örnek: rasulullah aleyhisselam, "eğer üç kişi iseniz, iki kişi diğer arkadaşlarını dışarıda
bırakarak fısıldaşmasın." buyuruyo.r toplum kalabalıksa iki kişi konuşabilirler ama bu
da çok tutulmamalıdır. çünkü odanın kendine ait hakkı var. ama üç kişilerse, bu
yaptıkları diğer arkdaşlarını yaralar. bu islam'da mekruhtur, edeb azlığındam sayılır.
rasulullah aleyhisselam ikaz ediyor. şimd iki kişi gayet yüksek sesle konuşuyorlar
diyelim. ama arkadaşlarının anlamadığı bir dilde. bunun hükmü de aynıdır. alın size
kıyas. bu da kırar, bu da rencide eder. burada asıl; üç kişinin bulunduğu bir mecliste,
iki kişinin fısıldaşarak konışması. fer'a; yabancı dille konuşmaları. illet; arkadaşlarının
üzülmesi, gönül kırgınlığıdır. hükmü yasaktır. işte buna kıyas diyoruz.
-fukahanın kâhır ekseriyyetine göre kıyas, şer'i ve ameli hükümler için delildir. 4.
sıradadır. geçmiş alimlerden nazzâm'a göre, zahirilere göre ve şiilerin bir kısmına göre
delil değildir. ama ekseriyete göre delildir. usulü fıkıhtaki temel konu, kıyastır.
16. Ders -Taharet, Namaz, Oruç ve Tilavet İlişkisi-
-islam hukukunda bütün ibadetkerin kendilerine göre ölçüleri var. bunları bilmek hem
kulu rahatlatır, hem ecrini arttırır, hem de kulun hürmetini arttırır. mesela allahu teala,
"namaz kılın, huzura durun, ne yaoarsanız yapın." deseydi, ne yapacağımızı şaşırır,
gönlümüzden vesvese gitmezdi. dolayısıyla allah, bize bunları rasulullah aleyhisselam
ile öğretiyor. namaza hazırlanırken de allah ve rasulü aleyhisselam bunun ölçülerini
veriyor. son yıllarda zihin bulanıklıkları yaşanmaya başladı. iblise uşak olmayı,
rahman'a kul olmaya tercih edenlerin yaptıkları var. rabbimiz, onları 3 madde ile
özetliyor. "dünya hayatını ahiret hayatına tercih edenler, bütün kurgularını ona göre
yaparlar." diyor. "allah yoluna set çekmek için bütün imkanlarını kullanırlar. hak yolun
eğriliğini veya eğri gmrünmesini isterler." ne yaparlar? bilgileri çarpıtırlar. dayatıcı
göstermek isterler, zihinleri bulandırırlar. bunun boyutkarı bir değil, beş değil, on değil.
hatta samimi niyetleri bile alet ediyorlar. mesela çocukların %90'ına şiddet içeren
çizgifilmler izletiyorsun, ejderha hikayeleri anlatıyorsun ama iş kurban kesmeye
gelince, islam'a gelince psikoloji düşünülmeye başlıyor. bunları alet ederek, "namaza
zorlamayayım. her şeyi anlatmayayım." zorlamak ayrıdır, düşmanlaştırmak ayrıdır.
bunları öğretmeyin ne demek? islam'ın ilk neslinin çocukları cihadın içerisinde
yetişmişlerdir. elhamdulillah, hiçbirinin de ruh sağlığı bozuk değil. bu yanlış bilgilere
alet haline getiriyorlar. esasen nir çocuğun şahsiyeti, 3- 7 yaş arasında oturur. artık söz
işlemez hale geldikten sonra, su üzerine yazı yazmaya davet ediliyoruz. islam'ı çirkin
göstermek için dört nala bir gayret var. "es'selâmu aleyküm" allah'ın selamı, rahmeti,
dünya ve ahiret selameti üzerinize olsun, duasının çekirdek özetidir. bu kelime bile
çirkin gösterildi. yerine günaydın dendi. allah'ın şiar kabul ettiği selamı ver, sonra
söyle. şeriat, allahu teala'nın bu ümmete büyük bir nimetidir. insanımız şeriat
demekten karkar hale geldi, yasaklandı. biz, islam nasılsa öyle öğrenmeye gayretli
olmalıyız. dinimi, izzet ve şeref dolu bir dindir. kaprislere kapıl ak zorunda değiliz.
nasılsa öyle yaşamalıyız. onda huzur var, sükûn var. bunun şuurunda olmalıyız.
bırakalım onlar üzülsün, zorluğu onlar çeksin. bizlerse allah'a hamd edelim. derdi
tasayı onlar düşünsün.
-namaz ve oruçla ilgili nassları konuşalım.
abdestli olan bir insan ancak namaz kılabilir, secde edebilir, mushaf tutabilir, tavaf
edebilir. doğru olan budur. abdestsiz sa'ye izin veriliyor ama abdestli olmak sünnettir.
şimdi aişe annemiz radıyallahh anh'tan müttfekûn aleyh, imam buhari ve imam
müslim'in ittifak ettiği bir hadistir. tabiilerden muâde diyor, "aişe validemiz'e dedim ki,
"adetli bir kadın orucu kaza ediyor da namazı neden kaza etmiyor?" aişe validemiz
dedi ki, "sen hârûralı mısın?" harura bir memleketin ismi. biz ticaretle uğraşan
insanlara, kayserili misin diyoruz ya, harura beldesindeki insanlar da aşırı tuhaf ve
yersiz sorularıyla meşhurdurlar. hariciler de en çok oradan çıkmışlardır. bu yüzden aişe
validemiz radıyallahu anh takılıyor. kadın da "haruralı değilim ancak soruyorum."
diyor. "biz de bu hâli yaşıyorduk. orucu kaza etmekle emrolunuyorduk. namazı kaza
etmek bize emrolunmuyordu." diyor. imam müslim bu hadisi, "adetli olan bir kadının
orucu kaza etmesinin farziyyeti, namazı kaza etmemesiyle ilgili bâb" diye başlık atıyor.
dolayısıyla bu hadisi böyle anlıyor.
Imam nesai bu hadisi, "adetli kadının oruç tutamayacağı" başlığında alıyor. bir alimin
bakışı açısından bu değerlidir. 1. delilimiz bu idi.
2) kadınlar hakkında bilgi veren uzun bir hadisin bir bölümünde, "bir kadın, neredeyse
ömeünün yarısında oturur, oruç tutmaz, namaz kılmaz." diyor. sahih hadistir.
3) müstehaza hadisi diye biliniyor. kendisinden devamlı kan gelen fatıma binti ebu
hubeyş isimli sahabe hanıma rasulullah aleyhisselam'ın verdiği cevabın içinde şöyle
bir ibare yer alır; "istihaze kanı gören bir kadın, önceden bildiği hayız günlerinde
namazı bırakır. sonra yıkanırve namazlarını kılmsya başlar." diyor. bu hadisi, ebu
dâvud sünen'inde nakleder. hadis no 281'dir.
4) ebu said el hudrî radıuallahu anh'tan geliyor. "bir kafın hayız olduğunda namaz
kılmıyor, oruç tutmuyor değil mi?" diye soruyor. bir hadisin içinde rasulıllah
aleyhisselam'ın bu cümlesi yer alıyor. umdetü'l kârî var, buharî'nin şerhi. buhari'nin iki
güzel şerhi vardır; ibni hâcer el askalanî'nin, fethü'l bârî isimli eseri, diğeri de el aynî'dir.
hanefidir. ibni hâcer ise şafiidir. "ikisi birbirinden kopya çekmiş" diye hanefiler ve şafiiler
birbirlerine takılırlar hatta. bunlar latifedir. iki eserin ikisi de birbirinden güzel. imam
aynî bu hadisin şerhinde şöyle diyor; "hadisi şerif, adet gören bir kadından hem
namazın farziyyetinin hem de orucun farziyyetinin düştüğünün açık ve net delilidir."
diyor.
5) âişe validemiz radıyallahu anh'tan geliyor. "ramazan'dan üzerimde oruç kalırdı.
onu kaza etmediğim olurdu, hatta şaban gelinceye kadar." aişe validemiz, çok pratik
zeka, çok içtem, çok açık sözlü bir valdemizdir. hatta ümmü eymen radıyallahu
anh'a, "aişe validemizde bir kusur var mı?" diye soruluyor. "en büyük kusuru; (genç,
taze kız ya) hamur yoğururdu. hamur yoğururken yorulurdu, uykusu gelirdi. hamuru
bitirmeden uyur kalırdı. keçiler de kapıdan içeri girer, hamurunu yerlerdi." :) diyor.
rahat da bir annemizdir. "bazen şaban ayına kadar tutmazdım." diyor. şaban'dan
sonrası ramazan. bu kadar açık, net ve berrak bir ifade. hanbeliler özellikle bu hadisi
delil gösteriyorlar. ve öbür ramazan'a kalmamalı, diyorlar. ama hanefiler, geçip
birikse de tutulur görüşündedirler. bu hadis hem orucun kaza edileceğini hem de
kaza kelimesinin, bugünki kaza manasında kullanıldığının açık ve te'vili mümkün
olmayan delilidir.
-kur'an'a dokunmayla ilgili:
1) hakîm ibni hizam hadisi diyoruz. çok güzel bir sahabedir. rasulıllah aleyhisselam,
kendisine bir dinar veriyor ve "bana kurbanlık al." diyor. bu sahabe bir dinarla gidiyor,
sürü başı olacak bir hayvan satın alıyor. o hayvanı da sürü başına ihtiyacı olan bir
çobana veriyor ve karşılığında 2 tane koçunu alıyor. koçlardan birini bir dinara
satıyor. rasulullah aleyhisselam'a, "ya rasulullah, bir bir dinarınız, bu da koçunuz." diyor.
rasulıllah aleyhisselam bakıyor ve "hakîm, ben sana git başkasından koç iste
demedim. neden böyle yaptın?" diyor. hakîm radıyallahu anh durumu açıklıyor.
rasulullah aleyhisselam bu tavra gülümsüyor. hakîm radıyallahu anh, "avucuma
yeniden bir dinarı koydu. git bununla tasadduk et, dedi. ticaretimin bereketli olması
için bana dua etti. şimdi yerden toprak avuçlayıp satmaya kalkasam müşterisi
çıkıyor. kâr da ediyorum." diyor. hakîm radıyallahu anh, müslüman olmadan önce de
islam'a karşı hiç kin venefret beslemeyen birisidir. hâdîce anamız radıyallahu anh'ın
akrabasıdır. diyor ki, "rasulullah aleyhisselam beni yemen'e gönderirken dedi ki,
"kur'an'a ancak temiz ve abdestli dokunacaksın." böyle tembih etti." diyor. bunun
manası; aynı zamanda gittiğin yerdeki insanlara da dokundurtma, demektir
2) amr ibni hazma hadisidir. "ona ancak temiz olarak dokunun." buyuruyor rasulullah
aleyhisselam.
3) abdurrahman ibni yezid radıyallahu anh'tan gelen bir eserdir. eser neydi? hadisi
de kastediyorduk ama sahabe ameline eser diyoruz daha çok. bu eserler, hadis
değeri taşır. diyor ki tabiinden abdurrahman, "selmân (selmânı farisî radıyallahu anh)
ile birlikteydik. çıktı, ihtiyaç giderdi. sonra geri döndü. ben dedim ki, "ey abdullah'ın
babası, (araplarda kişiye künyesi ile hitap etmek hürmet göstergesidir.) keşke abdest
alsan. biz sana ayetler de sorabiliriz." selman radıyallahu anh, "kur'an'a
dokunmayacağım ki." dedi." yani bana sorarsanız ezberimden okuyacağım, diyor.
bu hadis; abdestsiz olan insanın, ezberinden kur'an okuyabileceğine ama
dokunamayacağına delildir. "ona ancak temiz olanlar dokunabilir." diyor selman
radıyallahu anh. abdurrahman diyor ki, "biz ayet okumasını istiyor isek dilediğimiz
kadar ayet okurdu."
4) fatıma ibni hattab radıyallahu anh'ın, hazreti islamiyuet kıssasında söylediği
sözlerdir. "sen temiz değilsin (müşriksin). kur'an'a temiz olanlar dokunur." diyor ve ömer
radıyallahu anh gusül abdesti almadan eline ayetleri vermiyor. bu aslında direkt delil
değildir. çünkü hürmet göstereceği bilinen bir müşriğe, ısınsın diye verilebilir. esasen,
aldığı abdest de geçerli değildir. ama abdest alırken hürmet ifade ediyor. ayrıca
ömer radıyallahu anh, gadaplıdır. abdest alması onun öfkesini soğutucudur. çok iyibir
üslup kullanan fatıma radıuallahu anh, hrm apabeyinin ayete karşı hürmetini temin
etmeye çalışıyor hem de sakin ve zihni yatışmış biri olarak okumasını temin ediyor.
ömer radıyallahu anh'a bu çok tesir etmiştir. ayetlere hayran kalmış ve islam'la netice
bulmuştur. ama bundan şu drlili çıkarıyoruz; fatıma annemiz radıyallahu anh, bir
mü'min olarak bu kanaate daha o günden varmış ve kur'an'a ancak temiz insanların
dokunabileceği şuurunu taşımaktadır.
5) abdullah ibni ömer radıyallahu anh'tan rivayetle; "adetli olan kadın veya cünüp
olan insan, kur'an okuyamaz." diyor. bu, ezberden okumayla ilgilidir. imam malik
buradan bir çıkış yapıyor. dört mezhebin dördü de adetli olan bir kadının ve cünüp
olan bir insanın, ezbere kur'an okuyamayacağı kanatindedir. ancak imam malik'te
şöyle bir fetva var; adetli kadının kur'an okuması da mahsurludur, okunan kur'an'ın
unutulması da mahsurludur, diyor. hangisi daha büyüktür denirse, öğrenilen kur'an'ın
unutulması. çünkü rasulullah aleyhisselam kerrelerce ikaz ediyor. "bir devenin
kaçmasından daha çabuk kaçar zihinden." diyor. kur'an'ın peşi bırakılırsa akıldan
uçar gider. böyle birçok ikazı var. dolayısıyla imam malik, "bir kızın adeti, aklındaki
kur'an'ı unutmasına sebep oluyorsa, okumasının doğru olduğu kanaatini taşıyorum."
diye fetva veriyor. yalnız, adeti uzun sürecek ve unutmaya, kopmaya sebep olacak.
َ ْ ‫ت َو‬
şart bu. ayette şu bilgi var; " ‫ض َربنَا‬
ِ ِّ ْ‫الر‬
ِِّ ‫ق السمٰ َوا‬
ِِّ ْ‫ع ٰلى ُجنُوبِّ ِّه ِْم َويَتَفَك ُرونَِ ف۪ ي خَل‬
َِ‫اَلذ۪ ينَِ يَ ْذكُ ُرونَِ ه‬
َ ‫للا قِّيَامِا ً َوقُعُودِاً َو‬
ْ
ً
ٰ
َ
َ
َ
/ ‫ار‬
ِِّ ‫اب الن‬
َِ ‫عذ‬
ِ ِّ‫ َما َخلقتَِ هذا بَاط‬Onlar ayakta dururken, otururken, yatarken hep Allah’ı
َ ‫ال سُبْ َحانَكَِ فَ ِّقنَا‬
anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler: "Rabbimiz! Sen bunu boş yere
yaratmadın, seni tenzih ve takdis ederiz. Bizi cehennem azabından koru!" ayetin
mucibine, rasulullah aleyhisselam'ın tatabikat ve hallerine, sahabenin anlayışına
bakılıp değerlendirildiğinde; bir insan, dua ve zikir ifade eden ayetleri her halükarda
okuyabilir. fatiha, felak, nas, rabbena dualarını okumayı vird haline getirmişse,
duasında yer veriyorsa, dua ve zikir gayesiyle okuyabileceği; ayet denmeyecek
parçalara halinde, mesela çocuk yanlış yaptı ve hoca hanım yanlışı düzeltti, böyle bir
iki kelime okumalarında bir mahsur yoktur.
-her halükarda kabe'yi tavaf edebileceği dile getiriliyor. aişe radıyallahu anh'tan bu
konuyla ilgili hadis var. veda hacc'ına katıldığında, seref denilen vadiye geldiğinde
adet görmeye başlamıştır. rasulullah aleyhisselam'ın ona, "bir hacının yaptığı bütün
amelleri yap ama temizleninceye kadar beytullah'ı tavaf etme." buyurduğu
aktarılıyor. kaynaklarda netleşen ve kesinleşen bir bilgidir. açık ve nettir. hatta aişe
radıyallahu anh, arafat dönüşü kesilmiştir. haliyle umre yapamamıştır. sadece hacc
yapmıştır. ağlıyor tabii. rasulullah aleyhisselam, ndden ağlıyorsun, diye soruyor. "allah
herkese hem unre hem hacc nasib etti. bense sadece hacc yapabildim." diyor.
rasulullah aleyhisselam, âişe validemiz ve onun kardeşi abdurrahman'ı ten'im'e
gönderiyor. orada umre yaptırıyor.
veda hacc'ında yaşanan bir başksa hadise de nifasla ilgili hüküm bildiriyor. esma
binti umeys radıyallahu anh, rasulullah aleyhisselam'ın son derece yakınlık gösterdiği
bir insandır. sonradan ebu bekir radıyallahu anh ile evlenmiştir. veda hacc'ına o da
katılmıştır. medine çıkışına yakın yerde sancılanmıştır. bu haliyle hacca gitmiş ve
orada doğum yapmıştır. rasulıllah aleyhisselam ona yıkanmasını, hacc için ihrama
girmesini ve insanların hacc için yaptığı her şeyi yapmasını emretmiştir. ancak
beytullah'ı tavaf edemeyeceğini söylemiştir. sahih isnadla rivayet edilen bir hadistir.
abdullah ibni abbas radıyallahu anh da rasulullah aleyhisselam'ın; hayızlı ve nifaslı
kadınlar mikata geldiklerinde yıkanıp ihrama girerek, beytullah'ı tavaf dışında bütün
hacc rükünlerini yerine getirirler. böyke buyurduğunu rivayet ediyor. ebu davud ve
tirmizi naklediyor.
abdullah ibni ömer radıyallahu anh fakih insanlardandır. abdullah'ların hepsi ayrı bir
kıymet ifade eder. abdullah ibni ömer, rasulullah aleyhisselam'ın uaptığını olduğu gibi
yapmasıyla tanınan bir sahabedir. mizacı babası ömer radıyallahu anh gibi sert değil,
oldukça yumuşkatır. çok hürmet toplamıştır. hacca ile aynı yıl haccada bulunmuştur.
hac emiri haccac olduğu halde, bütün gelenler ihtimam ve yakınlığı haccac'a değil
de ona göstsrmişlerdir. ama hacc esnasında ne hikmetse, kormalardan bir tanesi
yanlışlıkla (!) mızarağı abdullah radıyallahu anh'ın ayağına saplamıştır.
17. Ders -Kıyas Şartları ve İllet Tesbiti-
-birinci derecede kıyasın şartları üzerinde duracağız. illet ve hikmetle ilgili bazı
kanaatleri paylaşacağız.
-kıyas nedir? önümüzde iki nesele vardı. birinin kur'an ve sünnette hükmü var, birinin
yok. ama kitap ve sünnette hükmü olanın hükmüne tesir edecek illet, hükmü
olmayanda da var. misal olarak; şarb içmenin, kur'an'da haram olarak geçmesiydi.
buradaki illet, sarhoşluk verici olmasıydı. aynı illet bira, viski, votka vs. de de var. kıyas
ettiğimiz zaman aynı illet bunda da bulunuyorsa, bunun hükmünü ona veriyorduk.
kitap ve sünnette var olana, var olmayan ama aynı illeti taşıyanın hükmünün
verilmesidir.
-hakkında şer'î hüküm olan het şey kıyas edebilir miyiz, yoksa belli şartları mı var? şimdi
o şartlar üstünde duracağız.
1. derece aslın hükmüyle ilgili şartlar:
1) aslın hükmü, kitap ve sünnet ile sabit olmalıdır. yani maslahat gereği, örfte olduğu
için vb. sebeplerle elde edilmiş bir hükme, başkasını kıyas edemiyoruz. neydi?
sarhoşluk şarapta vardı. biz votkada da var diye haram dedik. sonra başkasını
votkaya kıyas ediyoruz. bu olmaz. hepsini şaraba kıyas edeceğiz. misal olarak;
rasulullah aleyhisselam, "3 kişinin olduğu yerde 2 kişi birbiriyle fısıldaşarak konuşmasın.
bu 3. kişiyi üzer." diyor. burada belki fısıldaşarak konuşmuyor ama 3. kişinin anlamadığı
dilden konuşuyor. illet; 3. kişinin gönül kırgınlığı, itilmişlik hissi duymasıdır. 2 kişi
konuşuyor ve 3. kişi anlamıyorsa, fısuldaşarak konuşulmuş gibi kendini itilmiş hisseder
mi? evet. aynı illet var. dolayısıyla onun hükmünü alıyoruz, bu da caiz değil diyoruz.
yine rasulullah aleyhisselam ne buyurduysa onu kıyas edeceğiz.
-icmayla ittifak edilen bir konuta kıyas edilebilir mi? evet dw hayır da denmiştir.
"uygulanamaz. çünkü icmadaki illet, ayet ve hadisteki illet kadar açık değildir. kıyası
zordur." denmiştir. "uygulanabilir. çünkü icmanın kaynağı da neticede ayet ve
sünnettir." de denmiştir. tekrar ediyoruz; asıl kıyas, daima ayet ve hadisin hükmüne
yapılır.
2) kıyasla uygulanacak hükmün, akıl tarafından idrak edilebilecek bir illeti olmalıdır.
dolayısıyla teğabbudî denilen, allah ve rasulü aleyhisselam nasıl buyurduysa öyle
amel edilmesi gereken meselelere kıyas olmaz. teğabbudî hükümlerin nasıl
konulduğunu daima allah ve rasulullah aleyhisselam bilir. misal; beş vakit namaz ve
raktları. namaz neden beş vakittir? allah biliyor. biz hikmetini araştırabiliriz ama
hikmette her zaman kesinlik olmayabilir. allah 5 vakit takdir etmiş. öyle biliyoruz. buna
bir başkasını kıyas edemezsiniz. bunların bütün detay ve illetini, aklın kavraması
mümkün değil. zekat mallsrının nisap miktarı 1/40, neden? rabbim öyke emretmiş
rasulullah aleyhisselam öyle öğretmiş. bunun başka bir illet sebebi yok. ali radıyallahu
anh diyor ya, "ben akılla hareket ediyor olsaydım, mestin altını meshederdim. neden
üstünü meshediyorum? rasulullah aleyhissrlam öyle yaptı." çünlü aslında altı kirleniyor
ama biz üstünü meshediyoruz. hâcer validemiz aleyhisselam, yavrusunu bugün
kabe'nin olduğu bir yere bırakmıştı. çaresizlikten safa tepesine çıkıyor, çevreyi tarıyor.
hiçbir şey bulamayınca merve tepesine gidiyor. selin yardığı birçukurdan geçerken
yavrusunu göremiyor. koşarak geçiyor. sonra yavrusunu görmeye başlayınca
yürüyerek geçiyor. merve'ye varıyor. anne yüreği, boş duramıyor tabii. geri safa'ya
dönüyor. bu hadise 7 defa tekrarlanıyor. eğer bu hadise burada kalsaydı, tarihi bir
hatıra olarak yâd edecektik. ama rasulullah aleyhisselam geliyor, bunu yapıyor ve
"nüsükünüzü benden alın." buyuruyor. böylece artık safa merve arasında biz de gidip
geliyoruz. rasulıllah aleyhisselam böyle yaptığı için biz de böyle yapıyoruz. "hâcer
validemiz burada şöyle yaptı." diye kıyas ederek onu yapamıyoruz. rasulullah
aleyhissrlam bize ne öğrettiyse onu yapıyoruz ve bunun ibadetten bir parça
olduğuna inanıyoruz. bunların illetini bulmaya aklımız ermiyor. mesela oruçlu iken yiyp
içmek, oruca tamamen zıttır. ama unutarak yiyince oruç bozulmuyor. neden?
rasulullah aleyhisselam böyle buyurdu. aklımız bunu çözemiyor.
3) aslın (illetin) hükmü, sadece asla mahsus yani kâsır olmamalı. misal, rasulullah
aleyhisselam'a mahsus hükümler vardır. ona başkasını kıyas edemezsin. teheccüd,
rasulullah aleyhisselam'a farz kılındı. "rasulullah aleyhisselam nasıl kulsa biz de kuluz. o
aleyhisselam'da mü'mindi. biz de mü'miniz. o teheccüdü farz olarak kılıyorsa, biz de
kılmalıyız." diyemiyorsunuz. mesela rasulullah aleyhisselam'ın vefatından sonra dul
kalan annelerimizle evlenilemez. bir başkasını buna kıyas edemezsiniz. misal; huzeyfe
ibni sabit radıyallahu anh, bir kişi bile olsa şaitliği geçerlidir. ebu bekir radıyallahu anh,
sıddîk'tir ama onun tek kişi olarak şahitliği geçerli değildir. bu sadece huzayfe
radıyallahu anh'a aittir. onunla sınırlıdır. günümüzde, "bu adamın özü sözü doğru. biz
de baika adam bulamıyoruz. bunun tek kişilik şahitliğiyle hükmedelim."
diyemiyorsunuz.
şer'î kaidelere muhalif olarak verilen hükümlere de kıyas edemiyorsunuz. mesela
hanımların gusletmek için, örgülü saçlarını açmak zorunda olmadıkları gibi. ümmü
seleme radıyallahu anh'a, rasulullah aleyhisselam böyle diyor. bu hususi bir hadisedir.
bir başkasını buna kıyas edemiyorsunuz. halbuki ayette, "iyice temizlenin."
buyuruluyor. saç da vücuttandır ve yıkanması gerekir. buna muhalif bir izin, saçı
örgülü kadınlara verilmiştir. saçı uzun ve örgülü erkek için böyle bir izin yoktur. erkekse
saçını çözecek ve hepsini yıkayacak. bu ruhsat kadına verilmiştir. misal; meshetme,
ayağa giyilen ve çıkarılıp giyilmesi zor olan giyeceğe mahsustur. bir yerle sınırlı
sadece. eldiveni, meshe kıyas edemiyoruz. o da deri, onun da çıkartması zor ama
kıyas edemiyoruz.
4) ikinciye kıyas ettiğimiz şeyin adı, fer'a idi. asılla fer'a arasndaki illet eşit olmalıdır.
aynı şartlarda değilse, kıyas yapılamaz. buna, "kıyas me'al farıg" diyorlar. yani
birbirinden farklı şeyleri, bibirine kıyas ediyorsu demek. mesela deminki meselede;
erkeklerin saçları uzun be örgülüyse, çözmeden gısledebilirler, deseydik, kadın ve
erkek yapı gereği birbirinden farklı olduğu için, illetler eşit olmayacak ve kıyas me'al
fârıg olacaktı. mesela rasulullah aleyhisselam, 4 kere umre, 1 kere de hacc yapmıştır.
yani hicret ettikten sonra 4 kere mekke'ye dönmüştür; hudeybiye'de yolu
kesildiğinde, bu umrenin kazası için, mekke'nin fethi ve veda haccı. mekke'nin fethi
hariç hepsinde ihramlıydı. mekke'nin fethine, zırhı ve miğferiyle geldi. daha sonra
şehre girerken miğferini çılartmıştır. yerine saeık takmıştır. tekbir ve tehlillerle, balı
önünde mekke'ye girmiştir. mızaffer bir komutan olduğu halde o görüntüyü vermek
istememiştir. rasulullah aleyhisselam'ın mekke'ye girişini görünce aülayan düşmanları
bile olmuştur. rasulullah aleyhisselam bu sırada ihramlı değildi. imam şafii
rahimehullah, hadiseyi şöyle değerlendiriyor; mekke'ye nüsük, yani hacc ve umre
kastıyla gelen insanlar, mikat noktalarından içeriye ihramsız giremezler. ama hacc ve
umre niyetleri yoksa girebilirler. çünkü rasulullah aleyhisselam'ın üç gelişinde ibadet
kastı vardı ve ihramlı girdi. mekke'nin fethinde ise umre veya hacc kastı yoktu,
ihramsız geldi. bu kanaattedir imam şafii. ebu hanife rahimehullah ise; hayır, ihramsız
gelemezler. mekke haremi'nin kendine ait bir hukuku vardır. bu hukuku çiğnemefen
gelinmeli ve bunun hakkı verilmelidir. bunun hakkı da ya umre ile olır ya da hacc ile
olur. iki durumda da ihramlı gelmeleri gerekir. mekke'nin fethi hususi bir durumdur.
fethe, zırh ile gelinir. savaş hâline bir başka hâlin kıyas edilmezş doğru değildir. savaş
hâlini, sivil hâle kıyaslamayamazsın. kıyas me'al fârıg olur. ebu hanife de bu
kanaattedir.
mesela şufa hakkından bahsetmiştik. peki ben 2 ortak değilim, 3- 4 ortağım. malın
yarısına ben sahibim. diğerleri de 1/10'una, 2/10'una sahip.
herkesin şufa hakkı var. ama yarısı benim olduğu için öncelik bana mı ait, yoksa eşit
miyiz? bu illetler hepsine tesir ediyor işte. normalde satabileceği yönündedir. neden?
ben seninle ortağım, seninle yüryebiliyorum ama dışarıdaki bir şahsa sattığın zaman
onunla anlaşamayabilirim. devam eden ortaklardan birine satmasında çok fazla bir
beis yok. bunun üzerine illet iyi tesbit edilmeli.
5) kıyasın hükmü, nass ve icma ile çatışmamalıdır. buna da 'kıyas fasidu'l itibar'
deniliyor. mesela yemin keffareti ve hatayla adam öldürme keffaretinin kur'an'da yeri
var. "kim kasten adam öldürürse, mü'min bir köle azad etmelidir." aynı şey yemin
keffaretinde zikredilmiyor. ayet şöyle (maide 89); ‫للا ِّباللغْ ِّوِ َ۪ٓفي اَيْ َمانِّكُ ِْم َو ٰلك ِّْنِ يُؤَاخِّ ذُكُ ِْم ِّب َما‬
ُِ‫ل يُؤَاخِّ ذُكُ ُِم ه‬
َِ
ٰ
ٰ
ْ
ْ
َٓ
ْ
َ
َ
َ
ُ
َ ‫عق ْدتُ ُِم‬
َِ‫َصيَا ُِم ثِلث ِِّة اَيامِ ذلِّك‬
ِْ ‫ير َرقَبَةِ فَ َم‬
ُِ ‫سطِِّ َما تُط ِّع ُمونَِ اَهْل۪ يك ِْم اَ ِْو ِّكس َْوتُ ُه ِْم اَ ِْو تَ ْح ۪ر‬
ِْ ‫س ۪اكينَِ م‬
ِ ‫ارتُ ِهُ ا‬
ِّ ‫ن ل ِْم يَ ِّج ِْد ف‬
َ ‫ِّطعَا ُِم‬
َ
َ ‫ِّن اَ ْو‬
َ ‫عش ََرةِِّ َم‬
َ ‫اليْ َمانَِ فَكَف‬
َٓ َ‫ارِةُ اَيْ َمانِّكُ ِْم اِّذَا َحلَفْتُ ِْم وا ْحف‬
/ َِ‫للا لَكُ ِْم ٰايَاتِّهِ۪ لَ َعلكُ ِْم تَ ْشكُ ُرون‬
ُِ‫ن ه‬
ُِ ِّ‫ظُوا اَيْ َمانَكُ ِْم ك َٰذلِّكَِ يُبَي‬
‫َف‬
‫ك‬
Allah
sizi
kasıtsız
olarak
yaptığınız
َ
َ
yeminlerden ötürü sorumlu tutmaz, fakat bilerek ettiğiniz yeminlerden dolayı sizi
sorumlu tutar. Bunun da kefâreti, ailenize yedirdiğinizin ortalama seviyesinden on
fakire yedirmek yahut onları giydirmek ya da bir köle âzat etmektir. Buna imkânı
olmayan ise üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğinizde (bozarsanız) yeminlerinizin
kefâreti işte budur. Yeminlerinize bağlı kalın. Allah âyetlerini sizin için bu şekilde
açıklıyor ki şükredesiniz." bir de insan bir şeyi doğru zannediyor ama bir bakıyor ki öyle
değil. allahu telala, dil alışkanlığıyla yapılan yrminleri affettiğini söylüyor. yapacağım
diye yrmin ettiniz, ihmala getirip yapmadınız. bu bağlayıcıdır. keffareti vardır. ama
daha yemin ederken yapmayacağını biliyorsa, yemini ğâmus deniyor. karşıdakini
aldatmaya yönelik bir yemindir. hanefilere göre bunun keffareti olmaz. çünkü
keffaret bunu kurtarmaz. bu yüzden yeminler üçe ayrılıyor; yemin-i lağv, yemin-i
ْ ُ‫سطِِّ َما ت‬
ْ ‫ارتُ ِهَُٓ ا‬
mün'akide, yemin-i ğâmus. " ِ‫ير َرقَبَة‬
ُِ ‫ط ِّع ُمونَِ اَهْل۪ يكُ ِْم اَ ِْو ِّكس َْوتُ ُه ِْم اَ ِْو تَ ْح ۪ر‬
ِْ ‫س ۪اكينَِ ِّم‬
َ ‫ِّطعَا ُِم‬
َ ‫ن اَ ْو‬
َ ‫عش ََرةِِّ َم‬
َ ‫فَكَف‬
ٰ
/ ِ‫َصيَا ُِم ثَلثَ ِِّة اَيام‬
ِْ ‫ فَِ َم‬Bunun da kefâreti, ailenize yedirdiğinizin ortalama seviyesinden
ِّ ‫ن لَ ِْم يَ ِّج ِْد ف‬
on fakire yedirmek yahut onları giydirmek ya da bir köle âzat etmektir. Buna imkânı
olmayan ise üç gün oruç tutmalıdır. " ragabe kelimezinin vasfı yok. bazı ilim ehli; öbür
nassta mü'min diyor, bunda herhangi biri derseniz nassla çatışır. böyle bir kıyas, nassa
muhalif düşer, diyorlar. büyün bunları değerlendirdiğimizde görüyoruz ki illet oldukça
kıymetlidir ve hikmetten farklıdır. illet daima bir tanedir. o illetim iyi bulunması lazım.
kıyasın da ona göre netleştirilmesi lazım. ilim ehline düşen budur. bazen ayetin
َ ْ‫اِّن َما ي ُ۪ريدُ الشي‬
hikmetini hadiste, bazen de hadisin izini ayette bulursunuz. misal; " ‫ن يُوقِّ َِع‬
ِْ َ‫ن ا‬
ُِ ‫طا‬
ْ
ْ
ْ
ْ
ْ
ُ
ْ
ُ
ْ
/َِ‫ع ِّنِ الص ٰلوةِِّ فَ َهلِْ اَنْتُ ِْم ُمنْتَ ُهون‬
‫و‬
ِّ
‫للا‬
ِ
‫ر‬
‫ك‬
‫ذ‬
ِّ
ِ
‫ن‬
‫ع‬
ِ
‫م‬
‫ك‬
‫د‬
‫ص‬
‫ي‬
‫و‬
ِ
‫ِّر‬
‫س‬
‫ي‬
ْ
‫م‬
‫ال‬
‫و‬
ِ
‫ر‬
‫م‬
‫خ‬
َ
‫ال‬
‫ِّي‬
‫ف‬
ِ
‫ء‬
‫َٓا‬
‫ض‬
‫غ‬
‫ب‬
‫ال‬
‫و‬
َ
‫ة‬
ِ
ِ
‫َاو‬
‫د‬
‫ع‬
‫ال‬
ِ
‫م‬
‫ك‬
‫ن‬
َ
‫ي‬
ْ
‫ب‬
Şeytan
içki
ve kumar
َ َ ‫ِّ ه‬
َ ْ ُ َ َ ِّ َ َ ِّ ْ
َ َ َ َ َ َ ُ َ
yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan
alıkoymak ister. artık vazgeçtiniz değil mi? " kin ve nefret oluşturan bu halin, sebebini,
illetini ve hikmetini bikdiriyor. ayrıca, sizi allah yolundan alıkoyar, namazdan alıkoyar,
artık vazgeçtiniz mi, diyor. haram olduğunu söylüyor. haram demek için; şeytanın
aranıza kin ve nefret sokacağını, allah yolundan alıkoyacağını, ibadetten
alıkoyacağını sıraladı. hepsi birden illet olmaz, hepsi birden hikmet olur. buna daha
da eklenilebilir. ayetye en can alıcı olanları zikrediliyor. peki illet nerede? bütün
bunların temelindeki sarhoşluk. ayıkkaya ayıklaya oraya geliyorsun. mesela muğire
ibni şûbe var. evleniyor. rasulullah aleyhisselam, "onu gmrdün mü?" diyor. henüz
görmedim, diue cevap veriyor. rasulullah aleyhisselam, "onu gör. aranızdaki yuvanın
kalıcı ve devamlı olması için bu daha doğrudur." gibi bir tavsiye veriyor. biz normalde
o gözle bakılmayacağına ama böyle bir niyet varsa bakılması gerektiğine inanıyoruz.
altında böyle bir hikmet var. hikmet ve illetin tayini güzelce yapılmalı.
6) illetler, istikrarlı vasıf olmalıdır. yani kiliye ve duruma göre değişmemelidir. seferiliğin
hikmeti, içerisinde mutlaka bir meşakkat oluşudur ama seferiliğin illeti bu değildir.
çünkü meşakkat, istikrarlı değil.
yolculuğun kendine ait başka halleri de olabilir. bir meşakkat olmasa bile, namazı iki
rekat kılacaksın ve oruca da ruhsat var. 90 km'den uzağa giden insan yolcudur ve
adına yolcu dediğimiz sürece bu ruhsatlar devam eder. meşakkat az da olsa çok da
olsa, allahu teala böyle bir hak ve salahiyyet tanıyor. dolayısıyla, 'buradaki asıl illet,
meşakkattir.' diyemezsiniz. meşakkat, ciddi hikmetlerden birisidir ama asıl, seferilik
vasfıdır. bu yüzden illetler açık olacak, varlığı kolay tesbit edilecek, istikrarlı vasıf
olacak.
7) illet, hüküm için de münasip olmalıdır. ya fayda sağlamalı ya da zararı ortadan
kaldırmalıdır. mesela sarhoş olma vasfı, hüküm için, haramiyyeti hak edefek bir
vasıftır. üzümün kırmızı olması ise bu hükmü hak etmez. allah öyle yaratmış. mesela
kasten adam öldürme, kıyası hak ediyor. peki öldüren kişi kadın, kadın olması kıyasa
sebep olabilir mi? hayır. bu vasıf, bunu hak etmiyor. erkek olsa da kadın olsa da
cana kıymış oluyor. peki kast edip hedefli olarak adam öldürmesi kıyası hak eder mi?
evet, diye bağırıyor sana.
-hikmetlerin illetkerini böylece anlıyoruz. fıkıh da budur esasen. çok şey öğreniyoruz.
hadisi şerif; "bir kadı öfkeliyken (başka rivayette aç olması da var) hüküm vermesin."
buyuruyor. bu gerginlik içindeyken haksızlık da yapabilir. yerli yerinde hüküm
veremez. burada illet; gerginlik ve açlık hâlinin hükme tesiridir. buna kıyas ederek,
korku ve üzüntü gibi durumlarda, davayı daha sakin bir zaöimana ertelemelidir
hakim.
-illet ve hüküm arasındaki uygunluk iyice araştırılmalıdır. uygun vasıflar taranmalı,
böylece illete varılmalıdır. bunun yolları ve üslupları var. ihtisas isteyen bir alandır.
başlamak nasip olur inşaallah.
-kıyas; usûl-ü fıkıhta en çok kullanılan, hüküm açısında, çağlar öyesine de islam'ın
hükümlerini ulaştıracak kadar kıymetli yeri olan fıkhî bir hamledir. böylece kitap,
sünnet, kıyas ve icmayı tamamlamış oluyoruz.
18. Ders -İstihsan Tarifi, Çeşitleri, Örnekleri-
-istihsan üzerinde duracağız. istihsan kelime manası olarak, güzel olanı elde etmeye
çalışmak demektir. bir kelime de ‫ س‬varsa, taleb etmektir esasen. istisga mesela, "su
talebidir." yağmur duası içindir. dolayısıyla istihsan, güzeli elde etmeye gayret etmek
demektir. bir şeyin güzel olduğuna inanmak, kendi gönlüne onu güzel olarak
benimsetmeye çalışmak demektir. bu da esasen öenmlidir. çünkü rasulullah
aleyhisselam, bir duasında "ya rab, bize imanı sevdir. onu gönlümüze güzel göster.
küfrü, fısgı fücûru, isyanı bize kötü göster ve bizi ondan nefret ettir." esasen bu ikisi,
imanın iki kefesi gibidir. çünkü bir insan, kötülükten yeterince nefret etmiyorsa, iyiliğin
kadrini bütünüyle bilmiyor demektir. imanı seven; küfürden, dalaletten, isyandan
nefret eder. allah'ı gerçekten seven; şeytandan ve şeytanın hoşuna gidenlerden
nefret eder. mina'daki taşlamanın içerisinde bu var.
ne diyoruz? ya rab, seni seviyoruz, senin rızanı istiyoruz ve şeytandan ve onun hoşuna
gidenlerden nefret ediyoruz. bu ikisi dengeli olmazsa, olmaz. iman varsa, küfür yoktur.
allah'ın rızasını taleb varsa, şeytana muhalefet var demektir. dolayısıyla, istihsan; iyiliği
taleb etmek için çalışmaktır. bu, imanın gereğidir.
-ıstılah da şöyle tarif ediliyor; müçtehidin, bir meselede kendi kanaatince o meselenin
benzerlerinde verdiği hükümden vazgeçmesini gerektiren nass, icma, zaruret, gizli
kıyas, örf veya maslahat gibi bir delile dayanarak, o hükmü bırakıp başka bir hüküm
vermesidir. misal; allah, insana akıl ve zeka vermiştir. bizden istediği de bu akıl ve
zekayı, hayır ve iyi için kullanmaktır. cenab'ı allah'ın rızası bundadır, rasulullah
aleyhisselam'ın irşâd etmek istediği hakikat budur' denecek yerler için kullanmaktır.
insan, niyet ederek ve telbiye getirerek ihrama girer. sonra ihram yasakları başlar.
ibadetleri bitirir, ihram yasakları kalkar. diyelim ki umre, tavafınızı ve sa'yınızı yaptınız
ama traş olmadınız. bundan sonra da kendi kendinize, "benim ibadetim bitti.
yasaklarım kalktı." kanaatine sahip oldunuz. gerçek kaide, bitişin traşta olduğu ve traş
olunmadığı sürece ihramın devam ettiğidir. bu insan, güzel koku sürse bir kurban,
tırnak kesse bir kurban. bu bir yıl sürse, bir yılda bunları kaç kere yapmışsa o kadar
kurban gereklidir. hâlâ ihramlı çünkü. bunda istihsan yolu şu; alim düşünüyor ki
namazda selam vermezse, namazım bitti diye kalkıp yürüse; vacibin terkiyle birlikte
namazı sahih olur. namaza muhalif bu adeti, namazdan çıkmış olarak kabul edilir.
burada da bir insan, ihrama muhalif ama normal hayatta meşru davranışlar
sergilerse, ilk muhalif davranış onu ihramdan çıkartır, normal traşla çıkmadığı için bir
kurban gerekir. ondan sobeaki davranışları, ihramdan çıkmış insan olarak
sergiliyordur. üzerine yüzlerce kurban gerekmez. bunda hayır vardır, ümmete kolaylık
vardır. rabbimi, ümmet için kolaylık ister. dolayısıyla islam'ın genel prensiplerine bu
uygundur" diyorlar. bunu yapmak için, günümüzdeki gibi gevşeklik, cıvıklık,
çamurlaştırma yolunu seçmiyorsunuz. peki bu yetkiyi bana kim veriyor? mesela imam
şafii kabul etmiyor. "istihsan yolunu seçen ve böyle bir delil kullanan, yeni bir şeriat
koymuştur." diyor. kıyas delili, isithsan delilinden öncedir. öncesinde bir delil varken
arkasındakini kullanmayı caiz görmüyor. bunun üzerinde duracağız.
-bu bilgiyi kendiliğimizden çıkarmıyoruz. bakıyoruz ki islam'ın içinde de istihsan yolu
var. misal; unutarak yiyen insan, kıyas gereği nedir? yemek, içmek oruca manidir.
ama cenabı allah ne yapıyor? bu insan oruç bozma hedefli değil, allah'ın emirlerine
hürmetsizlik etmek istemiyor. beşer olarak unutmuş ve orucunu açmış. bu insan oruçlu
kabul ediliyor, kıyasa muhalif olduğu halde. müçtehidler diyor ki, allah burada, kulun
maslahatını gözeterek, kapı açmıştır. demek ki iyi niyet ve düşünceyle, böyle bir yol
ümmete kapalı değildir, diyorlar. mesela selam akdi var. adam geliyor parayı veriyor,
"bana 100 kilo pirinç getir." diyor. para peşin, mal veresiye. şeri şerifin normalde buna
izin vermemesi lazım. neden izin veriliyor? işten anlayan fakir tacir var. milletin ve
cemiyetin hayrına sebep oluyor. sermaye sahibi olmayan bu insan, paranızı alıyor ve
size pirinç getiriyor. işte bu istihsan yolu. sermayesi olmayan ama işten anlayan
insanların buna ihtiyacı var. crmiyete zarar vermeyecek, allah rızasının bunda var
olduğu duygusu, müçtehidin kalbinde gerçekten var olacak ve elinde buna
dayanacağı bir nass olacak.
- istihsan, iki kısımdır.
1) bir delile dayanarak kıyası hafiyy'i (gizli kıyası, ikinci kıyası) yani gerektiğinde ona
başvurulan kıyası, kıyası celîy'ye yani açık kıyasa tercih etmek.
2) delile dayanarak külli bir hükümden, cüzi bir hükmü, istisna etmek.
-örneğin; yırtıcı kuşların içtiği sudan geri kalan, kıyas gereği necis olmalıdır. çünkü
avlandıkları hayvanları yerler, kendi etleri de yenilmez. dolayısıyla ağızları da necis
olmalıdır. istihsan olarak, içtikleri sudan geri kalan temiz sayılır. çünkü onlar kurt, çakal,
sırtlan gibi hayvankardam ağız yapısı itibariyle farklıdırlar. onlar suyu, gagalarıyla
içerler. gagalar, kemik yapılıdır ve temiz kabul edilir.
-örneğin; olmayan bir malın satışı yasaktır. kıyas akdi de bunu gerektirir. ancak islam,
yukarıda belirttiğimiz selam akdine izin vermiştir.
-istihsanı en çok kullanan mezheb olarak hanefiler tanınır. ancak istihsanı en çok
kullanan mezheb malikilerdir. hanefilerin adı çıkmış :)
-istihsan çeşitlerini konuşalım. istihsanın bakış ve değerlendiriş açısı için, "veçhûl
istihsan" ifadesi kullanılır. bu açıdan istihsan, altı çeşittir.
1) nass sebebiyle istihsan: yani hakkında nassın varid olduğu isithsandır. rasulullah
aleyhisselam, selam akdiyle ilgili " selam akdi yapıyorsanız, ölçü belli olacak, ne
zamana sözleştiğiniz süre belli olacak." buyuruyor. ebu davud'da zikredilir. aynı
şekilde oruçlu iken yiyip içen hakkında da nass vardır. fahri kainat efendimiz
aleyhisselam ne buyuruyor, "mevla onu yedirmiş içirmiştir." diyor.
2) icma sebebiyle istihsan: örneğin, ıstısna kullanılıyor. ıstısna akdi, sanattan geliyor.
sanat, bir şeyi yapı ortaya çıkartmak demektir. bu sık kullanılır. normalde ortada
olmayan mal satıldığından bu da caiz değil. ama çok da ihtiyaç var. mesela
mobilya takımları. eve gelip ölçüler alınıyor, ona göre parasını alıyor ve yapıyor.
üstelik hıyarul iğ'ye hakkın da yok. ama icma bunu kabul etmiştir. hayatın içinde bu
vardır ve islam da bunu hoş görmüştür. ıstısna, bir sanat değeri olarak yapılıp
getirilecek şeyi taleb etmektir. bunlar icma ile sabittir. yine hamamda yıkanmak,
kıyasa göre caiz değildir. istihsânen caizdir. ömer radıyallahu anh, medine'den şam
valisine mektup göndermiştir. "duydum ki müslüman hanımlar, rum kadınlarla, bizanslı
kadınlarla birlikte hamama gidiyorlar. sakın ve sakın!" diye ikaz ediyor. vali mektubu
okuyunca ayağa kalkmış ve derhal tedbirler almıştır. bu ahlak zedelenmemeli.
onların bu kötü örfü bize geçmemeli. ne yazık ki o kadar geçti ki onlara benzemek bir
marifet olarak görülmeye başlandı, onlar bize benzemek için çırpınırken üstelik. ilk
defa türkiye'den bir kız, londra'daki bir güzellik yarışmasına katıldığında, jüri heyetinde
olan bir yahudi dayanamamış, sahneye fırlamış, eline mikrofonu almış ve şöyle
demiştir, "bir gün gelecek, bir osmanlı kızı önümüze bikiniyle çırılçıplak çıkacak, hayal
bile edemezdik. bugün bu başarıyı elde ettik." diyor. bu, bir milletin kerametinin
yitirilişiydi. onlar, osmanlı kızına bakarken bile ulvî bir şeye bakıyor gibi bakıyorlardı, biz
bu değeri yerle bir ettik. hamamların bu açıdan değerlendirilmesi ayrı. şu açıdan
kıyasa uygun değil; hamamda biz, bir saatliğine ya da yarım saatliğine orayı kiralıyor
muyuz, satın mı alıyoruz, ne yapıyoruz? neyin parasını veriyoruz?
hem kiralama hem de tüketim bölümü var. bir de kaynağından akarak gelen her
suda bütün ümmetin hakkı vardır. hamamın suyu bir yandan kaynağa bağlı, bir
yandan da onların borularıyla ısıtılıp geliyor. birçok şey iç içe karışık. bu, kıyas
anayapısına, istihsan yoluyla caiz görülmüştür.
3) zaruret ve ihityaç sebebiyle istihsan: misal; kuyuların temizlenmesi. kuyu diyelim ki
kirlendi. bütün kuyunun suyunu çıkarttınız. ama o suyu, yan zeminler de emmiştir.
onun da temzilenmesi gerekir. burada istihsânen, kuyunun suyunu bütünüyle
boşaltmak, kuyuyu temizlemek sayılıyor. %100 temizlenmese de temiz ve normal
kabul ediliyor. zaruret ve meşakkat büyüklüğü, bunu kendiliğinden getiriyor.
4) kapalı kıyas sebebiyle istihsan: misal; veli, velayeti altında bulunan kişilerşn malında
tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir. çocuğu ve malı kormakla mükelleftir, bu iyi
niyetiyle tasarrufta bulunabilir. ancak bu malla kendi borcunu ödeyemez. alır, satar,
emanete bırakır ama velisi olduğu çocuğun, yetimin parasıyla kendi borcunu
ödeyemez. sonra geri verecek bile olsa. veli olarak, kıyas gereği o parayla her türlü
tasarrufu yapma hakkına sahip. kendi borcunu ödemek de bir tasarruftur. bu,
suistimale kapı açtığı için yol kapalı.
5) örf sebebiyle istihsan: misal; şirb hakkının (bahçenin sulama hakkı) satışı. bahçeyi
satın alan, o bahçenin filan arıktan gelen sulama hakkını da satın almış olur.
6) maslahat sebebiyle istihsan: misal; islam hukuna göre, rasulullah aleyhisselam
sadaka alamazdı. dolayısıyla haşimoğullarına da sadaka vermemiştir. yani kendi ehli
beytinden olan insanlara da sadaka verilmemiştir. onların sadakaya ihityacı olduğu
zaman devlet hazinesinden direkt olarak verilir. zekat da alamazlar. emeviler verirler
mi? emeviler bu insanlara devlet hazinesinden vermeleri gerekirken, vermemişlerdir.
daha sonra istihsân yoluyla bu insanlara zekat verilmiştir. ilim ehli de alınabileceğine
kanaat getirmiştir.
-isithsanın hücciyyet değeri: her ne kadar istihsan ile amelde meşhur olan hanefi
mezhebi ise de diğer mezheblerin de amel ettiği bir gerçektir. en çok da maliki
mezhebinin kitaplarında yer alır. âmidî, (daha önce geçti) imam şafii'nin de amel
ettiğini söyler ve bunun örneklerini sunar. bu açık kıyas değil, ikinci perdedeki kıyasın
yoludur. sebepleri vardır. bu sebepler tartışıldığında 'genel kaide şöyle olmalıdır ama
şu noktada istisna olarak şu kaide uygulanırsa, allah'ın rızasına ve islam'ın ana
prensiplerine daha uygun bir şey elde edilir.' denilerek, kıyastan sonra bu yerini
almıştır. kıyas belki %90 uygulanıyorsa, bunun uygulanma alanı belki %10, belki %5'tir.
uygulandığı noktalar iyi seçildiğinde, islam'ın prensiplerine uygun olandır.
19. Ders -Maslahât-ı Mürsele Tarifi, Çeşitleri, Örnekleri-
-masâlih-i mürsele'yi paylaşacağız. masalih, maslahatlar demek. mürsele, esasen
gönderilmiş demek ama hayatın içerisinde yaşanılmış, hayatın seyri içerisinde var
olmuş şeylerdir. gerçekten maslahat olduğuna inanılan şeyler şer'i şerifte hüküm ifade
eder mi, hükme tesiri var mıdır, cevaziyyet sebebi midir? üzerinde duracağız.
-islam'ın koyduğu hükümlere bakıldığında, hepsinin belli maslahatlara yönelik olduğu,
neticede insanoğluna bir fayda veya bir zararı önlediği, fertleri ve cemiyetleri
koruyup kolladığı, hatta bazı prensipleri, dünyanın başından beri koruma altına
aldığını görürüz. mesela can emniyeti. adem aleyhisselam'dan beri can emniyeti
kıymetlidir, kıyamete kadar da kıymetli olacaktır. can emniyetinin kaybedilmesi ve
yaralanması, insanlığı tedirgin eder. şu an kendinizi ailenizle beraber, ırak'taki savaşın
ortasında hissediniz. iş kuramazsınız, yarınınızdan emin olamazsınız. insanı hakikaten
hayatından bıktırır. aynı şekilde mal emniyeti kıymetlidir. bu yüzden maddi sıkıntılar
yaşayan insanların, kendilerini köprüden atmaya çalıştıklarını görürsünüz. bunlar
kıymetlidir. akıl emniyeti kıymetlidir. din emniyeti, inandığın gibi yaşama özgürlüğü
kıymetlidir. iffet, ırz emniyeti kıymetlidir. insanlık yaşadığı sürece kıymeti olan ve
korunması gereken şeylerdir. 'bunlara lüzum yoktur ' denip kıymetsiz hâle geldiği
zaman bile bir musibettir, cemiyeti çökertmeye yetecek hasletlerdendir. dini mübin'in
bunları koruduğunu görüyoruz. dalayısıyla islam'in, insanın ana maslahatlarını ve
hayrını düşündüğü, kanun ve nizamın buna yönelik olduğu kanaati oluşuyor.
-insanların ve cemiyetin hayrını düşünerek, allah'ın rızasını arzu ederek, rasulullah
aleyhisselam'ın irşad ettiği ana hatları gözeterek, hiçbirine muhalif olmayacak
şekilde, hakkında nass bulunmayan , kıyas imkanı da olmayan konularda hüküm ve
prensip koymak zorunda kalınabilir. mesela; istirahat saatlerinin, vardiye
değişikliklerinin tayin ve tesbiti, insan için faydalıdır. iş dünyasıyla ilgili, okulların ne
zaman başlayacağıyla ilgili konuların bilinmesi, insana huzur verir. belirsizlik, insanı
tedirgin eder. zihin gerilir. beklediğiniz ve ümid ettiğinizle, vakıalar uyuşmuyor.
dolayısıyla yemek saatinin belli olması, eğitimin ne zaman başlayacağı vs. gibi, bütün
hayatın çerçevesi içerisinde nizam ve intizam temin edecek saatler ve prensipler
koymak, ayette ve hadiate var mı? yok. peki bunları koymak şer'î midir? fayda, hayır
ümid ediliyorsa, insan fıtratına muhalif değilse, selim akıllar "bunda güzellik var."
diyorsa, mesâlih-i mürsele budur.nkanuni sultan süleyman'a neden kanuni denmiştir?
şeriata muhalif kanunlar koyduğu için değil. onun yaptığı; yeniçeri ne zaman eğitime
başlayacak, medreseler ne zaman başlayacak gibi prensipleri koymak yönündedir.
birçok müesseseyi nizamlı harekete edecek maddeler yazdığı, kanunlaştırdığı için
kanuni'dir. islam, düzenlilik ve insanların zihinlerini yormayacak, maslahatını
düşünecek şeyler istiyor. islam'ın bu yapısına uygun. mesela imece usulünü
düşünelim. köyün büyükleri dedi ki "şu evlerde insan azlığı var. şu evlerde yetim var.
onlardan beklemiyoruz ama şu evlerden herkes en az bie tane imeceye adam
gönderilecek." dediler. bu bir madde koymaktır. islam'a uygundur. ama bu işler insan
tâkâtinin üstünde ise, orada maslahat-ı mürsele yoktur.
-mesalih-i mürseleyi şöyle tarif ediyorlar; şârî'in, (kanun koyan yani allah ve rasulü)
hakkında hükmünün olmadığı, kendisine kıyas edilebilecek bir nass veya icmanın da
bulınmadığı, insanlara fayda sağlayan veya uğrayacakları zararı önleyen hüküm ve
kararlardır. şartları şunlardır;
1) şer'i hükümlere muhalif olmamalıdır.
2) düşünülen maslahatın varlığından emin olunmalıdır. biz mi zihnimizden üretiyoruz,
bunda gerçekten maslahat var mı? bu maslahat bizim için mi, bütün millet için mi?
3) maslahat, genel olmalıdır.
4) aklı selim sahibi kişilerce üzerinde düşünülüp değerlendirildiğinde akla uygun
olmalıdır. akıl gerçekten büyük bir nimet. şer'e kullanırsan musibete dönüşür. güçlü bir
silahtır. -maslahatı mürsele'ye delil var mı? var. muaz hadisi. ahlakı, kendi, zekası çok
güzeldir. en genç vefat eden ve en çok bilen sahabelerdendir. 34 yaşında vefat
etmiştir. kaynaklarda en fazla 38 yaşında vefat ettiği vardır. rasulullah aleyhisselam'ın
ona sıcaklık duyduğu da bilinir. mesela anlatıyor, "yolda yürüyordum, bir el omzuma
dokundu. baktım rasulullah aleyhisselam'ın eliydi. "muaz, ben seni gerçekten
seviyorum. sana bir yavsiyede bulunayım." dedi. ben de "ya rasulullah bulun." dedim.
"namazlardan sonra şöyle dua et;" dedi. "‫ع ٰلى ِّذ ْك ِّركَِ َوشُ ْك ِّركَِ َو ُحس ِّْنِ ِّعبَا َدتِّك‬
َ ‫ َاَلله ُهمِ أَع ِّ۪ني‬/
ya rab, seni zikretmede, sen en güzel şekilde ibadet etmede bana yardımcı ol."
rasılullah aleyhisselam'ın, muaz radıyallahu anh'ı yolcu etmek için yürüdüğünü, ona
tavsiyeler vediğini, daha sonra da "muaz belki dönünce beni göremezsin, kabrim
başına gelirsin. bana dua edersin." dediğini ve gerçekten de öyle olduğunu biliyoruz.
rasulullah aleyhisselam, muaz radıyallahu anh'a yemen'e gönderirken soruyor, "ne ile
hükmedeceksin." soruyor soruyor... en son ne diyor? "onda da bulamazsam, kendi
kanaatimle hükmederim, islam'ı çaresiz düşürmem." diyor. muaz radıyallahu anh'ın
ölçüsü, ayetler olacak. ayetlerin söylemediği ama sana verdiği bilgi birikimi olacak.
hadisler, rasulullah aleyhisselam'ın tuttuğu yol olacak. dolayısıyla bunun içerisinde
kıyas da var, maslahat da var, örf de var. mesela, kur'an ı kerim'in cem edilmesi
üzerinde bir nevi icma olmuştur. ilk önce zeyd ibni sabit kur'an'ı cem ettiğinde, kur'an
cilti olarak değil, sayfalar halinde mushaftır. bunları paylaştık. peki bununla ilgili,
kur'an'ı cem edin, diye bir emir var mıydı? hayır. rasulullah aleyhisselam bunu
yaparak mı gitti? hayır. onda maslahat görüldü, ümmetin hayrı görüldü ve cem
edildi. maslahat bu demek esasen. daha sonra ümmet fitneye düşmesin diye, gidip
bakacakları bir mushaf olsun diye, 6 veya 7 nüsha mushaf hazırlanmıştır. bunda
kesinlikle maslahat var. mesela, ömer radıyallahu anh, haberleşme sistemi kuruyor.
yollara nöbetçiler dikiliyor. ilk nöbetçi, düşmanı gördü. işaret okunu geriyor, öbir
nöbetçinin olduğu yere atıyor. o nöbetçi öbürüne, o öbürüne şeklinde, oku
kuşturuyorlar. veya seleme ibni ekva radıyallahu anh ki 18 yaşlarında zekat
devekerine saldırı görmüştür. dapa doğru çıkıyor, medine'ye dönüyor ve bütün
gücüyle "vâ sabâh" diye tehlike sinyali verecek şekilde bağırıyor. medine ayaklanıyor,
kılıçlar kuşanılıyor. sonrasında süvariler onların peşine düşüyor. seleme radıyallahu anh
da onlar yakalanana kadar tek başına peşlerine düşüyor. saatlerce koşmuştur,
birçoğunu engellemiştir. kendine atılan mızrakları, yol göstermek için dikmiştir.
bitmeyen bir mücadeleye girmiştir, rasulullah aleyhisselam ve süvariler yetişinceye
kadar. tek başımayım dememiştir, üzerine düşeni yapmıştır. bunun gibi bir kısmı atları
hazırlıyorlar. dinlenmiş atların olduğu yerlere doğru dört nala at üstünde gidiyorlar,
dinlenmiş atların yanına varınca o atın sırtına atlıyor. bıraktığı atı dinlendirmeye
alıyorlar. kudüs'ten medine'ye, medine'den şam'a, haberler süratle ulaşabiliyor.
bıkmayan yorulmayan atlılar sayesinde. bu, organize ister. ömer radıyallahu anh
böyle bir organize yapmıştır. ömer radıyallahu anh ve nice sahabeler bunlar
yapılırken hayatta olduğu için, maslahata delil olarak kabul edilir. beytu'l mâl
hazırlanmıştır, nizami olarak organize edilmiş hapishaneler kurulmuştur. mescid, okul
olarak kullanılırken, okullar kuruldu, bölümlere ayrıldı. bütün bunlar maslahat
gereğidir. hakikaten bu insanın bugünü ve yarını için hayır olacak, maslahat olacak,
düşmanlık olmayacak içerisinde. bunlar doğru kullanılırsa, nasslara ters düşmüyorsa,
islam'ın ana gayeleriyle uyuşuyorsa, getirdiği fayda herkes içinse, bunda sıkıntı yoktur.
maslahatı mürselenin temeli budur. allah'ın hükmüne karşı olan maslahat olmaz,
rasulullah aleyhisselam'ın hükmüne karşı maslahat olmaz. peki allah'ın ayeti var. "e
efendim yine de maslahat gerekiyor." böyle bir şey olmaz. bir yamukluk varsa, bunu
düzeltmek için maslahat yapılır. diyelim ki işe 08.30'da başlıyoruz. öğle namazı diyelim
ki 12.20. niye öğle paydosu her zaman 12.00'da başlamıyor? buna bir engel mi var?
niye insanlar cuma namazına gidemiyor? resmi daire abdesti düşünerek, namazın
kılınmasını düşünerek, yemeği düşğnerek ara verecek. böyle plursa maslahatı
mürsele olur. insanların beşeri ihtiyacı da düşünülecek, manevi ihtiyacı da
düşünülecek ondan sonra bu uygulamalrı yaparsan maslahatı
mürseleye bu uygun olur.
-örf, iyi görülen, güzel bulunan demektir. mağrûf kelimesi de bu mânâdan gelir. emri
bi'l mağruf diyoruz. insanların çoğunun benimseyip alışkanlık haline getirdikleri işlere
örf denilir. bu tarifin içerisindeki fiillere, örf amelî deniyor. örneğin;
-hiç konuşmadan yapılan alışveriş. parayı koyuyorsun, simidi alıp gidiyorsun. fiyat belli.
normalde iki taraf rızasını beyan etmiyor ama davranışlarıyla beyan ediyor. akid
yapısına tuhaf görülse de şeriat da selim akıl da bunu kabul ediyor. bu insanın rızası
olmasa müdahale eder, diğeri de parayı koymaz.
-kire bedelinin peşin alınması. bir mal önce alınır, sonra parası verilir. kirada ne oluyor?
ben girdim, daha bir gün oturdum ama kirayı alıyorsun. ben binadan, ne zaman
oturduysam o zaman faydalandım. ay dolduktan sonra kiranın verilmesi doğru
olandır. bu, prensip olarak uygun olmasa da güvence verdiği için hoş karşılanıyor.
bunlar örfün kabul ettiği şeylerdir.
-insanlar, kelimeleri belli bşr manada kullanmayı alışkanlık haline getirmişlerse, bunda
kavlî örf denilir. mesela balık eti de ettir, tavul eti de ettir ama et deyince kırmızı et
anlaşılır. halk dilinde et lafzı, balık için kullanılmaz. esasta belık eti de et cinsindendir.
َ ً ‫سخ َِر الْ َب ْح َِر ِّلتَأْكُلُوا ِّمنْهُ لَحْمِا‬
ayette de böyledir "/ ِ‫ط ِّرياِ َوتَ ْسِتَ ْخ ِّرجُوا ِّمنْهُ حِّ لْ َيةًِ تَلْ َبسُونَ َها‬
َ ‫ َوه َُِو الذ۪ ي‬denizi de sizin
emrinize veren o'dur. o denizden tazecik et yiyesiniz diye." yani cenabı allah balık eti
için taze et ifadesniz kullanıyor ama halk dilinde kırmızı et olarak yerleşmiş. buna örf
diyoruz.
-bazı bölgelerde hayvan denilince, at veya öküz anlaşılır. birçok ülke bunu örf haline
getirmişlerdir. selim akıllar da bunu normal olarak görürler. bir başka açıdan (yaygınlık
açısı) daha örf iki'ye ayrılır:
1) umumi örf. müslümanlar arasında belli bir devirde yaygın olan örfe denir. camiilere
ayakkabıyla girilmemesi gibi. böyle bir nass yok. esasen camiinin temizliğine riayet
açısından güzel bir şey. örf de buna deniyor. mevla temizlik ister, insanların
ayakkabıları için alan hazırlayalım, çıkarıp camiiye öyle girsinler.
-imeceler
-hac'dan dönüşte, ziyarete gelenlere zemzem ve hurma ikramı.
2) husuî örf: belli bölgelerin kullandığı örf. mesela; eskiden bakkalla defterlerinin borç
için delil kabul edilmesi. halbuki delil değildir.
-temel şer'i hükümler, ne zamanın ne de mekanın değişmesiyle değişmezler. iffet,
adem devrinde de iffettir, 21. yüzyılda da iffettir, kıyamete kadar da iffettir. eğer
iffetsizlik normal hâle gelmişse, o cemiyet çökmüştür. zinanın şu anda serbest oluşu
gibi. örf bunlara aykırı ise, muteber (geçerli) değildir. hatta böyle örfler, örf olarak
isimlendirilmemeli, ortadan kaldırılmalıdır. düğünde tabanca atmak mesela. bu
geçersizdir. içki, kumar çeşitleri, kabirlere mum dikme, bazi bölglerede kızlara miras
vermeme, cenazede kadınların toplanıp ağıt yakması, matem için siyah giyinme.
bunlara örf denemz. ilk fırsatta ortadan kaldırılmalıdır. şer'i esaslara, islam hukukunun
ruhuna uygun olanlar muteberdir. imece, ticari adetler (kalite denetimi mesela).
âhîlik teşkilatı, iki iş yapardı; birbirlerini yetiştirmek ve kalite denetimi. bizim
mesleğimizden olup da işini kötü yapan insan çıkmayacak, anlayışıyla. çıkarsa ona iş
yaptırmazlardı. örfen faydalıdır, şeriatın istediğine uygundur. islam hukukçuları, sahih
örf diye adlandırdıkları şer'i esaslara uygun örfe itimad etmişler, hüküm kaynağı
olarak kabullenmişlerdir. "adet, muhakkemdir (hüküm kaynağı olarak kendisine
başvururlur.) örfle sat olan, nassla sabit gibi kabul edilir. mesela, tamir ve bakım
şartıyla satış.
-örfün geçerlilik şartları ile devam etmek üzere burda duruyoruz.
20. Ders -Örf ve Geçerlilik Şartları-
-örf için şeri şerifte esasen çok ciddi bir delil var. birincisi; islam'ın, kendisinden önce
cemiyet içerisinde yerleşmiş hayırlı işlere olan muvafakatı, onları doğru buluşu ve
devam ettirişi. misavirperverlik gibi, karşılıklı yardımlaşma gibi, hılfu'l fudûl gibi.
dolayısoyla bunların ötesinde bir de sahih hadis zikrediliyor. rasulullah aleyhisselam
"‫ص‬,mü'minlerin güzel ve hayırlı gördüğünü, cenabı allah da güzel ve hayırlı görür.
bunun bir manası da şu demek; bir insan selim fıtrat ve islami bilgi sahibi ama bir
olayla karşılaşıyor ki ne kur'an'da zikrediliyor ne de hadisi şeriflerde bir delil bulunuyor.
ama o mü'minin gönlüne bu işin hayırlı ve doğru olduğu geliyor ve onun gibi selim
fıtrata sahip kimseler de aynı hadiseyi iyi ve hayırlı görüyorlarsa, bu allah katında da
hayırlı diyor rasulullah aleyhisselam ‫ص‬.yapmak ayrıdır, iyi görmek ayrıdır. mesela
imeceye herkes hayırlıdır diyor. ama düğünlerde silah atmaya kimse iyi demiyor. bu
amel işleniyor ama selim akılla düşününce, sence iyi midir denince, doğru da
bulmuyorlar. dolayısıyla selim akıl ve islamî birikim, bir şeyi iyi gösteriyorsa,
müslümanlar arasında bu iyi görüş yaygın ise, bu allah katında da iyidir.
-örfün geçerli olması için bazı şartlar var;
1) yaygın olması. yani muamelelerin çoğunda uygulanıyor olması, ferdi bir hadise
olmaması.
2) sonradan olacak örf veya tarihte unutulmuş örf, geçerli değildir. o anda geçerli
olmalıdır. yani hüküm verileceği tarihte var olmalıdır. "gelecek günlerde örf olması,
geçmişte hüküm olmasını gerektirmez." denir. mesela eskiden köy yerlerinde insanlar,
birbirlerine yardım ederken bunun ücretini istemezlerdi. gelir senin evinin yapımında
çalışır, çatını çatar vs. köyün suyu yoksa, herkes kazmasını küreğini kapar, su olan bir
yerden köye su çekerlerdi. kimse bundan bir ücret beklemezdi. bunlardan bir tanesi
para istiyor olsa, günümüzde bir mahkemeye müracaat etse, ücret alır. çünkü oranın
adeti bilinmiyor. ama islam'a göre bu insan ücret alamaz. çünkü o diyarda örfen bu
işler ücretle yapılmıyor. günümüzde ise islam kadısı, bunun ücretini ödettirir. çünkü
artık ücretsiz yapılmıyor. işte örfün tesiri. o gün orada ücretsizken, sonraki yıllarda
ücretliye dönüşmesi buna tesir etmiyor. hükmün verilmesi gereken günde o örf var
olacak.
3) açık bir irade beyanı ile çatışmaması. yani örf ücret almamayı gerektiriyor ama
adam ben şu kadar ücret isterim diyor. bunu dedikten sonra sen diyemezsin ki
"burada örfe göre para verilmez." diyemezsin. ortada bir irade beyanı olmadığı
zaman, orada ne geçerliyse odur. mesela bir adam 100 euro istiyorsa, "bizim
buralarda tl kullanılıyor." diyemezsin. açık ifadenin karşısında, örfe itibar, delalete
itibar yoktur.
4) kesin bir şer'i delile veya şeri'i esaslara aykırı olmayacak. hadisin veya ayetin
karşısına çıkarılan örfe geçit yoktur. müminun suresi 71. ayette, " ‫ت‬
ِِّ ‫س َد‬
َ َ‫َولَ ِِّو اتبَ َِع الْ َحقُِّ اَه ََْٓوا َءهُ ِْم لَف‬
ْ
ْ
َ
/ ِ‫ن ف۪ ي ِّهن‬
ِ ‫ض َو َم‬
ُِ ْ‫ السِمٰ َواتُِ َوالر‬eğer hak, onların heva ve heveslerini takip etseydi, gökler ve
yeryüzü fesada uğrardı, göklerde ve yeryüzünde yaşayanlar da fesada uğrardı."
buyuruluyor. gönül, faizin helal olmasınınarzu ediyor, bu arzuları öoğalrabilirsiniz. gide
gide fesada sebep olur ve fesadın alt zeminini oluşturuyor. heva ve heveslerimizin
hayatın içerisinde ne kadar çok olduğunu, bunların çoğunun islam'a ne kadar eğri
ve doğru olduğunu düşününüz, bunu asırlar boyına yayınız; böyle bir durumda hak,
insanların heva ve heveslerini takip etseydi, ortada hak diye bir şey kalmazdı. zina
hükmü oetaya çıkmaya kalktığında yer yerinden oynadı. bu çağda böyle bir şey
düşünülemez. bu çağ nasıl bir çağdır ki üzerinde en fazla titizlikle durulması gereken
harama dikkat etmiyorsun, allah'ın helal kılma yoluna riayet etmiyorsun ve allah'ın
haram kıldığı bir yolun serbestliğini iddia ediyorsun, bunu yasaklayan bir kanun
çıkaramıyorsun, yer yerinden oynuyor. ayeti kerime son derece ibretlidir. eğer hak ve
hakikat, insanların heva ve heveslerini takip etseydi, yeryüzü de gökyüzü de orada
yaşayan bütün canlılar da fesada uğrardı. mesela içkinin neredeyse haramiyetini
bilen yok. trakya'ya gidiniz, içki içmeyen ev nadir bulursunuz. talebelik yıllarımızda
lüleburgaz'a uğramıştık, içki satmayan dükkan bulamamıştık. en sonunda hacc'a
gitmiş bir amcanın bakkalı vardı, o bakkaldaki bütün peynirle helvayı bitirdik. bir tane
yer yoktu. böyle diye, içki meşrulaştırılır mı? hayır. devlet faiz veriyorsa bu meşrudur,
lahıslar veriyorsa tefeciliktir diye iddia edilse bile, dahası dahası olsa da faizin meşru
olma, örfün bunu değiştirme hakkı var mıdır? hayır. buna örf de denmez.
5) önceden hacim ölçüsüyle ölçülen, sonradan ağırlık ölçüsüyle ölçülmeye
başladıysa, bu örf muteberdir. mesela buğday, yakın tarihe kadar hacimle
olçülüyordu. günümüzde aetık kiloyla ölçülüyor. o gün hüküm verilecekse, hacime
göre, bugün kiloya göre hüküm verilir
6) islam'ın istediği asıl nassın, hedefe ulaşmasına yardımcıdır. ölçü düzgün olsun,
alılveril düzgün olsun, miktar belli olsun, islam'ın istediği bu. belirginliğin ve netliğin
sağlanmasına daha yardımcıdır.
-örfün değişmesiyle hüküm değişir mi? değişebilir. ücretsiz duvar örme galipken,
ücretli duvar örme haline geldiyse, örf hükme tesir eder. ebu hanife'den gelen bir
bilgi var. hadisi şerif ne diyor? "müslümanlar birbirlerine karşı adil kabul edilirler." bir
müslüman, bir başka müslümanın lehine veya aleyhine şahitlik yapacaksa adildir,
araştırılmasına bile gerek yoktur. dolayısıyla ömer radıyallahu anh, ebu musa el
eş'ari'ye vali iken yazdığı mektubunda, "müslümanlar birbirlerine adildirler, şahitliklerini
direkt kabul et." diyor. dolayısıyla kısas ve hadlerin dışında, tezkiyeye ihtiuaç olmadığı
kanaatindedie ebu hanife, bu hadisten dolayı. ama imameyn talebeleri, şahitler
konusunda tezkiyeyi şart koşmuşlardır ve o uygulanmıştır. sebep olarak zamanın
değişmesi gösterilmiştir. ebu hanife, hicri 1. asırda dünyaya gelmiştir. sahabeyle iç içe
yaşayan insanların arasında dünyaya gelmiştir. bu insanların kolay kolay yalan
söylediği pek görülmüyor. ama devir giderek fesada uğradı. islam'a girip çıkanlar ve
siyasi kargaşalar, bu berraklığı bozdu. şimdi şahitler tezkiye edilmelidir, demişlerdir.
ebu hanife'nin talebeleri bu kanaattedir. bu tezkiye daha sonraki günlerde çok işe
yaramıştır. siz mahkemeye şahitlik edeceksiniz, sizin arkanızdan, yaladığınız ortama bir
araştırma gidiyor; özü sözü doğru mudur, yalan söyler mi, nasıl yaşıyor? mahkemedeki
şahitliğiniz böylece kabul ediliyor. bu, islam alemini uzun yıllar ayakta ve kendini
kontrol eden olarak tutmuştur.
-gasp eden bir insan, gasp ettiği eşyaya değer kazandıracak bir şey yapmışsa, malı
gasp edilen insanın muhayyerlik hakkı vardır. böyke bir durumda bile gasp edenin
hakkı korunmaya çalışıyor. gasp edilene ne deniyor? ya adama, değer kazandırdığı
bölümü ver ya da malı onda bırak, sen kendi malının değerini al, deniyor. emevi
devrinde, kumaş gasp edip siyaha boyayana, boua parası ödenmezdi. çünkü siuah
boya, kumaşa değer kazandırmazdı. emeviler siyah renkten kaçınırlardı. abbasiler ise
siyah giyinmeyi sembol haline getirmişlerdi. dolayısıyla abbasi devrinde, emevilerin
aksine, bir kumaşı siyah renge boyamak, o kumaşa değer kazandırırdı. ücretini
almaya hükmedilmeye başlandı. örften kaynaklanan farklılığa örnek olarak gösterilir.
islam bu çerçevede örfe değer verir ve onu bu çerçevede değer kabul eder. hiçbir
zaman örfü, diğer hükümlerin önüne geçirmez. mahkeme kararlarına da bu ölçüde
tesir eder.
21. Ders -Sedd-i Zerâi-
-ez-zerî'a (peltek z iledir) esasen başka şeye ulaştıran vasıta demektir. usul ilminde
daha çok, şer'an yasaklanmış olan bir sonuca götüren vasıta için kullanılır. yani
kötülüğe götüren vasıtaların yasaklanmasıdır. sed, engel demektir. dolayısıyla
mefsedete yani kötülüğe götüren bir vasıtanın engellenmesine denir. daha önce
mesâlih-i mürseleyi öğrendik. insanların hayrına olan şeylerin serbestliği dedik. bu da
aynı prensibin zıttıdır. onda hayrı elde etmek vardır, bu da daha başlamadan
kötülüğün önüne set çekmek vardır. ikisi terazinim karşılıklı kefeleridir. islam'da bu
denge birçok şeyde vardır. rasulullah aleyhisselam duasında diyor ki; ، َ‫اْلي َمان‬
ِّ ْ ‫الل ُهمِ َحبِّبِْ إِّلَيْنَا‬
ْ
ْ
ْ
ُ
ْ
َ
ُ
ُ
ُ
ْ
/َِ‫ َِوا ْج َعلْنَا مِّنَِ الرا ِّشدِّين‬، َ‫ص َيان‬
‫ع‬
‫ال‬
‫و‬
َِ‫ُوق‬
‫س‬
‫ف‬
‫ال‬
‫و‬
ِ
‫ر‬
‫ف‬
‫ك‬
‫ال‬
‫َا‬
‫ن‬
‫ي‬
ْ
‫ل‬
‫إ‬
ِ
‫ه‬
‫َر‬
‫ك‬
‫و‬
،‫َا‬
‫ن‬
‫ب‬
‫و‬
‫ل‬
‫ق‬
‫ِّي‬
‫ف‬
‫ه‬
ُ
‫ن‬
‫ي‬
َ‫ز‬
‫و‬
allah'ım,
imanı
bize
sevdir.
onu
ْ ِّ َ
ِّ َ
ِّ ْ ِّ َ ِّ
َ َ
gönlümüze güzel göster. ya rab, küfrü, dalaleti, fisku fucûru ve isyanı bize kötür
göster." terazinin iki kefesi gibidir. kişi, sevdiğini üzmekten ve onun rızasını
kaybetmekten gerçekten korkar. öbür korkudan farklıdır. ne kadar güçlü olursa o
kadar kıymetlidir. biz, rabbimizin sevgisini ve rızasını kaybetmekten korkuyoruz. bu,
sevginin bütünleyicisidir. dolayısıyla terazinin iki kefesini doğru tutmak gerekir.
bir insan, ne kadar imanı seviyor, gönlü güzel görüyorsa; küfrü de o kadar çirkin
görmeli ve ondan uzak durmalıdır. küfürden, batıldan ve dalaletten uzak durmayan
bir insan, tamamıyla iman safındaki yerini alamaz. insan hem hayırlıyı elde etmeye
çalışmalıdır, hem de şerliden uzak durmaya çalışmalıdır. hayırlıyı elde etmeye,
maslahatı mürsele demiştik. insanlara zarar vereni, ucu batıla dayananı, kötülüğü
engellemek için konulan hüküm ve prensipler için de seddi zerai ifadesini kullanıyoruz.
misal; en'am surasinin 108. ayetinde rabbimiz buyuruyor; " ‫للا فَيَسُبُّوا‬
ِّ ‫ُون ه‬
ِِّ ‫ِّن د‬
ِْ ‫ل تَسُبُّوا الذ۪ ينَِ يَ ْدعُونَِ م‬
َِ ‫َو‬
/ِ‫عدْوِاً ِّبغَي ِِّْر عِّلْم‬
ِ
‫للا‬
allah'tan
başkasına
kulluk
edenlere
sayıp
dökmeyin.
cahillik
ederek
ve
َ َ‫ه‬
düşmanlık besleyerek onlar da aynı şekilde allah'a kötü söz kullanırlar." bu, seddi
zeraidir. ağır ifadeler kkllandığın zaman, aynı üslupla karşı saldırı gelebilir.
misal, kadınların halhal takmaları cazidir. nur suresi 31. ayette " ‫ل يَض ِّْربْنَِ بِّاَرْ ُج ِّل ِّهنِ ِّليُعْ َل َِم َما‬
َِ ‫َو‬
ْ
ْ
/ ِ‫ِّن ۪زينَتِّ ِّهن‬
ِ ‫ يُخف۪ ينَِ م‬ama gizledikleri ziynetleri belli olsun diye ayaklarını yere vurmasınlar."
seddi zeraidir. ziynet tak ak da ayağını yere vurmak da helal ama buradaki ayağını
yere vuruş, başka bir manayı çağrıştıracağı için, kötülüğe sebep olacağı için yasaktır.
yine hadisi şerif, alacaklı insan, kendisine borçlu olan insandan hediye almamalıdır,
der. ama hediueleşiniz diye de hadisi şerif var. ama kendisine borçlu olandan hediye
almak, karşı tarafın artı bir şey vermek zorunda hissetmesine kapı açar. ama bu şu
demek değil; bu insanla eskiden beri dostluğumuz vardı. ben ona gittikçe hediye
gmtürürdüm, o da bana geldikçe hediye götürürdü. aramızda müteğarrif olan bir
hediyeleşme zaten vardı. günün birinde de ihtiyacı vardı, onun borcunu karşıladım.'
böyke mûtad bir hediyeleşme varsa, başka manaya gelmiyorsa, bu hediyeleşme
cazidir.
-mefsedete götüren şeyler iki kısımdır.
1) mahiyeti itibariyle mefsedete götüren şeyler. yani kendi yapısında direkt olarak
kötülüğe götürme var. mesela katl, içki, zina direkt olarak kötülüktür. yasak olan
şeyler, serbest olan şeylere göre çok ama çok azdır. öesela önümüze afyon diye bir
madde çıktı. afyonu direkt alırsan, mefsedete götürür. ama afyon bir bitkidir.
kozalarının içerisinde tanecikler vardır ve yenir. bu tahumları için, yağı için ekiliyor
oalbilir mi? evet. ben bunlar için ekiyorum ama bu afyon ekiminden uyuştırucu,
hastaları uyuşturucu elde ediliyor. dolayısıyla bir bölümü helal, bir bölümü haram.
dalayısıyla ben, kendisi helal olan bir şeyi, seddi zerai için sınırlayabilirim. bunu iyi
gaye için kullanın, derim. ekimin dönüm hesabını yapabilirim. gizlice ekeni, adil olmak
şartıyla cezalandırabilirim.
2) kendisi mefsedete götürmeyen ancak şer'en yasaklanan bir mefsedete yol açan
şeyler. mesela, şarab imal eden yere üzüm satmak gibi.
-kendisi meşru ancak ileride mefsedete yol açan fiiller üç çeşittir.
1) nadiren kötülüğe yol açan cazi fiiller. üzüm bağcılığı, afyon ekimi, uçak, gemi
(rezilhane haline getirilen gemilerle dolu) bunlar esasen caizdir. bunları kötülüğe
kullananlar vebalini alırlar.
2) çoğu zaman kötülüğe yol açan fiiller. şarab imalcisine üzüm satmak, kargaşa
devrinde silah ve mermi satmak, kumar işletmecisine, içki satana dükkan kiralamak.
bu fiiller, öaliki ve hanbelilere göre; seddi zerai sebebiyle caiz değildir.
hanefi ve şafii alimlerine göre ise seddi zerai sebebiyle değil, " ‫ل‬
َِ ‫ع َلى الْبِّ ِِّر َوالت ْق ٰوىِ َو‬
َ ‫اونُوا‬
َ َ‫َوتَع‬
َ
/ ‫ان‬
ِِّ ‫علَى ْالِّثْ ِِّم َوالْ ُعد َْو‬
‫ُوا‬
‫ن‬
‫او‬
‫ع‬
‫ت‬
iyilik
ve
takva
yolunda
birbirinizle
yardımlaşın,
düşmanlık
doğuran
َ
َ َ
yollarda birbirinize yardım etmeyin." diyor cenabı allah. hanefi ve şafii alimleri de bu
yüzden caiz değildir diyor.
3) meşru kılınılının dışında bir sonuç elde etmeye vasıta edilenler. yani kendisi meşru
ama kullanışının dışında bir netice elde etmek istiyorsun. mesela; talak cazidir ama bir
insan ölüm döşeğindeyken hanımını boşuyorsa, bunun hükmü başkadır. çünkü
hanımını mirastan men etme töhmetine açıktır. mesela muhabat, dost gmzeterek
satış demek. benim 25 binlik arabam var ama 5 bine satıyorım arkadaşıma. esasen
mirasçıları arabamdan mahrum etmek istiyorum. bunu da alışveriş şekline
büründürüyorum ki hak iddia edemesinler. dolayısıyla ölüm döşeğindeki alışverişlerin,
bağışların, talakların ayrı bir hükmü vardır. bey'ul îğne mesela. benim paraya
ihtiyacım var. arkadala diyorum ki "bu arabayı sana peşin 20 bine satıyorum. arabayı
bir yıl sonra ödemek şartıyla 25 bine geri alacağım." diyor. arabayı sattım, sonra geri
aldım ve 25 bin borçlandım. oetada araba olmasaydı; 20 bin alıp 25 bin verecektim,
faiz olacaktı. bey'ul îğne budur. faize yol bulma hedefi ve manası taşıdığı için, kendisi
meşru olsa da caiz değildir.
-bu nevi uygulamalarda esasen ulaşılmak istenen haram değilse, zarar vedme
hededli değilse cevaz veriliyor.
-bütün fakihlere göre, seddi zarai hüküm kaynağıdır. hüccet değerinin olduğunda
ittifak vardır. hükmü çok kullanma ayrıdır, geniş kullanma ayrıdır. seddi zeraiyi en
geniş kullanan, maliki mezhebidir. hanbeliler de onlara yakın genişlikte kullanırlar.
alanını en çok daraltarak kullanan, şafiilerdir. teorik olarak çok benimsememekle
beraber, en çok uygulayan, hanefilerdir. imam karafî var. el furûg diye eseri var. orda
şöyle diyor, "seddi zerai sadece imam malik'e has değildir. o başkalarına göre bu
delile dayanarak daha çok hüküm vermiştir. gerçekte mefsedete götüren yolların
önlenmesi, üzerinde icma edilen bir prensiptir." diyor. mesalihi mürsele ile birbirlerinin
tamamlayıcısıdırlar. birini kabul eden, diğerini de kabul etmiş demektir. ikisinin hüccet
kabul edilme derecesi aynıdır.
-islam'da yasaklar sınırlıdır. serbest olan daha çoktur. bazı mübahlar ve mübahların
kullanış şekli, eğer insanlara ve cemiyeti zarar veriyorsa veya buna imkan hazırlıyorsa,
bu mübah yasaklanabilir. park ve bahçelerin kullanımında belli prensipler konulabilir
mesela. ithal mallar, içerideki ürüne zarar veriyorsa, kota daraltılabilir. veyahut da
sadece zarurui ihtiyaç olan mallar diye sınırlandırılabilir. bunların korunmask için
yedbirler alınabilir. afyon, kendir ekimi belli ölçülere bağlanabilir. oröanlardaki ağaç
kesimlerine belli ölçüler getirilebilir. bir ormanın yaşlanan ağaçlarını alırsanız, kereste
için kullanırsınız hem de gelir sağlarsınız. bunu yapmazsanız, orman aralkkları çok
ağaçla dolar, yangın ihtimalini çoğaltır. yangını önlemek için, ormanın arasına
ağaçlar kesilip yol yapılabilir. çünkü o yola ihtiyaç vardır.
-bu maddeler sündürülmeye, kötüye kullanılmaya, başkalarının önünü kesmeye çok
uygundur. gayenin allah rızası olduğu, ysakalanan ve sınır konulan şeyin şeri şerifçe
haram kılınan, yasaklanan bir şeye yol açtığı, kesin ölçülerle tayin edilmelidir.
maddelerin bu açıdan kıymeti bilinmelidir. kötüye kullanıldığı hissedildiği an, bu
yasaklar gerisin geri gelebilir, buna geçit verilmemelidir. mesela hamamda
yıkanmak, meşru bir davranıştır.
ama halife ömer radıyallahu anh, medinei münevvere'den şam valisini ikaz etmiştşr.
"duydum ki mü'mine hanınlar, bizansli kadınlarla birlikte hamama gidiyorlar. bu
insanların dini ölçüleri yoktur. mü'min kadınları, evdeki kocalarına tasvir etme
imkanları vardır. engellensin." diye yazı yazmıştır. bu mektup şam valisinin eline,
insanların içinde otururken ulaşmıştır ve okuyunca gayriihtiyari ayağa fırlamıştır. ve
"mü'min hanjmlardan, bizanslı kadınlarla birlikte hamama giden mi var?" diye
sormuştur. araştırınca olduğunu öğrenmiştir. ve derhal tedbirler almıştır. şam'daki
valinin haberi yok, medine'deki ömer radıyallahu anh'ın haberi var... "dicle kenarında
bir kurt kapsa koyunu, gelir de adli ilâhî ömer'den sorar onu." şuurunun bir tecellisi olsa
gerektir.
-bugünki dersimiz, maslahatı mürselenin bir diğer kefesi olan seddi zerâî idi.
22. Ders -Öncekilerin Şeriatı Sahabi Kavli-
-şer'u men gablenâ; bizden öncekilerin şeriatıyla ilgili kanaatleri paylaşacağız. bizden
önceki şeriatler, bize hüküm kaynağı mıdır? bizden önceki hak peygamberlerin tebliğ
ettiği hükümler, bize kaynak mıdır? konumuz bu.
-mütalaa edilecek hükümler birkaç kısımdır;
1) hem kur'an'da hem de rasulullah aleyhisselam'ın sünnetinde var olmayanlar: bize
ulaşıyorlar ama kur'an ve sünnetle ulaşmıyorlar. israiliyyât dediğimiz ulaşım şekli budur.
benî israil'in yazdığı, tevrat'la ulaşıyorlar veya kültürün içerisindeki bir yazıyla
ulaşıyorlar. hammurabi kanunlarının ulaştığı gibi. böyle olunca, biz bu hükümleri
hepten reddetmiyoruz. prensibimiz; gelen kaynaklar dini kaynak ise, açık ve net
değilse, ne kabul ne de reddir. yanlış bir şeyi kabul edebiliriz. reddetsek, 124 bin
peygamber, 313 rasul gelmiş geçmiştir. onların tebliğlerinin kalıntıları da olabilir. böyle
bir tehlikeye girmiyoruz. bunlae nakil açısından güven vermedikleri için, ümmeti
muhammed'i bağlayıcı değildirler. yanlıştırlar ifadesini çok defa kullanmıyoruz.
mesela adem aleyhisselam'ın iki oğlunun haset yüzünden karşı karşıya geldikleri
ayetle sabittir. ama birinin isminin habil, diğerinin kabil olduğu, kur'anla gelmiyor.
büyük ihtimalle bu bilgi doğrudur. kimsenin itiraz ettiği de yok, bu şejilde
isimlendirilmesi kimseye menfaat de sağlamıyor. gelen kaynak ve bilgi yopunluğuna
bakıyoruz. tarihi bir bilgi olduğu için hoş karşılıyoruz. şöyle bir gerçek var; havva
anamız ile adem aleyhisselam'ın, arafat dağı'nda buluştuğuna dair gelen rivayet,
dayîfun dayîfun cidden, çok zayıf. buluşmamaışlardır çünkü rivayet zayıf, demiyoru.
aksi bir rivayet de yok çünkü. allahu alem öyledir. ama arafat'ın önemi; adem
aleyhisselam ile havva anamızın orada buluşmasından değil, rasulıllah aleyhisselam'ın
hacc'ın vakfesini orada yapmasından, "hacc, arafttır." diyerek arafat'ın önemini,
rükniyetinin ciddiyetini vurgulayışı, orada veda hutbesi'ni îrâd edişidir. bütün bunları
unutuyoruz, leyla ile mecnun kıssası gibi adem aleyhisselam ile havva anamızın
ağlayarka buluşmasını bir anlatıyor, ben de ağlayacağım neredeyse.
bizi, rasulullah aleyhisselam'ın oradaki vakfesi bağlar, orada "cahiliyye adetlerini
ayağımın altına aldım." deyişi bağlar, orada yaptıkları, oradaki mesajları bağlar.
tekrar söyleyelim; kur'an'da ve sünnette yer almayanlar, ittifakla hüküm açısından
bağlayıcı değildirler.
2) kur'an'da ve rasulullah aleyhisselam'ın sünnetinde zikri geçenler: bunlar kendi
arasında üçe ayrılır;
a) mensuh: hükmünün kaldırıldığına dair delil bulunanlar. hüküm vardı, kaldırıldı.
mesela, tırnaklı hayvanların yenmeyeceğine dair, hâlâ tesiri var. hayvanların
içyağları, yahudilere yasaktır, daha sonra kaldırılmıştır. rasulullah aleyhisselam, "bana
ganimetler helal kılındı. benden önce hiçbir peygambere helal kılınmamıştı." diyor.
yine mescid konusunda, "yeryüzü bizim için mescid kılındı." diyor. diğerlerş
mâbedlerde ibadetlerini yaparken, bizlere tüm yeryüzü mescid kılınmıştır.
b) müslümanlar hakkında geçerli olduğuna dair delil bulunanlar: şüphesiz
bağlayıcıdır. "oruç size farz kılındı, sizden öncekilerim üzerine de farz kılındığı gibi." ibni
mâce'de yazan bir hadisi paylaşalım, "kurban kesiniz. kurban, atanız olan ibrahîm
aleyhisselam'ın sünnetidir." bu bize bağlayıcıdır. tabii hanfiler ve şafiiler, sünnet ve
vacibiyet konusunda ayrılıyorlar. hanefiler vacip olduğu kanaatindedirler. imam şafii,
ahmed ibni hanbel, sünnettir diyorlar. hanefiler ise, "kurban kesmeyen, bizim
mecidimşze yaklaşmasın." ifadesi ağır bir ifadedir. dolayısıyla hükmü, sünnetten ağır
olmalıdır diyorlar. vücûb igade eder diyorlar.
c) kur'an'da ve sünnette zikri geçen ancak kabul veya reddine, neshedildiğine dair
delil bulunmayan hükümlerdir. mesela; maide suresi 45. ayette, nefsin karşılığına nefs
var. ama mesela göz çıkarıkdıysa, göz mü çıkarılır? kol koparıldıysa, kol mu koparılır?
bunun izaha ihtiyacı var. çünkü islam'da, adalet cârî. emsali, aynen tatbik
edilemeyecek şekilde bir olay cereyan etti. bu sefer adalet tatbik edilemiyor diye,
cezayı başka şeye döndürüyorsunuz. karşı taraf düşman olsa, işkenceyle öldürse,
uranîler vakasında olduğu gibi. uranîler, medine'ye geliyorlar. hastalar. rasulullah
aleyhisselam, onları yayalaya, zekat develerinin olduğu bölüme gönderiyor. orada
aleyhisselam'ın tarif ettiği ilacı kullanıyorlar ve iyileşiyorlar. iyileştikten sonra, zekat
develerinin çobanlarını işkenceyle öldürüyorlar ve zekat develerini alarak kaçıyorlar.
rasulullah aleyhisselam, peşlerine süvarîleri gönderiyor. onları yakalatıyor ve çobanları
nasıl öldürdülerse, onları da o şekilde öldürüyorlar. ama arkasından gelen ayetler,
bunu yasaklıyor. bir zalim, işkence yaparak insan bile öldürse; hakkında ölüm hükmü
verebilirsiniz ama bunu işkenceyle yapamazsınız. savaşın da kendine ait bir ahlakı
vardır. rasulullah aleyhisselam, abdurrahmn ibni avf radıyallahu anh'ı komutan
gönderirken, söylediği iafdeler açıktır, "ey avf oğlu! islam sancağını al. allah için
düşman üzerine bir bütün olarak yüklenin, hak davayı sahiplendiğinizin şuurunda
olun." diye dersler verdikten sonra, "kadınları ve çocukları öldürmeyin, hedefi
savaşmak olmahan rahipleri öldürmeyin. -bir başka rivayette- bağında bahçesinde
çiftçiliğiyle uğraşan insanları, hayvanları öldürmeyin. bu allah'ın emri, rasûlü'nün
sîretidir." diyor". kamer suresi 28. ayette "/ ِ‫ضر‬
ُِّ ُ‫ َونَبِّئْ ُه ِْم اَنِ الْ َمَٓا َِء قِّ ْس َمةِ بَيْنَ ُه ِْم ك‬onlara suyun
َ َ‫ل شِّرْ بِ ُم ْحت‬
aralarında paylaşımlı olacağını bildir. her su alma hakkı, su almak için gelenindir."
salih peygamber ile kavmi arasında olan bie hadise. demek ki su, herkese yetecek
bollukta değildi. onun için su sırasına ihtiyaç vardı. bununla ilgili bize bilgi veriliyor.
haftanın altı günü halka, bir günü de mucize olan deveye aitti. bir günlük su içiyor,
karşılığını da süt olarak veriyordu. bu mucizeyi, halk olarak gördüler, yaşadılar. bir
millet sadece allah'a inanmıyor diye helak edilmez.
eğer öyle olsaydı, yeryüzünde kafir kalmazdı. bir millet sadece kafir oldukları için, hak
mahrumiyetleri yaşamazlar. toplu helâke; hem kâfirler, hem de küfrünü, artı bir zulüm
olarak çifte katlayanlar. lut kavmi hem kafirdir, hem de çirkefliğin içindedir. salih
aleyhisselam'ın kavmi; hem mucize istemişlerdir, hem de hayvan su içiyor ve bunu
daha değerli bir sütle verdiği halde, "salih'in görmediği yerde biz bunu öldürelim. o
günün suyunu da biz alalım." denmiştir. mucşze olarak istedikleri ve şahid oldukları bir
hayvanı katletmişlerdir. isa aleyhisselam'dan mucize istediklerinde, "bu mucizeyi
istiyorsunuz ama zonuna dikkat edin." diye ikaz ediyor. mucşzeyi görüp şahid olan
kimsenin inkarı, başkasının inkarından daha büyüktür. cezası da daha büyüktür.
mucize olarak gelen deveyi katlediyorlar. dolayısıyla arkasından toplu helakler
geliyor. milleti güçlüydü, kayaları oyarak içerisine odalar yapan bir milletti. geriye
sadece o kayalar kaldı. subhanallah.
-dedik ki bu hükümler, geçmiş milletlerden bize aktarılıyor. ne reddediliyor ne bizde
de vardır deniliyor. neshedildiğine dair bilgi de yok. usulcüler, bu nevi hükümler
hakkında ihtilaf zikrediyorlar. hanefi ve malikilerim ekseriyetine göre, ahmed bin
hanbel'den gelen bir görüşe göre, imam fahreddin razî'ye göre; bu nevi hükümler,
müslümanlar hakkında da geçerli ve bağlayıcıdır. şafiilerin çoğunluğuna ve ahmed
ibni hanbel'in diğer görüşüne göre bağlayıcı değildir. mutezile, şia ve zahiriyye de bu
kanaattedir. bağlayıcılığa delil; rasulullah aleyhisselam, kaza namazıyla ilgili olarak,
"bir kimse uyur kalırza veya o namazı unutursa, o namazı hatırlayınca kılsın."
buyurduktan sonra, "benim zikretmek için namazı kılın." ayetini okuyor. bu ayet, musa
aleyhisselam'a hitab eden bir ayettir. geçmişte musa aleyhisselam'a hitab eden bu
ayeti, rasulullah aleyhisselam delil olarak zikrediyor. zimmî öldüren müslümana, kadın
öldüren erkeğe, köle öldüren hüre, kısas gerekiyor. kısas ayetinde zikredilenlerden,
sanki erkek erkeği, köle köleyi vs. öldürürse kısas yapılacak gibi anlaşılıyor. bu ayeti
kerimeden, cana kıyanın karşılığında canına kıyılır şeklinde, "‫س‬
ِ ْ‫س ِّبالنف‬
َِ ْ‫ "ِۚۚاَنِ النف‬kısmı
alınıyor. o da da insandır, candır; buna kıyarsan sen de gidersin. bunda ihtilaf yok.
ihtilaf; bir müslüman, kafir öldürürse durumunda var. denge olmadığından kısas
olmaz, denmiştir. hanefiler ise ısrarla; zımmî (islam ülkesinde, islam hükümlerine saygı
duyarak yaşayan garımüslimler) öldürürsen, karşılığında sen de gidersin. kadı ebû
yûsuf devrinde böyle bir hadise olmuştur. ebu yûsuf da kısas hükmü vermiştir. yer
yerinden oynamıştır. "ey himmet ehli neredesiniz! ebu yusuf müslümanı bir kafir karşılığı
öldürüyor." diye şiirler bile yazılmıştır. sonra zimmet gereğini yerine getirmediği ve
vergilerini ödemediği için kısas düşürülmüştür. dedikodudan böyle kurtulmuştur ebu
yûsuf.
-bu nevi hükümler binde beş bile tutmaz. o kadar azdır ama bir hüküm kaynağıdır.
musa aleyhisselam devrinde, davud aleyhisselam devrinde, nuh aleyhisselam
devrinde, bir hüküm tatbik ediliyordu, bu hükmün günümüzde kaldırıldığına dair
hiçbir delil yok. bu delil günümüzde, o hak bir peygamberdi, davası da hak dava idi,
diyerek kullanılabilir mi? ekseriyetle ilim ehli, kullanılabilir kanaatindedir. bazı ilim ehli
ise rasulullah akeyhisselam'dan buna haber olmadıkça, bu hüküm geçerli değildir
kanaatini taşıyorlar. hiç ummadığımız konularda bununla ilgili deliller de var.
israiliyyattan gelen bir şeyi rasulullah aleyhisselam anlatmışsa hadis olur artık. mesela;
üç kişi giderlerken bir mağaraya sığınıyorlar ama yuvarlanan bir kaya, maparanın
ağzını kilitliyor. içeride sırayla dua ediyorlar. salih ve hayırlı amellerini zikrederek, "ya
rab bu kayayı kaldır." diye dua ediyorlar.
birincisi; rasulullah aleyhisselam anlatıyor, demek ki bu vaka gerçekten yaşanmış.
ikincisi; salih amele tevessül ederek, allahu teala'dan yardım istemeyi meşru
göstermeye delildir. bu nevi geçmiş milletlerden bize haberler ulaşıyor ise, bu bizim
için, tasdik edilmişse delildir; kur'an'da ve sünnette yer almıyorsa delil değildir. kabul
veya red makamına konmadan, neshedilmeden bize ulaşıyorsa, bunjn delil
olmasında ihtilaf var.
-bu mesele iyi incelendiğinde görülür ki; şer'u men gablenâ, müstakil bir hüküm
kaynağı değildir. kitap ve sünnette yer alan bir hüküm kaynağıdır.
Sahabe Kavli
-sahabe; müslüman olarak rasulullah aleyhisselam'ı görmüş, örfen arkadaş veya dost
denilebilecek şekilde, rasulullah aleyhisselam ile aynı mecliste bulunmuş kimselere
denir. mesela hanefiler, vahşî'ye sahabe demiyorlar. rasulullah aleyhisselam ile dost
değil ki sahabe olsun, diyorlar. rasulullah aleyhisselam, ona "gözüme görünme
demiş." diyorlar. bu gerçekleşmeden sahabe ifadesini kullanamayız diyorlar. mesela
sahabe, tabiinden rütbe olarak üstündür. ama vahşî, üveys'ül karanî'den üstündür
diyemiyoruz, diyorlar. başka delilleri de var ama duygular yaralanmasın diye
zikretmeyelim. mesela üveys'ül karanî, rasulullah aleyhisselam'ı görmüyor. işte annesi
müsaade etmedi, rasulullah aleyhisselam'ı evindebulamadı vs. vs. diyorlar, bunun
üzerine ağıtlar yakılıyor. ama böyle bir bilgi bize ulaşmamıştır. ciddi hiçbir kaynakta
böyle bir bilgi yok. ama rasulullah aleyhisselam onu hayırla yâd etmiş ve hırkasını da
ona emanet etmiştir. rasulullah aleyhisselam, onun müttakî bir insan olduğunu,
duasının müstecab olduğunu haber vermiştir. "ona ulaşırsanız, duasını alın."
buyurmuştur. hırkasını ona emanet etmiştir. zannediyorum ki bu diyara geleceğine
dair haber gelmiş olsa gerektir ki ömer radıyallahu anh, zaman zaman şehir dılına
çıkar ve yemen tarafından gelen bir kafilevar mı, aralarında üveys var mı diye sıkça
sorardı. günün birinde böyle bir insanın olduğunun haberini alınca, rasulullah
aleyhisselam'ın hırkasını da alarak gitmiştir. bu şahsı bulmuştur. senin böyle böyle
anen var mıydı, vaktiyle sende baraz hastalığı vardı da iyi oldun mu, avucunun
içerisinde iz var mı, diye sorular soruyor. hepsine, evet cevabını alınca, "sen allah
rasûlü'nün yad ettiği insansın." diyerek, kendisi için dua istiyor ve rasulullah
aleyhisselam'ın hırkasını veriyor. daha sonra kûfe tarafına göçtüğünü öğrenince, "ırak
valisine senin için yazı yazayım mı, seni koruyup gözetsin?" diyor. üveys el karanî,
"hayır. insanların arasında sıradan birisi olmak istiyorum." diye cevap veriyor. daha
sonra kûfe taraflarından gelen birisine, "nasıldır, ne yapar?" gibi sorular soruyor. adam
şaşırıyor. üveys'i de duymamış, duasını da duymamış. ömer radıyallahu anh, "o böyle
böyle bir insandı, onun duasını almama gafleti işlemeyiniz." diyor. daha sonra adam
gidiyor, üveys'i bulup duasını alıyor. böyle bir insandır. mütevazı hayatın içerisinde yer
alan bir insandır. bu arada bir gerçek daha zikredelim; türkiye'de tanınan adıyla,
veysel karanî'yi, yemen'de tanıyan yok. ama gerçekten hayırlı bir insandır. bir de
bizans elçisi var. gelip görevini yaparken rasulullah aleyhisselam'a hayran olmuştur.
daha sonra müslüan olmuştur. ama müslüman iken rasılullah aleyhisselam'ı
görmemiştir. sahabe değildir ama naklettiği hadis merfûdur, muttasıldır.
-sahabe içerisinde fıkhî kabiliyetleri ve bilgisş yüksek olanlar vardı. onlardan, bize
birçok emsal teşkil edecek hüküm gelmiştir. ebu bekir radıyallahu anh gibi. "rasulullah
aleyhisselam'a cılız bir deveyi bile zekat olarak veren, şimdi vermezse savaş ilan
ederim." diyor. ömer radıyallahu anh, osman radıyallahu anh, ali radıyallahu anh,
abdurrahman ibni avf radıyallahu anh, abdullah ibni mesud radıyallahu anh, ebu
musa el eş'arî radıyallahu anh, tâlha radıyallahu anh, zübeyr radıyallahu anh, ebu zer
radıyallahu anh, ebu'd derdâ radıyallahu anh öyledir. bir dünya bilgi gelmiştir bu
insanlardan. hatta ömer radıyallahu anh, rasulullah aleyhisselam devrinde kadılık
yapan bir insandır. hüküm veren bir insandıe yani. ebu bekir radıyallahu anh
devrinde de kadı odur. ömer radıyallahu anh'ın hilafetinde de kadı, ali radıyallahu
anh'tır. bu insanların hükümleri bize kadar ulaşıyor ve bizi yönlendiriyor.
-sahabe kavli, hüccet midir? rey ve ittifakla kavranamayacak konularda hüccet
olduğuna dair ittifak var. çünkü sahabe bir bilgi söylüyorsa, onun rasulullah
aleyhisselam'a dayanma ihtimali çok yüksektir. mesela hanefilerin, "hayızın en azı üç
gündür." kanaati, abdullah ibni mesud'dan gelir. hamilelik süresinin en çok iki yıl
olabileceği kanaati, âişe radıyallahu anh'tan gelir. neredeyse ittifakla söylenen bir
bilgi var; imam şafii iki yılda dünyaya gelmiştir. acaba annesi hamile kaldığını mı
zannetti, yoksa gerçekten mi iki yıl boyu hamile kaldı? bütün bunlar incelenmeye
muhtaç. biliyorsunuz hicri 150 yılında ebu hanife vefat etmiştir. imam şafii aynı yıl
doğmuştur. şafiiler, hanefilere takılıyorlar, "imam şafii gelince ebu hanife duramadı
gitti." hanefiler "hayır. ebu hanife hayattayken imam şafii dünyaya gelemedi, iki yıl
annesinin karnında bekledi." :) hatta sahabeden muttaki, saliha, yalan
söylemeyecek bir kadın, her hamileliğinin dört yıl sürdüğünü söylüyor. imam şafii de
"bu insan yalan söyleyen bir insan değil. kadın adet de görmüyor. bir şey vakıada
varsa, ona itibar edilmeli. bu vakıa da sağlam yolla gelmiştir." diyor. bu hadise bu
ailede varsa, tavan budur' diyor. imam malik de bunlara bakarak, "tavan değişebilir."
diyor.
-üzerinde ihtilaf ediken konu; rey ve içtihada dayanan sahabe kavlinin hüccet olup
olmadığıdır. hanefiler, imam malik, imam ahmed'e göre; kitap, sünnet ve icmada
hüküm olmadığında, sahabe kavli delildir. imam şafii'nin de kavli kadîm, eski görüş
diye adlandırılan görüşü böyledir. kavli cedîdine, son devirde yer alan bazı hanefi
alimlerine ve malikilerden bir gruba göre delil değildir. mesela; bir sahabe çocuğunu
kurban edeceğine dair adakta bulunmuş. abdullah ibni mes'ud'a göre, bu sahabe
100 deve kurban etmelidir. bu bağlayıcı mıdır? 100 deve çünkü, abdulmuttalip,
çocuklarından birini kurban edeceğini adadığında, kurra abdullah'a çıkıyor. bütün
kureyş ayağa kalkıyor. insan kurban edilmez diye. "sen bunu yaparsan, kureyş'in
asillerine adet kalır. her vaadeden, çocuğunu kurban etmeyi düşünmeden vaad
eder. bunun altından kalkamayız." diyorlar. bunun üzerine çare aranıyor. çocuk
yerine deve kurban edin diyorlar. "bir tarafa abdullah'ı, bir tarafa develeri koyun, 10
deve diyin. eğer kurra abdullah'a çıkarsa, o develer yetmigor demektir. deveyi
arttırın. ta ki develere çıkıncaya kadar." diye karar veriliyor. 100 deve olunca, kurra
develere çıkıyor. abdulmuttalib radıyallahu anh, içi rahat etsin diye birkaç kez daha
kurra çektiriyor ve hepsi de develere çıkıyor. ibni abbas'ın delili budur. bir başka
sahabenin delili ise, "ibrahîm aleyhisselam da ismail'i kurban etmek istedi, allah ona
koç gönderdi. bir koç yeterlidir. abdullah'ın kurban edilmesinde demek ki hususi bir
durum vardı, allah öyle murad etti. kısas, ismail'e yapılmalıdır." diyor. ebu hanife
rahmetullahi aleyh ne diyor? allah'ın kitabında bir hüküm varsa, allah'ın kitabıyla
hükmederim. orada bşr hüküm yoksa, rasulullah aleyhisselam'ın sünnetiyle
hükmederim. orada bir hüküm yoksa, sahabelerin ittifakıyla hükmederim. sahabeler
kendi aralarında görüş birliği taşımıyorlarsa, içerisinden islam fıkhına daha uygun
olduğu düşüncesini taşıdığımı söylerim. kendi kanaatimi söylemem. eğer görüşü
gelen tabiiler ise, onlar da insan biz de insanız." diyor. sahabelerden gelen görüşler,
bizim için değer taşır. bu insanlar, rasulullah aleyhisselam ile birlikte yaşadı. kur'an'dan
birikim var, hadisten birikim var, beraber yaşamanın getirdiği bir ufuk var. rasulullah
aleyhisselam'ın böyle bir olay karşısında nasıl tavır alacağını hisaediyorlar, şimdi
burada olsaydı ne yapardı diye düşünüyorlar ve ona göre hareket ediyorlar.
dolayısıyla bizim için delil teşkil eder.
23. Ders -İstishab ve Ehliyet Çağları-
-ıstıshabın kökü; ‫صحب‬,sahabe ile aynı kökten. birlikte olmak demek. arapçada da
aekadaş yerine, sahabe kelimesinin kullabılması bundan ileri gelir. aynı mecliste, biri
bukununca öbürü de bulunan, yanyana gelen demektir. usulde ise; geçmişte sabit
olan bir durumun değiştiğine dair bir delil bulunmadıkça, varlığını hali hazırda
koruduğuna hükmetmektir. kelimenin lugat manasıyla ne ilgisi var derseniz, şöyle
denir; hüküm bu meselede vardı. oradan ayrıldığına dair bir delil olmadığı sürece
hâlâ var, onunla hâlâ beraber demektir. mesela; kusurulu bir malın kusuru, önceden
var olarak bilinmiyorsa, mal kusursuz kabul edilerek hareket edilmelidir. misal;
arabanın motorunda bir kusur var. arabayı aldık, hiç çalışmamaıştı. çalıştı, çalışmıyor
veya kötü çalışıyor. bu, sonradan olabilecek bir kusur değil. bir malın, asıl olanı,
kusursuz olmasıdır. aldığım cekette, sökülmüş bir yer var. benim hakkım, kusursuz bir
malı satın almaktır. kusur olan bir mal bana geliyorsa, bunu iade etme hakkım vardır.
karşı taraf da itiraz etmeden bu malı almak zorundadır. kusur kimdeyse onu bağlar,
sonraya atfedilmesi doğru değildir. mesela dükkanın kapısında defolu mal yazıyor.
adam öyle satıyor. bu malı alıp da defolu diye geri götüremezsiniz. diyelim ki av
köpeği diye bir köpek satın almışsınız. ama köpek, ava itibar etmiyor, eğitilmişe
benzemiyor. bu köpeğin eğitildiğini ispat etmek, satıcıya düşer. aksi takdirde
eğitilmemiş kabul edilir.
-ısıtshab, kaide halinde şöyle tarif edilmiştir; kendisini değiştiren veya değiştirildiğini
gösteren bir delil olmadığı sürece, bir şeyin eskiden olduğu gibi kalma hâline denir ve
َ ْ ‫ل لَكُ ُِم‬
asıl olan budur. ne buyuruyor rabbimiz? " ِ۪‫ِّن ِّر ْزقِّه‬
ِْ ‫ض ذَلُولًِ فَا ْمشُوا ف۪ ي َمنَا ِّك ِّب َها َوكُلُوا م‬
َِ ْ‫الر‬
َِ ‫ه َُِو الذ۪ ي َج َع‬
َ
‫ ُ َواِّليْ ِِّه النُّشُو ِر‬/
yeryüzünü yaratan ve sizin emrinize âmâde kılan, o'dur. bağlarında bahçelerinde
gezin ve nimetlerinden istifade edin. dönüşün allah'a olduğunu unutmayın." biz kırda
yürürken çileğe rastladık, mantara, orman meyvelerine rastladık. bunları almak ve
yemek helal. ayeti kerime, nimetlerinden yiyin diyor. ne zaman yiyemeyiz? birisinin
mülkiyeti altına girmişse, değişikliğe sebep olmuşsa. bu yüzden; yaratılan bütün
mallarda asıl olan, o malın kullanılmasının ve yemesinin helal oluşudur. bçr bitki
buldunuz, zehirli olmadığını tespit ettiniz. asıl olan, o bitkiyi yemenin mübah oluşudur,
aksi ispat edilmediği takdirde.
yine bir başka ayette, /ً ‫ض َج ۪ميعِا‬
ِ ِّ ْ‫ ه َُِو الذ۪ ي َخلَقَِ لَكُ ِْم َما فِّي ْالَر‬cenabı allah yeryüzünde ne varsa
hepsini sizin için yarattı." yine çok ciddi bir kaide vardır; el berâetü aslün, diye.
zimmet, asıldır diye tercüme edilir. bir insan, annesinden doğduğunda suçsuzdur ya
da bir insan, başkasının suçuyla suçlu değildir. bu suçsuzluk hâli, suç ispat edilmediği
sürece devam eder. biz o insana, berîdir, suçsuzdur gözüyle bakmak zorundayız.
başka bir örnek; bir insanın, bie başka insana borçsuzluğu asıldır. ispat edilmedikçe
borçlu sayamazsınız. dolayısıyla ispatlamak, bana borcu var diyen adama düşer.
iddia eden, alacağını ispat etmek zorundadır. diyelim ki borç alınmıştır, ama
adamcağız ispat edemiyor. tuzak sorular soruyor, ikrara mecbur ediyorum. bu, bir
ihtisas alanıdır. hakkı ortaya çıkarırsanız, bir insanı zulme uğramakta kurtarısınız.
rasulullah aleyhisselam buyuruyor; "/‫صرِْ أخاك ظال ًما أو مظلو ًما‬
ُ ْ‫ ان‬kardeşin zalimken de
mazlumken de ona yardım et." zalimken nasıl yardım edelim ya rasulullah? " ‫ح ِّْجزُ هُِ ­أو‬
/ .»ُِ‫ ت ْمنَعُهُ­ من الظلم فإنِ ذلك نَص ُْره‬onu zulümden alıkoyar, zulmüne engel olursun. şüphesiz ki bu
ona yardım etmektir.
mesela; neseb bağı olan insana miras kalır. bu onun hakkıdır. aksi bir durum varsa
onu ispat etmek zorundasınız. mesela bu insan, kendisine miras bırakan insanın
ölümüne sebep oldu. evlilik akdi gerçekleşmişse ve sonradan "boşandık." diyorlarsa;
boşandıkları ispat edilmediği sürece, evlilik hallerinin devamına karar verilir. su, rengi
tadı vs. değişmemişse temiz kabul edilir. toprakta necasetten eser yok, biz o toprağı
temiz kabul ediyoruz. asıl olan, insan kanının haram oluşudur. suş ispat edilmedikçe
ve bu suç, ölümü gerektirecek bir suç olmadıkça, o insanı öldğremezsiniz. böyle bir
hakkınız yok. rasulullah akeyhisselam "‫ص‬,şu içinde bulunduğum zaman dilimi nasıl
mukaddes bir zaman dilimiyse, şu mekan nasıl mukaddes bir mekan ise; birbirinize
kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız o şekilde haramdır ve mukaddestir." dolauısıyla kan
mukaddestir. ancak şeri ölçüler ve istianalar vardır. bunlar ispat edilmedikçe bir insanı
öldüremezsiniz.
-ısıtshab; olanı olduğu gibi bırakma konusunda hüccettir ve delil bulunmayan
yerlerde delil olur. "yakîn, şüpheli bilgiyle ortadan kalkmaz." diye bir kaide var. misal;
sabah kalktım, abdestimi aldım. daha sonra uyuduğumu, bir yerimin kanadığını vs.
hatırlamıyorum ama arada ne olduğunu unuttum. abdest aldığımı biliyorum ve
abdestimin bozulduğuna dair hiçbir bilgim yok. ben abdestli sayılırım. vehimle
hareket edilmez burada. tersi; kolumu sıvadığımı hatırlıyorum ama abdest aldım mı
almadım mı, sonrasında ne yaptım hatırlamıyorum. önceden abdestsiz olduğumu ve
abdest almaya teşebbüs ettiğimi biliyorum ama abdest aldığımı bilmiyorum. ben
abdestsiz sayılırım. çünkü net olarak hatırlamıyorum. kesin bilgi, şüpheli bilgiyle
devreden çıkmaz. namaza durdunuz, bşrden aklınıza geldi; üçüncü rekatta mıyım,
dördüncü rekatta mıyım? burda yakîne bina edilir. ben 3 mü 4 mü olduğunda ihtilaf
ediyorum. asıl ihtilafım, 4. rekattadır. üçüncü rekatta olduğum kesin ama dört de
olabilir. o zaman üç kabul ediyorum. yakîni alıyorum, şüpheliyi bırakıyorum ve sehiv
secdesi yapıyorum. kitaplarımızda şöyle bir şey var; biz gündüzü yaşadık. hava da
akşamüzeri ve bulutlu. acaba güneş batmış ve akşam namazının vakti girmiş midir,
girmemiş midir? yaşadığımız gündüzdü. güneşin battığını kesin olarak ifade eden
ibareler olmadığı sürece, batmadı kabul ediyoruz. iyice battığından emin olmadıkça,
bulutlu havada akşam namazını kılmamalıyız. orucumuz varsa açmamalıyız. isitshab
gereği, gündüzün hükmü devam ediyor demektir. sahibi bilinmeyen bir nehir, kamu
malıdır. aksini iddia eden, nehrin kendi topraklarında aktığını ispat etmelidir.
ki islam hukukunda büyük nehirler, şahıs mülkiyetine girmezler. nehirlerin sıfır olan
kenarları da. nehirlerin sağında ve solunda; ebu hanife rahmetullahi aleyh'e göre,
nehrin yarısı kadar; imameyne ve imam şafii rahmetullahi aleyh'e göre, nehrin bütünü
kadar, nehrin hakkı vardır. buralar kamuya açıktır. mehrin kirleri buralara atılır. nehrin
yararına kullanılan bu bölgeler, daima kamuya açık olur. herkesin ittifakı olmadan
baraj vs. yapılmaz.
-ıstıshab; geçmişte sabit olan bir durumun değiştiğine dair bir delil bulunmadıkça, eski
hükmünün devam ettiğine hükmetmeye denir. haliyle delil silsilesini bitirdik.
-delilde ilk önce allah'ın kitabına bakıyorduk. ikincisi; rasulullah aleyhisselam ‫'ص‬ın
sünnetiydi.
üçüncüsü; kitap ve sünnete dair bilgi birikimi olan insanların görüşlerinin ittifakıydı.
buna icma diyorduk. dördüncüsü kıyastı. hükmü var olmayam bir meseleyi, kitap ve
sünette hükmü var olan bir meseleye döndürerek kıyas etmeydi. beşincisi, istihsândı.
altıncısı, mesâlih-i mürsele idi. yedincisi, örf idi. sekizincisi, seddi zerâi idi. dokuzuncusu,
şer'u men gablenâ, bizden öncekilerin şeriatıydı. onuncusu, sahabe kavli ve
görüşleriydi. sonuncusu da ıstıshab idi. böylece noktaladık. bütün bu hükümler,
yeryüzünde hayrın, iyiliğin ve güzelliğin hakimiyeti; kötülüğün ise silinmesi ve yok
olması içindi. belli bir nizamın olması, insanların birbirlerinin hukuklarına riayet etmeleri
içindi. insan, hayatta böyle huzur duyar. yarınını ve gelecek nesillerini hep böyle
hazırlar. emniyet duyunca insan insan olur. geleceğe güven duymuyorsa insanoğlu,
hayattan da zevk almaz, yuvasında da tedirginlik yaşar. mevla o duruma
düşürmesin. dolayısıyla bütün bu emirlerin muhatabı insandır. mükelleflik çağına
girdiği zaman, yani aklî dengesi yerşnde ve ergenlik çağına girmişse, asıl mükelleftir.
insan, ana rahminden itibaren, insan olarak kabul edilir. insan olarak kabul edilmek
ile sorumlu olmak ayrıdır.
Ehliyet Çağları dörde ayrılır;
1) ceninlik çağı: bir insanın ana rahminde gelişme başladığı andan doğum anına
kadar olan
evreye diyoruz. cenin, sadece ahaklardan istifade eder.
a) soy bağı vardır. neseb bağı, çocuk için nimettir.
b) miras hakkı vardır. anne hamileyken baba ölecek olsa, bu cenin mirastan pay alır.
c) lehine yapılan vakıf ve vasiyetler geçerlidir.
2) çocukluk çağı: doğum ile başlar, temyiz çağı ile biter. dünya hayatında var olan
bir çocuk, artık zimmet sahibidir ve belirli yükümlülükleri vardır.
a) çocuk adına hareket eden veli, onun adına borçlanabilir. bunları çocuğun mal
varlığından ödeyebilir. ergenlik çağına girince, kendinden önce yapılan
borçlanmaları ödemekle yükümlüdür.
b) verdiği zararları öder. cezalandırmak ayrıdır, tazminat ayrıdır. aklı yetmediği için bu
çocuğu cezalandıramazsınız. ama tazminat sorumluluğu vardır.
c) çocuğun zekat yükümlülüğü hakkında ihtilaf vardır. hanefilere göre vermez,
şafiilere göre verir. imam şafii diyor ki zekat, malın sorumluluğudur. malı temizler.
çocuk zenginse, bu mal arındırılmalıdır diyor. ebu hanife ise şöyle bakıyor; zekat bir
ibadettir. ibadet için ergenlik şarttır. çocuk, ergen değildir. ibadet sorumluluğu yoktur
diyor.
3) temyiz çağı: çocukluk çağından, ergenlik çağına kadar olan aüreye denir.
başlangıcı, çocuktan çocuğa değişir. 7 yaşı başlangıç olarak kabul etmekte fayda
vardır. çünkü ittifakla, 7 yaşına gelen çocuk artık eğitim çağına gelmiştir. bir de
rasulullah aleyhisselam "‫ص‬,yedi yaşına gelen çocuğa namazı emredin." diyor.
demek ki bu çocuk, belli sorunluluklar yapabilecek çağa gelmiştir. ama bu çocuktan
çocuğa göre değişir. çocuğa ve yetiştirilme tarzına bağlı bir hadisedir. temyiz
çağındaki bir çocuğun, ehliyetinde ilerleme olmakla beraber, eda ehliyetinde eksiklik
vardır. mümeyyiz olan bir çocuğun birçok konuya aklı erer. yaptığının iyi mi kötü mü
olduğunu ayırt eder. ama çok defa, özellikle oyun ve canının çektiği konularda irade
hakimiyeti zayıftır. sonrasını hesap etmez. fıkıh kitaplarımız çocuğu; oyun duygusu
diğer duygularına galip olan, diye tarif eder. henüz iradesi, aklıyla dengeli olarak
hadiseleri mukayese edemez.
-mümeyyiz bir çocuğun tasarruflarını üç grupta işlemek mümkündür.
a) çocuğun zararına olan tasarruflar. çocuğun malından başkasına hibe, sadaka,
vakıf, ödünç,
borca kefil olma. bunlar caiz değildir. geçerli de değildir. çocuğu iyilik yapmaya
alıştırmak için anne ve baba, çocuğa sadaka verdirebilir ama çocuğun kendi
malından verdiremez. bunlar kendisi de yapsa, velisi de yapsa geçersizdir.
b) bütünüyle çocuğun menfaatine olan tasarruflar: hediye ve sadaka kabulü,
başkasına vekaleten alım satım.
c) hem lehine hem de aleyhine olan tasarruflar: alım satım, kiralama akdi, ortaklık
gibi. bu nevi tasarruflar, velisinin rızasıyla muteberdir.
-namaz oruç ve hac gibi ibadetlerden mesul değildir. yaparsa ecir alır, sebep olan
da ecir alır. rasulullah akeyhisselam hac sırasındayken, bir kadın rasulıllah
akeyhisselam'a hürmet edildiğini görüyor ve kim diye soruyor. onlar da rasulullah
aleyhisselam'dır diyor. kadın da çocuğunu kucağına alıyor ve aleyhisselam'a
göstererek, "buna hacc var mıdır?" diyor. "evet, senin için de ecir vardır." diyor.
yapamadığı ibadetlerden çocuk sorumlu değildir, yaparsa ecir alır ve geçerlidir. bu
devrede ibadete alıştırılır.
4) ergenlik çağı: ya biyolojik ya da yaşa bağlı olarak ergenliğe ulaşma ile başlar ve
hayat boyu devam eder. biyolojik ergenliğe ulaşma; erkeklerde ihtilam, kadınlarda
hayız iledir. ikisi de olmadı, bu durumda yaş ile ergenlik devreye girer. imameyne
göre, erkek ve kadınlarda 15 yaştır. aklî dengesi yerinde olan bir insan adet
göremese de ihtilam olmasa da imameyne göre ergen sayılır. ebu hanife'ye göre ise,
kadınlar için 17, erkekler için 18'dir. ergenlik çağına ulaşmış bir insan, iman ve
ibadetle mükelleftir. her nevi tasarrufu muteberdir. tasarrufları hukukî netice
doğurduğu gibi mes'uliyeti de gerektirir. (imameyn; ebu yûsuf ve imam muhammed)
24. Ders -İmam Zeyne'l Abidîn ve Câfer-i Sâdık-
-imam zeyd ibni ali rahmetullahi aleyh'ten önce, babası ali hakkında bilgiye ihtiyaç
var.
hüseyin radıyallahu anh'ın, karbelâ'da kılıçtan kurtulan tek oğludur. çocuk
yaşlardadır. Şam’a götürüldüğünde zeyd'e çok ağır sözcükler söylemiştir. hem
cesareti, hem de zekasını gösterir. hüseyin radıyallahu anh'ın nesli, ali zeynelabidin ile
devam etmiştir. zeynelabidin; ibâdet ehlinin, abidlerin ziyneti demektir. lakabıdır. ama
yaşadığı bu acı hadiseyi ömür boyu unutamamıştır.
duygularını zaman zaman dile getirirdi. birinde de şöyle diyor; "yâkup yûsûf'u
kaybettiği için, gözlerine ak düşünceye kadar ağlamıştır. oysaki yûsuf'un ölü
ölmediğini dahi bilmiyordu. Yaşadığı ümidi gönlünde vardı. ben ise kuşluk vakti,
ailemden ondan fazla kişinin boğazlandığını kendi gözlerimle gördüm. onların acısını
içimden atabileceğimi mi zannediyorsunuz?" diyor. son derece cömert, mütevazı ve
takva dolu bir insandır. mekke medine arasında sürekli gidip gelmiştir.
hemen herkesin sevgi odağı olmuştur. onun ulaştığı dereceye hiçbir devlet reisi
ulaşamamıştır. hişam ibni abdulaziz, onun yanında halife olmasına rağmen ikinci
derecede kalır. ali zeynelabidin, birçok şairin hayranlıklarını ifade ettiği mısraların da
hedefi olmuştur. hadis ve fıkıh ilminde ciddi yeri vardır. büyük muhaddislerden sayılan
kimselerin hadis aldığı ibni şihâb ez zührî, kendisinden rivayetlerde bulunmuştur. yani
ibni şihâb ez zührî'nin hocalarındandır. siyasetten uzak durmayı tercih etmiştir.
kendisini bütünüyle ibadete ve ilme vermiş bir insandır. aşırı kendisinin taraftarı olan
şiilerden de uzak durmuş ve tavırlarını tenkid etmiştir. ırak'tan gelen bir grup, onu ön
plana çıkarmak için ebu bekir radıyallahu anh ve ömer radıyallahu anh aleyhine
sözler söylemişlerdi ve onlara, "söyler misiniz, siz kimlerdensiniz? muhacirlerden misiniz,
islam'ın ilk çilelerini yaşadınız mı? ensardan mısınız, kalplerinde imanla gelen
kardeşlerinize kucak mı açtınız?" diyor. "ikisinden de değiliz." diyorlar. cevap veriyor,
"ne onlardan ne de onlardan olmadığınızı kendiniz söylediniz. ben de çahidlik ederim
ki şu zümreden de değilsiniz; "sonra gelen öyle bir nesil ki onlar şöyle dua ederler; ya
rab, bize mağfiret eyle. bizden önce imanla bu dünyayı terk eden kardeşlerimize de
mağfiret eyle. iman eden mü'minlere karşı, kalbimizde kin, hased duygusu bırakma.
sen sonsuz merhamet ve rahmet sahibisin." diyen insanlardan da değilsiniz. çünkü
kalbinizde ömer'e, ebu bekir'e kin var. dua etmiyorsunuz. rabbimin huzurunda böyle
şahidlik edeceğim." diyor. imam zeyd ibni ali dediğimiz, zeydiyyenin reisi kabul edilen
imam zeyd ibni ali, bu insanın adıdır.
-zeyd ibni ali'nin doğum tarihi, tam şu tarih diye bilinmiyor. vefat ettiğinde zeyd ibni
ali, 42 yaşındadır. ebu hanife ile aynı yılda dünyaya gelmiştir. maddi açıdan yokluk
içinde yetişmiş olsa da manevi açıdan zenginlik içinde filizlenmiştir. medine'de
yetişmesi ayrı bir nimettir. Çünkü rasulullah aleyhisselam'ın bütün davranışlarının
şehridir ve mirasını taşır. gençliğinin baharını, ömer ibni abdülaziz devrinde yaşamıştır.
halife iken yaklaşık 19-20 yaşlarındadır. babası, hicri 94 yılında vefat etmiştir. ağabeyi
muhammed bahır'dır. babası öldüğünde zeyd ibni ali 14 yaşlarındadır.
ağabeyi onu koruyup kollamıştır. ilimde yol almasını sağlamıştır. ilim yolunda ona
kaynaklık etmiştir. onun oğlu olan caferi sadık da zeyd ibni ali ile aynı yaştadır. ya da
aralarında 3 yaş vardır. muhammed bâkır, ebu hanife'nin kendisinden ilim aldığı bir
insandır. amcasının oğlu ve hasan radıyallahu anh'ın torunu olan abdullah ibni
hasan'ın da ilimde apayrı bir mevkii vardı. Hem hasan radıyallahu anh'ın hem de
hüzeyin radıyallahu anh'ın çocukları, kendilerini siyasi alandan uzak tutmayı ve ilim,
irfan ve ibadetle meşgul olmayı tercih etmişlerdir. zeyd ibni ali de en baştan bu yolu
tutmuştur. devlet ricali de dahil herkesten, abdullah ibni hasan büyük yardım hürmet
ve destek görürdü. ancak, ebu cafer el mansur'a halife odur isyanına kadar bu
hürmet devam etti. bundan sonra hapsedilmiş ve 75 yaşlarında hapiste iken vefat
etmiştir.
-imam zeyd birçok ilim ve medeniyet beldesini gezmiş, hem ilmini hem de ufkunu
genişletmiştir. Şam, ırak, hicaz bölgesindeki alimlerle birçok müzakerelerde
bulunmuştur. onunla aynı yaşlarda olan ebu hanife de ilim müzakere ettiği
insanlardandır. onunla ilgili şöyle söylenir, "zeyd ibni ali'yi gördüm. çağımda ondan
daha bilgili, daha hazır cevap ve daha çaık sözlü birisine rastlamadım. O gerçekten
eşsiz bir insan." diyor ebu hanife. o da ebu hanife'yi takdir ediyor.
-bu devrede ülkenin birçok yerinde şii propagandaları yayılmıştı ve yayılmaya da
devam ediyordu. çünkü rasulullah aleyhisselam'ın ehli beyti, zulüm görüyordu. bu
durumda bulanık hava türedi ve çevrede çakallar türedi. haşim ailesinin, bilhassa
alimlerinin halktan kopuk durması, bu zümrenin giderek mesnedsiz bilgiler
üretmelerine ve giderek halktan kopmalarına sebep olmuştur. Hicri 105-125 yıllarında
halifelik yapan hişem ibni abdul beri, acaba bunun kaynaklığını zeyd mi yapıyor diye
adım adım zeyd'i takip ettirmeye başlamıştır. çünkü abbasi propagandası, şii
elbisesine bürünmüştü. abbasiler devleti ele geçirmek istiyorlar, uygun zemin ise şiilik.
bu propagandalar horosan ve maveraünnehir bölgelerinde daha çok idi. medine
valisi halid ve huzurda imam zeyd ve hasan ibni ali'nin çocukları arasında bir vakıf
anlaşması yüzünden, huzura çağırıp birbirlerine düşürmek istedi, ki halkın gözünden
düşsünler. bir hakem gönderirsin ve meseleyi çözersin ama hayır; onları huzura
çağırmıştır, halkı da oraya toplamıştır, hasan ve hüseyin radıyallahu anh'ın çocuklarını
huzurda kapıştırmayı amaçlamıştır. burada zeyd'in muhatabı daha çok, abdullah ibni
hasan'dı. onun huzurunda abdullah konuşmaya başlayıp hakkını iddia etmeye
başlamyıca "dur." demiştir. ve niyetini anlamıştır. ve hakkından vazgeçip, hepsi
senindir demiştir. valinin bütün planları çökmüştür. bazen dünya malından geçmek,
insana değer kazandırır. dolayısıyla bu tuzağa düşülmemiştir.
-ırak'a gitmiştir. ırak valisi halid ibni kasrî, son derece hürmetli davranmıştır. ama bu
kendisine pahalıya patlamıştır, valilikten alınmıştır. medine valisi, hem zeyd'i takip
ediyor hem her vesileyke baskı yapıp evinden çıkmasını engellemeye çalışıyor,
medine'yi terk edecek olsa nereye gidecek, niye gidecek, orada ne yapavak diye
takip ediyor. zeyd sonunda, halife hişam'a şikayet etmiştir. ama hakaret görmüştür.
zeyd'in ona cümlesi şudur, "ey emir, hiç kimse takva dışında bir şeyle yükselemez. hiç
kimse de allah'ın takvasından uzaklaşmadıkça başka bir şeyle küçültülemez." diyor.
yani senin hakaretin beni küçültmez diyor. hişam yine hakaret ediyor. tatsız olduğu
için dile getirmek istemiyorum. ama zeyd'i susturamayacağını anlayınca, huzurdan
dışarı çık diye onu kovalamıştır. zeyd, halifeyi tanımadığını ilan etmiştir.
artık mesele, onur meselesine dönüşmüştü. diyor ki, "hayat sahnesinden ayrılıp
gitmekle, ölüm beni korkutmaya çalıştı. ona cevap verdim; ayrılık bir pınardır, dedim.
bir bardak da o pınardan ben içeceğim. Böyle karar verdim. alçakça bir hayat mı,
şerefli bir ölüm mü? bunlar, yenen iki yemek gibidir. Birini seçmek gerekirse; tercih
ederim seve seve gitmeyi ölüme." diyor. gizlice kufe'ye gidiyor ama takip ediliyor.
kufelilere derdini anlatıyor ve kufeliler ona biata başlıyorlar. ibnı nesîr aktarıyor; "sizi
allah'ın kitabına, rasulünün sünnetine, zalimlerle cihad ederek mustazafları korumaya,
hak mahrumiyetine uğrayanların hakkını vermeye, elde edilecek ganimetleri eşit
şekilde hak sahipleri arasında paylaştırmaya, zulmü önleyip haklılara yardımcı
olmaya çağırıyorum. bana biat ediyor musunuz?" evet dediklerinde ellerini ellerinin
üzerine koyuyor ve şöyle diyor; "allah ve rasulü adına söz ve ahid ver. biatıma sadık
kalacak, düşmanlarımla savaşacak, zahiren ve batınen bana bağlı kalacaksın."
diyor. yine evet derlerse, "allah'ım şahid ol." diyerek biatı tamamlıyordu. Kendisine bu
şekilde 15 bin kufeli biat etti. vasıt ve diğer şehirdeki şiiler buna eklenince, sayı 40 bine
ulaşıyordu. diğer ehli beytin ileri gelenleri, tecrübelerine dayanarak, kufelilere güven
olmayacağı konusunda onu uyardılar. ama o kararlıdır. izzetli olacak ve zilleti kabul
etmeyecek. Zihninde böyle net bir karar vardı. kuvvetlerini topladı ve hicri 122 yılında
saldırıya geçmek üzere hazırlık yaptı. bu sırada hişam'dan gelen emirle peşine ırak
valisi düştü. iş ciddiye binince, kendisine biat eden insanlardan geri adım başladı.
ıraklılar onun ebu bekir ve ömer'e olan hürmetini bildikleri için, "ebu bekir ve ömer
konusunda kanaatin nedir?" diye sordular. içindeki neyse onu söyledi. "rasulullah
aleyhisselam'ın sahabeleriydiler. hayırlı insanlardılar. islam'a örnek bir hayat yaşadılar
ve örnek bir idarecilik yaptılar. ecirlerini alarak bu dünyadan göçtüler." diyor. bunlar
şiilerin hoşuna gitmedi. "onlar böyle bir devre yaşadılar ama emeviler onlar gibi
değil." diyor. ıraklılar bunun üzerine çevresini boşalttılar. ıraklılar bu sefer, "biz caferi
sadık'ın adamlarıyız." dediler. Onun imam olduğunu ilan ettiler. emevi ordusu bu
sırada hazırlanmış ve üzerlerinde doğru gelmeye başlamıştı. böyle olunca, karar
verdiği günden bir ay önce savaşa girmeye mecbur kaldı. Cihad çağrısına sadece
400 kişi geldi. 40 bin kişi, 400'e düştü. bu duruma çok kırılmıştı. İnsanlara hitabının
içinde acı ve duygu yükü vardı. "alçaklıktan izzete çıkınız. hem dünya için, hem de
dininiz için çıkınız. yükseliniz. çünkü bugün, ne din ne de dünya sahibisiniz." dedi. yine
de vazgeçmedi. "korkarım hüseyin'e yaptığınızı bana da yapacaksınız. vallahi tek
başıma kalsam da ölünceye kadar savaşacağım." dedi. bir avuç orduyla savaşa
girdi, yüklendikleri kanadı çökertti. emeviler bu sefer göğüs göğüse yapılacak bu
çarpışmada büyük yaralar alacaklarını anlayınca, bu şekildeki bir dövüşü kabul
etmediler. ok yağmuruna başladılar. yağmurun içerisinden gelen bir ok, alnına isavet
etri. ve aldığı bir ok darbesiyle zeyd şehîd oldu. alimdi, yiğitti, mücahiddi, şimdş de
şehîd oldu. kendisinden sonra oğlu yahya, hunharca katledildi. gördüğü muamele
ve şehid oluşu, abbasilerin yaktığı ateşi tutuşturdu. şehadetinden 10 yıl sonra emevi
devleti tarihe karıştı ve başa abbasiler geçti.
-zeyd ibni ali için şu iafdeler kullanılır: zeyd ibni ali, sağını solunu ayırt etmeye başladığı
günden beri, allah'ın hiçbir haramını çiğnememiştir. çok fasih ve tesirli konuşan,
mantığını ustaca kullanan bir ilim adamıydı. hişam'ın kufe valisine mektubu da bunu
gösteriyordu. "o insanları çekip alan, ikna eden bir yapıya sahip. ona fırsat vermeyin."
diye durmadan valiliklere emirler yağıyordu. yapı olarak da heybetli bir insandı. el
mecmû diye eseri vardır. bunu nakleden talabesine ilim ehli şüpheli gözle bakıyorlar.
mesele imam zeyd ile ilgili değil, mesele "biz onun mezhebine tabiyiz.” Diyen
insanların aktardığı bilgilerdir. O bilgiler güvenilir değildir. Sıkıntı buradadır.
zeydiyye mezhebi, şii mezhebleri içinde ehli sünnete en yakın olandır. imamlarını
nübüvvet derecesine yükseltmiyorlar. insanların en faziletlisi onlardır, en faziletli olan
insanların imamı olmalıdır.' diyorlar. ancak bir insan faziletli olabilir ama idari kabiliyeti
eksik olabilir. sahabeden kimseyi tekfir etmezler. özellikle ali radıyallahu anh'ın biat
ettiklerin hürmet gösterirler. Muhammed bâkır diyor ki; "ebu bekir ve ömer'in
üstünlüğünü tanımayan, sünneti bilmiyor demektir." Diyor. dostlarından biri olan cabir
ibni cafi'ye şöyle diyor; "ırak'ta bizi sevdiğini iddia eden, ebu bekir ve ömer'e dil
uzatarak benim bunu iddia ettiğimi iddia eden bir topluluk türemiş. onlara, benim
kendilerinden beri olduğumu söyle. muhammed'i gönderene yemin olsun ki onların
hepsini ibadet olsun diye bile öldürürdüm. eğer allah'tan af dileyip, ebu bekir ve
ömer'i rahmerle anmıyorsam, muhammed aleyhisselam'ın şefaatinden mahrum
kalayım. onları bu derece seviyorum. ebu bekir ve ömer'in değerini ancak allah
düşmanları bilmez." diyor. zeydiyye bugün yemen taraflarında yaygındır.
İma Caferi Sadık
-imam muhammed bâkır'ın oğludur. annesi ümmü ferve'dir. ebu bekir'in torununun
kızıdır. Ümmü ferve'nin babası kasım, ömer ibni abdulaziz'in çok sevdiği, elimde olsa
hilafeti ona bırakırım dediği bir insandır. caferi sadık'ın doğumu hicri 80 diyenler de
vardır, 83 diyenler de vardır ama kuvvetli olan 80 olduğudur. medine'deki ilim
kaynaklarından kana kana ilim içerek büyüyen birisidir. ebu hanife onun için,
"insanların en bilgilisi, ilim ehlinin ihtilaflarını en iyi netleştiren insandır." diyor. doğru
sözlülüğü sebebiyle sadık lakabını almıştır. sahabeden ilim ve feyz alan tabiilerle iç içe
yaşamış, medine'nin ilim havasını teneffüs etmiş, tabii alimlerinden ibni şihab
ezzührî'den ilim almış, dedesi kasım yoluyla aişe validemiz'in ilmi de kendisine ulaşmış
bir insandır. 34-35 yaşlarında babasını kaybetmiştir. giderek ilimde daha çok
olgunlaşmıştır. imam malik rahmetullahi aleyh, ondan ders almıştır. ebu hanife de
imam cafer'den rivayetler nakletmiştir. Bu rivayetler, imam muhammed ve beu
yusuf'un, el asâr isimli kitaplarında yer alırlar. imam sevrî de kendisinden öğüt ve dua
almıl ve onu takdir etmiştir. babası muhammed bâkır'ın cafer'e öğütleri,
unutulmayacak cinstendir. oğluna diyor ki, "fasıklarla arkadaşlık etme. çünkü fasık
seni, arzulayıp ulaşamadığı bir lokmaya değişir. cimriyle arkadaşlık etme. o da seni en
çok ihtiyaç duyduğun bir anda, malım gider korkusuyla terk eder. yalancıyla
arkadaşlık etme. yalancı, serap gibidir. Sana uzağı yakın, yakını uzak gösterir. ahmak
ile arkadaşlık etme. çünkü sana iyilik edecekken bile kötülük edebilir. sılai rahim
bağını koparanlarla arkadaşlık etme. allah'ın kitabında böylelerinin lanetlendiğini
gördüm." diyor. imam cafer bir süre ırak'ta ikamet etmiştir. ilim ehliyle hep bilgi
alışverişi yapmıştır. hiçbir zaman imamet davasında bulunmamıştır. hilafet konusunda
kimseyle çekişmemiştir. mariget denizine sahiptir. marifet ummanına sahip olanlar,
küçücük göllere tamah etmezler. yüksek sarp yerlere çıkan insan, korkuyla yaşar. ilim
ve irfan yepesine tırmanan insanın,düşme tehlikesi yoktur. siyaset tepesine tırmananın
daima düşme tehlikesi vardır. Imamaiyye mezhebi dışındaki dılındaki bütün alimler,
imam cafer'in hilafeti talep etmediği kanaatindedirler. ancak imamiyye mezhebi,
onun devlet reisi olduğu ve takiyye prensibine göre hareket ettiğini iddia ediyorlar.
çünkü imamiyyeye göre imamet, veraset, vesayet yoluyla elde edilir. ehli sünnete
göre imamet, biat yoluyla elde edilir. bakın; kerbela acı bir olay. en az şiilerin kalbi
kadar bizim kalbimiz de yanıyor. bu bir zulümdür. onları öldüren katillerin çocukları
belki şiilerin içinde. o zamanda sunni şia eyrımı yoktu. bu nevi bir katli bırak ahlakı
güzel bir insana, kafire bile yapamazsın. içimiz elbette ki sızlıyor. ama her gün
kerbelayı yaşayarak ne yapmak istiyoruz? zincirlerle kendini döverek, vücudundan
kanlar akıtarak olmaz. yas bitti. bu şekilde olması lazım. bir daha bunlar yaşanmasın
diye çabalamak lazım. dolayısıyla imamiyyeler, caferi sadık biat istemese de esasen
istiyordu, söyleyemiyordu, herkes onu imam tanımak zorundadır diyorlar. dolayısıyla
bu konuda zeydîler gibi düşünmüyorlar. abbasiler başa geçtiğinde ümitler yeşermişti,
ehli beyt iyi muamele görür zannediliyordu. o ümitler çabuk sarardı soldu. bu sefer de
abbasilerin zulmü başlıyor. abbasilerin zulmetmesi, aşırı şiilik dediğimiz zemini daha da
verimli hale getirdi. birçok propagandacı türemişti. cafer'in arkasından en aşıro
giden, ebul hattab muhammed ibni zeyneb diye birisi var. dolayısıyla bu insan,
cafer'i beşer derecesindem daha fazla yükseltmeye varıncaya kadar
propagandasına devam etti. gelen fikirlerden biri; 'esasen son devirlerde iki
peygamber vardı. bir konuşan peygamber, bir de susan peygamber. konuşan
muhammed idi. ikinci peygamber ali idi. o sustu.' imamiyyenin içinde gelişen
fikirlerden biri de buydu. bu giderek, ali radıyallahu anh'ı ilahlaştırmaya gitti. rasulullah
aleyhisselam, "kim bir kavmin kalabalığını çoğaltırsa onlardandır." buyuruyor. şiilerin
şiirlerini söyleyenlerden olmamak lazım.
-cafer rahmetullahi aleyh, gücü yettiğince batıl inanışlarla mücadele etmiştir.
Siyasetten uzaklığına rağmen, halife el mansur tarafındam adım adım takip edilmiştir.
"her çıkan yüksek sesi aleyhlerşne sanarlar." diye bi= ayet zikretmiştik. kendine
güvenmeyen insanlar, her ayak sesine havaya hoplarlar. durmadan takip görmüş
ama bçr türlü açık suçu ispat edilememiştir. hicri 148 yılında medine'de vefat etmiştir.
halife mansur ölüm haberini alınca, yaptıklarındam pişman olmuş ve hıçkırıklarla
ağlamıştır. 'caferi sadık şu ayette allah'ın kendisine işaret ettiği kimselerdendir; "sonra
biz o kitabı seçkin kullarımıza miras bıraktık." o seçkin kullardandır, hayırda öncü
kullardandır." diyor. fatır suresi 32. ayeti kerime.
-çok açık özlü bir insandı. mansur bazen konulurken onu hayranlıkla dinliyor bazen de
acaba ucunu bize mi dokunduruyır diye şüpheli gözlerle bakıyordu. bir gün
oturuyorlar, sinek mansur'un yüzüne konuyor. o da kovalayıp duruyor. cafer'e diyor ki,
"allah bu sineği niye yarattı?" "cebbarları küçük düşğrmek, acizliklerini bildirmek için."
diyor. bir gün hutbede ali radıyallahu anh'a dil uzatılmıştır. "dikkat ediniz, size kıyamet
gününde en çok zarara uğrayacak, eli boş kalacak şahsiyetleri tanıtıyorum; bu
şahıslar, kendi ahiretlerini başkasının dünyası için feda edenlerdir. işte gördüğünüz bu
fasık gibi." diyor. rasulullah aleyhisselam buyuruyor ki; "kim allah'ın gazabını çekerek
kul memnun etmeye çalışıyorsa, yarın kıyamet gününde kendisine "sen filanları
memnun etmeye çalıştın, git alacağını da ondan al." denir." buyuruyor. islam'dan
vazgeçerek, allah'ın gazabını çekerek çalıştın. meşru çerçevede güzellikle yardım
etmek başka bir şey. öbür türlü, seni cehennem azabından koruyabiliyorsa onlar
korusun denecektir.
-orta boylu, güzel simalı, çok cesur birisidir. yiğit bir insandır, korku nedir bilmeyen bir
insandır. tıpkı ehli beytin diğer çocukları gibi.
-imamiyyeye göre;
1) imamlar rasulullah aleyhisselam'ın şeriat sırlarını kendilerine emanet ettiği
kimselerdir. rasulullah aleyhisselam sadece kendi zamanının gerektirdiği sırları
açıklamıştır. her imam kendi devrinin sırlarını açıklayacaktır.' bu biraz hrisitiyanlıktan
gelmedir.
2) evsiyanın (vasiyet yoluyla kendisine imamet intikal eden kimse) söylediği her şey,
islam şeriatındandır.' rasulullah aleyhisselam nasıl hüküm koyma yetkisine sahip ise,
her imam hüküm koyma yetkisine sahiptir demek bunun manası.
3) imamlar, umumi hükümleri tahsis edebilir, mutlak hükümleri mukayyed hale
getirebilir.' deminkinin bir başka ifadesidir.
-böyle üç temel prensipleri vardır.
25. Ders -Ehliyet Arızaları, İbadet Fıkhından Örnek-
-ehliyet derken bir insanı mükellef olmaya ehil kılan o sıfattan bahsediliyor idi. insan
kademe kademe ehliyet sahibi olur ve yaşın ilerlemesiyle belli basamakları vardır.
ergenliğe girince, aklî denge de yerinde olunca, kâmil ehliyet devresi başlıyordu. bu
insan şer'i emirlerin ve nehiylerin bütününün artık muhatabı idi. bizde olumsuza da
olumluya da emir denir. arapçada öyle değildir. yap, emirdir; yapma, nehiydir.
bunları ayırt edecej, iradeye hakim olacak o gücü cenabı allah, insana vermiştir.
ancak dış dünya, gıda, iklim, burçlar, insana ne kadar tesir ederse etsin, iradesinin
önüne geçecek, onu bütünüyle şekillendirecek derecede değildir. irade hepsine
hakim olacak güçtedir. onun için biz, ergenlik devresine, mükellefiyet çağına girmiş
insanı, bütünüyle mükellef sayıyoruz, rabbimiz mükellef sayıyor.
-ehliyet arızaları; ehliyet varken, insanın edâ ehliyetini daraltan veya bazen tamamen
ortadan kaldıran sebeplere deniyor. çünkü eda ehliyeti, akla bağlıdır. temel olarak
ikiye ayrılır;
1) semavî arızalar: insanın kendi isteği ve iradesi dışında meydana gelen arızalara
denir. mesela akıl hastalığı, bunama, alzaymır, bayılma, unutma, ay hâli, ölüm gibi.
2) mükteseb arızalar: kazanılmış arızalar. insanın isyeği ve iradesi ile meydana
getirdiği yahut da sebebiyet verdiği arızalardır. sarhoşluk, yolculuk, şaka, israf, iflas
gibi.
-bu ehliyet arızalarının, hayat seyri içerisinde tabii olanları da var, olmayanları da var.
mesela unutma, bir insanın unutmaması mümkün değil. bu tabiidir. yine ay hali,
tabiidir. bunun dışında tabii olmayanları var. mesela sarhoşluk, hastalık, baygınlık. her
biri kendi içinde değerlendirilir ve hükmü, durımuna göre verilir.
-ehliyet arızalarının hükme tesirleri:
1) cünûn: delilik, akıl hastalığı demek. muhakeme ve temyizi etkileyen veya yok eden
hastalıktır. eda ehliyetini tamamen ortadan kaldırır. bu insan namazdan, oruçtan,
zekattan, hacdan sorumlu değildir. bir iabdeti eda sorumluluğu yoktur. eğer delilik,
nöbetler halinde geliyor ise, nöbeti tuttuğu zaman yani aklî dengesini yitirdiği zaman
sorumlu değildir. bunun dışında eda ehliyeti devam eder. akıl hastalarının şahıslarını
ve mallarını, kanunî temsilcileri idare eder. ancak başkasının malına zarar
verdiklerinde, tazminle yükümlü sayılırlar. kendi mallarının içerisinden, velileri verdiği
zararı öder. delilik 24 saati geçerse namaz, ramazan boyu sürerse oruç ibadeti delinin
üzerinden düşer. birkaç misal verelim.
bunama; genellikle yaşlı insanlarda görülür ve temyiz kaybına sebep olur. bu bir
hastalık halidir, cenabı allah onları sorumlu tutmuyor. bir başkası; sarhoşluk. akli
dengeyi ve iradeyi bozar. bir insan kendini ancak sarhoş kadar rezil edebilir. kendi
onurlarıyla da oynuyorlar. akli dengeyi ve iradeyi bozduğu kesindir. bu dereceye
gelmiş birinin eda ehliyeti var mıdır? bu durumda namaz kılamaz, cenabı allah izin
vermiyor ama o namazdan sorumludur. bu durumda akid yapsa, akid geçerli midir?
bu durumda suş işlese, cezası düşer mi? cumhura göre suç işlediğinde ceza ehliyeti
vardır, işlediği suçtan sorumlu tutulur, aklî dengesi yerinde olan gibi ceza alır ve diğer
tasarrufları da geçerlidir. çünkü içmeden evvel, eğer içki içerse suç işleyebileceğine,
başkalarına zarar verebileceğine ve bu nevi hadiselere açık olabileceğini biliyordu,
buna rağmen bile bile içki içti. islam hukuku bu insana hoş gözle bakmıyor, içmeseydi
diyor. bazen sarhoş olma, mübah yolla da olabilir. içtiği bir ilaç, insanı bu hale
getirebilir veya bir başkası tehditle içirmiş olabilir ya da şurup vs. diye içki verip
kandırmış da olabilir. bunlar ayrılır. ama kendi iradesiyle içki içtiği bilinen insan,
yaptıklarından sorumlı tutuluyor, hafifletici sebep olarak kabul edilmiyor. bir başkası;
uyku hâli. uyku, baştan sona apayrı bir dünya. uyuyorsunuz, vücut dinleniyor. bir
günün yorgunluğu öbür güne eklenseydi, insan ne hâle gelirdi... cenabı allah'ın bir
nimeti. ama uyuyan insan, kendinden habersizdir. böyle bir insan, uyurken bir zarar
verse; verdiği zararı tazmin eder. rasulullah aleyhisselam ‫ "ص‬üç kişiden kalem
kaldırıldı." diyor. bunlardan biri de uyuyan insandır. vebal olmaz. uyurken namaz
geçmişse, gerçekten tuyanmak istemiş vetedbirini almılsa ama yine de
uyanamamışsa bundan sorumlu değildir. ama mükellefiyeti gitmemiştir. kalkıp kaza
etmelidir. rasulullah aleyhisselam ‫ص‬,seferdem döberken bütün ordu yorgundur ama
orduyu bekleyecek nöbetçiye de ihtiyaç vardır. kim bekler, diye gönüllü istemektedir.
bilal radıyallahu anh gönüllü olmuştur. sabaha kadar beklemiş. sırtını devesine
yaslamış, fecrin doğuşunu beklemeye başlamış. oracıkta uyumuş. bir uyanıyorlar, artık
güneş etrafı ısıtmaya başlamış, güneşin sıcağına uyanmışlar. rasulullah aleyhisselam
bilal radıyallahu anh'ı çağırıyor, "ya rasulullah, seni uyutan beni de uyuttu." diyor. hep
beraber abdestlerini alıyorlar, sabah namazını kaza ediyorlar. dolayısıyla uykı hali,
eda ehliyetinş ortadan kaldırır. uyku halinde yapılan akidler geçersizdir. tasarruflar da
geöersizdir. bayılma hali vardır. uykudan daha ağır bir haldşr şüphesiz. şuur ve his
kaybına sebep olur. hükmü, uyku gibidir. sefâhet hali; sefih, malında nasıl tasarruf
edeceğini iyi ölçüp biçemeyen insana denir. kendi menfaatini koruyamayan,
dengeyi sağlauamayan insana denir. ayette kullanıldığı da vardır. merhûm akif bi
yerde sefih kelimesini, beyinsiz olarak tercüme etmiş. "ya rab, içimizdeki beyinsizlerin
yüzünden bizi de helak eder misin?" diyor. ayeti kerimedeki, dünyada ve ahirette
menfaatini hesap edemeyenlerdir. buradaki sefih; pahalı mı ucuz mu, lazım mı,
menfaati ney, bunları düşünmüyor, birisi onu kolayca ikna edebiliyor. böylece malını
saçıp savuran kişinin eda ehliyetine kısıtlılık getirilmesinde ihtilaf vardır. ebu hanife
diyor ki; bi insan bu şekilde hareket etse bile 25 yaşına gelmişse ben ona artık
dokunmam, diyor. zaten mal da bir imtihan vesilesidir, ne yapacaksa kendisi yapar
diyor. nuayman var, canının istediğini alıveriyor. bir gün rasulullah aleyhisselam bir
mecliste konuşurken, oraya yüklüce bir meyve getiriliyor. rasulullah aleyhisselam hem
yiyor jem de dağıtıyor. konuşma sırasında nuayman'ın yanına birisi geliyor. nuayman
ve onun itişmesini çekilmesini, aleyhisselam görüyor. adam, "ya rasulullah, benden
meyve aldı parasını vermiyor." diyor. nuayman, meyve mi aldın sen bu adamdan,
diyor. "evet ya rasulullah." diyor. niye parasını vermedin diye soruyor, rasılullah
aleyhisselam. "bende para yok." diyor. rasulullah aleyhisselam, "nuayman, yoksa bize
verdiğin meyveyi mi aldın?" diyor. evet ya rasulıllah, diyor nuayman. "paran yoktu da
niye aldın?" diyor. "ya rasulullah gördüm canım çekti, senin de canın çeker diye sana
da getirdim." diyor. rasulullah aleyhisselam, o adama parasını kendisi vermiştir.
meyvelerin parasını kendisi ödemiştir. borçluluk; borç kişinin malına değil, zimmetine
bağlıdır. malım olmadan borçlanabiliyorum ve bana borç verilebiliyor. demek ki
bende güven duyulan bir şey var, bunun adı zimmet. ben ne kadar borcumu
ödersem, söylediğim sözleri yerine getirirsem, zimmetime olan güven artıyor. kişinin
zimmetini yaralamaması, mal varlığından daha öenmlidir bazen. ancak belli
şartlarda bir borçlunun hibesine, vakfına, mal varlığını azaltan veya yok eden
tasarruflara dışarıdan müdahale edilebilir. adamın borcu var, vakıfta bulunuyor.
alacaklım bundan zarar görmeyecek. bu durumlarda alacaklının rızası şart koşulur.
talha radıyallahu anj vefat edeceği zaman, ilk tavsiyesi, "şu şu şu borçlarımı verin."
olmuştur. rasulullah aleyhisselam da veda hutbesinde, "borçlar ödenmelidir."
buyuruyor.
ölüme götüren hastalık; bunun islam hukukunda ciddi bir yeri vardır. ölüm döşeğiyle
ilgili hükümler, bir araştırma alanıdır. ölüm döşeğindeki insanın, mirasçılar ve
alacaklılar aleyhinde olacak şekilde malındaki tasarrufları, ancak alacaklılar ve
mirasçıların rızasıyla geçerlidir. ölüm döşeğinde bir insan hanımını boşasa, birçok ilim
ehline göre geçerli değildir. hanımını mirastan mahrum etmek istiyor diye anlaşılır.
ebu hanife, iddet süresi içerisinde ölürse, boşamış olsa bile miras kalır hanımına diyor.
imam malik'e göre ise bu talak hepten geçersizdir. ölüm döşeğindeki insanın
tasarrufları şüphe kabul edilir ve değerlendirme başyan sona buna göre yapılır. aynı
şekilde durumu tehlikede ise, mesela denizin ortasında ve gemisi ceviz kabuğu gibi
sallanıyor, fırtına var durumu tehlikeli. bu durumdaki bir insan da ölüm döşeğindeki
insan gibi kabul edilir. aynı şekilde darağacındaki insan da ölüm döşeğinde gibi
kabul edilir. tehlikeyle burun buruna gelen insanların tasarrufları da böyle sayılır.
seferîlik hali vardır. dört rekatlık namazları, iki rekata düşürür. oruç tutmamayı ve
cuma kılmamayı mübah hale getirir. kesbîdir, yani kiii buna kendisi sebep olur.
adet hali; oruca vr namaza engel olur. oruçlar kaza edilir, namazlar kaza edilmez.
bunları paylaşmış idik. hep bildiğimizi zannettiğimiz bir konuyu dile getirerek, bakın
neler varmış diye paylaşmak istiyorum. misal; namazın şartları içerisinden kıbleyi ele
alıyorum. rasulullah aleyhisselam mekke'de iken ve medine'ye hicret ettikten sonra
yaklaşık 16 ay, kudüs'e (beytul makdis) doğru namaz kılmıştır. mekke'de iken rüknü
yemaney istikametinde namaz kılmaktan hoşlanırdı. çünkü rüknü yemaney güney
tafatadır. güney taraftan beytul makdis'e döndüğünüzde kabe'ye
de dönmüş oluyorsunuz. mekke'de böyle olurken, mekk'nin güneyindeki medine'ye
intikal edince, beytul makdis'e dönerek namaz kılıyor. ve böyle olunca kabe arkada
kalıyor. daha sonra nazil olan ayetten anlıyoruz ki rasulullah aleyhşsselam'ın gönlü
hep kabe'yi arzu ediyor idi. Ama rabbinin emrine uygun, beytul makdis'e doğru kıldı.
bera ibni mağrur radıyallahu anh isimli bir sahabe var. o medine'nin dışında. mescidi
nebi'nin kuzeybatısında bir yerdedir. yaşlıca bir
insandır. özellikle ikinci akabe biatının reisi odur. hatta eğer rasulullah aleyhisselam'ı
koruyacak olurlarsa, kendi mallarını ve canlarını nasıl koruyorlarsa öyle
koruyacaklarına dair biat alırken,bera ibni mağrûr, "ey medineliler, ne için biyat
ettiğinizi farkına varın. çünkü bu, ölümüne biyat manasındadır. gün gelince şu
sözünüzü tutmak için gerekirse canınızı ortaya koyacaksınız." diyor. arkasından, "ben
bu niyetle biyat ediyorum." diyor. rüyasında kendisini, beytullah'a dönerek
namaz kılarken görüyor. kalkıyor kabe'ye doğru namaz kılmaya başlıyor. çevresindeki
sahabeler rasulullah aleyhisselam'a haber veriyorlar, "ya rasulullah, bera bir rüya
gördü. çok tesirinde kaldı. ve kabe'ye doğru namaz kılmaya başladı." diyorlar.
rasulullah aleyhisselam'dan bera'ya emir gidiyor. "berâ, bizşm gönlümüz de kabe'yi
istiyor ama rabbim beytul makdis'i emrediyor. Oraya doğru dön." diyor. bu söz bera
radıyallahu anh'a ulaştığında, "lebbeyk ya rasulullah." demiştir ve
yeniden beutul makdis'e doğru namaz kılmaya başlamıştır. bu hadiseden 2 ay
geçmemiştir, vefat etmiştir. ilk defa kabe'ye dönerek namaz kılan müslüman olarak
tarihe geçmiştir. Daha sonra hem taziyede bulunmak hem de bera'nın kızının daveti
üzerine, rasulullah aleyhisselam onın köyüne gitmiştir. daha sonra beni seleme
mescidinde öğle namazının iki rekatını kılmıştır.
üçüncü rekata kalkmıştır. bu rekatın edası sırasında vahiy inmeye başlamıştır. " ‫َق ِْد ن َٰرى‬
/ِ‫ب َو ْج ِّهكَِ فِّي الس َمَٓاءِِّ فَلَن َُو ِّليَنكَِ قِّبْلَ ِةً تَرْ ضٰ ي َها‬
َِ ُّ‫ تَقَل‬yüzünü durmadan semaya çevirdiğini görüyoruz. seni
ْ ‫ل َو ْج َهكَِ ش‬
gönlünün razı olduğu kıbleye çeviriyoruz. /‫ام‬
ِِّ ‫َط َِر الْ َمس ِّْج ِِّد الْ َح َر‬
ِِّ ‫ ف ََو‬artık yönünü
beytullah'a çevir." diye. rasulullah aleyhisselam derhal kabe'ye dönüyor. arkasından
müslümanlar da saflarının yerini değiştiriyor ve böylece iki rekatı kabe'ye doğru
kılıyorlar. artık kıble, kabe oluyor. o ayetlerin nazil olduğu yer de kıbleteyn/ çifte kıbleli
mescid diye tarihe geçiyor. evet artık kabe'ye döneceğiz. ama kabe'nin bizzat
kendisine mi döneceğiz, tarafına mı döneceğiz? imam şafii, bizzat kendisine diyor.
ayette 'orta' ifadesi geçiyor. mescidi haram'ın tam ortasında da kabe var, allah
kabe'nin bizzat kendisine dönülmesini istiyor. diyor. bu esasen doğru. ama ebu hanife
oradaki ‫ شطر‬kelimesini, cihet yani yön manasında anlıyor. çünkü fiiliyattan. rabbimi
bizim neye güö yetirebileceğimizi biliyor. kabe'nin tam kendisine rast getirebilir miyiz,
bunun gücümüzün üzerinde bir şey olduğunu bilerek emrediyor. biz mümkün
mertebe kabe'ye döneceğiz ama rast gelse de gelmese de kabe'nin bizzat
kendisine dönmüş oluruz. bu yüzden cihetinde manasında anlamak zorundayız.
buna deliller sunuluyor. mesela cihatta uzun saflar kuruluyor. kabe'nin eni yaklaşık 14
metredir. uzun bir saf var, eni 200 metre. bunun 14 metresi diyelim ki kabe'ye rast
geldi. sağdakiler ne olacak, soldakiler ne olacak? böyle diyor. ikincisi; rasulullah
aleyhisselam beni seleme mescidinde namaz kıldırmıştır. o aleyhisselam allah'ın
rasulü. şahsına mahsus olarak kabe'ye tam rast getirebilirdi. vahiy destekliydi. aynı
hadise, ikindi namazında beni harise mescidinde yaşanmıştır. haber gelince oradaki
saflarla namaz içinde kabe'ye dönmüşlerdir. haritayı bulacaksınız, kabe'yi
hesaplayacaksınız, bir mühendislik bilgisine ihtiyaç var. oradaki insanların da namazın
içindeyken böyle bir imkanları olamayacağından, kabe'yi neresi tahmin ediyorlarsa
oraya dönmüşlerdir. aynı şey sabah namazında kuba'da yaşanmıştır. bunun %100
rast getirilmesi mümkün değildir. yine hicri 1. asırda tabiilerin çok olduğu bir devrede
emevi camiisi, çok enli bir camidir. en az 300 metre eni vardır. 300 metrenin 14
metresi rast gelir. dolayısıyla cihetine diyor ebu hanife rahimehullah. ama mescidi
haram'da namaz kılıyor olsak, kabe'nin bizzat kendisine dönmek beşerin kudretinde
olduğundan, başka bir tarafa dönemezsiniz. bu takatimiz dışında kalmaktan çıkıyor.
kabe'den uzaklaştıkça bu takatimiz dışında olmuş olur. kabe'yi görebikecek bir
noktadaysak, kabe'nin kendisine döneceksiniz. imam şafii, beşerin imkanı
dahilindedir diyemiyor. bu sefer diyor ki insan en azından niyetiyle, kabe'nin kendisine
döndüğünü hissedecek öyle kılacak diyor. kıbleye dönerken, şafiilerin daha geç
tekbir getirdiğini görürsünüz. odaklanmaha çalışıyorlar. esasen güzel bir şey. ama
kabe'nin ta kendisine dönmek, insanın takatinin üstünde sayılabilecek derecede zor
bir hadisedir. bir taraftan bu. ikinci bir şey daha var. tam kuzeye döndüğünüzde de
kabe'ye dönersiniz. neden? dünya yuvarlak. arkadan dolaşır ve kabe'ye gelir.
buradaki hüküm; yakın taraftan dönmek zorunludur, uzak taraftan dönemezsiniz.
öyle bir nokta ki iki taraf da eşit. endonezya'da var. batıya doğru dönüyorlar. sudanlı
doğuya dönüyor. mısırlı güneydoğuya dönüyor. somali kuzeydlğuya dönüyor.
endonezya, katar, pakistan hep batıya doğru dönüyor. kıble güney demek değil,
beytullah demek. dolayısıyla bu bilgi olmalı ve herhangi bir yerde bulunurken de bu
bilgiye göre hareket etmelisin. karadeniz kıyısındaysan, denizç arkana alacaksın.
çünkü deniz tarafı kuzey. alt denizdeysen, deniz güneyde. coğrafi bilgini, ayı, güneşi
kullanacaksın ve araştorma yapacaksın, kıble şu taraf olabilir diye. k bölgede
müslümanlar varsa onlara soracaksın önce. sonra pusula, sonra güneş, sonr ay, sonra
harita bilgisi, cağrafya bilgisine bakarak kıble tayin edeceksin. buna, taharrî deniyor.
taharrî olmadan, kendi kendine içinde bşr his var, oraya durdun namaza. sonra bilen
bi tanesi yanlış tarafa durdun, dedi. hiç araştırma yapmadan kılmışsan, namazı tekrar
iade etmen gerekir. araştırma yapmış ama yanlış karar vermişsen, namazın geçerlidir.
islam bizdem bilereke harekrt etmemizi istiyor, şuurla yaşamamızı istiyor. kıble
hakkında, taharet hakkında, setri avret nelerdir, namaz vakitleri nasıl girer bilgimizin
olması lazım. mü'min hem bilgili hem de şuurlu olan insandır. binek üzerindeyken ve
nafile namazdayken kıbleye dönerek namaza başlarsın, sonrasında hayvan ne
tarafa dönerse, mevla ne tarafta bitirirse orasıdır. said ibni cübeyr radıyallahu anh,
haccac tarafından idam edilecekken yüzünü kıbleye doğru çevirmiştir. haccac
bağırmıştır, "yüzünü kıbleden başka tarafa çevirin." demiştir. said ibni cübeyr
radoyallahu anh "istediğiniz kadar uğraşın ِ‫ فَأَيْنَ َما تُ َولُّواِْ فَثَمِ َو ْجهُ للا‬rabbime doğru döndüm
ben." demiştir.
26. Ders -İbadet Fıkhına Giriş: Taharet ve Çeşitleri; Sular-
-ilimle meşgul olan kardeşlerimize söylüyorum; ibadet fıkhını bilmeyen, hoca değildir.
ne bilirse bilsin, hoca değildir. hocalıktan öte her mü'minin büyük bir bölümünü
bilmek zorunda olduğu bir konudur. öğrenmesi de iç içe olmadığı hayat kadar zor
değildir. ibadetle iç içeyiz. kapalı değil, yaşadığımız mezvular olduğu için bunu daha
iyi anlayacağız. eğer hayatın içerisindeki ticareti, vekaleti, kefareti, cinayeti, suç
hukukunu islam'ın hukukuna göre yaşasaydık; inanın, okumadan bile yarı yarıya onun
hakkında bilgi birikimimiz olacaktı ve üzerine eklemek çok daha kolay olacaktı.
bugün fıkhî bilgi eksikliğimizin çoğu, islam'ın hukukunun hayat içerisinde
yaşamayışındandır. cenabı allah, allah'ın ahkâmının bütünüyle yaşandığı günleri
görmeyi nasib etsin. amin. ayeti kerimede " ‫ق‬
ِِّ ‫ل ِّمنَِ الْ َح‬
َِ َ‫للا َو َما نَز‬
ِّ ‫ش َِع قُلُوبُ ُه ِْم ِّل ِِّذ ْك ِِّر ه‬
َ ‫ن تَ ْخ‬
ِْ َ‫ن لِّلذ۪ ينَِ ٰا َمنَُٓوا ا‬
ِِّ ْ‫اَلَ ِْم يَأ‬
ْ
ُ
ْ
َ َ‫ل ف‬
َ ‫علَيْ ِّه ُِم‬
/ َِ‫ستِْ قُلوبُ ُه ِْم َوكَث۪ يرِ ِّمنْ ُه ِْم فَا ِّسقُون‬
َِ ‫طا‬
ُِ ْ‫َاب م ِّْنِ قَب‬
َِ ‫ل يَكُونُوا كَالذ۪ ينَِ اُ ُ۫وتُوا ال ِّكت‬
َِ ‫ َو‬allah'ın simi anılınca
َ ‫ل‬
َ َ‫ال َمدُ فَق‬
mü'minlerin gönüllerinin sevgiyle ürpereceği, haşyetle dolacağı, hak olan kur'anı
hayatlarına yansıtarak, ahkâmını yaşayarak, imanlarına iman katacakları an gelmedi
mi?" bu ayet indikten abdullah ibni mes'ud, abdullah ibni abbas, "birkaç yıl geçti ki
rabbimiz bizi ikaz etti." diyorlar. ama allah için gevşememişti. bu ikaz bize. çünkü
ayetin devamında, "araya uzun zaman dilimi girdi. kalpler katılaştı" diyor. ayetin
mealini tekrar vereyim; iman edenler için kalplerinin allah sevgisiyle ürpereceği ve
hûşû duyacağı an gelmedi mi? inen hakkı hayata aktaracakları, imanlarına iman
katacakları o an gelmedi mi? araya uzun zaman dilimi gelecek, onların da kalpleri
katılaşacak mı? biliniz ki sizden önce kendilerine kitap verilenler ve kalpleri katılaşan o
insanların çoğu fasık idi. bir nevi siz de mi öyle olacaksınız, diyor. bizler gevşedik. bu
yüzden bilgi zayıflamaları oldu, ibadet konusunda da bilgi zayıflamaları oldu. bunu
derhal toplamamız lazım.
-ibadet kelimesi; itaat etmek, taatta bulunmak, kulluk etmek manasındadır. ‫عبد‬
kelimesi, ibadet etti manasındadır. çok defa iki mana birden kastedilir. bazen ibadet,
bazen kulluk manasında bulunuyor. mesela, fariha suresinde, yalnız sana kulluk ederiz
de doğru, yalnız sana ibadet ederiz de doğru. ikisi birden daha doğru. birinin
diğerinden daha ön planda olduğu yerler var. döşeli yollara da 'tarîk muabbede'
uyumlu hale getirilmiş, boyun büken yol anlamında. şeri şerifte ibadet; allah rızası için
yapılmasında sevap olan amellerin bu niyetle yapılmasıdır. namaz kılmak, oruç
tutmak, zekat vermek, hacc etmek gibi. üseyid ibni hudeyr radıyallahu anh var.
rasulullah aleyhisselam medine'ye gelmeden, musab ibni umeyr radıyallahu anh'ın
gayretiyle müslüman olmuş bir insan. kur'an'ı kerim tilavetiyle, ona olan olan
düşkünlüğü ve sevgisiyle tanınıyor. bir gün avluda, sıcaktan uyku tutmamış, gecenin
sessizliğinde dolu dolu kur'an okuyor. kur'an'ı kerim okurken, yanındaki atı
şahlanmaya başlıyor. hayvanın bu hareketliliği giderek artınca, kur'anı kerim okumayı
durduruyor. at biraz sonra sakinleşiyor ve tekrar kur'an okuöasına devam ediyor.
hayvan yeniden hareketleniyor ve kur'an'ı kerim'i durduruyor. hayvanın bağını ipini
kontrol ediyor ama bu sırada gözüne farklı bir şey takılıyor. gökyüzüne doğru şeffaf bir
ışık huzmesi durmadam yükseliyor. hayranlık içerisinde onu seyrediyor. daha sonra
rasulullah aleyhisselam'a o gece olanları anlatmıştır. rasulullah aleyhisselam, "üseyid,
keşke okumaya devam etseydin. seni dinleyen meleklerdi." diyor. o da "ya rasulullah,
atım onların varlığıyla çok hareketlendi. yahya'yı (oğlu) çiğneyecek diye korktum."
diyor. bu bir taattır. yapılan her hayırlı ve güzel iş taattır. ama hepsi ibadet değildir.
dolayısıyla bütün ibadetler, taatın içindedir. taat, ibadetten daha geniş manalıdır.
-ibadet; kulluğun gayesidir. "/ ‫ُون‬
ِِّ ‫س اِّلِ ِّليَعْبُد‬
َِ ْ‫الن‬
ِّ ْ ‫ َو َما َخلَقْتُِ الْ ِّجنِ َو‬ben, insanları ve cinleri ancak
bana ibadet etsinler diye yarattım." buyurıyor rabbimiz. ergenlik çağına giren bir
müslümanın üzerine ibadet, ruhunu teslim edinceye kadar farzdır. ayette, " ‫ح بِّ َح ْم ِِّد‬
ِْ ‫سبِِّـ‬
َ َ‫ف‬
ْ
/‫ن‬
ُِ ‫اجد۪ ينَِ َوا ْعبُ ِْد َربكَِ َحتهى يَأتِّيَكَِ الْيَق۪ ي‬
ِْ ُ‫َ َربِّكَِ َوك‬rabbini ham ile tesbih et, secde edenlerden ol.
ِّ ‫ن مِّنَِ الس‬
rabbine ibadet et. kesin olan şey sana gelinceye kadar." yani ölüm gelip kapını
çalıncaya kadar. bir taraftan ruhumuzu teslim edinceye kadar ibadetle sorumluyuz,
öbür taraftan kul, takâtinin üzerindeki bir şeyle sorumlu değildir. ebu hanife
rahimehullah'a göre; bir insanın başıyla ima edecek durumu ve takati varsa,
namazla sorumludur. imam şafii rahimehullah'a göre; gözüyle dahi ima edecek
durumdaysa ibadetle sorumludur. ruh teslim oluncaya kadar ibadetle sorumluyuz.
unvanı, rütbesi ne olursa olsun, biz ibadetle mesul değiliz demek saçmalıktır. ergenlik
çağına girinfe ve aklî demgesi yerindeyse demiştik. ancak alışkanlık kazanmaları ve
öğrenmeleri, ibadet şuuruna ermeleri için, temyiz çağına gelmiş çocuklar 7 yaşından
itibaren, namaz ve oruç gibi bedeni ibadetlere alıştırılırlar. ve yaptıkları ibadetler
geçerlidir.
yapmadıklarından sorumlu değillerdir ama yaptıkları kazanç sağlar. bu devre,
alışkanlık ve kazanç devresidir. biliyorsunuz rasulullah aleyhisselam bir haccı vardır.
mekke 8. yılda fethedildi. rasulullah aleyhisselam da aceleyle ebu bekir radıyallahu
anh'ı bir grupla farz olan haccı yapmaya gönderdi. kendisi de ardından hacc etti. ve
sonra göç etti. veda haccı onun ilk ve son haccıdır. Bu hac sırasında bir kadıncağız,
rasulullah aleyhisselam'a yakınlık gösterildiğini görünce, bu kim diye
soruyor. söylüyorlar ve yanındaki küçük çocukla beraber efendimiz aleyhisselam'ın
yanına varıyor. çocuğu kaldırıyor, "bu çocuk için hacc var mıdır?" diye soruyor. "evet,
senin için de ecir vardır." buyuruyor rasulullah. çocuğun ibadet etmesine vesile olan
anne babalar da bunun için ecir alırlar.
-ibadetler yalnızca allah için yapılır. karşılığı da yalnızca allah'tan beklenir. kullar için,
anne babalar için, birilerşni memnun etmek için değildir. bunu en kesin açıklayan
ayetlerden biri, "‫ "ُِۚۚاِّياكَِ نَعْبُدُ َواِّياكَِ نَ ْست َ۪عين‬ayrıca bütün ibadetler, niyetlerle değer kazanır.
"/‫ل بِّالنِّي ِِّة‬
ُِ ‫ِّإن َما األَ ْع َما‬
ameller, niyetlere göredir. ibadetlerşn devamlılığı ve istikrarlı oluşu asıldır. "allah
katında amellerin en sevimli olanı, az da olsa devamlı olanıdır." hadisini biliyorsunuz.
bir öğün yiyip bununla 10 gün idare edemezsiniz. ibadet de böyledir. ruhun gıdasıdır
ve buna zaman dilimleri içerisinde ihtiyaç vardır. insanın iamanını güçlendirir ve
direnç kazandırır. dışarıdaki manevi musibetlere karşı kesinlikle bizi korur. haliye
ibadetlerimiz devamlı ve dengeli olacak. mü'min, hayatta dengeli olmalı, rabbinin
üzerindeki hakkını ve o'na olan kulluk görevlerini unutmamalı ve ihmal etmemelidir.
bu ibadetlere esasen kulun ihtiyacı vardır ve bu ihtiuaç basite alınamayacak kadar
çoktur. ibadet, iman sıhhatini ve direncini arttırır, insanın bu yöndeki şevkini tazeler.
"/ َِ‫ِّر الْ ُم ْحسِّن۪ ين‬
ِِّ ‫ع ٰلى َما ه َٰديكُ ِْم َوبَش‬
َِ‫سخ َرهَا لَكُ ِْم ِّلتُكَبِّ ُروا ه‬
ِْ ‫ل ِّد َمَٓا ۬ ُؤهَا َو ٰلك‬
َِ ‫للا لُحُو ُم َهاِ َو‬
َِ‫ل ه‬
َِ ‫ن يَنَا‬
ِْ َ‫ ل‬onların
َ ‫للا‬
َ َِ‫ِّن يَنَالُهُ التِقْ ٰوى ِّمنْكُ ِْم ك َٰذلِّك‬
ne etleri allah'a ulaşır ne de kanları. o’na ulaşacak olan sadece sizin takvânızdır. işte
Allah onları sizin istifadenize verdi ki size doğru yolu göstermesinden ötürü o’nu
tâzimle anasınız. iyilik yolunu tutanları müjdele!" ibadet, kul için lüzümludur ve mü'min,
hayatı dengeli yaşamalıdır. selman radıyallahu anh ile ebu'd derda radıyallahu anh,
medine'de kardeş ilan edilmişlerdir. diğerlerine göre daha sonra kardeş ilan
edilmişlerdir. çünkü selman radıyallahu anh, kölelikten kurtulmak için çalışmıştır.
efendisiyle mükâtebe anlaşması yapmıştır. mükâtebe anlaşması; ben bedelim neyse
bunu çalışıp ödeyeyim, sen de beni serbest bırak' anlaşmasıdır. rasulıllah aleyhisselam
da yardım etmiş ve kölelikten kurtulmuştur. ebu'd derda ise varlıklı bir insandır. ama
mahallesinin hemen hemen en son müslğman oluluşudur. birinin islamiyeti gecikmiş,
diğeri ise kölelikten kurtulması geçtir. rasulıllah aleyhisselam ikisini kardeş ilan etmiştir.
kardeş ilan edilenlerin yapıları, tavırları birbirlerine çok benziyor. kardeşçe duyguları
hep devam etmiştir. çoğu zaman bakıyoruz, iki kardeş aynı cihadda şehşd
düşüyorlar. mağan ibni adiyy ile zeyd ibni hattab (ömer radıyallahu anh'ın ağabeyi)
gibi. ikisi de yemame'de şehîd düşmüşlerdir. mağan ibni adiyy'le ilgili; rasulıllah
aleyhisselam'ın vefatı, sahabeyi gerçekten gönülden yaralamıştır. bu devrenin
içerisinde kabına sığmayıp söz söyleyenler var. bir tanesi, "keşke o aleyhisselam'dan
önce ben ölseydim." diyor. rasulullah aleyhisselam'dan sknra fitnelerin hedefi olur
muyuz, içimizdeki duygular kayıp mı olur, diyor. bunun korkusunu taşıyorum. adiyy
karşılık veriyor. "ben allah rasûlü'den sonra yaşamak istiyorum. rabbim şahid olsun, o
aleyhisselam'ın bıraktığı dava gönlümüzde hiç değişmeyecek. rasulullah
aleyhisselam'dan sonra da rabbim bu davaya gönülden bağlılığımızı görecek. ve
bunun ispatı için ömrümün devamını arzu ediyorum." diyor. ve yemame savaşına
kadar yaşıyor. sonrasında ruhunu teslim ediyor. selman radıyallahu anh ve ebu'd
derda radıyallahu anh, son derece olgun ve bilgili insanlar. sonralarda 'bu ümmetin
hakîmleri, hikmet sahipleri' diye adlandırılan insanlardır. selman radıyallahu anh
mecusiliği, hrisitiyanları, yahudiliği çok yakından tanıyan insanlardır. onlara göre
islam'ı görmüş, islam'a gönül bağlamış ve islam'ı künhüyle, derinliğiyle kavramış bir
insandır. ebu'd derda geç müslğman olduğu için, kendisinden öncekilerin birçok
hadis bildiklerini, ayet bildiklerini, islam uğruna nice fadakarlık ettiklerini görünce,
dünyadan neredeyse kopmuş, tüm ömrünü ibadete, kur'an tilavetine ve oruca
vermiştir. işlerini de ihmal etmiştir. selamn radıyallahu anh, ebu'd derda radıyallahu
anh'ı ziyarete geliyor. hanımını bahçeyi çalı süpürgeyle süpürürken görüyor. ebu'd
derda da hanımı da varlıklı ailelerden veya varlıklı kimselerdendir. selman radıyallahu
anh ona, "kardeşimin bir sıkıntısı mı var?" diye soruyor. ümmü'd derda, sorunun
sebebini anlıyor, "kardeşinin dünyayla ilgisi kalmadı." diyor. ebu'd derda ile sohbet
ediyorlar. sonra yemek hazırlanıyor. ebu'd derda yemeği selman'ın önüne koyuyor.
"sen neden sofraya gelmiyorsun?" diye soruyor. "ben akşam yiyeceğim, oruçluyum."
diyor. selman radıyallahu anh, "hayır, sen bu yemeğe el uzatmadan ben el
uzatmam." diyor. böylece ebu'd derda yemeğe iştirak etmek zorunda kalıyor. akşam
oluyor, selaçman radıyallahu anh'ın yatağını hazırlıyor. kendisi yatma niyetli
görünmüyor. selman radıyallahu anh, "ebu'd derda, yatağını buraya getireceksin.
ben senin yattığını göreceğim." diyor. "ben biraz iabdet etmek istiyorum." diyor.
"hayır, yatacaksın." cevabını alıyor. yatıyor. bir müddet zaman geçiyor. ebu'd derda
radıyallahu anh, selman radıhallahu anh'ı uyuttuğunı sanıyor. yavaşça yataktan
kalkıyor. selman radıyallahu anh tetikte tabii, yat uyu diyor. ebu' derda mecbur
yatıyor. bir daha buna teşebbüs ettiyse de yine selman radıyallahu anh, yat ebu'd
derda diyor. sahur vakti geldiğinde selman radıyallahu anh onu uayndırıyor. beraber
abdest alıyorlar. tehecvüd namazı kılıyorlar. ve gecenin serinliğinde iki dost
konuşuyorlar. "bak ebu'd derda. rabbimizin üzerimizde sonsuz hakkı var. bu hakkı
unutamayız. cenabı allah bize bir beden teslim etmiş. bu bedenin sıhhatini
unutamayız. ailemizin üzerimizdeki hakkını unutamayız. ya ebu'd derda... her hak
sahibine hakkını ver." diyor. bir başka rivayette dostlarının, bir başkasında gözlerinin
hakkını ver diyor. birlikte sabah namazını kılıyorlar. selman radıyallahu anh evine
giderken, ebu'd derda radıyallahu anh rasulullah aleyhisselam'ın yanına gidiyor ve
hadiseyi anlatıyor. "sadaka selman, selman doğru söylüyor. her hak sahibine hakkını
ver." diyor. böylece selman radıyallahu anh'ın sözleri hadisleşmiş oluyor. bu aynı
zamanda islam'ın yaşanış şeklinin özetlenmesidir.
-islam'ın hukuku, ibadetle başlar. ibadet, taharetle başlar. taharete giriş yapacağız.
taharet, temizlik demek. her nevi temizliğin genel adıdır. islam'ın ikinci emri neydi? " ‫يََٓا‬
َ َ‫ اَيُّ َها الْ ُمدث ُِِّر قُ ِْم فَاَنْذِّرِْ َو َربكَِ فَكَبِّرِْ َوثِّيَابَكَِ ف‬ey örtüsüne bürünen! kalk ve uyar. rabbinin
/ِْ‫ط ِّهر‬
büyüklüğünü dile getir. elbiseni temiz tut. her türlü pislikten uzak dur." elbiseni temiz
tut, dış dünya temizliğinin örneğidir. insana en yakın dış, kendi elbisesidir. " َ َِ‫الر ْجز‬
ُّ ‫َو‬
‫ " ِۚۚفَا ِْه ُج ِر‬bu kelimenin üzerine kitap yazılabilir. nedir? allah rızasına uymayan,
cahiliyenin zihniyeti sayılan, bütğn duygu ve davranışların genel adıdır.
kelimesi, cahiliyyeye uygun, iblisin hoşuna gidecek, bütün duygu düşünce ve
zihniyetlerin genel adıdır. cenabı allah hepimize, allah rızasına uymayan,
cahiliyyeden sayılan bütün dıygu, düşünce ve zihniyetlerden uzaklaş. ‫ فهجر‬kelimesi,
hicret et demek. tamamen terk et, arana ciddi bir mesafe koy demek. bıraltan daha
tesirlidir. dolayısıyla bu, gönül, zihniyet, beyin temizliğinin emridir. sonra örnekler de
sunuyor. " / ‫ُن تَ ْستَ ْكث ُِِّر‬
ِْ ‫ل تَ ْمن‬
َِ ‫ َو‬yaptığın iyilikleri çok görerek başa kalkanlardan olma."
mürüvvet sahibi insan zaten iyiliği takdir eder. onu ek kelimelerle süslemeye, söyleye
söyleye kıymetini düşünmeye gerek yoktur. ne diyor devamında? " /ِْ‫صبِّر‬
ْ ‫ َول َِّربِّكَِ فَا‬rabbin
için sabret." bunun iyi anlaşıldığını ne yazık ki düşünmüyorum. bir iş yapıyorsan yılma,
devam et, sebat et demektir. şevk kırıklıklarını kabul etme, hayea devam et demektir.
hepsi iç içedir. eğer sen cahiliyye zihniyetinden koparsan, allah yolun sülûk edersen,
gönlünü ve dış dünyanı temiz tutarsan; şeytan boş dırmayacaktır, şeytanın uşakları
da boş durmayacaktır. eza gelecktir. senin nezih yaşantını kabullenmeyenler,
kendileri bataklığın içinde olanlar, seni de bataklığın içine çekmek isteyeceklerdir.
rasulullah aleyhisselam namazda iken başına işkembe konmadı mı, taif'te taşlanmadı
mı, kendisine inanan insanlar işkence altında kıvrandırılmadı mı, gözünüm önünde
katiller cereyan etmedi mi? bütün bunlara karşı sabredeceksin, diyor. bütün bunlara
karşı kendi yolundan ve istikametinden kopmamak son derece değerli bir vazifedir,
bunu yerine getireceksin diyor.
َٓ ‫ِّي ل‬
َ ‫ن‬
-bir başka temizlik emri var; "‫الرك ِِّع السُّجُود‬
َِ ‫ط ِّه َرا بَيْت‬
ِْ َ‫ل ا‬
َِ ‫يم َواِّسْمٰ ۪عي‬
َِ ۪‫ع ِّه ْدنََٓا ا ِّٰلَٓى اِّب ْٰره‬
ُّ ‫ِّلطائِّف۪ ينَِ َوالْ َعاكِّف۪ ينَِ َو‬
َ ‫َو‬
ibrahim ve ismail'den ahid aldık; beytullah'ımı gelip tavaf edenler, içerde bulunanlar,
itikaf edenler için, allah için rükuya ve secdeye gidenler için temiz tutun diye." içten
َ َ‫للاَ يُحِّ بُِّ التو ۪ابينَِ َويُحِّ بُِّ الْ ُمت‬
ve dıştan temizlik. /َِ‫ط ِّه ۪رين‬
ِ‫ اِّنِ ه‬allah çokça tevbe edenleri ve temizliğe
riayet edenleri sever." buyuruyor. rabbimizin sevdiği insanlardan olmak istiyorsak, bu
konuda gayretli olmalıyız.
-fıkıh ilminde taharet denilince daha çok dış temizlik anlaşılır. çünkü bizim
gördüğümüz ve hükmedebildiğimiz, dış dünyadır. biz gördüğümğz kadarkna
hükmederiz. fıkıh, zahire göre hükmeder. iç dünya çok önemlidir ama o dünya bizim
hükmedebileceğimiz bir dünya değildir. o dünyayı rabbimiz bizden daha iyi bilir
şüphesiz. belli bir noktada haddimizi mutlaka bilmemiz gerekir. bunun dışında; bizim
söz söyleme hakkımız, amellere göredir, dışa tezahür eden şeylerle ilgilidir. rasulullah
aleyhisselam; "mescide gidip gelmeyi alışkanlık haline getirenlerin imanına şahidlik
edin." diyor. ya rab, biz böyle gördük deriz. tekrar edelim; fıkıh ilminde taharet
denince daha çok dış temizlik anlaşılır. beden temizliği, elbide temizliği, mekan
temizliği, bu anlayışın merkezinde yer alır. ancak manevi temizlik diyeceğimiz iç
temizliğin kıymeti inkar edilemez. gönüz temizliği, zihin temizliği ve berraklığı, islam'ın
ana hedeflerindendir ama bizşm buna her zaman gücümüz yetmez. şu ayeti
kerşmeler, bu temizliği haber veriyor; " / ‫ح َمن تَزَ كى‬
َِ َ‫ قَ ِْد أَفْل‬gönül temizliğine eren insan, felah
‫ه‬
bulmuştur. "/ِ‫صلى‬
َِ ‫ َوذَك‬rabbinin adını anıp namaz kılan insan kurtuluşa ermiştir. " ‫ل‬
َِ ‫قَا‬
َ َ‫َر اس َِْم َربِّهِ۪ ف‬
/َِ‫للا مِّنَِ الْ ُمتق۪ ين‬
ُِ‫ل ه‬
ُِ ‫ اِّن َما َيتَقَب‬allah, ibadeti takva ehli olandan kabul eder.
-ilim ehli, fıkıhta yer alan tahareti ikiye ayırır.
1) necasetten taharet (hakiki temizlik)
2) hadesten taharet (hükmî temizlik)
-beden, elbise ve ibadet edilecek mekandaki görünür görünmez pisliklerin yok
edilmesi, hakiki temizliktir. yok etmeyi nasıl başarırsanız başarın, bu temizliktir. abdest
ve gusüldeki temizlik farklıdır, necasetin temizliği farklıdır. portakal suyuyla abdesy
alamazsınız ama portakal suyuyla bir necaseti yok etmeyi başarabiliyorsanız, bu
temizliktir. hükmî temizlik ise; cünüplük ve abdestsizlik hali gibi, hükmen pis sayılan
şeylerin taharetidir. pislik denilince de şeri şerifin pis saydığı şeyleri kast ediyoruz. her kir
sayılan şey, bu manada pis veya necis demek değildir. toz, kömür kiri, yağ kiri gibi
şeyler bu manada necis veya pis sayılmazlar.
Sular:
-temizliğin şüphesiz ana maddesi sudur. allah suya verdiği bu hassayı hiçbir maddeye
vermemiş. dünya kadar deterjan kullansan da temizliğin efendisi sudur.
-fıkıh ilminde de başka alanlarda da sular, birkaç açıdan bakarak değerlendirilmiş ve
adlandırılmıştır. bınların fıkıhta yerine göre öenmi vardır.
a) tabii özelliğe sahip olup olmama açısından sular: ikiye ayrılırlar.
1) mutlak sular; su deyince aklımıza vişne suyu gelmez. o şeffaf ve normal yapısıyla
olan su gelir. yaratılış halini koruyan, içerisine mahiyetini değiştirecek başka maddeler
karışmamış sulardır. mutlak suyun üç vasfı ve iki tabiatı vardır. vasıfları; rengi, kokusu
ve tadı. tabiatı; inceliği ve akıcılık kabiliyeti. ikisi birbirini tamamlar. civa da akar ama
çok yoğundur.
2) mukayyed sular: tabii özellikte olmayan sulara denir. sonradan katılan maddeyle
de tabii özellikte olmamasıyla da böyle olabilir. mesela üzümün suyu tabii değildir
ama sonradan içerisine bir şey katılmamıştor. mesela gül suyu, portakal suyu,
domates suyu vs. vs.
b) kaynakları açısından mutlak sular:
1) yağmur suyu
2) kar ve dolu suyu
3) pınar, çeşme suyu
4) dere, nehir suyu
5) kuyu suyu
6) göl suyu
7) deniz suyu
c) akıp akmama açısında sular:
1) durgun (akmayan) sular
2) akan sular
d) demiz ve temizleyici olup olmama açısında sular:
-burada durduk devam edeceğiz.
27. Ders -Hakiki Necaset ve Temizlenme Yolları-
-temiz ve temizleyici olup olmama açısından sular: sular bu açıdan bakıldığında beş
kısıma ayrılır; (bir de daha önceden vurguladık; suyun temiz sayılıp sayılmaması,
abdest ve gusle uygun olup olmaması açısındandır. içmek ve necaset temizlemek
ayrıdır.)
1) temiz ve temizleyici olan sular: vasfı bozulmamış bütün tabii sular, bu
çerçevededir. ayrıca eti yeen inek, koyun, kuş gibi hayvanların içtiği sulardan geri
kalanlar da bu sulardan sayılır. insanın içtiği su da böyledir, müslüman olmasa da.
müslüman olmayan insanlar hakkında küçük de olsa bir tartışma yaşanmıştır. ayeti
kerimede /ِ‫ اِّن َما الْ ُم ْش ِّركُونَِ نَ َجس‬müşrikler necistirler. /ِ‫عا ِّم ِّه ِْم ٰهذَا‬
َِ ‫َال يَقْ َربُوا الْ َمس ِّْج َِد الْ َح َر‬
َِ ‫ ف‬bu yıldan
َ ‫ام بَعْ َِد‬
sonra mescidi'l haram'a yaklaşmauacaklardır." hasan basrî tabiinin en güzide
alimlerdir. zaman zaman dikkat ve rtitizlik duygusu ağır basıyor. bu yüzden de
gayrımüslimlerin dokunduğu suların temiz olmadığı, hatta "birisi r kafirle musafaha
yaparsa abdest alsın." demiştir. haklı olma payı var ise de biz, beşer olmaları
sebebiyle temiz sayıyoruz. ibni abbas radıyallahu anh ve hasan basrî; ömer
radıyallahu anh'ın kardeşi fâtıma validemiz radıyallahu anh'ın yaptığı uygulamayı
delil gösteriyorlar. bilgi dağarcığımızın bir kenarında dursun.
2) yemiz ve temizleyici ancak kullanılması mekruh olan sular: abdest alırsanız
abdestiniz caiz, guslünüz caiz ama daha temiz su varken onu kullanmak mekruh.
mesela kedi gibi evcil hayvanların, yırtıcı kuşlardan; çaylak, atmaca, doğan, kartal
gibi kuşların içtiğinden kalan böyledir. bu kuşların içtiği sular, mekruh sulardır. esasen
necis olması gerekir. çünkü onlar gibi avlanan diğer yırtıcı hayvanlarınki necis kabul
edilirler. ama onların gaga yapısı kemik dokulu olduğu için, ağız salyalarının suya
fazla karışmamaları sebebiyle, bir de su birikintileri ve kuyuları bu hayvanlardan
kurtaramazsınız, allah böyle bir kolaylık nasib ediyor. şeri şerifteki hüküm budur.
demek ki bu tür hayvanların içtiği sulardan arta kalan sular mekruhtur.
3) temiz fakat temizleyici olmayan sular: kendi temiz sayılıyor ama abdestte, gusülde
kullanılması doğru değildir. en büyük örneği; müstağmel yani kullanılmış sulardır. daha
önce abdest alınmış ve gusledilmiş bir su ile, kendisi temiz olsa da tekrardan
gusledilmez, abdest alınmaz. içerisinde necaset taşımayan ama hadesin izale
edildiği suya, müstağmel su diyoruz. yeniden hades izalesinde kullanılamazlar. ebu
hanife rahnetullahi aleyh'ten gelen ve bu suların temiz olmadığını vurgulayan bir
rivayet vardır. ama cumhura göre ve ebu hanife'den gelen diğer kanaate göre,
hanefi mezhebinde kullanılan kanaate göre; bu sular temizdir. islam kolaylık dini diye
hükümleri gevşetmek de islam'a, şeri şerifin razı olmayacağı şekilde meşakkat
yüklemek de doğru değildir. şüpheden uzak durmak için meşakkat yolunu sçeen
insan takdir edilir ama bunu genele yayıp, 'herkes böyle davransın.' dediğiniz zaman
bu doğru değildir. az evvelki hasan basrî merhum'un söyeldiğini genele yayarsanız,
meşakkate sebep olursunuz. diğer alimlerin sözlerini, ittifaklarını tatbik etmezseniz
sıkıntı getirirsiniz. abdestle ilgili rasulullah aleyhisselam; "ben ümmetimi abdest
âzalarından tanıyacağım." diyor. abdest azaları o gün parıldayacak. abdest azalarını
arttırma imkanınız varsa arttırın' diyor. yani dirsekten yukarıya doğru da imkanınız
varsa yıkayabilirsiniz diğer. şimdi bunu alıp 'herkes omzuna kadar yıkayacak' diye
dayatırsak yazık ederiz.
4) hem temiz olmayan hem de temizleyici sayılmayan sular: yani içine necaset
karışan sular. köpek, kurt, domuz ve diğer yırtıcı kara hayvanlarının artığı olan sular
böyledir. abdest alınmaz, gusledilmez.
5) şüpheli sular: aşek ve katırın içtiği sulardan arta kalan sular, şüpheli sulardır. çümkü
eşek, eti yenmeyen bir hyvandır. öte yandan da otla beslenmesi açısından koyuna,
keçiye, sığıra vs. benziyor. bizim normalde eşek diye bildiğimiz hayvan, el hımaru'l
ehlîdir. rasulullah aleyhisselam taif fethi arkasından, eşeklerin etlerinin yenilmesini
haram kıldı. o hadiste rasulullah aleyhisselam, eşek eti haramdır demiyor. el hımaru'l
ehlînin eti haramdır diyor. günümüzdeki tercümesi yanlıştır. neden rasulıllah
aleyhisselam el hımaru'l ehlî diyor? zebradan ayırmak için. çünkü arapçada vahşi
eşek diye adlandırılan, zebradır. el hımaru'l vahşî, zebranın adıdır. tercümeleri
düzeltilmelidir. eşek otçul bir hayvan ama rasulullah aleyhisselam da etinin
yenmeyeceğini bildiriyor, bu yüzden ondan arta kalan sular şüphelidir. dolayısıyla
temiz su olmadığında bu sularla abdest alınır, arkasından teyemmüm edilir.
-akmayan sular büyük havuz sayıldığı sürece temiz sayılırlar. kaynaklarımızda büyük
havuzun (suyun biriktiği yer, suyu içerisinde muhafaza eden yer; havuz) tarifi şu
şekilde yapılmıştır; (yağmurdan sonra çukurda biriken sular) o derece büyük ki suyun
bi tarafını hareket ettiriyorsun, mesela bir şey düştü suya, senin hareket ettirmenin
dalgaları öbür tarafa ulaşmazsa buna büyük havuz deniliyor. bir tarafına necaset
düştüğünde, diğer ucundan abdest almak caizdir. bazı kaynaklarımız pratik olarak,
10×10 zira olanı, yaklaşık 25m² oluyor, büyük havuz kabul ediyorlar. imam şafii
rahimehullah da gulle diye bir gügüm var, iki gulleye ulaşan su; rengi, tadı, kokusu
drğişmediği sürece, bu tip necaset düşmeleriyle kirlenmez anlayışındadır.
-şer'i açıdan temiz sayılan şeyler nelerdir? bunlar şüphesiz çoktur, yeryüzünde olan
şeylerin %90'dan fazlası temizidir ama kritik olanlarını paylaşalım.
-domuzun dışında bütün hayvanların bedenlerinin dışı, üzerinde pislik olmamak
şartıyla temizdir. imam şafii rehimehullah, buna köpeği de ilave ediyor. imam malik
rahimehullah'a göre köpek hepten temizdir. köpek terlemez. vücut sıcaklığını diliyle
kontrol ediyor. ama bizim de kabul ettiğimiz, imam şafii rahimehullah'ın da söylediği;
köpeğin salyası necistir. sık sık bedenini yalayan bir hayvandır. haliyle yaladığı bedeni
de necisitir. cinin, en çok şekline girdiği hayvan köpektir. bir diğeri de yılandır.
-suda yaşayan hayvanlar ölseler bile temizdirler. soğukkanlıdırlar. kan yapıları
insandan farklıdır. bir insan çok fazla suda kalsa, kan yoğunlaşmasından ölür. ama bu
hayvanlar böyle değildir. cenabı allah, onları böyle bir fıtratta yaratmıştır.
-domuzun dışındaki hayvanların (içerisinde kan olmayan) boynuz, kemik, kıl ve tüyleri
temizdir.
-kendiliğinden ölmüş hayvanların tabaklanan derileri de temizdir. derisi yüzülebilir,
tabaklanabilir ve kullanılabilir, domuz hariç. tanaklanma; muamele edilerek,
içerisindeki su bölümünün emdirilmesi, alınması demektir.
-henüz ot yememiş süt kuzularının kursakları temizdir. peynir mayası en çok bundan
yapılır. kendiliğinden ölenleri kast ediyoruz.
-tavuğun öldükten sonra çıkarttığı yumurta temiz sayılır.
-yakınınızda suya bir necaset düştü. oradan sizin üzerinize su sıçradı. eğer üzerinizdeki
damlacıkların içerisinde necaset görülmüyorsa, temiz sayılır.
-heladan, hamamdan, ahırdan çıkan buharların oluşturdukları damlacıklar temiz
sayılır. insanın üzerine damlasa, namaza mani değildir.
-pis yerlerden esip gelen rüzgarlar -içerisinde kötü koku taşısalar da- temiz kabul
edilirler. avluya çamaşırlar asıldı. bir taraftan da kötü kokulu bir rüzgar esiyor. bu
çamaşırlar, kötü kokulu rüzgarla necis olır mu? olmaz. ancak rüzgar sayesinde
çamaşırların üzerinde sarartı meydana geliyorsa, olur. gelen rüzgar çamaşırları
sarartıyorsa, içinde necaset parçası taşıyor demektir.
Çamurlar:
-çamurlar, hayvan dışkıları sebebiyle %80-90 pistir. ama umumi belva sebebiyle şeri
şerif, bu çamurları af çerçevesine sokuyor ve pis olarak kabul etmiyor. umumi belvâ
sebebiyle, içine necaset karışmış çamurlar temiz sayılırlar.
Temiz Sayılmayan Şeyler:
1) necaseti ğalîza (ağır necasetler)
2) necaseti hafîfe (hafif necasetler)
-insanların, domuzların, eti yenmeyen hayvanların, özellikle yırtıcı hayvanların, ev
hayvanları olup eti yenen tavukların ve ördeklerin, kazların necaseti ve içkiler, akan
kan (hayvan olsun insan olsun), cerahattan yani yaradan çıkan irinler ve kanlar, ağır
necasettirler.
-hafif necaset ise, eti yenen hayvanların necasetidir. atın necasetinde ihtilaf
edilmiştir.
-ağır necasetler iki türlüdür;
a) katı necis olanlar; yaklaşık 4 grama kadar ulaşınca, namaza manidirler. eğer sıvı
iseler, el ayası (parmakları dışta bırakınca kalan bölüm) büyüklüğünü geçiyorlarsa,
namaza manidirler. meslerdeki yırtıklar birleştirilmez. ama vücuttaki, elbisedeki
necasetler birleştirilir. yani şurda şu kadar, burda bu kadar diye bütün hepsinin
birleşimi el ayasını veya 4 gramı aşmamalıdırlar.
-necaseti hafîfeye gelince; bulaştığı uzvun 1/4'üne ulaşmamalı, geçmemeli.
ualşmışsa, geçmişse namaza manidir.
28. Ders -Hükmî Taharet ve Temizlenme Yolları (Abdest, Gusül Abdesti)-
-hakiki ve hükmü pislik diye necasetleri ikiye ayırmıştık. necasete, hakiki pislik; hadese
hükmi pislik dendiğini vurgulamıştık. necasetin zıttı taharettir. pis olan şeye necis veya
neces denilir. necisin zıttı, tahirdir.
-hadesten taharet için kullanılacak asıl madde sudur. onu kullanma imkanı yoksa,
temiz topraktır.
-görülen necasetler, suyla karıştığı zaman görülebilen necasetlere denir. suyla karıştığı
zaman görülen bir necaset ise, görülmez hale getirilince temiz olmuş olur. ama
görülmeyen bir necaset ise ölçüsü değişir. elbise gibi bir şeyse, üç kere suyla
yıkayacaksınız, sonra iyice sıkacaksınız. eğer temizlik; kumaş gibi emebilen, sonra
sıkılabilen bir şeyden yapılması gerekiyorsa, görülen necaset ise görülmeyen hale
gelince temizdir; görülmeyen necasetse en az üç kere en fazla yedi kere su
emdirilerek, arkasından da sıkılarak yapılır. vesveseye sebep olmasın diye şeri şerif
yedi keredir diye tavan sınırı koyuyor. ama bazı maddeler var, kolay kokay görülmez
hale gelmiyorlar. bunlarda af vardır. mesela kan. elbisenize kan damladı, ille temizlik
maddesi kullanacaksınoz değil, hesap daima zor şartlarda olan insandan yapılır. su
bulabilirsiniz ama deterjan bulamayabilirsiniz. o zaman suyun yapabildiğine itibar
ediliyor, hüküm olarak; yıkadınız, sıktınız, su haliyle kanlı akıyor. elbiseyi sıktığınızda,
çıkan suyun rengi artık değişmiyorsa, bundan ilerisi meşakkat kabul ediliyor ve kan
lekesi kalsa bile temiz sayılıyor. dinde kolaylık vardır anlayışının temel kaidelerinden bir
tanesi.
bazı nesneler elbise gibi kolay sıkılmıyor. mesela halı ve kilim. yapılan şey şudur; selim
fıtratların yani vesveseli değil, halının artık içindeki kir temizlenmiştir kanaati
uyanıncaya kadar yıkanılıp, suyunun atılmasıyla beraber temiz olur. şer'anda temiz
sayılır.
sert cisimlerin temizliği silerek de yapılır. bundan öte bir şey daha var; mesela bıçağa
necaset dokundu. ıslak şeylerle silebiliyorsunuz, bir şey yontarak da
temizleyebiliyorsunuz, bileğe sürterek, ateşe sürterek de temizleyebiliyorsunuz. bir
nokta daha var; bıçaklara alkolle su verildiğini duyuyoruz. habbab ibni eret
radıyallahu anh için, çocukluktan yetişme bir demircidir. kılıçta marka haline gelmiştir.
varlıklı bir insandır, varlığını bölüşmesini de bilen bir insandır. eğer çeliğe su verdiğiniz o
suyu, necis bir su olarak hazırlarsanız, kılıcınız necis olur. namazda iken üzerinizde
bulunmamalıdır. dolayısıyla kılıç yeniden kızdırılmalı, yeniden temiz suya sokularak
temizlenmelidir. bunun temizliği böyle yapılır. bunlar bütünüyle islam olamayışımızdan
kaynaklanıyor. eğer islam devleti ve islam nizamı yoksa; allah'ın hükümlerini kim tatbik
edecek, helal haram çizgisi nasıl konacak, bizi alkollerden, diğer belalardan kim
kurtaracak, nasıl müslüman gibi çalışılacak, allah'ın yeryüzünde yaşansın diye
gönderdiği ilahi kanunlar nasıl yaşanacak, devletler arası hukuk, ticarette hukuk nasıl
uygulanacak, islam nasıl yaşanacak? biz, yabancı bir dünyanın içerisinde
deplasmanda yaşar gibi yaşıyoruz; canlarımızla, kanlarımızla, "allahuekber!"
nidalarıyla fethettiğimiz toprakların içerisinde garipliği yaşıyoruz. tavuklar besmeleyle
kesildi mi kesilmedi mi, gıdaların içerisinde domuz yağı, domuz kemiği, domuz eti var
mı yok mu? bütün bunları tartışmak, gıdamızdan endişe etmek zorunda mıydık? kişiler
kusurludur, yaşayamasın, yerine getiremesin, gahi nefsimize uyarız gahi doğru
yaptığımızk sanar hata ederiz. bütün bunlar olur. amahata etmek ayrı şeydir, hele de
küfür derecesindeki bir hatayı "doğru" diye savunmak apayrı bir şeydir. islam bir
bütündür. allahu telala hem dünyamızı hem de ahiretimizi güzel etsin. normalde
şöyle bir prensibimiz vardı; mü'min, mü'minin haline, sâlâha hamlederek davranır.
yani bu kardeşim de müslümandır, inşaallah böyle davranmıştır diye düşünmek.
mevla affetsin, böyle bir hayat içerisinde yaşıyoruz...
-temizlenme yollarının içerisinde şöyle bir şık daha var; bir nesne bütünüyle şekil
değişikliğine upramışsa temiz sayılır. mesela bi hayvan tuz gölü'nde kaybolmuş.
aradan uzun yıllar geçmiş, bu hayvan bir bulunmuş ki tamamen tuz. bu hayvan da
tuz da temiz sayılır. necis olan bir odun, ateşte yanarsa, külleri tamamen temizdir.
hâlâ tezekler odun olarak kullanılıyor. külü temiz sayılır. mesela şatabın içerisine tuz
katılırsa ve tamamen sirkeleşirse artık temiz sayılır. ancak buna, istihale deniyor.
istihale tam olmazsa, mahiyet bütünüyle değişmezse, bu temizlemeye yetmez. misal
fare, sütün içine düşmüş. o süt, yoğurt yapmayla, peynir olmayla, tereyağı yapmayla
vs. temiz olmaz.
-istinca ve istibra ile ilgili birkaç kelime söyleyelim. istinca, sünnettir. istinca; abdest
bozulduktan sonra geride kalan ve namaza mani olmayacak derecede az olan
necasetin temizlenmesine denir. eğer kalsa, namaza mani olmayacak. bu yüzden
temizlenmesi sünnettir. mani olacak olsa zaten temizlenmesi farz olur.
istibra; küçük abdest bozulduktan sonra, idrar yolunda kalabilecek idrar damlası ve
sızıntılarının tamamen akmasını bekleyip, dışarıya çıkan idrar yaşlığını temizlemeye
denir. hatta kaynaklarımızda, 'bir insan küçük abdestini bozar, hemen arkasından
abdest alırsa, o insanın imametinde namaz kılınmaz.'der. hükmü farzdır. dışarıya
çıktığı an abdesti bozar. bu yüzden istibra farzdır. namaz ancak isitibra
gerçekleştikten sonra kılınır.
Abdest:
-âb-ı dest demek. âb, su demek. dest, el demek. dolayısıyla el suyu demek. abdest
kelimesi dilimize daha kolay olduğu için kullanıyoruz. abdestin farziyeti, ayetle sabittir.
küçük hadesin taharetidir. " ِ‫سحُوا‬
ِِّ ِّ‫يََٓا اَيُّ َها الذ۪ ينَِ ٰا َمنَُٓوا اِّذَا قُ ْمتُ ِْم اِّلَى الص ٰلوةِِّ فَا ْغ ِّسلُوا ُوجُوهَكُ ِْم َواَيْ ِّديَكُ ِْم اِّلَى الْ َم َراف‬
َ ‫ق َوا ْم‬
ُ۫
‫ "ِۚۚ ِّب ُر ُؤ ِّسكُ ِْم َواَرْ ُجلَكُِ ِْم اِّلَى الْ َكعْبَيْن‬ayeti meallendirelim. ey iman edenler! namaza kalktığınız
zaman abdset alın. abdesti de şöyle alın; yüzlerinizi yıkayın. yüz neye denir? saç
bitme noktasına kadar olan yere denir. insanın saçı olmasa bile, oranın saç bitme
noktası olduğunun belli olduğu bir sınır var, oradan başlar. çene altı çizgisine kadar,
üstten yüz sayılır, yanlardan da kulak memesi diye tarif edilir. kulağın oradaki üçgen
de yüzden sayılır. / ‫ فَا ْغ ِّسلُوا ُوجُوهَكُ ِْم‬yüzü yıkayın diyoe. yüzü yıkadık. / ‫ق‬
ِِّ ِّ‫َواَيْ ِّديَكُ ِْم اِّلَى الْ َم َراف‬
ellerinizi (kollarınızı) dirseklerle braber yıkayın. ‫ق‬
ِِّ ‫ اِّلَى الْ َم َرا ِّف‬demek, dirseklere kadar
demek. niye dirseklerle birlikte diye tercüme ediyoruz? ‫ يد‬esasen, omuzdan başlayıp
parmak ucuna kadar olan kolun adıdır. biz boşuna "el" diye tercüme ediyoruz. her
zaman böyle değildir. mesela, 'merve'den safa'ya sa'y' diyoruz. peki sa'y yapan
insan, safa'nın üstğne çıkacak mı, merve'nin üstüne çıkacak mı? safa ve merve'nin
arasında mı sa'y yapılacak, yoksa ikisinin de üzerlerine çıkılacak mı? çıkılmayacak.
safa'nın önünden düz zemine geçildiği yerde başlarsanız ve merve'ye varır, parmak
ucunuzu tepesine dokundurursanız, sa'yınız sahihtir. duvardan duvara yürüdüm.
arasını yürüdüm. duvarların üzerlerine çıkmadım, safa merve'de olduğu gibi. 'kur'an'ı
kerim'i fatiha'dan nass'a kadar okudum.' fatiha ve nass'ı dışarıda mı bıraktım? hayır.
burada içine girdi. bunun bir ölçüsü var; eğer buna başlangıç ve bitiş noktası olarak
gösterilen, o şeyin kendi cinsindense içindendir. fatiha ve nass gibi. kendi cinsinden
değilse dışarıda. safa ve merve tepesi gibi. "fecirden gün batımına kadar oruç
tuttum." fecirden öncesi de gün batımından sonrası da dışarıda. gaye, muğayyaya
dahil midir değil midir?' diye usulde bir tartışması vardır. gaye, muğayyaya eğer
cinsinden değilse dahil değildir. cinsinden ise dahildir. arapçada dirsek sivriliğinden,
orta parmağın ucuna kadar olan yere zira'a deniyor. ölçü olarak da kullanılmış.
dolayısıyla zira'a denilen bölgeyi, dirseği de geçecek şekilde yıkıyoruz. ayette
emredilen budur. hadisi şerifte, "benim ümmetim kıyamet gününde, abdestin
eserinden dolayı yüzü parlayarak gelecektir." diyor. "kim güzelce abdest alırsa,
cesedindem hataları sıyrılır çıkar. hatta tırnaklarının altından su nasıl sıyrılıp gidiyorsa,
hatarı da bütün bedenini o şekilde terk eder." diyor rasulullah aleyhisselam. ِ‫سحُوا‬
َ ‫َوا ِْم‬
/ ‫ ِّب ُر ُ۫ ُؤ ِّسكُ ِْم‬başınızı meshedin. baş meshetmedeki miktar nedir? imama şaf rahimehullah
diyor ki; az yapılan ve çok yapılan diue meshin bi sınırı olmaz. mesh diye
adlnadırılacak bir bölüme, elinin ıslak yerini dokundurursan mesh gerçekleştirilir diyor.
ebu hanife; evet meshin bi sınırı olmaz ama rasulullah aleyhisselam'ın fiilinden sınırını
alıyoruz diyor. gelen hadisi şerifte, rasulullah aleyhisselam'ın nâsiyesini meshettiği var.
yani, başın ön üst tarafı demek. 1/4'ü ediyor. dolayısıyla ebu hanife rahimehullah,
beşın en az dörtte bieini meshetmek diyor. imam malik rahimehullah ise, başın
bütününü meshetmek kanaatindedir. özellikle erkekler için, başın bütününü
meshetmek hiç de zor değildir. aynı şeyi bayanlarniçin söylemek pek mümkün
değildir. hanımlar dışarıdayken meşakkat var. ama prensininiz şu olsun; meşakkat
olmadığı takdirde, gevşekliğe kapı açmak yerine hepsini yapayım, diye iç huzur
duyurucu yapmak daha doğrudur. geriye ayakları yıkamak kaldı. /‫ْن‬
ِِّ ‫ َواَرْ ُجلَكُ ِْم اِّلَى الْ َكعْبَي‬bilek
kemiklerinizle birlikte ayaklarınızı da, diyor. bilek kemiklerimizi de yıkayacak mıyız,
mesh mi edeceğiz. şiiler burdan hareketle, 'atıf, yakına olur.' diyorlar. dolayısıyla
ayaklarınızı meshedin diyorlar. bu izah ve bu anlayış ayete terstir, ilmi ciddiyeti yoktur.
eğer, erculikum deseydi, o zaman vardı. şaz olan bir kıraatten hareket etmeye
çalışıyor. vardı ama siz değiştirdiniz gibisinden. şaz kıraatın, meşhur kıraatler karşısında
hüccet değeri yoktur. eğer mesele mes meselesi olsaydı, ile'le kağbeyn demezdi.
topuklarınızla beraber diyor. mesh için sınır gösterilmez. tıpkı dirseğin yıkanması gibi,
bilek kemikleri de dahil ayağın bütününün yıkanmasını istiyor. bir delil daha var;
rasulullah aleyhisselam'ın abdest alışı. çıplak ayağına meshettiğine dair bize asla bilgi
gelmiyor. ikincisi; "abdesti güzelce alın" vurgusunda, birinci derecede kaste edilen
daima ayaktır. rasulullah aleyhisselam, sahrada, bir sefer sırasında abdest alanlara
sesleniyor; "topuklara yazıklar olsun." diyor. burada kulkanılan, yazıklar olsunun
ötesinde bir manadır; topuklar yanabilir manasındadır. eğer mesh, ayağı kurtarıyorsa;
rasulullah aleyhisselam'ın "‫ "ويل‬kelimesi ağır bir kelimedir, bunu nasıl ayak için
kullanıyor? rasulullah aleyhisselam, topukların iyi yıkanması konusunda ümmetini ikaz
ediyor. öyle olsaydı bu ikaz çok manasız kalırdı. bir de 'rasulullah aleyhisselam böyle
abdest alırdı' diye baştan sona kadar düzenli olarak gösteren en güçlü rivayetler
osman radıyallahu anh'tan geliyor. osman radıyalkahu anh'tan gelen rivayetlere
muhalefet, şiilerin şiarındandır.
-ebu hanife rahmetullahi aleyh diyor ki; abdestin farzı dörttür. ayette söylenenlerdir.
yüzlerin yıkanması, ellerin yıkanması, başın meshi ve ayakların yıkanmasıdır. farzlar bu
kadar, diyor. diğerleri sünnettir veya menduptur, müstehaptır. imam şafi ve imam
malik rahmetullahi aleyhim cemian'ın ikisi birden, bunlara beşinci bir farz daha
ekliyorlar: niyet. abdest bir ibadettir, ibadet de niyetle olur diyorlar. sadece imam şafii
rahmetullahi aleyh, başka bir farz daha ekliyor: tertip. şafiilerde farz altı tanedir. imam
şafii, bu atıf zor bir atıftır diyor. meshi araya soktu cenabı allah, demek ki bu tertibe
çok dikkat edilmesini istiyor cenabı allah diyor. bakın bu ilmîdir. rasulullah
aleyhisselam, sahabeler abdest alırken hep bu tertiple abdest alıyorlar. herkes bu
tertibe çok riayetkâr. dolayısıyla buradaki tertip farz olsa gerektir, diyor. ayeti
kerimede ayaklar, açık ki sona bırakılmış. hikmeti için çok şey söyleriz. ayakkabı,
ayaklar en çok mikrop toplayan yerlerdir. ondan sonra yüzün yıkanması, ağza burna
su verilmesi, çok olumlu değildir. bir şey daha var; mesela 'ne kadar suyla abdest
alırım' diye ölçmeye kalktınız. yüzünüzü yıkadınız, elinizi yıkadınız, kolunuzu yıkadınız,
başınızı meshettiniz, kulağınızı, ensenizi meshettiniz. burası için harcadığınız sudan
daha fazlasını sırf ayaklarınız için harcarsınız. bu yüzden biz de tertibe riayet
edememişsek, arkasından yeniden abdest almak daha doğru olandır. suz azlığı vs.
yok ise, tertibe riayet edilmediği takdirde yeniden abdest almak doğru olandır.
imam malik rahmetullahi aleyh, niyeti şart koşmuştur dedik, iki tane daha var. onda
abdestin farzı yedi. dördü ebu hanife ile beraber, beşi imam şafii ile beraber. altıncısı;
muvalât (peş peşe olma). bizde de sünnet. bir azayı yıkıyorsunuz, arada sphbet
kaynatmıyorsunuz, başka şeylerle uğraşmıyorsunuz, boşluk vermeden öbür azayı
yıkamaya geçiyorsunuz. malikîlerde farzdır. bir şart da delkdir. ovma demek. bunu da
"yıkayın." emrinden çıkarıyor. yıkamada sürtme vardır, diyor. allah suya tutun demiyor
diyor. sağ kolunuzu musluğa tutuyorsunuz, sonra çeviriyorsunuz, sol kolunuzu da ayni
şekilde yaptığınızı düşünün. böyle yapmayın diyor. her zaman yaptığımız bir şey değil
bu. muslukta yapmıyoruz ama denizin kıyısında yapıyoruz. kolları daldır çıkar, ayakları
sok çıkar. böyle olmayacak, cenabı allah yıkayın dedi yıkayacasınız, diyor. bizde
sünnet. abdestin farzları bunlar.
gelelim sünnetlerine.
1) abdeste niyet ve besmeleyle başlamak.
2) ilk önce elleri yıkamak. çünkü öbür azalark elimizle yıkayacağız.
3) ağıza su vermek ve bunu sağ elle yapmak. (aynı zamanda diğer azaları da sağ
elle yıkamak)
4) ağıza su vermeyi ve azalark yıkmayı üçer kere yapmak.
5) ağza verilen suyla ağzı çalkalamak. mazmaza diyoruz.
6) burna su vermek ve sol elle sümkürmek. bunu da üç kere yapmak yine sünnettir.
burna su vermenin sınırı, hareket eden noktadır. yani kemik dokunun başladığı,
kıkırdak dokunun bittiği yerdir. sadece oraya kadar su verilmesi yeterlidir.
7) yüzümüzü, kollarımızı üç kere yıkamak. başın, kulakların, ensenin meshinde üç yok.
yıkamada var.
8) ayaklarımızı üçer kere yıkamak.
-boynu meshetmek sünnet diyen de olmuştur, adabındandır diyen de olmuştur.
çünkü boyunla ilgili gelen rivayet güçlü değildir. özellikle hanbeli olan ve hanbelilerle
bağı çok olan selefi kardeşlerimizin kitaplarında, boynu meshetmekten için "bir şey
değil." yani bununla ilgili güçlü delil bulamıyoruz, sünnette yeri yoktur demek. onu
uapmanın bid'at olduğuna döndürülüyor. hayır, bununla ilgili rivayet güçlü değildir
ama islam'ın yapısına uygundur. taharet, temizlik açısından olumlu bir yönü vardır. bir
hadise zayıf demek, böyle bir hadis yok demek değildir. bize gelen senedi yeterli
güçte değildir demektir. hadis islamla çelişiyorsa, uydurma olduğu anlaşılıyorsa tavır
alınır. boyuna meshetmek bu sebeple sünnet derecesinde görülmüyor ise de
adabından görülüyor. temizlikte de bir basamak ileridedir. hanefi fıkhındaki derecesi
mendubiyyettir.
-abdest dualarını öğrenirseniz çok iyi edersiniz. "suyu yahir kılan, islamı nur kılan
rabbime hamd ederek başlarım." diye başlıyorsunuz. yüzünüzü yıkarken, "ya rab, o
yüzlerin kara çıkarıldığı veya aklandığı günde, beni yüzü aklananlardan eyle."
diyorsunuz. sağ kolunuzı yıkarken, "ya rab kitabı sağ elinden verilenlerden eyle. ya
rab, sol elinden verilenlerden eyleme." diye dualar ediyorsunuz.
-özürlülerin abdesti var. sonraki derste bunları konuşacağız inşaallah.
29. Ders -Özürlülerin Abdesti ve Guslü, Mest Üzerine Mesh, Teyemmüm-
-özür; süreklilik arz eden ve abdesti bozan bedenî rahatsızlıklara özür, böyle insanlara
da özürlü denir. özürlü insanlar, her namaz vakti için abdest alırlar ebu hanife ve
imam muhammed'e göre; özürlünün abdesti, bir başka sebepten bozulmamışsa,
vaktin çıkması ile bozulur. mesela yarasından devamlı kan akıyor, idrarınu tutamıyor,
yarasından cerahat akıyor, bu vb. insanlara özürlü deniyor. bu insanın yarasından
akan kan -ceya başka özürler- abdestini bozmaz artık. özür sahibi buna deniyor.
elbisesine veya sargısına bulaşmış olması abdestini bozmaz, affedilmiştir. ama her
namaz vakti için ayrı abdest alacak. ebu hanife ve imam muhammed'e göre, başka
bir sebepten bozulmamışsa, vaktin çıkmasıyla bozulur. imam züfer'e göre -ebu
hanife'nin bilinen talebelerinden yaşça en büyük olanıdır. kıyas kabiliyeti çok
yüksektir. genç yaşlarda vefat etmiştir.- vaktin girişi ile bozulur. ebu yûsuf'a göre; hem
vaktin girişiyle bozulur, hem de vaktin çıkışıyla bozulur. şimdi vaktin girişi ve çıkışı
arasında ne fark var? öğlen namazı çıktı, ikindi namazı girdi. ikindi namazı çıktı,
akşam namazı çıktı. akşam namazı çıktı, yatsı namazı girdi. yatsı namazı çıktı, sabah
namazı girdi. sabah namazı çıktı, öyle girmiyor. işte burada fark var. ebu hanife'ye ve
imam muhammed'e göre; bir insan sabah namazı için abdest alsa, bu abdest
güneşin doğması ile bozulur. bir insan duha namazı için veya bayram namazı için
abdest alursa, öğle namazının girişiyle bozulmaz, öğle namazının çıkışıyla bozulur.
yani ikindiye kadar sürer. imam züfer'e göre; sabah namazı için abdest aldın, bu öğle
namazının girişine kadar sürer. duha için namaz aldın, öğle vaktinin girişiyle bozulur.
en rahatı ebu yusuf. girişte de bozulur, çıkışta da bozulur, diyor. bunlar hep doğruyu
bulmanın gayreti ve emeği ile ortaya çıkanlardır. dolayısıyla özürlü bir insan, abdestini
alır. namaz vakitleri içerisinde namazını kılar. ona göee davranır. özrü sebebiyle
abdesti bozulmaz. bir başka sebepten abdesti bozulur. esas alınan fetva, ebu hanife
ve imam muhamed'in görüşüdür. ancak her namaz vakti için ayrı abdest almak
hepsine göre geçerlidir.
Mest Üzerine Mesh
-rasukullah aleyhisselam, mest üzerine mesh yapmıştır. bunda büyük kolaylık da
vardır. ancak biliyorsunuz ki ayağın yıkanması farzdır. bu nevi farz olan bir meseleyi
değiştirme hakkı, hiçbir içtihadla mümkün değildir. ya cenabı allah ruhsat vererek
değiştirir ya da rasulullah aleyhisselam'ın değiştirme hakkı vardır. hiçbir imamın, hiçbir
alimin, bu nevi bir değişiklik hakkı ve salahiyyeti yoktur. rasulullah aleyhisselam, mest
üzerine meshe izin vermiştir. zaman ilerledikçe ehli sünnetin şiarından birisi haline
gelmiştir.
-meshin şartları ney? mestin kendine ait özellikleri olacak. deriden olacak veya deri
gibi dayanıklı olacak, içerisine hemen su almayacak, içerisine küçük parmaklardan
üç parmak sığacak büyüklükte bir yırtığı bulunmayacak. yani küçük delikler olabilir
ama üç küçük parmak sığacak genişlikte bir yırtık olmayacak şartlarına uygun bir
mesh, hadesin, hükmî kirliliğin ayağa sirayetini önler. mest giyen insan, ilk abdestinde
ataklarını yıkayacak ve mesti öyle giyecek. peki hades sireyetini ne kadar süre korur?
bunun belli bir süresi var. mukim için 24 saat, yolcu seferî için 3 gün 3 gece yani 72
saattir.
soru: sabah saat 06.00'da abdest aldık, ayağımızı yıkadık. mestimizi giydik. saat
09.00'da abdestimiz bozuldu. saat 12'de öğle namazı için yeniden abdest aldık. bu
mestin süresi ne zaman biter? saat 09.00'da biyer. mesti giydikten sonra üzerinden 24
saat geçme değil, ilk hadesten itibaren üzerinden 24 saat geçecek. o hadese kadar
ayağını yıkamıştın, zaten abdestliydin. işk hades gerçekleştiği andan itibaren mest
devreye giriyor. ayağını korumaya başlıyor. ayak yıkanarak alınan abdestin
bozulmasıyla mestin süresi başlar. mukim için 24 saat, misafir için 72 saat devam eder.
-çorap üzerine mesh: fakih olan insan, bütün delilleri masa üzerine yatırarak karar
verir. rasulullah aleyhisselam'ın, çorap üzerine meshettiğini bildiren bir hadisi şerif var.
hadisin direkt zahirini alırsanız, çorap diye adlandırılan her şeyin üzerine mesh olur
çıkar. ayeti kerime "bilek kemikleriyle beraber ayağı yıkayın." diyor. bütün rivayetlerde
rasulullah aleyhisselam abdest alırken ayağını yıkıyor. bir sefer sırasında çorabına
meshettiğine dair ricayet de geliyor. rasulullah akeyhisselam, âişe validemiz
radıyallahu anh'tan gelen bir rivayette, "topuklara yazıklar olsun. ateşte yanacaklar."
diyor. bunu abdurrahman'a söylüyor. onun abdesti alel acele aldığını görüyor,
topuklarında yıkanmadık yer hissediyor, âişe validemiz ağabeyi abdurrahman'ı ikaz
ediyor, "abdestini düzgün al. ayağını doğru düzgün yıka. ben rasulullah
aleyhisselam'dan böyle bir ikaz duydum." diyerek abdurrahman'ı ikaz ediyor. yine
zeyd ibni sabit radıyallahu anh, "rasulullah ile beraber mekke'den dönüyorduk. önce
gelen grup (namaz vakti daralmış, rivayetten o hissediliyor) vakit için acele
ediyorlardı ve biz geriden doğru, ayaklarında yıkanmadık yerler görüyorduk.
rasulullah aleyhisselam geriden geldi, onları ikaz etti ve "cehennemde yanabilecek
topuklara yazıklar olsun. her âzâya yıkama gakkınu vererek yıkayın." diye onları ikaz
etti." diyor. şimdi; ayeti kerime yıkayın derken, rasulullah aleyhisselam da bu derece
cehennem ateşi ile korkuturken, çorabın üzerine meshediyor. acaba bu çorap zor
çıkarılabilen, mest gibi güçlü bir özellikli miydi? eğer çorap öyle değil de kolayca
çıkabilen bir çorapsa ve onun üzerine mesh edilebiliyorsa, insanlara bu derece acı
bir ifadeyle ikaz eder miydi? bütün bunları aklımda yoğuruyorum. aklıma şu geliyor;
acaba rasulullah aleyhisselam'ın mesh ettiği çorap, özellikli bir çorap mıydı?
bakıyorum ki farklı bir çorap. öadır bezleri gibi sağlam ve dayanıklı, çıkarılması kolay
olmayan bir çorap. bu sefer şartlar geliyor; eğer çorap bu derece kalınsa ve ayağa
giyildiğinde, düz zeminde bir mil gidilebilecek kadar dayanabiliyorsa, suya dokunur
dokunmaz içine hemen almıyor ise, bu nevi çoraplar üzerine de mesh edilebilir.
hadisye çorap geçti diye tem bir delille, zahirle amel etmiyorsunuz. fıkıh işte bunun
adıdır. yoğuruyorsunuz, hesap ediyorsunuz, bunun hudutlarını çiziyorsunuz ve doğruyu
bulmaya çalışıyorsunuz. incecik, dokununca suyu hemen içerisine alan çoraplara
mesh edemiyorsunuz. sırf zahirle hüküm vermek, meselenin aslını ve inceliklerini
kavramadan dış kalıbıyla hük0m vermek doğru değildir. böyle bir fıkhı doğru
bulamıyoruz.
-sargı üzerine mesh: ilk önce yaradan başlayalım. bir yer yaralandı. eğer o yaraya
suyun dokunması, yıkamak zarar veriyorsa, sadece mesh yapılır mesh zarar veriyorsa
o dahi yapılmaz. bundaki ölçü; yaranın iyileşmesinin durması, yaranın kötüleşmesi.
yaranın iyileşmesini durduruyorsa ya da kötüleştiriyorsa, bu şeri bşr mazerettir, üzerine
mesh yapılır, o da zarar veriyorsa terk edilir. peki ben böyle bir yarayı sarsam da mesh
etsem daha doğru değil mi? yara, sarmakla korunuyorsa, sargı üzerine meshetmek
daha doğrudur. ama her yara sargıyı kabul etmez, yanık gibi. bazen de deriye su
ulaşması hiçbir zarar vermez ama siz o deriye suyu ulaştıramazsınız. mesela alçı.
bacak kırıldı. deride yırtık yok. ama siz onı alçıya almazsanız; eğri kaynar, size ızdırap
verir, herhangi bir hareketinizde büyük zarar görürsünüz, iyileşmesine engel olursunuz.
bu durumda kemiğin selameti için, dışını alçıya alırsınız. deriye su dokunmasının hiçbir
zararı yok ama alçının olmamasının zararı var. alçıya alınır ve kişi o alçının altını
yıkamak zorunda değildir. üzerinden düşer, alçıyı mesh yapar.
yaraların ve alçının meshi için, mestte olduğu gibi önceden yıkama şartı yoktur.
mestte müddet; mukim için 24, seferi için 72 saatti. bunda süre ne kadar? belli bir
süresi yok. iyileşinceye, bu sargıya ya da alçıya ihtiyaç duyulmayıncaya kadardır.
diyelim ki bir kadıncağızın adet halindeyken kolu kırıldı. şimdi alçıya alma, diyemezsin.
sonradan aldığı abdestler geçerlidir, gusüller geçerlidir, namazları geçerlidir. diş
dolgusu da kırık sarığı gibidir. bir tedavidir. dolayısıyla ona ne kadar ihtiyaç
duyuluyorsa, dolgu da kaplama da o kadar durabilir. bununla ilgili ne mezheb
değiştirmeye ihtiyaç vardır ne de başka bir şeye. dolayısıyla sargının, dolgunun belli
bir lartı yok. dini mübin, bizi bizden iyi tanıyan ve cenabı allah'ın kolaylık murad ettiği
bir dindir. kolaylık, gevşemek değildir ama sağlımızı düşünmek ve rabbimize ham
etmek dinidir.
Gusul:
-abdestle ilgili ayeti kerime hatırlarsınız ki uzundu. gusülünki kısa. " /ِ‫ِّن كُنْتُ ِْم ُجنُبِا ً فَاطه ُروا‬
ِْ ‫ َِوا‬eğer
cünüp iseniz iyice temizlenin." guslü hgerektiren halle; cünüplük, hayız, nifas. guslün
farzı da üçtür. hanefilerin üç olarak söylerler; ağzı yıkamak, burna su vermek, bütün
bedeni yıkamak. esasen guslün farzı birdir. hanefilere gmre de birdir. vücudun, dıştan
sayılan her yerini yıkamaktır. hanefiler, ağzın küçük dile kadar olan yerini vücudun
dışından sayıyorlar. imam şafii rahimehullah ile aramızdaki ihtilaf o. bize göre de
vücudun dışını yıkamak farzdır, imam şafii'ye göre de farzdır. imam şafii rahmetullahi
aleyh'e göre; bir insan, dudaklarını yumduğunda, içte kalan bölüm içtendir, dılta
kalan bölüm dıltandır diyor. bu uüzden şafiilerde ağzı yıkamak sünnettir, fatz değildir.
biz de diyoruz ki; ağız, vücudun dış organları kadar hatta birçoğundan daha fazla dış
dünyayla temas halindedir. hem teması hem varlığı hem de su ulaştırmanın zor
olmaması sebebiyle, vücudun dışından sayılır. aynı şekilde burnunda dışarıyla irtibatı
çok olan kısmı, vücudun dışından sayılır. gözle ilgili olarak da gözün, göz kapaklarının
içini, bir tek abdullah ibni ömer radıyallahu anh vücudun dışından saymıştır. bütün
abdestlerini de gözü açık olarak olarak almıştır. ömrünün sonuna doğru da âmâ
olmuştur. bu şekilde abdest alışına bağlayanlar vardır. vallahu alem. çok nezih bir
insandır, çok büyük hürmet ve sevgi toplamıştır. hatta hacac ile birlikte hac
yaparken, bütün insanların teveccühünün ona doğru olduğunu gören haccac
tarafından kıskanılmıştır. bu ksıkançlık katledilmesine kadar gitmiştir. çok büyük bir
ihtimalle, bu aziz insanın ayağına haccac'ın emriyle, bir asker mızrak düşürmüştür.
iddia ettiklerine göre o mızrak yanlışlıkla düşürülmüştür ve yanlışlıkla zehirlidir. haccac
başına gelmiştir, "sana bunu yapanın yanına bırakmayacağım." demiştir. abdullah
ibni ömer radıyallahu anh, "bunu o asker yapmadı, sen yaptın." demiştir ve hac'da
iken mekke-i mükerreme'de vefat etmiştir. o radıyallahu anh, hem abdestte hem de
gusülde gözlerini yıkardı. ilim ehli bunun doğru olmadığı ve vücudun göz kapaklarının
içten sayıldığı kanaatindedirler.
burunda sınır; burnun esnek dokusunun bitip de kıkırdak dokusunun başladığı yere
kadardır. genzin acımasına gerek yoktur. bu mübalağa içindir.
ayeti kerimede gusül ve abdest arasında farklar vardır. abdestte başınıza mesh
ediyorsunuz ama gusülde yıkamak zorundasınız. nir insanın sakalı sık olsa, abdest
alırken sakalının altını, bütün tenini yıkamak zorunda değildir. eli sakalın arasına
sokmak yani taraklamak sünnettir ama sakalın altındaki her yere su ulaştırma şartı
yoktur abdestte. gusülde vardır. vücut; bir başka insana dönülen yüz demek.
sakalıyla dönüyor, orayı da yıkar. ,ِ‫ فَاطه ُروا‬iyice temizleyin demektir. iyice su ulaştırın.
arapçada şöyle bir kaide vardır; her harf fazlalığı, kelimede mana fazlalığını gerektirir.
fetharû demiyor, fettahharû diyor. yani guslederken daha dikkatli olun demektir. yine
küpe için kulaklar delinmişse, o delikler de vücudun dışından sayılır. oralara su
ulaşmalıdır. göbek çukurlarına su ulaşmalıdır. oraya su ulaştığından emin olmanız
gerekiyor. sonradan o küpe deliği kapanmışsa tekrar vücudun içi durumuna gelir.
ojeler altlarına su geçirmezler, gusülde mahsurludurlar.
-gusül şöyle yapılır; ilk önce bedende, altına su heçmesini engelleyen bir şey varsa
izale edilir. vücutta necaset varsa onlar temizlenilir. sonra namaz abdesti gibi abdest
alınılır. bundam sonra ağıza, burna su verilir ve bedenin bütünü yıkanılır.
kaynaklarımızda, ayak tarafında su birikiyorsa, ayaklara sonradan su dökülür, ifadesi
geçer. eskiden leğen vb. çukurlu yerlerde alındığı için ikaz vardır.
eğer saç boyası, altına su geçirmeyecek bir boya ise caiz değildir. mü'min, ihtiyatlı
hareket etmelidir. boya yapanların kendiler, sentetik boyaların saç yüzeyini
kapladığını ve altına su geçirmeyeceğini söylediler. kına gibi doğal şeyleri saç emer,
öyle renk değiştirir ama sentetik boyalar saçın yüzeyini kaplar, öyle renk değiştirir. ikisş
farklıdırlar.
kadınlar, örgü konusunda torpillidirler. örgülü saç için ruhsat vardır, örgüyü çözmek
zorunda değildirler. ümmü seleme radıyallahu anh'ın rivayet ettiği ve sahih, güçlü ve
destekli bir hadiste bu rivayet edilir. ancak biz buna, genel kaidelere muhalif ruhsat
diyoruz. genel kaide, bedenin her yerinin yıkanmasıydı. örgülğ saçların iç tarafına su
ulaşmayabilir. zaten saç boyasına cevaz kapısı aralauanlar da buna kıyas ediyor.
ama ana kaidelere muhalif olan meselelere bir başka şey kıyas edilemez. mesela
unutarak yeme içme orucu bozmaz. bu, şeriatın genel prensiplerine muhalif bir
ruhsattır. aynı şeye şu kıyası yapamıyorum; tam abdest alıyordum ki su boğazıma
kaçtı ama oruç bozma niyetim yoktu. bunu kıtas edemiyorum. akşama 10 dakika
vardı, rizeliler orucunu bozdu. bunu da kıyas edemiyorum. ruhsat kime? unutan
insana. yani ne boyayı saç örgüsüne kıyas edebilirsiniz ne de bu ruhsat kadına
verilmiş bir ruhsat olduğundan erkeğe kıyas edebilirsiniz. erkeğin uzun saçı varsa ve
örgülüyse, çözüp yıkamak zorundadır. sadece kadınlara. buna hilafu'l kıyas/ ana
kaidelere muhalif ruhsatkar deniyor. mesela ayağınıza giydiğiniz meste, elinize
giydiğiniz deri eşdibeni kıyas edemezsiniz. o ruhsat ayakla ilgilidir. kurbanda koyun,
kuzu cinsi 1 yalını doldurmasa da bir yaşından küçük ama gösyerişli bir kuzu, bu
kurban olarak kesilebilir. 1.5 yaşındaki inek, 2 yaşındakinden daha gösterişli olmaz. bu
ruhsat sadece koyun cinsine verilmiştir. şeriatta bu ruhsatlar sınırlıdır ve bu sınırı asla
aşmazlar.
dövme; hadisi şerifle caiz değildir. lanetlidir. allah'ın lanetlediği bir şeydir. kimi alimlere
göre haramdır. hanefilere göre ise tahrimen mekruhtur. hanefilerin tahrimen
mekruhu, diğer mezheblerdeki haramla aynıdır. ameli açıdan haramdır. itikadî bir
boyuta taşındığı için tahrimen mekruh ifadesini kullanıyorlar. dövme, gusle mani
değildir. dövme, derinin altına mürekkebin indirilmesidir. kişinin kendi kendine işkence
etmesidir. vücudun dışını yıkamak zorundayız. o artık içinde kalıyor. kına için de yüzeyi
kaplamadığını söyleyebiliriz. kınanın kendisi de ıslanabilen bir madde olduğu için
derinin ıslanmasına mani değil. vücudunun esnekliğine ayak uyduruyor.
mesleği boyacılık olanlara ayrıca ruhsat var. rırnaklarının arasında kalan boyalar için.
mesleği bu olanlar için, 40 yılda bir ev boyayanlar için değil.
-teyemmüm zaman alacağından bir sonraki dersimize bırakıyoruz.
30. Ders -Teyemmüm, Kadınlara Mahsus Haller-
-teyemmüm; hicretten 6 yıl sonra, benî mustalik gazvesi sırasında, islam ordusu susuz
bir yerde konakladığında meşru kılınmıştır. meşruiyyeti yani islam'a uygunluğu ayetle,
rasulullah aleyhisselam'ın sünnetiyle sabittir. daha ilk anda binlerce sahabenin
uygulamalarıyla, artık tarihe mâl olmuştur.
hükmî temizliktir. hadesten taharetin yerini tutar. meşru kılan ve meşruiyyetini
َ ًِ‫ص ۪عيدا‬
vurgulayan ayetlerden birisi; "/ ُِ‫سحُوا بِّ ُوجُو ِّهكُ ِْم َواَيْد۪ يكُ ِْم ِّمنْه‬
َ ‫طيِّبِا ً فَا ْم‬
َ ‫ فَلَ ِْم ت َِّجدُوا َمَٓا ًِء فَتَيَم ُموا‬eğer su
bulamazsanız, temiz bir toprakla teyemmüm ediniz. bu toprakla yüzünüzü
meshediniz, ellerinizi de meshediniz." buyuruyor. ayet. teyemmüm; abdestin ve
guslün yerinç tutar. teyemmümüm farzı üçtür. birincisi niyet. butada hanefilerde de
niyet farzdır. çünkü toprak, su gibi aslî temizleyici değildir. ikincisi, yüzğn meshidir.
üçüncüsü, kolların dirseklerle birlikte meshidir.
hanefilere göre, namaz vakti girmeden de teyemmüm edilebilir. ancak bir insan,
namaz vakti çıkmadan su bulabileceği, su bulunan bir yere ulaşabileceği kanaatini
taşıyorsa, o zaman vakit girmeden veya su bulmadan önce teyemmüm etmesi
mekruh kabul edilir. sahrada ilerliyorsunuz. yakında bir su belirtisi yok, bşr dere, kuyu
vs. bilmiyorsunuz. dolayısıyla abdestli olayım diye teyemmüm edebiliyorsunuz,
bundan aonra vakit girse bile, o vaktin namazını bu teyemmümle kılabiliyorsunuz.
ancak diğer mezheblere gmre; vakit girmeden önce teyemmüm alınmaz. hanefilere
göre alınır ama su bulma ihtimali var ise, tehir edilmelidir. tehir edilmemesi mekruhtur.
şafiilere göre; bir teyemmümle sadece bir farz namaz kılınır. yani kaza namazı kılmak
istiyorsanız, ayrı bir teyrmmüm alarak namazınızı kılacaksınız. ama tek teyemmümle
dilediğiniz kadar nafile namaz kılabilirsiniz.
-ayti kerimede saîd kelimesi, normalde fıtrat olarak toprak demektir. ama said aynı
zamanda temiz toprağı da bunu ifade eder. buna rağmen peşinden, tayyiben
gelmiştir. temiz ve nezih toprak vurgusu gelmiştir. bu yüzden teyemmüm edecek
insanların, daha temiz ve necasetten uzak toprak araması, bu konuda titizlik
göstermeleri doğru olandır. mesela rasulullah aleyhisselam, "yeryüzü bize mescit
kılındı." diyor. bir çimene durduk, necaset örneği görünmüyor, namazımızı kılarız. aynı
konuda teyrmmüm edeceksek, daha temiz olan bir yer aramalıyız. cenabı allah
vurguladı diye.
-teyemmüm, bütün toprak cinsleriyle alınır. ancak neler toptak cinsindendir
konusunda ihtilaf vardır. mesela kireç, hanefilere göre toprak cinsindendir, şafiilere
göre değildir. kum, toprak cinsidir. taşlar, ekserî ilim ehline göre toprak cinsindendir.
kil, toprak cinsindendir. kil, ekseri ilim ehline göre toprak cinsindendir. teyemmüm için
sıkça kiremit veya tuğla kullandırılıyor. hâliyle topraktan yapılmıltır ama benim
tavsiyem; taşlardır, mermerlerin cilalanmayan alt yüzeyleridir. her şeye rağmen tuğla
ve kiremit, ateşte pişirilerek o hale getiriliyor. duvarlara teyemmüm edilmez. boyalarla
kaplıdırlar çünkü. eğer kireçle badana edilmişse, ebu hanife'ye göre olur, imam
şafii'ye göre olmaz.
-teyemmüm nasıl yapılır? suyun veya suyun kullanılma imkanı olmadığı yerde
teyemmüm caizdir. suyun başında timsah var, düşman var, suyu görüyorsun ama
kıllanamıyorsun burada. kuyunun başında durmuşsun, kovayla ip yok. suya
ulaşamıuorsun. veyahut da suyun var ama sahranın ortasındasın. bu su, içme
ihtiyacına ya yeter ya yetmez. eğer bununla abdest alırsan, canına kast manasına
gelecek kadar sonuçlara yol açabilir. bu durumlarda da teyemmüm edilir. şehirde su
bulunduğı ve düşman korkusunun olmadığı bir yerde daha teyemmüm edilebilir;
halefi olmayan namazlarda. yani bir namaz var, onu kaçırırsan yerini dolduracak
namaz yok. ne bu? cenaze namazı. iadesi de olmuyor ve sen o insanın cenazesinde
bulunmak, namazını kılmak, dua etmek istiyorsun ama gidip abdestini alsan, cenaze
namazı uzun süren bir namaz değildir, cenaze namazı kaçacak, hemen bulunduğun
yerde teyemmüm edebilirsin. gıyabî cenaze namazı, imam ebu hanife'ye göre caiz
değildir. imam şafii'ye göre cazidir. imam şafii, rasulullah aleyhisselam, necaşi'nin
gıyabî cenaze namazını kıldı diye cazidir diyor. sahabelere haber vermiş, mescidi
nebi'den sahabeleri almış, bugün mescidi ğamame'nin olduğu yere getirmiştir. orada
mescid yoktur. orası musalladır. bayram ve cenaze namazlarının kılındığı yerdir.
orada necaşi'nin gıyabi cenaze namazını kıkdırmıştır. imam şafii diyor ki; rasulullah
aleyhisselam meşru olmayan bir şeyi yapmaz. o halde bu meşrudur. gıyabi cenaze
namazı kılınabilir, diyor. ebu hanife; evet, kıldırmıştır ama dikkat edin, tek bir kişininkini
kıldırmıştır. pek çok sevdiği insan, dünaynın dört bir ucunda şehîd olduğu halde ınlara
gıyabi cenaze namazı kılmamıştır. yanında büyüyüp yetişen zeyd ibni harise,
mu'tede; cafer radıyallahu anh, abdullah ibni revaha mu'tede. yine gönderdiği
elçilerden katledilenler olmuştur. rasulullah aleyhisselam, onların hiçbirine gıyabi
cenaze namazı kılmamıştır. eğer umuma açık bir cevaz olsaydı, rasulullah
aleyhisselam onlara da kılardı. necaşi'nin durumu farklı bir durum, o küfür diyarında
ölen birisidir. bir de sanki rasulullah aleyhisselam'a mahsus bir hadiseye benziyor
diyorlar. çünkü necaşi'nin vefatını, rasulullah aleyhisselam'a hiç kimse haber
vermemiştir. bir anda, "kardeşimiz necaşi vefat etti." demiştir. ve sanki necaşi'nin
cenazesi önündeymiş gibi cenaze namazını kıldırmıştır. rasulullah aleyhisselam'a
mahsus bir hâle benziyor. husui hâl olan bu hâle, başka hallerin kıyas edilmesi doğru
değildir düşüncesindedir ebu hanife rahimehullah. zaman zaman bizde de böyle
uygulamalar olmuştur. uygulanan edeb şudur; öne, şafii bir imam geçirilir. neden? o,
bunun meşruluğuna bizden daha çok inanıyor. ona tabii olarak kılınır, dua edilir. biz
önümüze gelene gıyabî cenaze namazı kılmaya başladık. bunun artık dozu kaçıyor.
gerisin geriye dönüyoruz; halefi olmayan bayram namazında aynı şartlarda
teyemmüm caizdir.
kollarımızı sıvadık, niyet ettik. elimizi yere vurduk. ileri geri hareket ettirdik. sonra
silkeledik. bununla yüzümüzü meshettik. yeniden vurduk, ileri geri hareket ettirdik,
silkeledik, sonra; serçe parmağımızı, yüzük parmağımızı ve orta parmağımızı birleştirip,
diğer ikisini ayırıyoruz. elimizin o hâliyle, dirseğimize kadar meshediyoruz. sonra o
ayırdığımız iki parmak devreye giriyor; o iki parmakla yani baş parmak ve işaret
parmağı ile dirseğimizi kavrayarak, yukarıya doğru sıyırıyoruz. sonra aynı işlemi sol
kolumuz için yaptık. kolları meshetmek böyledir. teyemmüm bitmiştir. suyu bulunca
teyemmüm bozulur. iki km dahilinde su bulamıyorsanız ve bulunacak gibi de değilse
teyemmüm edilir, demiştik. vakit çıkmadan su bulduysanız ve önceden teyemmümle
namazınızı kıldıysanız, doğru olan; namazın tehir edilmesi ve kamil bir abdestle
kılınmasıdır. ancak hanefilere göre; bir insan su bulamayacağını zannetti,
teyemmümle namazını kıldı, sonra giderken suya rastladı. hanefiler bu durumda
namazını iade etmezler. ama imam şafii, iade etmelidir der. veyahut da namaz
kılarken bir adam yetişti ve suyu var ya da bineğiniz kaçmıştı, siz namazdeyken
suyunuzla birlikte geldi. bu durumlarda teyemmüm bozulur.
Kadınlara Mahsus Haller
-hayız, nifas ve istihaze kastedilir. özellikle hayız, fıkhın en karışık konularından birisidir
ve çok detaylıdır. günümüzde zaman zaman bu alanların mütehassısı olan
doktorlarımıza soruyoruz, bizde de net değil diyorlar. hayızın en çok günü ebu
hanife'ye göre 10, diğer mezheblere göre 15'tir. bunun gibi başka şeyler de var.
hayız; ergen ve sağlıklı bir kadının rahminden, belli aralıklarla gelen kana denir.
(sağlıklı vurgusu özellikle yapılıyor. çünkü çatlama vs. gibi sorunlarla gelen kan,
istihaze kanıdır) yapısı diğer kanlardan farklıdır. rahmin iç çeperinde bir tabaka
gelişiyor. bu tabaka, çocuğu beslemek içindir. hamilelik gerçekleşmeyince bu
tabaka çözülme yapıyor, kanla birlikte dılarıya atılıyor. hayızın sebebi budur ve bir
kadın için sağlık belirtisidir. hayız olmayan kadının çocuğu da olmaz. hayız, adet hali,
aybaşı, annelik hali diye de adlandırılır. bu nevi meselelerde kinaye, esepli ve terbiyeli
üslup son derece güzeldir. ama mesele ilim tahsiline ve fıkhî meselelere gelince,
kinayeli ifadeler kullanılması çok da doğru değildir. bazen yanıltıcı olabilir.
nifas; doğumu takip eden kana denir. rahimdeki bir damarın çatlaması veya
herhangi bir hastalık sebebiyle gelen kana, istihaze kanı deniyor. onun rengi,
diğerinden daha açıktır.
Hayızla İlgili Hükümler
1) gelişiyle ergenlik başlar. mükellefiyet de başlar. namaz, oruç, tesettür ve diğer
sorumluluklar farzdır. hayızlı kadın, namaz kılamaz, oruç tutamaz. orucunu kaza eder,
namazını kaza etmez. "hayızlı kadının ancak başörtüsüyle namazı caizdir." diyor hadis.
ilk okuyunca şaşırdım. ama hadisin demek istediği; artık adet görmeye başladı, başını
da örtecek demektir. aişe validemiz diyor ki, "üzerimde ramazan'dan oruç kalırdı.
tutamazdım tutamazdım. şaban gelirdi öyle tutardım." diyor. hatta imam şafii ve
imam ahmed, 'o yılın orucu diğer yıla kalmamalıdır.'a delil olarak bunu kullanıyorlar.
adetli bir kimse, kabeyi tavaf edemez. buna delil olarak aişe radıyallahu anh hadisi
var. bütün hac nüsükünü yaparsın ama temizlenince yıkanır, kabeyi tavaf edersin,
diyor rasulullah aleyhisselam. esma radıyallahu anh, o günlerde ebu bekir radıyallahu
anh'ın hanımıdır. zülhuleyfe'ye geldiğinde çocuk dünyaya getirmiştir. ne yapayım ya
rasulullah, diye soruyor. yıkan, niyet et, bütün hacıların yaptığını yap. mekke'ye
dönünce de bütün hac nüsükünü yapabilirsin ama kabeyi tavafı temizlendikten
sonra yap, diyor.
adetli bir kadın, eliyle kur'an tutamaz ve kur'an okuyamaz. ancak zikir ayetlerini, dua
ifade eden ayetleri, zikşr ve dua niyetiyle okuyabilir. fatiha, ayetel kürsi, felak nas,
rabbenağfirlî dualarını vs. okuyabilir. bu konuda mezhebler arasında ihtilaf yok. ihtilaf
deyince biz hep ters anlıyoruz. misal vereyim; ebu hanife'ye göre; aynı imama uymuş,
farz namaz kılan bir cemaat içerisinde, bir kadın bir erkeğin yanına durursa, yanına
duran ve arkasına duran erkeğin namazını bozar. imam şafii'de bozmaz. şimdi
cümleye şöyle başlanıyor; 'imam şafii'ye göre bir erkek bir kadının yanına durabilir,
bunda bir sakınca yoktur. hanefilerden de bi tek ebu hanife bozar demiş.' cümle
baştan sona yanlış. bütün imamlara göre saf nizamı; en önde erkekler, ortada
çocuklar, sonda da kadınlar şeklindedir. ihtilaf; bir kadın bir erkeğin yanına dursa, bu
bir hatadır ama bu hata, namazı bozacak derecede bir hata mıdır? ihtilaf bunda.
rasulullah aleyhisselam'ın da uygulaması bu saf düzeniyle olmuştur. konuyla ilgili
olarak da bütün mezhebler, adetli kadının kur'n tutmasını ve okumasını caiz
görmezler. ancak imam malik rahmetullahi aleyh'te şöyle bir ekleme vardır; adetli bir
kadının kur'an okuması hatadır, vebaldir. ancak bir insanın, okuduğu ve ezberlediği
yerleri unutması da bir başka haya ve vebaldir. üstelik bunun hatası nasslarla sabittir.
anlaşılan o ki daha büyük bir hatadır. eğer bir kadın, hayız sürecinde hafızlıktan
kopuyorsa, ezberlerini unutuyorsa, okumaya ve hafızasındakini korumaya devam
etmesi daha uygun bir davranıştır. böyle düşünmektedir. bizde de gerektiğinde bu
fetva uygulanabilir diye işaretler vardır. ezberlemeyen, gevşek davranan talebeler
"hocam ben özürlüyüm." diyor, ona sığınıyor. bayan hocalar da bunu biliyorlar, "ne
durumda olursanız olun okuyacaksınız." diyorlar. pratik hayat bazı şeyleri zorluyor.
diyanet de böyle fetvalar veriyor. bir tanesi de bu fetvanın aslı astarı nedir diye açıp
bakmıyor. doğrusunu söyleyince de hemen karşı saldırı geliştiriyorlar.
-mescide girmeleri de doğru değildir. mescidde iken hayız görürlerse, uygun bir
şekilde dışarı çıkmalıdırlar.
-bu haldeki bir kadını boşamak caiz değildir. buna bid'at talak diyoruz. rasulıllah
aleyhisselam bu halde iken boşayan sahabeyi azarlamıştır. kadının hali hem psikolojik
açıdan iyi değildir hem de iddette hak kaybı sebebiyle iyi değildir. kadının ruh hali
değişiktir. haliyle böyle bir kadını boşamak caiz değildir. bid'at talaktır. böyle bir iş
yapan kimse günahkardır. rasulullah aleyhisselam, 'derhal rucu edeceksin." demiştir.
basit bir hadise değildir.
ya üç hayızla iddet biter ya da üç tuhurla iddetini tamamlar. ebu hanife
rahimehullah'a göre üç hayız, imam şafii rahimehullah'a göre üç tuhur uani üç
temizlik dönemidir.
-hayız, guslü gerektirir.
-adetli olan annelerin çocuklarını emzirmelerinde hiçbir sakınca yoktur. adetli kadınla
aynı kapyan yemek yenilir, su içilir. bunları yapmayanlar yahudilerdir. bu davranışlar
doğru değildir. âişe validemiz radıyallahu anh, "rasulullah aleyhisselam, kucağıma
yaslanır kur'an okurdu." diyor. ben saçlarını tarardım diyor başka rivayetlerde. bunlar
hep birliği bütünlüğü gösteriyor.
-hayızın hanefilere göre en kısa süresi 3 gün, en uzun süresi 10 gündür. şafiilere ve
hanbelilere göre; en kusa süresi 1, en uzun sğresi 15 gündür. imam malik rahmetullahi
aleyh'in farklı bir bakışı vardır; ilk defa adet gören için en uzun süre 15 gündür. sonraki
kan istihaze kanıdır. daha sonraki hayızlarda hayız, kendi gününü kendi tayin eder,
diyor.
iki hayız arası tuhur yani temizlik, hanefi, şafii ve malikilere göre, en az 15 gün olabilir.
çoğunda sınır yoktur. imam ahmed ise, en azı 13 gün olabilir, diyor.
31. Ders -Namaza Giriş ve Kadınlara Mahsus Haller-
-nifas; doğumdan sonra gelen, doğumu takip eden kandır. bu devredeki hades de
hükmi kirlilik halidir. en kısa süresi yoktur. ne kadar gerçekleşmişse ona bakılır. en uzun
süresi, hanefilere ve hanbelilere göre 40 gündür. enes radıyallahu anh rivayet ediyor;
"rasulullah aleyhissrlam, lohusa bir kadın için 40 günlük süre belirlenmiştir. ancak daha
önce kank kesilip temizlenen hariç." yani daba önce de kesilebilir ama barajın sonı
40 gündür. el ve ayak gibi organları belirmiş çocuğun düşmesi iel de nifas gerçekleşir.
organları belirmeden düşmüş çocuğa, nifas hükmü uygulanmaz. ondan sonra gelen
kan, istihaze kanı kabul edilir.
ikiz doğumlarda nifas, hangi doğumla başlar? hanefi alimlerin göre ilk, şafii alimlerine
göre son doğumla başlar. nifasda da hayız hükmü uygulanır.
-istihaze; damar çatlaması veya herhangi bir hastalık sebrbiyle rahimden gelen
kandır. istihaze kanı, diğer özür kanları gibidir. hükmü de özürlü insan gibidir. sahabe
hanımlardan iki tanesi, ishaze ile meşhurdur. biri, fatıma binti ebi hubeyş. muttaki bir
kadındır. devamlı kanaması gelmeden önce düzenli adet gören bir kadındır.
rasulullah aleyhissrlam ona, "adet günlerin geldiğinde namazı bırakırsın. adet günlerin
geçtiğinde abdest alır, namazını kılmaya başlarsın." demiştir. diğeri, hamne binti
cahş. zeyneb binti cahş'ın kkz kardeşi, yani rasulullah aleyhisselam'ın baldızı. hamza
radıyallahu anh'ın yeğeni. uhud'da şehîd olan abdullah ibni cahş'ın kız kardeşi.
mus'ab ibni umeyr radıyallahu anh'ın hanımı. hatta uhud'da en büyük kaybı yaşayan
hamne radıyallahu anh'tır. hamza radıyallahu anh'ın şehadet haberi geliyor,
gözyaşları dökülüyor, "‫ن‬
ِ ‫اجعُو‬
ِّ ‫ " َِۚۚاِّنا ِّ ه‬diyor. kardeşi abdullah'ın şehadet haberi
ِّ ‫ّٰلل َواِّنَٓا اِّلَيْ ِِّه َر‬
geliyor, sabrediyor. mus'ab radıyallahu anh'ın şehadet haberi gelince, feryad ediyor.
tekrar edelim; hükmü, özürlü insanın hükmü gibidir. her vakit muhakkak abdest
almalıdır.
-hadesli iken yapılıp yapılmayacak şeyler;
namaz ve oruçla ilgili; muaze isimli bir kadın, aişe validemiz radıyallahu anh'a "neden
oruçlu bir kadın, orucu kaza eder de namazı kaza etmez?" diyor. aişe validemiz
radıyallahu anh, "sen hâruralı bir kadın mısın?" haruralılar, yerli yersiz çok soru soran bir
gruptur. hariciler buradan çıkmıştır. kadıncağız, hayır değilim ama merak ediyorum,
diyor. cevaben, "biz bunu rasulullah aleyhizselam hayatta iken yaşardık. bize orucu
kaza etmemizi emrederdi, namazı kaza etmemizi emretmezdi." diyor. rasulullah
aleyhisselam söyledi, bitti. yeni bir iddia; oradaki "gada" eda manasındandır. aişe
validemiz, hayızlıyken orucu tutun, namazı kılmayın demek istiyordu. böyle bir iddia
var. dört dörtlük kaza manasında. bir rivayette, "rasulullah zamanında adet görüyor,
sonra temizleniyorduk. bize namazı kaza etmememizi, orucu kaza etmemizi
emrediyordu." diyor. "temizleniyorduk." diyor. yani hayız bittikten sonra. bu hadisi şerif
müslim'de, 'namazı drğil, orucu kaza etmeyle ilgili bölüm'ün altında zikrediyor. bu
demek oluyor ki imama müslim rahimehullah, bunu bugunki kaza manasında anlıyor.
imam neseî, 'hayızlı olanın üzerinden orucun düştüğüne dair bölüm'de zikrediyor.
onun da konuyu böyle anladığınu gmrüyoruz.
"kadınlardan her biri oturur, ömrünün bir dilimde oruç tutmaz, namaz kılmaz."
buyuruyor rasulullah aleyhisselam.
rasulullah aleyhisselam'ın, kendisinden devamlı kan gelen fatıma ibni ebi hubeyş'e
verdiği cevapta şu var; "istihazalı kadın, hayızlı günlerinde namazını kılmaz. daha
sonra yıkanır vr namazını kılar."
ebu said el hudri'den gelen bir hadis, "bir kadın hayoz gördüğü zaman namaz kılmaz,
oruç tutmaz. böyle değil mi?" diyor. içerisinde namazın ve orucun olmayacağına
vurgu var. umde müellifi el aynî, "hayızlk olan bir kadından, orucun ve namazın
düştüğüne dair bu hadiate açık drlil vardır." diyerek devam ediyor.
aişe validemiz radıyallahu anh'tan gelen bu rivayette, kaza kelimesinin, o gün dahi,
vaktinden sonra eda manasına geldiğini, validemizin de böyle uygulama yaptığınu
anlatan bir rivayettir. "ramazan ayından ğzerimde oruç kalırdı. onu kaza edemezdim.
hatta şaban ayı gelinceye kadar." aile validemiz sık oruç tutan bir insandır. sünnet
oruçları vs tutuyor, kazaları zaten tutarım, diyor. bugün yarın derken bir bakıyor şaban
geliyor. geçmeden şaban ayında tutuyor. bu, adetli iken oruç tutmayıp sonradan
kaza ettiğinin, kaza kelimesinin vaktinden sonra eda etme manasına geldiğinin,
sahabe devrinde de bu manada kullanıldığının açık delilidir.
-kurana dokunmakla ilgili hadisler;
hakim ibni hizam radıyallahu anh rşvayet ediyor, "rasulullah brni yemen'e
gönderdiğinde şöyle buyurdu; "kur'an'a ancak temizken dokun." diyor.
amr ibni hazm hadisi var. "kur'ana ancak temiz olam dokunur." bu da genel bir ifade.
abdurrahman ibni yezid isimli bir tabi anlatıyor. "selman radıyallahu anh ile
birlikteydik. yanımızdan ayrıldı, hacet giderdi. sonra yanımıza geldi. kendisine dedim
ki, "ya ebâ abdullah, keşke abdest alsan. sana soracaklarımızın içerisinde ayetler de
var." bu çevredeki insanlar ne düşünüyor? ezbere okurken de abdestli olunmalıdır
diye düşünüyorlar. selamn radıyallahu anh, "ben ona dokunmuyorum ki." diyor. yani
dokunmak için abdest gsrekli, ezbere okunmak için değil. "ona ancak temiz olanlar
dokunur." diyor.
fatıma binti hattab'ın, ömer radıyallahu anh'ın islamiyeti sırasında ona davranışı. taha
suresi'nin ilk ayetlerini okurken, ömer radıyallahu anh'ı ayak seslerinden tanıyorlar ki
ayak seslerinden bile anlaşılırmış onun geldiği. hemen ayetleri getifen habbab ibni
eret radıyallahu anh'ı saklıyorlar. sonra ayetleri saklıyorlar. ömer radıyallahu anh'ın
öfke girişinin önüne, said ibni zeyd radıyallahu anh ki aşerei mübeşşeredendir, habab
ile aynı gün müslüman olmuşlardır. evleri, habbab radıyallahu anh'a kucak açmış bir
evdir. dolayısıyla ömer radıyallahu anh'ın önüne geçmek isitiyor ama ömer
radıyallahu anh eniştesini deviriyor. daha sonra fatıma önüne geçiyor. ona da bir
tokat atıyor. burnundan kan boşalıyor ama "ömer, elinden ne geliyorsa hepsini yap.
biz allah yoluna girdik. rasulüne iman ettik. geri adım atmayacağız." diyor. ömer
radıyallahu anh'a bu tesir ediyor. "okuduğunuz nerede?" diyor. vermem, yırtarsın,
diyor. ömer radıyallahu anh yırtmayacağına söz veriyor. onun sözünde durduğu
bilinir. fatıma radıyallahu anh, "sen temiz değilsin. ona ancak temiz olanlar dokunur.
yıkanırsan veririm." diyor. yıkanmak sinirlerini yatıştırıyor ve okuyacağı şeye karşı
hürmet duymasını sağlıyor. o duygular içerisinde ayeti okuyor ve "ne kadar güzel.."
diyor. habbab radıyallahu anh saklandığı yerden çıkıyor, "allah rasulünün, "ya rab...
iki ömer'den birine islamiyeti nasip et." diye dua ettiğini duydum. n'olur ömer bu sen
ol, sen ol..." demiştir ve beraber rasulullah aleyhisselam'ın yanına gitmişlerdir. bu
hadisede fatıma radıyallahu anh'ın, kırana temiz ve nezih insanların dokunabileceği
bilgisini bildiğini, böyle bir duyguyla hareket ederek, ömer radıyallahu anh'
guslettirdiğini biliyoruz.
-kur'an okumayla ilgili bölüm;
abdullah ibni ömer'den geliyor. "hayızlı ve cünüp olan insanlar, kur'an'dan bir şey
okumayazlar." diyor. bu hadis ezbere de olsa okunamayacağını gösterir. selman
radıyallahu anh olayında ise ezbere okunabileceğini görüyoruz.
aişe validemçz medine'den çıkarken zülhüleyfe denilen yerde, hem hacca hem de
umreye niyet ederek ihrama girmiştim. mekke'ye yaklaşıl 25 km mesafedeki seraf
denilen vadide hayız oluyor. ne yapacağım diye soruyor. rasulullah aleyhisselam da
bütün hacıların yaptıklarını yapabileceğini ama tavaf edemeyeceğini, ancak
temizlenince tavaf edebileceğini söylüyor. hatta aişe validemiz haccını birdikten
sonra ağlamıştır. allah herkese hem umre hem de hac nasib etti, bana bir tek hac
nasib etti, diye ağlıyor. ve rasulullah aleyhisselam onu, kardeşi abdurrahman ile
birlikte ten'im'e göndermiş ve oradan gelerek umre yapmıştır.
veda haccında esma bin umeys radıyallahu anh, zühuleyfede doğum yapmıştır.
rasulullah aleyhissrlam ona; yıkanmasını, hacca için ihrama girmesini, insanların hacc
için yaptığı her şeyi yapmasını ancak tavaf edemeyeceğini söylemiştir. temizlenince
tavaf edecektir.
abdullah ibni abbas radıyallahu anh, efendimiz aleyhisselam'ın, hayızlı ve nifaslı
kadınlar mikada geldiklerinde yıkanıp ihrama girerler. beytullah'ı tavaf haricinde
bütün hacc nüsükünü yerine getirirler dediğini nakleder.
abdullah ibni ömer radıyallahu anh da sorulna bir soruya, "onlar beytullah'ı tevaf
edemezler, sa'yyapamazlar." diyor. sa'y yapamazlar demesi, tavafa bağlı olduğu
içindir. sahih bir isnadla imama malik rahimehullah'ın muvatta'sında yer alır.
-"hayızlı kadın için de cünüplü için de mescide girmek doğru değildir." mescidde iken
olurza uygun bir şekilde dışarı çıkılır.
Namaz:
-namaz farsça bir kelimedir. arapçadaki salât kelimesidir. dua etmek, yakarmak,
rahmet etmek manasındadır. niyet ve tekbirler başlayıp selamla biten ibadetin
adıdır. namaz, dinin direği. mü'minin miracı. imanın dış dünyaya akseden en güzel
meyvelerinden biridir. birçok yerde imanın arkasındam ya salih amel zikredilir ya da
namaz zikredilir. namaz, salih amellerin en güzelidir. " ‫ب َويُق۪ ي ُمونَِ الص ٰلوِةَ َو ِّمما‬
ِِّ ْ‫اَلذ۪ ينَِ يُؤْ ِّمنُونَِ ِّبالْغَي‬
ْ
.َِ‫ " َرزَ قنَاهُ ِْم يُنْ ِّفقُون‬gayba iman edenler diyor. gaybdan kasıt, hislerin algılayamadığı her
şeydir. iman eseslarının çoğu gaiptir. böylece insanın algılayamadığı şeylerin de
varlığına ve onlara imanın gereğine de vurgu yapılmış oluyor. arkasından "namazı
hakkıyla ikâme ederler." diyor. "onlara bahşettiğimiz rızıklardan infak ederler." yani
zekat verirler. iman var, namaz ibadeti var, arkasından mali ibadet var. islam'ın
şartları burada vardır. "‫عَٓاء‬
ِْ ‫يم الص ٰلوةِِّ َوم‬
َِ ۪‫ب ا ْجعَلْن۪ ي ُمق‬
ِِّ ‫ " َر‬ya rab, beni namazı
َ ُ‫ِّن ذُ ِّريت۪ يِ َربـنَا َوتَقَبلِْ د‬
hakkıyla ikame edenlerden eyle, neslimi de. rabbimiz, duamı kabul et." diyor. daha
önce, ibrahim aleyhisselam'ın dualarında zeka vardır demiştim. namazı kılsınlar
demek, hem hayatlarını sürdürsünler demek, çünkü ibrahim aleyhisselam'ın nesli hiç
meyve vs. olmayan bir yerde kalmışlardı hem de gönüllerinde iman taşısınlar, mü'min
olarak hayata devam etsinler demektir. bir nesil için zikredilenler arasında namazın
ayrıca zikredilmesi dikkat çekici olmalıdır. lokman aleyhisselam, yavrusuna dua
ُ ْ ‫ع ْز ِِّم‬
ediyor. "/‫ور‬
ِِّ ‫ال ُم‬
ِْ ‫صابَكَِ اِّنِ ٰذلِّكَِ م‬
ِِّ ‫ن الْ ُمنْك‬
ِِّ ‫ع‬
ْ ‫َر َوا‬
َ ‫ِّن‬
َ ِْ‫ص ِّبر‬
َ َِ‫َيا بُنَيِ اَق ِِِّّم الص ٰلوِةَ َوأْ ُمرِْ ِّبالْ َم ْع ُروفِِّ َوانْه‬
َ َ‫ع ٰلى َمَٓا ا‬
Yavrucuğum, namazını ikame et, iyi olanı emret, kötü olana karşı koy, başına gelene
sabret. İşte bunlar, kararlılık gerektiren işlerdendir." iyi olanı emret demek, yeryüzünde
iyiliğin hakim olmask için mücadele et demektir. bunu gerçekleştirçnceye kadar
uğraş demektir. bundan sonra, kötülükleri yeryüzünden silmek ve sindirmek için de
müxadele et kısmı geliyor. namazı kıl demek, ilk önce bi kendin adam ol demek.
inandığın davayı kendin bi yaşa. rabbine kulkuk et. kendin sağlam olduktan sonra
başkasını doğrultmaya çalış. ikinci ibretli bölüm, /َِ‫صابَك‬
ْ ‫ َوا‬sana isabet
َ ِْ‫صبِّر‬
َ َ‫ع ٰلى َمَٓا ا‬
edeveğe sabrefmeye hazır ol. sen yeryüzünde hakkı hakim kılmaya, şerri silmeye
çalışınca, ibli boş durmayacaktır, uşakları da durmayacaktır. şimdiden kendini buna
hazırla demektir. bu hep böyle olmuştur. bu yüzden sonrasında, ‫ع ْز ِِّم ْالُ ُمور‬
ِْ ‫ِۚۚاِّنِ ٰذلِّكَِ ِّم‬
َ ‫ن‬
diyor. yani bunlar, uğrunda fedakarlık yapmaya değer şeylerdir. " ‫ص َالت۪ ي َونُس ُ۪كي‬
َ ِ‫قُلِْ اِّن‬
ْ
َ
/َِ‫ب العَال ۪مين‬
ِِّ ‫ّٰلل َر‬
ِّ ‫اي َو َم َمات۪ ي ِّ ه‬
َِ َ‫ َو َم ْحي‬benim namazım da bütün ibadetlerim de hayatım da ölümüm
de alemlerin rabbi olan allah içindir." " ِِّ‫شاء‬
ََٓ ‫ن الْفَ ْح‬
ِِّ ‫ع‬
ِِّ ‫ي اِّلَيْكَِ مِّنَِ الْ ِّكتَا‬
َِ ِّ‫ل َمَٓا اُ ُ۫وح‬
ُِ ْ‫اُت‬
َ ‫ب َوِاَق ِِِّّم الص ٰلوِةَ اِّنِ الص ٰلوِةَ تَنْهٰ ى‬
ْ
/َِ‫صنَعُون‬
ُِ‫للا اَ ْكبَ ُِر َو ه‬
ِّ ‫َر َولَ ِّذ ْك ُِر ه‬
ِِّ ‫ َوال ُمنْك‬sana kiyapta vahyedileni oku. namazı ikâme et.
ْ َ‫للا يَعْلَ ُِم َما ت‬
şüphesiz ki namaz, insanı fuhşiyattan ve kötülüklerden alıkoy. allah zikri yücedir. allah
bütün yaptıklarınızı bilir " hadisi şerifte, "beş bakit namaz şuna benzer; sizden birisinin
kapısının önünde akan berrak ve bol sulu bir nehre benzer. o nehirde her gün beş
kere yıkanılır" buyuruyor rasulullah aleyhisselam. ayti kerimede "namazları koruyun
gözetin." buyuruluyor. ve orta namazını da koruyun. arapçada çoğul olmask için, en
az 3 tane olması gerekir. burada çoğul ifade var. demem ki 3 vakit namaz oradan
geliyor. sonra bir de orta namazı diye ekleme var. etti 4. orta namazk olduğuna göre,
namaz 4 olabilir mi? hayır. tekli sayı olması lazım. namazın en azındam beş rekat
olduğu tık diye çıkıyor.
-namazın kısımları üzerinde duracağız. her mükellifin
1) farz namazlardır. ikiye ayrılır. farzı ayn, her mükellifin kılması gereken namazlardır. 5
vakit namaz gibi, cuma namazı gibi.
farzı kifaye; bir grup müslümanın eda etmesiyle diperlerinin üzerinden düşen
namazlar. cenaze namazıdır.
2) vacip namazlar. hanefilere göre; vitir ve bayram namazı. adak (nezir) namazları.
başlanılmış ve terk edilmiş nafile namazı yeniden iade etmek vaciptir. namaza
durdunuz, kapı çaldı ve srlam verip kapıya koştunuz mesela. bunu yeniden kılmak
vaciptir. tavaf namazı vaciptir.
3) sünnet namazlar.
a) sünneti müekkede
b) sünneti gayrı müekkede (müstehap ve mendup namazlar)
-farz namazlara bağlı olan, günlük tertip içinde yer alan sünnetlere, revatip sünnetler
diyoruz.
-revatip olmayan nafile namazlar (tatavvu): bütün farz ve vacip olmayan namazların
bütününe, nafile namazlar denir. tahiyyetül mescid namazı. ikindi namazının
sünnetinden çok daha güçlüdür ama unuttuk. bununla ilgili gelen hadisi şerifler
sahihtir. ilk defa girilen mescidlerde kılınılır sanılıyor. hayır, mescide her girişte sünnettir.
camiye girdiğinizde oturmadan evvel direkt namaz kılarsanız, bu da tahiyyetül
mesciddir. farz namazı vs de olsa, mescidin hakkını vermiş olursunuz. ayrıca bir
tahiyyetül mescid kılmanız gerekmez. bu anlyış da biraz bu namazın unutulmasına
sebep oluyor. ama bir mescidin hakkı, kerahat vakti değilse, o mescidin hakkı,
oturmadan önce en az 2 rekat tahiyyetül mescidin kılınmasıdır. kuşluk (duha) namazı.
evvabin namazları. teheccüd namazı. yolculuğa çıkış yani uzun yola gideceğiz, 2
rekat namaz kılıp "ya rab seferimi hayırlı eyle" deyip yola çıkmak. ihrama giriş. ay ve
güneş tutulması sebebiyle kılınan namazlar... vs. vs.
-namaz mükellefiyeti dedik ve durduk.
32. Ders -Namaz Mükellefiyeti ve Namazın Farzları-
-namaz mükellefiyetinin şartları:
1) islam
2) buluğ (baliğ) yani ergenlik
3) akıl
-namazın kabul olması için, ibadetten sayılması için, kişinin borcunu üzerinden
düşürmesi için, bu şartların olması lazım.
mümeyyiz çocukların ibadetleri nedir? mümeyyiz çocuk; aklî dengesi yerinde, iyiyi
kötüden ayırma gücüne sahip ama aklı yeterli olgunluğa ulaşmamış yani ergenlik
çağına girmemiş çocuktur. genelde 7 yaşından başlatırlar, ergenliğe kadar devam
eder. ama temyizin ön yaşı yoktur. çünkü bazı çocuklar 5 yaşındadır ama cin gibidir.
her şeye akılları erer. ama 7 yaşından başlatmakta kolaylık vardır. rasulullah
aleyhisselam, "7 yaşına gelince çocuğa namazı emredin." 10 yaşına gelince biraz
daha iş dayatmaya dönecek. 7 yaşından 10 yaşına kadar, biraz daha yumuşak bir
devre geçecek. 10 yaşından sonra hâlâ namaza başlamadıysa, sıkıştırma devresi
başlayacak demektir. ergenlik çağına girince de mesuliyet devresi gelmiştir. hadisi
şerifte 7 yaşın geçmesi, temyiz yaşı için örnek kabul ediliyor ama bu da bağlayıcı
değildir. çünkü namaza başlamasını sağlamak başka şeydir, temyiz için sınır çizmek
başka şeydir. peki bu yaştaki çocuğun ibadeti ne olur? ibadetinden ecir kazanır.
temyiz çağındaki çocuğun ibadeti geçerlidir. ancak mesul değildir. annesi babası da
bu ibadete zemin hazırladıkları için, çocuklarına bu şuuru aşıladıkları için, ecir
kazanırlar. rasulullah akeyhisselam hac sırasındayken, bir kadın rasulıllah
akeyhisselam'a hürmet edildiğini görüyor ve kim diye soruyor. onlar da rasulullah
aleyhisselam'dır diyor. kadın da çocuğunu kucağına alıyor ve aleyhisselam'a
göstererek, "buna hacc var mıdır?" diyor. "evet, senin için de ecir vardır." diyor. anne
baba bu yolda kendine düşeni yapmak için çırpınır ama o çocuk da yapmadığı
ibadetlerden sorumlu değildir. o ibadetlerin sadece kâr tarafı çalışır. temyiz yaşındaki
çocuğun alıp satması heçerli değildir. ancak velisinin izni ve desteğiyle geçerlidir.
-namaz konusu çokça üzerinde durulan bir konudur. zeynel abidin, ebu hanife'yi
görünce, hani hep böyle dedikodu üretilir ya 'ebu hanife reyi sünnetin önüne
geçiriyor.' diye, zeynel abidin sitemle, "sen reyini nasıl dedemin sünnetinin önüne
geçirirsin." diyor. ebu hanife, "eğer dediğin gibi yapacak olsaydım, sana sorayım;
namaz mı ibadet olaeak daha öndedir yoksa oruç mu?" elbette namaz, diyor. "eğer
aklı, dedenin sünnetinin önüne geçirecek olsaydım, adetli kadınların namazlarını
kaza etmelerini, oruçlarını kaza etmemelerini söylerdim. ama rasulullah aleyhisselam
oruçlarını kaza etsibler dedi, namazlarını kaza etsibler demedi. ben, dedenin
sünnetiyle amel ediyorum." diyor. dostlukları da böyle başlamıştır. " ِِّ‫َوأْ ُمرِْ اَ ْهلَكَِ بِّالص ٰلوة‬
َ ‫ص‬
/ ِ‫علَيْ َها‬
ْ ‫ َوا‬ailene namazı emret, namaz konusunda gerçekten gerçekten
َ ِْ‫ط ِّبر‬
َ ‫ص‬
gerçekten sabırlı ol." demek. ‫طبِّ ِر‬
ْ ‫ َوا‬kelimesi, sabırda her türlğ sebatı ve çareyi
gmstermenin adıdır. sabrın en yüksek derecesi budur. namaza kaldıracaksın, geri
yatmalarla uğraçacaksın, oyuna dalıp gittiyse tatlı sözlerle almayı becereksin, gâhi
mükafat vaad edeceksin, gâhi kaşlarını çatacaksın. bu tür verilen genel
mücadelelerin adıdır o kelime. bunu rasulullah akeyhisselam gibi hiç sertlik
kullanmadan başarabilen, baş üstünedir. ama her çocuk böyle değildir, her insan da
böyle değildir. karşına alıp, "yavrum, bu o kadar ciddi bir meseledir ki seni seviyorum
ama gerekirse canını da yakarım." ne zaman buna sıra gelir? uğraşırsın, didinirsin,
hiöbir fayda vermez. ihmaller birbirini kovalar. kötü arkadaşlar edinir vs. bu sefer
sertleşiyorsun. 10 yaşına geldikten sonra sertleime başlar ve yavru, senin neden
kızdığını, neden sertleştiğini hem bilmeli hem de iyi bir siyaset takip etmelisin. hadiseler
oturaklaştıkça buna göre tavır alacaksın. xenabı allah'ın verdiği zekayla, bu dengeyi
kurmayı başarmalı insan. gayret ettiği nispette de bunun ecrini alır. " ‫ن‬
ُِ ‫ل نَس َْٔـلُكَِ ِّر ْزقِا ً نَ ْح‬
َِ
ْ
ُ
ْ
ُ
/‫ نَرْ زُ قكَِ َوالعَاقِّبَ ِة لِّلتق ٰوى‬bi senden ne kadar rızık kazandığının hesabını sormayacağız. biz
sana rızık veririz. bilesiniz ki en (hayırlı) son, takva ehli içindir. bir başka ayeti kerimede,
" ‫للا َمَٓا اَ َم َرهُ ِْم َويَفْعَلُونَِ َما‬
َِ‫صونَِ ه‬
َِ ‫علَيْ َهاِ َم ٰلَٓئِّكَةِ غ َِّالظِ ِّشدَاد‬
ُِ ‫سكُ ِْم َواَهْل۪ يكُ ِْم نَارِاً َوقُودُهَا الن‬
ُ ْ‫ل يَع‬
َ ُ‫ارِة‬
َ ُ‫يََٓا اَيُّ َها الذ۪ ينَِ ٰا َمنُوا قَُٓوا اَنْف‬
َ ‫اس َوالْحِّ َج‬
/ َِ‫ يُؤْ َم ُرون‬Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten
koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı
gelmeyen ve kendilerine emredileni yerine getiren melekler vardır." (el tahrîm, 6) yani
feryadlarınızın, melekleri yumuşatacağını zannetmeyin, diyor...
-namaz mükellefiyeti ergenlikle başlar ve ömür boyu sürer. genellikle 10 yaşında,
murahaka dediğimiz bir devre başlar. bu devrede çocuk hem şefkat görmeli, hem
de bu devrede allah'a ibadetin kük salması gerektiği için, anne baba tarafından
ibadete ve doğrulara yönlendirilmeli ve kendisine de büyük adam gibi değer
verilmelidir. çocuğun en kritik devrelerinden biri de budur. bir de 16-17-18 yaş
devreleri, genellikle kayıp ve isyan devreleri sayılır. bu devredeki çocuklara ayrıca
dikkat ve anlayış gösterilmelidir. murahaka devresi, çocuğun bedeninin en çok
geliştiği 2. devredir. insan en hızlı büyümeyi, 0-2 yaş arasında yapar. ikinci hızlı
büyüdüğü devre, murahaka devresidir. eller, kollar, vücut hızlı büyüdüğü için sakarlık
çoğalır. bunların çoğu, çocuğun ihmalkârlığından değil, vücudu alışamadığından
kaynaklanır. bir taraftan büyük olduğunu kabullenir, öbür taraftan çocuk ruhunu
kaybetmez. ikisinin arasıbda denge kurmanız gerekir. kendisiyle ilgili karar verileceği
zaman, büyük insan gibi konuşulmasından hoşlanır. ama eve çikolata geldiği zaman
hâlâ çocuk olmak ister. anne babalar bu devredeki çocuklarını anlamalılar.
Namazın Farzları
-farz kelimesi; mutlaka yerine gertirilmesi gereken, kişinin üzerine vazife olan şeylerin
adıdır. hem şartı içerisine alır hem de rüknü içerisine alır. farzların hepsi aynı değildir.
misal; hac ve umre için ihram farzdır ama umrenin veya haccın rüknü değildir.
dolayısıyla buna şart diyoruz. ama mesela kabe'yi tavaf, hac ve umrenin rüknüdür.
ikisi de olmazsa olmaz ama biri içinde biri dışında. mesela; bu binanın olmask için,
tuğlası, betonu vs. şarttır. bu binayı oluşturuyorlar ve binanın içerisindeler. bu binanın
bu şekilde yapılması için, usta ve işçiler de lazım. onlar nerede? yok. bu binanın
duvarı değil, kirişi değil, hiçbir şeyi değil ama usta olmadan, bu duvarlara demir gelip
girmez. o usta şarttır; bu binanın demiriydi, tuğlasıydı vs. rükündür. abdest, namaz için
şarttır ama bir parçası değildir. rükû, secde bir parçasıdır. namazsız da abdest olur
ama abdestsiz namaz olur. usta olur, bina yapmaz ama her bina için ustaya ihtiyaç
vardır. namazın da böyle rükünleri var. altısı içinden altısı dışından diye dile getirilen o
dışındaki farzlara şart diyoruz. içinden olanlara da rükün.
-namazın farzlarına bakalım.
1) necasetten taharet
2) hadesten taharet
3) setri avret
4) vakit
5) istikbali kıble
6) niyet
-necaset ve taharet ile ilgili bilgi verildi. şimdi setri avreti paylaşacağız. setri avrette de
erkek ve kadınlar birbirlerinden ayrılırlar. erkeklerin namazının sahih olması için
örtülmesi gereken yerler, göbek ve dizkapağı arasıdır. ekserî ilim ehline göre diz
kapağı da bunun içine dahildir. sebepsiz ve imkan varken bir erkeğin belden üstü
açık olarak namaz kılması mekruhtur. omuzları açık olarak namaz kılması da
mekruhtur. yani atletle namaz kılması mekruhtur. rasulıllah aleyhisselam'ın, abdesr
azalarını dışarıda bırakacak şekilde, kolunu yukarı kıvırarak namaz kıldığı
görülmemiştir. buna dayanarak bazo ilim ehli, abdest azaları açık olarak namaz
kılmanın mekruh olduğu kanaatindedirler. bunu şöyle doğruktmakta fayda var; uzun
kıllu bir gömleğin veya kazağın kollarını yukarı kıvırarak, abdest azalarını dışarı
çıkaracak şekilde namaz kılmak mekruh olsa gerektir. rasulullah aleyhisselam'ın dşğer
davranışlarına da bakıyoruz. o aleyhisselam'ın, mü'minin vakarını zedeleyecek
davranışların hepsine muhaliftir. mesela birini görüyor, saçının bir tarafını kestirmiş, ikaz
ediyor. böyle yapmayın, düz alın, diyor. sadece sağ tarafını traş ettiğini görüyorsun,
gülesin geliyor. bu vakar zedeleyici işte. hatta, çocuktur sanki ne olacak, demeyin
diyor. çocuğun bile küçükten şahsiyetinin oturmasını istiyor. sahabeler koşarak
namaza geliyorlar. nereye yetilecekler? kâmet getiriliyor, namaza yetişecekler, hayra
yetişecekler. rasulullah aleyhisselam, hayır diyoe. namaza koşarak gelmeyin, diyor.
vakarla yürüryün, yetiştiğiniz yerden kılın, yetişemediğinizi tamamlayın diyor. bunları
derlediğimşzde anlıyoruz ki rasulullah aleyhisselam, kolların kıvrık olmasını vakar
zedeleyici buluyor. ama kolların kendiliğinden kısa olması ayrı meseledir.
kadınlar için; el, yüz ve ayak bileklerin aşağısı hariç her yerin kapalı olması gerekiyor.
uzun bir iç elbisesi ile namaz kılabilirsiniz ama sokağa çıkamazsınız. namaz ve
dışarıdaki tesettür farklı. kadınların, sokakta iken, ayaklarının mahrem sayılabileceği
daha güçlüdür. ekseri ilim ehli mahrem olduğu kanaatindedir. elbiselerin dar ve ince
olmaması ayrı bir konu ama bütün azalar kapalı olduğu sürece namaz sahihtir. setri
avret denince bunu anlıyoruz.
-vakit: namaz, vakitlere bağlı olarak farz kılınmıştır. delil, nisa suresi 103. ayet. " َ‫اِّنِ الص ٰلوِة‬
/ ً ‫علَى الْ ُمؤْ مِّن۪ ينَِ ِّكتَابِا ً َم ْوقُوتِا‬
َ ِْ‫ كَانَت‬namaz, mü'minlerin ğzerine vakitlere bağlı olarak farz
kılınmıştır. namazın vakitleri, cibrîl'in imametiyle öğrenilmiştir. hadisi cabir bin abdullah
radıyallahu anh rivayet eder. müttefekunu aleyh bir hadistir. cibril, rasulullah
aleyhisselam'a hem namazın ilk vakitlerinde hem de son vakitlerinde kıldırmıştır. yani
beş vakit namazı iki kere kıldırmıştır. ve rasulullah aleyhisselam'a, "ümmetinin namaz
vakitleri, bu ikisinin arasındadır." demiştir.
bu vakitlerle ilgili gelen bilgilerden sabah namazıyla başlıyoruz.
1) sabah namazının vakti; fecri sadıkın doğuşundan, güneş'in doğuşuna kadardır.
bazk kaybaklarda ikinci fecirden güneş'in doğuşuna kadar, denilir. aynı şey anlatılıyor
aslında. iki tane fecir var. birincisine ya birinci fecir diyoruz ya da fecr-i kazip diyoruz.
mevsime ve ülkeye göre değişir. ikinci fecirden yaklaşık 1 saat kadar öncedir.
doğudaki ufuktan gükyüzünün ortasına doğru uzun bir aydınlık hat ulaşır. dolayısıyla
bir aydınlanma olur. bu aydınlanma, etraftaki varlıkları ayırt edecek kadar ciddidir.
öyle olunca insan hakikaten kanıyor. bakıyorsunuz o, yeniden kararıyor ve
gökyüzünün ortasına ulaşan o aydınlık da kayboluyor. yeniden ortalığa karanlık
çöküyor. aradan zaman geçikten sonra, ufuktan, dağların arkasından, enine doğru
bir aydınlık beliriyor. giderek artar ve hiç eksilmez. bu aydınlığa fecr-i sadık diyoruz.
sabah namazının vakti, bu fecirden güneşin doğuşuna kadardır. güneş doğduğu
zaman sabah namazının vakti çıkar, başka bir vakit girmez. sabah namazının bu
vaktini ilim ehli ikiye ayırır; birinci bölüme, ğales vakti deniyor. ikinci devreye, isfar vakti
deniyor. imam şafii rahimehullah ve imam ahmed rahimehullah, sabah namazının
ğales vaktinde kılınmasının daha faziletli olduğu kanaatindedir. ebu hanife
rahimehullah, cemaatle kılındığı zaman, isfar vaktinde kılmanın daha faziletli olduğu
kanaatindedir. isfar vakti; karşıdaki gelen insanın şeklinin daha belirgin olduğu,
yüzünün diğer insanların yüzünden ayırt edebileceğin vakite denir. imam şafii; bir
emir geldiğinde, emri yapacak zaman dilimi de gelindiğinde, hemen onu yapmaya
koşmak en doğrusudur. bu daha faziletli olsa gerektir, diyor. ebu hanife; evet, bütün
ibadetler için prensip budur ama şari bazen istisna getiriyor. sabah namazında da
öğle namazında da bu istisna var. sabah namazındaki isitisna, "sabah namazını
cemaatle isfarda yerine getirin. bunda ecir vardır." diye bir hadisi şerif var. sabah
namazı uyku anı. kalkacaksınız, abdestinizi alacaksınız, üzerinizi giyip camiye
geleceksiniz; dolayısıyla fecir girer girmez kılmak kolay bir hadise değildir. isfar vaktine
ne kadar gecikirse, cemaat o kadar çok olur ve cemaatin çoklupı da fazileti çoğaltır.
rasulullah aleyhisselam, bu hikmete binaen böyle söylemiş olsa gerektir ki teşvik
edilmiştir. böyle düşünüyor. bunun ölçüsü ne? cemaatle namaz kılındı bitti. anlaşıldı ki
namazda hata var. güneş doğmadan, teniden sünnete uygun olarak kılınacak
kadar bir vakit kalmalı diyorlar. ona göre bitireceksin. isfar vakrindeki ölçü bu
olmalıdır. hanefilerde de bir yerde ğales vaktinde kılmak daha faziketlidir çünkü
orada rasulullah aleyhisselam'ın öyle yaptığına dair rivayet açıktır. nerede?
müzdelife'de.
2) öğle ve cuma namazının vakti: başlama vakti zeval, bitiş vaktinde ihtilaf vardır.
şimdi güneş doğdu. doğdu doğdu tam tepeye geldi. sonra batıya doğru ilerledi.
zeval; gölgenin, barı tarafından doğu tarafına düşmesine denir. (hocamız burayı
göstererek anlattığı için notlarda eksiklik olabilir. 57.30 - 58.30 arasını izlemenizi tavsiye
ederim.) öğle namazının vakti o zaman başlar. bitişinde ihtilaf var. ebu hanife ve
talebeleri arasında da ihtilaf var. güneş en tepedeyken bir gölge var. gölgenin en
kısa olduğu zaman da bu zamandır. adı, istiva gölgesi. imameyn; her şeyin gölgesi,
istiva gölgesi çıkıkdıktan sonra, kendisi kadar olunca öğlenin vakti çıkar, ikindinin vakti
girer, diyorlar. çubuğumuz 1 metre, istiva gölgesi 30 cm idi. ne zaman öğlenin vakti
çıkmış, ikindinin vakti girmiş olur? istiva gölgesine ekleyeceksiniz demektir. yani 1
metrelik çubuğun gölgesi, 130 cm olunca. telebeler böyle dedi. ebu hanife;
eşyaların, istiva gölgesi çıkıkdıktan sonra, gölgeler kendisinin uzunluğunun iki katı
olunca, öğlen çıkar ve ikindi girer diyor. yani yani 1 metrelik çubuğun gölgesi, 2.30
olunca. ikisinin arasında yarım saat fark yoktur. hatta birçok yerde ebu hanife'ye
göre ezan okunur. şu anda okunan ezanlar imameyne göre okunuyor. sabah ezanı
türkiye cumhuriyeti'ne göre, vaktinden 30-40 dakika sonra okunuyor... ihtiyatlı hareket
etmek babından, öğle namazını gölgeler iki karına çıkmadan kılmak, ikindiyi de iki
katına çıktıktan sonra kılmak iyidir.
3) ikindi namazının vakti: ihtilafa binaen, öğle namazı vaktinin çıkışıyla ikindi
namazının vakti girer, güneşin batışıyla çıkar. güneş sararınca ikindi namazı kılınmıyor
diyorlar, kılınır.
4) akşam namazının vakti: akşam namazının vakti de güneşin batışıyla girer, şafağın
kayboluşu ile biter. şafak neye denir? sabahleyin fecrin doğuluna şafak denmez.
şafak, akşam olur. ebu yusuf, imam muhammed, imam şafii ve imam ahmed'e göre;
güneşin battığı istikamette onu takip eden kızllığa denir. ufukta kızıllık kaybolunca
akşam namazının vakti bitiyor. ebu hanife'ye göre; kızllığı takip eden mavimsi
aydınlıktır. şu anda akşam namazı ebu hanife'ye göre bitip, yatsı namazı da ona
göre okunuyor. burada kızllık batmadan kılmak, ihtiyata daha uygundur. böykece
namaz, bütün imamlara göre sahih olmuş olur. bu aydınlık devre, ekvatora
yaklaştıkça daha kısa sürelidir, kutuplara ilerledikçe daha da uzar. bu yüzden birçok
kuzey ülkede yatsı namazının girişi, imameynin ve diper imamların görüşü esas
alınarak tayin edilir.
5) yatsı namazının vakti: şafağın kaybolmasıyla başlar, fecr-i sadıka kadar sürer.
-vitirin, teravihin, bayram namazlarının vaktini sonraki ders kınuşalım.
33. Ders -Namazın Farzlarından İsitkbali Kıble-
-bu ümmetin ilk kıblesi; aczimiz sebebiyle zalimin gözüne bakarak merhamet
beklediğimiz kudüs'tür. rasulullah aleyhisselam mekke'de iken, rüknü yemanî
istikametindeki evin önlerinde, oraya doğru namaz kılmayı tercih ederdi. hem sonra
helen ayetlerden hem de rasulullah'ın tavrından, her zaman kalbinde ka'be'ye
dönmek olduğunu anlıyoruz. kabe'nin güney tarafından beytül makdis'e dönerseniz,
kabe aranızda kalır. namaz kılmak için daha çok orayı tercih eder rasulullah
aleyhisselam. mekke boyunca mü'minler, beytül makdis'e dönerek namaz kılmışlardır.
medine'ye intikalden sonra, 16-17 ay kadar daha beytül makdis'e, yani kudüs'e
dönerek namaz kılmışlardır. medine'ye helince mekke güneyde kaldı. kudüz ise
kuzeydeydi. dolayısıyla rasulullah aleyhisselam, tamamen mekke'nin zıttına yani
kudüs'e dönerek namaz kılıyordu. bu haidseler yaşanırken, benî seleme yurdunda,
bugünki kıbleteyn mescidinin olduğu yer, oranın reisi bera ibni ya'mur radıyallahu anh
var. daha önce bahsi geçmişti. bu aziz insan birgün rüyasında, kabe'ye doğru
dönerek namaz kıldığını görmüştür. uyanınca bu rüyanın tesirinde kalmış ve kabe'ye
doğru namaz kılmıştır. onun imametindeki insanlar hemen rasulullah aleyhisselam'a
haber uçuruyorlar. durumu anlatıyorlar. rasulullah aleyhissekam, "bera, bizim
gönlümüz de arzu ediyor ama rabbim beytül makdis'i emrediyor. oraya doğru dön."
diyor. haber gelince bera radıyallahu anh, "lebbeyk ya rasulullah' diyor ve yönünü
mescidi aksa'ya çeviriyor. çok geçmeden vefat etmiştir. tarihe "kabe'ye doğru
dönerek ilk namaz kılan müslüman" olrak geçmiştir. daha sonra rasulullah
aleyhisselam, benî seleme'ye gelmiştir. öğle namazını benî seleme'de kıldırırken, ilk iki
rekat kılmış, üçğncü rekat için ayağa kalkmış ve vahiy inmeye başlamıştır. bakara
ْ ‫ل َو ْج َهكَِ ش‬
suresi 144. ayet: " ‫ْث َما كُنْتُ ِْم‬
ُِ ‫ام َو َحي‬
ِِّ ‫َط َِر الْ َمس ِّْج ِِّد الْ َح َر‬
ِِّ ‫ب َو ْج ِّهكَِ فِّي الس َمَٓاءِِّ فَلَن َُو ِّليَنكَِ قِّبْلَةًِ تَرْ ضٰ ي َهاِ ف ََو‬
َِ ُّ‫قَ ِْد ن َٰرى ِتَقَل‬
ْ
ْ
ْ
ُ
ُّ
َ
َ
ُ
ُ
ْ
َ
ُ
/َِ‫عما يَعْ َملون‬
ُِ‫ِّن َربِّ ِِّه ِْم َو َما ه‬
ِ ‫َاب ليَعْل ُمونَِ انهُ ال َحقُِّ م‬
َِ ‫ ف ََولوا ُوجُوهَك ِْم شَط َرهُِ َواِّنِ الذ۪ ينَِ ا ُ۫وتواِ ال ِّكت‬Biz senin, yüzünü
َ ِ‫للا بِّغَافِّل‬
göğe doğru çevirip durduğunu elbette görüyoruz. İşte şimdi kesin olarak seni
memnun olacağın kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir;
nerede olursanız olun yüzünüzü o yöne çevirin. Kuşku yok ki kendilerine kitap
verilenler onun rablerinden gelmiş bir gerçek olduğunu elbette bilirler. Allah onların
yaptıklarından habersiz değildir." yüzünü hep semaya çevirip durduğunu, yani vahiy
beklediğini görüyoruz, şimdi dönebilirsin, diyor ayeti kerime. daha namszın
içerisindeyken saflar yer değiştiriyor. rasulullah aleyhisselam'ın arkasında cemaat var.
yönünü güneye doğru çevirince arkasındaki saf da yer değiştiriyor ve bu şekilde
namazın son iki rekatı kabe'ye doğru tamamlanıyor. hicretin 2. yılında, hicretten
yaklaşık 16-17 ay sonra, kıble böylece değişmiş oluyor.
aynı hadise, benî harise mescidi'nde yaşanıyor. oraya ikindi namazında bir mü'min
varıyor. bakıyor ki oradakiler kudüs'e doğru namaz kılıyorlar. kapıdan onlara
sesleniyor; "allah rasûlü'ne ayet indi, kabe'ye dönülmesini emretti. yönünüzü kabe'ye
dönün. allah rasûlü artık kabe'ye doğru dönüyor." diye. bu cemaat, ikindi namazının
son iki rekatını kabe'ye doğru kılıyorlar. bu haber kuba mescidi'ne sabah namazında
varmıştır. kubalılar da gelen haber üzerine, birinci rekatı mescidi aksa'ya doğru, ikinci
rekatı kabe'ye doğru kılmışlardır. bize gelen bilgilerde 3 tane mescidde, aynı namaz
içerisinde iki kıbleye birden dönülmüştür. bunların içerisinde "kıbleteyn mescidi" adı,
benî seleme'ye nasib olmuştur. ayet orada nazil olduğu için. beni harise ve kuba'daki
mescid de hadis ilminde ciddi bir yeri olan hadise olarak tarihe geçmiştir. nasıl?
normalde şahitlik için en az iki kişi olması gerekir. tek kişinin şahitliği yeterli değildir.
beni harise mescidi'ne giden insan ise eğer rivayetini şahitlik olarak alacak olsak
olmamalı. çünkü bir kişi. ama hadis, bir kişiden bile gelse, dini bir hakikati haber
verdiği için, bu insanın allah'a bağlılığında, islam'ı yaşayılında bir töhmet yok ise delil
kabul edilir. şahitlikten farklı bir hadise kabul edilir. ebu bekir radıyallahu anh sıddîktır
ama tek başına şahitliği yeterli değildir. ama dini bir meselede adil olan, hafıza gücü
yeterli olan insanın rivayeti geçerlidir. erkek olsa da kadın olsa da köle olsa da hür
olsa da bağlayıcıdır ve hüküm ifade eder. dokayısıyla en canlı örneklerinden biri de
bu hadisedir. bir insan haber vermiştir, bürün mescid amel etmiştir, rasulullah
aleyhisselam hayattadır. hadiste çok ciddi yeri olan bir olaydır.
-kabe'nin içindeysek nereye döneceğiz? imam malik rahimehullah diyor ki; kabe'nin
içindeki namaz olmaz diyor. "kendini kabe'ye doğru döndür." diyor ayeti kerimede,
kabe'nin içinde olan bir insan, kabe'nin bir bölümüne yüzünü, bir bölümüne yanını, bir
bölümüne sırtını dönecek diyor. onun için hürmeten, kabe'nin dışından kabe'ye
doğru dönerek kılacak diyor. ebu hanife rahimehullah; kabe'nin içinde namaz
sahihtir. faziletlidir. mü'min dilediği tarafa dönerek namaz kılabilir çünkü o, kıbelnin
kendisinin içindedir. sadece cemaatle namaz kılacaklarsa, imam ve cemaat yüz
yüze olmamak şartıyla, namazlarını kılabilirler diyor. bu şartlara riayetle dört bir tarafa
doğru da namaz kılınabilir. imam şafii rahimehullah da bu kanaattedir.
peki kabe'nin tavanında namaz olur mu? olursa nereye dönmelidir? hanefilere göre
kabe'nin tavanındaki namaz caizdir ama hürmetsizlik ifade ettiği için mekruh kabul
edilir.
34. Ders -Namazın İçindeki Şartlar ve Kıyam-
-namazın rükünlerini sıralayacağız. ilki, iftitah tekbiridir. diğer adı, tekbiri tahrîmdir.
fıkıhtaki asıl ismi budur.
ikincisi, kıyam.
üçüncüsü, kıraat.
dördüncüsü rükû.
beşincisi, secde.
altıncısı, kâdei âhîradır. kâde, oturuş demek. âhîra, son demek. yani son otutuş
demek. birinci oturuş veya ikinci oturuş ifadesini kulkanmıyoruz çünkü sabah
namazında bir oturuş var, o farz. öğle namazında iki oturuş var, ikincisi farz. akşam
namazında iki oturuş var, ikincisi farz. onun için kâdei ahîra, son oturuş ifadesini
kullanıyoruz.
-iftitah tekbirinden başlayalım. allahu ekber, demektir. bu surada eller kalkar.
hanefilere göre erkeklerde, baş parmaklar kulak hizasına kadar kalkar. bu şekilde
iftitah tekbiri getirilir. şafiilerde ise eller, omuz hizasına kadar kaldırılarak iftitah tekbiri
getirilir. bizde bayanlarda omuz hizasına kadar el kaldırırlar. üzerinde ittifak edilen
siğgası da allahu ekber denilmesidir. böykece namaza başlanılmış olur. bu tekbiri
namazın içinden mi dışından mı diye sayanlar vardır. "namazın dışındadır. tekbir
getirildikten sonra namaza girilir." diyenler, allahu ekber demeden önce kaldırılmasını,
kaldırıldıktan sonra allahu ekber denilmesini tavsiye ediyorlar. namazın içinde
olduğunu söyleyenler de tekbir için kaldırılan eller, bağlanmak için indirilirken allahu
ekber denilmesini tavsiye ederler. namazın içindendir diyenlerin tavsiyesi daha gönül
ısıtıcıdır. ekseri ilim ehli, namazın içinden saymışlardır.
tekbirimizi getirdik. getirdiğimşz andan itibaren, namazın yasakları çerçevesine girmiş
oluruz. hacc'da ihrama girikir mesela. niyet edip telbiye getirenler bir yasaklar
çerçevesine girerler. bu çerçeve, ibadetin ruhuna uygun bir çerçevedir. yasak olsun
dite değil, ibadetle uyum göstersin ve sıradan bir yerde olunmadığı, ibadetle iç içe
olunduğu anlaşılsın, buna göre gönül hûşû kazansın, öyke hareket edilsin diyedir. nasıl
koku sürünmek, tıraş olmak vb. caiz değilse, orucun yasakları kendine uygundur,
namazın yasakları kendine uygundur. allahu ekber deyip el bağladıpınız an, artık
konuşamazsınız, gülüp oynayamazsınız, namaza uyan şeyleri yapacaksınız demektir.
bu gereklerden bir taanesi; şafiiler, hanbeliler ve hanefilerde ortak olan sünnet, elin
bağlanmasıdır. sahih hadis vardır. el bağlanırken sağ elin, sol elin üzerinde olması
gerektiğini anlatan hadisi şerif de vardır. 'sağ elini, sol elinin üzerine koydu.' diye de
hadis vardır. buna dayanarak, el bağlamak sünnetten kabul edilir. imam malik
rahimehullah, medineli'nin ameline dayanarak, el bağlamanın sünnet olmadığı
kanaatindedir. el bağlamayan bir malikiler bir de şiiler vardır. malikilerşn sebebi,
medineli'nin amelidir ama şiilerin sebebi, ehli sünnete muhalif olmaktır.
iki türlü hadis var dedim dikkat ederseniz; eli üstü üste koyma, el bağlama. son devir
kaynaklarında, iki yolu birleştireblere de işaret ediliyor. iki yolu birleştirmek, hem
bağlama hem de koymayı gerçekleştirmek demektir. iki sünnete de uyulmuş olur,
diyorlar. bu doğru. buna muhalif olan ilim ehli de var. evet, bu şekilde iki sünnet de
gerçekleşir ama rasulullah aleyhisselam'ın böyle yaptığına dair hiçbir haber yok,
diyorlar. o zaman ya kıyma şeklini ya da bağlama şeklini tercih etmek, rasulullah
aleyhissrlam'ın fiilen yaptığı bir şeyi tercih etmektir, diyorlar. bu daha mâkule benziyor.
şimdi elimizi bağladık ya da üst üste koyduk. peki bu eller vücudun neresinden
duracak? nerede bağlanacak? bununla ilgili iki hadis geliyor. gelen rivayetler çok
güçlü değiller. her ne kadar göğüse bağlamayla ilgili gelen rivayeti ibni hâcer
merhum daha güçlü görüyor ise de hocası olan ve kolay kokay da verdiği hüküm
sekmeyen, titiz ve tarafsız olan iman zeylaî, bu hadislerin ikisinin de güçlü olmadığını
söylüyor. dolayısıyla direkt hadis yerine şöyke bir delil getiriyorlar; elinizş bağladığınız
zaman, elinizi kendi hâline bırakın, nerede duruyorsa orası olsa gerektir diyorlar. o da
göbek altında duruyor. arkasından bakıyoruz ki diyorlar, namazın hûşûsuna da bu
uygun. devam ediyorlar; ali radıyallahu anh'tan gelen ve mürsel (rasulullah
aleyhisselam'dan kimin duyduğu net olmayan hadistir) olan hadiste de bunu teyid
eden bir rivayet var; el el üstünde göbek altında bağlamak sünnettendir, diye hadis
var. güçlü değildir ama bağlama var, sağ elin sol elin üstünde olacağı var.
bağlamadaki o üslubu tasdik edici ve destekleyicidir. dolayısıyla amel ediliyor. bizim
kaynaklarımızda, el elin üstünde bağlamak sünnettir ama göbekte durma,
müstehaptır veya menduptur şeklinde geliyor. bu rivayey sebebiyle. imam şafii'ye
göre ise göğüste bağlamak daha güçlüdür. şafiiler genelde göğüs üstünde
bağlarlar. hanımlar için şafiiler ve hanefiler arasında bir fark yok. selefi meyilli
kardeşlerimiz genellikle, erkeklerle fark yoktur, diyorlar. ama dört mezhebin dördünde
de kadınların ester olanı tercih etmeleri daha doğrudur. sahabelerden de bu konuya
ayrıca vurgu yapanlar vardır.
günümüzde bir insan elini bağlamıyorsa ve bunu maliki olarak yapıyorsa, bir şeyi
söylemekte fayda var. bir insan elini bağlamasa, namazı bütün imamlara gmre
sahihtir. sünnet elbette kıymetlidir ama namazkn sıhhatıne tesir etmez. göbek altı
bağlamada da göğsünde bağladı, sünneti yerine getirmiştir. belki de daha faziletli
olanı yerine getirmemiştir. dolayısıyla hoş karşılanmalıdır. ancak bir sıkıntı var; bunu
farklı görüneyim, belli bir grubu temsil edeyim, başkalarından daha bilgili olduğumu
göstereyim, birisi beni ikaz ederse şöyle şöyle diyeyim diye yapıyorsa, bu doğru bir
tavır değildir. normal tavır, mü'minlerin aktığı mecrada akmayı başarmaktır. ana
nehirden kopmamayı başarmaktır. bulanık akmalardan uzak olarak, berrak ve gürül
gürül akmayı başarmaktır. "kim mü'minlerin seçtiği yoldan başka bir yol seçerse"
anlayışıyla mücadele etmelidir her mü'min. düşünmemiz gereken çizgi şudur; ecdad
yıllarca böyle yapmış veya imam şafii, imam ebu hanife böyke demiş. acaba neden
demiş? bu işin aslında bir şey olmasa böyle demezlerdi. işin altyapısını öğreneceğiz
ve bilerek yapacağız. çevremizdeki insanları da biz evvelden böyle yapıyoruz ama
işin aslı buymuş, o yğzden öyle yapıyormuşuz, diye bilinçlendireceğiz. onlar da artık
davranışlarını şuurla yapacaklar. hayır budur, inad etmek değildir. birbirimizden
ayrılmanın değil, birbirimizle bütünleşmenin azmi, gayreti ve şevki içinde olmamız
gerekir. "kim ana cemaatten ayrılırsa, nâra (ateşe) doğru ayrılır." var. "kim mü'minlerin
seçtiği yoldan başka bir yol seçerse..." ayeti var. daha nice örnekler verilebilir.
bilmese bile, ayeti kerimeleri doğru düzgün okuyamasa bile, camiye gelen köylümüz,
büyüğümüz, küçüğümüz, bizim parçamızdır. gerekirse, "amca ben okuyayım bir dinle
de eksiğim varsa söyle." diyeceğiz. kırmadan, incitmeden, öğretmenin yolunu
bulacağız, büyüklük taslamanın değil.
-elimizi bağladık. arkasından subhaneke duasını okuyoruz. bu sünnettir. bunda bir de
"ve celle senâuk" var. ve celle senauk rivayeti zayıftır. ancak bu lafız, hem kur'an
lafzına hem de namazın genel yapısındaki elfaza uyumludur ve namaza zarar
vermeyecek yapıya sahiptir. bu yüzden ilim ehli; ve celle senauk bölümünü
söylemeyen insan ikaz edilmez, söyleyen insana da "niçin söylüyorsun?" denilmez,
diyor.
cenaze namazındaki ve celle senauk nereden geliyor, ben bilmiyorum. cenazeyle
hiçbir bağlantısı yoktur. cenaze namazında okunur da normal namazda okunmaz
diye hiçbir bilgi yoktur.
subhanekeyi okuduk. ferdi namaz kılarken, arkasından "euzu billahi min'eş şeytani'r
racîm" diyoruz. çünkü arkasından kur'an okuyacağız. "kur'an okuyacağın zaman
lanetlenmiş şeytandan allah'a sığınarak oku." diye emir var. arkasından
"bismillahirrahmanirrahîm" diyoruz. burada ihtilaf var. biz besmeleyi kıraate
başlayacağımız için mi söylüyoruz, yoksa o besmele, fatiha suresi'nin 1. ayeti, fatiha
suresi'ni okumaya mı başlıyoruz? hadisi lerif var, "besmeleyle ve hamd ile başlamayan
her iş noksandır." diye. bunun bir gereği olarak mı besmele getiriyoruz veya surelerin
başında olduğu için mi veyahut da fatiha suresi'nin ilk ayeti diye mi? şu anda
elimizdeki mushaflarda, besmeleyi 1. ayet olarak gösterir. bu, imam şafii'nin
kanaatidir. ona göre besmele, hem fatiha'nın hem de başında bulunduğu her
surenin 1. ayetidir. imam malik ve imam ahmed'e göre öyle değildir. onkara göre
imam şafii, 113 ayet daha fazla söylemektedir. kur'an'daki ayet sayısk da bazen bu
sebeple bazen de duraklar sebebiyle değişiyor. bu değişmenin sebebi budur.
kur'an'da 114 tane besmele vardır. 113 tanesi sure başında, bir tanesi de neml
suresi'nin içindedir. "/‫يم‬
ِِّ ‫ن الر ۪ح‬
ِِّ ٰ‫للا الرحْم‬
ِّ ‫ِّن سُلَيْمٰ نَِ َواِّنهُ بِّس ِِّْم ه‬
ِْ ‫ اِّنهُ م‬mektup süleyman'dan gelmekte,
rahman ve rahîm olan allah'ın adıyla başlamaktadır." şeklindedir. besmelenin,
kur'an'dan olduğuna dair ittifak var. surelerin başındaki ayet mi drğil mi ihtilaf var.
imam şafii diyor ki; kur'an cem edilirken sahabeler arasında bir karar alınmıştır. zeyd
ibni sabit radıyallahu anh, dünya kadar sahabeyle istişare etmiştir. bu alınan
kararlardan bir tanesi de kur'an'dan olmayan hiçbir şeyi kur'n'a yazmamaktır. hizb,
cüz, secde ayeti, mekki veya medeni sure vs. gibi bilgiler yoktur. bu besmelelerin
hepsi, o günden bugüne kadar kur'n'da var. o zaman bu besmeleler, o surelerin 1.
ayetiydi sahabe böyle karar verdi ve böyle hazırladı. imam şafii rahimehullah'ın delili
budur. aynı zamanda bu, hanefilerin de delilidir. hanefikere göre; başında
buludnuğu surelerin 1. ayeti değildir ama her biri müstakil ayettir. yeni bir surenin
başladığını bildiren ayettir. hanefiler bu görüşte. imam şafii'nin bir kanaati de ittifakla
fatiha suresi 7 ayettir. ebu hanife'ye göre de 7 ayettir ama besmelede değil, ‫ط‬
َِ ‫ص َرا‬
ِّ
ْ
َٓ ‫ل‬
‫الض ۪الين‬
َِ ‫علَيْ ِّه ِْم َو‬
ِِّ ‫غي ِِّْر ال َمغْضُو‬
َ ‫علَيْ ِّه ِْم‬
َ ‫ب‬
َ َِ‫ َالذ۪ ينَِ اَنْعَ ْمت‬bölümünde yani ğayril mağdu bi aleyhim'de bir
ayet vardır. bir de "kur'an'ı kerim'de 30 ayetlik bir sure var ki fazileti şudur şudur." diye
söylenilen sure, mülk suresi'dir. o surenin ayetinin 30 olduğunda ittifak vardır. rasulullah
aleyhisselam, ayetin rsayısını söylüyor. hanefiler; eğer besmeleyi de sayacak olsak, 31
ediyor, diyor. abdullah ibni mesud radıyallahu anh'tan gelen bir rivayette; "biz kevser
suresi'nde besmele bize gelinceue kadar ve surelerin arasına belli eden bilgi
gelinceye kadar, surelerin nerede başlayıp nerede bittiğini anlamakta zorluk
çekiyorduk." diyor. her surenin 1. ayeti olup olmaması ayrı bir öenm taşıyor, fatiha
suresi'nin ilk ayeti olup olmaması ayrı bir öenm taşıyor. çünkü imam şafii, imam malik,
imam ahmed'e göre de fatiha namazın rüknüdür, fatiha okumayanın namazı yoktur.
besmele, fatiha'dan bir ayet ise o ayeti okuyamanın da namazı yoktur. kur'an daha
sonraki yıllarda çoğaltılırken, fatiha'nın ilk ayetine 1. ayet denmiştir. bu nüshalar
hanefi diyarlarında da yayıldığı hâlde, hanefi alimleri bunu buradan çıkarın vs.
dememişlerdir. mezheb farklılıklarına, inceliklerşne hürmet vardır. allahu akem belki
de onlar haklıdır, denilmiştir. siyasi mülahazaların dışında, dört mezheb arasında ciddi
bir kavga, kırıklık olmamıştır. olanlar ya abartılmıştır ya da siyasi kaynaklıdır. ayrıca bir
hanefinin de fatiha okurken besmelesiz okumaması doğru olandır. ayrıca
müstehaptır.
-kıraate gelelim. kıraat, ilk önce fatiha'yı sonra da sure okumaktır. dikkat ederseniz,
kıraat dedik ama fatiha'yı kıraat demedik. yaptığımız sıralama hanefilere göredir.
şafiilere göre olsa, fatiha'yı okumak kıraat etmektir, diyecektik. çünkü fatiha onlara
göre rükündür. ‫ن لَ ِْم يَقْ َرِأْ بِّفَاتِّ َح ِِّة الْ ِّكتَاب‬
ِْ ‫صالَِةَ ِّل َم‬
َ َِ‫ ل‬sebepleri de bu hadisi şeriftir. ve hadis sahihtir.
"kitabullah'ın başlangıcı olan fatiha'yı okumayan kimsenin, namazk yoktur." bu direkt
emirdir, başka manası yoktur, diyorlar. bu, hadisin manasını direkt almaktır. ebu
hanife; dopru ama biz bu hadisi bu kadar kesin çizgi olarak anlayamıyoruz. ilk delil
"‫ن‬
ِ ‫ "ِۚۚفَاقْ َر ُ۫ ُؤا َما تَيَس َِر مِّنَِ الْقُرْ ٰا‬ayetidir. kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun, demektir. benim
kolayıma gelen fatiha olmayabilir. kokayına gelen bu değil de başka bir sure olabilir.
ebu hanife rahimehullah, bu hadis fatiha'nın ne kadar ama ne kadar öenmli
oldupunu gösteriyor kanaatindedir. böyle bir ayet oldupundam farz değildir ama
sünnete göre de ağır bir ifade vardır, demek ki bu ikisinin arasında bir basamak olan
vacip olamlıdır, diyorlar. vacibi şafiiler hep farz manasında anlarlar. ama onlar da
aynı sıkıntıyı hacc'da çekiyorlar. mina'daki taşlamaya ne diyeceksiniz? rükün
diyemiyorsunuz, taşlama olmadan da hacc olabiliyor. rasulullah akeyhisselam,
"arafat'ta vakfede bulunan, gelip farz tavafı yapanın haccı hacc'tır." diyor. bu sefer
vacip kelimesini hacc'da kullanmak zorunda kalıyorlar. demek ki fatiha'nın mutlaka
okuması, rükün olmasa da sünnetten kuvvetlidşr ve vaciptir. bir başka hadiste, "fatiha
suresi'ni okumayan kimsenin namazı, noksandır noksandır noksandır." buyuruluyor.
ebu hanife rahimehullah bu hadisi, diğer hadisin tercümanı olarak kullanıyor. demek
ki önceki hadisten murad, namazın bütünüyle yokluğu değil de noksanlığına ve
fatiha'nın önemine vurgu içindi. bizşm de demeye çalıştığımız budur. vacibin terki,
namazı hepyen yok etmez ama noksan bırakır. bunun telafisş sehiv secdesiyle
mümkündür ama namazda her mü'minin fatiha okumaya dikkat etmesi gerekir.
rasulullah aleyhisselam bütün namazlarında fatiha okumuştur. ebu hanife
rahimehullah bu kanaattedir. ittifak edilen bir nokta da diyelim ki imam fatiha'yı
okuyuo bitirdikten sonra cemaate yetiştik ve dolayısıyla fatiha'yı okuyamadık. ittifakla
namazımız sahihtir. fatiha'yı okuyoruz. amin diyoruz. bu amin cemaatle olunca bizde
sessiz, diğerlerinde seslidir.
arkasından zammî sure okunur. doğru olan; en kısa sure uzunluğundan dahabkısa
olmamasıdır. en kısa sure, kevser suresidir. en az ayetli olan üç sure vardır; asr suresi,
kevser suresi, nasr suresi. kevser suresi'nden daha kısa olmamalıdır. kur'an
denilebilecek bir ayet de okunsa namaz sahihtir, ifadesi de var. doğru olan,
namazdaki kıraatin de hakkını vermektir. diğer imamların da kanaatini gözetmek
gerekir. iki ayet fazla okumakla kimsenin dili kopmaz. en az 3 ayet okuyacağız, dolu
dolu da okuyacağız.
bu kıraatın mükrofonla yapılması ve insanların bunu mikrofon kanalıyla duyması
meselesi var. bına leri lerifte bir mani olduğu kanaatini taşımıyoruz. şöyle bir iddia var
ki bu iddiayı da en çok dile getiren işid denilen grup; imamın mikrofondan çıkan sesi,
asıl sesi değildir, drğişime uğrar, diyorlar. değişirse değişsin. rasulullah aleyhisselam,
veda hutbesi'ni okuyor. veda hutbesi'ni tekrar eden sahabelerin sesi, rasulullah
aleyhisselam'ın sesi değildi. en sondaki şahsa kadar iletildi. biz basit bir konuya
takılıyoruz. çiğnediğimiz şeyler dağları tutuyor.
35. Ders -Namazın Rükünleri-
-iftitah tekbiri, kıyam, kıraat. sıra rükûda. kıyamla ilgiki söylenecek çok fazla şey yok.
kıyam, bir insanın ayakta duruşunun adıdır. bitin omurgalarının, kemiklerinin dik
durmasıdır. tıbbi bir sebep olmadıkça her insan kıyamı yerine getirir. kıyamla ilgili
işkenen bir hata; camiye girdik, biz safa yetilemeden imam allahu ekber dedi ve
rükuya gitti. biz de varıyoruz, allahu ekber deyip rükuya gidiyoruz. hayır, ilk önce
kıyam gerçekleşecek. allahu ekber ayakta denilecek, sonra rükuya gidilecek.
namazın en temel rüknü, belki de kıyamdır. çünkü biz namazda, bize yön verecek
asıl şeyleri kıyamdayken, kıraatle gerçekleştiriyoruz. ne kadar kıyamda durusak, o
kadar kıraatte bulunuyoruz demektir. o yüzden namaza, kıyam ifadesi; namazı
hakkıyla eda etmeye de ikâmetü's salah ifadesi kullanılır.
-rükûya gittik. öne dopru eğilişin adıdır. kâmil rükû; ellerle dizlerin kavranması ve hem
ayakların hem de kolların gergin durması, sırtın da baştan aşağı düz durmasının
adıdır. bayanlar için dizleri hafifçe kırarak esneklik vermek, setr hâllerine daha uygun
ve daha faziletli kabul edilmiştir. bu şekilde rükûda en az bir defa kâmil olarak,
subhane rabbiye'l azîm denilecek kadar durulmalıdır. 3 kere denilecek kadar
durulması, hem sünnete uygun hem de tâdili erkâna uygundur. üç ile sınırlı değildir.
tekli sayı olmak suretiyle yukarıya doğru çıkılabilir. ancak üçten fazlası, kişi kendisi
namaz kılarkendir. cemaate namaz kıldırıken daha fazla durursa, yerine göre
cemaate ağırlık manası taşıyabilir. bu sebeple cemaate namaz kıkdıran imamların,
açık ve berrak bir şekikde "subhane rabbiye'l azîm" dedikten sonra kalkmalarıdır. bu
hem söylenilenin hakkını yerine getirmektir hem de cemaate ağırlık vermemektir.
rükuya bir kere gidilir. kalkarken "semi allahu lime'n hamide" denilir ve kalkılır.
"rabbenâ leke'l hamd" diyerek de tamamlanır. yeniden doğrulunur, kıyamdaki o
dimdik hâle gelinir, sonra allahu ekber denir ve bir başka rükne intikal edikir. bu rükun,
secdedir. secde, yedi azâ üzerine yapılır. bunu bildiren hadis sahihtir. bu yedi aza;
sağ ayak, sol ayak, iki diz, sağ el ve sol el, ve alındır. alın ve burun bir sayılır. asıl
secdenin üzerine gerçekleştiği aza alındır. burun, alnın tamamlayıcısıdır. bu yüzden
yalnız alın üzerine secde yapılırsa, burnu değdirmemek mekruhtur ama secde
gerçekleşir. tıbbi bir sebep yoksa, sadece burnu yere değdirerek secde olmaz. alnın
değmesi asıl, secdenin makarrı, mahalli ve makamı alındır. ikisinin beraber yere
dokunması, secdenin kemâlidir. bu saydığımız azalar, yere temas etmelidirler. secde
boyunca bunlardan birisi yere temas etmezse, namazın sıhhatine mani kabul edilir.
tıbbi konularda daima, kişinin gücü yettiğince sorumluluğu vardır. ayrıca
vurgulayalım.
secde, namazın zirvesidir. allah'a en yakın olunan andır. kulun, rabbinin önünde
tezellülünü, boyun büküşünü ifade eder. dini mübin'de de geçmiş ümmetlerde
olduşu gibi, allah'tan başkasına secde etmek yoktur. bundan önceki ümmetlerde
secde, makamı çok büyük olanları selamlama vardı. büyüğe duyulan hürmetin tazim
ifadesi olarak meşru idi. bunu yûsuf aleyhisselam'ın kıssasından anlıyoruz. "ben ay'ı
gördüm, güneş'i gördüm, 11 yıldız gördüm. bana secde ediyorlardı." buradaki secde,
selamlama secdesidir. nitekim yûsuf aleyhisselam'ın kerdeşleri, annesi ve babası, mısır
diyarına taşındıklarında, gelip saeaya girdiklerinde, yûsuf aleyhisselam'ın huzuruna
girdiklerinde onu selamlamak için secde etmişlerdir. yusuf aleyhisselam, "gmrdüğüm
rüyanın te'vili işte buydu." demiştir. bu, islam'a kadar gelmiştir. bir gün ebu musa el
eş'arî, hîre melikinin secde ile selamlandığını görmüştür. "dünyada buna layık bir insan
varsa, o da allah rasûlü'dür. hîre meliki neyin nesi oluyor?" kabilinden bir duyguyla,
rasulullah aleyhisselam'ın huzuruna geldiğinde secde ile o aleyhisselam'ı selamlamak
istemiştir ama rasulullah aleyhisselam derhal müdahale etmiştir. "ey ebu musa, bizim
dinimizde secde yalnızca alkah için yapılır." demiştir ve müsaade etmemiştir. yine
selman radıyallahu anh, geçmiş kültürleri bilen, mecusiliği çok iyi tanıyan, hrisitiyanlığı
ise devrin hrisitiyanlarının %99'undan daha iyi bilen, bir insan haline gelmiştir.
mecusilikte rütbe sahibidir, hristiyanlıkta rütbe sahibidir, yahudiliği de çok iyi bilen bir
insandır. daha kölelelik yıllarındayken medine'de rasulullah aleyhisselam'ı görünce,
secde ile selamlamak istemiştir ama rasulullah aleyhisselam, müsaade etmemiştir,
"selman, bu bizim dinimizde yok. bizde secde yalnızca allah'adır." buyurmuşlardır.
secde allah için yapılır. boyun büküş o'nadır, tazim o'nadır. celle celaluhu. secdede 3
defa "suhane rabbi'ye'l âlâ" denilir. bir kere suhane rabbi'ye'l âlâ diyecek kadar
durmak rükündür, diğerleri kemalidir, sünnettir. yine tek sayı olmak suretiyle üçten
fazla denilebilir. insan kendisi kılarken fazla gazla der ama arkasknda insan varken sırf
kendine göre düşünmeyeceksin. rasulullah aleyhisselam, namazları uzatmayı bu
açıdan doğru bulmamıştır.
secdeden kalktıktan sonra erkekler, sol ayaklarını kıvırırlar ve sağ ayaklarını dik
tutarlar. bu şekilde tam oturulur, âzalar sükûn bulur, allahu ekber denilip yeniden
secdeye gidilir. yine aynı şekilde secde yapılır ve ayağa kalkılır. secdeler bu şekilde
yapılır, sonra kıyam, kıraat devam eder.
-kâideî ahîraya geldik. son oturuş demek. neden oturuş demediğimizi açıkladık.
erkekler sol ayağını kıvırırlar, sağ ayağını dik tutarlar ve orada ettehiyyatü diye
başlayarak teşehhüdlerini okurlar. bu kadar oturmak rükündür. bundan sonra da
salatü selam ve dualar gelir. onlar da sünnettir ve tamamlayıcıdırlar. kadınlarda efdal
olan oturuş, tezerrük şeklindeki oturuştur. sağ ayağını erkekler gibi dikmez, sağa doğru
yatırır. sol ayağını da sağ ayağının altından geçirir ve sol kalçasının üzerine oturur.
kadınlar için bu daha efdaldir. yapılamadığı zaman namazı bozmaz. daha faziletli
olan oturuş budur. aynı şekilde eekeklerin tarif ettiğimiz oturuşu da yapılamazsa
namazına zarar vermez ama sünnete uygun ve faziletli oturuş şekli budur.
Tâdili Erkân:
-ebu hanife imam muhammed'e göre vaciptir. ebu yusuf, imam malik, imam şafii ve
imam ahmed'e göre, farzdır. en hafifini söyleyen ebu hanife ve imam muhammed
vaciptir diyor, vacibinse amelî olarak hükmü farzdır. dolayısıyla tadili erkan'ın, ne
derece titizlikle riayet edilmesi gereken bir şey olduğuna bakınız, sonra da dönüp
nizim namazlarımıza bakınız...
tadili erkan; her rüknü yaparken, varılacak noktaya varıp, birkaç saniyeliğine de olsa
o azaların o noktada sükûn bulmasıdır. ayapa kalkacak, dikelecek, kemikler üst üste
binecek ve birkaç saniyeliğine de olsa bir sükûnet yaşanacak, orada kemâl bulacak
ve secdeye gidecek. gerçekleşmezse namaz fasit olur. rasulullah aleyhisselam,
namazda iken eli kolu durmayan bir adamı gösteriyor ve diyor ki, "bu insanın kalbi
huşj bulmuş olsaydı, azaları da huşu bulurdu."
-selam: sağ tarafa selam, hanefilere göre vaciptir. maliki ve şafiilere göre farzdır. sol
tarafa selam, maliki, şafii ve hanefilere göre sünnettir. hanbelilere göre ise her iki
tarafa selam farzdır. bir de bizde ek olarak kunut var. şafiilerde sabah namazında,
hanbelilerde ve bizde vitir namazında kunut okunuyor. vitir namazındaki kunut, bize
göre vaciptir. bu kunut olmazsa, namazda noksanlık olmuş olur. dolayısıyla sehiv
secdesi gerekir.
Namazların Eda Keyfiyyeti:
-sabah namazının farzı, iki rekattır. öğle namazının farzı ve ikindi namazının farzı dört
rekattır. akşam namazının farzı üç rekattır. yatsı namazının farzı dört rekattır. artı üç
rekat vitir vaciptir. sabah namazının sünneti ferdî kılınırken şöyle kılınır; niyet ettim allah
rızası için sabah namazının farzını kılmaya, denilir. sonra allahu ekber diyoruz. erkekler,
kulak hizalarına kadar; kadınlar da omuz hizasına veya parmak uçları, kulak
memesine yaklaşacak veya geçmeyecek şekilde ellerini kaldırırlar. tekbir alırlar ve
ellerini bağlarlar. arkasından subhaneke duası okunur. bjndan sonra euzu besmele
çekilir. buraya kadar olan bölüm sünnet, şafiiler besmeleye farz diyorlar. arkasından
fatiha okuyoruz. bundan sonra ayetler veya sure okuyoruz. ayetleri veya sureleri
okuduk, bitirdik. elimizi çözüyoruz, allahu ekber deyip rükuya gidiyoruz, ellerimiz açık
bir şekilde dizlerimizş kavrıyor ve hakkını vererek rükuyu yapıyoruz. üç kere subhane
rabbiuel azim diyoruz. semi allahu limen hamide diyerek doğruluyoruz. tam dik
duruyoruz, rabbena lekel hamd diyoruz. allahu ekber diyor ve secdeye gidiyoruz.
önce dizlerimizi koyuyoruz. sonra elleri koyuyoruz. sonra alnımızı ve burnumuzu
koyuyoruz. sünnet olan, bu koyuş şeklidir. rasulullah aleyhisselam bir hadisinde, "deve
çöküşü gibi çökmeyiniz." buyuruyor. ama hanbeliler, böyle yapmanın sünnete daha
uygun olduğunu söylüyorlar. bir imam bir şey söylüyorsa, demek ki bir sebebi var diye
iyi tarafından düşüneceksiniz. sebebi şu; rasulullah aleyhisselam böyle buyurmuştur
ama son günlerinde önce elini, sonra dizini koyduğu ve secdeye öyle gittiği bilgisi
geliyor. hanbeliler diyorlar ki; sonraki hadisler, önceki hadialerş neshederler. hanefiler
de şöyle diyor; sonraki ayetler, önceki ayetlerle uyuşmuyorsa semek ki neshetti
demektir. hadisler de öyledir ama bu, o konudan değildir, diyorlar. rasulullah
aleyhisselam'ın yaşı ilerleyince öyle oldu. çünkü tâkâti, önce dizini, sonra elini
koymaya yeterli değildi. rasulullah aleyhisselam'ın o zamandaki beden yapısıyla
değerlendirilmesi gereken bir meseledir. yoksa genç ve dinç olan bir insan da önce
elini koyacak, sonra dizini koyacak demek değildir. secdeye vardık. üç defa
subhane rabbiyel ala diyoruz. yere secde edilecek. ancak zemin, pürüzlü ve
yaralamaya müsair bir zeminse veya çok sıcaksa, eller yere konularak, alın da ellerin
üzerine konularak secde edilebilir. bunun dışında doğru olan, yere secde etmektir.
secde sadece toprak ve toprak cinsine yapılır, deniyor. bizde, sert zemini hissettiren
her şeyin üzerine secde yapılır. alın, zeminin sertliğini hissedecek. ama onlar, sadece
toprak ve toprak cinsine secde yapılır, diyor. camilerde halılar olduğu için, çoğu
cebinde taş taşıyor. taş koyup onun üzerine secde yapıyorlar. böyle olunca iş
ticarete de dökülüyor. cepte taşınmaya uygun taşlar üretiliyor. bir de "bu kerbala
toprağındandır." denilince akan sular duruyor. bu doğru değildir. taşı
mukaddesleştirmek ise ikinci bir yanlıştır. baika türlüsü olmaz, demeselerdi de efdal
olan böyledir, deselerdi takdir ederdik. işi, ceplerde taş talıma boyutuna
getirmeselerdi olurdu. kaldı ki rasulullah aleyhisselam'ın halı üzerine, hasır üzerine
secde ettiği de ayrıca vardır. mesela; "rasulullah aleyhisselam namaz kılıyordu.
dışarıda hağmur yağıyordu. evimizin damından damlayan damlalar, yeri de
ıslatıyordu. ıslanan zeminden, rasulullah aleyhisselam'ın alnına, secde ettiği hasırın
arasından, çamur izleri geliyordu." âişe validemiz radıyallahu anh anlatıyor. bir de
sahralarda, gündüzğn o sıcak saatlerinde öğle namazı kıldığınızı düşünün, yılın en az
sekiz dokuz ayı o sahralara secde etmek, kolay bir hadise değildir.
secde edeceğimiz yerin temizliği konusunda sıkıntı varsa, biz genelde alnımızın
değeceği yere bir mendil vs. koyuyoruz ama namaz sırasında en çok temiz yerde
durmayo hakeden, ayaklardır. ayak, baştan sona kadar yerde duran, dolayısıyla
yerin temizliğiyle en çok ilgisi olan organdır. alının yer ile teması, birkaç saniyeliğine
gelir gider ama ayak namazın başından sonuna kadar yerde durmak zorundadır.
hatta diz bile alından daha çok yerde durur.
ikinci secde bittikten sonra, allahu ekber diyerek ayağa kalkıyoruz. ikinci rekata
başlarken, euzu besmele çekmiyoruz, subhaneke okumuyoruz. besmele çekip fatiha
okuyoruz. surelerimizi veya ayetlerimizi okuyoruz. allahu ekber diyoruz. rükuya
gidiyoruz. rükudan semi allahu limen hamide diyerek doğruluyoruz. arkasından
'rabbena leke'l hamd' diyoruz. ve allahu ekber deyip yeniden secdeye gidiyoruz.
secdeden doğruluyoruz. sünnete uygun bir şekilde otutuşumuzu yapıp, teşehhüdü
okuyoruz. bunu abdullah ibni mesud radıyallahu anh naklediyor. cibril hadisiyle
kemal bulan bir şekilde tahiyyatı ve beraberindeki teşehhüdü okuyoruz. bu okuyuşlar
vaciptir. kadei ahira farzdır. bunları okumadan beklesek farz yerine gelmiş olur ama
vacibi terk etmiş oluruz. teşehhüd bittikten sonra salli barik dualarını okuyoruz. bu
sünnettir. arkasından, namazın yapısına uygun, ayetlerden veya hadislerden alma ya
da ona uygun kelimeleri seçerek dua edebiliriz. rabbena dualarında olduğu gibi.
buna uygun dualar edebiliriz. bütün dua ayetleri okunabilir. bittikten sonra, selam
verilir. selamın kamili şudur; sağ tarafa bakarız, mümkün mertebe omuz ucunu
görecek kadar kafamızı çeviririz. böylece boyun kaslarınızı güçlendiriyorsunuz. boyun
hareket ettikçe kan pompalıyor ve boyundaki fıtığa da iyi geliyor. kan deveranını
hızlandırır ve oraların beslenmesini sağlar. kısaca vücut sistemi için de ayrıca faydası
var. mü'min, omuz ucunu görecek kadar sağa dönmeli ve aynı şekilde sola da
dönmelidir. esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuhu diye sağına selam
verir, aynı şekikde soluna da selam verir. sağa selam veriş, bize göre de hanbelilerin
dışındaki alimlere göre de kişiyi namazdan çıkarır. sola selam veriş, onun
tammalayıcısıdır ve bizde sünnettir. malikiler, sadece sağa selam vererek namazdan
çıkarlar. hiç selam vermeden namazdan çıkılır mı? hanefilere göre çıkılır. kişi bunu
bilerek yaparsa günahkar olur. namaz, noksanıyla beraber, vacibin yerkiyle beraber
sahih olur. bu tip davranışlar büyük kusur sayılırlar. doğru olan, bu nevi namazların
iadesidir.
َ ‫ َو ِّم ْنكَِ السـ‬،‫ال ُم‬
َ ‫ “اَلل ُهمِ أَ ْنتَِ السـ‬diyoruz. bu sünnettir.
namazın arkasından "‫اْل ْك َرام‬
ِّ ‫ار ْكتَِ يَاذَا الْ َجـالَ ِّلِ َو‬
َ َ‫ال ُِم تَب‬
aişe validemiz radıyallahu anh'tan geliyor bunun rivayeti. bu, sabah namazının
farzının kılınışıydı. sünnetinin kılışında da tek fark niyettir. farzına değil de sünnetini
kılmaya diye niyet edilir. sabah namazının sünnetinde kısa ayetler okumak, yani
sabah namazının sünnetinin hafif olması faziletlidir. farzının ise uzunca okunarak
kılınması faziletlidir. erkekler için bir de kâmet farkı vardır. onun dışında bir fark yok.
-öğle namazının farzını kılıyoruz. dört rekat idi. niyet ettim allah rızası için öğle
namazının farzını kılmaya diye niyet edilir. tekbirimizi getirdik, namaza durduk. aynı
sırayla surelerimizi okuduk, rükuya gittik. (yukarıda anlattığımız gibi rükuyu yapıyoruz.)
secdeyi de aynı şekilde yaptık, ikinci rekata kalktık. ikinci rekatın da secdesini
yaptıktan sonra oturduk. bu, ilk kâdedir. farz değil, vaciptir. bunda tahiyyat ve
teşehhüd okunur. allahu ekber denir ve 3. rekata kalkılır. yine besmele çekilir,
arkaskndam fatiha okunur. rüku ve secdelere yapılır. 4. rekata kalkılır. 4. rekatın
secdelerini yaptıktan sonra, allahu ekber diyerek oturur. tahiyyat, teşehhüd, salli ve
barik duaları, dualar ve selam. farz olan son oturuştur. öğle namazının ilk iki rekatında
fatiha ve zammi sure vardır. son iki rekatında sadece fatiha vardır. böylece öğle
namazı tamamlanır. öğle namazının farzından önce, sahih rivayet olan ve müekked
sünnet olarak adlandırılan 4 rekat sünnet vardır. farzdan farklı olarak, dört rekatın
hepsinde de fatiha ve zammi sure okunur. bir de niyet fark eder. geri kalanı aynıdır.
şafiilerde öğle namazının sünneti 2 rekattır diye hiçbir bilgi yoktur. uygulamanın
getirdiği yanlış bir bilgidir.
öğle namazının son sünnetinde ise, sabah namazıyla arasında sadece niyet farkı var.
öğle namazının son sünneti 4 rekat olarak kılınır mı? kılınır. rasulullah akeyhisselam'ın
kıldığı da var teşviki de var. ancak hangisi faziletlidir sorusuna, hanefilerde şöyle bir
prensip var; 4 rekatlı farzların arkasından, 2 rekatlı sünnet daha faziletlidir. iki rekatlı
farzların arkasından da dört rekatlı sünnet daha faziletlidir.
36. Ders -Namazların Eda Keyfiyyeti-
-ikindi namazının farzının edasının öğle namazından tek farkı, niyetidir. ikindi
namazının güneşin canlı olduğu vakit kılmak daha efdaldir. güneş sarardıktan sonra
kılınamaz mı? yetişilememişse kılınır. hatta güneş batarken bile kılınabileceğini
söylemiştik. niyet ettim allah rızası için ikindi namazını eda etmeye, diye niyet edilie.
tekbir getirildikten sonra başlanır. sonra eller bağlanır. subhaneke, euzu besmele,
zammi sure okunur. rükûya gidilir, secdelere gidilir. yine aynusı tekrarlanır. tahiyyat ve
teşehhüdden sonra 3. rekata kalkılır. fatiha, rükû, secdeler ve 4. rekata kalkılır. fatiha
rüku, secde ve kaidei ahîra. tahiyyat ve teşehhüd ve ardından dualar okunduktan
sonra selam verilir. ikindi namazının ilk sünneti, gayri müekkid olarak adlandırılan
sünnetlerdendir. ikindi namazının sünneti şöyle kılınır; niyet ettim allah rızası için ikindi
namazının sünnetini kılmaya, dedik. tekbir getirdik, ellerimizi bağladık. subhaneke,
fatiha, zammi sure, rükû, secdeler, tekrar bir daha bu sıralama tekrarlanır ve oturuş.
tahiyyat, teşehhüd, salli barik duaları okunur. çünkü rasulullah aleyhisselam'ın da
uygulamalarıyla, 2 rekatlık bir sünnettir, 2+2 rekat olmuş olur. ayapa kalkılır, 3. rekatta
yeni bir namaza başlıyormuş gibi, subhaneke, euzu besmeke, fatiha, zammi sure,
rüku, secdeler, 4. rekata kalkılır, aynı sırayla kılınır ve oturuş gelir. buradaki iki oturuş da
farzdır. 4 rekatlı sünnetlerde her iki oturuş da farzdır. bu yüzden bir insan, ikinci rekatta
oturmadan yanlışlıkla 3. rekata kalksa, gerisin geri dönebilir. eğer bu 4 rekatlık farz
olsaydı, gerisin geri oturuşa dönmesi doğru değildi. çünkü kalktığımız 3. rekat farzdır.
geri dönmek istediğimiz vaciptir. farzdan vacibe dönüş olmaz. ama farzdan farza
dönüş olacağından, gerisin geri otıruşa dönülebilir. peki dönmedi, namaza devam
etti, 4 rekatı kılıp oturdu. dualarını okudu ve selam verdi. bu sünnet, 2 rekatlı bir sünnet
olmuş olur. çünkü aradaki farz gerçekleşmemiştir. ikindi ve yatsı namazlarının
sünnetletini rasulullah aleyhisselam zaman terk etmiş. bizim de zaman zaman terk
etmemiz sünnet drğil midir? böyle bir soru var. bunu soranlar ve arkadaşlarıma bu
yünde tabsiye eden kardeşler var. bu yanlış bir anlayıştır. evet, rasulıllah aleyhisselam
namaz için geniş vakit olduğu zamanlar kılmıştır. fakat orensip şudur; radulıllah
aleyhisselam bir namazı kılıyorsa o namaz meşrudur, bir namaza teşvik ediyorsa o
namaz ne kadar çok kıkınırsa o kadar ecir alınır. dolayısoyla meşru ve trşvik edilrn bir
namazı ne kadar çok kılarsa, o kadar çok sevabı olur. dopru olan anlayış budur.
rasulıllah aleyhissrlam ömrğnde bir defa yapsa bile, o namazı bütün ömğr boyu
uygulamak caizdir. ama ben yalnızca farzını kılmak istiyorum diyen bir insan da
ayıplanmaz, kınanmaz. ama sünnetin terkine teşvik doğru değildir. rasulıllah
aleyhissrlam beni seleme'de iken kıble ayeti nazil olmuştur. o mescidi inşa ederken,
kıble tarafında mihrap olduğu gibi, tam aksi istikametş olan kudüs'e bakan tarafa da
kıbleyi andıran bir yer yapılmıştı. üzerine de "‫ب َو ْج ِّهكَِ فِّي الس َمَٓاءِِّ فَلَن َُو ِّليَنكَِ قِّبْلَةًِ تَرْ ضٰ ي َها‬
َِ ُّ‫" ِۚقَ ِْد ن َٰرى تَقَل‬
ayeti yazılmıştı. bu camii, iki tarafa da namaz kılmanın gerçekleştiği bir camidir. bir
hacı, 'madem rasulullah aleyhisselam buraya döndü ben de buraya döneceğim.'
diye, kabe'ye sırtını dönerek namaz kılmaya kalkmıştır. birkaç yıl bu bmyke devam
etti. sonra millet oraya bamaz kılmaya başlayınca, o mihrabın olduğu yeri ana kapı
yaptılar. bu, ne kadar cahilce tavırlarımızın olduğuna delildir.
-akşam namazının vakti güneş battıktan sonra girer. diyelim ki güneş sizin
bulunduğunuz yerde battı ama yüksek tepeli yerlere hâlâ vuruyor. ekseri ilim ehline
göre kılınabilir. edeben ve ihtiyaten davranmak için, güneş tepelerden de çekilince
kılmak daha doğru olandır. akşam namazı için ezan okundu. niyet ediyoruz. tekbir
getirip ellerimizi bağlıyoruz. subhaneke, euzu besmele, fetiha, zammi sure okuduk.
rükuya gittik, secdelerimize gittik. 2. rekatk da aynı şekilde kıldık ve oturduk bu oturuş
vaciptir. tahiyyat ve teşehhüdü okuduk, allahu ekber diuerek ayapa kalktık. fatihayı
okuduk, rükuya gittik, secdelerimşze gittik ve tekrar oturduk bu oturuş farzdır. tahiyyat,
teşehhüd, salli ve barik, dualar ve selam. böylece 3 rekatlı akşam namazını kılmış
oluyoruz. rasulullah aleyhisselam, "kim farz namazdan sonra 33 kere subhanallah, 33
kere elhamdulillah, 33 kere allahu ekber derse..." diye bir hadisi şerif var. yani
tesbihat, farz namazdan sonra dior. imam şafii bunu, farz namazın hemen arkasından
diye anlıyor. hanefiler ise; farz namazın vaktinde ama sünnetleri de eda ettikten
sonra diye anlıyorlar. efdal olan vakti, sünnetler de bittikten sonradır. şafiiler; bir insan
farz namazını camiide, sünnetini evinde kılacak olsa, tesbihatı camide çekmesi
doğrudur. bu çerçevede de harreket ediyor. hanefilerde de bir insan namazınım
devamını başka bir yerde kılacaksa, farz namazın arkasından camiide tesbihat
yapması daha doğru olandır. hangisi daha fazletli? bu sorunun cevabı hanefilerde,
sünnetin arkasındma daha faziletli'dir. aişe validemiz radıyallahu anh'tan gelen bir
rivayette, rasulullah aleyhisselam, "farz namazdan sonra ancak ‫اللهمِ ِاَ نْتَِ السالَِ ُِم و ِّمنْكَِ السال ُِم‬
‫ل َو ِّل ْكراَم‬
ِِّ ‫َبار ْكتَِ ياَذَلْ َجال‬
َ ‫ت‬. diyecek kadar beklerdi, sonra sünnete kalkardı." diyor. hadis
sahihdir. bir başka rivayette de "estağfirullah estağfirullah estağfirullah" dedikten
sonra üstteki duayı okur, sonra da sünnete kalkardı, diyor.
akşam namazının farzını kıldık. akşam namazının sünnetinin, sabah namazının
sünnetinden tek farkı niyettir.
-yatsı namazının ilk sünneti, ikindi namazının sünneti gibidir. farzı da öğle ve ikindi
namazlarının farzı gibi kılınır. tek fark niyettir. 2 rekattaki oturuş vaciptir. 4. rekattaki
oturuş farzdır. yatsı namazının son sünneti de sabah namazının sünneti, öğle
namazının son sünneti, akşam namazının sünneti gibi kılınır. tek farkı niyettir.
vitir namazının vakti, yatsı namazının farzından sonraydı. yatsı namazından önce
kılmak doğru değildir. yatsının vakti ne zaman bitiyorsa, o zamana kadar devam
eder. niyet edilir. vitir vacip, diye niyet etmek; vacip şuuruyla kılındığının bilinmesi
açısından iyi bir vurgudur ama kabalıktır. çünkü imam şafii rahimehullah, sünnet
olduğu kanaatindedir. vacip diyerek sanki iandî bir cümle söylüyoruz. bu namazın
allah katındaki hükmü tek. belki de biz yanlış söylüyoruz. ikisinden birisinin yanlış
olduğu kesin. tekbir getirilip eller bağlanır. subhaneke, euzu besmele, fatiha, zammi
sure okunur. rukulara ve secdelere gittik. 2. rekatta besmele, fatiha ve zammi sureyi
okuduk. rükuyu yaptık ve secdelere gittik. sonra oturduk. tahiyyat ve telehhüd
okuyup ayağa kalkıyoruz. bize göre bu namaz, 3 rekatlı bir namazdır. şafii
rahimehullah, tekli sayı olmak suretiyle belli bir sınırı olmadığı kanaatindedir. 1 rekat
da olabilir yani. hanbeliler de 3 olduğu kanaatindeler. rasulullah aleyhisselam bu
namazı camiide kılmıyor. müslümanlara da camiide kıkdırmıyor. bu namazı rasulullah
aleyhissrlam evinde ve teheccüdden sonra kılmıştır. içeriden gelen rivayetlerde de
'şu kadar bnamaz kılardı sonra vitir yapardı.' şeklinde ifade edilir. işte bu
dalgalanmaya sebep oluyor. bütün bilgilerş derlediğinizde şu bilgiler de geliyor;
rasulullah aleyhisselam vitir namazının 1. rekatında inşirah, 2. rekatında tîn, 3.
rekatında da ihlas sursini okurdu. başka rivayette; 1. rekatta kadr, 2. rekatta kafirun, 3.
rekatta ihlas suresini okumuştur. bunun gibi bi hayli rivayet var. ebu hanife de diyor ki
demek ki bu namaz 3 rekat. hanbeliler de hadis rivayetinden bunu kabul ediyorlar.
ama onlar 2. rekatı kılıo selam veriyorlar. 3. rekatı tek başına kılıyorlar. bizde ise bu 3
rekatlı namazdır. dolayısıyla 2. rekatı kıldıktan sonra allahu ekber der ve 3. rekata
kalkarız. 3. rekatya fatiha, zammi sure okuruz. arkasından ellerimizi kaldırıp tekbir
getirir ve kunuta geçeriz. bizim okuduğumuz kunut duaları, abdullah ibni mesud
radıyallahu anh'tan gelen kunut dualarıdır. bunun dışında da kunut duaları vardır. bu
duakardan dilediğini okur. bunun yanında namazın iç bünyesine uygun, kur'an ve
hadis elfazıyla uyumlu dualar da okuyabilir. bu duanın yapılması bizde vaciptir. terk
edilmesi sehiv secdesini gerektirir. "sadece senden yardım istiyor ve mağfiret
diliyoruz." diye başlıyor, "kalbimizden, sevgimizden, sana karşı fisku fücûr işleyenlerş
atarız ve terke ederiz, daha dönüp bakmayız." diye bitiriyoruz. bunu yapsaydık
herhalde yıllarca bir sürü facirin tepemizde at koşturmasından kurtulurduk. nefret
ediyoruz, dedik ama etmedik. birçoğunun kuyruğuna takıldık. hayvan bile
olamayanları adam yerine koyduk. her gün kunut duasını okurken, fisku fücûr
işleyene dönüp bakmayız dşye rabbimize söz veriyoruz. arkasından iman
tazelercesine, kime kulluk ettiğimizi vurguluyoruz. cemaatin içerisinde ise bu dua fazla
uzatılmamalıdır. daima sancısı olan, rahatsızlığı olan, çocuğu olan vs. düşünülmelidir.
kunut duasını bitirdikten sonra rükuua gidiyoruz. rükuyu yaptık, secdelere gidiyoruz.
secdelerden sonra oturuyoruz. bu oturuş farzdır. tahiyyat, teşehhüd, salli ve barik,
dualar ve selam. vitir namazı bu şekildedir. bir şey daha var; bizim imama tabi olduk.
allahu ekber dedi ellerini kaldırdı ama biz şaşırırp rükuya gittik. biz imama tabiyet
açısından geri döneriz. böylece 5 vakit namazı kıldık.
İmamet ve Cemaat:
-cemaatin islam'daki faydasını anlatsak bitiremeyiz. rasulullah aleyhisselam, "içimden
öyle geliyor ki imamete birisini geçireyim, o cemaate gelmeyen insanların da evini
ateşe vereyim." yani cemaate gelmeyenlerin yaptıkları hata, bu derece büyük bir
hatadır. bizler camiilerden kopmamalıydık. o bizim irşad merkezimizdi, ordularımızın
merkeziydi. rasulullah aleyhisselam ve ilk mü'minlerin camiyle olan irtibatını bşr
düşününğz ve bir de bizim geldiğimiz noktayı bir düşününüz. gerçekten büyük bir
soğukluk duyulmya başladı. camiideki safa bakınız. ilk safa zengin durur, diye bir
kaide var mı? zengin durur, fakir durur, yaşlısı, okuyanı, okumayanı durur. namaz
bittikten sonra musafahalaşırlar. fakiri, zengini, dışarıda bir araya gelemeyecek olanı,
randevuların hiçbirisinin orada sökmediği bir yerdi. oradaki herkes, aynı allah'a rüku
ve secde ediyor olmanın şuurunu birlikte yaşardı. bizim bu manzaraya daima
ihtiyacımız vardır. insanın tahsili, maddi varlıığı ne kadar olursa olsun, en fakirinden, en
garibanından, en okumamışından kopması doğru değildir. birbirini tamamlayan bir
millet hâline gelmenin şuuru yaşanır. herkesin bulunduğu makama göre islam'a
hizmet etme ümkanı vardır. kişinin değeri ise takvasına göredir. aynı safta omuz
omuza olma, bir araya gelme şuuru giderek kayboluyor. fatiha'yı okurken; "sana
kulluk ederim." demiyoruz, "sana kulluk ederiz." diyoruz. rabbimiz biden beraber kulluk
etmemizi istiyor. cemaat olmamızı istiyor. ve bu belki de söylemeden söylemenin en
güzel yollarından bir tanesidir. aynı ince vurgu, "insan hüsrandadır." arkasından,
"ancak iman edenler, salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler."
çoğul geliyor. kurtulul, mü'min kardeş olmaktadır. hakkı ve sabrı tavsiyeleşmektedir.
salih ameller ortaya dökmektedir. rabbimiz, cemaat olmamızı istiyor. camiilerin
dolması önemlidir. rasulıllah aleyhisselam, mescide gidip gelmeyi hayatının bir
parçası hâline getiren insanın imanına şahitlik edin, diyor.
bir araya geldik, kim imam olacak? imamlık diye bir meslek normalde yoktur. o
milletin içerisinde en iyi bilgisi olanı öne geçer. sünneti en iyi bilen, fıkhî bilgisi en iyi
olan insan namazı kıkdırmalıdır. sonra kıraati düzgün olan, iyi bir trlaffuzla okuyan
insan daha güzel okur. ayrıca idareci konumunda olan insan, öne heçmeye daha
layıktır. imam demek aynı zamanda askerde komutan, hayattabönder demektir.
halifenin görevlerinden bir tanesi deminsanların önğne geöerek onlara namaz
kıldırmaları, hacc emirliğini üstlenmelidir. islam hukukunda birinci imam, devket
reisidir. ebu ubeyde ibni cerrah radıyallahu anh, aşerei mübeşşeredendir. salgın
hastalık ona da vurmuştur. ömer radıyallahu anh, onu hastalıkta kaybetmek
istememiştir. bir yazı yazarak yanına çağırmıştır. ikisi de birbirini çok çok sever. ebu
ubeyde radıyallahu anh'a mektup gelince, "emirul mü'minin'in bana olan ihtiyacını
biliyorum. o, kurtarılamayacak olanı kurtarmaya çalışıyor. ben ordumun başından
ayrılamam. hakkını helal et. beni mazur gör." diyor. ilk defa ömer radıyallahu anh'ın
sözünü dinlememiştir. kısaca gelmeyeceğini bildşrmiştir. mektubu gören ömer
radıyallahu anh, ağlamaya başlamıştır. yanındakiler, "yoksa ebu ubeyde öldü mü?"
diyorlar. ölmedi ama ölüm ona çok yakın, diyor. ve çok geçmeden ebu ubeyde
radıyallahu anh salgın hastalığa yakalanmıştır. ölüm döşeğindeki sözlerşnden biri;
"kardeşlerim. ömür ne kadar olursa olsun, her beşerin dönüp dolaşıp geleceği yer, şu
beni gördüğünüz yerdir. bu hayat gerçeğini asla unutmayınız." diyor. sonra güzel
tavsiyelerde bulunuyor. "muaz, insanlara namazı sen kıldır." diyor. bu aunı zamanda,
ordunun komutanı sensin demektir. eskiden komutanlık böyle devredilirdi. ebu
ubeyde, muaz radıyallahu anh'a komutanlığı böyle devretmiştir. son sözleri bu
olmuştur.
-bir şahsın evindeyse, imamet hakkı evin sahibine layıktır. daha iyi fıkıh bilgisi olanın,
ev sahibinin önüne geçme hakkı yoktur. ancak ev sahibinin müsadesiyle geçebilir.
37. Ders -Cemaat ile Kılınan Namazların Edası-
-mü'minler mekke'de iken baskı ve dayatma altında idiler. bu yüzden çok defa
namazlarını gizli kılmak zorunda kalıyorlardı. bu devrede, bizi bizden daha iyi bilen
rabbimiz'in muradıyla, namaz sabah idi ve güneş battıktan sonra idi. namazını aleni
kılabilen nadir insanlar vardı. özellikle sülalesi güçlü olmayankar veya mekke'de yakın
akrabası olmayanlar, köle olanlar ciddi sıkıntılar çekiyordu. rasulıllah aleyhisselam da
eza ve cefa görmemeleri için, kendilerini belli etmelerini tavsiye etmiyordu. bunu ebu
zerr radıyallahu anh'a verdiği tavsiyeden anlıyoruz. "durumumuzu görüyorsun. biz
ortaya çıkıncaya kadar istersen imanını gizle. biz ortaya çıkınca gel, yanımızda yer
al." demiştir. ebu zerr radıyallahu anh, rasulullah aleyhisselam'ın bu tavsiyesini,
ka'be'nin yanına varıncaya kadar tutuyor. ka'be'yi gmrünce dayanamıyor ve yüjsek
sesle kelimei şehâdeti haykırıyor. sonucunda dehşet bir saldırıya uğruyor. abbas
radıyallahu anh müdahale ediyor. "şu anda öldğrmek üzere olduğunuz adam, biliniz
ki ğıfar kabilesindendir." deyince birden herkes duruyor. çünkü ğıfar kabilesi, şam
güzergahındadır. canı isterse oralardan kuş uçurtmaz. böylece ebu zerr radıyallahu
anh hayatını kurtarmıştır. daha islam'dan önce yol kesen bir kabikeye mensubtu yani
hayduttu, daha sonra bıraktı şeklinde anlaşılıyor. bu doğru değildir. bu kabile yol
güzergahındadır, bu güzergahtan geçen kervanların yol emniyetini temin ederler ve
karşılığında ücret alırlar. ebu zerr radıyallahu anh bu ücreti bile doğru bulmuyor.
kendi tooraklarından geçenlerden vergi alıyor diye haydut ilan edilecekse, o zaman
her devlet haydut.
habba ibni eret radıyallahu anh'ın ilk işkencesi, namaz kılarken başlıyor. ciddi sıkıntılar
çekiyor. bu yüzden mekke'de mü'minler fazla cemaat olmamıştır. mzellikle de ömer
radıyallahu anh müslüman oluncaya kadar. kabına sığamayan bir yapısı vardır. "ya
rasulullah! haydi gidelim, ka'be'de, bu alçakların gmzü önünde namaz kılalım." diye
ısrar etmiştir. dolayısıyla mü'minler ekip hâlinde çıkmışlardır. ön sıranın sağını hamza
radıyallahu anh, solunu ömer radıyallahu anh almıştır. böylece mü'minler tekbir
getirerek ka'be'ye varmışlardır. beytullah'ta beraber namaz kılmışlardır. zaman
zaman da bunu tekrar etmişlerdir. ama hâlâ düzenli bir cemaat yoktur. düzenli bir
cemaat, rasulullah aleyhisselam medine'ye intikal ettikten sonra kuba'da başlamıştır.
intikal eder etmez başlamıştır. buradan anlaşılıyor ki medine ayrı bir dünya; ayrı bir
sistem olacak ve islam devleti'nin artık temelleri atılıyor. bu yüzden kuba'daki mescidi,
ilk mescid zannedenler var. ama rasulullah aleyhisselam büyük ihtimalle pazartesi
kuba'ya geçmiştir, cuma günü medine'ye intikal etmiştir. böyleyse 4 gün, böyle değil
de bir sonraki cuma ise, 11 gün. 11 günde bir mescid yapmak kolay değil. anlaşılan,
rasulullah aleyhisselam bir mescid inşa etmemiş, orayı mescid hâline getirmiştir.
rasulullah aleyhisselam'ın ilk düzenli bir cemaatle namaz kıldığı yer kuba'dır ama
mescid olarak ilk inşa ettiği yer mescidi nebî'dir. medine'ye intikal edince 3bu eyyub
el ensarî radıyallahu anh'ın evinin önğne devesi çökmüştür. orası 2 yetimindir. hediye
edilmek istense de rasulullah aleyhisselam orayı satın almıltır ve ilk mescidin inşası
başlamıştır. kuba halkını da kuba'daki mescidi de unutmamıştır. sık sık ziyaret etmiştir.
daha sonra münafıklar, kuba'daki cemaati bölmek amacıyla mescidi dırâr'ı inşa etse
de rasulullah talebe rağmen o mescide iştirak etmemiştir ve ilerleyen zamanlarda o
mescidi yıktırmıştır. medine'ye intikal ettikten sonra hem kuba'da namaz kılmıştır, hem
de kuba'dan medine'ye geöerken ranuna vadisi'nde iken orada konaklamış ve
cuma namazını orada kıldırmıştır. bugün namaz kıldığı yere yapılan mescidin adı da
cuma mescidi'dir. oradan kalkıp medine'ye gelmiştir. medine'de ilk yaptığı şey, bir
mescid oluşturmak olmuştur. orası aynı zamanda müslümanların mekânı olmuştur.
devletin merkezi mescidi nebi olmuştur. o mescidden bütün dünyayı kuşatacak
kadar hayır çıkmıştır. bu yüzden mescidler, camiiler kıymetlidir. islam'ın asıl
karargahıdır, ilim ve irfan yeridir. bu yüzden cemaate iştirak kıymetlidir. cemaate
iştirak iki anlam taşır; ilki, ben artık müslümanların safındayım; ikincisi, mescidimiz
doldu, taşıyor, iman saflarına yeni mü'min gönüller damla damla damlıyor ve iman
safları giderek genişliyor. bunun verdiği moral yeter. tersini düşününüz. ger gün birerk
ikişer kişi islam saflarındaj ayrılıyor. bunun uyandırdığı duyguyu düşününüz. dolayısıyla
cemaatin yan yana gelişi, cemaate güç kuvvet veriyor ve çoğalışlar da güç kuvvet
veriyor. bir şey daha; yeni müslğman olan bir genç geliyor, ebu bekirlerle, alilerle,
muhacirle, ensarla radıyallahu anhum cemian yan yana duruyor. bunun
uyandıracağı duyguyu düşününüz. bu açıdan çok kıymetlidir. günümüzde de aynı
kıymet vardır. bağından bahçesinden gelen insanla, işyerinden çıkıp gelen insan yan
yana durabiliyorlar. allah için beraber rükûya gidiyorlar, secdeye gidiyorlar. bu,
mü'min gönülleri birbirine yaklaştırıcı ve insanların birbirinin gözündeki değeri de
yükselticidir. aradaki uçurumları kapatıcıdır. cemaat bütün bunlara kapı açan bir
yerdir. dolayısıyla mescidde namaz kılış ayrı bir değer taşır.
-vakit gelince ilk önce ezan okunur. rasulullah aleyhisselam mekke'de iken ezan
yoktu. bir namaza davet edileceği zaman ya bir arada bulunanlar namaz kılardı ya
da sabahın seher vaktinde bir araya gelebilen insanlar namaz kılardı veyahut da
darul erkam'da bir arada bulunan insanlar kalkıp namaz kılardı. medine'ye geldikten
sonra, biliyorsunuz mekke'de iken artık 5 vakit namaz farz kılınmıştı. medine'ye
geldikten sonra insanlar artık toplu olarak namaz kılabiliyorlar ama rasulullah
aleyhisselam'ın da öne geçerek namaz kıldığı o cemaati nasıl yakalayacaklar? bu
ihtiyaç kendiliğinden ortaya çıkınca, rasulullah aleyhisselam, sahabeleri bir arata
topluyor. insanları nasıl namaza davet edelim, namazın başlayacağını nasıl bilsinler?
diye istişareler ediliyor. fikirler geliyor; namaz vakti kılınacağı zaman ateş yakalım diyır
birisi. rasulullah aleyhisselam'ın gönlü buna ısınmıyor. çünkğ ateşle ibadete davetin
temelinde, mecusilere benzemek var. rasulullah aleyhisselam'ın başka zihniyetlere
benzemekten uzak durduğu daima bilinen bir gerçektir. bu ateş, giderek kutsiyet bile
kazanabilir. bu tehlike de vardır. bir başkası çan çalınmasını öneriyor. bu da
hristiyanlık zihniyetini andırdığı için, rasulullah aleyhisselam taraftar olmuyor. boru
gündeme geliyor. o da yahudilere benzediği için rıza göstermiyor efendimiz
aleyhisselam. fikirlerden hiçbirisi gönle hoş gelmiyor. sonrasında yeni fikirler gelirse
tekrar toplanıp paylaşmak kararıyla dağılıyorlar. ertesi gün sabahın erken saatlerinde
bir sahabe rasulullah aleyhisselam'ın kapısına dayanıyor. "ya rasulullah. bu gece
rüyamda yaşlı bir adamı gördüm. elinde fener dolaşıyordu. o feneri bana ver, dedim.
ne yapacaksın, dedi. sallayarak insanlarar bamazın başladığını bildireceğim, buna
ihtiyacımız var, dedim. bana, "ben sana ondam daha hayırlı bir şey öğreteyim." diyor
ve arkasından bugünki ezanı söylüyor. hiçbirisi unutmuyor. bu ezanı duyar duymaz
rasulullah aleyhisselam'ın yüzü aydınlanıyor. arkasından, "bunu bilâle'e öğret. onun
sesi daha gür ve daha net." diyor. ve bilâl radıyallahu anh'ın sesinden yükselen ezan,
semalarda dalgalanmaya başlıyor. daha sonea sabah namazı için "es'salatu hayru'n
min en'nevm" ve kâmet için "gad gâmeti's sala" sonradan ekleniyor. böykece ezan
meşru kılınıyor ve bu ümmetin şiarı hâline geliyor. bir beldenin islamiyyetinin ilanıdır. bir
belde, bilerek ezanı terk ediyorsa, o beldeye savaş açılır. iman ve küfür meselesine
dönüşebiliyor. rasulullah aleyhisselam'a haber geliyor. "ya rasulullah! islam'dan
çıktıkları anlaşılıyor." diyor. zekat vermek istemiyorlar. rasulullah aleyhisselam oraya
seriyye gönderiyor. "uygun bir mevzi tutacaksınız ve ezan vaktini bekleyeceksiniz."
diyor. "ezan vakti giriyor da ezan okuyorlarsa, mü'mindirler. onların yanına kardeş
olarak varacaksınız. ezan okunmuyorsa, o zaman savaş tayin edeceksiniz." diyor. bir
tepenin arkasına yerleliyorlar. ezan vaktini bekliyorlar. vakit girip de ezan okununca,
cemaate katılıyorlar. zekat meselesini sorunca da "biz zekatlarımızı hazırlamıştık ama
onlar geri dönmüşler." diyorlar. meselenin aslı anlaşılıyor. meğer adamcağız panik
içinde, dinden çıktılar zannetmiş. kabilenin islam'a bağlılığı da böylece ortaya çıkmış
oluyor. bu şekikde ezanlar okunuyor ve namaz başlıyor.
-sabah namazı ezanı, fecri sadık girince okunur. bugün vakit girdikten bir hayli geç
okunuyor. dolayısıyla sabah namazında, ezan okunmadan önce vakit giriyor.
dolayısıyla sabah namazını ezandan önce kılabilirsiniz ama erkekler için, ezan
okunmadan sabah namazını kılmak zorunda kalıyorlarsa, ezan da okuyarak sabah
namazını kılmak zorundalar. aksi, sünnetin terkidir. sabah namazı için ezan okundu.
arkasından sünnet kılındı. ki revatib sünnetlerin içerisinde en güçlü olanı, sabah
namazının sünnetidir. vacip derecesinde gören bir hayli alim vardır. sabah
namazından sonra en güçlü sünnet, akşam namazının sünnetidir. sonra öğle veya
yatsı namazlarının son sünnetidir. sabah namazının sünnetini kıldık. arkasından vakti
gelince müezzin kamet getiriyor. kametin ezanda tek farkı, iki kere gelen, "gad
gâmeti's sala" ifadesidir. aynı şey hanbeli ve şafiilerde teklidir. kâmet teklidir. sadece
gad gameti's sala iki keredir. bir hadiste, "ezan çift, kamet tektir." diye. bununla amel
ediyorlar. ebu hanife ise abdullah ibni mes'ud radıyallahu anh'ın mğrettiği şekliyle
amel ediyor. kamet getirilir. imam öne geçer. cemaat arkasında saf bağlar. safın asıl
hizası, omuzlar ve ayakların topuklarıdır. imam ve cemaat niyet ediyor. imam şöyle
niyet ediyor; niyet ettim allah rızası için sabah namazının farzını kılmaya ve bana tabii
olanlara imam olmaya. cemaat de; niyet ettim allah rızası için sabah namazının
farzını kılmaya uydum hazır olan imama, diye niyet ediyor. bu niyetler önemlidir.
imam, allahu ekber dedi ve ellerini bağladı. cemaat de allahu ekber der ve ellerini
bağlar. arkadan imam da cemaat de subhaneke okur. bundan sonra cemaat susar.
euzu besmeleyi imam getirir. fatiha'yı okur. bitirince cemaat amin ede. hanefilerde
bu amin sırrî olarak, diğer mezheblerde cehrî olarak denir. imam şafii ve imam
ahmed'e göre; imam fatiha'yı okuduktan sonra cemaatin kendisi de okur. baştaki
imam şafii ise, cemaatin de okuması için zaman bırakıyor. fariha okumayanın namazı
yoktur, anlayışı, cemaate de aittir. ebu hanife'ye 7 kişi geliyor, bu meseleyi müzakere
etmek için. ebu hanife, "siz 7 kişisiniz. ben hepinizle ayrı ayrı mı müzakere edeceğim
yoksa içinizden biri mi konuşacak?" diyor. hayır, içimizden bir kardeşimiz bizi temsil
edecek. bu mesciddeki münazaraya şahid olmak ve dinlemek istiyoruz, diyorlar. ebu
hanife, "bu insanın galibiyetini hepiniz galibiyet olarak, mağlubiyetini de hepiniz
mağlubiyet olarak kabul edeceksiniz öyle mi?" diyor. evet, diyorlar. "ilte imam da tam
bu söylediğiniz gibidir. cemaati temsil eder." diyor. daha başlamadan münazarayı
kaybettik, diyorlar. "imamın kırasti cemaatin de kıraatidir." hadisini paylaşıyor. buna
bianen şafiiler, fatiha'yı ferd olarak da okurlar. fatiha'dan sonra sureye geçilir. eğer
sure başından okuyacaksa, imamın besmeleyi gizli olarak çekmesi doğru olandır.
zammi sureyi okumaya başlar. sabah namazında sünnet olan, uzunca okunmasıdır.
iki rekattır ama dolu dolu okunur ve 1. rekatta, 2. rekattan daha uzun okunur. imam
allahu ekber der, rükuya gider. cemaat de imamın arkasından aynını yapar. 3 kere
subhane rabbiyel azim denir, cemaat de der. imam ayrıca söyler. kıraatte, imamın
kıraati, cemaatin kıraati kabul edilir. dualarda böyle değildir. imam, semi allahu
lime'n hamide diyerek doğrulur. cemaat de rabbena leke'l hamd diyerek doğrulur.
arkadan allahu ekber diyerek imam secdeye gider. cemaat de aynını yapar.
secdede 3 kere subhane rabbiye'l âlâ der, imam ve cemaat. sonra oturulur. tam
olarak doğrulur. imamaın arkasındakileri düşünmesi lazım. cemaatin de imamaı
geçmemesi lazım. rasulullah aleyhisselam, "imamdan evvel hareket eden, selam
veren insan, balının eşek başına çevrilmesinden korksun." buyuruyor. cemaat erken
hareket etmeyecek, imam da buna mahal vermeyecek. cemaatin kendisini takip
edebileceği bir üslup ile namaz kıldırmalıdır ki cemaati yanılgılara sürüklemesin.
cemaatin içerisinde yaşlısı da var, genci de var. ikisini de idare edecek şekilde
olacak. secdeye giderken; önce dizler, sonra eller, sonra alın ve burun konulur.
kalkarken de önce alın, sonra eller, sonra diz olacak şekilde kalkılır. 2. rekata kılınır.
oturulur. bu oturuşta sesini biraz daha uzatırsa, oturuşu cemaate de hissettirir.
oturduk. imam da cemaat de tahiyyatı ve teşehhüdü okuyor. duaları okuyor. imam
sağına selam veriyor. cemaat de sağına selam veriyor. aynı şekikde sola da selam
veriliyor. şafiilerde ve hanbelilerdeki meşhur gmrüşe göre, iki selamdan sınra selam
verilir. yani imam sağına ve soluna selam verdikten sonra cemaat sağına ve soluna
selam verir. abdullah ibni ömer radıyallahu anh; bana bekir diye bir deve verdiler,
diyor. genç bir deveye binmiş. deveyi zapt edemiyor. deve bütün sürüyü bırakıp
geçiyor. rasulullah aleyhisselam'ı da geçiyor. ömer radıyallahu anh kaşlarını çatıyor
tabii. abdullah radıyallahu anh, uğraşa uğraşa deveyi geri getiriyor. sonra deve yine
gidiyor. sonra rasulullah aleyhisselam'ın gmzüne çarpıyor. "ömer, bu deveyi bana
sat." diyor. tamam ya rasulullah senin olsun, diyor. hayır satacaksın, diyor. deveyi satın
alıyor. sonra abdullah radıyallahu anh'a veriyor. abdullah, bu deve senin, diyor. yani
koyver gitsin. uğraşıp durma diyor. zavallı abdullah radıyallahu anh derin bir nefes
alıyor. cemaatin içinde de zapt etmesi zor olan vardır. yeşlı insanlar da vardır. imam,
iyi bir komutandır. cemaati komuta etmesini başaracak. şafiilerde kunut duası var.
imam şafii, kunut duasının meşru olduğu kanaatindedir. çünkümrasulullah
aleyhisselam, bir'i maune hadisesinden sonra; bunzulmü işleyenlere sabah
namazından sonra beddua etmiştir. hem de şehidler için dua etmiştir. bir'i maune ve
rec'i savaşlarının ikisi de birbirşnden acıdır. çünkü oraya giden şehidlerimiz, savaş
hedefli değillerdi. kendikerşne verilen vazifeyi yerine getirmek için gidiyorlardı. hele
de bir'ı maune'de tamamen öğretme hedefliydiler. rec'i hadisesinde 6 kişi var.
başlarında asım ibni sabit var. orud kuşatılınca, ordunun diğer fertlerini serbest
bırakıyor. "böyle çaresiz bir dövüşe kimseyi icbar etme hakkına sahip değilim. kendi
kararınızı kendiniz verin. benim kararım; ben kendimi kafirin insafına bırakmam. teslim
olmayacağım. herkes kendi kararını versin." yanındaki iki arkadaşı teslim olmayı
kabul etmiyorlar. diğer 3 arkadaşı teslim olmayı kabul ediyor çünkü karşı taraf,
öldürmeme garantisi veriyor. bu 3 kişi yedlim olunca, yay kirişlerini boşaltıyorlar ve
üçünün elini bağlıyorlar.içlerinde abdullah radıyallahu anh var. "bu ilk hıyanetti. siz
sözünüzde durmayacaksınız." diyor. asım radıyallahu anh kılıcını sıyırıyor ve çetin bir
dövüşün ardından oklanarak şehid ediliyorlar. asım radıyallahu anh, "ya rab,
rasulullah'a selam gönderenim yok. ne olur selamımı sen gönder." diyor. "ya rab,
bugüne kadar dinini himaye etmek için çırpındım. benim bedenimi zalimlere verme."
diyor. sülafe diye bir kadın, bu aziz insanın bedenini almak için uğraşıyor. kafatasını
almak istiyor. ondan şarap çanağı yapmak istiyor. çünkü asım bin sabit, o kadının
çocuklarını uhud'da yere sermiş. bh aziz insan ve diper arkadaşları şehid olmuştur. o 3
kişi ise teslim olmuştur. abdullah radıyallahu anh, ilk konaklama yerinde iplerinden
kurtulmayı başarmıştır. eline geçirdiği kılıçla birkaç kişiyi yere sermiştir ama o da orada
şehid edilmiştir. mekke'ye 2 kişi getirilmiştir. bu iki insanı; bu mücahidler bedir'de hangi
sülaleden adam öldürdüyse, o sülaleye satmışlardır. kafirin sözüne bu kadar güvenilir.
bunlardan biri zeyd ibni desine radıyallahu anh, diperi de hubeyb ibni adiyy
radıyallahu anh'tır. asım radıyallahu anh'ın kafatasının peşinde olan kadın öğrenmiştir
ki asım radıyallahu anh şehid olmuş, hediyeler vermiştir ve asım'ın başını istemiştir.
grup geri dönmüştür. bir de bakmışkardır ki asım radıyallahu anh'ın bedeni arılarla
kaplıdır. arıları kovalayarak yaklaşmaya çalışmışlardır ama arılar, geleni
kovalamışlardır. kumla, dumanla dağıtmaya çalışıyorkar ama sökmüyor. akşam arılar
gider diye bir kenara çekiliyorlar ve güneşin batmasını bekliyorlar. güneş batmadan
önce ufukta bulutlar toplanıyor toplanıyor, güneş kararmadan dünya kararıyor. gece
yarısına kadar bölgede gmrülmedik bir yağmur başlıyor. sabah pırıl pırıl bir güneşle
uyanıyorlar. arı kalmamıştır diye gidiyorlar. ama kalmayan bir şey daha vardır; asım
radıyallahu anh'ın bedeni. arıyorlar tarıyorlar ama asım radoyallahu anh'ın bedeni
yoktur. böylece tarihe, "arıların koruduğu sahabe" olarak geçmiştir.
bir'i maune de islam'ı yeni öğrenen insanlara, nasıl yalayacaklarını öğretmek için
gönderilen 70 kişi vardır. onlar da maune kuyusunun başında kuşatılmıştır. içlerinde
yalnız bir kişi yaralı olarak kurtulmuştur. acı haberi de o ulaştırmıştır. hadisenin
içerisinde hıyanet de vardır. rasulullah aleyhisselam, bu zulmü işleyenlere 2 ay kadar
beddua etmiştir ve o şehidlere de dua etmiştir. imam şafiş rahimehullah buna
dayanarak kunutun meşru olduğunu söylüyor. ebu hanife ise bunun belli bir devreye
ait olduğu, hükmün kaldırıldığı kanaatindedir. dolayısıyla şafiiler 2. rekatta el
kaldırarak kunut duası yaparlar. hanefi birisi şafii imama uymuşsa da bu sırada ellerini
salarak bekler. cemaat rükuya ve secdeye giderken o da iştirak ederek namazını
kılar. böylece sabah namazımızı kıldık.
-sabah namazına vardınız, cemaat namaza başlamış, ne yapacaksınız? hanbelilerde
daha belirgin ve şafiilerde de olan görüş; kâmet getirince cemaate iştirak edeceksin,
namaz yoktur, diyorlar. hanefilerde ise; ikinci rekatın rükusuna kadar yetişecekse,
sabah namazının sünnetini tamamlar. çok güçlü bir sünnettir. onu kılmayı esas alır.
dolayısıyla 2. rekatın rükusuna yetişeceğine kanaat getirise, sünnetini kılar, gidip
cemaate yetişir kılar. yetişemeyeceğini anlarsa, direkt olarak cemaate iştirak eder.
rükuya yetişemediysek 1. rekatı kaçırdık demektir. o zaman gider niyet ederiz, tekbiri
ayakta getiririz. imamla beraber 1 defa subhane rabbiyel azim diyecek kadar
rükuda durduysak, o rükuya yetişmişiz demektir. rükuya yetilen insan, o rekata
yetişmiş demektir. dolayısıyla biz, imamla beraber selam veririz. aksi olursa bunun
manası, 1 rekatı kaçırmışız demektir. niyet eder imama uyarız. imam tahiyyet ve
teşehhüdü okur, salli barik ve duaları okur. biz, teşehhüdden sonra dururuz. imam
sağa selam verir, sola selam verirken ayağa kalkarız. niçin? o yetişemediğimiz rekatı
kılmak için. neden sağa selam verirken direkt kalkmıyoruz? çünkğ belki de sehiv
secdesi yapacak. sola selam veriyorsa demek ki sehiv secdesi yapmayacak. ayağa
kalktık, subhaneke, fatiha; zammi sure, rüku, secdeler, sonra otururz. tahiyyat,
teşehhüd, salli ve barik, dualar ve selam. sonradan gelip yetişen insana, mesbuk
deniyor. bu arada imam sola selam verince, biz de alışkanlık gereği sola selam verdik
diyelim. başımızı çevirip selam vermiş bile olsak, aklımıza geldiği an, eğer cemaatten
ayrılmamışsak, kalkıp yürümemişsek, ayağa kalkabiliriz. mesbuk diyoruz buna.
mesbuk, geçilmiş demektir. imamla ilk rekattan beri namaz kılana, müdrik denir. idrak
eden, yetişen demektir. mesbuk da sonradan yetişene denir. nerede yakaladıysan
orada yetişirsin. fiilen bir rüknü imamla yapma imkanın varsa, ne kadar çok
yetişebilirsen o kadar iyidir. diyelim ki 2. rekata da yetilemedik. cemaat oturdu. ven
daha yetişemem ayrı kılayım, demeyeceksin. sen de varıp iştirak edeceksin, allahu
ekber deyip oturacaksın. sola selam verirken imam ayağa kalkacaksın. bu sefer iki
rekat kılacaksın.
-öğle namazını gelecek dersimizde kılalım.
38. Ders -Cemaatle Namazların Edası ve Cemaate Sonradan İştirak-
-öğle namazının cemaatle nasıl kılınacağını paylaşalım. kısaca, 4 rekatlı bir fatz
namazının cemaatle nasıl kılınacağını paylaşalım.
öğle namazı 4 rekatlıdır. 4 rekat ilk sünneti vardır. müekkeddir. iki rekat son sünneti
vardır. öğlenin vakti, güneşin batı tarafa geçip de gölgelerin artık doğu tarafa
düşmeye başladığı zaman girer demiştik. buna zeval vakti diyorduk. ezan okunur.
sabah namazının ezanından farklı olarak, es salatu hayru'n min en'nevm kısmı yok.
arkasından 4 rekat öğlenin sünnetini kılıyoruz. sünnet bittikten sonra kamet getirilir.
sonra saflar bağlanılır. öğle namazının farzına niyet edilir. imamın nasıl niyet
edeceğini söylemiştik. o allahu ekber der, cemaat de alkahu ekber der. cemaat,
imamla beraber subhaneke okur. subhaneke bittikten sonra cemaat susar. imam
içinden euzu besmele çeker. buna hafî diyoruz. ardından fatiha ve sure okur. imam
allahu ekber deyip rükuya gider, cemaat de allahu ekber deyip rükuya gider.
rükuda 3 defa subhane rabbiyel azim denilir. imam, semi allahu limen hamide
diyerek kalkar. cemaat de rabbena lekel hamd diyerek tamamlar. tamamen
doğrulduklarında, allahu ekber denip secdeye gidilir. secdede 3 defa subhane
rabbiye'l ala denir. secdeleri paylaşmıştık. 2. rekata kalkılır. fatiha ve zammi sureyi
imam burada da hafi olarak okur. imamın gündüz namazlarında hafi olarak okuması,
vaciptir. arafat'ta cem edilen namazda da böyledir. cuma ve bayram namazları
açıktır, cehrîdir. ama normalde öğlen ve ikindi namazları hafîdir. 2. defa secdeye
gittikten sonra allahu ekber denir, imam ve cemaat oturur. bu oturuş vaciptir. imam
ve cemaat birlikye tahiyyet ve teşehhüdü okurlar. allahu ekber denilip 3. rekata
kalkılır. imam fatihayı okur ve rükuya gider. cemaat de birlikte gider. 4. rekat da
böyle tekrarlanır. 4. rekattan sonra son oturuşa geçilir. tahiyyat, teşehhüd, salli ve
barik, dualar okunur. arkasından imam sağa selam verir, cemaat de selam verir.
imam sola selam verir, cemaat de sola selam verir. şafiilerin 2. rekattan sonra selam
vereceklerini söylemiştik.
-sonradan gelip de 4 rekatlı bir namaza yetişen insan ne yapacak? sabah namazıyla
ilgili bir şey söylemiştik; bir rekatin rükusuna yetişen insan, o rekata yetişmiş sayılır.
dolayıdıyla bir insan, namazın 1. rükusuna yetişmişse, namaza başından yetişmiş
kabul edilir ve selamı da imamla beraber verir. 1. rekatı kaçırdık. 2. rekata yetiştik.
imam ve cemaatle birlikte oturduk, onlar son oturuşa geçti, biz tahiyyat ve
teşehhüdü okuduk bekledik. onlar salli ve barik okudu, duaları okudu. imam sağa
selam verdi, sola selam verirken allahu ekber diyoruz ve ayağa kalkıyoruz.
subhaneke okuyoruz, euzu besmele çekiyoruz, fatiha okuyoruz, zammi sure okuyoruz.
rükuya gidiyoruz, peşinden secdelere gidiyoruz, oturuyoruz. bizim için asıl kaidei ahira
budur. tahiyyat, teşehhüd, salavat ve duaları yaparak selam veriyoruz. 1 rekat
kaçırmış idik. böykece o 1 rekatı tamamlamış oluyoruz. mesbuk olan insan,
yetilemediği rekatını böylece tamamlar.
diyelim ki 3. rekata yetiştik veya oturuş sırasında yetiştik. bunun manası, iki rekatı
kaçırdık demektir. burada da yine imam sola selam verirken, allahu ekber deyip
ayağa kalkıyoruz. subhaneke, fatiha, sure, rüku ve secdeleri yapıyoruz. sonra allahu
ekber deyip kalkıyoruz. yine aynı şekilde fatiha, sure, rüku ve secdeler. arkasından
oturuyoruz. tahiyyat, teşehhüd, salavat ve duaları okuyarak selam veriyoruz. yani
imamdan sonra kalkıyoruz ve kendi başımıza iki rekatı nasıl kılıyorsak, öyle kılıyoruz.
ayrıca cemaate katılmış olamnın da belli oranda ecrini alıyoruz.
rasulullah aleyhisselam, insanların koşarak namaza gelmelerini uygun görmemiştir.
"sekînetle, vakarla yürüyün. namaza nerede yetişirseniz, onu kılın. yetilemediğiniz
bölümü tamamlayın." demiştir. böykece iki rekat kıkarak tamamlıyoruz.
3. rekata yetişemedik de 4. rekata yetiştik. biz vardığımızda imamla ancak 1 rekat
kılabildik. bu insanların durumu nedir veya nasıl tamamlayacaklardır? yine aynı
şekilde imam sola selam verirken allahu ekber der ayağa kalkarız. subhaneke, fatiha,
sure, allahu ekber, rüku ve secdeleri yaparız. secdeyi yaptıktan sonra allahu ekber
der ve otururz. 1 rekat kılıp oturduk. imamla bir rekat kıldık ya, bu bir rekatı da kılar iki
rekat yapmıl oluruz. tahiyyat ve teşehhüdü okuduktan sonra allahu ekber der ve
ayağa kalkarız. bu rekatta fatiha, sure, allahu ekber, rüku ve secdeleri yaparız. allahu
ekber der ve ayağa kalkarız. burada sadece fatihayı okuruz. rüku ve secdelere
gideriz. arkasından tahiyyat, teşehhüd, selavat, dualar ve selam veririz.
4. rekata da yetişemedik, otururken yetiştik. imam sola verirken kalkacaksın, baştan
kılıyormuş gibi kılacaksın.
-ikindi namazı, niyetin haricinde öğle namazı gibi kılınır. sonradan cemaate iştirak
açısından da aynı şeyler geçerlidir.
-akşam namazını kılarken, herkes subhaneke'yi okuduktan sonra imam içinden euzu
besmele getiriyor ve fatiha'yı cehrî bir şekilde okuyor. bittijten sonra cemaat amin
diyor. hanefilere göre bu amin içten denilir, hanbeli ve şafiilere göre ise cehrî denilir.
amin denildikten sonra imam, zammi sureyi yine cehrî olarak okur. imam sureyi
okudu. cemaat dinler. eğer imsm şafii ise, fatiha'yı okuduktan sonra, zammi sureye
geçmeden önce, cemaatin de fatiha okuyabileceği bir zaman dilimi bırakır. sonra
zammi sure okuyuşa geçer. rükuya ve secdelere gider. 2. rekatta yine fatiha ve
zammi sureyi cehrî olarak okur. allahu ekber der ve rükü ve secdelere gider. oturuşa
geçilir. cemaat ve imam, tahiyyat ve teşehhüdü okur. allahu ekber denir ve 3. rekata
kalkılır. 3. rekattaki fatiha, hafî olarak okunur. fatiha bittikten sonra rüku ve secdeler
yapılır, tekrar oturulur. tahiyyat, teşehhüd, salavat ve dualar okunulup selam verilir.
daha sonra sünneti kılınır. akşam namazının sünneti, güçlü sünnetlerdendir.
akşam namazının 1 rekatına yetilemeyen insan; ikindinin, sabahın 1. rekatına
yetişemeyen insan gibi kılar. 2 rekat kaçırırsa ne olacak? bunun manası, imamla
beraber 1 rekat kıldı demektir. imamla beraber o bir rekati kılar. imamla beraber
oturur. imam sola selam verirken, allahu ekber deyip ayağa kalkar. subhaneke,
fatiha ve zammi sureyi okur, allahu ekber der, rüku ve secdeleri yapar ve oturur.
böylece imamla kıkdığını ikiye tamamlar. bir rekat daha fatiha ve zammi sure
okuyarak 1 rekat daha kılar. dualarını okuyarak selam verir.
imam vardı. imam 2 rekatı kılmıştı. 2. rekati kıldıktan sonra otururken yetişti. imamla
beraber tahiyyat ve teşehhüd okudu. kalktı, 1 rekat kıldı yine oturdu. imam selam
verdi, bu kalktı. 1 rekat kıldı, yine oturdu. arkasından kalktı, 1 rekat daha kıldı ve yine
oturdu. yani 3 rekatli namazda 4 kere oturmuş olur. son 2 rekatı birlikte kılınır, diyen ilim
ehli de var.
-yatsı namazına niyet ettik. arkasından hep birlikte subhaneke okuduk. imam fatiha'yı
cehrî okur. amin dendikyen sonra da zammi sureyi yine cehri okur. rükuya ve
secdelere gidilir. 2. rekata kalkılır. 2. rekatta da fatiha ve zammi sureyi cehrî okur. rüku
ve secdelere gidilir, oturulur. cemaat ve imam, tahiyyat ve teşehhüdü okur. sınra
allahu ekber denilir ve 3. rekata kalkılır. 3. rekatta imam, fatiha'yı hafî okur. bitince
allahu ekber der, rükuya ve secdelere gidilir. 4. rekata kalkılır. burada da yine
fatiha'yı hafî olarak okur. allahu ekber denir, rüku ve secdelere gidilir. sonra kadei
ahira için oturulur. tahiyyat, teşehhüd, salavat, dualar ve selam. bunun öğle ve ikindi
namazından farkı, 2. rekatındaki fatiha ve zammi surelerin cehrî okunuşudur. gece
namazları diye adlandırdığımız sabah, akşam ve yatsı namazındaki bu kıraatlerin
cehrî yapılması, gündüz namazlarında hafî yapılması gibi vaciptir. gece namazının
yapısına cehrî kıraat daha uygundur ve geceleyin ses daha iyi gider.
yatsı namazına sonradan iştirak, aynen öğleyle ikindi namazı gibidir.
-vitir namazının cemaatle kılınması, ramazan'da efdaldir. ramazan'ın dılında ise
cemaatsiz kılınması efdaldir. yatsı namazını cemaatle kılmayanın, sadece vitiri ve
teravihi cemaatle kılmaları doğru değildir. doğru olan, yatsı namazına bağlı olarak
bu namazların cemaatle kılınmasıdır. tıpkı salatü selam gibi. rasulullah aleyhisselam'a
getirirsin, ashaba getirirsin, ehli beytine ve bu yolda olanlara getirirsin. sıralama budur.
vitir namazının cemaati de yatsı namazına bağlıdır. vitir namazı hanefikerde vacip,
diğer mezheblerde sünnettir. normal cemaat için olan 27 kat fazla sevap vitir
namazında da var mıdır? bunu da söyleyemiyoruz. efdaldir diyebiliyoruz sadece.
vitir namazına niyet ettik. allahu ekber dedik durduk. 1. rekatta birlikte subhaneke
okunuyor. arkasından imam, cehrî olarak fatiha'yı okuyor, zammi sureyi okuyor.
sükuya ve secdelere gidiyor. 2. rekatta kalkıyor. fatiha'yı ve zammi sureyi cehrî
okuyor. allahu ekber diyor. rüku, secdelere ve kuud (oturuş) geliyor. tahiyyat ve
teşehhüdü birlikte okuyoruz. allahu ekber diyoruz. arkasından 3. rekata kalkıyoruz. 3.
rekatta fatiha ve zammi sureyi cehrî olarak okuyoruz. kıraat bittikten sonra imam,
allahu ekber diyor. ellerimizi kaldırıp tekrar bağlıyoruz. kunut dualarını okuyoruz. imam
da okuyor cemaat de. ve hafî olarak okunuyor. rüku, secdeler ve kuud. tahiyyat,
teşehhüd, salavat ve dualar ve selam.
1. rekatk kaçırırsan, 1 rekat kaçırmıl gibi aynı. kalkıyorsun, fatiha ve zammi sureyi
okuyorsun. 2 rekat kaçarsa, akşam namazında olduğu gibi. kalkıyorsun, 1 rekat kılıp
oturuyorsun, arkaskndan yine kalkarak 1 rekat kılıp oturuyorsun.
3 rekatı da kaçırır da sonradan yetilirsen, zaten baştan kılar gibi kılıyorsun.
-cuma namazı cemaatle nasıl kılınır? cuma namazı, cemaat bütünlük namazıdır. bazı
şartları vardır. ebu hanife rahimehullah'ın ısrarla söylediği; cuma namazı kıldıran ve
hutbe okuyacak insan, islam devleti reisinden izinli olacak. hiçbir gayri islami, allah'ın
hükmüyle hükmetmeyen bir rejim, müslğmanlar açısından ülül emr olamaz. "sizden
olacak" diyor ayeti kerime. her aklına esen minbere fırlamayacak. şimdi de her aklına
esen minbere fırlamıyor, ekrana fırlıyor... minbere çıkan her hocanın sözü güvenilir,
verdiği her bilgi itimad edilir olsaydı, bu ülkenin çehresi gülerdi, insaları da huzurlu
olurdu. bu sıkıntıdan dolayı böyle bir hiyerarşinin olması gerektiğine vurgu yapıyor.
cuma kıkınan yerin, kendine ait bir bütünlüğü olması lazım. eskiden her camiide
cuma kılınmasına izin verilmezmiş. çarşıda, meydanda, belirgin olan yerlerde kılınırmış.
cumanın 4 rekatlık ilk sünneti vardır ve müekkeddir. ilk sünnet kıkınır. arksından imam
hutbeye çıkar. selam vermesi doğru olandır. selam verip oturduktan sonra, imamın
önünde iç ezan okunur. iç ezan okunduktan sonra, imam kalkarak hutbesini irad
eder. cuma hutbesi, namazın önündedir. hutbe, iki kısımdan müteşekkil olmalıdır.
birincisini okudu, bittikten sınra oturur. bir müddet araya zaman koyar, dıa eder.
sonra ayağa kalkar ve ikinci hutbeyi okur. genelde 1. hutbede, ümmetin genelini
ilgilendiren sıkıntılara, genel bilgikere yer verilir. 2. hutbede daha ziyade, o günlere ait
hususi durumlar varsa, fıkhî bilgi eksikliği varsa, diyelim ki kurban bayramı günleri
yaklaşıyor, kurbanla ilgili bilgi verikecekse ya da ramazan günleri yaklaşıyor, itikafla
ilgili bilgi verilecekse, yani hünün konusu olabilecek bilgiler seçilir. hutbe sırasındayken
cemaatin namaz kılması da kendi arasında konuşması da doğru değildir. "hatip olan
insan minbere çıktığı zaman, ne namaz vardır ne de söz (konuşma) vardır." buna
dayanarak imamların, hanefilere göre; hutbeden alenî dua ederek, cemaati
konuşmaya icbar etmesi doğru bulunmamıştır. şafiilere göre bu caizdir. rasulullah
aleyhisselam hutbede konuşma yapıyor. hasan ve hüseyin radıyallahu anhum
cemian, içeri giriyorlar. ikisinin de uzun güzel elbiseleri var. elbiselerine takılıp
düşüyorlar. rasulullah aleyhisselam hutbeden iniyor, onları kucağına alıp kaldırıyor,
sonra tekrar hutbeye çıkıyor. rasulullah aleyhisselam, dayanamadım diyor :)
hutbe, cuma namazından bir parçadır. hutbede asıl olan irşaddır, ikazdır. bu da
hangi dille olursa olsun uygundur. hutbe okunur. imam hutbeden inerken, müezzin
kamet getirir. kametten sonra imam öne gelir ve hep birlikte cuma namazına niyet
edilir. arkasından allahu ekber der, tekbirini getirir. cemaat de getirir. imam ve
cemaat beraber subhaneke okur. arkasından imam, cehrî olarak fatiha'yı okur.
zammi sureyi de açıktan okur. allahu ekber der, rüku ve secdelere gider. 2. rekata
kalkar. fatiha ve sureyi yine cehri olarak okur. rüku ve secdelere gider. arkasından
oturulur. tahiyyat, teşehhüd, salat ve dualar okunur. selam verilir. yani cuma namazı,
2 rekatlı bir namazdır. hatta bazı ilim ehli der ki iki rekatı hutbeye bırakılmıştır. bu
yüzden iki rekata düşürülmüştür. böylece aslî temeli korunmuştur derler. iki rekat
kılındıktan sonra, müekked olan son sünneti kılınır. 4 rekattır. böylece cuma namazı
tamamlanmış olur. arkasından kılınan zuhru âhir namazı; cuma eğer kabul olmazsa,
şartları gerçekleşmezse ihtimaline binaen, nolur nolmaz duygusuyla kılınan bir
namazdır. cumadan ayrıdır. zuhru ahir namazının 3. ve 4. rekatında zammi sure
okunması daha evladır, farza benzemesin diye. şafiiler cemaatle kılar.
-bir sonraki dersimizde bayram namazını kılalım.
39. Ders -Zuhru Âhir Namazı, Bayram Namazı ve Cenaze Namazı-
-zuhru âhir; son öğle namazı demek. esasen cuma namazı, 4 rekat ilk sünnet, 2 rekat
farz, 4 rekat son sünnettir. cuma burada biter. ancak rasulullah aleyhisselam
devrinde, bir beldede hep bir cuma kılınmıştır. medine'deki insanlar, mescidi nebî'de
bir araya gelirlerdi ve cuma namazı orada kılınırdı. dolayısıyla bir beldede farklı
yerlerde cuma namazı kılınmazdı. hatta beni seleme yurdunda olanlar, "ya rasulullah,
cemaat için medine'nin daha yakınınına taşınalım mı?" diye söylediğinde, rasulullah
aleyhisselam, gelmenin de ecrini dile getirerek, taşınmaya ihtiyaç olmadığını
söylemiştir. bu sıkıntı ilk defa, fırat'ın kenarında şejir büyümeye başladığında kendisini
gösterdi. ilk defa tartışma, bir beldede birden fazka yerde cuma namazı kılınır mı? ilk
soru bu şekildeydi. ilim ehli tarafından; evet, bu şehirler yeterince kalabalık, biri nehrin
bir kıyısında biri öbğr kıyısında. dolayıdıyla kılınabilir, deniyor. daha sonra, aralarında
böyle bir nehir olmasa, cemaat yeterince kalabalık olsa, birden fazla yerde cuma
namazı kılınır mı? burada ikiye ayrılmışlardır. bir kısmı kılınır demiştir. bir kısmı da
rasulullah aleyhisselam'dan bugüne kadar kılınmadı. bir beldede cuma namazı tek
yerde kılınır. fiilen kılınıyor. onların yeni sorusu; bir yerde kılınan tek bir cuma namazı
geçerliyse, kılınan hangi namaz geçerli? bir grup alim diyor ki; o beldenin asıl merkezi
olan yerdeki cuma namazı geçerlidir. bir grup; iki beldeden hangisi önce kılarsa,
onunki geçerlidir. birden fazla yerde kılınabilir diyenleri de bir başka tedirginlik sarıyor;
ya öbürlerinin dediği doğruysa? kimsenin elinde %100 doğru olduğunun delili yok.
tedirginlik başlayınca zuhru ahîr gündeme geliyor. 'biz cuma namazımızı kılalım.
onların dediği doğruysa da zuhru ahîr diye bir namaz kılalım. eğer cuma namazı
geçerli ise bu namaz nafile bir namaz olur. eğer sahih değilse, öğle namazını terk
etmemiş oluruz.' zuhru ahir namazının temeli buna yöneliktir. bu yüzden itikafla ilgili
bilgilere vakarsanız size şöyle diyecek; itikafı, cuma namazı kılınan bir camiide
yapmak daha doğrudur. 5 vakit namazın kılındığı her mescidde yapılır ama o
mescidde cuma namazı kıkınmıyorsa, cuma vakti geldiğinde mecbur mescidden
çıkacaksınız. bu çıkış olmasın diye, itikafı cuma namazının da kılındığı bir mescidde
yapmak daha ecirlidir. zamanla buna bir şey daha eklendi; cuma namazını kıldıran
insan, islam devlet reisinden cuma namazı kıldırma ve hutbe okuma konusunda izinli
olması gerekir. halifet'ül müsliminden izinli olması gerekir. bu şart günümüzde devreye
girince, kimisi hepten cuma kılmamaya başladı, kimisi de zuhru ahir namazının
üzerinde titizlikle durdu. cuma namazının ve islam aleminin sıhhati için; mü'minlerin,
başlarına mü'min lider seçmesi ve bu liderin mü'minlerle beraber yeryüzünde
ahkâmını tatbik etmesi, vazifelere ehil olan insanlara vermesi gerekir. bu yüzden
muhasebe zamanı özel bir gölgeyle gölgelenecek ve sonu da cennet ile bitecek
insanları sayarken, 1. adaletli imam diyor aleyhisselam. imam iyi olursa binlerce
insanın salâhına sebep olur. bir millrt için son derece kıymetlidir. milletlerin istikratı ve
büyük medeniyetler kurması için bu son derece önemlidir. ömer ibni abdülaziz,
herkesin devlet başkanlarından nefret ettiği bir zamanda başa geçmiştir. islam'ın
istediği bir şekilde değil, galabe yoluyla geçmiştir. neticede bütün insanlara kendini
sevdirmeyi başarmıştır. hilafeti 2.5 yıl sürmüştğr. sonunda şehid edilmiştir. örnek bir
idareci nasıl olur, bunu göstermiştir. o böyle davrandığı için cenabı allah da onun
halifelik yıllarına büyük bir bereket vermiştir. maddi açıdan da ziraat açısından da
bereket vardır. böyle olunca hakka irşad daha kolay oluyor. insanlar zekat verecek
fakir bulmakta zorlanmışlardır, zekat verecek kimse bulamamışlardır. zekatlar köşe
başlarına bırakılmış, ağaçlara asılmıştır. 'zekat ehli kardeşimiz varsa alsın.' diye üzerine
yazı asılmıştır. inşaallah o günleri görürüz.
cuma namazının gerçek manada gerçekleşmediği kanaati gönülde varsa, zuhru
ahire de riayet eder. eğer o cuma, cuma değilse, zuhru ahir onun yerine kılınmış öğle
namazıdır. mütereddit niyet hanefilere göre çok doğru değildir. hanefilerde farzlarda
niyet şartı vardır. bu yapıyla uyuşan bir durum değil. şafiilerde mütereddit niyet vardır.
kılmak, kılmamaktan; yerine getirmek, ihmal etmekten daha huzur vericidir diye zuhru
ahir bizim dğnyamızda kıkınagelmiştir. kaynaklarımızda; zuhru ahirin nereden geldiğini
bilen, ihtilafların kaynağını bilen, bu şuurda olan insanlar tarafından kılınmalıdır. avam
kılmasın, havas kılsın, diye not vardır. zuhru ahir namazı bu demektir. hanefilerde bir
şey daha var; bu namazın 3. ve 4. rekatında zammi sure okunmalıdır. eğer cuma
namazı sahih ise, nafile namazdır. ve her rekatında zammi sure okunmalıdır. ama
cuma namazı sahih değilse, öğle namazının yerine kılınır ve 3. ve 4. rekatında zammi
sure okunmamalıdır. zammi sure okumamak daha doğrudur.
-bayram namazlarının edasına geçiyoruz. eğer hava güzelse bu namaz
meydanlarda kılınır. geniş bir meydanımızın olması gerek ki insanların böyle hallerde
buluşma meydanı olsun. haya ediniz; bayram sabahı herkes evinde hazırlanıyor.
tekbirler getirerek evlerinden çıkıyorlar. tekbirlerle o meydana doğru gidiliyor. mahşerî
bir jalabalık böyle bir meydanda namazını kılıyor ve bayramlaşıyorlar. sonrasında
milyonlarca insan yine tekbirlerle sokaklara dağılıyor. bu görüntü, azim ve şevk
tazeleyici olarak bir yıl yeter insana...
bayram namazının vakti, güneş doğdu ve kerahat çıktı, istiva vaktine kadar devam
eder. bayram namazı için ayrı bir ezan okınmaz. hutbesi bayram namazından sonra
yapılır. müezzin, herkes bayram namazına niyet etsin diyerek insanları davet eder.
tekbirler hanefi mezhebine göre altı tanedir. diğer mezheblerde farklı farklı kaviller
olduğu için girmeyeceğim. bayram namazına imam ve cemaat niyet eder.
arkasından tekbir getirilir. tekbirden sonra beraber subhaneke okunur. arkasından
imam allahu rkber der ve yeniden ellerini kaldırır. tekbirden sonra eller yana salınır.
tekrar allahu ekber der cemaatle beraber, eller yine salınır. üçğncü bçr tekbir daha
getirir ve ellerini bağlar. arkasından imam euzu besmele çeker ve cehrî olarak fatiha
ve sure okur. rükuya gider, secdelerine gider. 2. rekata kalkar. fatiha, zammi sure
okur. peşinden allahu ekber der, ellerini kaldırır ve salar. tekrar allahu ekber der,
ellerini kaldırır salar. yine allahu ekber der, ellerini kaldırır salar. sonra allahu ekber der,
rükuya gider. secdelerinş yaptıktan sonra oturuşa gider. tahiyyat, teşehhüd, salavat
ve dualardan sonra selam verir. arkasından hıtbe geliyor. bu hutbeyi dinlemek
sünnettir. o mehleri kalabalığı hakikaten irşad edecek bir hutbe olmalıdır. iyi bir hazırlık
yapılmalıdır. insanlar bayramlaşarak dağılırlar. bu yüzden bayram namazının
arkasından, namaz kılınan mescidde namaz kılmak mekruhtur. şimdi bayraşlaşmanın
sırası, diyorlar çünkü.
cuma namazı, halefi olan bir namazdır. yani cumayı kılamazsanız, öğleni kılarsınız.
bayram namazının hakefi yoktur. yetiştiniz yetiştiniz. ikinci bir crmaat oluşturamazsınız,
caiz değildir
bu yüzden teyemmümle ilgili bilgilerde ne dedik? abdest alıp da bayram namazına
yetişememe tehlikeniz varsa, yakınınızda su bulunduğu halde teyemmüme izin verir.
-buyrun cenaze namazına. ölüm gelip vâki olduğunda, bir mü'minin diğer mü'min
üzerindeki haklarından biri de cenazesinin hazırlanması, cenaze namazının
kılınmasıdır. dolayısıyla farzdır. farzı kifaye diyoruz. çünkü herkesin her ölen müslümana
yetişmesi mümkün değildir. cenaze namazını da vefat eden insanın sevdiği, ilmine
hürmet duyduğu birisinin kıldırması daha doğru olandır. ancak o yok ise, devam ettiği
camiinin imamı kıldırır. cenaze hazır edilir ve kıble tarafına konulur. imam, cenazenin
göğüs hizasına durur. cenazenin hem huzurundalar hem de dua ediyorlar. rasulullah
aleyhisselam bütün uhud şehidlerine cenaze namazı kılmıştır. hamza radıyallahu anh'ı
oradan hiç kaldırmamıştır. yanına öbür şehid konuyor, onun cenaze namazı kılınıyor.
her şehidle beraber hamza radıyallahu anh'a cenaze namazı kılmıştır. cenaze
namazı temelde, ölüye dua ediştir. mü'min kardeşlerinin toplanıp ona dua etmesi,
iyiliklerinin bir parçası ve uzantısıdır. mü'minler cenaze namazını ihmal etmemlidirler.
tabii bilmediğine şahidlik etmek de doğru değildir. nasıl bilirdiniz? iyi bilirdik.
tanımıyorsun ki, nasıl bikeceksin? sen sus. bilen insanlar söylesin.
cenaze namazı için saflara durduk. normal namazlarda ön saflar daha faziletlidir
ama cenaze namazlarında arka saflar daha faziletlidir. cenaze namazı, sadece
kıyamı olan, rüku ve secdesi olmayan bir namazdır. herkes niyet ediyor. cenazenin
erkek veya kadın olduğunu esasen belirtmeye ihtiyaç yoktur. dua ederken kadınsa
kadına göre, erkekse erkeğe göre dua ediyorsun. duada buna ihtiyaç vardır. her
cenazeye tek tek namaz kılınması, toplu kılınmasından daha uygundur. topku
kılınması da caizdir. rasulıllah aleyhisselam'ın uhud şehidleri için kıldığı gibi.
herkes niyet etti. allahu ekber dendi ve eller bağlandı. subhaneke okunur. ve celle
senaük'ün cenaze namazıyla bir bağlantısı yoktur. hükmü her yerde aynıdır. okuyan
men edilmez, okumayan da ikaz edilmez, oku diye emredilmez. arkasındna allahu
ekber denilir. hanefiler el kaldırmazlar. bu tekbirin arkasında, salli ve barik okunur.
yeniden allahu ekber der imam. burada da cenaze için dua okunur. erkek için
olanına örnek verelim; ‫ِّيرنِا َ َو َكبِّي ِّرنِا‬
ِّ ‫صغ‬
َ ‫لل ُهمِ ا ْغفِّرِْ ِّل َحيِّنِا َ َو َميِّتِّنِا َ َوشا َ ِّهدِّنِا َ َوغاَئِّبِّنِا َ َوذَك َِّرنِا َ َوأُنْثاَنِا َ َو‬
‫اْل ْسالَم‬
َِ ‫ع‬
ِْ ‫اَلل ُهمِ َم‬.
َ ‫ن أَ ْحيَيْتَهُ مِّنِا َ فَأ َ ْح ِّي ِِّه‬
ِّ ْ ‫لى‬
‫ن‬
ِ َ ‫لى اْ ِّْليْما‬
َِ ‫ع‬
ِْ ‫َو َم‬
َ ُ‫ن ت ََوفيْتَهُ مِّنا فَت ََوفه‬
‫ح َوٱلرا َح ِِّة َوٱلر ْح َمة‬
ِِّ ‫َوخُصِ ٰهذَا ٱلْ َم ِّيتَِ ِّبٱلر ْو‬
ِ‫ٱلرض َْوان‬
ِّ ‫َوٱلْ َمغْف َِّرةِِّ َو‬
‫عنْهُ َولَ ِّق ِِّه ٱْلَ ْمن‬
ِْ ‫سانِّ ِِّه َوا‬
ِْ ‫َٱَلله ُهمِ ا‬
َ ‫او ِْز‬
َ ‫ِّن كَانَِ ُم ْح ِّسنًا ف َِّز ِْد فِّى اِّ ْح‬
َ ‫ِّن كَانَِ ُمسِّيئًا َوتَ َج‬
ُّ ‫َ َوٱلْبُ ْش ٰرى َوٱلْك ََرا َمةَِ َو‬
‫ٱلزلْ ٰفى ِّب َر ْح َمتِّكَِ َيا اَرْ َح َِم ٱلراحِّ مِّين‬
eğer kadınsa o siğgalar kadın siğgasına çevirilir. arkasından 4. tekbir getirilir ve selam
verilir. şafiilerde ve hanbelilerde tek tarafa selam verilir. malikilerde biliyorsunuz, her
zaman tek tarafa selam veriyorlar. 1. selam vaciptir, 2. selam sünnet ve onun
tamamlayıcısıdır. cenaze namazı da halefi olmayan bir namazdır. eğer devlet
başkanı veya cenazenin velisi cenaze namazını kıldırmışsa, bir daha kıkınması doğru
değildir. ama böyle değilse velinin, cenazesşnin namazını kıldırmaya hakkı vardır.
ama velinin iştirak ettiği bir namazı tekrar kılmak doğru değildir. cenazeyi oradan
oraya taşımak da doğru değildir. eğer küfür diyarındaysa, müslüman beldesine
getirilebilir. ama islam diyarında vefat etmişse, cebazenin oradan başka bir yere
nakli, lüzümsuz masraf ve lüzumsuz uğraştan kabul edilir.
-gıyabi cenaze namazı, şafiilere göre caizdir, hanefilere göre caiz değildir. imam
şafii'ye göre neden meşrudur? çünkü rasulullah aleyhisselam yapmıştır. meşru
olmasaydı yapmazdı. necaşi'ye gıyabi cenaze namazı kıkdırmıştır. rasulıllah
sleyhisselam mescidi nebi'de iken birden ayağa kalkmıştır. "kardeşimiz necaşi vefat
etti. onun için cenaze namazına." diyerek, mü'minleri mescidden almıltır ve ğamame
mescidine götürmüştür. ırası aslında musalla taşının olduğu yerdir. rasulullah
akeyhisselam bayram namazlarını, cenaze namazını ve yağmur duasını orada
yapardı. orada necaşi önündrymiş gibi gıyabi cenaze namazı kıldırmıştır. o zaman
krada mescid yoktu. nr zaman yapıldı? ömer ibni abdülaziz, halife olmadan önce
medşne valisidir. medine'de birçok hayra imza atmıştır. bunlardan birisi de rasulullah
aleyhisselam ile nerede hatıra geçti, nerede namaz kıldırmışsa oraya bir mescid
yaptırmıştır. rasulullah aleyhissalam mescidi ğamame'de iekn üzerinde hep bir bulut
onu gölgelerdi. bu yüzden de bulut anlamına gelen ğamame ismini vermiştir.
yağmur duası ederken, daha duası bitmeden bulutlar toplandığı için ğamame
olduğunu söyleyen ilim ehli de var. ömer ibni abdülaziz, hicri 1. asırda yaptırmıştır
burayı. ciddi bir zaman dilimi geçmesinerağmen kalıyor ama hırpalanmıştır. daha
sonra osmanlı, kesme taşlardan, sağlam bir şekilde, ömer ibni abdülaziz'in yaptırfığı
her mescidi yenileyerek tekrar yapmışlardır. onun yaptığı iyiliği tamamlamak
istemişlerdir. mescidi ğamame, ebu bekir mescidi, ömer mescidi, ali mescidi yan
yanadır. hâlen osmanlı mimarisidir. ali mescidi yenilenmiştir. osmanlı yapısı olmayan
bir tek o vardır. mescidi ğamame'nin olduğu yerde gıyabi cenaze namazı kıkdırmıltır.
imam şafii buna dayanaeak meşrudur demiştir. ebu hanife; ya rasulullah
aleyhisselam'a ait bir özellikse? diyor. necaşi'nin öldüğü diyar, hristiyan diyarıdır. bu
beldede öldüğü için rasulullah aleyhissrlam cenaze namazını kılmayı uygun görmüş
olabilir, diyor. bizim buna diğer cenazeleri kıyas edebilmemiz için aynı şartları taşıması
lazım, kıyası da yapamıyoruz diyor. mesela rasulullah aleyhisselam'ın mektup
gönderdiği insan, müseylimetü'l kezzab tarafından şehid edilmiştir. her defasında bir
yeri koparılmıştır. yine de geri dönmemiştir ve şehid olmuştır. rasulullah aleyhisselam
bunun içşn dua rtmiştir ama cenaze namazı kılmamıştır. yine caferi tayyar radıyallahu
anh'ın cenaze namazını kılmamıştır. zeyd ibni harise radıyalkahu anh'ın, abdullah ibni
revaha radıyallahu anh ve niceleri şehid olmultıt ama rasulıllah aleyhisselam,
necaşi'den gayrısına cenaze namazı kıldırmamıştır, kılmamıştır. aksi bir bilgi gelmiyor.
hanefiler dolayıdıyla kıyasın buna uygun olmadığını söylüyor. daha sonra gıyabi
cenaze namazı nadiren de olsa hanefilerde kıınmıştır. ama takip ettikleri bir edep
vardı. öne hanefi imam geçirmezlerdi. öne bunun doğru olduğuna daha mutmain
olan şafii imam geçirirlerdi. ona tabii olarak, nadiren kılmışlardır. gıyabi cenaze
namazının organizeleri uygun değildir. ilmi edep çığırından çıkarılmamlıdır. ilim bir
inada, gösteri hâline dönüştürülmemelidir. ölçü kaybolmamalıdır.
cenaze namazının da halefi yoktur. abdest alırsa yetilemeyeceğini bilen birisi, su
yakınında da olsa teyemmüm edebilir. uygun olmamakla beraber, cenaze
namazında kadın ve erkek aynı hizada dursalar, rüku ve secdesi olan namazlar gibi
namazın bozulmasına sebep değildir. ama saf âdâbına aykırıdır.
40. Ders -Seferilik ve Seferiliğe Bağlı Hükümler-
-seferilik, yolculuk diye ifade ediliyor ama her yolculupu kastetmiyoruz. namazları
kısaltmaya vesile olacak yolculuk mesafesini veyahut da ruhsatların cereyan
edeceği sefer mesafesini kastediyorz. yolculuk hâli, meşakkat hâlidir. bu yüzden
cenabı allah, yolculuk hâlinin ruhsat getireceğini vurguluyor. dolayısıyla yolculuğun
seferîlik olması illettir. ek bir meşakkatin gerçekleşip gerçekleşmemesi aranmaz.
meşakkat her zaman zorluk değildir. mesela siz şimdi bir yaylaya gitseniz, bünyeniz
yaylaya uygun değildir. bünye buna alışıncaya kadar, fazla efor sarfederseniz
baygınlık bile geçirebilirsiniz. kısaca cenabı allah, yolcu olan insanın hâlini, iç
dünyasını, bedenî ihtiyacını bizden daha iyi biliyor ki yolculuk hâlinde ruhsat veriyor,
gem oruç hem de namaz konusunda kolaylık geliyor.
-namaza ve oruca tesir eden bu seferiliğin mesafesi ne olmalıdır? bunjn hesabı ilim
ehline göre değişiyor. hanefilere göre, 3 günlük mesafe olmalıdır. normal şartlardan
hesap yapılır. yürüyüş veya hayvan yürüyüşü üzerinden yapılır. 3 günlük yaya yürüyüş
mesafesi, denmiştir. bir insan bir günde, molaları, yemekleri, namazları düştüğünüzde
ne kadar yürür, bu hesap edilmiştir. bunun da istikrarlı 6 saat olduğu tespit edilmiştir.
bir günde 6 saat, 3 günde 18 saat olarak hesap yapılmıştır. bir gün yol alınan
mesafeye, bir merhale adı veriliyor. iki merhale ve üç merhale diye gidiyor. bunun
hesabı da yaklaşık 24 fersahtır. bunu kilometreye çevirince de yaklaşık 90 km eder.
mûtedil rüzgar altında yol alma esas alınmıştır.
bir yerin iki yolu var ise, gidilen yola itibar edilir. mesela armutlu'ya denizden giden bir
insan, seferi değildir; armutlu'ya körfezi dolaşarak giden bir insan, seferîdir. kişi hangi
yoldan gittiyse itibar onadır. böylece seferî mesafesini tayin ettik.
-seferîlik, kişinin bulunduğu şehrin son evlerinden başlar, öbür şehrin girişine kadar
devam eder. sefer mesafesini aşınca seferi olunur zannediliyor. eskişehir'den ayrıldık,
ayrıldıktan sonra 90 km'yi aşınca başlar sanılıyor. hayır, şehrimizin son evlerini de terk
ettiğimiz andan itibaren başlar. yani istanbul'dan çıktık, son evleri terk ettik, 20 km
sonra mola verdik. o molada namazımızı seferî olarak kılabiliriz. bunun için 90 km'yi
aşmak zorunda değiliz. şehrimize geri dönüşte, şehrimizin son evlerinden içeriye
girmediğimiz sürece, kaç km kalırsa kalsın seferî sayılırız.
-vatanların kısımlarına geliyoruz. seferilik açısından vatanlar üçe ayrılırlar.
1) vatanı aslî
2) vatanı ikâme
3) vatanı süknâ
vatanı aslî; genellikle kaynaklarımız, kişinin doğup büyüdüğü ve ebediyyen yaşamak
istediği yer olarak tarif ederler. günümüzde millet doğduğu yerde durmuyor.
göçmeler çok yaşandığı için, tarifi belki değiştirmek gerekiyor. kişinin, ömrünün geri
kalanını geçirmek üzere yerleştiği yere vatanı aslî denir, demek daha doğru. günün
birisinde geçici bir sıkıntı çıkar, oradan kalkıp başka yere yerleşmek zorunda kalındı. o
yere intikâl edene kadar, eski yerleşim yeriniz yine vatanı aslîniz olmaya devam eder.
ömrümün geri kalanını tamamlayacağım diye azmederek yerleştiği bir yerden,
sonradan herhangi bir sebeple göçmek zorunda kalsa bile, göçme kararı alınıncaya
kadar onun vatanı aslîsidir.
vatanı ikâme; geçici olmak şartıyla, kişinin 15 gün veya daha fazla ikâmet niyetiyle
yerleştiği yere denir. gelmişsiniz ağrı'dan, istanbul'da okuyorsunuz. istanbul sizin için
vatanı ikâmedir. yine askere gitmişseniz durum aynıdır. bu nevi niyetlerle gidilen
bütün yerler, vatanı ikâmedir.
vatanı süknâ; geçici olarak 15 günden daha az ikâme edilen yerlere, vatanı süknâ
denilir. dolayısıyla kişi, vatanı aslîsinden namazlarını tam kılar. vatanı ikâmesinde
namazlarını tam kılar. vatanı ikâme dediğimiz yer, vatanı aslîden seferi mesafesi
kadar uzak ise, sadece yolda seferi olur. bir insanın bir beldeden fazla yerde kendi
şahsına ait evi varsa ve bu eve varınca kendi oturuyorsa, orada süresi gözetilmeksizin
mukîm kabul edilir. fiilen evinin kendi oturumu için hazır olması lazım. evi var ama
kirada, yine seferi sayılır. devre milk diye adlandırılan şeyler mülk değildir. bunlar ev
olarak adlandırılmaz. böyle yerler 15 günden daha az duracaklarsa, bu insanlar yine
seferîlerdir. bir insan babaevine dönmekle, orası vatanı aslîsi ve mukîm olmaz. nafaka
bağı babaya bağlı olan insan ise babaevine döndüğü zaman mukimdir. nafaka
bağı babaevinden kopmuş ise, artık o evde misafirdir. bir kız gelin olmuş istanbul'a
gitmiş. konya'da babaevine vardığında, orası yıllarını geçirdiği evi olsa da nafaka
bağı babadan koptuğu için artık misafirdir. bir insanın yazlık evi kendine ait olsa,
orada muhkimdir. osman radıyallahu anh, mekke'de evlendikten ve evi olduktan
sonra mukim kılmıştır. medine'de de artık mukim olarak kılmıştır. hacc'da da mukim
kılmaya başlamıştır.
-mukim olan bir insan namazını nasıl kılar? sabah iki rekat, öğle ve ikindi dört rekat,
akşam üç rekat, yatsı dört rekat olarak kılar. seferi bir insan, seferiler olarak cemaat
olduklarında veya yalnız başına kıldığında; sabahı iki rekat kılar, öğleni iki rekat kılar,
ikindiyi iki rekat kılar, akşamı üç rekat kılar, yatsıyı iki rekat kılar. yani dmrt rekatlı farzlı iki
rekat olarak kılar. burada şöyle bir tartışma olmuştur; seferi olan insanın, namazını iki
rekat kılması mı daha faziletlidir, yoksa oruçta olduğu gibi 4 kılması mı daha
faziletlidir? yani seferde iki rekat kılmak ruhsat mıdır, asıl mıdır? imam şafii rahmetullahi
aleyh, ruhsattır diyor. isteyen dört rekat da kılar ve ayrıca ecir alır. imam ebu hanife
rahmetullahi aleyh ise, bunun asıl olduğunu, ruhsat olmadığını, azimet olduğunu,
dolayısıyla namazın iki rekat kılınması gerektiğini, dört rekat kılan insanların selamı
geciktireceklerini, dolayısıyla sehiv secdesinin gerektiği kanaatindedirler. öğle
namazında ne demiştik? birinci oturuş vacipti, ikinci oturuş farzdı. kaidei ahîra ne
oldu, ikinci rekattan sonraki oturuş oldu. artık farz o. biz mukimken öğle namazında
ikinci rekattaki oturuşu unutsaydık, vacibi terk etmiş olacaktık. vacibi terk ettiğimiz için
sehiv secdesi yapacaktık, bu yeterliydi. burada artık farz, iki rekattan sonraki oturuş
olduğu için, bunu unutarak ayağa kalksak, üçüncü ve dördüncü rekatı tamamlasak
ve sehiv secdesi yapsak, namazımız fasit olur. çünkü rüknü terk ettik. unutmadık da iki
rekattan sonra oturduk. tahiyyat ve teşehhüdü okuduk, sonra ayağa kalktık. bizim
farzımız yerini bulur ama selamı, yani bir vacibi, iki rekat sonrasına geciktirmiş olduk.
hanefilere göre bundan dolayı sehiv secdesi gerekir.
peki neden imam şafii bu kanaatte? ayet, seferi olan insanların, oruç
tutmayabileceklerini söylüyor. sonr kaza ederler, diyor. bu bir ruhsattır. ruhsat
olduğunu hanefiler de kabul ediyor. dolayısıyla seferi bir insan, sefer sırasında oruç
tutsa geçerli midir? geçerlidir. daha faziketlidir. bunu hanefiler de kabul ediyor.
şafiiler, namazda da böyle olduğunu söylüyorlar. seferde olan insan bu ruhsatı
kullanmaz da azimetle amel ederse, namazlarını tam kılarsa, daha faziletlidir, diyor.
nitekim seferde olan insanın üzerine cuma namazı da farz değildir ama kılarsa
geçerlidir. bundan dolayı ayrıca ecir alır ve üzerinden öğle namazı düşer. ebu hanife
buna azimet gözüyle bakıyor. âişe validemiz radıyallahu anh'tan gelen bir hadis var.
diyor ki; "namazın esası iki rekat üzerine bina edilmiştir. seferde namazlar yarıya
düşürülmedi. sefer sırasında namazın temeli kılınıyor. mukim olana ilave edildi. onun
üçüncü ve dördüncü rekatlarda zammi sure yoktur, sadece fatiha vardır." diyor.
buna binaen, seferdeki iki rekatı azimet kabul ediyor. nasıl ki sabah namazına,
"rabbimiz iki rekat demiş ama benim vaktim var. dört rekat kılacağım." diyemiyorsak,
mukîm iken "öğleni dört rekat kılmış ama ben ona artı olarak iki rekat daha
kılacağım." diyemiyorsak, seferdeki artı rekatları da bu yüzden doğru bulmuyor.
dolayısıyla seferi olan insan, dört rekatlı namazları iki rekat olarak kılacaktır. bu
azimettir; asıldır, doğru olandır. ebu hanife bu kanaattedir.
-mukîm olan bir insan, seferîye uyabilir mi? uyabilir. bunda karâhat yoktur. seferi olan
bir insan, mukîm olan bir insana uyabilir mi? uyabilir. bunda da kerâhat yoktur. ancak
seferi olan insan, mukim olan insana uyduğunda, namazı, mukim namazına dönüşür.
imam nasıl kılıyorsa öyle kılacak. dolayısıyla hacc'a giden veya erzurum'a giden
insanlar, oradaki cemaate iştirak ettiklerinde, camiideki imam nasıl kıkdırıyorsa ona
uyarak namaz kılacaklar. kendi başlarına kıldıklarında veya çnlerine kendilerinden bir
imam geçtiğinde, namazlarını seferi olarak kılacaklar. imam nasıl kıldırıyorsa öyle
kılınır. imamı yarı yolda terk etmek olmaz. ancak seferi olan bir insan, mukimlere
imam olursa, onları yarı yolda bırakır. sanki seferi olan insan, mukim olana imam
olamazmış gibi bir anlam çıkıyor. hayır, imam olur. bunu ara sıra yapmakta fayda
vardır. çünkü biz kılmaya kılmaya nasıl tatbik edileceğini unutuyoruz. zihnimizden
kayıyor. bizim insanımız namaz sırasında nasıl tilavet secdesi yapılacağını bilmiyor.
yaşamamış çünkü. insanlar şaşırır diye imam da bunu yapmıyor. ama öğretmekte
fayda var. bunda kerahat yoktur. imam, cemaati yarı yolda bıraktığı için fazilet
eksikliği de yoktur. dolayısıyla seferi insan, mukim olana imam olur. rasulullah
aleyhisselam, mukim olan insanlara namaz kıldırmıştır ve onlara "namazınızı
tamamlayınız. biz seferi bir topluluğuz." buyurmuştur. bu kerrelerce vardır. peşindeki
cemaati bu şekilde ikaz ettiğini biliyoruz. seferi olan imamların, arkalarındaki mukim
cemaati bu şekilde ikaz ederek namaza başlamaları ve onlara bilgi vererek
başlamaları daha doğru olandır.
seferi olan insanlar, normal cemaat gibi namaza durular. iki rekat bitip oturulduktan
sonra imam efendi, dualarını okur ve selam verir. sağa selam verdi, sola selam
verirken, mukim olan cemaat ayağa kalkar. namazlarını önlerinde imam varmış
(lâhik) gibi tamamlarlar. misal namaza durdunuz, rükuya eğildiniz, burnunuz kanadı.
yeniden abdest aldınız, geldiniz ve imama uydunuz. aradan bir rekt kaçmış. o rekatı
önünüzde imam varmış gibi yani fatiha ve zammi sure okumadan
tamamlayacaksınız. çünkü siz, başından beri imama uydunuz. eğer abdestinize
böyle bir bozukluk gelmeseydi, imamla tamamlayacaktınız. halbuki mukim olan
insanları imam yarı yolda bırakmıştır. önlerinde imam varmıl gibi kılarlar. fatiha ve
zammi sure -eğer okunacaksa- okumazlar. fatiha okuyacak kadar bir süre beklerler.
sadece fatihaları okumazlar. tamamlanması budur. cemaatle namazı kılmış gibi ecir
kazandırır. belki günümüzde bir ecir daha kanzandırır; bu namazın nasıl kılınacağını
öğrenme ecri. mukim imama ilk iki rekatı kıldıktan sonra yetiştik ama seferiydik.
namazı yine mukim olarak tamamlarız. mukim imama tabi olunca namazımız
dönüşür.
-seferilikte farz namazının ikiye düşüp de sünnet namazının ikiye düşmemesinin
sebebi; bir insan sünnet namazı kılmasa vebali olmaz. mukim olan insana da vebal
gerekmez. ancak mukim insan sık sık kılmıyorsa, kulağını çekmek gerekir. bunu
alışkanlık hâline getirmek ayrı bir şeydir. kılmamayı savunması doğru değildir. çünkü
kılan insan daima daha fazla ecir alır. sünnetleri de iki rekat kılsa, bu sefer iki rekatlık
ecir alır. sünnetler normal hayatta da zaten kısaltılabiliyor. rasulullah aleyhisselam
onlarca çilesinin içinde yine de ek namaz kılmıştır. bu konuda gevşeklik
gösterilmemesi gerekir.
-kazaya kalan bir namaz, bir insanın üzerine nasıl yazılarak kazaya kaldıysa, öylece
kaza edilir. ben mukimken üzerimde kaza namazı vardı. kabe'de bu namazları
kılacağım. ben seferiyim. bu namazları nasıl kılacağım? mukim iken bu namaz
üzerime farz kılındığı için, tam olarak kılacağım. seferi olsam da 4 rekat kılacağım.
seferdeyken kılamadı, mukimken kaza edecek. seferi gibi iki rekat kılacak.
-seferi insam vitir namazını olduğu gibi kılar. onun vacipliği düşmez. şafiilerde de
sünnet oluşu düşmez.
41. Ders -Oruç (Savm) Vakti, Hilâlin Ru'yeti-
-seferi insanın, hanefilerde ve şafiilerde oruç tutmaları daha efdaldir, hanbelilerde ise
tutmamaları daha efdaldir. seferi olan insan, üzerine vacip olmamala beraber,
kurbanını keserse yerine getirmiş olur. yine üzerine farz olmamakla beraber, cuma
namazını kılarsa yerine getirmiş olur. seferi olan bir mesafeye giden birisi, bir yerde 3
gün, bir yerde 5 gün kalsa ve bu günlerin toplamı 15 gün ve daha fazla olsa, o insan
orada mukîm sayılmaz. bir beldeden başka bir beldeye geçip, orada 15 gün ve
daha fazla kalırsa ikâmet etmiş olur. bir de bugünki konulan il sınırları sınır zannediliyor.
istanbul burada başlar, kocaeli burada biter, gibi. bu sınırlar muteber değildir.
muteber olan, o şehrw bağlı bitişik evlerdir. diyelim ki eskişehir'in evleri var, o evlere
bitişik mahalleleri var, o mahalleleri geçtiğiniz an seferilik başlar. gideceğiniz
memleketin giriş evlerine kadar devam eder. bir insan, cuma namazının heöeceğini
bile bile, ortada ciddi bir sevep de yokken, sefer için cuma namazını seçse, cuma
namazına da katılmıyorum, iyi diye aklından geçirse ve seçimini bu şekilde yapsa, bu
mekruhtur ve bundan dolayı vebal kazanır. ama "buradan çıkarım. sapanca'da
inşaallah dururum, cumayı kılar devam ederim." derse, bu mekruh değildir. tam
kurban bayramı geldi, kurban da 500 lira. 500 liraya hem köyüme giderim, hem de
üzerimden kurban düşer, beleşe getiririm, derse bundan da vebale girer.
Oruç:
-oruç bölümüne başlıyoruz. oruç, farsçadan akınma bir kelimedir. aslı, savm
kelimesidir. hicretin 2. yılında farz kılınmıştır. oruç daha önceki ümmetlerde de vardı.
ayeti kerimede; "/ َِ‫ِّن قَبْ ِّلكُ ِْم لَعَلكُ ِْم تَتقُون‬
ِْ ‫علَى الذ۪ ينَِ م‬
َِ ‫ يََٓا اَيُّ َها الذ۪ ينَِ ٰا َمنُوا كُت‬ey iman
َ ِ‫ِّب‬
َ ‫الصيَا ُِم َك َما كُت‬
ِّ ‫علَيْكُ ُِم‬
َ ‫ِّب‬
edenler! oruç, sizden öncekilerin üzerine farz kılındığı gibi size de farz kılındı. umulur ki
muttaki olursunuz." yani mesele sadece oruç tutmak değil, orucu manevi
duygularınızla bütünleştirmek ve takva ehli olmaya doğru seyretmektir. bir sonraki
َ ِ‫علَى الذ۪ ينَِ ي ُ۪طيقُونَهُ فِّ ْديَة‬
ayeti kerimede; " ‫ط َعا ُِم‬
َِ ‫ِّن اَيامِ اُخ‬
ِْ ‫سفَرِ فَعِّدةِ م‬
ِْ ‫اَيامِا ً َمعْدُودَاتِ فَ َم‬
َ ‫َر َو‬
َ ‫ن كَانَِ ِّمنْكُ ِْم َِم ۪ريضِا ً اَ ِْو‬
َ ‫ع ٰلى‬
َ
َ
َ
ً
َ
ُ
ُ
/ َِ‫ِّن كنِْتُ ِْم تَعْل ُمون‬
ِْ ‫صو ُموا َخيْرِ لك ِْم ا‬
ِْ َ‫ ِّمس ْ۪كينِ فَ َم ْنِ تَطوعَِ َخيْرِا فَ ُه َِو َخيْرِ لهُِ َوا‬sayılı günlerde oruç yazıldı.
ُ َ‫ن ت‬
İçinizden hasta veya yolcu olan, başka günlerden sayısınca tutar. Orucu tutmakta
zorlananlar için bir yoksulun (günlük) yiyeceği kadar fidye yeterlidir. Bir iyiliği mecbur
olmadan yapan için bu (yaptığı) iyidir. Ama orucu tutmanız -bilirseniz- sizin için daha
hayırlıdır." bu ayeti kerime şöyle de anlaşılmıştır; oruç ilk farz kılındığında, oruç
tutmakta zorlanan insanlar, oruç tutmaya güçleri yetiyırsa oruç da tutabilirler ama
maddi imkanları varsa, bir günlük fakir doyururlar. ama ayetin devamı, "ama fakir
doyurmak yerine oruç tutarsanız daha hayırlı bir iş yapmış olursunuz." buyuruyor.
orucun bu diliminin sonraki ayette kaldırıldığı vakidir. yani oruç tutmakta zorlanan
insanlar, isterlerse fakir de doyurabilecekken, sonradan, sıhhi sebebi olmayanlar oruç
tutmalıdır, hastalığı olanlar bunun karşılığında fidye verebilirler, bu netleşiyor. " ‫ش ْه ُِر‬
َ
ٰ
ْ
ْ
ْ
ٰ
ْ
ً
ُ
ُ
ُ
ُ
َٓ
َ
ْ
ْ
ْ
َ
ٰ
ْ
َ
ِ‫سفَر‬
ِ ‫ص ْمهُِ َو َم‬
َ ‫ن‬
ِ ‫ان ف َم‬
ِِّ ‫اس َوبَيِّنَاتِ مِّنَِ ال ُهدى َوالفرْ ق‬
ِ ِّ ‫ن هُدًى لِّلن‬
ُِ ‫ل ف۪ ي ِِّه القرْ ا‬
َِ ‫ضانَِ الذ۪ ي ان ِّز‬
ُ َ‫ش ِّه َِد ِّمنك ُِم الش ْه َِر فَلي‬
َ ‫ن كَانَِ َم ۪ريضِا ا ِْو‬
َ ‫َر َم‬
َ ‫على‬
/ َِ‫ع ٰلى َما ه َٰديكُ ِْم َولَعَلكُ ِْم تَ ْشكُ ُرون‬
َِ‫ْر َو ِّلتُ ْك ِّملُوا الْعِّدِةَ َو ِّلتُكَبِّ ُروا ه‬
َِ ‫ل ي ُ۪ريدُ بِّكُ ُِم الْعُس‬
َِ ‫ْر َو‬
َِ ‫للا بِّكُ ُِم الْيُس‬
ُِ‫َر ي ُ۪ريدُ ه‬
َِ ‫ِّن اَيامِ اُخ‬
ِْ ‫ فَعِّدةِ م‬O (sayılı
َ ‫للا‬
günler), hakkı batıkdan ayıran, insanları hidayet yoluna irşad eden ve insanlara
rehber olarak Kur’an’ın indirildiği ramazan ayıdır. Artık sizden kim bu aya yetişirse
(şahid olursa) onu oruçlu geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa, başka günlerden
sayısınca tutar. Allah sizin için kolaylık istiyor güçlük çekmenizi istemiyor. Sayıyı
tamamlamanız, sizi doğru yola iletmesine karşı Allah’ın yüceliğini dile getirmeniz ve
umulur ki şükredersiniz diye (uygun hükümler gönderiyor)." bu ayetler bakara
suresi'nin 183- 185. ayetleridir. böykece medine'ye intikalden sonra, hicretin 2. yılında
oruç farz kılınmıltır ve oruca başlanmıştır. ilk oruç da bedir savaşına giderken
tutulmuştur. bedir, ramazan ayının 17'sinde yapılmıştır. rasulıllah akeyhisselam bedir'e
giderken oruçlu idi. sahabeye oruçlarını açabileceklerini söyledi ama sahabe
rasulullah aleyhissrlam'a bakıyor, rasulullah dayanıyor diye onlar da açmadılar.
onların açmadığını gören rasulullah aleyhisselam orucunu açtı ve sahabe de açtı.
sonradan bu oruçlar tamamlandı. ramazan ayına, fetihler ayı da denilir. en çok
fetihlerin uaşandığı aylardan biridir. ramazan ayında çok şeyker yapılmış. bedir savaşı
ve mekke'nin fethi, bu örneklerden bazılarıdır.
-ramazan ayı nasıl başlar? bir ay, hilalin görülmesiyle girer. mesela bütün dünyada
günler yedidir. güne 9 düyen yok. herkes böyle diyor. neden? allahu alem. aylar 12
tane. bazı şeyler böyledir. yıl içerisinde ayın girip çıkışı, hilalin görülmesiyle başlar ve
yine ay'ın görülmesiyle biter. ay'ın daima güneş'e bakan tarafına güneş vurur. ilk hilali
gün batımında, güneş'in olduğu tarafta görürüz. en son kaybolurken, sabah namazı
sırasında ve doğu tarafında görürüz. doğu tarafından kaybolur. hilalin görülmesi
batıdan başlar, giderek her gün doğuya doğru kaybolur. her gün yaklaşık 48- 52
dakika arasında geç doğar. bizim sabah namazında gördüğümüz, ay'ın sonunun
hilalleridir. kaybokduktan sonra bir veya iki gün görünmez. sonra yeniden batı
tarafında, incecik hilal şeklinde görülür. bu görfüğümüz hilal, yeni ayın hilalidir.
güneşin batışından sonra veya batışına yakın görülür. o ramazan'ın girişidir. peki bu
görünüş çıplak gözle olmalı mı, astronomik olarak yapılan gözlemler bu görmenin
yerini tutar mı? dört mezhebin dördü de ve mezhebdeki alimlerin %99,9'u da "hilal,
çıplak gözle görülmelidir." derler. ebu müslim, bir de şafii alimlerinden supkî; hesap
uzmanları hesaplarından eminseler, hesap da bunun yerine geçer, kanaatindedirler.
ne imam şafii, ne imam malik, ne imam ahmed, ne imam ebu hanife, ne imam
muhammed, ne imam ebu yusuf, ne de bütün mezheblerin ilerş gelen alimleri, böyle
bir gmrüş bildiriyorlar. hiöbirinde yok. dşyorlar ki hilsl çıplak gözle görülmelidir.
islamiyetin koyduğu ölçüler, teknik aletlere ait ölçüler değillerdir. bize verilen ölçüler,
elinde teknik alet olsun ya da olmasın, her insanın uygulayabileceği ölçülerdir. bunda
da böyledir.
peki günümğzde teknik ilerledi, bundan istifade edilemez mi? bütün samimiyetimle
söylüyorum; hilâlin ru'yeti, bu aletlerle ölçülenlerin hiçbirisine benzemiyor. bu
kelimeler, beylik kelimelerdir. rahat kullanılacak kelimeler değil. teleskop ve aletler,
güneş'in ışığının yansımadığı ayı da görüyor. ay'ın kendisinin ışığı yok. bı arada islam
alimleri, yüzyıllar öncesinden, ay'ın kendine ait ışığının olmadığını biliyorlar. ay'ın ziyası
kendinden değildir, diye şiirlerimizde bile var. beydavî tefsirinde dünyanın yuvarlak
olduğu var. 1200'lü yıllarda yaşamıştır. dünaynın yuvarlaklığı 1500'lü yıllarda ispat
edildi. fahreddin râzî, kâdî beydâvî'den de eskidir. beydavî'nin tefsirinde, "dünya
küresinin dörtte üçü sudur." diyor. dünyanın yuvarlaklığı hakkında bilgi vermiyor.
çünkü zaten bunu bilmeyen yok, kabul etmeyen yok. fahreddin râzî, hicri 700-800'lü
yıllsrın insanıdır. sularla ilgili bilgi verirken, "ilmş heyetin verdiği bilgiye göre, dünya
kürresinin dörtte üçü sudur." sadece dünyanın yuvarlak oldupunu değil, dörtte
üçünün su olduğunu da biliyorlar. pîrî reis, amerika'nın haritasını yapmış, macellon
daha dünyayı dolaşıp yuvarlak olduğunu bulmaya çalışıyor. biz kendi haritamızı
unutuyoruz, avrupalının peşinden koşuyoruz. cenabı allah ilim de vermiş, teknik de
vermiş, doğruyu bulma imkanı da vermiş. biz kendi kusurlarımızı, başkalarının
meziyetlerini dile getiriyoruz.
kendi konumuza dönelimç ay gmrülmeye başlıyor, her geçen gün bu görünme
çoğalıyor ve dolunaya dönüyor. türkiye'nin üzerinden geçerken yeni görünmeye
başladı ay. bu ne demek? o ay pakistan'ın, endonezya'nın üzerinden geçerken
görülmedi demektir. türkiye'in üzerinden hörülmez de fas, tunus, cezayir'in üzerinden
görülür. batı'ya doğru gidildikçe görülme ihtimali artıyor. biz bu ay'ın peşini nereye
kadar takip edeceğiz, bunun takip edilmesi lazım. ikinci olarak da bizim kasaba, ülke
olarak bulunduğumuz nokta, görülmeye başlayan bir hilali görmeye uygun
olmayabilir. biz göremeyiz ama urfa görür. istanbul görmez, antalya görür. herkes ay
ve güneş tutlmasını aynı görmüyor. bu kadar değilse bile, kişilerin bulunduğu ufuk,
aslında görülmeye başlayan ayı görmeye uygun olmayabilir. demek ki mesele
sadece hesap meselesi değil. aletle hesap edilebilir diyenler, şunu da diyorlar; bu
hilalin antalya'dan görülmeye açısının uygun olduğu da bilinebiliyor. o zaman üç
kişilik, beş kişilik bir heyeti antalya'ya göndereceksin, cezayir'e göndereceksin.
gideceksin 5-10 kişi hilali gözetleyeceksin, allah için gördüm, diyeceksin, dua
edeceksin, bütün islam alemine de duyuracaksın, gerekirse kamerayla çekeceksin,
şahitlerini de belirteceksin. dünyanın hayırlı bir işini yapmış olacaksın. hiç de zor
değildir. bu sene hilal, güney amerika'nın batı tarafında, pasifik'te görülmeye
başlandı diye söylüyorlar. orayla bizim aramızda atlas okyanusu var, amerika kıtası
var. ta orada görülen hilale uyan türkiye, bayramını yaptı. arabistan da haklı olarak
dedi ki ben hilali görmedim. evvela bunda karar kılınması lazım. bir taraftan
arabistan'ı suçluyoruz, öte taraftan onların takvimine göre arafat'a çıkıyoruz.
türkiye'de insanlar bayram yapıyor, biz aradat'ta vakfe duasına çıkıyoruz. sana bağlı
olan yüz binin üzerinde hacı var. eğer sen hesabında doğruysan, belki de ömründe
bir defa hacc'a gitme imkanı olan yüz bin hacının hacc'ı, hacc değil. bu anlayan
insan için büyük mesuliyettir. hesapla amel etmek laikliğe uygun çünkü... islamiyet ise
henüz ramazan gelmeden, ramazan yollarının beklenilmesini, ramazan rüzgarının
gönüllerde esmesini, o şuura sahip olunmasını istiyor. aksi olunca bir bakıyorsun
ramazan gelmiş, alel acele sahura kalkıyorsun, tam ramazan'ın ruhunu
yakalayacekken bir bakmışsın ramazan bitmiş. biz bu havayı kaybettik. şu an
yapılması gereken; kişileri bu hesaba ikna etmek yerine, tamam aletler kullanılsın
ama hilalin görülebileceği üç beş noktaya insanlar gönderilsin, oradaki insanlarla
beraber gitsin gözetlesinler, islam'ın bir umdesini görmenin güzelliğini yaşasınlar, sonra
da tüm islam alemine duyursunlar. bu takip de fas ülkesinden öteye geçmemeli,
atlas okyanusunun başladığı yerde bitmelidir. ayrıca islam'da hilal gözetlemek, kifâî
derecede vaciptir. gözetleyen bir ekip olmazsa diğerleri mesul olurlar. mağribe kadar
bu işin takibi vardır. mağribden ötesi beşer tâkâtinin üstündedir. diğer alimler diyor ki
herkes kendi ülkesini gözetler. bu bahsettiğimiz hanefilerinkiydi, en zoru olan o.
hanefilere göre; islam alemlerinden birisinde görülürse, bu haber de sahih bir yolla
diğerlerine ulaşırsa, bütün ümmeti muhammed'i bağlar. buradan cezayir'e, urfa'ya
gidip hilal gözetlemek, bir devlet için çekirdek parası bile değil. bir kokteylde verilen
içki parasıyla, 10 yıl heyet gönderebilirler... bu ümmetin hayrı isteniyorsa, vazifesi
samimiyet ve başkalarını da saminiyete teşvik etmekse, çözüm yolu budur. diğer
yollar inâdî yollardır. bir diyanet emeklisi, arabistan'da hilal gözetlenmesi için
televizyonda dedi ki, "burnunun ucundaki israil tankını göremeyen mi hilâli görecek?"
çok cahilce bir laftı. o zaman senin diyenet işleri başkanın arafat'ta ne arıyor?
madem bu kadar eminsiniz, bir gün sonra gidin. israil için savaşa giren, yüzlerce uçak
uçuran, binlerce bomba yağdıran incirlik hava üssü'nün türkiye'de olduğunu
göremeyecek kadar körsen, (incirlik israil için orada. türkiye topraklarından israil
korunuyor.) ben sana mı güveneceğim, böyle bir ülkeye mi güveneceğim? yıllarca
kızlarımıza başörtüsü yüzünden zulmeden bir ülkeye mi güveneceğim? islam
aleyhinde ne varsa okullarda okutan bir millete mi güveneceğim? bu hainler
arapların içinde de var, bizim içimizde de var. ramazan hilali gözetlenir, ramazan'ın
yolları beklenir, hilal gözetlemek bir ümmet için vaciptir. buna riayet edilir.
-ramazan ayının içerisşnde başka oruç tutulmaz. başka niyetle oruç tutsanız bile
ramazan orucu olur.
Oruç Çeşitleri:
1) farz oruç: ramazan orucu.
2) vacip oruçlar: en baştaki vacip oruç, adak orucudur. mesela bir insam hacc'ı
temettu veya hacc'ı kıran yaptı. bu insan kurban vaciptir. ama kurban bulamadı
veyahur da hakikaten oarası yok. bu insan ihramlıyken hacc içerisşnde 3 gün oruç
tutar, yedi günde kendi ülkesinde oruç tutar.
3) sünnet ve diper nafile oruçlar: pazartesi perşembe oruçları, eyyamil biğ'd yani ayın
13-14-15. günleri tutulan oruç var. savmu dâvut orucu var. bir gün oruç tutup bir gün
tutmamak. rasulullah aleyhisselam bundan daha sık oruç tutlmasını izin vermiyor.
abdullah ibni amr ibni a's var. çok siyasi birisidir. oğlu abdullah ise çok muttaki birisidir.
islam'a vücudunun her zerresiyle teslim olan birisidir. ömer radıyallahu anh'ın oğlj
abdullah radıyallahu anh var. babasına nazaran çok yumuşak birisidir. çok cana
yakın ve sevimli birisidir. bu abdullah ibni amr ibni as radıyallahu anh da tek hadis
yazma yetkisi verilen birisidir. kendi kendine karar veriyor; rasulullah aleyhisselam'dan
daha çok ibadet etmemiz lazım anlayışıyla, bütün ömğr boyı oruç tutmaya kalkıyor.
rasulullah aleyhisselam onu yanına çağırıyor. böyle yapmamasını söylüyor. eyyamı
biğ'd orucunu söylüyor. bubdan daha fazla oruç tutabikirim, diyor. rasulullah
sleyhisselam, "o zaman pazartesi perşembe günlerini de tut." diyor. ya rasulullah daha
çoğuna güç yetiririm, diyor. "o zaman savmu dâvut tut." diyor. yani bir gün oruç
tutup bir gün ara verme şeklinde. sınurı oraya koyuyor rasulullah aleyhisselam.
abdullah radıyallahu anh ölünceye kadar bu orucu tutmuştur. ama ömrünün son
yıllarında, bu orucun meşakkatini dile getiriyor. rasulullah aleyhisselam'a söz
vermeseydim şu an oruç tutmazdım, demiştir. ama son demlerine kadar sadakat
göstermiştir.
-oruç tutmanın yasak olduğu günler hangi günlerdir? bayram günleri. ramazan
bayramı 1 gündür. kurban bayramı 4 gündür. yılın bu beş günü oruç tutmak
mekruhtur. bunun dışında her gün tutulabilir.
-imsak, orucun vakti, orucu bozan şeyler hakkındaki bilgileri sonraki ders paylaşacağız
inşaallah.
42. Ders -Oruç ile İlgili Hükümler-
-oruç, allah'on kula verdiği iradeyi en iyi şekilde zapt etme hassasiyeti veren, o
melekeyi kazandıran ibadetin adıdır. neredeyse 12- 14 saat oruç duracak. llah dediği
için, allah rızası için kendini zapt edecek. oruç bozan şeylerden uzak duracak. bu,
insanın diğer varlıklardan üstünlüğünü, derecesini ve kıymetini gösterir. insanın hem iç
güdüsü, hem iradesi, hem de allah'ın emirlerini yerine getirerek ecir bekleme hayalleri
ve ümitleri vardır. bunların hepsini birden yaşar. oruç; iradesi olanın işidir, allah'ın
kendisine emanet bahsettiği insanın işidir, mükerrem kıldığı insanın işidir. iradesine
hakim olma da onun vazifesidir. başaran gerçek manada insandır.
-oruç, imsak ile başlar. güneşin batışına kadar sürer. islam'da gündüz deyince ne
anlaşılır? fecirden, gün batımına kadar olan zaman, diye. gün ortası, fecirden güneş
batımına kadar olan zamanı hesap edeceksin, onun ortasıdır. fecri sadık, fecri
kazipten sonra girer. ölçülerimiz fecri sadıka göredir. aydınlığın başladığı ve hiç
gerilemediği hep aydınlanmaya devam ettiği zamana diyoruz. fecri kazipte ise
aydınlık başlar, daha sonra o audınlık kaybolur. ardından fecri sadık başlar ve
kaybolmaz. siyah ipliğin beyaz iplikten ayırmaya başladığı zaman, diyor rasulıllah.
buradaki murad, ufuktaki çizgidir. gündüzün aydınlığı arttıkça, ufukta gecenin ayrılığı
giderek azalıyor. fecir, ufukta o yatay çizginin başladığı andır.
fecri sadık başladığı andan, güneş batıncaya kadar olan zaöan dilimindr, orucu
bozan şeylerden kaçınmaktır. bir şeye müsaade ediliuor; unutarak yiyip içmek
müstesna kılınıyor. insan kelimesi, nisyandan gelmiştir. nesiy, umuttı demek. düşünrn,
gülen, konuşan, iradesini gemleyen bir canlıdır. unutmayı sık yaşayan da bir canlıdır.
ama insanın ünsiyet gösteren bir canlı olması, adının da buradan gelmesi, daha
doğru olandır. bazı hayvanlar uqlnız yaşamayı tercih eder, brlli zamanda toplanırlar
sonra ayrılırlar. ama insaoğlı, toplu yaşamaya meyillidir. hâcer validemiz beytyullah'ın
yanına bırakıldığı zaman, "ibrahîm bizi hiç kimsenin olmadığı.." enîs ifadensini
kullanıyor. kendisiyle ünsiyet sağlayacağımız hiç kimsenin olmadığı, ifadesini
kullanıyor. insanın buradan gelmesi daha doğrudur. ama nisyan da doğrudur. eğer
unutarak yer ve içerse, cenabı allah orucunu bozulmamış kabul ediyor.
peki unutarak yiyen içen bir insanı gören ne yapmalıdır? haline bakınız. sağlamsa,
canlıysa, ikaz edin. ama baktın zavallı, süzülüp hidiyor, kendi haline bırakmayı tavsiye
ediyorlar. oruç vakti, ibadetlerin de buluşma vaktidir. ibadetler yan yana gelince,
kuldaki manevi duygular daha fazla gösteriyor. beş vakit namaza, teravih namazjnın
eklenmesi, namaz atmosferini gösteriyor. ramazan ayı, kur'an ayıdur. çünkü; kur'an
bu auda nazil olmuştur, teravihin de varlığıyla, kur'an'ın en çok okunduğı ay bu aydır.
kıyam, kıraat ayıdır. bununla berabet ramazan ayı, zekatın da en çok verildiğç aydır.
normalde zekatın ramazan'daverilmesi zorunlulupu yok ama insanlar öne çekerek
ramazan'da vermeye başlıyorlar. bu durumda hakikaten ciddi bir manevi yükselme
yaşanıyor. niyet edecek, niyetten sonra akşama kadar oruç bozan şeylerden uzak
duracak. ramazan ayında niyetler, gün bitip de yeni gün başlayınca yapılabilir. ola ki
insan kalkamaz diye. illa ki dil ile yapılmasına gerek yoktur. geceleyin sahura
kalkılması veya ben yarın orucum, diye kalpten geçirilmesi, niyet için yeterlidir. ancak
dil ile ifade, kalptekini tamamlayıcıdır. auroca sahura kalkılması sünnetin gereğidir.
yaptığımız bir yanlış var; akşam tıka basa yiyince, gece sahurda yemeğe yer
kalmıyor. çok defa gecenin sahurunu atlatıyoruz. mümkün mertebe iftar yemeğini
ortalama bir şekilde yiyebilsek ve sahurumuzu yapabilsek. rasulıllah aleyhisselam,
sahua kalkılmasını ve sahurda bereket olduğunu ayrıca vurgulamıştır. akşam
yedikten sonra teravih kılmak da bu derecede ehemmiyetlidir. teravihin kılınması ve
hareketlilik, insanın sıhhatı için de doğru olandır. sahura klakmadık, orucumuz yine de
oruçtur. ramazan ayı, kendisşnden başka bir ek oruç kabıl etmez. başka bir şekilde
niyet etse bile orucu ramazan orucudur.
-ramazan orucunu tutmamayı mübah kılan mazeretler vardır. mesela küçüklük.
temyiz yaşındaki çocuklar, oruç tutarlarsa ecir alırlar, tutmazlarsa günah yoktur.
çocuğun aklının ermeye başladığı, oruç ve ibadet nedir bunu kavradığı ancak
ergenliğe ulaşmadığı devrenin adı, temyizdir. bu çocuğun ibadetleri geçerlidir.
yapamadıkları için sorumlu değildir. ibadetine vesile olan anne babası da ecir alırlar.
bu devrede baskı ve dayatmadan uzak durulmalı, çocuk hoş görülmelidir. eskiden
insanlar açlıktan hasta olurlardı, şimdi fazla gıdadan hasta oluyorlar. bunun ölçüsünü
kurmalıyız. ayrıca oruç, bize bu şuuru veren, iradeye hakim olunabileceğini gösteren
bir ibadet şeklidir. niyet ediyoruz, oruca başlıyoruz. namaz için, abdest almak şartımız
vardı. oruç için abdest şartı yoktur. cünüplükten dolayı gusül şartı da yoktur. ama
hayız ve nifastan temiz olma şartı vardır. insan uyandı, yıkanırsa sahur yapamayacak,
bu insan sahurunu yapabilir. fecir vakti girse yani orucu başlasa bile girdikten sonra
yıkanabilir. ağza su vermek ve burna su vermek gusül için farz değil mi peki? evet
farz. biz ağzımıza su verince boğazımıza kaçmaz mı? dikkat edersen kaçmaz. aynı
şekilde burunda da su, kıkırdak dokunun okduğu yere kadar gitmek zorunda. bir
insam avcuyla su verdiği zaman, burnunu içine çekmeden de oraya su gider.
dolayısıyla guslünü yapmasında mani yoktur.
oruca başladıktan sonra gıda sayılabilecek şeyler yememelidir. aynı zamanda
kendisine lezzet verecek şeyler de yememelidir. bu yüzden mideye bir şeyler
gidiyorsa oruç bozar. ancak müsaade edilen bazk şeyler var. mesela diş arasında bir
şey kalmış da engellenememiş mideye gitmişse, bu mercimek tanesi ve daha küçük
ise, bunun mideye gitmesi orucu bozmuyor. ama dışarıdan ağza giriyorsa, bu orucu
bozar. ramazan geldi miydi şeytan birilerini dürter. kimisi sakız çiğnemek orucu bozar
mı, diyor. kimisi, oruçken denize gitsem orucum bozulur mu, diyor. birisi güneşle
uğraşır. bir sürü şey gündeme gelir. bununla ilgili fıkıh kitaplarımızda bilgiler var. sakız
çiğnenmesi mekruhtur. içinde eriuecek ve mide olmauan sakızlar için geçerlidir.
içinde eriyecek ve mideye gidecek madde yok, çam sakızı gibi. mideye giden şey
olmadığı için orucu bozmaz ama mekruhtur. bir de ağızda bir şeyler çiğniyor olmak,
oruç tutmuyor vehmini de insanlara verir ve vebal kazandırır. bu açıdan muttaki olan
insan, böyle töhmet noktalarından uzak durmalıdır. denize girmek, ağzınıza
burnunuza vs. su kaçmıyorsa, orucu bozmaz. ama ben denizi iyi bilen biriyim. denizle
şmyle bir halır neşir olup da su yutmayan insan bilmiyorum. ağzınızdan girmese
burnunuzdan girer, dalga yutturur. siz milleti bu şekilde denize doldurursanız, %80,
%90'ının orucunu bozarsınız.
orucu esasen; sindirim yollarına ve sindirim yollarının bağlı olduğu yollara girenler
bozar. apızdan giren, burundan giren bozar. bir de bizim mideye aldığımız kana
karışıyor, kanımızdan gıda olarak hücrelere gidiyor. dolayısıyla bu yollara girenler
bozar. her ne kadar diyanet, bozmaz diye fetva verdiyse de aşılar direkt kana
karıştığından orucu bozar. vücut gözeneklerinden girenler orucu bozmazlar. krem
veya göz damlası gibi. medela sürme sürüldüğü zaman da oruç bozulmaz. kulak
zarından sızarak geçenler de bozmazlar. ancak kulak zarında yırtık var ise kulaktan
giren orucu bozar. insanın gözeneklerinden girenlerin bozmamasıyla ilgili şunu da
söuleyelim; insan vücudu kremi vs.emdiği gibi yağı da emer. salata yapan, yağ
döken, hamur yoğuran bir kadını düşününüz, vücudu zeytinyağını vs. emme yapar.
bunlar orucu bozmazlar.
unutarak yeme içmeye, bir başkasının kıyası doğru değildir. bununla ilgili nass vardır.
bu nass, genel kaidelere muhaliftir. çünkü asıl yeme içme orucu bozar. rasulıllah
aleyhisselam böyle söylediği için bozmaz diyoruz, hakkında nass vârid olduğu için.
ana prensiplerine muhalif olarak nasslarla izin verilmiş ise, buna bir başkasının kıyası
uygun değildir, caiz değildir. bunlar kıyas kabul etmezler. akşama 5 dakika var.
müezzin yanlışlıkla minarenin ışığını açmış. minarenin ışığını gören topçu, vakit gşrdi
sanıp topu ateşlemiş. topun ateşlendiğini duyan müezzin, vakit girdi sanıp ezan
okumuş. nerede oluyor? rize'de tabii ki. 5 dakika önce orucu bozmuşlar. bu insanların
oruç bozma niyetleri yoktu. beş dakika daha beklerlerdi. peki bu durum, unutarak
yiyip içmrye kıyas edilebilir mi? edilemez. bu yüzden bütün rizeliler orucunu kaza
ettiler. abdest alırken boğazımıza su kaçırdık. oruç bozma niyetimiz yoktu ama bunu
da unutarak yiyip içmeye kıyas edemiyoruz. normalde abdest alırken insanın ağzı
dokuları da su emmesi yapar. bu da gözeneklerin emmesinden kabul ediliyor. ama
bunu harareti alsın vs. diye yaparsan, mekruhtur ve caiz değildir. açık yara üzerine
sürülen merhem de orucu bozar. labuk üzerine sürülen bozmaz ama açık yara kanla
direkt irtibat kabul ediliyor ve orucu bozar. aynı zamanda hastalık hali, yolculık hali,
hamileleik hali; bu durumlarda orucu sonralara bırakmaya cevaz var. çocuğunu
emzçren annelerin de eğer orucu sütüne tesir ediyorsa, sonraya bırakmalarına cevaz
var. orucun da kendine ait bir uasaklar çerçevesi vardır. bu çerçeve içerisinde
oruçlu, diğer işlerini yapabilir. bu bahsettiklerimizi işin fiziki tarafıdır, manevi olarak da
dikkat eder. niçin akşama kadar aç susuz duruyor? allah rızası için. hallerinde,
konuşmalarında, diğer insanlara olan muamelelerinde, ticaretinde vs. aynı
hassasiyeti gösterirse, hem ibadet kendi tesirini göstermiş olur, hem de ecrine ecir
katar. maddi olan orucun, manevi olan iç dünya ile bütünleşmesi; namaz ile
namazdaki hûşûnun bütünleşmesi gibidir, değer ve kıymet ifade eder. ibadetlerin
ana temellerinden birisi de bunun sağlanmasıdır zaten. hadesten, necasetten
yaharet emredilirken, insanın iç dünyası ile ilgili tahirliğin emredilmemesi mümkün
değildir. ama siz onu getirip de fıkıh çerçevesi içinde ölçülerini koyamazsınız. aynı
şekilde oruç da böyledir. manevi atmosferin güçlenmesi, iradeye hakim olunmasıdır
ama bunun bir ölçüsü yoktur. işin manevi dünya tarafı, fıkıh kitaplarına sığmaz.
-bir insan, yolculuk, hastalık ve meşru diğer mazeretker sebebiyle tutamadığı orucunu
kaza eder. keffaret, ramazan ayı içinde niyet edilerek başlanılmış bir orucun, meşru
hiçbir mazeret olmadan bozulmasıyla gerekir. keffaretle ilgili soracağınız bütün
soruların cevabı bu cümlenin içerisibdedir. mesela orucunjz kazaya kaldı. bu üzerinize
farz olan bir oruçtur. bu kaza orucunuzu tutarken, kasten bozdunuz. günahtır. keffaret
gerekir mi? gerekmez. çünkü ramazan ayının dışında. ramazan ayının içinde, meşru
bir mazeretle oruç bozma hedefiniz olmadan, mesela boğazınıza su kaçırdınız,
keffaret gerekir mi? içerisinde kasıt olmadığı için gerekmez. bu vb. soruların hepsi,
yazdırdığımız cümle içinde vardır.
-kişinin kendi isteğiyle değil de kendiliğinden, zorlanarak gelen kusmalar da oruç
bozmazlar. ancak ağız dolusu gelen ve geri kaçan kusmalar orucu bozar. kan
aldırmak, oruç bozmaz. dışarıdan kan veya serum alması bozar.
keffaret orucu, peş peşe iki aydır. ayette öyle geçer. ayın birinden başladıysanız,
ikinci ayın bitimine kadar tutarsınız. ama ayın sekizinde, dokuzunda vs. başladıysanız,
o zaman ayın ekserisi ile hesap ederiz. hicri aylar ya 29 çekerler ya da 30 çekerler.
bmylece baştan başlarsa, 60 günden az olabilir. baştan başlamıyorsan, 30'ar günden
iki ay hesap edeceksin. keffaret 60 gündür. o 61. gün ise bozduğumuz o orucun
kazasıdır. burada keffaretin 60 gün olduğuna, ayette peş peşe iki ay olarak
bertildiğine, 6ü günün üzerindekilerin ise kaza orucu olduğuna dikkat edeceğiz.
ramazan ayı içerisinde birden fazla kez orucunu bozarsa, bir keffaret orucu artı kaç
gün bozduysa, birer gün onun kazası şeklinde tutulur.
bir de yemin keffaretinde oruç vardır. maide 89'da " ‫ِّن يُؤَاخِّ ُذ ُك ِْم ِّب َما‬
ِْ ‫للا ِّبالل ْغ ِِّو َ۪ٓفي اَيْ َمانِّ ُك ِْم َو ٰلك‬
ُِ‫ل يُؤَاخِّ ُذ ُك ُِم ه‬
َِ
ْ
َ ‫عق ْدتُ ُِم‬
/ َِ‫اليْ َمان‬
َ Allah sizi kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerden ötürü sorumlu tutmaz, fakat
bilerek ettiğiniz yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar." buyuruluyor. yeminler üçe ayrılır;
yemini lağv, yemini mün'akide, yemini ğâmûs. yemini lağv, dil alışkanlığı ile yapılan
yeminlerdir. ayrıca doğru zannediyorsunuz da yanlış biliyorsunuz, hedefiniz allah'ın
adını yanlış yerek kulkanmak değil de o an kendinize inanılmasını temin etmektir.
buna dair yeminlerdir. allahu teala bunları doğru bulmuyor ama hesaba
çekmeyeceğini söylüyor. hesaba çekmeyeceğini söylemesi demek, aslında hesaba
çekilmeyi gerektiren şeyler olduğu demek. allah'ın adını böyle boş yerlere fazla
kullanmayın demek. allah'ın lütfuyla hesaba çekilmiyorsunuz. hesaba ne zaman
çekilirsiniz? allah'ın adını anarak bir söz vermişsiniz, sözünüzü tutmak sizn elinizde ama
tutmuyorsunuz. bunun hesabını verirsiniz. bunu söylerken de aslında yapmayacağım
dediğiniz leyş yapmaya niyetlisiniz. işte buna, yemini mün'akide denir. doğru şeye de
yanlış şrye de bu yemin olur. mesela, "vallahi sigarayı bırakacağım." dosdoğru bir
yemindir. ama iradesine hakim olamıyor, sigarayı yeniden içmeye başlıyor. bu yemini
yaparken kafasında bırakmak vardı ama yapamadı. bundan dolayı kefgaret gelir.
bunu yaparken yanlıl yere de yemin edebilir. "bir daha annemle babamla
konuşmayacağım." bu hatadır. böyle bir yemin yapılmışsa; o yeminin keffaretini
ödemek ve o hatayı yapmamak doğru olandır. her iki durmda da keffaret gerekir.
ebu bekir radıyallahu anh, yardım ettiği bir insana, artık yardım etmeyeceğine dair
yemin etmiştir. sonrasınsa gelen ayeti kerşmeyle beraber, daha fazla yardım etmeye
devam etmiştir. ama yemininin keffaretini vermiştir. buna yemini mün'akide diyoruz.
ْ ُ‫سطِِّ َما ت‬
ْ ‫ارتُهَُِٓ ا‬
"/ ِ‫َصيَا ُِم ثَ ٰلثَ ِِّة اَيام‬
ِْ ‫ير َرقَبَةِ فَ َم‬
ُِ ‫ط ِّع ُمونَِ اَهْل۪ يكُ ِْم اَ ْوِ ِّكس َْوتُ ُه ِْم اَ ِْو تَ ْح ۪ر‬
ِْ ‫س ۪اكينَِ م‬
ِّ ‫ن لَ ِْم يَ ِّج ِْد ف‬
َ ‫ِّطعَا ُِم‬
َ ‫ِّن اَ ْو‬
َ ‫عش ََرةِِّ َم‬
َ ‫ فَكَف‬Bunun da
kefâreti, ailenize yedirdiğinizin ortalama seviyesinden on fakire yedirmek yahut onları
giydirmek ya da bir köle âzat etmektir. Buna imkânı olmayan ise üç gün oruç
tutmalıdır." şimdi hesapları lokanta üzerinden yapıyorlar ama ev üzerinden olması
lazım. evinizin ortalaması, diyor. kimi zaman kendisine mükellef sofra kurar, kimi
zaman baştan savar. bunların ortalaması üzerinden hesap edilir. ya bir fakire her gün
10 lira verip, 10 günlük doyumunu sağlayacaksın ya da 10'ar lira 10 fakire
dağıtacaksın. bir fakirin eline tutup da 100 lira vermeyeceksin. bu doğru değildir. bu
toptan veriliş 1 gün sayılır. sabahlı akşamlı yiyeceğini vermek, o fakiri doyurmak sayılır.
veya gitdirecek, diyor. bu tek parça da olabilir, iki parça olması güzeldir. veya bir
köke azad edin, diyor. bunları kim bulamazsa' buraya kadar tercihdi. bu evreye
direkt atlayamazsın. bunları kim bulamazsa, o zaman 3 gün oruç tutar. " ‫ارِةُ اَيْ َمانِّكُ ِْم‬
َ ‫ٰذلِّكَِ كَف‬
َٓ
/ َِ‫للا لَكُ ِْم ٰا َياتِّهِ۪ لَ َعلكُ ِْم تَ ْشكُ ُرون‬
ُِ‫ن ه‬
ُِ ‫ اِّذَا َحلَفْتُ ِْم َوا ْحفَِظُوا اَيْ َمانَكُ ِْم ك َٰذلِّكَِ يُ َب ِّي‬yemin ettiğinizde (bozarsanız)
yeminlerinizin kefâreti işte budur. Yeminlerinize bağlı kalın. Allah âyetlerini sizin için bu
şekilde açıklıyor ki şükredesiniz."
-bşr de hedî bulamayanlar için oruç vardır. hedî; hac kurbanının adıdır. haccı
temettu veya haccı kırandaki orucun adıdır. bunu ya parası yoktur kesemiyordur ya
da kurban yoktur. bu insan 3 gün hacc'da oruç tutacak, 7 gün de döndüğü zaman
oruç tutacak. ebu hanife rahimehullah, bu 7 günü, bütünüyle haccı bitirince diye
anlıyor. yani haccı bitmiş ama mekke'de ise tutabilir. diğer alimleriniz, ülkesine
dönünce manasında anlıyorlar.
yemini ğâmûs ise; diğerleri "yemini mün'akide sayılır. keffaret gerektir." diyorlarsa da
ebu hanife ve ilim ehli, ağır bir yemindir diyorlar. yalan yere yemin etmenin adıdır.
ebu hanife diyor ki bu ağır bir yemindir, keffaret normalde yemizleyicidir ama bunu
temizlemeye yetmez. tövbe edecek, defterinden bu ahlakını silecek, diyor. ğâmûs,
günahın içerisine daldıran, günaha batıran demektir. ebu hanife rahimehullah bu
görüştedir.
43. Ders -İtikâf ve Zekât-
-oruç ve itikag bağına vurgu yapacağız. itikaf; bir insanın bir ibadethaneye veya
ibadet mekanına çekilerek, dünyayla irtibatını azaltması, kendisini ibadete, zikre, ilme
ve irfana vermesi manasındadır. vaktini beşeri ihtiyaç ve arzularından çok, ibadet
manası taşıyan ve kendisine ecir kazandıran şeylere vermesi demektir.
erkeklerin, vakir namazlarının kılındığı bir vamiide; kadınların da evkerinin uygun bir
köşesinde, kendini ibadete vererek kalmasına denilir. itikaf denilince ilk akla gelen,
ramazan'ın son 10 gününde yapılandır. ancak sadece ramazan ayına mahsus
değildir. ramazan ayında yapılan itikafın gündüzlerinde oruçludur. ramazan ayının
dışında adanarak itikaf yapılacaksa; hanefilere göre en az bir gün bir gece olması
gerekir. ibadet manası taşıması için en az 24 saat olmalı ve gündüzü oruçlu
olunmalıdır. bası mescidlerin kapılarına, itikafa niyeti yazarlae. nitekim rasulullah
aleyhisselam'ın buyurduğuna göre; bir insan namazdan önce erken gelir, tahiyyatü'l
mescid kılar ve namazı beklerse veya akşam namazknı kılmış, yatsıyı kılmayı bekliyor
ise, bütününde namaz kılıyormuş gibi ecir alır. bir insan, bir günden daha az süre
kalışlarda, itikafa niyet ederse, bu hanefilere göre mecazi manada itikaftır. bu şekilde
niyet ederek mescide giren insan, mescidde beklerken ecir alır. ama bu asıl itikaf
değildir. mecazi manadadır. sünnet olan itikaf deyince, ramazan'ın son 10 günü
anlaşılır. mecazi itikafların alt sınırı olmadığı gibi, oruç mecburiyeti de yoktur. itikaf
sırasında mümkün mertebe dünya kelamı az konuşulur. zaruri meseleler konuşulur. ilim
müzakeresi varsa eğer o yapılır. çokça namaz kılınır, kur'an okunur, tefekkür edilir.
zamanı manevi olarak doldurup, kendi nefsiyle ilgili şeyleri azaltmasıdır. ihtiyacını
dışarıdan getirebilecek olanlar varsa, ihtiyaçlarıyla uğraşmamalıdır. yoksa gidip kendi
ihtiyacını alabilir. bu da mani değildir. ayrıca erkekler için, beş vakit namaz
kılınancamii dedik ama kaynaklarımızda şöyle bir bilgi var; o zamanlarda her
camiide cuma namazı kılınmadığı için, cuma namazının kılındığı bir camiide olmask
daha efdaldir. çünkü cuma vakti olduğunda, ı camiiden çıkıp da başka bir camiiye
gitmek zorunda kalmasın.
nefislerin tezkiyeye ihtiyacı vardır, manevi hazza ihtiyacı vardır. insanın kendisini,
akıntıdan yzağa çekerek, tefekkür dünyasına dalmaya ihtiyacı vardır. rasulullah
aleyhisselam'ın nübüvvete hazırlanırken, hira'da bir nevi böyle bir devre geçirdiğini
unutmayınız.
Zekât:
-mekkeli yıllarda, )yaklaşık 12 yılı geçik bir zaman mekke'de geçmiştir.) zekatı andıran
sadakalar olmakla birlikte, mecburen zekat veriş hicretten sonradır. islam devletinin
kurulmasıyla başlamıştır. hicretin 2. yılında, oruçtan önce farz kılınmıştır. önceki yıllarda
gelen mearic 24- 26. ayetlerde, zekatın izlerini buluyoruz. allahu teala mü'minleri tarif
ediyor. "/ َِ‫ص َالتِّ ِّه ِْم َدَٓائِّ ُمون‬
َ ‫ اَلذ۪ ينَِ هُ ِْم‬onlar namazlarında istikrarlıdırlar. / ِ‫َوالذ۪ ينَِ َ۪ٓفي اَ ْم َوا ِّل ِّه ِْم َحقِ َمعْلُوم‬
َ ‫ع ٰلى‬
َٓ ‫ل‬
onların mallarında, oranı tayin edilmiş bir hak vardır. (kimin hakkı vardır?) / ‫وم‬
ِِّ ‫ل َوالْ َم ْح ُر‬
ِِّ ِّ‫ِّلسائ‬
muhtaç olup isteyen ve istemeyen ama dünyalığı olmayan." kapınıza geleni boş
çevirmeyin, hadisinde zikredilen, dilenciler değildir. burada geçen sâil, yani muhtaç
۪ ‫ص ِّدقُونَِ بِّيَ ْو ِِّم‬
olup da isteyendir. "/ ‫ين‬
ِِّ ‫الد‬
َ ُ‫ َوالذ۪ ينَِ ي‬o insanlar, allah'ın huzuruna gelecekleri o
güne inanır ve hayatlarını o güne göre şekillendiriler." ayeti kerime zekat vermekyen
farklı bir üslupla geliyor. ne diyor? sizin malınızda muhtaç olanların hakkı vardır. yani l
malın o dilimi, aslında sizin değildir. bir insan kendi kazanıyor olabilir, alın teriyle
çalışıyor olabilir. ama varlıklı ve zengin ise, biriktirdiği paralar kendi ihtiyacını karşılıyor,
bir de artıyor ve üzerindwn bir yıl geçiyor ise, bu malın istikrarlı olduğunu gösterir. bu
insan artık, malındaki başkalarının hakkı olan kısmı verecek ve malını arındıracak,
bereketkendirecek.
bir insan zekat vermeye kendi çwvresinden başlamalıdır. akraba, komşular,
bukunduğu şehir veya kasaba. bir insam düşünün; 50 bin nüfuslu bir yerde marketi
var, pürüzsüz bir insan. aldığını güzel alıyor, sattıpını güzel satıyor, işçinin hakkını
veriyor, kimseye borçlanmıyor. zekat mevsimi geldi diyelim. ilk önce kendi kasabasına
verecek, akraba ve komşularından başlayarak. neden? herkesin parasını ödese de o
kasabanın onun üzerinde görünmez bir hakkı vardır. çünkü o halk olmasaydı zengin
olamazdı. çalıltı didindi evet ama o şehrin ahalisi kendisinden alıyor diye. ikincisi;
ağaçlar mevsiminde budanırsa, meyveler daha güzel olur. zekat da mal üzerinde
budama görevi yapar. mal bereketlenir. aynı zamanda zengin ve fakir arasındaki
uçurumu kapatır. 40 onda olsa, 1 tanesi öbürğne geçse; 39 bini onda kalır, 1000'i
öbürüne geçer, böylece fark 38 bine düşmüş olur. bir diğeri de varlıklı insan üzerindeki
elektriği toprağa indirir. bir sürü batıl zihniyet bundan geçinir. malı var, adam keyif
çatıyor. ister istemez gönülde elektrik birikir. bu akrabada daha çok olur, birisinin var
diğerinin yok çünkü. insam zamanla yoklupa alılır ama kendi komşusu varlık
içerisindeyse, o yokluk ona çok ağır gelir. dolayısıyla fakirin içinde bir elektiriklenme
oluyor. ama bir de şunu düşünün; zengin helalinden malını kazanıyor, o malın
üzerinde fakirşn bir çabası olmadığı halde, zengin geliyor, "kardeşim bu senin hakkın."
diyor ve eline parayı veriyor. fakirin kalbindeki şeytanın yerleştirdiği ve zihninin
dürtülediği o gerginlik boşalıyor. böylece şeytanun vesveseleri, takdire dönüşüyor.
islam'on istediği de bu. ezânı muhammedî okunuyor. varlıklı insam safa duruyor, fakir
insan da geliyor onun yanına duruyor. aynı safta beraber el bağlıyorlar. beraber rüku
ve secde ediyorlar. bu, islam'ın insanları birbirlerine kenetlemesidir. sosyalistlerin
yaptığı ise, fakirleri zenginlere karşı kışkırtıp, insanları düşman etmektir. inşaallah by
yalancı sabahlar gider, fecri sâdıklara kavuşuruz. islam ve islam olmayan nizam
arasında nasıl bir fark var, bunun için örnek paylaşacağım. 40 bin lirası olan bir insan
var diyelim, bir de 0 lirası olan insan var. üzerinden yıl geçiyor. 40 bin lirası olan adam
kapitalist, faizci. muhtaç konumda olan ve 0 lirası olan adama, fazile bin lira para
veriyor. bir yıl sonra bu parayı faiziyle ödeyecek. %10 faiz var diyelim, bir yıl sonra 1100
lira olarak ödeyecek. bir yıl sonra ne oldu? zenginin artık 40 bin 100 lirası oldu. fakirin
nesi var? -1100 lirası var. bir yıl önceki fark 40 bin liraydı. şimdiki fark ney? 41 bin 200.
aynı sistemi zekata uygulayalım. vaelığı 40 bin lirası olan bir mü'min, mü'min kardeşine
bin lira veriyor. bir önceki yıl aralarındaki fark 40 bin liraydı. şimdi zenginin artık 39 bin
lirası, fakirin de bin lirası vae. aradaki fark 38 bine indi. zekat müessesesi ile fazici
zihniyet arasındaki fark nedir? 4.500 rakamını bulan bir fark vardır. birisi aradaki
uçurumu kapatmak için uğraşıyor, diperi de aradaki uçurumu açmak için uğraşıyor.
bunu beş on yılla çarparaanız dehşet rakamlar ortaya çıkar. bu sadece
matematiksel boyutudur. bir de manevi tarafını hesab ediniz. faiz alan insan,
yoksulun muhtaçlığından istifade etmek isteyen insandır. bu aunı zamanda vicdan
yoksulluğunu ve kalp katılığını getiren bir haldir. bu şekilde muhtaç olandan faiz
almaya çekinmeyen bir insan; diğer kazançlarının temiz ve nezih yollardan gelip
gelmediğine dikkat etmez. fakir bunu da bildiği için, içinde nefret birikiyor.
patlamalar da böyle oluyor zaten. fakire zekat veren zenginde ise, iç rahatlığı oluyor.
kendi kazancının üzerindeki fakirşn hakkını, allah'ın emri gereği düşünen insan;
kazancının nereden geldiğine de ona göre dikkat ediyor. bu titizliğinin yanında fakirin
de eline üç beş kuruş verince, fakir de 'allah razı olsun, bunu vermeyebilirdi de. bizi
unutmuyor.' diyor. aradaki farka rağmen yakınlık olmuş oluyor. bir de beraber aynı
safta yan yana namaza dururlarsa, beraber oruç tutarlarsa çok şey değişiyor. islam'ın
arzu ettiği ve dışımızdaki dünyanın arzu ettiklerini siz yan yana getirin... zannediyorum
ki zekatın elde etmek istediği bize çok şey anlatsa gerektir.
-zekatın mal ile ilgili şartları:
1) mal, nisab miktarına ulaşacak. altında 80 gr, gümüşte yaklaşık 500 gr kadar oluyor.
borcu harcı olmayacak, bu kadar da varlığı olacak.
2) hâceti asliyesinden fazla olacak. haceti asliye; fiilen kullandığımız şeylerdir. bunların
lüks olup olmaması, bir tane yettiği halde beş takım elbise olup olmaması ayrı bir
konudur. mü'min müsrif olmamalı, lükse kaçmamalı. ama islam oraya müdahale
etmiyor, tavsiye ediyor. lüks farklı, kulkanılma farklı. fiilen kullanılan bütün mallar haceti
asliyeden sayılır. onlardan fazla olacak.
3) havlânu'l havl dediğimiz, üzerinden yıl geçme gerçekleşmiş olacak. üzerinden yıl
geçmesi; bu kazancın bugün gelip yarın gidecek olmadığını, üzerinden 12 ay geçtiği
halde durduğunu veya arttığını gösterir ki bu malın istikrarlı olduğu ifadesidir.
4) nümüv (üreme) kabiliyeti olacak. üreme; doğumla, ekimle, ticari yolla olur. buna
ek olarak smeeniyyet kabiliyeti olarak da zikrediliyor. bir şeye bedel olma kabiliyetidir.
yani altın gibi olacak. altını nereye götürsen bedeli vardır. şak diye paraya dönüşür.
hanefiler bu yüzden; altının bu kabiliyyetini kullanmıyorlarsa bile, zekatını vereceker,
diyor. bizim kardeşlerimiz bu inceliği genelde kaçırıyorlar. bir insanın ihtiyacı için 3 oda
yetiyorsa ama 5 odası varsa, 2 odasının zekatını verecek. bu kulağa cazip geliyor.
ama yanlış. iki odanın ihtiyaç fazlası olmasına dikkat ediliyor. peki bu iki oda, üreyen
bir oda mı? ekimle mi, doğumla mı ürüyor, ticarete mi giriyor? girmiyorsa zekatı yok.
ölçüyü zorlamayalım. lükse teşvik etmeyelim, dopru ama ne zaman şeriatın koyduğu
ölçü dışına çıkarsanız, ayağınız takalaşır. diyelim ki köyde 10 odalı bir evimiz var. o 10
odalı evi satsan, şehirdeki 3 odalı ev etmez. şehirdeyse şöyle, köyde olursa böule mi
diyeceğim? ölçüyü nereye koyacağım? beyoğlun'da vs. cadde üstünde olan iki
oda, başka yerdeki 5-6 odadan daha kıymetli. çizgiyi hangisine çekeceğim? o
zaman diyoruz ki; bu odaların üreme kabiliyyeti olmadığı için, cenabı allah zekatını
verin demiyor. dolayısıyla bizim de deme hakkımız yok. islam ölçüyü koyar, o ölçünün
farziyyeti vardır. ondan sonra ne yapar? zekatını verdin mi, verdim. e allah razı olsun.
ama yine de bir hadiseyle karşılaşırsın, mesela komşunun zor durumda olduğunu
görürsün. ona vermen farz değildir ama insanın dünya malına karşı iradesidir. islam
bunun gönülde yer etmesini istiyor, icbar etmiyor. evler bu konuda torno makinesi
gibidir. 10 tane torna makinesi var, onların zekatını verirse dükkanı çöker. o torna
makinesinin ürettiği malın zekatı olur. o makinenin ürettiği işten kazanç geliyorsa, o
kazanç yetip de artıyorsa, o zaman onun zekatı verilir. islam, o fabrikanın kurulmasını
istiyor. maddi durumu müsait olanların ev yapıp kiraya vermesini istiyor ki ev
yapamayan insanlar oturacak ev bulsunlar. bunları, cemiyete yapılmış bir hizmet
olarak görüyor. bu hizmeti yabana atamazsınız. varlık sahibi de korunmayı hak eder,
çalışan insan da korunmayı hak eder, satıcı da müşteri de korunmayı hak eder.
ülkenin her ferdi, kendine göre korunmayı hak eden birer insandır. o fabrika kurulursa,
içerisinde beş bin kişi çalışırsa, her birinin 5 kişik aileleri varsa diye düşünelim, etti size
25 bin kişi. o fabrika, 25 bin kişinin geçimini temin ediyor demektir. o fabrikanın
ürettiğini nakleden kaç araba, o malla çalışan kaç dükkan vardır?.. o fabrikanın
ürettiği malla evindeki ihtiyacını gören kaç insam vardır kim bilir. islam bunu istiyor ve
bunu hizmet olarak kabul ediyor. kendi içinde üreme kabiliyeti olmayan mallardan
zekat almıyor. bu iyi tasavvur eden insan için büyük bir kıymettir. aksini yaparsak,
fakirin de zenginin de canını okuruz. bir insanın 100 bin liralik evi var. bu evin de aylık
500 lira kirası var. bu evden, bir yılda toplam 6 bin lira para gelir. bı insan o evin
zekatını vermek istese, 2.500 lira zekat eder. bi de vergisini ödeyecek, bir de
yıpranma payı olacak, bir de kiracı birkaç ay kira vermemiş olacak. bu insam 2.500
lira zekatını verdi, emlak vergilerini verdi, yıpranma payını verdi, 4 veya 5 bin lirayı
bulur. 6 bin liranın dört bin lirası gidiyorsa, 2 bin lira için kiracıyla mı uğraşacaksın?
adam almaz ki evi. o zaman kiracı da oturacak ev bulamaz. ikisine birden
zulmediyoruz. islam bunu istemiyor. lüks veya ihtiyaç fazlalığı konusunda islam, teşvik
üslubunu kullanır, icbar üslubunu kullanmaz. iskam bunu kulkanmıyorsa sen de
aynısını yapacaksın. bunlar, islam'ın ve zekatın ana ruhunu anlamamaya yönelik
sıkıntılardır.
-zekat kimlere verilir? ayet bunları tek tek izah ediyor. tevbe suresi 60. ayette; " ‫اِّن َما‬
ُِ‫للا َو ه‬
‫للا‬
ِِّ ‫ضةًِ مِّنَِ ه‬
ِِّ ‫ْن الس ۪بي‬
ِِّ ‫للا َواب‬
ِّ ‫ل ه‬
ِِّ ‫س ۪بي‬
ِِّ ‫الرقَا‬
َ ‫ل ف َ۪ري‬
َ َِ‫ينِ َوالْ َعامِّل۪ ين‬
َ ‫َار ۪مينَِ َوف۪ ي‬
َ ‫َـراءِِّ َوالْ َم‬
ِّ ‫ب َوالْغ‬
ِّ ‫علَيْ َها َوالْ ُم ۬ َؤلفَ ِِّة قُلُوبُ ُه ِْم َوفِّي‬
ََٓ ‫الص َدقَاتُِ لِّلْفُق‬
ِّ ‫س ۪اك‬
/ِ‫عل۪ يمِ َح ۪كيم‬
َ Sadakalar (zekât gelirleri) ancak şunlar içindir: Yoksullar, düşkünler,
sadakaların toplanmasında görevli olanlar, kalpleri kazanılacak olanlar, âzat
edilecek köleler, borçlular, Allah yolunda (çalışanlar) ve yolda kalmışlar. İşte Allah’ın
kesin buyruğu budur. Allah bilmekte ve hikmetle yönetmektedir." meallendirelim.
zekatlar, fakirler içindir. oradaki lî eki, mülkiyet ifade eder. artın fakirindir demektir.
miskinlere verilir. miskin, yoksul demektir. gününü kurtarmaya parası yetemeyendir.
zekat için görevli olanlara da maaşı buradan verilir. vakıflarda vs. çalışanlar, vekil
gibilerdir. o parayı gidip fakirin eline verecek. ve kalplerinin islam'a ısındırılabileceği
insanlara da verilirdi, ömer radıyallahu anh bunu kaldırdı. ömer radıyallahu anh
devrinde; islam ordularının önünde bırakın şahısları, pers imparatoru duramıyordu.
daha önce müslümanlara çapulcu diyen kisra, aradan yıllar geçince ne diyor?
"muhammed arap yarımadasının dışına çıkmamıştı. bizden gelen saldırıları önlüyordu
ama bize evimizde saldırmıyordu. ömer geldi, evimizin içinde bize saldırıyor." kıca
imparatorluk yıkılmaya başlamıştır artık. ömer radıyallahu anh, artık müellefei kulube
ihtiyaç yok, diyor.
ve köleler, diyor ayeti kerime. ama hangi köleler? efendisiyle anlaşma yaparak,
hürriyetini kazanmaya çalışan köleler. buna mükâtib diyoruz. bunlara zekattan oara
verilir. aişe validemiz radıyallahu anh'ın, berîre isimli bir kadına bunun için yardım ettiği
biliniyor. berîre bir cariyedir. konuşkan, cana yakın, aişe validemizle ahbap olan bir
kadındır. efendisiyle böyle bir anlaşma yapıyor. parayı ödemeye güç yetiremeyince,
aişe validemiz ona yardım ediyor.
ve borçlular, buyuruluyor. islam bunlara da yardım edilmesini istiyor. barçlunun hâli,
fakirin hâlinden de daha kötüdür. korunmaya, el uzatılmaya muhtaçtır.
ve allah yolunda cihad eden insanlar. kendini cihada ayırmış insanlar, kazanç elde
edemezler çoğunlukla. bu tip insanlar da geriye bıraktıkları aileler de zekat fonuyla
korunmalıdırlar. buradaki "allah yolunda" ifadesi, kelime manası kullanıkarak
genişletiliyor. bu doğru değildir. "bizim vakıf da allah yolundadır. bu parayla vakfın
camını taktıralım." hayır. rasulullah devrinde dw bu nevi çalışmalar vardı. camii
yaptırmak da allah yolundadır ama zekat oaralarını kulkanarak camii yaptıran hiçbir
sahabe yoktur. buradaki allah yolu'ndan kastedilen, cihad meydanıdır. cihad
meydanında olduğundan, maişetini temin edemeyen insanlar, zekatla korunur. bunu
başka manaya çekmek işgüzarlık olur.
yolda kalmış insan, buyuruluyor. bu kelime de sokak çocuklarına atfediliyor. bu da
yanlış bir yakıştırmadır, doğru değildir. bu çocukların evvela ahlakına yardım edilmeli.
maddi yardım edilecekse de zaten, fakir ve miskin kelimekeri bu çocukları da içine
alır. ibni sebîl'den kastedilen, gurbet illerde parasız kalmış insandır. kendi
memelektinde zengin olabilir ama orada muhtaç duruma düşmüş. ibni sebîl budur.
"bunlara verilecek olan, allah'ın farz kıldığı bir sadakadır. allah her şeyi bilen ve sonsuz
hikmet sahibi olandır."
-nelerden nasıl zekat verilecek? bu da haftaya efendim. bizş takip etmeye devam
edin :)
44. Ders -Zekât Verilecek Mallar ve Miktarları-
-zekatlar belli bir kuruma ve vakfa verilemez. zekat, şahıs mülkiyetine girmek
zorundadır. bu parayla cami, köprü vs. yapılamaz. vakıf ve dernekler, eğer bir dilim
ayırılar ve o dilimdeki kardeşler vekil olarak zekat dağıtırlarsa, hayra vesile olmuş
olurlar. rasulullah alryhisselam zaman zaman farklı bölgelere insanlar gönderirdi.
tembihi şuydu; zenhinlerinden al, fakirlerine ver ve gel. muaz ibni cebel radıyallahu
anh, 3 ay kadar bir yerde kalıyor. zenginlerinden alıp, fakirlerine veriyor ve geri
dönüyor. diyorlar ki "giderken boynunda bir şal vardı, o şalla geri döndü." hiçbir şey
almadan geri dönmüştür. zekatlar %2,5'tur. bu büyk bir meblağa değildir. ama bazı
fabrikalaların %2,5'i, bir kasaba kurtarır. %2,5'ten geriye kalan da bereketlenir,
temizlenir.
-zekat nelerden verilir?
hayvanlarla ilgili olarak; eğer sâime iselere zekatları verilir. saime; yılın yarısından
çoğunda meralarda otlanarak beslenen hayvanlardır. bu hayvanın zekatı vardır.
ahırda beslenen hayvanın zekatı yoktur. yani senenin yarısında yem ile beslenrn
hayvanın zekatı yoktur.
1) sığır cinsinin zekatı: 30 sayısına kadar zekatı yoktur. 30 yaneyi tamamladığında, 1
yaşına girmiş sığır zekat olarak verilir. 40 adet olunca, 2 yaşını tamamlamış bir sığır
verilir. 60 olunca, 2 adet bir yaşını doldurmuş sığır verilir. 70 olunca, 70'in içindr bi 30
vardır bir de 40 vardır. 40'ında 2 yaşını doldurmuş, 30'unda bir yaşını doldurmuş. yine
iki tane verilecek ama bi tanesi 2, bir tanesi 1 yaşını doldurmuş olacak. 80 tane
olunca, iki tane iki yaşını doldurmuş sığır verecek. 90 olunca, içinde 3 tane 30 var. 3
tane bir yalını doldurmuş. formül böyle. 100 tane olunca; 40 30 30, iki yaşını
tamamlamış bir sığır, 1 yaşını tamamlamış 2 sığır verilecek. 120 tane olursa; 3 tane 2
yaşını doldurmuş hayvan da verilir, 4 tane 1 yalını doldurmuş hayvan da verilir. zekat;
bu minval üzere her 10 sayı arttıkça, 1 yaşını doldurmuş ile 2 yaşını dokdurmuş sığır
arasında değişerek devam eder. mesela; 120 (=30+30+30+30, =40+40+40) sayısı gibi,
her ikisinin de ırtak katı olursa, bütün sayı 30'a veya 40'a bölünerek zekatı verilir. sığır
vemanda cinsi aynı sayılır. ara rakam ne olavak? yani 55 oldu, 63 oldu ne olacak?
aradaki bu farka af bölümü deniyor 63 taneyse, 60 tane varmış gibi zekat verilecek.
zekatla görevli olan bir insan, ister vakıfla isterse de devletle hareket etsin, malın en
iyisini alamaz. en kötüsünü de alma hakkı vardır. malın ortancasını alırlar. rasulullah
aleyhisselam'ın da bu konuda ikazı vardır.
2) davar cinsinin zekatı: 40 davarda 1 davar. matematik hesabıyla 80'nde 2
diyecekken, 120'ye kadar 1 davardır. 121 olunca 2 tane. 121'den 200'e kadar böyle.
201 olunca, 3 davar. kaça kadar 3? 399'a kadar. 400 olunca 4. 499'a kadar 4.
500'de5 bundam sonrsı %1. keçi, koyun cinsi bunun aynıdır. imameyne göre; at, kator
ve eşeklerin zekatı yoktur. ancak kişi, bunların ticaretini yapıyorsa, o zaman ticaret
malı olarak zekat verir.
3) develerin zekatı: 5- 9 arasındaysa, 1 davar verir.10- 14 arası 2 davardır. 15- 19 arası
3 davardır. 20- 24'te 4 davar. 25- 35'te ninti mahâd deniyor. deve yavrusu demek. 3645'te, binti lebûn verilir... tek veya çift hörgüçlü develerin zekatı aynı şekildedir.
-gümüş nisabı, 200 dirhem (200,×3,171= 595 gr) altının nisab miktarı, 20 misgaldir
20×4,53=90,6 gr. bi silami dînar = 4,22 gr. bundan yapıılırsa, ×20=84,4 gr. ikincisinin
hakim olduğu kanaati daha uygundr.
-ekin ve meyvelerin zekatıyla ilgili şeyler paylaşacağız. eğer ekin ve meyvelerde
masrafl sulamaya ihtiyaç yoksa, yani; mesela yapmu yağıyor, sana ihtiyaç kalmadan
sulanmış oluyor. eğer yağmur ve nehir suları yeterli oluyorsa, bu ekin ve meyvelerin
zekatı, 1/10'dur. şâyet sulama masraflı ise, bunların zekatı 1/20'dir. bugün sulama, işçi,
ilaç mastafları davar. dolayısıyla 1/20 uygulanması daha doğrdurur allahu alem. öşür
de 1/10'dur. laik devlette de kaldırılmamıştır. ma 1/10 yetmiyor. öşür, zulüm çarkına
dönüştürülmüştür. malların en iyilerş alınmıştır. onda birden fazla olarak alınmıştır.
millet öşür kalktı diye bayram etmişlerdir. daha sonra gelen vergiler çok daha fazla
boyutlarda olmuştur.
-ticarî malların zekatı nasıl ölçülür? nakit oaraların ve ticari malların zekatı, 1/40'tır fiilen
satışa sunulan malların zekatı verilir. burda asıl ölçü, hicri yıldır. zekat öevsimi
heldiğinde mallarımızın değerini tayin edeceğiz. içinden satışa sunulmayanları
ayıklayacağız. sonra üzerine nakit paramızı, alacaklarımızı ekleyeceğiz, borçlarımızı
düşeceğiz. geriye kalanı 40'a böleceğiz. dükkandaki vitrinin, rafların, lambanın,
masanın, nakliye araçlarının zekatı verilmez. kısacası demirbaşlarımızın zekatı
verilmez. bir araba parçacısı isek, sunduğumuz o malların zekatını hesap ederiz. bu
şekilde satılacak olarak sunulan malla hesap edilirler. normalde rafa geliş fiyatından
hesabı yapılır. hesabı çıkarfıktan sonra kasadaki parasını, çekini, senedini,
alacaklılarını, borçlarını düler hesap eder. kalan mal, zekatlık maldır. onu da 40'a
böler. nakit, alan fakirşn kolayına gider. maldan verirseniz, onu da paraya çevirebilir.
mal olarak verecekse; kusurlu mallarını vermeyecek. en güzel mallarını da verebilir
ama vermek zorunda değildir. mal ortalamalarından ve insanların rahatça
kullanabileceği malları zekat olarak verecek. ezcümle, ticari malların zekat formülü
şudur; demirbaşlar bütünüyle ayrıldıktan sonra (vitrin, raf, masa, aydınlanma, ısıtma,
serinletme cihazları, nakliye arabaları vb.) çıkarıldıktan sonra, satışa sunulan malların
değeri, nakit para, çek, senede, alacaklılar hesaplanır ve toplam hesaptan borçlar
düşülür. 40'a bölünür ve eşittir zekat. alacaklar ikiye ayrılırlar; güçlü alacaklar ve zayof
alacaklar diye. güçlü alacakların zekatı verilir. zayıfların zekatı, gerekirse bekletilir,
alacak alındıktan sonra geçmiş yıllarınkiyle birlikte verilir. alackalının gerektiğinde
sıkıştırma ve acı söz söyleme hakkı vardır. bir adam rasulullah aleyhisselam' "bizim
devenin daha vakri gelmedi mi?" diye biraz da küstahça bir söz söylüyor. sahabe
hemen kabarıyorlar. rasulullah aleyhisselam, sahabeyi durduruyor ve onun devesini
ödeyin diye tembih ediyor. alackalının gerektiğinde acı söz söyleme hakkı vardır,
diyor.
bir çuval un, 50 lira diyelim. unlarda 45 günlük bir vade var. 45 günlük vadeyle alırsan,
diyelim ki 60 lira. 60 liradan 500 çuval un aldın. satışını yaptın. sonra da ödedin.
durmadan un alıyorsun, veriyorsun. sen 1 yıl boyu, 12 kere 500 çucval un alıyorsun.
esasen 1. çuval unu vadeli aldın. onun haricindekiler için de 1 yıkdır fazladan 10 lira
ödüyorsun. ben bir tek 1ç ay ödemedim ama diğer 11 ay düzenli olarak fazladan
para ödüyorum. biz artık çok şahane, ödememeye mazeret bulma şampiyonu
olduk. o pazartesler bir türlü gelmiyor... bu ticari ahlakın mutlaka düzeltilmesi lazım.
sözün sened olması gerçekleşmesi lazım. herkes güvenecek insan arıyor. ama böyle
insam ararken, başta biz güvenilir olacağız. ticaret esasen izzet ve şerefli bir meslektir.
içine çok laf ebeliği karışır, dopru ama ticaret olmasaydı kaç kumaş else olabilirdi?
kendi ayakkabımızı dikecek olsaydık o ayakkabılar neye benzerdi? bütün bunlar
ticaret ehlinin sayesinde oluyor. ama dediğimiz gibi bu nevi hadiseler kadir kıymet
düşürüyorlar.
misal; dükkanımızı hesap ettik, 100 bin lira mal var. 20 bin lira paramız var. 10 bin lira
alacağımız var. 30 bin lira borcumuz var. hesabı yaptık, geriye 100 bin kaldı. 40'a
böldük, 2.500 çıktı. zekatımız bu.
alacaklar zekattan düşülmez. diyelim benim 2.500 lira zekat vermem gerekiyor. 5 bin
lira da alacağım var. aradım adamı, "senin bana 5 bin lira vereceğin vardı. ben onun
2.500'ünü zekattan düştüm. bana 2.500 lira borcun kaldı." bu caiz değil. o şahsın 5 bin
lirasının zekatı ayrı hesaplanır. 125 liradır. sadece 125 lirasını ondan düşebilirim. beş
binin kırkta birini ondan düşüyorum. böyle olmazsa, zekattan düşme bir ödeme şekli
hâline gelir. ve birçok ticaret ehli, bu şekilde zekatını ödemeye kalkar. sıcak paraya
muhtaç olan fakirlerin yolu kesilir. öbür türlü ticaret ehlinin zekatı, ticaretin dışına
çıkamaz hâle gelir.
-ziynetin zekatı var mıdır? imam şafii rahimehullah; kadının fiilen kulkandığı şeyden
sayılır, ziynet çok anormal olmadıkça zekatı olmaz. üreme kabiliyeti olan malın zekatı
oluyordu. imam şafiş de ziynet üremez, diyor. kadına helal kılındığına göre onun
haceti asliyyesindendir, diyor. ebu hanife rahimehullah; altının, semeniyyet vasfı
vardır. dünyanın her yerinde bedel eder. bu da daima ğreme kabiliyeti var demektir.
sen bunu, kasanda tuttuğun gibi tutsan, veyahut da sürün var ama doğuma
bırakmıyorsun, yine de zekatını veriyorsun. ondan daha güçlü üreme kabiliyeti olan
altının zekatı vardır, diyor. bir kadın, kolunda altın bulunduruyorsa, borcu vs. yoksa,
üzerinden yıl geçmişse, allah'a hamd edecek ve zekatını verecek, diyor. insan kendi
akraba çevresinden, komşularından, kasabasından başlayarak dağıtması daha
dopru olandır. ancak uzakta bir muhtaçlık, öaresizlik yaşanmış ise o zaman uzağa
gider. akrabalar içerisinden biri gakirse ve zengin olanlar ona yardım etmiyorsa,
gönülde bir burukluk kalır. bu burukluğun izalesi için de akraba çevresinden,
yakından başlayarak zekatını vermelidir.
NOT: altın, 12 ayardan yüksek olursa altın kabul edilir. 8 ayar altın küpe vs. zekata
girmez. elmas, inci, pırlanta gibi taş olanların zekatı gerekmez.
45. Ders -Hacc ve Umre Tarihi, Hatırası-
-mekke ile giriş yapalım. çünkü mekke, allah'ın mukaddes kıkdığı diyardır. rasulullah
aleyhisselam'ın ifadesiyle, yeryüzü yaratıldığı gün, mekke mukaddes kılınmıştır.
mekke'yi fethedince yaptığı konuşmanın bir bölümünü nakledelim; "cenabı allah,
semaları ve yeryüzünü yarattığı gün bu beldeyi haram kılmıştı. kıyamet günü de bu
haramiyyet hukukuna riayet edilmelidir." diyor ve diğer hükümleri zikrediyor. ka'be'nin
oradaki varlığıyla ilgili birçok görüş var. bir kısım ilim ehli, adem aleyhisselam'ın
varlığından beri kabe'nin orada olduğunu söyler. inşa edenlerin de melekler olduğu
kanaati hakimdir. bu rivayetler çok net, çok kesin değil ama bunu destekleyen
bilgiler var. mesela; ibrahim aleyhisselam nasıl dua ediyor? "ailemden bir kısmını senin
mukaddes kıldığın o evin hanında bırakıp gidiyorum." diyor. o an orada kabe yok
ama kabe'nin yerinin orası olduğunu biliyor. yine tamamen sahih diyemeyeceğimiz,
çok eskiye dayalı ama aksi de olmayan bir rivayet de şudur; meleklerin inşa ettiği
kabe'nin, nuh tufanında semaya kaldırıldığı rivayeti var. mesela, subhanallahi ve bi
hamdihi subhanallahi'l azim duası, adem aleyhisselam'ın tavaftaki duasıdır deniyor.
derece olarak fena bir rivayet de değil. ama asıl mekke'nin kuruluşu, hacer annemiz
ve ibrahim aleyhisselam ile başlıyor.
ibrahim aleyhisselam'ın, hâcer validemizi ile küçük ismail'i kabe'nin yanında. hacerü'l
esved köşesinden makamı ibrahim'e kayar şekilde bir yere bırakıp gidiyor. yanlarına
bir torba hurma, bir kırba da su koymuş. ibrahim aleyhisselam'ın mubârek siması
gülmüyor, kendi yükünü indirmiyor. bütün bu tavırlar hâcer validemizi şüphelendiriyor.
tedirgin olunca, ibrahim aleyhisselam'a sesleniyor ama ibrahim aleyhisselam
bineğiyle yola dönüyor. "ibrahim, bizi hiç kimsenim bulunmadığı bu yerde, hiçbir
canlının yaşamadığı bu yerde bırakıp gidiyor musun?" diyor. ibrahim aleyhisselam
cevap vermiyor. cevap verecek olsa, "öyle şey mi olur" derdi. bunu söylemek kolaydı.
cevap vermiyorsa, cevap zor demektir. bu sefer hâcer validemiz koşarak, ibrahim
aleyhisselam'ın bineğinin dizginlerini tutuyor. aynı soruyu tekrar ediyor, yine cevap
gelmiyor. zihninden hemen şunlar geçiyor; ibrahim aleyhisselam yumuşak mizaçlı bir
kimseymiş, gençliğinde putların canını okumuş ama daha sonraki günlerde onu hep
gözyaşlarıyla dua ederken görüyoruz. melekler lut kavmini yok etmeye geldiğinde
oradaki tavrını görüyoruz, "ya rab... inanıyorlarsa mü'mindirler. inanmıyorlarsa da
senin kulların." yani onları da iman ettir, şeklinde dua ediyor. allahu teala'nın "evvahu'l
halîm" ifadesini görüyoruz. yani gönlü yanıktır, halîmdir. uzun yıllar sonra olan
yavrusunu çok seviyor, onu bırakıp gider mi? bütün bunlar hâcer validemiz'in
aklından geçiyor. bu sefer soru şeklini değiştiriyor; "ibrahim, yoksa bunu sana allah mı
emretti?" evet, diyor. hâcer validemiz dizginleri bırakıyor ve "o hâlde allah bizi zâyi
etmeyecektir." diyor. ibrahim aleyhisselam, bugünki cenneti mualla tarafına doğru
onları bırakıp gidiyor. ibrahim aleyhisselam, hacer validemiz ve oğlu ismail'i gmzden
kaybedecek kadar uzaklaşınca durmuş ve gözyaşlarını salıvermiştir. ne diyor? "ya
rab, ailemden bir bölümünü senin beytinin yanına bıraktım. ya rab, insanların
gönlünü buraya meylettir. onlar namazlarına devam eden insanlar olsunlar. onlar da
çeşit çeşit meyvelerden yesinler." diyor. daha önce ibrahim aleyhisselam'ın dualarının
zekice olduğunu söylemiştik. onlar namazlarını kılsınlar, ne demek? aynı zamanda
hayatta kalsınlar demek. hem hayatta kalacaklar, hem mü'min olacaklar, hem de
imanlarını amelleriyle bütünleştiren mü'minler olacaklar. yeşilliği yok, akan pınarları
yok. mekke böyle bir şehir. buraya meyleden gönüller olsun, diyor. hacer validemiz
ve oğlu orada yalnız kalmasın, etraflarında insanlar olsun istiyor. yalnızlık gönül
yakıcıdır. ibrahim aleyhisselam dualarını yaptıktan sonra oradan uzaklaşıyor. yeniden
kendi diyarına, yani bugünki filistin'e geri geliyor. mekke ve medine arası 450 km
kadardır. medine'den tebük'e kadar, ürdün, filistin istikametindeki mesafe yani, 700
km. 1150 km etti. aynı şekilde tebük'ten filistin'e kadar en az 500 km vardır. 1650 km
etti. burayı uçakla gitmiyor, binek üstğnde gidiyor. giderken hacer validemiz nereye
gittiğini bilmiyordu. ama ibrahim aleyhisselam nereye gideceğini biliyordu, ne
yaoacağını biliyordu. 1650 kilametre yolu nasıl gitti, gönlündeki fırtınaları siz düşünün.
sonra yavrusunu ve eşini bıraktıktan sonra 1650 km'yi nasıl gerisin geri döndü... yoldaki
yalnızlığın duygusu kalbe hücum edine neler neler hissetti...
hâcer validemiz ve küçük ismail'e dönüyoruz. hacer validemiz kendisine bırakılan
hurmadan acıktıkça yiyor, suyunu içiyor, yavrusunu emziriyor. ama çok sürmüyor.
idareli kullanmaya çalıştığı hurma ve su bitiyor. çok geçmeden yavrusu acıkmaya
başlıyor. çaresizlik içine düşüyor. hemen en yakında gördüğü, çıkması kolay, ufku
yüksekçe bir tepeye çıkıyor. belki bir iz bulur diye çevreyi tarayacak. safa tepesi'ne
doğru yöneliyor. tepeye çıkıyor ama etraf dağlarla çevrili. ne bir su izi var ne de bir
yeşilliğin izi var. bunun üzerine merve tarafındaki tepecik gözüne çarpıyor. safa'dan
merve'ye doğru hızla hareket ediyor. safa'dan biraz ilerleyince, dağlardan akıp
gelen selin oya oya getirdiği bir sel yatağı var. buradaki akıntı çok güçlü. normal bir
yağmurda bile arabaları sürükleyecek güçtedir. oraya bugün dev ızgaralar
yapılmıştı. o dehlizin üzerindeki 100'ün üzerindeki arabanın sğrğklenerek birbirlerine
yapıştıklarını gördüm. şimdi o sistemi kapattılar. o sel yatağına iniyor hacer validemiz.
yavrusunu oradan göremiyor. yavrusunu göremeyince eteğini hafif topladı ve orayı
koşarak geçti, diyor kaynaklarımız. sel yatağından çıkıp da yavrusunu görmeye
başladığı an, düz bir yürüyüşle merve tepesi'ne varıyor. yine hiçbir iz yok. acaba bir
yeri eksik mi gördüm duygusuna kapılır insan. bu duygularla geri merve tepesi'ne
geliyor. yine o vadiyi koşarak geçiyor. safa tepesi'ni daha titiz bir şekilde tarıyor. bu
gidiş geliş, 4 bir taraftan 3 bir taraftan olacak şekilde 7 defa tekrarlanıyor. safa'dan 4
kere bakıyor, merve'den 3 kere bakıyor. sonuncu merve'ye tırmanışında artık nefes
nefesedir, üzüntülüdür. bir yandan çocuğunun sesini duyuyor ama farklı bir ses
geliyor. merve tepesi'ne çıkarken kendi kendisine "sus" diyor. konuşmadığı halde niye
sus diyor? acaba nefes alıp verişi, sesi tam duyurtmuyor mu, diye. sükût ediyor,
arkasından sesi yeniden duyuyor. farklı bir ses oldupuna emin oluyor. teoeden
bağırıyor, "kimsen kendini belli ettin. yardım edebikeceksen karşılık ver." diyor. karşılık
gelmiyor ama merve tepesi'ne varıp da çocuğundan yana baktığında, küçük
ismail'in yanında bir varlık görüyor. o varlık, bir rivayette topuğuyla, başka bir rivayette
kanadıyla vurarak yeri deşeliyor. kanadını vurup da açtığı yerden su fışkırmaya
başlıyor. hâcer validemiz her şeyi unutuyor, bütün hızıyla suya doğru koşuyor. çünkü
su, kumların arasında çıkıyor, her an kaybolabilir. suyun yanına varıyor ama o varlığa
dikkat etmiyor. gözü hiçbir şeyi görmüyor. ne yapacağını şaşırıyor. gâhi avuçlayarak
ağzına su atıyor, gâhi kaybolmasın ve dağılmasın su diye önüne küçük bentler
yapmaya çalışıyor, bir taraftan da "zem zem" diyor. zem zem, dağılma demek. bir
araya toplan demek. dur dur demek değil. zem zem arapça da değil. bizim
insanımız yanlış biliyor. validemiz öyle söylüyor. bu sırada cibril aleyhisselam
kendilerine, "endişe etme. rabbin sizi koruyacaktır. bu çocukla babası, şuraya kabe'yi
inşa edecektir. " diyor ve kayboluyor. hâcer validemiz'in derdi bu değil, suyu
muhafaza etmek. o ilk şoku atlattıktan sonra anlıyor ki su durmayacak. kana kana su
içiyor. kırbasını dolduruyor. sütü gelince de yavrusunu emziriyor. bu hadiseyi anlatan
rasulullah aleyhisselam şöyle diyor; "rahimeallahu hâcera/ allah hâcer'e rahmet
eylesin. eğer o ısrar etmeseydi, zem zem akan bir pınar olacaktı. o durmasını arz etti
ve zem zem bir kuyu oldu." diyor. zem zem çok farklı bir kuyu olmuştur. o günden beri
kaynamaya devam etmiştir. zulüm günlerinde bir miktar sükun bulmuştur. daha sonra
abdulmuttalib ortaya çıkarttıktan sonra akmaya devam etmiştir. hacer validemiz
yavrusunu emziyor. korunacağına dair güveni artıyor. ama yalnız günler birbirini takip
ediyor. bu sırada şam istikametinden gelip de yemen istikametine devam eden bir
topluluk, kudâ vadisi'ni takip ederek geliyorlar ve konaklıyorlar. bu esnada gözlerine,
gökyüzünde dönen kuşlar çarpıyor. çevrede kuş veya hayvan var demek, orada su
var demektir. üstelik bu dönüş, su dönüşüne benziyor. kendi kendilerşne konuşuyorlar.
'bu bölgede su yok ki. kaç kere bu vadiler arasında su arandı ama ne suya rastalndı
ne de suyun izine.' bunları konuşurken yine de kuşların su dönüşü yaptıklarını
görüyorlar. 'burda su yoktur ama bu dönüş neyin nesi çözmüş olalım. birisi gitsin,
kuşların inip çıktığı yere baksın. bize de haber getirsin.' diyorlar. rivayete göre 1 veya 2
kişi oraya gönderiyorlar. kuşların indiği, sahranın ortasındaki pırıl pırıl bir su. sevinç
içerisinde haberi veriyorlar. kabile her şeylerini orada bırakarak suyun yanına
geliyorlar. su çok güzel bir su, suyun başında da bir kadıncağız ve çocuk var. sudan
kana kana içiyorlar. hâcer validemiz ve küçük ismail onları seyrediyorlar. hâcer
validemiz çok farklı bir hanım, küçük ismail de çok farklı bir çocuk. bunun tesiriyle
midir, yoksa edeplerinden midir bilemiyoruz, izin istiyorlar; "biz aynı zamanda
yerleşmek için yer arayan bir topluluğuz. bu su çok güzel. bize izin verir misin bu
vadiye yerleşelim?" diyorlar. hâcer validemiz bu tavra seviniyor. günlerdir yalnızlık
içinde olduğundan, etrafında insanların olacağına seviniyor. olgun bir tavırlar,
"elbette ama iki şartım var. su üzerinde hak iddia etmeyeceksiniz. günü gelince su
üzerindeki kararı bu yavrum verecek. onun idaresinde olacak. elbette buraya
yerleşebilirsiniz, komşu oluruz." diyor. onlar da buna söz veriyorlar. hacer validemiz,
tavırlarını beğeniyor. cürhümîler de buna sevinmiştir. hatta bir kısmı hemen oraya
çadırlar vs. yapmaya başlamışlardır. bir kısmı da yükleri yemen'e götürmüş ve oradaki
ailelerin geri kalanını alarak bu vadiye konaklamışlardır. artık yalnızlık yok. insanlar
yerleşiyor. yepyeni bir medeniyet burada kuruluyor. böykece mekke, tevhid inancı
üzerine kurulu bir şehir oluyor. çünkü temelinde hâcer validemiz vardır, ismail
aleyhisselam vardır. ibrahim aleyhisselam da sık sık oraya gelip gitmeye başlamıştır.
ismail'in büyümesi, oradaki yavrularla oynaması, onlardan güzel bir arapça
öğrenmesi, ibrahim aleyhisselam'ın hoşuna gitmiştir. kabilenim edebini gmrdüğü için
de ayrıca memnun olmuştur.
ibrahim aleyhisselam bir müddet sonra yepyeni bir imtihanla yüzyüze geliyor. ismail
aleyhisselam annesinin eli kolu olmaya başladığında, ibrahim aleyhisselam geliyor.
ismail aleyhisselam'ı bir kenara çekiyor, "yavrum, ben rüyamda seni kurban ettiğimi
gördüm. ne dersin?" diyor. ismail aleyhisselam daha küçük. ibrahim aleyhisselam da
rüyasını balta kabus kabul ediyor. peygamberler normal rüya görmezler. bunları hep
unutuyor ama rüya kendini unutturmuyor. tekrar tekrar aynı rüyayı görüyor. anlıyor ki
bu kendine emrediliyor. tekrar sahraları aşıyor ve yavrusuna derdini açıyor. ismail
aleyhisselam duyar duymaz, "baba, sana emrediliyor. yerine getir ve inşaallah beni
sabredenlerden bulacaksın." diyor. alın size tâkâti çokça zorlayan bir hadise.
annesine söylemiyor. anne beni kurtar, da demiyor. kurban edilmek üzere babasıyla
beraber mina'ya gidiyor. mina'daki konuşmalar kur'an'da da var rivayetlerde de var.
ismail aleyhisselam, "babacığım, istersen beni yüzüstü yatır. yüzüme, gözlerime
bakarken beni kesemezsin ama kurvan etmeden önce istersen gömleğimi çıkar. onu
anneme verirsin, hasret giderir ama üzerinde kan olmasın." diyor. ibrahim
aleyhisselam çocuğuna ne cevap vereceğini bilemiyor. ismail aleyhisselam'ın
dediğini yapıyor. ibrahim aleyhisselam bıçağını çekiyor. kesen bıçak kesmiyor.
rabbim isterse sular büklüm büklüm durulur, rabbim isterse yakan ateş yakmaz olur, o
bıçak ne kadar keskin olursa olsun kesmez. kesmiyor. hatta bıçağın döndüğü,
yamulduğu kaydediliyor. bıçak kesmedi, yavrun hâlâ hayatta. bu çok güzel bir şey.
ama aynı acıyı bir kere daha yaşayacaksın. ibrahim aleyhisselam yeniden bıçağı
hazırlıyor. yeniden bıçak kesmiyor. hatta ibrahim aleyhisselam'ın öfkelenerek, bıçağı
taşa çaldığı ve taşın ikiye yarıldığı naklediliyor. bıçağı yeniden hazırlıyor. yeniden aynı
şeye teşebbüs edecek ama yanında çok güzel bşr koç beliriyor. kendisine, "ibrahim,
sen sana emredileni yerine getirdin (rüyanı tasdik ettin, diye geçiyor ayette)
insandan kurban olmaz. kurban bu hayvandır." diyor. ibrahim aleyhisselam sevinç
içerisinde yavrusunu kaldırıyor, sarılıyorlar. böylece insandan kurban olmayacağı da
vurgulanıyor. neticede koç kurban ediliyor. bu koçun boynuzunun kabe'ye getirildiği,
daha sonra da kabe'ye asıldığı kaydediliyor. bu koçun boynuzu uzun asırlar boyu
kabe'de durmuş. daha sonra kabe bir yangın geçiriyor ve o boynuzlar da yanıyor.
abdullah ibni mesud radıyallahu anh'tan rivayet ediliyor hatırladığım kadarıyla. çok
güzel bir boynuzdu, kıvrım kıvrımdı, nadir güzellikteydi, diyor. imtihan çok büyük,
imtihan olunan insanlar da çok büyük. imtihandan başarıyla çıkarak gelmişlerdir.
hayat devam ediyor. ismail aleyhisselam büyümeye, ibrahim aleyhisselam da sık sık
onları ziyaret etmeye devam ediyor. daha sonraki yıllarda hacer validemiz vefat
ediyor. ibrahim aleyhisselam, cürhumî çocuklarıyla büyüyor. onu çok seviyorlar, takdir
ediyorlar. ismail'in de koyunları oksun diye ona küçük bir sürü veriyorlar. ismail
aleyhisselam o sürülere çobanlık yapıyor. vahşi atları yakalamakta ustadır.
kovboyların atası :) o atları ehil hâle getiriyor. bazı kaynaklarda, ilk defa yabanî atları
ehilleştiren kişi, diye de geçiyor. allahu alem. böylece ismail aleyhisselam hayatını
sürdürüken, yaklaşık 30 yaşlarında olduğu naklediliyor, ibrahim aleyhisselam yine çıkıp
geliyor. bu sefer sahraları daha kolay geçmiştir. çünkü aldığı emir, kabe'nin inşası
emridir. zem zem suyunun tesiriyle çok büyük bir ağacın büyüdüğü, ismail
aleyhisselam'ın da o sırada, o ağacın gölgesinde ok hazırladığı biliniyor. baba oğul
hasreti yaşandıktan sonra, "yavrum, şuraya kabe'yi inşa etmemiz emredildi. bana
yardım eder misin?" diyor. elbette, diyorlar. babası usta, oğlu çırak, kabe'nin inşası
başlıyor. ibrahim aleyhisselam'ın kazarak zemine doğru indiği, orada kabe'nin
temellerini bulduğu, bu temellerin deve sişi gibi sıralı ve belirgin olduğu biliniyor,
görülüyor. bu da kabe'nin daha önceden de var olma gücünü yükseltiyor. haliyle
onların üzerine çalışmaya başlıyorlar. giderek duvarlar yükseliyor. dualar eşliğinde
bunları yapıyorlar. kur'an'ı kerim bu esnadaki suaları dile getirir. hepsi birbirinden
güzel. böylece binayı yükseltiyorlar. bir müddet sonra ibrahim aleyhisselam, "yavrum,
artık duvar yükseldi. taşı kaldırıp koymakta zorluk çekiyorum. ayağımın altına uygun
bir iskeleye ihtiyacım var." diyerek, iskele olmaya uygun bir taş isitiyor. ismail
aleyhisselam da yuvarlaya yuvarlaya taşı getiriyor, ismail aleyhisselam'ın ayağının
altına koyuyor. ama bu taş, normal bir taş değil. nereye götürürseniz götürün, zemine
koyulmaya uygun bir taş olduğu, daha yukarılara yetişmek için ikinci bir iskelenin
üzerine konulmasına gerek olmadığı anlaşılıyor. çaktırmadan yükseliyor o taş.
kabe'nin inşası, mucize haline gelmiş bu taşla tamamlanıyor. kabe inşa edilirken bir
şey daha yaşanıyor. ibrahim aleyhisselam, yerden yaklaşık 1.5 metre yükselindiğinde,
"yavrum, buraya uygun farklı bir taş getir ki insanlar hangi köşeden tavafa
başlayacaklarını bilsinler. diğer köşelerden farklı olsun." ismail aleyhisselam farklı bir taş
arıyor. hiçbirini gözü tutmuyor. sonunda bulduğu bir taşı getiriyor. içi biraz da rahat
değil. taşı getirdiğinde gmrdüğü manzara nedir? babasının taşı şuraya koyalım
dediği yerde çok farklı bir taş var. babasına o talın nereden geldiğini soruyor. cibrîl
getirdi, diyor. bu taşın, cennet taşlarından olduğu rivayet ediliyor. bu taşon ilk
başlarda billurî yani beyaz olduğu, zamanla kabe'nin etrafında işlenen günahlar
sebebiyle karardığı, rasulullah aleyhisselam tarafından bildiriliyor. iskele, ibrahim
aleyhisselam'ın işi bittiğinde kabe'nin yanında durmuştur. kabe dostu olarak, kabe'ye
arkadaşlık etmiştir, ibrahim aleyhisselam'ın ayak izleriyle birlikte. yine abdullah ibni
mesud radıyallahu anh; ibrahim aleyhisselam'ın ayak izlerinin çok belirgin olduğunu,
parmaklarını bile sayabildiklerini ama insanların gelio gidip el sürdüklerinden dolayı o
parmak izlerinin kaybolduğunu söylüyor. bu rivayeti destekleyen bir başka rivayet
daha var. ebû talib'e ait bir rivayet. iyi ve güçlü bir şairdir. kaside-i bâyiendiye uzun
bir kasidesi var. içinde şöyle bir bölüm geçiyor, "üzerinde ibrahim'in ayak izleri var;
tazecik basmışçasına, parmak izleri hepten sayılırcasına." diyor. bu taş kabe'nin
yanındaydı. ama makamı ibrahim'in arkasında namaz kılmak, en efdal yerlerden
birinde namaz kılmak demektir. bu yüzden orada namaz kılan insanlar, tavafı
sıkıştırmaya başlıyorlar. ömer radıyallahu anh da bundan dolayı makamı ibrahim'i
geriye, yani bugünki yerine çekmiştir ki tavafı sıkıştırmasın diye. makamı ibrahim diye
anılan yer, ekserî ilim ehline göre bu iskeledir. böylece kabe inşa ediliyor. sonra
allah'ın emriyle, ibrahim aleyhisselam bitin insanları hacc'a davet ediyor. hacc
suresi'nin 27. ayetinde, "/ ِ‫ع ۪ميق‬
ِْ ‫ضا ِّمرِ يَأْت۪ ينَِ م‬
ِِّ ُ‫ع ٰلى ك‬
ِِّ ‫اس بِّالْ َح‬
ِ ِّ ‫ِّن فِّي الن‬
ِْ ‫ َِواَذ‬bütün
َ ِ‫ِّن كُ ِّلِ فَج‬
َ ‫ل‬
َ ‫ج يَأْتُوكَِ ِّر َجالًِ َو‬
insanlara haccı ilan et. ister yaya olarak gelsinler, ister sahraların derinliklerinden,
yolların yorduğu develerin üzerinden gelsinler." asırlarca o develer insanları hacc'
taşıdı. şimdi uçaklar süzülerek, arabalar kayarak geliyor.
-bir hatıra: yıllar ömer radıyallahu anh'ın yılları. hacc mevsimi geldi mi ömer
radıyallahu anh, gecenin karanlığında medine çevresinde geziyor. yine yanında
adamlarıyla beraber çevrede geziniyor. kervanlar gelip gidiyor. ömer radıyallahu
anh, selamlaşmadan sonra "nereden geliyorsunuz?" diye soruyor. " ِ‫ِّن الفَج‬
ِْ ‫م‬
ِ ‫ع ۪م‬
‫يق‬
َ /sahraların derinliklerinden." diyor, bu ayet yüzünden. ifade ve üslup ömer
radıyallahu anh'ı duraklatıyor. nereye gidiyorsunuz, diye sorduruyor. " / ‫ق‬
ِِّ ‫ت الْعَت۪ ي‬
ِِّ ْ‫الى اللْبَي‬
beyti'l akîk'e" beyti'l akîk, kabe'nin adı. kur'an'ın kullandığı ve kafiyeli bir ifade. ömer
radıyallahu anh arkadaşlarına dönüyor, "içlerinde alim var." diyor. arkasından sorular
birbirini takip ediyor. kur'n'da en muhkem ayet, en öz ayet, en çok ümit veren ayet...
karanlığın içinden herbirine cevap geliyor. en sonunda ömer radıyallahu anh
bağırıyor; içinizde abdullah ibni mesud mu var?! evet o var, diyorlar. :)
şimdi o kervanlar yok ama hatıraları var. hâlâ arafat var, mina var. inşaallah
güzelliğini koruyarak var olur. ismail aleyhisselam yalnız kalmadı, hâcer annemiz yalnız
kalmadı. o belde insanlarla doldu. aç ve susuz kalmadı. bu ümmetin üzerine de hacc
farz kılındı. bu ümmet de sahralar aşarak, denizler aşarak, göklerden dolaşarak
kabe'ye inmeye devam ediyorlar.
-"bir insan hac ederse, şehevî söz ve davranışlarda bulunmazsa, allah'a isyan eden
hiçbir davranışlarda bulunmazsa, allah'a itaatkâr olarak haccını yerine getirirse;
annesi onu yeni doğurmuşçasına kendi diyarına döner."
"allah katında kabul edilmiş olan hacc'ın karşılığı cennet'tir. onun başka bir karşılığı
yoktur."
(rasulullah aleyhissâlatu ve's selâm ‫)ص‬
46. Ders -Haccın Farziyeti, Haccın Farzları ve Vacipleri-
-ibrahim aleyhisselam'ın ilk inşa ettiği kabe'nin ölçüleri neydi? bugünki kabe ile
arasında fark olduğunu anlıyoruz. aişe validemiz radıyallahu anh'tan gelen bir
rivayette, rasulullah aleyhisselam şöyle diyor; "eğer kavmim henüz islam'ın eşiğinde
olmasalardı. bugünki kabe'yi yıkardım. hicri ismail'i içerisine alacak şekilde yemiden
inşa ederdim. kapıyı aşağıya indirirdim. ikinci bir kapı açardım. çünkü kabe'nin aslı
böyledir." buyuruyor. anlıyoruz ki şu günki kabe, en olarak asıl kabe'den daha küçük.
hicri ismail tarafına doğru 2.5 m daha enli olması gerekiyor. kabe kapısının da zemine
bitişik olması gerekiyor. onun alsi istikametinde bir kapının olması gerekiyor. bir
vesileyle aişe validemiz radıyallahu anh "neden kapıyı yükselttiler?" diyor. "çünlü
kureyşliler, her içeri girmek isteyene izin vermiyorlardı. kendi istedikleri içeri girsin
istiyorlardı. bu yüzden kapıyı yükselttiler." kapıya merdiveni dayıyorlar ve insanlar
ancak öyle girebiliyor. önceden kapı açıktı. bir kapıdan giren insanlar diğer kapıdan
çıkabiliyordu. neden hicri ismail'in dışarıda kaldığını soruyor. rasulıllah aleyhisselam'ın
açıklamasına gmre; kureyşliler, kabe sel sularından zarar görünce yeniden inşa etmek
konusunda prensip kararları almışlardır. bunlardan biri de kabe'nin inşasına haksız
kazanç karıştırılmayacak. kumardan vs. gelen oara değil, alın teri olan para
katılacak. inşaatın yarısına grlince para azalmaya başlıyor. yeni bir toplantıda,
içerisine diğer paradan karıştıralım mı veya yettiği yere kadar yapıp da kalanını açık
mı bırakalım? karar alıyorlar; paranın bitmeyr başladığı evrede duvarları birnirine
bağlayalım, sağlamlığı için daha iyidir, demişlerdir. böyle de yapmışlardır. böylece
hicri ismail dılarda kalmıştır. rüknü yemanî ve rüknü hacer köşeleri, asıl köşelerdir. yani
ibrahim aleyhisselam'ın inşasında da bu köşeler buradaydı. diğer iki köşe asıl değildir.
bu yüzden asıl köşelerde istilam vardır. istilam, elle tutarak öpmenim adıdır. rüknü
hâcer köşesinde uzaktan işaret istilamın yerini tutar ama rüknğ yemanî'de yerini
tutmaz. asıl olmayan köşelerde istilam yoktur. buna binaen kabe'yi tavaf ederken,
hatîmin dışından tavaf etmek vaciptir. çünkü içinden geçerek tavaf ederseniz,
kabe'nin bir bölümünü tavaf etmemiş olursunuz. onun için haccın vaciplerinden bir
tanesi; kabe'yi, hatîmin dışındam dolaşarak tavaf etmektir. yine kaynaklarımızdaki
bilgilere göre; bir insan hatimin içerisinde namaz kılsa, ben kabe'nin içinde namaz
kıldım, diye yemin etse, yemini yerine getirmiş sayılıyor. kabe'nin içinde namaz kılan
insan, bize göre de imam şafii rahimehullah'a göre de dört bir tarafa doğru da
dönerek namaz kılabilir. namazı sahihtir. birden fazla kişi varsa, yüzyüze
olmayacaklar. cemaatle kılınıyorsa, cemaat ve imam yüzyüze olmayacak. onun
dışında dört bir tarafa da dönülebilir. ama hatîmde, ihtiyaten kabe'ye dönülmelidir.
sadece imam malik rahimehullah keb'nin içinde namaz olmayacağını söylüyor.
kıbleye tam teveccüh kabul etmiyor onu.
rasulullah aleyhisselam hayattayken bu olmamıştır, nübüvvetinden önce olmuştur. o
yıllarda kabe büyük bir zarar görmüştü. bir yandan da kabe'te dokunmaktan
çekiniyorlardı. daha sonra karar verilerek kabe inşa edildi. hacerü'l esved'in yerine
konulması sırasında kabileler arasında kavga çıkmıştı. her kabile reisi hacerü'l esved'i
kendisinin koyması gerektiğini söylüyor. diğerleri de bu şerefi ona devretmeye rıza
göstermediğini açık dille ifade ediyorlar. bu mücadele harb etmeye kadar işi
götürmüştür. en son insanlar, kan akmadan bu işi halletmeyiz diye, kan dolu bir
çanağa eller daldırılmıştı. bunun manası, bu uğurda elimizi kana bulamaya hazırız,
demekti. durumu gören yaşlıca bir insan, "gelin bu gece kabe'de sabahlayalım.
sabah benî şeybe kapısından ilk gireni hakem kabul edelim. o nasıl bir hüküm
veriyorsa hiçbirimiz onun hükmünden çıkmayalım." diyor. takdiri ilahi, benî şeybe'den
ilk giren rasulullah aleyhisselam oluyor. o günki adıyla muhammedu'l emîn içeri
giriyor. herkes secvince boğuluyor. konuyu anlatıyorlar. rasulullah aleyhisselam derhal
ayağa kalkıyor. sırtındaki ridasını çıkarıyor, yere seriyor, hacerü'l esved'i kucaklayarak
üstüne koyuyor. bütün kabile reislerini çağırıyor. hepsi ridanın bir ucundam tutarak,
taşı yerinin hizasına getiriyorlar. rasulullah aleyhisselam da iterek yerleştiriyor. bu
çözüm onları çok sevindirmiştir. rasulullah akeyhisselam da takdir toplamıştır. böyle bir
inşa, abdullah ibni zübeyr devrinde var. o yıllarda da gelen sellerden ciddi yaralar
almıştı. abdullah, esma radıyallahu anh'ın çocuğudur. hicretin ilk çocuğudur.
cennet'le müjdelenen zübeyr ibni avvam'ın oğludur. muaviye radıyalkahu anh ölüp
de yezîd'e biat edilince; insanlar ona biat etmemiştir. gözler hep hüseyin radıyallahu
anh ve onun yanında yer alan abdullah radıyallahu anh'tadır. onlar da biat
etmeyince, üzerlerine hep askerler gönderilmiştir. abdullah radıyallahu anh iyi bir
savaşçıdır. gelen orduları hep o göğüslemiştir. hemen hemen bütün birlikleri
durdurmayı başarmıştır. daha sonra hüseyin radıyallahu anh ırayı terk edip
kerbela'da şehid edilince; hicaz bölgesi ve mısır, yezid'in halifeliğini reddetmişlerdir.
abdullah ibni zübeyr'e biat etmişlerdir. hicaz bölgesinin halifesi olmuştur. o, kabe'yi
rasulullah aleyhisselam'ın tarif ettiği gibi yaptırmıştır. ancak onun üzerine, bir orduyla
haccac gönderilmiştir. kabe'yi kuşatmışlardır. abdullah radıyallahu anh ve askerleri,
kabe'yi kendilerine siper aldıkları için, ebu kubeys dağlarına haccac tarafından
öancınıklar kurdurulmuştur ve oradan mescidi haram'ın iöerisşni taş yağmurlarına
tutmuştur. hacca gerçekten çok müthiş bir zalimdir ama aynı zamanda iyi bir hatip,
iyi bir komutandır. giderek hücumları çoğaltmıştır. abdullah radıyallahu anh'ın dış
dünyayla bağlantısını koparmayı başarmıştır. çevresindeki insanları birer ikişer
kaybetmiştir. abdullah radıyallahu anh annesine gelerek, "anne, çevremdeki insanlar
birer ikişer hayattan ayrılıyorlar. yiyeceğimiz kalmadı, dış dünyayla irtibatımız
neredeyse koptu. teslim olayım mı?" demiştir. yiğit annemiz esma radıyallahu anh,
"kendini asla bir zalimin merhametine bırakma. sana inanan insanlar davan upruna
şehid oldular. onların şehadetlerini boşa çıkaran insan olma." demiştir. abdullah ibni
zübeyr radıyalkahu anh da vuruşa vuruşa şehid düşünceye kadar bu yokda devam
etmiştir. zulüm orada bitmemiştir. şehid olduktan sonra, başını kopararak annesinin
önüne koymuşlardır. nasıl beğendin mi, diye. katillerine şunu söylemiştir,
"elhamdulillah. siması, katillerinin simasından çok daha güzel." demiştir. evlat acısını
yaşamıştır. mekke'de vafat etmişlerdir.
kabe, hacca'ın hücumlarından da zarar görmüştür. ama anlaşılan o ki yeniden inşayi
gerektirecek bir hasar değildi. ama haccac bu kabe'yi yıktırmıştır. yeniden eski
şekliyle yaptırmıştır. şam'da da bunu, "kabe'yi bile değiştirmişler. ben aslî şekilde
yeniden yaptırdım." diyerek övünmüştür. bu övünme sırasında orada bulunan ilim
ehlinden biri, "kabe'yi öyle yaptırdı. çünkü senden daha alim ve fakihti. rasulullah
akeyhisselam'ın böyle bir hadisç vardı." diyerek, hadisi orada nakletmiştir.
bundan sonra değişiklik görmüyoruz. sadece harun reşid'in, imam malik'e
müracaatını biliyoruz. kabe'yi rasulullah aleyhisselam'ın tarif ettiği gibi yapayım mı,
diue müracaat ediyor. imam malik çok kesin bir dille, "her gelip giden hükümdar,
kabe'yi ben yaptırdım sevdasına düşmesin. kabe'nin celaletiyle oynamayın. kabe'yi
kendi haline bırakın." diyor. bunun üzerine harun reşid kabe'ye dokunmamıştır.
osmanlı devrinde kabe büyğk hasar görmüştür. tamir edilmesi gerekiyordur. bunun
üzerine devrin halifesi 4. murad'a müracaat edilmiştir. oraya usta ve ustaya lazım
malzemeler göndermiştir. prensip olarak, taşlar sadece mekke haram bölgesinin
içinden alınacaktır. yontulup hazırlanmıştır. osmanlı camiilerinde uygulanan stil
uygulanmıştır. o günden sonra da kolay kolay sarsılmamıştır. bugün gmrdüğümüz
bina, 4. murad devrindeki bu binadır. halid devrinde sadece altın kapı takılmıştır. bir
de üzerine kabe örtüsünün rahatça örtüleceği bir yapı kurulmuştur. kolayca kabe
giydirilsin diye. hacerü'l esved'i kaplayan gümüş zaman zaman değiştirilir. onun
dışında ciddi bir değişiklik yapılmamıştır.
-hacc, lügatte, kendisine değer verilen, manen değerli kabul edilen bir yeri ziyaret
etmek, bu duyguyu tekrar tekrar taşımak manasına gelir. ıstılah olarak, islam'ın beş
temelinden bi olarak, kabe'yi ziyaret ile rasulullah akeyhisselam'ın öğrettiği şekilde
yapılan ibadetin adıdır. kısaca böyle ifade edilir. farziyyeti ayetle sabittir. " ‫اس‬
ِ ِّ ‫علَى الن‬
ِّ ‫َو ِّ ه‬
َ ‫ّٰلل‬
ْ
ْ
َ َ‫ت َم ِّنِ ا ْست‬
/ َِ‫ن العَالَ ۪مين‬
ِِّ ‫ع‬
َ ‫للا‬
َِ‫ن َكف ََِر فَاِّنِ ه‬
ِْ ‫س ۪بيالًِ َو َم‬
ِِّ ْ‫ج البَي‬
ُِّ ِّ‫ ح‬Gitmeye gücü yetenin o evi ziyaret
َ ِ‫غنِّي‬
َ ‫طاعَِ اِّلَيْ ِِّه‬
etmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah
bütün âlemlerden müstağnidir." hacc, ibarahim aleyhisselam'dan beri vardır. hac
suresi'nin 27. syetinde, "/ ِ‫ع ۪ميق‬
ِِّ ُ‫ِّن ك‬
ِْ ‫ضا ِّمرِ يَأْت۪ ينَِ م‬
ِِّ ُ‫ع ٰلى ك‬
ِ ‫اس بِّالْ َحجِِّ يَأْتُوكَِ ِّر َجا‬
ِ ِّ ‫ِّن فِّي الن‬
ِْ ‫ َواَذ‬bütün
َ ِ‫ل فَج‬
َ ‫ل‬
َ ‫لً َو‬
insanlara haccı ilan et. ister yaya olarak, ister yorgun develerle sahralar aşarak,
sahranın derinliklerinden bu diyara gelsinler." rasulullah aleyhisselam da haccın
farziyyetini ilan etmişti. yine mebru olan haccın karşılığının cennet olduğunu; şehevî
sözler söylemeden, fisku fücurdan uzak durulan hac yapanın geri dönünce
anasından doğmuş gibi temiz sayılacağını biliyoruz. ayrıca islam beş temel üzerine
bina edilmiştir'in, son maddesinin hacc olduğunu da biliyorsunuz.
-haccın farz olması için gereken şartlar:
1) islam gerekir.
2) erhgenlik çapına girmiş olması gerekir.
3) akli dengesinin yerinde olması gerekir.
4) hür olması gerekir.
5) güç yetirebilmesi (ıstıtaat) gerekir. yani yol nafakası olacak, bakmakla yükümlü
olduğu ehlinin nafakası olacak, imkan bulunacak. yol emniyeti yok gidemiyorsun,
kurra çıkmadı gidemiyorsun vs. imkan bulmuş olacak dolayısıyla.
6) darü'l harpte yani islam diyarında bulunmayan insan, bu ibadetin farziyyeti
hakkında yeterli bilgiye sahip olmalıdır. bu bilgi ona ulaşmalıdır.
7) vakit olmalıdır. haccın farz olduğu an, edaya uygun olmalıdır. hac aylarında
uygun olmalıdır.
8) kadınlar için mahrem (ve onun nafakası, yani o mahrem, kadın için gidiyorsa,
onun nafakası da kadının üzerinedir. kadının kendi masrafını üstlenecek imkanı
olduğu gibi, kendisiule gidecek insanın da masrafını üstelenebilmeli.) şartı vardır.
-haccın edasının şartları:
1) beden selameti. âmâ, ayağı kesik, iki kolu kopuk, felçli, yatalak, yola tahammül
edemeyecek derecede yaşlı ve zayıf olmayacak. ebu hanife'den gelen ve daha
meşhur olan kanaate göre; bunların üzerine hac farz değildir. dolayısyla başkalarına
vekalet vererek hacc ettirmek zorunda da değillerdir. bu ebu hanife'nin asıl kanaati.
ancak mezhebte tercih edilen; diğer şartlar gerçekleşmişse, vekalet vererek hacc
ettirmeleridir.
2) yol emniyeti. hem can hem de mal için emniyetli olmalı. itibar, gâlip hâledir. gâlip
olan yol selameti ise ghac farz olur.
3) kişi hapşste veya tehdit altında olmamalıdır.
4) kadınlar için güvenilir mahrem veya eş olmalıdır.
5) kadınlar, iddet bekliyor olmamalıdır.
bir insanın üzerine hac farz olmuşsa, dopru olan ilk fırsatta gitmesidir.
Haccın Farzları
-haccın farzı üçtür; ihram, arafat'ta vakfe, ziyaret tavafı. bunlardan birincisi şarttır. iki
ve üçüncüsü rükündür.
1) ihram: ihram, sadece giyilen elbise olsaydı, kadınlar ihrama girmemiş olurdu.
demek ki ihram bundan farklı bir şey. bir de bazı şeyleri öyle kelimelerle
adlnadırıyorlar ki giderek o müzminleşiyor. misvakta olduğu gibi. misavk, diş
temizleme aleti demektir. misavk denen o ağacın adı, eraktır. erak ağacının köküdür.
bunun için bir insan pamukla dişini temizlese, diş temizleme sünneti yerine gelmiş olur.
fırçayla, iple, bezle de olur. rasulullah aleyhisselam bu iş için en çok erak ağacının
kökünü kullanmıştır. onunla temizlense hem sünnet gerçekleşmiş olur, hem de
rasulıllah aleyhisselam'ın kullandığı bir alet kullanılmış olur. aynı şekilde ihramda da
erkeklerin, ihrama girdikten sonra dikişli elbise giyme yasakları vardır. giyile giyile adı
ihram kalmıştır. ihram o değildir. ihram; daha önce var olmayan bir yasaklar
çerçevesine niyet edip telbiye getirerek girmenin adıdır. bu yasaklar çerçevesi,
ibadetin ruhuna uygun bir çerçevedir. bu ibadetin normal hayattan farklı olduğu
bilinsin diye konulmuş bir çerçevedir. diğer ibadetlerde de bir yasaklar çerçvesine
giriyoruz. mesela namazda allahu ekber diyor ve namaza başlıyoruz. bu tekbirin
fıkıhtaki adı, tekbiri tahrimdir. namazdayken dış dünyadan kopuyoruz, ibadetle
meşgul oluyoruz. oruçta da yiyip içemiyoruz. haccınki de kendine ait. yemek
yiyebiliyor, içebiliyor, gülüp konuşabiliyor ama artık tıraş olamıyoruz, tırnak
kesemiyoruz, koku sürünemiyoruz, erkekler dikişli elbiseler giyemiyorlar. artık
avlanamıyoruz, şehevi davranışlarda bulunamıyoruz. ihram, bu yasaklar çerçevesine
girmenin adıdır. bu giriş, niyetle olur ve telbiyeyle olur. bir insan niyet edip telbiye
getirse, izar ve ridayı giymeden de bu yasaklar başlar. bu yasaklardan bir tanesi,
erkekerin, vücutlarına göre şekillendirilmiş elbise giymeleridir. yani kol, baş, bacak gibi
uzuvlarının gireceği elbise giymeleri yasaktır. buradaki kasıt dikiş değildir, vücuda
göre şekillendirilmesidir. erkelerin bu şekilde elbise giymeleri yasaktır. kadınlar için
böyle bir yasak yokturö kadınların ihramı, yüzlerinin açık olmasıdır. yüzlerini, yüzlerine
direkt değen bir peçeyle örtmemelidirler. onun dışında bir yasakları yoktur. hem renk
hem de biçim olarak tesettüre daha uygun olan, daima en doğru olandır.
2) arafat'ta vakfe: rasulullah aleyhisselam, "hac, arafat'tır." buyuruyor. hem zamanla
sınırlıdır, hem de mekanla sınırlıdır.
3) kabeyi tavaf: esasen bu tavafın ilk dört şavtıdır. ilk dört şavt, rükün; diğer üçü de
onun tamamlayıcısıdır.
Haccın Vacipleri
1) ihramın, mikattan veya öncesinden gerçekleşmesi.
2) safa ve merve arasında sa'y.
3) sa'ya, safa'dan başlamak.
4) tafavı ve sa'yı yürüyerek yapmak. artık paramız bol. elektirikli arabalar var. bunu
sadece tıbbi sıkıntısı olan insan yapabilir. yürüyen insan yapamaz. yaparsa da kurban
gerekir.
5) arafat'ta vakfeye gündüz yetişen insan için, güneş batıncaya kadar arafat'ta
kalmak. arafat'ın vakti, öğle ile ikindi namazı birleştirilerek arafat'ta kılınır ve vakfenin
vakti başlar. fecre kadar da drvam eder. vaktinde yetişen insan, güneş battıktan
sonra oradan ayrılır. vaktinde yetişemeyen insan, güneş batıncaya kadar
ayrılmamalıdır. sabaha kadar arafat'a yetişen insan, bu rüknü yerine getirmiş sayılır.
rükün vakti sabaha kadar devam eder. asıl vakti; öğle ve ikindi namazı kılındıktan
sonra gün batımına kadardır. yetişemeyen insan; sabaha kadar arafat'a yetişir, bir
müddet orada durur ve müzdelife'ye intikal ederse, bu rüknü yerine getirmiş sayılır.
6) müzdelife vakfesi vaciptir.
7) akşam ve yatsı namzını, yatsının vaktinde ve cem ederek kılmak. arafat'taki cem
sünnettir. müzdelife'deki ise vaciptir.
8) mina'da cemrelere taş atmak. şeytan taşlama ifadesi, halk ifadesidir ve doğru
değildir. şeytana olan nefretimizi orada ifade ediyoruz. şeytana taş atmıyoruz.
9) her cemreyi kendi vaktinde atmak. 1. günün cemresi; kurban bayramı'nın birinci
günün fecrinden, ertesi günün fecire kadar devam eder. 2. gününki; öğleden fecre
kadar devam eder. 3. gününki öğleden gecre kadar devam eder. 4. gününki;
öğleden başlar ve gün batımına kadar sürer.
10) haccı temettu ve haccı kıran yapanlar için, hedî (kurban)
11) hâlk veya taksîr yani traş
ebu hanife'ye göre, aralarındaki tertip (taş- kurban- traş) vaciptir.
12) hâlk veya taksirin, kurban bayramı'nın 1., 2. veya 3. günü içinde olması ve harem
sınırlarının içinde yapılması.
13) ziyaret tavafının eyyami nahır'da ( bir, iki ve üçta) yapılması
14) tavafın, hatimin arkasından yapılması. bizde bu var. şafiilerde artı olarak bir de
bedenin bütününün dılarıda kalması ikazı vardır.
15) tavafın, hacerü'l esved'in hizasından başlaması.
16) tavaf sırasında hadesten taharetin bulunması
17) sağa doğru devam ederek tavafın yapılması
18) setri avrete riayet
-hususi vacipler
19) âfâkiler için (mikattan uzak meafeden gelenler için) tavaf-ı sader, veda tavafının
adıdır.
20) ihram mahsurlarına riayet
21) tavaf namazı. ister farz tavaf olsun, ister sünnet, ister vacip olsun, tavaf namszı
tavaf yapan için vaciptir. 7 kadar farklı tavaf çeşidi var. hepsinde de vaciptir.
22) ihram mahsurlarına riayet edemeyenlerin üzerine kurban cezası düşüyorsa,
kurban kesmeleri. mekke harem sınırları içinde kesilmelidir. hacla ilgili olan tüm
kurbanlar böyledir.
-mîkatlar hakkında diyelim ve burada duralım.
-hocamız dersin bir ksımını maket üzerinden anlattığı için, bu dersi notları okuyarak
geçmemeniz, ayrıca videoyu da izlemeniz tavsiye edilir.
47. Ders -Mikatlar ve Hac Nevileri, Umrenin Eda Edilişi-
-en içte kabe var. kabe'nin çevresinde mescidi haram var. orada kılınan namaz,
baika yerde kılınan namazdan çok daha faziletlidir. mekke haremi, bazı yerlerde
mekke şehrinin dışında ama bazı yerlerde de henüz daha sınıra ulaşmadı. ama
ibrahim aleyhisselam ve rasulıllah aleyhisselam tarafından tayin edilmiş bir mekke
hududu var. islam'dan önce de bilinenei var. mesela ten'im'in bilinmesi gibi. mesela
müşrüklerin, hübeub ibni adiyy ile zeyd ibni desine radıyalkahu anhüm cemian'ı
katletmek için mekke'den çıkarışları gibi. neden ten'im'de katletmişlerdir? mekke
haram sınırları içinde olmasın diye. dolayısıyla bu bilgiyi biliyorlardı. mekkelilerde hac,
ibrahim aleyhisselam'dan kalma ama içerisine batıl karışmoş olarak var. mekkeliler,
arafat'a çıkmazlardı. çünkü arafat, mekke harem sınurlarının dışındadır. biz harem
ehyiz, harem ehli hac için haremin dışına çıkmaz, diyorlardı. dolayısıyla arafat'a
çıkmak, dılarıdan gelen insanlar için geçerliydi. bu yüzden ayeti kerimede "siz de
diğer insanların aktığı yerlerden akıp gelin." diye, mekkeli ve mekke'nin dışından
gelenlerin hükmünün farklı olmadığı ve hac nüsüküyle ilgili herkesin aynı noktalardan
geçmesi gerektiği belirtiliyor. bu bilgiler bu insanlarda vardı. mekke haremi diye bir
hudut var. bu mekke'ye çok yakın. ölçü kabe'den alınacak olursa, en yakını
ten'im'dir. yaklaşık 7 km'dir. en uzağı ci'râne ve hudeybiye'dir. yaklaşık 24- 25 km'yi
buluyor. buranın kendine ait bir hükmü var; ihramlı olunsun veya olunmasın,
mekke'nin harem sınırları içindeki bir av avlanamaz. burada kendiliğindem yetişmiş
olan ağaçların koparılması doğru değildir. yine burada mal bulan bir insanın, sahibini
bilmiyorsa bile alması doğru değildir. buradan başlayarak mikad denilen sınırlara
kadar bir bölge daha var. bunun en uzağı, medine yakınlarındaki zülhuleyfe'dir.
mesafesi 450 km civarındadır. oradam hafif güneybatıya iniyoruz. deniz sahiline yakın
cuhfe var. mesafesi 283 km'dir. taif yakınlarında karn var. mesafesi 75 km. güneyde
yelemlen var. 92. km. zatüırk var, 94 km. en yakını 75 km, en uzağı 450 km. mekke'yi
hicaz bölgesinden kuşatan ikinci çerçeve. mikad sınırları 5 tanedir; zülhuleyfe, cuhfe,
yelemlen, zatiırk, karn. rasulullah aleyhisselam bunları bildirmiştir. zatüırk dışındakilerşn
hadisi müttefekunualeyhtir. zatüırk müslim'dedir ve sahihtir. bu noktalark birleştirince
bir çerçeve çıkıyor. buralara yol yapılacak olsa, iki sknırın ortasından geçen hatta
yapılıyor ve burası mijkad hizasıdır, diye yazı konuluyor. böylece insamlar nereden
gelirse gelsinler mikad sınırını biliyorlar.
-iki çeşit mikad var. birine, zamanî mikad deniyor. hac mevsimidir. şevval ayı, zilkade
ayı ve zilhicce ayının 10 günüdür. imam malik'e göre zilhicce ayının bütünüdür. imam
şafii'ye göre zilhicce'nin ilk 9 günüdür. ikincisi mekânî mikattır. yukarıda
saydıklarımızdır.
-mikad mahalleri ne ile ilgili? bunu öğrenmek için insanları üçe ayırıyoruz; âfâkî
olanlar (ahli âfâk), ehli hil (demin saydığımız mikad sınırları ile mekke hareminin
arasında oturanlara diyoruz. mesela cidde.), ehli harem. bu da mekke haremi
içerisinde bulunan insanlardır.
bir beldeye meşru gieiş yapan insanlar, hac ve umre açısından o beldenin halkı
hükmünü alırlar. medine'ye vardık. artık bizim mikad sınırımız, medine'ye en yakın olan
zülhuleyfe'dir. biz mekke'ye vardık. umremizi yaptık. sıra hacca geldi. hacc için artık
mekkeli gibi davranacağız. mekkeli hac için, mekke harem sınırlarının içerisinden
ihrama girer. biz de oradan ihrama gireceğiz. bir direkt olarak türkiye'den giderken
hacca niyet etseydik, mikad sınırlarını geçmeden gidecektik. mekkeli birisi, hacc
mevsiminden evvel türkiye'ye geldi. şimdi hacca gidecek. nerede ihrama girer?
mikad sınırlarına girmeden. artık o da bizim gibi âfâkî oldu. insanlar, bu sayılan
noktaları ve hizalarını geçmeden, eğer ımreye veya hacca gidiyorlarsa, ihrama
girmek zorundadırlar. eğer ihramsız geçiyorlarsa, bu haremi şerif'e karşı, kabe'mize
karşı hürmetsizlik sayılıyor. vebal ve günah da getirir, dünyevi ceza da getiri. âfâktan
gelen insan, hil bökgesine ihramsız girebiliyor. ama mekke haremine girecekse,
kabe'nin hakkını vermeden bu bölgeye giremiyor. ya umreyle ya hacla olacak bu
da. ama cidde'ye gidecek meseka, ihramsız olabilir. sonra cidde'den veya aynı
hükme sahip olan usvan'dan mekke'ye gitmek istedi. bu insan ihramsız da gidebiliyor,
eğer ibadet edecekse mekke harem sınırlarından önce ihrama girerek yapabiliyor.
ibadet için gidiyorlaraa, mekke harem sınırlarından önce ihrama girecekler. ama bir
iş içinse, ihramsız da gidebilirler. mekke halkı da hil bölgesine ihramsız girip çıkabiliyor.
ama mekkeli de olsa, istanbul'a gitse, ihramsız olarak mekke'ye dönemiyor.
a) hükmü itibariyle hacc:
-hacc, hükmü itibariyleüç çeşittir.
1) farz hac: şartları gerçekleşmiş mükellef bir insanın, ömründe bir defa yapmak
zorunda olduğu hacca diyoruz.
2) vacip hac: iki türlü olur; adamışsa veya başladığı bir haccı yarım bırakmışsa olur.
3) nafile hac: farz haccını yapmış insanların, adakta da bulunmamışlarsa,
yapacakları hacc nafile olur. kendisine ecir kazandırır.
b) eda ediliş itibariyle haccın çeşitleri:
1) haccı ifrat: bir hacc mevsiminde, bir insan sadece hacca niuet eder ve sadece
haccı eda ederse, buna haccı ifrat denilir. üzerimizden hacc vazifesini düşürür. haccı
ifrat yapanın kurban kesmesi vacip değildir. kurban kesmez veya kesemez ifadeleri
yanlıştır. dilerse kurban keser ancak vacip değildir, müstehaptır. haccı ifrat yapana
kurban tavsiye edilmez, demiştim. çünkü hacc hakikaten yorucu bir ibadettir.
arafat'tan iniş, mina ve müzdelife günleri yorucu günlerdir. kurban da o günlerdedir.
kurban keseceğim diye uğraşırlarsa ayrıca hırpalanıyorlar. bir de o günlerde zaten
binlerce kurban kesiliyor. bunun yerine tasadduk edip, o parayla kendi ülkesinde
kurban kestirip dağıtması belki de daha hayırlıdır. pratik hayatla ilgili bir mesele.
2) haccı temettû: bir insan, bir hacc mevsiminde ve aynı sefer içinde hem umre
yapıyor hem de hacc yapıyorsa, bu ikisini ayrı ayrı ihramlarda eda ediyorsa, buna
haccı temettu denilir. türkiye'den umreye niyet ediyorsunuz. vardınız. tavafınızı,
sa'yinizi yaptınız. traşınızı oldunuz ve ihramdan çıktınız. umre bitti. gün geldi, arafat'a
çıkmadan önce hacc için ihrama girdiniz ve haccınızı yaptınız. ikisini aynı seferin
içinde va aynı hacc mevsiminde gerçekleştirdiniz. bunun adıdır haccı temettu. bu
ismi kur'andan alır. "/ ِّ ‫ي‬
ِ ‫س َِر مِّنَِ الْ َه ْد‬
ِِّ ‫ن تَ َمت َِع ِّبالْ ُع ْم َرةِِّ اِّلَى الْ َح‬
ِْ ‫ فَ َم‬kim umre ibadetini hac
َ ْ‫ج فَ َما ا ْستَي‬
ibadetiyle birleştirme nimetine ererse, şükür olarak bir kurban kesiversin." diyor.
temettâ, haz ve lezzet duyarak yerine getirdi demektir.
3) haccı kıran: bir hacc mevsiminde, hem umre hem de hacc yapılırsa, bu ikisi aynı
ihramla eda edilirse, eda edilen bu hacca denir. kelimenin aslı, bir araya
getirmekten gelir. manayı buradan alır. haccı kıranda kurban kesmek vaciptir.
dışarıdan gelen insan, bu hac türlerinden hangisini yapmalı? bu hac çeşitleri,
seçmeyle mi ilgili, herhangi bir şartla mı ilgili? dılarıdan gelen insanlar, bu üç hacc
çeşidinden dilediğini seçerler. bir şartla ilgili değildir. hangisi daha faziletlidir?
hanefilere göre haccı kıran. çünkü rasulullah aleyhisselam haccı kıran yapmıştır. en
meşakkatlisi budur. iki ibadetin sorumluluğunu bir arada yaşamadır. kurbanı da
vardır. sonra haccı temettu gelir. sonra haccı ifrat gelir. imam şafii'ye göre; haccı
ifrat, haccı kıran, haccı temettu. imam şafii'ye göre rasulullah aleyhisselam haccı ifrat
yapmıştır. rasulullah akeyhisselam ömründe bir defa haccetmiştir. 8. yılın ramazan
ayında mekke'yi fethetti. arkasından huneyn gazvesi'ni yaptı. medine'ye döndü ve
hacc farz kılındı. arkasından hacc heyeti hazırlandı. başlarına ebu bekir radıyallahu
anh'ı verdi. tarif etti ve ebu bekir radıyallahu anh, ibrahim aleyhisselam'dan da gelen
hacc bilgisiyle rasulullah aleyhisselam'ın verdiği bilgiyi birleştirerek haccını eda etti.
takdiri ilahi, bu hacc sırasında bir ayet daha indi. ebu bekir radıyallahu anh'ın hacc
yaptığı bu sırada, cahiliyye üzerine araplar da hacc yaptılar. " ‫َال يَقْ َربُوا‬
َِ ‫اِّن َما الْ ُم ْش ِّركُونَِ نَ َجسِ ف‬
/ ِ‫عا ِّم ِّه ْمِ ٰهذَا‬
َِ ‫ الْ َِمس ِّْج َِد الْ َح َر‬müşrikler necistirler. bir daha mescidi haram'a
َ ‫ام َب ْع َِد‬
yaklaşmayacaklardır." diye. fetihte kabe putlardan temizlenmişti. bu hacc sırasında
da cahilî ayetlerden temizlendi. rasulullah aleyhisselam bundan sonraki yıl geldi.
ayetin haberi geldiğinde ebu bekir radıyallahu anh, cemre-i akabe'ye doğru
ilerliyorlardı. birden rasulullah akeyhisselam'ın devesi kasvâ'nın sesini duydu. dizginleri
hemen çekti. bekledi. gelen ali radıyallahu anh idi. sorduğu ilk soru, "ali, âmir olarak
mı geldin, memur olarak mu geldin?" yani hacc idaresini almak için mi, yoksa görevli
olarak mı geldin, diye soruyor. memur olarak geldim, diyor. sonra tebliğini istediği
ayeti aktarıyor. bu hadiseyi bize anlatan ebu hureyre radıyallahu anh, ali radıyallahu
anh'ın ekibinin içinde. drvamını şmyle anlatıyor, "bütğn mekke sokaklarını dolaştık.
ayeti kerimeyi her sokakta haykırdık. bağırmaktan sesim kısıldı." diyor. böykece ayet
herkese duyuruldu. bundan sobraki yıl da rasulullah aleyhisselam, ilk ve son haccını
yapmıştır. ama ilk hac diye adlandırılmamıştır, veda haccı denmiştir. sebebi, içinde
veda taşıyılıdır. veda hutbesi'nde, "bir daha sizinle bu vadide bulışacak mıyım
bilemiyorum." diyor. yine aynı şeyin içerisinde, "tebliğ ettim mi?" diye haykırıyor. ettin
ya rasulullah, diyorlar. "şahid ol ya rab, şahid ol ya rab, şahid ol ya rab." buyuruyor...
bir daha buluşamamanın bütün izleri bu hutbesinde vardır. buna artı olarak bir şey
daha oluyor. "bugün dininizi kemâle erdirdim. üzerinizdeki nimetimi tamamladım. din
olarak sizden ancak islam'a razı oldum. / ‫الس َْال َِم‬
ِّ ْ ‫علَيْكُ ِْم نِّعْ َمت۪ ي َو َر ۪ضيتُِ لَكُ ُِم‬
َ ُِ‫اَلْيَ ْو َِم اَ ْك َملْتُِ لَكُ ِْم د۪ ينَكُ ِْم َواَتْ َم ْمت‬
‫ " ًِۚۚد۪ ينِا‬ayeti nazil oluyor. ebu bekir radıyallahu anh ağlamaya başlıyor. "anlamadınız
mı, rasulullah'ın görevi bitti. o aramızdan ayrılacak." diyor. öyle de olmuştur.
dolayısıyla bu haccı hem ilk hacc olmuş hem de veda haccı olmuştur. rasulullah
aleyhisselam tek hacc yapınca, daha sonraları da fazla yaşamayınca, alimlerimiz o
haccı didik didik ediyorlar. rasulullah aleyhisselam, "nüsükünüzü benden alın."
buyuruyor. hal böyle olunca, hacc didik didik ediliyor. ebu hanife, haccı kıran diyor.
imam şafii, haccı ifrat diyor.
türkiye'den giden hacılara, haccı kıran daha faziletli olduğundan o tavsiye
edilmelidir. ama haccı kıranı belli bir bilgi birikimi olan ya da daha önceden hacca
gitmiş insana tavsiye edesimiz geliyor. çünkü haccı kıran yapan insan, iki ihrama
birden niyetlidir. bir yanlış yapacak olsa, cezası ikiye katlanır. kurban gerektiren bir
ceza işlediğinizde iki kurban kesmesi gerekir. bunu öğrendi mi haccı kırana niyet ettiği
için içine pişmanlık çöküyor. başlıyor fazilet kaybetmeye.
-umrenin edası: umre, lügatte 'mâmur bir yeri ziyarete azim ve niyet etmek' demektir.
umre, umran, mamur, mimar kelimeleri aynı köktendir. fıkıhta; kabe'yi ziyaret ve tavaf
ile safa merve arasını sa'y ederek yapılan ibadetin adıdır. hükmü; umre hanefilere
göre, sünneti müekkededir. hacc şartlarını taşıyan kimseler için vacip olduğunu
söyleyen alimlerin sayısı da az değildir. imam şafii'ye göre ömürde bir defa yapılması,
hacc gibi farzdır.
-umrenin zamanı: belli bir zamanı yoktur. senenin her mevsiminde yapılabilir. anca
arefe ve kurban bayramı'nın dört gününde yapılması mekruhtur (toplam 5 gün).
ramazan'da yapılması daha faziletlidir. rasulullah aleyhisselam, ümmü sinân diye bir
kadına, "ramazan ayı gelince umre yap. çünkü ramazan ayında yapılan umrenin
sevabı, hacca denktir." buyuruyor. abdullah ibni abbas radıyallahu anh rivayet
etmiştir. müttefekun aleyhtir. "bir umre ile öbür umre, arada işlenen hatalara
keffarettir." buyuruyor. "allah katında mebrur olan haccın hiçbir karşılığı yoktur.ancak
karşılığı cennet'tir." buyuruyor rasulullah aleyhisselam.
-umre yapan insan eğer âfâki ise; mikad sınırlarını geçmeden önce ihrama girecek.
eğer ehli hil ise; mekke haremine girmeden önce ihrama girecek. mekkeli umreye
niyet edecekse, mekke'nin dışına çıkacak. eğer direkt olarak mekke'ye gideceksek,
uçağımız cuhfe üzerinden geçiyor. cuhfe, mekke'ye 283 km. yaklaşık 250 km civarı
cidde havaalanına. yaklaşık 40 dakika kala, bunun üzerinden geçiyorsunuz. uçağın
inişine 40 dk kalıncaya kadar ihrama girilebilir. ancak ihrama girmek uçakta kılay
değildir. bu yüzden bazen evden hazır geliyorlar. bazen havaalanında giriyorlar.
dolayısıyla herkes, o bölgeye girmeden hasırlanmış oluyor. eğer başlarında tecrübeli
bir hoca varsa, iki rekat ihram için namaz kılınır, niyet etmezsin. çünkü niuet ve
telbiyeyle ihram başlar. çünkü uçakta yiyecek içeceklerle beraber kolonyalı mediller
de geliyor. sıkıntılar orada başlıyor. yemekler toplandıktan sonra, her şey
tamamlanınca, uçağın içerisinde topluca niyet edilebilir. bu pratikte daha iyidir.
çünkü uçağın içerisinde niyet ettirisen herkes orada oluyor. havaalanında
dağılabiliyorlar, o an orada bulunmayanlar oluyor vs. normalde sıralama şöyledir; ilk
önce ön hazırlıklar yapılır. elbiseler giyilir. dikişli elbiseler çıkarılır. bayanlar için özel bir
elbise yoktur. tesetyüre en uygun kıyafetleri hacc için de en uygundur.ihrama giren
bayanlar sadece yüzlerini, yüzlerine değen bir peçeyle örtemezler. uzaktan sarkıtmalı
olabilir ama direkt örtemezler. rasulullah aleyhisselam, "kadının ihramı, yüzüdür." diyor
o açıdan. ön hazırlıkları yaptık. ilk önce iki rekst ihram namazı kılınır. sabah namazının
sünneti gibi kılınır. arkadan umreye niyet ediyoruz. "niyet ettim allah rızası için umre
eda etmeye. onun için ihrama girdim. ya rab, onu benden kabul buyur, onu bana
kolay kıl." diyoruz. ikinci merhale, telbiyedir. ebu hanife ve imam muhammed'e göre
telbiye şarttır. telbiye getirmeden ihrama girilmiş olmaz. ebu yusuf girilebileceği
kanaatindedir. tekbiyeyi bitirdiğimiz an ihram yasakları başlamıştır. telbiye, ، َ‫لَبيْكَِ الل ُهمِ لَبيْك‬
‫ لَِ ش َِّريكَِ لَك‬، َ‫ لَكَِ َوالِْ ُملْك‬،َ‫ َوالنِّعْ َِمة‬،َ‫ِ ِّإنِ الْ َح ْمد‬، َ‫ َلَبيْكَِ لَِ ش َِّريكَِ لَكَِ لَبيْك‬budur. bunu bitirdik ve ihram yasakları
başladı. durumumuz ne olursa olsun, mikad sınırını geçmeden biyet edip telbiye
getirmeliyiz ve ihrama girmeliyiz. aksi takdirde bu mekke'nin haramiyyetine
hürmetsizlik sayılır. vebal ve ceza kazandırır. farkona varmayan insan için doğru olan;
geri dönmesi ve niyet ve telbiye getirerek yeniden içeri girmesidir. ihram yasakları
başlar dedik. erkekler için izar ve ridalarını giymemeiş dahi olsalar, niyet edip telbiye
getirdikleri an ihrama girmiş olurlar. arkasından ihram yasakları başlar. üzerlerinde
dikişli elbise var ise, yasapa muhakefet var demektir. bu 12 saati doldurursa kurban
cezası gerektirir. 12 saati domdurmuyorsa da kademe kademe sadaka cezası
gerekir. ihram yasakları başlar. bu yasaklar bir hayli çoktur. birkaç tanesini sayalım.
güzel koku yasaktır. sıvı sabunlar, bulaşık deterjanlarında da güzel koku var. en çok
işlenen hata burada. bir başkası traş olmaktır. şehevî söz ve davranışlarda bulunmak
yasaktır. av avlamak yasaktır. balık avlanabilir. kara hayvanlarından avlanamazlarç
avlanan birine yerini de gösteremezler. akıl da öğretenezler. pratik hayatta en çok
koku, tırnak kesme, traş olma yaygındır. saç tararken saç koparma yaygındır.
bunların cezaları hafiftir. 4- 5 tane saç, bir hurma tanesiyle hesap edilir. en yaygın
hata kokudadır. kamil bir uzuv kokulanırsa kurban gerekir. el, bilekten itibaren kamil
bir uzuvdur. 5 parmağın tırnağı kesilirse kurban gerekir. tek tük kesilmişse veya
koparılmışsa, bunlarda hep sadaka vardır. ihram yasaklarını kişi bilerek de işlese,
bilmeden de işlese, uyırken de işlese, unutarak da işlese, başkası sebep de olsa
cezayı kendi verir. bu çerçevede bazı yiyecekler tartışılmıştır. portakal güzel kokudan
sayılır mı diye, nane sayılır mı diye. sayılmaz ama uzak durulmasında fayda vardır.
ihrama girmeden önce üzerinizde kalmış kokuda ve gelen kokuyu koklamada bir
beyis yoktur. hastalık için kullanılsa, mesela yaraya krem sürmeniz gerekse ve
içerisinde esans olan bir krem olsa, vebale girmezsiniz ama cezası vardır.
kabe'ye vardık. telbiyeler getirilmesi doğru olandır. değişik vesilelerle telbiye
getirilmelidir. her getiriş de 3 defa tekrarlamak sünnete uygun olandır. böyle böyle
otele yerleştik. araya namsz vakitlerinin girmeyeceği bir zamanda kabe'ye gitmek,
pratikte doğru olandır. vardığımızda umre yapacağız. yapacağımız ilk şey tavaftır. bu
tavaf da umrenin tavafıdır. ilk önce kabe'yi gördük. dolu dolu dua edeceğiz.
duaların makbul anlarındandır. islam alemi için de dua edilmelidir. buna şiddetle
ihtiyaç var. islam kardeşliğine de şiddetle ihtiyaç var. yıllar yılı zillet ve perişanlık
çektiysek, bu gafletimiz yüzünden çektik. birbirimizin eksiğini aramayı, üstünlük
taslamayı tercih ettik. birimizin bir kusuru varsa, bu hepimizin kusurudur. ve hepimiz de
kademe kademe bundan sorumluyuz. bütün bunları da düşünerek kabe'yi görünce
dua edilmeli ve hayat boyunca da bu dua desteklenmelidir. sadece dille değil,
gönülle ve amelle dua edilir. arkasından tavafa başlayacağız. bu tavaf, umrenin
tavafı. bunun için hacerü'l esved'e yakın noktada tavaf niyetini yapacağız.
arkasından erkeler, üzerkerindeki ridanın sağ taragifını biraz uzatacaklar, sağ
kollarının altından geçirecekler ve sol omuzlarının üzerine atacaklar. böylece sağ
omuz açığa çıkacak. buna ıstıba denir. arkasında sa'y olan tavafın bütün şavtlarının
sünnetidir. hacerü'l esved'in hizasına geliyoruz. kabe'ye dopru dönüyoruz. "bismillah,
allahu ekber" diye hacerü'l esved'i selamlıyoruz. tavafın başlangıcı, hacerü'l
esved'dendir. isti'lam neye denir? iki eli aralıklı bir şekilde, secde eder gibi üzerine
koymak ve ikisinin arasını öpmenin adıdır. uzaktan işaret, istilama bedeldir. bunu
yaptıktan sonra sağa doğru tavafımızı yapmaya başlıyoruz. dualar ediyoruz. hatîmin
dışından yapacaktık. rüknü yemanî hizasına geliyoruz. burada istilam vardır, uzaktan
işaret yoktur. dualar ederek yolumuza devam ediyoruz. bu arada rabbena duaların7
etmek sünnete uygun olandır. hacerü'l esved'in hizasına gelil selam verdiğimizde bir
turu tamamlamış oluyoruz. bunun adı, bir şavttır. erkeklerin bı sırada remel, yani
çalımlıca, hızlıca yürümeleri sünnete uygun olandır. yalnız izdihamdan dolayı
olmayabilir. tavafın ilk üç şavtının sünnetidir. ıstıba, yedi şavrının da sünnetiydi. bu
şekilde 7 tane şavt yapıyoruz. tavaf sırasında en uygun olan şey dua etmektir. türkçe
dua da yapılır, kur'an'dan dualar da yapılır, sünnetten dualar da yapılır. kur'an
okuyarak da tavaf edilebilir ama sünnet olduğu için, dua etmek daha efdaldir. hiçbir
şey yapmadan da tavaf edilebilir. sevabı da o kadar olur. yedi şavtı bitirdikten sonra
hacerü'l esved'e gelir selam veririz. ondan sonra sağa dopru kayarak arkadan çıkarız.
sonrasjnda tavaf namazını kılacağız. bu gavaf namazı vaciptir. deminki yaptığımız
tavaf, umrenin farzıdır ve rüknüdür. şu anda kılacağımız namaz, vaciptir. en faziletli
yer makamı ibrahim'in arkasıdır. sonra mültezem yani kabe kapısının bitiş noktasına
kadar olan yer, kabe'nin önüdür. ama izdihamdan mümkün değil. sonra hicri
ismail'dir. buralarda yer bulamadık. mescidç haram'ın neresinde kılarsak kılalım
faziletlidir. kabe'de de kılamadık. gidip otelde de kılabiliriz. tavaf namazı ille şurada
olacak diye bir şart yok ama fazilet sıralaması var. tavafımızı yaptık, namazımızı kıldık,
duamızı yaptık. sıra zemzeme geldi. kana kana zemzem içiyoruz. ardından bir
bölümünü de üzerimize döküyoruz. neden? rasulullah aleyhisselam yapmış da onun
için. zemzemi içtik dinleniyoruz. sa'yi de gelecek ders yapıyoruz.
-hocamız dersin bir kısmını maket üzerinden anlattığı için, bu dersi notları okuyarak
geçmemeniz, ayrıca videoyu da izlemeniz tavsiye edilir.
48. Ders -Umrenin Sa'yi ve Hacc-ı İfrâd'ın Edası (Müzdelife'ye Kadar)-
-önceki dersten devam ediyoruz. oradan safa tepesi'ne yollanılır. hemen hemen
hacerü'l esved'in tam karşı hizasındadır. zemzem içip safa tepesi'ne gelinirken,
yeniden hacerü'l esved'in hizasına gelinmesi, yeniden selamlanması, açık ve net
olarak bize gelen sünnetlerdendir. safa'da sa'ye hazırlanıyoruz. buradaki uygun niyet
şöyledir; "allah'ım ben allah ve rasulü'nün başladığıyla başlıyorum." hem allahu teala
ayetinde hem de rasulullah aleyhisselam'ın uygulaması sa'y ile başlamak okduğu
için. ayette, "safa ve merve arasını sa'y etmenizde bir vebal yoktur." ifadesi geçiyor.
sanki sa'y edilmeyebilirmiş gibi anlaşılıyor. hayır, edilmelidir. bu umrede de haccada
da vaciptir. ayeti kerimedrki vurgu niyr öyle? ayet bir başka tarihi gerçeği daha
getiriyor da onun için. mekke'nin fetjinin öncesi cahiliyye günlerinde, aafa ve merve
arasında da putlar vardı. sanki tepeler yokmuş gibi iki put arasında geliş gidiş manası
kazanmıştı. bu yüzden tevhid inancına bağlanan insanlar, ona yaklaşmıyorlardı.
yanlış olan putlardır, safa merve arasındaki sa'y değildir, diyor ayeti kerime. sad ibni
vakkas radıyalkahu anh'ın annesi, ölüm orucuna başlayan ilk insanlardandır. sad
radıyallahu anh'a çok düşkündür. onun müslüman olduğunu öğrenince, oradaki
putun adı naile, "gideceğim naile'ye el süreceğim. yanında yemin edeceğim.
safa'ya oturacağım. güneşin altında ölünceye kadar bekleyeceğim. ya ölecek ya
da ben öleceğim. millet ona anne katili diyecek." demiştir. ölüm orucu sad'ı
yumuşatacağına inannıyor. bir gün akşam sad radıyalkahu anh yanına geliyor,
"anne, benim sana olan sevgi ve hürmetimi biliyorsun ama şunu da unutma; bin tane
canın olsa, bini de çıksa gene dönmeyeceğim." annesi bakmış ki iş olacak gibi değil,
yemeye içmeye başlamıştır. naile'nin oluşu bu nevi putlarla ilgilidir. sa'y ile ilgili bir
hüküm değildir. rasulullah aleyhisselam, safa ile merve arasında sa'y etmiştir ve
"nüsükünüzü beni nasıl görüyorsanız öyle alın." buyurmuştur.
sa'y için yaptığımız bu niyet şart değildir ama niyetin alınması şarttır. bu niyeti
rasulullah aleyhisselam, umre ve haccın başında yapıyor. tekbir, tehlil ve dualarla
sa'ye başlıyoruz. safamerve arasında dua daha faziletlidir. sonra oşıkların, yeşil
direklerin bulunduğu yere geliyoruz. orası, bahsettiğimiz sel yatağı idi. rasulullah
aleyhisselam, o su yatağının hizasına gelince koşmuştur. diğer direğin olduğu noktya
kadar koşmuştur. buna, hervele deniyor. orta bir koşunun adıdır. aşırı derecede
koşmak mekruhtur. bu direkler bitince, yeniden dualarla normal yürüyüşe geçilir.
gönülden geçen duaları yapmak mümkündür. oralar dua makamıdır. böylece iki
yeşil durak arasında hervele yaptık. sonra merve'ye vardık. oradan dönüp kabe'yi
yeniden selamlıyoruz. bu safa'dan merve'ye varış, bir şavttır. aynı şekilde dualarla,
hervele yaparak safa'ye dönüyoruz. bu da 2. şavt. her merve'ye varırken, her safa'ya
varırken, arkasından ayeti kerime okumak güzeldir. " ‫ن َحجِ الْبَيْتَِ اَ ِِّو‬
ِْ ‫للا فَ َم‬
ِِّ ‫شعََٓائ ِِِّّر ه‬
َ ‫ِّن‬
ِْ ‫اِّنِ الصفَا َوالْ َمرْ َوةَ م‬
َ َ‫ن ت‬
‫عل۪ يم‬
َِ‫طوعَِ َخيْرِاً فَاِّنِ ه‬
ِْ ‫ف بِّ ِّه َماِ َو َم‬
َِ ‫ن يَطو‬
ِْ َ‫علَيْ ِِّه ا‬
َِ ‫َال ُجنَا‬
َِ ‫ "ٌا ْعتَ َم َِر ف‬diye tekar etmekte fayda var. bu
َ ِ‫للا شَاكِّر‬
َ ‫ح‬
şekilde safa'dan başlayan sa'y, 7. kerede merve'de bitiyor. bu yedi şavtın yedisinde
de hervele, erkekler için sünnettir. bayanlar için değildir. hervele, yedi şavtın da
sünnetidir. böylece sa'y'imizi tamamladık. dua ettik. şimdi umre görevimizi bitirdik.
sonuna gelmiş olarak, saç kestirerek bu ibadeti tamamlıyoruz. traş, erkeler için iki
türlüdür. ilkine halk diyoruz. saçın dioten traşının, usturanın adıdır. erkekler için efdal
olan budur. çünkü ayette daha önce zikrediliyor. "saçlarınızı traş etmiş veya kısaltmış
olarak..." ayette önce zikredilen, daha faziletlidir. rasulullah aleyhisselam, halk
yapıyor. "allah, başını bütünden traş edenlere rahmet eylesin." buyurmuştur.
sahabelerden birisi, "kısaltanlar?" diyor. yine aynı cevabı veriyor rasulullah. sahabe
yeniden, "ya rasulullah kısaltanlar?" diyor. yine aynı cevap. dördüncüde "kısaltanlara
da rahmet eylesin." buyuruyor. başın ne kadarı traş olmalı? başın en az 1/4'ü. ama
halkta bu ölçü doğru değildir. başı tarla gibi gösterir. m0slğmanın vakarını
zedeleyicidie. rasulullah aleyhisselam bunu yasaklıyor. ısaltmaya gelince; parmak
ucu kadar kesmek doğru bir ifade değildie, meçhul bir ifadedir. ünmğle vya
enmğlenin tam tarifi; parmaklar 3 boğumludur, en üstteki parçanın adı ünmüledir. bir
saş şayet bundan daha kısa olursa kısaltılmaz, dipten kesilir. başın dörtte biri denince;
"2o cm saçon var, 5 cm'sini keseceksin." anlaşılmamalıdır. saçın dörtte birinden
kesilecek, o da bir parmak boğumu kadar olacak. malikilerde başın bütünüdür.
şafiilerde daha az olsa da olabilir. şafiiler bunun kıyasını, başın öeshine yapıyor.
şafiilerde az mesh de geçerlidir. kadınların saçlarını diptem traş etmeleri, caiz değildir.
haram derecesinde mekruhtur. bir başkasının, kadının saçını rızası olmadan dipten
kesmesi günahtır, kadına işkencedir. kadın isterse, bir azası kesilmiş gibi diyet alır. o
derece ciddidir. solayısıyla kadın için sadece saç kısaltma vardır. ölçüsü aynıdır. eğer
kadının saçı örgülü ise; kesim biraz daha derinden yapılmalıdır ki saç çözülecek olsa
başın dörtte birini kaplayabilsin. böylece ihramdan çıkmış olduk. bütün ihram
yasakları kalkar. o diyar, islam nurunun başladığı diyardır. sümeyyelerin, yasirlerin
katledildiği diyardır. bağrına kayaların yığıldığı bir diyardır. o insanların sebatı, çok şey
değiştirilmiştir. bu bilgiyi arttıracak yer tanınmalıdır. onun için cebeli sevr'in önğne
gidilmeli, orada neler yaşandı hissedilmeli. yıllar yılı bize bu anlatıldı ama küçük
abdullah'ın gecenin karanlığında gidip, mekke'de yaşanan bütün hadiseleri
rasulullah aleyhisselam'a aktardığı anlatılmadı. bu deliknalının ne zaman yemek
yediği, ne zaöan uyuduğunu bilinmiyor. ama rasulıllah aleyhisselam'a olayları
ajtardıktan sonda küçücük başını kayakara koyarak bir müddet uyuduğu, gün
aparmadan yeniden kalkıp iz sürmeye devam ettiği biliniyor. müşriklerin, rasulullah
aleyhisselam'ı nerede arayacaklarını bilemeyecek duruma geldiklerinin haberi
geliyor ve hicret öyle başlıyor. esma radıyallahu anh'ın hizmetleri unutuluyor. âmir ibni
füheyle'nin hizmetleri unutuluyor. ebu bekir radıyallahu anh'ın fazileti unutulmadığı
gibi, bu sahabelerin de gayretleri unutulmamalıdır.
oradan arafat'a geçilir. arafat, rasulıllah aleyhisselam'ın 120 küsür bim sahabeyle bir
araya geldiği, tekbirlerle ve tehlillerle inleyen yerdir. veda hutbesi orada irad
edilmiştir. şu unutulmamalıdır; rasulıllah aleyhisselam, arafat'a gelişinden 9 yıl önce,
mekke'den çıkarılmıştı. mekke'ye dönerek diyordu ki, "ey mekke! ben, senin allah'ın
en mukaddes diyarı olduğunu biliyorum. vallahi kendi milletim beni senden
çıkartmasaydı, ben senden çıkmazdım." diyor. vedalaşıyor, somra devezini
medine'yeçevirerek uzaklaşıyor. 8 yıl sonra geri dönüyor. yanında bu sefer 10 bin
mücahid var. mekke, silah bile kaldıramadan teslim oluyor. bundan 1 yıl sonra geri
dönüyor. yanında bu sefer 120 bin sahabe var. bu kadar zaman diliinde bu raddeye
nasıl gelindi? demek ki iman gücü vr kardeşliğinin bir araya gelmesi nelere sebep
oluyor... daha sonraki yıllarda kaç kere hacca hidildi ama niye şuur o kadar değil?
bunlar araştırılmalıdır. arafat, rasulullah aleyhisselam'ın; "arefe gününden daha çok
insanların affa mazhar olduğu bir başka gün yoktur." buyurduğu tepedir. orası
binlerce enbiyanın, evliyanın, şehidlerin gelerek haccettiği bir makamdır. cahiliyye
zihniyetlerinin ayaklar altına alındığı bir yer olduğunun şuuruna erdirilmelidir.
-haccı üçe ayırmıştık; haccı ifrad, haccı temettu, haccı kıran. haccı ifrad'ı
anlatacağız. âfâkiye göre anlatacağız. mikad sınırını geçmeden ihrama girecektik.
rasulullah aleyhisselam tarafından tarif edilen 5 mikad olduğunu söylemiştik. bu
çerçeveye girmeden önce niyetlenip ihrama gireceğiz. ilk önce 2 rekat ihram
namazı kıkınacak. sabah namazının sünneti gibi kılınır. sonra hacca niyet edilir. haccı
ifrad'a ne demiştik? bir hacc mevsiminde, umre yapmadan sadece hacc yapmaktır.
ya rab, ben hacc yapmak istiyorum. onun için ihrama girdim. senin rızan için hacca
niyet ettim. onu bana kolay kıl ve onu benden kabul buyur diye niyet edilir.
arkasındantelbiye getirilir. niyet edip telbiye getirilince ihrama girilmiş olur. dolayısıyla
ihram için de hazır olmamız lazım. gusledilmesi daha faziletlidir, sıhhi tedbirlerin
alınması gerekir. niyetimizi bu şekilde yapıp telbiye getirdiğimiz an ihram ve ihram
yasakları başlamıştır. ebu hanife imam muhammed'e göre telbiye ihramın şartıdır.
ebu yusuf'a göre telbiye getirmeden de başlayabilir. kendisiyle fetva edilen görüş,
telbiyeyele bailadığı yolundadır. artık kokuya dikkat edeceğiz, tırnak kesmeyeceğiz,
tüy kooarmayacağız, kötü söz kullanmayacağız, diğer hacılarla ve umrecilerle kavga
etmeyeceğiz. insan, ecir kazanmak için yola çıktığının, bunun bir ibadet olduğunun,
ihramdan çıkıncaya kadar bu ibadetin devam ettiğinin şuurunda olmalıdır. ecir
kazanmak yerine vebal kazanmak cahilliğini işlememelidir. böykece hazırlandık.
yollarda zaman zaman telbiye getiririz. her getirişte 3 defa tekrarlamak, sünnete
uygun olandır. böylece mekke'ye vardık, otelimize yerleştik. uygun bir zaman
diliminde kabe'nin yolunu tuttuk. kabe'yi görünceye kadar telbiye devam eder.
kabe'yi görünce dua edeceğiz. beytullah'ı tavafla başlayacağız. bu tavafın adı,
kudüm tavafıdır. sünnet bir tavaftır. çünkü arkasından sa'y yapacağız. sa'y, hiçbir
zaman önünde tavaf olmadan tek başına yapılmaz. bu sa'y sonraya bırakılabilir mi?
bırakılabilir. ama bütün kaynaklr hep öncesinde anlatır. buradan da açıkça
söylenmese de haccın sa'yını öne alarak yapmanın daha faziletli olduğunu anlıyoruz.
neyde? haccı ifrad'ta. ilk önce sünnet olan kudüm tavafı yapılır. bunun diğer adı,
tavaf-ı lika yani karşılaşma tavafıdır. bir başka adı, tavaf-u't tahiyyedir yani
selamlama tavafı. tavafımızı yaparız. allah rızası için diye, kudüm tavafı diye niyet
edebilirsiniz. hacerü'l esved'i selamlayarak tavafınıza başlarsınız. aynen umre
tavafında olduğu gibidir. ıstıba, yani sağ omzumuzun ortaya çıkarılması sünnettir.
arkasında sa'y olan tavafın yedi şavtının da sünnetidir. remel, ilk 3 şavtının sünnetidir.
sağa doğru, hatîm'in dışından tavafımızı yapıyoruz. yedi şavtla tavafını tamamlar.
uygun yer varsa, makamı ibrahim'in arkasına geçerek tavaf namazı kılınır. arkasından
zemzemi içeriz. sonra hacerü'l esved'i selamlayarak safa tepesi'ne yöneliriz. safa
merve arasında, umrede taeif edildiği gibi sa'yimizi yaparız. sadece niyet farklıdır.
haccın sa'yi olarak niyetimizi yaparız. sağ omzun açık olması, sa'yin sünneti değildir.
sadece tavafın sünnetidir. tavaftan sonra kıkınacak namazda sağ omzun açık olması
mekruhtur. tavafkmızı yaptık, sa'yimizi yaptık. umrede saçımızı kestirmiş çıkmıştık. şimdi
öyle değil. çünkü hacca niyet ettik. ihramlı olarak bekleyeceğiz. nafile tavaflar
yapabiliriz, namazlarımızı kılabiliriz, vaktimizi kılabiliriz. dört gözle zilhicce'nin 8. gününü,
yani yevmu't terviye gününü bekleyeceğiz. ancak ondan bir gün önce kabe'de bir
hutbe okunur. hacc ile ilgili bilgiler verilir. bu sünnettendir. 8. gün hazırlıklar yapılır. artık
mina'ya gideceğiz. mümkün mertebe mğlen namazından önce mina'ya ulaşılır. öğle
namazını mina'da kılmak sünnettir. ikindiyi mina'da kılarız. akşam, yatsı ve 9. günün
sabah namazını mina'da kılmak sünnettir. mina'daki geceyi ihya ettik. mina geceleri
güzeldir... sabah namazını da kıldık. oradan arafat'a yola çıkıyoruz. rasulıllah
aleyhisselam, "hacc, arafat'tır." diyor. zilhicce'nin 9. günü olacak. öğle ve ikindiği cem
ederek kılarak başlayacak ve vacip vakti gün batıncaya kadar sürer, yetişemeyenler
için caiz vakti fecre kadardır. öğlenin vaktinden, fecra kadar devam eden vakfedir.
bunun dışında vakfe yoktur. arafat'a vardık. mahşerî buluşmanın yeridir. oradaki
buluşmayı, yağmur damlalarının birbiriyle buluşmasına benzetiyoruz. ağacın
yaprağına, kayalara, çatılara vuruyor o damlalar. sonra süzülerek akıyor, yerlerde
buluşuyor. sonra o küçücük ırmaklar, büyük ırmaklarla buluşuyor. derelerle, göllerle
buluşuyor. çağıldayarak denize akıyor. orada coşup dalgalanıyor. istanbul,
endonezya, cezayir, fas, tunus akıyor. bütün dünya akıyor. oradan gelen insanlar,
beytullah'ın çevresinde pervane oluyor. arafat'ta ise o mehşerî denizde buluşuyor.
orada öğle ile ikindi namazı birleştirilerek, öğlenim vaktinde kılınır. bu bize göre
sünnettir. buna cem'i takdîm diyoruz. arafat'ta cem'i takdîm şöyle yapılır; ilk önce
insanlara duyuru yapılmalı, herkes hazır olmalıç öğlenin vakti girince, öğle namazı için
ezan okunur. ezanın arkasından öğlenin ilk sünneti kılınır. arkasından öğle namazının
farzı için kamet getirilir. niyet eder, öğlenin farzını ihya ederiz. farz namaz bitince teşrik
tekbirleri getirilir. bu tekbirlere mina'daki sabah namazında başlamalıydık. arafat'ta
getirilir, kurban bayramı'nın dört gününde de getiririz, dmrdüncü günde ikindiye
kadar getiririz. arkasından yeniden kamet getirilir. öğlenin son sünnetini kılmıyoruz;
ikindinin sünnetini kılmıyoruz, ikindinin farzını kılıyoruz. ikindi namazının farzı kılınırken,
bunun cem'i takdim olduğu, zihinde canlı tutlmalıdır. çünkü bu islam'ın genel
kaidelerine uygun değildir. rasulıllah aleyhisselam böyle yapmamış olsaydı, "namazlar
mü'minlerin üzerine vakitlere bağlı olarak yazıldı." ayeti gereğince, her namazı kendi
vaktinde kılacaktık. rasulıllah aleyhisselam'ın böyle yaptığı bize güçlü bir rivayetle
geldiği için birleştirerek kılıyoruz. namazı kıldık. arkasından vakfe anı başladı. bu anlar
boşe geçirelemeyecek anlardır. arefe günü arafat vakfesi, bir başka günün bu kadar
affa mazhar olmadığı bir gündür. o gün affa uğrayanların sayısı, başka hiçbir gün
yaşamayacak kadar fazladr. rasulıllah aleyhisselam bunu müjdeliyor. onun için bol
bol dua edeceğiz. güneş batıncaya kadarki görevimiz budur. fıkhî bilgi olarak; bir
insan arafat'a çıktı, orada bayıldı veya uyudu kaldı öyle bekledi. baygın da olsa,
uyuyarak da olsa arafat'ta bulunmuşsa, fıkhen vakfe gerçekleşmiş sayılır. şuurlu ve
doğru olan bekleme ayrı bir şeydir; rabbimizin kerem ve lütfu gereği, burada
bulunmanın, arafat vakfesi'ni yerine getirmek oluşu farklı bir nimettir. gün batıncaya
kadar arafay sınırlarını terk etmek caiz değildir, vacibin terkidir. geri dönmezse bu
kurbanı gerektirir. arafat'ta bulunan mescidi nemira'nın bir kısmı, sınırların dışındadır.
oradan başlayarak sınırları gmsteren levhalar vardır. arafat'taki vakfe, bu levhaların
içinde olmalıdır. arafat dağı'nda vakfe, ibaresi yanlıştır. arafat'ın %90'ı ovadır. cebeli
rahme, o ovanın bir kenarında küçük bir tepedir. giden hacıların %20'si bile oraya
sığmaz. üstelik kaynaklarımızda, "vajfe anı kıymetli bir andır. o anda cebeli rahme'ye
tırmanmaya çalışmak, boş işle upraşmaktır ve mekruhtur." diye kayıt vardır. üstelik
rasulullah aleyhisselam, cebeli rahme'ye çıkarak vakfe yapmamıştır. yüzünü kıbleye
dönünce dağ sağ tarafına gelecek şekilde durduğu ve kasva'nın üzerinden hutbesibi
irad ettiği, bize gelen bilgilerdendir. gün batıncaya kadar orada duruyoruz. gün
batıyor ama akşam namazını kılmıyoruz. akşam namazını müzdelife'ye bırakıyoruz.
gün battıktan sonra oradan ayrılıp, müzdelife'ye gidiyoruz. buna, ifada deniyor.
"insanların aktığı yerden siz de akın." gerçekten bir akıştır. müzdelife'ye iniliyor. akşam
ve yatsı namazları nirleştirilerek müzdelife'de kılınıyor. biz de hacc ihramında
müzdelife'de kalarak bekliyoruz. bir sonraki dsrs devam edeceğiz inşaallah.
49. Ders -Hacc-ı İfrâd (Müzdelife'den Veda Tavafına Kadar)
-haccın iki rüknü vardır. birisi arafat'taki vakfe, diğeri farz olan tavaf idi. şart olan ise
ihram idi. arafat'taki vakfenin rükün vakti, arafat'ta öğlen ile ikindi namazını
kılmamızdan başlayarak, fecre kadar devam eder. arafat'a öğleden önce
yetişmişse, gün batımına kadar da durursa, kamil olarak rüknü yerine getirmiştir. gün
batıncaya kadar arafat'ı terk etmemesi vaciptir. gündüz yetilemeyen insanlar, yatsı
vaktinde de akşam vaktinde de fecre kadarki vakitlerde de oraya gelseler ve orada
bekleseler, bu rüknü yerine getirmiş olurlar. akşam namazı henüz arafat'tayken veya
müzdelife yolundayken kılınmaz. yatsı namazının vaktine bırakılır ve yatsı namazıyla
beraber müzdelife'de kılınır. çünkü rasulullah aleyhisselam böyle yapmıştır.
müzdelife'deki cem, vaciptir. ezan okunur. arkasından akşam namazı için kamet
getirilir. akşam namazına niyet edilirken, bu namazı cem'i teehhir ile kılmak üzere
niyet edilir. 'niyet ettim allah rızası için akşam namazını cem ve teehhir ile kılmaya'
diye. bu niyet önemlidir. çünkü bu namazı vaktinde kılmadık. niyetin dile getirilmesi
ve zihinde canlı tutulması, bu şuurun alametidir. ancak bu namazın geriye bırakılarak
kılınması, arafat'taki ikindi namazının öne alınarak kıkınması kadar ağır değildir. o
vakti girmeden kılınan bir namazdır, islam'ın genel prensiplerine aykırıdır. bu ise geriye
bırakılarak kılınan bir namazdır, geriye bırakıkarak kılınan namaz, eda olmasa da
kaza olarak geçerlidir. arafat'taki cemin şartları daha ağırdır. o yüzden ebu hanife
rahimehullah arafat'takine sünnet, buna ise vacip diyor. akşam namazını kıldık. teşrik
tekbirleri getirdik. imam ve cemaat ayağa kalkarlar. yeni bir kamete ihtiyaç
olmaksızın yatsı namazının farzını kılarlar. bu cem vaciptir. böylece yatsı namazına
durduk. yatsı namazını kılarken, cem'i teehhir diye niyet edilmesine gerek yoktur.
çünkü onu zaten vaktinde kılıyoruz. yatsı namazını kıldık. (arafat'taki namazlar da
normal namazlar gibi hafî olarak kılınır. çünkü gündüz namazlarıdır. müzdelife'deki
akşam ve yatsı namazları ise yine normaldeki gibi cehrî olarak kılınır.) yine teşrik
tekbirleri getirdik. arkasından yatsı namazının son sünnetini kılabiliriz. arkasından da
vitir namazını kılabiliriz. şimdi taş toplayacağız. taşlarımız, fındık büyüklüğü iel nohut
büyüklüğü arasında, deniliyor. iyi bir tariftir. hem bununla ibadet yerine gelmeli, hem
birine isabet ederse yaralamamalı, hem de atılan taş görülmelidir. bu yüzden bu tarif
tam oturuyor. 70 adet taşın, müzdelife'den toplanması en doğru olandır. sünnet olan,
ilk günün taşının müzdelife'den alınmasıdır. ilk gün 7 taş atacağız. onların
müzdelife'den alınması sünnettir. pratik hayata dökünce, 7'den fazla taş alınmalıdır.
yanımızda yedek taşlar da olmalı. ilk günün taşlarını buradan almak sünnettir.
diğerlerini de buradan almak en doğrusudur. ancak diğer taşlar, temiz yerden almak
şartıyla, mescidlerden almamak şartıyla, iri taşlara vurup kırarak elde etmemmek
şartıyla, atılan taşı açıkgözlülük edip de oradan alıp bir daha atmamak şartıyla her
yerden alınabilir. bu saydıklarımız mekruhtur. müzdelife'den 70 tane taş
topkayacağım diye fazla ilerlenilmemeli. çünkü müzdelife'de 100 metre ilerlerseniz
kaybolursunuz. yeteri kadar taş yoksa, ilk günün taşları alınmalı. bizim mezhebimizde
taşları yıkamak sünnettir. diğer mezheblerde böyle bir sünnet yoktur. bu tailar artık bir
ibadet için kullanılacaklar. bu yüzden hem temiz olmalı, hem de içinde yaş cinsinden
olmayan bir şey varsa ortaya çıkmalı. bizde bu yüzden sünnettir. taşlarımızı topladık.
sabah namazına kadar istirahat edeceğiz. bir sürü de ezan okunur, onlara
aldırmayacaksınız. her müzdelife'ye giden bir ezan okunuyor çünkü. vaktinden evvel
kılınmamalıdır. sabah ezanı okunur. sabah namazının sünneti ve farzı kılınır. müzdelife
vakfesi'nin zamanı, sabah namazından sonradır. rasulullah aleyhisselam sabah
namazını kıldırmıştır, arkasından vakfe duasını yapmıştır, ortalık ağarınca mina'ya
doğru hareket etmiştir. buradaki vakfe, arafat'taki vakfeye göre kısadır. burada da
sünnete uygun olarak dua edilmeli ve vakfe yapılmalı. biliyorsunuz, hanefilerde
sabah namazını isfar vaktinde kılmak asıldır. müzdelife'de ise rasulullah aleyhisselam
ğales vaktinde kılmıştır. dolayısıyla hanefilerde de sabah namazını ğales vaktinde
kılmak daha faziletlidir. oradan ahreket edilerek mina'ya gelinir. eğer 4 ve 5. yol
güzergahından gideceksek, vadiyi muhassar var. fil ordusunun helak edildiği yerdir.
müzdelife ile mina'nın arasındadır. eğer bu güzergahtan geçiyor olsaydık, sünnet
olan; bu vadiyi hızlıca geçmekti. rasulullah aleyhisselam, felaketlerin yaşandığı
vadikeri hızlıca geçmeyi, oralarda mola vermemeyi daima tercih etmiştir. aynı
şekilde medâin salih, yani salih aleyhisselam'ın kavminin helak edildiği toprakları,
hızlıca geçmiştir. hatta, "medain salih için ağlayınız. ağlamasanız bile simanız
ağlamaklı olsun. burada bir milletin helaki var." buyuruyor. böylece orayı geçtik.
taşlama noktasına varıyoruz. rasulullah aleyhisselam tailama noktasına varmadan
önce sol tarafta mescidi hayf var. orada konaklamıştır. mina geceleri için orayı
kendisine konaklama yeri edinmiştir. namazlarını rasulıllah aleyhisselam orada kılmış
ve kıldırmıştır. oraya sizin için gölgelik yaptıralım mı, diye soran sahabeye, "hayır. mina,
önce gelenin devesini ıhtırdığı yerdir." yani ilk gelip ıturan oranın sahibidir. kamu
mallarındaki kaide budur. burası bana iat manası taşıyacağı için gölgeliğe bile razı
olmamıştır. oraya vardıktan sonra öğle namazı kılınır. taşlamaya gidilir. 1. gün, cemre-i
akabe'ye taş atılır. cemre-i akabe, mekke tarafındaki taşlama yerinin adıdır.
mekke'ye yakın olan yerdir. ilk günün taşlaması sadece odur. 7 taşın hepsi ona atılır.
taş, parmaklar arasına alınır. mümkün mertebe taşın düştüğü yeri görecek uzaklıkta
durmalısınız. taşın düştüğü yer görülmelidir. ya tam isabet etmeli ya da yakınına
düşmelidir. bu da görülmelidir. böylece yedi yane taş, bismillah allahu ekber
denilerek cemre-i akabe'ye atılır. taşı üstten atacaksınız. "rağmen li'ş şeytani ve hizbihi
ve irda'en rahman / recmen li'şeytan irda'en li'r rahman" duasını okumak sünnettir.
"şeytanı taşlamak niyetiyle ve rabbimi de razı etmek niyetiyle, şeytana rağmen ve
allah'ın rızasını ümid ederek' demektir. bir nevi şu demektir; ya rab; biz senin rızanı arzu
ediyoruz. şeytandan da leytanın şeytanlaştırdıklarından da nefret ediyoruz. sebin
rızana uyacak amelleri tercih ediyoruz. şeytanın hoşuna gidecek amellerden uzak
duruyoruz. bu şuurla atıyoruz. rasulullah aleyhisselam taşlamıltır ve "nüskünüzü
benden alın." buyurmuştur. yapılan ibadetlerin manası ve şuuru vardır. taş fırlatma da
şuurla atılırsa çok mana ifade eder. bir nefretin ilanıdır. bir söz veriştir. bütün insanların
bu taşları bu duyguyla attığını ve hayatta da bunu yerine getirdiğini düşününüz.
dünyanın çehresi değişir. doğru olan bu ibadeti böyle yapmaktır. bir ibadet; rasulıllah
aleyhisselam'ın yaptığı gini yapılınca güzeldir ve öyle yapılırsa şeytanı rahatsız eder.
sonra oradan ayrıldık. sıra kurbana geldi. haccı ifrad'da kurban müstehaptır.
kesecekse keser ama üzerine vacip değildir. dolayısıyla sıra traş olmaya geldi. daha
önce paylaştığımız şekliyledir. böyle olunca bütün ihram yasakları kalkar ancak bir
yasak kalır. bu yüzden, birinci tahallül deniyor. tahallül, helalleşme demek. karı koca
münasebeti kalır, onun dışındaki bütün ihram yasakları kalkar. ömer radıyallahu anh,
güzel kokuyu da sürünmemeyi tavsiye ediyor. kanaati budur. ömer radıyallahu anh'ın
bu kanaatine uyulursa, ihtiyatlı hareket edilmiş olur. o gün eğer iner de farz olan
tavafı yaparsak, en faziletli olandır. kurban bayramı'nın 1. günüdür. en faziletlisi
budur. yapamazsak da 3 günden sonraya kalırsa ve meşru bir mazeret yok ise; ebu
hanife'ye göre kurban gerektirir. ama farz tavafın zamanı bitmez. meşru mazeret
varsa sonra yapılmasından bir beis yoktur. farz tavafı da yaparsa bütün yasaklar
kalkar.
mina'da 1. günün taşlaması, fecirle başlar ve fecre kadar sürer. en uygun vakit,
fecirle öğle vaktinin arasıdır. rasulıllah aleyhisselam, öğle namazından önce kılmıştır.
sünnete en uygun zaman budur. öğleden sonra güneş batıncaya kadarki zaman,
hiç kerahet olmadan atılabilecek zamandır. güneş battıktan fecre kadar olan
zaman, dinç ve sağlıklı erkekler için mekruh olmakla beraber fecre kadar devam
eden taş atma zamanıdır. gece vakti taş atmak, hanımlar için mekruh değildir. yaşlı
ve hastalar için de mekruh değildir. bu yüzden bir kafilede yaşlı, hasta ve hanımlar
varsa gece gidilmesini tavsiye ediyoruz. 1. gün çok tavsiye edemesek de. çünkü
kadınların, gündüz izdihama girmelerindense gece taş atmaları daha hafiftir.
böylece 1. günüm taşını uygun bir zaöan diliminde atıyoruz. farz tavafı da yaptıktan
sonra, ki farz tavafı sonraya da bırakılsa, bu taşlama günlerinde mina'da gecelemek
bize göre sünneti müekkeddir. şafiilere göre vaciptir. imam şafii rahimehullah,
normalde vacibi hep farz manasında kullanır. ama hacc hariçtir. haccda onlarda
da vacip anlayışı vardır. bizde ayriyeten bir de müstehaptır. çünkü başka mezhebin
görüşünü de gözetmek, riayet etmek bizde müstehaptır. buna, muraatü'l mezahib
deniyor. mina'daki gecelemeyi biz unuttuk ne yazık ki. oldukça kıymetlidir. rasulullah
aleyhisselam orada gecelemiştir. bir tek çobanlara müsaade etmiştir. yani oradaki
develerin bakımını yapacak olan çobanlara. geri kalan bütün sahabeler, o günlerde
mina'dadırlar.
farz tavafın efdal olanı 1. gündü. ama pratik hayat için bir tavsiyem olsun; 2. günü, 3.
güne bağlayan gece yapınız. çünkü 1. gün oldukça izdihamlı. 2. günü, 3. güne
bağlayan ara daha rahat bir devredir. 3. günden sonraya bırakmayınız. çünkü
'mina'dan inince farz tavafımızı yaparız.' diyenler ile acele edip de gitmek isteyenler
veda tavafı yapmak için geliyorlar. izdiham yeniden başlıyor. farz tavafı yaptınız.
eper haccın sa'yini, kudüm tavafından sonra yapamadıysanız, bu tavafın arkasından
yapmalısınız. bu tavafı yaptıysak, ihramdan öncesinde çıktığımız için elbiselerimizle
yaptık. sa'yi de elbiselerimizle yaparız. ama bunda sa'yi öne alarak yapmak daha
efdaldir, diye paylaşmıştık. tavafımızı da yaptıktan sonra mina'ya döndük. ikinci ve
üçünci günün taşlarını atacağız. 2. günğn taşlaması, öğke vaktinde başlar ve fecre
kadar sürer. bu sefer her üçüne de taş atıyoruz. küçük cemre'den başlıyoruz. yani
mescidi hayfa'ya yakın olan yer ile başlıyoruz. arkasından küçük bir dua yapıyoruz.
oradan orta cemre'ye gelip 7 taş atıyoruz, arkasından kıbleye dönerek küçük bir dua
yapıyoruz. oradan cemre-i akabe'ye geliyoruz. orada beklemiyoruz. dua etmek
orada sünnet değil. çabucak orayı boşaltmalıyız ki izdiham olmasın. yediler taş
atılacak toplam 28 taş yaptı. 3. günün taşlaması da öğleden başlar ve fecre kadar
sürer. orada da yedişer taş atılır. 49 etti. 3. gün gün batmadan oradan ayrılınırsa;
ittifakla, dördüncü günün taşımı armak lazım gelmez. haccda hiçbir eksiklik de
olmaz. gün battıktan sonra oradan ayrılırsak; ebu hanife'den gelen bir görüşe göre,
4. gün de atmamamız gerekir. ama her iki talebesi de ebu hanife'nin diğer görüşü de
bir insan, fecir girdikten sonra, imsak vakti girdikten sonra orada bulunursa, 4. günün
taşını atması gerekir. üzerine vacip olur. imam şafii'ye göre de böyledir. 4. günün taşı,
öğle vaktinden gün batıncaya kadar atılır. gecesi yoktur. 4. günün taşını da atarsak
toplam 70 taş atmış oluruz. 4. günün taşını atmadık, elimizde taş kaldı ne yapacağız?
temiz bir yere o taşlar serpilir. bir yere gömülmez. gömmek, insana ve insan uzvuna
aittir. böylece taşlarımızı attık. cemrei akabe mina'da mıdır, dışında mıdır? ihtilaf
edilmiştir. ekseri ilim ehline göre dışındadır. çünkü adına cemre-i akabe denmiştir.
mina'dan sonraki ikinci bir vadinin adıdır. cemrei akabe dendiğinde göre, cemre,
akabe vadisi'ndedir diyorlar. akabe mescidi var. rasulullah aleyhisselam orada
medinelilerle buluşmuş ve orada biat etmişlerdir. bu vadinin adı akabed'dir.
dolayısıyla cemre-i akabe, mina sınırının dışındadır. o başkayınca mina biter. böylece
haccımızı yaptık. taşlarımızk attık. âfâktan gelen insanlar için vacip olan veda tavafı
kaldı. veda tavafı, ayrılırken yapılan tavaftır. hatta imam şafii ne diyor? veda tavafı
yaotıktan sonra bir insam sadece yolculuk hazırlığıyla meşgul olmalı, diyor. doğru
olan budur. diyelim ki farz tavaftan sonra nafile tavaf yaptı ama kafile gideceği
zaman veda tavafı yapmaya vakit bulamadı. son yaptığı tavaf, veda tavafına
dönüşür. en yakın yaptığı nafile tavafı kendine çeker ve veda tavafı der. veda tabafı
sırasında bir kadının adeti başladı diyelim kafilesi de oradan ayrılıyoe bu durumdaki
kadının üzerinden veda tavafı düşer. bu kadın veda tavafı yapmadan oradan
ayrılabilir. bunun gibi meşru mazeretler, vacipleri düşürebilir. taşlama için de eğer
ciddi bir hastalık varsa, yerine vekil gönderebilir. zor vekaletlerdendir. veda
tavafından sonra artık mekke'deki görevlerimiz bitmiştir. artık mekke ile vedalaşmanın
hazırlıkları başlamalıdır.
-sonraki dersimizde inşaallah hacc-ı temettu'yı anlatacağız.
50. Ders -Hacc-ı Temettû-
-hacc-ı temettu: aynı hacc mevsiminde, aynı seferin içinde, umre ibadeti ile hacc
ibadetini eda etmenin adıdır. aynı sefer içinde diyoruz neden? bir insan, ramzan'ın
son günlerinde medine'de kaldı. ramazan bitti mekke'ye geçti. şevval ayında
mekke'ye geçti demek; mekke'ye vardı, umrr yaptı demek. şevval ayının ilk
günlerinde umre yapıp türkiye'ye döndünüz. sonra aynı hacc mevsiminde gidip
haccettiniz. bu haccı temettu olmaz. çünkü araya iş hayatına dönüş girdi. 2 bir sefer
olursa, böyle bir kopukluk olduğu için haccı temettu sayılmıyor. buna, ilmam sahih
deniyor. ama ailenize, iş dünyasına karışmafınız da sadece mikat sınırları dışına
çıktınız. bu hacc yine de temettu olur. ilmam ğayrı sahih deniyor buna da.
hacc ayı neye diyorduk? şevval, zilkade ve zilhicce'nin ilk 10 günü. imam şafii'ye
gmre ilk 9 günü. bu hacc mevsiminde bir insan umre yapmışsa, sonra varmış da hacc
yapmışsa, haccını ve umresini aurı ayrı ihramlarda yapmışsa, bunın adı hacc-ı ttrmrttu
denilir. hacc-ı temettuya, diye niyet edilmez. buradan giderken umre'ye niyet edilir.
sonra günü gelince hacca niyet edilir. aynı mevsim ve aynı seferde olursa bu, haccı
temrttu olur. "/ ِّ ‫ي‬
ِ ‫س َِر مِّنَِ الْ َه ْد‬
ِْ ‫ّٰلل فَا‬
ِِّ ‫ َواَتِّ ُّموا الْ َحجِ َوالْعُ ْم َرِةَ ِّ ه‬kim aynı hacc mevsiminde
ِّ ‫ِّن اُح‬
َ ْ‫ْصرْ تُ ِْم فَ َما ا ْستَي‬
umre ile haccı bir araya getirme nimetine erişirse, şükür için bir kurban kesiversin."
diyor. böylece kurban burada vaciptir. dolayısıyla türkiye'den giderken, mikat
sınırlarını geçmeden önce veya mikat sınırında ihrama giriyoruz. mikat sınırında mı
yoksa mikat sınırına gelmeden önce mi ihrama girilir sorusunda ihtilaf edilmiştir.
alimlerimize göre önce girilmesinde bir sakınca yoktur. hatta yerine göre daha
faziletlidir. daha çok ihramda durursunuz, daha çok ibadet ruhu içindesiniz. bundan
da ecir alırsınız. bu yüzden çok defa ihrama havaalanında giriliyor. ihrama aynı daha
önce anlattığımız gibi giriyoruz. erkrkler izar ve ridaya bürünüyor. kadınlar da tesettüre
uygun bir şekilde ihrama giriyor. telbiyemizi getiriyoruz. artık ihram yasakları başlıyor.
normalde uçağımız kızıldeniz üzerinden geçiyor. orası cuhfe denilen mikat mekanının
hizasıdır. orayı geçmeden önce ihrama girmiş olmalıydık. orayı geçtikten sonra en
geç 30 dakika içerisinde uçak inişe geçiyor. böylece vardık. telbiyeletle mekke'ye
ulaştık. ardından beytullah'a vardık. yine dolu dolu dualar ettik. şimdi tavaf
yapacağız. bu tavaf, umrenin tavafıdır. erkekler ıstıba yaptılar. arkasında sa'y olan
bütün tavafların sünneti idi. ilk 3 tavafta edalı ve hızlı yürüyüşün adı, remeldi. remel, ilk
üç şavtın sünnetidir. ıstıba, 7 şavtın da sünnetidir. hacerü'l esved'in karşısına geldik.
umre tavafına niyet ediyoruz. hacerü'l esved'i selamlıyoruz. bunun adı, uzaktan
selamlamadır. istilam değildir. istilam; iki elle hacerül esved'e dokunmak ve arasını
öpmenin adıdır. uzaktan işaret de ona bedeldir. elimizin ucuyla da dokunsak o da
kıymetlidir. hatta rasukullah aleuhisselam'ın asasıyla dokunduğunu biliyoruz. bu da
olmuyor ise, başkalarına eziyet vererek, izdiham yaparak, eza vererek sevap
kazanılmaz. hele bayanların izdihama girerek sevap kazanması hiç doğru değildir.
hacerü'l esved'de ızaktan işaret, istilamın yerine geçer. böylece vismillah allahu
ekber diye selamladık. arkasından sağa doğru tavafa devam ediyoruz. dualar
ediyoruz. adem aleyhisselam'dan nakledilen, bizde de yeri olan bur dua vardır; َِ‫سُبْ َحان‬
. ‫ للاِّ َوالْ َح ْمدُ هللِّ َولَِ إِّلَهَِ إِّلِ للاُِ َوللاُِ أَ ْكبَر‬bununla başlamak güzeldir. sonra tavafı tamamlıyoruz.
yeniden hacerü'l esved'in hizasına geliyoruz. hacerü'l esved'den bir önceki köşenin
adı, rüknü yemanî'dir. bu ikisi asıl köşelerdir. yani ibrahim aleyhisselam inşa ettiğinde
de bu köşeler oradaydı. rüknü yemanî'de uzaktan işaret yoktur. oraya istilam edilir.
uzaktan işaret haccımıza veya umremize zarar vermez. ama kaynaklarımızda,
'uzaktan işaret, rüknü yemanî'de istilamdan naib değildir.' der. yani istilama bedel
değildir. bu şavtı yaparken ne yapıyorduk? hatîmin dışından geçiyorduk. buna bir
şavt denilir. bu şekilde 7 şavt yapılır. her hacerü'l esved'in hizasına gelindiğinde
selamlanılır. sonuncu şavta da selamlanılır ve oradan namaz için ayrılınır. namazı en
uygun kılma yerleri şöyledir; makamı ibrahim'in arkası, mültezem, hicri ismail. bunun
dışında mescidi haram'ın neresinde kılımırsa kılınsın faziletlidir. illa mescidi haram'da
kılınacak diye bir kaide de yoktur. bu namaz vaciptir. üzerinizde kalır. bağlayıcı bir
mekan değil, faziletli mekan vardır. omzumuzu örttük. tavaf namazımızı kıldık. dua
ettik. sonra kana kana zemzem içtik. biraz da başımızdan döktük. buradan safa'ya
gidiyoruz. safa'ya giderken, hacerü'l esved'i yeniden selamlamak sünnettir. safa'ya
vardık. umrenin sa'yine niyet ediyoruz. beytullah'ı selamlıyoruz. tekbirlerle, tehdillerle
ve dualarla merve'ye doğru yürüyoruz. iki yeşil direk, iki yeşil ılık arasında hervele
yapıyoruz. erkeklere bu sünnettir. hervele, süratlice bir koşunun adıdır. remelden
hızlıdır. orta hızda bir koşudur. vakar zedeleyici oranda bir koşu değildir. dualarla
yolumuza devm ediyoruz. merve'ye çıkıyoruz. merve'den kabe'ye dönüyoruz.
bismillah allahu ekber diyerek kabe'yi selamlıyoruz. bu, bir şavttır. aynı şekilde safa'ya
dönüyoruz. bu, 2. şavttır. böylece 7 şavt yapıyoruz. safa'dan merve'ye gidişler teklidir.
merve'den safa'ya gidişler hep çiftlidir. böylece o şavtı tamamlıyoruz. sonra dua
ediyoruz. uygun bir yerde traş olup ihramdan çıkıyoruz. traşın nasıl olduğunu
paylaşmıştık. böylece bütün ihram yasakları kalkar. zamanını tavafla
değerlendirebilir, dualar edebilir, rabbimize hamd ederiz. islam'ın pınarı orasıdır.
bunun için yaşannaları yerlerini görerek zikretmek farklı bir mana taşır. babü'l umre
diye bir kapı var. o istikametten çıkıp ilerleyince, yolun karşısına geçinve, duvarla
çevrili bir bölüm var. o bölüm hala boş. aslında otel dikilse büyük paralar da kazanılır.
orası esasen kabristandır. bizim için önemi; ilk şehidmiz sümeyye ve yasir radıyallahu
annhüm cemian'ın orada yatışıdır. onların hatıralarını görmek, hira'nın önlerinde
rasulullah aleyhisselam'ı yâd etmek, bize ve ibadetletimize çok şey kazandıracaktır.
rasulullah aleyhisselam dua ile ilgili diyor ki; (biraz hadisi şerifi şerh ederek aktarıyoruz)
insanlar diyarlar geziyor. aylarca yolculuk yapıyor. üç beş kuruş kazanmak için
yemen'e gidiyor. ta hindistan'a uzanan kafileler var. aylar, günler sürüyor. kazanmak
için bu kadar zahmete giriyor. rasulullah aleyhisselam, "kazanç için toz toprak içinde
allah'a yalvarıyor. ama yediği haram, giydiği haram, içtiği haram. mevla byle birinin
duasını nasıl kabul etsin?" diyor. onun için vaktimizi değerlendireceğiz. bu arada eğer
zaman varsa, yeni umreler de yapabiliriz. mekkeli gibi umre yapacağız. bir beldeye
meşru giriş yapan insan, daha sonra o beldenin halkı hükmünü alır. dolayısıyla
ihrama, mekke harem sınırının dılına çıkıp niyet ederek gireceğiz. bunun ikisinde
sünnet cereyan etmiştir. birisi, ten'im'dir. rasulullah aleyhisselam'ın emriyel, aişe
validemiz radıyallahu anh ihrama girmişti. ikincisi, rasulullah akeyhisselam'ın kendisidir.
ci'râne denilen yerde ihrama girip umresini yapıyor. bu iki yer, başka yerlerden daha
faziletlidir. diğer yerlerden de ihrama girilir. böylece vaktimizi değerlendirdik.
zilhicce'nin 7. günü geldi. kabe'de bir hutbe okunduğunu söylemiştik. 8. gün; yani
yevm-i terviye, yoğun bir gündür. o gün hazırlıklar yapılır. hacc için ihrama girilecek.
mekkeli o hacc için nasıl ihrama giriyorsa, biz de öyle ihrama gireceğiz. harem
sınırlarının içinden gireceğiz. bunun en efdal olanı, mescidi haram'da ihrama giriştir.
ancak evden ihrama girilmesini tavsiye ediyorum, daha kolay olduğu için. hacca
niyet ediyoruz. niyetimizi nasıl edeceğimizi söylemiştik. arkasından telbiye getirdik.
namaz kıldık, niyet ettik, telbiye getirdik. artık ihramlıyız. ilk önce mina'ya çıkılır.
sekizinci günün öğle, ikindi, akşam, yatsı ve arefe gününün sabah namazını mina'da
kılmak sünnettir. mina gecesini güzel geçiriyoruz. sabah namazını kıkdıktan sonra
arafat'a doğru yol alıyoruz. arafat'ta ön hazırlıkları yapıyoruz. abdestimizi alıyoruz ve
namaza hazır hâle geliyoruz. ilk çnce ezan okunur. arkasından öple namazının ilk
sünneti kılınır. kamet getirilerek farzı kılınır. teşrik tekbirleri getirilir. öğlenin son sünneti ve
ikindinin ilk sünneti kılınmaz. ikindi namazının farzı için kalkıkdığında, 'cem'i takdîm diye
niyet ediniz' diye uyarılmasında fayda vardır. çünkü bu namaz, vaktinden öne
alınarak kılınıyor. rasulıllah aleyhisselam bunu bu şekilde kılmasaydı, islami kaidelere
göre bu caiz değildi. aynı niyetle ikindi namazını kılıyoruz. arkasındam teşrik tekbirleri
getiriyoruz. gün batıncaya kadar dualarımızı dile getiriyoruz. gün batınca, uygun bir
zaman diliminde arafat'tan ayrılabiliriz. oradan müzdelife'ye geliyoruz. ve ırada
konaklıyoruz. akşma ve yatsı namazını, yatsı namazının vaktinde müzdelife'de
kılıyoruz. bu namaz şöyle kılınır; ezan okunur, akşam namazı için kamet getirilir, akşam
namazı kılınır. ardından felrik tekbirleri getirilir. akşam ve yatsının ilk sünneti kılınmaz.
arkasından kalkılır. 2. bir kamete de ihtiyaç yoktur. niyetler yatsı namazı için yapılır.
vaktinden geriye bırakıldığı için akşam namazının niyeti önemlidir. niyet ettim allah
rızası için cem'ı teehhir ile akşam namazını eda etmeye, diye niyet edilmelidir. yatsı
namazının son sünneti kılınabilir. arkasından vitir namazı kılınabilir. gecenin sonuna
bırakıp da kılabilirsiniz. sonra taş toplamaya geldik. taşlarla ilgili her şeyi geçen ders
paylaşmıştık. eceleyin orada istirahat ettik. sabah namazını orada kıldık. sabah
namazını orada ğales vaktinde kılmak, hanefilere göre de daha efdaldir. normalde
hanefilerde, isfar vaktinde kılınması daha efdaldir. ama müzdelife'de ğales vaktinde,
yani karanlığın daha hakim olduğı vakitte kılınması daha efdaldir. çünkü rasulullah
aleyhisselam böyle yapmıştır. bu haber nettir. namazımızı kıldık. duamızı ettik.
arafat'taki vakfe farzdı, buradaki vakfe vaciptir. vakfeden sonra mina'ya yöneldik. 1.
gün cemrei akabe'ye taş atacağız. 7 taş atılır. taşı üstten atıyoruz. ne diye dua
edeceğimizi paylaştık. taşlarımızın nereye düştüğünü görüyoruz. taşlarımızı attıktan
sonra sıra kurbanda. kurban artık vacip. kurbanımız kesildi. traş olunup ihramdan
çıkılacak. eğer saçımızı anlattığımız gibi traş etmişsek, bir ihram yasağı hariç bütün
ihram yasakları kalkar. buna bu yüzden birinci tahallül denir. bu, karı koca
münasebetidir. o, farz tavafı yapınca kalkar. bir de ömer radıysllahu anh, koku
yasağının da devam etmesi kanaatindedir. böylece ihramdan çıktık. farz olan
tavafınyapacağız. en efdal olan, 1. gün yapmaktır. sonra 2. gün, sonra 3. gün. 3
günden geç kalırsa ve geç kalması için meşru bir sebep yoksa, -ebu hanife'ye görekişinin üzerine kurban düşer. bu üç gün içinde, 2. günü, 3. güne bağlayan geceyi
tavsiye ettiğimi söylemiştim. farz tavafı da yapınca bütün ihram yasakları kalkar. ama
bitmedi, sa'y yapacağız. haccın sa'yini yapıyoruz. bu sa'y vaciptir. sa'yi de yapınca
rahatlama yaşanır. sonraki gecelerde mina'da gecelemek; bize göre müekked
sünnet, diğer mezheblere göre vaciptir. 2. ve 3. günün taşları için de mina'da
klaınmalıdır. 1. günün taşı; kurban bayramı'nın 1. gününün fecir vaktinden, ertesi
günün fecir vaktine kadar devam eder. 2. ve 3. günün taşı, öğleden fecire kadardır.
4. günün taşı, öğleden gün batımına kadardır. bu taşlamaları nasıl yapacağımızı
anlattık. taşlama yaptıktan sonra orada beklemiyoruz.
bayram namazını geçen ders de bu ders de kaynattık. bu nüsükle hacc yapanın
üzerine, bayram bamazı vacip değildir. aynı anda bir insan, iki ibadetle mükellef
olmaz.
bizim insanımzı hacca çok yaşlı gidiyor. hacc, genç işi. yorucu bir ibadet. yaşlı insanın
zaten sıkıntısı var. dolayısıyla bu ibadet o huzur içinde yapılamıyor. çektiği eziyetin
arasında bir de ibadetten haz almaya çalışıyor. hacca genç olarak gidilmeli ki
ömrünün geri kalanında orayı görmüş ve yaşamış insan olarak hizmet etsin. yaşlıca
hacca gelmiş, allah kabul etsin ibadetini yapıyor ama cemiyete bir faydası yok.
imam muhammed'in çok güzel bir sözü var. zühd hakkında neden kitap
yazmıyorsunuz, diye soruyorlar. "alışveriş hukukunu yazdım ya." diyor. hakiki zühd; bir
kenara çekilmen, allah allah demen değildir. hakiki zühd; insanlar arasına
karışacaksın, çarşıya pazara çıkacaksın. insanlar arasındayken rabbim neyi helal,
neyi haram kıldı bunu gözeteceksin, kimseye zulmetmeyeceksin, hak yemeyeceksin.
asıl zühd odur. bu cümlenin manası çok fikhî bir manadır. kölesine çkilmiş kardeşimiz
allah allah diypr ama çarşıya çıkınca allah'ı unutuyor. bu takvadan değildir. hırsların,
menfaatlerin galeyana geldiği anlarda allah hatırlanıyorsa, işte zühd odur. ibadet,
allah rasûlü'nün öğrettiği gibi yapılırsa ibadettir. başka türlüsü ibadet değildir. aynı şey
hacc için de geçerli. rasulullah aleyhisselam nasıl öğrettiyse öyledir.
haccdan ayrılmadan önce veda tavafı da yapmalısınız. âfâktan gelen insan için
veda tavafı farzdır. ancak veda tavafının meşru özür sebebiyle düştüğünü
söylemiştik. kafikesi dönen adetli hanımlar, veda tavafı yapmadan ayrılabilirler. bir
insan, farz tavaftan sonra, nafile tavaf niyetiyle herhangi bir tavaf yaptıysa, o tavaf
artık veda tavafı olur. veda tavafı da yapınca, haccla ilgili bütün nüsük bitmiştir.
51. Ders -Hacc-ı Kıran-
-haccı kıran için kendimizi hazırlıyoruz. bu cümle basite alınmamalıdır. çünkü modern
hayatın bizi sürüklediği günlerde, bakıyorsunuz ki pat diye ramazan gelmiş. daha var
diyorsunuz. ramazan geliyor, ramazan'a hazır değilsiniz. aynı şekilde hacca da hazır
değiliz. edki ramazan hazırlıklarımızın kaybolduğu gibi, hacc hazırlığımız da kayboldu.
ramazan'ın ruhunu tam benimsemişken, elveda ya şehri ramazan elveda...
bakmışsınız bitmiş. şimdi hacc da öyle oldu. ön hazırlık yok, manevi hazırlık yok, bilgi
birikimi yok. bu şekilde hacca gidiliyor. yeterli istifade olamıyor. kendine güven
sağlayacak bir ön bilginin olmasında fayda var.
-haccı kıran yapan insanın, haccı ifrad yapan insana göre de haccı temettu yapan
insan göre de daha bilgili olması lazım. ya ciddi bir bilgi birikimi olacak ya da
önceden tecrübesi olacak ki haccı kıranda rahat hareket edebilsin.
haccı kıran; aynı hacc mevsiminde bir insan hem jmre yapar hem de hacc yaparsa,
bu ikisini tek bir ihramda bir araya getirirse, bunun adı hacc-ı kırandır. haccı kırana
niyet eden insan, umresini yapar bitirir ama haccı temettuda olduğu gibi ihramdan
çıkmaz, traş olmaz. ihramlı şekikde yoluna devam eder. aynı ihramla arafat'a,
mina'ya, müzdelife'ye çıkar ve vazifelerini bitirir. mina'da taşlarını attıktan sonra
kurvanını kesip saçını kesen ve ihramdan çıkar. vardığı andan ta bayramın 1. gününe
kadar ihramlı durur. buna hacc-ı kıran diyoruz. kelime ‫ن‬
ِ ‫ 'قر‬dan geliyor. bir şeyi
öbürüne akran etti, demek. biz de iki ibadeti yan yana getiriyoruz. hanefilere göre en
faziketlisi budur demiştik.
hazırlıklarımızı yaptık. mikat sınırını geçmeden önce ihrama girdik. ilk önce ne
yapıyorduk? ihram namazımızı kıldık. ihram namazından sonra niyet ediyoruz. umre
ve hacca birlikte niyet ediyoruz. "ya rab, ben hac ve umre yapmak istiyorum. onun
için ihrama girdim. ya rab, onları bana kolay kıl ve onları benden kabul buyur." diye.
sonra telbiye getiriyoruz. böylece niyet edip telbiye getirdiğimiz an ihrama girdik. aynı
anda iki ibadetin hürmetini birden taşıyoruz. her ihram yasağı, iki ibadete karşı da
işlenmiş sayılıyor. misal; yanlışlıkla tırnağımızı kestik, kurban gerekiyor. haccı kıran
olunca, 2 kurban gerekiyor. bir şey daha; böyle bir hata yapılmılsa bir de üzülmemek
gerekir. iki kurbanı duyunca suratlar asılmamalıdır. demek ki fakirkerin, senin
kurbanının etinden yemesi gerekiyormuş. tamam, diyeceksin. bu konuda ister
sadaka, ister kurban olsun, hep ikiye katlanır. böylece yollara düştük. uçağın içinde
verilen kokulu mendilleri kullanma hatasını işlemedik. telbiyeler getirerek mekke'ye
varıyoruz. kavga dövüş çıkarmadan otellerimize yerleştik. daha çok ecir kazanacağız
derken, ecir kaybetmeye daha müsait bir ihramın içerisindeyiz. burada da kalp
olarak, niyet olarak gazırlığın bir kıymeti vardır. otelimize yerleştik. uygun bir saat
diliminde kabe'nin yolunu tuttuk. beytullah'ı görünce duamızı ettik. dualarımız,
azmimiz ve kararlılığımız yan yana gelecek, iç içe yoğurulacak. sonra kabe'ye doğru
ilerledik. erkekler, ridalarının sağ tarafını, sağ kol altından geçirerek, sol omuzlarının
üzerine atıp sağ omuzlarını açığa çıkaracaklar. buna, ıstıba diyorduk. tavafın 7
şavtının da sünnetidir. ilk 3 şavtta da remel sünnettir. bu tavafa niyet ediyoruz. bu
tavaf, umrenin tavafıdır ve umre tavafı olarak niyet ediyoruz. hacerü'l esved'i
selamlayarak başladık. sağa doğru tavafımızı yaptık. tekrar hacerü'l esved'in hizasına
geldik. buna 1 şavt diyorduk. yine hacerü'l esved'i selamladık. dualarla devam ettik.
her seferinde hacerü'l esved'in hizasına gelerek ve onu selamlayarak 7 şavt
yapıyoruz. 7. dede selamlayarak ayrılıyoruz. tavaf namazını kılıyoruz. bunun için en
faziletli yerleri söyledik. tıpkı sabah namazının sünneti gibi kılıyoruz. tek farkı niyet.
namazımızı kıldık. dolu dolu zemzem içtik. biraz da tepemizden döktük. safa'ya
giderken döndük, yeniden hacerü'l esved'i selamladık. böylece sünneti yerine
getirmiş olduk. sonra safa'ya çıktık. orada sa'ye niyet ediyoruz. bu sa'y, umrenindir.
oradan tekbirlerle merve'ye yöneliyoruz. dualar ediyoruz. yeşil ışıklı bölgeye
gelindiğinde, hervele denilen koşuyu yapmak, erkekler için sünnettir. direkler bitince
normal yürüyüle dönülüyor. tekrar merve'ye geliyoruz. merve'den kabe'yi
selamlıyoruz. safa'dan merve'ye varış, 1 şavttı. iki yeşil direk arasında hervele yaparak
safa'ya dönüyoruz. bu da 2. şavttır. hervele, sa'yin yedisinin de sünnetidir. böylece 7
şavtı yapıyoruz. böylece safa'da başlayan sa'y, merve'de bitiyor. şimdi traş olup
ihramdan çıkmayacağız. eğer kişi dinç ise, bunun arkasından bir tavaf daha yapmak
ve haccın sa'yini de tekrar yapmak doğru olandır. bundan somra gerisin geri tavafa
dönüyoruz. bu tavafın adı, kudüm tavafıdır. esasen lüzümlu değil ama biz haccın
sa'yini öne alacaksak -ki haccı kıranda sa'yi öne almak efdal- hiçbir zaman sa'y,
önünde tavaf olmadan olmaz. arkasında sa'y yapacağımız için önüne bir tavaf
yapmamız gerekiyor. bu sünnet bir tavafdır. adına da kudüm tavafı denmesi
doğrudur. kudüm demesek de allah rızası için tavaf desek, o da olur. bize ayrıca ecir
kazandırır. umre tavafımı yaptım. sonra sa'ye devam edemedim, yorgundum. otele
gidip yedim içtim. sonra gelip sa'yimi yapacağım. yapamam. çünkü ara verdim.
önüne bir sünnet tavaf yapacağım, sonra sa'yimi yapacağım. bu daima prensiptir.
tavaf yaptım, abdestim bozuldu. gittim geldim sa'y yapacağım. bu olabilir. araya
yeme içme, ayrılma, biraz uyuma gibi bir boşluk verilmişse, sa'y yalnız kalır ve daima
önüne bir tavaf ister. bu tavafın ada burada kudüm tavafıdır. bu tavafı yapıyoruz.
namazı kılıyoruz ve sa'y yapıyoruz. bu sa'y, haccın sa'yidir. niyetimiz de ona göre
olmalıdır. safa'dan merve'ye doğru şavtları tamamladık. haccın sa'yini de yapmış
olduk. yine traş olmuyoruz. yorgın argın otele dönüyoruz... arafat'a çıkıncaya kadar
ihramlıyız. arada dilediğimiz kadar nafile tavaf yapabiliriz. bu sürede hep ibadetin
içinde gibi ecir alırız. çünkü ihramlıyız ve ibadete devam ediyoruz. zilhicce'nin 8.
günü mina'ya çıktık. mina'da 8. günün öğle, ikindi, akşam, yatsı ve aregfe gününün
sabah namazını kılıyoruz. bu müekked sünnettir. namazları kıldık. geceyi de ihya
ederek geçirdik. sabah namazını da kıldık. telbiyelerle yollara düştük. arafat'a vardık.
öğle vaktinde ezan okunuyordu. öğle ve ikindiyi cem ederek kılıyoruz. ilk önce
öğlenin ilk sünnetini kılıyoruz. o sünneti kılarken, yetişemeyeneler de sünnet kılınana
kadar yetişebiliyorlar. arkasından öğle namazı için kamet getirilir ve öğlenin farzı eda
edilir. bu namazlar, hafî okunur. namazın arkasından teşrik tekbirleri getirdik. müezzin
kalkarak, ikindi için kamet getirir. ikindinin niyetinde dikkatli olmamız gerektiğini
söylemiştim. ikindi namazının farzını kılıp bitiriyoruz. o an arafat'ın vakfe anı başlamıştır.
bu vakit iyi değerlendirilmelidir. imam muhammed'in namazla ilgili çok güzel bir ikazı
var. hem namazda okunan surelerle, hem de peşinden okunan dualarla ilgilidir.
zaman zaman namazda okuduğunuz sureleri değiltirin. çünkü alışılınca otomatipe
bağlanıyor. ezberlenilmiş duayı okuyor ama otomatik ilerlediğinden, kim bilir nereyi
düşünüyor. meşhır bir hikaye var. harun reşid, behlül dânâ'yı camiye gönderiyor.
bamazı kılan insaları al gel, sarayda ziyafet var, diyor. behlül dânâ gidiyor. imam ne
okudu, diye çıkanlara soruyor. imamın ne okuduğunu bilen üç tane adam buluyor.
onları peşine takıp saraya getiriyor. harun reşid, "hani nerede cemaat?" diyor. "sen
bana cemaati getir demedin, namaz kılanları getir dedin. bu üçü namaz kılmış.
öbürleri nerede gezdi, allah biliyor." diyor. harun reşid, behlül dânâ'nın ne yaptığını
öğrenince yeniden cemaati topluyor. sofra boş kalmasın diye. bu yüzden insan dua
ederken, ne istediğini bilen bir tavırla dua etmelidir. alışılmış duaların dışına çıkmakta
fayda var. bu, insanın zihnini daha canlı tutar. ne denildiği bilinerek yapılan dualar
daha hayırlı olur. kişinin isterkenki samimiyeti, duanın kabulüne tesir eder. rasulullah
aleyhisselam'dan, mazlumun bedduasından sakınmamızı öğreniyoruz. çünkü onun
yüreği yanıktır. allah ile mazlum arasında perde yoktur. böyle buyuruyor aleyhisselam.
dua eden insablar da şuurla dualarını etmelidirler. rasulullah aleyhisselam haber
veriyor; "arefe günü affa uğrayan insanlar kadar, insanların affa uğradığı bir başka
gün yoktur." o gün, affın en çok tecelli ettiği meydandır. güneş batıncaya kadar bu
meydan terk edilmemelidir. bu vakit en çok dua ve irşad ile değerlendirilmelidir.
irşad, arafat'ın bir parçasıdır. çünkü rasulullah aleyhisselam, veda hutbesi'nin büyük
bir bölümünü orada irad etmiştir. böylece vakit değerlendirilir. oradan müzdelife'ye
akılır. akşam ve yatsı namazını, yatsı namazının vaktinde müzdelife'de kılıyoruz. buna,
cem'i teehhir diyoruz. çünkü akşam namazı, yatsının vaktine bırakılıyor. akşam namazı
eda edilir. teşrik tekbirlerinden sonra yatsı namazına niyet edilir. yatsı namazını kıldık
bitirdik. yatsının son sünneti kılınabilir. sonra vitir namazını kılıyoruz. ardından taş
topluyoruz. bunları paylaştık. ardından orada istirahat ettik. sabah namazını orada
kılmak asıldır. rasulullah aleyhisselam böyle yapmıştır. müzdelife vakfesi de sabah
namazından sonradır ve vaciptir. arafat'taki vakfe farzdır. otalık aydınlanınca
müzdelife'den mina'ya yol alınır. taşlama noktalarına geldik. 1. günün taşlaması,
fecirden diğer fecre kadar devam eder. sünnete en uygun zaman dilimi, öğleye
kadar olan zamandır. öğleden gün batımına kadar, kerahetsiz vakitlerdendir.
geceleyin genç ve dinç erkeklerin taş atması mekruh görülür. kadınlar, yaşlılar ve
hastalar için bu kerahet yoktur. 1. gün, cemre-i akabe'ye taş atıyoruz. mekke
tarafındakinin adı. müzdelife tarafına bakana, küçük cemre diyoruz. cemre-i
akabe'ye 7 taş atıyoruz. o taşları atarken, "rabbim senin rızan ve iblise olan nefretimi
ilan için" diyorduk. bu şuurla atıyorduk. böylece taşımızı attık. arkasından kurbanımız
kesiliyor. hacc-ı kıran yapanın üzerine kurban kesmek, temettûda olduğu gibi
vaciptir. iki ibadeti bir araya getirme nimetine erdik ve bunun karşılığı kurban. saç
traşı işte şimdi. nasıl traş olunacağını dedik. traşı olunca bşr yasak hariç ihram
yasakları kalktı. şimdi haccın iki farzından biri olan ziyaret tavafını yapıyoruz. 1. gün, 2.
gün ve 3. gün yapabiliyorduk. meşru mazeret olmadan 3 günden sonraya
kalmamalı. ebu hanife rahimehullah, kastî gecikmeden dolayı kurban gerekir, der. 2.
geceyi 3. güne bağlayan geceyi tavsiye ettik. farz tavafı da yapınca bütün ihram
yasakları kalkar. normal olması gereken, mina'ya dönmektir. haccın belki de en
güçlü sünneti budur. önümğzde hacc vazifesi olarak 2., 3. ve eğer istiyorasak 4.
günün taşlaması ve bir de veda tavafı var. 2. günün taşlması; öğleden fecir vakitine
kadar. bu sefer üçüne de atılır. yedi taş küçük cemre'ye, yedi taş ortaya, yedi taş
büyüğe atıyoruz. sünnete uygun olan; birinciye attıktan sonra yanında kısa bir dua
yapmak, ikinciye attıktan sonra yanında kısa bir dua yapmak ve üçüncüye attıktan
sonra hemen oradan ayrılmak. onun yanında dua ve bekleyiş doğru değildir. toplam
28 tane taş atmış olduk. üçüncü günün taşı da öğleden fecire kadar devam eder. 3.
gün de 2. gün gibi taş atıyoruz. toplam 49 taş atmış oluyoruz. 4. gün, fecirden sonra
mina'daysak, taş atmamız vaciptir. daha önceden ayrıldıysak, atmadan ayrılabiliriz.
4. gün taş atılacaksa ki rasulullah aleyhisselam atmıştır, öğle ile gün batımı arasında
atılır. dördüncü günün taşıyla beraber 70 taş atılmış olur. artan taşlar temiz bir yere
serpilir. artık geriye bir tek veda tavafı kalmıştır. veda tavafının, beytullah'tan ayrılırken
yapılması en doğru olandır. hanefilere göre, farz tavaftan sonra yapılan bütün
tavaflar veda tavafı olabilir. veda tavafı niyetiyle bile yapmasa, son yaptığı nafile
tavaf, veda tavafına dönüşür. eğer yapmamışsa ve meşru bir mazereti de yoksa,
kurban gerekir. çünkü veda tavafı, âfâktan gelen insana vaciptir. farz tavafı
yapmadan dönemez. fetva verilse de dönemez. dönerse haccı hacc olmaz. çünkü
o rükündür. farz tavafı da yaptık. artık medine yollarındayız. gelirken telbiye
getiriyorduk, şimdi salatü selam getireceğiz. gittiğimiz yer, rasulullah aleyhisselam'ın
diyarı. muhacirlere kucak açan, muhacirleri de kendi nefsine tercih edebilen
insanların diyarı. medine'yi böyle yâd etmekte fayda var. ne muhacir medineli
kardeşini unuttu, ne de medineli muhacşr kardeşini unuttu. çoğunun şehâdeti de
beraber olmuştur. iki kardeşin huyları da bibirine benzerdir. o diyara gidiyoruz. bol bol
salatü selem getirilir. medine'ye vardık. rasulullah aleyhisselam'ı ziyaret ediyoruz.
bikdiğimiz isimleri ve sıfatlarıyla o aleyhisselam'a selam veriyoruz. sonra selam
gönderenlerin selamı, selamını götüremeyenlerin selamı... bir de şükrediyoruz. "ey
bâd-ü sab'a! yolun uğrarsa semt-i harameyn'e, tazimim arz eyle rasûl-ü's
segaleyn'e..." saba rüzgârına emanet ediyor selamını. giden insalar da bu selamları
ulaştırmalıdır. biliyorsa isimleriyle, dostlarını yad ederek ulaştırmalıdır. sonra hemen
arkasındaki ebu bekir radıyallahu anh'a, sonra ömer radıyallahu anh'a. kabirler bu
şekildedir. hepsi aişe validemiz eadıyallahu anh'ın odası içindedirler. böylece selam
verdik. kıbleye dönüyoruz. rasulullah aleyhisselam'ın yanında dolu dolu dua ediyoruz.
-utbî diye hicri 200'lü yıllarda yaşamış bir alim var. diyor ki, "rasulullah aleyhisselam'ın
mescidinde hiç kimsenin olmadığı bir saat arzu ettim. kimsesiz anı yakaladım. orada
iki rekat namaz kıldım. rasulullah aleyhisselam'la başbaşa olamanın tefekkürünü
hissetmeye çalıştım. sonra içeri bir ârâbî (bedevilerin hiç tahsili olmayanlarına denir)
girdi. o da namaz kıldı. başını semaya kaldırdı. "ya rab, sen kur'an'ı kerîm'inde " ِ‫َولَوِ اَنَّ ُهم‬
ً ‫ّللا ت ََّـوابِا ً َرحيمِا‬
َ ِ‫ اذ‬/ eğer hatalar işleyerek,
َِٰ ‫ل لَ َو َجدُوا‬
ُِ ‫الرسُو‬
َِٰ ‫س ُهمِ َجٓا ُ۫ ُؤكَِ فَاستَغف َُروا‬
َّ ‫ّللا َواستَغف ََِر لَ ُه ُِم‬
َ ُ‫ظلَ ُمٓوا اَنف‬
nefislerine zulmederek senin yanına gelirlerse; senin yanında tevbelerini ilan eder ve
af dilerlerse, rasûl'üm, sen de onlar için mağfiret dilersen, allah tevbeleri çokça kabul
edendir." allah rasulü aleyhisselam varken ben hayatta yoktum. şimdi o
aleyhisselam'ın yanın geldim. pişmanlığımı ilan ediyorum. tevbe ediyorum. onun
yanında mağfiret diliyorum. n'olur beni affet." sonra rasulullah aleyhisselam'ın kabrine
döndü, "ya rasulullah... benim için sen de af diler misin? n'olur..." arkasından
gözyaşları içinde, "ey toprağa verilenlerin en hayırlısı! bu toprak seninle izzet ve şeref
kazandı. senin verildiğin topraklara can feda. ben bu toprakların sinesinde, kainatın
efendisi'ni kucakladığını biliyorum." ağlayarak orayı terk etti. bir insan duygularını
ancak bu kadar anlatabilirdi. dehşete düştüm. bu duygular içerisindeyken üzerime
ağırlık çöktü, uykuya daldım. rüyamda rasulullah aleyhisselam'ı gördüm. "utbî kalk!
ârâbiye haber ver. tevbesinin kabul edildiğini söyle." dedi. birden uyandım. deli gibi
koşmaya başladım. sokakta iken yakaladım. rüyamı anlattım. çocuklar gibi sevindi.
bana teşekkür de etmedi. iki adım atıyor sonra havaya zıplıyordu. köşeyi dönünceye
kadar şaşkın şaşkın arkasından baktım." diyor.
52. Ders -Haccda İşlenen Belirli Hatalar ve Başkası Yerine Hacc-
-nasıl eşyada asıl olan sağlamlık ve kamil olma ise; ibadetlerde de asıl olan, sağlamlık
ve kemâldir. kamil yapılan ibadetin kendine ait bir güzelliği vardır. ancak biz kuluz,
hatalıyız, kusurlar işleriz. bu hataları nasıl telafi edeveğimizi de allahu telala, bazen
direkt olarak bazen de rasulullah aleyhisselam aracılığıyla bizlere sunuyor. haccla ilgili
bunları paylaşacağız.
fıkıh açısından, ibadeti erkânına uygun yapıyor mu diye bakarız. yani vakfesini,
tavafını, sa'yini yapıyor mu, bunu gözetleyebiliriz. insanların iç dünyasını ise rabbimiz
bilir. o dünyaya bizim gücümüz yetmiyor.
-umrede büyük baş kurban cezası (bedene) hiç yoktur. bedeneden kasıt, deve veya
sığırdır. haccada bedene cezası sadece iki yerde vardır. birincisi; arafat vekfesi'nden
sonra, traştan önce cimadır. bu vakfeden önce olsa, haccı ifsad eder. bedene,
vakfesini yapmış ama henüz traş olmadan cima etmiş. ikincisi; farz tavafı hayızlı, nifaslı
veya cünüp olarak yapmak. sadece bu iki durumda bedene kurban cezası vardır.
bunun dışında bedene yoktur.
-kurban cezasını gerektirecek hâller: haccın bir vacibini, meşru özür olmadan terk
etmek. meşru özür olmadan ne demek? eskiden müzdelife'de duranların hakkında
soruşturma açıyorlardı, izin vermiyorlardı. delil olarak da imam şafii'nin kanaatini
söylüyorlardı. rasulıllah aleyhisselam, birkça çocuğa, müzdelife'de doğum yapmış
kadına, izdihamdan zarar görebilecek hastalara, oldukça kilolu ve zor yürüyebilen
sevde radıyallahu anh'a, oradan gece yarısında sonra ayrılabilmek için izin vermiştir.
imam şafii buna dayanarak, gece yarısından sonra vakfenin yapılabileceğini,
buradan ayırlınabileceğini ve bunun ruhsat okduğu kanaatini taşıyor. imam şafii'ye
göre de asıl vakfe, sabah namazından sonradır. bu ruhsata dayanarak böyle
yapıyorlar. aynı haideseye ebu hanife şöyle bakıyor; rasulullah aleyhisselam bu
şahıslara izin vermiştir. bu şahısların hepsi de meşru özürlü insanlardır. meşru bir
mazeret olduğunda, kişinim üzerinden vacip düşer. bu yüzden bu insanlar burayı terk
edebilirler. tıpkı adetli kadının veda tavafını bırakabileceği gibi. böyle meşru bir
mazeretleri yoksa, kurban gerekir. eğer meşru bir mazeret olmadan veda tavafını,
sa'yi terk ederse de kurban gerekir.
-dikişli elbise yasağına 12 saat veya daha fazla riayet etmemek de kurban gerektirir.
daha az süre riayet etmemişse, kademe kademe sadaka gerekir. sadaka ölçüsünde
imam muhammed'in güzel bşr görüşü var demiştik. 12 saat bir kurbanı gerektirdiğine
göre, kurban da diyelim ki 120 dolar, 2 saat giymişse, 120'yi 6'ya böler ve 20 dolar
düşer. 1 saat giymişse, 12'de 1'i. böyle bir oranla yapılır. imam muhammed bu
kanaattedir.
-kamil bir uzvu kokulamak da kurban cezası gerektirir. bilekten aşağı el, kamil bir
uzuvdur.
-ihramlı iken, başın dörtte birini veya daha fazlasını traş etmek. dörtte birden azı
sadaka gerektirir.
-tam bir elin veya ayağın tırnaklarını kesmek.
-sakal traşı olmak.
-fatz tavafı, hadesli (abdestsiz olarak) yapmak. abdestsiz olmaya, küçük hadeslilik
hâli denir. gusül gerektirecek duruma, büyük hadeslilik hâli denir.
-vacip veya sünnet tavafı, hayızlı, nifaslı veya cünüp olarak yapmak. vacip veya
sünnet tavaf, abdestsiz olarak yapılırsa sadaka gerekir.
-farz tavafın üç veya daha az şavtını terk etmek. bir insan, farz tavafın dört şavtını
yapmazsa, o tavaf yapılmamış gibi olur. ama ilk dördünü yapar da diğerlerini
yapmazsa, tavafı olur ama küçükbaş kurban keser.
-sa'yi terk etmek kurban gerektirir. kurbanla tamamlanılır. farz tavafta doğru olan,
geriye dönüp yapmasıydı. diğer tavaflarda ise kurban kesmesi yeterlidir.
-arafat'ta bulunan bir kimsenin, güneş batmadan önce arafat'ı terk etmesi, kurban
cezası gerektirir.
-bir güne ait taşlamaları terk etmek. mesela 2. gün, üç cemreye taş atıyorduk.
bunlardan birini yerk ederseniz sadaka verirsiniz. üçğnü birden terk ederseniz kurban
kesersiniz. 1. günün 7 taşını atmazsanız da kurban kesersiniz.
-avladığınız nesneye göre iki hakem, ne kadar ceza dültüğüne karar verir. av
sadece yenilecek hayvanlarla da sınırlı değildir. ancak kendinizi korumak için
öldürme hakkına sahipsiniz. av avlayamadığı gibi, bıldırcın yumurtası, yanabi
güvercin yumurtası vb. lerini de alması ve yemesi yine avdan sayılır ve doğru değildir.
-kabe'ye giden insanın seferiliği ile ilgili bilgiler:
şmyle bir mantık var halk arasında; kabe'ye gelen insan, allah'ın misafiridir. burası da
allah'ın evidir. allah'ın evinde misafirlik olmaz. böyle düşünecek olursak; dünya da
allah'ındır. dünyada da seferilik falan yoktur. tabi mukim olan bir insan öne geçip
namaz kıldırıyorsa, seferi olan da ona uyuyorsa namaz zaten tam kılınır. ama
yalnızken kıldığınızda; eğer 15 gün ve daha fazla mekke'de durmayacaksanız,
elbette seferisiniz. hacımız ne yapıyor? mekke ve medine'de kaldığı süreyi bir bütün
olarak hesap ediyor. bu yanlıştır. "bir beldede" 15 gün veya daha fazla dıracaksa
mukîmdir, değilse seferidir. mekke'ye zilhicce ayında varan bir insan, arafat'a
çıkmadan önce mukim olamaz. zilhicce ayının 1'inde gitsen, arafat'a 9'unda
çıkacaksın. yevmi terviye günü mina'ya çıkacaksan 8'inde. bu intikal, ikamete
manidir. yakın bile olsa manidir. arafat, kabe'den 22 km uzaktadır ama yakın bile
olsa, ikameti önleyicidir. bir insan, birbirlerine yakın beldede toplam 20 gün de 25 gün
de ikamet etse, herhangi birinde 15 gün veya daha fazla durmuyorsa, oradaki
insanlar seferîdir. intikaller (yakın da olsa) ikâmete manidir.
arafat, mina ve müzdelife'deki namazların ikamet açısından hükmü, mekke'ye
bağlıdır. bir kişi mekke'de mukimse buralarda da mukimdir, mekke'de seferi ise
buralarda da seferidir. ben mekke'ye vardım, 20 gün mekke'de durdum, mukîmim.
oradan arafat'a geçtim, mukîmim. müzdelife'ye de geçsem, mina'ya da geçsem
mukimim. mekke'de 12 gün durdum, seferiyim. arafat'a da, müzdelife'ye de, mina'ya
da geçsem seferiyim. arafat, mina, müzdelife mekke'deki ikametler toplanılmaz. 12
gün mekke'de durdum, 2 gün arafat'ta durdum, 3 gün mina'da durdum, etti 17.'
böyle denmez. arafat'tan indikten sonra, mekke'deki ikamet yeniden hesap edilir.
öncesi ve sonrası yeniden hesap edilmez. bir insan, hacc için geldiğinde, zilhiccenin
9'unda arafat'a çıkacağı kesindir.
çünkü hacc için gelmiştir. bu intikal sebebiyle, arafat'a çıkışa kadar seferidir. mukim
olamaz. dönüşte ise hesap edilerek duruma bakılırç ona göre mukim ya da seferidir
denir.
Başkasının Yerine Hacc ve Umre
-bir başkasının yerşne hacc etmek caizdir. üzerine farz olan bir insan, hayatta iken
hacc yapamamış ise, geride de haccın farz olacağı kadar mal bırakmışsa ve benim
adıma hacc yapın diye vasşyet etmişse, bu insanın yerine hacc edilir ve bu hacc,
vasiyet eden, bu meblayı bırakan insanın haccı gibi olur.
bir insanın maddi durumu iyi, üzerine hacc farz ama hayattayken yapmamış. bu
insanın yerine hacc etnek caiz. kendi yapmıl gibi olacağı ümid edilir deminki gibi
emin olamıyoruz. rasulullah aleyhisselam "babamın yerine hacc yapayım mı, diye
soran bir insana ne buyuruyor? "babanın birine borcu olsa onu öder miydin?" elbette
öderdim, diyor. "allah'ın borcu, ödenmeye daha layık değil midir?"
bir insanın hacc edecek malı vardı. hacc o zaman üzerine farzdı. sonra durumları
kötüleşti. geride mal bırakamadan vefat etti. çocukları onun yerine hacc edebilir mi
ya da hacc ettirebilir mi? bu, tasadduk babındandır. hacc edebilir. caizdir. kendisi
hacc etmiş gibi olur mu? yine de ümid edilir, diyorlar. bir insan, bedeniyle hacc
yapamasa bile, malıyla hacc yaptırmaya çalışmalıdır. doğru olan budur.
vekil olarak giden insan, baliğ olmalı, âkil olmalıdır. peki kadın veya erkek olması fark
eder mi? etmez. şu tartışılmıltır; önceden kendi için hacc etmemiş bir insan, başkası
için vekil olarak hacc edebilir mi? imam şafii, vekil olarak hacca gidecek insanın,
kendi için hacca gitmiş olmasını şart koşar. hanefi mezhebinde de tercih budur.
ancak kendi yerine hacc etmemiş bir insan, hanefi mezhebinde, bir başkası yerine
vekil olarak hacc edebilir. ama kendisinin hacc etmiş olması en doğru olandır.
doğru olan; vekil olarak hacca giden insanın, kendisine vekalet ettiği insanın
diyarından gitmesidir. hataa bu şart olarak zikredilir. eğer bir insanın sakarya'dan
hacca gitmesi gerekiyor da gidemiyorsa, göndereceği hacının da sakarya'dan
gitmesi, eğer kendisi gitseydi geçeceği mikat noktalarındam geçmesi, geri de
sakarya'ya dönmesi en doğru olandır. afâkinin vekilinin de âfâki olmasını şart koşar
birçok kaynağımız. afaki olan insana, mikat dahilindeki insam hacc edemez, der. aksi
hatadır. umumen şöyle bir hata işleniyor; bu insan sakarya'dan hacca gidecek ama
sakarya'dan gitmesi bayağı bir pahalı. mekke'de okuyan bir talebeye kendi yerine
hacc yaptırırsa, daha ucuz olur. eline de üç beş kurış verirse daha güzel olır. ama
islam nazarında daha güzel olmaz. vekaleten ibadet yapıldı diye ücret alınması caiz
değildir. oradan başlayalım. normalde sakarya'dan gelip de sakarya'ya dönen hacı,
başkası için hacc ediyorsa, nor al haccın seyrinde bir hacının masrafları ne kadarsa
onu alır. bir hacının getirdiği hediyelerin parasını alamaz. haccada bir hata işlendi ve
kurban gerekiyor, bunun masrafını alır. başka bir ek ücret alması doğru değildir. buna
%100 kapı da kapatamıyoruz. mesela bir insanın üzerine hacc farz değildi. hacc da
yapmadı. çocuğu da yerine hacc yaptırmak istiyor. bu insanın da memleketten
hacc yaptıracak imaknı yok. hiç yaptırmamasındansa, böyle bir yerden yaptırması
caiz midir? yaptorabilir diyoruz ama yine ücrete tabi değildir. bir insanın üzerine hacc
farz idi. yapamadı. geriye para bıraktı ama para, kendi memleketinden gidip
gelinmeye yetmiyor. bu para nereden nereye hacc ettirmesine yetiyorsa, öyle
yaptırması, hiç hacc yaptırmamasından evladır. kaynaklarımızda böyle geçiyor.
buna dayanarak, hepten yaptıramazsın diyemiyoruz.
yani başkası yerine hacc vardır. bunun şartları da vardır. vekaletle hacc yapacak
olanın müslüman olması, akli dengesinin yerinde olması, ergenliğe girmiş olması ve
âfâkiyse âfâki olması gibi.
adam kalp hastası. yerine vekil göndermemiş. kabe'ye kadar gelmiş. içeriye bir
giriyor, ben buraya giremem diyor. para verip kendi yerine tavaf yaptırmak istiyor.
bu caiz değildir. kabe'ye kadar gelen insan, kabe'nin içine vekil gönderemez. bazı
vekalatler caiz değildir. bazı vekaletler de zordur. zor olan vekalet; mesela taşlama
vekaleti. gidip kendi atacak. bir insan baygın ise, avucuna koyarak taş attırmak
daha doğrudur, der kaynaklarımız. bundan biz ne anlıyoruz? bu vekaletin o kadar da
kolay olmadığını. yani bir insan gerçekten hastaysa, taşlamaya gittiğinde hastalığı
artacak ise götürülmeyebilir. kurban vekaleti kolaydır. kurban kesmek, fıtraten her
insanın yapabileceği bir iş değildir. kurban vekaletinde kolaylık vardır.
hacca giden insanlar, hacclarını bağışlayabilir, bir dostu yerine, cefat eden yakını
yerine tavaf edip bağışlayabilir. ama mekke'ye giden insan, eğer yeniden umre
yapacaksa, mekke hareminin dılına çıkacak, oradan niyet edip telbiye getirecek.
tavafını, sa'yini öyle yapacak. bunu başkasının adına yaptığı zaman, "niyet ettim
allah rızası için filan/ filâne adına" diyecek, öyke yapacak. ihrama girerken bu niyeti
yapması yeterlidir. her tavafta, her sa'yde bunu tekrarlamasına gerek yoktur. tekrar
ederse mani olmaz. birden fazla umre yapılabilir. caizdir. rasulullah aleyhisselam 4
kere yapmış, çünkü o kadar fırsat bulmuş. birisine diyebilir misin "rasulıllah aleyhisselam
63 yıl ysşamış. sen niye daha fazla yaşıyorsun? öl." diye? rasulullah aleyhisselam, 26
kere cihad için sefere çıktı. sen de çık. ne oturuyorsun? bunlar doğru davranışlar
değiller. bu nevi kıyaslar doğru değildir. bir insan ne kadar yapıyorsa o kadarının
ecrini alır. bazen insanın ruhu da buna ihtiyaç duyar. o ortamın havasını soluması
gerekiyor olabilir. bir insan gevşek zihniyetlerin yanında dura dura zihnen gevşer. bir
alim zât şehre giriyor. şehrin girişinde kafileyi topluyor. "benden alacağı olan varsa
burada istesin. paraya ihtiyacı olan varsa burada söylesin. o şehir, cimri bir şehir.
iöeriye girince benim de damarım tutuyor, alacağınızı zor alırsınız." çevrede
bukunanların ahlakı, insana tesir eder. ister istemez gelir ahlakına yerleşir. onun için
beytullah'ı görmek, gönüllere tesir eder. mü'min dostlarla beraber olmak da
gönüllere tesir eder. hayır işleyenlerle beraber olmak, insanı hayra yeşvik eder. bunun
için de gidilmesi doğru olandır. bir iyiliğin karşısına başka bir iyiliği çıkarıp, onu yapma
bunu yap demek doğru değildir. bu nevi şeyler insanın kendi kararına bırakılmalıdır.
53. Ders -Aile ve Evlilik Hayatının Önemi, Evlilik Öncesi-
-aile hukuku ifadesini kullanıyoruz. esasen kitabü'n nikâh olarak geçer. aile hukuku,
daha sonraki yıllarda avrupanın tesiriyle gelmiştir. bizde de islami hukuk varken,
ahvâl-i şahsiyye, yani şahıs hukuku şeklinde kullanılmıştır. uygulanmasını kolaylaştırmak
için, islam hukuku maddelendirilmek istenmiştir. ahmet cevdet paşa sayesinde bu
gerçekleşmiştir. muamelât dediğimiz, ticaret hukukundan başlayarak, islam
hukukunun çoğunu maddeleştirmiştir. mecelle-i ahkâm-ı adliyye, islam hukukunun
temel prensiplerinin maddeleşmiş hâlidir. alışveriş hukukundan başlayarak, islam
hukukunun %70 kadarı orada maddeler halinde vardır. mecelle, uzun yıllar bu ülkenin
ihtiyacını görmüş ve eksik de kalmamıştır. ancak mecellenin içinde aile hukuku
yoktur. ayrı bir filim olarak, daha sonraları bir komisyon kurulmuş, ahvali şahsiyye diye
bir hukuk sistemi hazırlamıştır. aile hukuku, 1917 yılına kadar fıkıh kitapları içinde yer
alırken ve kıtabü'n nikâh ve kitabü't talak içinde bulunurken, 1917 yılında kabul
edilen, hukuk-i aile kararnmesi, müstakil bir kanun oluşturma çabasına girmiş ve bu
gerçekleşmiştir. maalesef bizim ülkemizde sadece 2 yıl yürürlükte kalmıştır. suriye,
lübnan, ırak ve mısır'da uzun yıllar uygulanmıştır. sonradan onlar da "neden
osmanlı'nınkini kullanıyoruz? kendimizinkini yapalım." diyerek, kendilerine uygun olarak
hazırlamışlardır. 1953 yılında suriye'nin hazırlafığı ahvali şahsiyye kanunu, bütünüyle
içtihadlara dayalıdır. daha sobraki yıllarda aile hukuku ile ilgili hazırlanan bilgilere bu
kaynaklık etmiştir. islam aleminin çoğunda aile hukuku ile ilgili hükümler hâlen
islamîdir. bildiğim kadarıyla bir tek bizde öyle değil. bizim kadar batmış olanı yok.
bizdeki tamamen fransız medeni kanununa dayalıdır. hatta bu kanun tercüme
edildiğinde denilmiştir ki; avrupanın ülkemizden farklı yanları vardır
bunlardan en belirgini süt kardeşliktir. onlarda sür kardeşlik diye bir mesele yok.
dolayısıyla süt kardeşler birbiriyle evlenir ama bizde evlenemez. bu bu ve
benzerlerinin maddeler halinde fransız medeni kanununa yerleştirilmesi lazım ki
ülkemiz inanışlarıyla örtüşsün. bu gündeme geldiğinde, hukukçular temiz bir azar
yemiştir. "biz, avrupayla aramızda hiçbir fark kalmasın istiyoruz. siz fark çıkartmaya
çalışıyorsunuz." diye azarlanmışlardır. bu teşebbüsten vazgeçilmiştir. dolayısıyla şu
anda uygulanan medeni kanunda da süt kardeşler, avrupadaki gibi, birbirleriyle
evlenebilirler.
-aile kelimesinin kökü, ‫ عال‬fiilidir. geçindirme, nafakasını üstlenme, demektir. dolayısıyla
aile kelimesi, geçimi temin edilenlerin oluşturduğu birlik demektir. arapçada bu
kelime yerine, üsra kullanılıyor.
aiel kelimesini sorsak, şöyle bir tarif gelir; karı koca ve çocuklardan oluşan birlik. tarif,
zihinde canlandırma açısından doğru. ama çocuğu yoksa bir aile aile değil midir?
ailede ninelere, dedelere yer yok mu? büyüklerin evlerde olmayışı; büyüklerin
tecrübelerinin kaybedilişine, aileyi koruyna ve kollayan büyüklerin olmayışına,
büyüklerin de aileyi koruma gibi bir vazifeleri olduğunu unutmaya sebep oldu. şimdiki
büyükler neredeyse yuvayı dağıtmaya çalışıyor. cemiyetimizin bu açıdan yeniden
gözden geçirilmesi gerekir. o yüzden bu tarif, "ağyârını mâni, efrâdını cami" dediğimiz
tariflerden değildir. yani, tarifin içerisinde uymayan şeyleri dışarıda bırakan ve
kendisine uygun olanları içinde toplayam bir tarfi değildir. dopru tarif; aile, meşru bir
nikah bağıyla bir araya gelen karı koca ve yakın kan bağıyla onlara bağlı olan
fertlerin meydana getirdiği ictimâi (sosyal) kurumdur. aile, her fert için nimettir. allahu
trlala da insanın fıtratını böyle yaratmıştır. evliliğin hükmü mübah mı sünnet mi vs. diye
tartışılmış olsa da imam şafii rahimehullah, mübah olduğu kanaatindedir. hanefi
alimleri ise sünnet olarak görür ve ibadet olduğunu söyler. çünkü rasulullah
aleyhisselam, "ben, ümmetimin çokluğuyla övüneceğim." buyuruyor. bundan öte
rasulullah aleyhisselam, fiilen evlenmiştir.
tarifte geçen, meşru nikah bağı ne demektir? islam'ın kabul ettiği, geçerli saydığı
demektir. meşru nikah nasıl olur? normalde nikah da bir akiddir. akidlerdeki temel
kaide; iki tarafın da rızasını beyan etmesidir. akade kelimesi, düğümledi demektir.
düğüme, ukde denir. sizin de bildiğini bir kelime; ukdeten bi'l lisanî / dilimdeki
düğümü çöz rabbbim, diyor musa aleyhisselam. aynı zamanda kendisinden daha
akıcı konuşan kardeşi hârun aleyhisselam'ı da yanına yardımcı istiyor. musa
aleyhisselam sert de bir insandır. kuyu başında iki yane kızcağızı görüyor. çobanlar
orada su dolduruyor, kızlar da hayvanları zapt etmeye çalışıyor. musa aleyhisselam
yanlarına varıyor, "siz niye hayvanlarınızı sulamıyorsunuz?" "bizim babamız yaşlı bir
insan, erkek kardeşimiz de yok. diğer çobanların arasına karışarak sulayamıyoruz.
onların sulamalarını bitirmelerini bekliyoruz. kalanıyla da biz sulayacağız." diyorlar.
musa aleyhisselam kovaları alıyor, hayvanları o suluyor. sonra sırtını bir ağaca dayıyor,
oraya oturuyor. "‫ير‬
ٌِ ‫ي منِ خَيرِ فَق‬
َِّ َ‫ " َربِ اني ل َمٓا اَنزَ لتَِ ال‬diyor. yabancı bir ülkede, bir ağacın
altında yapayalnız. "ya rab, sen bana ne verirsen ben ona fakîrim." diyor.
bir başka yerde daha ukde var; ِ‫ َومنِ شَرِ النَّفَّاثَاتِ في العُ قَد‬/ düğümleri üfkeyenlerin şerrinden'
diyor. bir tarafon rızasıyla, öbür tarafın rızası bir araya heldi ve düğümlendiyse, buna
akid diyoruz. nikah akdinde de böyledir. ancak nikahın diper akidlerden farklı vardır.
mesela alışverişte şahit şartı yoktur ama burada şahit şartı vardır. malikilerde ilan şartı
da vardır. esasen bir lsrt daha var; allah'ın adını anarak olma şartı. rasulullah
aleyhisselam veda hutbesi'nde, "kadınlarınız konusunda allah'tan korkun." diyor. iki
şeye vurgu yapıyor. birincisi; kadınların hukukunu yerine getirme konusunda. çünkü
bedenrn kadınlar, erkeklerden daha zayıftır. kaba güç, dünyanın ilk gününden son
gününe kadar geçerlidir. allah'ın verdiği gücün bir sınırı vardır. onu doğru yerde
kullanırsan ecir kazanırsın. yanlış yerde kullanırsan şer kazanırsın. son derece endamlı
ve güzel olan, zeydü'l hayr var. rasulullah aleyhisselam ona, "cenabı allah sende, llah
ve rasulü'nün sevdiği iki haslet yaratmış." diyor. ya rasulullah onlar nedir, diyor. "çok
güçlü bir yapı ve hilm (yumuşak huy)" güçlü insan, nazik ve mütevazı olursa, kıymeti
diğerlerinden daha büyük olur. bunun üzerine zeyd radıyallahu anh, "allah ve
rasulü'nün sevdiği hasketleri bende var eden'e hamd ederim." diyerek sevincini
vurgulamıştır. cenabı allah'ın adı anılarak kurulan nikahta böyle bir duygu vardır.
hukuku yerine getirin, diye vurguluyor aleyhisselam. ikincisi nedir? kadınlarınızı ve
kızlarınızı allah için koruyanlar olunuz. hayatın bütününe karşı koruyanlardan olun.
bunun arkasından, "siz onları, allah'ın adını anarak kendinize helal ettiniz." diyor
rasulullah aleyhisselam. yani; allah'ın adını anarak kurduğunu akdin gereğini yerine
getirin, allah'ın adını andığınızı sakın unutmayın, vurgusudur. bu aynı zamanda,
nikahlarınızı allah'ın adını anarak yapın, demektir. hakiki nikah, allah'ın adının anıldığı
nikahtır. ahid böyle verilir. çğnkü allah'ın haram kıldığı bir şeyi, kullsrın helal kılma yetki
ve salahiyyeti hiçbir devirde yoktur.
aileyi meydana getiren evlilik akdinde, ibadet manası vardır. çünkü aile, iffet, huzur,
sükûn, sevgi ve merhamet kaynağıdır. bunun için gayret edilmelidir. rum suresi 21.
ayette, "َِ‫ َومنِ ٰايَاتهِٓ اَنِ َخلَقَِ لَكُمِ منِ اَنفُسكُمِ اَز َواجِا ً لتَسكُـنُٓوا الَي َها َو َجعَ َلِ بَينَكُمِ َم َو َّدِةً َو َرح َم ِةً انَِّ في ٰذلكَِ َ َٰليَاتِ لقَومِ يَتَفَكَّ ُرون‬/
Onlara ısınıp kaynaşasınız diye size kendi türünüzden eşler yaratıp aranıza sevgi ve
şefkat duyguları yerleştirmesi de O’nun kanıtlarındandır. Doğrusu bunda iyi düşünen
kimseler için dersler vardır." buyuruluyor. bu ayet birden fazla inceliğe dikkat çekiyor.
ilki; aile, huzur ve sükûn yeridir ve böyle olması için çalışılmalıdır. bir insana evi dar ise,
dünyası dar olur. onun için ailelerin huzır yuvası olması gerekir. bir incelik daha var.
çoğu kez, gelen emirler, direkt emir olarak değil de işaret olarak gelirler. ayette
geçen mevedde, karşılıklı sevgi demektir. şefkat, hukuka riayet demektir. çünkü
şefkat, karşı tarafın huzuruna riayet etmekle gerçekleşir. bu şu demek; ailenizi karşılıklı
sevgi üzerine,hukuka riayet, şefkat ve merhamet üzerine kurarsanız, o huzur ve
sükûnu o zaman yakalarsınız. ve bunun üzerine düşünürseniz, nice hikmetler
olduğunu görürsünüz. çok defa eşler, belki bir yıl belki de birkaç ay evvel birbirlerini
tanımazlar. yuva kurulduktan sonra, birkaç ay evvel birbirini tanımayan iki insan,
birbirlerinin en yakını oluyorlar. bu sayede yeni nesiller, yeni şehirler birbirlerini
tanıyorlar. rasulullah aleyhisselam'ın annesi, medinelidir. rasulullahbaleyhisselam 6
yaşlarındayken, annesiyle birlikte dayı tarafına gidiyor. yeni akrabalrını görmüş
olmanın sevincini yaşadığını, rasulullah aleyhisselam'ın sözlerinden anlıyoruz.
medine'ye hicret ettiğinde, "neccaroğulları'nın çocuklarıyla şurada oynamıştık.
şuradaki hurmalıktaki havuzda yüzmüştüm." yine annesini, babasının kabri başında
gözyaşı dökerken görmüştür. yüreğinde derin izler bıraktığını hissediyoruz. daha sonra
dönüşte annesini de kaybetmiştir. küçğk yüreğinde hangi rüzgarlar esti bilemiyoruz...
rasulullah aleyhisselam'ı kucaklayarak dedesine getiren, ümmü eymen'dir. siyahîdir.
henüz çocukluktan genç kızlık çağına geçmek üzeredir. rasulullah aleyhisselam'ı çok
kucağında gezdirmiştir. rasulullah aleyhisselam bir ömür boyu ona hürmet ve yakınlık
göstermiştir. rahmet peygamberi olsun diye, rasulullah aleyhisselam'ı böyle bir
ortamda yetiştirmiştir allahu teala. sizler bu bağları kaldırırsanız, aileyi her şeyiyle
yıkarsınız. yıllarca bunun için çalışılmıştır. aileyi çökertmeye çalışmışlardır. neden?
çünkü bir insan, gücünün yetmeyeceğini bilse bile ailesini korumak için herkese karşı
gelebiliyor. aile kıymetlidir. kadına da onur ve şahsiyet kazandırır, erkeğe de.
Evlilik Öncesi (Sözlülük veya Nişanlılık Devresi)
-evlilik akdi de diğer akidler gibi, karşılıklı rızaya dayanan bir akiddir. ancak yapısı ve
manasıyla diğer akidlerden farkları vardır. insan hayatına tesiri de diğer akidler gibi
değildir. bu sebeple akid öncesinde düşünme ve hazırlık devresinin olmasında fayda
vardır. taraflar ve aileler bu zamand iliminde birbirini daha iyi tanımakta ve hazırlıklar
yapılmaktadır. bazen ilk hissiyatla konuşulamayan noktalar vardır. evliliğe örf ve adet
farkı bile tesir eder. bir yuvanın saadeti, sadece o aileyi oluşturacak karı kocanın
saadetiyle sınırlı değildir. anne babanın geçimleri, ailelerin tanışmaları da tesir eder.
her iki tarafın da birbirini istemesinin yuvaya güzel bir tesiri olur. yaş açısından erkeğin
daha büyük olması, maddi açıdan erkeğin daha güçlü olması, otorite açısından
erkeğin daha güçlü olmasının tesiri vardır. hâdîce validemiz radıyallahu anh,
rasulullah aleyhisselam'dan yaş ve maddi olarak daha büyüktü. birçok
dezavantajlarla başlayan bir aileydi ama hiçbir sıkıntı olmadı. bu, rasulullah
aleyhisselam'ın olgunluğu, hâdîce validemiz'in zekası, vefası ve olgunluğu
satesindedir. dille destan olacak niteliktedir esasen. rasulullah aleyhisselam 40 yaşına
yaklaştığında tuhaflıklar görülmeye bailıyor. bunları biliyoruz. bu devrenin içerisinde
hâdîce validemiz'in bir kere bile "sana ne oluyor?" dediği bilgisi bize ulaşmıyor. bütün
bunlar tamamlanınca dediği ney? "ben seni şmyle şmule bir insan olarak tanıyorum.
senin gibi bir insama cin şeytan musallat olamaz ya muhammed.. yaşananların hayır
olduğuna inanıyorum." gelip üzerini örterken bile bir şey sormuyor, uyandıktan sonra
soruyor. ilk iman eden oluyor. bütün fedakarlıkları sergiledikten sonra bu dünyadan
gidiyor. o, islam'ın zafer dolu günlerini hiç görmemiştir. tanıyarak eksiğini görmek
değil, ben bu şsrtlarda yuvamı nasıl kurabilirim, nasıl anlayış gösteririm diye
düşünülmelidir.
taraflar bu devrede birbirlerini eş adayı olarak görse de henüz nikah akdi
yapmadıklarını, sözlülük ve nişanlılık devrelerinin bağlayıcı olmadığını
unutmamalıdırlar.
bu devrede;
1) evlilik için uygun olmadıklarını anlayan nişanlılar ayrılabilirler.
2) nişanlılık devresinde maddi zarar gmren tarafın zararları, zarar veren tarafından
karşılanmalıdır.
3) nişanlılar, mahremiyet bakımından birbirlerine yabancı sayıldıklarını
unutmamalıdırlar. onun için de mahremiyet çizgilerini çiğnemeye dikkat etmelidirler.
kapalı bir odada başbaşa kalmaları doğru değildir, taraflara zarar verir. ayrılık
halinde kız tarafının göreceği zarar daha büyüktür. kaç ay gezdi dolaştı sonra ayrıldı,
gibi laflarla leke getirir. bu, ayrı bir hukuk oluşturmaz. bu devrede fazla görüşüp
bulışmak, kişinin lehine değil aleyhinedir. bir istatistiğe vurulduğunda, karşı tarafa
verilen yanlış bilgiler, verilen doğru bilgilerin en az 5, 10 katıdır. bu devrede tabii
davranılmaz, her şey anlayışla karşılanır. ünsanların ahlakî yapısı, şahsi karakteriyle ilgili
bilgiler; yaşadığı çevre, arkadaşları, okuduğu okul vb. gibi yerlerden öğrenilir. buluşup
konuşarak öğrenilmez. görülme noktasında ne kadar hukuka riayet edilirse, o kadar
hayırlı olur.
4) evlilik arzu ve temennisi ile verilen hediyeler, ziynet eşyası, nişanın bozulması
durumunda iade edilmelidir.
5) kullanılan ve iadesi mümkün olmayan hediyeler, karşılıklı hoş karşılanmalıdır. sayıp
dökmek yerine helalleşilmelidir. güzel dileklerde bulunulmalıdır. küslüğü devam
ettirmenin manası yoktur.
6) ayrılan taraflar sonraki günlerde birbirlerini kötüleyici, yaralayıcı, insanların gözünde
küçük düşürücü tavır almamalıdırlar.
-nikah akdinin rükünleriyle devam edeceğiz.
54. Ders -Nikâhın Rükünleri, Şartları ve Hükümleri-
-hanefiler faima kestirmeden gider. nikah akdinin rükünleri; icad ve kabul, şartları;
şahitlerdir. böyle derler. bütün akidlerde ilk teklife icab denir. ilk teklifi kim yaparsa
yapsın icab denir. bu teklifin kabulüne de kabul diyoruz. nikahın rükünlerinde icab ve
kabul var ise, bu teklifi yapan da vardır, bunu kabul eden de vardır. nikah akdinin
rükünlerinin başında tafaflar yer alır. tarafların birisi kadın, birisi erkektir. birisinden icab,
diğerinden de kabul gelir. genelde âdâba uygun olan, ilk tekligin erkekten
gelmesidir. diğer taraftan gelmesi de mümkündür. ömer radıyallahu anh, hafsa
validemiz'i teklif etmiştir mesela. hâdîce validemiz, rasulıllah aleyhisselam'ın methini
duymuştur. maddi durumu da iyidir. kureuşte de çark daima ticaretle döndüğü için,
kendisine güvenilir bir tacir arıyor. sermayesi var ama kadın olduğu için uzun
yolculuğa çıkamıyor. bu yolculıklar bazen bizans derinliklerine kadar uzanır.
ammuriye, yani bugünki afyon sınırlarına kadar ulaştığını biliyoruz. bu, aylar süren bir
yolculuktur. dolayısıyla uygun insan gerekir. sermaye hadîce validemiz'den, ticaretin
geliri de ortak olacak şekilde rasulullah aleyhisselam'la anlaşılıyor. buna, mudarebe
ortaklığı denir. böylece rasulullah aleyhisselam, kuzeye doğru yola çıkıyor. hâdîce
validemiz, rasulullah aleyhisselam'ın yanına meysere'yi gönderiyor. bu ticaret hem
çok kârlı olmuştur, hem de insanlarla kolayca iletişim kurdığunu ki rasulullah
aleyhissrlam utangaçlığı ile tanınır, buna rağmen sıcak irtibat kurduğunu, gönülleri
çabuk ısındırdığını, çok karlı ticaret yaptığını, bunun yanında bu insanın aleyhisselam- şimdiye kadar kimsede görülmemiş kadar güzel bir insan olduğunu
anlata anlata bitiremiyor meysere. ticaretteki dürüstlüğü, yanında çalışanlara
muamelesi, meysere'yi hayran bırakmıştır. hâdîce validemiz, rasulullah aleyhisselam'ı
bu tönüyle de tanıyınca, teklif hâdîce validemizden gitmiştir. bu yuva, tarihin nasir
gördüğü, çile içindeyken bile saadetle dolan bir yuva olmuştur.
-erkek tarafı, kadın tarafı, rızaları ve rızalarının beyanı. buna da irade beyanı diyoruz.
-nikahın bir de şartları vardır. ilk dilimine, in'ikâd şartları diyoruz. kelime, akade'den
geliyor. akdin gerçekleşmesi de diyebiliriz. bunlardan birincisi; ehliyettir. nikah akdi
yapacak taraflar veya onlara velayet yahut da vekalet edecek olanların, tam
ehliyet sahibi olmaları gerekir. ümmü habibe annemiz, ebu süfyan'ın kızıdır. mekke'de
sataşmaların hedefinde olanlardandır. babası kureyş'in lideri olmasına rağmen kızı
nasıl sataşmalara hedef oluyor? babası müsaade ettiği için. bu yüzden habeşistan'a
hicret etmişlerdir. onun beyi ubeydillah, önceden hristiyandır. oraya varınca
dindaşlarını bulmuştır ve yeniden hristiyanlığa dönmüştür. kendi kanaatimce bunun
sebebi, içki alışkanlığıdır. ümmü habibe annemiz rüyasında, kocasının denizdeki
dalgalar aeasında boğuştuğunu, sonra da batıp gittiğini görmüştür. korkmuştur.
sonradan da zaten kocası hristiyanlığa dönmüştür. ümmü habibe'yi de hristiyanlıpa
zorlamıştır. hatta tehdit etmiştir. ya hristiyan olursum ya da bu evlilik burada biter,
demiştir. imanına sarılmış ve kocasından ayrılmıştır. kıcası çok geçneden alkol
komasından ölmüştür. diğer mü'minler ümmü habibe' sahiplenmişlerdir. koruyup
kollamışlardır. yavrusuyla beraber, habeş diyarında yapayalnız kalmıştır. ümmü
habibe bir rüya daha görüyor. rüyasında kendisine, "mü'minlerin annesi!" diye
sesleniliyor. içi çok huzurlu oluyor. çok geçmeden kapıda, necaşi'nin cariyesi
ebrehe'yi görüyor. ebrehe kendisine, rasulullah aleyhisselam'ın evlilik teklif ettiğini,
eğer kararı olumluysa yerine vekil tayin etmesi gerektiğini söylüyor. ümmü habibe,
üzerinde ne kadar ziyneti varsa çıkarıyor ve ebrehe'nin kucağına dolduruyor. ebrehe
de sevinçle görüyor. daha sonra rasulullah aleyhisselam adına vekaleti necaşi
almıştır. ümmü habibe de dayı tarafından akrabasını tayin etmiştir. dolayısıyla nikah
akdini necaşi ile ümmü habibe'nin akrabası yapmıştır. nikahları necaşi'nin sarayında
kıyılmıştır. mehri de necaşi vermiştir. ebrehe'nin elindeki ziyentleri görüyor necaşi.
durumu anlatınca ebrehe, o ziynetleri geri vermrsini söylüyor ve aynısından
alacağına söz veriyor. o da ümmü habibe'nin yanına gidiyor. ümmü habibe sevinçle
ayağındaki halhali de çıkartıp verecekken, ebrehe durumu anlatıypr ve ziynetleri geri
veriyor. böylece ümmğ habibe gelin olarak habeşistan'dan medine'ye gitmiştir.
dolayısıyla kadına da erkeğe de vekil olunabiliyor. ama rıza beyanı yapanlar, ehliyet
sahibi olacaklar.
2) icab ve kabulde meclis birliği olacak. icab ve kabul, aynı mescidde, taraflardan
birinin akidden vazgeçtiğini ifade eden söz veya davranışı olmadan
gerçekleşmelidir.
3) şer'i engel olmayacak. bu maniler kaynaklarımızda, el muharremât fi'n nikâh diye
adlandırılır. nisa suresi'ndeki ayet, evliliği haram olanların %90'ından fazlasını ifade
eder.
4) uygun olmayan şart bulunmayacak.
5) nikah akdi, geciktirici veya bozulmaya sebep olavak şartlar taşımamalı. mesela,
ben dana bu evi satıyorum ama içinde oturmayacaksın, gibi. "ben evet diyorum
ama annem babam razı olursa evet." bu, gönüllü olduğunu beyandır ama geçerli
değildir. nikah akdini oluşturmaz. 'askerliğini yaparsan' mesela. bunlar temenni ve
meyli gösterir ama nikah akdini oluştırmaz. bu nevi geciktirici veya feshe sebep olucu
şartlar olmayacak. bunlar in'ikâd şartlarıydı.
-bir de nikah akdinin sıhhatinin şartları vardır. bunda da 1. madde, evlenme
manilerinin bulunmamasıdır. evlenilmesi haram olan, haramlığında şüphe bulunanlar
ile başkasından iddet bekleyen kadınla evlenilemez. süt kardeşliği şüphesi varsa uzak
durulmalıdır. rasulullah aleyhisselam'a bir delikanlı gelmiştir. "ya rasulullah, tam nikah
akdi kıyılacakken bir kadın geldi, ben ikinizi de mezirmiştim, dedi. bu kadını kimse
tanımıyor. doğru mu yalan mı belli değil." rasulullah aleyhisselam, hayır bir kere söz
söylendi, diyor. böyle bşr vehm ortaya atıldıysa, yalan söylüyorsun demek hakkımız
da yok. böye bir şüphe girdiyse, hayır diyor.
kocasını bir sebeple yitirmiş kadın, iddet bekler. iddet süresibdeki kadınla evlenmek
caiz değildir.
2) velinin izninin olması. ebu hanife ve ebu yûsuf'a göre; erg3nlik çağında olan bir kız,
kendi irade ve beyanıyla evlenebilir. imam ebu hanife vr imam ebu yusuf'a göre;
ergenlik çağına girmiş bir kızın, velisi olmadan, kendi iradesiyle rızasını beyan ederek
yaptığı nikah geçerlidir. imam malik ve imma şafii'ye göre; kafınlar, velilerinin izni
olmadan evlenemez. çünkü rasulullah aleyhisselam, "nikah ancak velinin izniyle
gerçekleşir." peki neden ebu hanife ve ebu yısuf bu kanaattedir, hadise muhalefet
değil midir? hanefiler şöyle düşünüyor; ergenlik çağına girniş bir insan, ev satın
alabiliyor. yaptığı akid geçerlidir. kendisiyle ilgili akid neden geçersiz olsun?
dolayısıyla bu akdi geçerli olmalıdır. eğer bir genç kız, bu şekilde bir akidle
evlenmişse, biz onu zina mı yaptı sayacağız? bu tarafı çok tehlikeli. o zaman şöyle
diyor; rasulullah aleyhisselam'ın muradı bu olmasa gerektir. o zaman murad nedir?
velinin rızası değerlidir. akidlerinizi sakın velinin rızası olmadan yapmayın. evlilik saadeti
bununla gelir, huzur bununla gelir. velinin izninin kıymetini son derece vurgulu bir
şekilde ifade eden bir hadis olabilir. tıpkı, namaz ancak fatiha'yla geçerlidir'de
olduğu gibi. rasulullah aleyhisselam bazen bu vurguyu kullanıyor. bu açıdan çok
değerlidir. doğru olan bir nikah, velinin izninin ve kızın rızasının olduğu bir nikahtır. bu
nevi bir nikah akdinde, aile saadeti ve huzur daha çok yakalanır. bir veli, kızını, kızının
razı olmadığı birisiyle evlendirmemeli; kız da velisinin razı olmadığıyla evlenmemelidir.
günümüzde islami şuur yerine başka türlü şeyler aranmaya başladı ama temel
prensip budur. dolayısıyla bu hadisi hanefiler böyle değerlendiriyor. ama hem hadisin
gerçekleşmesi açısından, hem de evliliğin, diğer imamlara göre de gerçekleşmesi
açısından, velinin izni bulunmalıdır. nikah, şer'î nikahtır, öbürü deftere kayıttır. bu
gerçeği de unutmayınız.
3) şahit veya ilan şartı vardır. günümüzde, 'zaten düğünü herkes biliyor. düğündekiler
şahit sayılır. ayrıca şahide gerek yoktur.' deniyor. rasulullah aleyhisselam, "şahitsiz
nikah geçerli değildir." buyuruyor. buna binaen cumhur, yani hanefiler, şafiiler ve
hanbeliler, nikah akdinin şahitler önünde yapılması gerektiği kanaatindedir. şahitler
ya iki erkek ya da bir erkek iki kadın olmalıdır. en azı budur. kadınlar neden 2?
hanınlar, canının istediğini unutur, canının istemediğini hiç unutmaz. mesele buradan
kaynaklı :) duygusaldır da aynı zamanda. kafasının tası atarsa her şeyi söyler. cenabı
allah üstünlüğü takvaya veriyor. bunda şüphe yok. ama kuvvette erkek üstündür.
َ ً‫صالِّحِا ً م ِّْنِ ذَكَرِ اَ ِْو اُِنْ ٰثى َوه َُِو ُمؤْ مِّنِ فَلَنُ ْحيِّيَنهُ َحيٰوِة‬
renk algılamada kadın üstündür. " ‫طيِّبَ ِةً َولَنَ ْج ِّزيَن ُه ِْم‬
َِ ‫ع ِّم‬
ِْ ‫َم‬
َ ‫ن‬
َ ‫ل‬
/ َِ‫ن َما كَانُوا يَعْ َملُون‬
ِِّ ‫س‬
َ ‫ اَ ْج َرهُ ِْم بِّا َ ْح‬Erkek olsun kadın olsun, kim inanmış bir insan olarak dünya ve
âhirete yararlı işler yaparsa kesinlikle ona güzel bir hayat yaşatacağız ve böylelerinin
ecirlerini de muhakkak surette yapmış olduklarının daha güzeliyle vereceğiz."
buyuruyor ayette. mesela 10 tane adam, bir adamı evire çevire dövüyor. adam belki
de dövülmeyi 500 kere hal eden bir iş yaptı. ama kadın, fıtraten, bakar ve dövülen
adama acır. böyle bir yapı vardır.
şahitler, ehliyet sahibi olmalıdır ve müslüman olmalıdır. evlenec3k kimseler ehli kitap
ise, ebu hanife ve ebu yusuf'a göre; şahitleri de ehli kitap olabilir. bu insanlar islam
mahkemelerine müraxaat ederlerse, hristiyanların veya yahudilerin şahitliğini muteber
sayacak mıyız? itirazlar da buradan geliyor. ebu hanife, kendi dinlerinden olan
insanların evliliğine şahitlik edebilirler, diyor. bununla sınırlandırıyor. eğer kendi dinleri
gereği nikahları geçerli değilse, o xaman kabul edilmiyor. müşriklerin, mecusilerin vs.
kendi aralarındaki nikah, nikah kabul ediliyor. ancak mecisler ve zerdüşlerde bir
başka sıkıntı var; kendi kardeşleriyle ve anneleriyle evlenebiliyorlar. böyle bir bela ve
musibetleri var. bu reddediliyor. rasulullah aleyhisselam, karı koca beraner müslüman
olmuşsa onlara yeniden nikah kıymamıştır. ömer radıyallahu anh'ın eniştesi said ibni
zeyd radıyallahu anh, fatıma binti hattab annemizle berabet msülüman olmuştır ve
yeniden nikah kıyılmamıştır. rasulullah aleyhisselam'ın kızı zeyneb radıyallahu anh ile
ebu'l a's'ın nikahı da devam etmiştir. kitaptan da örnek var; " ُ‫عنْه‬
َ ‫تَبتِْ يَ َدَٓا اَ ۪بي لَ َهبِ َوتَبِ َمَٓا اَ ْغ ٰنى‬
َ ‫سيَص ْٰلى نَارِاً ذَاتَِ لَ َهبِ َوا ْم َراَتُهُِ َحمالَةَِ الْ َح‬
‫سد‬
ِْ ‫بِ ف۪ ي ۪جي ِّدهَا َحبْلِ م‬
َِ ‫س‬
ِّ ‫ط‬
َ ‫ِّن َم‬
َ ‫ب‬
َ ‫ " َمالُهُ َو َما َك‬ebu leheb'in hanımı, ifadesi
geçiyor. ikisi de saldorgan mülriklerdir ama hanımı diyor ayet. âsiye annemiz için de
"firavunun hanımı" ifadesi geçiyor.
imam malik de düğünün ilanı şarttır, duyurulduğuna ve herkes tarafından bilindiğine
göre, akid yapılan mescidde ille de şahitlerin bulunması şart değildir, diyor.
her mezheb kendi içerisinde bir bütündür ve kendi boşluklarını kendisi kapatır. eğer siz
zikzak çizmeye kalkarsanız, ebu hanife de ilan şartı, imam malik'te de şahit şartı
yoktur, derseniz ve gizli evlilikler başlarsa, karşılığında büyük vebal gelir. islam'da
ciddiyetsizlik ve neseb bozuklukları ortaya çıkar.
4) nikah akdinin ikrah altında olmaması. ikrah; yapabilecek gücü olanın, yapma
ciddiyeti taşıyanın, birisini ölümle veya âzâ kaybıyla tehdid edilmesine denir. bu,
mülci ikrahtır. ikrah altında yapılan nikah, cumhura göre fasittir. hanefilerse geçerlidir
diyor. doğru değildir, icbar eden günahkardır. ama hanefiler duruma öbür taraftan
bakıyorlar; bir kızcağız ikrah altında nikahı kabul etti, biz bunu zâniye (zina eden
kadın) mi kabul edeceğiz, diyorlar.
evlilik akdi, bağlayıcı bir akiddir. tarafların muhayyerlik hakkı yoktur. boşanma akdi,
akdi iptal etmek değil, yeni bir akiddir. muhsyyerlik yoktur ne demek? kabul ve
reddetme, vazgeçme hakkı demektir. islam hukukunda birkaç açıdan vardır. alışveriş
akdinde kusurlu mal çıktıysa iade hakkı vardır. bunu iade almama hakkı yoktur.
kusurlu olduğunu bilerek aldıysam ve geri geirdiysem, iade hakkım yoktur. islam'da bir
de görme muhayyerliği vardır. görülmeden bir mal satın alınmış. mal gelmiş ama
görünce adam malı beğenmemiş. görmek çok şey değiştirir. hiçbir tarif görmenin
yerini tutmaz. gördüğünüz zaman vazgeçme hakkınız vardır. buna, hıyaru'l ru'ye
deniyor. böyle bir muhayyerlik hakkı var. bütün bu haklar nikahta yoktur. sen defolu
çıktın, diyemez. bu nevi şeyler, insan onurunu zedelemektir. nikahın diğer akidlerden
farklarından bir tanesidir. bunun için nişan evresi vardır zaten.
-sahih nikah akdinin gerektirdiği hükümler:
şartları tamam olan bir evlilik, hukuken geçerli bir evliliktir. böyle bir evlilik;
a) zifafı helal kılar.
b) mehir ve nafaka hakkı gerektirir. birçok alim, mesela hanefiler, mehri nikah
rükünlerinden sayıyor. ama akid anında mehirden söz edilmese de bu nikah
geçerlidir. mehri allah koymuş, kul bunu akidde zikretmese bile vardır, diyorlar. eğer
akidde zikredilmezse; mehri misil vardır. yani akranları ne kadar mehir aldıysa, o kadar
mehir de buna konulur. kendi aralarında başka türlü anlaşırlarsa da kabuldür. evlilik
akdi gerçekleştiği an, mehir hak edilmiş olur. akid yapıldıktan sonra, zifaf olmadan
boşanma gerçekleşirse, mehrin yarısını vermek zorundadır. nikah akdini kız bozarsa
vermeyebilir. zifaf ve halvetten sonra mehrin tamamı hak edilir.
nafaka hakkı; evlilik akdi gerçekleştiği an, ailenin nafakası, kocanın üzerinedir. aileye
bakma konusunda islam, erkeği mükellef kılıyor. erkeğin yaratılışı da buna uygundur.
kadının fıtratı ise dış dünyaya çok fazla uygun değildir. evin erkeğinin, çocuklarının,
evin duvarlarının, perdelerinin kadına ihtiyacı vardır.
c) evliliğe dayalı sıhrî hısımlık doğurur. evlilik yoluyla gelen akrabalık oluşturur yani.
ç) mahremiyet oluşturur. (kayınoeder ve kayınvalide ile mahremiyet oluşması gibi)
d) bu evlilikten doğan çocukların nesebi sahih olur.
e) karşılıklı miras hakkı doğar.
55. Ders -Evlenme Manileri-
-nikah akdinde veli denilince kim anlaşılır? evlemdirme yetkisine sahip kişi anlaşılır.
veli, ana hatlarıyla ikiye ayrılır.
1) hususi veli: velayeti altındaki kimseyi evlendirme hakkına sahip olan akrabadır.
akrabadan kast edilen de asabedir. asabe, en çok üç yerde geçer; nikah
velayetinde, hatayla insan öldürmede ve mirasta geçer. buradaki asabenin tarifi;
araya kadın girmeden silsilesi devam eden erkek akrabadır. bir kızın babası, dedesi,
amcası, kardeşi, amca oğlu asabedir. araya hanım giren tarafa, zevi'l erhâm ifadesi
kullanılır. sıralamaları, miras hukukunda olduğu gibidir (yakın olan, uzak olanı
devreden çıkartır.) hanefilere göre; asabe olan veli yoksa, salahiyyet zevi'l erhâma
(anne tarafında alrabaya) geçer. mesela dayı, zevi'l erhâmdır.
2) umumî veli: devlet vaşkanı veya onun adına hareket eden kadı/ hakim. rasulıllah
aleyhisselam, "velisi olmayanın velisi benim." buyuruyor. devlet başkanı olarak bu
velayeti üstlenmek zorundadır. daha sonra emri altındaki kadılara intikal ettirir. velisi
olmayanın elinden tutarlar, mesuliyeti onlar üstlenirler.
-denklik (kefâet): küfuv, denklik demektir. normalde insanlar, kul olarak denktirler.
bakış açısına göre değişir. zengin ve fakir, parasal olarak denk değildir ama insan
olma açısından denktirler. allah katındaki kıymeti açısından bakarsan, hangisi
muttakîyse o daha üstündür. bir insanın kadın, erkek, siyah, beyaz, rütbeli vs. olması,
dünya hayatıyla ilgili farklılıklardır. ama allah katındaki farklılık, takvaya göredir. hayat
şartları açısından het insan denk değildir. herkesin boyu aynı değildir mesela. kırfaki
çiçekler kadar insanlar da farklıdırlar. hayat böyle olunca dengelidir. ne buyuruluyor?
"allah, sizin şekillerinize bakmaz, mallarınıza bakmaz; kalplerinize ve amellerinize
bakar. üstünlük onunladır." bunun yanında dünya hayatı içerisinde bir hiyerarşi olmak
zorundadır. dağ başında bir kulubede yaşayan bir kadın, heğimizden daha takvalı
ve daha çok ecir sahibi olabilir. bunun hiçbir mü'min inkar edemez. bu gerçek böyle
olmakla beraber, evlilik hayatında küfuv önemlidir. karşılıklı denge olmazsa, sıkıntılar
çekilir. şu anda zikredeceğimiz ana hatlardır.
kefâette; soy, müslğman oluş, dindar oluş, hürriyet, servet, meslek itibara alınır. bir
insanın asaletine bakılır, müslüman olup olmamasına bakılır, dindar oluşuna bakılır.
günümüzde kölelik olmadığı için hürriyetin üzerinde durmuyoruz. berîre isimli bir köle
kadının, efendisiyle mükâtebe anlatlaşması yaptığı ve parayı ödemekte zorlanınca
aişe validemiz radıyallahu anh'ın ona yardım ettiği kaynaklarımızda vardır. bu tip,
hürriyetini kazanmaya çalışan insanlara zekat verilebilir. aişe validemiz de çok
cömerttir. cömertliği ırsîdir, babası ebu bekir radıyallahu anh'tır çünkü. ve aişe
validemiz, inanılamayacak derecede açık sözlüdür. zeyneb validemiz'in kendisinden
daha cömert olduğunu söylüyor. içimizde en güzel yemek yapan safiye idi, diyor.
rasulullah aleyhisselam, aişe validemizin yanında. safiyye validemiz de âişe yemekle
uğraşmasın diye onlara yemek gönderiyor. âişe validemizin damarı atıyor, tabağı
kırıyor. rasulullah aleyhisselam kızmıyor. bu hadiseyi bize enes radıyallahu anh
anlatıyor. "rasulullah aleyhisselam kulağıma eğilip, "anneniz kıskandı." dedi." diyor.
öfkesi yatışınca, rasulullah aleyhisselam, "tabağını öde." diyor. gerisini aişe
validemizden dinliyoruz. tabakların en güzelini seçip ona gönderdim, o çok güzel
yemel pişiriyordu, diyor. hadise bu şekilde. neticede aişe validemiz, berîre'yi
hürriyetine kavuşturuyor. efendisi, velâ hakkı bana ait olacak, diyor. yani velayetinin
kendisine ait olmasını istiyor. kölelerin buna ihtiyacı vardır. hayatın içerisine pat diye
salıverirseniz ne yapacağını şaşırır. bu yüzden islam hukukunda, azad edilenle azad
eden arasında velâ hukuku diye bir bağ vardır. efendisi böyle bir şart koşuyor. aişe
validemiz de istiyor ki kendisine ait olsun. rasulullah aleyhisselam'a şikayet ediyor aişe
validemiz. rasulullah aleyhisselam, "velâ şart koşmakla olmaz. velâ, azad etmekle
olur." yani aişe validemiz azad etti, dolayısıyla velayeti de ona ait olmalı. bu
haidsenin öbür tarafı da şudur; berîre köle iken, kendi rızasının dışında biriyle
evlendirilmiştir. hür olduktan sonra, kocasıyla evliliğini devam ettirmemeyi seçtiğini
ilan etmiştir. berîre'nin kocası, rasulullah aleyhisselam'a gelmiştir ve "ya rasulullah. ben
berîre'yi çok seviyorum. senin hatırını kıramaz. sen söyle de evliliği devam ettirsin."
demiştir. rasulullah aleyhisselam, "berîre, bu insan seni çok seviyor. istersen evliliğini
devam ettirmeyi seç." diyor. berîre, rasulullah aleyhisselam'a soruyor, "ya rasulullah.
bu bana emir mi, tavsiye mi?" rasulullah aleyhissrlam, "berîre, böyle bir konuda emir
olmaz. bu insanın sana düşkünlüğüne baktım. evliliğini devam ettiresin arzu ettim.
kendisi de benden rica etti. bu ancak tavsiye olur." diyor. berîre'nin cevabı, "ya
rasulullah, o zaman evliliğin drvamını seçmiyorum, kendimi seçiyorum, hürriyetimi
seçiyorum." diyor. ve rasulullah aleyhisselam hiçbir şey demiyor. dayatmıyor,
tavsiyesini veriyor, sözü tutlmayınca da darılmıyor. ibretlik bir hakikattir.
sıy bağı, dindarlık önemlidir. farklı düşüncelerdeki insanların birbirlerine uyum
sağlaması çok zor bir hadisedir. insanların düşünceleri değişir ama şahsiyetleri ve
bakış açıları kolay kokay değişmez. ben bunu evlendikten sonra değiştiririm, kim
diyorsa hata ediyor. karakter ve şahsiyetler çok zor değişir. karaketer bir papuç gibi
değildir ki ayağından çıkarıp atasın. belki büyük uğraşlarla, basamak basamak
değiştirebilirsin.
meslek de öenmlidir. kıcanın mesleği, hanımın da mesleği gibi oluyor. eğer kocası
itibarlıysa, hanımı da öyle oluyor gibi geliyor. meslek tesir ediyor. allah katında daha
değerli olmayı gerektirmiyor ama bazı meslekler, yaptığı işle islam'a hizmeti birleştirmiş
mesleklerdir. bu meslekte olup da adamın kendisi yamuk olursa, hiçbir şey ifade
etmez elbette. helal lokma, az bile olsa helale kanaat ederek yaşama, allah'ın
emrettiği gibi yaşama, büyük bir meziyettir. bunu yapan bir demirci, kendisinden çok
daha rütbeli birinden daha hayırlı olur ve daha çok ecir alabilir.
örf ve aile uygunluğu da var. şu kadar ana hattın içerisine eklenmesi gereken bir şey
daha var; tahsil dengesidir. kadın, erkekten daha tahsilliyse sıkıntı başladı yine. bu
denge önemlidir. kadın anlamayınca, erkek ona anlatıyor. ama erkek anlamayıp da
kadın iyice kavrayıp anlarsa, kocasına bunu anlatırken, kacasının zekası ve tahsil
durumu anlamakta zorluk çekiyor. bu sefer gözünde değer kaybediyor ve gerisi de
ona göre geliyor.
Evlenme Mânileri:
-evlenme manilerini iki başlık altında toplamak mümkündür.
a) ebedi haram olanlar
b) geçici haram olanlar
ebedi haram olanlar: bununla ilgili ayet, nisa suresi 23. ayettir. " ‫ع َليْ ُك ِْم اُم َهاتُ ُك ِْم َو َبنَاتُ ُك ِْم‬
َ ِْ‫ح ُِّر َمت‬
‫ه‬
ُ ْ ُِ‫خ َوبَنَات‬
َ ْ ُِ‫َالتُكُ ِْم َوبَنَات‬
َ ‫عماتُكُ ِْم َوخ‬
‫سَٓائِّكُ ِْم َو َربََٓائِّبُكُ ُِم‬
ِِّ ‫ال ْخ‬
ِِّ ‫ال‬
َ ‫ضا‬
َ ‫ضعْنَكُ ِْم َواَخ ََواتُكُ ِْم ِّمنَِ الر‬
َ ْ‫ت َواُم َهاتُكُ ُِم الت۪ َٓي اَر‬
َ ‫َواَخ ََواتُكُ ِْم َو‬
َ ِّ‫ع ِِّة َواُم َهاتُِ ن‬
ْ
ْ
‫ه‬
َ
ُ
ُ
َ
ُ
ْ
ُ
ْ
َ
َ
‫ن تَ ْج َم ُعوا‬
ِْ َ‫ِّن اَص َْال ِّبكُ ِْم َوا‬
ِْ ‫ل اَبْنََٓائِّكُ ُِم الذ۪ ينَِ م‬
ُِ ِّ‫علَيْكُ ِْم َو َح َٓ َالئ‬
ِ
‫ح‬
‫َا‬
‫ن‬
‫ج‬
ِ
‫َال‬
‫ف‬
‫ن‬
ِ
‫ه‬
‫ب‬
ِ
‫م‬
‫ت‬
‫َل‬
‫خ‬
‫د‬
‫ُوا‬
‫ن‬
‫و‬
‫ك‬
‫ت‬
ِ
‫م‬
‫ل‬
ِ
‫ِّن‬
‫ا‬
‫ف‬
‫ن‬
ِ
‫ه‬
‫ب‬
ِ
‫م‬
‫ت‬
‫َل‬
‫خ‬
‫د‬
‫ي‬
۪‫ت‬
‫ل‬
‫ا‬
ِ
‫م‬
‫ك‬
‫ئ‬
‫َٓا‬
‫س‬
‫ن‬
ِ
‫ِّن‬
‫م‬
‫ُوركُ ِْم‬
ُ
َ
َ
ِّ
ِّ
َ َ
ْ
ِّ ‫الهت۪ ي ف۪ ي ُحج‬
ِّ ِّ ْ
ِّ ِّ ْ
ُ َ
ْ
ً
ً
َ
ُ
/ ‫غفُورِا َر ۪حيمِا‬
َ َِ‫للا كَان‬
َِ‫ف اِّنِ ه‬
َِ ‫سل‬
ِِّ ‫ بَيْنَِ ال ْختَي‬Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız,
َ ‫ْن اِّلِ َما قَ ِْد‬
teyzeleriniz, erkek kardeşin kızları, kız kardeşin kızları, sizi emziren analarınız, süt
bacılarınız, eşlerinizin anaları, kendileriyle birleştiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde
bulunan üvey kızlarınız size haram kılındı. Eğer onlarla birleşmiş değilseniz (evliliğiniz
son bulduğunda) kızlarını almanızda size bir sakınca yoktur. Kendi sulbünüzden olan
oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi birden almak da size haram kılındı; ancak geçen
geçmiştir, Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir." ebedi haram olanları da şöyle
özetlemek mümkündür;
1) kan hısımlığı sebebiyle (hurmetu'l garâbe);
a) usul: baba, dede, ana, babaanne, anneanne. bir insanın yukarıya doğru giden
soy silsilesine, usul deniyor.
b) füruğ: oğul, kız ve bunların çocukları.
c) kardeşler ve kardeş çocukları.
d) amcalar, dayılar, halalar ve teyzeler.
2) sıhrî hısımlık sebebiyle (hurmetu'l musahare) evlilik yoluyla gelen hısımlık demektir.
a) usulün eşleri: babanın, dedenin, annenin, ninenin eşleri.
b) füruğun eşleri: oğlun, kızın, torunun eşleri.
bir insana gelini, ebediyyen haramdır. ancak yine de el öpmede sıkıntı vardır.
kucaklaşmada sıkıntı vardır.
c) zevcenin usulü: zevcenin annesi, ninesi...
d) kocanın usulü: kocanın babası, dedesi...
e) kadının füruğu: gerdeğe girilen kadının kızı ve torunları. ayette, "kucağınızda
büyüyen kızlar, kendisiyle zifafa girdiğiniz kadınlarınızın kızları" ifadesi geçiyor. onun
kucağında drğil de bir başka yerde büyüse yine evlenemez.
f) kocanın füruğu: nikah akdi yapılan kişinin oğlu ve torunları.
3) emzirmeden doğan hısımlık sebebiyle; (hurmetu'l rada'a)
süt çocuğu olmak mirastan bir hak getirmez ama evlenme haramiyyetine sebep
olur. yukarıda zikredilenler, süt akrabalığında da geçerlidir. çünkü rasulullah
aleyhisselam, "kan sebebiyle haram olanlar, süt sebebiyle de haramdır." diye ikaz
ediyor.
süt, ekseri ilim ehline göre iki yaşın içerisinde emerse geçerlidir. iki yaşın sonrasında
emerse, ekseri ilim ehline göre süt kardeşlik olmaz. çünkü ayette, "iki yıl süt emziren
kadın, süt hakkını yerine getirmiştir." manası vurgulanıyor. bir başka ayette de
"emmesi ve sütten ayrılması 30 aydır." vurgusu var. buradan da 24 aydan, 30 ayı
çıkartıp, 6 aylık çocuk yaşayabilir, hükmünü çıkarıyorlar. ve yaşıyor da. ebu hanife
aynı ayete dayanarak; 30 aya kadar süt emen bir insan, süt kardeşi olur,
kanaatindedir. talebeleri 24 ay kanaatindedir. diğer ilim ehli de 24 aydır. cumhura
göre; çocuk, 2 yaş içindeyken bir kadından süt emişse, bu emiş ister az ister çok
olsun, süt hısımlığı meydana getirir. imam şafii ise; süt hısımlığının gerçekleşmesi için, ilk
iki yaş içinde, 5 fasılalı doyurucu emmeyi şart koşar. evlenmeyen bir genç kızın sütü
gelse ve çocuk emse, hanefilere göre süt kardeşliği geçerlidir. bu yüzden razı
olunmadan, gerçekten ihtiyaç duyulmadan, hele de habersiz olarak, başkasının
çocuğunu emzirmek çok doğru değildir. böyle bir emzirme olmuşsa haber verilmeli,
şahitlendirilmeli veya kayıt altına alınmalıdır.
56. Ders -Fesih ve Boşanma, Ric'î Talak, Bâin Talak-
-ebedi haram olanlar demiştik. şimdi geçici haram olanlardayız.
b) geçici haram olanlar: belli bir süre haram ama ilerde helal olma ihtimali var
demek.
a) başkasıyla evli olanlar
b) hanımının kız kardeşi, halası ve teyzesi olanlar. bunaaynı zamanda, aynı nikah
altında buluşamayanlar deniyor. ayette, "iki kız kardeşi bir nikahta toplamak" ifadesi
vardı. hala ve teyze de sünnet tarafından tayin edilmiş ve bu hüküm böyle
tamamlanmıştır. hanımını bolarsa, iddetten sonra bunlarla evlenebilir. bu yüzden
baldızlar, eniştenin yanında dikkatli olmalıdır. bir insan, eniştesinin yanında hepten
yabancı gibi davranamaz. bu doğru değildir. akrabalıpın kendine ait bir bağı vardır.
yani hoşgeldiniz, diyebilir ama günün birinde arada evlilik olabileceğini, yabancı
olduğunu düşünerek, tesettürüne riayet eder ve ona göre davranır. esma validemiz,
rasulullah aleyhisselam'ın baldızıdır. daima yanına gelip gider ve efendimiz
aleyhisselam ona yakınlık gösterirdi. esma validemiz radıyallahu anh da bu yakınlığı
göstermeye her açıdan layıktır. hicretin ilk çocuğu olan abdullah, esma validemizin
çocuğudur. hicaz bölgesi yezid'i kabul etmemiş, zübeyr'i halife tanımıştı. yezid,
hüseyin radıyallahu anh'ı katletmiştir. emri direkt vermese de onu memnun etmek için
yapılmış bir hamledir. bu katili de cezalandırmamıştır. hüseyin radıyallahu anh
katledildikten sonra, 3 yıl için hilafette kalmıştır. peki 3 yıl için değer miydi? kıyamete
kadar böyle anılmak, tarihe bu kadar kötü ad bırakmak değer miydi? yezid'in oğlu
muaviye, çok temiz bir insandır. istemese de hikafete o geçirilmiştir. abdullah'a,
hikafeti kendisine vermeyi istediğini haber yollamış ancak abdullah kabul etmemiştir.
muaviye de çok yaşamamıştır. vefat ederken, yerine birini tayin et, denildiğinde,
"kaymağını emevioğulları yiyecek, vebalini ben çekeceğim... böyle bir vebale
girmek istemiyorum." demiştir. abdullah ibni zübeyr o sırada mekke'dedir. kufe, basra
bile onu halife olarak tanımıştır. daha sonra kapısına bir gün haccac dayanmıştır.
kuşatma altında uzun müddet dayandıktan sonra annesinin yanına gelmiştir. "anne,
insanlar benim davam yüzünden ölüyor. teslim olmamı ister misin?" demiştir. esma
validemiz, "bugüne kadar şehid olanlara yazık edersin. onlar direndi, canlarını verdi.
hatıralarını kirletirsin. kendini asla bir zalimin merhametine terk etme. gerekirse ölmeyi
bil." demiştir. abdullah savaşmaya devam etmil ve şehid olmuştur. başını getirip
annesinin önüne koymuşlardır. esma validemiz, "katillerinden çok daha güzel bir
siması var." demiştir. bükülmeyen, yılmayan birisidir. rasulullah aleyhisselam tarafından
yakınlık görmüştür. bu yakınlık debeiyle belki de bir gün rasulullah aleyhisselam'ın
yanına hafif bir elbiseyke gelmiştir. ve efendimiz aleyhisselam onu ikaz etmiştir. "esma,
bir kadının yüzü ve ellerinden başka bütün bedeni avrettir." ona göre dikkat etmesini
istemiştir. yani hem yakınlık gösterecek hem de bu ciddi çizgi korunacak. aynı şekilde
hala ve teyze de böyledirler.
c) kendisinden 3 talakla boşanmış olanlar. islam, 3 boşanma hakkı vermiştir. bunu
göreceğiz. iddet, aynı zamanda rahmin beraati demektir. bu 3 ay, evliliğin ciddi bir
muhasebesidir. bu muhasebeden sonra boşandılar, yeniden evlendiler. yeniden
geçimsizlik oldu, bir daha boşandılar. islam buna izin veriyor. üçüncüde; bu son,
dikkat et, diyor. bu sefer de boşandılar. yeni bir yuva denediler. o da olmayınca
geçmiş kocanın kıymetini anladı. yeniden evlilik kapısı açılır. bunun için geçici haram
deniyor. kadın, başkasıyla evlenir de daha sonra adam ölür veya boşanırsa, eski
kocasıyla evlenebilir. tabii sen 3 talak hakkını art arda makineli gibi sayarsan, bu
başka bir şeydir. bunları konuşacağız.
d) din farkı olanlar. sonrasında müslüman olabilir çünkü. bir erkek, ehli kitaptan bir
kadınla evelenebilir ama mesela bir mecusi ile evlenemez, budistle, hinduistle
evlenemez. ama bu insalar sonradan müslüman olabilir.
-kefâtle ilgili bakılacak olanları söylemiştik. bun ötesinde sıkça gündeme gelen bir şey
daha var; akraba evliliği. akraba evliliklerinde cenabı allah kimlerin haram olduğunu
söylemiş. buradan kuzenle rvlenöenin caiz olduğunu anlıyoruz. bunun sıkıntısı var mı?
hem lehte var hem de aleyhte var. lehte ne var? akrabayla evelnince boşanmak o
kadar da kolay olmuyor. dolayısıyla yuvayı ayakta tutuyor. bir de akrabanın bütün
fertleri o yuvayı koruyup kolluyorlar. boşanmaya açık kapı bırakmadıkları gibi,
tökezlemede de destekliyorlar. sıkıntı şu; ırsî hastalıklar. iki tarafta da bu varsa,
çocuğa intikali büyük oranda kazanıyor. bu her zaman olacak değil. bu sadece
akrabalıkla da ilgili drğil. aynı sokakta büyüyen çocukların evlenmesi caizdir ama çok
doğru değildir. aynı mahallede büyümüşlerse, birbirlerinim tozlu topraklı hallerini
görmüşlerse, sonradaki sevgi bağı güçlü olmaz. çabuk çöker. bunlar insanın
bilinçaltına yerleşir. yeterli saygı ve sevgi bu dudumda çok fazla gösterilemiyor.
günümğzde bir başka sıkıntı daha var; aşırı iç içe bulunmalar, duyguları örselediği için
sıkıntılar birbirini takip ediyor.
Evliliğin Sona Ermesi
-evlilik, ana hatları göz önünde tutulursa, iki şekilde sona erer.
1) fesih: evliliğin akid sırasında veya sonradan meydana gelen eksiklik ya da kusur
sebebiyle bozulmasıdır. şahitsiz evlenme ve irtidat hâlinde olduğu gibi. muta nikahı
da bu çerçevededir. her türlü haramdır. çünkü allahu teala'nın evlilikten istediği,
ömür boyu olmasıdır. ama insan fıtratı ve mizacı kapıyı tamamen kapatmıyor.
2) boşanma: evliliğe, eşlerden biri veya ikisi tarafından ya da mahkeme kararıyla son
verilmesidir. boşanma, islam hukukunda daha çok talak adıyla anılır. talak lugatte,
var olan bir kaydı ortadan kaldırmak, demektir. ıstılahta nikah kaydını belli kelimelerle,
içinde bulunulan zamanda veya gelecek bir zaman içinde kaldırmaya denir. şu
anda boşaması var, bir de "filanın evine gidersen" vs. vs. biz buna muallak talak
diyoruz. bu şartlar devreye girerse nikah otomatik olarak düşer. fıkıh kitaplarında bu
ifade, "ref'ü gaydi'n nikâh fi'l hâl eri'l me'al bi lafzi'n mahsus" yani nikah kaydının şu
anda veya gelecekte, husui bir lafızla kaldırılmasıdır, diye geçiyor. boşama için, talak
kelimesi; serbest bırakma için, ıtlâg kelimesi kullanılır. boşama ve boşanmanın birçok
çeşidi vardır.
talak, yeniden akde ihtiyacı olup olmaması, dönüşünün bulunup bulunmaması
açısından ikiye ayrılır;
1) ric'î talak: iddet süresi dolmadan, yeniden bir akde ihtiyaç duyulmadan, kocanın,
boşadığı hanımına dönebileceği talaktır. islam'ın asıl istediği talak şekli budur. çünkü
evin içerisindeki huzursuzluğu, dılarıdan insanlar duyarsa veya hakimin önünde
geçimsizlikler yaşanırsa, evliliğin geri dönüşü daha zordur. bu yüzden islam'ın istediği,
aile sırkarının çok fazla duyurulmamasıdır. mahrem olsa da olmasa da aile için,
çocuklar için tehlikelidir. sadece boşama kelimesini kullanmışsa, bu ric'î talak kabul
edilir. yanına güçlendirici bir şey koymayacak. bir kere "boşadım" veya "boşol"
demesi yeterlidir. güçlendirici kelime ney? mesela, "bir daha yüzünü görmeyeyim, bir
daha aynı çatı altında seninle bir araya gelmem." böyle ve benzeri kelimeler
kullanmayacak. bunları kullanmaz da bir defa "boşol" dediyse, iddet süresi başlar. bu
iddet süresi, iki tarafa da düşünme payı verir. ne yaptık da biz bu yuvayı dağıtıyoruz?
üstelik bu süre içerisinde de kadın o evde duracak. aynı evde duracaklar. bu
devrede, kadının da erkeğin de eşinin hoşuna gidecek davranışlarda bulunması
tavsiye edilir. 2 ay sonra diyelim, anladıkar ki bu boşanma bir hataydı. dış dünya
duymadan yeniden evlenebilirler. ama 3 talak hakkından birisi de kullanılmış olur. bu,
ya döndüğünü ifade eden sözle okur ya da birbirine yabancı, kadın erkek arasında
caiz olmayıp, karı koca arasında caiz olan şehevî söz ve davranışlarla (mesela
kucaklaşma ile) gerçekleşir. böylece evdeki hızırsuzluk ve boşanma, dış dünyaya
aksetmemiş, aile sırları yayılmamış, acıkar kökleşmemiş olur. bu talak, ya saf boşama
sözüyle veya ric'î talakla boşandığının söylenmesiyle gerçekleşir. ric'î talakla
boşandılar ama iddet doldu ve birbirlerine dönmediler. bu, huzursuzkuk derindir
demektir. bu sefer talak bağinleşir. iddet dolmadan yeniden evlenebilirlerdi ama
bağinleştikten sonra artık aile bağı kopmuştur. adam da kadın da başkasıyla
evlenebilir. diyelim ki başkadıyla evlenmedi de boşanmış olarak bekliyor kadın,
aradan da bir yıl geçti. yeniden eski kocasıyla evlenebilir. neden? çünkü bir talak
kullanıldı. yeniden akde ihtiyaç var, şahitlere ihtiyaç var. yani esasen evlilik, bir talakla
sona erebilir. bunun için üç talak birden vermek doğru drğildir, bütün yolları kapatır.
islam'ın istediği bir şey değildir. abdullah ibni mesud radıyallahu anh'a bir adam
geliyor, "hanımı 100 kere boşadım. iyi etmiş miyim?" diyor. o da "3 kere boşaman
yeterliydi. 97'siyle hâşâ allahu teala ile alay etmeyr kalkmışsın. bunun hesabını zor
verirsin." islam isyor ki boşanma bile "bu evlilik dünya ve ahiretimiz için iyi olmuyor"
diyerek, bir şuurla gerçekkeşsin. ama bizde boşanmalar hırsa, kavgaya dayalı ve
sonunda günah getirecek şekildedir. boşandıktan sonra eşlerin birbirlerine zarar
vermeleri ayrıca haramdır.
art arda birden fazla kere boşsun dediyse erkek, sorulur; sen bu diğer kelimeleri talak
niyetiyle mi kullandın, yoksa öfkelendin de iyice duysun diye mi kullandın? talakların
hepsini aklından geçiriyor muydu, yoksa söylediğini güçlendirmek için mi söyledi? üç
talağın heğsini aklından geçiriyorsa, 3 talaktır. bütün evliliği bitirir ve böyle bir üslup
kullandığı için günahkar olur. ama kulağı iyice duysun, güçlü bir vurgu olsun diye,
diyorsa bir talak sayılır.
tekrar edelim; iddet süresi, aynı evde bulunma ve birbirinden uzak durma, taraflara
düşünme ve muhasebe fırsatı verir. layet dönüş olmaz, iddet süresi dolarsa talak,
bağinleşir. yani eşler birbirlerine yabancı hale gelirler ve yeni bir akid olmadan,
şahitler önünde karşılıklı rıza beyan etmeden yeniden evlenemezler. her iki durumda
da bir talak hakkı kullanılmış olur. bu talak şekli, sonradan yaşanacak pişmanlığı ve
içine düşülecek çaresizliği önleyicidir. kadına da en az zarar veren talak şeklidir.
2) talak-ı bâğin: yeni bir akid yapmadan evliliği imkansız kılan boşama şeklidir. ya
bağin talakla boşandığının söylenmesi veya talakı güçlendiren (aramızda bağ bitti
gibi) ek kelimeler kulkanılması ya da boşamanın, kinayeli kelimelerle söylenmesiyle
gerçekleşir. mesela, "bunda sonra senin yerin babanın yanı.", "bir daha bu eve
adımını atmayacaksın." vb. kelimeler, nomal boşama kekimesinden daha ağırdırlar.
bu tip kelimeler iki tip kullanılır; şu anda çok öfkeliyim, babanın evine git öfekemiz
yatışsın, manasında kullanılabilir. böyle durumlarda bu kelimeyi kullanana sorulur. sen
bunu ne kasıtla kullandın? boşama kastıyla mı yoksa birkaç gün birbirimizi görmesek
iyi olur kastıyla mı kullandın? nasıl izah ediyorsa ona itibar edilir. eğer derse ki o anda
kafamda boşama vardı, bu artık bağin talaktır. artık iki taraf da yeniden istemezse
evlilik olmaz. yeniden evlilik için, yeni bir akde ihtiyaç vardır.
bu talak da ikiye ayrılır; bâğin-i sûra ve bâğin-i kübra. bağin-i sur; bir veya iki talakın
verilmesi, eşlerin yeniden akid yaparak evlenmelerinin mümkün olduğu talaktır.
bağin-i kübra; üç talak verilmiş olup, eşlerin yeniden birbirlerine dönmelerinin önünü
kapatan talak şeklidir. bu durumda eşlerden istenen, bir nevi yeni yuva kurmaları ve
saadeti, kuracakları bu yuvada aramaları, birbirleriyle geçimlerinin kolay olmadığıdır.
böyle bir evlilik yaparlar, sonra bu evlilikten de boşanırlar ve yeniden birbirlerine
dönmek isterlerse, evlilik yolu açıktır. yeniden 3 talak hakkı ve hayat tecrübesi ile
birbirlerine dönerler.
-"üçşey vardır ki ciddisi de ciddidir, şakası da ciddidir; nikah, boşama ve kişinin ric'î
talakla boşadığı hanımına geri dönmesi." rasulullah aleyhisselam böyle buyuruyor. bir
insan başkalarının gözü önünde şakacıktan nikahlanmaya kalksa, nikah geçerlidir.
şakacıktan boşanmaya kalksa, boşanma da geçerlidir. bu ciddiyetin mutlaka
hissedilmesi lazım. bunun da bir ciddiyeti vardır. bir insan, boşama devresinde
hanımının nafakasını üstlenmek zorundadır. iddeti bitinceye bu kadın evlilik ve
kocasının hukukna uyarak beklediğine göre, nafakası kocasının üzerinedir. bu
devrenin içerisindeki davranışlar daha dikkatli olmalı ve yarayı deşmeye yönelik
değil, evliliğin drvamını istiyorsa, yarayı tedavi etmeye yönelik olmalıdır. ne yazık ki
şahid olduğumuz bunun hep tersidir. bu da cemiyetin islami şuurdan ve irade
hakimiyetinden koptuğunun alametidir.
-öğrendik ki tek talak yeterlidir. üç talağı da birden vermek tehlikelidir. üç talak,
bütün alakanın bitişini gerektirir. bir insan, eşiyle bütün alakasını koparmak, sonraya
ümit bırakmamak istiyorsa bile, üç talağı aynı anda kullanması günahtır. bid'at
talaktır, caiz değildir ama yine de geçerlidir. sünnete uygun olacaksa; birinci temizlik
anında bir talak verecek, ikinci temizlik halinde ikinci talakı verecek, üçüncü temizlik
halinde de üçüncü talak verecek. bu, ne kadar bitirmek istersen iste, yine de
kendine ve karşı tarafa bir düşünme hakkı ver demektir.
zifafa gerçekleşmemişse iddet yoktur. talak orada biter. 1. boşta o kadın boştur. ikinci
ve üçüncü talaklar ıska geçer.
57. Ders -Talak-ı Sünne ve Talak-ı Bid'a-
-rasulullah aleyhisselam, kur'an okuyan ve okumayan, imanı olan ve olmayan
insanları bir sıralama yapıyor. diyor ki, "iman sahibi olan ve kur'an okuyna insan,
ütürüççeye (portakal olduğu düşünülüyor) benzer. hem kokusu güzeldir, hem tadı
güzeldir. iman sahibi olan ve kur'an okumayan insan da hurmaya benzer. tadı
güzeldir ama dışarıya koku vermez. kur'an okuyan ama imanı olmayan insan,
fesleğene benzer. kokusu vardır ama tadı acıdır. hem imanı olmayan hem de kur'an
pkumayan insan, ebu cehil karpuzuna benzer. hem kokusu kötüdür, hem tadı acıdır,
hatta zehirlidir." (hocamız burada ebu cehil karpuzunu gösteriyor.)
Sünnete Uygun Olup Olmama Açısından Talak:
-talak bu açıdan da ikiye ayrılır; talak-ı sünne ve talak-ı bid'a.
1) talak-ı sünne: sünnete uygun olarak verilen talak manasındadır. ahsenü't talag (en
güzel boşama şekli) fıkıhtaki adıdır. bu da kendi arasında ikiye ayrılır. boşanmanın,
yaklaşmanın olmadığı temizlik devresinde rec'î talakla yapılmasıdır.
boşamanın, birleşmenin olmadığı tuhur (temizlik) anında verilmesi, boşamanın basit
ve bayağı öfkelere, kavgalara dayalı olarak değil, gerçekten yaşanan geçimsizliğin
veya uyumsuzluğun dayanılmayacak boyuta varması sebebiyle olması gerektiğini
gösterir. verilirken de kapıları kapatmak yerine, düşünme ve muhasebeye imkan
bırakmanın doğru olduğuna işaret eder. ric'î talak kullanılması, ayrıca aile sırlarını
dışarıya aktarmaz. aile sırlarının dışarıdan duyulması doğru değildir. çocukların da bu
terbiyeyle yetiştirilmesi gerekir. enes radıyallahu anh'ı, rasulullah aleyhisselam bir yere
gönderiyor. dolayıdıyla eve geç kalıyor. annesi ümmü süleym radıyallahu anh,
neredrydin, diyor. rasulullah aleyhisselam beni bir iş için gönderdi, diyor. ne iş için
gönderdi, diye soruyor. sırdır, söyleyemem, diyor. ümmü süleym validemiz, "aferin
oğlun. allah için rasulullah'ın sırrını kimseye söyleme." çocuk bunu idrak etmiş, anne
de onu teşvik ediyor. olması gereken budur. rec'î talak da büyük hadiseler için
antibiyotik gibidir. dış dünyadan duyulmadan, içeride tedavi etmenin bir yoludur.
anlaşmazlık derin boyutlarda ise, iddet içinde dönüş olmaz. dönüş olmayınca da
iddet bitince bağin talaka dönüşür. yani bir daha evleneceklerse kapı açıktor ama
yeniden iki tarafın da rızası şarttır, şahit şarttır, yeniden mehir tayini de şarttır. bu
durumda eşler yollarını tamamıyla ayırabilir. yani bir talak yeterlidir, üç talak bütün
dönüş yollarını tıkar. her şeye rağmen yeniden evliliği aruz ederlerse, bu talak
sayesinde dönüş yolu da kapanmamış olur. talakı sünnenin birincisi buydu.
b) talak-ı hasen: her temizlik devresinde bir talakın verilmesi ve bir iddet içinde evlilik
bağının bitirilmesi ile gerçekleşen talaktır. anladık ki yuva devam etmeyecek. birinci
trmizlik devresinde bir talak verecek. kadın adet gördü, temizlendi, ikinci temizlik
devreisne girdi. ikinci talakı verecek. üçüncü temizlikte de üçüncü talağı verecek.
bu, evliliği tamamen bitirir. bu niçin olur? anladık ki bu evlilik drvam etmeyecek.
başka yollar aramamız lazım. bu kanaatte olur. ama bu kanaate varılsa bile,
rasulıllah aleyhisselam'ın sünnetinden ablıyoruz ki islam, yine de zaman tanınmasını
istiyor. yaklaşık 3 ay düşünme payı vardır. birçok ilim ehli, sünnete uygun talaktan
bunu anlıyor. yekrar edelim; bu talak, evliliğe kesinlikle devam etmeme kararında
olanların kullanacağı talaktır. sünnet, yine de 3 aya yakın bir devreye yayılmasını
emrederek, hem düşünme payı bırakılmasını istemiş, hem de hak kaybı yaşanmasın
arzu etmiştir. bu talakın en uygun olanı, boşamanın, temiz günlerin sonuna bırakılarak
yapılmasıdır.
2) talak-ı bid'a: 2 veya 3 yalakın, tek bir cümle içinde bir anda peş peşe veya bir
temizlik devresi içinde ya da hayız hâlinde verilmesine denir. bu talak şekli günahtır.
boşayan kişiye vebaldir ve bu yaptığı zulümden sayılır. "seni üç talakla boşuyorum."
derse, bu bid'at talaktır. üç defa art arda boşolduğunu söylüyorsa, teöizlik devresinde
birlikte olmuş ve arkasından boşamış olması, adet devresinde boşaması bid'at
talaktır. zulumdür, günahtır ama geçerlidir. çünkü talakın ciddisi de ciddidir, şakası da
ciddidir.
talak, allah'ın gazabını çekebilecek bir helâldir. nikah bağı, artık çekilmez hale
gelmiş, insanın dünya ve ahiret hayatına olumsuz tesir etmeye başlamışsa, o zaman
kullanılabilir. bunu sağlamak için denbir talak yeterlidir. bir insanın hem dünyasını hem
de dinini ilgilendiren bir konuda düşüncesiz, şuursuz davranıp, dönüş ve tamir için
bütün kapıları bir anda kapatması, eşine zarar vermesi veya vermeye çalışması, hak
kaybına uğratmak için onunla boğuşmaya girmesi, elbette ki islam'ın reddettiği hal
ve davranışlardır. bir kadının 3 talakla bir anda boşanması, her ne kadar bid'at sayılsa
ve boşayan insan vebale girse de boşanma geçerlidir. günümüzde neredeyse ittifak
eilmiş gibi, bir anda verilmiş 3 talak, 1 talak sayılır. ibni teymiyye rahimehullah'ın böyle
bir fetvası var. bunu ne dört imam ne de diğer alimlerin çoğu söylüyor. bunda iddia
şu; ömer radıyallahu anh devrine kadar, 3 talak, tek talak sayılırdı. ömer radıyallahu
anh, 3 talağı bir anda kullananların çok olduğunu görünce, biraz da insanları hizaya
getirmek için 3 talak saydı. bu rivayet güçlü değil. fıkıhçının amel edeceği oranda da
değil. fıkha konu olacak şekilde bize ulaşmıyor. islam'ın temel ruhuna da uygun değil.
boşama, ciddiyetsizlik kaldırmayan tasarruflardandır. ergin çağda ve aklî dengesi
yerinde olan insanların tasarrufları muteberdir. bid'at talakla boşanan kadın mağdur,
boşayan günahkardır.
hamile kadın, hayız görmeyeceği için, boşanmada temiz anın beklenmesine ihtiyaç
yoktur. ancak bu durumdaki bir kadını da 3 talakla birden boşamak doğru değildir.
İddet:
-lugatte iddet, sayılı gün demektir. fıkıhta ise, boşanan veya kocası ölen bir kadının
beklemesi gereken zaman dilimini gösterir. iddet, kadının durumuna göre değişiklik
gösterir. bu durumları ve iddet süresini şöyle özetlemek mümkündür;
1) adet gören, hamile olmayan ve zifaf gerçekleşmiş olan bir kadının iddeti, 3 kurûğ
َ ‫ ِۚۚ َوالْ ُم‬/ boşanan kadınlar 3 kuruğ müddeti
müddetidir. "‫طلقَاتُِ َيت ََربصْنَِ ِّباَنْفُ ِّس ِّهنِ ثَ ٰلثَةَِ قُ َُٓرو ِء‬
beklesinler." buyuruyor ayet. ayette zikri geçen kuruğ kelimesi, hanefi alimlerine göre,
hayız; şafii alimlerine göre ise tuhur (temizlik) devresi manasındadır. mesela fatıma
diye bir kadıncağız var. istihaze olan bir kadın. önceden de adeti hep düzenli
gelirmiş. rasulullah aleyhisselam'a, şimdi ne yapacağım, diye soruyor. rasulullah
aleyhisselam da "kuruğ günlerinde namazı ve orucu bırak. kuruğ günleri grçince
yıkan, namazlarını şöyle şöyle kıl..." diye tarif ediyor. kuruğ günlerinde namazı bırak
demek, hayız manasında kullanıldı demek. peki imma şafii ile imam ebu hanife'nin
gmrüşleri arasında bir fark var mı? yaklaşık 1 aya yakın fark edebiliyor. ebu hanife'nin
kullanfığı delillerden birisi çok dikkat çekici. bir müslüman, bir kadını adetliyken
boşarsa günahkardır. boşayacaksa temiz anında boşamalıdır. adet geldi, temizlik
geldi, adet geldi, temizlik geldi, adet geldi, temizlik geldi. içinde boşadığı temizlik
günlerinden diyelim ki 5 gün daha kalmıştı, sonra adeti gelmişti. o beş günü de
sayacak mıyız? eğer sayacaksak, ebu hanife diyor ki "ayette 3 kelimesi var. eğer o
beş günü de ekleyeceksek 3 kuruğ artı beş gün oluyor. 3 rakamı gerçekleşmiyor.
ayetteki 3 rakamı yerli yerine oturmuş olmaz. dolayısıyla ayetteki murad temizlik
olamaz. 3.adeti de bitti mi iddet biter. ayetteki 3 kelimesi de gerçekleşir." diyor. imam
şafii de boşadığı ayı hiç saymayacaksın, kalan günleri de saymayacaksın, baştan 3
temizlik geçecek. ne olursa olsun arada 1 ay fark bile olsa, rahmin beraati için
önemlidir, muhasebe için, öfkelerin yatışması için önemli bir devredir.
2) hayız görmeyen kadınların iddeti: ay hesabıyladır ve 3 aydır. delili, talak suresinin 4.
ayetidir. "/ َِ‫ئ لَ ِْم يَحِّ ضْن‬
ِ۪ َٓ‫ِّن ارْ تَبِْتُ ِْم فَعِّدتُ ُهنِ ثَ ٰلثَ ِةُ اَ ْش ُهرِ َواله‬
ِِّ ‫سَٓائِّكُ ِْم ا‬
ِْ ‫يض م‬
ِ ِّ ‫ي يَـئِّسْنَِ مِّنَِ الْ َم ۪ح‬
ِ۪ َٓ‫ َواله‬Kadınlarınızdan
َ ِّ‫ِّن ن‬
âdetten kesilmiş olanlar ile âdet görmeyenler hakkında tereddüt ederseniz onların
bekleme süresi üç aydır." bu devrede nafakası kocasına aittir. nafakadan kasıt;
yiyecek, içecek, giyecek ve barınaktır.
3) hamile kadının iddeti: hamilelik süresince devam eder. çocuğun dünyaya gelişiyle
َ ْ ُِ‫َواُ ۬و َلت‬
son bulur. bunu da yine talak suredinin 4. ayetinden öğreniyoruz. " ‫ن‬
ِْ َ‫ل اَ َجلُ ُهنِ ا‬
ِِّ ‫ال ْح َما‬
َ
/ ِ‫ضعْنَِ َح ْمل ُهن‬
َ َ‫ ي‬hamile kadınların iddeti, doğum yapıncaya kadardır."
4) zifaf gerçekleşmemiş kadınların iddeti yoktur. dolayısıyla böyle bir kadına verilen
talak, bağin olur. onda ric'î talak geçerli değilmiş demek ki. boşadığı an bütün bağ
biter. çünkü henüz zifaf olmadığı için evlilik bağı tam değildir. derhal yabancılaşır.
yabancıyı da boşayamazsın. bu en çok nişanlıyken nikah kıymış, sonradan
anlaşamayıp boşanmış insanlarda görülüyor. koltuk alışverişi yaparken, kendi istediği
değil de görümcesinin istediği alındı diye itiraz ediyor. erkek de onu boşuyor. insanı
insan yapan değerler vardır. hiçbir dünya malı o değerlerin önüne geçemez. yatak
odası takımını, koltuk takımını, bütün çeyizleri, sıra sıra dizili tencereleri bir kenara
koyun, hepsini 10'la çarpın, bir kızın iffeti eder mi? insanlıkla kazanılmış helal lokmayı
düşününüz. bir insanın kıt kanaat helal lokmayla geçinmesi, haram milyarların
içerisinde yüzmesinden, milyonlarca kere daha kıymetlidir. ebu'l atahî diye bir şair
var. diyor ki, "elimde bir defterceğizim olsa, bir de kuru ekemğim. onu pınarın serin
suyunda ıslatıp da yesem, üzerine biraz su da içsem. kenarda bir mesvidin sütünuna
sırtımı dayayıp elimdeki defterime yazsam. sarayın gölgelerinde gezmekten, sonunda
da cehenneme gitmekten ne kadar da güzel." dünya malın fazla yok, yediğin lokma
helal, kanaatkârsın ve allah'ın rızasına uygun amel işliyorsun, ebedi saadeti
kazanmaya hazırsın. hiçbir dünya malı ve menfaati buna değmez. ebu zer
radıyallahu anh'a, ciddi miktarda bir dünyalık gönderiyorlar. "hayır. beni
gölgelendirecek tavanım var. sütünü içeceğim 2 tane keçim var." o kadar. hepten
olmasın demiyoruz ama asla haram olmasın. asla hesabı ahirette verilemeyen bir
mebla olmasın. her helal lokma, altınla ölçülemeyecek kadar kıymetlidir. ömer ibni
abdülaziz, evinden çıkıyor. ilerlerken, meydanda diğer çocuklarla oynayan kendi
çocuğu gözüne çarpıyor. çocuğu görünce gözleri doluyor. niye? bütün arkadaşları
içinde en eski elbise oğkuna ait. halifenin oğlunun elbisesinde yamalar var. kendi
kendine diyor, "yaptığım doğru değil. bu çocuk şu anda arkadaşlarının arasında
mahcuptur ve ben bu suşun sahibiyim. ben bir babayım, bunu yapmam lazım."
çocuk babasını gözleri dolu doku görünce, ne okdu babacığım diye soruyor. "oğlum,
özir dilerim. bu kadarı da doğru değil. arkadaşlarının arasında seni gördüm. en eski
elbise sana aitti. buna üzülüyorum. ilk fırsatta sana elbise alacağım." çocuk,
babasına cevap veriyor, "baba, n'olur sen hep böyle ol. ne zaman kimin çocuğusun
diye adını sorsalar, beni hep farkkı kucaklıyorlar. hep arkandan dua ediyorlar.seni
hayorla yâd ediyorlar. sen değişme, ben eski elbiseler içinde olmaya razıyım." bu
çocuk bu babayı, bu baba da bu çocuğu hayra doğru tetikler. aile de öyledir. iyiliğe
doğru tetiklemek daha güzeldir. bu çocuk için, kimin çocuğu olduğunu söylediğinde,
"şu yetim nalı yiyenin mi? şu kesesini dolduranın mı? milletin sırtından geçinenin mi?"
denilmesiyle, "allah babandan razı olsun." diye bağra basılmanın, arkasından dua
edilmenin farkını iyi idrak edin. şunu da iyi idrak edin; elindem dğnyanın hazinelerinin
geçtiği öner radıyallahu anh, borçlu olarak vefat etmiştir. anlaşılıypr ki kendisini doğru
dürüst geçindirecek malı bile devlet hazinesinden almamış. evi, borçları karşılığında
satılmıştır. yetmemiş sahabeler, ömer radıyallahu anh'ın sülalesine haber vermeden,
kendi aralarında topladıklarıyla borçları ödemiştir. evi de tarihe, "dâr-u gada'id deyn
/ borç ödeme evi" olarak geçmiştir.
5) kocası ölen kadınların iddeti: 4 ay 10 gündür. delili, bakara suresi'nin 234. ayetidir.
"‫ع ْشرا‬
َ ‫ ًِۚۚ َوالذ۪ ينَِ يُت ََوفِ ْونَِ ِّمنْكُ ِْم َويَذَ ُرونَِ اَ ْز َواجِا ً يَت ََربصْنَِ بِّاَنْفُ ِّس ِّهنِ اَرْ بَعَةَِ اَ ْش ُهرِ َو‬/ sizden kim ölür de geride eş
bırakırsa, bu hanımlar kendi kendilerine 4 ay 10 gün iddet beklerler." hem rahmin
beraatini, hem de kocaya yası ifade eder. günümüzde hamilelik hemen
anlaşılabiliyor. bı 4 ay 10 günü kaldırsak okur mu? tıbben baktılar, bu kadın hamile
değil. 10 gün sonra evlendi ve ölen kocasının mirasını aldı. halk ne düşünür, çocukları
ne düşünür, ölen insanın geride bıraktıkları ne düşünür?
-şartlı boşanma dedik. burada noktalıyoruz.
58. Ders -İddet ve İddet Çeşitleri-
-evlilik hayatı, normalde devamlılığın bir gereğidir. bu yüzden islam'ın, muta nikahını
batıl kıldığını söylemiştik. muvakkat nikah diye anılan, vakit tayin edilerek yapılan
evlilikler de islam'ın reddettiği evliliklerdendir. insan, evliliğini, yuvanın ve neslin devam
etmesi, islam'ın güzelliklerinin yaşanması hedef ve gayesiyle kurar ve böyle olmalıdır.
ama her zaman mizaçlar birbirine uygun gelmeyebilir. ömer radıyallahu anh'ın
valilere bir ikazı vardı, "şîmesi, şîmenize uygun olan insanları çalışmak için seçiniz."
insanların bakış ve değerlendirişleri birbirinden farklı olabilir. iyi insandorlar belki ama
birbirleriyle iyi geçinemeyebilirler. bunun sonucunda gelevek ayrılığın bile bir ahlakı
vardır. ne yapıp edip o ahlakı yakalamak zorundayız.
-eşler, karşılıklı anlaşarak ayrılabilirler. normal şartlarda boşanma hakkı erkeğin elinde
olduğu için, bu teklif genelde kadından gelir. kadınlar, ya mahkeme kararıyla, ya
kocasından boşanma hakkını alarak ya da kocasını razı ederek boşanabilirler. bu hak
verme, nikah anında da olur, daha sonraki yıllarda da olur, zamanla sınırlı da olabilir.
kocasını razı ederek de boşanabilir. kocası boşanmak istemiyordur. ben mehrinden
vazgeçeyim, vb. şekilde de söylenebilir. bir kadın rasulullah aleyhisselam'a diyor ki;
"ya rasulullah, ahlakında hiçbir bozukluk yok ama ben sevemedim. şöyle bakıyorum,
karşıdam gelen insanlar arasından en gösterişsizi (bu tarz kelimeler kullanıyor) o. bir
türlü kıcam olarak kabullenemiyorum." diyor. rasulullah aleyhisselam da adamı
çağırıyor. "bu kadın böyle diyor. bir kadın seninle yaşamak istemiyorsa, onu seninle
yaşamaya icbar etmen bir hatadır ve vebaldir. öykeyse boşa." diyor. "ama ya
rasulullah, ben şuradaki tarlayı ona mehir olarak vermiştim." bu sefer rasulullah
aleyhisselam kadını çağırıyor. "taralasını iade eder misin?" diye soruyor. fazlasını bile
veririm ya rasulullah, diyor kadın. tarlayı iade ettirip adama boşattırıyor. bunun gibi
mehrinden vazgeçerek yani kocasını razı ederek ya da mahkeme kararıyla veyahut
da boşanma hakkını alarak kocasından ayeılabilir. kadının gerek mehrinden
vazgeçerek, gerekse belli bir bedel karşılığı kocasından kendisini boşamasınk
istemesine "muhalağa" denilir. böyle bir boaşnamaya da "huluğ" adı verilir. ancak
böyle bir boşanmada, geçimsizlik kocadan kaynaklanıyorsa, bir erkeğin boşama
karşılığı olarak mehirden fazlasını alması, dinen hoş karşılanmamıştır. muhalağa, evlilik
hayatını sona erdirir. muhalağa yoluyla boşanma, bağin talak sayılır. kadınların
muhalağa istemesiyle gerçekleşen boşanma bağin olduğu gibi, kadın tarafından
yapılan her boşama bağindir. kadın diyelim ki bir boşama hakkını aldı, onu kullandı.
bu bağindir. yani yeniden evlenebilirler ama yeniden nikah, akid ve mehir tayin
ederek. hakim tarafından yapılan boşamalar da tıpkı kadın tarafından yapılanlar gibi
bağindir.
Evlilik Bağına Hakim Tarafından Son Verilmesi
-islam hukuku, hakimin aileye müdahalesini mümkün mertebe en alt seviyede
tutmuştur. boşanma konusunda da durum böyledir. çünkü boşama hakkı hakime
veridliğinde, aile sırlarının ortaya çıkma endişesi, haklı haksız ithamların mahkemede
gözler önünde cereyan etmesi, iki tarafın ailelerinin de yer yer hedef ve şahit olması,
sonraki günler için de istenmeyen bir durumdur. nu manzaralsr sadece çiftlere değil,
tarafların ailelerinin hatta sülalerinin yapısına da zarar verir. bu durum, zihinlerin daha
da bulanmasına, aradaki soğukluğun, uzaklığın, ayrılığın ve belki de adavetin
derinleşmesine, kökleşmesine sebep olacaktır. islam ise evliliğin, meveddet (karşılıklı
sevgi) ve tahmet üzerine kurulmasını arzu eder ve aile sırlarının yayılmasını hoş
görmez. bir de şöyle bir şey daha var; bu insanlar diyelim ki 30 yaşlarında ayrıldırlar.
sonra yeniden hayat kuracaklar. o mahkemede cereyan eden leyler yayılırsa,
duyulursa, bu insanların sonraki hayatlarına tesirini düşününüz. yeni yuva kurmanın
önü de kapanacaktır. nitekim rasulullah aleyhisselam, mahrem sırların başkalarına
aktarılmasını yasaklamış, bunu oldukça ağır sayılacak kelimelerle ifade etmiş ve şöyle
buyurmuştur: "kıyamet günü allah katında en şerli insanlardan biri de hanımıyla birçok
mahrem sırrı paylaştıktan, arada perde kalmadıktan sonra kadının mahrem sırlarını
yayan kimsedir." hadis, müslim'in nikah bmlümünde yer alıyor. bunun içindir ki imam
ebu hanife ve ebu yusuf'a göre; boşanma için hakime sadece kadın başvurabilir.
erkeğin hakime başvurma hakkı yoktur. başvuruş sebebi de iktidarsızlık, uzuv kaybı ve
hadımlık ile sınırlıdır. hadım etmek caiz değildir. insana işkenceden sayılır. imam malik,
imam şafii ve imam ahmed'e göre; kusur hangi tarafta olursa olsun, her iki taraf da
mahkemeye başvurabilir. hakimler zaten hak kaybını ve zulmü önlemekle
mükelleftirler. eşler de geçinemezlik ve anlaşmazlık hallerinde, arabuluculuk ve ıslah
için aile büyüklerine, gerekirse de hakime müracaat edebilirler. geçimsizlikte şöyle bir
yol takip edilir; önce eşler, birbirlerini takvaya davet ederek adam gibi
konuşmalıdırlar. konuşmadan önce, konuşmayı kavgaya çevirmemek ve sözlerin
arasından cımbızla lafları çekmemek üzere anlaşmalıdırlar. benim hoşuma gitmeyen
bir şey söyledi, ben de onun daba çok hoşuna gitmeyen bir şey söyleyeyim.' yarışı
kötü biter. karşılıklı konuşmalar böyle olmamalı. olgun ve düzgün cümle kurma yarışı,
daha güzel bir yarıştır. sonucu da daha hayırlı çıkar. böyle de problemlerini
çözememişlerse; kızın ve erkeğin ailesinden, aklı başında ve olgun birisi seçilir ve ikisi
bir araya getirilir. ailenim huzursuzluğuna sebep olan meseleler onalara anlatılır. bu
insanlar sıkıntıları teker teker konuştuktan sonra, büyük olarak akıl öğretme, onlara yol
gösterme şeklinde davranılır ve yuvanın devamı için çırpınılır. yuvanın devamı ve
sorunun çözümü için ne gerekiyorsa yağılır. hayır, böyle olmadı. öyle bir nokta tespit
ettiler ki bu yuva daha devam etmez. bu sefer de kırmadan, yaralamadan, en
uygun şekilde bu ailenin ayrılması temin edilir. takip edilmesi gereken yol budur.
hemen mahkemenin kapısı çalınmaz. ailenin içinde, olmuyorsa aile büyüklerinin
içinde, olmuyorsa yakın dostların içerisinde prıblem çözülmeye çalışılır. bunlar
olmadıysa hakeme müracaat edilir. ahvali şahsiyye hukukundan bahsetmiştik. onun
130. maddesinde, ayetten alma şöyle bir kanun var; "eşler arasında geçimsizlik çıkar
da birisi hakime başvurursa, tarafların ailelerinden birer hakem tayin eder, ailelerde
uygun şahıs bulunamazsa, dışarıdan uygun şahısları hakem kılar. böylece kurulan aile
meclisi, tarafları dinler, durumları inceler ve atalarını bulmaya çalışır. durumu
düzeltmek mümkün olmazsa bakar; eğer kusur kocadaysa, mehrin bir kıdmı veya
tamamı karşılığında evlilik hayatına son verirler, yani muhalağa yaparlar. hakemlerin
bu konudaki kararı kesindir. hakimlerin ayırması, bağin boşama hükmündedir."
madde bu. ahvali şahsiyye, osmanlı'da hazırlanmıştır. osmanlı'da 2- 3 yıl uygulanmıştır.
sonra islami hükümler ortadan kaldırıldığı için silinmiştir. arkasından uzun yıllar
boyunca islam aleminin çeşitli yerlerinde kullanılmıştır. daha sonra suriye, ahvali
şahsiyye'yi örnek alarak, daha geniş ve oturaklk bir ahvali şahsiyye hazırlamışlardır.
diğerlerine örnek olacak kadar güzel hazırlanmıştır. yine biz de hazırlanan mecelle,
cumhuriyetin ilanıyla yanı islamî hükümlerin tamamen geriye itilmesiyle ortadan
kalkmıştır. 1964 yılına kadar mecelle'nin birçok maddesi, oldupu gibi israil'de tatbik
edilmiştir. madde madde, hiç değiştirmeden kullanmışlardır. şimdi de değiştererek
hâlâ kullanıyorlar.
-îlâ: isim, ayeti kerimeden alınmadır. kocanın, hanımına yaklaşmayacağına dair
yeminine denilir. ayeti kerime bunu reddediyor. bakara suresi 226. ayet: " ِ‫للَّذينَِ يُؤلُونَِ من‬
‫ور َرحي ٌِم‬
ٌِ ُ‫غف‬
َ ‫ّللا‬
َِٰ َِّ‫ُّص اَربَ َعةِ اَشِ ُهرِ فَانِ فَٓا ُ۫ ُِؤ فَان‬
ُِ ‫سٓائهمِ ت ََرب‬
َ ‫ ن‬/ Kadınlarından uzaklaşmaya yemin edenler
için dört ay beklemek vardır. Eğer geri dönerlerse Allah çok bağışlayıcıdır, sonsuz
rahmet sahibidir." geri dönmezlerse boşama gerçekleşir. hanefilere göre; kocanın,
hanımına yaklaşma yemininde sonra 4 ay dolar veya daha fazla zaman geçerse,
hakimin hükmüne ihtiyaç duymadan boşanma geçerlidir. talak, bağin olur. 4 ay
dolmadan hanımıyla birlikte olur veya yemininden döndüğünü söylerse, evlilik
devam eder. bu durumda yeminini bozması sebebiyle koca, keffaret yerine getirir.
burada doğru olan, yeminini bozmasıdır. diğer mezheblere göre; 4 ayın geçmesiyle
talak gerçekleşmez. koca, hanımına dönüş veya talaktan birisini seçmeye zorlanır.
şayet seçmezse, kadın da boşanmayı istiyorsa, kadının müracaatı üzerine hakim
evliliğe son verir. şimdi hanefiler; cenabı allah böyle buyurdu. o'nun emri varken,
hakimin emrine ihtiyaç duyulmaz, diyor. diğerleri de aynı kanaatte ama hakimin
devreye girmesini, 'ya geri dönersin ya da boşarsın' diye zorlamasının gerektiğini
söylüyor. adam inadına devam ederse yani 'ne boşarım ne de geri dönerim' diyorsa,
kadın da boşanmayı istiyorsa, hakime ayrılmak istediğini söyler ve hakim boşanmayı
gerçekleştirir. bu boşanmanın geçerliliği ayetle sabittir. bağin talak olur.
-şöyle bir konuya da değinmekte fayda var; hani diyorlar ya "almanya'ya gitti, şu
kadar yıl gelmedi. bu boşanma olur mu?" bir de ömer radıyallahu anh ne yapıyor?
hafsa validemizle de diğer annelerimizle de kendi hanımlarıyla da istişare ettikten
sonra, askere dört ayda bir izin veriyor. hem istişareler, hem de bu ayet yol göstermiş
oluyor. bu bilgi dallanıp budaklanıyor, "adam 4 ay hanımının yanına gelmezse
boşanmış olurlar." diye bir şey çıkıyor. hayır. gelip gitmesi, bağı koparmaması ayrı
ama gurbette çalışıyor vs. diye boşanacaklar diye bir şey yok. bunu yemine dayalı
yaparsa, îlâ diyoruz.
-liân: liandan önce bir duralım. en ağur suçlardan birisi, zinadır. evli insanların zina
etmesi, diğerlerine göre daha ağır bir suçtur. dolayısıyla recm cezası da evlilerin
zinasında vardır. bilinen en ağır cezalardandır. çünkü iffetsizlipin yayılması, bir milletin
onurunu yerle bir eder. insanlık adına ne kadar değer varsa hepsinin çökmesine
neden olur. dolayısıyla çok tehlikelidir. insan onurunu ve haysiyyetini yok eder. bu
yüzden cezası çok ağırdır, ispatı da çok zordur. bir tane ceza tatbik edilirse, en az 100
yılı kurtarır. bütün osmanlı boyunca had cezası, hırsızlıkla ilgili 4 veya 6 el kesme
hadisesi olduğu biliniyor. 600 küsür yıl boyunca, 4 veya 6 hırsızlık... öbürü de böyledir.
recm bugün ağır bulunuyor ama iffetsizlik yüzünden kaç tane aile çöküyor, bunun da
hesap edilmesi lazım. ispatı çok zordur. 4 tane insan, fiilen bu zinayı görmüş olacaklar.
görenler 4 veya daha fazlaysa, en az dördü şahitlik yapacak. bu şahitlerin şartlarını
sıralamıyorum. dolayısıyla aleni bir yerde bunu yapmıyorlarsa, ispatı neredeyse yok
gibi bir şey. rasulullah aleyhisselam devrinde dört defa recm hadisesi yaşanmıştır.
hemen hemrn hepsi ikrara dayalıdır. yani gelip, "biz böyle bir hata işledik. rabbimizin
huzuruna kirli gitmek istemiyoruz. bizi temizle." diyorlar. rasukullah aleyhisselam
duymamazlıktan geliyor. ısrar ediyorlar. hrle o kadın, çocuğunu da doğurduktan
sonra geliyor. bu vb. bütün bunların hepsi suçlarını itirafla olmuştur. ispatla değildir.
islam şunu da istemiyor; şahitler böyle bir suçu görse bile kendisi mücadele eder,
bunu yayamaz. ama gidil de ben filanları gördüm, derse, kendisini hesaba çekerler.
buna "haddi kazif" deniyor. ispatlayamazsan cezasını ağır ödersin. yaymayacaksın.
insanlar arasında o kişi iffetsiz olarak bilinirse, iyilerin de kötülerin de hedefi haline gelir.
onun için yaymayacaksın. peki bir insan yabancıyı uygunsuzca gördü. mücadelesini
etti, anlattı. peki bir insan kendi eşini görürse ne olacak? gidip şahit toplamaya
çalışamaz. böyle bir durumda boşama yolunu kullanabilir. kimseye duyurmadan
bağı koparabilir. bu da örnek bir davranıştır. peki bu zinadan kadının çocuğu olur da
bu adama nispet edilirse? liân işte bunun için vardır. zinadan doğup da kendisine
nidpet edilen çocuğu reddetme hakkı vardır. bunun için de mülâene yani karşılıklı
lanetleşme hükmü vardır.
liân: karısının zina ettiğini veya çocuğunun zina mahsulü olduğunu iddia eden ve bu
iddiasını şer'î mânâda ispat edemeyen kıca ile ithamı reddeden kadının, hakim
huzurunda yeminleşmesi ve laneleşmesine denir. her iki taraf da iddia ve inkarına
devam eder, yeminleşirlerse, hakim, tarafları birbirinden ayırır ve evliliğe son verir.
mülâene, ayetlerde tafsilatıyla zikredilir. nur suresinin 6, 7, 8 ve 9. ayetleri: "َِ‫َوالَّذينَِ يَر ُمون‬
َِ‫علَيهِ انِ كَان‬
ِٰ ‫ش َهادَاتِ ب‬
َ ‫ش َها َدِةُ اَ َحدهمِ اَربَ ُِع‬
َ َ‫َل اَنفُسُ ُهمِ ف‬
َِّٓ ‫اَز َوا َج ُهمِ َولَمِ يَكُنِ لَ ُهمِ شُ َه َدٓا ُِء ا‬
ٰ َِ‫سةُِ اَنَِّ لَعنَت‬
َ ‫ّللا‬
َ ‫الل انَّهُ لَمنَِ الصَّادقينَِ َوالخَام‬
َِ‫علَي َٓها انِ كَانَِ من‬
َِ ‫ض‬
َ َِّ‫س ِةَ اَن‬
ِٰ ‫ش َهادَاتِ ب‬
َ ‫اب اَنِ تَش َه َِد اَربَ َِع‬
َِ َ‫عن َها العَذ‬
ٰ ‫ب‬
َ ‫ّللا‬
َ ‫غ‬
َ ‫منَِ الكَاذبينَِ َويَد َر ُ۬ ُؤا‬
َ ‫الل انَّهُ لَمنَِ الكَاذبينَِ َوالخَام‬
َِ‫ الصَّادقين‬/ Eşlerine zina suçlamasında bulunup da kendilerinden başka tanıkları
olmayanların her birinin tanıklığı, dört kere, doğru söylediğine Allah’ı tanık göstermesi;
beşinci olarak da, "eğer yalan söyleyenlerden ise Allah’ın lânetine uğramasını"
söylemesidir. İftiraya uğrayan kadının dört kere, kocasının yalan söyleyenlerden
olduğuna Allah’ı tanık göstermesi kendisini ceza görmekten kurtarır. Kadının beşinci
tanıklık ifadesi, "eğer kocası doğru söyleyenlerden ise kendisinin Allah’ın gazabına
uğramayı dilemesi" olacaktır." koca, ithamının doğru oldupuna dört yemin eder.
beşincide, eğer yalan söylüyorsa allah'ın lanetinin üzerine olmasını söyler. ilk önce de
yemine koca davet edilir. kadın inkar ediyorsa, dört kere kocasının yalan söylediğine
yemin eder. beşincide de eğer kocası doğru söylüyorsa, allah'ın gazabının üzerine
olmasını söyler. erkek lanet kelimesini, kadınlar da gazap kelimesini kullanıyorlar.
hikmeti ne diye sorulursa da kadınlar, lanet kelimesini çok dillerine doluyorlar, onlara
lanet hafif gelebilir. gazap kelimesi daha çok ağırlarına gider. bu sebep söyleniyor.
bu yemin celseleri çok ağırdır. ikisi de bu şekilde yemin ederse, hakim aralarını ayırır.
bir daha bunlar isteseler de evlenemezler. mülâne ağır bir hadisedir. eğer adam
çocuğu da reddediyorsa, çocuk o adama nispet edilmez. annesine nispet edilir.
-boşanmayı takip eden hükümler, diyoruz ve burada duruyoruz.
59. Ders -Îlâ, Zıhar, Liân (Ticaret Hukuku)-
-evlilik, cenabı allah ne kadar ömür verdiyse, o kadar beraber yaşamak üzere
yapılan bir akiddir. ama her zaman karşılıklı uyum sağlanamıyor. bu yüzden de allahu
teala, her ne kadar hoşlanılmasa da boşanmayı meşru kılmıştır. helallerin içerisinde
allah'ın buğuzunu çeken helal, boşanmadır. baştan beri islam'ın istediği, tarafların
artık beraber hayat sürmeye uygun olmadıklarının anlaşılması, ecire ecir katmak
yerine günaha günah katmanın bailadığının hissedildiği hallerde boşanma, bir
kurtuluş çaresi olarak devreye giriyor. islam bunun da öfke ve isyanla değil, sonraki
ömrümüz daha hayırlı olsun, vurgusuyla yapılmasını ister. bu sebeoten dolayı
boşanmadan sonraki hal ve hareketler buna uygun olmalıdır. kadın boşanırsa
mehrini alır. mehir vadeli bile olsa, boşanma olduğu an vade dolar, mehrin vakti gelir
ve bunun mutlaka ödenmesi lazım. bir de islam'ın emrettiği bir şey daha var; mehre
artı olarak bir de hediye sunulması. bunun vacip olduğu da var müstehap olduğu da
var. çünkü geçmiş bir hukuk vardır. komşular arasında bile bir hak geçişi oluyor ise,
aynı evde yaşayan insanlar arasında elbette ki ciddi bir hak ve hukuk vardır. bunun
َ ِ‫علَيكُمِ ان‬
karşılığı olarak hediye verilmesi doğru olandır. " ‫سٓا َِء َما لَمِ تَ َمسُّوهُنَِّ اَوِ تَفرضُوا‬
َِ ‫َل ُجنَا‬
َِ
َ ‫ح‬
َ ‫طلَّقتُ ُِم الن‬
َّ
ً
َ
َ
ً
َ
َ
َ
ِ‫على ال ُمحسنينَِ َوانِ طلقتُ ُموهُنَِّ منِ قَبلِ اَن‬
َ ِ‫على ال ُمقترِ قَد َُرهُِ َمتَـاعِا بال َمع ُروفِ َحقا‬
َ ‫على ال ُموسعِ قَد َُرهُِ َو‬
َ َِّ‫ض ِة َو َمتعُوهُن‬
َ ‫ل ُهنَِّ فَرِي‬
ٓ
ٓ
َّ
ً
َّ
َ
َّ
ُ
ُ
ُ
َ
َ
َ
َ
َ
ُ
ُ
ُ
‫س ُوا‬
‫َن‬
‫ت‬
ِ
‫َل‬
‫و‬
‫ى‬
ِ
‫و‬
‫ق‬
‫ت‬
‫ل‬
‫ل‬
ُِ‫ب‬
‫ر‬
‫ق‬
‫ا‬
‫وا‬
‫ف‬
‫َع‬
‫ت‬
‫ن‬
ِ
‫ا‬
‫و‬
‫َاح‬
ِ
‫ك‬
‫الن‬
ِ
‫ة‬
‫د‬
‫ُق‬
‫ع‬
‫ه‬
ِ
‫د‬
‫ي‬
‫ب‬
‫ي‬
‫ذ‬
‫ل‬
‫ا‬
‫ا‬
‫و‬
‫ف‬
‫ع‬
‫ي‬
‫و‬
ِ
‫ا‬
َِ‫ون‬
‫ف‬
‫ع‬
‫ي‬
‫ن‬
ِ
‫ا‬
ِ
‫َل‬
‫ا‬
‫م‬
ِ
‫ت‬
‫ض‬
‫َر‬
‫ف‬
‫ا‬
‫م‬
ِ
‫ف‬
‫ص‬
‫َن‬
‫ف‬
‫ة‬
ِ
‫ض‬
‫ي‬
‫َر‬
‫ف‬
َِّ‫ن‬
‫ه‬
‫ل‬
‫م‬
ِ
‫ت‬
‫ض‬
‫تَ َمسُّوهُنَِّ َوقَدِ ف ََر‬
ٰ
َ
َ
َ
َ
ُ
َ
َ
ُ
َ
َ َ
َ
َ
َ
ُ
ُ
ٌِ ‫ّللا ب َما تَع َملونَِ بَص‬
‫ير‬
َِٰ َِّ‫ل بَينَكمِ ان‬
َِ ‫ الفَض‬/ Kadınları boşarsanız, onlarla birleşmemiş ve mehir de
belirlememiş olursanız malî bir sorumluluğunuz yoktur. Zengin olan gücüne göre, eli
darda olan da gücüne göre onlara makul ve gönül alıcı bir şeyler versin. iyiler için bu
bir borçtur. Bir mehir belirlediğiniz halde onlarla birleşmeden kendilerini boşarsanız,
belirlediğiniz mehirin yarısını ödemek size borçtur; ancak kadınların bağışlaması veya
nikâh bağı elinde olanın hoşgörülü davranması müstesnadır. Hoşgörülü davranmanız
takvâya daha uygundur. Aranızda lutufkâr davranmayı unutmayın. Allah bütün
yaptıklarınızı görmektedir." hediye verirken iyi düşünülmelidir. hoşalanmadığı, inadına
bir şey verirse, yerli yerinde bir davranış olmaz. rasulullah aleyhisselam, hudeybiye
umresine gelmiştir. rasulullah aleyhisselam kurban kesip ihramdan çıkacak. neyi
kurban etmiştir? bedir savaşı'nda ebu cehilden alınan deveyi kurban etmiştir. burada
böyle bir hissetiriş vardır. hediye seçerken de onun alınca memnun olacağı, daha
sonra hayırla yad edeceği bir hediye seçilmelidir. "bu hayırseverler üzerinde bir
haktır."
ayetten anlıyoruz ki; evlilik akdi olmuş, zifaf gerçekleşmemiş, arkasından boşanma
olmuş ve boşayan da erkekse, mehrin yarısını verir. kız tarafı bu mehri almayabilir.
Boşanmayı Takip Eden Hükümler
a) neseple ilgili: nesep; bir insanın anne ve babadan başlayarak geldiği soy bağını,
kan bağını ifade eden hısımlık alakasıdır. bir çıcuk için nesep, büyük bir nimettir. anne
babaların çocuklarına verecekleri en büyük miras; asil bir isim, hayırlı bir sülale ve
helalle beslenilmiş bir nesep silsilesidir. neseplerin babaya bağlanmasının ayrı bir
kıymeti vardır. bir çocuk, zaten kendisini dünyaya getiren anneye bağlıdır. babasıyla
olması gereken nesep bağı da şu üç yoldan biriyle kurulur;
1) meşru evlilik: islam'ın tanıdığı nikah yoluyla evlenen, akid yapan kimselerin
evliliğidir. böyle bir evlilikle dünyaya gelen çocuk, bu akidle evlenen anne ve
babanındır. islamiyet, ortada meşru bir akid varsa, DNA testi vs. hiçbir şeyi kabul
etmez. bir başkası gelse "bu çocuk bana ait." dese, islam hakimi bunu kabul etmez.
madem meşru akid vardır, aileden de itiraz yoktur, bu çocuk o ailenindir. ne başka
bir iddia kabul eder, ne de başka söz kabul eder. mahkeme bu davaya dönüp
bakmaz bile. ailenin içinden şikayet varsa iş değişir. rasulullah aleyhisselam veda
hutbesi'nde ne diyordu? "çocuk, döşeğe aittir." meşru nikahla bağlı olan yuvaya aittir
demek.
2) fasit evlilik: evliliğin şart ve vasıflarından birisi oluşmamış demek. bu evlilik fasit kabul
edilse de bu evlilikten dünyaya çocuk gelmişse, nesebi bu anne ve babadandır.
3) ikrar: çocuğun babası belli değil. adamın birisi "bu çocuk benim." diyor. bunda iki
şey aranır; yaşları, biri öbürünün çocuğu olmaya uygun olmalıdır. diğeri de adam
ikrar ediyorsa, karşı taraf da bunu kabul etmelidir. baba iddia ediyor ama çocuk
reddediyor. bu şekildeki bir iddia geçersiz kabul edilir. esasen islam hukuku, bir insanın
nesenp bağının lüzümuna inanadığı için, nesep bağını kolay bağlar. baba iddia
ediyor, çocuk da kabul ediyorsa, DNA testi vb. raporları istemez. ortada bir
baikadının hukuku çiğnenmiyorsa, bu çocuğu bu nesepten kabul eder. çünkü
byrada bir çocuğu nesepsizlikten kurtarma gayreti vardır. bu sefer şöyle bir şüphe
oluşuyor; acaba bu çocuğa mirasıbdan aktarmak istiyor, kendi çocuklarını böyle
cezalandırmak istiyor da mı böyle bir iddiada bulunuyor? ikincisi; kardeşlerden bir
tanesi, "bu bizim kardeşimiz." diyor ama elinde delil yok. diğerleri de bunu kabul
etmiyor. ikrar, bir delildir. ikrar edenin aleyhine bir delildir. ikrarın üzerine delil aranmaz.
dolayısıyla o şahıs, ikrar edenin kardeşi kabul edilir, diğerlerinin kardeşi kabul edilmez.
bu tek bir kişi tarafından kardeş kabul edilenin ismi ömer olsun. 60 bin lira miras var. 60
bin dmrde bölünseydi (diyelim ki ömerle beraber 4 kardeşler) 15 bin alacaktı. ama
üçe bölününce 20 bin aldı. 20 bin, 15 binden çıkarılır, dörtte bir gibi ikrarı bulunan
şahsa verilir. öbürleri 20'şer bin alırlar. haksız yere kardeşlerini reddeddilerse ahirette
kayıpları olur. ziyad ibni ebihi var. tabiinlerden. babasının oğlu ziyad, demek. neden
babasının oğlu deniyor? babası meçhul olduğu için. daha sonraki yıllarda muaviye
radıyallahu anh, "o, bizim kardeşimiz." demiştir. ikrarda bulunmuştur. eğer muaviye
radıyallahu anh'ın babası ebu süfyan'dan miras kalmış olsaydı; ziyad, muaviye
radıyallahu anh'a düşen mirasın içinden payını alırdı. ziyad da bu ikrarı kendi lehinde
kabul etmiştir.
b) emzirme: hanefilerin dışındaki mezheblere göre; bir anne, çocuğunu dinen de
hukuken de emzirmek zorundadır. hanefilere göre de bir anne, çocuğunu dinen
emzirmek zorundadır ancak hukuken buna icbar edilemez. hukuken icbar edilemez
demek; devletin hakimi, kadısı, kadının başına dikilip de çocuğunu emzireceksin diye
dayatma yapamaz. ama dinen zorundadır ve tıbbi bir sebep olmaksızın emzirmezse,
bundan hesaba çekilir. aynı şekilde kocanın da icbar etmesi doğru değildir. çünkü
çocuğun sadece ihtiyacı annesinin sütüne değildir, annesinin kendisine, sevgi ve
şefkatine de ihtiyacı vardır. sen onu dayatmayla emzirtmeye kalkarsan, bu sefer de
farklı sorunlar çıkar.
çocuk, annenin sütünden başkasını kabul etmiyorsa veya baba, süt anne
tutabilecek durumda değilse ya da süt anne bulunamıyorsa, hanefilere göre de
anne, çocuğu emzirmeye zorlanır. yani mahkeme devreye girer, hukuken de zorlanır.
bu sefer icbar edilir. çocuğun nafakası, her durumda babanın üzerinedir. ama anne,
anne olarak emzirmek zorundadır.
c) çocuğun bakım ve terbiyesi: çocukların bakım hakkına hadâne denilir. kelime
olarak, böğür demektir. arap alemine bakın, çocukları yan taraflarında taşırlar.
hadane, orası demek. giderek kucak kelimesine dönüşmüştür. terbiye; çocuğun
büyümesi, gelişmesi, ahlakı ve ilminin de gelişmesi için neler yapılması gerekiyorsa,
gıdasından beslenmesine kadar neler yapılması gerekiyorsa, hepsine verilen isimdir.
onun için bahçıvanların adı, "rabbetü'l hadîga"dır. ev hanımlarına arapçada
"rabbetü'l beyt" denir. evi, o evirip çevirir demek. çocukların ihtiyaçları neyse onu
karşılamanın adıdır, hadâne kelimesi.
erkek çocukların hadânesi, 7 yaşına; kız çocuklarınınki ergenliğe kadar anneye aittir.
çocuklar, ortada farklı bir sebep yoksa, bu yaşa kadar annenin yanında kalmalıdır.
boşanma olursa da böyledir. çünkü çocuklar, nneye muhtaçtır. hele de erkek
çocukları şefkata daha muhtaçtır. 7 yalına kadar da şefkat duygusu galip gelir.
terbiye sonrasında başlar. ömer radıyallahu anh, boşandığı eşindem olan çocuğunu
oynarken görmüştür. babalık damarıyla oynadığı yerden almıştır. çocuğuna
anneannesi koşarak gelmiştir. çocuğu almaya çalıltıysa da ömer radıyallahu anh'a
güç yetirememiştir. çaresizlikten ebu bekir radıyallahu anh'a gitmiştir. o da ömer
radıyallahu anh'ı kayırmamıştır. gidip ömer radıyallahu anh'ın elinden çocuğu almıştır.
ve ebu bekir radıyallahu anh şöyle demiştir, "bu çocuk için annesinin ağız suyu bile
senden daha hayırlıdır." demiştir. neden ağız suyu kelimesini kullanıyor? o çağlardaki
çocukları sütten gıda geçişine hazırlarken, anneler ağızlarında çiğneyip yavrunun
ağzına koyarlardı. dolayısıyla ömer radıyallahu anh itiraz edememiştir. kayırma yok,
adalet var. 7 yaşındaki erkek çocuklarının, ortada bir başka sebep yok ise,
annelerinin yanında kalmaları çok da doğru değildir. çünkü erkek bir öndere, örnek
alacağı kendi cinsinden bir insana ihtiyacı vardır. bunu elden kaçırırsanız başka
sıkıntılar çıkar. hatta anne diyelim ki erkek çocuğunı tek başına yetiştirmek zorunda
kaldı; ona erkek arkadaşlar, dayı gibi örnek büyükler bulmak zorundadır. bu yüzden 7
yaşından sonra bir çocuğun babasına daha çok ihtiyacı vardır.
d) nafaka: çocukların nafakası babaya aittir. boşanan kadınların iddet sürecince
nafakaları, boşsyan kocaya aittir. çocukların nafakası, ne zamana kadar nafakaya
ihtiyaç duyuyorsa çocuk, o zamana kadar babaya aittir. iddet dolduktan sonra
nafaka alınması, çocuk için caiz ama kadın için caiz değildir.
-böylece ahvali şahsiyye dediğimiz bölümü özetle bitirmiş olduk. gelecek dersimizde
alışveriş, ticaret hukukundan başlayacağız.
60. Ders -Boşanmayı Takip Eden Hükümler-
-kocası ölen bir kadının, iddeti sırasında ihdât beklemesi ve devam ettirmesi, bir
farîzadır, bir vecîbedir. beklemek zorundadır. ihdât, bir nevi yas demektir. kocası
ölmüş kadınların ihdat beklemesinde ittifak vardır. ancak boşanan kadın da ihdat
bekler mi? imam şafii, boşanan kadının ihdat beklemesine ihtiyaç yoktur, der. ihdat,
vefattadır. hanefi mezhebinde ise, boşanan kadının da ihdadında fayda vardır.
hanefilere göre bekler. hanefilerde ric'î talakla boşanan kadın, ihdat beklemez. ihdât
esasen; süslenmeyi, ziynetlenmeyi terk etmek, dğün gibi neşe ifade eden yerlere
gitmemek. ric'î talakta ise ihdât yapılmaz. çünkü talak-ı ric'î ile boşanan bir kadın,
evlenmeyi yeniden arzu ediyorsa, kocasıyla evlenmenin yollarını arar. yani yuvayı
yeniden kurtarmanın yol ve imkanlarını arar. muhasebe eder. bu muhasebeden
sonra öfkeyle hareket ettiğini anlaması, kendinde kusur kabul ettiği şeyleri
yapmaması, giyimine kuşamına daha da dikkat etmesi, daha doğrudur. bunlar da
ihdâda muhaliftir. ihdât demek; yasa uygun bir giyim rarzı demektir. ric'î talakta ise
öyle istenmiyor. onun için talak-ı ric'îde ihdât yoktur, diyoruz. koku sürünme, sürme
sürme, ziynet takma vb. şeylerin terk edilme hâlidir ihdât kelimesi. evinden çok fazla
çıkmamalı, zarurî ihtiyaçlarında çıkmalı. hem eğer yuvanın devam etmesi isteniyorsa
o açıdan, hem de cemiyet açısındam sıkıntılıdır. bir kadının diyelim ki kocası öldü.
10gün sonra giyndi kuşandı nişana gitti. bu farklı değerlendirilir. kadının kendi
olgunluğuna da zarar verir. bu çerçevedeki yerlere gitmesi doğru değildir. iddet
süresince böyle devam etmeli, vefat durumunda da 4 ay 10 gün kadar devam
ettirilmelidir. ancak kocası vefat eden kadının nafakası, artık kocasının üzerine
değildir. kalan malı da artık nafaka değil, mirastır. kadın kendi ihtiyaçları için çıkabilir
ama boşanmada, iddet süresince nafakası kocaya aittir. koca bunu vermiyorsa
kendisi temin edebilir ve bu nafakayı vermeyen koca günahkardır. ama kocası
nafakasını temin ediyorsa, doğru olan; böyle bir kadının, zaruret olmadıkça dışarı
çıkmamasıdır. bu kadının iffeti için de evliliğin muhasebesi için de kadının
olgunluğunun korunması ve değerinin artması için de doğru olandır. böyle kadınlar,
uzun yolculuklara da çıkmamalıdırlar. hatta bu durumdaki bir kadının hacca veya
umreye gitmesi de çok doğru bulunmamıştır. yolda giderken kocasının vefat haberini
almışsa, evine yakın bir yerdeyse evine geri döner. evine yakın bir yerde değilse ve
bulunduğu yerde akrabaları varsa, akrabalarının yanında beklemesi doğru olandır.
günümüzde bir insanın evine dönüşü günler almıyor. bu durumda en kısa yoldan
evine dönmesi ve iddetini evinde beklemesi daha doğru olsa gerektir.
Alışveriş Hukuku veya Kitabu'l Bey'a (kitabu'l buyu'ğ)
-allahu telala kainatı yaratmış ve insanların emrine vermiştir. " ًِ‫ض ذَلُوَل‬
َِ ‫ل لَكُ ُِم اَلَر‬
َِ َ‫ه َُِو الَّذي َجع‬
ُِ ‫ فَامشُوا في َمنَاكب َهاِ َوكُلُوا منِ رزقهِ َوالَيهِ النُّش‬/ Yeryüzünü sizin için kullanışlı hale getiren O’dur.
‫ُور‬
Üzerinde dolaşın ve Allah’ın rızkından yiyip için; (ama unutmayın ki) dönüş yalnız
Allah’adır." bu bir nevi hayatın özetidir. yeryüzünün de bütün kainatın da aslında
cenabı allah'a ait olduğunun ama bizim emrimize verildiğinin de ilanıdır. bu gerçeği
de unutmayın, diyor. insan gelirken üzerinde bir bez parçası bile yoktur ama giderken
yaknızca bir bez parçası götürür. demek ki biz, hiçbir şeysiz geliyoruz ve hiçbir şeysiz
gidiyoruz. gmtürdüğümüz nedir? amellerimiz. allah'ın emrine nasıl uyduk, neler yaptık,
neler işledik? bütün bunları defterimize yazdırarak gidiyoruz. geliriz, istifade ederiz ve
geçip gideriz. bu dünyadan istifade için de cenabı allah, kullarına belli bir nizam
koymuştur. allah ne diyor? "ey iman edenler! mallarınızı aranızda batıl yollarla
yemeyin. ancak karşılıklı rızaya dayanan ticaret yoluyla birbirinizin mallarını
alabilirsiniz." peki bütün mallar bedel ödenerek mi alınır? bütün mallar cenabk
allah'ındır, dolayısıyla şahıs mülkiyetine girmez mi?
1) cenabı allah, bütün malların kendine ait olduğunu, yeri gelince şahıs mülkiyetine
girebileceğini, bunlardan istifade edilebileceğini söylüyor.
2) bütün mallar, ticaret yoluyla intikal etmezler. üç mülkiyet sebebi zikredilir. bunları
şöyle sıralamak mümkündür;
1) asıldan gelen mülkiyet
2) akid yoluyla elde edilen mülkiyet
3) hilafet yoluyla gelen mülkiyet
1) asıldan gelen mülkiyet; allah yaratmış, henüz bunun, insan olarak, sahibi yok. o
zaman biz bu malı sahiplenirsek, asıldan gelen mülkiyet oluyor. denizdeki balık gibi.
önceden kimsenin değildi, sahipsizdi. biz onu tutunca, artık bizim oldu. ormandan
toplanan mantarlar, sahipsiz ağaçlardan toplananlar, kırlardan toplanan çilekler,
madenler vs. asıldan gelen mülkiyetin örnekleridir. çünkü önceden sahibi yoktur.av
hayvanları, tutanlarındır.
defineler ise 3 kısma ayrılıyorlar; cahiliye defineleri, islami defineler, üzerinde alamet
olmayan defineler. cahiliyye definesi demek, üzerinde haç işareti var mesela, bizans
kralının adı var. bunlara cahiliyye defineleri diyoruz. bu da mübah mallardan, artık
sahipsizliğe dönüşen mallardan sayılır. bunu alan insan, 4/5'ini sahiplenir. 1/5'ini, islami
devlete verir. islami devlet yoksa, islamî devlet olsaydı bunu nerelere harcaması
gerekirdi? beşte biri oraya harcanır. bu mallar ganimet kabul edilir.
hazine islamî ise; yitik mal hükmündedir, şahıs mülkiyetinden çıkmamış sayılır. sahibi
bılunulmaya çalışılır. ciddi bir araştırma yapılır. sahibi ortaya çıkarsa veya sahibinin
mirasçıları ortaya çıkarsa mal onlarındır. müslümanın malı, hiçbir zaman kendi rızası
olmadan elinden çıkmaz. by doğru değildir. bu mallara yitik mal hükmü uygulanır.
gayrı müslimlerin malları islam toprağında kalmışsa, islamî olarak kabul edilir. eğer
küfür toprağında kalmışsa ganimet olarak kabul edilir. bir gayri müslim, eman alarak
islam topraklarına girerse, o kişinin malı da masumdur. çünkü biz, topraklarımıza
girerken, can, mal ve iffet güvenliğini koruyacağız, diye söz vermek durumundayız.
şartları ne olursa olsun, müslğman bu verdiği söze ahde vefa göstermek zorundadır.
böyle bir insan dolar kaybetse de biz onu iade etmek zorundayız.
üzerinde hiçbir iz yoksa, bu konuda alimler ihtilaf etmişlerdir. ihtiyatlı olarak bu da yitik
mal kabul edilmeli ve sahibi araştırılmalıdır, deniyor. ekserî ilim ehli ise, bu da cahilî
gazinelerden sayılır, diyorlar. çünkü para ve altın gömme adeti, müslümanlarda pek
yoktur. bu adet müslüman olmayanlarda yaygındır. bir de müslümanlar para
bastılarsa bunun üzerine mutlaka bir notif işlerler ki bizim oldığu belli olsun. haliyle
bunların cahilî sayılması doğru olandır.
2) akidden gelen mülkiyet: en çok ticaret yoluyladır. rehin ve hibe bağışı da bir akid
sayılır. en çok kullanılan mülkiuet yolu budur.
3) hikafet yoluyla demiştik. hilafet, bir başkasının yerine geçmek demek. mülk sahibi
öldü, yerine çocukları geçiyor. bu bir akid değildir.
özetleyelim;
asıldan gelen mülkiyet ile kastedilen; önceden herhangi sahibi olmayan, şartları
yerine getirildiğinde şahıs mülkiyetine girişine denir. islam hukukunda bunun çok geniş
bir alanı vardır. mesela ben elime baltayı aldım. hedefim ormanda gitmek, ağaç
veya odun kesmek vs. değil. ağaçları, odunları yana çekerek kendime yol
yapıyorum. o kesilen odunlar benim değildir. prmana gittim, aynı odunları kesiyorum
ama oduna ihtiyacım var onun için kesiyorum. kesme niyeti, odunun mülkiyetine tesir
ediyor.
kara ve deniz avlarının kekik, papatya, adaçayı gibi otlar ve çiçeklerin; odun, çalı,
kereste gibi orman ürünlerinin; mantar, çilek, kestane ve diğer yabanî meyve gibi
tabiatın içinden alınan sahipsiz malların, pınarlardan alınan suların, sualtı ürünlerinin,
yeraltından çıkarıla madenlerin, faydalanılamayan ve ölü araziler diue adlandırılan
alanların; taşlar, mermerler, kil ve kireçlerin, kumların, tabiatın bağrında yer alan
daha nice nimaetlerin sahiplenilmesine denilir. bunların islam fıkhında ayrı bir yeri ve
hukuku vardır.
akid yoluyla mülkiyet ise; adından da anlaşıldığı gibi karşılıklı rızaya ve ihtiyaç
karşılamaya dayalı akidlerle, şahıslardan şahıslara geçen mülkiyettir. bir başka
ifadeyle; önceden sahibi olan bir malın, meşru akidle, bir başka şahsa intikalidir.
günümüzde insan hayatı içinde en çok kullanılan, mülkiyet sebebiyle akiddir. alışveriş,
hibe (bağış), kiralama, çalışma karşılığı alınan ücret, bu çerçeve içinde yer alır. biz de
şu anda konu olarak bunu işleyeceğiz.
hilafet yoluyla mülkiyet ise, miras hukuku alanına girer. mülkiyet açısından, ölen
insanın yerini mirasçıların alması esasına dayanır. bu mülkiyet sebebi de her ne kadar
mülkiyetten mülkiyete geçme olsa da akidlerde olduğu gibi karşılıklı rızaya ve akde
dayalı bir mülkiyet intikali değildir. hayatın bir gerçeği olarak vardır ve asırlardır
varolagelmiştir.
-alışveriş hukuku demiştik. bunun yerine arapçada kitabul bey'ğ diye. alışveriş,
kur'an'ın ayetleriyle, rasulullah aleyhisselam'ın sünnetiyle ve ümmetin icmasıyla
meşrudur. ‫ّللا البَي َِع‬
ُِٰ ‫ل‬
َِّ ‫ َواَ َح‬/ allah alışverişi helal kıldı. " َِ‫َل اَنِ تَكُون‬
َِّٓ ‫َل تَأكُلُٓواِ اَم َوالَكُمِ بَينَكُمِ بالبَاطلِ ا‬
َِ ‫اَيُّ َها الَّذينَِ ٰا َمنُوا‬
‫عنِ ت ََراضِ منكُ ِم‬
َِ ‫ ت َج‬/ ey iman edenler! aranızda mallarınızı batıl yolla yemeyin. ancak
َ ً‫ارِة‬
karşılıklı rızaya dayalı ticaret yoluyla yiyin." peki bey'ğ kelimesinin temeli nereden
gelir? ba'ğ; sattı, alışveriş yaptı demek. ama kelğmenin aslı, elini kolunu uzatmaktan
geliyor. arapçada "tavîlu'l ba'ğ" kullanılır. kolu uzun manasındadır. eli, bütün fakirlere
uzanan anlamına gelir. ali radıyallahu anh'ın torunu, hüseyin radıyallahu anh'ın oğlu
olan zeynel âbidîn vefat edince, 100'ün üzerinde aileye gelen erzak gelmez olmuştur.
100'ün üzerinde aile, günğn belli vakitlerinde, kapılarının önünde erzak buluyorlar.
bunun kimden geldiğini hiç kimse bilmiyorlar. zeynel âbidîn vefat edince, artık o
erzaklar gelmiyor. böylece ortaya çıkıyor. bir şeyden daha ortaya çıkıyor; omuzunda
ip izleri vardı, diyorlar. erzakı omuzlarında taşıyıp getirenin o olduğunu böylece
anlıyorlar.
esasen tavilu'l ba'ğ, ilmî derinlik için kullanılır. yani kimsenin bulamadığı meseleleri
bulup odtaya çıkaran bir araştkrma yapısı var demektir. bununla ticaretin ne ilgisi
var? hâlen günümüzde ticaret esnasında, nesela kurban ticaretinde, taraflar
birbirlerine el uzatırlar. akid imzalayan insanlar da birbirleriyle musafahalaşır.
kelimenin kökü; bir nojtada uzlaşınca, karşılıklı el uzatmadan alınmıştır. ba'ğ, sattı
demektir. satın almak için 'işterâ' kelimesi kullanılır. rasulullah aleyhisselam'ın bununla
ilgili dünya kadar sünneti var. başta kendisi satın alıyor. fiili sünneti var. "ey ticaret ehli!
mallarınızı satarken çokça yemin ediyorsunuz. ara sıra tasaddukta bulunarak bu
kirlerinizi temizleyin." diye ikazı var. rasulullah aleyhisselam'ın teşviki de var; "özü sözü
doğru olan tacir, kıyamet günü sıddîklerle, nebilerle beraber olacak." diye.
günümüzde ticari hayat bir hayli yıpratıldı ama ticaret son derece kıymetlidir. ticareti
durdurduğunuz zaman bı kıymet anlaşılır. her insanın kendi ayakkabısını kendi
yapmak zorunda olduğunu, kendi elbisesini kendi dikmek zorunda olduğunu
düşününüz. ticaretin insan üzerindeki hakkı çok büyüktür. bizlerin, ticaret ehline
ihtiyacımız vardır. sıkıntı kendi kıymetlerini düşürüyor olmalarındadır. onun için
rasulullah aleyhisselam bu müjdeyi haber veriyor. tarihin içerisşnde de ticarette maruf
ve meşhır olan, gönüllerde taht kurmuş insanlar vardır. bunların başında ebu hanife
rahimehullah gekse gerekir. bu ticarerle, böyle bir ilmi nasıl yan yana koydu hayret
edilesidir. abdullah ibni mubârek vardır. arif ve çok seviken bir insandır. mücahiddir,
müfessirdir, muhaddistir, fakîhtir, tacirdir. rasulullah aleyhisselam'ın da nübüvvetten
önce ticaretle meşgul olduğunu biliyoruz. hâdîce validemiz radıyallahu anh ile
ortaklık kurmuştur.
-allahu teala insanın yapısına da kazanma duygusunu vermiştir. bir şey insanın
fıtratında varsa, o şeyi inkar doğru değildir. islam da onu yapmayın demez. sadece
istediği, onun terbiye edilmesidir. islam'ın çizdiği çizgilere göre şekillendirilmesini ister.
bu her şey için vardır. rasulullah aleyhisselam, "yaşlı da olsa bir insanın gönlü iki
konuda gençtir; yaşamayı sever ve malı toplama konusunda hâlâ kazanma hırsı
taşır." istenilen, bu duyguların terbiye edilmesidir.
61. Ders -Mülkiyet Yolları ve Hakkında Genel Bilgi (Alışveriş Hukuku)-
-islam alimleri genelde ticaretleri ikiye ayırılar; meşru olan ticaret ve gayrımeşru
alışverişler. hanefiler ise, gayrımeşru alışvsrişleri ikiye ayırırlar; batıl ve fasit. dolayısıyla
alılverişler; meşru alışverişler, gayrımeşru alışverişler, gayrımeşru alışverişler de
hanefilere göre, temelde iki ama uygulamada üçe ayırırlar. meşru alışverişleri
söyledik. aslı da vasfı da doğru olan alışverişlerdir. bütün şartları yerini bulmuşsa buna
meşru alışveriş diyoruz. alışverişlerin çoğu meşrudur. gayrımeşru alışverişleri hanefiler
üçe ayırıyorlar; batıl, fasit, mekruh alışverişler. batıl alışveriş neye deniyor? satılan
malın aslı da vasfı da meşru değilse, haramsa, alınıp satılması caiz değilse, o zaman
akid batıldır. domuz alışverişi gibi. sıfatlar, asıl olmadan olmazlar. mesela sarı elma
diyoruz. elma olmadan, sarıyı üzerinde taşıyan bir şey olmadan sarının kendisi
boşlukta durmaz. mutlaka bir aslı olacak, vasıf da onun üzerinde duracak. mesela
iyilik bir vasıftır. ama iyi bir insan olmadan iyilik olmaz. mutlaka bir şey olacak ki onun
vasfı olsun. domuzu ise mal kabul etmiyorsanız, vasfını hiç gündeme getiremezsiniz.
faside gelince; aslı meşru ama vasfı meşru değil. mesela; ben elma satıyorum, meşru
bir maldır. aslı var. avucuna ne kadar elma koyarsam 5 lira, diyorum. kaç tane elma
koyacağım belli değil. islam bunu istemiyor. meçhulluk var, bu meçhulluk meşru
değildir. buna fasit akid diyoruz. bana 10 bin lira verseniz, benden 3 ay sonra bunu 12
bin lira olarak geri isteseniz; oradaki 10 bin lira meşrudur, o 2 bin lira faizdir,
istenmeyen bir şeydir. dolayısıyla böyle bir para mübadelesi caiz olduğu halde,
üzerine cenabı allah'ın meşru kabul etmediği bir şey eklerseniz, bu akid fasit olur.
batılla fasit arasında ne fark vardır? batıl, hiç yapılmamış bir akid kabul edilir. hukukta
buna, "keenlem yekûn / sanki yokmuş gibi" diyorlar. eğer domuz satarsanız islam bu
akdi kabul etmez. donuzu satmış, adamdan parasını alamamış. islam mahkemesine
başvuruyor. mahkeme bu adamı dinlemez bile. içki alışverişi batıldır. insan alışverişi
caiz değildir. insanın azalarını alışveriş de batıldır, insanın mükerremliğinden dolayı.
saç alışverişi de caiz değildir. kan satışı caiz değildir. vs. vs. bunun gibi mal kabul
edilmeyen şeyler caiz değildirler.
meçhul fiyatla satışlar, meçhul ölçüyle satışlar, hangi zaman ödeneceği belli
olmayan satışlar, bütün bunlar fasit akidlerden sayılır. diğer mezhebler fat ve batılı
birbirlerinden ayırmıyorlarama hanefiler ayırıyor. batıl akid, baştan yok kabul edilir ve
tamiri de mümkün değildir. fasit akid ise hepten yok kabul edilmez, tamiri
mümkündür, diyorlar. mesela, vaharda öderim, dedi gidiyor, sonra geri döndü,
bahar dedim ama inşaallah mart ayının onunda öderim, dedi. böylece sahih olur.
faiz muamelesinde bulunmuş, sonradan pişman olmuş ve faizi iptel etmiş. akid
meşrulaşır. fasit akidlerin tamiri mümkündür. batıl akidler baştan yok sayıldıkları için
tamir edilemeyen akidlerdir.
mekruh akidler ise; aslı da meşru vasfı da. ancak öyle bir özellik ekleniyor ki, o gelen
şey bu akdi mekruhlaştırıyoe ve vebal getiriyor. bir ton üzüm sattım ama içki
fabrikasına. bu, tahrimen mekruhtur. köylü amcanın domatesini aldım ama ben
pazardaki fiyatını biliyorum, kmylü amca bilmiyordu ve bana ucuzdan sattı. bu doğru
değildir. onun da pazarı bilip malına fiyat tayin etme hakkı vardır. rasulullah
aleyhisselam, "dışarıdan gelen kafileleri, daha yolda kaeşılayarak, pazarı
öğrenmeden elindekileri almayın." buyuruyor. böyle ek bir şey gelip de musallat
oluyorsa, hürriyeti zedeliyor ve kandırmaya yönelik oluyorsa, mekruh olan
alışverişlerdendir. rasulullah aleyhisselam, açık arttırmayı da nehyetmiştir. hadislerde
ikaz edilen bütün satış şekilleri mekruh çerçevesine giriyor. hanbeli mezhebi,
hadislerde yasaklanan alılverişlerin haram olduğunu ifade eder. bizde de tahrimen
mekruhtur.
-alışveriş bir ihtiyaç giderme yoludur. bunu gideren insanlar da kazanç elde etmiş
oluyorlar. dolayısıyla bir taraf ihtiyacını gidererek, diğer taraf kazanç elde ederek kârlı
çıkıyor. islamiyet bunun içeridine bulanıklık karıştırılmasını istemiyor. ama şunda
serbest bırakıyor; mülteri kendi menfaatini düşünerek pazarlık ediyor, satıcı kendi
menfaatini düşünerek fiyat koyuyor. bütün bunları islam caiz görüyor.
-bu gmrdüklerimiz, satışların meşrûiyyeti açısından taksimiydi.
-rasulullah aleyhisselam, "işinde ve sözünde güvenilir bir tacir; nebiler, sıddîkler ve
şehîdlerle birlikte olacaklardır." buyıruyor. hadis hasen derecesindedir, güçlü hadis
kabul edilir ve amel edilir. bu mukaddimeyi, bundan sonra anlatacağımız kısımda
güvenilirliğin tesiri öok büyük diye yaptım.
islam hukukunda kâr ve zarar açısından alışverişler dört ksımdır.
1) murabaha: kârlı ve kâr miktarı belli olan satışlara denir. bu da kendi içinde ikiye
ayrılır;
a) peşin murabahalı satışlar: maliyrti ve satış fiyatı belli, peşin kârlı satışların adıdır.
murabaha esasen, kârlı satış demek. rasulullah aleyhisselam, ebû tâlha radıyallahu
anh bahçesini vakfedince; "işte kâr bu." diyor. yine suheyb radıyallahu anh, rasulullah
aleyhisselam ile hicreti çok arzu ediyor. bizans kökenlidir ama bizanstan nefret
etmiştir. mekke'ge gelmiştir ve çok geçmeden mâli durumunu düzeltmiş ve maddi
durumu iyi olan bir tüccar hâline gelmiştir. kötülüktrn kaçması sebebiyle insanların
güvenini toplamıştır ve iyi bir tüccar olmuştur. bizans bataklığından, şirkin
karanlığındaki mekke'ye gelmiştir. zaman zaman, "bu kadar pisliği ancak nuh tufanı
temizler." diyor. ve rasulullah aleyhisselam'ın tebliğini duyar duymaz ilk iman
edenlerden birisi de odur. müslüman olduktan sonra da sıkıntıların hedefi olmuştur.
rasulıllah aleyhisselam'la hicreti istiyor ancak gidemiyor. neden? suheyb radıyallahu
anh'ın da hicret edeceğini anlayınca, aynı rasulullah aleyhisselam gibi onu da takip
ediyorlar. suheyb radıyallahu anh onları atlatamıyor. ardından aklına bir fikir geliyor.
gece vakti gözetlendiğini anlıyor. ihtiyaç için dışarı çıkıyor. aradan kısa bir zaman
geçiyor bir daha çıkıyor. bu defalarca tekrarlanınca, artık midesi gitti bunun, hiçbir
yere kaçamaz, rahar rahat uyuyun, diyorlar. suheyb radıyallahu anh da kaçıyor.
ama yayn kaçtığı için şehir dışında yakalıyorlar. ölünceye kadar dövüşecek, başka
çaresi yok. kendşne hemen bir siperlik hazırlıyor. okuyla beraber oraya giriyor. ona
diyorlar ki; "biz seni bırakamayız. mekke'ye geldiğinde elinde hiçbir malın yoktu.
mekke'ye geldin, sonra mekke'nin en zenginlerinden oldun. o malı bizden aldın. biz
bu malı sana yedirtmeyiz." suheyb radıyallahu anh, "o malları size versem peşimi
bırakır mısınız?" diyor. bırakırız, diyorlar. söz veriyorlar. bu tip insanlar kolay kolay söz
yemeyi kendilerine yediremezler. böylece anlaşıyorlar. suheyn radıyallahu anh
malının yerini söylüyor, malı yerinden çıkarıp bölüşüyorlar, suheyb radıyallahu anh da
yoluna gidiyor. rasulullah aleyhisselam henüz kuba'dayken yetişenlerden biri de odur.
onu görünce kucaklamıştır. "bu alışveriş kazançlı bir alışveriş. kâr eden sen oldun."
demiştir. sünyalık kayıplar telafi edilir ama manevi kayıplarım telafisi kolay değildir.
paralar bugün vardır uarın yoktur ama şahsiyetler, iman, gönüller, manevi hasketler
öyle değildir. dolayısıyla suheyb radıyallahu anh, bırakın o yıllardaki kazancını, bugün
bile dua kazanmaya devam ediyor. ama suheyb radıyallahu anh'ın parasını alan
insanların delaleti, o paranın milyon katını da verseniz telafi olmayacak.
geri döndük. peşin murabahalı satışlara devam ediyoruz; üzerinde alış fiyatı (daha
doğrusu maliyeti) ve satış fiyatı yazılı, etiketli satışlar bu nevidendir. müşteri, malın
kaça mâl edildiğini ve kaça satıldırğını bilir. buna göre satar, pazarlığa ihtiyaç
kalmaz. islam'ın da istediği, lış fiyatının yazılması değildir, yaklaşık mâliyet fiyatının
yazılmasıdır. bu insana güven verir. mesela 80 kuruşa aldığı malın nakliyesi var, vergisi
var, çalıltırdığı işçilerin ücreti var. bunu çıkarmak için 140 kuruşa satıyor. alıcı aradaki
bu uçurumu görünce almak istemiyor, satıcı da bunu açıklayamıyor. bu yüzden,
"mâliyeti: 105 kuruş, satış fiyatı: 140 kuruş" dersin. böyle olması doğrudur. bu satış şekli,
aynı zamanda satıcıyı da pazarlık külfetinden kurtarır. ticarî merkezin ciddiyetini de
gösterir. "biz pazarlık etmeyiz, malımıza makul bir fiyat ve kâr haddi koruz. bu
fiyatlarda esneme yoktur." şeklinde. bu mağazaya da güven duyulur.
b) vadeli murabahalı satışlar: maliyeti ve satış fiyatı belli, vadeli ve kârlı satışların
adıdır. bu satış şeklinde hem maliyet bilinir, hem kâr oranı, hem de vadenin getirdiği
fark bilinir. daha çok nakit sıkıntısı çeken müşteriler tarafından kullanılan bir alışveriş
çeşididir. günümüzde finans bankaları tarafından en çok kullanılan alışveriş şekli
budur.
2) tevliye: maliyet fiyatına yapılan satışlardır. diğer bir ifadeyle kârsız satıştır. zarar da
yoktur. tüccar olarak bilinmek ve tanınmak bile insana ticari hayatta kâr getirir. bu
satış şekli de ticaret olsun diye yapılıyor genelde. bir yerde büyük bir ağaç olunca, o
sğaç o toprağın bütün minarellerini emiyor. ama cenabı allah da oradaki ağaçlara
göre o toprağa bereket veriyor. yağmur bulutları o tarafa doğru kayıyor, onlar
gecenin rutubetini daha çok emiyorlar. bunlar ağaçların bir arada olduğu
ormanlarda oluyor. kırlardaki ağaçlar her yerden güneş alıyor, cenabı allah ona göre
bereket yağdırıyor ve o ağaçlar daha küçük kalıyor. hayatta da eğer insanlar
birbirlerine haset etmeseler, yan yana olan dükkanlar, tek tük olan dükkanlardan
daha çok kazanırlar. yan yana oldujları için makul fiyat korlar, orası pazar yeri olduğu
için de insanların güvenini kazanırlar. aynı işi yapan topku yerlere bakın, insanlar
özellikle oralardan alışveriş yaparlar.
3) vadî'a: zararına satışın adıdır. ticaret kâr etmek içindir. maliyetine veya zararına
satışın ticarette ne yeri var, diye sorulabilir. ticaretle uğraşanlar bunun yerinin var
olduğunu bilir. bazen elindeki stoğu bitirmek için, bazen rekâbet dalgasının gelmekte
olduğunu hissettiği için, bazen de malların mevsimi geçtiği için, bazen de nakit
ihtiyacı vardır, darda kalmıştır. bu nevi sebeplerle satışlar yapılabilir.
4) müsâveme: karşılıklı pazarlığa açık satışların adıdır. bir başka tarifle; üzerinde ittifak
edilen fiyat ne ise o fiyata yapılan satışlardır. bu nevi satışlarda satıcı, maliyet fiyatı
hakkında bilgi vermek zorunda değildir. sadece satış fiyatını söyler. böyle
davranması, alışverişin pazarlığa açık olduğunu gösterir. en çok kullanılan alışveriş
şekli budur. sen mâl ettiğine göre direnç göstereceksin, müşteri de kendine de göre
almak için direnç gösterecek.
bütün bu alışveriş çeşitlerinde özellikle de maliyetler hakkında verdiği bilgilerde
satıcıdan istenen, dürüstlüktür. yanlıl bilgi verirse, bu hem kendisine vebal kazandırır,
hem de müşteriye iade etme hakkı verir. bu ne demek? şimdi ben bi etiket gördüm;
malı 8'e alıyorum, 10'da satıyorum. ben öğrendim ki bu adam bu malı 5'e almış. ben
malı iade etmek için getirebilirim, adam da 'satılan mal geri iade edilmez' diyemez.
böyle bir hakkı yoktur. kağıt üzerine yazmamış da diliyle söylemiş, yine iade almak
zorundadır. çünkğ beyanı yanlıştır. gerekirse islamî idare bu şahsı cezalandırabilir.
ihtar verebilir, tekrar ederse satış yapmaktan men edebilir. islam hukukunda
bütünüyle men etme yoktur. çünkü kişinin geçimiyle ilgilidir. ama bı insan
dürüstlüğünü bozuyorsa, bunu düzeltmenin ve tekrar etmemesi için gerekli bütün
tedbirleri alma hakkına sahiptir idare. bu akde geöersiz demiyoruz ama işin içinde
yanıltma vardır. dolayısıyla bunun önüne geçmek için idari sistem de devreye girer.
satıcı, bu alışveriş şeklinde her zaman alış fiyatını söylemek zorunda değildir. çünkü
alış fiyatı, nakliye, işçilik, depolama ve koruma gibi ek maliyetler yüzünden yanıltıcı
olabilir. maliyet fiyatını net söylemek zorunda da değildir. çünkü maliyeti net olarak
tespit etmek kolay değildir. dolayısıyla tüccar yaklaış maliyeti söylemeli ve bunda da
dürüst olmalıdır. görünmez maliyet diye fiyat konulabilir ama alış fiyatı diye yazmak,
hem vebal kazandırır, hem de müşteriye iade etme hakkı verir. mü'minler bu
konularda dikkatli olmalılardır. bu dürüstlük olsaydı, ticari hayattakiler bu kadar itibar
kaybetmezlerdi. ticaret, rasulullah aleyhisselam'ın da yaptığı, oldukça itibarlı,
insanlığa hizmet eden, dua kazandırması gereken bir meslek iken; sıkıntılar sebebiyle
hak ettiği itibari görmüyor. bir mesleğin kıymetini düşürmek de arttırmak da o
mesleğin mensuplarının elindedir.
-bu arada pazarlık sünnet değildir. islam buna izin verdiği için sünnet diye yayılmıştır.
oazarlık meşrudur. rasulullah aleyhisselam çok pazarlık yapmayan bir insandır ama
caizdir.
-bir de muhayyerlik hakları diye bazı haklar var. islam hukukunda muhayyerlik hakları,
diyoruz ve orada duruyoruz.
62. Ders -Alışveriş Hukukunun Temel Hükümleri-
-muhayyerlik demek, seçme hakkı demek. birden fazla şey arasında kalıp da
içlerinden birisini seçme hakkına sahip olmak demek. dilimizde çok yaygın değil ama
iki şey arasında şaşırıp kalmanın adı, "hayran"dır. hıyar, seçilmiş meyvenin adıdır.
muhtar, seçilmiş demektir. ihtiyar heyeti, seçilmiş insanlardan oluşan hryet demektir.
muhayyerlik de seçme hakkına sahip olma demektir. islam hukukunda birden fazla
muhayyerlik vardır. mesela satıcı, müşteri alışveriş yaparken, "bunun fiyatı 10 lira"
dediğinde, müşteriye kabul ve red hakkı doğar. bu bile bir muhayyerliktir.
-islam hukukunda birkaç muhayyerlik hakkı vardır, dedik.
1) hıyaru'l meclis: akid yapan tarafların, aynı mecliste bulundukları sürece, akdi kabul
etme veya reddetme hakkının oluşuna denir. bir meclisteyiz, bilgisayar alıyorum. bu
bilgisayarın özelliklerini öğrendikten sonra, bin lita fiyatta muvafakat ediyoruz. konu,
bir başka şeye intikal etmeden veya da ben orayı terk etmeden iade etme hakkım
var. bu ilim ehli arasında tartışılmış. rasulullah aleyhisselam, "akid yapan insanlar,
birbirlerinden ayrılmadıkları sürece kabul ve red (muhayyerlik) hakkına sahiplerdir."
imam şafii rahimehullah daha birçok alim, birbirlerinden ayrılmaktan şunu anlıyorlar;
akid yaptıkları yerde bir arada bulundukları süreyi anlıyor. birinden biri k meclisi terk
etmediği sürece bu hak vardır, diyorlar. imam ahmed de bu görüştedir. bedenen
birbirlerinden ayrılmadıkça, manasında anlıyorlar. birçok ilim ehli bu görüştedir.
bunun için delilleri de var. abdullah ibni ömer radıyallahu anh, rasulıllah
aleyhisselam'ın sünnetini çok güzel takip eden, ilme meraklı ve ilme yalip olma
çağlarında bir sahabedir. uhud savaşı sırasında 13- 14 yaşlarındadır. rasulullah
aleyhisselam vefat ettiğinde 20'li yaşlarını biraz geçmiştir. ilim almıştır, yaşayışı güzeldir,
rasulullah aleyhisselam'ın sünnetini tatbik ederek yaşamaya en çok meyilli olan
insandır. mizacı da yumuşaktır. bir gün bir yolculuk sırasında kendisine bir deve
veriyorlar. devenin adı bekr. ele avuca sığmayan anlamındadır. böyle bir deveye
binmiş abdullah radıyallahu anh. deve durmuyor. rasulullah aleyhisselam'ın da
devesini sollayıp geçiyor. ama ömer radıyallahu anh, oğlu abdullah'a bir bakış atıyor,
zorlaya zorlaya deveyi arkaya getiriyor. deve alıp başını bir daha gidiyor. ömer
radıyallahu anh'ın kaş çatması devam edince, rasulullah aleyhisselam deveyi satın
almak istediğini söylüyor. ömer radıyallahu anh, "satmaya ihtiyaç yok, deve senindir
ua rasulullah." diyorsa da rasulullah deveyi satın alıyor. ondan sonra abdullah
radıyallahu anh'a dönüyor rasulullah aleyhisselam, "abdullah deve senindir. salıver
gitsin." buyuruyor. gariban abdullah da rahatlıyor. şimdi abdullah ibni ömer bir akid
yaptığında, muahayyerlik hadisi şerifine binaen, eğer akdin netleşmesini istiyorsa,
satıcıyla da başka konuları ya da başka alacakları varsa; malı alır, şöyle bir uzaklaşıp
gider, daha sonra geri gelirmiş. hadi tarbik için böyle yaparmış. bunu delil
gösteriyorlar. ama ebu hanife bu kanaatte değildir. bu akid bitip de başka kaonuya
geçilmesi, olarak anlıyor. noktayı koyduk, aldık, verdik ve bitti. "hadisin zahiri bedenen
ayrılmayı anlamayı gerektirmiyor mu?" diyenlere de "ya ikisi küçük bir sandalda
olurlarsa?" diyor. sandaladalsr ama ne o ondana ayrılabiliyor ne de diğeri
ayrılabiliyor. aynı binekte, aynı trenim kompartmanında olabilirler. bir de ebu hanife
ticaretin içinden gelen bir insan. ticaretin değişik hallerini ve tavırlarını çok iyi bilen bir
insan. imam muhammed, ebu hanife'den bir hayli küçüktür, imam şafii de imam
muhammed'den küçüktür, ahmed ibni hanbel de imam şafii'den küçüktür. imam
ahmed, ebu hanife'nin bu görüşünü bildiği için, "kastedilen bedenen ayrılmadır
ancak kayık gibi küçük yerlerde olurlarsa hariç." diyor. bu hakka, hıyaru'l meclis
diyoruz.
2) hıyar-ı şart: adından da anlaşıldığı gibi, şart koşuyor. ben birkaç gün düşünmek ve
denemek istiyorum, diye gün talep ediyor. krndi şart koşmasıyla muhayyerliği varsa,
buna hıyar-ı şart diyoruz. böyle bir muhayyerlik hakkı talep edebilir. şöyle diyelim;
hayar-ı şart, hem satıcı hem de müşteri için geçerlidir. kişilerin, düşünme ve karar
verme ya da deneme, sorup bilgi alma niyetiyle talep ettiği muhayyerlik hakkıdır.
feshi kâbil olan akidlerde geçerlidir (alım satım, kira ve ortaklık akdi gibi). hanefi ve
şafii alimlerine göre; bu muhayyerliğin süresi 3 gündür. daha fazlası satıcıya zarar verir
de onun için diyorlar. satıcı kilitlendi seni bekliyor. bu doğru değildir. islam hukuku
sadece mülteriyi korumaz. satıcıyı da korur. sadece işçiyi korumaz, patronu da korur.
ikisini birbirinin dostu ve yardımcısı kabul eder. burada satıcının da mülterinin de
hukuku çiğnenmemelidir. imam malik rahmetullahi aleyh; ihtiyaç ne kadarsa o kadar
olabilir, der. görüşünü de şu şekilde savunuyor; her şey küçük malzeme değildir. öyle
şeyler vardır ki üç gün yetmez. bir fabrika alıyorsunuz, her bir aletine çalışıyor mu diye
bakmanız gerekecek. hammaddeleri nereden gelir, masraflı mıdır, masrafsız mıdır?
bütğn bunların hesabı gerekir. buna şirket dinleme ve değerlendirme diyorlar. imam
malik de bütün bunları düşünerek 3 gün yetmeyebilir diyor. bu açıdan bakarsanız
elbette haklı. ebu hanife de büyük malzemelerin elbette 3 gündem fazlasına ihtiyacı
vardır ama bunu akid yapmadan önce araştırsın, diyor. akid yaptıktan sonraki 3 gün
ek paydır, diyor. bunun lüzümunu kabulleniyor ama satıcıyı 3 gündem fazla askıda
bırakmanın lüzumunu kabullenmiyor. o da öyle hakkı. ekserîi lim ehline göre 3 gündür.
buna şart muhayyerliği diyoruz.
3) hıyar-u ru'ye (görme muhayyerliği): rasulullah aleyhisselam, "kim önceden
görmediği bir malı satın alırsa, o malı gördüğü zaman muahyyerdir." buyuruyor. bu
çok öenmlidir. bize bir ev tarif edildi. resimleri de gösterildi, planı önümüze serildi. ama
gidip gördük, her şey değişir. evin cephesi, kapı girişi, evin komşuları, bulunduğu
sokak, hepsi önemlidir. mahallenin adı bile önemlidir. görmenin yerini ne tarif tutar, ne
de resim tutar. ancak görme muhayyerliği, emsal görünüyorsa yoktur. kumaşın bir
parçadını getirip gösteriyorum. kumaşın geri kalanı da o parça gibidir. aynı şekilde
diyelim ki 1 depo buğdayım var. 2 torbasını un fabrikasına götürmüşüm, buğdayımı
göstermişim. adam bakmış, değerlendirmiş. evdeki buğday da onun aynısıysa;
sonradan muhayyerlik hakkı yoktur. bir parçasını görmek, bütününü görmek gibidir.
aynı şey hayvanlarda geçerli değildir. iki tane hayvanımı sana gösterdim, getirdim
sürüyü satıyorum. böyle olmaz. her bir hayvanın ayrı ayrı değeri vardır.
ıstısna akdi dediğimiz akid, bundan müstesnadır. ben size koltuk siparişi verdim.
geldiniz odamı ölçtünüz, kumaşını seçtik, süngerini konuştuk ve siz bu şartlara uyarak
bunu imal ettiniz. imal ettiğinizde benim hayalimdekine uymadı. bunda muhayyerlik
hakkı yok. çünkü bu satıcıyı büyük zarara uğratır. bunun dışında muhayyerlik hakkı
vardır.
görme muhayyerliği, sadece müşteriye aittir. osman radıyallahu anh'ın basra'da bir
toprağı var. tâlha radıyallahu anh bu arsaya satın almış. basra'dan gelenler osman
radıyallahu anh'a ucuza sattığını söylemişler. osman radıyallahu anh da "ben
görmediğim bir malı sattım. görünce değerinin daha fazla olduğunu anlarsam
vazgeçebilirim." diyor. tâlha radıyallahu anh'a da aksini söylüyor. sen oraya hak
ettiğinden daha fazla para verdin, diyorlar. tâlha radıyallahu anh da gerekirse
muhayyerlik hakkımı kullanırım, diyor. daha sonra osman radıyallahu anh ve talha
radıyallahu anh, muhayyerlik hakkının kime ait olduğunda ihtilaf ediyorlar. cubeyr
ibni mut'im'e müracaat etmişlerdir. onu hakem tayin etmişleridir. o da muhayyerlik
hakkının müşteriye ait olduğunu, satıcının böyle bir hakkı olmadığını smylemiştir. dişer
sahabeler de bunu tasdik etmiştir. osman radıyallahu anh da buna muhalefet
etmemiştir. bu, sahabenin içtihadlarındaki ittifaklarındam sayılır. icmanın delillerinden
bir tanesi de budur. ondam sonra hiç kimse satıcının muhayyerlik hakkı olduğunu
söylememiştir. demek ki hıyar-u ru'ye diye bir hak varmış ve bunu önceden
görmediği, standart olmayan, emsalini de görmediği mallarda, müşteri
kullanabilirmiş. bunun da vazı şartları var. mesela önceden görmüş olmayacak. akid
yaparken görmemiş ama akidden önce görmüş, biliyor. böyle olunca muhayyerlik
hakkı düşer.
4) hıyaru'l ayb (kusurlu mallar): esasen muhsyyerlik haklarından en çok kullanılanı,
akidlere en çok tesir edeni budur. mal kusurlu çıkmışsa ya da satıcının yanında bir
kusur meudana gelmişse, mülyerinin o malı iade etme hakkı vardır. şöyle söyleyelim;
şâyet satın alınan bir malda, müşteriye intikal etmeden önce bir kusur, bir eksiklik
varsa ve müşteri bunu bilmeden satın almışsa, kusura muttalî olduğu an, o malı kabul
veya iade hakkı vardır. islam hukukunda buna, hıyar'ul ayb denir. ancak satıcı
önceden kusuru beyan ederse ya da müşteri, satın almadan önce kusuru görmüşse
veya satıcı tarafından "alırken dikkat ediniz. daha sonra herhangi bir kusur iddiasını
kabul etmem." gibi ikaz edici bir cümle kullanılmışsa, böyle bir hak yoktur. gününüzde
daha yaygın, dükkanın kapısında defolu mallar mağazası yazıyor. böyle bir yerden
mal alıp da daha sonradan defolu diye götüremezsin. islam hukukunda 1400 yıldır bu
hak vardır. bazı mallar da vardır ki 15 gün içinde bozulur. bazı malların 15 gün içinde
pazarı geçer. müşteri de böyle bir kusura muttalî olduğu an, malı kullanmaya devam
etmeden, mala zarar vermeden, ilk fırsatta gidip göstermelidir. böyle bir kusurla
müşteri gelirse, satıcı iade almama hakkına sahip değildir. kabul etmek zorundadır.
benim muhatabım sensin, sen geri almak zorundasın. satıcı kimse, mülterinin
muhatabı odur. üretici firma veya başka bir yer değildir.
İkâle
-ikâle: akid tamamlandıktan, muhayyerlikler bittikten sonra, ortada iadeyi gerektiren
bir mecburiyet olmadan, müşterinin veya satıcının, akidden vazgeçmesine ve diğer
tarafa müracaatına denir. karşı tarafın kabulü, ikâle olarak isimlendirilir. rasulullah
aleyhisselam, "kardeşine ikâlede bulunana allah da ikâle de bulunsun (pişman
olduğu günahlarını affetsin)." buyurarak dua eder. dua eder ne demektir? mecbur
değildir ama kabul ederse güzel olur demektir. kardeşi kelimesi de bu vurgu içindir.
kardeşlik hukukunu unutmayın, demektir. rasulullah aleyhisselam da bunu tavsiye
ediyor. elindrki malı kullanmadı, eskitmedi, zarar vermedi ama aldığına pişman oldu.
bu malı geri iade almak zorunda değil ama iade alırsa hem zarar uğramaz, hem de
insan kazanır. demek ki bunda mecburiyet yokmuş ama tavsiye varmış. ticari hayatın
içerisinde bütün bunlar vardır. sermaye sadece malla olmaz. güleryüz sermayedir,
ifade etme kabiliyet sermayedir, maldan anlamak sermayedir, hangi mal kalitelidir
vb. bütün bu bilgiler, maddi sermaye kadar kıymetlidir. müşteriye güleryüz göstermek
nasıl bir ikram ise, pişman olduğu malı geri almak da bir ikramdır ve sen o müşteriyi
kazanmış olursun. ikâlede de karşı tarafa anlayış gösterme, "bunu aksanız daha iyi
edersiniz." diye yönlendirme, bu nevi bilgi verişler gerçekten büyük sermayedir.
ticaretin kendine ait bir yapısı vardır. o yapıyı iyi takip etmeli, bilgi kabiliyetiyle
beraber yoğurmalıdır.
-şuf'a hakkından devam edeceğiz.
63. Ders -Alışveriş Çeşitleri-
-şuf'a hakkı, komşu ve ortaklıktan doğan bir haktır. diğer mezheblerde sadece
ortaklıktan doğan bir haktır. avrupa bunu islam hukukundan almıştır. avrupanın çoğu
kanunları maliki mezhebinden almadır. çünkü endülüs'te malikiler vardır. ticari hukuka
ve birçok hukuka bakıyorsunuz, endülüs'ten çaldıkları için maliki mezhebine uyuyor.
hanefiler, komşulukta da bu geçerlidir, diyorlar. evini önce komşuna teklif edeceksin.
almıyorlarsa onların da rızası olan birine satacaksın. bu da insanlığın bir gereğidir. bu
hak sadece gayrımenkul mallarda vardır. bir ortak veya komşu, kendisine teklif
edilmeden veya teklif edilmişse, verdiği bedele razı olunmadan bir yabancıya satılan
malı, kendi verdiği bedele veya daha düşüğe verilmiş olan ücretini ödeyerek alma
hakkına denilir. böylece varlığına razı olmadığı veya ortaklığını kabullenrmediği bir
başkasını, ortaklığına veya komşuluğuna almamış olur. ortakların başına bir şey
gelmiştir ve bir ortak hissesini satmak istiyor. önce ortağına teklif edecek. doğru olan,
bilir kişiye incelettirip bu hissenin değerini tayin ettirmektir. diyelim ki 80 bin lira tayin
edildi. adam 80 bine satmayacağını, 100 bine satacağını söyledi. diğer ortak da 100
bine alamadı. bu sefer 100 bine gidip başkasına satabilir ama 100 bindem daha
aşağı bir fiyata başkasına satamaz. başkasına daha düşüğe satarsa, diğer ortak al
paranı deyip hisseyi satılan kişiden alabilir. o kişinin de satmama hakkı yoktur. islam
hukuku satan insanı da ortağını da koruyor.
aynı şey komşulukta da vardır. evini, komşunun anlaşamayacağı birine satarsan
büyük sıkıntıya sebep olur. komşuya sormadan satış batıldır ya da caiz değildir
demiyoruz. komşuda böyle bir hak vardır. böyle bir haktan dolayı şufa hakkını
kullanabilir ve binayı geri alabilir. "bitişik dairemi kimseye vermek istemiyorum."
dediğinde şufa hakkı vardır. bahçe komşuluğu da böyledir. berabet bahçe
sulayacaksınız, birbirinize su taşıyacaksınız. bütün bu bağlantıları devreden çıkarırsanız
komşuluk yaralanır ve ölür. az komşunun olduğu, az ortağın olduğu yerlerde şufa
hakkı daha çok devreye girer. rasulullah aleyhisselam'dan da şufa hakkını
vurgulayan hadisi şerifler gelmiştir.
şufa hakkı en yakın olanla sınırlıdır.
-sâig: tarafları akid yapmaya iten, teşvik eden, şahsi arzu ve hedeflerdir. bir insan ya
ihtiyacını kapatmak için bir malzeme alır ya da hoşuna gitmiştir. işte insanı bir akid
yapmaya iten sebep, kazanmaktır. ticaret şerefli bir meslektir. bir tüccar düşünün ki
doğru sözlü, doğru yönlendiriyor. bu insan çok defa kürsüde nutuk atanlardan daha
faydalıdır. yürüyüşü, srlam verişi, güleryüzü, meslektaşının yanlış adımını düzeltmesi
tebliğdir. biz böyle çalışan ticaret hayatını kaybettik, onun sıkıntısındayız. mülterilerin
de kendilerine yönelik hedefleri vardır. kısacası, beni bu alışverişe item bir sebep var.
bu sebep meşru ise, alınan mal da meşrudur. bazen bu sebep akid anında beyan
edilir, bazen de edilmez. bazen kadin yapısı kendini belli eder, bazen olmaz. sâig;
bazen akid sırasında açık beyan edilir. bu durumda beyan edilen saig meşru ise akid
de meşru, değilse akid de değildir. adam horoz satın alıyor ama iyi dövüşüyor diye.
horpzu satın almaya srni sevk eden sâig caiz değildir, dolayısıyla bu alışveriş de caiz
değildir. dövüşüyor diye horoz satın almak, vuruşuyor diye koç satın almak buna
örnektir. böyle bir hedefle satın alınmaz. caiz değildir. mesela afyondan ilaç da
yapılıyor uyuşturucu da. uyuşturucu niyetiyle alınırsa caiz değildir. mesela şarkıcı
kiralamak. şarkıcılık caiz değildir. şarkıcıların kazandığı haramdır, diye hadisi şerif
vardır. silah, bıçak, zehir satın almak da bu çerçevededir. allagu telala ne kadar çok
meşru akid nasip etmiştir... bütün bunları terk ediyorsun, çirkef şeyleri almaya
çalışıyorsun. caiz değildir.
sâig açıkça zikredilmese de satılan veya alınan malın yapısından anlaşılıyorsa,
anlaşılan da caiz olmayan bir fiilse, akid de caiz değildir. bir insan gitti saz aldı. ben
bunu çalacağım demiyor. ama sazın kendisi "ben şeytan işiyim." diyor. ebu yısıf ve
imam muhammed'e göre, çalgı aletleri böyledir. onlara göre; satan ve satın alan
şahıs hiçbir ley söylemese de müzik aletleri üzerine yapılan akid caiz değildir. saz,
tanbur, keman vs. vs. caiz değildir. müzik konusunda, sadece sözlü olarak söylenen
bir de düğünlerde def çalınması caizdir. nadir de olsa sahabeden tempolu bir
şekilde şiir okuyanlar, kendi kendine mırıldananlar vardır. dediğimiz gibi bunlar müzik
aletiyle değil, sözlüdür. işin içine müzik aleti girince, bize gelen nasslar lehte değil.
tarihte şunun için kapı bulunmuştur; mehter marşları. eğlence için değildir. ordunun
ayakta durduğunu, cihadın devam ettiğini diğerlerine duyurmak içindir. bunun için
de iyi bir fetva gerekir. ney çok gündeme getiriliyor. ney, baprı yanık yanık öten,
hazin bir çalgıdır. ney çala çala, dinleye dinleye insanın duygusallığı çok yükselir.
neyzenlerin birçoğu sonunda melankolik olurlar ve birçoğu da içki içierler. bunun en
açık örneği de neyzen tevfik olsa gerek. her gün içer her gün de tevbe edermiş.
müzik düşkünlüğü, aşırı duygusallık, ilme de engel olur.
gerisin geri döndük. bazı eşyaların yapısı, ne için yapıldığını sana anlatır. eğer o
yapılan şeyin kullanıldığı yer kötüyse, o akid de caiz değildir. eşyadan net bir şekilde
anlaşılmıyorsa, iyiye vehmeder ve satar. mesela ekmek bıçağı. ekmek kesmek içindir.
ama adam bununla birisini de bıçaklauabilir. süröene bıçağı vardır mesela, yapısı
tamamen adam bıçaklamak içindir. ona göre oyukları vardır. kalem açmak için
yanınızda taşıdığınızı iddia edemezsiniz. tamamen saldırma hedeflidir.
bazen sâig, doğru gibi gibi görünmeyebilir. kötü olan sebepler ayrılabiliyor, geriye iyi
olan sebepler kalıyorsa, akid sahihe dönüşür. alınması caiz olmayan bir şeyi, "bu bu
işler için kulşanılıyor ama biz şunun için alıyoruz." diye alıyorsa, akid caiz hâle gelir.
mesela üzüm meşrudur. ama biliyorsunuz ki şarap fabrikası olan bir adam geldi,
sizden üzüm alıyor. üç kilo üzüm istedi. bunu satabilirsiniz. çünkü üç kilo üzümden
şarap olmaz. belli ki yemek için alıyor. ama adam sizden 3 ton üzüm istiyor ve şarap
fabrikası var. doğru olan, ne yapılacağını öğrenmek ve ona göre tavır almaktır.
"lardeşim ben gübrelediğim, suladığım, ömrümğ adadığım bu üzümleri, sen allah'a
iayan yolunda içki üret diye yetiştirmedim." keşke böyle dese. bu hem ibret olur hem
de ecir kazandırır. birçok ilim ehli sâig yüzündem caiz değildir diyor. ebu hanife de
"ِ‫علَى اَلثمِ َوال ُعد َوان‬
َِ ‫ َو‬/ günah ve haksızlık yolunda yardımlaşmayın." ayeti yüzünden
َ ‫اونُوا‬
َ ‫َل تَ َع‬
caiz değildir diyor. her iki sebepten de olsa bu akid bu açıdan caiz değildir. eşkıyaya
silah satımı, düşmana silah satımı, meyhaneciye dükkan kiraya verilmesi bunun
örneklerindendir. eşkıya olduğunu biliyorsanız, bu silahla cinayey işleyeceğine
inanıyorsanız, satmak caiz değildir. sâig hakkındaki sözlerimizi bırada sınırlandıralım.
-riba: kelime manası olarak, çoğalmak demektir. ancak ticari akidde paradan pata
kazanmak, riba mallarında karşılıksız fazlalık getirmek demektir. biz malı 10'a alıp 15'e
satıyoruz ya da 15'e sattığımız malı "bir yıl sonra ödeyeceğim." deyince 18'e satıyoruz,
bunlar faiz olmuyor mu? islam hukuku buna faiz hakkı demiyor. ayet bunları kesmek
için, "allah size faizi haram, alışverişi helal kıldı." buyuruyor. bu işi uzatmayın, kulp da
aramaya çalışmayın diyor. islam bu eşyalardan kâr elde edilmesi istiyor. çünkü bu
insan kâr ettiği, maddi varlığına destek olduğu için bu eşyaları getiriyor. peki faizine
mal veren insana ne getiriyor? başkasının yokluğundan istifade ediyor. ben ticaret
yapacağım. senden %10 faizle mal aldım. bu malın fiyatı 8 liraydı, faizle 10 oldu.
senden aldığım faizi, masrafa eklemezsem zarar ederim. bu bir madencilik işiyse ve
bu malı demir çubuklar hâline getiren yer de %10 faiz koydu. ondan alıp da bunu
demir saza döndüren adam da %10 faiz koydu. bundan tencere yapacak firma da
%10 koydu. bunu toptancıya sattı. %10'da o koydu. toptancı, perakendeciye sattı.
%10 daha faiz geldi. noldu? 10 liralık bir tencere, 100 liradan aşağı müşteriye
ulaşmamış oldu. faizin böyle bir hastalığı vardır. piyasayı karşılıksız yere şişirir.
enflasyonun en büyük tahrikçisi faizdir. bundan dolayı hadise sadece faiz meselesi
değildir. cemiyete getirdiği yara sebebiyle islamiyet faizin hiçbir türlüsünü istemiyor.
bütün para hareketlenrinin tek elde toplanmasına ve takip edilmesine sebep oluyor.
mesela amerika oturduğu yerden filistin'e kim ne kadar göndermiş takip edebiliyor.
isterse bloke edebiliyor. islamî bile olsa bu, insanların ticari hayatına müdahale
olduğu için doğru değildir. insanlar da bunu istiyor. bu yüzden sen işçine, alnının teri
kurumadan emeğinin karşılığını veremiyorsun. bankaya yatıracaksın o verecek.
neden? takip edilecek, gözetileceksin. bütün bunların ayrıca tehlike sinyalleri vardır.
bu yüzden islamiyet, faizin büyüğüne de küçüğüne de muhalifitir. faizi devlet yapsa
da fert yapsa da önceden faiz ğzerine bir akid yapılıyorsa hiçbir türlüsü caiz değildir.
ama zarar kapatmak başka bir şeydir. ben birine 10 bin lira borç vermişim. 10 yıl sonra
geri ödemek istiyor. 10 bin lira olarak bana öderse yazık eder. borcu verdiğim
zamanda 10 bin lira ile ne alınıyorsa, şimdi bana öyke bir para vermeli ki ben aynı
şeyleri alabileyim. bu konuda ebu yusuf'un açoçık sözü vardır. "mü'min ne zarar
vermeli ne de zarar görmelidir." hadisinin açıkça tatbikidir bu. bu hâle islam
hukukunda, "ğalâ ve'r rahas" denir. enflasyon ve ufuzluk demek. bu borçlarda ve
gasplarda uygulanır. adam gasp etmiş, sonra tevbe ediyor. nasıl ödeyecek? bu
sistemle, zararını telafi ederek ödeyecek. bu, geçmişe yönelik bşr zararı önlemenin
adıdır; faiz akdi ise geleceğe yönelik bir akiddir. islam zararı önler ama faize geçit
vermez.
64. Ders -Sarf Muameleleri ve Şuf'a Hakkı-
-hilelerin akde tesirini ve kira akdiyle ilgili bilgileri paylaşacağız. hile kelimesi, türkçe ve
arapçada farklı anlamlarda kullanılıyor. hile kelime olarak, kurtulış çaresi bulmak
demektir. bizde tamamen olumsuz anlamda kullanılıyor.
1) fiil yoluyla yapılan hile: su biriktirilen su değirmeninin satışı. derede su azalmış. su
gelmezse değirmen çalışmaz. adam değirmende su azalınca, kendine ait, yukarıda
bir gölette su biriktiriyor. değirmeni müşteriye göstereceği zaman yukarıdan suyu
açıyor, taş gürül gürül dönüyor. sonra satıyor. sattıktan sonra ortaya çıkıyor ki bu
değirmen su biriktirmeden çalışmıyor. müşterinin gözünü boyamış oluyor. bu ortaya
çıktıktan sonra müşteri muhayyerdir.
suni yollarla müşteriyi çok gösterme de bunlardan biridir.
2) yalan söyleyerek hile: "bu mala şu kadar verdiler vermedim.", "bu mal şu ülkenin
malı.", "bu malı bu fiyata hiçbir yerde bulamazsın." vb. doğruluk payı olan da var,
doğrunun üzerine kurgu olan da var. ticari hayat bu nevi hilelerle iç içe olunca
değerini kaybediyor. bu işle uğraşanlar da değerini kaybediyor. böylece lekeleniyor.
halbuki ticaret, hayatın devamı için en az tarım kadar değerli bir şeydir.
3) şahısların hilesi: daha çok açık arttırmalarda görülüyor. millet durgunlaştıkça bir
rakam söylüyorlar, ortalık kızışınca geri çekiliyorlar. fiyatı böylece yükseltebildikleri
kadar yükseltmiş oluyorlar. bu nevi ayak oyunları doğru değildir. caiz de değildir. alış
hedefi olmayan, iş yapma hedefi olmayan insanların, suni olarak devreye girerek
fiyatı arttırmalarıdır.
Ribâ (Faiz)
-araya başka ihtiyaç giderici bir mal girmeden, pradan para kazanmanın yoluna faiz
diyorduk. her şeye rağmen, haramiyyetinin şiddetine rağmen batıl akid değil, fasit
akiddir. fasit akid, tamir edilebilir akidlerin adıdır. faizle kazanılan parayı atarsanız,
akid tamir olur. buna rağmen kur'an'da haramiyyetinin en şiddetli olduğu haram, faiz
akdidir. ribâ bu şekilde tarif edilir. 1900'lü yıllarda devlet eliyle faiz işlenmeye
bailandıktan sonra, müslüman halk ribâ kelimesinden nefret ettiği için, onun yerine
faiz kelimesi oturtulmuştur. faiz; dolup taşan, bereketlenen ve artan demek. böylece
faiz kelimesini de kirletmiş olduk. haramiyetini belli ettikten sonra, ayette " َِ‫يَٓا اَيُّ َها الَّذين‬
َِ‫ي منَِ الرِ ٰ ٓبوا انِ كُنتُمِ ُمؤمنين‬
َِ ‫ّللا َوذَ ُروا َما َبق‬
َِٰ ‫ ٰا َمنُوا اتَّقُوا‬/ Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve
gerçekten iman etmiş iseniz faizden kalanı bırakın." terazinin bir ucuna faiz konuyor,
bir ucuna iman konuyor. "‫َل‬
َِ ‫َل تَظل ُمونَِ َو‬
َِ ِ‫س اَم َوالكُم‬
ُِ ‫ّللا َو َرسُولهِ َواِنِ تُبتُمِ فَلَكُمِ ُر ُ۫ ُؤ‬
ٰ َِ‫فَانِ لَمِ تَف َعلُوا فَأذَنُوا ب َحربِ من‬
َِ‫ تُظلَ ُمون‬/ Bunu yapmazsanız Allah ve Resulü tarafından size bir savaş açıldığını bilin.
Eğer tövbe ederseniz, haksızlık etmemek ve haksızlığa uğramamak üzere ana paranız
sizindir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız." bir savaş ki öbür ucunda allah celle
celaluhu var, diğer ucunda allah'ın rasûlü aleyhisselatü vesselam var. ayrıca siz, faiz
alarak bir insan zulmediyorsunuz. zulmettiğiniz, sizin kardeşinizdir. ne yaptığınızı farkına
varın, diyor ayet. faizin sengin ve fakir arasında nasıl bir uçurum oluşturduğunu
matematiksel hesaplarla anlatmıştık. öbür taraftan bir insan, parasının üzerindeki
fakirin hakkını düşünüyor da zekat veriyorsa, bu şuuru kazanan bir insam batıl yoldan
para kazanamaz. allah'ın hakkını düşünüyorsa, helaliyyetini de düşünür. muhtaç olan
bir insanın, o muhtaciyetinden istifade ile faiz alan bir insan, haram helal çizgilerine
de dikkat etmez. bu da fakirin zengine olan nefretini kamçılar. nefret patlamaları
olur. sosyalizm, kapitalizm yıllarca bundan beslenmiştir. islam'ın istediği, bj insanların
aynı safta aynısecdeye ve kıyama varıp yakınlaşmalarıdır. faizin getirdiği bu.
faizi herha gi bir ticaret akdine benzetmek yanlıştır. çünkü körükleyicidir.
(26.00. dakikadan 37.30. dakikaya kadar soru cevap bölümüdür. sorulan sorular ve
verilen cevaplar bir önceki derst açıklandığı için not alınmamıştır. önemli olarak
kaydedilmesi gereken mevzu; öğrencilerin, öğrenci kredilerini alabileceğidir.
sonradan ödenen miktardaki fazlalık, tıpkı 10 yıl sonra borcunı ödeyen adam
misalinde llduğu gibi, zararı kapatmaya yöneliktir. paradan para kazanma amacıyla
değildir.)
Kira (İcâra)
-ücret, menfaat bedelidir. icâra da belli bir menfaatin (faydanın) belli bir ücretle satışı
demektir. her zaman insablar mal satmazlar. mal satoldığı gibi menfaat de satılır.
birisine aynın satışı, diğerine menfaatin satışı diyoruz. dükkanı kiraladık. sarkn almadık.
dükkanın menfaatini aldık, ondan faydalanıyoruz. işçi tutuyoruz, onun kendisini satın
almıyoruz, iş kabiliyetini satın alıyoruz. yine menfaatini kullanmış oluyoruz. esasen kira
da kendi içerisinde tek değildir. satışlar da böyledir.
bu ücret, gayrımenkul kirası olabileceği gibi, iş gücü, hizmet satın alma da olabilir.
kaynaklarımızda kira şmyle tarif edilmiştir; "cinsen (cins olarak) ve kadren mâlum bir
menfaati, muayyen bir zaman için başkasına satmaktır. cins, miktar, zaman, belli
olduğu gibi, bedel de malum olmalıdır." bir başka tarifle icâre; üzerine akid yapılan
menfaattir. icâreler, "mâkûdu'n aleyh" itibariyle iki nevidir: (makudun aleyh, üzerine
akid yapılan şey demektir.)
1) âyânın menfaatleri üzerine yapılan icâreler: âyân, gözle görülen eşyalar demek.
bunkar üç kısma ayrılır:
a) hâne, arazi, dükkan gibi gayrımenkul icâreleri
b) elbise, araba, aletler gibi nakledilebilen eşyanın kiralanması
c) hayvan kiralamaları
2) insanların emeklerinden ibaret olan menfaatler üzerine yapılan akidler: bu şekilde
kiralanan şahsa ecîr denilir. ecîr de iki kısma ayrılır;
a) ecîr-i has: hususi ecîr, husuî işçi demek. yalnız kendisiyle akid yapan insana hizmet
vermek için tutlan kişiye denir. aylıklı hizmetçi, hasta bakıcı, bahçıvan, özel şoför gibi.
işlerinin oranı az olsun çok olsun, bu insanlara aylık anlaştığı ne kadarsa o verilemk
zorundadır. dün işi bitirdin bugün de ağacın altında durdun, diye maaşından kesme
hakkı yoktur. böyke söyleyince akıllarımıza ebu hanife rahimehullah'ın ebu yûsuf'u
okutması geliyor tabii. ebu yûsuf demircide çalışıyor. ebu hanife'nin halkasına şöyle
bir kulak kesiliyor ve demirciyi boşveriyor. daha sonra o halkaya katılmaya başlıyor.
eve para gelmeyince annesi hışımla mescide giriyor, "sen ebu hanife ile niye aşık
atıyorsun? onun yemeği pilmiş önüne düşmüş. senin para getirmen lazım." diyor, zorla
götürüyor. demirci çırağına veriyor. ders bittikten sonra ebu hanife talebelerine diyor
ki "gidin, demirci ebu yûsıf'a ne kadar veriyor öğrenin." demircinin verdiği yevmiyeyi
öğreniyorlar. istisnasız her gün hatta biraz daha üzerine koyarak, ebu hanife o
yevmiyeyi ebu yusuf'a veriyor. ebû yûsuf rahimehullah böyle okumuş birisidir.
b) ecîr-i müşterek: kendisiyle anlaşma yapan herkese hizmet sunan insandır. terzi,
saat ve elektronik tamircisi, araba tamircisi, hamal, sıırtmaç (çoban), sıhhî tesisatçı
gibi. herkese hizmet verirler, herkesten karşılığını alırlar.
icâra; kur'an, sünnet ve tarih boyu teâmul ile meşru kılınmıştır. islam gelince
kaldırmıyor, tarih boyu var. kur'an'da insan kiralamayla ilgili var. musa aleyhisselam
çoban olarak şuayb aleyhisselam tarafından kiralanıyor. musa aleyhisselam bir kuyu
başına geliyor. mısır diyarını terk etmiş. kuyudan su içiyor
biraz sonra kuyu başında çobanları görüyor. çobanlar hayvanlarını suluyorlar, iki
tane kızceğiz de kenara çekilmiş, sulamak için hayvanları bekletiyorlar. hayvanlar
rahat durmuyor, bir de onları zapt etmekle uğraşıyorlar. kızların yanlarına varıyor,
nden sulamadıklarını soruyor. kızlar da "bizim babamız yaşlı bir insan, kardeşimiz de
yok. erkekler çekiliyorlar, ondan sonra biz suluyoruz." kızkarın kovalarını alıyor,
doldurup hayvanlarını suluyor. kızlar sevinçli. herkes dağılınca musa aleyhisselam
tekrardan ağacın altına oturuyor. o sırada üzerine yalnızlık da çöküyor ve diyor ki "ya
rab, sen bana ne indirirsen ben ona fakirim." diyor. insanlara el açmakta zillet vardır
ama allah'a el açmakta izzet vardır. biraz sonra kızlardan bir tanesi utanarak yanına
geliyor. babam seni mükafatlandırmak istiyor, diyor. mibirlikte varıyorlar. şuayb
aleyhisselam'la konuşuyor, inşaallah bu sıkıntıların geçeceğini musa aleyhisselam'a
vaad ediyor. konuşmalar tamamlanınca kız, "baba onu çoban tut. işçi olarak
kiralayacağın insanların en güveniliri ve en güçlüsüdür." diyor. güçlü olduğunu su
çekişinden anladı. peki güvenilir olduğunu nereden biliyor? onun ahlakını tespit etmiş.
kızların kenarda beklemesi, musa aleyhisselam'ı rahatsız ediyor. oysaki aldırmayabilirdi
de. sebebini öğreniyor, öprenince de yardım ediyor. ikincisi de yolda giderken kızı
öne düşürüp onu takip etmiyor. yollar inişli çıkışlı olduğu, kızların giyimi de o zamanın
lartlarına göre. kıza yolu tarif ettiriyor, öne o düşüyor ve böylece varıyorlar. bu bir
ahlak üstünlüğüdür. bunlar kızın dikkatini çekmiş. musa aleyhisselam'ı şuayb
aleyhisselam kiralamıştır. kızlarıyla da evlendirmiştir.
sünnetten bir hayli örnek var. "bir işöiye ücretini alın teri kurumadan verin." buyuruyor
rasulullah aleyhisselam. ebu hureyre radıyallahu anh'tan rivayet edilen kudsî bir hadis
var. buharî'nin buyuğ bölümünün icâra kısmında zikrediliyor. "allah şöyle buyurdu: üç
kişi vardır ki kıyamet günü onların hasmı benim; benim adımı anarak ahid verdi ve bu
insan ahdini tutmadı. bu insanın hasmıyım. bir insan ki hür insanı alıp satıyor, insan
ticareti yapıyor ve bundan kazanç elde ediyor. bu insanın hasmıyım. bir işçi tuttu,
ona işini yaptırdı ve ücretini ödemeden onu atlattı. bu insanın da hasmıyım."
65. Ders -Kira ve Ücretli Çalışma Hakkında Temel Bilgiler-
-iş hayatında olan kardeşlerimizin şu ayeti kerimeye dikkat etmelerini istiyorum; ahzab
suresi 70 ve 71. ayetler: "ِ‫سديدِاً يُصلحِ لَكُمِ اَع َمالَكُمِ َويَغفرِ لَكُمِ ذُنُوبَكُمِ َِو َمن‬
َِٰ ‫يَٓا اَيُّ َها الَّذينَِ ٰا َمنُوا اتَّقُوا‬
َ ًِ‫ّللا َوقُولُوا قَوَل‬
ً ‫عظيمِا‬
ً
َ
َِٰ ِ‫ يُطـع‬/ ey iman edenler! allah'a karşı muttakî olun ve doğru
َ ‫ّللا َو َرسُولهُ فَقَدِ فَازَِ فَوزِا‬
sözler söyleyin. eper böyle yaparsanız, cenabı allah sizin amelleriniz ıslah eder ve
hatalarınızı da affeder. kim allah'a ve rasûlü'ne itaat ederse, işte büyük mükâfâta
eten o olur." buyuruyor. bunun arkasından da zaten, "biz emaneti göklere, yerlere,
dağlara teklif ettik de onlar kabul etmeye yaklaşmadı..." diye başlayan ayet geliyor.
-insan, bir işçiyle anlaştığı zaman, hem yapacağı işi hem de ücretini beyan etmelidir.
o insan bilerek çalışacak. rasulullah aleyhisselam, "kim bir işçi çalıştırırsa, ona bir an
önce ücretini bildirsin." buyuruyor. işçinin alın teri kurumadan ücretini veriniz, hadisini
paylaşmıştık. kudsî hadiste allahu teala'nın hasmı olduğu kimseleri de paylaşmıştık.
bir şey daha söyleyelim; dinen günah sayılan ameller ve tâkât üstü işker için akid caiz
değildir. şarkıcılarla akid caiz değildir mesela.
bir müslüman, gayrımüslimin yanında çalışabilir mi? ilim ehli bunu mekruh görüyor. sırf
o insanın emrinde çalışması mekruh. ama araba tamir etme, elbise dikme, ecîr-i
müşterek dedik ya bu tip işleri yapar. sen gayrımüslimsin senin işini yapmam, demesi
doğru değildir.
Şirketler (Ortaklıklar)
-şirket, yani ticari ortaklık, islam'ın teşvik ettiği bir araya geliş, el ele verişlerdendir. şirket
kurup birlikte iş yapmak, insanlara bielikte hareket etme şuuru verir. insanlara kendi
imkanlarından daha büyük iş yapma, daha güçlü müesseseler kurma, daha büyük
adımlar atma fırsatı ve imkanı verir. diyelim ki bir kimsenin 100 binlik iş imkanı var.
böyle 10 arkadaş bir araya gelirse, bir milyonluk iş imkanı elde ederler. büyük
müesseseler kurup da dışarıdan elini uzatan ve bizi yönlendirmeye mecbur bırakan
zihniyetlere karşı güç kazanmaya ihtiyacımız var. bu nevi büyük müesseseler milletin
ihtiyacıdır. küçük çapkı kaldığınız zaman; insanlar sizi yönlendirirler. günümüzdeki
savaşlardan mağlubiyetle çıkarsınız. zalimlerin elinin iç dünyamıza uzanması
istenmiyorsa, kendi silahımızı kendimiz yapacağız, zaruri ihtiyaçlarımızı kendimiz
karşılayacağız. eğer doğru yolda kullanılacaksa bütün insanlığa hizmettir. buna fert
olarak tâkât yetmiyorsa, 10 kişi bir araya gelmeli. hem de insnlara iş alanı açılır.
fabrikanızda 5 bin kişi çalışıyor. 5 bin kişinin rızkını temin etmesine vesile oldunuz
demektir. beş bim kişinin ailesi varsa, oturduğu evlerin sahipleri, yanlarındaki bakkal,
taşımacılar da bundan geçiniyor. onun için bütğn bunlar başkalarının eline
bırakılamayacak kadar kıymetlidir. mü'minler bir araya gelir de bu nevi işletmeler
kurarlarsa, hem imkanları genişletirler, hem de mülterek çalışmanın ve birbirlerine
güvenip dayanmanın huzurunu yaşarlar. bu son derece kıymetlidir. biz bunlar
yapmaya yapmaya, birbirimize güvenmenin şuurunu kaybettik. her leyi dünya olan
insanlar birbirlerine güveniyor, bizim insanlarımız birbirlerine güvenerek şirketler
kuramıyor. elbette küçğk müesseseler de desteklenmeli. hatta onlardan vergi
alınmamalı ki giderek büyüyebilsinler. bu bile cemiyete bir hizmettir.
ebu hureyre radıyallahu anh'ın rivayet ettiği bir kudsî hadisi şerifte şöyle buyuruluyor;
"iki ortağın üçüncüsü benim. ta ki biri arkadaşına hıyanette bulununcaya kadar.
şâyet böyle bir hıyanet olursa, ben aralarından ayrılırım." böyle buyuruyor cenabı
allah. hadisin bir başka rivayetinde şöyle bir ek yer alıyor; "şeytan gelir araya o
yerleşir." rasulullah aleyhisselam ticarete ortaklıkla başlamıştır. amcası ebu talip ile
şam'a gittiği, amcası olan zübeyr radıyallahu anh ile yemen'e gittiği biliniyor. hâdîce
validemiz radıyallahu anh'tan önce de ticarî faaliyetlerde bulunduğu, ebu talip
ailesine katkılar yaptığı, onlara yük olmamak için çobanlık yapıp ücretini amcasına
verdiği bilgileri bize geliyor. kesin net bildiğimiz hâdîce validemiz radıyallahu anh ile
ortaktır. varlıklı bir kadındır. kadın olması sebebiyle uzun yolculuklara çıkamıyor.
parasını çalıştıracak birisine ihtiyacı var. rasulullah aleyhisselam ise genç ve ticaretten
anlıyor. ahlakı güzel, kendi güvenilir ama parası yok. parası olan bir insanla, iş
kabiliyeti olan bir insan ortak olunca, duran sermaye çalışıyor ve ikisine de kâr
getiriyor. hatta hâdîce validemiz radıyallahu anh ikide bir ticari ortak arayacağına,
rasulullah aleyhisselam acaba devamlı oetağım olabilir mi diye düşünüyor ve hem
sermayesini teslim ediyor hem de rasulullah aleyhisselam'ın yanına meysere'yi veriyor.
rasulullah aleyhisselam kârları getiriyor, paylaşıyorlar. ama hâdîce validemiz
radıyallahu anh'ın bir kârı daha oluyor; meysere, rasulullah aleyhisselam'ı anlata
anlata bitiremiyor. ticaretteki dürüstlüğünü, insanlara verdğiğ güven duygusunu, emri
altında çalışan insanlara muamelesini anlatıyor, diğer insnaların bu gencecik yaşında
ona duyduğu hürmeti anlatıyor. hâdîce validemiz radıyallahu anh çok zeki bir
kadındır. araya aracı sokarak rasulullah aleyhisselam'a evlilik teklif ediyor. ortaklık
evlilikle bitiyor.
bir başka hatıra var. sâib ibni ebî's sâib diye bir insanı rasulullah aleyhisselam'ın yanına
getiriyorlar. sâib'i övüyorlae. rasulullah aleyhisselam onları gükerek dinliyor.
konuşmaları bittikten sonra, "sâib'i mi bana anlatıyorsunuz? sâib benim
ortağımdı."diyor. sâib, "evet ya rasulullah, siz hepsinden daha iyi tanıyorsunuz. siz ne
güzel ortaktınız. kimseyle husumete girmez, daima dürüst olurdunuz. bize de bunu
öğretirdiniz." diyor. iki ortağın yıllar sonra birbirlerini böyle hayırla yâd etmesinin
kıymetini kaybettik biz.
özetleyelim: rasulullah aleyhisselam'ın, hâdîce validemiz radıyallahu anh ile ortaklık
kurduğunu unutmayınız. ortaklık aynı zamanda vakti ve kabiliyeti olup iş yapmak için
sermayesi olmayana, sermayesi olup çalıştıramayana da kazanç imkanı sunar.
süneni ebi davud ve ibni mâce'de bir başka hatıra yer alır. rasulullah aleyhisselam ve
sâib ibni ebi's sâib arasında geçenlerdir.
Ortaklık Çeşitleri:
-islam hukukunda birçok farklı ortaklık vardır. bazen bir akidle kyrduğunuz ortaklık
vardır, bazen de kendiliğinden gelen ortaklık vardır. mesela babası vefat etmiş, iki
çocuğuna arsa bırakmış. işte ortaklık. ya beraber arsayı kullanacaksın ya da ayırıp
satacaksın. miras yoluyla, vasiyet veya hibe yoluyla bir mal ortak olarak gelmişse,
kendiliğinden ortaklık oluşur. bir de akid ortaklıkları var. biz asıl bunun üzerinde
duracağız.
hanefi fıkhında, şirket-i ukûd/ akid şirketleri üç kısma ayrılır;
1) mala dayalı şirketler: bu da üçe ayrılır;
a) şirket-i mufâvaza: bütün şartları eşit olan ve eşit sermaye ile kurulan şirketlerdir.
şmyle bir sıkıntımız var; diyelim ki 50 biner lira konukarak kurulacak bir şirket var.
diğerinin 30 bin lirası var, kusa zamanda geriye kalanı tamamlayacağını söylüyor. ay
geçiyor para gelmiyor, yıl geçiyor yine gelmiyor. öbür ortak tedirgin olmaya başlıyor.
iş kâr bölüşmeye geldiğinde güven sarsılmaları yaşanıyor. insanların ceplerinden
büyük parayla sermayeye girmeleri doğru değildir. fiilen ortaya konulmuş olan
sermayedir, vaad edilen sermaye değildir.
b) farklı şartlarla ve farklı sermayelerle kurulan şirketlere, şirket-i anân denir. şirketlerin
çoğu böyledir.
c) şirket-i mudarabe: sermaye, iş gücü ortaklığına denir. rasulullah aleyhisselam'ın
hâdîce valideniz radıyallahu anh ile yaptığı gibi. adı olmakla ve kistelerin balında yer
almakla beraber, finans kurumlarının en az kullandığı budur. o gğvenin yoklupu bu
hâle getiriyor.
2) amele dayalı şirketler: şirket-i ağmâl, şirket-i ebdân da deniyor. başka adları da
var. diyelim ki ikimizin de sermaysi yok. ikimiz de sıhhi tesisatçıyız. bütün sermayemiz
elimizdeki anahtarlar ve kabiliyetimiz. bu nevi ortaklıklara diyoruz.
3) şirket-i vücûh (itibar ortaklığı): insanlar arasındaki güvenilirkipe dayanarak, veresiye
mal alıp satma, parasını satıltan sonra ödeme, elde edilen kârı anlaşılan şartlarda
bölüşme üzerine yapılan ortaklık anlaşmasıdır. iki arkadaş dediler ki "pazara gidelim.
sebze meyve alalım. kendimize bir yer bulup satalım. akşam da kârımızı, sebzemizi
meyvemizi bölüşelim." bu insanlar böyle yaptılar. buna itibar ortaklığı deniyor. çünkü
bunlara gğvendikleri için, sonra ödemek üzere mal veriyorlar. bu işe girerken paraları
yoktu çünkü. bu durumda sermaye, güvenilir olmaktır.
-şieketleri kurarken her ley güllğk gülistanlık
ama sermayenin nasıl konulacağına gelince geçiştiriliyor. zarar edilince nasıl mallar
bölüşülecek? sermaye farklı olacak olursa o zaman nasıl olacak? yani 50 bini biri
koydu, diğeri 50 bin koyamadı da 30 bin koydu. bu ne olacak? şirket kurulurken ilk
önce araştırma yaparsın. nerede ne iş yapılır vs. mutlaka şirketi anân dediğimiz
şirkette, ilk başta mutlaka sermayenin kâr payının tespit edilmesi lazımdır. sermayenin
payı yüzde kaç olacak? bunun önceden tespiti gerekir. sermayenin payı değişir.
eğer tornacılık yapıyorsan, iş gücü gerekir. bunun payını alırsın. eğer parayla
dövizcilik yapacaksan, o zaman sermayede ona göre pay vareceksin. eşit kursak
bile payını tayin edeceğiz. her ferdin verdiği sermaye kadar kârdan payı vardır. aynı
payı koyan insanlar, "biz aynı payı koyduk ama ben kârın %60'ını isterim." derse bu
şart geçersizdir. sermaye ne kadarsa pay da o kadardır. zarar payı da sermayeye
göredir. kimin ne kadar payı varsa o kadar zarar etmiştir. sıra geldi iş gücüne.
sermayenin payı %60'sa geriye kalan %40 iş gücüdür. eşit olabileceği gibi farklı da
olabilir. birisi işin asıl ustasıdır, diğerinin çevresi fazladır, diğeri insanlar tarafından
itimad toplamıştır. belki de biri daha iyi pazarlayıcıdır. bunlardan birinin daha çok
payı olabilir. önceden bu da kararlaştırılmalıdır. karşı tarafın kendisi olmadan iş
yapamayacağını anlar ve onun çaresizliğindem faydalanarak %70'ini isterse, bu
ilerde sıkıntılara sebep olur. ortaklıklar, istikrarlı kararlar üzerine kurulmalıdır. ortaklarla
iki günde bir pazarlık olmaz. ille de lüzum görülürse tüm ortaklarla istişare edilir. bir de
mizacı birbirlerine uygun olan insanlar ortaklık kurmalılar. at arabasına iki farklı hayvan
koyarsanız, o araba yürümez. yürüme ritimleri bile uygun olmalı. huy ve mizacı aynı
olmayan insanlar ortak olunca, didişmeler meydana gelir. onun için en baştan
ortaklık şartlarını, sermayenin ve iş gücünün kâr payını, bu pay içerisinden ortakların
ne kadar alacağını tayin etmeliyiz. böyle olunca gelen sermayelerin ne kadar kâr
payı alacağı da belli olur. yola böyle çıkılmazsa mızıkçılık başlar. müslümanlar kendi
şartlarına riayet etmeliler. ama bir şart haramı helal, helali de haram yapıyorsa, bu
lartlar daima geçersizdir. rasulullah aleyhisselam'ın bu konuda ikazı vardır.
66. Ders -Şirketler Hakkında Genel Bilgiler-
Kefâlet
-kefâlet; lugatte, eklemek, ilave etmek demektir. esasen bir şeyi bir şeyle
bütünleştirmek demektir. ıstılahta; bir şeyin talebi konusunda zimmeti zimmete
eklemedir. mesela kegil olan bensem, borçlu olan ben değilim. ben oma kefil
olmuşum, böylece borçlu olan insana kendi sorumluluğumu da yüklemişim. o
borçtan sadece o sorumlu değil. dolayısıyla başkasından istenen bir hakkı taahhüt
ederek üstlenmek, o insan yerine getirmediğinde veya getiremediğinde, yerine
geitrme mesuliyetini almaktır. bu şekilde taahhütte bulunan veya mesuliyet altına
giren insana "kefil" denilir. kefil olunan insana da "asil" ifadesi kullanılır. kefâlet akdi;
kitap, sünnet ve icma ile meşruiyyeti sabit olan bir akiddir.
-kitaptan delil: yûsuf suresinde, "‫ َواَنَُِ۬ا بهِ زَ عي ٌِم‬/ ben ona kefîlim." cümlesi geçer. yûsuf
aleyhisselam böyle diyor ve cenabı allah'ın lisanından bize anlatılıyor.
-sünnetten delil: rasulullah aleyhisselam, "kefîl, üstlendiği kefaletten sorumludur."
buyuruyor. rasulullah aleyhisselam veda hutbesinde, "borçlu, borcunu ödemeye
mecburdur. ödünç alınan bir mal, ihtiyaç bittiğinde geri verilmelidir. kefil olan kişi,
kefâletinden sorumludur." buyuruyor. kefâlet islam'da vardır, meşrudur.tavsiye
edilmese bile böyledir.
-mâkûl delil: her insan aynı güveni vermez. bazen insanın ahlakı iyidir, ödemek ister.
ama siz şartları zihninizde değerlendiriyorsunuz, o adamın istese de ödemeyeceği
kanaatine varıyorsunuz. "ancak kefil gösterirsen yardımcı olurum veya mal
verebilirim." diyor. bazen de adamı yeterince tanımıyorsun ama senin tanıdığın ve
ahlakına güvendiğin insan gelip de kefil olunca iş değişiyor. ona olan güvenin,
öbürüne olan güveni getiriyor. buna cemiyetin de ihtiyacı vardır. böyle insanların
elinden tutmak gerekir. bu nevi hasletleri ne yazık ki hırs dünyasının içinde
kaybetmeye başlamışız, cahiliyyeye dönmüşüz. cahiliyyede müşriklerin rasulıllah
aleyhisselam'a talepleri vardır. kimisi bize hazine getir, diyor. kimisi mekke'de dereler
akıt, diyor. bakıyorsunuz ki %99'unun talebi hep maddi menfaate çıkıyor. şimdikiler de
öyle. aynı hırs ve kavgalar devam edip gidiyor. islamiyet, insanın malına duyduğu bu
sevgiyi reddetmiyor ama bunun terbiye edilmesini istiyor. helal yoldan olmasını istiyor.
malın size hakim olmasına, sırtınıza binmesine izin vermeyin, siz onun sırtına binin diyor.
gün gelince vazgeçebilme şuuruna erin, diyor. var olanı inkar etmek yerşne terbiye
etmek daha doğru olandır. yönlendirme yapılmalı ama hiçbir zaman hakimiyet
yitirlmemalidir. mal kıymetlidir, canın yongasıdır ama insanoğlu kendi emrinde bunu
kullanmayı bilmelidir, malın emrine girmemlidir. kefâlet de bunun yollarından birisidir.
araya kefilin girmesi, olmaz bir işi oldurabilir. hâliyle kefalete aklen de ihtiyaç vardır.
aklen ihtiyaç varsa, cemiyete de hayır getiriyorsa, islam bunu destekler.
-ebu hanife ve imam muhammed'e göre kefâlet, icab ve kabulle gerçekleşir. icab,
ilk tekliftir. teklifi kabul etmeye de kabul denir. selman radıyallahu anh, kenarı siyah
kayalıklarla çevrili hurmalık vadiye gitmek istiyor. olsa olsa bu arabistan'dadır, diyor.
gelen arap kafilelerle arabistan'a gitmeye kalkıyor. onlara para da veriyor. buna
rağmen selman radıyallahu anh'ta daha fazla para olduğunu anlıyorlar ve ona
saldırıp parasını alıyorlar. elini kolunu bağlıyorlar ve ürdün dolaylarında, kudüs
yakınlarında bir yerdeki yahudilere satıyorlar. selman radıyallahu anh orada
bulunurken, medine'de benî kurayza kabilesindekiler geliyor. akrabalarının yanına
gidiyorlar. yalvar yakar selman radıyallahu anh'ı alıyorlar ve medine'ye getiriyorlar.
selman radıyallahu anh köleliğe de razı olarak bu şehirde kalmayı tercih ediyor.
çünkü allah'ın elçisi buraya gelecek. rasulıllah aleyhisselam'ın mührünü gördüğü
zamanki duyguları tarif edilemez...
bunun gibi bazen mülteri tarafından, bazen kefil olunacak insan tarafından bu teklif
gelir. satıcıdan da gelse, müşteriden de gelse, ilk teklife icab diyoruz. bu da icab ve
kabulle gerçekleşen bir hadisedir. ebu hanife ve imam muhammed bu kanaattedir.
ebu yûsuf'a göre kefâlet; "ben şu borca kefilim." gibi, kefil olacak kişi tarafından
verilen tek taraflı taahhütle de geçerli olur. kefâlet tek taraflı mıdır çift taraflı mıdır?
ebu hanife ve imam muhammed çift taraflı diyor. ebu yusuf da diyor ki ben sana
kefilim, diyen bir adam tek taraflı da olsa kendini o sorumluluğun altına sokar. kefili de
bağlayıcı hâle gelir. şimdi alışverişte bir insan kabul etti, akid tamamlanmadan geri
dönebilir. akid tamamlandıktan sonra vazgeçemez, iki tarag için de akid
bağlayıcıdır. peki kefalet akdi bağlayıcı mıdır? kefil oldun, iki hafta sonra dedin ki "bu
adam benim bildiğim gibi değilmiş. kefil değilim." yok öyle. geri adım atamazsın.
dolayısıyla kefil olan adamı bağlayıcı. ama alacaklı aradı dedi ki "sen bu adama kefil
oldun ama bunun kefalete ihtiyacı yok. borcunu ödeyebilir. seni azad ediyorum."
dedi. bu geçerli.
özetleyelim: bir insan, başkasına kefil olduktan sonra kefâletinden vazgeçemez.
ancak lehine kefil olunan kişi, onun kefaletini reddedebilir veya onu kefalet
sorumluluğundan azad edebilir. borcun ödenmesi veya herhangi bir şekilde
borçlunun borçtan kurtulması ile kefalet sorumluluğunda kurtulur. şimdi bir insan,
birisine kefil. asil, borç sorumluluğundan kurtulmuşsa, kefilin üzerinden de sorumluluk
kalkar. neden borcunh ödemişse demedim? bazen borcunu ödemiş olmaz.
alacaklısı dedi ki ben senin borcunu sildim. borçlunun borcu silinmişse, kefilin de
sorumluluğu düşer. kefilin ve borçlunun maljna alacaklı tarafından bir zarar verilmiştir,
sulh olsun diye borcunu silmiştir. herhangi bir şekilde borç sorumluluğu düşerse,
otomatik olarak kefil de sorumluluktan kurtulur. asîlin ibrası, aynı zamanda kefilin de
ibrasını gerektirir.
alacaklının kefîli, kefalet sorumluluğundan azad etme durumunda ise, asıl
sorumluluktan kurtulmuş olmaz. bir insan dese ki "sen kefil olmuştun ama zihnine
takma, biz arkadaşla konuştuk." dedi. onun böyle demesi, yani kefil sorumluluğunu
kaldırması, borçluyu, borcun sorumluluğunda düştüğünü göstermez. asılı borçluluktan
kurtaran bir tasarruf değildir. dolayısıyla borçlunun ibrası, kefilin de ibrasını
gerektirirken; kefilin sorumluluktan ibrası, asıl olan insanı sorumluluktan kurtarmaz.
kefilden alınamayacak bir şeyde kefalet caiz değildir. dolayısıyla had cezalarında,
kısasta kefalet olmaz. bu nevi hadiselerde kefalet, adamı veya şahidi mahkemeye
getirmeyle geçerlidir. yani adamı gözaltında tutacaklardı, bu da dedi ki "bende
dursun, ben onu mahkemeye getiririm." bu olur. ama bu adama kısas yapılacaktı,
onun yerine cezayı yüklenmek istiyor. bu olmaz. hapis cezası en çok patası olup da
borcunu ödemeyene uygulanır. kefil de aynıdır. kefilin maddi durumu iyi ama asıl
olan borcu ödesin diye durmadan geciktiriyor. kefalet sorumluluğunu yerine
getirmiyor. böyle bir durumda gerekirse kefil de hapsedilir. kâdî şureyh'in oğlu birisine
kefil oluyor. tembih edildiği halde asıl borcunu ödeyemeyincr, kâdî şureyh oğlunu
hapse atıyor. bir gün şureyh'in elinde yorgan gittiğini görüyorlar. nereye, diyorlar.
bizim oğlan hapiste de ona götüryorum, diyor. hapse kim attı, diyorlar. ben, diyor.
niye attın? kefaletini yerine getirmiyor, diyor. kendi oğlunu dahi hapsetmiştir. hapis,
işe yarayacak şekilde kulkanılır. adamın parası yok, borcunu ödesin diye
hapsediyorsun. ne işe yarayacak?
-ortaklık konusunda da ortaklar birbirlerinin vekili gibi hareket ederler. zarar olursa ben
öderim, diye kefil olunmaz. ortaklığın yapısında zaten zarar ve kâr vardır.
Havale
-lugatte; nakil, yer değiştirme demektir. ıstılahta; borcun bir zimmetten başka bir
zimmete nakline denir. misal; benim sana 100 lira borcum var. sana diyorum ki "sana
100 lira borcum var. sen başakşehir'desin, ben uzaktayım. benim başakşehir'de
birinden alacağım var. borcunu ondan al." buna havale deniyor. havale sadece
borçlarda geçerlidir. icma ve sünnetle meşrudur. "maddi durumu iyi olan birisinin
borcunu uzatması zulümdür." buyuruyor rasulullah. hadisin devamında, "kim maddi
durumu ödeme gücünde olan, varlıklı birisine havale edilmişse, artık alacağı için
onun peşini takip etsin." buyuruyor rasulullah aleyhisselam. havale, sadece icab ve
kabulle tamamlanmaz. havalede hem borçlunun, hem alacaklının, hem de
kendisine havale edilen insanın muvafakatı gerekir. her üç insanın da kabul etmesi
gerekir. böyle olmazsa havale ettiğin insan ve alacaklı birbirleriyle anlaşamayan iki
insan da olabilir. üçünün birden kabul etmiş olması şartı vardır. kendisine havale
edilen insan, akid yapmaya ehil olmalıdır. yani ergen, aklî dengesi yerinde olmalı ve
havalaye rıza göstermelidir.
Vekâlet:
-bir insanın, başkasını, tasarruf konusunda kendi yerine geçirmesine vekâlet denir.
bunu özetlemek için; vekil, asil gibidir denir. vekalet de hem kitap, hem sünnet, hem
icma, hem de mâkûl ile meşrudur.
kitaptan delil olarak, kıssa diye anlatılan bir şeyden nasıl hüküm çıktığını göreceksiniz
َ ‫ اَ َح َدكُمِ ب َورقكُمِ ٰهذهِٓ الَى ال َمدينَةِ فَليَنظُرِ اَيُّ َِٓها اَز ٰكى‬/ içinizden
şimdi. kehf suresi 19. ayet: "ُ‫طعَامِا ً فَليَأتكُمِ برزقِ منه‬
birini şu gümüş paranızla şehre gönderin de baksın, hangisinin yiyeceği daha temiz
ise size ondan erzak getirsin." mağaradaki gençler, paralarını bir gence teslim
ediyorlar. o genç onların adına çarşıdan alışveriş yapacak. hem alışveriş için vekil,
hem de yiyecek seçmek için vekil olmuş oluyor. ogeitrecek bunlar da yiyecekler. bu,
bir vekaletin tarifidir. onun için tam şu kadar ahkâm ayeti var diyemiyoruz. hiç
beklemediğiniz bir ayetin içinden beklemediğiniz bir hüküm çıkabiliyor.
-sünnetten delil: rasulullah aleyhisselam'ın, hakîm ibni hizam'ı veya urvetu'l barikî
radıyallahu anh'ı kurban almaya göndermesi. alıyor rasulıllah aleyhisselam'dan bin
akçeyi, sürübaşı olacak bir hayvan seçiyor. o hayvanı da süsübaşı ihtiyacı olan bir
çobana, iki tane koç karşılığı veriyor. koçlardan birini bin akçeye satıyor. rasulullah
aleyhisselam'a bin akçe bir tane de koç götürüyor. rasulullah aleyhisselam, "ben
sana git birisinden koç iste demedim. koç satın al dedim." diyor. "ya rasulullah, ben
kimseden siizn adınızı anarak koç almadım, istemedim." diyor ve olayı anlatıyor.
rasulullah aleyhisselam gülümsüyor. bin dinarı eline veriyor ve tasadduk etmesini
söylüyor. sonra bu sahabeye ticareti bereketli olsun diye dua ediyor. sahabe diyor ki,
"şimdi yerden toprak avuçlayı satmaya kalksam müşterisi çıkıyor ve kâr ediyorum."
diyor.
rasulullah aleyhisselam veda haccında 63 kurbanı bizzat kesmiştir. oraya hötürdüğü
kurban sayısı 100'dür. geriye kalanları ali radıyallahu anh kesmiştir. dolayısıyla kendi
yerine vekil tayin etmiş oluyor.
-icma: o gündem bugüne kadar, vekaletin caiz olmayacağını söyleyen hiçbir alim
yoktur.
-mâkûl (aklî delil): her insan her işi yapamaz. bu bazen bilgi eksikliğinden, tecrübe
azlığından, bazen çekingenlikten, bazen vakit azlığından, bazen güç
yetmemesindem kaynaklanır. dolayısıyla kendi yerine bu işi yapacak insana ihtiyaç
duyulur. vekaleten kurban kesmek gibi, dava vekili gibi. her insan davayı aynı güçte
savunamaz. nelerin delil olup olmayacağını bilemez. dolayısıyla dava vekillerine de
ihtiyaç vardır. tabii dürüst olmak şartıyla.
-vekâlet, her iki tarafı da bağlayıcı bir akid değildir. vekalet, azil ile, vazgeçme ile,
mğvekkilin ölümüyle son bulur.
NOT: elçiler vekil değildir. haberci ve elçinin hükmü ayrıdır.
67. Ders -Hukukî Sorumluluk ve Temsil Hakkında Kısa Bilgiler-
-sulh ile başlayacağız. ana hatlarını alacağız.
sulh; nizayı (anlaşmazlığı) ortadan kaldıran anlaşma akdine denir. hasımlığım zıddıdır.
sulh, birçok karışık meselenin hâlledilmesine yardımcıdır. rabbimiz, "sulh, hayırlıdır."
buyurur. sulhun içerisinden daima taviz vardır. iki taraftan birisi mutlaka bir hakkından
taviz eder. sulh, üç kısımdır;
1) ikrarda bulunarak yapılan sulh
2) sükût ederek yapılan sulh
3) inkar edildiği hâlde yapılan sulh
cumhura göre yani hanefiler, hanbeliler ve malikîlere göre her üçü de caizdir. imam
şafii rahimehullah sadece ikrara dayalı olan sulhu caiz sayıyor. bir insan sükût ederek
nasıl sulhediyor? tamam ben bi şey demiyorum, z ne diyorsanız öyledir, diyor.
kurtulmaya çalışıyor. bu çözğmkerde hakkın net olarak tespit edilmesi yoktur. bir
tarafın taviz vermesi vardır. siz nasıl uygun görüyorsanız ben razıyım, deyip de sükût
ederek hadiseyi geçirmek mümkün. said ibni zeyd radıyallahu anh, ittifakla cennet'le
müjdelenen 10 sahabedendir. sonraki yıllarda medine'ye yerleşmiştir. siyasi hayattan
geri çekilmiştir. çok güzel bir bahçesi var. bahçesine komşu olan da bir kadın var.
said radıyallahu anh'ın bahçesinde bir kuyusu var ki bu büyük bir nimettir. iki bahçe
arasında duvar yok ama sınır taşları var. sınır taşları da geçen zamanın içerisinde
kaybolmuş. kadının da kuyuda ve kuyunhn çevresindeki ağaçlarda gözü var. kadın,
"esasen benim ağaçlarım şuraya kadardı. ben dul bir kadınım. said ise valilik yapmış,
herkesin tanıdığı bir insan. benim ona karşı koyacak gücüm yok ki." diye birçok yerde
konularak yaygın hâle getiriyor. bu dedikodu medine valisine kadar uzanıyor. said
ibni zeyd radıyallahu anh'ı yanına çağırıyor. kendisine hadisenin aslı astarı nedir
sorduğunda, said radıyallahu anh'ın başından kaynar sular dökülüyor. şöyle diyor,
"ben allah rasûlü'nden, yarın en küçük bir araziyi gasp eden bir insanın, o arazinin 7
katı boynuna asılı olarak allah'ın huzuruna geleceğine dair hadisi kendi kulaklarımla
duydum. bunu duyan bir insan olarak böyle bir şeyi yapmamı nasıl beklersiniz?" diyor.
bu cümleleri öyle bir kırgınlık içinde söylüyor ki vali duruyor. "said, senden bjnun aksini
ispatını istiyoruz ne de delil istiyoruz. seni suçlamıyoruz. madem böyle bir iddiası var, o
kadın ispat etsin. biz bütğn duyduklarımızı ve sözlerimizi geri alıyoruz." diyor. ama said
radıyallahu anh geri alamıyor. bazı kıymetli şeyler vardır ki kırılınca kuymetlerini
kaybederler ve onları geri döndürmek mümkün değildir. sd radıyallahu anh çok
kırılıyor, tamir edilemez hâle geliyor. düşündükçe, aklına ithamlar geldikçe kırgınlığı
artıyor. en sonunda valinin yanına gelerek, arsayı kadına vermek istediğini söylüyor.
daha sonra said radıyallahu anh; "ya rab, bunu bana dünya menfaati için söyledi.
gözlerini dünyayı görmez et. ölümünü de o kuyudan et." diyor. çok ağrına gitmiş.
kadın çok geçmeden kör oluyor. gaspettiği bahçenin içerisinde hizmetçisi onu
dolaştırıyor. bir gece bahçeyi dolaşmaya çıkıyor. bir yere ayağı dokunuyor. ayağının
dokundupu yeri ağacın kökü zannediyor. ağaca yaslanmak istiyor. meperse
kuyuymuş, içine düşüyor. sonu da o kuyu oluyor. sonra said radıyallahu anh, berastini
bildiren, böyle bir şeye tevessül etmeyeceğini bildiren bir imkan bahşetmesini istiyor
allah'tan. çok geçmeden medine'de bir sel oluyor. yağmur yağıyor yağıyor, o sınır
taşlarını ortaga çıkaracak kadar toprağı temizliyor. taşlar görününce bakıyorlar ki
ağaçlar da kuyu da said radıyallahu anh'ın tarafında. ama kırgınlığı tamir edilemiyor.
bu hadise hem said radıyallahu anh'ın hayatının anlatıkdığı her eserde var, hem de
bu hadisin hemen hemen her şerhinde var. said radıyallahu anh, inkar ederek
vazgeçiyor. madem gözü var, onun olsun, diyor. tabii zorla birinin malını almak nedir?
rasulullah aleyhisselam'ın buyurduğu gibi elde bir kordur. o koru tutmaya devam
edersen hem elini yakar, hem de içini yakar. yarın ahiretini de yakar. bu nevi apız
kavgalarına, bu nevi basitliklere girmek yerine hakkından vazgeçebilir mi? bu insanın
kendi hakkıyla ilgilidir. vazgeçen açısından bir sorun yoktur ama karşı taraf açısından
sıkıntı vardır.
-bu kısımların hükmü; davanın düşüşüdür. kaynaklarımızda, "meçhul bir leyden sulh
caizdir. ancak meçhul bir şey üzerine yapılan sulh caiz değildir." ben aleyhime
yöneltilen iddiaları bilmiyorum, ne istiyorlar bilmiyorum. ne istiyorsanız alın, diyorum.
bu olur. ama adam diyor ki "bana ne verirse razıyım." sukh böyle olmaz. sulhun
karşılığında ne talep edilidği belli olmalı ama nelerden sulh edildiğinin belli olması şart
değil. mesela said radıyallahı anh, kendisinden hangi ağaçların istendiğini bilmiyor.
nereyi istiyorsa alsın, diyor. kısaca sulh, istenilen şey netleşmeden tamamlanmaz.
-mal iddialarında sulh olabileceği gibi, iş gücü iddialarında da olabilir. mesela işçi
geldi, "sen yokken şumları da yaptım, şu kadar gün çalıştım, gğnlerdir ben baktım."
diyor. gerçekten orada mıydı belli değil. adam da "ne kadar istiyorsun kardeşim."
diyor ve istediğini biliyor.
cinayet karşılığı sulh de olabilir. cinayet kasten istenmişse kısas olur ama aile bu
hakkından vazgeçebilir. kan davası devam etmesin diye olabilir, kendi adamlarının
nasıl olduğunu bildiklerinden olabilir. dolayısyla cinayetten dolauı sulh olabilir. ancak
had cezalarında sulh caiz değildir. adam içki içmiş, sokaklarda leyla leyla dolaşıyor.
bunu ne deglet affedebilir nr de şahıslar. hakim sadece şuna bakar; acaba bu
insana cebren mi içirildi, aldığı bir ilaç mı buna sebep oldu, yanlışlıkla mı içti? kısacası
bu adamın bilerek içtiğini, isteyerek içtiğini tespit ettikten sonra kimsenin sulhe gitmesi
caiz değildir. bu artık bir kamu suçudur.
mesela hırsızlık yapan bir insanı ev sahibi affedebilir. ona nasihat ederek iyilik de
edebilir. gerçekten faydalı olacağına inanıyırsa mahkemeye götürmeyebilir. ancak
bu haberi devlet gücğne ulaştırdığı an ne kendi geri adım atabilir, ne de devlet.
hırsızlığın türü hesap edilir, bunun dışında hakim sulhedemez. bu nevi hadiselerde
allah'ın hükmünü uygulayacaksınız, içerisine allah korkusunu ve muhasebe şuurunu
yerleştireceksiniz. o zaman ıslah olur.
Hacr
-lugatte; men etmek, hapsetmek demektir. günümüzde "kısıtlılık" olarak
adlandırılmaktadır. hacr, hükmî meselelerdeki mani oluşa denir. bu yüzden hükmî
meselelerde geçerlidir, hissî meselelerde geçerli değildir. mesela kendisine hacr
verilen kişilerden biri de delidir. deli akşd yaparsa akdi geçersizdir, vakıflarını
bozabilirsiniz. ama deli, birisinin hayvanını öldürdü. bunu bozamasınız, tazmin
edersiniz. bunlar güküm ifade eder. bu yüzden sözlü olan şeylerde geçerlidir, fiili olan
meselelerde geçerli değildir. söz, hükmîdir ve kabuk veya reddedilebilir. dolayısıyla
hacr altındaki insanların akidleri de kabul veya red makamına konulabilir. fiiller ise
böyle değildir. olduktan sonra geri döndürülemez.
hacr için üç temel sebep görülür; küçüklük, delilik ve kölelik. her üçünün hükmü de
birbirlerinden farklıdır. mümeyyiz çocuk ilr kölenin tasarrufu, velinin ve efendinin izniyle
geçerlidir. delinin tasarrufu ise hiçbir durumda geçerli değildir. delinin ve çocuğun
talakı geçersiz, köleninki geçerlidir. bunların her üçünün de telef ettiği şeyler tazmin
edilirler.
bir de sefih var. malını düzenli, akla uygun şekilde harcamayan, çar çur eden
kimseye denir. malındaki tasarrufları, akidleri, saçıp savurma şeklindedir. bu insanlara
sefih denilir. bu insa lar hacr altına alınmalı mı diye tartışılmıştır. ebu hanife'ye göre,
sefih bir insana hacr konmaz. çocukluktan itibaren velayet altında bulunan,
ergenliğe ulaştığı halde reşid (olgun ve yerinde davranışlı) olamayanlara, 25 yaşına
kadar malı kendisine teslim edilmez. ebu hanife'ye göre 25 yaşına gelince teslim
edilir. kişinin kendi malına tasarruf etme yetkisini değerli görüyor ve serbest
bırakılmasını istiyor. imameyne göre ise, sefih olan bir insan hep hacr altında olmalıdır.
tasarrufları, velisinin izniyle geçerlidir.
Gasp
-lugatte; bir şeyi güç kullanarak almanın adıdır. zorla alınan şey, mal olabileceği gibi
başka şeyler de olabilir. ıstılahta, hak sahibi olmayan elin, hak sahibi eli izalesine
denir. hanefi fıkhında hidâye diye bir eser var. orada şöyle tarif edilir; "maddi değeri
olan ve hürmet gösterilmesi gereken bir malı, hak sahibinin (malikinin) elinden çekil
almak, onun elini tesirsiz hâle getirmektir. hirmet ifade eden şu demek; öüslğmanın
malı da canı da kıymetlidir. rasulullah aleyhisselam, "şu ay ne dereceöenmli bir
zaman dilimiyse, şu bulunduğumuz mekn nasıl hğrmet duyulması gereken bir
mekanse; mallarınız, canlarınız ve ırzlarınızda o derece kıymetli ve hürmet gösterilmesi
gerekendir." peki hürmet ifade etmeyen mal nedir? düşmanın malı. ganimet olarak
alabiliyorsun. müslümankn malı ve müslümanla aynı vatanda yaşayan, seni koruman
altında olan mala, muhterem mal denilir. aynı zamanda dülman bile senden izin
alarak topraklarına girdi ve ticaret yapıyor. onun malı da kendi topraklarına
dönünceye kadar muhteremdir.
hükmü: hünah kazanılması, gaspedilen şey duruyorsa sahibine, gaspın gerçekleştiği
meknada iade edilmesidir. istanbul'da gaspetmişsin, "erzurum'dan gel al."
diyemezsin. istanbul'dan vereceksin. şayet gaspedilen şey helak olmuşsa, tazmin
edilmesidir. gasp haramdır. "ِ‫َل تَأكُلُٓوا اَم َوالَكُمِ بَينَكُمِ بالبَاطل‬
َِ ‫ يَٓا اَيُّ َها الَّذينَِ ٰا َمنُوا‬/ ey iman edenler!
bibirinizin mallarını aranızda batıl yollarla yemeyin." bu da batıl yolların en önde
gelenlerindendir. hadisi şerifte, "bir insam zulmen bir karış toprağı gsapetse, 7 kat
arsayı da boynuna sararak allahu teala'nın huzuruna gelir." buyuruluyor. yine bir
hadiste, "bir el gaspettiği şeyi sahibine verinceye kadar, onun sorumluluğunu taşır."
mal mislî ise, hakim tazminatın mislî malla yapılmasına, para değerine çevrilebilen
mal ise nakitle ödenmesini emreder.
68. Ders -Vakıflar ve Vakıf Örnekleri-
-islam hukukunda ve islam tarihinde vakfın çok önemli bir yeri vardır. acaba
vakfedilen malın hukuki durumu nedir, vakfedenin mülkünden çıkar mı çıkmaz mı?
burada ihtilaf edilmiştir. ebu hanife, mülkünden çıkmaz, diyor. ama gem talebeleri,
hem de imam şafii ve imam malik, vakfedenin mülkünden çıkar, allahu teala'nın
mutlka mülkiyetine girer. yani her mal allah'ın mülkğdür ama bu sefer, bir daha kul
mülkiyetine girmeyecek şekilde allah'ın mülkiyetine girer. bu görüştedirler. müftabih
olan kavilde ve uygulamada imammeyn'in görüşü tercih edilmiştir.
özetleyelim: ebu hanife'ye göre; vekfedilen bir mal, sahibinin mülkiyetinden çıkmaz.
faydası veya ğallesi (getirisi) vakfedilen cihetin olur. ebu yusuf ve imam
muhammed'e göre; mal, vakfedenin mülkiyetinden çıkar, bir daha mülkiyetine
dönmemek üzere allah mülkiyetine girer ve faydası, vekfedilen cihete sarfedilir. vakıf,
en güzel tasadduk yollarından biridir. şimdi ben su ihtiyacı olan bir yere gittim.
güğümüme su doldurdum, soğuttum ve bardak bardak herkese ikram ettim. bu
sadakadır. bir de su ihtiyacı olan yere şırıl şırıl akan bir çeşme yaptırdım, insanlar
faydalanıyor. işte bu vakıftır. vakıf ve sadaka arasındaki fark, güğümle su dağıtmakla,
çeşme yaptırmak arasındaki fark gibidir. çeşmede devamlılık vardır. sadece
insanların değil, hayvanların da su içme hakkı vardır. durdukça, fayda verdikçe,
ondan istifade edildikçe, vakfedenine ecir kazandırır. rasulullah aleyhisselam,
"insanoğlu ölünce ameli son bulur. ancak üç durumda devam eder; sadaka-i câriye,
kendisiyle faydalanılan ilim, arkasından dya eden ve ettiren hayırlı evlat." hadis
sahihtir. vakfın temelini oluşturan vurgu, oradaki sadaka-i cariyedir.
-ilk vakfın, muhayrık radıyallahu anh'ın, rasulullah aleyhisselam'a vasiyet ettiği, verdiği
ve rasulullah aleyhisselam'ın da vakfettiği arazi olduğu kaydedilir. muhayrık
radıyallahu anh, yahudi alimlerindendir. rasulullah aleyhisselam'a iman
edenlerdendir. ama uhud savaşı sırasında muhayrık radıyallahu anh, "allah rasûlü kat
kat düşmanın karşısında ve biz onun rasûl olduğunu biliyoruz. onu yardımsız mı
bırakacağız?" demiştir. yahudiler, rasulullah aleyhisselam'ın rasul olduğunu biliyorlar
ve bile bile inkar ediyorlar. rasulullah aleyhisselam ve müslümanlar yok olsun diye de
dülmanın karşısına terk ediyorlar. bu aynı zamanda yahudilerin üslubudur. muhayrık
radıyallahu anh'ın bünyesi bunu kabul etmemiştir. diğerlerini ikna edemeyince kendisi
uhud'un yolunu tutmuştur. ve "bütün mal varlığım artık muhammed'indir (‫)ص‬, dilediği
gibi sarfedebilir." demiştir. bu savaşta şehîdler arasında yerini almıştır. bu arazi de
onun vakfı olarak bilinir ve devam ederdi. yakın tarihe kadar vakfettiği yerler arazi
olarak kalmıştır.
ömer radıyallahu anh da hayber'deki hissesini, osman radıyallahu anh roma
kuyusunu, ebu tâlha beyrihâ'yı vakfetmiştir. osman radıyallahu anh'ınki yâd edilmeye
değerdir. rasulıllah aleyhiselam ve diğer müslümanlar medine'ye hicret ettiklerinde,
medine'deki evs ve hazrec kabilelerini islam kardeşliği altında birleştirdiler. evs ve
hazrec kabilelerini yahudiler yıllarca birbirlerini kırdırtmışlardır. rasulullah aleyhisselam
onları yeniden islam kardeşliğinde buluşturunca, üzerine bir de muhacirler eklenince,
müslümanlar maddi olarak da üst konuma geçiyorlar. yahudilerin bu konudaki
hasetleri ve bunun için tezgahları sayılamayacak kadar çoktur. bu roma kuyusu da
roma stiliyle yapılmıştır. suyu yüzeye yakındır, boldur ve kalitelidir. medine'de tüm sular
kesildiği zaman bile bu kuyunun suyu akmaya devam ediyor. günümüzde de
akmaya devam ediyor. bu kuyuyu adam ele geçirmiş. ne zaman medine'de sular
kesilse, bu kuyudan su satıyor, adam da köşeyi dönüyor. aynı zamanda herkes
kendisine muhtaç olacağı için itibar kazanıyor. bir taraftan da medine'ye gelen
islam'a kızıyor ama bunu açıkça gösterecek şecaatte bir insan değil. bu yüzden
kuyusunu zaman zaman silah olarak kullanıyor. medine'de sular kesilince herhangi bir
sebepten uyuşmazlık çıkarıyor ve müslümanlara su vermiyor. bir gün yine sular
kesiliyor ve bu alçak, müslümanlara su vermeyeceğini ilan ediyor. rasulullah
aleyhisselam'a bu haber ulaşınca, mubârek sîmasına üzüntü çöküyor. osman
radıyallahu anh bunu görünce yavaşça mescidden ayrılıyor. adamın yanına gidip,
kuyuyu bana sat, diyor. adam satmıyor. bu sefer diyor ki "o zaman bir iki günlüğüne
ver." osman radıyallahu anh öyle bir fiyat söylüyor ki kuyunun yarı değeri. adamın
gözleri faltaşı gibi açılıyor. kuyuyu bir iki günlüğüne satıyor. osman radıyallahu anh
tüm müslümanlara ilan ediyor; şu şu günler bana ait, gelin suyunuzu alın, diyor.
müslümanlar bayram ediyor. yahudi yok, başlarına kalkan yok, osman radıyallahu
anh bunun karşılığında dünyalık da istemiyor. osman radıyallahu müslğmanlara diyor
ki, "gönlünü kazanmak istediğiniz gayrımüslimler varsa yanlarınızda onları da getirin."
tebliğ her zaman dil ile yapılmaz, bazen atılan bir adımla çok daha güzel yapılır.
neticede ne oluyor? osman radıyallahu anh'ın günleri dopdolu, yahudinin günleri
boş. daha önceden bu yahudi aleyhine konuşamayanlar, yahudinin kirli çamaşırlarını
ortaya seriyorlar. böylece itibarı da zedeleniyor. maddi manevi eriyor. osman
radıyallahu anh'ı yanına çağırıyor, "kuyunun geri kalanını da al, beni kurtar." diyor.
osman radıyallahu anh'a ucuz bir fiyata satmak zorunda kalmıştır. kuyu da osman
radıyallahu anh'ın olmuştur. bundan sonra osman radıyallahu anh, "kuyu bütün
mü'min kardeşlerimindir." diye ilan etmiştir. hatta bu rivayetleri anlatan sahabeler;
"osman radıyallahu anh da su alacaksa gelirdi, sıra varsa kendisi de sıraya girerdi.
sırası gelmeden almazdı. diğerlerinden bir fert gibiydi." diyorlar. böyle bir vakıfta
bulunmuştur. osman radıyallahu anh, harple yapılamayacak bir işi ticarî zekasıyla
yapmış ve ümmete bunun önünü açmıştır. sıradan bir vakıf değildir; bi ticaret
zekasının örneğidir, bir problemi çözmenin örneğidir.
ebu tâlha radıyallahu anh'ın beyrihâ'sı ayrı bir kıymettedir. ebu tâlha radıyallahu anh
medinelidir ve hicretten önce müslğman olmuştur. islamiyetine vesile olan kişi de
hanımı ümmü süleym radıyallahu anh'tır. ümmü süleym'in oğlu enes radıyallahu anh
anlatıyor. ebu tâlha radıyallahu anh, ümmğ sğleym radıyallahu anh'a evlenme teklif
ediyor. bu teklifin yapıldığı günlerde ümmü süleym annemiz radıyallahu anh
müslüman ama ebu tâlha radıyallahu anh müslüman değil. yıllar, 1. ve 2. akabe
biatlarının arasındadır. ümmü süleym radıyallahu anh, "ebu tâlha; sen normal
şartlarda teklifi reddedilemeyecek bir insansın ama ben, allah'ın birliğine inanan bir
kadınım. mü'mine bir kadın, müşrik biriyle evlenemez. teklifini reddetmek zorundayım."
diyor. ebu tâlha radıyallahu anh'a göre, gerçek sebep bu olamaz. ümmü süleym
meziyetleri daha üst birisinden teklif aldı ve bmyle bir bahanenin arkasına sığınıyo,
diye düşünüyor. ümmü süleym radıyallahu anh, "ebu tâlha, sence gerçek sebep ne?"
diyor. sarı ve beyaz, diyor. yani altın ve gümüş demek. ümmü süleym radıyallahu
anh, "iyi dinle ebu tâlha: müslüman ol, allah'ın birliğine inan, gönlünde bunu taşı,
islam safındaki yerini al; senden ne sarı ne de beyaz, hiçbir şey istemiyorum. islam'a
girişini mehrim sayıyorum ve evlilik teklifini de kabul ediyorum." diyor. ebu tâlha
donuyor. zihni evindeki putlara gidiyor, insanlar arasındaki itibarını düşünüyor. ümmü
süleym radıyallahu anh; "ebu tâlha, insanlar sana ne der, bunu düşünüyorsun,
evindeki putunu düşünüyorsun değil mi?" evet, diyor. "ebu tâlha; ben o putu
hatırlıyorum. hisndistan'dan gelen bir ağaçtan yapıldı. o ağacın bir tarafı yontukarak
heykel yapıldı. öbür tarafı ne oldu?" hatırladığım kadarıyla ateşe atıldı ve üstünde
ekmek pişirildi, diyor. "ebu tâlha; bir bölümü ateşte yakılan bir ağaç parçasının öbür
tarafını mukaddes sanıp tapmaya utanmıyor musun?!" diyor ümmü süleym annemiz,
radıyallahu anh... ebu tâlha, "müslüman olmak için ne yapılır, kimden öğrenirim?"
diyor. ümmü süleym, benden öğrenirsin, diyor. abdest aldırıyor, kelimei şehadet
getirtiyor ve ebu tâlha islam safındaki yerini alıyor. ve bu yuva tarihin gördüğü en
güzel yuvalardan olmuştur. ümmü süleym radıyallahu anh müthiş bir kadındır.
rasulullah aleyhisselam'ın hayattayken bile cennetliğine şahitlik ettiği insanlardan biri
de odur. tarihe şöyle bir not düşülmüştür; "bildiğimiz mehirlerin en kıymetlisi, ümmü
süleym'in mehridir." bir sonraki akabe'de ebu tâlha radıyallahu anh'da vardır. medine
için seöilen 12 nakîbden birisi de odur. bu azizi insan, "sevdiğiniz mallardan infak
etmedikçe gerçek takvaya ulaşamzsınız." ayeti nazil olunca, rasulullah aleyhisselam'a
gelmiş ve "ya rasulullah; benim en sevdiğim dünya malım beyrihâ'dır. o allah için
vakıftır, nasıl istiyorsan öyle hükmet." dediğinde rasulullah aleyhisselam, "vallahi işte
kazanç bu, işte kazanç bu, işte kazanç bu." demiştir. en sevdiği malı allah yolunda
vakfetmiştir. bu bahçe rasulıllah aleyhisselam'ın evine de yakındır. beyrihâ'nın içinde
rasulullah aleyhisselam defalarca oturmuştur. sahabelerin, rasulullsh aleyhisselam'ın
hatıralarıyla kıymetlenen bir bahçedir. bunu vakfetmiştir. ebu tâlha bahçelerini çok
seven birisidir. bie bahöesini de kul yüzünden vakfetmiştir. namaz kılmak için abdest
alıyor ve ağacın altında namaza duruyor. namazdayken ağaçların arasında bir kuş
şakımaya başlıyor, nağmeler döktürüyor. ebu tâlha radıyallahu anh da namazı
unutmuş, kuşa dalmış, kuşu seyrediyor. sonra kuş uçup gidiyor. arkasından ebu tâlha
radıyallahu anh yeniden abdedt alıp namazını tamamlıyor. rasulullah aleyhisselam'ın
yanına gidiyor. "ya rasulullah, bu bahçe beni çok meşgul etti." demiş ve bu bahçeyi
de vakfetmiştir. bu açıdan bakıldığında sahabe devrinde birçok vakıf vardır.
-gayrımenkuller vakfedilidği gibi kendisinden devamlı faydalanılması mümkün olan
menkul malların da vakfedilmesi mümkündür. örnek; balta, bıçak, kılıç, kalkan,
testere, kazan ve diğer kap kacak, kitap, silah, at ve deve gibi...
-vakıf iki kısımdır:
1) vakfedilidiği gaye için direkt olarak kullanılanlar: cami, medrese, kervansaray,
darul aceze, hastane gibi.
2) dolaylı olarak faydalanılanlar: geliri, meyvesi, asıl vakıf gayesine sarfedilmek üzere
vakfedilenlerdir. dükkanlar, zeytinlikler ve diğer bahçeler gibi.
beyazıd camii'sini ve külliyesini ayakta tutmak için kapalıçarşı vakfedilmiştir.
kapalıçarşı'nın gelirleriyle beyazd camii ayakta kalmıştır. ecdadın uygulaması
böyleyken, sonraki yıllarda oradaki dükkanlar yahudiye, ermeniye satılmıştır. beyazıd
camii boynu bükük kalmıştır. bedesten adıyla anılan bir çarşı vardı. o bedesten
ayasofya'nın vakfıdır. bakır çarşısı da süleymaniye'nin vakfiyesidir. külliyesiyle camisiyle
toplam 480 civarı çalışanı olan bir camii imiş. duvarında biten otları yolmakla bile
görevlendirilmiş kişi varmış. imamından göz mutehassısına kadar hiç kimse devletten
maaş almaz, bakır çarşısı'nın vakfiyelerinden geçinirlermiş. bunun gibi dünya kadar
örnek vardır. bunkar dolaylı vakıflardır. böylece islam aleminin dört bir tarafına çil çil
islam'ın vakıfları serpilmiştir.
-vakufla ilgili teşvikte bulunan birçok hadisi şerif vardıe. sâ'd radıyallahu anh, "ya
rasulullah, annem öldü. tasaddukta bulunayım mı?" diyor. evet, buyuruyor
aleyhisselam. hangi sadaka daha efdal, diye sorduğunda da "su içme imkanı
sunulması." diye cevap vermiştir, rasulullah aleyhisselam. yani insanlara su dağıtman
değil, su içme imkanı sunman. medine'de sâ'd radıyallahu anh'ın annesi adına bir su
var. en güzel örneklerinden birini harun reşid'in hanımı vermiştir. bağdat'tan
başlayarak mekke'ye kadar olan hacc güzergahındaki bütün su kaynaklarını
harekete geçirmiştir. bir çeşme varsa ama uzakta kalıyor ve göze çarpmıyorsa, o
çeşmeleri tolun üstüne taşıtmıştır. yol güzergahlarına kuyu kazdırmıştır. taif'le arafat
arasındaki vadilerde kaynaklar bulmuştur. o kaynakları birleştirmiştir. daha sonra
arafat yakınlarında yüzeye çıkararak, oradan mekke'ye kadar zübeyde su hattı
çektirmiştir. uzun yıllar hacıların su ihtiyacını bu hat karşılamıştır. daha sonra seller,
yağmurlar, yıpranmışlıklar sebebiyle bu hattan mekke'ye su ulaşamaz hâle gelmiştir.
bu durum istanbul'daki bir hayırsevere ulaşmıştır. o da bu duyun mekke'ye varması
için ne kadar para gerekliyse ki yaklaşık 60 bin altın kadar tahmin edilmiştir ama o 80
bin altın göndermiştir. aynı zamanda bu işi en güzel yapacak ekibi de göndermiştir.
böylece zübeyde su hattı yeniden en güzel şekliyle aktif hâle gelmiştir. peki kimdir bu
hayırsever? mihrimah sultan. ikinci bir hanım devreye girmiştir. ikinci defa mekke'ye
en az su kaybıyla suyu ulaştıran, kanuni sultan süleyman'ın kızı, edirnekapı ve
üsküdar'daki camiileri de yaptıran mihrimah sultan'dır. yakın tarihlere kadar
mekke'nin üçte bir suyunu bu hat karşılıyor idi. şimdi yine yıpranmalar sebebiyle
yeniden restore edilmekte. bunun gibi tarihten bize gelen dünya kadar vakıf örneği
var. talebeleri okutmak için vakıflar, bunun için kervansaraylar, hastaneler, hatta kuş
yuvaları gibi ince detay vakıflar da vardır. ince detay vakıf ne demek? mesela
hizmetçi düşürdü, hanımegendinin tabağını kırdı. gidip para vererek almasın,
buradan alsın götürsün diye bile vakıf vardır. bu detaya inmesi demek, önündeki
ciddi meseleleri çöze çöze iş buralara kadar, yani bacağı kırılan kuşun bacağını
sarmaya kadar, evde tabak kıran kızcağız boynu bükük kalmasın'ı düşünecek kadar
bu millet ileri seviyeye geldi demektir. bu millet bu izzeti, bu edebi, bu ahlâk seviyesini
yakalamıştır.
-vakıflarla ilgili birçok detay bilgiler var. onlara girmeyeceğiz. ecdadımız günğn
birinde alçakların çıkacağını düşünmüş olacak ki her vakfiyenin içine bir vakıfnâme
koymuşlardır. bu vakfın görevleri, asıl gayesi, nelere sarfedilmesi gerektiği orada
yazar. sonunda da bir beddua bölümü vardır. o beddua bölümü çok ağırdır. mesela,
"kim bu vakfı iptal ederse, gayesinden başka bir gayeye kullanırsa; allah'ın,
meleklerin, rasulullah aleyhisselam'ın, ümmetin, lanet edebilen her şeyin laneti üzerine
olsun." diye devam eder. ayasofya'nın bir lanet bölümü vardır, okusanız tüylerinizi
diken diken eder. bir insan o vebale nasıl girer, allahu alem...
69. Ders -İslam Hukukunda Tabii Kaynaklar ve Hükümleri-
-bu bölüm fıkıhta, "ihyaü'l mevat" başlığı altında yer alır. bazen de mübah "mallar
olarak" zikredilir. çok kullanılmamakla birlikte, "el-âğyani'l müştereke" denir.
günümüzde "tabii kaynaklar" diye adlandırmak daha doğrudur.
-daha önce mülkiyeti üçe ayırmıştık; asıldan gelen mülkiyet, akid yoluyla gelen
mülkiyet, halef yoluyla gelen mülkiyet. asıldan gelen mülkiyet; önceden herhangi bir
şahsa ait değilken, şahsın mülkiyetine giren şeylerdir. mesela, balığı yakaladım ve
benim oldu. akid yoluyla gelen mülkiyet; önc⁹eden başkasınındı ama bedelini
ödeyip satın aldık ya da hediye olarak verildi. halef yoluyla gelen mülkiyet; ölen
kişinin yerine geçen mirasçıya intikal etmesidir. bu dersimizde anlatacaklarımız,
asıldan gelen mülkiyetle ilgili konulardır.
-şahıs mülkiyetine geçmemiş olan fakat mülkiyete geçmeye uygun olan mallara,
"mübah mallar" denilir. mülkşyete geçmeye uygun olmayan mallar da vardır.
bunlara istifade açısından mübah denir ama mülkiyete geçme açısından mübah
değildir. mesela ağrı dağı, islam hukukunda şahıs mülkiyetine girmez. milletin
müşterek malı olarak kalmak zorundadır. büyük göller, denizler, hatta çevreleri bile
şahıs mülkiyetine girmez. ebu hanife'ye göre bu alan, nehrin yarıso kadar sağında,
yarısı kadar da solunda olan bölümdür. talebelerine göre ise nehir kadar sağında,
nehir kadar da solunda olan bölümdür. bu oldukça öenmlidir. arafat, mina,
müzdelife, milletin ortak malıdır ve şahıs mülkiyetine girmezler.
rabbimiz'in bütün kullarına sunduğu nice nimetler vardır. birkaç ayeti okuyalım. nahla
َّ ‫الزرعَِ َو‬
َّ ِ‫ش َج ٌِر فيهِ تُسي ُمونَِ يُنبتُِ لَكُمِ به‬
sureasi,10- 13: "َِ‫الزيتُون‬
َ ُ‫ل منَِ الِسَّ َمٓاءِ َمٓا ًِء لَكُمِ منهُ ش ََرابٌِ َومنه‬
َِ َ‫ه َُِو الَّـذٓيِ اَنز‬
ٰ
ٰ
ً
َّ
َّ
ُ
َِ‫َاب َومنِ كلِ الث َم َراتِ انَِّ في ذلكَِ ََليَ ِة لقَومِ يَتَفَك ُرون‬
َِ ‫ل َواَلَعن‬
َِ ‫ َوالنَّخي‬/ Gökten yağmur indiren O’dur. Ondan
hem kendiniz için içecek su hem de hayvanlarınıza yedireceğiniz bitkiler verir. Allah o
su ile size ekin, zeytin, hurma, üzüm ve daha türlü türlü ürünler de bitirir. İşte bunda
düşünen bir topluluk için büyük ibret vardır. ٌِ‫س َّخ َرات‬
َِ ‫ار َوالشَّم‬
َِ ‫ل َوالنَّ َه‬
َِ ‫س َّخ َِر لَكُ ُِم الَّي‬
َ ‫س َوالقَ َم َِر َوالنُّجُو ُِم ُم‬
َ ‫َو‬
ٰ
ٰ
ٰ
ٰ
ً
ُ
َّ
َِ‫ باَمرهِ انَِّ في ذلكَِ ََليَاتِ لقَومِ يَعقلونَِ َو َما ذَ َرِاَ لَكُمِ في اَلَرضِ ُمختَلفِا ً اَل َوانُهُِ انَِّ في ذلكَِ ََليَ ِة لقَومِ يَذكَّ ُرون‬/ O, geceyle
gündüzü, ayla güneşi hizmetinize verdi; yıldızlar da O’nun emrine boyun eğmişlerdir.
Bunda aklını kullanan bir topluluk için önemli ibretler vardır. Sizin için yerden türlü
renklerde bitirdiği nimetlerde de böyle; bunda da düşünüp taşınmak isteyen bir
kavim için büyük ibret vardır." ayetin devamı denizlere, yeryüzüne serpilmiş dağlara,
denizleri kaplayan gemilere vs. dikkat çekiyor. bize bu nimetleri hatırlatıyor. bu
hatırlatma, yaratılandam yaradan'a gidiş şuurunu kamçılıyor. daha ziyade akideyle
ilgili bir hadise. peki fıkıha geçiş nasıl? bu zikredilen varlıklardan üçü hadiste şöyle yer
alıyor; "müslimanlar üç şeyde ortaktırlar; suda, otta, ateşte."
Sular:
-şüphesiz su, mübah malların başında gelir. insan nasıl havasız yani oksijensiz
yaşayamazsa, susuz da yaşayamaz. ona ihtiyaç duyulmayacağı düşünülemez.
nitekim rabbimiz, "biz her şeye suyla hayat verdik." buyurur. suları 6 başlık altında
inceleyeceğiz.
1) deniz ve göl suları: hidâye'de bir ifade var. "deniz ve göl sularından isitfade etmek;
güneşle, au ve hava ile faydalanmak gibi, her insanın ve canlının hakkıdır. hiçbir
şekilde bunlardan istifade engellenemez." kamu mallarından istifade edilmek için
yalnız bir şart vardır; o kamu malından istifade edeceklere ve kamu malına zarar
vermeyeceksiniz.
2) nehir suları:
a) büyük nehir suları: ittifakla insanlığın ortak mallarıdırlar. nil, fırat, dicle, seyhun ve
ceyhun gibi. biliyorsunuz kerbela, fırat nehri yakınlarındadır. karşısındaki ordu su almak
istediği zaman, su almalarına kapı açın, demiştir hüseyin radıyallahu anh. daha
sonraki günlerde kufe valisi ubeydullah ibni ziyad'dan gelen emir, "onlar nasıl osman'ı
susuz bıraktılarsa, siz de onları susuz bırakın." olmuştur. islam'ın ruhuna asla uygun
değildir. osman radıyallahu anh'ın susuz bırakılması da elbette yanlıştı ama o
evindeydi. evine su ulaştırmak için çırpınanlardan birisi de hüseyin radıyallahu anh'tı.
fırat nehrinden su almalarına izin verilmemiştir. hatta hur diye bir insam var. larşı
ordudayken daha sonra hüseyin radıyallahu anh'ın safına geçmiştir. "bu nehir su
içmek için yırtıcı hayvanlara bile açık. siz rasulıllah aleyhisselam'ın torununu o sudan
mahrum ediyorsunuz." demiştir.
b) küçük nehir suları: küçük nehirler 2 kısımdır.
1) kendiliğinden yeryüzüne çıkan ve yeryüzünde kendiliğinden yol bulup akan sular
2) insanların kazdığı ve akması için ark hazırladığı sulardır. kaynaktan kazılmış
olabileceği gibi, büyük nehirlerden açılarak kazılmış da olabilir.
3) kuyu suları: kuyular dört halde bulunurlar.
a) kazan insanın veya insanların bilinemediği, bu bilgilerin tarihin derinliklerinde
kaldığı kadîm kuyular. "yeryüzünde gezin dolaşın. nice milletler geldi geçti, onlara
bakın. inkar edenlerin sonlarının nasıl olduğunu görün." buyuruyor ayet. dünya ibret
levhalarıyla dolu. nice saraylar var, saraylsrı yaptıranlar yok. nice kuyular kazılmış,
onları kazanlar yok. bu nevi kuyular vardır. bu kuyular, ammeye (kamuya) ait kabul
edilir. her ihtiyacı olan ondan faydalanabilir.
b) kazan insanın veya insanların belli olduğu, ancak insanların faydalanması için sebil
olması niyetiyle açılmış olan kuyular: bu kuyular da insanların ortak malıdır. kazan
insanlar da ondan istifadede diğer kimseler gibidir. insanlar ve canlılar bu kuyudan
faydalandıkça ecir alırlar. ancak su alma ve istifade konusunda ayrıcalıkları yoktur.
c) bir şahsın, mübah (sahipsiz) topraklarda kendi isitfadesi için kazdığı ve su çıkarttığı
kuyular: bu nevi kuyularda herkesin su içme, abdest alma, hayvan sulama hakkı
vardır. bu hakka "şefeh hakkı" denir. çamaşır yıkamak için su alma, yemek için su
alma vs. de buna dahildir. bahçe sulama hakkına, "şirp hakkı" denir. esasen
kaynamaya devam eden veya ana kaynağa bağlı olan her suda şefrh hakkı vardır.
zikrettiğimiz hadisin vurgusu da budur. ne zaman sen o suyun ana kaynakla bağını
kesersen, güdümlere, havuzlara doldurursan, o zaman senin olmuş olur.
kuyuyu kazan insanın, bu kuyudan istifadede öncelik hakkı vardır. artan suyunu şefeh
hakkı için vermelidir. kazan insan veya insanlar, kuyunun çevresinde kaldıkları sürece
bu hakları devam eder. oradan göçtükleri zaman kuyu, sebil hâline gelir. buraya
kadar zikredilenlerde ittifak vardır. peki bu insanlar kuyuyu kazdı gitti, geri gelirlerse ne
olacak? öncelik hakkı yine onların olur, diyen ilim ehli vardır. onlardan daha fazla
olan ilim ehli, bu nizaya yol açar, diyorlar. onlsr göçtükten sonra buraya farklı bir
kabile yerleşirse, iki kabile anlaşmazlığa düşer, diyorlar. dolayısıyla önce gelenin
öncelik hakkı vardır. kısaca bu kuyu, sebil hâline gelir. yeniden eski hak dönmez. ikinci
görüş daha galiptir. yani gün gelir geri dönerlerse, tercih edilen görüşe göre, onlar da
diğer insanlar gibi olurlar.
d) bir insanın, sahiplenmek niyetiyle kazığı kuyular: bu da iki şıktır; mübah arazide
kazdığı kuyular ve kendi mülkünde kazığı kuyular. mğbah arazide kazığı kuyuyu
sahiplenir. sadece kuyu değil, istifade alanı da bu şahsa ait olur. bu alana harîm
ifadesi kullanılır. ancak insanların, önceden dr zikredildiği gibi, bu kuyuda da şefeh
hakkı vardır. şahsın kendi mülkünde olan kuyular ise, hem kazım sebebiyle, hem de
mülkiyetin aslının o şahsa ait olması sebebiyle şahsın mülküdür. bu şahsın başka
insanlsrı mülkğne sokmama, uğracayacağı zararı önleme hakkı vardır. ancak
çevrede başka kuyu yoksa, mübah topraklarda su elde edemiyorsa, bu şahsa ya
topraklarına giriş için izin vermesi emredilir ya da arazisinin dışına, kamu alanlarına su
ulaştırması istenir. bunun manası; bu kuyularda dahi insanların hakkı vardır.
4) çeşme ve pınar suları: çeşme ve pınarlar da dörde ayrılır.
a) rabbimiz'in kendiliğinden kaynatarak yeryüzüne çıkarttığı sular: dağlarda,
ormanlarda, kırlarda akan pınarlar, su gözeleri gibi. insanlar bu sularda müşterektir.
b) insanların, kazarak yeryüzüne çıkarttığı veya çeşme, oluk yaparak akıttığı sular: bu
suların kazım sebebi, çeşmelerin yapım sebebi, herkes istifade etsin, sadaka sebil
olsun diye ise, bu sular da şüphesiz müşterektir.
c) insanların, mübah arazilerde mülk edinmek, sahiplenmek için çıkarttığı çeşme
suları: çeşme, şahsa ait sayılır. bütün insanların bu sularda şefeh hakkı vardır.
d) şahıs mülkiyeti içinde bulunan veya çıkarılan sular: pınarın kendisi çıkmış ama
adamın mülkünğn içinde. bu sular, kaynadığı sürece üzerinde ammenin hakkı vardır.
ancak şahıs mülkiyetinde olan sularda şirp hakkı, yani bahçe sulama hakkı yoktur.
önceden de söylendiği gibi kişi, zaruret duyulmadıkça, mülkiyetine başkalarını
sokmama hakkına sahiptir.
-bir sonraki derste beşinci şıkkımız olan yağmur sularına geçeceğiz.
70. Ders -Sular, Su Kullanma ve Sulama Hakları-
5) yağmur suları: şüphe yok ki yağmur suları, semadan inerken de bir araya gelip
vadilerde akarken de derelere, ırmaklara, barajlara ulaşırken de mübahtır. şahıs
mülkiyeti altında değildir. bunda ihtilaf yoktur. dağlarda, kayalarda, çukurlarda
biriken sular da mübahtır. kar ve dolu sularının hükmü de böyledir.
6) kaplarda, sarnıçlarda, depolarda, havuzlarda bir araya getirilmiş, kaynaklarla bağı
kesilmiş sular: sarnıçlar, kuyu gibidirler. kuyu gibi suyu dipten kaynayan şey değildir.
yağmur sularını depolamak için kullanılır.
her ne kadar su, asılda mübah olsa da ihraz edilince (saklanabileceği bir kap içine
alınca), koruma altına alınınca, depolanıp kaynakla bağı kesilince mülkiyet altına
girer. mülkşyet altına girdikten sonra mübah olmaktan çıkar, alınıp satılabilir. buz
yapılma gibi değişik şekillerde satılması da caizdir.
-kaynaktan bir su aktığı sürece, mülkiyet altında da olsa, kuyularda ya da
çeşmelerde de olsa, kamunun hakkı vardır. bir kimse arazisini koruyabilir, mülkiyetine
kimseyi sokmama hakkı vardır ama yine de kaynadığı ve ana kaynağa bağlı olduğu
sürece böyle bir hakkı vardır. ne zaman kaynakla bağını kesil depolarsın, onu satman
caiz olur. mesela şöyle bir satış caiz değildir; bukundupun yerde bir çeşme var,
çeşme taş oluktan akıyor. 'su içmek 50 kuruş' diyorsun. böylrce su satmak caiz
değildir. ancak sen onu kaba aldıktan, o kaynakla bağını kestikten sonra alıp
satabilirsin, dolaştırabilirsin. kaynağından akarken onu satamazsın. suları bitirdik.
Otlar:
-dilimizde ot, hem yaşı için hem de kurusu için kullanılır. aynı şekilde bu manada çayır
kelimesinin kullanıldığı da olur. yaş olanı, çimendir. çim ve çimen ise daha ziyade,
zemine bağlı ve canlı iken söylenir. arapçada ise bunun için üç dört kelime vardır.
kele'e; otun hem kurusuna hem de yaşına denir. uşb; yaş otun adıdır. haşîş; otun kuru
olanının adıdır. ayrıca bizdeki çim ve çimen manasında, "necm" kelimesi de kullanılır.
rahman suresinin 6. ayetinde zikredilen necm de bu manadadır. oradaki necm,
çimen manasındadır. çimenler ve ağaçlar da allah'a secde eder, demektir. peki o
yıldızla bu çimenin ne farkı var? çimenler toprağın altından, yıldızlar da gecenin
karanlığında kendikerini belli eder. ‫نجم‬, kendisini belli etti demektir. ikisi de kelimenin
kökünü oradan alıyorlar.
-ot; odun yapılı gövdesi olmayam bitkilerin adıdır.
-otların kısımları:
1) insan emeği olmadan çıkan ve büyüyen otlar: bu da iki kısımdır;
a) mübah arazilerde büyüyen otlar
b) mülkiyet altındaki arazilerde kendiliğinden büyüyen otlar
bu otlarda ammenin hakkı vardır. şahsın mülkünde de olursa böyledir. ancak kişi,
mülküne birisini sokmayabilir. ikisi ayrı şeydir. otta kendi emeği yok, kendisi sulamamış
ise kamunun hakkı vardır. öncelik kendisine aittir ama bahöesine biri girmiş de mesela
madımak toplamışsa, bu otu benim bahçemden niye topladın, diyemez. yani otlar,
mülkiyet altındaki arazilerde büyümüşse, arazi sahibinin, mülkünü koruma,
uğrayacağı zararı engelleme hakkı vardır.
2) insan emeği ile büyüyen otlar: (bir sonrakiyle hükmü aynı)
3) ister mübah arazilerden, isterse mülkiyet altındaki arazilerden biçilerek toplanan ve
depolanan otlar: bu otlar, şahıs mülkiyetinde sayılırlar. alınıp satılabilirler. bu otlarda
başkasının hakkı var kabul edilmez. bir insan boş araziye tohumunu serpiyor, araziyi
sürüyor, otun büyümesinde insanın emeği var. bu otlar artık şahıs mülküdür ve
başkasının bu otlar üzerlerinde hakkı kalmaz. nadasa bırakılmış tarlalarda büyüyen
otlar da kendiliğinden büyümüş ot kabul edilir. nadasa bırakmak ne demek? tarlayı
5- 6 yıl ektin biçtin, 1 yıl boyunca gıdasını, mineralini toplasın diye bir şey ekmiyorsun,
toprağı dinlendiriyorsun. bu arada büyüten otlar da kendiliğinden büyümüş sayılır.
imam şafiş rahmetullahi aleyh, mülkiyet altındaki arazilerde büyüyen otları, arazi
sahibine ait sayar. o diyor ki; bu arazinin gıdasını emen, arazinin büyüttüğü bir şeydir.
arazi kime aitse o da ona aittir. hadiate zikredileni, mübah arazilerde büyüyen otlar
kabul eder. hadiste, "müslümanlar üç şeyde ortaktır; su, ot, ateş." buyuruyordu
rasulullah aleyhisselam. ebu hanife rahimehullah şöyle bakıyor; toprağın neresine
sahibiz? toprağın kaç metresi bize aittir? ne kadar derine ininceye kadar bizimdir?
allahu alem. ekip sulamışsan zaten senin emeğin var demektir. ama yağmır yağıyor,
allahu teala'nın toprapa yerleştirdiği mineralle otlar büyüyor. dolayısıyla bu ot mübah
olmalıdır. ebu hanife bu gözle bakıyor.
-otları böylece bitirdik.
Ateş:
-mülkşyet ve faydalanma açısında ateş dw ikiye ayrılır;
1) sahrada (açık alanlarda, sahipsiz arazilerde) yakılan ateşler
2) mülkiyet altında olan arzide tutşturulan ateş
hadiate rasulullah aleyhisselam, "benimle sizin durumunuz, sahrada ateş yakan bir
insanın durumuna benziyor." diyor. ateş tutuşuyor, kıvılcımlar çıkıyor. böcekler vs.
ateşin başına geliyor, çğnkü ateş cazip. adam da onları ateşten uzaklaştırmaya
çalışıyor ki ateş kanatlarına değip de birinden biri yanmasın. devam ediyor
aleyhisselam, "ben, ateşi tutmayasınız diye eteğinizden tutup uzaklaştırmaya
çalışıyorum; siz de eteğinizi elimden kurtarmaya çalışıyorsunuz." buyuruyor, rasulullah
aleyhisselam.
-sahrada tutuşturulan ateş; şayet, sahipsiz odun ve çalılarla tutuşturulmuşsa,
müşterektir. ışığından, ısısından herkes faydalanabileceği gibi, diğer insanlar ihtiyaç
duyunca, gelip ondan ucu yanmış odun alabilir. kendi odunlarını, ocaklarını bununla
tutuşturabilir. odunlar, sahipli odunlar ise, diğer insanlar ışığından, ısısından istifade
etse de ateş sahibinin izni olmadan ondan odun veya köz alamazlar. mülkiyet içinde
yakılan ateşler ise ortak değildir, odunu da közü de mülk sayılır. burada ot ile odun ve
ateş arasında fark vardır. odunu başka yerden toplayıp da getirseniz, topladığınız an
sizin olur. kısaca diperlerine benzemez.
Ağaçlar:
-ağaç; odunsu gövdesi olan, kış yaklaşınca kurumayan, canlılığını koruyan bitkilerdir.
çam, çınar, gürgen, armut, elma, kiraz ağaçları gibi. insanlar denizlerde, büyük
ırmaklarda ve göllerde nasıl ortak ise ormanlarda da ortaktır. ormanlar; ağaçları,
yabani meyveleri, mantarları, av hayvanları ile nimet kaynağıdır. çektiği yağmur,
ürettiği oksijen, şekillendirdiği dağlar, vadiler, ovalar, ayrı ayrı nimetlerdir. rabbimiz azz
ve celle "o, size bütün isteklerinizi vermiştir. allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız,
saymakla bitiremezsiniz." buyurur. ormanlarda, sahralarda, kırlarda, kendiğinden
büyüyen ağaçlar da mültdrek mallardandır. şartlarına uyularak sahiplenilebilir,
yaprağından, dallarından, çiçeklerinden, meyvelerinden, gölgesinden
faydalanılabilir. şartlarına uyuldu ifadesini kullandık. mübah mallarda genelde iki şart
vardır; birincisi öncelik hakkı. yani su kaynağına önce kim vardıysa, gölgeye önce kim
vardıysa. ikincisi de kamuya zarar vermeme. kamuya zarar vermemek de
faydalandığın eşyaya ve diper kimselere zarar vermemektir. önceliğe riayet
edeceksin ve başkalarına zarar vermeyeceksin. şahıs mülkiyetinde büyüyen ağaçlar,
önceden var olsa da sonradan büyütülmüş veya büyümüş olsa da mülkiyet sahibine
ait sayılır. kamışlar da ağaçlardan sayılır. dayanıklılık gücü çok yüksektir. ağaçların
dalları, ağaçların kök ve gövdelerine fiziken bağlı olduğu gibi, hükmen de bağlıdır.
başkalarının arazisine veya kamu arazilerine, cadde ve sokaklara sarkan dallar da
böyledir. diğer arazi sahiplerinin veya kamu görevlilerinin, bu dalların kesilmesini talep
hakkı vardır. ağaçlar hakkındaki genel hükümde budur.
-meyveler ve bal diyoruz. tadında bırakalım :)
71. Ders -Ormanlar, Dağlar ve Kırlardan İntifa-
-mübah olan malları paylaşıyorduk. meyvelerin, madenlerin hakkını vererek yola
devam edelim.
-kendileri mübah olan ağaçların meyveleri de mübahtır. rasulullah aleyhisselam'ın
zaman zaman görünce, "işte uhud!" dediği, sevindiği her hâlinden belli olduğu,
medine'ye görünce sevincini dile getirdiği biliniyor. bir keresinde uhud'u görünce,
"işte uhud! uhud bizi sever, biz de uhud'u. uhud'a geldiğinizde i'dât (yani yabanî,
dikenli meyveler) meyvelerinden yiyin." buyuruyor. rasulullah aleyhisselam'ın bu
tavsiyesinden, dağ ile, mekan ile bağ kurmayı anlıyoruz.
yol ve caddelere dikilmiş ağaçların meyveleri, gelip geçenlere sebil olsun diye
vakfedilmiş kabul edilir. camiideki olan meyveler için ise, camiinin bu meyvelere
ihtiyacı varsa orada kullanılmalı ve gerekirse satılıp camiinin ihtiyaçları karşılanmalı
denir. mescidin bu meyvelere ihtiyacı yoksa, o camiinin ehli olan, cemaatinden
sayılan insanların, evlerine götürmek değil de alıp yiyebileceğine cevaz verilmiştir.
yolda yiyebileceğiniz bir ağaçtan meyve alıp yediniz, yol boyunca yemek için biraz
da topladınız, bu olabilir ama dağdaki meyve gibi bunu toplayıp da satamazsınız. bu
ağaçlar, gelen geçen istifade etsin diye dikilmiş kabul edilir. yoldan gelip geçenlerin
fakir veya zengin olmaları, hükmü değiştirmez.
dağlarda, ormanlarda nice yabanî meyve vardır. kestaneler, alıçlar, kızılcıklar,
kuşburnu, palamut, yer çilekleri, böğürtlen, kocayemiş, yabanî incirler, mersinler, çalı
çilek ve daha niceleri... hepsi ayrı bir nimettir. bunlardan faydalanmada da temel
esas; ağaçlara ve insanlara zarar vermeme, öncelik hakkına riayet etmedir.
kırlardaki, dağlardaki, ağaçların kavuklarındaki, mağaralardaki, taşların yarıklarındaki
ballar da mübahtır. kudret balı diye bilinen tatlının hükmü de böyledir.
Av Hayvanları:
-av kelimesi lugatte iki manaya gelir; avlanan hayvan ve avlanma fiili. avlanan
hayvana misal; "av etini yedik" veya "adam av geitrdi." av hayvanı kastediliyor.
"ahmed ava gitti." burada da fiilen kastediliyor. arapçada da böyledir. bu yüzden
imam şaf ve ebu hanife arasında ilmi bir kavga var. asıl manası av fiili de hayvana
da bu yüzden mi av deniyor; yoksa asıl manası hayvan olan av da fiile de bu yüzden
mi avlanma deniyor? imam şafii diyor ki; hayvana av denir, avlanmak fiili ikinci
manadır. ebu hanife; avlanmak asıl manadır, av hayvanı ikinci manadadır. kur'an'da
"ihramlı olan insan av yasaktır." diyor. av derken, av hayavnı mı yasaktır, yoksa
avlanmak mı yasaktır? eğer avlanma fiili manasında anlaşılıyorsa; bir insan ihramda
iken avlanamaz ama başka birinin avladığı av hayvanından yiyebilir. ama av hyvabı
yasaksa, kendi avladığonı da yiyemez, başkasının avladığını da yiyemez. mezhebler
buradan çıkıyor işte. her iki durumda da deniz avı serbesttir.
-ıstılahta av: yaratılıltan vahşî olan, ele geçirilmesi için vurulması veya tuzak kurularak
tutulması gereken hayvanlara denir. bazen de şöyle tarif edilmiştir; ayaklarını ya da
kanatlarını, denizdeyse yüzgeçlerini kullanarak insandan kaçan yabanî hayvanlara
denir. eti yene veya yenmeyen bir sınırlama getirmedik. çünkü eti yenmeyen hayvan
da avlanabilir. mesela aslan, kurt, domuz. kimisinin derisinden istifade edilmek için,
kimisinin zararını önlemek için avlanılır. bizde biliyorsunuz zürafa ve zebra eti yenir.
imam şafii'ye göre tilki yenir, bizde yenmez. tavşana gelince, dört mezhebde de yenir
ama şiilerde yenmez.
av; kitap, sünnet, icma ve aklî delil ile meşrudur. kur'an'da maide suresinin 2.
َ ‫ َواذَا َحلَلتُمِ فَاص‬/ ihramdan çıkınca avlanın." yine maide suresi 96. ayette,
ayetinde, "ِ‫طادُوا‬
َ ‫صيدُ البَحرِ َو‬
"ِ‫َّارة‬
َِّ ‫ اُح‬/ Kendinize ve yolculara geçimlik olmak üzere
َ ‫طعَا ُمهُ َمتَاعاًِ لَكُمِ َوللسَّي‬
َ ِ‫ل لَكُم‬
sularda avlanmak ve onu yemek size helâl kılındı." burada deniz yiyeceğinden ne
َ ise denizin kenara attığıdır.
kastedilidğinde ihtilaf vardır. ُ‫صيد‬
َ , sizin avladığınızdır. ُ‫ط َعا ُمه‬
böyle diyorlar. daha da ayeti kerimeler mevcut.
sünnetten delili paylaşıyoruz. rasulullah aleyhisselam müttefekûn aleyh bir hadiste
şöyle buyuruyor; "yayınla avladığın bir hayvanı, üzerine allah'ın ismini andıysan ye."
buyuruluyor. tüfek de yay gibidir. avlarken ne yapacaksın? atarken besmele
çekeceksin. atılan mermi ve ok için besmele çekilmesi daha doğrudur. çünkü attığın
hayvan için çekersen ve ok o hayvana gelmezse diye. besmeleyi unutursa, ebu
hanife diyor ki; bir mü'minin kalbinde zaten iman ve allah sevgisi vardır. kestiği veya
avladığı bir hayvanı, allah'ın ismini bile bile anmadan vurmaz. unuttuğundan dolayı
yenilebilir. imam şafii de; bir insan bile bile allah'a isyan ederek hayvan kesmez veya
avlamaz. besmele çekmemişse ve bir başka insanın adını da anmamışsa yenilebilir.
diyor. makina kesimleri içim imam şafii'nin görüşü daha rahst gibi duruyor ama imam
şafii'ye denilseydi ki "bu insan bile bile allah'ın adını anmasa kestiği yenir mi," buna
fetva vereceğini sanmıyorum. çünkü böyle bir insanda allah düşmanlığı, islam
karşıtlığı var demektir.
hadisin devamı şöyle; "eğittiğin bir köpekle avlarsan, allah'ın adını da anarsan, ye.
eğitilmemiş bir köpekle avlarsan, hayvana yetişip de kesebilirsen ye (köpeğin
boğduğu yenilmez.)" buyuruluyor.
icmadan delili paylaşalım. rasulullah aleyhisselam devrinde de sonraki devirlerde de
av vardı, caiz olmadığını söyleyen hiçbir alim yoktu. biliyorsunuz ki bizde sırf zevk için
av avlama, hele de yemeyecekse caiz değildir. rasulullah aleyhisselam, "ismail sizin
atanız. o av avlardı." buyıruyor. at binmeyi tavsiye ederken hem de ava vurgu
yapıyor. sapan taşıyla öldürülen bir hayvan yenmez. eğer atılan okun da yanı
çarpmılsa ve hayvan öyle öldüyse yenmez. değnek fırlatarak öldürmede de yenmez.
mâkûl yani aklî delili paylaşalım. avlanma da meyveler gibi, insanlsr için yaratılan
mübah şeylerden bir çeşit faydalanma yoludur. avlanma da geçim yollarından bir
yol olarak kabul edilmiştir.
Avlanmayla İlgili Hükümler
-yabanî olan ve av hayvanı sayılan canlılar, ister dağlarda, ister ormanlarda, ister
kırlarda, sahralarda, ister şahsa ait arazilerde ele geçirilsin, onu ele geçirene aittir.
adam geldi, benim arazime girdi. oralarda da bir geyik kaçıp benim arazime
sığınmış. adam o geyiği avladı. benim arazime izinsiz girmesiyle suçludur ama
avladığı geyik kendisine aittir. bir başka ifadeyle; bir av hayvanı kaçmaya devam
ettiği, ele geçirilemediği sürece mübahtır. belli bir şahsın arazisindeki ağaçlara,
çalılıklara, hatta çatılara yuva yapmış kuşlar da mübahtır. bu arazilerde yuva yapmış
tavşan, ceylan gibi hayvanlar da sahipsiz mallardan sayılır. avlanma; vurarak, tutarak
olabileceği gibi, ağa, çukura, hayvan girmesi için hazırlanmış ağıla, kafese, tuzağa
düşürme de avlanmadır. nuayman radıyallahu anh var, sahabelerin şakacısı. bir gün
mescidin avlusunda oturularken rasulullah aleyhisselam da mescidin içinde. dılarıdan
bir bedevi geliyor. mescidin avlusuna devesini bağlayıp içeriye giriyor. o sıralarda da
kıtlık günleri var. sahabe diyor ki, "nuayman, şı devenin güzelliğine bak... zaten kıtlık
yılları, devenin eti de ne güzel olur..." nuayman radıyallahu anh'ı galeyana
getiriyorlar. ondam sonra keserim, kesemezsin derken, nuayman radıyallahu anh
deveyi kesiyor. adam dışarıya bir çıkıyor, hayvanı kesilmiş. bir feryad koparıyor, doğru
rasulullah aleyhisselam'ın yanına koşuyor. nuayman radıyallahu anh da o sırada
kaçıyor. oradakilere de sakın ysrimi söylemeyin diye tembih ediyor. rasulullah
aleyhisselam nuayman radıyallahu anh'ın peşine düşüyor. nuayman radıyallahu anh
da en son bir çukura girmiş, üzerini de hurma dallarıyla örttürmüş. rasulıllah
aleyhisselam "nerede nuayman?" diyor, "ya rasulullah, gidiyordu ama..." diyorlar, bir
yandan da elleriyle yerini işaret ediyorlar. nuayman radıyallahu anh bu işareti
görüyor. rasulullah aleyhisselam çukurdan çıkarıyor. niye kedtin hayvanı, diyor. "ya
rasulullah, sana eliyle yerimi işaret edenler var ya, onlar nuayman'ı körükledi
körükledi, hayvanı kestirdi. şimdi de suç bir tek nuayman'ın üstüne kaldı." diyor.
rasulullah aleyhisselam milletten para alıyor, kendi parasından koyuyor, adamın
parasını ödüyorlar. deveyi de aralarında paylaşıyorlar.
-kısacası tuzağı kim kurmuşsa, o tuzağa düşen hayvan ona ait olur. ne zaman av
hayvanı, avcının mülkiyetine girerse, o mal üzerindeki amme hakkı son bulur.
72. Ders -Madenler ve Hazineler-
-maden deyince genellikle çıkmış şeyi anlarız. metalik şeylere naden deriz. ama
kelimenin kökü itibariyle maden, o cevherin çıkarıldığı yerin adıdır. iki türlü manaya
da kullanılır. maden kelimesi lugatte; vatan edinme, ikâmet mekanı hâline getirme
demektir. cennât'ü adn, kelimesi buradan gelir. ebedî ikâmet mekanı hâline getirilen
bahçeler demektir. bir şeyin merkezine de maden denilir. esasen bir şeyin asıl
mekânı, oluştuğu yer manasındadır. fıkıhta maden denilince üç şey anlaşılır;
1) içinde cevherin bulunduğu mekan, toprak: genellikle bunu, 'cenabı allah'ın
cevher yerleştirdiği yer' olarak tarif ediyorlar.
2) yer altında, toprakta bulunan cevher (birinciden farkı, burada cevherin
bulunduğu mekan değil de cevherin kendisi kastediliyor)
3) topraktan çıkarılmış olan cevher
çıkarıldığı yere de maden diyoruz, içindeyken de maden diyoruz, çıkarıkdıktan sonra
da maden diyoruz. esasen doğru olan içindeyken, o mekanla birlikteyken maden
denmesidir. ama dilimizde de arapçada da böyle kullanılıyor. altını, bakırı vs. tarif
etsek kolay. ama madenleri tarif etmeye gelince; elmas, mermer, yakut, zümrüt,
bunlar taştır. madenden sayacak mıyız, saymayacak mıyız? tarif edilmesi zor. kile,
kirece, petrole ne diyeceğiz? dolayısıyla madenin tarifi zor. rasulullah aleyhisselam'ın
dediği gibi; insanlar, madenler gibidir. altını vardır, gümüşü vardır, paslananı vardır,
paslanmayanı vardır, her durumda değer kaybedeni ve kaybetmeyeni vardır. altını
ne yaparsan yap değerini kaybetmez. bir insan ne kadar şahsiyetli olursa, ne kadar
insanı insan yapan değerleri bünyesinde bulundurrusa, o insan kıymetlidir.
yıpratmaya çalışsalar da kolay kolay yıpranmaz. bunları bilip derinliklere girmemekte
fayda var. çünkü madenler uzun uzun tarif edilebilir. bu da tarif olmaktan çıkar.
-madenler; kazıma ve çıkartmaya ihtiyaç duyup duymama açısından ikiye ayrılırlar;
a) açıkta olan, kazıma ihtiyaç duyulmayan, toprak üstünde kendini gösteren
madenler
b) yer altında olan ve çıkarılması için kazıma ihtiyaç duyulan madenler
rabbimiz dünyayı öyle doldurmuş ki çıkar çıkar bitmiyor. bir sürü maden var.
kendiliğinden toprak üstüne çıkanlar da var. yine yer altından gazlar çıkıyor. altın
madenlerinin yüzeyde görüleni var.
toprak altında olan birçok maden vardır ve bunlardan çoğu bilinir. toprak üstüne
çıkanlar ise; petrol, katran, kireç, bor, mermer taşları, değirmen ve bileği taşlarının
yüzeyde bulunanlarıdır. bu taşlar değerlidir. bunlar açıktaysa, "zahirî maden" diyoruz.
yine açıkta olan yakut, zümrüt, elmas, sürme taşı, tuz, sahilde donmuş deniz tuzları da
böyledir. sellerin açığa çıkardığı madenler de bu hükümdedir. demek ki kazıma
ihtiyacı duyup duymama, açıkta olup olmama açısından ikiye ayrılır; yer altındaki
madenler ve açığa çıkmış madenler dedik.
-madenler, suvı olup olmama açısından da ikiye ayrılır;
a) katı madenler: altın, gümüş, bakır, demir gibi.
b) sıvı madenler: petrol, katran, cıva ve kükürt gibi.
-madenleri, eriyip şekillendirilebilen ve şekillendirilemeyen olarak da ikiye ayırmak
mümkündür. buna ne lüzum var, demeyin. inanın hepsine lüzum var. çünkü zekat
konusuna gelince, 'eriyip şekillendirilebilenlerin zekatı olur, eritilemeyenlerin zekatı
olmaz.'diye hüküm var. mesela elmasın vb. taş cinsinin zekatı olmaz. eriyp
şekillendirebilme vasfı ciddi bir vasıftır. mesela bir altını ne kadar küçültürseniz
küçültün değerini kaybetmez. ama bir elması kırın, bir anda milyarlar kaybedersiniz.
mesela elmas, yakut ve granit, eritilip şekillendirilemez. çok anormal ısı bulsanız,
bunları eritio şekillendirseniz, o zaman da değerini kaybediyor zaten.
Madenlerle İlgili Hükümler
-açıkta olan madenler, ümmetin ortak malı sayılırlar. ihtiyacı olanlar gelip ondan
alabilirler. kendiliğinden donmuş tuzlar, akarak yüzeye çıkmış petrol, yüzeyde olan kil
ve kireçler hakkındaki hükümler böyledir. ebyad ibni hammal radıyallahu anh adlı
şahıs, rasulullah aleyhisselam'a gelerek, beldeleri me'rib'de olan bir madeni işletmek
üzere kendisine vermesini istemiş. yani şöyle söyleyelim; açıkta olan ve yer altında
olanın şmyle bir farkı vardır; bir insan kimsenin kullanmadığı bir araziyi ihya eder ve
milletin hizmetine sunarsa, o arazi artık onın olur. şimdi yer altındaki maden de kendi
kendine dıları çıkmıyor, emeğe ihtiyaç var. islam hukukunda, bu madeni işletecek
insana, o madeni tahsis etme var. veriyorsun, çıkarttırıyorsun, bu kıymetlidir. bu
bilindiği için bu sahabe, madenin işletmesinin kendisine verilmesini istiyor. rasulullah
aleyhisselam, sözü edilen yerin, açıktan görülen ve kendisinden istifade edilebilen
tuzla olduğunu öğrenince vermemiş, herkese açık olmasını istemiştir. hîma diye bir
kelime vardır. esasen, koruluk demektşr. islam hukuku, şahısların mera edinmesini
kabul etmez. yalnızca devletin olur. bir başka yerde ise yalnızca allah ve rasûlullah
aleyhisselam'ın olur, diye geçer. 'el himâ lillâhi ve lir'rasûl' der. bunun manası nedir?
koruma yerlerinde sadece devlete ait olan veya zekat için ayrılan develer,
hayvanlar, sığırlar bu meralarda yayılırlar. devlete ait olan belli bir yer olması lazım ki
gözaltında olsun, fakirler gelince verilsin, üzerinde tasarrufta bulunulsun. bh meralsr
normalde şahıs mülkiyetine girmez. sadece tanzim edilebilir. yani, şuraya kadar olan
araziyi siz yayın, sizin malınız da şu dereyi geçmesin, koruyun kolkayın diye organize
edebilirsiniz. niza çıkmasın, kavga çıkmasın diye bu organizeye ihtiyaç vardır. ölü
topraklar sayılmazlar, istifade edilen topraklar sayılırlar. bunun dışında ağaların,
zenginlerin kendine ait meraları olmaz. rasulullah aleyhisselam bir hadisinden,
"koruma alanlarının dışında, hima yakınlarında koyunlarınızı gütmeyin." buyuruyor.
hima yakınlarında koyunlarınu güderlerse, bir bakmışlar koyunlar içeride. haram olan
yerlerde dolaşmasınlar diye söylüyor. verdiği misal bununla ilgili. dolayısıyla açıkta
olan bir tuzlanın, şahıs mülkiyetine girmesini rasulullah aleyhisselam kabul etmiyor.
-toprak altındaki madenler hakkındaki karar ise, devlet idarecisi tarafından
verilmelidir. çünkü bunlar, işletmeye muhtaçtır. kendi hâline bırakılmasında, devlet
organizesi olmadan sahiplenilmesinde ve işletilmesinde tehlike vardır. maliki kitapları
bu bilgiyi dile getiriken şöyel diyorlar; bu noktalar şerli insanların, yani mafyaların
toplanma alanlarıdır. eğer kendiliğindem fruplar halinde ele geçirilerse, millet büyük
zararlar görebilir. onun için devletin bu konuda belli sistemler kurmasında daima hayır
vardır. bu tavırları kabul görmüştür.
devlet, beytu'l mâle ait arazilerdeki madenlere de sahiptir. onlar hakkındaki kararları
devlet verir. bizim bugünki anlayışımız şu; bir toprak şahsa ait değilse devlete aittir.
islam hukuku bunu böyle kabul etmiyor. bir toprak devlete de ait olabilir, şahsa da.
bunların arasında devlet sınırları içerisinde yer alan, herkese açık topraklar da vardır.
hem devletindir hem de halkındır. bu topraklara "mübah araziler" diyoruz. devlet;
kamu alanları, askeri alan, cami veya okul vs. vs. için ihtiyaç varsa bu noktaları tepsit
edebilir, "burası halkın şu ihtiyacı için hazineye aittir. beytu'l mâle ait arazilerden
olmuştur." diyebilir. bunun dışındaki bütün arazileri böyle sahiplenemez.
-vakıf arazilerindeki de araziye bağlı olarak vakfın sayılır. mübah arazilerdeki
madenler, cumhura göre; ümmetin orrak malıdır. malikilere göre; böyle olsa da
hakkındaki kararı devlet vermelidir. devlet idare eden iki mezheb vardır; hanefi ve
maliki mezhebi. hanefi mezhebi, uzun yıllar abbasi devletinin mezhebi olmuştur. maliki
mezhebi de kuzey afrika'nın, özellikle de endülüs'ün devlet idare mezhebi olmuştur. o
yüzden bu mezheblerin içinde, devletle iç içe yaşamanın getirdiği tecrübeler de yer
alır. endülüs ile ilgili anlatırlar. halife yeni yapılan sarayları, bahçeleri gezerken haber
veriyorlar; "kadı geldi. yanında merkep var. elinde de kazma kürek var." kadı
bahirlânî bu şekilde sarayın kapısına dayanmış. içeri buyur ediyorlar. ilerde bir yerde
bahçenin bir kenarını kazmaya başlıyor. kazdıklarını kürekle, hayvanın sırtından
indirdiği bir çuvalın içine dolduruyor. çuval ağzına kadar dolduktan sonra endülüs'ün
melikini çağırıyor, "çuvalın öbür ucundan tut, hayvana yükleyelim." diyor. yanındakiler
koşuyorlar, "hayır, melik gelecek." diyor. melik varıp öbür ucunu tutuyor, yerinden
kalkmıyor çuval. yüklen, diyor bir daha deniyorlar. yine yerinden kalkmıyor. melik
diyor ki, "kadı efendi, senin aklında bir şey var. beni de yorma, kendini de yorma.
söyle de ikimiz de rahat edelim." kadı cevap veriyor, "daha bir çuvali bile
kaldıramıyorsun. yarın, burayı yapmak için işgal ettiğin o evlerin yeri, mevla'nın
huzurunda boğazına asılıp da sürüklenerek geldiğin gün nasıl kaldıracağını merak
ediyorum." diyor. melik anlıyor durumu. sonra, bir kadın vardır, o kadın için eskiden
evinin bulunduğu yere yeniden bir ev yapılmıştır ve o yaşlı kadın sarayın o bölgesinde
yaşamıştır.
-mülkiyet altındaki arazilerdeki madenlere gelince; cumhura göre arazi, sahibine
aittir. çünkü maden de toprağın diğer parçaları gibi, arazi sahibine ait sayılır. bizim bir
arsamız var. eni 100 metre, boyu 200 metre. derinliği ne kadar peki? allahu alem.
yeni bizim ama ne kadarı bizim? arsayı satın almakla neyi satın alıyoruz? cumhur
diyor ki; nasıl ki bu arsayı almakla içindeki taşlara, ağaçlara da sahip oluyor, o hâlde
arsada bulunan madenlere de sahip olur. hanebililerin asıl görüşü, şafiikerin de bir
kısmı; sıvı olan madenlerin, müşterek olduğu kanaatindedir. su nasıl müşterekse, sıvı
olup kaynayan madenler de müşterektir, diyorlar. malikilerin asıl görüşüne göre;
maden nerede bulunursa bulunsun, hakkındaki kararı devlet idarecisi verir. çünkü
maden, şahısların araziye sahip oluşundan çok daha eskidir. her ne kadar bu
söylenilende haklılık payı olsa da bakış tarzı olsa da devlet idarecileri açısından
organize edilmeye daha uygun olsa da sıkıntı vardır. şahıs mülkiyeti, devlet
mülkiyetinden önce gelir. devlet diyemez ki "mart ayından itibaren senin arsandaki
krom madenini çıkaracağım." benim arsama gireceksin, arsamı deşeleyeceksin, ona
yol yapacaksın, beni gürültüye tozaa dumana boğacaksın vs. vs. bunlar benim rızam
dışında olacaksa, hakikaten mağdur olurum. devletin işletmesi ve organize etmesi
açısınan bakılınca doğru bir tavır ama şahıs mülkiyetleri açısından bakınca insanlar
mağdur duruma düşerler. cumhur bunu doğru bulmuyor.
-defineler, diyoruz ve burada duruyoruz.
73. Ders -Madenler ve Hazineler (2)-
-definelerle madenler arasında çok fark var. madenleri yeryüzünün altına cenabı
allah yerleştiriyor, defineyi ise insanlar yerleştiriyor.
tarifi: insan eliyle yer altına gömülen veya mağaralara saklanan kıymetli mallara
denir.
-definelerin kısımları: ilim ehli defineleri 3 kısma ayırırlar; üzerinde cahiliyye
sembollerinin bulunduğu definelerdir biri. mesela üzerinde gayrıislami bir motif var,
haç işareti var, yunan tanrılarının işaretleri var. bir başka define buldunuz. üzerinde
hilâl var, osmanlu tuğrası var, bir halifenin ismi var. bunlara da islamî hazine diyoruz
ama bu mallara yitik mal muamelesi yapıyoruz. o mal yaşıyorsa o şahsa aittir,
yaşamıyorsa da bu defineyi gömenin mirasçılarına aittir. hiç kimse bulunamıyorsa
tasadduk edilir. dolayısıyla buna define diyemiyoruz. üçüncüs de üzerinde hiçbir
işaret yok. islamî mi gayrıislamî mi anlayamıyorsunuz. ilim ehli bunda ihtilaf etmiştir. bir
taraf diyor ki; bu mallar da yitik mal hükmündedir. ihtiyâten bunlar da islamî
definelere intikal etmelidir. bir taraf da diyor ki; müslümanların çok fazla toprağa
para gömme adeti yoktur. bu adet müslğman olmayanlara aittir. onlardan olma
ihtimalleri galiptir. gayrıislami olarak bulunan hazineler, islamî olarak bulunan
hazinelerden kat kat fazla. dolayısıyla cahiliyye hazinelerinden sayılması daha
doğrudur. bu da bir bakış açısı.
şimdi bunları toparlayalım, özetleyelim:
1) islamî defineler: üzerinde ayet, kelime-i şehâdet, rasulullah aleyhisselam'ın ismi,
müslüman idarecilerden birinin arması, ismi, tuğrası bulunan definelerdir.
2) cahiliyye defineleri: üzerinde haç resmi bulunan, krallarından birinin resmi olan,
devletlerinin adı veya alameti nakşedilen, cahiliyyeye ait sembollerden biri bulunan
definelerdir.
3) üzerinde herhangi bir alamet olmayan defineler: bunlar külçe altın, gümüş gibi
kıymetli madenler olabileceği gibi; elmas, yakut, zümrüt gibi kıymetli taşlar, ziynet
eşyası veya kaplar, kâseler de olabilir. medâin hazineleri medine'ye getirildiğinde,
mescidin avlusu hazineleri almaya yetmemiştir, sokağa taşmıştır. bir haftaya yakın
dağıtımı devam etmiştir. ömer radıyallahu anh bu hazinelerin içerisinde kisra'nın
bilekliklerini görmüştür. o zamanlarda iki dev imparatorluk vardı; bizans ve pers. pers
imparatorluğuyla bizans hemen hemen dengelidir. hatta sialmiyet başladıktan sonra
persler ve bizans arasında bir savaş oluyor. bu savaşta persler, bizans'ı yeniyorlar.
suvaei birlikleri boğaza kadar ulaşıyorlar. bizans öyle bir yebildi ki bir daha asırlarca
toplanamaz, diyorlar. ama rum suresindeki ayet, birkaç yıl sonra bizans'ın onları
yeneceğini söylüyor ve nitekim bedir savaşıyla aynı günlerde bizans, pers
imparatorluğunu yeniyor. haçlarını vb. eşyalarını perskerden geri alıyorlar. çok güçlü
bir devlet. o güçlü inparatorluk, islam'ın önünde parçalanıp dağılmış ve hazineleri
medine'ye gelmiştir. devir, ömer radıyallahu anh'ın devridir. birçok sahabe de henüz
hayattadır. ömer radıyallahu anh kisra'nın bilekliklerini görünce hazinelerin üzerinden
atlıyor, varıp bilekliklerini alıyor. sürâkâ buraya gel, diyor. sürâkâ kim? rasulullah
aleyhisselam hicret ederken peşine düşen süvari. rasulullah aleyhisselam yanlarından
ayrılırken ona diyor ki, "sürâkâ! bir gün gelir de bileğinde kisra'nın bilekliklerini görmek
ister misin?" sürâkâ'nın buna verdiği cevap bilinmiyor. benim tahminim; sürâkâ'nın
bundan bir şey anladığını zannetmiyorum. rasulullah sleyhisselam bunu derken
yanında ebu bekir ve âmir radıyallahu anhum cemian var, bir de yol rehberleri var.
ordusu yok, devleti yok, silahları yok, hiçbir şeyleri yok. peşlerine düşen sürâkâ bir kişi.
o bile rasulullah aleyhisselam'ı gözüne kesitrmiş, yakalamak istiyor. bu durumda olan
sürâkâ'ya rasulullah aleyhisselam, kisra'nın bilekliklerini vaad ediyor. aklın alabileceği
bir şey değil. ömer radıyallahu anh'ın bu vaadi bildiğini anlıyoruz. bunun üzerine ömer
radıyallahu anh, bileklikleri sürâkâ radıyallahu anh'ın bileğine takıyor. misal olarak, bu
bileklikte ve o gün gelen hazinelerin çoğunda böyle bir damga yoktu. bu nevi
definelerin, islami definelerden mi, yoksa cahiliyye definelerinden mi sayılacağında
ihtilaf vardır. hanefi alimlerinin ekserisi ve malikîler; cahiliyye definesi sayılması
görüşündedirler. çünkü define gömmek, daha çok gayrımüslimlerin adetidir.
Definelerin Hükmü:
a) islamî defineler; bulunmuş mallar (lukata) hükmündedir. umumi yerlerde "şöyle bir
mal bulundu" diye duyurulur, evsafı verilmez. malın kendine ait olma ihtimali olanlar
varsa, bu malı gerçekten tarif edebiliyorsa (evsafı da bu yüzden söylenmiyor),
kendine ait bir iz belli edebiliyorsa veya şahit, belgeyle gelebiliyorsa sahibine iade
edilir. öyle değilse bu şekilde 1 yıl bekletilir. beytu'l mâlde, 'lukata mallar'diye bir
bölüm vardır. ilan edilir. sahibi çıkmazsa kamu yararına kullanılır, kamu yararına
kullanılır.
b) cahiliyye definesinin hükmü, bulunduğu yere göre değişir. define islam
topraklarında ve mübah arazilerde bulunmuşsa, kale ve harabelerde ortaya
çıkarılmışsa, ittifakla mübah mallardan sayılır. cumhura göre; bulan insan, definenin
beşte birini islam devleti hazinesine verir. beşte dördünü kendisi alır. define islam
diyarında, mülkiyet altındaki arazilerde bulunursa; ebu hanife ve imam
muhammed'e göre, böyle bir define o araziye islam'da ilk sahip olanındır. yani bu
arazi islam topraklarına girdiğinde, o araziye ilk kim sahip olmuşsa onundur. o insan
hayatta değilse mirasçılarının olur. ona ve mirasçılarına ulaşılamıyorsa, bilinen en eski
maliki kimse onundur. ebu yûsuf'a göre, böyle bir define de mübahtır, yani beşte
dördü bulan kimsenindir. kalan beşte biri devlete aittir. define küfür diyarında
bulunmuşsa; hanefi ve şafii alimlerine göre, bu define bulan kişinindir. küfür diyarında
gayrımüslimlerden birisinin arazisinde bulunmuşsa, hanefi ve şafii alimlerine göre; bu
ülkeye emân (vize) ile girilmişse, ğadr sayılan davranışta bulunulması doğru değildir.
yani defineyi arazi sahibine vermelidir. ğadr ne demek? bir beldeye emanla giren
insan şöyle giriyor; siz benim hukukuma riayet ettiğiniz sürece, ben de sizin devlet
hukukunuza riayet edeceğim. bizden birisi vize alarak ülkemize girdiyse de diyoruz ki;
sen bizim hukukumuza uyduğun sürece, biz senin can, mal emniyetini koruyacağız ve
hukukuna riayet edeceğiz ve etrireceğiz. dolayısıyla bir başka ülkeye emanla giren
insan, oradaki hukuklarına riayet etmek zorundadır. bu islamî ahlâkın da bir gereğidir.
savaşın dahi kendine ait bir ahlâkı vardır. selehadsin eyyubî kudüs'ü fethedeceği
zaman, yenileceğini anlayan hristiyanlar birbirkerine kaçın diyorlar. öyle bir kaçıyorlar
ki kendi diyarlarında öldürülüyorlar. neden? kendileri kudüs'ü fethetriklerinde taş
üstünde taş bırakmadılar ya, müslümanlar da bize aynısını yapar zannediyorlar.
kaçamayıp kalanlar sonradan şükrediyorlar, iyi ki kaçmamışız adam gibi yaşıyoruz,
diye.
emansız girmişse, bulduğu hazine kendisine aittir. girdiği topraklara böyle bir sadakat
sözü vermemiştir.
-şimdi karayı bitirdik, denizlerdeki mübah mallara dalıyoruz.
Denizlerdeki Mübah Mallar:
-rabbimiz, dağları, ovaları, ormanları, kırları, sayısız nimetlerle doldurduğu gibi denizleri
de doldurmuştur. denizin altında açıpa çıkmıl madenler de var, denizin altknda o
soğukluğa rağmen kıpkızıl akan lavlar da var. deniz apayrı bir dünya. nahl suresinin
َ ً ‫س َّخ َِر ال َبح َِر لتَأكُلُوا منهُ لَحمِا‬
14. ayetinde, "‫طرياِ َوِتَستَخرجُوا منهُ حل َيةًِ تَل َبسُونَ َهاِ َوت ََرى الفُلكَِ َم َواخ َِر فيهِ َولتَبتَغُوا‬
َ ‫َوه َُِو الَّذي‬
َّ
َِ‫ منِ فَضلهِ َولَعَلكُمِ تَشكُ ُرون‬/ Taze etinden yemeniz (balık eti) ve mücevherini (inci, mercan)
çıkarıp takınmanız için denizi hizmetinize veren de O’dur. Gemilerin denizi yararak
gittiklerini görürsün ki, bu da O’nun lutfuna nâil olmanız ve O’na şükretmeniz içindir."
buyuruluyor. burada denizdeki nimet, denizin kendi içindeki nimetleri ve denizin
َ ‫صيدُ البَحرِ َو‬
taşıma gücünün nimeti kastediliyor. maide suresinin 96. ayetinde, "ُ‫طعَا ُمه‬
َِّ ‫اُح‬
َ ِ‫ل لَكُم‬
َ
ً
ُ
ِ‫َّارة‬
َ ‫ َمتَاعِا لكمِ َوللسَّي‬/ deniz avı size helal kılındı. yiyeceği siizn için ve gelip geçen yolcular için
bir geçim kaynağıdır." bir yiyecek dedi, bir de deniz avı dedi. demek ki deniz avı,
yiyecekten farklı bir şey. diyorlar ki; senin avladığın var, bir de denizin sana attığı var.
karaya vuran balıklar gibi, ebu ubeyde bin cerrah radıyallahu anh'ın seriyyesinde
karaya vuran balina gibi. su altındaki bütün mallar (inci, mercan, av hayvanları,
sedef...) mübahtır. denizde bir gemi battı, içindeki hazine de battı. denizden bir
hazine çıkartsanız, bu hazine çıkaranındır. bizans hazibesi de olabilir, osmanlı hazinesi
de olabilir, başka bir hazine de olabilir. nasıl bir hazine olduğu bu hükmü değiştirmez.
çünkü deniz, galabe çalınamayan bir güçtür. düşman istila etmiş de ele geçirmiş gibi
kabul edilir. denizin yuttuğu şey artık şahıs mülkiyetinden çıkmıştır. onu denizin
derinliklerinden tutup da sen çıkardıysan, artık senin olmuş olur. diyelim ki düşman
topraklarında bir hazine bulduk. üzerinde de tuğra var. bu yitik mal değildir işte. islam
topraklarında bulsaydık yitik mal olacaktı. dülman topraklarında bulduğumuza göre
demek ki düşman onu müslümanlardan almış, oraya götürmüş. artık müslümanın
mülkiyetinden çıkmıştır. biz onu oradan gerisin geri getirisek artık ganimet gibidir. yani
beşte birini devlete veririz, beşte dördünü biz alırız. artık o define, kaybeden insanın
malı değildir. denizin dibi de böyledir. malı mülkiyetten çıkarır.
denizin gücü, başka güçleri önleyicidir. veya denizizn derinlikleri, şahısların mülkiyet
hakkını önler. deniz altında bulunan mallar, kıymet ifade ediyorsa, nasıl olursa olsun
oradan çıkarıp koruma altına alınınca, çıkaran insanın mülkiyetine girer. deniz
dibinde durdukça mübah mallardan sayılır. şimdi denizlerde balık çiftlikleri türedi.
suyun altında kocaman bir ağ var, içerisinde de balıklar var. balıklar oradan
çıkamıyor, orada yemliyorlar. balıklar o ağ içerisinde olduğu sürece, ağ sahibinin
mülküdür. ağı kaldorsa kendinin oluyor. ama bir balık ağdan kaçsa, artık onun mülkü
olmaktan çıkar. deniz içerisinde havuzcuklar yapılarak, istiridyelerin içerisinde inci
oluşturulmaya başlandı. onlar da sahipli sayılırlar.
Mübah Mallarla İlgili Hükümler
-mübah malların mülkiuet altına girmesi için niyet önemlidir. sahiplenmek için
kesitiğiniz ot ve odun sizin olur. bölgeyi, nehir kıyısını temizlemek için kestikleriniz
mülkünğze girmez. ormandan odun toplamak içşn ağaç kestiniz, o kestikleriniz
sizindir. ama nehir kenarından yürürken kendinize yol açmak için otları kestiniz,
odunları parçaladınız, bunlar sizin mülkiyetinize girmez. aynı şekilde bir bölgeyi
temizlemek için kestiğiniz, kenara attığınız odunlar ve otlar da mübahtır, şahıs
mülkiyetine girmemişlerdir. ber geyik kaçtı, sizin ağılınıza geldi. artık sizin olmaz. ama
siz ona bir yuva hazırladınız, önğne yemler koydunuz, yemleri almaya gelince
avladınız. o artık sizin olur. niyet bu açıdan önemlidir.
-mübah eşyalardan herkesin faydalanma hakkı vardır. ancak bu ha, başkalarına ve
kamu malına zarar vermeme prensibiyle sınırlıdır.
-mübah eşyalardan faydalanılırken, başkalarının faydalanma hakkını engelleme caiz
değildir. ancak sıraya ve belli prensiplere uygun olarak yapılması islamî açıdan da
uygundur. mübah mallardan hem faydalanmada hem de almada öncelik hakkı
vardır. rasulullah aleyhisselam, "kim henüz bir müslümanın elinin ulaşmadığı mala
önceden ulaşırsa, o mal ona ait olur." buyurur. önce kim suyun başına vardıysa suyu
ilk o alır, önce kim ağacın dibine vardıysa orası artık onlarındır. hatta rasulullah
aleyhisselam mina'ya geldiğinde "size bir gölgelik yapalım mı?" diyorlar. hayır, diyor.
gölgelik, burası bana aittir manasına geleceği için rasulullah aleyhisselam buna bile
razı olmuyor. "mina'da kim önce gelir de devesini çöktürürse orası kna aittir."
buyuruyor aleyhisselam. şahıs mülkiyetine giremeyeceğini söylüyor. devamlılık ifade
eden bir gölgeliğe razı olmuyor.
-ben odun toplayacaktım. odun mğbah mal. bunun için işçi tuttum. işçi açısından da
mübah mal. kesilen odun işçinin mi olur, o işçiyi ben kiraladığım için benim mi olur?
kıyasa bakacak olursak; bu kıyasa göre caiz değildir, çğnkü topladığı malın onun
olması gerekir ama burada istihsanen caizdir. bu ksrşılıklı olarak yapılıyor. onun
paraya ihtiyacı var, onun da oduna ihtitacı var. istihsanen caizdir.
-daha dünya kadar hüküm var ama burada duruyoruz. sonraki dersimizde inşaallah
ceza hukukuna intikal edeceğiz.
74. Ders -Cinayet Hukuku-
-evvela islam hukukunun koruduğu temel esaslar vardır. bunlar çok kıymetlidir ve
bunlara güven kalmadığı zaman beşeriyet çökme yaşar. bunlardan biri can
emniyetidir. can emniyeti giderse, insan yarınından emin olamaz, büyük yatırımlar
yapamaz. eliniz kolunuz yaralıysa, normal insan gibi hayal kuramazsınız. can
emniyetinin olmadığı yerde de insan hayal kuramaz, canının derdinden başka şey
düşünemez. rasulullah aleyhisselam, "nasıl bu belde mukaddes bir beldeyse, içinde
bulunduğumuz şu zaman mukaddes bir zamansa; birbirinize kanlarınız, mallarınız,
ırzlarınız o şekilde haram, o şekilde hürmete layık, o şekilde değerlidir." buyuruyor.
diğeri mal emniyetidir. bir insanın mal emniyeti yoksa, o da aynı şekilde tedirginlik
duyar. ırz emniyeti, akıl emniyeti, inanç emniyeti de son derece kıymetlidir. bunlara
yapılan suçlar, kamu suçu kabul edilir. islam hukukunda bunlarlar birinci dereceden
alakalı suçların tayinleri belirlidir ve hakime bu konuda takdir yetkisi verilmemiştir.
kasten adam öldürmede, zinada, hırsızlıkta vs. bu hakkı vermez. dolayısıyla can, mal,
ırz, akıl ve inanç emniyetleri kıymetlidir, islam leriatının koruması altındadır. ta adem
aleyhisselam'dan günümüze kadar böyledir.
bu mukaddimeden sonra özetle yazalım;
islam hukukunun koruduğu temel değerler vardır.
1) can emniyeti
2) mal emniyeti
3) ırz emniyeti
4) akıl emniyeti
5) iman (din) emniyeti
bunlara karşı işlenmiş suçlar, amme suçudur ve bütün asırarda suçtur. zamanın
değişmesiyle değişmemeiştir ve değişmeyecektir. suçun yapısı değişebilir ama suç
olması değişmez. eskiden okla öldürülüyordu insanlar, şimdi tüfekle öldürülüyor. bir
insan kasten adam öldürmüşse, bunun için öldürücü alet de kullanmışsa, bunun
karşılığı ölümdür. ebu ubeyde ibni cerrah radıyallahu anh kudüs'ü kuşatmıştır, bütün
can damarlarını kesmiştir. koca şehir çmkmenin eşiğine gelmiştir. kudüs ahalisi diyor ki
"ömer radıyallahu anh gelirse şehri savaşa teslim ederiz. biz ona güveniyoruz. o gelip
teslim almayacaksa, biz güvenmiyoruz. ne kadar tâkâtimiz varsa o kadar savaşırız."
ebu ubeyde ibni cerrah radıyallahu anh, hadiseyi ömer radıyallahu anh'a bildiriyor.
ömer radıyallahu anh kan dökülmesin diye medine'den kalkıp kudüs'e geliyor. üstelik
lendi hizmetkârıyla nöbetleşe deveye binerek geliyor. fazla deve de almıyor. böylece
kudüs'e heliyor ve kaleyi kendi teslim alıyor. ömer radıyallahu anh'ın adaleti yayıla
yayıla onlara kadar geliyor ve canları, ırzları, malları konusunda güveniyorlar. bu aynı
zamanda adalet duygusunun ne kaleler fethettiğini de bize gösyeriyor. bir şehri surlar
korumaz, önündeki hendekler korumaz; bir şehri içindeki adalet, hak ve hukuka riayet
korur. eğer içeride adalet çökmüşse, o kaleler de çöker. dışarıdaki adalet de o
kaleleri fetheder.
bu alandaki bilgileri can emniyeti ile ilgili hükümlerden başlayarak paylaşacağız. bu
bölüm, kaynaklarımızda daha çok "kitabü'l cinâyât" başlığı altında işlenir.
-tarifi: cinayet lugatte; haddi aşmak, sınırları geçmek demektir. ıstılahta; can ve insan
azaları hakkında haddi aşmaya, başkalarına zarar vermeye denir. tariften
anlaşılacağı gibi cinayet, sadece can kaybına sebep olanı değil, aynı zamanda aza
kaybına sebep olanlara ve yaralamalara da denir.
Ölüme Sebep Olan Suçlar (Katl)
-katl, beş kısımdır;
1) katl'i amt
2) katl-i şiphi amt
3) katl-i hata
4) hataya benzer adam öldürme
5) ölüme sebep olma
1) katl-i amt: öldürmeyi hedefleyerek ve silah kullanarak adam öldürmeye denir.
bunu nereden anlıyoruz? bazen insanın kendisinden anlayamayız. rol de yapar,
öldğrme şekline de öyle kılıflar verir ki aklınız durur. burada hakim niye tespit etmek
için alete bakar. kullandığı alet delici, kesici, parçalayıcı ise, öldürme hedefli
olduğuna hükmeder. silahtan kasıt; kesici, delici ve aza parçalayıcı olan aletlerdir.
kılıç, bıçak, hançer, ok, mızrak, tabanca, tüfek, top, balta, testere gibi. kısaca;
kullanılan alet, öldürücü alet ise, bunlarla işlenen cinayet kasıtlı ise, katl-i amt olarak
adlandırılır. çünkü kullanılan alet, katilin niyetini en iyi açığa vuran delildir.
kasten adam öldürmenin hükmü: allah katında büyük günah, dünyada kısastır. nisa
suresi 93. ayette, "ً ‫عظيمِا‬
ُِٰ ‫ب‬
َِ ‫ َو َمنِ يَقتُلِ ُمؤمنِا ً ُمتَ َعمدِاً فَ َج َٓزا ُ۬ ُؤهُِ َج َهنَّ ُِم خَالدِاً في َهاِ َوغَض‬/ Kim
َ ً ‫عذَابِا‬
َ ُ‫ع َِّد لَه‬
َ َ‫علَيهِ َولَ َعنَهُ َوا‬
َ ‫ّللا‬
de bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde devamlı kalmak üzere cehennemdir.
Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır." ali
radıyallahu anh'a öldürme planı yapan beş insan tutup getirilmiştir. ali radıyallahu
anh haklarında idam kararı vermemiştir. "mü'minlerin emiri, sen onları sağ bırakıyorsun
ama onlar seni sağ bırakmayacaklar." dendiğinde, "onların suçunu ben mi işleyeyim?
buna hükmettirerek beni mi allah katında bu duruma düşüreceksiniz?" demiştir.
ölen insanın velileri (mirasçıları) tarafından affedilirlerse, kısas düşer. ceza, diyete
intikal eder.
-katil, katlettiği insanın mirasını alamaz. bu çeşit öldürmede keffaret yoktur. çünkü
keffaret, bir ibadettir. kasten adam öldürme gibi büyük bir günahı temizleyemez.
daha önce yemin bahsinde paylaştık. yemin üçe ayrılıyordu; yemin-i lağv, yemin-i
mün'akide, yemin-i ğâmus. ğâmus yemin, bile bile yalan yere yemin etmektir.
dediğini yapmama niyetindesin. bunu yemini de temizlemeye keffaret yetmeyeceği
için keffareti yoktur. bu büyük bir günahtır.
2) şiph-i amt: galiben öldürmeyen, silah sayılmayan bir şeyle vurarak öldürmeye
denir. tokat, çubuk, kırbaç gibi. imameyne göre; kalın sopa, büyük taş da silah sayılır.
çünkü öldürücü olabilirler.
hükmü: büyük günah, keffaret ve ağırlaştırılmış diyettir. bu diyeti âkile öder. âkile;
akrabadan başlayarak çerçeveyi genişletirseniz buna denir. yaklaşık beş bin kişiye
varıncaya kadar genişletilir. bir diyet yaklaşık 400 bin lira tutar. bunu bölüştüreceğin
lişilere az para düşecek kadar çerçeve genişletilir. 100'er, 70'er lira topluyorlar
aralarında, bu parayı ödüyorlar. bu verene ağırlık vermez ama alan toplu olarak
aldığı için çok kıymetli olur. âkile bu çevreye deniyor işte.
3) hata ile adam öldürme: bir insan düşman zannettiği bir kimseye hedef tayin
ederek atış yapıyor, sonradan vurduğu kimsenin müslüman olduğu zannediliyor veya
av zannettiğinin insan olduğu ortaya çıkıyor ya da yolda arabasıyla giderken aniden
önüne çıkana duramayıp çarpıyor. bu nevi öldürmelere "hataen adam öldürme"
denir.
hükmü: keffaret ve âkile üzerine diyet. bunun diyeti, hafifleştirilmiş diyettir. ölüm
sebebiyle günahkâr değildir. üzerine hiç günah yoktur demiyoruz ama üzerine
öldürme günahı yüklenmez. hem bunda hem de şiphi amtte, yine katil, öldürdüğü
َ ‫َل َخ‬
insanın mirasını alamaz. nisa suresinin 92. ayetinde, "‫ل‬
َِ َ‫طـِٔا ً َو َمنِ قَت‬
َِّ ‫ل ُمؤمنِا ً ا‬
َِ ُ‫َو َما كَانَِ ل ُمؤمنِ اَنِ يَقت‬
ٓ
ٓ
ٰ
َ ‫ ُمـؤمنِا ً َخ‬/ Yanlışlıkla olması dışında, bir
ِ‫ص َّدقُوا‬
َِّ ‫سلَّ َمةٌِ الى اَهلهِٓ ا‬
ُِ ‫ط ٔــِا ً فَـتَـحر‬
َّ َ‫َل اَنِ ي‬
َ ‫ير َرقَبَةِ ُمؤمنَةِ َوديَةٌِ ُم‬
müminin bir mümini öldürmeye hakkı olamaz. Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin
mümin bir köle âzat etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi
gereklidir; ancak ölünün ailesi diyeti bağışlarsa o başka." huzeyfe ibni ueman
radıyallahu anh'ın babası çok yaşlı bir insan. onu kadın ve çocuklarla birlikye kalede
bırakmışlar. mücahidler uhud'da. iki tane ihtiyar konuşuyor. ömrümizden geriye ne
kaldı, taş çatlasın bir eşeğin iki su içim kadar zamanımız kaldı, diyor. arap aleminde
bu, kısa zaman dilimi için kullanılır. "yaşayıp da ne yapacağız? kılıçlarımızı alıp uhud'a
gidelim. belki allah şehadet nasip eder." diyor. kılıçlarınk alıp uhud'a gidiyorlar. kızgın
bir anda uhud'a giriş yapıyorlar. yaşlı insanlardan birini müşrikler öldürüyorlar. huzeyfe
radıyallahu anh'ın babasını da müşrik zannedip müslümanlar öldürüyorlar. huzeyfe
radıyallahu anh "babam!" diye atıldıysa da yetişemiyor. cenazesinin başında, "allah
sizi affeylesin. o babamdı, mü'mindi. onu katlettiniz." diyor. herkes çok üzülüyor. savaş
bittikten sonra rasulullah aleyhisselam, babasının diyetini huzeyfe radıyallahu anh'a
ödemek için hazırlık yaparken, hızeyfe radıyallahu anh, "ben onun diyetini
almayacağım. mü'min kardeşlerime bağışlıyorum. hatayla öldürdüler, allah affetsin."
diyor. rasulullah aleyhisselam'ın gözünde ikinci bir değer kazanıyor.
4) hataya benzer adam öldürme: anneler çocuklarıyla çok yatarlar. mazaallah
çocuğun üzerine devrildiğini ve çocuğun öldüğünü düşünün. uyurken başkasının
üzerine dülme veya çocuğun üzerine devrilme gibi ölümlere denir. bunun hükmü de
hata ile adam öldürme gibidir.
5) ölüme sebep olma: bir insanın, kendi mülkü olmayan bir yere çukur kazması,
yüksek bir yere yuvarlanabilecek taş koyması ve neticede ölüme sebep olması, bu
çerçevede değerlendirilir. bir insan kendi mülkünde bir kuyu kazdıysa, bu tabiidir. bir
başkasının onun mülküne girmesi doğru değildir. kendi mülkünde kuyu kazdı diye
suçlanmaz. eskiden köylerde fazla turp yetişince gömerlerdi. bu vb. çukurlar kazılırdı.
bunun gibi bir çukur açtın, geldi birisi düştü. bunlar buçerçevede değil. ama senin
olmayan veya kamu malına çukur açtın, belki öldürme hedefli olmasan da bir
başkasının ölümüne sebep olursan bu suçtur. böyle bir durumda insan ölümüne
sebep olmuşsa, şu hükğmler terettüb eder; âkile üzerine diyet, ölüm sebebiyle günah
yoktur, ihmal sebebiyle vardır. keffaret yoktur. çünkü fiilen öldürme yoktur. miras
mahrumiyyeti de yoktur. çünkü öldürme fiili yoktur.
-demek ki her öldürmede kısas yokmuş. öldürmenin kendi arasında çeşitleri varmış.
kısas bir tek kasten adam öldürmede ve bunun için öldürücü silah kullanmada var
imiş.
-bir sonraki dersinizde kıyasla devam edeceğiz inşaallah.
75. Ders -Kısas ve Diyet, Hayat ve Âzâ Kayıpları-
-can, mal, ırz, akıl ve iman emniyeti, sadece bu ümmette değil; adem
aleyhisselam'dan günümüze kadar bütün şeriatların temel esaslarında vardır. çünkü
bu beş unsurdan biri sarsıldığı an, hayat sarsılır. insan ırz emniyeti taşımıyorsa; namus,
iffet ve kişinin şahsiyeti kaybolur. bir insan malından güven hissetmiyorsa, geleceğe
yatırım yapamaz. bu çerçeveden olmak üzere can emniyetiyle ilgili bilgileri
paylaşmıştık. adam katletmenin kasten olan bölümüne geldik. hakime düşen görev
nedir? kasten mi adam öldürürlüldü, düşmanlık vardı ama kasıt yok muydu, hata ile
mi adam öldürdü, sebep olarak mı adam öldürdü, öldürmenin çeşidi ne, bütün
bunları tespit etmelidir. bunun için şer'i şerîfin kabul ettiği bütün delillerş ortaya
çıkarmak ve netleştirmektir. öyle bir netleştirme hasıl olmalı ki; düşünen ve konuyu
inceleyen her insan, "evet, suçu bu işlemiştir ve bu insan bunu kasten yapmıştır."
diyebilmelidir. bunu dedirtemiyorsa, bu adalet değildir. ayette ne diyor? "bir millete
duyduğunuz kin ve öfke, sizi adaletsizliğe götürmesin." sizler intikamcı olamazsınız,
yine de adaletle hükmetmek zorundasınız. rasulıllah aleyhisselam mekke'yi
fethettikten sonra intikam almaya kalktı mı? hayır. biri mü'min diğeri müşrik diye
mü'minin tarafını tutup da adalet terazisini oraya eğmeye hakkınız yok. mü'minin haklı
çıkmasını arzu ederiz ama deliller ortaya çıktığında kim haklıysa, adalet terazisi onun
tarafına eğilmek zorundadır. emredilen budur. rasulıllah aleyhisselam haber'i
fethettiğinde haberlilerle anlaşma yapıyor. hayberliler diyor ki, "siz hayber'deki hurma
bahçelerinin dilinden bizim kadar anlamıyorsunuz. bu bahçelerle uğraşmak
gerekiyor. biz çalışalım. sonra da çıkanı yarı yarıya bölüşelim." normalde rasulullah
aleyhisselam hayber'deki herkesi sürme ve ganimetleri alma hakkına sahip. ama bu
teklifi kabul ediyor. bahçelerde onlar çalışacaklar ama yetilen ürünlerin yarısını
beytu'l mâle verecekler. yahudi burada da durmamıştır. insanların mallarını batıl
yollar icat ederek yiyorlar. rasulullah aleyhisselam bu malları kontrol etme, yarıua
bölmek gibi görevkeri abdullah ibni revaha radıyallahu anh'a veriyor. birinci gidişinde
bölüşüyorlar. ikinci gidişinde ve daha sonraki gidişlerde, "sana şu kadar versek bizim
tarafı kayırır mısın?" demeye başlıyorlar. yani devlet hazinesine değil de şahsına verip
karşılığında kendilerini kayırmasını istiyorlar. abdullah radıyallahu anh, "cenabı
allah'ın lanetini hak eden bir millet olmanızda hak var. siz ne reizl bir mellet ve ne
kadar nankörsünüz?! biz müslümanız, rüşvet yemeyiz. bir daha böyle bir şey
duymayacağım. rüşvet kirlidir, haramdır. biz kir ve çirkef yemeye alışkın değiliz. biz
onu cahiliyyede bıraktık." diyor. bunun üzerine yahudiler, "yeryüzü zaten bu temel
direkler üzerinde durur." bu ne demek? biz doğruyu biliyoruz ama yamuk adamlarız,
demektir. doğruyu bilip de bu kadar eğri davranan nadir insan vardır. prensip budur.
bu yüzden hakimler adil olmalı ve delilleri iyi değerlendirmelidir. rasulullah
aleyhisselam, "üç hakimden ikisi nârda (ateşte), birisi cennet'te." diyor. bilmeden
işlenen hatalar affedilir. rasulullah aleyhisselam ne diyor? "biriniz delillerini çok iyi
serebilir, delil sunmayı iyi başarır ve ben delil sunuş sebebiyle onun lehine hüküm
verebilir. bundam dolayı birinin hakkımı almış da size vermişsem, bu avucunuzda bir
kordur. sakın bunu almayın, hak sahibine iade edin." buyuruyor. bunun dışında
meyilleri, karşıdakinin rütbesi vs. sebeplerinden terazi öbir tarafa eğiliyorsa, bunun
hesabı zordur. hakim bütün bunlardan uzak durarak, öldürmenin şeklini tayin edecek.
bu öldürme kastense ve bunun için de öldürücü alet kullanılmışsa, bu kasten adam
öldürmedir ve hükmü kısastır. "َِ‫صاصِ َحيٰوِةٌ يَٓا اُ ُ۬ولي اَلَلبَابِ لَ َعلَّكُمِ تَتَّقُون‬
َ ‫ َولَكُمِ في الق‬/ Kısasta sizin için
hayat vardır, ey akıl sahipleri, umulur ki sakınırsınız." kısas adam öldğrme değil mi, nasıl
hayat var? bir adamın kaybı yerine, binlerce adam kaybedilecekse, kısas, binlerce
insanı kurtarıyor demektir. aynı zamanda kısas olacağını bilen insan başkasını
katledemez. islam hukuku kısastaki af kapısını hakime vermemiştir. yalnızca maktulun
sülalesinin mirasçılarına o kapı açıktır. kısasta da hem allah'ın hakkı yani kamu suçu
vardır, hem de kulun hakkı vardır. bu nevi suçlarda insan hakkı galip kabul edilir. karşı
sğlalenin hakkı, kamu hakkına galip gelir. hakim bu insanı, karşu sülale affettikten
sonra kısasla cezalandıramaz ama onu ıslah edecek, bir daha böyle bir şey
yapmamasını temin edecek bir başka cezayla cezalandırabilir. aynı mesele hırsızlık
olsaydı, bunu ev sahibi henüz evinin içindeyken affedebilir. hakime teslim ettikten
sonra geri adım atamaz. bu suç, hukukullahın galip olduğu bir suç çeşididir. kısasta
kul hakkı galiptir.
-kanı, islam hukukuna göre korunan bir insanı kasten öldürmek, kısası gerektirir. kanı
korunan dedik. mesela savaşıyorsun. senin düşmanın, artık kanı korunan birisi değildir.
buna göre; hür insanı öldüren, ister hür ister köle, köleyi öldğren, ister başka bir köle
ister hür olsun, erkek karşılığı kadın, kadını öldüren erkek, çocuğu öldüren büyük,
hastayı öldüren sağlam, özürlü (azask eksik) bir kimseyi öldüren özürsüz insan da kısas
edilir. hanefi alimlerine göre; bir baba, çocuğu sebebiyle kısas edilmez. çünkü
rasulullah aleyhisselam, "baba, çocuğu yüzünden kısas cezasıyla cezalandırılmaz."
buyurur. bir baba, çocuğunun hayat sebebidir. şayet çocuğunu öldürmüşse, başka
sıkıntılar var demektir. ga dile getirilmek istenmeyen sebepler vsr demektir ya da
cinnet gibi psikolojik sıkıntılar demektir. babalar, kâmil şefkat sahibi kabul edilirler.
çocuk, babasını öldürürse kısas yapılır. kısas hükmü verilmişse, sülale affetmemiş,
mirasçılsrın tamamı kısasın infazını istemişse, kısas yerine getirilir, bunun için kullanılan
alet, kılıç olmalıdır. katil, bir insanı işkenceyle öldürse, mahkeme de işkence kararı
veremez. aynı işkence kendisine yapılacak, diyemez. böyle bir hase asrı saadette
yaşanmıştır. uraniyyîn denilen bir kabile medine'ye gelmiştir. hastadırlar. rasulullah
aleyhisselam bu insanları zekat develerinin olduğu bir yere göndermiştir. oraya gidin
şu ilacı da tatnik edin, demiştir. denilenleri yapmışlsr ve sağlıklarına kavuşmuşlardır.
güç ve kuvvetleri yerine gelmiştir. daha sonra zekat develerinin çokluğu dikkatlerini
çekiyor. çobanları işkenceyle öldürüyorlar, arkasından da zekat develerini alarak
kaçıyorlar. rasulullah aleyhisselam bunların peşine süvari birliği düşürtmüştür. çok
geçmeden mücahidler bunları yakalayıp medine'ye getirmişlerdir. rasulullah
aleyhisselam'ın emriyle aynı şekilde öldürülmüşlerdir. buna müsle deniyor.
sonrasından müsleyi yasaklayan hükümler inmiştir. bu tarihten itibaren müsle yasaktır.
katil ne şekilde öldürürse öldürsün, aynı şekilde muamele yoktur. en kısa, en kesin
ölüm şekli seçilir. hedef, kalan insanlara gözdağı vermek, caydırıcılık gücüdür.
cezalandırmada aşırıya kaçarsanız, suçlu olan insan, acınan insan hâline gelir.
mesela saddam hüseyin müslümanlara yıllar yılı zulmetti. yıllar sonra iş vatan
müdafaasına geldi. cephelerde kim savaştı? dün zulme uğrayan müslümanlar
savaştı. amerika'yı durdurmak için onlar çırpındılar. amerikan askeri diyor ki, "sabah
kahvaltısında ailemle konuştum. ırak harbi bizi bitirecek, dedim. çünkü ümmü'l kasr'da
bizim ordumuzı durduranın 150 kişi olduğunı öğrendim." diyor. bir başka yerde 2 gün
amerikan ordusunu durduran grup 14 kişidir. bir başka köprüyü de 7 kişi koruyormuş.
kim onlar? yıllar yılı saddam'ın zulmü altında yaşyan mücahidler. "iyi ki bağdat düştü
de rahat ettik." diyor. bağdat nasıl düştü? 150 binlik cumhuriyet ordusu savaşmamıştır.
cumhuriyet ordusu ney? saddam'ın yıllar yılı zulmederek aldığı paralarla kurduğu
ordu. bir ordu sana parayla bağlıysa, daha çok para veren bir başkasına da gider.
150 binlik o ordu savaşmamıştır. sonra saddam ele geçti. zalim olarak yaşayan
saddam, mazlum olarak öldü. onun için öldürme şekli uygun olmalıdır. günümüzde
kılıçla değil de asarak öldürmek daha acısız ve daha caydırıcı oluyorsa, esasen kabul
edilebilir. ancak öldürme iple daha mı acısız ve daha mı caydırıcı oluyor? bunda
sıkıntı var. deniz gezmiş'in idamında bulunan savcı 47 dakika sürdüğünü söylüyor. bu
işkencedir işte. mesele sadece bu insanları öldürmek değildir. kalanın da ibret alması
lazım. şahitler orada hazır bulundurulurlar. çünkü onun şahitliğiyle öldürülüyor. eğer
ortada öyle bir şey yoksa vicdanı sızlasın diye. mirasçılar orada hazır bulundurulurlar,
merhamete gelirler belki diye. kılıç meselesindeyse kılıcı vurduğunuz an kan fışkırıyor
ve direkt öldüğü için acı çok az veya yok. kan fışkırıyor, caydırıcı gücü çok yüksek.
acı olmadığı için de işkencesiz. ölen insan fazla acı çekmeyecek ve caydırıcı olacak.
şartlar bu. bunu daha iyi sağlayan bir durum varsa, kapılar açıktır. islam'ın istediği
ikinci kişinin ölmesi değil, bu katillerin burada durması.
-bir insanı, bir araya gelen bir topluluk öldürse, katillerin hepsine kısas uygulanır. hatta
yemenli bir genci 7 kişi katletmiştir. ömer radıyallahu anh, "vallahi bütün yemen bu
katle iştirak etseydi hepsine kısas yapardım." demiştir.
-kasten el, kol, parmak gibi âza kesmelerinde de kısas vardır. ancak kısas, eşit
şartlarda yerine getirilebiliyorsa, o zaman mümkündür. yani kesimler eklem yerinden
yapıldığında uygulanabilir. mesela parçalı kırıklarda mümkün değildir. adamın
ayağını kırmış ama birkaç parça. sen de aynı şekilde kırmaya kalkarsan kaç parça
olacağı belli değil. ayapı kırdın, "iki parça oldu, üç parça daha kırmam gerekiyor."
mu diyeceksin? bunlarda diyete geçiliyor.
-kısas, katilin ölümü, maktulun velilerinin katili affı veya katilin mal karşılığı maktulun
mirasçıları ile sulh olması ile düşer.
Diyetler
-can bedeli olarak iki türlü diyet vardır.
1) ağır diyet (diyet'ul muğallaza): deveden uygulanacaksa şu şekilde yapılır; 25 adet
binti muhâd (2 yaşına girmiş deve), 25 adet binti lebûn (3 yaşına girmiş deve), 25
adet hîkka (4 yaşına girmiş deve), 25 adet ceze'a (5 yaşına girmiş deve).
2) hafif diyet: 20 adet ibni muhâd (2 yaşına girmiş erkek deve), 20 adet binti muhâd,
20 adet binti lebûn, 20 adet hıkka, 20 adet ceze'a
-yani her iki durumda da toplam 100 deve. bu bir adamın diyetidir. imameyne göre
sığırdan da verilir. davar cinsinden verilmesi de mümkündür. sığırdan diyet, 200
sığırdır. koyun cinsinden de 1000 koyundur. eğer diyet nakit olarak verilecekse, diyet
bedeli altın üzerinden bin dinardır. gümüş üzerinden 10 bin dirhemdir. bin dinar;
1000×4, 22=4220 gr. yani bir diyetin bedeli, 4 kilo 220 gram altın demektir. bunu akîle
verecek. aslolan, o sülalenin içindeki ateşin sönmesidir. diğer tarafta ise
yardımlaşmadan, sıkıntıyı birlikte üstlenmeden kaynaklanan sosyal bağ artıyor.
76. Ders -Hadler, İffet ve Zina-
-diyetin nasıl hesap edilidiğinin bir örneğini vermiştik. bir kimse, bir kadının karnına
vurursa veya herhangi bir şekilde karnındaki cenini düşürürse, bu durumda; şayet
çocuk canlı düşer de ölürse, ölğme sebep olan kişi tam diyet öder. çocuk ölü olarak
düşerse "ğurre" ödemesi gerekir. ğurre, kâmil diyetin yirmide biridir. bugünün parasıyla
yaklaşık 19 bin liradır. peşinden anne de ölürse, katilin hem kâmil diyet hem de ğurre
ödemesi gerekir.
Had Cezaları:
-had cezaları, allah hakkı olarak takdir edilen cezalardır. bugün kamu suçu kabul
edilen, bu şekilde ifadeye dökülen cezalarla aynı manaya gelir. had cezasını
gerektiren suçlarda ne şahısların ne de devletin af yetkisi vardır. suç tesbiti yapıldıktan
sonra verilecek cezalar da bellidir. bu cezalarda hakime takdir yetkisi de verilmiyor.
hakimin görevi bu suçun gerçekten işlendiği, hangi oranda işlendiğini netleştirmektir.
bunları şöyle özetlemek mümkündür;
haddi zina: zina cezaları ya delille (yani şahitlerle) ya da ikrarla sabit olur. şahitlerle
ispat olunacaksa, bunun için adil dört şahit gerekir. hakim, şahitlere, zinadan kastın
ne olduğunu, nasıl olduğunu, ne zaman olduğunu, kiminle olduğunu sırarak durumu
netleştirir. diyelim ki 10 yıl evvel oldu, 10 yıldır neredeydiniz, der. bu konuda lahitlerin
de suçu vardır. ikrarda ise, ikrarda bulunanın ergenlik çağına girmiş ve aklî dengesi
yerinde olan biri tarafından yapılması gereklidir. ikrar eden kişi, bu fiili yaptığını dört
kere tekrar etmelidir. hakim, bu sırada ona ikrardan vazgeçme yolunda telkinde
bulunur. rasulullah aleyhisselam'ın fiilinden alınıyor. bize ulaşan haberlere göre asrı
saadette dört recm vakası yaşanmıştır. dördü de ikrar iledir. maiz ile ğamidiyye
kendileri gelerik ikrar etmişlerdir. "ya rasulullah, biz böyle bir hata işledik. rabbimizin
huzuruna kirli olarak varmak istemiyoruz." diyorlar. rasulullah aleyhisselam onlara
vazgeçmeleri yönünde telkinde bulunuyor. siz zina nedir, hükmü nedir, neticesi nedir
biliyor musunuz, gibi sorular soruyor. buna rağmen hayır diyorlar. hele ki kadınınki
daha önemlidir. kadın hamile kalıyor, "yavrunu doğur gel" diyor rasulullah
aleyhisselam ve doğurup öyle geliyor. "yavrun sana muhtaç. sütten kesilsin öyle gel."
buyuruyor aleyhisselam. sütten kesip gene geliyor. sanırım bütün insanlara dağıtılsa
yetecek bir imanın gereğidir bu.
gelen insanın ilk önce ikrarda bulunmaya ehil olup olmadığı tespit edilir. sonra ona
da zinanın ne olduğunu, nasıl olduğunu ve kiminle olduğunu sorar. zina suçu ispat
edilirse, zâni evli ise recm olunur. recm için taş atmaya önce şahitler başlar. peşinden
hakim taş atar. sonra diper insanlar taş atar. ikrarda ise taş atmaya hakim başlar. zâni
bekar ise 100 kırbaç vurulur. eğer erkek ise belden yukarısı soyulur, kadın ise soyulmaz.
sadece kırbacın acısını engelleyecek giyime izin verilmez.
-hadd-i şürp: içki tespiti; kokusundan, sarhoşluk emarelerinden ya da şahitlerle veya
ikrarla yapılır. her ağzı kokan insan içki içti diye cezalandırılmaz. hakimin görevi de
budur. kendi mi içti, zorla mı içirildi, kandırıldı da mı içti, gibi tespitler yapılır. sarhoş
oldu diye de direkt cezalandırılmaz. bu sarhoşluğun nereden geldiği tespit edilir.
cezalandırma sarhoşluk geçtikten sonra yapılır. ayrıca kişinin neden ve nasıl sarhoş
olduğu, niçin içki içtiği ortaya çıkmalıdır. şayet içki tespiti şahitle gerçekleşmişse,
bunun için en az iki şahit gereklidir. içkinin cezası 80 kırbaçtır.
-hadd-i kazf: muhsan (iffetli manasına gelir bir de evli manasına gelir. burada iffetli
manasındadır.) bir insan hakkında, zina etti iftirasından bulunukursa veya bu şekilde
dedikodu yayılırsa, bu iddiada bulunan veya dedikodu yapan insan, zinanın ispatına
çağırılır. ispat edemezse cezalandırılır. islam hukuku dedikodusunun bile yapılmasını
istemiyor. çok tehlikeli ve çirkef bir yoldur. islamiyet bu yolun kesilmesini istiyor. halk
arasında konuşulmasını bile istemiyor. cemiyyette zihinleri tahrik eden bir üsluptur. bu,
insanların onuruyla oynamadır, cemiyeti kokuşturma çalılmasıdır. iftira cezası
manasına gelen haddi- kazf budur. cezalandırma talebinde bulunan, iftira edilen
insan olmalıdır. cezası 80 kırbaçtır. bu şekilde başkasına iftira ettiği ve hakim
tarafındam hadd-i kazf cezasına çarptırılan bir insanın, ölünceye kadar şahitliği kabul
edilmez. hadd-i kazf, ayetle sabittir. nur suresi 4. ayette, ‫صنَاتِ ثُ َِّم لَمِ يَأتُوا‬
َ ‫َوالَّذينَِ يَر ُمونَِ ال ُمح‬
ٓ
َِ‫ش َها َدِةً اَبَدِاً َواُ ُ۬و ٰلئكَِ هُ ُِم الفَاسقُون‬
َ ِ‫َل تَقبَلُوا لَ ُهم‬
َِ ‫ باَربَ َعةِ شُ َه َدٓا َِء فَاجلدُوهُمِ ثَ َمانينَِ َجل َدِةً َو‬/ İffetli kadınlara iftira atan,
sonra da dört şahit getiremeyen kimselere seksen sopa vurun ve artık onların
şahitliklerini asla kabul etmeyin. İşte onlar yoldan çıkanların ta kendileridir." buyurulur.
cezalardan biri milletin önünde 80 kırbaç yemesidir, diğeri de ömrü boyunca
şahitliğinin reddedilmesidir. "sen, baban zannettiğinin çocuğu değilsin.", "zâniyenin
çocuğusun." gibi ifadeler de haddi gerektirir. peki zinayı hakim olarak sen gördün.
"ben gmrdğm bu suçu direlt veriyorum." diyemiyorsun. hakim de şahit. ömer
radıyallahu anh ali radıyallahu anh'a ne diyor? "şahirlik isteriz. şahit getiremezse
hadd-i kazf vururuz." diyor. dolayısıyla fiilen görsen bile mü'min olarak onların ıslahı için
çalılırsın ama komşuna şuna buna anlatamazsın. bu cemiyetin de değerini düşürür.
kâra kabikesinin reisi ebu bekir radıyallahu anh'a, "seni nasıl dışlarlar? senin gibi
insanlar içinde bulunduğu cemiyete değer kazandırır." bu doğrudur. kimi dedikodular
vardır ki vemiyeti haysiyetinden eder. fiilen yapıldığını gmrse bile bunu anlatma hakkı
yoktur. tedbir için kendisi çırpınır, başkalarına anlatamaz.
annenin, çocuğuna edilen bir laf üzerinden zina ile itham edilmesi dedik. bu
durumda anne ölü ise had talebi, annesi zina ile itham edilen çocuğun hakkıdır.
kırbaçlamada en şiddetli ta'zîr, sonra zina, sonra içki, sonra iftira suçundadır. ömer
radıyallahu anh birisine tazir cezası olarak 100 kırbaç vurduruyor. sonra tedavi
ettiriyor, bir 100 kırbaç daha vurduruyor. durmadan ayetlerin mide bulandıracak,
insanların aklının ermediği yerlerini kurcaladığı için. şu zamana ömer radıyallahu anh
lazım... adam en sonunda dayanamıyor, "ya emiru'l mü'minîn! öldürceksen öldür."
diyor. ömer radıyallahu anh onu basra'ya gönderiyor. basra valisine yazı yazıyor, "bir
yıl boyunca kimseyle oturmayacak." diye. bu da tazirin bir başka şekli. adamcağız
gözyaşları içerisinde valiye geliyor, yalnızlıktan bıkmış. "vallahi bundan sonra böyle
konuları karıştırmayacağım." diyor. vali de hâline acıyor. ömer radıyallahu anh'a
durumu izah eden bir mektup yazıyor. ömer radıyallahu anh öyle serbest bıraktırıyor.
günümüze kesinlikle lazım.
-hadd-i sirga (hırsızlık cezası): aklî dengesi yerinde ve ergenlik çağına ulaşmış bir
insan, en az 10 dirhem değerinde (bugünün parasıyla 450 tl civarında) olan bir malı,
koruma altında olduğu bir yerden gizlice ve çalma niyetiyle alırsa, cezalandırılır.
çanta, cep de koruma altındaki yerlerden sayılır. içinde şüphe olmayan böyle bir
hırsızlık gerçekleşmiş ve tespit edilmişse, hırsızın eli kesilir. el kesmesi için ne olacakmış?
değeri 10 dirhemden fazla olacakmış, koruma altına alınmış ve islam'ın mal kabul
َ ‫ق َوالسَّارقَ ِةُ فَاق‬
ettiği bir mal olacakmış. bu syetle sabittir. maide suresi 38. ayette, " ‫طعُٓوا‬
ُِ ‫َوالسَّار‬
ً
ٓ
َ
َ
‫يز َحكي ٌِم‬
ٌِ ‫عز‬
ِ
‫ّللا‬
ِ
‫و‬
ِ
‫ّللا‬
َِ‫ن‬
‫م‬
‫َل‬
ِ
‫َا‬
‫ك‬
‫ن‬
َ
‫ا‬
‫ب‬
‫س‬
‫ك‬
‫ا‬
‫م‬
‫ب‬
ِ
‫ء‬
‫ا‬
‫ز‬
َ
‫ج‬
‫ا‬
‫م‬
‫ه‬
‫ي‬
‫د‬
‫ي‬
‫ا‬
/
Hırsızlık
eden
erkek
ve
kadının
yaptıklarına
karşılık
ََ َ ً َ َُ َ
َ ُٰ َ ٰ
bir ceza, Allah’tan bir ibret olarak ellerini kesin. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir." el
kesilir. kesilen el meydana atılır ve geri dikilmesi önlenir. kaynaklar, kesildikten sonra
kızgın yağ ile dağlanır, der. kanı durdurmak, mihrobu öldürmek ve şahsın hayatını
kurtarmak içindir. günümüzde cezanın verileceği yere ambulnas ve doktor da
geliyor, orada mikrop kapmaması vs. için müdahale ediyorlar. şahsın ve milletin ibret
alması içindir.
-suç tespiti iki şahitle olabileceği gibi ikrarla da olur. hırz (koruma) iki çeşittir;
1) hırz manası taşıyan yerlerle, ev ve dükkan gibi
2) başına bekçi bırakarak
mğbah arazilerde bulunan mallar ile meyve, ekin ve tahıl hırsızlıklarında, müzik aleti
hırsızlıklarında el kesme yoktur. ekin ve tahıllarda, çıkta olmaları ve bozulabilmeleri
sebebiyle; müzik aletinde de müzik aletinin islam'da bir değeri olmadığı için el kesme
yoktur.
-kesilmesi gereken sağ eldir. kesme yeri bilektir. kesildikten sonra kanın durması için
müdahale edilmesi mecburîdir. bu caydırıcı olmaz, şahos ikinci defa hırsızlık yaparsa,
sol ayağı bilekten kesilir. bundan sonra yine hırsızlık yaparsa, herhangi bir azası
kesilmez. ya tevbe edinceye kadar hapsedilir, dolayısıyla cemiyetten tecrid edilir ya
da hastalığa dayalı hırsızlık yapıyorsa tedavi yolları aranır. bu şahıs hastalık emaresini
en baştan gösterirse, âkil insan olmuş olmaz.
-had cezalarında bir kaide vardır; devreye şüphe girdiği an had cezası bir alta düşer.
mesela bir insan açlıktan, fakirlikten hırsızlık yapmışsa, islam'ın gereği had cezası
üzerinden düşer. en küçğk şüphe devreye girdiği an had cezası düşer. mesela gizli
nikah yapılmış, "biz aslında şurada nikahlarını kıymıştık." deniliyorsa, zina için had
cezası düşer. muta nikahı caiz değildir, yapılan zinadır ama üzerindeki had cezası
düşer. yapılan doğru değildir ama had cezası düşer.
77. Ders -Hukukun Manası ve Tarifi, Fıkhın Manası ve Tarifi-
-hukuk yerine daha çok fıkıh kelimesini kullanıyoruz. fıkıh için, bir şeyin enginliğiyle,
derinliğiyle, nereden gelip nereye gittiğiyle anlamanın adıdır, normal anlayıştan
ötedie demiştik. mesela bir kayısı görsek, çekirdeğinden ağaç çıktığını, meyvesini,
yapraklarını, ne zaman olgunlaştığını bilir. fıkıh işte buna diyoruz. kayısı ağacını
görmeyen, kayısj çekirdeğini görünce sadece ağaç çekirdeğini anlar. yapraklarını,
dallarını bilmez. bu anlayış da işte ‫ فهم‬/ fehime'deki anlayıştır. hukuk kelimesi
avrupadan gelmiştir. günümüzde de bu manalara kullanılıyor. islam fıkıh tarihi ya da
islam hukuk tarihi diyerek başlayalım.
-hukuk kelimesi, hak kelimesinin çoğuludur. hak kelimesinin lugat manasını şmyle
özetlemek mümkündür; doğru, uygun, yerinde, yaraşır, "bu haktır.", "bu sana haktır."
sözlerinde olduğu gibi. salahiyyet, iktidar, mülk hakkı, babalık analık hakkı, alacak
hakkı sözlerinde de olduğu gibi salahiyyet ve iktidar manalrına gelir. bu çerçevede
mana daha da genişler. dolayısıyla hukuk, ilim olarak hakları tespit eden, her hakkı
hak sahibine ulaştırmak, hak iddialarındaki nizaları önleme hedefi taşıyan, nizamı
temin etmek için kanunları beyan eden ilme denir. hani selman radıyallahu anh ile
ebu'd derdâ radıyallahu anh arasında geçen bir kıssa paylaşmıştık. ebu'd derda
radıyallahu anh dozu kaçırınca, ailesini, kendi sıhhatini ihmal edince selman
radıyallahu anh ona, "ebu'd derdâ, rabbimizin üzerimizde hakkı var. allahu teala bize
bir beden teslim etmiş, bu bedenin üzerimizde hakkı var. ailemizin, misafirlerimizin,
dostlarımızın üzerimizde hakkı var." diyor. bir başka rivayette "gözlerimizin de
üzerimizde hakkı var." diyor. ben de bir ekleme olarak, davamızın da üzerimizde hakkı
var diyorum. ardından, "her hak sahibine hakkını veren ol." diyor. dolayısıyla hukuk,
esasen, her hak sahibine hakkını vermenin adıdır, ilmidir, gayretidir. rasulullah
aleyhisselam, "cenabı allah kimin hakkında hayır murad ederse, onu dinde fakih
(anlayış sahibi) kılar." buyuruyordu. yine abdullah ibni abbas radıyallahu anh'a, "ya
rab onu dinde ilim sahibi, kur'an'ın anlayışında fakih kıl." diye dua ediyor. allahu teala
rasulullah aleyhisselam'a, "de ki: "benim namazım, orucum, bütün ibadetlerim,
hayatım ve ölümüm, alemlerin rabbi olan allah içindir." orada alem kelimesi ile
alemler kelimesi arasında ne fark var? aynı şey. alem deyince var olan her şey
içindedir. allahu teala neden alemler diyor peki? bizden, alem içinde alemlerin de
olduğunu düşünmemizi istiyor. hem ufuk açıcıdır hem de ibrat vericidir. "her şey o
alemlerin rabbi içindir." vurgusunu yapıyor. ayetin ön tarafına baktığınızda, bir nevi
küfür ehliyle cedelleşme var. onun isyanına ve nankörlüğüne vurgu yapıyor. sen
böyle de, demek ne demek? o cahillerle, anlamak istemeyen beyni donmuşlarla,
kalbi katılaşmşlarla kısır mücadeleye girme, var. sen ister inkar et, isterse ağzından tek
bir hayır dökülmesin, istersen kin ve nefret kus; ben, alemlerin rabbi olan allah'a
inanıyorum. namazım, orucum, ibadetlerim, hayatım, ölümüm o allah içindir, de.
kararlılığını ortaya koy, o cedelleşmeye girmeden çık. senden öyle bir kararlılık görsün
ki, yalçın kayalara vuran dalgalar gibi sonunda parçalanmak zorunda kalsın. bu
vurgular da var. fıkıh da budur. direkt söylenmese de alemleri, o vurgulana kararlılığı
da anlamaktır. bütün bunların üzerinde durmuştuk. fıkıh; bir şeyin içini yarmak,
gmrünmeyen tarafına inmek, o tarafını görmektir. islam'ı bu şekilde anlamanın adıdır.
dıltan zahir olanı değil, rabbimiz'in bize anlatmak istediklerini de kavrayabilme
kabiliyetidir.
-fıkıhı ilim ehli şmyle tarif ediyor; fıkıh, tafsili delillerden elde edilen şer'î, amelî hükümleri
bildiren ilme denir. veya müçtehidlerin tafsîlî, şer'î delillerden istimbat ettiği şer'î, amelî
hükümleri içinde barındıran ilimdir. şer'î delil deyince hüküm çıkarttığımız ana kaynağı
anlıyoruz. bu hüküm kur'an'dan çıkıyor, diyoruz ve bütünü gösteriyoruz. mesela "ِ‫َواَ َح َّل‬
ِ‫ّللا البَي َِع َو َح َّر َِم الربٰوا‬
ُِٰ / allah alışverişi helal, faizi haram kılmıştır." derken de bir ayeti
gösteriyoruz. tafsilî delil de budur. artık kur'an'ın bütününü değil, bize neresi delil
olacaksa onu gösterdik. edille-i şer'iyye, yani şer'i delil derken, kur'an'ın bütününü,
hadisin bütününü kastederiz. tafsili delilde ise direkt olarak delil olacak şeyi kastederiz.
ebu hanife rahimehullah, bütün ilimleri içine alacak şekilde fıkhı şmyle tarif eder; "fıkıh,
bir insanın leh ve aleyhinde olan şeyleri bilmesine denir." lehinde olan şeyler, kendi
hakları demektir. yaşama, hayatını devam ettirmek için gerekenleri alma, zulüm
görmeme, kendi mülkiyetini koruma hakkı vardır. aleyhinde olan şeyler ise
sorumluluklardır. başkasının hukukuna riayet etmek sorumluluğumdur, başkasının
hürriyetinin başladığı yerde benim hürriyetim biter, bunu idrak etme sorumluluğum
vardır. rabbim'e, dostlarıma karşı bir sorumluluğum var. vs. vs. bütün bunları içe
almaya fıkıh deniyor. dolayısıyla bu, bütün islamî ilimleri içine alan tariftir. rasulullah
aleyhisselam da bu bütünü kastediyor.
ebu hanife rahimehullah akideyi de fıkhu'l ekber olarak tarif ediyor. ilimlerin
büyüğüdür, diyor. akideyi anlatan kitabına da bu ismi veriyor. bu kitaba kendi fıkhını
üstün gördüğü için bu ismi verdiğini sanmak, cahilliktir. ilim ehline hürmet duymayan
kimse, hürmet duyulmaya lâyık değildir. elbette imam nalik rahimehullah'ın da dediği
gibi, "hayattayken sözü kabul ve red makamına koyulmayacak (yani direkt kabul
edilecek) bir insan vardı. (rasulullah aleyhisselam'ın kabrini göstererek) o da bu kabrin
sahibiydi." yani kuluz, hata edebiliriz ama hata edebilir diue edepsizlik yapmamız mı
gerekiyor?
-rasulullah akeyhisselam devrinde islam'ı bütünüyle anlamaya fıkıh denirken, daha
sonra islamî ilimler, akide, tefsir, hadis, ahlak gibi dallara ayrılmıştır. her biri ayrı ayrı
gelişmiş ve giderek her biri için ihtisas yapılmaya başlanmıştır. fıkıh; "kişinin şer'î, amelî
açıdan leh ve aleyhindeki şeyleri bilmesidir." diye tarif edilmiştir. burada "amelî" kaydı
var.
-imam şafii rahimehullah da fıkhı şöyle tarif eder; "dinin amelî hükümlerini, muayyen
delil ve kaynaklarından alarak ortaya çıkaran ve bir araya getiren ilim dalıdır."
dolayısıyla bu engin anlayışa sahip olup da bunu ilmin içine döken insan "fakih"
diyoruz. fıkıh ilmi de neticede hüküm çıkartma ilmi olduğuna göre; bir nevi diğer
ilimlerin neticeye bağlanma şeklidir. arılar o petekten o oetepe konar ve neticede
bal yapar. fıkıh ilmi işte o baldır. bu yüzden fıkıh ilmiyle uğraşan insan, tefsir ilmini iyi
bilmek zorundadır. hadis ilmini, sosyolojiyi, dil inceliklerini iyi bilmek zorundadır. fıkıh,
insan hayatının her diliminde vardır. hayat yaşanıyorsa fıkıh vardır.
-islam hukukunun temel kaynakları kur'an ve sünnettir. kalbinde iman olan, o imana
gönül huzuru duyarak bağlanan, islam'ın nezih yolunu kendisine yol seçen, rasulullah
aleyhisselam'ı kendisine hidayet rehberi olarak kabul eden her mü'min için hak ve
hakikat budur. ayetlerin nazil olduğu, sünnetin ortaya çıktığı, sahabelerce söz ve
fiillerine şahit olunduğu, buyruklarının ilk hayata geçirildiği ve yaşandığı zaman dilimi
de asrı saadettir. asrı saadet fıkıh açısından değerlendirlidğinde genelde iki ksıma
ayrılır; mekke devri ve medine devri.
1) mekke devri: miladî 610, 622 yılları arasındadır. hicret olmadığı için hicrî tarihi
burada pek kullanamıyoruz. burada da tarihler fil hadise'sine bağlanıyor.
sahabelerden birisine soruyorlar, "sen mi daha büyüksün yoksa rasulullah
aleyhisselam mı?" verdiği cevap, "allah rasûlü benden büyük. ben ondan üç yıl daha
yaşlıyım. ben annemin elindem tutarak yürüyordum. ninem elimden tutarak götürdü.
muhassa vadisi'nde o filin gübresini gördüm. allah rasûlü ise fil yılında doğdu." diyor.
bu insanların bu hadiseyi unutması elbette mümkün değil. dolayısıyla yılları da böyle
tanzim ediyorlar. ilk vahiy, hicretten 13 yıl önce, 610 yılında yaşanmıştır. vahiy ilk önce
sadık rüyalarla başlamıştır. rasulullah aleyhisselam bunlara hayret ediyor. bu devreyi
olgunlaşma devresi olarak kabul ediyoruz. rasulullah aleyhisselam'a yalnız kalma
duygusu beliriyor. yalnız vadilerde dolaşıyor. vadikerde dolaşırken ara sıra dağlardan,
taşlardan "esselamu aleyke ya rasulallah" diye sesler duyuyor. böyle olunca ürperdiği
zikrediliyor. bu duyguların tesiriyle hira mağara'sını kendine yer ediniyor. maparanın
yönü tam kabe'ye dönük. içerisinde iki kişi yan yana duramaz. rasulullah aleyhisselam
orada hanif dini üzerine tefekkür ve ibadet ediyor ama bunun detayları bize
gelmiyor. risalete hazır hale gelme devresi geçiriyor. yiyeceği içeceği bitince hâdîce
validemiz radıyallahu anh'ın hazırladıklarını alarak geri mağaraya dönüyor. hâdîce
validemiz radıyallahu anh bu devreyi çok olgun karşılıyor. ne diyor rasulullah
aleyhisselam? "herkes beni inkar ederken o bana inandı. herke smalını benden
saklamaya çalışırken o bütğn malını önüme serdi ve benim çocuklarım ondan oldu."
vefatından sonra bile onun adına kurban kesmiş ve etlerini de onun arkadaşlarına
dağıtmıştır. mağarada günler böyle devam ederken, bir gün karşısında bütün ufku
dolduran bir varlık görüyor. bu varlık rasulullah aleyhisselam' oku, diyor. ben okuma
bilmem, diyor. bu varlık rasulullah akeyhisselam'ı kanatlarıyla sarsıyor. oku, diyor ve
rasulullah alehisselam yşne aynı cevabı veriyor. bunalma derecesine kadar yeniden
sıkıyor ve bırakarak arkasından, "‫علَقِ اق َرأِ َو َربُّكَِ اَلَك َر ُِم اَلَّذي‬
َ ِ‫سانَِ من‬
َ ‫اق َرأِ باسمِ َربكَِ الَّذي َخلَقَِ َخلَقَِ اَلن‬
‫سانَِ َماِ لَمِ يَعلَ ِم‬
َ ِ‫ع َّل َِم بال َق َلم‬
َ /yaratan rabbinin adıyla oku. o insanı alaktan (asılıp tutunan
َ ‫علَّ َِم اَلن‬
zigottan) yaratmıştır. oku! kalemle (yazmayı) öğreten, (böylece) insana bilmediğini
bildiren rabbin, sonsuz kerem sahibidir." sonra gmzden kayboluyor. rasulullah
aleyhisselam söylenilenlerin kalbşne nakşedildiğini ve onları unutmadığını hissediyor.
yaşadığı şok ve hadise öyle büyük ki titremesi ve ürpertisi geçmiyor. normalde insanın
o an heyecanı zirve yapar ama yamaçlardan iniyor, 6- 7 km'lik o yol mesafesini de
aşıyor ve eve girerken hâlâ titreyerek giriyor. yatağına uzanarak hâdîce validemiz
radıyallahu anh'a "zemmilûnî zemmilûnî / beni ört, beni ört." diyor. rasulullah
aleyhisselam uyanıp kendine geldiğinde hâdîce validemiz radıyallahu anh ilk o
zaman ne olduğunu soruyor. rasulullah aleyhisselam başından geçenleri anlatıyor ve
"o an cânımdan korktum." diyor. hâdîce validemiz radıyallahu anh, "vallahi ben
bunun hayırlı bir şey olduğuna inanıyorum. ben seni daima hayırda gördüm, adaletin
yanında gördüm, iyilik yaparken gördüm, akrabanı gözetirken, insanların arasını
yapmak için çırpınırken gördüm. senin gibi birine cin ve şeytanın musallat olacağına
inanmıyorum. gmrdüğün şeyin hayırlı olduğuna inanıyorum." diyor. rasulullah
aleyhisselam ile beraber varaka ibni nevfel'in yanına gidiyorlar. varaka, hak bir dinin
olduğuna inanan nadir insanlardandır. mekke'yi terk ederek dört arkadaş hal din
arayışına çıkmışlardır. varaka ibni nevfel, zeyd ibni amr, osman ibni hâris, ubeydillah
ibni cahş. bunlara zaman zaman rasulullah aleyhisselam'ın halası ümeyme de katılır.
bunların içerisinden varaka ile ubeydillah, mevcut dinlerden hakka en yakın olanının
hristiyanlık olduğunu düşünmüş ve hristiyan olmuşlardır. içlerinde en selim fıtrarlı olan
zeyd ibni amr'dır. varaka da onu çok seviyor. hiçbir zaman içki içmemiş, kumar
oynamamış, putlara tapmamıştır. bir gün beytullah'ın yanında yüksek bir yere çıkmış
ve "ey insanlar! allah'ın yarattığı, semadan yağmurlar yağdırıp yerden otlar bitirerek
beslediği hayvanları, allah'tan gayrısına kurban ediyorsunuz. kendinize gelin!" diye
haykırmıştır. saldırıya uğramış ve yaralanmıştır. saldırganların başında ömer
radıyallahu anh'ın babası hattab vardır. karşılaştığı bir rahip ona, "senin tariflerinden
anlaşılıyor ki sen, ibrahim'in hanif dinini arıyorsun ama yanlış yerde arıyorsun. gelecek
ve bunu tebliğ edecek son peygamber senin diyarından gelecek." o rahibin sözleri
kendisine tesir etmiş ve mekke'ye dönmeye kalkmıştır. dönerken yaralanmıştır. ölürken
söylediği cümle, "ya rab, ona ulaşmak bana nasib olmadı. n'olur oğlum said'i
mahrum eyleme." olmuştur. oğlu said ibni zeyd radıyallahu anh'tır. ömer radıyallahu
anh'ın kardeşi fatıma validemizin eniştesidir. varaka ibni nevfel de sıradan bir hristiyan
değildir. zaman zaman hristiyanlıkta gördükleri karşısında, "ya rab, ben bunun doğru
olmadığını biliyorum ama neyin doğru olduğunu bilmiyorum. sen nasıl inanmamı
istiyorsan ben öyle inanıyorum." diyerek rabbine sığınan bir insandır. zaman zaman
da "zeyd nasıl inanıyorsa ben de öyle inanıyorum." demiştir. varaka rasulullah
aleyhisselam'ı dinledikten sonra, "vallahi müjdelenen son peygamber geliyor. senin
gördüğün, senden önce musa'ya ve isa'ya gelen nâmus-u ekber (cebrail)'dir. gün
gelir de o günlere erersem, bulunduğun yurttan çıkarılırken en büyük yardımcı beni
bulacaksın." demiştir. bu sözler rasulullah aleyhisselam'ı hayrete düşürmüştür. çünkü o
gğne kadar mekke'de çok seviliyor ve takdir ediliyor, onu gören her sima gülümsüyor
ve ona kucak açıyor. benim insanlarım mı beni öz yurdumdan çıkaracak, diyor.
varaka "senin geldiğin davayla gelen her peygamberin başına bu gelir." diyor.
varaka ibni nevfel, rasulullah aleyhisselam'a ikinci bir vahiy gelmeden, insanları hakka
çağırmaya başlamadan, kısa bir zaman sonra vefat ediyor. rasulullah aleyhisselam'ın
bundan sonraki günleri sıkıntılı geçiyor. bir gün mekke'de ilerlerken gökyüzünde bir ses
duyuyor: "esselamu aleyke ya rasulallah!" başını kaldırıp bakıyor ve hira dağı'ndaki o
varlığın, bir kürsğnün üzerinde kendisini selamladığını görüyor. yine heyecana
kapılıyor, üstünü örttürüyor ama bu sefer uyuyamıyor. çünkü vahiy başlıyor. " ‫يَٓا اَيُّ َها‬
َ َ‫ ال ُمدَّث ُِر قُمِ فَاَنذرِ َو َربَّكَِ فَكَبرِ َوثيَابَكَِ ف‬/ ey örtüsüne
ِ‫َل تَمنُِنِ تَستَكث ُِر َول َربكَِ فَاصبر‬
َِ ‫الرجزَِ فَاهجُرِ َو‬
ُّ ‫طهرِ َو‬
bürünen! kalk ve uyar. sadece rabbinin büyüklüğünü dile getir. elbiseni tertemiz tut.
her türlü pislikten uzak dur. yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma." َِ‫الرجز‬
ُّ kelimesi
üzerine inanın kitap yazılır. allah'ın rızasına uymayan, temelinde cahiliyye olan, iblisin
holuna giden bütün duygu, düşünce, davranış ve sözleri içine alır. manevi kirliliğin
temelidir. ِ‫ فَاهجُر‬ise, onlardan hicret et, bir daha dönmemek üzere terk et demektir.
ِ‫ َول َربكَِ فَاصبر‬/ rabbin için sabret. işkencelere sabredecek, inkarlara sabredecek, dil
uzatmalara sabredecek, insanları hakka çağırmak için çadır çadır dolaşırken
peşinden çadıra girip "buna inanmayın" diyenlere sabredecek, mü'minleri işkence
altında gmrecek ona sabredecek, taif'te taşlanmaya sabredecek, zeyd radıyalkahu
anh'ın kendisini korumak için taşların önüne geçmesine ve vücudundan kanlar akara
vaziyette onu görmeye sabredecek. mekke'de geçen 13 yılın her biri acıyla
geçmiştir. rasulullah akeyhisselam'ın sabrı dağları tutacak kadardır. rahat yüzü yok,
rahat uyku yok. hurma liflerinden, hasırdan yataklarda uyuyacaksınız. bedeninde
yatağın izleri çıkmış, ömer radıyallahu anh "sana rahat bir yatak yapalım ya
rasulullah." diyor, kabul etmiyor. böyle bir hayatın içerisinde dimdik duracaksın...
kokay bir hadise değil. rabbi için sabreditor ve elhamdulillah, geride binlerce sahabe
bırakarak gidiyor. islam'ın hudutları bizans'a dayanmış olarak gidiyor, geriye bıraktığı
binlerce sahabe de orayı fethederek gidiyor.
bu yılların mekke'de olanları daha çok iman esaslarının olduğu yıllardır am fıkıh da
vardır ve var olmaya mecburdur. mesela yasir ailesi işkence altında. baba şehit
olmuş, anne parçalanarak şehid olmuş, yavru ammar'a işkence ediliyor ve zorla
allah'ı inkar ettiriliyor. ikrah altındaki bir insanın, allah'ı inkar etmek zorunda kalmasının
hükmü nedir? bu fıkhî bir meseledir. namazla ilgili hükümler var. mekke'deki namazla
ilgili hükümler çok net değil. ama anlaşılan; sabah güneş doğmadan bir namaz
kılınıyor, akşam güneş battıktan sonra bir namaz daha kılınıyor. miraç hadisesine
kadar bu böyle devam ediyor. namaz kılan çok olsaydı daha büyük sıkıntılar
çekeceklerdi belki. habbab radıyallahu anh'a yapılan işkenceler namaz kıldığının
görülmesi üzerine başlamıştır. mus'ab radıyallahu anh'ın namaz kıldığı öğrenilince
kıyamet kopmuştur neredeyse. bu hadiseler yaşanmıştır. elbette tatlı hatıralar da var.
mesela bir adam anlatıyor; "ben beytullah'ın yanında bir adam, bir kadın ve bir de
çocuğu namaz kılarken gördüm." diyor. adam dedği rasulullah aleyhisselam, kadın
dediği hâdîce radıyallahu anh, çocuk da ali radıyallahu anh. sonra diyor ki, "n'olaydı
dördüncüleri ben olaydım..." rasulullah aleyhisselam diğerleri kadar çekinmiyor.
çünkü mekke'nin en güçlü sülalesinden. bu açıdan rasulullah aleyhisselam'a pek
dokunamıyorlar. tufeyl radıyallahu anh'ı yâd etmiştik. "sabahın seher vaktinde
beytullah'ın yanında namaz kılarken allah rasûlü'nü gördüm. söylediği sözler kulağıma
ulaşmasın diye iki kulağıma da pamuk tıkamıştım." sonra pamuğu çıkarıp rasulullah
aleyhisselam'ın yanına oturuyor ve islam'la şerefleniyor. sonra osman ibni maz'un'un
koruma altına alınması var. bir mülriğin korumasına razı olunur mu? bu fikhî bir
hükümdür mesela. sa'd radıyallahu anh'ı annesi çok sever. çok güçlü birisiydi. sa'd
radıyallahu anh da annesine çok düşkün. annesi de puta düşkün. annesi ne diyor?
"yemeyeceğim, içmeyeceğim, açlıktan öleceğim. millet de sana anne katili gözüyle
bakacak. ya atalarının dinine dönersin ya da anne katili olursun." diyor. 3 gün sonra
sa'd yanına geliyor. "anne, benim sana ne kadar düşkğn olduğumı biliyorsun. sana
hğrmetimi hep gösterdim, göstereceğim de. bugün beni inandığım hak dinden
döndürmek için, anne katili etmek için uğraşıyorsun. vallahi bin canın olsa, bini de
çıksa ben dinimden dönmeyeceğim." bu sefer anne bakıyor bu oğlan akıllanmaz ve
ölüm orucundan vazgeçiyor. daha sonra sa'd radıyallahu anh'ın küçük kardeşi
umeyr radıyallahu anh iman edinece de aynısına teşebbüs etmiştir, yine olmamıştır.
bunların yaşanması hep fikhî hükümlerle bağlantılıdır. daha sonra farz olacak
hükümlere zemin hazırlayan hükümler görüyoruz. sadakayla ikgili emirler vardır, sonra
zekat emredilecek. içkinin kötülüğünü anlatma var, sonra yasaklanacak. allah'tan
başkasının adına kesilen kurbanların haram olduğu var. allah'tan başkasının helal
veya haram kılma yetkisinin olmadığı var. bunlar fıkhî hüküm. mesela; en'am suresinin
َ َ‫ق َوانَِّ الشَّيَاطينَِ لَيُوحُونَِ ا ٰلٓى اَوليَٓائهمِ ليُ َجِادلُوكُمِ َوانِ ا‬
121. ayetinde, "ِ‫طعتُ ُموهُم‬
ٌِ ‫علَيهِ َوانَّهُ لَفس‬
َِ ‫َو‬
ٰ ‫َل تَأكُلُوا م َّما لَمِ يُذكَرِ اس ُِم‬
َ ‫ّللا‬
َِ‫ انَّكُمِ لَ ُمشركُون‬/ Üzerine Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin. Kuşkusuz
bu büyük günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için
telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah’a ortak koşmuş
olursunuz." allah adına kesilmeyen kurbanların yenmeyeceğiyle ilgili buyruk, fıkhî bir
hükümdür ve haramiyyet ifade eder. içkinin kötülüğünü ilk vurgukayan ayet de nahl
suresinin 67. ayetidir ve mekke'de nazil olmuştur. "ً‫سكَرِا‬
َ ُ‫َومنِ ثَ َم َراتِ النَّخيلِ َواَلَعنَابِ تَتَّخذُونَِ منه‬
َِ‫سنِا ً انَِّ في ٰذلكَِ َ َٰليَةًِ لقَومِ يَعقلُون‬
َ ‫ َورزقِا ً َح‬/ Hurma ağaçlarının ve üzüm asmalarının ürünlerinden
hem içki hem de güzel besinler elde edersiniz. Bunda da aklını kullanan bir topluluk
için açık delil vardır." yasaklamıyor ama burada içkiyi güzel rızıkların karşısına koyuyor
ve anlaşılıyor ki allahu teala içkiden hoşlanmıyor. içkiyle ilgili sadece bu ayet nazil
olsaydı, içkiye mekruh diyecektik. bu ayet insanların zihnine içkinin kötü bir şey
olduğunu koyuyor. dolayısıyla mekke'de fazla ahkâm ayeti nazil olmasa da hem
hükğm veren ayetler var hem de daha sonra gelecek hükğmlere zemin hazırlayış
var. bu açıdan mekke dönemini tamamen fıkıhtan ayrı olarak kenara koyamayız.
zaman zaman onları mercek altına alarak incelemek bize çok şey kazandırır.
78. Ders -Medine Devri Fıkhının Özellikleri-
-fıkhî açıdan mekke ve medine'yi ikiye ayırmıştık. bu ayrım başka yerlerde de vardır.
çünkü mekke ve medine çok farklı devirlerdir. surelerin ayrımında da mekkei ve
medeni sureler ayrımı vardır. hicretten önce nazil olanlar nerede nazil olursa olsun,
mekki diyorduk. hicretten sonra olanlara ise medeni diyoruz. bu iki devrenin konuları
ve yaşanışı arasında fark vardır. mekke'deki fıkıhla ilgili bilgileri paylaşmıştık. imanla
ilgili olan ayetlerdir, geçmiş ümmetlerden örneklerin sergilendiği, insanların gönlğne
ahiret duygusunu yerleştirmeye yönelik ayetlerdir. bu aynı zamanda şunu da ifade
eder; bir insana davanızı; önce en doğru üslup bularak benimseteceksiniz. bu davayı
allahu teala neyle sevdiriyor? ilahın tek olmasının lüzumuna vurgu yaparak, gerçek
adaletin, gerçek insanlar arasındaki münasebet güzelliklerinin ve ahlakının bunda
olduğuna vurgu yaparak. bir insan bir davayı benimsediği an, onun detaylarını
anlatmak kolaydır. eğer inanadığınız şeyi karşı tarafa anlatmak istiyorsanız, önce
kendinizi sevdirin. sizi severlerse fikirlerinizi de severler. mekke devri bir nevi islam'ın
sevdirilmesidir. insanlar bunu sevip kabullendikten sonra, onun uğruna fedakarlıklar
sergilemeye başlayınca, onların samimiyeti sonraki nesillere tesir etmiştir. rasulullah
aleyhisselam'ın akrabası ebu süfyan, 22 yıl islam'a düşmanlık etmiştir. hıdeybiye
anlaşması'ndan sonra oturup düşünmüştür. ben neye karşı düşmanım, diye. bir şey
daha düşünmüştür; müslğmanlar davaları upruna fedakarlıklar yapabiliyorlar, aç
kalabiliyorlar, ölümü göze alabiliyorlar, vatanlarından vazgeçebiliyorlar, sarsılmıyorlar,
acı çektik diye üzülmüyorlar, kaybettik demiyorlar. bütün bunları muhasebeden
geçiyor ve sonunda müslüman oluyor. bütğn bunların altyapısı mekke'de var. mekke
döneminde fıkıhla ilgili inen ayetleri örnek vermiştik. mekke'de fıkhî ayet vardır, mekke
için gerekli olacak kadar vardır ve daha sonra konacak hükümlere zemin hazırlamak
için vardır. kız çocuklarının gömülmesiyle ilgili; " ِ‫سفَهِا ً بغَيرِ علمِ َو َح َّر ُموا َما‬
َ ِ‫قَدِ خَس َِر الَّذينَِ قَتَلُٓوا اَو ََل َدهُم‬
َِ‫ضلُّوا َو َما كَانُوا ُمهتَدين‬
ِٰ ‫علَى‬
ُِٰ ‫ َرزَ قَ ُِه ُِم‬/ Bilgisizlikleri yüzünden beyinsizce çocuklarını
َ ِ‫ّللا قَد‬
َ ‫ّللا افت َٓرا ًِء‬
öldürenler ve Allah’ın kendilerine verdiği rızkı, Allah adına yalan söyleyerek
(kadınlara) yasaklayanlar muhakkak ki ziyana uğramışlardır; bunlar yoldan
sapmışlardır, doğruyu bulacak durumda değillerdir." buyuruluyor. enam suresinin 140.
ayetidir. burada hem evlat gömmenin ysaka olduğu, hem de helal ve haramı
yalnızca allah'ın belirleyebileceği var. hicret hakkında smylenilenler de fıkhî
meselelerdir. fıkıh hepten yok değil.
Medine Devri:
-miladi 622, 632 yılları boyuncadır. bu devre fıkıh açısından öyle zengindir ki akla
gelmeyecek hükümler çıkar. islam devleti bu devrede kuruldu ve filizlenip büyidü.
haliyle hükümler de bu devrede ke al buldu. yaşanan hadiseler, bu hadçseler için
bildirşlen hükümler, sorulan sorukara verilen cevaplar, bütün asırlara kaynaklık
edecek derecededir. artık zamanı heldiği için memredilenlsr, farz kılınanlsr, tavsiue
edilenler, yasaklananlat, çirkin olduğu, islam'ın hoş görmediği dile getiirlenler
birbirlerini takip etti. bazen cemiyetin içerisinde bir şey yaşanıyor ve bu haidse nüzül
sebebi oluyor. bu hem hayatın içinde böyle şeylerin de olduğunu ve bunun hüküm
gerektirdiğini, hem de yaşanılan olay sebebiyle inen ayetin kolay anlaşılmasını
sağlıyor. hayatın içerisinde hükümlerin dağılmasına da sebep oluyor. sahabeler bu
dini ve hükümlerini hayatın akışı içerisinde, ana dilleri gibi öğrenmişlerdir. ayetler için
nüzğl sebepleri oluşuyor, ortaya çıkan anşlşamazlıklar çözülüyor, ihtiyaç duyulan
hükümler, rasulullah akeyhisselam tarafından insa lara tebliğ ediliyordu. ayetlerde yer
alan "sana soruyorlar", "senden fetva istiyorlar." ifadeleri bunun örneklerindendir. bir
delikanlı hurma ağacına taş atıp hurma alıyor. bahçe sahibi de bunu tutup rasulullah
aleyhisselam'a götürüyor. yavrum neden taşlıyorsun, diye soruyor. "ya rasulullah,
açlıktan." diyor. bu söz çok tesir etmiştir. rasulullah aleyhisselam adama dönüyor, "bu
insanlar bilmiyordu, öğretmediniz. derdi vardı karşılamadınız ama tutup bana
getirdiniz. yaptığınız doğru değil." yor. sonra, "yavrum, elin ağacını taşlama. ihtiyacın
olduğu zaman yere düşen meyvelerden ye." sonra bu çocuğa rasulullah
aleyhisselam yaklaşık 200 kilo hurma vermiş de göndermiştir.
medine devrinde verilen hükümler, inen ahkam ayetleri, sünnetin bize verdiği
hükümler, sayfalara kolay sığmayacak çokluktadır. siğer bir ifadeyle; asırlara cevap
verecek hükümlerin kaynağı bu devirdir. rasulullah aleyhisselam'ın önrü ve vezifesi bu
devirde sona erdi. rasulullah aleyhisselam'ın aramızdan ayrılmasıyla vahiy kesildi,
kavlî, fiilî ve takrirî sünnetler sona erdi. fıkhın temeli olan iki ana kaynak durdu. dıkıh da
hüküm kaynakları aşısından kemal buldu. sonraki asırlara ışık tutacak nasslar, hiçbir
ümmete nasib olmayan bir dikkat ve titizlikle korundu, kayıtlara geçti ve sonraki
yıllarda işlendi.
Medine Devri Fıkhının Özellikleri:
-ibadetin temelinde var olan allah'a yöneliş, insan şahisyetinin güçlenmesi ve
olgunlaşması, teslimiyetin ve kulluğun zirveye ulaşması, allah'a bağlılık, bilgiyle daha
da olgunlaştı. ibadetler namaz, zekat, oruç ve hacc olarak kemal buldu. namaz
mekke devrinde vardır ve mekke devrinde de 5 vakte çıktı. ama zekat ve oruç farz
olarak yoktu. zekat ve oruç hicretin 2. yılında farz kılındı. ilk farz olarak orucun
başladığı ramazan, ortasında bedir savaşının yapıldığı ramazan'dır. hacc ise
mekke'nin fethinden sonra farz kılındı. rasulullah aleyhisselam derhal bir grup
hazırlayarak, ebu bekir radıyallahu anh'ın idaresşnde onları hacca göndermiştir. o
yollarda iken müşriklerin necis olduğu ve bir daha kabe'ye yaklaşmamalarını
gerektiren ayet nazil olmuştur. rasulullah aleyhisselam bu sefer devesi kasva'yı verdiği
ali radıyallahu anh'ı, bu ayeti tebliğ etmek üzere yola çıkarmıştır. bu ekip yetişmiş ve
mekke'nin bütün sokaklarını dolaşarak bu ayet tebliğ edilmiştir. 8. yılda mekke
fethedilid ve putlardan temizlendi. bunun arkasındaki hacc mevsiminde ebu bekir
radıyallahu anh hacca geldi. müşrikler de o hacc da vardı. o hacc mevsiminde,
müşriklerin bir daha şirj adeti ve zihniyetiyle kabe'ye gelmeleri yasaklandı ve bütün
insanlara ilan edildi. rbu hureyre radıyallahu anh bu ilan etme sırasında, bağrmaktan
sesinin kesildiğini ifade ediyor. artık müşrikler azalıyor ve bir sonraki hacc, artık şirk
adetlerinden teöizlenmiş olarak oluyor. bu hacca rasulullah aleyhisselam geliyor. bir
kere haccetmiştir. bu rasulullah aleyhisselam'ın ilk ve son haccıdır. bu hacca, veda
haccı denmiştir. "bir daha sizinle bu vadide buluşacak mıyım bilemiyorum." ifadesi,
vedanın işaretleridir. sözlerini ümmete emanet etmiştir. bir veda hissi vardır. "bütün
bunları size tebliğ ettim mi?" diye sorunca aleyhisselam, "ettin ya rasulullah!"
nidalarının da bir veda hissi vardır. "şahid ol ya rab, şahid ol ya rab, şahid ol ya rab..."
deyilte de artık son vedanın izleri vardır. "buhün dininizi kemale erdirdim. üzerinizdeki
nimetimi tamamladım." ayetinin orada nazil oluşu da bunun habercisidir. döndükten
kısa bir süre sonra vefat etmiştir rasulullah aleyhisselam. dolayısıyla ibadet bölümü
namazla mekke'de başlıyor, geriye kalanlar hacca varıncaya kadar medine'de.
muamelatın temelinde ise faydanın elde edilmesi, ihtiyaçların görülmesi, zararların
önlenmesi vardır. islami hükümler hem selim fıtrata uygun, insan tâkâtinin hudutları
çerçevesinde, hem de kulun dünyasını ve ahiretini imar edecek şekildedir. ibadetin
dılındakikere musmelat diyoruz. savaş hukuku, vekalet, aile hukuku, alışvsriş vs. ile ilgili
hukuklar var. bütğn bunlarda asıl olan; kişinin maslahatı, herkesin menfaatinin
düşünülmesi ve ihtiyaçların giderilmesi vardır. ticarette asıl hedef ihtiyacın
giderilmesidir. bçz giderek ihtiyaç karşılama bölümünü unuttuk, para kazanma
bölümüne başladık. bu da insanı hırsını kamçılıyor.
-fıkhî hükğmlerşn hem gelişinde hem de hayata geçirilişinde, üzerinde durulması
gereken bazı özelliklerin var olduğunu görüyoruz. bunları şöyle özetlemek
mümkündür;
a) tedrîc: tedrîc, basamak basamak yükseliş demektir. merdivenin herbir
basamağına "durc" denir. burada hükümlerin bir üst noktaya yükselişi, önceki
hükümlere, yeni bir hükmün ilave edilişi için kullanılır. zaman içşnde tedric olduğu gibi,
hüküm içinde de tedric vardır. bütün farzlar bir anda gelmemmiştir. mekke'de de ilk
önce namaz 2 vakitti. eper mekke'de namaz 5 vakit olsaydı, müslğmanlar daha
büyük bşr eza ve cefa çekerdi. ebu bekir radıyallahu anh'ın bile namazından rahatsız
oluyor. ebu bekir radıyallahu anh habeşistan'a hicret etmek istemiştir. rasulullah
aleyhisselam'dan izin de almıştır. şuayba sahilleri var. oraya kadar gitmiştir. orada
habeşistan'dan gelen gemileri beklemeye başlamıştır. ibni duğunnd denen kârâ
kabilesinin reisi onu görünce şaşırmıştır. niye buradasın, demiştir. ebu bekir radıyallahu
anh öz yurdunu terk etmenin burukluğu içindedir. durumu anlatmış ve
dertleşmişlerdir. ibni duğunne, "senin gibi insanlar bulunduğu cemiyete değer
kazandırırlar. senden nasıl vazgeçtiler?" diyor. "ben seni koruma altına alacağım ve
kimseyi dokundurtmayacağım." diye söz veriyor. ebj bekir radıyallahu anh'ı ikna
ediyor ve yeniden mekke'ye dönmesini sağlıyor. kabe'nin yanında ebu bekir
radıyallahu anh'ın koruması altında olduğunu ilan ediyor. buna icare deniyor.
koruma altında olan bir insana saldırma olursa, bu onu koruyanlara yani kâra
kabikesine saldırı kabul ediliyor. kureyş ve kâra kabilesi arasında harb sebebidir. kâra
kabilesi kureyş için oldukça kıymetlidir, ibni duğunne de şahsiyetli bir insandır. ebu
bekir radıyallahu anh'a dokunmuyorlar. bir gün serin bir yer yapmak isityor. orayı
kendşne mescid edniyor. onun namaz kılışı, namaz kılarken okuduğu ayetler vs.
çevreye de tesir ediyor. o namaz kılarken kadınlar, çocuklar, köleler seyrediyorlar.
içtenliğine, haline bakıyorlar. sonra kureyşliler ibni duğunne'ye mğracaat ediyorlar,
"sen onu bize karşı koruyorsun ama bizi ona karşı koruman lazım. kadınların,
çocukların, gençlerin aklını çeliyor. ya söyle, namazını içeride kılsın ya da üzerindeki
korumayı kaldır." diyorlar. ibni duğunne, ebu bekir radıyallahu anh'a giderek,
kendisini mazur görmesini istemiş ve korumayı kaldırmıştır. ebu bekir radıyallahu anh
sülalesi olan bir insan. ya habbab ibni eret radıyallahu anh ne yapacak? onun
efendisi kadındır. onun oğlu siba var. siba denen alçak, uhud'da hamza radıyallahu
anh'ın yere serdiklerindendir. kureyş'ten ileri gelen gençleri toplamıştır, "sen nasıl bize
sormadan muhammed'in (aleyhisselatu vesselam) peşine düşersin?!" diye, demirci
körüğündeki ateşin üzerine yatırılmıştır. bu nrvi hadiseler yaşanıyor. emin olun namaz
beş vakit olsaydı daha çok yaşanırdı. daha sonra beş vakte dönüştü, hacc geldi,
zekat geldi, basamak basamak gitti.
zaman içinseki tedric, hükğmlerin bir anda gelmeyişi, zaman içine yayılarak, herbir
hükmün zamanı gelince insanlara bildirilişini ifade eder. mesela namaz iki vakit iken,
beş vakit olmuştur. önce namaz, sonra zekat, sonra oruç, sonra hacc farz kılınmıştır.
-hükümler içinde tedrîc, diyor ve duruyoruz.
79. Ders -Asr-ı Saadette Fıkıh ve Usul-
(edit: dersin adı "asr-ı saadette fıkıh ve usul" olmasına rağmen, bu derste tedrîc,
kolaylık ve nesh anlatılmıştır. asrı saadetle ilgili olan ders bir sonraki derstir.)
-fıkhın belki %80-90'ının inşası 10 yıllık medine dönemindedir. rasulullah aleyhisselam'ın,
cihad için 26 kere medine'den sefere çıktığı biliniyor. bu 10 yılın içerisinde neler neler
olmuş diye ayıklıyorsunuz, içerisinden koskocaman bir hukukuk külliyatı çıkıyor.
-birincisine tedrîc demiş ve açıklamıştık. bir hükmün verilms için basamaklama vardır,
bir de ayetlerin basamak basamak inmesidir. ilk önce namaz gelmiştir, sonra zekat,
sonra oruç gelmiştir. mekke fethinden sonra hacc gelmiştir. bazen de cemiyet
içerisinde yaşansın, bunun acısı görülsün, cemiyete nasıl tesir ettiği anlaşılsın ve bunun
üzerine hüküm gelsin diye olayların oluşma günü beklenilmiştir. bu hayatın seyri
içerisinde sindire sindire ayetlerin öğrenilmesidir. bir millet böylece köklenmiştir. o
günlerde dünyada böyle bir hukuk sisteminin yakını bile yoktu.
dolayısıyla iki türlü tedrîc varmış; bir hükümün farz kıkınması içşn gereken basamaklar
ve hükümlerin basamak bsamak inmesi.
-hükümler içinde tedrîc, mesuliyetin kademe kademe arttırılışıdır. bunun en açık
misali, içkinin haram kılınışı ve cihad emrinin geliş şeklidir. içkinin haram kılınışı
mekke'de başlıyor. "siz üzümden güzel rızıklar da edinirsiniz, sarhoş verici şey de
edinirsiniz." bunda nasıl bir incelik var? içkiyi, güzel rızıkların karşısına koyuyor. demek ki
güzel rızık başka, güzel diye isimlendirdiğinin karşısındaki çirkin. daha sonra, "içkiliyken
namaza yaklaşmayın." emri geliyor. daha sonra, "şeytanın aranıza kin ve nefret
tohumları saçmak için kullandığı bir alettir, necasettir. ondan uzak durun." emri
geliyor. bir de vurgu var, "son verdiniz değil mi?" ömer radıyallahu anh bu ayet inince,
"bitirdik ya rab, bitirdik ya rab..." diyor.
cihaddan önce sabır ve af tavsiye ediliyor ve allah'ın emrinin beklenmesi
söyleniyordu. bununla ilgili bakara suresinin 109. ayetidir. " ِ‫ير منِ اَهلِ الكتَابِ لَوِ َي ُردُّونَكُمِ من‬
ٌِ ‫َو َِّد كَث‬
ٰ
َ
ً
ً
َّ
ِ‫على كُلِ شَيء‬
َِٰ َِّ‫ّللا باَمرهِ ان‬
ُِٰ ‫ي‬
َِ ‫سدِا منِ عندِ اَنفُسهمِ منِ بَعدِ َما تَبَيَّنَِ ل ُه ُِم ال َحقُِّ فَاعفُوا َواصفَحُوا َحتٰى يَأت‬
َ ‫ّللا‬
َ ‫بَِعدِ اي َمانكُمِ كُفارِا َح‬
ٌِ ‫ قَد‬/ Ehl-i kitap’tan çoğu, hakikat kendilerine apaçık belli olduktan sonra, sırf
‫ير‬
içlerindeki haset duygusundan ötürü, sizi imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek
istediler. Yine de siz, Allah hükmünü ortaya koyuncaya kadar affedin ve hoşgörün.
Şüphesiz Allah her şeye kadirdir." ne isteniyor? onlarla çatışmaya girmeyin, affedin
ama bu alçakların niyetini de bilin. burada ehli kitaptan birinci derecede yahudiler
kastediliyor. bütün insanların hayrını istedikleri vâki değildir allahu alem. hendek
savaşı'ndan önce kureyş'e gidiyorlar. gelin islam'a karşı savaşalım, diyemiyorlar.
çünkü bu yolda can verme yok, canlarını ortaya koyamıyorlar. gidip mekke'deki
kureyşlileri tahrik ediyorlar. ele ele verelim, islam'ı yaşatmayalım yoksa önü
alınamayacak, diyorlar. savaşmaya gelince de savaşmıyorlar. bu devre medine'ye
gittikten 6 yıl sonradır. mekkelilerin içini kıvıran bir şey var, yahudilere diyorlar ki, "siz de
geçmiş bir dine inanan, mukaddes olduğunu söylediğini bir kitaba sahipsiniz.
görüyorsunuz, muhammed (aleyhisselam) ve adamları her gün çoğalıyor. geri adım
atmıyorlar, vazgeçmiyorlar. hatta öyle inanıyorlar ki canlarını bile veriyorlar. acaba
dopru olma ihtimalleri var mı? atalarımızın dini mi, yoksa bunların inanadığı din mi
daha hayırlı? siz ne dersiniz?" diyorlar. yahudiler diyor ki "tabii ki sizin dininiz daha
hayırlı." neden? haset için, kin için, tahrif için. medine'ye intikalden sonra, saldırıya
karşılık vermek için cşhad izni geliyor. " ‫ير‬
ٌِ ‫ع ٰلى نَصرهمِ لَقَد‬
َِٰ َِّ‫ اُذنَِ للَّذينَِ يُقَاتَلُونَِ باَنَّ ُهمِ ظُل ُمواِ َوان‬/ Saldırıya
َ ‫ّللا‬
uğrayanlara zulme mâruz kaldıkları için savaş izni verildi. Allah onları muzaffer kılmaya
elbette kâdirdir." daha sonra canla ve malla cihadı emreden ayetler birbirini takip
etmeye başlamıştır. "َِ‫ّللاِ َم َِع ال ُمتَّقين‬
َ ٰ َِّ‫ َوقَاتلُوا ال ُمشركينَِ َٓكافَّ ِةً َك َماِ يُقَاتلُونَكُمِ َٓكافَّ ِةً َواعلَ ُمٓوا اَن‬/ müşrikler sizinle
topyekün savaştıkları gibi siz de onlarla topyekün savaşın. Bilin ki Allah buyruklarına
karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir." bir başka ayette, " ِ‫انف ُروا خفَافِا ً َوثقَاَلًِ َو َجاهدُوا باَم َوالكُم‬
َِ‫ّللا ٰذلكُمِ خَي ٌِر لَكُمِ انِ كُنتُمِ تَعلَ ُمون‬
ِٰ ِ‫سبيل‬
َ ‫ َواَنفُسكُمِ في‬/ Kolay da olsa zor da olsa sefere çıkın ve
mallarınızla canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Bilirseniz, bu sizin kendi iyiliğinizedir."
bundan sonr allah için cihad edenlerin, oturan kimselerden çok daha hayırlı
olduğunu belirten ayetler, teşvik eden, hedef gösteren, taktik veren ayeti kerimeler
geliyor. mesela ayeti kerimede ne diyor? "küfrün elebaşını hedef tayin ederek
savaşın." diyor. ayetler böyle peyderpey iniyor ve nihayetinde kesin emirler geliyor.
vakara suresi 219. ayette, "ِ‫ير َو َمنَافـ ُِع للنَّاسِ َواث ُم ُه َٓما اَكبَ ُِر منِ نَفعه َما‬
ٌِ ‫عنِ الخَمرِ َوال َميسرِ قُلِ فيه َمٓا اث ٌِم كَب‬
َ َِ‫يَس َٔـلُونَك‬
ٰ ‫ّللا لَكُ ُِم‬
َِ‫اَليَاتِ لَ َعلَّكُمِ تَتَفَكَّ ُرون‬
ُِٰ ‫ن‬
ُِ ‫ َويَس َٔـلُونَكَِ َماذَا يُنفقُونَِ قُلِ ال َعف َِو ك َٰذلكَِ يُبَي‬/ Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar.
De ki: Bu ikisinde insanlar için büyük zarar ve bazı faydalar vardır; zararları da
faydalarından büyüktür. Sana neyi infak edeceklerini de soruyorlar. De ki: İhtiyaç
fazlasını. Allah sizin için âyetlerini işte böyle açıklıyor ki düşünesiniz." nisa suresinin 43.
ayetinde "sarhoşken namaza yaklaşmayın." emri geliyor. ve dördüncü olarak maide
90 ve 91. ayetler nazil oluyor. "ِ‫ع َمل‬
ٌِ ‫صابُِ َواَلَز ََل ُِم رج‬
َ ِ‫س من‬
َ ‫يَٓا اَيُّ َها الَّذينَِ ٰا َمنُٓوا انَّ َما الخَم ُرِ َوال َميس ُِر َواَلَن‬
َ ‫ الشَّي‬/ Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar, fal okları şeytan işi
َِ‫طانِ فَاجتَنبُوهُِ لَعَلَّكُمِ تُفلحُون‬
َ ‫انَّ َما يُريدُ الشَّي‬
iğrenç şeylerdir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. َ‫ن اَنِ يُوق َِع بَينَكُ ُِم العَد ََاوِة‬
ُِ ‫طا‬
ٰ
ُ
ُ
َ
َ
َِ‫عنِ الصَّلوةِ ف َهلِ انتمِ ُمنتَ ُهون‬
ٰ ِ‫عنِ ذكر‬
ُ َ‫ضٓا َِء في الخَمرِ َوال َميسرِ َوي‬
َ ‫ّللا َو‬
َ ِ‫ص َّدكم‬
َ ‫ َوالبَغ‬/ Şeytan içki ve kumar
yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan
alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?" buyuruluyor ve mü'minler bir daha içkiye
yaklaşmıyor.
b) kolaylık: rabbimiz, kuluna, kulluk tâkâtinin üzerine bir yük yüklememiştir. daima ihlas
ve ciddiyet tarafını tercih ederek kolay olanı seçmiş ve emretmiştir. rasulullah
aleyhisselam'ın tavrı da budur. âişe validemiz radıyallahu anh'tan da sahabeden de
gelen rivayetlere göre; rasulullah alryhisselam, birden gazla seçenek daima en kolay
olanını seçermiş. fakat allah ve rasulu aleyhisselam kolaylık şster demek, gevşeklik
veya cıvıklık ister demek değildir. tembellik demek, işi rayından çıkartmak demek de
değildir. çalışarak kazanılan 10 lira, yatarak ve haram yoldan gelen bir milyondan
daha değerlidir. bakara suresinin son ayeti bunun en açık ifadesini taşır. "ً ‫ّللا نَفسِا‬
ُِٰ ‫ف‬
ُِ ‫َل يُكَل‬
َِ
َّ
َ
َ
َ
َ
ِ‫سبَت‬
ِ ‫ ا‬/ Allah hiçbir kimseyi, gücünün yetmediği bir şeyle
َ ‫سبَتِ َو‬
َ ‫علي َهاِ َما اكت‬
َ ‫َل ُوسعَ َهاِ ل َها َما ك‬
yükümlü kılmaz; lehinde olanı da kendi kazandığıdır, aleyhinde olanı da kendi
kazandığıdır. " bakara suresinin 185. ayetinde de şöyle buyurulur; "allah, sizin için
kolaylık ister, zorluk istemez." rasulullah aleyhisselam, "kolaylaştırın, zorlaştırmayın.
müjdeleyin, nefret ettirmeyin." buyurmuştur. bir grup; islam'ı rayından çıkartmak,
kokaylık adınaltında değerleri çökertmek istiyor. eğer böyle bakarsanız beş vakit
namaz zor olur. her türlü zorluğu bulabilirsiniz. bir başka grup da islam ne kadar zor
yaşanabilirse o kadar zor yaşamaya ve yaşatmaya çalışıyor. ikisi de doğru değildir.
islamiyet belli bir ciddiyet içinde yaşanmalıdır. şu kaideler bu manayı vurgular;
"meşakkat, teysiri (kolaylığı) celbeder.", "zarar, bi'kaderi'l imkan def olunur."
mecellenin 16. ve 30. maddeleridir. ancak burada vurgulanması gereken bir hakikat
vardır. kolaylaştırmak demek, ciddiyetsizliğe, gevşekliğe, ihmale sürüklenmek demek
değildir. son yıllarda şeytanın bu yöndeki adımlarına uygun adımların atıldığını, belli
bir plan çerçevesinde islami hayatı bulandırmaya ve insanları bataklığa sürüklemeye
çalışıldığını görüyoruz. ihlas ve takvadan uzak bu çalışmalara değer verilmemeli ve
iddiaları ciddiye alınmamalıdır.
c) nesh (‫)نسخ‬: bulandırma çalışmalarının en çok yapıldığı alanlardan birisi de neshdir.
hâşâ, 'allah yanlış hüküm koyduda mı sonradan bunu düzeltmek için neshetti,
islam'da nesh niye var?' gibi saldırılar yapılıyor. bir defa nesh; allahu teala'nın
önceden koyduğu bir hükmün yanlış olduğu anlaşılınca kaldırılması değildir. bir
hüküm belli bir tarih için konulmuştur, gün gelir şartlar değişince o hükğm kaldırılmıştır
ve yerine yeni hüküm koymuştur. mesela adem aleyhisselam ile havva validemizin
çocukları, aynı batında olmamak şartıyla, çapraz olarak birbirkeriyle
evlenebiliyorlardı. gün geldi insnalık çoğaldı. artık kardeş kardeşe evlilik yasaklandı.
daha önce habil kurbanını kesip de etini fakirlere dağıtmadı. neden? çünkü fakir
yoktu, hayvan çoktu. bir ışık geldi aldı ve onun kurbanı kabul edildi, deniyor. bu nevi
zamanla değişen hükümler vardır. önceden var olan bir hükmün, süresi dolunca
kaldırılmasına nesh denir. nesih; sonra gelen bir hükmün, önceden bildirilen bir hükmü
kaldırmasına denir. neshedilmiş hüküm de fazla değildir. bir başka ifadeyle; önceden
bikdirilen hükmün, vakti dolunca yeni bir hükğmle değiştirlmesidir. bir sonraki şeriatin,
önceki şeriatlardaki bazı hükümleri değiştirdiği gibi, islam'ın tebliğ edilidği günlerde
de bu nevi değişiklikler olmuş, vakti gelince bir önceki hüküm kaldırılarak yerşne yeni
hüküm konmuştur. bunların içinde yer yer tedric manası taşıyan hükümler de
olmuştur. nesih, ancak vahyin devam ettiği ve rasulullah aleyhisselam'ın hayatta
olduğu yıllarda olabilirdi. çünkü allah ve rasulü aleyhisselam'ın koyduğu bir hükmü,
başkasının kaldırması veya değiştirmesi mümkün değildir. verilen nesih örnekleri,
şüphesiz konunun daha iyi anlaşılmasına faydalı olacaktır.
-nesih örnekleri:
1) cihad izninin verildiği ilk yıllarda müslümanlar dülman karşısında, on'a karşı bir kişi
bile olsalar, cihada devam etmek ve savaşmak zorundaydılar. bu hüküm
müslümanların sayısı artınca, ikiye karşı bir kişi olarak değiltirildi. enfal suresinin 65 ve
66. ayetleir bunu dile getirir. "ِ‫صاب ُرونَِ يَغلبُوا مائَتَين‬
ُِّ ‫يَٓا اَيُّ َها النَّب‬
َ َِ‫ي َحرضِ ال ُمؤمنين‬
َ َِ‫علَى القتَالِ انِ يَِكُنِ منكُمِ عش ُرون‬
َِ‫َل َيفقَ ُهون‬
َِ ‫ َوانِ َيكُنِ منكُمِ مائَةٌِ َيغلبُٓوا اَلفِا ً منَِ الَّذينَِ َكف َُروا باَنَّ ُهمِ قَو ٌِم‬/ Ey peygamber! Müminleri savaşa
teşvik et! Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa inkâr edenlerden iki yüz kişiyi yener,
sizden yüz kişi olursa bin kişiyi yener; çünkü onlar yaptıklarının bilincinde olmayan bir
topluluktur. ‫ف يَغلبُٓوا‬
ٌِ ‫صاب َرِةٌ يَغلبُوا مائَتَينِ َوانِ يَكُنِ منكُمِ اَل‬
َِ ‫ّللا‬
ُِٰ ‫ف‬
َِ َّ‫اَل ٰ ٔـنَِ َخف‬
َ ِ‫عل َِم اَنَِّ فيكُم‬
َ ‫عنكُمِ َو‬
َ ٌِ‫ضعفِا ً فَانِ يَكُنِ منكُمِ مائَة‬
َ
َِ‫ّللا َم َِع الصَّابرين‬
ُِٰ ‫ّللا َو‬
ِٰ ِ‫ الفَينِ باذن‬/ Allah sizde bir zayıflık olduğunu bildi de şu andan itibaren
yükünüzü hafifletti. Artık sizden sabırlı yüz kişi olursa Allah’ın izniyle iki yüz kişiyi yener,
sizden bin kişi olursa iki bin kişiyi yener. Allah sabredenlerle beraberdir."
2) bakara suresinin 240. ayeti mucibince; kocası ölen bir kadın, koca evinde bir yıl
oturmak ve iddet beklemek zorunda iken, bu süre 234. ayette, 4 ay 10 gün olarak
değiltirlmiştir. ‫ح‬
َِ ‫َل ُجنَا‬
َِ ‫َوالَّذينَِ يُت ََوفَّونَِ منكُمِ َويَذَ ُرونَِ اَز َواجِا ً َوصيَّةًِ َلَز َواجهمِ َمتَاعِا ً الَى ال َحولِ غَي َِر اخ َراجِ فَانِ خ ََرجنَِ ف‬
‫يز َحكي ٌِم‬
ٌِ ‫ع