EDITÖR’DEN AYLIK iLMi, FiKRi, SiYASi DERGi Sayı: 161 Eylül 2017 Fiyatı: 8 TL. Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Çıra Basın Yayın Organizasyon ve İletişim Hiz. Tic. Ltd. Şti. adına Davut Güler Genel Yayın Yönetmeni Ramazan Kayan Yayın Koordinatörü Mehmet Duman Tasarım Murat Acar Hukuk Danışmanı Av. Fatih Yel Adres: Ali Kuşçu Mah. Kıztaşı Cad. Nalbant Demir Sok. No: 10/3 Fatih/İst. Tel: 0212 635 99 19 Faks: 0212 534 81 83 www.ozgunirade.com İletişim: [email protected] Baskı: Şan Ofset Hamidiye Mah. Anadolu Cad. No: 50 34406 Kağıthane-İstanbul Tel: 0212 289 24 24 Abone Şartları Yurt İçi - Yıllık: 96 TL. Yurt içi - Altı Aylık: 48 TL. Yurt Dışı - Yıllık: 60 Euro-75 Dolar Hesap No ÇIRA BASIN YAYIN İş Bankası Fatih Şb. (TL.) IBAN: TR20 0006 4000 0011 0201 7052 32 İş Bankası Fatih Şb. (EURO) IBAN: TR84 0006 4000 0021 0200 7371 79 Al Baraka Fatih Şb. (TL.) IBAN: TR75 0020 3000 0022 6672 0000 01 PTT Hesap No: 6024774 Tevhidin ilk doğduğu yer Kudüs kuşatılmış, Mescidi Aksa esir… Kur’an İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden bahseder sıkça… İbrahim(as) den, Hz. İsa’ya kadar nice peygamberler gönderilmiş ‘adam’ olsunlar diye… Ama değişen bir şey yok.. O zihniyet, o ruh dünden bugüne akıp geliyor… İslam Ümmeti, Kudüs’ü işgal etmiş, Kur’an’ın tanımlamasıyla “çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksa…” yı esir almış İsrailoğullarının uzantıları ile karşı karşıya… Filistin toprakları üzerinde, entrikalarla İsrail devletini kuran Yahudilerin tam yüz yıllık serüvenine baktığımızda, karşımızda yalanlar üzerine kurulu ince hesapların adım adım, iğneyle kuyu kazarcasına topraklarımıza yerleşen, dağdan gelip bağdakini kovan; ardında kan ve gözyaşı akıtan; dul, yetim ve öksüzler bırakan; İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya, Muhammed’e kafa tutan baş belası bir azınlıkla karşı karşıya buluyoruz kendimizi.. Yanlarından bir süreliğine ayrılmasıyla kendilerine somut putlar edinen bu kaypak zihniyet, Hz. Musa’nın ayetler yazılı levhaları, kızgınlığından fırlatmasına neden olacak kadar problemli, İsa(as)yı çarmıha gerecek kadar gözleri dönmüş katiller sürüsü bunlar… Peygamberler bunlardan çektikleri kadar kimseden çekmemişler, kendilerine gönderilen onca peygambere karşı tutumlarında bir değişiklik olmamış; dün peygamberlere kan kusturanlar, onların sabrını zorlayanlar, her türlü entrikayı çevirenler, - üzerinden asırlar geçse de- aynı tornadan çıkan ürünler misali, bugün de o ataların iflah olmaz torunlarıyla karşı karşıya bulunmaktayız… Fakat işimiz zor; asıl zorluk ise biz de… İslam ümmetinin şu şahit olduğumuz içler acısı haliyle Kudüs’te işimiz gerçekten zor. “Kudüs Özgürlüğünü Arıyor” desek de, her şeyi ipotek altına alınmış, özgürleşmemiş bir zihinle mücadeleyi dalgalandırmak kolay değil tabi… Türkiye’ye, Katar’a bile tahammül edemeyen sayısız İslam Ülkeleri(!) ile karşı karşıyayız. Kendi içimizde bir barış, bir ünsiyet, ittifak sağlayamamışız ki, sıra onlara gelsin… Bırakın bunları bir tahammül, bir hoşgörü, bir kardeşliğin esamesi bile okunmuyor aramızda; kan gövdeyi götürüyor, derin yaralar açılıyor, ‘dost’ olması gerekenler arasında unutulmaz derin düşmanlıklar ihdas ediliyor… İslam Ümmeti; devlet, toplum, grup, mezhep, meşrep olarak durumlarını düzeltmedikçe, birbirlerine ‘insanca’ ve ‘Müslümanca’ yaklaşmadıkça kıblemiz ve mescidimiz kuşatılmışlıktan, işgalden kurtulamayacaktır… Ve biz sadece Siyonist Yahudilere beddua etmekten ileri gidemeyeceğiz; Kudüs ve Mescidi Aksa ise her birimizin itile-kakıla ziyaret ettiğimiz bir yer olmaktan öteye gidemeyecektir. Hiçbir şey için değilse bile ey İslam Ümmeti, Peygamberlerin ayak bastığı yerler adına, ashabın nebileriyle birlikte savaştıkları mübarek belde adına, tevhidin doğduğu ilk yer adına, Mazlum Filistin halkı adına, Kudüs’ün ve Aksa’nın özgürlüğü adına küçük meseleler altında kalmayın. Bir meseleye, insanlığın özgürlük meselesine odaklanın ki esir beldelerimiz azad olsun, zincirler kırılsın, duvarlar yıkılsın; özgürlük meşalesi kandillerinde yakılmak üzere sönmesin Kudüs’ün… Oraya gidemez ve orada namaz kılamazsanız bile sakın ola ki oranın kandili sönmeye… Oraya destek devam etmeli, kandili yağı hiç eksilmemeli… Süreklilik, kararlılık ve azim… Ümmet özgürleşmeden Kudüs’ün esaret zincirlerini kırmak zor desek de; Mescidi Aksa’nın postallarla kirletilen onuru bizi kendimize getirir mi bilinmez ama biz bu sayımızda bu ve benzer sorularla zihin dünyamızda da olsa “Kudüs ve Mescidi Aksa Bilinci” ni yenileyelim istedik… Söyleşi ve farklı yaklaşımlarla Kudüs’ün Özgürlük Mücadelesine bir ‘kandil’ olalım diye düşündük yazılarımızla… Ayşe Şener, Prof. Bilal Sambur, Cüneyt Toraman, Muhammed Gülnar, Ramazan Deveci, Selvigül K. Şahin yazılarıyla; gazeteci ve yazar Taha Kılınç söyleşisiyle dergimize katkıda bulundular, sağ olsunlar. Bu arada Ramazan Kayan hocamız da Harem-i Şerif’ten katıldı dosya konumuza selamlayarak: “Kâbe’den Kudüs’e Bin Selam” diyerek… Ümit Aktaş’ın “Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi” başlıklı yazısı ilginç değerlendirmeler içeriyor. Tartışmalı bilgiler ve önemli tespitlerin yer aldığı bir yazı bu… Davut Güler, Diyanetin “FETÖ Raporu” nu değerlendirdi, artıları ve eksileriyle… Eski Başkan Mehmet Görmez’ in kurumdan ayrılma nedenlerini Sait Alioğlu kaleme aldı… Geçen ay Anadolu Platformundan seçkin yüzlerce kişinin katıldığı12. Anadolu Buluşmaları Kızılcahamam’da gerçekleştirildi… Değerlendirmeler Muhammed Yetiş’in… Rüstem Budak “Kur’an’ı Okumak, Anlamak, Yaşamak” başlıklı yazısında, kelimelerin su gibi aktığını, maksadın ise çok basit ve sade bir dille anlatıldığı söyleyebilirim… Genç arkadaşımız Yasir Erkuş’ta Ortadoğu’da bir karanlık kirli elin çevirdiği entrikaları, ihaneti yazdı: Dahlan’ın hikâyesini… Dergimize araştırma yazılarıyla katılan Dr. Davut Akduman “Yönetim Sistemleri” yazı serisine devam ediyor… Bilgi, tespit ve tahliller açısından sistemli yazılar kaleme alınıyor… 15 Temmuz şehitlerimizden Ramazan Sarıkaya kardeşimizin geçen ay şehadetinin yıldönümü idi. O gece Saraçhane’deki nöbetinde ağır yaralanmış, yaklaşık bir buçuk ay sonra arzu ettiği makamı Rabbi ona nasip etmişti… Dergimizin elinizdeki bu sayısıyla birlikte Çıra Yayınlarının kardeşimiz hakkında hazırladığı bir mütevazı kitabı sizlere armağan edecektik, ama olmadı; maalesef yetiştiremedik… Üzgünüz, bir sonraki sayıya kaldığı için; ama her şeyde bir hayır var diyerek, huzurlarınızdan ayrılıyoruz… D O S Y A Özgürlüğü Arayan Şehir: Kudüs Bir Ruh Olarak Kudüs PROF. DR. BİLAL SAMBUR ........................................................................................................................................................... 9 İsrail Sorunu AV. CÜNEYT TORAMAN .................................................................................................................................................................. 12 Taha Kılınç: Hamaseti Tercih Ederseniz, Kudüs Size Kapılarını Kapatır SÖYLEŞİ: RÜSTEM BUDAK ..................................................................................................................................................... 18 Kudüs’te Bir Bayram Sabahı SELVİGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHİN ..................................................................................................................................... 20 Ümmetin Dirilişi ve Direnişi Kudüs’ten Geçer RAMAZAN DEVECİ ............................................................................................................................................................................... 23 Kudüs Seyahat Notları MUHAMMED GÜLNAR .................................................................................................................................................................... 26 Susun Diyor Kudüs Slogan Atmayın! AYŞE ŞENER ................................................................................................................................................................................................. 32 BU SAYIDA Kâbe’den Kudüs’e Bin Selam RAMAZAN KAYAN ..................................................................................................................................................................................... 6 Orta Dünyanın Karanlık Eli: Muhammed Yusuf Dahlan YASİR ERKUŞ ............................................................................................................................................................................................... 34 Diyanet ve Görmez’in ‘İstifa’ Meselesi SAİT ALİOĞLU ............................................................................................................................................................................................. 37 Diyanet’in FETÖ Raporu Üzerine Mülahazalar DAVUT GÜLER ............................................................................................................................................................................................ 44 Ne Çok Söylenmemiş Türkümüz Var… BAYRAM YILMAZ ..................................................................................................................................................................................... 50 Sedat Yenigün: Bir Adın Şehadet TARIK SEZAİ KARATEPE ............................................................................................................................................................ 54 12. Anadolu Buluşmaları: Notlar, İzlenimler, Değerlendirmeler… MUHAMMET YETİŞ .............................................................................................................................................................................. 56 Cerablus: Bir Şehrin Tanıklığı OP. DR. YUNUS ÇOLAKOĞLU ................................................................................................................................................. 62 Müslümanlar ve Modern Yönetim Sistemi DAVUT AKDUMAN ................................................................................................................................................................................ 64 Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi ÜMİT AKTAŞ .................................................................................................................................................................................................. 70 Dinime Küfreden Müslüman Olsa Bari AZİZ DARICI .................................................................................................................................................................................................... 78 İkna edilmişleri ikna etmek MUHYİDDİN BAĞCI ............................................................................................................................................................................... 82 Kur’an-ı Kerim’i Okumak, Anlamak ve Yaşamak RÜSTEM BUDAK ..................................................................................................................................................................................... 84 Arkadan Vurdun SALİH KARABULUT ............................................................................................................................................................................ 87 Kurban ADİL AKKOYUNLU ................................................................................................................................................................................ 88 Kim Ailesini Müdafaa Sırasında Öldürülürse Şehittir ESAN GÜL ......................................................................................................................................................................................................... 90 Cennetin Krallığı MEHMET ÖZDEMİR ............................................................................................................................................................................. 94 BAŞ YAZI Kâbe’den Kudüs’e Bin Selam RAMAZAN KAYAN T am yüzyıl oldu… Yani bir asır… 1917-2017… Yüzyıllık fetret bitmedi… Asırlık hasret hâlâ içimizi acıtıyor… Yüzyıllık parantez ne zaman kapanacak, bilmiyoruz… Evet, Kudüs’ den bahsediyorum… Kudüs bizden alınalı, Kudüs bizden çalınalı tam yüzyıl olmuş… Kudüssüzlük kaderimiz mi yoksa kusurumuz mu?.. Kudüs bir hak ediştir… Kudüssüzlük bir sonuçtur; hangi günahlarımızın, ihmallerimizin, ihtilaflarımızın, inhiraflarımızın, isyanlarımızın sonucu? Kudüs neden düştü? Aslında Kurtuba neden düştü ise, Kudüs’te aynı nedenlerle düştü… Belki bu konuda onlarca nedenden bahsedilebilir… Ama ben iki nedeni öne çıkarmak istiyorum: Bir; Ümmet olarak birbirimize düştük… İki; dünyanın peşine düştük… İşte o zaman Kurtuba da, Kudüs’ de düştü… Davanın peşine düşmesi gerekenler, canlarının derdine düştü… Düşük profilli bir Ümmet, düştüğü yerden nasıl kalkacak?.. Rabbimiz uyarıyor: “Birbirinize düşmeyiniz. Dağılırsınız; kuvvetiniz, rüzgârınız, heybetiniz gider.”(Enfal, 46) Evet, kuvvetiniz gider… Kurtubanız da gider… Kudüsünüz de gider… Şii-Sünni… Selefi-Sûfi… Gelenekçi-Yenilikçi… Arap-Acem… Türk-Kürt… Alim-Aydın… 6 EYLÜL 2017 Mektep-Medreseli… Bu kavga bitmeden Kudüs zor kurtulur… İç kanamalarımızı durdurmadan, Kudüs’ deki kanın duracağını sanmıyorum… Şii-Sünni birbirinin mescidini hedef alırken Mescid-i Aksa’nın özgürlüğü bize nasip olur mu, zannetmiyorum… Kudüs’ün fetreti ne zaman biter? Tefrika, taassup, tartışma, teferruat, taklit biterse Kudüs’ün talihi değişir… Caydırıcı bir gücünüz yok, kim sizi kaale alır ki? Cılız tepkiler, pasif eylemler, sönük söylemler sonuca etki etmiyor… Siyonist tehdit ve tehlike her geçen gün, bir önceki güne göre daha yakın... Ümmet ümmet olsaydı, bugün Kudüs bu halde olmazdı… İslam coğrafyası böyle acılar içinde kıvranmazdı… Yitik coğrafyamız birer can pazarı… İşte Irak, Suriye, Yemen, Mısır, Libya, Arakan, Somali, Doğu Türkistan, Filistin… Vahşet, dehşet, cinayet, hıyanet hep diyarı İslam’da… Âlemi İslam’ın gaflet ve ataleti, işbirliği yönetimlerin cinayet ve ihaneti bitmeden Kudüs çilemiz bitecek gibi değil… İsrail’in pervasızlığı, bizim pasifliğimizden kaynaklanıyor… Yaşanan acıları yorumluyoruz, yorum ötesi görevlerimize bir yol edinmiyoruz… Mescidi Aksa vuruluyor, ama hâlâ üzerimizde bir vurdumduymazlık var… Anlaşılan o ki, yüreklerdeki işgal sonlandırılmadan, Kudüs işgali bitmeyecek... Baş yazı Artık şunu itiraf etmeliyiz; Kudüs dosyamız kabarık… Biz seyrettikçe, suskun kaldıkça sabıkamız artıyor, sicilimiz bozuluyor… Şimdilerde Kudüs üzerinden samimiyet testinden geçiyoruz… İmanımızın sağlaması yapılıyor… Nerede Kudüs hassasiyeti, hamiyeti, sadakati?.. Kudüs bizim mukaddesimiz, mahremimiz değil mi? Kutsalımıza tecavüz var.. Bu durum da var mıyız?.. Bunca gecikmişliğe rağmen hâlâ geçiştirecek miyiz? Filistin dramı, Ümmetin durumunu resmediyor… İsrail ateşle oynuyor, nabız yokluyor, tepkileri ölçüyor… Sonuçta ne Siyonistlerin kahpelikleri ne de Kudüs’ün kahrı bitmiyor… Görünen o ki, Kudüs vebalimiz büyüyor… Şimdi Kudüs’e veda değil, vefa zamanı… Kudüs ateşten bir gömlek olsa giymek zorundayız… Çünkü Kudüs namustur, onurdur… Kudüs’e kayıtsız kalamayız… Kadim Kudüs’le kader bağımız var… Kudüs düştüğü günden beri yüreklere ateş düştü… Çünkü Kudüs’ü gönüllere gündem eden Kur’an’dır. Enbiyanın ayağı o topraklara değdi… Nebilerin yüreği orada attı… Ümmetin sancağı, otağı, ocağı orada… Müslümanların arşı âlâya açılan kapısı… Tüm insanlığın aynası… Süleyman’ın mührü, Davud’un sesi, İsa’nın nefesi, İbrahim’in soluğu, Muhammed’in izi orada… Kısacası Kudüs kırmızı çizgimiz… Alın yazımız… Yürek sancımız… Kudüs’e sahip çıkmak sadece sıkılı yumruklarından ve ellerindeki taşlardan başka hiçbir silahı olmayan Filistinli çocukların görevi değildir… Kör ve sağır kesilen bir dünya da artık uluslararası hukukun, teamüllerin, deklarasyonların, zirvelerin, antlaşmaların hiçbir hükmü yok… Kudüs Müslümansızlaştırılırken, Müslümanlar sessiz kalamaz… Göğsümüzdeki vicdan azabı, alnımızdaki yüzyıllık utanç, kalbimizde biriken öfke sonuca götürücü bir eylemliliğe bizi götürebilmeli artık… Aliya’nın umutlarımızı dirilten uyarısı ile hareket etmeliyiz: “Şükürler olsun ki, tarihe Allah hükmediyor. Bize elimizden geleni yapmak düşüyor…” Değil mi ki, Allah -azze ve celle- Davud’un elindeki sapan taşı ile tarihe hükmetti; Calut’u yok etti, Kudüs’ün yolunu açtı… Gün oldu Ebabillerin attığı küçücük taşlarla tarihe hükmetti; Kâbe’yi Ebrehelerden korudu… Gün oldu, Bedir’de Hz. Muhammed’in pak elleri ile attığı çakıl taşları ile Ebu Cehillerin işini bitirdi… İşte Filistin İntifadası ruhunu bu gerçeklikten alıyor… Gazze’nin direniş bilinci bu kodlardan besleniyor… Evet, bize elimizden geleni yapmak düşüyor… Ama önce bir Kudüs rüyası görmemiz lazım… Rüyası olmayanın kâbusu bitmez… Rüyalarımızdan bile korkuyorlar, ipotek koymak istiyorlar… İki, rüyaların gerçekleşmesi için uyanış lazım... Üç, gerçekleşecek rüyaların ödenecek bedelleri vardır… Kudüs’ü kim taşıyabilir? İdrak, yürek, bilek bileşkesini doğru kullananlar… İrade, iddia ve ideal sahibi olanlar… Şayet biz de İmran Ailesinin adanmışlığı, Ömer (ra) in adaleti, Süleyman(as) ın asaleti, Davud(as) un ahlakı, Selahaddin Eyyubi’nin aşk ve aksiyonu varsa Kudüs’e yürürüz… Bir şey daha var: Biz modern zamanların Müslümanları olarak “Yahudileşme Temayülü” nü yenmeden Yahudi ile olan savaşımızdan sonuç alamayız… İçimizdeki İsraillileşenlerle yüzleşmeden Kudüs’ün yüzünü güldüremeyiz… Din algımızı bid’at, hurafe ve İsrailiyattan arındırmadan sağlıklı adımlar atamayız… Mescidi Aksa’nın bizim için bir ‘ağlama mescidi’ ne dönmesini istemiyorsak, şimdiden ayağa kalkmalıyız… Elimizden geleni yaparak ilk adımı atmalıyız… Tarihe hükmeden Allah(cc)’ dır. ● EYLÜL 2017 7 DOSYA ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS 8 EYLÜL 2017 ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS Bir Ruh Olarak Kudüs PROF. DR. BİLAL SAMBUR YILDIRIM BEYAZIT ÜNIVERSITESI ÖĞRETIM ÜYESI KUDÜS, putperestliğin, kabileciliğin ve şirkin hâkimiyet merkezi değildir. İslam, Kudüs’ü Tevhidin merkezi olmakla özdeşleştirmektedir. Hz. Âdem’den itibaren bütün İslam Peygamberleri, tek bir mesajı insanlığa tebliğ etmişlerdir. İnsanlığa takip etmesi, hidayet bulması ve kalplerindeki hastalıklara şifa olarak tebliğ edilen mesaj, Tevhit mesajıdır. K udüs, insanlık tarihinde çok önemli ve özel bir konuma ve anlama sahip bir mekândır. İnsanlığın manevi gelişiminin merkezi olarak Kudüs, İslam geleneğinde çok önemli bir anlamla ve değerle anlaşılmaktadır. İslam açısından Kudüs, şehirlerarasında herhangi bir şehir değildir. Kudüs, İslam ve Tevhit mesajını doğuşundan günümüze kadar insanlığa taşıyan merkez olarak anlaşılmakta ve değerlendirilmektedir. Kudüs’ün anlamını ve değerini, İslam ve Tevhit dışında anlamak, Kudüs’ün asli kimliğini inkâr anlamına geldiği gibi, Tevhit ve İslam gerçekliğini de anlamamak demektir İsrail işgali ve saldırıları, Kudüs’ün politik tartışmalarla ve hegemonya mücadelesiyle özdeşleşmesine neden olmuştur. Kudüs, yıkıcı politik çekişmelerin ve tahakküm mücadelesinin aracı haline getirilecek bir yer değildir. İsrail’in Kudüs’ü kendi saldırganlık ve işgal politikalarının aracı olarak kullanması ve istismar etmesi, Kudüs’ün asli değerini ve önemini azaltan, zayıflatan ve karartan bir etki oluşturmaktadır. Kudüs, putperestliğin, kabileciliğin ve şirkin hâkimiyet merkezi değildir. İslam, Kudüs’ü Tevhidin merkezi olmakla özdeşleştirmektedir. Hz. Âdem’den itibaren bütün İslam Peygamberleri, tek bir mesajı insanlığa tebliğ etmişlerdir. İnsanlığa takip etmesi, hidayet bulması ve kalplerindeki hastalıklara şifa olarak tebliğ edilen mesaj, Tevhit mesajıdır. Tevhit, insanın sadece Allah’a kul olması, Allah dışında hiçbir maddeye, makama, güce, otoriteye, gruba, kimliğe veya kurguya bağımlı olmamasını gerektirmektedir. Davut, Süleyman, Musa, Zekeriya, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup, İsa ve Muhammet (ASV) başta olmak üzere insanlığa gönderilen İslam Peygamberlerinin tek mesajı Tevhit’ tir. Davut, Süleyman, İsa ve Zekeriya gibi birçok İslam Peygamberi, Kudüs’te Tevhit mesajını insanlığa ulaştırmıştır. Kudüs, bütün tarihi boyunca Tevhit mesajını ve ruhunu taşıyan bir şehirdir. Kudüs’ün ruhu, İslam’dır, insanlıktır ve Tevhittir. İslam’dan, insanlıktan ve Tevhit ruhundan soyutlayarak sadece politik bir anlaşmazlık konusu olarak Kudüs’e yaklaşmak, büyük bir yanılgı anlamına gelmektedir. Tevhit, Allah’a kul olmayı kabul eden insanın kendisiyle, toplumla, tabiatla barışık olmasını gerektirmektedir. Tarih boyunca İslam Peygamberleri, Kudüs’te, Mekke’de Medine’de barışı tesis etmeye çalışmışlardır. Tevhit ve barışın birliğinden dolayı Mekke ‘Mükerrem’dir, Medine ‘Münevver’dir ve Kudüs ‘Şerif’tir. İslam, Kudüs’ü barış yurdu yani Darü’s Selam olarak görmektedir. Hıristiyan radikalizmi, Siyonizm ve İsrail, Barış Yurdu olan Kudüs’ü bir kan ve şiddet bataklığına çevirmiştir. Siyonizm ve İsrail’le birlikte bütün insanlık değerleri tahrip edilmiştir. Haçlı Seferleri ve Siyonist İsrail Devletinin kuruluşu, Kudüs’ün kanlı EYLÜL 2017 9 DOSYA DOSYA ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS bir coğrafya olmasını sağlayan iki kilit olaydır. Şerif olan Kudüs, şiddete, fanatizme, katliama ve savaşa değil, barışa, selamete, felaha ve özgürlüğe ihtiyaç duymaktadır. Kudüs’e barışı ve özgürlüğü getirecek tek dinamik güç, İslam ve Tevhit’tir. Barış ve Tevhit, Kudüs’ten bütün Ortadoğu’ya yayıldıkça ümmetin coğrafyasına huzur ve esenlik gelecektir. Siyonizm, Kudüs’te kan dökmeye devam ettiği sürece dünyaya barış gelmeyecektir. Dünya barışının yolu Kudüs barışından geçmektedir. Allah, insanlığın takip etmesi için Tevhit, adalet ve barış ilkelerini Tur’i Sina’da İslam Peygamberi Musa’ya vahiy etmiştir. İnsanlığın uyması gereken yol Kur’an’da şu şekilde ifade edilmektedir: “De ki; “Geliniz, Rabbinizin neleri yasakladığını size söyleyeyim: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya karşı iyi davranınız. Yoksulluk kaygısı ile evlâtlarınızı öldürmeyiniz. Sizin de onların da rızkını biz veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayınız. Haklı bir gerekçe yokken Allah’ın dokunulmaz saydığı cana kıymayınız. İşte Allah, ola ki düşünürsünüz diye size bu direktifleri veriyor. Ergenlik çağına erinceye kadar yetimin malına sadece niyetlerin en iyisi ile yaklaşınız. Ölçüde ve tartıda dürüst olunuz. Biz hiç kimseye kapasitesini aşan bir yük yüklemeyiz. Bir söz söylerken, söz konusu olan akrabanız bile olsa, doğru konuşunuz. Allah’a verdiğiniz sözü tutunuz. İşte Allah, ola ki düşünüp öğüt alırsınız diye size bu direktifleri veriyor. İşte benim dosdoğru yolum budur, bu yola uyunuz. Sakın sizi Allah’ın yolundan ayrı düşürecek yollara girmeyiniz. İşte Allah, kötülüklerden sakınasınız diye size bu direktifi veriyor.” (En’am,151-153) İslam, insanlığın uyması gereken Tevhit, ahlak, barış, hukuk ve özgürlük yolunu net bir şekilde ortaya koymaktadır. Siyonizm ve İsrail, Musa Peygamber’e vahyedilen 10 emrin aksine şirki, şiddeti, katliamı, tefeciliği, çalmayı, gaspetmeyi, HAÇLI Seferleri ve Siyonist İsrail Devletinin kuruluşu, Kudüs’ün kanlı bir coğrafya olmasını sağlayan iki kilit olaydır. Şerif olan Kudüs, şiddete, fanatizme, katliama ve savaşa değil, barışa, selamete, felaha ve özgürlüğe ihtiyaç duymaktadır. Kudüs’e barışı ve özgürlüğü getirecek tek dinamik güç, İslam ve Tevhit’tir. 10 EYLÜL 2017 yıkmayı, zulmü ve sömürüye dayanan bir sistemi Kudüs’ü gasp ederek inşa etmeye kalkmaktadır. İsrail, insanlığın varoluşuna yönelik küresel bir tehdittir. Zekeriya Peygamber, Mescid-i Aksa’dan insanlığı sabah ve akşam Allah’ı zikretmeye davet etmektedir.(Meryem,11) Allah, Hz. Meryem’e katından sunduğu nimetlerle onun Mescid-i Aksa’da fizyolojik ve manevi gelişimini ve olgunlaşmasını sağlamıştır.( Ali İmran,37) Allah, İsa Peygamber’i Ruhulkudüs ile desteklediğini, kendisine ve annesine sayısız nimetler verdiğini buyurmaktadır. (Maide,10) Allah, Zekeriya Peygambere, olgun ve salih insan modeli olarak Hakkı doğrulayan, kendine hakim ve salihlerden bir peygamber olarak Yahya Peygamberin müjdesini Mescid-i Aksa’dan vermektedir. (Ali İmran, 39) Tevhid Dini İslam’ın ilk kıblesi Kudüs’tür. Allah’a sadece kul olmanın ibadeti olan namazda insanlığın döndüğü ilk merkezin Kudüs olması, Kudüs’ün siyonizmin değil Tevhid’in yurdu olduğunu ortaya koymaktadır. Rahmet Peygamberi, İsra ve Miraç tecrübesini Mekke’den Kudüs’e uzanan yol üzerinden gerçekleşmiştir. Rahmet Peygamberi, İsra ve Mirac tecrübesiyle insanlık adına Allah katında hakikati, Tevhidi ve maneviyatı bizzat yaşamıştır. İnsanlığa fıtrata uygun bir kişilik ve ruh vermek isteyen İslam, Mekke’yi, Medine’yi ve Kudüs’ü birbiriyle bir bütün olarak sunmaktadır. İslam’ın ilk kıblesini kendisini barındırması ve Rahmet Peygamberinin İsra ve Mirac tecrübelerinin gerçekleştiği şehir olması açısından Kudüs, insani varoluşumuzu gerçekleştirmemiz açsından bizim için çok önemli bir işleve sahip olmaktadır. İnsan, varoluşunu gerçekleştirmeye ve kendisini olgunlaştırmaya çalışırken ihtiyaç duyduğu en önemli şey, istikametin ne olduğu konusunda sahih ve fıtri bir cevaba sahip olmasıdır. İlk kıble ve Mirac olguları, Kudüs’ü doğru istkametin ve varoluşun sembolü haline getirmektedir. Ne olduğumuz ve nereye doğru gittiğimiz konusunda keşmekeşe düştüğümüz anda Kudüs’ü varoluş ve istikamet olarak anladığımız zaman, içinde bulunduğumuz varoluşumuzu idrak krizinden kurtulmamız mümkün olacaktır. Kudüs, insanlığın varlık ve varoluş hikâyelerinin kendisinde toplandığı şehirdir. İslam peygamberlerinin insanlığı Tevhit mesajına çağırma mücadelesine şahit olan Kudüs, insanlığın İslam hafızasını taşıyan şehir olarak nitelenmeyi ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS hak etmektedir. Evrensel İslam hafızasını kendisinde taşıyan şehir olarak Kudüs, İslam’ın kimliğini ve ruhunu fıtri bir şekilde insanlığa sunmaya devam etmektedir. İslam’ın fıtrat şehrine dönmüş halini temsil eden Kudüs, insanlığı varoluşun nihai gayesi olan Tevhit yoluna çağırmaktadır. Kudüs, insanlığın ve İslam’ın doğal yurdudur. Kudüs’ün İslam’ın merkezi olması, Mescid-i Aksa’da Allah’a kulluğun gereği olan ibadetlerin yapılması, kandillerinde Müslümanların koyduğu zeytinyağlarının yakılması gerekmektedir. Rahmet Peygamberi’nin zeytinyağı metaforu, barışı ve Tevhid’i sembolize etmektedir. Rahmet Peygamberi zeytinyağı metaforuyla Müslüman bilincinde Kudüs konusunda fıtri ve derin bir farkındalık oluşturmayı amaçlamıştır. Siyonizm, din ve kutsallık adına Kudüs’e sahip çıkmamaktadır. Siyonizm ve İsrail, Davut’un Krallığını ve Süleyman Mabedi’ni yeniden inşa gibi saptırılmış mitolojilerin arkasına sığınarak küresel bir hegemonya sistemi kurmaya çalışmaktadır. Siyonizmin ve İsrail’in Kudüs’ü ele geçirmek için ileri sürdüğü bütün gerekçeler, Kudüs’ün bir barış ve maneviyat yurdu haline gelmesini engellemektedir. İsrail ve Siyonizmin ileri sürdüğü gerekçeler, Kudüs’e ve insanlığa çatışma, kan ve şiddetten başka bir şey getirmemektedir. Küdüs’e baskı, zulüm, gözyaşı ve şiddetten başka bir şey getirmeyen Siyonizm ve İsrail’in ileri sürdüğü argümanların hiçbir insani, ahlaki ve manevi değeri yoktur. Vahşet ve sömürü için Kudüs’ü işgal eden Siyonizm ve İsrail, Ortadoğu’ya, Kudüs’e ve dünya’ya büyük yıkım ve acı getirmektedir. Siyonizm ve İsrail’le beraber dünya, insanlık adına ahlakı, maneviyatı, hukuku ve barışı kaybetmiştir. İslam, Kudüs’ün ve Mescid-i Aksa’nın Tevhid’in özgür merkezi olması gerektiğini şart koşmaktadır. Mescid-i Aksa’yı ve Kudüs’ü sahih manada özgürleştirecek insanlar, nefislerini sahih manada terbiye eden, olgunlaştıran ve geliştiren müminlerdir. Nefislerimizi terbiye edemediğimiz için Mescid-i Aksa ve Kudüs, Siyonist İsrail işgali altında bulunmaktadır. Nefislerimizi terbiye edip kendimizi sahih anlamda muvahhid, mümin ve Müslüman olarak yetiştiremediğimiz için Siyonist askerlerin silahlarının gölgesinde Mescid-i Aksa’ya ve Kudüs’e girilmektedir. Nefsimizi terbiye edemediğimiz için Siyonist İsrail devleti, Mescid-i Aksa’ya girişe sürekli sınırlamalar getirerek Müslümanların insan onurunu çiğneme KUDÜS, insanlığın ve İslam’ın doğal yurdudur. Kudüs’ün İslam’ın merkezi olması, Mescid-i Aksa’da Allah’a kulluğun gereği olan ibadetlerin yapılması, kandillerinde Müslümanların koyduğu zeytinyağlarının yakılması gerekmektedir. Rahmet Peygamberi’nin zeytinyağı metaforu, barışı ve Tevhid’i sembolize etmektedir. cüretinde bulunmaktadır. Kudüs, özgürleşmek için nefislerimizi terbiye etmeye, Müslüman kimliğimizi yeniden oluşturmaya bizi davet etmektedir. Kudüs’ün Tevhid ve özgürlük ruhu, kendisiyle beraber hepimizi özgürleşmeye çağırmaktadır. Nefsin zindanından kurtulmadıkça bizim özgürleşmemiz mümkün olmadığı gibi, özgür ve olgun muvahhidler olmadan da Kudüs’ün özgürleşmesi mümkün değildir. İslam, Kudüs’ü uzaklarda bir şehir olarak görmemektedir. Kudüs, sürekli olarak gözümüzün önünde, gözbebeğimiz gibi baktığımız bir merkez olmalıdır.İslam, insanlığımıza, imanımıza ve itikadımıza sürekli olarak Kudüs’ü dahil etmektedir. Kudüs’ün aziz bir sevgili gibi dahil edilmediği bir insanlığın ve itikadın sürekli olarak eksik kalacağı bilincini İslam, bütün insanlığa kazandırmayı amaçlamaktadır. Aklımızın, dinimizin, ahlakımızın, değerlerimizin ve varoluşumuzun içinin boşaldığı ve büyük bir varoluş krizi yaşadığımız bir dönemden geçiyoruz. Varlığımızı ve varoluşumuzu akılla, kalple, bilgiyle ve düşünceyle yeniden anlamlandırmamız gerekmektedir. Varlığımızın ve varoluşumuzu tazelenmesi, dirilmesi ve yenilenmesi için, Kudüs’ü yeniden anlamaya ihtiyacımız vardır. Kudüs’ü Tevhit, adalet, barış, çoğulculuk ve özgürlük değerlerini kendisinde taşıyan fıtrat kenti olarak anlayacak olgun bir idrak düzeyine ulaşmalıyız. İbrahim Peygamberin yolundan giden Hanif Müslümanlar olarak, Kudüs’le bütünleşmiş olan Tevhit ruhunu keşfetmeliyiz. Kudüs’ün ebedi Tevhit ve Selam Yurdu kimliğini korumak şeklinde büyük bir meydan okumanın ve sorumluluğun varoluşsal olarak omuzlarımıza yüklendiğinin şuuruna varmak, Kudüs ruhuyla beraber olgunlaşmanın olmazsa olmazıdır. EYLÜL 2017 11 DOSYA DOSYA ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS İsrail Sorunu AV. CÜNEYT TORAMAN İ nsanların olduğu her yerde “sorun” vardır. Önemli olan sorunun varlığı değil, soruna karşı yaklaşım tarzımızdır. Sorunu çözmenin ortadan kaldırmanın yolu, soruna, “hak ve özgürlükler” açısından yaklaşmaktır. Soruna, “çıkarları” açısından yaklaşanlar, sorunu daha da karmaşık hale getirmektedir. Bu “sorunun taraflarının” problemi daha da derinleştirdiğini biliyoruz. Herhangi bir kişi veya devletin, belli bir sorunu nitelendirme biçimi, o soruna bakış açısını da yansıtır. Soruna, İsrail penceresinden bakanlar, bu durumu, “Filistin Sorunu” olarak nitelendiriyor. Bu bakış açısına göre, Filistin denilen yerde (bölgede) bulunanlar, yani Filistinliler, direniş ve boykotlar yapmakta, “sorun” çıkarmaktadır. Filistin topraklarının işgal süreci tamamlandıktan sonra, bu sorun daha lokal bir hale gelmiş, Kudüs sorununa dönüşmüştür. Sorunu ‘Filistin Sorunu’ ve ‘Kudüs Sorunu’ olarak niteleyenlere göre, problemi çözmenin yolu, bu sorunu çıkaranları etkisiz hale getirmek, daha da ötesi, bertaraf etmektir. Konuyu hak ve özgürlükler açısından değerlendirdiğimizde ise, Filistin sorunundan değil, “Filistin’in İsrail tarafından işgali ve işgal edilen topraklar üzerinde kurulan İsrail devleti sorunundan” daha açık bir deyimle, “İsrail sorunundan” söz etmek gerekir. Gerçekte bölgedeki sorunlar, Yahudilerin Filistin topraklarına yönlendirilmesiyle (göç) ve İsrail’in Filistin topraklarını işgaliyle başlamıştır. Gelinen noktayı, “Filistin sorunu” olarak niteleyenlere şunu sormak gerekir: Eğer İsrail Filistin topraklarını işgal etmeseydi, ‘Filistin Sorunu’ diye bir problem olur muydu? Filistin topraklarının işgali, 1900’lü yılların başından bugünlere kadar katlanarak devam ediyor. Bu sorunun acilen çözülmesi 12 EYLÜL 2017 gerekiyor. Ancak, Filistin topraklarına Yahudi göçü ve işgali süreci ele alınmadan, bu sorun adil bir şekilde çözülemez. Filistin topraklarına Yahudi göçü ve Filistin topraklarının işgali, ana unsurunu oluşturduğundan, 19.yüzyıl sonlarında başlayan Yahudi göçünü ve İsrail devletinin kurulmasını, akabinde işgal sürecini ele almaya çalışalım: 1.YAHUDILERIN FILISTIN TOPRAKLARINA GÖÇ ETMESI Filistin’in işgali, Osmanlı devletinin parçalanma süreciyle birlikte başlamıştır. Bu sürecin doğal uzantısı da, dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan Yahudilerin Filistin topraklarına yönlendirilmeye başlamasıdır. Filistin topraklarına Yahudi göçü, iki teoriyle açıklanmaya çalışılmaktadır. Birinci teori Yahudilerin dini inançları, Siyonizm, yani, Yahudilerin vaad edilmiş topraklara yürüdüğü iddiasıdır. İkinci teori ise, dünyanın çeşitli ülkelerinde Yahudilere yönelik baskılar arttığı için, Yahudilerin Filistin topraklarına göç ettiği iddiasıdır. Somut olgular üzerinden yapılacak bir değerlendirme, bu iki teoriden hangisinin doğru olduğunu veya daha belirleyici olduğunu gösterecektir. Yahudilik İnancı ve Siyonizm Teorisi: Dünyanın çeşitli ülkelerindeki Yahudilerin, “belli bir zaman dilimi” içinde, “topluca” Filistin topraklarına yönelmesini, Yahudilik inancıyla ve Siyonizm ile açıklamaya çalışanlar, dolaylı işgale meşruiyet kazandırmaya çalışmaktadır. Yahudilik, tahrif edilmemiş haliyle, Hz. Âdem ile başlayan ve Hz. Muhammed ile son bulan peygamberler silsilesinin bir halkasına, Hz. Musa’ya ve ona indirilen Tevrat’a dayanmaktadır. Bu dinin böyle bir amacı (tavsiyesi) olsaydı, Yahudiler binlerce yıl beklemez, yüzlerce yıl önce Filistin topraklarına göç eder ve bu topraklarda yerleşirdi. Yahudiliğin, “belli bir coğrafyayı ele ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS geçirmeyi” hedef gösterdiğini iddia etmek, peygamberlerin Risalet görevini anlamamak demektir. Peygamberler belli bir coğrafyada gönderilse de, muhatabı bütün insanlık olmuştur. Son peygamber Hz. Muhammed (sav), Mekke’de yaşadığı halde, Risalet’i Mekke ve çevresiyle sınırlı kalmamış, dünyanın her bölgesine yayılmıştır. Bugün dünyanın hemen her ülkesinde Müslümanların olması, bu dinin belli bir coğrafya ile sınırlandırılmadığının en açık kanıtıdır. Aynı durum, Yahudilik için de geçerlidir. Hz. Musa M.Ö. 1300’lü yıllarda peygamber olarak gönderildikten sonra, Yahudilerin dünyanın her tarafına yayılmış olması, oralarda yaşaması, Yahudilere, belli bir coğrafyanın (Filistin topraklarının) tavsiye edilmediğini (vaad edilmediğini) göstermektedir. Tevrat’ta “Kenan” beldesi, “süt ve bal akan diyar”1 mitolojik bir çerçevede zikredilmiş olup, tarihsel bir olaya (Hz. İbrahim) işaret etmektedir. Kenan Bölgesine ilişkin belirsizlikler, şarta bağlanmış olması, Yahudilerin sürekli ahitlerini bozmaları, Mısır’da kalmayı tercih etmeleri, Yahudilere, geleceğe yönelik bir toprak vaadinin olmadığını göstermektedir. Tevrat’ın böyle bir emri ve tavsiyesi olsaydı, Yahudiler, Filistin’e göç etmek için, Osmanlı devletinin çöküşünü beklemez, yüzlerce yıl önce buraya gelip yerleşirlerdi. Yahudilerin Filistin topraklarına göç etmesini, Yahudilik inancıyla, Tevrat’la açıklamak, gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Siyonizm ile Filistin toprakları kutsanmaya başlamış, siyasi amaçlar dini bir ambalaja sarılmış, Filistin’e Yahudi göç dalgalarının başlatılmasında araç olarak kullanılmıştır. Filistin’e Yahudi göçü, Osmanlı devletini parçalamak, Osmanlı toprakları üzerinde bir “Yahudi Devleti” kurmak isteyenlerin projesidir. Yahudilerin Filistin’e göçünü, üç döneme ayırmak gerekir. İlk dönem, 1881 – 1903 yılları arasında, Siyonist devletin çekirdek kadrosunu oluşturan göçlerdir. İkinci dönem, 1904 – 1918 yılları arasında, Filistin’deki yerleşimlerin de önünü açan göçlerdir. Üçüncü dönem ise, 1919 – 1923 yılları arasında gerçekleştirilen göçlerdir. Filistin’deki nüfus değişimlerini ve yerleşimleri anlayabilmek için bu göç hareketleri son derece önemlidir. Filistin topraklarına Yahudi göçünde, 19. yüzyılın sonlarında Avrupa’da Yahudileri örgütleyen Theodor Herzl önemli bir görev üstlenmiştir. Avusturyalı bir Yahudi olan Theodor Herzl, 1896’da “Yahudi Devleti” adında bir kitap yayınladıktan sonra, Siyonizm, uluslararası siyasi bir hareket olmuştur. 1897’de İsviçre’nin Basel kentinde düzenlenen I. Dünya Yahudi Theodor Herzl Kongresi’nde, Dünya Siyonist Teşkilatı kuruldu ve bu teşkilatın başkanlığına da Theodor Herzl2 getirildi. Bu kongreden önce kurulması planlanan yurdun Filistin’de olması kesinleşmemişti ama Basel Kongresi ile birlikte Filistin’de bir yurt kurma fikri üzerinde ortak bir görüş oluşturulmaya çalışılmıştır. Avusturyalı-Macar gazeteci Theodor Herzl, Yahudilerin Filistin’e göçünün dini ambalajını hazırlayan kişidir. Doğrusunu söylemek gerekirse, son derece etkili olduğu, bu işgale karşı çıkanları dahi etkilediği açıktır. Filistin’in işgali sorununa çözüm üretmek isteyenlerin ilk yapması gereken, Filistin’e Yahudilerin göç etmesinin, Yahudilik inancıyla herhangi bir ilgisinin olmadığını dile getirmek olmalıdır. Yahudilere Yönelik Baskı ve Soykırım Teorisi: Dünyadaki birçok devletin, kendi ülkelerinde yaşayan Yahudilere baskı uygulamaya başladıkları, Yahudilerin de bu baskılar sonucunda Filistin topraklarına göç etmek zorunda kaldıkları iddiası son derece tutarsız ve komiktir. Bu baskıların, tam da Osmanlı Devletinin dağılma sürecinde ve birçok ülkede (aynı zaman diliminde) başlamasını “tesadüfle” açıklamak, eşyanın tabiatına aykırıdır. Bir an için, Almanya’nın, ülkesinde yaşayan Yahudilere baskı uyguladığını varsayalım. Almanya’da baskılara maruz kalan Yahudilerin ne yapması beklenir? İspanya’da, Endülüs devletinin yıkılışı sırasında, (Müslümanlara ve Yahudilere yönelik baskılar arttığında, Yahudilerin büyük bir çoğunluğu, -Hıristiyan olmadıkları halde- Hıristiyan olduklarını ilan etmişler ve bu topraklarda yaşamaya devam etmişlerdir. Küçük bir kısmı da, (çoğu komşu ülkeler olmak üzere) çeşitli ülkelere göç etmişlerdir. Müslümanlar ise geniş çaplı bir sürgünün ve soykırımın muhatabı olmuşlardır. Bu olay, YahudiEYLÜL 2017 13 DOSYA DOSYA ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS İSRAIL, çağdaş küresel sistemin şımarık çocuğudur. İsrail’e sadece BM nezdinde değil, hemen her alanda ayrıcalık yapılmaktadır. Coğrafi olarak Asya ülkesi olmasına rağmen, (futbol, voleybol, basketbol, vs.) spor kulüpleri, Avrupa liginde mücadele etmektedir. lerin, baskılara ve soykırıma karşı, olağanüstü bir uyum kabiliyetine sahip olduğunu göstermektedir. Almanya’da, iddia edildiği gibi, Yahudilerin can ve mal güvenliğine yönelik ciddi baskılar olsa idi, Yahudiler, İspanya’daki gibi kendilerini gizlerlerdi. Bunu yapmayan, yapamayan, yaptığı halde inandıramayan Yahudilerin bulunduğunu ve bunların Almanya dışına kaçmak zorunda kalacaklarını varsayalım. Almanya’yı terk etmek (göç etmek) zorunda kalan Yahudiler nereye göç ederler? Dünyanın pek çok bölgesinde benzeri sorunlar yaşandı, yaşanmaya da devam ediyor. Milyonlarca kadın, erkek, çocuk, yaşlı, evlerini işyerlerini mallarını bırakıp başka ülkelere sığınmak zorunda kalıyor. Bütün dünyanın gözleri önünde cereyan eden Suriye’den örnek verelim. Suriye’den göç etmek zorunda kalan Suriyelilerin yüzde 90’ından fazlasının, “Suriye’ye komşu ülkelere” (Lübnan’a, Türkiye’ye, vs.) sığındığını biliyoruz. Uzak ülkelere giden Suriyeli sayısı, son derece azdır. Suriye’den savaştan kaçanların, Avustralya, Kanada, Afrika, yerine komşu ülkelere sığınması doğal olanı ve beklenen bir durumdur. Somut örnekleri ortada iken, Almanya’da baskılara maruz kalan Yahudilerin, komşu ülkelere sığınmak (göç etmek) yerine, Filistin’e göç etmesi Yahudilere yönelik baskılarla açıklanamaz! 1881 yılında Rus çarı II.Aleksandr’ın öldürülmesiyle Yahudilerden şüphelenildiği, Yahudi düşmanlığının (anti-semitizm) ve Yahudilere saldırıların (pogroms) arttığı, 1881–1991 yılları arasında Rusya’da, sayıları 3 milyon civarında olduğu tahmin edilen Yahudiler, kitleler halinde başka ülkelere göç etmeye başladığı iddia edilmektedir. İlk göç dalgasında 134 bin Yahudi’nin ABD’ye, 5 bin kişinin Filistin’e ve 10 bin Yahudi’nin ise başka ülkelere göç ettiği belirtilmektedir.”3 Göç dalgalarının ilkinde, Rusya’dan göç eden 149 bin Yahudi’den sadece 5 bininin (yani yüzde 3’ünün) Filistin’e göç etmesi, (baskılara maruz kalan Yahudiler için) Filistin’in olağan bir adres olmadığını göstermektedir. Almanya’da, Rusya’da ve başka ülkelerde, aynı 14 EYLÜL 2017 zaman dilimi içerisinde, Yahudilere baskıların artırmasının (!) bir anlamı olduğunu düşünüyorum. Bu ülkelerde, Yahudilere hiç baskı uygulanmadığını söylemek istemiyorum. Tam aksine, dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayan Yahudilerin Filistin’e göç etmelerine yetecek kadar, “kontrollü bir baskı uyguladıklarını” söylemek istiyorum. Avrupa ülkelerinde, Almanya’nın Yahudilere yönelik soykırım iddialarının tartışılmasının yasaklanması, gerçeğin ortaya çıkmasını önlemeye yöneliktir. Küresel sistemin ana aktörleri arasında yer alan Yahudiler, “olmayan bir baskı” ve “olmayan bir soykırımı”, binlerce kitaba, filme, tiyatroya, vs. konu yapmış, dünya kamuoyunu bu masala inandırmaya, inanmayanları da susturmaya çalışmışlardır. Ünlü Fransız düşünür Roger Garaudy, İsrail’in Siyonist politikalarını yazmaya başladığında dünyada önemli bir gücü elinde tutan Siyonizm lobisinin hışmına uğramıştır. Baskılar ve tehditler, gerçekleri yazmasına engel olamamıştır. Nitekim dışlamalara, yalnız bırakılmalara, soruşturmalara, cezalara, dağıtım şirketlerinin kitaplarına ambargo uygulamalarına ve fiili yasaklar koymalarına rağmen 1996’da yazdığı, “İsrail Politikasının Temelindeki Mitler” başlıklı kitabında, “2.Dünya Savaşı’nda Yahudilere karşı soykırım yapılmadığını, gaz odalarının varlığının şüpheli olduğunu ve bütün Yahudi soykırımının abartıldığını” ileri sürmüştür. 1998 yılında, Yahudi Soykırımını inkâr ettiği için hapse mahkûm edilmiştir. Graudy’nin, Siyonistlerin Avrupa’daki Nazi katliamlarının propaganda amaçlı masallardan ibaret olduğunu belgeleyen “İsrail’i Kuran Efsaneler” adlı kitabı da Fransa’da yasaklanmış, bu kitabından dolayı 2002’de mahkeme önüne çıkarılmış, 33 milyon Euro cezaya mahkûm edilmiştir. Almanya’daki soykırım iddialarının tarihi gerçeklerle bağdaşmadığını öne süren İngiliz bilim adamı (tarihçi) David İrving ve Fransız tarihçi SergeThion da, benzer muamelelere maruz kalmıştır. Sonuç olarak; Yahudilerin (belli bir zaman dilimi içerisinde) Filistin topraklarına göç etmesinin sebebi, ne Tevrat’ın emri ve tavsiyesi ve ne de bazı ülkelerdeki Yahudilere yönelik baskılar ve soykırım(!)dır! Yahudilerin Filistin topraklarına göç etmesinin gerçek nedeni, Osmanlı Devletini parçalamak ve bölmek, Osmanlı toprakları üzerinde bağımsız bir Yahudi devleti kurmak, kuracakları bu devletle, müteakip yıllarda, Ortadoğu bölgesini sorunun odağı haline getirmek, Osmanlı devletinin kalbine hançer saplamaktır. ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS 2. İSRAIL DEVLETININ KURULMASI Filistin topraklarına göçün mimarlarından Theodor Herzl, başlangıçta “yurt” ya da “yer” kavramlarını kullanmış, “devlet” kavramını kullanmamıştır. Theodor Herzl’in, bir Yahudi yurdu kurma fikrini gerçekleştirebilmek için4 1901 ve 1902 yıllarında II. Abdülhamid ile görüştüğü, Yahudilere Filistin’de yurt verilmesini, bunun karşılığında ise Osmanlı borçlarının Avrupa’daki Yahudi bankerler tarafından ödenebileceğini söylediği” II. Abdülhamid’in de, “bu teklifi reddettiği” tarihi kaynaklarda yer almaktadır. Yahudiler, 20.yüzyılın ilk yıllarından itibaren “yurt edinme” konusunda yoğun bir çalışma yürütmeye başladılar. Bu çalışmaların en önemlilerinden biri, 1901’de kurulan Yahudi Ulusal Fonudur. Bu fon, Filistin topraklarının satın alınmasında önemli bir başarı sağlamıştır. 1915–1916 yıllarında, Mekke Şerifi Hüseyin ve İngiltere’nin Mısır’daki Yüksek Komiseri Henry McMahon arasındaki mektuplaşmaları, 1916 yılında Fransa - İngiltere arasındaki Sykes-Picot Anlaşması’nın imzalanması, bu dönemin önemli gelişmeleri arasındadır. “I. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, 1904’te Dünya Siyonist Teşkilatı’nın lideri olan Chaim Weizmann, siyasi nüfuzunu kullanarak İngiltere üzerinde etkili olmaya çalışmıştır. Weizmann ve arkadaşları İngiltere hükümetine verdikleri ilk muhtırada “Filistin’de” bir yurt değil, “Filistin’in” Yahudi yurdu olarak kabul edilmesini, Filistin’e özerklik verilmesini ve Filistin’e Yahudi göçlerinin serbest bırakılmasını istediler. İngiltere ise, bu dönemde Yahudileri destekleyen politikalarına devam etmiştir.”5 “Yahudilerin etkili çalışmaları sonuçlarını göstermiş, 1917’ye kadar devam eden İngiltere’nin iki taraflı politikası, bu tarihten sonra ciddi bir kırılma yaşamış ve Yahudi taraftarı politikaları hiç olmadığı kadar etkinliğini arttırmıştır. I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nun kaybettiği Filistin’in yönetimi, Lozan Anlaşması’nın onaylanmasıyla İngiltere’nin egemenliğine girmişti. Savaş sonunda yeni bir dünya düzeni kurma politikaları çerçevesinde 1919’da kurulan Milletler Cemiyeti (MC), Filistin’i İngiltere’nin manda yönetimine bırakacaktı. Filistin, 25 Nisan 1920’den 1947’tarihine kadar İngiltere mandasında kaldı. Weizmann, İngiltere’nin Filistin manda egemenliğinin önemini şöyle açıklamaktadır: Manda rejimi, Siyonizm için büyük bir başarı olması yanında, Yahudi halkını tanıması açısından önemlidir. 1920’de başlayan Manda rejimi döneminde, önemli kademelere Yahudilerin getirilmesi, Filistin toprakları üzerinde yerleşimler, nüfus, toprak paylaşımı gibi konularda önemli değişikliklere neden olmuştur. İngiltere, 1922–1948 yılları arasındaki yönetimiyle, Yahudi göçüyle ülkedeki Yahudi oranını 1/10’den 1/3’e yükseltirken, Yahudi sayısını 7 kat arttırarak, aslında Milletler Cemiyeti’nin kendisine verdiği görevi yapıyordu. 1917 yılında Filistin topraklarında, 56 bin Yahudi (yüzde 8), 644 bin Müslüman (yüzde 92) mevcut olduğu halde, Filistin’deki Yahudi nüfusu Yahudi göçüyle sürekli artarken, Müslüman nüfusun göçe zorlanması nedeniyle oran olarak azalmıştır. II. Dünya Savaşı sona erdikten sonra, 1945’te Birleşmiş Milletler(BM) kurulmuştur. İngiltere, Filistin Sorunundan kurtulmak ve sorunu başka bir otoriteye devretmeyi istediğinden, bu sorunu, “Milletler Cemiyeti’nden miras bir manda sorunu” olarak Şubat 1947’de henüz kurulan BM’ye taşımıştır. 2 Nisan 1947’de Birleşmiş Milletler’e resmen başvuruda bulunarak, Filistin meselesini EYLÜL 2017 15 DOSYA DOSYA ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS ORTADOĞU’DA Filistin sorunu değil, “İsrail Sorunu” vardır. İsrail, Osmanlı Devletinin çöküşünün bir sonucudur. O süreçte, Osmanlı Devleti müdahale edemediği için böyle bir devlet kurulmuştur. “Hasta Adam” düştüğü yerden ayağa kalkarsa (ki, öyle görünüyor) İsrail’in meşruiyeti (varlık sebebi) sorgulanmaya başlayacaktır. Genel Kurul’a taşımış, Genel Kurul’un özel bir oturum yaparak meseleyi incelemek üzere özel bir komite kurmasını istemiştir. Diğer yandan, 21- 22 Nisan 1947’de Mısır, Irak, Suriye, Lübnan ve Suudi Arabistan, Genel Sekreter’den “Filistin’deki Manda’ nın sona erdirilmesini ve bağımsızlığının ilanını” talep etmiştir.” 29 Kasım 1947’de, UNSCOP’ un tasarısı üzerine Genel Kurul’da 33 lehte, 13 aleyhte ve 10 çekimser oyla, ‘Filistin’in Gelecekteki Yönetimi’ başlıklı 181 (II) sayılı ünlü Taksim Kararı kabul edilmiştir. İngiltere’nin manda yönetiminin sona ermesinden birkaç saat önce, 14 Mayıs 1948’de (16: 00’da) Tel Aviv’de Ben Gurion başkanlığında toplanan Yahudi Ulusal Konseyi, İsrail Devleti’nin Bağımsızlığını ilan etmiş,6 bu karar, önce ABD, sonra da SSCB tarafından tanınmıştır. BM Genel Kurul’u, 11 Mayıs 1949 tarihinde, İsrail’i BM üyeliğine kabul eden 273 (III) sayılı kararı almıştır. Dünyada barışının teminatı olması gereken BM, bu kararıyla, 1900’lü yılların başından itibaren başlayıp 1950’lere kadar tırmanan bu sorunu, içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Bağımsızlık ilanı, bölgedeki birçok savaşın sebebi olmuştur. 3. FILISTIN TOPRAKLARININ İŞGALI İsrail, BM’nin kendilerine bahşettiği (hediye ettiği) toprakları yeterli görmemiş, çevresindeki Filistin topraklarını da işgal etmeye başlamıştır. İsrail’in işgalleri defalarca şikâyet konusu olmasına ve Birleşmiş Milletler defalarca ihlal kararı vermesine rağmen, 5 daimi üyenin vetosu nedeniyle bu kararlar uygulanamamıştır. Bu arada, toprakları işgal edilen Filistinliler, işgale boyun eğmemişler, ağır silahlarla devriye gezen İsrail askerlerine karşı, çıplak elleriyle, sapanlarla, destansı bir direniş sergilemişlerdir. İntifada süreci devam ederken, 1988’de Ürdün’ün Filistin’e yönelik politikaları Filis16 EYLÜL 2017 tin’in devletleşme sürecini hızlandırmıştır. Ürdün, 1988 yılının Ağustos ayında, Filistin’in devletleşme, bağımsızlaşma sürecine katkı amacıyla, Batı Şeria topraklarındaki bütün Filistinlilerle bağını kopardığını açıklamış, Filistin pasaportlarını iptal etmiş, parlamentodaki temsillerine de son vermiştir. Bu gelişmeler üzerine, 12 – 15 Kasım 1988’de Cezayir’de toplanan FKÖ, Filistin Ulusal Konseyi, 15 Kasım 1988’de Filistin Devleti’nin kurulduğunu açıklamıştır. Başkentin Kudüs, Devlet Başkanı’nın Yaser Arafat olacağını ve 1948 bölünme anlaşmasını yani 181 sayılı BM kararının esas alınacağı bir devletin kurulduğunun açıklanması üzerine, ilk günlerden itibaren Türkiye’de başta olmak üzere çoğu devlet tarafından tanınmıştır. Artık, İsrail’e karşı olan mücadele “İsrail’in terörle savaşı” olarak değil, “iki devlet arasında savaş” hatta “bir devletin kendi ülkesini işgal eden bir başka devlete karşı savaşı” olarak görülecekti. 4. İSRAIL SORUNU VE FILISTIN’IN GELECEĞI İsrail’in Filistin topraklarını işgali, birkaç haydudun, bir evi işgal etmesi (evin sahiplerine işkence ve zulüm yapması) ile eşdeğerdedir.7 Evin işgali ile birlikte, evde ciddi bir huzursuzluk olacağı açıktır. Ev sahipleri, işgalcileri evden atmaya çalışacaklar, işgalciler de ellerinde bulunan silahlarla buna direnecekler; iki taraf arasında, sürekli bir gerilim ve çatışma olacaktır. Böyle bir çatışma, emniyet güçlerine iletilse, emniyet görevlileri, evin içindeki çatışmalarda ev sahiplerinin mi, işgalcilerin mi haklı olduğunu araştıramaz. Emniyet görevlilerinin görevi, işgale bir an önce son vermek, işgalcileri gözaltına almak, mahkemeye sevk etmek, evi işgalcilerden tahliye etmektir. İsrail’in Filistin’i işgali de aynı niteliktedir. Filistinliler, işgale karşı direnme hakkına sahip olup, direnmeleri “meşru müdafaa” hakkına dayanmaktadır. Direnme hakkı (meşru müdafaa) işgal sona erinceye kadar devam eder. Ceza hukukunun temel kurumlarından biri olan meşru müdafaanın sınırları, sivil itaatsizlikten çok daha geniş kapsamlıdır. Ceza kanunlarında, saldırıya maruz kalan kişi, meşru müdafaa sınırları içinde kalmak kaydıyla, saldırıda bulunanı öldürse bile, cezalandırılması gerekmez. Filistinlilerin direnişi, meşru müdafaa hakkı kapsamında olduğu için dünyanın her yerinden destek görmektedir. Bu haklılığı (İsrail’in haksızlığı) nedeniyle, BM Güvenlik Konseyi, İsrail aleyhine (Filistin lehine) ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS onlarca karar almıştır. Ancak, meşru müdafaanın da bir sınırı bulunduğunu belirtmek gerekir. Bu sınır da bu hakkın, (sadece) saldırıda bulunana yöneltilmesi, masum insanları, kadınları, çocukları, kapsamamasıdır. İsrail, Filistinlilere olan desteği kırabilmek amacıyla, Yahudilerin yaşadıkları şehirlerde, sivil yerleşim bölgelerinde, kafelerde bombalar patlatmak, kadınları, çocukları öldürtmek suretiyle, bu örnek mücadelelerini lekelemeye, karartmaya çalışmaktadırlar. İsrail, çağdaş küresel sistemin şımarık çocuğudur. İsrail’e sadece BM nezdinde değil, hemen her alanda ayrıcalık yapılmaktadır. Coğrafi olarak Asya ülkesi olmasına rağmen, (futbol, voleybol, basketbol, vs.) spor kulüpleri, Avrupa liginde mücadele etmektedir. Batılı ülkeler, teokrasiye şiddetle karşı olmalarına rağmen, İsrail’deki “teokratik” esaslara dayalı yönetim biçiminden, hiç rahatsızlık duymamaktadır. İşgal sürecinde yaşanan sorunlardan biri de, İsrail’in Filistin toprakları içinde, yaklaşık 700 km. uzunluğunda 8 metre yüksekliğinde duvar örmesidir. BM kararlarına rağmen İsrail, bu duvarları örmeye devam ediyor. Duvar her zaman, yasakların sembolü olmuştur. Berlin Duvarının yıkılması, komünizmin çöküşünün sembolü olmuştur. Berlin duvarı yıkılırken sevinç gösterileri yapanların, İsrail devasa duvarlar inşa ederken sessiz kalması tam bir çifte standart örneğidir. Ama İsrail, istediği kadar duvar örsün. Her duvar, yıkılmak için yapılır. Bir gün bu duvarlar mutlaka yıkılacak. Çocuklarımız, duvarların üzerine çıkıp, yıkılan duvarların parçalarını hatıra olarak saklayacaktır… Dünyanın ve bölgemizin en önemli sorunlarından biri olan bu sorunu gidermenin yolu, İsrail’in Filistin topraklarındaki işgale son vermesi, (Filistin örgütleri, İsrail’in bağımsızlık ilan ettiği sınırlara çekilmesini kabul ettiğinden) bağımsızlığını ilan ettiği tarihten sonra gasp ettiği toprakları sahiplerine iade etmesidir. Birinin göğsüne ok saplanmışsa, tedavinin ilk aşaması, bu oku, yaralının göğsünden çıkarmaktır. Yaralıdan, “göğsündeki ok ile yaşamayı öğrenmesini” isteyemezsiniz. Yaralının tedavisi için ilk yapılması gereken iş, göğsündeki oku çıkarmaktır. İsrail de, Filistin’in kalbine saplanan bir ok gibidir. Filistin’in yaralarının iyileşmesi için, İsrail’in, işgal ettiği Filistin topraklarından çıkması/çıkarılması gerekir. Altını çizerek, bir kez daha yineliyorum; Ortadoğu’da Filistin sorunu değil, “İsrail Sorunu” vardır. İsrail, Osmanlı Devletinin çöküşünün (Osmanlı devletinin topraklarının paylaşılmasının) bir sonucudur. O süreçte, Osmanlı Devleti müdahale edemediği için böyle bir devlet kurulmuştur. “Hasta Adam” düştüğü yerden ayağa kalkarsa (ki, öyle görünüyor) İsrail’in meşruiyeti (varlık sebebi) sorgulanmaya başlayacaktır. İşgal ettiği toprakları, gerçek sahiplerine, Filistinlilere iade etmek zorunda kalacaktır. Bunun gerçekleşmesinin iki şartı vardır. Bunlardan birincisi, haklı olmaktır, Filistinlilerin haklılığı tartışma konusu bile değildir. İkincisi ise, hakkını talep etmektir, Filistinliler de haklarını kesintisiz ve fasılasız olarak talep ediyorlar. İnsanoğlu aceleci yaratıldığı için, sonucun hemen gerçekleşmesini istiyor. Böyle bir sonucu yakın bir zamanda görmek tabii ki hepimizi mutlu eder. Ama her zaman söylediğimiz gibi, biz zaferle değil, seferle mükellefiz… ● 1 Tevrat; Çıkış,3-8, Levililer, 20-24, Tesniye, 11-9, Yeremya, 11-5, 32-22, Hezekiel, 20-6, 15 2 Theodor Herzl, bu Kongrede yaptığı konuşmada; “kuzey sınırlarımız Kapadokya’daki (Nevşehir çevresi) dağlara, güneyde de Süveyş Kanalı’na dayanır. Sloganımız David ve Salamon’un (Davud ve Süleyman) Filistin’i olacaktır.” sözlerini sarf etmesi, Kongrede, “50 yıl içinde Yahudi devletinin kurulması” kararının alınması, Yahudilerin Filistin’e göçü, İsrail devletinin bağımsızlığının ilanı ve işgal sürecinin, belli bir plan dahilinde gerçekleştiğini göstermektedir. 3 İlhan ARAS, Filistin-İsrail Arasındaki Temel Sorunlar ve Uluslararası Hukuk, Çanakkale 19 Mayıs Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, Yüksek Lisans Tezi, 2010, Shf.3-4 “Bu göç dalgasından sonra da Yahudiler üzerindeki baskılar devam etmiş, Rusya’dan sonra Romanya’da görülen baskılar sonucu 1899 ile 1904 yılları arasındaki beş yıllık dönemde Romanya’dan 60 bin Yahudi göç etmiştir. Rusya’da gördükleri baskı sonucu ikinci ve daha büyük bir göç dalgası 1892’de yaşanmış ve yaklaşık 500 bin Yahudi başta ABD olmak üzere başka ülkelere göçe zorlanmıştır. Bu Yahudi göçleri, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’ne (ABD) giden Yahudiler hem buradaki politik etkinliklerini arttırmış hem de diasporanın örgütlenme girişimlerini başlatmaları gibi önemli sonuçlar doğurmuştur.” 4 Tarihi kaynaklarda, “Thedor Herlz’in, Yahudilere toprak verilmesi için önce, Almanya, Osmanlı ve İngiltere alternatiflerini denediği, başarılı olamayınca Osmanlı devletine başvurduğu, Osmanlı devleti kabul etmeyince, El-Ariş ve Mısır’ın istendiği, İngiltere’nin Uganda’da Yahudi devleti kurulmasını teklif ettiği” iddia edilmekte ise de, bu iddialar, Filistin’e Yahudi göçünü meşrulaştırma çabalarından ibarettir. Yahudileri Filistin’e göç etmeye yönelik politikalar uygulayan Almanya’nın ve bu projenin mimarı İngiltere’nin, kendi topraklarında “Yahudi yurdu” kurulmasına onay vermeyeceği ortadadır. 5 İlhan Aras, Age, shf.6 6 İsrail’in Başbakanlarından Ben Gurion’un, 1948’de İsrail devletini ilan ederken yaptığı konuşmada; “Filistin’in bugünkü haritası İngiliz manda yönetimi tarafından çizilmiştir. Yahudi halkının, gençlerimiz ve yetişkinlerimizin yeniden çizmesi gereken bir başka harita vardır ki, o da Nil’den Fırat’a kadar olan bölgeyi kapsamaktadır” sözleri, İsrail’in gerçek amaçlarının ve bölgedeki sorunların kaynağının ilanı niteliğindedir. 7 “Kötü Komşu” isimli bir filmde, göl kenarındaki bir dinlenme evine “yumurta isteme bahanesiyle giren iki gencin evi işgal etmesi, ev sahiplerine büyük işkenceler uygulaması” anlatılmaktadır. Bu film, İsrail’in Filistin’i işgaline güzel bir örneklik teşkil etmektedir. EYLÜL 2017 17 DOSYA DOSYA ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS TAHA KILINÇ Bu kısa da olsa önemli söyleşimizi Yeni Şafak yazarı Taha KILINÇ ile yaptık. Yazarımız,1980 Mersin doğumlu. Kartal Anadolu İmam-Hatip Lisesi ve İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni bitirdikten sonra, basın-yayın hayatına başlamışlar. Yayımlanmış 7 kitabı bulunmakta. Ortadoğu coğrafyasına daha bir ilgili olduğunu kaleme aldığı başarılı yazılarından öğreniyoruz. Bu kısacık cümlelerle kişiyi tanımak, tanımlamak oldukça güç… En iyisi biz hem yayımlanan kitaplarını okuyalım hem de köşe yazılarını… Hamaseti Tercih Ederseniz, Kudüs Size Kapılarını Kapatır SÖYLEŞİ: RÜSTEM BUDAK Her şehrin bir ruhu vardır. Kudüs’ün ruhunu nasıl tanımlayabiliriz? Her şehrin olduğu gibi Kudüs’ün de bir ruhu vardır, doğru. Kudüs’ün ruhu çok parçalı ve yorgun bir ruhtur. Ona nüfuz edebilmek için derinlemesine tanımanız ve bilmeniz gerekir. Tanımak ve bilmek yerine, duygusal sloganları ya da siyasi hamaseti tercih ederseniz, Kudüs size kapılarını ve pencerelerini kapatır. Siyonizm, Kudüs’ün ruhuna yabancıdır örneğin, Siyonistler de öyle. Müslümanlarsa, ellerindeki muazzam potansiyelden habersiz, karanlığa kurşun sıkmakla meşguller. Oysa öfkeye ya da slogana vaktimiz yok. Yapacak çok işimiz var. En başta da Kudüs’ü avcumuzun içi gibi tanımak… 18 EYLÜL 2017 Kudüs ve Dünya Barışı arasında ki bir ilişkiden söz edilirken aynı ilişki Müslümanların dirilişi ile Kudüs arasında da var mı sizce? Tarih boyunca Kudüs’e sahip ve hâkim olanlar dünyaya da hâkim olmuşlar. Bu denklemin tersi de doğru: Dünyaya hâkim olanlar mutlaka Kudüs’e de sahip ve hâkim olmuşlar. Bunlar birbirinden koparılamayacak derecede iç içe geçmiş mefhumlar. Kudüs’ün şu anki durumu İslâm dünyasının içine yuvarlandığı kaos ve karmaşanın da özeti aslında. Burada da şöyle bir denklemden söz edilebilir: Müslümanların durumu düzeldiğinde Kudüs’te de esenlik ve barış hâkim olacaktır; Kudüs’te barış hâkim olduğunda, Müslümanların da ahvâli ıslah olmuş demektir. ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS BILHASSA İsrail işgalinin getirdiği sıkıntılara karşı, Kudüs’teki Hıristiyanlar ve Müslümanlar bugün omuz omuza mücadele verebiliyor. Her iki dinin mensupları arasında Kudüs bağlamında samimi bir dayanışmadan söz edilebilir. Müslümanlarsa, Kudüs’ü seviyorlar fakat İslâm dünyasında bu kutsal şehir hakkında yeterli bilgi birikimi yok. Kudüs her kesim için istenen, fetih için yola çıkılan ve arzulanan bir yer olmuş. Kudüs’ün bu çekiminde rol oynayan ana etkenler hangileridir? Kudüs, her şeyden önce manevî kıymeti bulunan bir şehir. Tarih boyunca Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık, gözünü Kudüs’e dikmiş. Şehrin coğrafi konumu, stratejik önemi, Ortadoğu’da durduğu fizikî yer vs. manevî çekim gücüyle kıyaslandığında çok önemli değildir. Hatta Kudüs, sadece coğrafi olarak düşünülürse, öncelikli bir şehir bile değildir. Ama manevî cephe ilave edildiğinde Kudüs paha biçilmez bir mevkie yükseliyor. Müslümanların, Yahudilerin ve Hıristiyanların tasavvurunda Kudüs algılarında sorunlu alanlar nelerdir? Yahudiler Kudüs’ü “kendilerine has” bir şehir olarak tasavvur edip, Hıristiyanların ve özellikle de Müslümanların şehre dair haklarını ve iddialarını boşa çıkarmaya çalışıyorlar. Bilhassa İsrail işgalinin getirdiği sıkıntılara karşı, Kudüs’teki Hıristiyanlar ve Müslümanlar bugün omuz omuza mücadele verebiliyor. Her iki dinin mensupları arasında Kudüs bağlamında samimi bir dayanışmadan söz edilebilir. Müslümanlarsa, Kudüs’ü seviyorlar fakat İslâm dünyasında bu kutsal şehir hakkında yeterli bilgi birikimi yok. Öfke ya da hamaset arasında salınıp duran Müslüman bireylerin bugün en fazla ihtiyaç duyduğu şey, derinlemesine bilgi… Kudüs’ün fethi ve fatihi bu defa kim olacak? Hep dışardan bekleniyor, bu fetih. İçerden bir fethin imkânları nelerdir? Fetih, ancak bilinçle ve bilgiyle gerçekleşir. İşin teknik gereklerini ve şartlarını hazırlamadan, sadece laf üretilmiş olur. Kim bu şartları sağlarsa, fethe de o hak kazanır. ● EYLÜL 2017 19 DOSYA DOSYA ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS Kudüs’te Bir Bayram Sabahı SELVİGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHİN “Ey kalbimin şehri Her gün seni soruyorum Bir dosta nasılsın der gibi Taş duvarlarındaki cevheri Meryem’in sancısını Narını, zeytinini, miracını Köşede mum alevi gibi yalnız kalışını Soruyorum matemini sırlarını Ey kalbimin şehri” (Bünyamin Doğruer) A ydınlığa gebe serin bir Ramazan gecesinin seherinde düştük yollara.. Bakir ışıkların aydınlattığı İstanbul sokaklarını, Ramazan şenliklerini, bol çeşitli sofraları, ışıl ışıl mahyaları, gümüş gümüş kubbeleri, narin minareleri, bayram alışverişlerini, okul hazırlıklarını, dergi yazılarını, cinayet haberlerin, kayıp ilanlarını ve dahi buradaki dünyamızı gerilerde bırakıp, başka bir dünyanın eşiğine doğru aheste revan yola koyulduk. Musa’nın topuklarının değdiği, İsa’nın müjdesinin yayıldığı, Zekeriya’ nın hâmi olduğu, Davud’un sesinin yankılandığı, Süleyman’ının kuş ordularının, Cin ordularının namazgâh tuttuğu, Belkıs’ın eteklerinin savrulduğu, Harun’un kardeş sancılarının sindiği, İbrahim’in içli dualarıyla gözyaşlarının sel olduğu, Sare’ nin muhteşem güzelliğinin konuk olduğu, Yakup’un içli yakarışlarla gözlerinin âmâ olduğu, Muhammed’in yetim kalmış yüreğinin, yeryüzünden ziyade, göklerde ağırlandığı, Meryem’in doğum sancılarının müjde olduğu ve Hüdhüdün haber uçurduğu; çöllere, mescitlere, 20 EYLÜL 2017 havralara, kiliselere, camilere, kubbelere, taş duvarlara, çarşılara, asırlık meskenlere ve kutsal kılınmış olan Mescidi Aksa’ ya idi yolculuğumuz.. Vatan olmuş, vatan bilinmiş kutsal topraklara idi… Şair diyor ya “Mataramda tuzlu su” biz de o da yoktu. Ama uzun yola çıkmaya yine de hüküm giymiştik. Orucu yüreklerimize yâren kılıp, sabırla ve duayla artık yollardaydık. Grubumuz müstesna simalardan oluşuyor. Rehberimiz Kudüs Sevdalısı yürekli bir insan. Onun heyecanı ve enerjisi hepimizi gezi boyunca diri tutuyor ve heyecanlandırıyor. Gazze bombalanırken dualarıyla yüreklerimize tercüman olan değerli Ramazan Kayan Hocamız, şiirleriyle Kudüs’ü her dem hatırlayan, yürekli mısralar dizen Şair, Bünyamin Doğruer bizimle. Grubumuzda eğitimciler ve dernek temsilcileri çoğunlukta. Tel Aviv’e ulaşınca havaalanında bekletiliyoruz. Bu hep oluyormuş diyor arkadaşlar. İlginç manzaralara şahit oluyoruz. Farklı insanları ve mekânları görmek insanın ufkunu açıyor. Gezerek, görerek öğrenmenin künhüne varıyoruz. Yahudi din adamları, her türden insan, Hıristiyan turisteler hepsi birer birer geçiyor. Bir biz kalıyoruz. Beklemek yüreğimi acıtıyor. Kardeşlerime kavuşacağım, birkaç saat sonra biliyorum. Sevinçten mi, yoksa içine düştüğümüz bu anlamsız bekleyişten mi gözlerim nemleniyor. Ben onları özlemle görmek istiyorum. Onlar benim kardeşlerim. Hamisiz kalmış, kolu kanadı kırılmış, milyonlarca Müslümanın gözü önünde özgürlüğün ve direnmenin tarihini yazmış her biri iman bombası yürekleri ile dünyalara bedel kardeşlerim onlar benim. Ben onları görmek için gidiyorum. Çocuklarımı uykularında öperek, eşten ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS dosttan geçerek, vatan bildiğim İstanbul’u, evimi ocağımı gerilerde bırakarak düştüm bu yola. Sadece onları görmek istiyorum. Onların yalnız ama imanı bir aşk gibi kuşanmış yüreklerine çocuklarımın masum dualarını bırakmak için gidiyorum… Yüreğim onlardan ilham ve hız alsın istiyorum. Haksızlığa ve zulme karşı hep yanlarında olduğumu ve olacağını haykırmak için gidiyorum. Ve onları daim seveceğimi, onların adanmış yüreklerine hep gıpta ettiğimi söylemek için gidiyorum. Anlamsız bekleyişlerden sonra nihayet ulaşıyoruz Kudüs’e. Kudüs bir nazlı gelin gibi bekliyor tüm Müslüman yürekleri. Mihrinin verilmesini bekliyor. Hamî istiyor, sahip istiyor. Örtülerinin açılmasını, asırlık sırlarının saklanmasını istiyor. Nazlı duvağını açmak, kendini teslim etmek için; Kudüs bedel istiyor Müslüman dünyadan. Yeryüzü bana mescit kılındı diyen Resule uyarak, kadim her taşında secdelerim, ayak izlerim olsun diye çabaladım, ama çaresiz ve düşkün kaldım. Yetmedi yüreğim o güzel insanların hızlarına, ulaşamadı dualarım onların gözyaşına karılmış nidalarına. Hep bir yanım eksik kaldı. Hâlâ kirlerimden, dünyalıklarımdan, malımdan, mülkümden, eşimden, çocuklarımdan ve dahi tüm eşyamdan adım alamamıştım. Oysa onlar ne güzeller, ne sadeler, nasıl da peygamberin izindeler. Bir lokma, bir hırka… Ama uyumadan, uyuşmadan, dipdiri ve esenlik sağan dualarına umutları yükleyerek… Onların mini mini yavruları, yiğit eşleri, cengâver delikanlıları, gelinlik kızları cennete erkenden konuk oluyor. Ah, vah yok cehrelerinde… Kubbe tül Sahranın önünde sohbet ediyoruz. Sekiz çocuklu bir anne ve yanında çocukları. Onlara muhabbetimi anlatıyorum. Çantamdan verecek bir şeyler arıyorum. Tel kare gümüş bir broşu genç kızlardan birisinin yakasına takıyorum. Sevinçliyiz. Yüreklerimiz coşkulu. Onlara İstanbul’dan, Türkiye’den selamlar getirdim heyecanla aktarıyorum. Neden sonra nerden aklıma gelmişse soruyorum. “Babanız ne iş yapıyor? “Gayet normal bir şekilde, “çarşıda “der gibi, “işte” der gibi,” gezmeye gitti “der gibi,” hapiste ‘diyorlar. Hem de sekiz yıldır. Ben bir tuhaf oluyorum. Ama onların gözlerinde hâlâ yıldızlar parlıyor, yanaklarında gamzeler açıyor. Anlıyorum onlar için hayatın anlamı bu… Bununla nefes alıyor, bununla imanlarını kavi ve anlamlı kılıyorlar… Onlar sadece bunun için yaşıyorlar. Mescidi- i Aksa’ da olmak yetiyor onlara. Labirent gibi uzanan dar taş çarşılar, taş evler cennet diyarlarından bir diyar gibi onlara her dem esenlik sağıyor… El Halil’de, Batı Şeria’da, Beytül Lahim’de, Zeytin Dağında, Yeni ve Eski Kudüs ‘te, Eriha’da, birçok kutsal mekânı gezdik. Peygamber diyarında bulunan tüm Peygamberlerin makamlarını ziyaret ettik. Selmani Farisi gibi Rabia tül Adevviye gibi EYLÜL 2017 21 DOSYA DOSYA ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS büyükleri de makamlarında ziyaret etmeye çalıştık. Ve sayılı gün gelip geçer. Bayram gününe ulaştık. Ramazanın son üç gününü Kudüs’te geçirdik. Her yandan kuşatılmış, bu rüya şehrinin sokakları, her şeye inat bayram telaşını tarifsiz bir coşkuyla yaşıyor. Tarihi taş çarşıları insan seli eşliğinde geçiyoruz. Genelde Babuz Zehra kapısını kullanıyoruz. Genç, yaşlı, çoluk çocuk herkes yollara düşmüş gibi. Bir ırmak coşkusuyla insan seli Mescidi Aksa’ ya akıyor. Turşu, baharat ve tarih kokan çarşılardan geçerken kendimi bir an Mahmut Paşa da zannediyorum. Oysa burası daha mütevazı… Kuruyemiş dükkânları, incik boncuk, rengârenk kıyafetler, feraceler, oyuncaklar ve dahi neler neler… Bayram hüzünlü çehrelere, yetim yüreklere nasıl da cennet sevincini yaşatıyor. Bayram her yerde Bayram… İster yetim ol, ister dul, kimsesiz, terkedilmiş, yüzün gülüyor, senin de kapın çalınıyor. Ellerinden tutuyor melekler, görünmez tebessümler konduruyorlar gül çehrene. Sabah namazını deryada damla olup, insan seliyle eda ediyoruz. Allahu Ekber diyerek tekbirler getiriyoruz huşu ve hüznü kuşanıp. Yeryüzünü mescit duyarlılığı ile yaşayanların arasındayız. Kardeşlerim muhteşem bayram sevincini yaşıyorlar. Oralarda bayram, gerçek, olması gereken Bayramlar gibi yaşanıyor. Ve kefeni beline kuşanıp minberde hutbe okuyan hocanın okuduğu ayetler kalıyor en son aklımda: Tevbe111: Kuşku yok ki, Allah yolunda çarpışan, öldürülen müminlerden Allah, karşılığında cennet vaat ederek mallarını ve canlarını satın almıştır. Bu Allah’ın Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da gerçekleştirmeyi üstlendiği bir vaadedir: Hem sözüne Allah’tan daha sadık kim olabilir? Öyleyse sevinin O’nunla böyle bir alışveriş yaptığınız için; bu, işte budur muhteşem mutluluk! Kudüs’teki Müslümanların alışverişleri ne güzel, ne bereketli, ya bizim alışverişimiz, bizim muhteşem mutluluğuz nerelerde?* KUDÜS BİZİ BEKLİYOR Dostlar Kudüs bizi bekliyor. Cumhurbaşkanımız en son “Kudüs imkân değil iman meselesidir, imkânı olan herkes Peygamber Efendimizin çağrısına uyarak bu kutlu mabedi ziyaret etmelidir” diyerek Kudüs’e sahip çıkmaya davet ediyor tüm Müslümanları. Bu önemli bir çağrıdır. Bu çağrıya kulak verelim dostlar. Kudüs elden gitmeden, Yahudi’nin postalları mübarek beldeleri çiğnerken, mahremiyete el uzatırken zalimler biz Kudüs’e sahip çıkalım. 22 EYLÜL 2017 Kudüs’e seferlerimiz olsun. Yol bulalım, yol olalım. Gücümüz yettiğince, çoluk çocuğumuzla yollara düşelim bir Kudüs seferi başlatalım. Yıllar önce gittiğimde hac için gelen yüzlerce Hıristiyan’ı görünce nasıl da şaşırmıştım. Evet, Hıristiyanlar, Yahudiler akın akın Kudüs’e gidiyorlar. Bizler de akın akın Kudüs’e gitmeli oraları boş bırakmamalıyız. İnanın bu hiç de zor ve imkânsız değil yeter ki isteyin gitmeyi Rabbim öyle yollar açıyor ki… Filistin halkı şimdilerde her zamankinden daha çok hamilere muhtaçtır. Onların o yürek delen duaları, cennet esintili teslimiyet bürünmüş halleri var her daim. Onlar çoktan gemileri yakmışlar. Kavi imanlarıyla, hepsi birer iman bombası olarak Yahudi’nin tam karşısında dimdik duruyorlar. Hiç korkuları yok, biliyorlar ki gidecekleri yer cennet, şehadet soluğuyla bir adım ötede. Rabbim bizleri Kudüs’e hami eylesin. Rabbim, hain Yahudi askerlerinin postallarıyla kirlenen Mescid-i Aksa’yı, Kubbe -tül Sahra’yı korusun. Emin beldelerden bir belde eylesin. Kudüs’te kandiller sönmesin Rabbim. Kudüs’te masum çocukların çığlıklarına karşı, ses veren yürekler, çare olan yürekler ver Müslümanlara Rabbim. Duyarlılık ver Allahım Müslümanlara. Ümmeti bir eyle, cem eyle, bu zulüm karşısında dimdik ve mazlumları savunanlardan eyle Allah’ım. Dünyanın süfli ve geçici duraklarında soluklanırken kutlu bir beldede yine o Kutlu Mabedin bekçisi olanlara bizleri yardımcı eyle Allahım. Masum çocuk çığlıklarının Kudüs diye arşı alaya yükseldiği demlerde gönder ebabillerini Rabbim. Gönder görünür ve görünmez ordularını zalimlerin üzerlerine. İşgalci alçaklara fırsat verme Rabbim. Dostlar Kudüs bizi bekliyor. Dualarımızla, içli yakarışlarımızla Kudüs bizi bekliyor. Ama en çok da o kutlu beldeye uğrayıp, ziyaretimizi bekliyor Kudüs. Çok geç olmadan, Kudüs elden gitmeden, düşelim yollara, imkânlarımızı zorlayalım, ne çok boş yere akıttığımız, tükettiğimiz paramız var oysa. Biz kutlu bir alışveriş yapalım ve mazlumları ziyaret için düşelim Kudüs yollarına. Eğer imkânımız yetmiyorsa o zaman gücümüzün yettiğince yardım edelim, dua edelim, niyazda bulunalım, secdelere kapanıp Kudüs’ün yetimleri, Mescid-i Aksa’nın özgürlüğü için yakaralım Rabbime… Kudüs bizi bekliyor dostlar bunu hiç unutmayalım… ● * 2009 Ramazan Bayramı Kudüs ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS Ümmetin Dirilişi ve Direnişi Kudüs’ten Geçer RAMAZAN DEVECİ “Kudretimizin ve rahmetimizin işaretlerinden bir kısmını göstermek için, bir gece, kulu Muhammed’i Mescid-i Haram’dan alıp çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı çok yücedir. Gerçekten O, her şeyi işitir; her şeyi bilir.” (İsra,1) B u ayette ve Sebe suresinin 18. ayetinde ifade edilen çevresi mübarek kılınan Beytü’l Makdis Kudüs’tür. Kudüs aynı zamanda Hz. İsa’nın incir ve zeytin yurdudur. Tin suresinde yemin edilen emin beldedir Kudüs. Kudüs yeryüzünün en eski yerleşim yerlerinden biridir. Kudüs Kur’an’da adı geçen Peygamberlerin en az yarısının bir şekilde uğradığı tam bir vahiy yurdudur. Bir tevhit şehridir Kudüs. Üç ilahi dinin kutsal kabul ettiği tek şehirdir, Kudüs. Sezai Karakoç’un ifadesi ile gökte yapılıp yere indirilen bir tanrı şehridir, Kudüs. Dünya’nın merkezi bir anlamda Ortadoğu’dur. Çünkü Ortadoğu insanlığın dünyadaki ilk yerleşim yeridir. İnsanlık buradan Dünya’ya yayılmıştır. Ortadoğu’nun merkezi ise Filistin’dir. Filistin Peygamberler diyarıdır. Tevhid- Şirk mücadelesinin merkezidir. Direnişin ve dirilişin mekânıdır. Tevhide şahitlik eden şehitlerin yurdudur Filistin. Filistin’in merkezi ise Kudüs’tür. Kudüs Tanrı şehridir. Allah’ın vahyinin şahididir. Yıllarca semalarında vahyin yankılandığı, vahyin hayat bulduğu şehirdir Kudüs. Dört kutsal kitaptan üçü burada nazil olmuştur. Nice peygamberleri bağrında barındırır. Son Peygamberin, diğer tüm Peygamberlere imamlık yaptığı mekândır. Bir anlamda tüm Peygamberlerin buluşma noktasıdır. Kudüs’ün merkezi ise Mescid-i Aksa’dır. Mescid-i Aksa, Hz. Süleyman’ın mabedi, Hz. Meryem’in sığınağı, Hz. Zekeriya’nın müjdesinin şahidi, Hz. Muhammed’in miraç yurdudur. Müslümanların ilk kıblesidir. Kudüs evrensel bir şehirdir. Ve insanlık tarihi kadar eskidir. Kudüs’ün direniş ve diriliş tarihinde kimler yok ki: Hz. İbrahim, Hz. Davut, Hz. Süleyman, Hz. Zekeriya, Hz. İsa, Hz. Meryem ve Hz. Muhammed’e kadar bir peygamberler silsilesi… Krallar, imparatoriçeler, şairler, azizler, azizeler, fatihler en çokta şehitler… Hz. Ömer’den Selahaddin Eyyübi’ye, Kanuni Sultan Süleyman’dan İkinci Abdulhamid’e, Fethi Şikaki’den Şeyh Ahmet Yasin’e, Yahya Ayaş’tan Abbas Musavi’ye, 15 yaşında şehit olan genç kız ve genç erkelere kadar Kudüs’ün 3 bin belki de 5 bin yıllık bir mücadele öyküsü devam ediyor, dirilişin ve direnişin şehri olarak… Kudüs’ün Tevhid ve adalet adına bilinen ilk Müslüman Fatihi Hz. Davut (as)’dır. Hz. Davut’tan sonra Hz. Süleyman’ın muhteşem devletinin başkentidir Kudüs. Daha sonra işgallere uğramış yıllarca Romalıların hâkimiyetinde kaldıktan sonra Hz. Ömer döneminde İslam’la tanışmıştır. 638 yılında Müslümanların hâkimiyetine girmiştir Kudüs. İslam’ın sağladığı özgür ortamda yıllarca üç dinin mensubu özgürce yaşamışlardır. Müslümanlar olarak biz tarihsel açıdan Hz. Davut’un (as) ve Hz. Ömer’in varisleriyiz ve binlerce yıldır Kudüslüyüz. 1517 yılında Osmanlı yönetimine giren Kudüs 1917 yılına kadar Osmanlı yönetiminde kalmıştır. 1967 yılında Siyonistler tarafından EYLÜL 2017 23 DOSYA DOSYA ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS KUDÜS’ÜN özgürlüğü davasını yüreğinde taşımayan bir Müslüman’ın yüreği de, düşüncesi de, inancıda işgal altındadır. Kudüs ümmetin aynasıdır. Kudüs özgür değilse ümmet özgür değil demektir. Kudüs özgür değilse Mekke, Medine özgür değil demektir. İstanbul, özgür değil demektir. İşgal edilen Kudüs bizimdir. Kudüs bizim vatanımız, Kudüs bizim yurdumuz, Kudüs bizim emanetimiz, Kudüs bizim ilk kıblemizdir. Kudüs’te üç dinin ve diğer inanç sahiplerinin, özgürce yaşayacağı adil bir ortam oluşturmak Müslümanların görevidir. Bunun için Kudüs’ün Siyonist işgal rejiminden kurtulması özgürlüğüne kavuşması gerekir. Misak-ı Milli sınırlarını vatanları olarak belirleyenler seküler bakış açısı ile Kudüs’ün vatan toprağı olduğunu anlayamazlar. Birinci Dünya Savaşı sonrasında cetvelle çizilmiş yapay sınırları tanımayan bütün bir ümmet coğrafyasının vatan toprağı olduğunun farkında olanlar için, itikadın ve vefanın şekillendirdiği gönül haritamızın en önemli yerlerinden biridir Kudüs. Bu iman ve vefa bize Kudüslü olduğumuzu söylüyor. Evet, biz Kudüslüyüz hem de İstanbullu olduğumuzdan daha fazla Kudüslü. Eğer ümmet bir diriliş yaşayacaksa bu dirilişin önemli bir ayağı Kudüs’tür. Kudüssüz bir diriliş söz konusu olamaz. Kudüs’le birlikte neleri yitirdiğimizi anlayamadan, yükselişe ve dirilişe geçemeyiz. Öncelikle Kudüs’ü doğru okumamız gerekir. Ümmetin esareti Kudüs’ün esareti ile birlikte başlamıştır. Kudüs özgür olmadan ümmetin özgürlüğü söz konusu olmaz. “Kudüs’ü savunmak gerçek bağımsızlığı savunmaktır.” demiş Nuri Pakdil usta… Kudüs’ü savunamayan bir İslam ülkesi bağımsızlığını kaybetmiş demektir. İnsanımıza ‘Kudüs Bilinci’ kazandırmazsak, diriliş ruhu veremeyiz. Dirilişin ve direnişin anahtarıdır Kudüs. Evet, Kudüs bugün işgal altında… Tanrı şehri Kudüs Siyonist zulme şahitlik ediyor. Peygamberimizin miraç yurdu, Müslümanların ilk Kıblesi Mescid-i Aksa işgal altında ve özgürleşeceği günü bekliyor. Siyonist zulüm Mescid-i Aksa’yı yıkmanın hesabını yapıyor. Kutsal Kudüs toprakları her gün yeni bir işgalle karşılaşıyor. Siyonist işgal yönetimi Kudüs’te sürekli yeni yerleşim yerleri açarak işgali genişletiyor. Kudüslü Müslümanlara eşsiz zulümler yapıyor. 24 EYLÜL 2017 İşgal yönetimi gayrı meşru bir devlettir ve Müslümanlar bu gayrı meşru devletle normal ilişkiler geliştiremezler. Müslüman halklar bu işgalci rejim ile ilişki kuran yöneticilerini uyarmak zorundadır. Bu zulüm, bu işgal, bu esaret karşısında Kudüs’ün özgürlüğü bir İman davasıdır. Kudüs’ün özgürlüğü mücadelesi Müslüman olmanın doğal sonucudur. Eğer bir Müslüman’ın ya da adı İslami olan cemaat ya da grupların Kudüs’ü özgürleştirme mücadelesinden haberi yoksa en hafif ifade ile gaflet halindedir. Böyle Müslümanlar/ grup ya da cemaatler küresel güçlerin oyuncağıdır. Kudüs davası İslam davasıdır. Aklı, fikri, yüreği, inancı özgür Müslümanların davasıdır Kudüs. Bir Müslüman’ın İslam bilincinin mihenk taşıdır Kudüs. Kudüs’ün işgali Müslüman yüreklerin işgalidir. Onun için yürekler özgür olmadan Kudüs özgürlüğüne kavuşmaz, Kudüs özgür olmadan, Müslümanlar özgür olamaz. Kudüs’ün özgürlüğü davasını yüreğinde taşımayan bir Müslüman’ın yüreği de, düşüncesi de, inancıda işgal altındadır. Kudüs ümmetin aynasıdır. Kudüs özgür değilse ümmet özgür değil demektir. Kudüs özgür değilse ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS Mekke, Medine özgür değil demektir. İstanbul, özgür değil demektir. Mevlana, aşkın insan için öneminden bahsederken “kimin yüreğinde aşk yoksa yok olsun” der. Müslüman bireylerin oluşturduğu kurumların, dernek, parti, vakıf, cemaat, tarikat parti vb adına ne derseniz deyin, faaliyetlerinde, programlarında, Kudüs’ü özgürleştirmek yoksa bu dernek ve vakıflar dirilişi ve direnişi temsil edemezler. Bu dernek ve vakıflar bir nevi küresel güçlere hizmet ediyorlar demektir. Mevlana’nın yüreğinde aşk olmayan yok olsun dediği gibi, programında Kudüs’ün özgürlüğü olmayan, adı İslami dernek ve vakıflar yok olsun diyebiliriz. Sevgili dostum Abdurrahman Kılıç’ın dediği gibi “Bir Müslüman’ın bireysel dünyasında düşüncelerinde, hayallerinde ve dilinde özgür Kudüs özlemi, özgür Kudüs’te, Mescid-i Aksa’ da namaz kılma özlemi yoksa yok olsun.” Programında, düşüncesinde Kudüs’ün özgürlüğü davası olmayan vakıf ve derneklerin varlıkları ile yoklukları arasında bir farkta yoktur. Bir anlamda yok olmuşlardır. Hayalinde, düşüncesinde, hedefinde Kudüs’ün özgürlüğü olmayanın aşkı da yoktur demektir. Çünkü Kudüs aşktır, aşkın kendisidir. Nuri Pakdil “Ben ‘Kudüs’ü bir kol saati gibi hep yanımda taşıyorum” der. Kudüs’ü bir kol saati gibi taşımak yetmez. Kudüs’ü âşıkın maşukunu taşıdığı gibi yüreğimizde taşımamız gerekir. “Kudüs benim aşkımdır, onu gece gündüz hayalimde, ruhumda, yüreğimde taşıyorum…” diyebilmeliyiz. Kudüs işgal edildiğinde senelerce gülmeyen Selahaddin-i Eyyüb-i Kudüs’e âşık olmasa idi bu ruh halini yaşaya bilir mi idi? Kudüs’ün kurtuluşunu bir ideal olarak yüreklerinde taşıyanların yükü Kudüs aşkıdır, özgür Kudüs sevdasıdır. Kudüs aşkı, Kudüs’ün özgürlüğü için her türlü fedakârlığı göze almayı gerektirir. Kudüs’ün özgürlüğü, Kudüs âşıklarının eli ile gerçekleşecektir. Kudüs acısı, sürekli yaşadığımız aşkımızdır bizim. Çünkü Kudüs sızlayan sol yanımızdır bizim. Ümmetin diriliş ve direnişi Kudüs’ten geçer diyoruz. Gerçek direniş özgür Kudüs için mücadele vermektir. Bu mücadeleyi de ancak dirilişi yaşayanlar verir. Diriliş de, direniş de Kudüs’le mümkündür. Sevdası Kudüs olanlara selam olsun… Davası Kudüs’ün özgürlüğü olanlara selam olsun… Dirilişin ve direnişin erlerine selam olsun… ● EYLÜL 2017 25 DOSYA DOSYA ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS Kudüs Seyahat Notları MUHAMMED GÜLNAR “Yaranın, acının, işkencenin, ölümün adresine yolculuk var bugün. Hz. Ömer’in anahtarlarını teslim aldığı, Zengi’nin ahdini yerine getiren Sultan Selahaddin’in fethettiği, Halepli marangozun minberini, Abdulhamit’in reddini anlama günü bugün. Feti Şekaki’nin, Rantisi’nin, Şeyh Ahmet Yasin’in kanlarını feda ettiği yer. Bizim de niyetimizin halis olmasına bağlı olarak Allah’ın yardımını umarak… Rachel’ın direnişine, Rosa’nın oturuşuna ortak olma günü bugün… Aliya ruhuyla Molcom’larla Hanzalanın vatanına yolculuk var bugün…” İ KUTLU YERE ZORLU YOLCULUK stanbul’dan Ürdün’e oradan karayoluyla İsrail sınırına gittik. Pasaport kontrolleri, güvenlik cihazları, bagajlar, asık suratlar, düşmanca bakışlar… Tam 56 kişilik Türkiye kafilesi olarak İsrail’in işgal ettiği sınırdayız… Gün böyle başladı, 56 kişilik Türkiye kafilesi işte böyle girdik sınıra. Tekrar pasaportlar, güvenlik cihazları, formlar… Ve sebepsiz bekleyişler saatlerce… Evet yanlış duymadınız dakikalarca değil saatlerce!... Sebepsiz toprak işgalcilerine sebepsiz bahaneleri sormak anlamsız geldi herkese. Bekleyiş; Bir saat, iki saat, üç saat… Dakikalar geçerken güzide kafilemiz. Ben onlara ‘Aksa Yarenleri’ diyordum orada.. İki seccadenin ancak serileceği, küçük bir mescitte, Önce bayanlar sonra erkekler nöbetleşe namazlarımızı kılıyorduk; bize yönelen şaşkın ve hain bakışlar arasında… Etrafta dolaşanlar, volta atanlar, oturanlar, konuşanlar, uyuyanlar, çalışanlar; her türlü insan. Ve bir şey daha vardı ki; sınıra giren kimsenin gö26 EYLÜL 2017 zünden kaçmazdı, kaçamazdı. İsrail sınırındaki bu yerin duvarları dev yağlı boya resimlerinden oluşan bir sergiyi andırıyordu. Her tarafta Kubbet’us Sahra’nın ve Burak duvarının resimleri...”Burası bizim” diye horozlanıyorlardı, hele bir resim vardı ki resmen aşağılayıcı.. Ürdün Kralının eğilerek İzak Rabinin sigarasını yakarken onun aşağılayıcı bakışı kurşundan daha çok kanattı içimizi… Siyonist İsrail bunu gözümüze gözümüze sokuyordu küstahça!.. İlk raund: “Psikolojik savaş”... Kafiledekiler birbiriyle tanışıyor, sohbet ediyor, bekliyor. Ve ilk haber, ilk soru bir kardeşimize: -Sen Arnavut olduğun halde neden Türkçe ve Arapça biliyorsun? “Müslüman olmak ve Türkiye de okumak” cümlelerini, dünyaya kulak tıkayan bir milletin duyması mucize olurdu herhalde! İkinci haber, ikinci soru bir diğer kardeşimize: -Sen neden İran’a gittin?.. Ve tekrar sorgulamalar!. Saatlerce bekleyişler!. Kafilemizde 14 bayan vardı, bunlardan biri de çok yaşlı bir Teyzemiz idi. Mescidi Aksa’ya gelmişti Dünya’nın birçok yerini gezmiş şimdi de son arzusu Kudüs’ü ziyaret etmekmiş, hem de eşini ev de tek başına bırakarak… Aksa’yı da göreyim Rabbimden daha da bir şey istemem diyordu. Gezginci teyze” diye takılırdım ona… Dakikalar ilerlerken tansiyonlar yükseldi, sekiz saattir bekliyorduk, rekor saate ulaşmıştık… Akşam ezanı vakti girmişti. Kafile dağınıktı ve birçoğumuz çok kızgındık. Bir anda aklıma bir şey geldi ve kafiledeki arkadaşlara haydi toparlanın akşam namazını cemaatle kılalım ve ‘Veleddallin’ den sonra herkes yüksek sesle amin desin dedim. Hemen ezan okuduk, İsrail sınırının ortasında saflar oluştu, tam 56 kişi cemaat olduk; arkamıza ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS olayın şaşkınlığıyla katılanlar hariç ve bu sefer biz İsraillin kalbinde Siyonistlerin gözlerinin içine baka baka… Evet, biz Türkiye den gelen 56 kişilik kafile akşam namazını, bizi Kudüs’e sokmayan İsraillilerin gözlerinin önünde kılıyorduk. Aman Allah’ım mükemmel bir duygu, mükemmel bir manzaraydı. Allah bir daha bu tabloyu görmeyi nasip eder mi bilemem ama o anı bana yaşattığı için Rabbime hamdolsun. Adeta meydan okur gibi ortalarında namaz kılıyorduk. Filistin’e geçmek isteyen Araplardan birkaçı bizi görünce büyük bir sevince kapıldı, heyecan içerisinde ne olduğunu anlayamadan onlar da safımıza dahil oldular. Fatiha süresinden sonra cemaat topluca, etrafı inleten, gür bir sesle “AAMİİN” dedi. Selam verdiğimizde bizimle beraber namaz kılan Filistinliler sevinç gözyaşlarıyla bizlere sarılarak bu gün burada İsrail’in kalbine kurşun sıktınız, cihadın en büyüğü zalimin zulmünü yüzüne haykırmaktır, sizde bu gün bunu yaptınız, dediler. Derken bir anda etrafımız silahlı İsrail askerleri ile çevrildi. Bir yandan bize gözdağı verip etrafımızı silahlarla sararken diğer yandan da iftar hazırlığı yapılıyordu Hayretler içerisindeydik İsrailli yetkililer utanmadan bu eziyetlerine rağmen güya bizim iftar yapmamız için sofra hazırlıyorlardı. Hemen müdahale ettim arkadaşlar ben bunların yemeğini yemeyeceğim dedim. Kafiledeki herkes gayet kararlı ve hiddetli bir şekilde yemek yemeyi reddettiler. Biz yemek yemeyi reddetmemize rağmen görevlilerden bazıları ısrarla bayanlara su ve yemek isteyip istemediklerini sordular. Hanım kardeşlerimizin iradelerini zayıf zannederek psikolojik baskı yaptılar fakat gereken cevabı en net şekilde verdi hanım kardeşlerimiz. Biz onların yemeklerini yemeyince İsrailli Siyonistler ellerine meyve suyu ve yiyecek alıp karşımızda yemeğe başladılar; oruçlu olduğumuz için sözde nispet yapıyorlardı -akılları sıra-! Ancak kendi çantalarımızdan çıkarıp içtiğimiz bir yudum su herkesi doyurmaya çoktan yetmişti. O saatten sonra hepimiz ayakta beklemeye başladık. Ve haber geldi: -İki arkadaşınız giremez! Karar sizin! Biz gelirken “Ya hep ya hiç” demiştik, şimdi iki kardeşimize dur diyorlardı. Sınırın ortasında karar meclisi kuruldu. Ne yapılacaktı bundan sonra? İki arkadaşımız da ısrarla fedakârlık gösteriyorlardı ama kafile kararsızdı, istişare sonucunda Aksa ‘ya devam kararı alındı. Herkes sessiz, herkes ÜRDÜN Kralının eğilerek İzak Rabinin sigarasını yakarken onun aşağılayıcı bakışı kurşundan daha çok kanattı içimizi… Siyonist İsrail bunu gözümüze gözümüze sokuyordu küstahça!.. İlk raund: “Psikolojik savaş”... buruktu… Kafilemizden 2 güzel insanı Ürdün’e geri göndererek. Aksa ‘ya doğru yol almaya başladık. Otobüste derin bir hüzün ve sükut hâkimdi… KUDÜS’E GIRIYORUZ Otele vardık ve sahurda buluşmak üzere sözleşiyoruz. Sahur vakti Aksa heyecanı sarıyor hepimizi. Hızlıca sahurumuzu yapıp; Eski Kudüs’e kafilece yola çıkmak için bekliyoruz. Herkes toplanıyor ve otelden çıkıyoruz. Hâlâ gecenin karanlığı hâkim sokaklara ya da İsrail’in karanlığı mı demeliyim!. Sağımızda ve solumuzda çeşitli dükkânlar var, hepsinin kepenkleri kapalı. Issız ve ürpertici bir yol. Hızlıca ilerleyip Kudüs surlarındaki Ba-bul Esbat kapısından MESCİDİ AKSA ‘ya giriyoruz. Arap mahallelerinin arasından koşar adımlarla ilerleyerek sabah namazına yetişmeye çalışıyoruz. Kalabalığın gittiği yöne doğru süzülüyoruz, biliyoruz bu ay Ramazan. Ve bu ayda bu saatte kalabalıklar için tek istikamet MESCİDİ AKSA… MAHZUN VE İHTIŞAMIYLA MESCIDI AKSA Ve beklenen an, Aksa’ya doğru yaklaşırken hepimizin içi bir tuhaf oluyor. Sanki uzun zamandır gurbetteymişiz gibi bir his kaplıyor içimizi. Sokaklardan çıkıp küçük bir zeytinliğe dalıyoruz. Ağaçların arasından Kubbet’us-Sahra’nın altın kubbesi ilişiyor gözlerimize ve inci taneleri gibi EYLÜL 2017 27 DOSYA DOSYA ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS AKSA kelimesi Arapçada uzak daha uzak anlamına geliyor. Yani Kâbe’den uzak olan anlamında kullanılmıştır. Bu sebeple Mescid-i Aksa’ya “Uzak Mescid” anlamı verilmiştir. Peygamberleri ve velilerin tanıdığı ve ibadet ettiği bir yerdi. gözyaşları dökülmeye başlıyor gözlerimizden; dudaklarda mırıldanan “Kelime-i Tevhid”, “Kelime-i Şehadet” , “Lebbeyk” nidalarıyla beraber. Yaklaşıyoruz, Kubbetus Sahra tarafından Mescid-i Aksa ‘ya tüm ihtişamıyla selamlıyor bizi Sahra… Gözler ayrılamıyor altın sırmadan; herkes adımlarını yavaşlatıyor o an. Ne ileri gitmek geliyor insanın içinden ne geri. İleri gitsen zaman akacak geri gitsen hasret başlayacak. Tik tak seslerinin durmasını bazen çok isteriz ya hani, işte kum saatini tam şimdi, tam şimdi yan yatırmayı istedik hepimiz… Kalabalık hazırlanıyor farza Mescid-Aksa’da… Ne varsa yanımızda seriyoruz Mescid-i Aksa’nın mübarek taşlarına… İmam başlıyor namaza Mescid-i Aksa’da: “Allahuekber” Artık ne arzdaydım ne semada. Benliği yitirmek bu olsa gerek, tanımadığım yüzlerce Müslümanla beraber aynı safta Hakk’ın karşısında acziyet pişmanlık ve utanç. Yapamadıklarıma mı yanayım yaptıklarıma mı ?.. Kudüs’e mi gelmiştim yoksa artık burası Selahaddin’in yurdu değimliydi, Kudüs değil miydi? Aynı anda saat başı başlayan kilisenin çan sesleri sarıyor Mescid-i Aksa’yı. Büyük ihtimalle Kıyamet Kilisesinin çanlarıydı bunlar… İsrailliler ne kadar da hırslı çalıyorlardı çanlarını. Bir an bile azaltmadılar çanlarının seslerini. Burada biz de varız diyorlardı avazları çıktığı kadar. Aksa’da İsrail kuşatması, Aksa’da imamın sesini bastıran çan sesleri… Ben neredeydim Ya Rabbi bütün bunlar olurken? Ey ümmet-i merhum neredeyiz biz bunlar olurken? Aksa’da imam, hepsine inat devam ediyor Kur’an-ı Kerim tilavetleri okumaya; çanlara inat, tünellere inat, silahlara inat, duvarlara inat, yasaklamalara inat, işkenceye inat, ölümlere inat, görmezliğe inat, körlüğe inat, terk edilmeye inat… Bir kere daha inciler dökülüyor gözlerden çehrelere… Alınlar secdeye varıyor ve Kâbe geliyor akıllara 28 EYLÜL 2017 KUDÜS VE MESCIDI AKSA’YI TANIMAK Kubbetu’s Sahra’da bizim için anlattığı ve mutlaka unutmamamızı istediği beş tane önemli cümle.1 1-Allah insanlar içinde özel kişileri seçti. Hz. Meryem, Hz. Asiye, Hz. Ayşe ve Hz. Hatice ve Hz Fatıma gibi. 2- Yine Allah zamanların içinde özel vakitleri seçti. Ramazan ayı, Kadir gecesi ve Cuma gününün özel bir saati ile seher vakti gibi. 3- Allah yeryüzündeki mekânlardan özel olan yerleri seçti. Allah Hz. Âdem’i yeryüzü için yarattı. Meleklere onu yeryüzünün halifesi olarak yarattığını söyledi. Hz Âdem yeryüzüne indikten sonra ilk emir Kâbe’nin temellerini atmasıydı. 40 sene sonra ikinci emir geldi Hz. Âdem’e. Allah Beytü’l Makdis’e yürüyerek gelmesini istedi. Ve Hz. Âdem mübarek Mescid-i Aksa’nın temellerini attı. Babamız Hz. Âdem’den beri Mescid-i Aksa’nın temellerini oluştu. Ezberleyeceğimiz ilk cümle: Babamız Âdem’den beri Mescid-i Aksa’ya yürünerek geliniyor. Hz. Âdem Mescid-i Aksa’nın temellerini attı, binayı yani ilk mescidi Süleyman(as) yaptı. Mescidin yapımı bittiği zaman Allah’tan yeryüzünde vereceği adaletli hüküm, kimseye vermediği bir servet ve Mescid-i Aksa’ya gelen her kişinin annesinden doğmuş gibi olmasını istedi.2 ALLAH birincisini de ikincisini de Hz. Süleyman’a verdi. Üçüncüsü ise ümmeti Muhammed’e kaldı. Müslümanlardan birisi eğer buraya gelirse annesinden doğmuş gibi temiz olacak. Siz de Hz. Âdem’in sünnetini gerçekleştirerek bugün buraya geldiniz. Hz. Âdem ve ondan sonra gelen peygamberler, Şam diyarında hangi peygamberler var ise muhakkak (üzerinde bulunduğumuz dağda) secde yapmıştır. Bütün veliler ve peygamberler Mescid-i Aksa’nın temellerinin burada olduğunu biliyorlardı. Şu anda üzerinde bulunduğumuz dağın adı Moriah Dağı. En büyük en yüksek tepe burasıydı. Moriah kelimesi ALLAH tarafından özel seçilmiş anlamına geliyor. Aksa kelimesi Arapçada uzak daha uzak anlamına geliyor. Yani Kâbe’den uzak olan anlamında kullanılmıştır. Bu sebeple Mescid-i Aksa’ya “Uzak Mescid” anlamı verilmiştir. Peygamberleri ve velilerin tanıdığı ve ibadet ettiği bir yerdi. İranlılar tarafından bu bölge tamamen alındı. Bu dağ üzerinde ne varsa her şeyi yerle bir ettiler. Mekândaki taşları bile tamamen taşıdılar. Daha önce olduğu gibi tamamen boş bir hale geldi. Seneler sonrasında Efendimiz (sav) Isra ve ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS Miraç hadiselerinde buraya geliyor. Bizim Miraç hadisesinde öğrenmemiz gereken küçük detaylar şunlardır: Efendimiz, Kâbe’nin yanındaki evinde uyuyordu. Evinin çatısı açıldı ve Cebrail (as) onunla konuştu. Onu Beytül Makdis’e götüreceğini ve semaya yükseleceğini söyledi. Kendisini Mekke’den Kudüs’e taşıyacak olan bir bineğe bindi. Bu binek dağların ucuna değerek giderdi. Ne araba ne de uçaktı. İkisinin arasında bir şeydi. Burada sanki ALLAH bize şöyle der: Mescid-i Aksa’ya gelmelisin. İstersen Hz. Âdem gibi yürüyerek gel. İstersen Hz. Muhammed’in Burak ile uçarak geldiği gibi sen de uçakla gel. Ya da araba ile gel. Efendimiz (sav) bu mekâna geldi ve bineğini mescidin batı köşesinde bıraktı. Bu mekânda tüm peygamberle beden ve ruhları ile Efendimizi bekliyorlardı. Aralarında Âdem, Nuh, Lut gibi büyük peygamberler de vardı. Efendimiz, bu gruba kim imamlık yapacak diye düşündü. Cebrail gelerek Efendimizin sırtına dokundu ve “Ey Muhammed bize imamlık yap” dedi. Efendimiz (sav) burada nebilere peygamberlere iki rekât namaz kıldırdı. Bütün peygamberler ve büyük melekler Efendimizin arkasında secde ettiler. “BIZ İSLAM OLMADAN HIÇBIR ŞEYE YARAMAYIZ” Hz Ömer şöyle der: “Biz İslam ile her şeyiz MESCID-I Aksa’nın her bir santimetrekaresinde sahabenin gözyaşları bulunuyor. Mescidi Aksa’nın her santimetrekaresinde bir şehidin kanı vardır. ama İslam olmadan hiçbir şeye yaramayız.” Hz Bilal İslam’ı kabul etmeden önce bir köleydi. İslam’ı kabul ettikten sonra ALLAH ona üç büyük mescitte ilk ezan okuyan kişi olmak şerefini nasip etti. Aklımızda kalması gereken bir cümle de şu: Mescid-i Aksa’nın her bir santimetrekaresinde sahabenin gözyaşları bulunuyor. Hz Ömer burada on gün boyunca kaldı ve şehrin bütün asayişini ayarladı. Şehir için hemen bir vali tayin etti. Bu vali kabri Baburrahme mezarlığında bulunan Ubade bin Samit(ra) dir. Hz Ömer on gün sonra Medine’ye döndü. Şehit olana kadar Medine’den hiç çıkmadı ve bir sabah namazında şehit edildi. Hasan el Benna ve Şeyh Ahmed Yasin de sabah namazında katledildiler. Hz. İbrahim camisinde Müslümanlar sabah namazında katledildi. Mavi Marmara gemisine sabah namazı saatinde saldırıp gemidekileri şehit ettiler. Mısır’da Rabiatül Adeviye meydanındaki katliam da sabah namazınEYLÜL 2017 29 DOSYA DOSYA ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS da yapıldı. Allah’ın düşmanları hep sabah namazını seçiyorlar ama onlara sabah namazında seher vaktinde okunan Kur’an şahit olacaktır. Mescidi Aksa’nın her santimetrekaresinde bir şehidin kanı vardır. Haçlılar 88 yıl boyunca burada kaldılar ve Kubbetussahra’nın üzerine bir haç taktırdılar. Bu mekânı kiliseye dönüştürdüler. Salahhaddin Eyyubi burayı fethettiğinde tekrar camiye dönüştürdü. Selahaddin. Eyyübi.’ den işgalci İsrail’in gelişine kadar Müslümanların elinde kaldı. 1967’de işgalci İsrail Esbat kapısından askeri kıyafetlerle girdi. Kadın ve erkeklerden oluşan bu askerlerin komutanı Kubbetussahra içindeki kayanın üzerinde durarak elinde otomatik tüfek ve alkol şişesindeki içkiyi kayanın üzerine dökerek şöyle söylüyordu: “Ey Muhammed ben senin durduğun kayanın üzerinde duruyorum hangi güç beni buradan çıkarabilir.” 8 gün boyunca Kubbetussahra’nın üzerinde İsrail bayrağı dalgalandı. Mescidin içinde içki içmek, zina yapmak ve partiler yapmak gibi çok kötü şeyler yapıldı. Bütün dünyada tüm bu olanlar karşısında hiç kimsenin sesi çıkmıyordu. Yine o dönemde Yalnızca Türk Konsolosluğu bu çirkefliğe itiraz etti. Kubbetussahra’nın üzerindeki İsrail bayrağının indirilmesini ve askerlerin buradan çıkmasını talep etti. Bayrağı indirdiler ve kapılardan 100 m. kadar uzaklaştılar. 1967’den iki sene sonra 21 Ağustos 1969’da Sultan Selahaddin Eyyübinin koyduğu (mübarek Mescid-i Aksa’nın minberi) yakıldı. 1974’te Zeytin Dağı tarafında bir grup Yahudi tespit edildi. Mescid-i Aksa’yı patlatmak için ellerinde patlayıcılar vardı. Bu kişiler yakalandı hapse atıldı fakat daha sonra hapisten çıkarıldı. Ve Yahudilerin okullarında müdürlük yapıyorlar. 1982’de İsrailli bir asker M. Aksa’nın kapılarından bir tanesinden içeriye girdi. Kubbetussahra’nın kapısına kadar geldi. Güvenlikte bekleyen kişiye ateş etti. İsrailli asker içeriye girerek sadece Kubbetussahra’nın içinde 10 tane şarjör boşalttı. Özellikle kubbenin ortasına odaklanarak ve Osmanlı’dan kalan kristal avizeye ateş açtı. Kubbetussahra’nın çehresini değiştirecek kadar tahrip etti. 1982’de meydana gelen bu izler silindi ve şu anda hâlâ restorasyonda. MESCIDI Aksa’nın her santimetrekaresinde bir şehidin kanı vardır. Haçlılar 88 yıl boyunca burada kaldılar ve Kubbetussahra’nın üzerine bir haç taktırdılar. 30 EYLÜL 2017 1987’de birinci İntifada gerçekleşti. Mescid-i Aksa için güzel günlerdi. Bu İntifada’ya savaş açıyorlardı. 1990 yılında ise Mescid-i Aksa Katliamı yaşandı. 21 kişi şehit oldu. 450 kişi gözaltına alındı. Bazı kişiler kollarını ve bacaklarını kaybettikleri için ağır yaralıydılar. 1995 öncesinde Mescid-i Aksa’ya bir saldırı daha yapıldı. 2000 yılında Şaron beraberindeki 3000 asker ile beraber Megaribe kapısından içeriye girdi. Mescid-i Aksa’ya Şaron’un girmesinden sonra ikinci İntifada başladı. Turistlerin ve Yahudilerin girmesi yasaklandı. Bu durum 2004 yılına kadar devam etti. Yahudi veya yabancı turistler Mescid-i Aksa’ya girmiyorlardı. 2004 yılında Yahudiler kendileri birçok kararlar alarak Yahudi ve yabancı turistleri Mescid-i Aksa’ya sokuyorlardı. Mescid-i Aksa’nın şu andaki alanları Belediye’nin kamu alanıdır ve normal bir parktan farkı yoktur. Mescid-i Aksa’nın içinde üstü kapalı olan her yer Müslümanlarındır. Dışarıdaki halısı olmayan yerler ise belediyenin alanıdır. Bazı insanlar dışarıda sigarasını içip mübarek Mescid-i Aksa’nın sahası içerisinde üstüne basıyor. Bu adam içeriye giriyor ya namaz kılıyor ya da Kur’an okuyor. Yine bazı hanımlar Mescid-i Aksa’nın sahası içinde namaz kılarken giydikleri kıyafetleri giymeyip, mescide girerken giyiniyorlar. Demek ki dışarısı da mescid olsaydı orada giymesi gereken kıyafeti giyecekti. Müslümanlar, Şaron 2000 yılında Mescid-i Aksa’ya girdiğinde mahkeme açtılar. Şaron da “Ben Mescid-i Aksa’ya değil, belediyenin herhangi bir sahasına girdim” demiştir! 2004 yılından bu yana Mescid-i Aksa’nın aleyhine birçok saldırılar devam ediyor. 2008 yılında Yahudi cemaatler Yahudilere şunu duyurmaya başladılar: 2010 yılında Mescid-i Aksa’nın yıkılması ve onların burada temellerinin bulunduğunu iddia ettikleri Süleyman Mabedi’nin yapılması gereklidir. Muhakkak bunların 2010 yılında yapılmasını söylediler. Bu Yahudiler Mescid-i Aksa’nın altındaki kazı çalışmalarını arttırmaya ve Mescid-i Aksa’ya giren cemaati sıkıştırmaya başladılar. 45 yaş ve üstü Mescid-i Aksa’ya girebiliyor. 45 yaşın altı giremiyor. 2013 yılında kendi halklarına bu sene tapınağın yapılma yılıdır diye ilan ettiler. Mescid-i Aksa’ya Müslümanların girişleri yasaklandı. Gençlere iki, üç ve altı aya kadar Mescid-i Aksa’ya girmeme yasağı getiriliyordu. Onların tahrif edilmiş Tevratı’nda Kudüs’ün etrafındaki surların yükseleceği yazıldığı için onlar da şehrin etrafını duvarlarla çevirdiler. Efendimiz (sav) hadisi şerifinde şöyle buyuruyor: “ ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS Öyle bir gün gelecek ki insanlar Mescid-i Aksa’yı görmeyi temenni edecekler.” AKSA’YI NIÇIN SEVIYORUZ? Semaya en yakın yer olduğu için seviyoruz. Mescid-i Aksa’nın üzerindeki tüm kapılar açıktır. Efendimiz Mescid-i Aksa’nın üzerinden göğe yükselmiştir. Aksa’yı niçin önemsiyoruz? Tüm peygamberler Mekke’de ya da Medine’de bir araya gelmediler. Sadece Mescid-i Aksa’da bir araya geldiler. Aksa’yı niçin seviyoruz? Hz. İbrahim’in hicret ettiği yer olduğu için seviyoruz. Efendimizin, Miraç izlerini taşıdığı için seviyoruz. Semaya yükseldiği yer olduğu için seviyoruz. Aksa’yı vahyin indirildiği yer olduğu için seviyoruz. Bir annenin üç çocuğu varsa hepsini eşit derecede sever. Bir tanesi hastalansa ya da hapse düşerse bütün sevgisini bu çocuğuna verir. Kalan küçük kısmını da diğer çocuklarına verir. Biz Kâbe’yi, Mescidi Nebevi’yi ve M. Aksa’yı çok seviyoruz, ama en çok M. Aksa’yı önemsiyoruz M. Aksa şu anda hasta ve esirdir. M. Aksa’nın altında şu anda 62 tane tünel bulunuyor. Küçük bir deprem veya doğal afet olursa yıkılabilir… Aksa bereketin merkezidir. ALLAH bereketin üç dairesini oluşturdu. Büyük daire Kâbe’den Türkiye’ye kadar uzanıyor. Nil’den Fırat’a kadar uzanıyor. Bu birinci en büyük dairedir. Daha küçük olan üçüncü daire Şam bölgesidir. Üçüncü küçük daire ise Beytü’l Makdis’in olduğu yerdir. Isra suresinde “onun etrafını mübarek kıldığımız” yer olarak bahseder. Bu sebeple Mescid’i Aksa’ yapılan yardımları ve yapmış olduğunuz bu seferleri sakın hafife almayın. Siz semaya en yakın olan yerdesiniz. Sizden talebim şudur: Sakın Türkiye’den geldiğiniz gibi dönmeyin. Bu mübarek yerde tevbe edin… KUDÜS’TE YASAKLAR VE SON OLAYLAR El Halil’de 1993 te yapılan katliamda 33 kişinin şehid edilmesinden sonra katilerin cezalandırılmasını bırakın bir tarafa ödüllendirmek için Caminin üçte ikisini gasp ettiler bu gün aynı oyunu Aksa üzerinde oynuyorlar, denediler ama başaramadılar. Son yaşanan X Ray cihazlarının arka planında yatan sebepte illüzyon… Doğu Kudüs’te oturan Müslümanların evlerine defalarca baskın ve MESCID’I Aksa’ yapılan yardımları ve yapmış olduğunuz bu seferleri sakın hafife almayın. Siz semaya en yakın olan yerdesiniz. Sizden talebim şudur: Sakın Türkiye’den geldiğiniz gibi dönmeyin. Bu mübarek yerde tevbe edin… kundaklama girişimlerinde bulunmaları sonucu üç gencin sabrını taşırtmıştır. Kardeş olan bu üç gencin Siyonist İsraillin polis merkezine saldırmaları iki askerin öldürülmesini bahane ederek Mescidi Aksaya saldırmaları onlarca Müslümanı şehit etmeleri ve yüzlercesini yaralamalarına rağmen direnişten vazgeçmeyen Kudüslü Müslümanlara başta Türkiye Müslümanları olmak üzere dünya Müslümanlarının dik duruşu ve dayanışması karşısında Siyonist İsrail geri atmak zorunda kalmıştır. Bu olanlar gösterdi ki İsrail ancak güçten anlar. “Turistik ! tünellerin”, “utanç duvarlarının”, kodeslerin, işkencelerin, katillerin, ölülerin gizlendiği bir illüzyon! “Doğduğu ülkede yaşamayı TERÖRİST faaliyeti haline getiren”, nefes almayı suç kabul eden bir illüzyon.! “Sebepsiz işgallerin, sebepsiz bahanelerin hak gösterildiği bir illüzyon.!” Ne zaman yıkılacağı Yahudi takviminde yazan Mescid-i Aksa’mız dışında… Medya illüzyonistlerinin harekete geçeceği günü beklemek var geri adım atmanın altından ne çıkacak… Aksa’nın illüzyonu! Yanlış tribünlerde oturanlar var hâlâ… Bizim sancağımız belli bizim rengimiz belli; illüzyonistlere dikkat! İsraillin piyonu Ortadoğu’nun aktörü Dehlan bu sefer işbaşında… Ve şimdi 21.yy da, nesiller sonra: Şairin dediği gibi; Filistin bir sınav kâğıdı Her mümin kulun önünde! (Cahit Zarifoğlu) Rabbimiz şöyle buyuruyor “Hak geldi Batıl zail oldu.” Peki, biz Müslümanlar ne zaman Rabbimizin bu buyruğunun yerine getirmek için harekete geçeceğiz?.. 1 Mescidi Aksa muhafızının rehberliğinde ve dilinden Mescidi Aksa anlatımı Kudüs söz konusu olunca üşenmek söz konusu olmamalı. Konuşmayı yazıya döken arkadaşıma çok teşekkür ediyorum. 2 Nesaî, Sünen, Mescid, nak. K. Sitte, 12/356 EYLÜL 2017 31 DOSYA DOSYA ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS Susun Diyor Kudüs Slogan Atmayın! AYŞE ŞENER İlk kıble! Yönelişin ilk göz ağrısı. Bilincin ayaklanışı. Gaybolan ufkun sökülüp gelişi. Doğruluğun ve dürüstlüğün başını kaldırıp baktığında gördüğü: Kudüs! İnsanın Allah ile yüzleştiği… Öz sancının ilk elden yaşandığı mekân. Daha doğru’dan önce doğru’nun varlık alanı: Kudüs! Hakikatin güncellemesi ile evvelce yaşanmış doğrunun kendi zaman ve mekânındaki doğruluğuna saygı: Kudüs. Şayet daha doğru varsa vazgeçmenin, hakikatin kendini yenilemesiyle yenilenmenin, tekamülün sembolü. Değerlerin, yönelişin tek bir mekânla sınırlı olmayacağının, hak için değişmenin, dön/üşmenin, daima en doğruya dönmenin, tavafın mekân aidiyetinden çok özgür be özgür bir bağlılık olduğunu öğreten Kudüs. Aksa/Uzak Mescid; uzaklığın ne büyük bir yakınlık olduğunu gösteren, mesafeye gününü gösteren bir aşkın öğretmeni…Kudüs. …. Bu güne kadar hakkında çok konuştuk. Çok ağladık. Sızladık. En çok slogan attığımız mevzularımızdan biri oldu... Topyekun keder, topyekun öfke olduğumuz… Bunca bağırıp çağırmaya, bunca konuşmaya, yazmaya ve ağlaşmaya rağmen “Neden bir şeyler değişmiyor?” sorusu, sloganı sorgulamaya götürdü. 32 EYLÜL 2017 EN BAŞINDA… Varlık meydanında, her varlığın kendi gönlü ve gönlünün ucu; kendi dilince sloganları var. Sahih zikir cümleleri, bir bakıma, Allah’ın teklif ettiği, O’nunla dildaş olmayı sağlayan sloganlardır. Müminler bir cümleyi topluca veya ayrı ayrı seslendirmeden önce Allah’a bakarlar. Peygamberlerin dudaklarındadır göz kapakları… Kitab’ından bellenen cümleler içtenlikle ve bilinçle veya duyarsızca ve otomatik olarak tekrarlar durulur. Mesela namaz, aslında yeryüzüne, yerel mekânlarımıza yayılmamıza rağmen, ya küme küme, ya da herkesin yerinde sağ olsa da aynı zamanda toplu olarak yapageldiği eylemlerden biridir. Namazlarda, aynı veya birbirine yakın zamanlarda aynı sloganlarla O’nun huzurunda/huzur veren yanında, yakınında toplanırız. Günü beşe bölen ve zamana hakimiyeti sağlayan bu eylemin içinde hayatı belinden kavrayan ve gözünün yaşına bakmadan tutup kaldıran sloganlar vardır. İlk akla gelen; içlerinden biri olan Allahu ekber; ilahi değerlerin en büyük tutulası değerler olduğu bilincini yüceltirken, insanlara ilahlık taslayan çakma büyüklenmelerin hepsini yerle bir etmeyi hedefler. HAYATA ÇIKTIĞIMIZDA İSE; derinden bir kederle sarsıldığımız veya tam tersi büyük sevinçlerle coştuğumuz olaylar nedeniyle bir araya gelmek, yekvücut olmak isteriz. Yaşanan duygusal yoğunluk tek bir kalbe fazla gelir ve onu kaldırabilmek için kalplerimizi birbirimize eklemek isteriz. Akıl akıla verelim isteriz. Gözlerimizi birbirine çakarak aynı anda aynı hisleri yaşadığımızı hissetmek ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS isteriz. Birlik içinde kuşatmak, mevzumuzu… Yumruğumuza sarar havaya kaldırırız kalbimizi. Bütün varlığımızla sıkı sıkıya yukarı doğru sallanan o yumruktayızdır artık. Ve tek bir dildeyizdir. Tek bir ses. Tek bir sözde: SLOGANDA… Bir anlam vardır; hep birlikte kabullenilen. Sesler birleşir ve anlam yüksek sesle gök kubbeye doldurulur. EĞER; Meydanda bir başına kaldığınızda o cümleyi dönüp size bağırıyorsa kalbiniz, tamamdır. Şimdi artık eve barka, sokağa doğru “ikilemek” ve o sloganı usulca; hal dilinden bağırmak lazımdır. Yaşaya öle…Ölünceye kadar ya şa mak. Ya ya ya şa şa şa der gibi. Fakat demeden. Sloganın ilk meydanı aslında kalbimizdir. Kalp evimiz. İçimizin sloganlarını her şeyden önce orada atarız. Yankılar toplanır gelir ve anlam kaderin ezberine alınır. Daha sonra o anlamın türevlerini özel yaşamımızın orta yerinde, evlerimizde atar dururuz. Bütün meydandaki cümleler ve anlamları eşleşiyorsa ne âlâ. Eşleşmiyorsa ikisinden birinde, üçünden birinde, birinden birinde yalancıyız. Yalancının tekiyiz. Yalancının çoku… Asıl eylem meydanı; kendi hayatımızdan başka bir yer değildir. Benliğimiz, evimiz barkımız, sokağımız, caddemiz. Şehrimiz o cümleye boyanıyorsa ne âlâ. Ona hayatımızın özel meydanlarında, tek başınayken de sahip çıkıyorsak; gereği neyse uğrunda terliyorsak, duş alıyorsak ve uzanıyorsak yorgun argın onun yüzünden…O bizim özleştiğimiz zikrimizdir. Özgün virdimiz. Bir slogan, evvelinde çilesi, emeği çekilmiş, yaşanmış ve tırmanılmakta olan bir fikrin o an duraksanan, zirvesindeki son cümle ise; yalan değildir. Tevhidin ilk memleketlerinden. Büyük miras. Musa’ dan sonra gelen değerli elçilerin de memleketi. Bir zaman özgürlüğü pahalı bulup köleliğe saklanan eblehliğin: “Sen ve Rabbin gidin savaşın!” diyerek kıydığı o topraklar, bir zaman sahip çıkmaya değer bulunmayan o topraklar için de sloganlar atıyoruz. Fakat attıklarımızı tutma: yaşamın içinde hakikate erdirme zamanı. Yoksa daha çok slogan atmaya devam ederiz. Yumruklarımız bile inanmaz artık bize. Ve döner kendi suratımıza… KUDÜS’E BAK! Davud’un güzel sesini içen göğü var. Süleyman’ın atlarını uçuran toprakları var. Kudüs’ün alnı; mührün kendisi. Talut’un hükmü var. Zekeriya ve Yahya’nın ala boyadığı gülleri var. Dikeni de var Kudüs’ün. İsra bilinci ile yürü git! Kurulu gökmerdiveni/miraç ile çık! İnsanlığa yüksel. ARTIK… EYLÜL 2017 33 DOSYA GÜNCEL Orta Dünyanın Karanlık Eli: Muhammed Yusuf Dahlan YASİR ERKUŞ “G azze’nin kahraman halkının umutlarını tekrar yeşertmek için, HAMAS’taki kardeşlerimizle ortak çabalarda bulunuyoruz.” 27 Temmuz Perşembe günü, sürgünde bulunduğu Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki karargâhından video konferans yoluyla Gazze’deki meclis üyelerine hitap eden Muhammed Dahlan’a ait bu sözler. Belki en dikkat çekici cümlesi de buydu o konuşmanın. Bu sözleri Dahlan’ın ağzından duymak şaşırtıcıydı, dinleyiciler arasında üst düzey HAMAS yöneticilerinin bulunması ise daha bir şaşırtıcı. Zira bu iddialı sözlerin sahibi, 2007 yılında Gazze’de seçilmiş HAMAS Hükümeti’ne karşı darbeye öncülük etmesi için görevlendirilen, Ortadoğu’nun en karanlık isimlerinden birisi, Muhammed Yusuf Dahlan’dı. 1961 yılında Gazze Şeridi’nin güneyindeki Han Yunus kentinde fakir bir ailenin 6. çocuğu olarak dünyaya geldi Dahlan. Çocukluğu ve gençliği burada geçti. Filistin Kurtuluş Örgütü* (FKÖ) içerisindeki en büyük silahlı grup olan El Fetih’in gençlik yapılanmasında büyüdü. 1981’de Fetih Şahinleri adlı örgütün kurucuları arasında yer almakla suçlandı. İsrail hapishaneleriyle de o yıllarda tanıştı. 1981-86 arasında 11 kez hapis yattı. Hapishanede İbranice öğrendi. Hapishaneden çıktıktan sonra Gazze İslam Üniversitesi’nde okuyan Dahlan, İşletme Bölümün- 34 EYLÜL 2017 den mezun oldu. Sonrasında İngilizce öğrenmek için İngiltere’ye, Cambridge Üniversitesi’ne gitti. İsrail hapishanelerine girmesi, Dahlan’ın Filistin’deki siyasi karizmasına çok şey kattı. 1987 yılında başlayan 1. İntifada nedeniyle İsrail tarafından Filistin’den sürgün edilmesi ise şöhretini daha da arttırdı ve kısa sürede El Fetih’in öncüleri arasında yer edindi. Amman’a, Kahire’ye ve Bağdat’a gitti. Buradan Libya ve Tunus’a geçip oralardaki Filistin Kurtuluş Örgütü yapılanmalarına katıldı. Bu dönemde Yaser Arafat ile arası çok iyi olan Dahlan, siyasi ve askeri eğitimini Tunus’ta aldı. Dahlan’ın ‘işbirlikçilik’ süreci de yine Tunus günlerinde başladı. CIA eski çalışanlarından Vatalia Bruner’a göre Dahlan bu dönemde El Fetih ile CIA arasında aracılık yapıyordu. 1993 yılında ABD’nin inisiyatifinde Norveç’in başkenti Oslo’da İsrail ile FKÖ arasında başlayan gizli görüşmeler sonucunda Washington’da Oslo Mutabakatı imzalandı. Yaser Arafat liderliğindeki FKÖ’nün içinde yer alan birçok örgüt Arafat ve Oslo gizli görüşmelerine sert eleştiriler getirirken, Muhammed Dahlan İsrail ile anlaşmanın Filistin’e sağlayacağı yararlar üzerinde durdu. Oslo Mutabakatının ardından Gazze’de oluşturulan 20 bin kişilik Filistin Önleyici Gücü’nün başına geçerek CIA ve İsrail istihbarat servisleriyle sürekli temas haline geçen Dahlan, Yaser Arafat ile rekabet etmeye başladı. güncel Yine Oslo Mutabakatından sonra 1994’te açılan, Gazze’yi İsrail ve Batı Şeria’ya bağlayan Karni geçiş kapısından elde edilen gelirin yüzde 40’ını İsrail’den tahsil eden Dahlan’ın, bu paradan 1 milyon şekel’e yakın miktarı (yaklaşık 1 milyon lira) zimmetine geçirdiği; bunun yanı sıra Gazze’de uyuşturucu kaçakçılığı ve rüşvet mafyasından elde ettiği devasa gelirle Gazze’nin en zenginleri arasında yer aldığı biliniyor.. Halk arasında yaygınlaşan “Gazze idi, oldu Dahlanistan.” sözü de bu olağandışı güçlenme ve zenginliğe gösterilen tepkinin bir tezahürü. 2002 yılında İngiltere’ye giden Dahlan, Amerikalı ve İsrailli birçok yetkili ile görüştü. Dahlan’ın burada Sabra ve Şatilla kasabı olarak bilinen Ariel Şaron’un oğlu Umeri Şaron’la da uzun görüşmeler yaptığı biliniyor. 2003 yılında Ürdün’deki Akabe görüşmelerinde Amerika ve Siyonistlere HAMAS’ı devirme planları sunan Dahlan hakkında Bush “Bu genç bizi hayretler içerisinde bırakıyor.” demiş ve kendisinden övgüyle bahsetmişti. Bu görüşmelere -o zamanlar İsrail Savunma Bakanı olan- Şaul Mofaz, Ariel Şaron ve Mahmud Abbas da katılmıştı. İsrail’in 2005’te Gazze’den çekilmesi ve 2006’daki seçimlerin HAMAS’ın zaferiyle sonuçlanmasının ardından Dahlan, Fetih saflarında HAMAS’a karşı “kanlı ve kirli bir kampanya” başlattı. ABD merkezli Vanity Fair dergisi de HAMAS’ın 2006’daki seçim zaferi sonrasında Washington yönetiminin HAMAS’ı iktidardan uzaklaştırmak için hazırladığı komplonun merkezinde Dahlan’ın olduğunu ifade etmişti. Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas, Arafat’ın Dahlan’ın yürüttüğü bir suikastın kurbanı olduğunu; hatta sadece Arafat değil, çok sayıda Filistinliye yönelik suikastta onun parmağı olduğunu iddia etmişti. Abbas ayrıca, Dahlan’ın 2000 yılındaki Camp David zirvesinde İsrail ve ABD ile iş birliği yaparak Filistin’in müzakere masasındaki elini zayıflattığını öne sürmüştü. Yine İngiliz The Guardian gazetesinin eski editörü David Hearst de Dahlan’ı 15 Temmuz darbe girişiminde FETÖ elebaşı Fethullah Gülen ile Abu Dabi yönetimi arasında aracılık etmekle suçlamıştı. Tabii işlediği suçlar bunlarla sınırlı değil, sicili bir hayli kabarık Dahlan’ın. 2008 yılında İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısı öncesinde dönemin Ehud Olmert hükümetiyle istihbarat paylaşmak ve HAMAS komutanlarından Mahmud Mabhuh’a 2010’da Birleşik Arap Emirlikleri’nde MOSSAD ajanları tarafından gerçekleştirildiği iddia edilen suikasta yardımcı olmak da Dahlan aleyhine getirilen suçlamalardan bazıları. Bugün bölge genelinde yürütülen örtülü operasyonların, faili meçhul cinayetlerin, terör organizasyonlarının birçoğunda onun imzası var. Bölge dışı güçlerin kirli işlerini yürüten, istihbarat ağlarının taşeronluğunu yapan, kara para aklayan, terörizmin finansmanını organize eden, bölgedeki rejim değişikliği projelerinde rol EYLÜL 2017 35 güncel alan ve Ortadoğu coğrafyasındaki en ücra köşeye kadar kolu uzanan biri Muhammed Dahlan. Şimdi tüm bu bilgiler ışığında, yazının giriş kısmında alıntıladığım o cümleye bir kez daha dönüp bakalım: “Gazze’nin kahraman halkının umutlarını tekrar yeşertmek için, Hamas’taki kardeşlerimizle ortak çabalarda bulunuyoruz.” Peki nasıl oluyor da bunca kirli işe bulaşan Dahlan ile Filistin İslami mücadelesinin duayen isimleri el sıkışıp anlaşmaya varabiliyor? Aslında HAMAS’ın kısa vadede hedefi belli: Bir yandan en büyük destekçileri olan Katar’a uygulanan ambargo bir yandan da Mahmud Abbas yönetiminin yaptırımlarla ablukayı iyice ağırlaştırması sonucu iyice köşeye sıkışan Gazze halkına nefes aldırmaya çalışıyorlar. Kısa vadede hedef belli olmasına rağmen atılan bu adım uzun vadede harekete ne katar, hareketten neler götürür bilinmiyor. Dahlan, bir taraftan HAMAS ile El Fetih arasındaki ayrılığı kendi çıkarları doğrultusunda kullanmayı başarırken, diğer taraftan kendisini ‘can çekişen Gazze’nin kurtarıcısı’ olarak takdim etti. Bir direniş hareketi olan HAMAS, askeri olarak İsrail’e direnebilmeyi başardı. İşgal devleti karşısında başarılı bir mücadele verdi. Ancak İsrail-Mısır ablukası, üstesinden gelinmesi neredeyse imkânsız bir hal almışa benziyor. 2 milyon Gazzeli, yaşamı tehdit eden elektrik kesintileri, yiyecek, temiz su, ilaç ve yakıt yetersizliğinden dolayı ciddi sıkıntılar yaşıyor. Geçtiğimiz mayıs ayında ise Mahmud Abbas yönetimi, Gazze Şeridi’ndeki çalışanlarının maaşlarını ciddi oranda düşürdü ve Gazze’ye sınırlı ölçüde elektrik tedarik eden İsrail firmasına yapılan ödemeleri durdurdu. Gazze halkı ve HAMAS’ın böylesine köşeye sıkıştırıldığı bir süreçte Dahlan cömertliğiyle (!) sahneye çıkarak yakıt, ilaç, elektrik ve her türlü ihtiyaç malzemesi teklifini devreye soktu. Elbette ki hayrına yapmıyordu tüm bunları, karşılığında iktidardan hisse istiyordu. Geçtiğimiz haziran ayında HAMAS heyeti, Mısır nezaretinde Dahlan’la bir araya gelmek için Kahire’yi ziyaret etti. Heyetin başında, 36 EYLÜL 2017 20 yılını İsrail zindanlarında geçiren ve askeri kanadın İsrail’e karşı göstermiş olduğu direnişe öncülük eden HAMAS’ın yeni lideri Yahya Sinvar vardı. Sinvar, Mısır’ın Gazze Şeridi ile Sina çölünü birbirine bağlayan Refah sınır kapısını açması karşılığında, Dahlan’a yönetimden pay veren anlaşmayı kabul etti. Aktarılan bilgilere göre Refah sınır kapısı yakın zamanda açılacak ve sınırın Mısır tarafında kısa bir süre içerisinde elektrik santrali kurulacak. Santralin inşası bittiğinde de Gazze’nin 22 saatlik elektrik kesintisi ciddi oranda azalacak. Böylece 2007’den bu yana İsrail’in ağır kuşatması altında yaşam savaşı veren Gazze halkının hayatî fonksiyonlarını sürdürmesine yarayacak bir rahatlık ortamı sağlanmış olacak. Gazze halkının içerisinde bulunduğu şartları göz önüne alırsak, kısa vadede bu anlaşma ciddi bir başarı. Ancak Filistinli analistler, HAMAS’ın Fetih’ten ihraç edilen Dahlan ile ortak çıkar gereği yakınlaşmasının HAMAS-Fetih gerginliğinden kaynaklandığı ve Dahlan ile böyle bir ittifakın Filistin’deki bölünmüşlüğü daha da derinleştireceği görüşündeler. Ayrıca şu da bilinen bir gerçek ki, HAMAS’ın çıkar ilişkisine karşın Dahlan’ın hedefi HAMAS’ı başta Katar olmak üzere direnişe destek veren ülkelerden uzaklaştırmak, Filistin toplumundaki prestijini yitirmesini sağlamak ve İsrail’e karşı güçsüzleştirmek. HAMAS’ın direnişçi yapısından uzaklaştırılarak sıradan bir halk hareketine dönüştürülmesi ise yine İsrail, BAE ve Mısır üçlüsünün temel planlarından biri. Aslında HAMAS da her şeyin farkında ancak şu durumda ‘ezeli düşman’ Dahlan’la masaya oturmaktan başka çaresi yok. Umarız HAMAS uzun vadeli bir plan yapar ve yıllardır ilmek ilmek dokuduğu yapıyı stratejik bir hatayla heba etmez. * Filistin Kurtuluş Örgütü, bağımsız Filistin devleti kurmayı amaçlayan şemsiye niteliğinde bir organizasyondur. Birbirinden farklı ideolojilere sahip pek çok organizasyon, direniş hareketi, siyasi parti ve bağımsız figürü içerisinde barındırır. FKÖ içindeki en büyük grup olan El Fetih dışında FKÖ’ye katılan ilk gruplar George Habaş’ın kurduğu Marksist çizgideki Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve bu gruptan kopan Maoist, Nasır karşıtı Nayif Havatme’nin Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi ile Suriye Baas Partisi destekli El Saika olmuştur. Yine Türk Solu’nun efsane isimlerinden Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının da FKÖ kamplarında eğitim aldığı bilinmektedir. güncel Diyanet ve Görmez’in ‘İstifa’ Meselesi SAİT ALİOĞLU “Bir ay doğar, ilk akşamdan ürüşan, Bir ben değil, bütün âlem perişan...” iyanet’in kuruluş amacına geçmeden önce, din-devlet ilişkisi üzerine şunları söyleyebiliriz: İnsanı doğumundan ölümüne dek, hayatının her evresinde ‘yalnız bırakmadığını’ düşündüğümüz din olgusunun, her şeyden önce insanda gelişen, yerleşen ve neredeyse, kişinin karakterini belirleyen esas amil olduğu bir hakikat olarak durmaktadır. Buna rağmen, seküler düşünce skalası içerisinde, ilk ve ilkel insanın temelsiz ve ‘mesnetsiz’ kaygı ve korkularının bir eseri olarak lanse edilegelen ve aslının olmadığı ‘bilimsel bir vukufiyet’ ile söylenen dinin, aslında, inanç için en vazgeçilmez bir unsur olduğu fıtrat bütünlüğünde kendisinde yer bulurdu. Bundan dolayı, devlet aygıtının ortaya çıktığı andan itibaren, kendine bir meşruiyet arayan devletin, terkisine dini aldığını görmekteyiz... O günden bugüne sorulan sorulardan birisi şuydu; din mi devlete tabi olmalıydı, yoksa devlet mi dine?.. Tavuk mu yumurtadan, yoksa yumurta mı tavuktan çıkardı misali, bitimsiz ve anlamsız tartışmalar din tarihi boyunca sürüp gitmiş ve günümüzde de bu bitimsiz tartışmalar berdevam etmektedir. Din devlete nasıl tabi olacaktı? Kim, dinin D ‘aslî’ temsilcisiydi? Birisi, asli temsilci ise, onun devletle olan ilişkisinde, koşulların aynı olması icap ederdi. Devlet dine tabi olduğunda ise, devleti, din, dolayısıyla Allah/ilah nezdinde temsil edecek birilerine ihtiyaç olacaktı... Bu türden tartışmalar, tarih boyunca sürdüğü halde, egemenler de çoğu kez o dinden göründükleri halde, dini kendi tekelleri altına almış, meşruiyeti yine onda aramış ve dine hükmetmişlerdi. İşte bu sebepten ötürü, salt ideolojik angajmanları devreye sokmadan söylersek, o egemenler, kendi devlet yapılarına “din devleti, ya da modern zamanlarda bizde olduğu üzere İslam devleti” dediler. Kendi devlet yapılarına salt din devleti, ya da İslam devleti demeyenler de, dini kendi hâkimiyetlerine almak için, kurumlar oluşturdular. Osmanlı’da Şeyhülislamlık, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde ise, bu kuruma ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’ dediler. DIYANET’IN KURULUŞ AMACI... Diyanet’in kuruluş amacı, her ne kadar laiklik ilkesi açısından bir defa dini belli bir çerçeveye hapsetmek, onun toplumsal hayatın tümünü, ‘yeniden’ düzenleme potansiyelini törpülemek ve onu uygun görülen bir nokta da tutmak olarak değerlendirilse dahi, aradaki mantık farkına vurgu yaparak söylediğimizde, kendi meşruiyeti için dini kullanma düşüncesine EYLÜL 2017 37 GÜNCEL sahip olmayı bir ayrıcalık kabilinden sayan devletlerle birlikte, Kemalist sistemin o olguyu miras aldığı bilinen Osmanlı’daki kuruluş amacının aslında aynı olduğunu söyleyebiliriz.. O da, dinden kendine meşruiyet aramak, ‘sözde’ toplumun dinden kaynaklanan meselelerine çözüm aramak adına, ona uygun, layık(!) bir kurum ihdas etmek ve bu yolla toplumu, toplum için en önemli değer olan din üzerinden bir arada tutmak ve meşruiyetin devamını sağlamak... “Cumhuriyetin bir kurumu olmakla birlikte tarihsel kökeni itibarıyla Şeyhülislâmlığa dayanan ve onun geleneksel misyonunu sürdürmek üzere kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi, kuruluş kanunu olan 3 Mart 1924 tarihli ve 429 sayılı Kanun’da ‘İslam dininin itikat ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumları idare etmek’ şeklinde ifade edilmiştir. Ülkedeki tüm cami ve mescitlerle bunların görevlilerinin idaresi Başkanlığa verildiği gibi tekke ve zaviyelerle bunların görevlisi olan şeyhlerin idaresi de Başkanlığa verilmiştir. 1925 yılında tekke ve zaviyelerin kapatılması ile birlikte bunlara dair hususlar Başkanlığın görev alanından çıkarılmıştır.”1 Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yapısı ile ilgili olarak, tarih içerisinde birçok değişiklik yapılmış, bunların en önemlilerinden son ikisi, 60 ve 80 ihtilali sonrası düzenlenen anayasalar çerçevesinde yapılmıştır. 1961 Anayasasında Diyanet İşleri Başkanlığı Anayasal bir kurum olarak düzenlenmiş, ona genel idare içinde yer verilmiş ve bu kurumun, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirmesi öngörülmüştür. 1982 Anayasası’nda ise, ‘genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinmek şartıyla, ‘özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.’ hükmü vardı. Bununla da başkanlığa bir görev verilmiş ve uyması gereken kıstasları belirlemiş ve haliyle de başkanlığa tarihi bir misyon yüklemiş oluyordu. 38 EYLÜL 2017 KEMALIST, LAIK VE SOL KESIMLERIN EKSERIYETININ DIYANET’E YÖNELIK MANTIĞI... Din-devlet ilişkisinin, Osmanlı sonrası bir değişim ve dönüşüme girmesine koşut olarak en başta Kemalist sistem, dine karşı seküler planda hasmane ve tarafgir davranmasının bir sonucu olarak Türkiyeli Müslüman kitlenin ezici çoğunluğu tarafından kuşku ile bakıldığı bir vakıa olma özelliğine sahipti. Bu teşkilatı ayakta tutma düşünce ve istidadının bizzat Kemalist sistem tarafından, bu teşkilatın elde tutulması üzerinden Müslüman kitleyi ‘rejim adına’ manipüle edilmesini sağlamıştı. Bundan dolayı da bu kitlenin büyük çoğunluğu teşkilatın lağvedilmesini ve yerine, özerklik bağlamında farklı bir teşkilatın kurulması ve idaresinin de cemaatlerde olması yönünde idi. Ama daha sonraki süreçlerde, Müslüman kitlenin büyük çoğunluğu, modern zamanlarda yaşıyor olmalarına rağmen, birçok konuda yer yer anakronik haller gösteriyordu. Bunlardan en belirgini, yeni gelişmekte olan küresel kapitalist sisteme entegre edilmelerinin esaslı bir koşulu olan, demokratik çerçeveli siyasi partilere angaje edilmelerine rağmen, bir yandan da hilafeti ve Osmanlı usulü din-devlet ilişkisini dillendiriyordu. Ama bunun böyle olmadığı, dahası olmayacağı, ilerleyen ve gelişme istidadı gösteren kapitalist sisteme, maddi kaynaklı bir takım gerekçelerle ilgi gösterildiğinde ise, hemen her konuda olduğu üzere bu konuda da ‘eşyanın tabiatına uygunluk’ söz konusuydu. Bu meyandan söylersek, Diyanet kurumu hakkında ileri sürülen özerklik ve daha da ileri giderek o kurumu tümden lağvetme düşüncesi yerini, ‘devlet bu konuda ne derse en uygunu odur’ formülü kabul görüyordu. Daha sonraları, dinin toplumsal planda görünürlük kazanmasının, ileride bir rejim sorununa yol açıp açmayacağı kaygısı ağırlık kazanıyor, bu tehlike(!) rejim ve yandaşları açısından hep yakın bir tehlike olarak burunlarının dibinde adeta dikenli bir gül gibi duruyordu! Diyanet’in bırakın özerkliğini, ya da tümden güncel kapatılmasını, ihtiva ettiği oranda, toplumsal hayatı her açıdan -o da Kur’an’dan hareketle ilkeler vazederek-düzenleme potansiyeli, en başta sağcı, solcu laik kesimleri korkuttuğu gibi, zamanla evirilerek ‘sistemci’ olan geniş Müslüman kitleleri de endişelendirmeye başlamıştı. Bununla birlikte, Osmanlıdan miras aldığı kurumlara, yenilerini ekleyerek devleti alabildiğine tahkim eden ilk kuşak Kemalistlere ve onların mirasını muhafazakâr, millici ve milliyetçi kulvarda yürütmeye çalışan ‘vasat’ kesime rağmen, sıkıştıklarında Kemalist yavelere başlayan, ona neredeyse muhafazakârı, muhafızı olan, ama çoğu kez evrensel sol söyleme sarılan laik sol kesimlerin büyük çoğunluğu, din-devlet ilişkisi konusunda, ilk kuşak Kemalistler kadar zeki, becerikli ve kuşatıcı değiller. AK Parti’nin zaferle çıktığı son seçimlerden sonra, idealize ettikleri emek mücadelesini adeta unutarak, kendi varlık gerekçelerini, AK Parti ve onun başarısı ve birçok kez tekrarlanan birtakım yanlışlarının ağırlığıyla muhafazakâr iktidarı alaşağı etmek adına, işe Diyanet kurumunun ortadan kaldırılması söylemiyle başlamaları ve her gerekçe ile buna yönelmeleri solun din düşmanlığının da tescili oluyordu.. Tabii ki, bu konuda, ev sahibi konumda bulunan ‘iktidar çevreleri’ ve özellikle Diyanet adına yapılan bazı ‘galiz yanlışlar –Mehmet Görmez’ e ısrarla verilen Mercedes marka makam arabası- laik sol çevrelerin düşmanlığının tavan yapmasına sebep olmuştu. İKTIDAR bu konuda bizleri yanıltmamıştı. Görev, bu konularda liyakat sahibi bir kişiye verilmişti. Bu zatta Ankara İlahiyat menşeli, ilahiyat eğitimi ile birlikte, medrese geleneğinden gelen, Kürt ve Hanefî çevreden gelen bir isimdi… Gerçi, muhafazakârlar hata ve yanlışta bulunmamış olsalar da, laik sol çevreler bir yolunu bulup dinin toplumsal görünürlüğüne halel getirmeye çalışacaklardı… Bununla birlikte, kendilerini geleneksel Türk devlet mantığına binaen Sünni/Hanefi olarak tanımlayan, ama süreç içerisinde sağcılaşan, milliyetçi olan, bununla birlikte, hem koca tarihi dilim içerisinde oluşturduğu kendi ‘milli- dini’ değerlerini, hem de mevcut Türk Devleti’nin muhafazasını arzulayan ya da öyle görüntü veren -FETÖ örneğinde olduğu üzere- kitlenin, başına kim gelirse gelsin, ne tür uygulamada bulunursa bulunsun, Diyanet’ten, dolayısıyla da rejimin din politikalarından rahatsız olmayan bir kitleden de ayrıca bahsedebiliriz.. Sağcı cenahı, konumuz gereği Diyanet üzerinden eleştirmemize rağmen, bir hakkın tevdi edilmesi gereği, kendini bu cenaha nispet edenlerin kahir ekseriyetinin, her ne kadar sağcılık tanımı yapıldığında, ortaya çıkan; ‘sağcılık ta bir batılı ideolojidir’ önermesinin, o cenahı oluşturan insanlar açısından pek de EYLÜL 2017 39 güncel gerçeği, hatta hakikati yansıtmadığı ortaya çıkacaktır. Zira onlar, kendilerini çeşitli açılardan İslam’a nispet ettiklerinden ötürü, onları, salt Batı’dan tevarüs edilmiş bir sağcılıkla tanımlamak, hatta suçlamak pek de yerinde olmayacaktır. Onlar olsa, Emevi mantığına sahip ‘muhafazakâr’ Müslümanlar olarak tanımlanırlardı. Bunun kendisi de ‘belki’ onları “bazı” konularda yüzleşecekleri imtihanlardan koruyup kurtaramayacaktır, ama salt batıcılığı kurtuluş olarak gören laikler, solcular gibi de değerlendirilmeyeceklerdir. Zira kendilerini İslam’a nispet ediyorlar... ‘MUHAFAZAKÂR DEMOKRAT’ AK PARTI IKTIDARI AÇISINDAN DIYANET... AK Parti’yi ve birçok muhafazakâr parti çevresini kendisini oluşturan insan profili açısından ele alıp değerlendirdiğimizde, çoğunluk itibarıyla bir yandan dindar, bir yandan da modernlikle –eskiye nazaran- pek bir sorunu olmayan muhafazakâr Müslümanlardan oluşuyordu. Bu kitle, çeşitli açılardan Kemalist sistemle az da olsa kan uyuşmazlığı olmakla birlikte; sonuçta kendisini bu toprakların sahibi olarak gören, konjönktür gereği sistemsel farklılaşmaları arızî olarak değerlendiren ve bu arızî durumları yerine göre sineye çeken bir kitleydi. Yine bu kitlenin esas gayesinin yaklaşık bin yıldır kendisi adına kurulduğu söylenen devleti yaşatma düşünce ve çabası, bugünün sıcak atmosferinde görülemezse bile, ileride pek net bir şekilde görülebilecektir. Modernleşme, gelinen süreçte içeriği açısından hep din karşıtlığını mı içeriyordu? Eskiden öyle bakılsa bile, günümüzde bu olgu da evirilerek kendini makul hale getiriyordu. Dahası, zaman onu, bu kez muhafazakârlaşmaya zorluyordu. Zaten bu moderleşmeden İslamcı çevrelerde vareste olmadıkları halde, bir zamanlar sistem adına Kemalist rejim tarafından çıplak şekilde “madem laikleştirilemeyecek, o halde İslami kimliğin zıddına “dindar millici, milliyetçi” olması arzulanan kitlenin, sandık ki, AK Parti sürecinde İslamcılaşması söz konusu olacaktı… 40 EYLÜL 2017 Ama bir de bakıldı ki, birebir Kemalistlerin yaptığı gibi değilse de, hatırı sayılır bir muhafazakârlaştırılma ameliyesi, bu kez, geçmişte o kitlenin dile getirmeye çalıştığı gibi ortadan kalkması ve olmazsa bile ‘en azından’ özerkleşmesi öngörülen Diyanet gibi devasa bütçeye, güce ve etki alanına sahip resmi bir teşkilat eliyle gerçekleştiriliyordu. Çoğu kez kendi iktidar meşruiyetini toplumsal kesimlerin demokratik taleplerinden aldığını söyleyen, gerek AK Parti iktidarının ve gerekse de parlamenter sistemin yerine bir Başkanlık Sistemi yerleştirmeyi düşünen, bu işi üzerine aldığını her zaman ve mekânda dile getiren Erdoğan’ın, AK Parti’nin kuruluş esprisi sayılan değişimcilik olgusuna ket vurduğu düşünülebilirdi. Onu muhalefet partilerinin –haklı ya da haksızlar- karşı çıkışları muvacehesinde otoriterleşmekte olup, bir yandan da esnetmeleri gereken devletçiliğe yeniden dönüşü, bu süreçte Diyanet Teşkilatı’na yönelik saldırlar ve savunulardan ötürü çıkarımda bulunabilmekteyiz. DIYANET GÖREV ALANINI GENIŞLETIYOR VE RISK ALIYORDU. Bu görev alanının genişletme çabası ve kendi üzerine risk alması, her şeyden önce, klasik eğitime alternatif olarak ilk dönem Kemalist kadro tarafından kurulan İmam-Hatip Liseleri, giderek onlarca yıl içerisinde, müfredat açısından laik, Kemalist ve Türk İslam sentezine bürünmüştü. Bu eğitim sisteminde sağcı, millici, milliyetçi ve AK Parti iktidarının şahsında muhafazakârlık üzerinden, sözde İslam’a hizmet sadedinde yetiştirilmesi düşünülen yeni kuşağın, devletin her kademesinde görevlere getirilmesi açısından düşünüldüğünde bir anlamı olacaktı. Her iktidar, kendi sosyal, siyasal ve iktisadi sınıfını oluşturuyordu. Bir de buna kültürel sınıfı da ekleyebilirdik. AK Parti iktidarı döneminde ise, bırakın bir kültürel sınıfı, kültür ve eğitim konusu dahi sarpa sarıyordu. Konu ile ilgili sempozyumlar ve seyrek olarak yapılan şuralarda alınamadığı gözlemlenen sonuçlar da göze çarpıyordu. güncel AK Parti ve Erdoğan tarafından, muhalefetin savrukluğu, şaşkınlığı, o kesime yönelik muhafazakâr katmanda revaç bulan salt düşmanlık, ölçünün ve adaletin alabildiğine elden yittiğini de gösteriyordu. Bunun yanında İslamcı bir muhalefet dilinin de maalesef yitirilmesi gibi gerekçeler eklendiğinde muhafazakârlık alabildiğince prim yapacağa benziyordu. ERDOĞAN’IN Görmez’ e makam aracı olarak Mercedes marka bir otomobilin alınması, devletin kaynaklarını çarçur ve berhava etmek, velayetleri, sosyal devlet adına iktidar tarafından üzerine aldığı yetimin hakkının da gözden çıkarılması demekti… GÖRMEZ GÖREVDE... AK Parti’nin ilk iktidar döneminde, mutat olduğu üzere, birçok kurumda olduğu gibi, Diyanet teşkilatında da başkan değişimi olmuş, Mehmet Nuri Yılmaz’ın yerine, Ankara İlahiyat çevresinden Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, teşkilat başkanlığına getirilmişti. AK Parti hükümetini, o güne dek hüküm süren iktidarlara nazaran Müslüman topluma, İslami anlayış ve kültür açısından pek de yakın durmayan, çoğu sağcı ve solcu iktidarlara nazaran, topluma yakın duran tavrına bakıldığında, o günün Diyanet’inde yapılan başkanlık değişimi, bir devrim olmamakla birlikte, salt bürokratik atamadan da ziyade, devletin din konusunda, farklılaştığının işaretlerini ortaya koyuyordu.. Ali Bardakoğlu’nun hem Ankara İlahiyat çevresinden oluşu ve hem de dini anlama konusunda “sahih, doyurucu ve çağın sorunlarına ‘en’ sağlıklı çözümleri içeren özgün uğraşıları” sunmaya çalışması, Diyanet’in toplum nezdinde itibar görmesini de sağlayacaktı. Madem çıta yükseltildiyse, bu kez Bardakoğlu’nun yerine geçecek olan zevatın da, bir o kadar sahih, doyurucu ve özgün uğraşılar içerisinden gelen ve bunları deruhte edecek birisinin başkanlığa getirilmesi, hem toplumsal istek ve hem de, kalitenin geliştirilmesi açısından elzem olacaktı... İktidar bu konuda bizleri yanıltmamıştı. Görev, bu konularda liyakat sahibi bir kişiye verilmişti. Bu zatta Ankara İlahiyat menşeli, ilahiyat eğitimi ile birlikte, medrese geleneğinden gelen, Kürt ve Hanefî çevreden gelen bir isimdi… Burada şunu belirtelim; dün olduğu gibi, bugün ve yarında, başkanlığa ‘sürekli olarak’ Kürt ya da Türk; Hanefî çevreye mensup birisi getirilecekti. Ki, bu ‘modern’ Türk devletinin Osmanlı ve Selçukludan devraldığı bürokratik bir mirastı. Aslında bu miras, devletleşme ile birlikte Türk cihan hâkimiyeti mefkuresinde kendine ait yer bulmuş olup din ve Türk’ü dine bağlayan mezhebi anlayış, kavrayış açısından önemli bir ayrıntıya dönüşmüştü. Görmez’ in atanmasında, bir noktada Hanefî bir çevreden olması dikkate alınmış olsa da, bizzat Erdoğan’ın çözümünü üzerine aldığını deklare ettiği başta Kürt sorunu olmak üzere, Roman ve Alevi/Caferî açılımlarının da ‘kalıcı’ etkisi olmuştu. Zaten dolayısıyla da başkanlığa işin ehli olan ve aynı zamanda da Kürt coğrafyasına mensup ve sorun çözme sadedinde bulunması istenen bir özellik olarak göze çarpıyordu. Zaten, Diyanet’in de, son durumu itibarıyla bu toplumsal kesimler nezdinde resmi olmakla birlikte, ‘Müslümanca’ bir anlamı oluşmuştu. Bundan dolayı, gerek resmiyet ve toplum bağlamında kurumlardan bir kurum olan ve gerekse, bir yandan da İslamcı kesim açısından özerkleştirilmesi ve gerekse de laik sol cenah tarafından ise, kapatılması istenen bir teşkilatın, süreç içerisinde, kendisine uygun görülen kurumsal sıralamayı da aşan bir oranda en önemli kurum haline gelmesi, Görmez’ in de popülaritesini arttırmış oluyordu. Resmî bir kurum, içerdiği bilgiler, görev ve sorumluluk alanı ve işleyişi göz önünde bulundurulduğunda, istisnai durumlar dışında, toplumun tüm kesimini kendi kapsama alanına dahil ederdi. EYLÜL 2017 41 güncel Söz konusu teşkilat Diyanet ve iktidarda da Müslüman topluma yakın duran bir hükümet vardı ise eğer, görev ve sorumluluk alanı da bir o kadar genişler ve hem eskisinden ve hem de başka kurumlarınkinden bariz farklılıklar gösterirdi. Baştan belirtelim, bir Müslümanın ne konumda olursa olsun, eğer bir makamda sorumluluk alma sadedinde ise, o kişinin, içerisinde bulunduğu yapı ve rejim/sistem, ya da o günkü iktidarın ‘en’ yetkililerinin ‘daha uygundur’ düşüncesiyle, o Müslümana lükse ve israfa kaçamak yakışmazdı. Hatta ‘dinî bir kurum üzerinden’ gösterişin alenileşmesi, israfın da mutat hale gelmesi ve getirilmesi, olsa olsa, devralınan sistemin bekasından hareketle maalesef Müslümanın da kanıksadığı kapitalist bir anlayışın daha da işlerlik ve meşruiyet kazanması demekti. İşte bu konuda, Erdoğan’ın Görmez’ e makam aracı olarak Mercedes marka bir otomobilin alınması, devletin kaynaklarını çarçur ve berhava etmek, velayetleri, sosyal devlet adına iktidar tarafından üzerine aldığı yetimin hakkının da gözden çıkarılması demekti… Bir Müslüman, hangi makamda olursa olsun, mütevazı olmak ve olanla yetinmek mecburiyetinde idi. Velev ki, bu zat Diyanet İşleri Başkanı olsun, hiç değişmezdi ve asla değişmemeliydi. Kaldı ki, öteden beri bir olgu olan dinle, diyanetle hiçbir ilişkisi bulunmamış ve aynı zamanda üzerinde bulunduğu seküler zemin açısından bakıldığında dine, diyanete düşman olan ve öyle tavırlar sergileyen sol çevrelerin diline düşmesi pek hayırhah olmamalıydı. Onlar tarafından tahkir edilmeleri ve var olan itibarın sarsılması, Bazılarının Mal bulmuş Mağribî misali işi yalan ve yanlış, kendi bağlamında koparıp çığırından çıkarmaları Müslüman toplum açısından hiç de şık değildi ve olmamıştı.. Ama bizimkiler, bu kadarcık bir şeyi dahi düşünememişlerdi oysa... Görmez’in bir de, kendisi daha görevdeyken, Diyanet’in bağlı olduğu Başbakan Yardımcılığı tarafından, o da Başbakanlığın emriyle, yardımcısının görevden alınmasına göz yumması gibi, 42 EYLÜL 2017 hadiseler, sözde bu kadar açılıma ve Diyanet üzerinden dini hayatın yeniden tanzim edilmesi ameliyesine bir gölge düşürmekteydi... Süreç içerisinde yeniden hatırlanan, onun üzerinden devletin ve iktidarın Müslüman toplumla eskisiyle kıyaslanmayacak kadar ‘sağlıklı bir ilişkiye’ geçtiği düşünülen bir vasatta, “resmi yer izin verdiği sürece” kendi ve başta yardımcılarının, personelinin konumunu pekiştirip protip bir işlev ortaya konulacağına, iktidarın bir nevi oyununa gelmesi de eksik ve kusurlu bir hareketti... Görmez’ e yönelik olarak yapılacak eleştirilerden birisine gelince; Mehmet Görmez Ankara İlahiyat çevresinden olup, Türkiye’nin son dönem açısından yetiştirdiği en önemli ilahiyatçılardan birisi olduğu, akademik hayatta ‘hayli’ başarılı bir geçmişinin bulunduğu, bürokratik bir işe ehil olduğu ve bunlarla birlikte, içerisinden çıktığı ilahiyat çevresi açısından ‘modernist’ İslam formundan sayıldığı ileri sürülüyordu.. Bir kişi, kendi alanında, düşüncesi gereği, sevip benimsediği herhangi bir forma mensup olabilirdi. Bu forma mensup olduğu düşüncesiyle söylersek eğer; bir toplantı esnasında “maalesef aramızda tarihselciler de var.” türünden bir ifade kullandığı konuşuluyordu. Bununla neyi kastetmişti acaba, diye bir soru soralım... Maksadını bilemediğimiz halde, bu ifadeler gelenekçi kesimi ve onları temsil sadedinde bulunduğu zannına kapılan bazı zatları memnun etmemiş olacak ki, bunlardan birisi, onu hakkında bir twitter hesabından; “o (yani Görmez) Diyanet’in başına gelmiş en büyük tehlikedir.” yollu ifadelere yer vermişti Bir de o cenaha mensup bazı kişilerin, son dönemde, İslamcılığa ve onun üzerinden Diyanet’e yönelik saldırıların arttığı bir vasatta, o saldırılara yönelik olarak, İslamcı cenahta rivayet edilen ifadeler ışığında, bizzat Erdoğan tarafından Görmez’ e, bu şahıslardan bazı kişilerin, İstanbul’da Sultanahmet gibi merkezi (Selatin) camilerde, halka vaaz vermesi için önerdiğini, ama başkanın bunu kabul etmediği söylenmektedir.. güncel Modern bir devletin Cumhurbaşkanı olmuş bir zatın, hemen her konuda, ‘en azından’ görev ve siyaset yaptığı bir ortamda, modern saiklere pek uymayan, bir de zamanın dilini ve mantığını kavrayamadığını düşündüğümüz birisine, vaaz verdirilmesini talep etmesi, gerek modern devlet, gerek onun bir kurumu olan Diyanet ve gerekse de birçok kazanımını bu çerçevede elde etmiş bulunan ‘çağdaş Müslüman toplum’ açısından bir gariplik, tezat ve bir ileri, iki geri sayılabilirdi.. Görmez’ in, görevli bulunduğu dönemde bu zevata hayır demesi, başta gelenekçi bir din anlayışına sahip gazete yazarları, çizerleri, gerekse devletin, sunmaya çalıştığı imkânları tepe tepe kullanabilmenin yanında, kalkıp gelenekçiliği, haliyle de din anlayışı açısından da en ilkel formları insanlara kabullendirme düşüncesine karşı durması, onun ipinin çekilmesine bir gerekçe olduğu söylenebilirdi.. Eğer böyle ise, Cumhurbaşkanı, bu arada başında bulunup, içe ve dışa karşı temsil edip savunduğu modern devleti, din alanında Sünniliğe mal edilen en kaba yorumlara sarılıp, tarih boyunca oluşan formların neredeyse tümünü cehennemlik ilan edecek kadar haddini aşan güruha kapı aralaması, başta devlet olmak üzere toplumun geleceği açısından hiç de iyi olmayacaktı.. Zira devlet bu konuda rasyonel bir varlık ve yapıda olmalıydı. Bir de elimizde FETÖ gibi kapı misali bir örneğimiz varken üstelik... Kaldı ki, modern devlete de yeri geldiğince eleştiri sunmamız, onun var olan yanlışlarını dile getirmemizin yanında, kendi cenahımız olan İslamcılığa ve gelenekçi cenaha da sunulacaksak eğer eleştiri sunmamız gerekirdi. Bununla birlikte hangi cenahtan sudur ederse etsin, FETÖ gibi yapılanmalara en azından toplum olarak karşı çıkmamız gerekir, ama dini açılardan birçok yanlışı ve hurafesi varsa dahi, o yapıların ortadan kaldırılmalarını talep edemezdik. Zira herkesin görüşü kendisine kalmalıydı ve adil olmalıydık ve her alanda olduğu üzere bu konuda da haddi aşmamalıydık.. KUR’AN bir yarışma kitabı değil, Müslüman kimliğini oluşturma özelliği bulunan bir hidayet kaynağı, rehberiydi. O rehbere reva görülen bu tür muhafazakâr bir işlem, tabii ki kabul görmemeliydi. Ama Türk muhafazakârlığına baştan beri arız olan Yahya Kemalci mantık, dini de araçsallaştırıyor, onun kaynağını yarışma kitabı derekesine düşürüyordu. “...İslamcı kesim, modernist kampı es geçtiğimizde, gelenekçi, daha açıkçası tarikat kisvesi altında işi hurafeye ve bozuk inançlılığa kadar vardırmış bulunan yapılara ve öbeklere karşı sağlıklı bir duruş içerisinde olmalı, öncelikli olarak ıslah düşüncesini dillendirmeli, kendi yapısı ile birlikte, geleneksel kampta bulunan yapıların ıslahı içerisinde sürdürmeli ve hiçbir istifhama ve kafa karışıklığına anlam kaymasına yol açmadan ve iktidar birçok ‘maddi’ imkân sunacak olsa dahi, gelenekçi vb. yapılara yönelik eleştirisini hakikati gizlemeden yöneltmeli, ama fırsatçı ve ‘yer işgal edici’ de olmamalıdır..”2 Görmez’ in devletin üst katmanı nezdinde istenmediğine bir işarette, 2017 Ramazan ayında TRT-1’de yayımlanan Kur’an okuyan yarışmacıların, bir jüri önünde yarışmalarını içeren Kur’an-ı Kerim’i Güzel Okuma yarışmasına, ‘onun belki de araçsalaştırması kaygısıyla- karşı çıkma sadedinde dile getirdiği ifadelerin kabul görmediğini de belirtmiş olalım... Kur’an bir yarışma kitabı değil, Müslüman kimliğini oluşturma özelliği bulunan bir hidayet kaynağı, rehberiydi. O rehbere reva görülen bu tür muhafazakâr bir işlem, tabii ki kabul görmemeliydi. Ama Türk muhafazakârlığına baştan beri arız olan Yahya Kemalci mantık, dini de araçsallaştırıyor, onun kaynağını yarışma kitabı derekesine düşürüyordu. Bu asla kabul edilemezdi... ● 1 https://www.diyanet.gov.tr/tr/kategori/kurulus-ve-tarihce/28 2 Sait Alioğlu; FETÖ’ den Hareketle; Cemaatin “Örgüt” e Dönüşmesi ve İslamcı Duruş, Özgün İrade Dergisi, Ekim-2016. EYLÜL 2017 43 GÜNCEL Diyanet’in FETÖ Raporu Üzerine Mülahazalar DAVUT GÜLER DİB, FETÖ’yü ihanetinden dolayı rapor konusu yapmıştır. TC. devleti DİB üzerinden FETÖ ihanetini dinen de meşruiyetini değerlendirmiş ve FETÖ’yü Türkiye kamuoyu nezdinden mahkûm etmiştir. B asit bir soru sorarak söze başlayalım; “Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), Fethullahçı Terör Örgütü’nü (FETÖ) rapor konusu niçin yapmıştır ve bu raporla neyi amaçlamaktadır?” Bir başka sorumuz; “DİB 15 Temmuz tarihinden önce ve sonra DEAŞ hariç herhangi bir grupla ilgili bir rapor hazırlamış mıdır?” Bir de şu soru; “FETÖ bu hain darbenin bir bileşeni, aracı, maşası olmasaydı bu rapor hazırlanır mıydı?” Diyanet İşleri Başkanlığı’yla (DİB) ilgili öncelikli olarak şunu söylememiz lazım. Kendilerinin de aşağıda gelecek rapordaki metinlerde izah edildiği gibi DİB bir devlet kurumudur ve belli mevzuatlara tabiidir. Bir devlet kurumu olarak ancak kendine verilen yetki çerçevesinde o işi başlatıp ve sonlandırabilirler. DİB bu konsepte değerlendirilmelidir. Diyanet İşleri Başkanlığının (DİB) hazırlamış olduğu raporla ilgili olarak genel bir kanaat ve 44 EYLÜL 2017 değerlendirme yapacak olursak, rapor; “ağyarını mani efradını cami” bir rapor olmuş diyebiliriz, bu kanaate rapor okunduğu zaman siz de kavuşabilirsiniz. Rapor, 70 Word sahifesi, giriş ve altı bölümden teşekkül etmekte ve her bölüm bir konuyu işliyor. Örneğin, Birinci Bölüm; taraftarları açısından hem bir kült haline gelmiş Fethullah Gülen’i ve düşüncesini hem de hareketinin adım adım büyüme merhalesini anlatmaktadır; Fethullah Gülen, hem şahsiyet olarak hem de fikri olarak desteklenmesi ve gelişmesi 1960 yıllardan itibaren mercek altına alınmış, Gülen’in Diyanette personel olarak çalışması da o yıllarda başlıyor. Raporda bu durum şöyle izah ediliyor; “Bu kapsamda örgüt elebaşının Türkçe olarak basılmış olan 80 kitabı incelenmiş, 40 bin dakikayı bulan (yaklaşık 670 saat) sesli ve görüntülü konuşması dinlenmiştir. Ayrıca örgüte ilişkin Kurumumuza ulaştırılan yazılı ve görsel materyaller üzerinde incelemeler devam etmektedir. Bunun yanında İslami ilimlerin ve sosyal bilimlerin farklı branşlarında ihtisas sahibi olan ilim adamlarının katkılarıyla, söz konusu meşum yapının değerlerimiz ve insanımız üzerinde yaptığı tahribatı çok boyutlu olarak tahlil eden kapsamlı bir eserin hazırlığı da sürmektedir.” Diğer bölümler aşağıda verilen minval üzere güncel devam ediyor. Rapor da ayrıca FETÖ ile ilgili kapsamlı bir eserin çıkacağı haberi de yer almış… Rapor, giriş ve 6 bölümden oluşmaktadır: Birinci Bölüm (F. Gülen’in kendisini takdim şekli) İkinci Bölüm, RÜYALAR; Üçüncü Bölüm, DİYALOG; Dördüncü Bölüm, CEMAAT; Beşinci Bölüm, AKIL DIŞI BEYAN VE İDDALAR; Altıncı Bölüm, CİNCİLİK. Bölüm başlıklarının FETÖ şebekesinin gelişim sürecinin ipucunu veriyor demiştik. Rapor olabildiğinde kapsamlı ve her bir bölüm onlarca alt başlıktan oluşuyor. Konuyu uzatmadan sorularımızın cevaplarını arayalım; ilk sorumuz “DİB, FETÖ’ yü neden rapor konusu yaptı ve bu raporla neyi amaçlıyor?” Sorumuzun ilk bölümünün cevabını raporda kısmen bulabiliriz: “Milletimizin baştan beri hep kendi kurumu olarak görüp bağrına bastığı Diyanet İşleri Başkanlığına, ilgili mevzuat çerçevesinde ‘Toplumu din konusunda aydınlatmak’ gibi yüksek bir görev verilmiştir. Başkanlığımızın bu ulvi görevi yerine getirmesinde en önemli vazife Din İşleri Yüksek Kuruluna düşmektedir. Bu itibarla Kurulumuz, toplumu ilgilendiren önemli dinî konularda çalışmalar yapmakta ve sonuçlarını milletimiz ile paylaşmaktadır.” DİB, görev alanı ve tanımını rapordan alıntıladıktan sonra sorunun ikinci bölümünün cevabını arıyoruz. Sorumuz, “DİB bu raporla neyi amaçlıyor?” O da şu: Devlet FETÖ’ nün hain olduğunu söylüyor ve FETÖ’yü ihanetle suçluyor. Bu ihanetini dini olarakta tescillenmesini istiyor. Raporun amacı bu, bunu da hayata geçiriyor: “Bunlardan biri de ülkemizi 15 Temmuz 2016 tarihinde büyük bir felaketin eşiğine getiren ve örgütlü bir din istismarı hareketi olan FETÖ/PDY (Fethullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması) konusunda sürdürdüğü çalışmalardır. Malum olduğu üzere bu meşum girişimdir” rapordaki bu tanımla DİB, FETÖ’nün vatan ve millete ihanet eden bir şebeke olduğunu ilan ediyor. Özetlersek; DİB, FETÖ’yü ihanetinden dolayı rapor konusu yapmıştır. TC devleti DİB üzerinden FETÖ ihanetini dinen de meşruiyetini değerlendirmiş ve FETÖ’yü Türkiye kamuoyu nezdinden mahkûm etmiştir. Bu çatışmada hiçbir dini grup FETÖ’nün yanında yer almamıştır. DİB yayınladığı raporla belirli oranda amacına kavuşmuştur; belirli oranda diyoruz, şundan dolayı diyoruz. Bu rapor, daha önce FETÖ’yle ilgili yapılan bir tanıma göre; “üstü ihanet, ortası ticaret ve tabanı ibadet olan” örgüt şemasından özellikle ticaret ve ibadet olarak tanımlanan kesimleri ne kadar etkiledi ve bu kesimler örgütle kendi aralarına bir mesafe koyabildi mi? Doğrusu, gerek DİB olsun gerekse hükümetin bu konuda başarılı olduğunu düşünemiyorum, çünkü vicdanları harekete geçiremediklerini ve bu kesimleri vicdanlarıyla başbaşa bırakmadıklarını, kendilerinin de merhametli tutumlarıyla bu iki kesimi kazanamadıklarından dolayı bunlar hâlâ ikilem yaşamayı sürdürmektedirler… İkinci sorumuza; “Diyanet 15 Temmuz tarihinden önce ve sonra DEAŞ hariç herhangi EYLÜL 2017 45 güncel bir grupla ilgili bir rapor hazırlamış mıdır?” DİB’ in kendi tarihinde -8 Ağustos 2015-Din İşleri Yüksek Kurulunun “DEAŞ” başlıklı raporu DİB’e sunuluyor ve 8 dilde yayınlatılıyor. İkinci sorumuzun cevabı basit çünkü “DEAŞ” raporundan başka bir rapor yok. Neden yok? Öncelikle şu denebilir, bir rapora dönüşüp kamuoyuyla paylaşılmış bir bilgi anlamından yok ama devletin kurumlarından veya hafızasında elbette bilgiler vardır. Devlet ihtiyaç duydukça ulusal menfaatler için DİB gibi kurumlardan faydalanabilir. Bunun gibi1980 askeri darbesinde uçaklardan PKK’ya karşı cihad ayetlerini içeren bildiriler hafızalarımızda kayıtlı… Ama bu FETÖ Raporu şunun habercisi ki, bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti Devletinin düşman konsepti, “İrtica” ve “Bölücülük” idi… Bölücülük adres değiştirmedi, fakat irtica’nın daha önceki adresinin; Nurculuk ve Tarikatçılık olduğunu biliyoruz… Muhtemelen, “irtica” denilince bundan sonra zihinlerde FETÖ ve “DEAŞ” canlanacak… Son sorumuz; “FETÖ bu hain darbenin bir bileşeni, aracı, maşası olmasaydı bu rapor hazırlanır mıydı?” Cevabı belli; hayır böyle bir rapor hazırlanmayacaktı; çünkü Türkiye Cumhuriyeti Devletinin böyle bir geleneği olmadığı gibi rutin durumlarda böyle bir sorumluluğu da yoktur. Soralım, “Adnan Oktar’la ilgili bir rapor var mı? Alevilerle, Bektaşilerle, Nakşilerle, Kadirilerle, Mevlevilerle ilgili bir raporları var mı?” Devam edelim; “Haydar Baş’la veya Cübbeli Ahmet’le ilgili bir rapor var mı?” BUGÜNE kadar Türkiye Cumhuriyeti Devletinin düşman konsepti, “İrtica” ve “Bölücülük” idi… Bölücülük adres değiştirmedi, fakat irtica’nın daha önceki adresinin; Nurculuk ve Tarikatçılık olduğunu biliyoruz… Muhtemelen, “irtica” denilince bundan sonra zihinlerde FETÖ ve “DEAŞ” canlanacak… 46 EYLÜL 2017 Devletin rutin durumlarda böyle bir görevi yok ama devletin şu görevi de var: Bu devlet dini veya lâdini olsun fark etmez; devletlerin ahalisi veya örgütlü yapıları, insanları kin ve nefrete yönlendirmiyorsa ve ihanet içerisinde değilse, her hangi bir devletin ajanı değilse; o şahıs, o tarikat, bu parti, şu tekke, o hizip, bu hizip, bu mezhep veya şu meşrep kendi kuralları içinde faaliyetlerini yapabilmeli.. Yine bu devletler, dini veya lâ dini olsun ülkelerinin insanları eğitimlerini özgürce alabiliyorlarsa, sorunlarını da özgürce tartışacakları zeminleri de varsa, kendi yöneticilerini de kendi özgür iradeleriyle ve bilinçli tercihleriyle seçebiliyorlarsa bu ülkeler kendi ahalilerine karşı dürüst ve adildirler. Ahali ise yönetime karşı mutidir, ülkesine karşı her türlü sorumluluğu yerine getirmekle mükelleftirler, çünkü bu hukuki bir sözleşmedir. Bu gibi devletler ve ahalisi bir başkasının istismarına kapalıdır ve özgürdürler. Bir duruma daha dikkat çekelim, bu hain ve meşum darbe sürecinde, -hükümet yetkilileri de darbe sürecinin ilk günlerinde dikkat çekmiştiler. Bu hain darbe için “Bu bir NATO darbesidir” denmişti. Bu NATO darbesi ise hükümet şu ana kadar NATO ile ilgili her hangi bir girişimde bulundu mu? Ülkemizin insanlarını ayartan, ülkemizi bir iç savaşın eşiğine getiren güçlere yönelik herhangi bir yaptırım yaptı mı veya girişimde bulundu mu? Eğer adaleti, güç yetirilene uygularsak bu vicdanlarda onarılması zor yaralar açmaz mı? O zaman bu büyük güçler, ajanlaştırdıkları insanları kanatları altına alır her zaman bize karşı kullanmazlar mı? Ülke içinde yaşanan mağduriyetler bu ajan ruhlu insanlara malzeme vermez mi? Bu ajanlar mağduriyetlerin müdafisi gibi bir rol üslenmezler mi? O zaman, bu malzemeyi bu fırsatçılara vermemek gerekir; ağaca bakarak ormanı görmezsek bu yanılsama yarın büyük faturalarla karşımıza çıkacaktır. Sonuç olarak; Diyanet’in hazırladığı “rapora” bir prodüksiyon tuttuk ve kısmen de olsa anlamaya çalıştık. Devletin asıl sorumluluğu vatandaşını bir hukuk devletinde güven içinde yaşamasını sağlamaktır. İnsanlarını kamplara güncel bölmek adil bir devletin siyaseti olamaz. Devlet hangi karakterde olursa olsun ama bir hukuku olsun… “Rapor” u merkeze alırken raporun ele aldığı konuyu izah açısından kapsamlı ve konunun hakkını verdiğini vurgulamıştık. Maksadımızı birkaç soruyla anlatmaya çalıştık, takdir okuyucularımızındır. Günümüze ışık tutar maksadıyla, “İslami bir devlette de böyle bir durum yaşanmış olsa Müslüman yöneticiler bu durum karşısında nasıl davranırlar?” diye bir soru sorsak, cevabımız ne olur?”: Kur’an-ı Kerim’de; “Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever.” “Allah, ancak din konusunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkaranları ve sürülüp-çıkarılmanız için arka çıkanları dost edinmenizden sakındırır. Kim onları dost edinirse, artık onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Mümtehine, 60/8-9) Rabbimiz bu ayetlerde de niçin savaşıldığının veya niçin savaşılması gerektiğinin gerekçesini bize açıklıyor “Ve eğer antlaşmalardan sonra, yine yeminlerini bozarlarsa ve dininize hınç besleyip-saldırırlarsa, bu durumda küfrün önderleriyle çarpışın. Çünkü onlar, yeminleri olmayan kimselerdir; belki cayarlar. Yeminlerini bozan, elçiyi (yurdundan) sürmeye çabalayan ve sizinle ilk defa (savaşa) başlayan bir toplulukla savaşmaz mısınız? Korkuyor musunuz onlardan? Eğer inanıyorsanız, Kendisi’nden korkmanıza Allah daha layıktır. Onlarla çarpışınız. Allah, onları sizin ellerinizle azaplandırsın, hor ve aşağılık kılsın ve onlara DEVLETIN asıl sorumluluğu vatandaşını bir hukuk devletinde güven içinde yaşamasını sağlamaktır. İnsanlarını kamplara bölmek adil bir devletin siyaseti olamaz. Devlet hangi karakterde olursa olsun ama bir hukuku olsun… karşı size zafer versin, mü’minler topluluğunun göğsünü şifaya kavuştursun. Ve kalplerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe, 9/12-15) Bu ayetlerde de hainlere ve mücrimlere verilmesi gereken cezaları beyan ediyor; “Allah’a ve Resûlü’ne karşı savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuğa çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri, asılmaları ya da elleriyle ayaklarının çaprazca kesilmesi veya (bulundukları) yerden sürülmeleridir. Bu, dünyadaki aşağılanmalarıdır, ahirette onlar için büyük bir azap vardır. Ancak, sizin onlara güç yetirmenizden önce tevbe edenler başka. Bilin ki, şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” (Maide, 5/32-33) Bu ayetler de gösteriyor ki, İslami ve adil olan bir devlet veya siyasi otorite -düşüncesi ne olursa olsun- kendi tebaasını, yukardaki şartlar oluşmazsa ülkesinde barış içinde yaşayabilir ve emniyet içindedir o ülkenin ahalisinin emniyeti devletin güvencesi altındadır… (mal, can, akıl, din ve nesil emniyeti) Örneğin, Hz. Ömer’in hilafeti döneminde Mecusiler de kitap ehli konumda kabullenilmiş ve zimmi hukukuna dâhil edilmiş ve İslam Devletinin tebaası olarak yaşamışlardır. EYLÜL 2017 47 güncel Okuyucularımıza bir öneride bulunmak istiyoruz, bu raporun kendisi ve sonuç bölüm her birimizin kesinlikle istifade edeceğimiz bir metindir, mümkünse tüm raporun okunması, değilse; sunuş, giriş ve sonuç bölümleri okunmaya değerdir. Burada siz okuyucularıma “sonuç” bölümünü özetleyerek vermeye çalışacağım: “Çalışmada geçen alıntılarda ortaya çıkan “Gülen kültü” nü İslam’ın ana yolunun itikad esaslarıyla çelişen unsurlarına da işaret ederek şu şekilde özetleyebiliriz: 1. Ulûhiyeti zedeleyen düşünceleri: Hiç şüphesiz her mü’min, Rabbini kişisel tecrübesiyle hissedebilir, Yüce Allah ile çok özel ve içten bir iletişim ve irtibat kurabilir. Allah Resûlü’nün İsra-Mirac adını verdiğimiz mucize olarak nitelenen Mekke-Kudüs hattındaki gece yürüyüşü ve akabinde göklere yükselerek Rabbi ile buluşması ancak bir Peygamber’e bahşedilebilecek istisnai nitelikte bir lütuftur. Ancak Allah Resûlü(sav) bu tecrübesinden dönüşünde mü’minlere günde beş kez Allah’a yönelecekleri namaz ibadetini getirmiş ve bu ibadet “mü’minin miracı” olarak nitelenmiştir. Burada kastedilen kişinin kendi özel dünyasında Rabbi ile hasbihal etmesi, ibadeti Allah’a yönelterek ruhaniyetini ve maneviyatını geliştirmesidir. Gülen’in sözlerinden ulûhiyete dair hassasiyet gözettiği izlenimi doğsa da biraz daha yakından incelendiğinde onun ulûhiyeti zedeleyecek birtakım fikirleri sürekli dile getirdiği anlaşılmaktadır. Her gün ve her an neredeyse Allah’la görüştüğü iddiası bunların içinde en vahim olanıdır… Muhammed(as) bile Gülen kadar Allah’la buluşup hasbihal etmemiştir. Daha doğrusu Hz. Muhammed’in(sav) siretinde bu şekilde her şeyi gizemli güçlere GÜLEN kültünde Hz. Muhammed(sav) âdeta kültün liderinin ev arkadaşıdır; sabah akşam oturup strateji konuşmaktadırlar ve daha sonra bu konuşmalar neticesinde kendisine tevdi edilen emaneti Gülen müritlerine ve mensuplarına aktarmaktadır. 48 EYLÜL 2017 bağlama ve insanları bu gizemler üzerinden bir şeylere ikna etme derdi asla olmamıştır… 2. Kur’an’da ve Sünnet’ de belirtildiğine göre Allah(cc) insanlarla ancak peygamberleri vasıtasıyla konuşur. Muhammed(as) son peygamber olarak Kur’an sonrası zamanlarda insanlarla doğrudan iletişimi ancak Kur’an-ı Kerim’le gerçekleştirilecektir. Peygamberler dışında hiç kimse ulûhiyet sahasından bilgi alıp onları Allah’ın mesajları şeklinde sunma hakkına sahip olmadığı ve bundan sonra da peygamber gelmeyeceği için vahyin rehberliği dışında ilahî mesaj iddia etmek ciddi bir sapmadır... Bu iddialarını başkalarına ilahî mesaj olarak empoze etmeye kalkanlar İslam’ın sahih yolundan sapmış kimselerdir. 3. Nübüvveti zedeleyen düşünceleri: İslam’a göre peygamber, Allah’ın insanlarla iletişimi sağlamak için insanlar arasından seçtiği bir kişidir. Bu seçilmişlik, onları özel bir konuma, “Vahyin/Risaletin tebliğcisi” konumuna yerleştirmektedir. Bu sebeple peygamberler Allah’ın mesajını eksiksiz ve doğru bir biçimde aktarabilsinler diye bu konuda hataya düşmekten korunmuşlardır (ismet). Vahiy, Hz. Muhammed’in(sav) ölümüyle sona erdiğinde mü’minler önce bir şok yaşadılar ve paniklediler. Hz. Ebu Bekir bunun üzerine o meşhur sözünü söyledi: “Kim Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim Allah’a tapıyorsa o Hayy’dı (diridir) ve ölümsüzdür.” Efendimizin ölümünden sonra onun bıraktığı Kur’an ve Sünnet mirası Müslümanlara rehberlik etti. Gülen kültünde Hz. Muhammed(sav) âdeta kültün liderinin ev arkadaşıdır; sabah akşam oturup strateji konuşmaktadırlar ve daha sonra bu konuşmalar neticesinde kendisine tevdi edilen emaneti Gülen müritlerine ve mensuplarına aktarmaktadır. İlginçtir ki hemen hemen her karar, bir şekilde “Gülen’in Örgütü” nü tahkim edip onları sorgusuz sualsiz itaate yönlendirecek türden gizemlerle süslenmiştir… Muhammed(as) dünyevî bir yapılanmanın figürü hâline getiren bu anlayış nübüvvet fikrini zedelediği açıktır. Ulûhiyet ve nübüvvet gibi imanın en önemli esaslarını zedeleyen bu sözleri güncel ve ihtiva ettiği düşünceleri dalalet (sapkınlık) olarak nitelemek kaçınılmazdır. 4. Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in Sünneti’ ne aykırı düşen hiçbir bilginin dinî değeri yoktur. Sahabe neslinden günümüze kadar sevâd-ı a’zamın (Müslümanların büyük çoğunluğunun) yolu dışında bütün anlayışlar sırat-ı müstakimden sapmadır. 5. Din adına ileri sürülen bir görüş veya bir açıklama, İslam’ın temel bilgi kaynaklarına dayanmalıdır. Dolayısıyla “akl-ı selim, sağlam duyu organları veya haber-i sâdık (mütevatir haber ve peygamber tebliği)” ile teyit edilemeyen dinî bir söylem kabul edilemez. 6. İslam’ın temel bilgi kaynaklarının göz ardı edilmesi hâlinde, insanları yönlendiren hasta ruhlu kişilerin, din adına her şeyi söyleyip yapabilmelerinin önü açılmış olur. Böyle olunca kendisinden başka hiç kimsenin muttali olamayacağı ve dinin temel bilgi kaynaklarına göre kontrol edemeyeceği rüyalarla, gizemlerle ve sözde kerametlerle bir ‘kült’ önder oluşturulması da kolaylaşır. Bu durumda, seçilmiş olduğuna inanılan bu kişi, Yüce Allah ve Peygamber(as) ile yakaza hâlinde görüşür ve aldığı talimatlarla (!) örgütünü yönetir hâle gelir. İş bu noktaya varınca da müntesipleri nezdinde Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’in ne dediğinin artık bir önemi kalmaz. Zira bağlayıcı olan, sözde masum/masûn (korunmuş) önderin ne dediği ve dini nasıl anladığıdır. Bu da, İslam’ın tahrif edilmesinin önünü açar. 7. Din samimiyettir. Samimiyet ise hiçbir dünyevî amaç, ihtiras ve iktidar peşinde olmaksızın Yüce Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için kulluk görevlerini yerine getirmektir. Kişinin, diğer Müslümanlardan farklı ve ‘seçkin’ olduğuna inanması; aynı şekilde mensubu olduğu topluluğu da diğer Müslüman toplulukların üstünde “seçilmiş bir cemaat” olarak kabul etmesi samimiyetle bağdaşmaz. Yahudilere ait bir inanç esası olan ‘seçilmişlik’ iddiasını, İslam kesinlikle reddeder. Bu söylemi, tarih boyunca dünyevî iktidarı ele geçirme arzusunda bulunan muhterisler kullanmışlardır. Gülen kendi mensuplarına “ikinci sahabe nesli”, ‘kutsîler’ ve ‘rabbanîler’ diye hitap ederek onları seçilmiş MÜSLÜMANLAR dinlerini, Hz. Peygamber’in eğitiminde yetişmiş olan sahabe ve onları takip eden iki öncü neslin ortaya koyduğu usûl doğrultusunda hareket eden emin ve ehil âlimlerden öğrenmelidir. bir topluluk olduklarına inandırırken aslında her dediğini yapmaya hazır fedailer yetiştirmeye odaklanmıştır. 8. İslam son ilahî dindir. Muhammed’in(as) peygamber olarak gönderilmesi ve Kur’an-ı Kerim’in inzaliyle birlikte önceki dinlerin hükümleri neshedilmiştir. Dolayısıyla İslam’ın Yahudilik ve Hristiyanlıkla aynı düzlemde değerlendirilmesi ve bu meyanda önceki dinlerin de “hak din” olma özelliklerini devam ettirdiklerini söyleyerek “dinlerarası diyalog” çalışmaları yapılması, İslam açısından kabul edilebilir bir durum değildir. Diğer din mensuplarıyla barış içinde insanî ilişkiler kurmak her Müslümanın görevdir. Bu insanî durumu istismar ederek karma bir teoloji oluşturmaya çalışmak başka bir şeydir. Diyalog bağlamında dile getirdiği düşünceler onun “hak din” anlayışının da sorunlu olduğunu göstermektedir. 9. Zerdüştlük, Roma putperestliği ve Antik Yunan çok tanrıcılığı da dâhil olmak üzere diğer din ve inançlardan alıp naklettiği birçok kavram, sembol ve fikir ile Gülen âdeta içeriden bir figür olarak İslam’ı tahrif etme misyonunu üstlenmiş görünmektedir. 10. İslam ilim geleneğinde sahih dinî bilginin kaynağı Kur’an, Sünnet, İcma ve bu çerçeve içinde kalan içtihaddır. Başka bir kaynak ve yöntem kabul edilmemiştir. İlham, rüya, keşif ve benzeri yöntemler özneldir ve bağlayıcılığı da yoktur… Bu itibarla Müslümanlar dinlerini, Hz. Peygamber’in eğitiminde yetişmiş olan sahabe ve onları takip eden iki öncü neslin ortaya koyduğu usûl doğrultusunda hareket eden emin ve ehil âlimlerden öğrenmelidir. Kendi sübjektif algılarına, hayallerine, halüsinasyonlarına ve rüyalarına dayanarak din adına hüküm koyan kişilere kulak vermemelidir…” ● EYLÜL 2017 49 GÜNCEL Ne Çok Söylenmemiş Türkümüz Var… BAYRAM YILMAZ 50 EYLÜL 2017 güncel A n gelir ve zaman 15 yaşında bir çocuğun bakışlarında donar. Dilinize bir türkü yapışır “yüce dağ değilidium duman sardı başımi, sevdiğun beni ağlar ah bende sevduğumu, kayık gelir uzaktan dalgalara karışmiş daha kavuşamadan mevlam ayrılık yazmış,,, Zihninizde askerlik anılarınızı anımsarsınız; ilk kez yaptığınız Gümüşhane’den Trabzon’a geçerkenki Zigana geçidinin manzarası canlanır gözünüzde; bir otobüs penceresinden bulutları izlersiniz de tüm bu hayalleriniz gelir 15 yaşında yetim bir çocuğun bakışlarında yaş olur. Erken büyümek zorunda kalan çocukların halidir bu; şımaracak kimseniz yoksa hayat sizi erken yaşlarda kocaman adam eder. Çıraklık yapan, hergelecilik(büyükbaş hayvan çobanlığı) yapan, tarla-takımda ot biçen, yevmiye ye giden çocukların bir bayram günü duruşudur o duruş… Ne de güzel yakışmıştır o “ben çocuk değilim” duruşu… “bir bayram günündeki kıyafetimle nasıl da yakışıklı olunurmuş bakında görün…” der. Uzun gömleği düzenli kıvırabilmek çalışkan çocukların becerisidir… Yelek bir baba özlemi gibi durur üstünüzde, hem annenize dilinizle söyleyemediğinizi “bak babam yok ama ben buradayım…” duruşudur. O ne güzel bir bakıştır ki hiçbir profesyonel o kadar mana yüklü bakabilen bir göze sahip olamamıştır… Okşanmamış bir başı taşımanın ne zor olduğunu yaşamadan bilemezsiniz… Hayatın o doğal akışı diye tabir edilen süreçte normalde kimse adınızı bilmez; oysa sizin de adınızı duyurmak gibi bir derdiniz hiç olmamıştır zaten, boyunuzun ölçüsünü bilirsiniz… Hayatta en büyük amacınız tek telaşesi akşam, çocuklarına bir sofra serebilmek olan annenizin yükünü azaltmak, yükünü alabilmektir. O yüzdendir şu lise bir bitse de; amma İstanbul yollarında, amma Karadeniz’in o ıslak havasında kaç zamandır zaten para etmeyen fındık çuvallarının altına girersiniz. O çuvalların patoza atılması gerekir. Patozdan çıkan fındık çuvalları ki en hafifi kendi ağırlığınız kadardır. O yükün altında yağız bir delikanlı olursunuz... ZORDUR o masumiyeti korumak, Anadolu’da fakir bir köylü çocuğuysanız masum kalmanız daha kolaydır aslında. Cebinizde arkadaşlarınıza takılacak kadar paranız bir türlü ol(a) maz zaten, arkadaşlarınız siz olmasanız da bir yerlere takılabilir, varlığınız kolay göz ardı edilir. Ancak ölürseniz kıymetlenirsiniz. Yaşarken “biri de çıkıp demez Eren iyi ki varsın.” diye… Zordur o masumiyeti korumak, Anadolu’da fakir bir köylü çocuğuysanız masum kalmanız daha kolaydır aslında. Cebinizde arkadaşlarınıza takılacak kadar paranız bir türlü ol(a)maz zaten, arkadaşlarınız siz olmasanız da bir yerlere takılabilir, varlığınız kolay göz ardı edilir. Ancak ölürseniz kıymetlenirsiniz. Yaşarken “biri de çıkıp demez Eren iyi ki varsın.” diye… İyi ki varsınız; biz olabilmenin imkânıdır sizin çalan her telefonu açarken “komutanım…” deyişiniz. Hemen bir bütünün parçası olabilir ve kendinize bir görev addedersiniz. Yetimseniz tüm köy ailenizdir. Böyle göstermiştir Anadolu analığını. Bir ailenin üyesi olabilmektir daha büyük bir aileye ait olabilme imkânı sağlayan, “apartman odalarında büyüyen çocukların bilmediği, bilemeyeceği…” bir yurtlanma imkânıdır toprağa basabilmek. Başkaldırmadan bulutları görebilmek… Duyarsız olmak kolaydır ama siz duyarsız kalamazsınız bir köy evinin tahta rafından eksilen ekmeğe suya… Duyarlısınızdır bulut kaplamış dağa, baharda coşkun, yaz sonunda ince akan Maçka deresine… Duyarlı olmanın asgari şartı olan ahlak ve cesaret sizde fazlası ile vardır. Yol evladı olduğunuz atanızdan mirastır... Ve bizler keşke Maçka’daki soygunun bir adi vaka olsa idi diye söyleniriz, hangi emperyal fesadın sonucu Maçka’ya kadar çıkabilmiş bir fitneyi sorgularız. Bir çocuğun ölümüne sebep olan davaya lanetler savurursunuz da hiçbiri o on beş yaşında; masumiyeti ile çocuk, hayalleri ile genç, taşımaya çalıştığı yükle kocaman adamı geri getirmez… Hakkını helal etmesini umar, şefaatini dilersiniz… ● EYLÜL 2017 51 güncel FOTOĞRAFLIYORUM AHMET BERBER 52 EYLÜL 2017 güncel Hayat (fotoğrafımız) mahşere doğru akıp gidiyor AHMET BERBER K ritik edilmeye sunulan her fotoğraf karesi, ayaklarımızın altına bir sofra gibi serpilmiş olan, sınanma yurdunun parçacıklarıdır. Bizler objektiflerimize sığan her görüneni fotoğraflıyoruz. Fotoğrafların bazısını, kritik edilmek üzere göz seviyesinde tutuyor ve paylaşıma açıyoruz. Aynı zaman diliminin bir başka boyutunda ise, sessizce fotoğraflanıyoruz. Hem aldığımız ve hem de verdiğimiz yaşam fotoğraflarımızın tamamı, hesaplaşma günü için açılan, kritik defterinde yayına hazırlanıyor. Bize ait olmayan zaman hazinesinden, lütfedilmiş sermayelerimizi tüketiyoruz. Her birimiz yaşam limanından, azar azar demir almışız bile. Tıpkı bir şehre veda etmenin hüznüdür yaşadıklarımız. Hayata dair ayrılış betimlemesi, asıl veda hüznünün yanı başımızda olduğunu haykırırken, fotoğrafla(n) ma telaşı olanca hızıyla akıp gidiyor. Sokağın bir köşesinde, objektifimiz veda hüznünü yüklenmiş, yaşlı bedene rastlıyor. Bir yanda makine görevini yaparken, diğer yanda, Kitabın anlattığı yalın gerçeklik, bulunduğumuz mekânların faniliğini, bilinçlerimize bir kor gibi düşürüveriyor. Kadraja yansıyan görüntü, tatlı bir hüzün atmosferi oluşturuyor. Vuslat elbisesini giyinmiş olan bedenin, veda bakışlarına şahit olmamız, durumu öylesine bir veda bakışı olmaktan çıkarıyor. Hayat arkadaşının ikramına uzanmış el, ufka dalan gözler, kafesine sığmayan ruhun içinde bulunduğu yaşlı beden, insanlığın ortak diline tercüman olur. Vuslatına ermek isteyen yaşlı bedenlerin ufkunda, yolların en güzelinin belirdiğini görüyoruz. Adeta Nebevi duruş yolu, bu güzel insanları, vahyin çağlayanlarında arındırmak için bekliyor. Yaşlı bedenden süzülen koca bir ömür, tamamlanmak üzere olan yaşam tuvaline, son dokunuşlarını serperken, biz, deklanşöre hızlıca dokunup şahitliğimizi donduruyoruz. Hem aldığımız ve hem verdiğimiz, her lahzaya ait fotoğraflarımız, kritik edilmek için, mahşere doğru akıp gidiyor. EYLÜL 2017 53 güncel Sedat Yenigün: Bir Adın Şehadet TARIK SEZAİ KARATEPE E rken yaşlarda tanımıştı, dünyayı. Yeryüzü bir ayetti. Delildi, insanın yaptıklarına. Erzincan’ın safiyeti, bereketi sinmişti üzerine. Ünsiyet peyda etmişti, doğduğu topraklara. Özlüyordu, köyünü, ormanını, çeşmesini… Büyük şehre göçmüştü, kabullenmeliydi gerçeği; artık İstanbulluydu, hem de Fatihli! Cümle kapısından sokağa adım atar atmaz, artılarla eksileri terazinin kefesine kor, ibret nazarıyla bakardı âleme… Uyarandı Sedat, bağırandı. Ama sevmezdi, sokak hoparlörünü… Deklanşöre basıp reyting peşinde koşan muhabirlerden hazzetmezdi… Ertesi gün gazetelere bakıp, ismini/resmini tarayanlardan olmadı hiç. Yaradan’ın kamerası yeterdi, şahitliğe… Hayatın içinden canlı sahneler vardı, anlatılacak. İşte bir çocuk geçiyor, başında ortası göbekli simit tepsisi, omzunda havlu... “Okulda olması gerekir, bu çocuğun!” der, hayıflanırdı. Uçuşan etekler, yüreğini burkardı. Ergen oğlanların ruh dünyasını kirletmeye ne hakları vardı? Gönül katiliydi, bunlar. Kötü yola düştükten sonra ‘Sonya’ da birdi, ‘Asiye’ de… Hiçbir zaman çocuğunu kucağına alamayacak bahtsız hayatlardı. Bunca acı varken romanla işi olamazdı. Ro54 EYLÜL 2017 man yazılacaksa Roman’ın hayatı yazılmalıydı… Fethin İstanbul’unu ne hale getirmişlerdi? İç âleme yaptığı yolculuk, dış âlemde sona ererdi. Hayat bir bütündü. Enflasyon da zulümdü, Deflasyon da… Paranın değerinin düşmesi ne denli sorun üretirse; üretimin azalması da, kokan çürüyen bozulan küflenen ürünler ve artan işsizlik demekti. Önyargısı yoktu, imandan başka ön kabulü de… İran Devrimi, bir milattı, onun için. Dalga dalga yayılacaktı, özgürlük ateşi. Bir kere ayaklar altına alınmıştı, küfrün gururu. Sürtülmüştü burnu. Yenilmez sanılan Şahlık, mat olmuştu artık. Şimdi sıra Kızılderililerde, Aborjinlerde, Afrikalılarda idi… İslami Hareket, öyle daktilo tuşları arasına sıkışan bir avunma/savunma sahası olamazdı. Nerde iyi güzel faydalı adil bir şey varsa İslami Hareket oradaydı. Çünkü İslami Hareket, Vahyin aynası, dünü bugünü yarını idi… Erbakan siyah beyaz ekranda görününce, heyecandan yerinde duramazdı, Sedat. AET, NATO, ABD karşıtlığını en iyi ve tek ‘Hoca’ anlatırdı. İpliğini pazara çıkarırdı, Batı’nın. Ümmetin dirliği/birliği adına Tahran’a sıcak mesajlar yollayan Erbakan’ın kıymeti bilinmeliy- güncel di. O da biliyordu, tarihi, bugünü… Otlukbeli’ni, Çaldıran’ı… Ama yangına körükle gitmek hangi inanca sığardı? Tahran-Bağdat hattında az mekik dokumamıştı, Erbakan. Suyolu etmişti adeta. Humeyni ile Saddam, dinleselerdi Hoca’yı, akar mıydı bir milyon kan?.. Lakin neden Tek Adam’dı? Hak vaki olunca, harekete omuz verecek önderler yetiştirmesi gerekmez miydi? İşte Yenigün, 37 yıl öncesinden bugünü gören bir vizyona/misyona sahipti. Öğretmendi Sedat. Allah nasip etmişse, kıymetini bilmeliydi. Müfredat bir yana, kendi doğrularını haykırırdı. Öyle bir müfredat olmalıydı ki, ferde, iki cihan saadeti kazandırsın. Müfredat, öğrencinin 24 saatiydi. Ama muallim de, suçu/günahı müfredata atıp yan gelip yatamazdı… İç içeydi talebesiyle, hocaydı, abiydi. Ama her şeyden önemlisi, imtihanıydı onlar. Kâh bir öğrenci yurdunda ranzaya oturmuş, uzak illerden gelen liselilere rehberlik ediyor, ekmeğini aşını bölüşüyor; kâh aldığı maaşı son kuruşuna kadar kurs’a burs’a veriyordu. Teşkilat, canlı diri aktif olmalıydı. Okul çıkışları delikanlıların koluna girer, İKO’ ya götürürdü. Bir de bakardı ki, çoktan kaynaşmış, abi-kardeş olmuşlardı… İstanbul Kültür Ocağı, Sedat’ın akciğeriydi. Sedat’ı aramaya ne hacet! Oradaydı! İtikad, amel, edebiyat, tarih, ümmet coğrafyası ayrılmaz bir bütündü, Sedat’ın hayatında… Gazeteler dergiler, suyunu arayan Mecnun gibi onun yazılarına hasretti. Tipo baskı makinaları yazılarını dizerken, ciğerinden bir tel sökülüyordu. İçine doğmuştu. “Metin gitti, Erdoğan Tuna gitti” diyordu. Mübarek bir hayatı taçlandıracak kutlu bir fener alayı bekliyordu onu. 0tuzundaydı… Bin Dokuz Yüz Seksen… Temmuz’un Beş’i… Bir/kaç şeytan eli değdi, Sedat’a… Birkaç kurşun… Yaralıydı, götürdüler. Hastane yolunda şahitliğin tadını çıkarıyordu. Ne lezzetli bir kavuşmasın sen ey şehadet! Şeb-i Aruz’sun, düğün gecesisin… Fail-i meçhulmüş, oysa fail-i malumdu. Ne fark ederdi, ister faşizmden gelsin, ister komünizmden… Şeytanın adımları değil miydi ikisi de?.. Kitabının adını koymamıştın, şimdi anlaşıldı, sebebi! Bir Şehidin Notları’nı bekliyordu, melekler ve ümmet!.. ● EYLÜL 2017 55 ANADOLU PLATFORMU 12. Anadolu Buluşmaları: Notlar, İzlenimler, Değerlendirmeler… MUHAMMET YETİŞ D aha geçen yıl Çam Otel’den ayrılırken planını yaptığımız 12. Anadolu Buluşmaları; yine büyük bir heyecan, aşk ve memnuniyetle gerçekleştirildi. Yediden yetmişe kadın-erkek her yaştan ve Türkiye’nin her köşesinden insanının yanında Suriye, Mısır vb. ülkelerden akademisyen ve siyasetçinin katıldığı program yoğun bir katılımla gerçekleştirildi. Medrese mollasından iş adamına, akademisyenden üniversite öğrencisine, yazın dünyasından eğitimciye toplumun pek çok katmanından derdi ve davası olan; İslam ümmetinin dertlerini kendisine dert edinen bini aşkın insanın katılımıyla gerçekleşen bu çalışmanın hayırlara vesile olmasını temenni ediyoruz… Program, organizatör Mehmet Alpcan’ın programın akışı hakkında verdiği bilgi ve selamlama konuşması ile başladı. Ardından kürsüye Anadolu Platformu İcra Kurulu Başkanı Turgay Aldemir, açılış konuşmasını yapmak için davet edildi. Turgay Aldemir, beş gün boyunca onlarca akademisyen ve konuşmacının ortaya koyacağı içeriği bütünler mahiyette bir konuşma yaptı. Sadece Turgay Aldemir’in bu konuşmasını dinlemek için onca yolu onca kişinin kat etmesine değer desem hiç abartmış olmam diye düşünüyorum. İslam toplumunun salahı; icra ve ihyası için; gece gündüz, yaz kış demeden mücadele eden 56 EYLÜL 2017 Turgay Aldemir’in teori ve düşünce alanında da bu kadar güzel bir değer ortaya koyması şüphesiz hayranlık verici. Konuşmanın içeriğine gelince, bu konuşmadan seçkiler yapmak zor oldu benim için. Yine de birkaç satır başını şöyle sıralayabilirim: • Yeniden yapılanma süreci yaşayan bir dünya düzeninin tam merkezinde yer almanın sancılarını yaşıyoruz. • Döneme, birileri modernizm, post-modernizm, küreselleşme vb. isimler koysa da; bu yeni durum, vahşi kapitalist sistem ve liberal modeller üzerine kurulan devlet ve düzenlerin çatırdamasından başka bir şey değildir. • Zalimler ve İslam düşmanlarının inişe geçtiği bu süreçte, İslam dünyasının sorunlarını çözüp ayağa kalkmanın tam zamanıdır. • Mevcut sistemde, değerlerimize bağlı kalarak çözümler oluşturmamız lazım. • Maalesef devletleri İslamileştirmek gibi görevleri olan İslami hareketler kendileri devletleşti. • Hiçbir kültüre ait olmayan bu şehirlerde yaşayan ölüler gibiyiz. Çok katlı mezarlıklarda yaşam mücadelesi veriyoruz. • Sivil alan bu şekilde imtihanını vermekte zorlanırken, siyasal iktidar ilk defa toplumun gerisinde kalmıştır. anadolu platformu • Bugün Batı rasyonalitesi karşısında İslam dünyasının içine düştüğü bir takım akıl tutulmaları mevcut: Tembel akıl, aciz akıl, mazeretçi akıl, mağrur akıl. Derde deva olmayan bu akıl türlerinin girdabından çıkıp faal bir akl-ı selim ile yönümüzü bulmak zorundayız. • Mezhepçilik ve ırkçılık faktörü, makro ölçekli bir ümmet yerine mikro, hatta nano düzeydeki ümmetçiklerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. • Tüm insanlığın, tüm canlıların haklarını merkeze alma iddiası olmayan bir çaba İslami Hareket olamaz. • Geç kaldığımız sinema, mimari, spor vb. alanlarda artık yüzeysel mesajlar vermek yerine nitelikli adımlar atmalıyız. • Şu an sahada birçok değerimizin içi boşaltıldı. Cihad, cemaat, ahlak gibi temel kavramlarımız kirletildi. Örneğin Cihad, terörün ve öldürmenin değil; hayat veren, hakkı batıldan ayıran, diriltici gayretin adıdır. Ahlak, insanın kendi varoluşuna uygun bir duruş sergilemesidir. İslam coğrafyası ve Türkiye’deki yeni direniş, yeniden doğuş tabandan yani muhasebesini yapmış, yeni koşullara göre kendini konumlandırmış cemaatlerden gelecek. Batı bunu çok iyi bildiği için cemaatleri hızla ötekileştirmeye çalışıyor. Cemaat algılarını halk nezdinde kirletmek için son dönemde sahte cemaatler icat ettiler. 15 Temmuz bunun zirvesidir. FETÖ ile cemaatleri aynı kefeye koyup bütün cemaatleri önce devletten sonra hayattan uzaklaştırmak istiyorlar. Bazı cemaatler bu krizden nasibini aldı. İhale, mevki, makam peşinden koşanlar ruhsuzlaştı ve amacından saptı. Ancak içimizden bu tür sapmalar gösterenler sebebiyle tüm yapıları acımasızca hedef göstermek, İslam düşmanlarının arzusudur, felakettir. • İslam’ın çekirdeğini oluşturmalıyız. Kâbe’de cinsiyetler arası ayrım yoktur. İbadetler hep beraber yapılır. Bu Hz. Muhammed(as)’dan bize yadigardır. Bu da İslam’ın ilahi çekirdeğinde böyle bir ayrımcılığın olmadığını gösterir. Anadolu Platformu olarak yapımızı çekirdeğin yani Kâbe’nin etrafında şekillendirmeye çalışıyoruz. Amblemimiz Kâbe etrafında dizili sonsuzluğu temsil eden yedi farklı renkten oluşuyor… Programın ikinci günü, sabah oturumunda, Niyazi Özdemir başkanlığında “Çağdaş İslami Düşüncenin Kritiği’ başlığı irdelendi. Katılımlar: Prof. Hüsamettin Arslan, Yrd. Doç. Mehmet Ulukütük ve Prof. Mustafa Öztürk idi. Mustafa Öztürk hoca rahatsızlığından dolayı katılamadı. Kendisine Allah’tan şifalar diliyoruz. Prof. Hüsamettin Arslan, Yerlilik sorununa vurgu yaptı: • Yerlilik sorunu kendimiz olmamaktır. Yerli olmak kendimiz olmaktır. İkiye ayrılır: 1. Uhrevi yerlilik, Allah’a yakın olmak demektir. 2. Dünyevi yerlilik, Türkiyeli olmak demektir. • İslamcı kelimesi yerli bir kelime değildir. • İnsanın evrensel bakması diye bir şey olamaz, çünkü sadece tanrı evrensel bakabilir. Yani ancak tanrı her açıdan bakabilir. Biz ancak durduğumuz açıdan; fiziki ve zihni olarak bulunduğumuz yerden/yönden bakabiliriz. Kur’an’ı bile Allah’ın anladığı gibi anlayamayız. Ancak kendi anladığımız gibi anlayabiliriz. Bu nedenle hiçbir ideoloji evrensellik iddiasında bulunamaz. • Evrensel baktığını iddia eden egemen güçler dünyanın her yerinde ‘insan hakları’ fikriyle insanları boğazlıyorlar. • Ne kadar kul varsa, Allah’a giden o kadar yol vardır. • Yerlilik gelenektir; gelenek zamanın testini geçen, zamanı aşan şeydir. Oturumun diğer konusu ‘Entelektüel Çölleşme’ konusunu Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ulukütük sundu. Konuyu dört aşamada ele alan Ulukütük: EYLÜL 2017 57 anadolu platformu 1. Aşamada ‘tasvir ne oldu?’ sorusuyla mevcut durumu, 2. Aşamada ‘tahlil nasıl oldu?’ sorusuyla yaşanan süreci, 3. Aşamada ‘tenkit niçin?’ sorusuyla sebepleri, 4. Aşamada teklif kısmıyla da çözüm yollarını ortaya koydu. Konuşmasında entelektüel insanı da tarif eden Ulukütük şunları söyledi: • Entelektüel, klişe ve kalıplarla düşünmez. • Entelektüel, üzerine vazife olmayan işlere karışan insandır. • Entelektüel, zayıfların ve kimsesizlerin yanındadır… Günün son oturumunda Eğitimci İbrahim Özmantar, ‘ İslami Düşünüşün İmkânları ve Problemleri’ başlıklı sunumunu gerçekleştirdi. Özmantar, İslam Dünyasının kuşatılmışlığını beş alt başlıkta irdeledi: Ekonomik, siyasi, sosyal, askeri, zihinsel kuşatılmışlık… Çeşitli İslam coğrafyalarının Osmanlı sonrası sömürülmelerine örnekler veren Özmantar, çağdaş Emperyalizmin ileri karakollarını da üç başlıkta ortaya koydu: 1. Uluslararası karteller: Coca Cola, McDonald’s vb. 2. Taşeron milis güçler: DEAŞ, El-Kaide, Taliban… 3. Ümmetin atomize edilmesi projeleri. Akşamki oturumun bir diğer konuğu Prof. Ş. Ali Düzgün, ‘İdeolojilerin Tükenmişliği ve İnsanlığın Adalet Arayışı’ başlığıyla sunumunu yaptı: • Fiziksel coğrafya kaderdir; fakat kültürel coğrafya kader değildir. • Avrupa tarihi, ya diktatörlerin (kralların) ya da papazların(kilisenin) tarihidir. • Sahabi on yıllık Medine dönemini yönetmek 58 EYLÜL 2017 için on iki yıl Mekke’de eğitildi. • Özgürlük ve açlıkla mücadele deyince sol gelenek akla geliyor. Oysa Beled suresi bu konuları işler. • İslam dünyası yüzyıllardır OHAL yaşıyor… Akşamki oturumun son konuşmacısı ise Mısır’dan Salah Abdulmaksud idi. Konuk katılımcı Müslüman Kardeşlerin darbe öncesi yaptıkları bazı hatalardan örnekler vererek özeleştiri yaptı: • Mısır, Müslüman Kardeşlerin tek başına yöneteceği bir ülke değildi. Toplumun bütün katmanlarıyla bir konsensus sağlanması gerekirdi. • Müslüman Kardeşler Dünya kamuoyuna güvendi. Fakat dünya kamuoyu darbeye zemin hazırladı, dürüst davranmadı… Programın üçüncü günü, hasbihal kısmında Atasoy Müftüoğlu kürsüye geldi ve İslam dünyasındaki taassup sorununa örnekler vererek (Nurculuk, Tarikatlar…) dikkat çekmeye çalıştı. “Modern Hayatta Ahlaklı Olmak Ne Demektir?” Başlıklı panel, Doç. Dr. Davut Akduman başkalığında gerçekleştirildi. Molla Abdulbaki Çağatay, “İslam Ahlakı ile Makasidu’s-Şeria” arasındaki bağlantıları irdeledi. Prof. Dr. Hacı Duran ise bilgi, ahlak ve hukuk kavramlarının epistemolojik bağlamlarını ele aldı. Araştırmacı Abdulhâkim Yalçın ise ‘Sosyal Denge ve Unsuru Olarak; Bilgi Ahlak ve Tasavvuf’ başlıklı sunumunu gerçekleştirerek sabah oturumunu tamamlamış oldu. Günün akşam oturumunda ise Doç. Dr. Mahmut Çınar başkanlığında ‘Modern Ahlak Anlayışını Temel Meseleleri’ başlıklı panel gerçekleştirildi. MEDAV başkanı Tayyip Elçi ‘Din Ahlak İlişkisi Sorunu’, Şefik Sevim ‘Samimiyet, Sorumluluk ve Hakkaniyet’ konulu sunumlarını yaptıktan sonra mikrofonu, isminin önüne herhangi bir sıfat koymadan; kardeşimiz, abimiz, hocamız, liderimiz olarak gördüğüm, yürek insanı Ramazan Kayan aldı. Anadolu buluşmalarının klasiği olan duygu, aşk, heyecan dolu konuşmasını yaptı. Kelimelerin dudaktan kulağa değil, yürekten yüreğe aktığı bu sunumla ilgili bir şey yazamadım. ‘Ancak yaşanır ‘diyebilirim… anadolu platformu Programın dördüncü günü sabah oturumu, ‘Geçiş Dönemlerinde Siyaseti Yeniden Düşünmek’ isimli panelle başladı. Oturum başkanlığını araştırmacı-yazar Yusuf Tosun yaptı. İlk konuşmacı Ahmet Turan Koçer, görseller eşliğinde İslam dünyasının geri kalmışlığını ve eksiklerini ortaya koymaya çalıştı: • Müslümanlar kurdukları idari, siyasi sistemler ile sahici bir refah ve güvenlik ortamı üretemiyorlar. • İşe yarayacak bir şey varsa, bu dönemde söylemek; ödenecek bir bedel varsa da ödemek lazım. • Türkiye kendisini teslim almaya çalışanlara karşı kendini kurtarmak için yeni güç merkezleri ile bir ittifak arayışındadır. Araştırmacı yazar Ümit Aktaş ise ‘Hilafet Sonrası Dünyada Siyasetin Yeniden Düşünülmesi’ başlıklı sunumunda şunları söyledi: • Hz. Ebubekir kendisine yöneltilen Allah’ın halifesi sıfatını reddetti, ancak ‘peygamber halifesiyim.’ dedi. Ondan sonra gelenler ise Emiru’l-Muminin sıfatını kullandılar. Kendisine Allahın halifesi sıfatını yakıştıran ilk kişi Muaviye’dir. Bu İslami yönetim geleneğini Orta doğuda tanrı-kral geleneğine dönüştüren bir hamledir. Bu da peygamberin oluşturduğu ümmet toplumunu sürüleştiren bir sonuç doğurmuştur. Muaviye’nin kurduğu bu sistem Kur’an’ın birçok kavramını (cihad, istişare, şura…) devlet prizmasından geçirerek başkalaştırmış, yamultmuştur. • Peygamberin ortaya koyduğu yönetim sistemi bize şunları söyler: Halifelik kutsanmasın, emanet ehline verilsin, sorumluluk bireyseldir, dinde zorlama yoktur; hak, adalet, şura ve istişareye riayet edilmelidir. • Halifeliğin kaldırılmasından bu yana tam yüz yıl geçti, ancak hâlâ İslami yönetim noktasında bir ilerleme kaydedilemedi… Prof. Hayri Kırbaşoğlu, ‘Perspektif Sorunu’ başlıklı sunumunda şunları ifade etti: • Allahın, peygamberin, kitabın bu kadar çok konuşulduğu; ancak aynı zamanda bu kadar dejenere edildiği, araçsallaştırıldığı bir dönem görülmedi. • Şu an İslam ülkeleri örtük sömürge konumundadır. İslam ülkeleri üretim değil tüketim toplumlarıdır. • Hayatın hiçbir alanında İslam yok. Kendi görevlerini Kur’an ve Sünnete yükleyen bir akla nasslar bir şey yapamaz. Nassları anlayıp, güncelleyip sorunlarımızı çözebiliriz. • Müslümanlar İslam medeniyetini hayata hâkim kılarak ve diğer insanlarla birlikte yaşama becerisi göstererek ayakta kalabilirler. • Pasif iyi aktif kötünün en büyük destekçisidir. Günün akşam bölümünde ise ‘Siyaset ve Hakikat Arasında İnsan Olmanın İmkânları’ başlıklı sunum gerçekleştirildi. Oturum başkanlığını Prof. Ali Gür yaptı. Doç. Dr. Alev Erkilet, ‘Siyaset Ahlakı ve İnşası’ başlığında çevre konularına değindi. Modernizm ve Kapitalizme itirazımız var; ama yüzde bin Modernist ve Kapitalistiz… Ya değişim gelir her şeyi elinizden alır ya da değişimin efendisi olursunuz… Prof. Zekeriya Kurşun ise ‘İslam Dünyasında Sokak Ahlakı ve Siyaset’ başlığı ile sunumunu yaptı. • Kullandığımız herhangi bir ürün ile ilgili onu üreten devletle bir ahlak ve kültürel ilişki kuruyoruz. • Bizim davranışlarımıza genellikle sokak ahlakı yön veriyor. Programın beşinci günü sabah hasbihal kısmında Suriye’den Dr. Ahmet Tuma ve Dr. Fatih El-ravi söz aldılar. • Dr. Ahmet Tuma, Türkiye’nin liderlik potansiyelinin olduğunu ve bu potansiyelin farkına varılıp harekete geçirilmesi gerektiğini söyledi. Ayrıca İslam ülkelerindeki derin EYLÜL 2017 59 anadolu platformu tartışma ve çatlakların Türkiye’ye sıçramasından endişe ettiklerini söyledi. Tuma, DAİŞ’in İslam ülkelerinde bu kadar kolay yayılmasını eleştirdi. Bu problemin tarihi arka planının iyi irdelenmesi gerektiğini söyledi. Tuma, İslam dünyasının Said Havva ve Yusuf El-Karadavi gibi mutedil âlimler yerine El-Bani gibi âlimleri tercih ettiği için mevcut problemlerle boğuştuğunu söyleyerek sözlerini tamamladı. Dr. Fatih El-Ravi, Müsteşriklerin (doğu bilimci) Müslüman öğrenci ve akademisyenleri bilerek yanlış yönlendirdiğini, böylece İslam dünyasındaki kargaşaya zemin hazırladıklarını söyledi. Son günün ilk panelinde eğitimci Abdulvahid Yücel başkanlığında ‘Çağdaş İslami Hareketlerin İmkân ve Sorunları’ başlığı irdelendi. Katılımcılardan: Alparslan Durmuş mazereti sebebiyle iştirak edemedi. Diğer katılımcı gazeteci, araştırmacı-yazar Kemal Öztürk ‘Yeni Dünya Düzeni ve Medya’ konusunu işledi ve dinleyicilerden büyük beğeni aldı. Anadolu Ajansına çağ atlatan, Türkiye’de İslami medyanın gelişmesinde çok büyük katkıları olan Öztürk’ün sunumunda öne çıkanlar şunlar: • İslam dünyasının ilk büyük krizi Kerbela olayı ile sonuçlanan süreçtir. İkinci büyük kriz Moğol İstilası, üçüncüsü ise Birinci Dünya Savaşı ve Osmanlı’nın parçalanmasıdır. Dördüncü büyük kriz, şu an yaşadığımız süreçtir. Maalesef bizler bu krizin şahit- 60 EYLÜL 2017 leriyiz. Ne yazık ki çocuklarımız bu krizi yaşamaya devam edecek. • Bizim adımız Müslümandır, adımızın önüne veya sonuna hiçbir ek kabul etmememiz gerekir. • Bizim görevimiz sadece Emperyalistlere karşı değil, aynı zamanda içimizdeki zalimlere ve diktatörlere karşı da mücadele etmektir. • Suriye’deki diktatör Esed’e karşı mücadele eden Müslümanlar elliden fazla gruba bölünmüş durumda, buradan bir hayır çıkmaz. Müslüman, Müslümanı boğazlıyor. Müslümanların birbirine yaptığını hiç kimse onlara yapmadı. • Acılarımız ve utançlarımızla yüzleşmeliyiz. İslam dünyasının en büyük problemi cehalet ve hurafelerdir. Bir reforma, yenilenmeye muhtacız. Sorgulama özellikle içe doğru yapılmalıdır. • Bakış açımızı derinleştirmemiz gerekiyor. İslam Medeniyeti, Batı krizine alternatif olabilir; ancak şimdiki Müslümanlarla değil… Günün akşam oturumunda ise Osman Gerçek yönetiminde ‘İslami Hareketler İçin Yeni Yaklaşımlar Yeni Stratejiler’ başlığı işlendi. Katılımcılar: Rabia Aldemir ve Hüseyin Özhazar idi. Rabia Aldemir,’ Aklı Selim’ başlığı bağlamında şunları ifade etti: • Bu dava ücretlerini, sadece Allah’tan anadolu platformu bekleyen Müslüman kadın ve Müslüman erkeklerin omuzlarında yükseldi. • Hem insanlığımızı, hem toplumsallığımızı sürdüreceğimiz bir zemin oluşturmalıyız. • İslami Hareket yol ayrımında: Ya şimdi sıçrama yapıp kurtulacağız ya da tüm yaptıklarımızın altında kalacağız. • Teşkilat, sorumluluğu olup da sözü olmayanların veya sözü olup da sorumluluğu olmayanların yeri değildir. • Aşkla tutunduğumuz dava adamlığımız, merhamet dolu yaklaşımımız bizi vazgeçilmez yapar… Günün son konuşmacısı tarihçi, eğitimci, yazar: Hüseyin Özhazar, ‘Sivil İslami Hareketler’ konusunu ele aldı: • Muhasebeler bizim önemli hastalıklarımızı önceden tespit edip çaresine bakmayı sağlayan Check -Up’ larımızdır. • Sivil İslami Hareketlerin problemlerini üç başlıkta inceleyebiliriz: 1.Entelektüel çölleşme, üretemeyen, yenilenmeyen, yenilemeyen bir zihin söz konusu. Bu durumda ithal çözümlere yöneliyoruz. Bu da derde deva olmuyor. 2.Bütüncüllük meselesi, İslam’a, dünya’ ya, hayat’ a, insan’ a bütüncül bir bakışımız söz konusu değil. Parçacı yaklaşımlar bizi bitiriyor. 3.Eğitim ve Müfredat meselesi; İslami hareketlerin eğitim sistemlerine baktığımızda, bir müfredatlarının olmadığını görüyoruz. Ders halkalarına katılan bireylerin çalışıp üreterek ortama bir değer katmaları gerekiyor. 4.Geçmişte Yaşamak; bugünden kopukluk, özgüvensizlik, geçmişi kutsayarak avunma… • İslami hareket bir kafadarlar hareketi değildir, bir kuşak hareketi değildir, bir ırkın hareketi değildir. İslami Hareket, değişen, gelişen koşullara göre kendini konumlandırır/koşullandırır. • Aşırı siyasallaşma veya siyaseti düşman edinme İslami hareketlerin problemlerindendir. • İslami hareketler bir holdinge dönüşmemeli. • İslami hareketler en önemli problemlerinden biri de önderlik problemidir. Lider yetiştiremiyoruz. Önderlik etmeyi cazip hale getirmemiz gerekiyor. Sempozyumun son oturumunda bu hareketin kurucularından olan, İslam için bedel ödeyen, hocaların hocası Zekeriya Şengöz kapanış konuşması için mikrofona geldi. Zekeriya hoca; ilim, emek, fikir, aşk, heyecan, dert, tasa, ufuk içeren konuşmasında özetle şunları söyledi: • Sorunlarımız çok yönlü, yaralarımız ağır; çabalarımız yetersizdir. • Önce siyasal birliğimizi, sonra duygusal birliğimizi kaybettik. • Son bir asırdır dağınıklık girdabında çırpınıp duruyoruz. Fikri, siyasal, kültürel, duygusal vb. dağınıklık… • Tevhit; dinimizin, birliğimizin, varlığımızın özüdür. • 15 Temmuz direnişinin ruh kökü, ezan, sala, tevhit ve şehadettir. Millet bu değerlerle devlete sahip çıkmıştır. ‘Demokrasi şehidi’, ‘hâkimiyet milletindir’ gibi söylemler sorunlu bir dilin söylemidir. Şehit şehittir, hâkimiyet de Allah’ındır! Beş gece altı gün süren program sona erdiğinde bir taraftan memleketlerimize dönüş telaşı yaşarken, diğer taraftan dostlardan ve bu ilim-irfan fışkıran ortamdan ayrılmanın hüznünü bir arada yaşadık. Rabbim, İslam ümmeti olarak problemlerimizle yüzleşmeyi, onları teşhis ve tedavi etmeyi nasip etsin… Rabbim, biz Müslümanlara içinde bulunduğumuz bu kahredici durumdan kurtulmayı ve İslam’ın hayat veren nefesini dünyaya yeniden sunmayı nasip etsin… Vesselam… ● EYLÜL 2017 61 SOSYAL DAYANIŞMA Cerablus: Bir Şehrin Tanıklığı OP. DR. YUNUS ÇOLAKOĞLU ÇOCUK CERRAHISI UZMANI H emen yanımızda yedi yıldır süren bir iç çatışma ve savaş halinin, tüm insani dramlarını, acılarını, yorgunluğunu barındıran Suriye de, hayatın kısmi de olsa bazı bölgelerde normalleşmesi gerekiyor. Bu bağlamda savaş, kıtlık, doğal afetler gibi olağanüstü durumlarda insanlara din, dil, ırk ayrımı yapmadan yardım etmek ve insani bir temasta bulunmak insan olmamızın bir gereği ve kabul ettiğimiz inanç esaslarımızın da emridir. Bazen hayatın tabii akışı içerisinde farkına varamadığımız mütevazı imkânların ve nimetlerin olağanüstü durumlarda ne anlam ifade ettiğini ve insanları nasıl rahatlatıp hayata bağladığını kriz bölgelerinde bulunanlar yakinen müşahede etmiştir. Hayatın olağan seyrinin bozulduğu bu dönemlerde bir bardak temiz su, bir yaraya sürülecek antibiyotikli pomat, ağrıyı bir nebze de olsa azaltacak bir tek analjezik tablet, yarayı saracak temiz bir sargı bezi veya kişiyi soğuktan koruyacak bir battaniye ve çadır, bir bardak sıcak çorba, hem maddi hem de manevi olarak insana dokunmamıza ve kalplere açılmamıza aracılık eder. Bu anlamda kriz bölgelerinde yürütülen sağlık hizmetleri ne kadar mütevazı olursa olsun, sadece bir tıbbi katkı ve destek faaliyeti olmayıp insani ve sosyal bir rehabilitasyon mahiyeti de arz eder. Son yıllarda ülke sınırlarını aşan resmi kurumlar ve sivil toplum örgütlerinin birlikte ve yalnız gerçekleştirdikleri tıbbi ve sosyal yardım organizasyonları mağdur coğrafyalarda umut olmaya devem ediyor. 62 EYLÜL 2017 Nisan 2017 tarihinde, bizim de dahil olduğumuz, AID(Uluslararası Doktorlar Birliği) ve TİKA tarafından Orta Afrika ülkelerinden ÇAD’ da çoğu yetim yaklaşık 800 mülteci çocuğun sünnet edildiği tıbbi organizasyondan sonra, yeni bir faaliyetin imkânlarını araştırmaya başladık. ‘Suriyeliler Gitsin’ kampanyalarının yapıldığı ve ırkçı, ayrıştırıcı bir söylemle bir iç çatışmanın ve mühendislik hesaplarının sergilendiği ortamda ülkenin ve medeniyet coğrafyamızın barış, kardeşlik ve dayanışmaya ihtiyaç duyduğu bir süreçte herkesin samimi ve hiçbir etnik-sosyal ayrımcılığa gitmeden mücadele etmesi gerekiyor. Hayatın kısmen tabii bir seyir izlemeye başladığı Türkiye sınırındaki Cerablus’ta, yapılacak bir Sünnet ve tıbbi yardım organizasyonu ile birçok ailenin hayatında normalleşmeye katkı sunabilir ve insani bir dokunuşta bulunabilirdik. İki yıl boyunca IŞİD denetiminde olan ve bölgede yaşayanların hatırlamak istemedikleri insanlık dışı uygulamalara şahit olan bu sınır kasabasında bir sünnet organizasyonu fikri AID gönüllülerince icra edilebilir ve bölgede güzel hizmetleri olan Türkiye Diyanet Vakfı ve Gaziantep Müftülüğü de bu faaliyet bünyesinde sünnet edilecek çocuklarımıza elbise ve ayakkabı yardımında bulunabilirdi.. Bu düşüncemiz AID ve Diyanet İşleri Başkanlığı yetkililerine iletildiğinde büyük bir samimiyet ve içtenlikle karşılandı. Sağlık Bakanlığı tarafından Cerablus’ta oluşturulan ve günlük 800-1000 hastanın muayene edildiği ve bir çok cerrahi ve dahili branşta hizmet sosyal dayanışma IŞİD denetiminde bir sorgu ve işkence merkezi olarak kullanılan, akla hayale gelmeyen zulümlerin yapıldığı okul binası, hastane yapıldıktan sonra, şifa dağıtan bir mekân, hayata tutunulan bir merkez haline getirilmiş. verilen hastanenin kullanımı için gerekli izinler alınarak bir çocuk cerrahisi uzmanı iki aile hekimi ve üç deneyimli yardımcı sağlık personelinden oluşan bir ekiple Gaziantep müftülüğünün temin ettiği araçla 22 Temmuz sabahı saat 06. 00’da şehir merkezinden Cerablus’a hareket ettik. Yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra Karkamış ilçe sınırından kimlik kontrolü ve önceden alınmış izinlerin teyidi ile hastaneye doğru yol aldık. Burada hemen her şeyi ile aynı olan insanları ayıran, tel örgülerin ve bir demiryolu hattı boyunca mayınlanan toprakların ayırdığı kardeşlerin asırlık hüznünü hatırlamamak mümkün değil. Yaşadığımız bunca acıya rağmen, üzerimizde yapılan hesaplar ve kardeş kavgaları -ekipteki herkesin de belirttiği gibi- sorunların kısa vadede çözümünün zor olduğu gerçeği hepimizi derinden üzüyor. Yüzyıllar boyunca bir arada yaşayan ve birinci dünya savaşında çizilen suni sınırlarla birbirinden ayrılan halkların, tekrar tesis edilecek şehir devletçikleri ile yeniden aralarına tel örgüler çekilecek olması emperyal hesapların acımasızlığını ve yerel halkların basiretsizliğini ortaya koyuyor. Organizasyonun planlandığı hastane güzergâhında, yol boyunca savaşın yaşattığı yıkım ve şehirdeki tahrip ve aynı zamanda yeniden imar için sürdürülen faaliyetler, hummalı çalışmalar göze çarpıyor. Şehirde trafik levhaları Türkçe ve Arapça olarak düzenlenmiş. IŞİD’ den temizlenen ve genel olarak sükunetin hâkim olduğu şehirde nüfus, yaklaşık beş kat artmış. Silahlı yerel güçlerce korunan hastaneye giriş yaptığımızda sünnet için bekleyen çocuklar ve ailelerin meraklı bakışları ile karşılaşıyoruz. Hastane başhekimi ve yönetimi özverili bir çalışma yürütüyor. IŞİD denetiminde bir sorgu ve işkence merkezi olarak kullanılan, akla hayale gelmeyen zulümlerin yapıldığı okul binası, hastane yapıldıktan sonra, şifa dağıtan bir mekân, hayata tutunulan bir merkez haline getirilmiş. Personelinin bir kısmi Suriyeli olan hastanenin iki odalı ameliyathanesinde deneyimli gönüllü ekibimizce steril şartlarda doksan çocuğun sünneti sorunsuz olarak yapıldı ve çocuklara Türkiye Diyanet Vakfı’nın verdiği hediyeler ile organizasyon tamamlandı. Ailelerin memnuniyeti ve hayır duaları ekibimiz için tarifi mümkün olmayan büyük bir manevi kazanç ve sonraki faaliyetler için bir motivasyon kaynağı oldu. Ayrıca AID tarafından İstanbul’da açılan, ücretsiz olarak hizmet sunan, ortez ve protez merkezine yönlendirilecek hastalar ile ilgili hastane yönetimi ile istişari bir değerlendirme toplantısı yapıldı. Bu organizasyonumuzla bir kez daha anladık ki ülkemiz insanının, birçok alanda sahip olduğu deneyimleri, bölgemiz ve dünyanın muhtelif kriz bölgesinde insanlığın yararına sunması ve sorunların çözümü için seferber etmesi hayati önem taşıyor. Paylaşılmayan bilginin ve mağduriyetin giderilmesi için seferber edilmeyen imkânların bir gün elimizden kayıp gideceğini yakinen bilmek gerekiyor. Bu anlayışla seferber olup sürekli bir çaba ve insani bir yaklaşım sergilemek gerekiyor. Çünkü bugün, Türkiyeli Müslümanlar olarak yaşadığımız birçok olumsuzluk ve yıkıma rağmen, imkânlar ve fırsatlarla da sınandığımız tarihsel bir süreçten geçiyoruz. EYLÜL 2017 63 DÜŞÜNCE Müslümanlar ve Modern Yönetim Sistemi DAVUT AKDUMAN P eygamberimizin uygulamaları, dört halifenin seçilmeleri ve günümüze kadar elde edilen insanlığın ortak mirası olan düşünce ve yönetim sistemleri, bize geniş bir perspektifte bir yönetim sistemi inşa edecek zengin örnekler sunmaktadır. Sosyal hayatı kuşatan İslam, yönetim açısından zamanın ve mekânın/toplumun ruhuna uygun, İslam’ın temel prensiplerine aykırı olmayan modellerin geliştirilmesi/benimsenmesi konusunda Müslümanları serbest bırakmıştır. Bugün için, yönetim açısından, istenen/beklenen/ihtiyaç duyulan, zamanın ruhunu yakalamak adına uygulanabilirliği/üstünlüğü kanıtlanmış, sosyolojimizin gerçeklerine dayanan bir yönetim sisteminin geliştirilmesine büyük ihtiyaç vardır. Günümüzün yaygın kabul ve uygulamaları göz önüne alındığında ortaya konulacak seçim ve karar sisteminin demokrasiden daha üstün olması; yönetim sisteminin de cumhuriyetle kıyaslanabilmesi, onların eksiklik ve yanlışlıklarını ortadan kaldırması gerekmektedir. İslam tarihi boyunca en önemli siyasal sorunlardan biri olarak, iktidar/taht kavgaları birçok Müslümanın kanının akmasına neden olmuştur. Bu çatışma ortamları devlet ve sistemleri zayıflatmış ve dış düşmanların kolayca üstünlük sağlamalarına neden olmuştur. Günümüzde karışık ve büyük meseleleri; zaman, para ve enerji açısından en iyi şekilde çözebilmek için insan hatalarının azaltıldığı sis- 64 EYLÜL 2017 temler kullanılmaktadır. Başarının, hâkimiyetin ve gücün temelinde sistemlilik bulunmaktadır. İslam toplumlarının dağınık ve sistemlilikten yoksun çalışmalarındaki başarısızlık; motivasyon kaybına, var olan gücün şiddet olarak içeri yönelmesine ve iç çatışmaların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Günümüz toplumları inanç açısından yüksek bir homojenliğe sahip değildir. Ulusal veya coğrafi kriterlere göre çizilen sınırlarda kurulan devletlerde değişik dinlerden insanlar bir arada yaşayabilmektedir. Bunun yanında, büyük çoğunluğu Müslüman olarak kabul edilen toplumlarda dahi, modern dünyanın her türlü eğilim ve inanışlarına rastlamak mümkündür. Tüm bu insanları ortak değerler etrafında toplayarak sistemli bir birlik oluşturma yolunda, hakikatin yaşanılmasının ve anlatılmasının önünde engellerin olmadığı, farklılıkların gözetildiği bir yapının kurulması insan hak ve onuruna daha uygundur. Peygamberimiz döneminde Medine’de sağlanan birliğin/cemaatin, site/şehir devletine dönüşmesi; Raşit halifeler döneminde ise bu site devletinin coğrafi ve kültürel olarak daha da genişleyerek federatif bir yapıya dönüşme süreci, model olarak hep en üstte değerlendirilmiştir. Tarihi süreçte, yaşanılan toplumun özellikleri ve dünyadaki diğer toplumların tecrübeleri dikkate alınarak, belirli ilkeler dâhilinde icma/ictihad ile en iyi siyasal yapını oluşturulması için bir çaba düşünce harcanması gerekirken; Peygamberimizin(as) vefatından yaklaşık 30 yıl sonra Emevilerle birlikte saltanatın benimsendiği ve miladi 19. yüzyılın başına kadar bunun değişmediği görülmektedir. Devlet başkanlığının verasetle devredilmesi ile başlayan saltanat/hilafet birleşiminin o dönemde yaşayan sahabe ve diğer Müslümanların icması ile kabul edilmesi tarihsel bir durumdur. Burada, Sünni fıkhın gelişmesi sürecinde Kur’an, Sünnet gibi naslara İcmanın eklenmesi ve bu hukuki prensiplerin devlet işlerine de uygulanması ile din adına siyaset üzerinde bir bakıma vesayet gelişmiştir. İcma’ya uyulmasının farz olması ve her yeni icmanın eski uygulama üzerinde bir karar olarak görülmesi, saltanatın kabulünü geri dönüşü olmayacak şekilde meşrulaştırmıştır. Bu durum, Şiilerin ‘Müslümanların liderinin Peygamberimizin soyundan gelen, masum kabul edilen ve verasetle devredilen imamlar olması’ fikrinden çok da farklı değildir. Her iki durumda da vekil tayini veya ‘ehlul hal vel akd’ tarafından bir seçim yapılması ile aynı soydan gelenlerin varis oldukları bir siyasal liderlik uzun süre devam etmiştir. Teorik olarak bu kurulun azletme yetkisi olmasına rağmen, bu pek uygulama imkânı bulamamıştır. Ve İslam dünyasında, 19. yüzyılın başına kadar aile egemenliğine dayanan sultanlıklar/monarşiler hüküm sürmüştür. Burada üzerinde ittifak edilenin aslında yönetim şeklinden çok istikrarın sağlanması olduğu düşünülebilir. Buradan yola çıkarak taht/iktidar kavgalarının olmadığı sistemli bir yönetim şeklinin uygulanmasının icma’ya daha uygun olduğu söylenebilir. Bugünkü anlamda modern anayasaların temeli, Manga Charta Libertatum anlaşmasıyla, 12. yüzyıl da soyluların ayaklanması sonucunda, yine bir kral tarafından kendi yetkilerinin sınırlanmasıyla atılmıştır. Fakat demokrasinin, eşitlik, özgürlük, adalet ve milliyetçiliğe dayanan bir temelle yeniden doğması, 17. yüzyıldaki Fransız İhtilali ve Federal Amerikan Anayasasının ilanı ile gerçekleşmiştir. Batıdaki demokrasinin dayandığı ilkeler ve uygulamalar üzerinden kendi tarihimizi okuduğumuzda karşılaştığımız hayal kırıklığını, Batı tarihi karşısında duymayışımız büyük ihtimalle İSLAM’IN ana kaynakları olan Kur’an ve Sünnet dinamik ve yaşayan/canlı varlıklar iken, bizler metodolojik yaklaşımımızla onları dondurduk/öldürdük. idealist olmamızdan kaynaklanıyor. Elimizde bu kadar insani ilke ve uygulama varken nasıl oluyordu da biz onların gördüğünü göremedik/ yaptığını yapamadık? Bunun temelinde yatan neden, aslında dinamik bir anlayış olan içtihadın, bazı icma ve içtihatlarla statikleştirilmesi ve geriye dönüşü olmayacak şekilde nasların önüne geçirilmesinden kaynaklanmaktadır. Yani tarihsel ve metodolojik bir anlamlandırma farklılığından kaynaklanmaktadır. İslam’ın ana kaynakları olan Kur’an ve Sünnet dinamik ve yaşayan/canlı varlıklar iken, bizler metodolojik yaklaşımımızla onları dondurduk/öldürdük ve sonra da ölüden medet umarcasına ‘Neden elimizde bu ilahi kaynaklar ve rehberler olduğu halde biz başaramıyoruz?’ sorusunu sormaya başladık. Şimdi elimizde olan bu ilke, uygulama ve insanlığın ortak kazanımları ile çıkış yolu aramaya çalışalım: Kendi ilke ve uygulamalarımıza baktığımızda, bunlardan en önemlisinin hiç şüphesiz şûra olduğu görülecektir. Rabbimiz, Kur’an’ı Kerim’de Müslümanları tarif ederken “Onların işleri kendi aralarında istişare iledir” (Şura,38) buyurmaktadır. İnsanlar arsındaki ihtilaf ve anlaşmazlıkların en asgari düzeye indirilmesinin ana yoludur istişare. İstişare yapılınca her fikir ortaya konulur. Orta/k yol bulunup karar olarak alınır ve istişarede bulunanların hepsi bu son karara uyar. İstişare ibadet şuuruyla yapılır ve sonucuna karşı en küçük bir hoşnutsuzluk ortaya konulmaz. Şûrayı esas alan bir sistemde, uygulanacak herhangi bir seçim sürecinin öncesinde, esnasında ve sonrasında mutlak anlamda istişare mekanizmaları devrede olur ve insanların hoşnutsuzlukları minimize edilerek birlik ve beraberlik korunur. Şûranın prensibi, karşılıklı mutabakat ve danışmaya (mutual consensus and consultation) dayanmasıdır. İdareci seçimleri konusunda EYLÜL 2017 65 düşünce ise şûra prensibinin temel uygulaması belirli kriterleri taşıyan ehliyet ve liyakat sahibi kişilerden, halkı temsil etme kapasitesi en fazla olan üzerinde mutabakat sağlanmasıdır. Bu seçimin semavi bir karar olmadığı, insanların kendilerine vekâlet edecek kişiyi seçme işlemi olduğu, bundan dolayı seçimin nasıl olduğuna da en iyi seçimi yapanların karar vereceği unutulmamalıdır. Geçmişte sayıları 3, 5, 40 kişiden oluşan, ilim, adalet, re’y ve tedbir gibi üç niteliği üzerinde taşıyan “ehlü’l-hal ve’l-akd” ın lider seçiminde yetkili kılınmıştır. Bunun arkasındaki neden; toplumun çoğunluğunun eğitim ve re’y belirtme durumunun seçme ve seçilme için yetersiz kabul edilmesi ve şûra ehlinin niteliklerine verilen önem olarak değerlendirilebilir. Bu durum, seçkin bir sınıfın halk adına karar vermesini öngördüğünden dolayı bir bakıma oligarşik bir sitemdir. Günümüzde her bireyin seçme ve seçilme hakkının bulunduğu sistemlerin uygulandığı toplumların varlığı, çıtayı belirli bir seviyede tutmaktadır. Geliştirilecek sistemlerin bunu göz ardı etmesi toplumsal huzur açısından problemler ortaya çıkaracaktır. Bundan hareketle her bireyin seçme ve seçilme hakkına sahip olduğu ve seçimin her aşamasında seçime girecek adayların belirli kriterlere göre “ehlü’l-hal ve’l-akd” niteliklerine sahip bir kurul tarafından değerlendirildiği bir sistem geliştirilebilir. Günümüzde çoğunluğun kararının benimsendiği demokratik usullerde, seçilmemesi gerekirken seçilen insanların varlığı, seçim süreci üzerinde daha fazla kafa yorulması gerektiğini göstermektedir. Öncelikle, seçimlerde yerel sosyolojik dengeler korunmalı ve halkta eğitim ve bilinç seviyesinin arttırılmasıyla birlikte ideallere yaklaşılmalıdır. Bu durumda, kanaat önderlerinden veya yerel de seçilen belirli niteliklere sahip kişilerden oluşan kurullarda yapılan istişareler sonrasında yapılacak aday önerileri halka sunulabilir veya siyasi katılım hassasiyeti yüksek toplumlarda hayatın ve siyasetin her alanında toplum yararına yaptığı çalışmalarla insanların rızasını kazanmış adaylar direkt halka giderek destek arayabilirler. 66 EYLÜL 2017 Halka sunulan/giden adaylardan en fazla oyu alanın seçildiği “election” şeklinde seçim veya var olan adaylar üzerinde yapılan bir istişare sonucunda birinin ön plana çıkarak seçilmesi “selection” şeklinde seçim yapılabilir. İlk bakışta ikincisinin istişareye daha yakın/uygun olduğu düşünülebilir. Fakat ilk seçenekteki adayların halk önüne çıkması öncesinde bir istişare kurulu tarafından değerlendirilerek adaylıklarının onaylandığı seçenekte halk daha fazla seçenekle karşı karşıya kalabilir ve kurul tarafından işaret edilen bir adaydan çok, kurul tarafından sunulan seçeneklerden halkın en fazla rıza gösterdiği seçeneğin seçilmesi sağlanmış olur. Burada politik saiklerle adaylığı engellenenlerin hak arama ve kazanma yolları açık bulunmalıdır. Seçilme ile iktidar süreci tamamlanmış olmaz. Üçüncü aşama olan vekâletlendirme/biat ile halkın mümkünse tamamına yakınının idarecisiyle sözleşmesi sağlanmış olur. Bununla da, demokratik sistemlerde kazanan adaya oy vermeyenlerin seçileni kendi lider/başkanı olarak görmemelerinin önüne geçilmiş olur. Ve muhalefet anlayışının dışarıdan değil de içeriden şekillenmesi sağlanabilir. Mülkün, devletin, resmi/gayri resmi siyasetin, ekonominin, sosyal hayatın her alanının temeli adalettir. Adalet temelde eşitliğe dayanır. Niteliksel eşitsizliğin olduğu nicel eşitliklerde de eşitliğin sağlanması ile adalet sağlanır. Yasalar önünde eşitlik, siyasal/toplumsal haklar bakımından fırsat eşitliği, hakkı olanın sadece hakkını aldığı/haksızlığın olmadığı bir eşitlik ve adalete, bir ilke ve uygulama olarak her alanda mutlaka uyulması gerekir. Siyasal sistemimiz zulmü önleyecek ve adaleti sağlayacak bir model olmalı, kamu varlıkları ve devlet olanakları vatandaşlar arasında temeli eşitliğe dayanan bir adaletle dağıtılmalı. Yani bir varlık veya yasa üzerinde hakkı bulunanlar, bu hakkını eşit bir şekilde alabilmelidir. Görevlerin/olanakların dağıtılması noktasında adaletin hemen akabinde ehliyet ve liyakat gelir. Fırsat eşitliği ile başlayan süreçte ehliyet sahibi insanların layık oldukları konumda çalışmaları, üzerlerindeki görevi layıkıyla yerine getirmeleri, Müslümanların işlerinde/sistemle- düşünce rinde öncelik vermesi gereken ilke ve uygulama şekli olmalıdır. Bu konuda Rabbimiz “Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor” (Nisa,58) buyurarak ehliyet, liyakat ve adaletin toplumsal yaşamın ayrılmaz parçası olması gerektiğini emrediyor. Görevin veya iktidarın denetlenebilir, şeffaf ve hesap verilebilir olması; görev değişiminde belirli kriterlerin olması ve işlemesi; toplumsal barış, güven ve huzurun sağlanması açısından son derece önemlidir. İktidar değişimi; isyan, ihtilal/darbe gibi şiddet ve kaos içeren yollarla olmamalıdır. İdareci/yöneticilerin seçimle gelmesi, hesap vermesi, yargılanması ve gerektiğinde azledilebilmesi; kişilere bağlı olmayan denetlenebilir sitemlerle sağlanabilir. İslam tarihinde iktidarın verasetle babadan oğula geçmesi/saltanata dönüşmesine gösterilen rıza için öne sürülen en büyük gerekçe, iktidar kavgalarının ve kardeş-kanının akmasının önlenmesidir. Unutmamak gerekir ki, o günkü şartlarda kavgasız iktidar değişikliği sağlayacak bir modelin ortaya konulamamış olması, dönemin ulemasının saltanata sesiz kalmasında en büyük etken olmuştur. Bu bağlamda üzerinde ittifak edilenin aslında yönetim şeklinden çok istikrarın sağlanması olduğu görülmektedir. Elimizde bulunan diğer önemli ilke halkın rızasının aranmasıdır. Bu, tarihsel bağlamda biat/vekâlet sözleşmesi ile sağlanırken; baskı altında yapılan biatlerle bu ilke çiğnenerek, siyasal iktidarın halktan kopmasına neden olmuştur. Yöneten ile yönetilenler arasında gerçekleşen biat sözleşmesi, geri dönüşü olmayan ve her şartta uyulması gereken bir bağlılık değildir. Vekâlet verenlerin verdikleri vekâlet üzerinde her an tasarrufları devam etmektedir. Biat, halka dayanan seçimli/katılımcı bir sistemdir. Halkın yönetime katılımının(seçim ve denetim) sağlaması, yönetimlerin totaliterleşmesini, bir kişi(kral/sultan/ diktatör, monarşi), aile veya gruba(oligarşi) bağlı bir yönetimin gelişmesini önler. Her bireyin saygı gördüğü bir toplumsal hayatta, düşünsel anlamda çoğulculuğun korunması; bireyin şahsiyet sahibi ve üretken HALKA sunulan/giden adaylardan en fazla oyu alanın seçildiği “election” şeklinde seçim veya var olan adaylar üzerinde yapılan bir istişare sonucunda birinin ön plana çıkarak seçilmesi “selection” şeklinde seçim yapılabilir. olmasını sağlayacaktır. Bu bağlamda katılımcı karar mekanizmalarının geliştirilmesi, muhalefet ve düzeltme hakkının sağlanması, politik özgürlük/siyasal çoğulculuğu sağlayacaktır. Politik düşmanlığın olmaması için, iktidarın adaletsiz rant paylaşımına kapı açması ve muhalefetin iktidar ihtimalinin yok edilmesini engelleyecek bir sistem kurulmalıdır. Muhalefete şiddet ve baskı uygulanmasının, iktidarı otoriterleştirerek ve muhalefeti güçlendirerek karşı devrim veya isyan gelişmesine yol açması ve ardı arkası kesilmeyen kanlı iktidar kavgalarına yol açması mümkündür. Bununla birlikte günümüz devletlerini oluşturan halkların heterojen dini ve siyasi yapısı, halkın her kesiminin haklarını gözeten sistemlerin ortaya konulmasını gerekli kılmaktadır. Azınlığın çoğunluğa tahakkümü veya çoğunluğun azınlığa zulmünün önüne geçebilecek sistemlerin geliştirilmesi insani ve İslami açıdan önemlidir. Güçler ayrılığı prensibi (yasama, yürütme, yargının tek elde toplanmaması) günümüzde devlet üzerinde birden fazla noktada kontrolün olması ve totaliler yapıların ortaya çıkmasının önlenmesi açısından önemlidir. Bu bağlamda toplumun her kesimi tarafından kabul görecek çatı ilke ve prensiplerin bulunduğu bir Anayasa bulunmalıdır. Halk tarafından seçilen/halkı temsil eden insanlardan oluşan bir meclisin; yasaların onaylanması, idare, denetim ve genel politikaların belirlenmesinde etkin olması gerekmektedir. İbadetler, miras ve ceza hukuku gibi birçok alanda ilahi prensiplerin bulunması; güncel meselelere karşı yeni yasaların yapılmayacağı anlamına gelmez. Değişen şartlara göre ortaya çıkan meselelerin çözümü ve iç-dış politikaların geliştirilmesi için açık ve sürekli üreten mekanizmaların olması, bunların yasalarla desteklenmesi EYLÜL 2017 67 düşünce gerekmektedir. Bunlarla yükümlü ehliyet ve liyakat sahibi bir meclis/kurulun olması, yapılan yasaların belirli kriterler açısından değerlendirilerek onaylanması ve yürürlüğe girmesi gerekmektedir. Yasalar, ilgili uzman kurullar tarafından hazırlanır. İslam’a ve insanlığın ortak değerlerine uygunluk açısından ulema-hukukçulardan oluşan bir kurul tarafından denetlenir. Halkı temsil eden meclis tarafından onaylanır. Akabinde, ya doğrudan yürürlüğe girer veya yürütmenin başı tarafından yürürlüğe konulur. Dört aşamalı olan bu yasama faaliyeti, her aşamada denetlenerek; kalıcı olacak bir yasa maddesinin adalet, eşitlik, özgürlük, insan hakları gibi temel insani ve İslami değerlere uygunluğu azami düzeyde sağlanır. Bu bağlamda seçilme/yönetme usul ve esasları ile İslam hukuku/şeriatı ayrı değerlendirilmelidir. Müslümanların İslam hukukundan istifade etmelerinin önü kapatılmadan, toplumsal talebe göre modern hukuk sistemlerine tabi olmak isteyenler için de gerekli koşullar sağlanmalıdır. İslam’ın yönetime bakış açısı, modern yönetim anlayışları ve insanlığın kazanımları dikkate alındığında; din, nefis/can, akıl, nesil (nesep, ırz) ve mal güvenliğinin sağlanması için devlet gereklidir. Bu devletin yapısı, ayrı üniter veya birleşik federatif yapılar şeklinde olabilir. Devletin toplumun gerçeklerine dayanan organları ve başında seçimle gelip, seçimle giden başkanı/hükümeti olmalıdır. Özetle, Yönetim ve Yönetenler şu temel parametreleri karşılamalıdır: 1-Kişiye bağlı yapılardan sistemliliğe/kurumsallaşmaya geçiş esas olmalıdır. Yöneticilerin görevlendirilme usulleri, görev/yetki sınırları, diğer kurumsal yapılarla ilişkilerinin net olarak belirlendiği bir sistem oluşturulmalıdır. 2-Kişiler alanında ilim sahibi, adil, ehliyet/ liyakat sahibi olmalıdır. Her görev için yetkilendirilme/görevlendirilme usulü belirli olmalıdır. 3-Meşruiyet öncelikle göreve gelme kriterlerine ve seçilme usullerine uygunluk ile sağlanır. Sonrasında görev tanımına uygun hareket etmesi, yani hukuka/şeriata bağlı olması ile sağlanır. 68 EYLÜL 2017 4-Denetlenebilirlik/şeffaflık ilkesi aynı zamanda görevinin sona ermesi için de belirli kriterler sunmalıdır. Bu, ilgili göreve göre 2,5,7 yıl gibi belirli bir süre ile sınırlandırılabilir. İlave olarak, esaslı kontrol mekanizmaları sonucunda, görev tanımının dışında hareket ettiğinin saptanması veya ehliyet/liyakat prensibi dışına çıkılması ile görevin sonlanması mümkün olmalıdır. Günümüz insanları sahip oldukları seçme/ seçilme hakkını, geri dönüşü olmayan bir kazanım olarak kabul etmektedir. Bu bağlamda şeffaf bir seçim sürecinin olması toplumsal uzlaşma açısından önemlidir. Uzmanlık isteyen konular ve belirli bir kesimi ilgilendiren konularda konuyla ilgili kurullarda şura prensibi işletilerek kararlar somutlaştırılabilir ve gerekirse yine halkoyuna sunulabilir. Bunun dışında “bir kişi bir oy” prensibi tüm halkı ilgilendiren ve hakkında ilahi bir hüküm bulunmayan konularda uygulanabilir. Demokrasiyi günümüz Batılı devletlerin, Müslümanlara karşı uyguladıkları “çifte standart” söylem ve eylemleriyle değerlendirmemek gerekir. Demokrasi sadece bir seçim/yönetim sistemi değil, aynı zamanda bir bakış açısı/ zihniyettir. Farklı düşüncelere karşı toleranslı olmayı gerektirir. Kişinin başkalarının hak ve hürriyetlerine saygılı olmasını gerektirir. Demokrasinin temelinde eşitlik vardır. Özgürlük ve İnsan Hakları ile birlikte modern siyaset ve düşünce sisteminin temelini oluşturur. İslam dini, yönetim açısından salt bir seçim/yönetim sistemi sunmak yerine, yerel dinamiklere saygı duyarak belirli ilkeler ortaya koyar. İnsanların bu ilkeler dâhilinde zamanın ve toplumun dinamiklerine en uygun seçim/yönetim sistemini inşa etmelerini veya böyle bir sitem varsa uygulamalarını öngörür. İslami uygulamanın temelinde şûra ve adalet vardır. Ehliyet ve liyakat çerçevesinde toplumun rızası gözetilerek seçilmiş yöneticilerine rıza göstermelerini/ biat-vekâlet vermelerini ve haktan sapmadıkları müddetçe tabii olmalarını öngörür. Ayrıca, İslam’ın gayrimüslimlere bakış açısını; varoluş mücadelesi verdiği ilk yüzyıl pratiğini farklı yorumlayarak anlamlandırmamak gerekir. Bilâkis hâkim olduğu, saldırı/tehdit altında olmadığı dönemlerde ortaya konulan uygulama İslam’ın düşünce özüne daha uygundur. İslam, temel hükümlerini ve kendi varlığını tehdit etmedikçe insanların inanış ve yaşayışlarına saygı duyar. Hoşgörüyü, hem gayrimüslimlere hem de Müslümanlara karşı en geniş haliyle sağlar. Birey, suç karşısında cezayı kendisi vermez. Bunun yerine hukukun/ mahkemenin karar vermesini bekler. İslam’daki adalet eşitliğin üzerindedir. Eşitliğin haksızlığa yol açtığı durumlarda adalet bireylerin farklılıklarını, emeklerini ve kişisel haklarını güvence altına alır. Günümüzde seçim/yönetim anlayışı olarak demokratik teamül ve uygulamalardan(ve bu bağlamda insanlığın diğer kazanımlarından), İslam’ın temel ilkeleriyle çatışmayanların alınmasında sakınca yoktur. Bilâkis İslam’ın önerisi bu yöndedir. Peygamberimiz(as), ilimin müminin yitiği olduğunu ve Çin’de bile olsa alınmasını emretmektedir. Biatın tamamen kişinin rızasıyla olması gerekir. Sistemli bir devlet yapısı ve vatandaşlık bağlarının gelişmediği dönemlerde, bu karar sadece biat edenleri bağlarken etmeyenleri bağlamamış olabilir. Fakat günümüz devlet yapısında, vatandaşlardan bir kısmının biat etmeyerek bağımsız davranmaları gerçekliğe aykırıdır. Bundan dolayı şuranın süreçte yer aldığı seçimlerde meşruiyet için ‘salt çoğunluk’ yeterli olmalıdır. Şura ilkesi seçime girecek adayların belirlenme sürecinde uygulandığında, şûra heyetinden geçen nitelikli kişiler aday olabileceklerdir. Halk da bunlar arasından en fazla rıza gösterdiğini seçmiş/onaylamış olacaktır. Seçime katılanlar arasından en fazla oyu alan iki adayın, ikinci turda seçime gitmesi ve yarıdan fazla oy alanın seçildiği bir sistemde de çoğunluğun vekâleti/ biatı alınmış olacaktır. Yine, birden fazla adayın bulunduğu seçenekte, en fazla oyu alan adayın, tek başına tekrar halka giderek salt çoğunluğun onay/vekâlet/biat/güvenoyunu almasıyla da meşru yönetici olma hakkı elde edilebilir. Demokrasinin kazanımlarından İslam’ın özüne aykırı olmayan teamülleri sahiplenen bir şura yöntemi, sentez bir siyasal sistem anlayışı olarak şurakrasi (shoracracy) olarak ifade edilebilir. Böyle bir süreçte; - İstişare heyetleri aracılığıyla seçim önce- DEMOKRASIYI günümüz Batılı devletlerin, Müslümanlara karşı uyguladıkları “çifte standart” söylem ve eylemleriyle değerlendirmemek gerekir. Demokrasi sadece bir seçim/ yönetim sistemi değil, aynı zamanda bir bakış açısı/zihniyettir. Farklı düşüncelere karşı toleranslı olmayı gerektirir. sinde aday adayları değerlendirebilir ve halka nitelikli adaylar sunulabilir. - Seçilenlerin görevlendirilmeleri ve görev süresince denetlenmeleri, Şura heyeti tarafından yapılabilir. Periyodik raporların hazırlanması ve uyarılar yapabilir. İdareciyi azletme yetkisi de yüksek hukuki niteliklere sahip bir istişare-danışma kurulu/denetleme kurulu/meclis/senato/ divan tarafından yapılabilir. - Yapılacak seçimsiz kamu atamalarında ehliyet, liyakat sahibi kişilerin belirlenmesi, görevlendirilmesi ve sonrasında denetlenmesini yürütebilir. İslam pratiği, yönetim konusunda temeli istişareye, ortak akla/aklıselime, en doğrusunu aramaya dayanan bir usul ortaya koymaktadır. Günümüzde tüm kazanımların sahiplenildiği bir yönetim sistemi ortaya koymayı amaçlayan katılımcı meşveret anlayışının gelişmesi ve yerleşmesi/kurumsallaşması yolunda önemli mesafeler kat edilmektedir. Tüm bunlarla birlikte İslam, bir yönetim sistemi/siyasal yapıdan çok, bir arada yaşama hukuku vaaz etmektedir. İnsanlara, yaşanılan zamana, coğrafyaya, halka en uygun yönetim sistemini seçmeleri imkânını tanımaktadır. Kur’an ve Sünnet pratiği; bir arada yaşamak için, her bireyin haklarını güvence altına alan, toplumu, nesli, aklı, mal ve mülkiyeti, canı ve inançları güvence altına alan bir hukuk/şeriat sistemi ortaya koymaktadır. Bunları sağlamayan, bir toplumsal mutabakata dayanmayan siyasal yapı/devlet temelde İnsani değildir. İslami bir etiket önüne konulacaksa, bunların hepsinin üstünde en üst düzeyde adaleti ve istişareyi sağlamalıdır. ● EYLÜL 2017 69 düşünce Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi ÜMİT AKTAŞ K emalizm, Osmanlı aydınlarının ve modernleşmesinin büyük ölçüde Fransız pozitivizminden ve dolayısıyla ulusalcı bir cumhuriyetçilikten ve aydınlanmacı bir laisizmden etkilenmesiyle oluşturulan bir ideolojidir.1 Batılılaşmayı batıdan kurtulmanın bir çaresine dönüştüren bu anlayış, duruşunu pekiştirmek ve sahicileştirmek için de doğuya ait olan her şeye karşı aşağılayıcı bir kibir (yerli ve millî bir oryantalizm) geliştirmiştir. Padişahlığın kaldırılması cumhuriyetçi bir etkiye dayanmakta iken, halifeliğin kaldırılması ise bir kutsalcılık karşıtlığına (demistifikasyon) ve ulusalcı bir siyasallığa dayanmaktadır. Batı karşısında, uzun bir dönem sürdürülen tepkici, lakayt veya küçümsemeye dayanan bir karşıtlıktan sonra, bu kez tersi bir temayül olarak ortaya çıkan Kemalizm, bir açıdan da, İslam dünyasındaki genel batıya hayran modernleşmeci otokrasiler (aydınlanmacı despotizm)’in modeli haline gelmiştir. Bu tür bir modernleşme anlayışının yürütülmesi, doğal olarak Anglo-Sakson geleneğine ait olan demokrasi, sekülerizm, ademi-merkeziyetçilik ve genel anlamda liberalizme mesafeli bir siyasal anlayışın ve pratiğin tercihi anlamına gelmektedir. Çünkü İngiltere’de cari olan seküler ve liberal gelenek, kapitalist bir akla sahiptir ve toplumsal gerçekliği (geleneği) ideolojiye 70 EYLÜL 2017 feda etmez. Yani İngilizlerin deyişiyle “kirli suyu dökerken bebeği de fırlatıp atmaz”. Bu yüzdendir ki İngiltere dünyanın en demokratik ülkelerinden birisi olduğu halde krallığın varlığına da ilişmez. Bunu feda etmenin maliyetindense, bundan yararlanmanın icabına bakar. Oysa Kemalistler bırakın hilafetin kaldırılmasını, dünyanın en garip devrimlerinden birisi olan “alfabe devrimi”ni yaparken bile, basit bir maliyet hesabı bile yapmaktan kaçınmış, Cemil Meriç’in deyişiyle kütüphanelerdeki binlerce kitabın tuğla duvarına dönüştürülmesini umursamamışlar, hatta bunların çoğunu hurda kâğıt olarak yurt dışına satmışlardır. Geçmiş bin yılı unutturacak bu biçimci radikalizm, aslında yeni bir toplumsal hafıza yaratmanın tipik bir yoludur. Dolayısıyla Kemalizm ya da Kemalistler, devrimi eleştiren ünlü kimyacı Lavoisier’i katlederken, “bize bilim insanı değil, devrimciler lazım” diyen Jakobenleri kendilerine örnek alan, ama son tahlilde taklide dayanan aydınlanmacı bir tutum izlerler. Tabii ki tüm taklitçiler gibi biçimsel, sathi ve bir o kadar da dayatmacıdırlar. Çünkü hakikate vakıf olduklarını düşünmektedirler. Padişahlığın kaldırılması ve cumhuriyetçiliğe geçiş, bir başka açıdan ise İslam tarihinin başında rüşeym halindeki bir uygulama olarak kalan İslam cumhuriyetçiliğine bir dönüş anlamına da gelebilecektir. Nitekim elli yıl sonra düşünce gerçekleştirilen İran’daki İslamî Devrim de, yönetim biçimi olarak cumhuriyeti seçecektir.2 Demokrasi yerine cumhuriyetin seçilmesi ise, yönetimin belli bir ideolojinin (İslam’ın) egemenliğinde kalmasına dair bir güvence arayışından kaynaklanmaktadır. Halka güvenin ve halkın onayının biçimselleştirildiği bu bakış, bir anlamda seçilememe korkusunu, yani kendine olan güvensizliği de yansıtmaktadır. Bu ise, halkla kurulacak olan iyi ilişkiler yerine, rejimin korunmasını esas alan ve ideolojisini bununla güvenceleyen bir endişeyi yansıtır. Buna karşı demokratik yönetimler ise, daha geniş bir paydadaki uzlaşı üzerinden, ideolojisiz bir sistemi vadeder. Ne var ki kelimenin tam anlamıyla ideolojisiz bir sistem, ancak bir hayaldir. Sadece zayıflatılmış ideolojilerden söz edilebilir belki. Demokratik sistemler ise, toplumu güçlendirerek iktidarı görece olarak zayıflatırlar ve halk, birçok konuda doğrudan karar verici haline geldiği için, ideoloji meselesi de önemini yitirir. Böylece laisizmin halk karşısında cebre (yasaklamalara) dayanan “nesnel” (tarafsız) devlet anlayışına karşı, zorun zayıflatıldığı ve halkın taleplerini görece de olsa baskılamayan bir zihniyet, yani halkın rızasına dayan bir seküler anlayış geliştirilir. Gerçi demokrasilerin de kendilerine özgü sorunları ve korunma tedbirleri vardır ve günümüzde Fransız cumhuriyetçiliği ile Anglo-Sakson demokrasileri arasındaki mesafe oldukça kapanmıştır. Bu mesafeyi açığa koyan en bariz yön ise, yönetimlerle halk arasındaki ilişkilerin belirginleştiği, dine karşı takınılan o laik ve seküler tavırlarda ortaya çıkmaktadır. Din, bir açıdan da mahremi ve mahrem olana karşı devletin tutumuyla, mahremin ne denli kamusallaşabileceğinin üzerinden ölçülebildiği bir alandır. Laisizmin daha baskıcı, kamusal alanları dine ve ritüellere kapatan, “bilimselci” (pozitivist) ve görece tekçi tutumuna karşı (ulusallık ve dil meselesinde tekçilik veya federasyonlara kapalı bir merkeziyetçi yönetim anlayışında olduğu gibi), Anglo-Sakson demokrasiler daha pragmatik, çoğulcu ve dinlerin kendilerini kamusal alanda ifade etmeleri karşısında daha kayıtsızdırlar. Aslında KELIMENIN tam anlamıyla ideolojisiz bir sistem, ancak bir hayaldir. Sadece zayıflatılmış ideolojilerden söz edilebilir belki. Demokratik sistemler ise, toplumu güçlendirerek iktidarı görece olarak zayıflatırlar ve halk, birçok konuda doğrudan karar verici haline geldiği için, ideoloji meselesi de önemini yitirir. bu temel ayrım, laisizmin de dayandığı akılcı ve evrenselci perspektife ve dolayısıyla da evrensel bir insan tanımına karşı, insanların belli bir toplumsallık içerisinde yer aldığını ve ona dair her ne söylenecekse bu somut toplumsal bağlam göz önünde tutulmaksızın söylenemeyeceğini öne süren bağlamcı yaklaşım arasındaki farka da dayanır. Dolayısıyla da genelgeçer bir toplumsal ya da siyasal akıl yoktur; tıpkı böylesi evrensel bir insanın olmadığı gibi. Demokrasilerin bu tip zaaflarından da hareket edilerek, demokrasilerin biçimsel veya özsel sorunları nedeniyle duyarsızlaştığı ve farklılıkları temsil kabiliyetini yitirdiği alanlarda tahkimi için, demokrasi eleştirileri yanında liberal, radikal veya müzakereci demokrasi tartışmaları da sürdürülmektedir. Fransız ulusalcılığının merkeziyetçi devletçiliği ise, beraberinde dinin yerine belli bir ideolojinin ikame edildiği bir laisizmi uygulamaya sokar. Ve hatta bizzat ulusallığın kendisi, Durkheim sosyolojisinde de ifade edildiği gibi, dinsel bir mahiyettedir. Dolayısıyla dine ait ritüeller, aydınlanmacı edaya karşı bir EYLÜL 2017 71 düşünce anlayışı ifade etse de, ulusallık etrafında yeniden biçimlendirilir. Toplumu bütünleştirebilmek ve itaatkârlaştırmak için bayrak, dil, toprak, vatan, ulus veya ulusal lider kültü gibi modern kutsallıklar ihdas edilir. Ona karşı Anglo-Sakson dünya ise, çoğulculuğa ve uzlaşmalara dayanan liberal bir toplumsal siyaset üretmeye çalışmaktadır. Sözgelimi Fransa dinî bir simge olduğunu ileri sürerek, okullara başörtülü öğrenci kabul etmezken, Anglo-Sakson sekülerizm bu konuda daha mutedil bir tutum izlemekte, başörtülü, kipalı ve türbanlı çalışanlara bile izin verebilmektedir. Kemalizm’in kutsalcılık karşıtlığı, temel izlek olarak Fransız Devrimine dayanan bir tavrı izlese de, bir açıdan da İslam tarihini çığırından çıkaran “kutsallaştırıcı” bir siyasete, daha doğrusu egemenin kutsallaştırılması anlayışına karşı “demistifikasyon”cu bir tepkiyi de ifade eder. Özellikle hilafetin Kureyşliliği gibi uygulanmayan bir ilkenin siyasetnamelerde varlığını sürdüren izi silinir. Beri yandan “Allah’ın giydirdiğini ben çıkarmam” ifadesinde dillendirilen ve daha sonra “ben yeryüzünde Allah’ın halifesiyim” sözüyle pekiştirilen, egemenin Allah’ın temsilcisi olduğu ve onun takdiriyle başta durduğuna dair temelde kaderci ve kutsalcı bir öğretinin de bir reddini içerir. Ama bunu doğrudan İslamî bir siyaset yürütme amacı ve ilkesiyle değil, Fransız Devrimine bir eklemlenme ve oradan doğru aydınlanmacı ve modernleşmeci amaçlara ulaşmak gibi bir niyetle yapar. Nitekim bu niyetini pekiştirmek ve bir açıdan da o güne değin siyasetçilerin çokça yakındığı siyasetin üzerindeki dinin ve din adamlarının baskısından kurtulmak için, laik bir yöntemin stratejisinden yararlanır. Tabii orada da kalmaz ve belli bir aydınlanmacı ideolojiyi (aydınlanmacı bir dinî anlayışı – ama burada lidere tapınma kültünü), pozitivizmin de benimsediği bir yöntemle ve zorbaca bir tavırla halka dayatır. Ama tüm bunlara rağmen, laisizmin en temel uygulamalarından birisini, yani kilise ile devleti ayrı tutma hassasiyetini görmezlikten gelerek, dini kurumların ve “din adamları”nın idaresini, Diyanet İşleri Başkanlığı çerçevesinde, 72 EYLÜL 2017 devletin bünyesinde tutar. Gerçi bu, bir kitle manipülasyon (güdüm) aracı olarak, Abbasilerden beri sürdürülen geleneksel bir uygulamadır ve bir başka yönden ise Bizantinist yönetim anlayışına, yani Bizans Ortodoksluğuna dayanır. Oysaki İslam’ın kendi özgünlüğünde bir “din adamları” sınıfı, bir “kilise” bulunmamaktadır. Ve hatta böylesi bir tutumu benimsemek, laisizm açısından da oldukça makbul bir icraat olurdu. Ama Kemalizm için temel hassasiyet, laisizmi Türkiye’ye taşımanın ötesinde, dinin ve din adamlarının, oradan doğru ise toplumun denetimidir. O nedenle buna karşı direnç teşkil edebilecek medrese ve tarikatlar yasaklandığı gibi, orada da kalınmaz ve kadrosundaki “dinî” zihniyeti ve şahsiyetleri tasfiye etmek için, Darülfünun (Osmanlı üniversitesi) da kapatılır. Tabii amaç sadece toplumun denetlenmesi değil, aynı zamanda aydınlanmış bir din anlayışının da, yani hurafelerden arındırıldığı gibi, bilime ve modernleşmeye karşı da bir tepki içerisinde olmayacak bir zihniyetin topluma benimsetilmesidir. Ama bu çaba, toplumla uzlaşmaya dayanan görece demokratik bir üslupla değil de, toplumu cebre dayanan bir yolla dönüştürmeyi amaçlayan cumhuriyetçi bir edayla sürdürülür. Bu durumda ise toplum, yaratıcıya karşı direnen heyula örnekliğinde olduğu gibi, zorla biçimlendirilecek bir madde olarak tanımlanır ve dolayısıyla da ona karşı uygulanacak her türlü zor, mukaddes bir ameliye olarak daha en başından tebcil edilir. İran İslam Devrimi ise, laik veya seküler yöntemleri kabullenmese de, İslam tarihinin başlangıcına tutunmak için Şia üzerinden dolayımlanan bir yol izler ve Şiiliği resmî bir mezhep (hukuksal ve siyasal dayanak) olarak anayasallaştırır. Bu ise Devrimin üzerinden gerçekleştiği yolun (sosyopolitik geleneğin) düsturlaştırılmasıdır; yani Şiiliğin. Ama bu düstur, Devrimin kendisini dünyaya duyurduğu “ne Şiilik ne Sünnilik, yalnızca İslam” ya da “ne doğu ne batı, yalnızca İslam” ideallerinden sarfı nazar ederek, Devrimi yerelleştirir. Bu tür bir tikelliğin evrenselliğinin sınırları ise, Şii dünyasının sınırlarına bile ulaşamaz. Kaldı ki İslam tarihinin başlangıcına ulaşarak, tarihi oradan düşünce doğru onarsın ve yenilesin. Dolayısıyla verili mecra, sözgelimi Şeriati’nin sözlerinin satır aralarında tınılanan o evrensellik vurgularını (toplumcu bir İslam’ın evrenselliği) silerek, kendisini belli bir kutsalcılıkla, Şii öğretisiyle sınırlar. Bu ise tıpkı Rusların “tek ülkede sosyalizm” şiarına sığınarak kendilerini dünyayı değiştirme iddiasından uzaklaştırmaları gibi, İslam Devriminin de İran’ın sınırlarına çekilmesi ve dünyaya kapanmasıyla (yerel ve ulusal bir devlete dönüşmesiyle) sonuçlanır. Dolayısıyla cari tarih yaşanılmamış olarak addedilemez ve tarihin nebevî öğreti üzerine eklediği kutsallaşma biçimleri olan Şiilik, Sünnilik ya da Selefilik, dinin türevleri olarak, kendi modernleşmelerini, kendi tarihlerinin daralttığı ve başkalarına kapalı bir üslupta ihya etmeye çalışırlar. Güce koşullanmış bir iktidar tapıncından vazgeçmeyen bu üslup ise, bir anlamda batı modernleşmesinin dolayımıyla da olsa kendisini yenileyebilmenin umudundan da geriye çekilir ve kendi tarihleri kadar batı modernleşmesinin tarihlerine de eklemlenen ölü çizgiler olmaktan öteye geçemezler. Bu halleriyle ise siyasetnamelerde ifade edilmiş olan ve nesnel bir sistemi tanımlamak yerine öznel bir liderliği (halifeyi) tanımlayan, dolayısıyla da siyaseti egemen üzerinden okudukları, anladıkları ve uyguladıkları için nesnel değil öznel bir siyaset telakkisine sahip olan geleneksel anlayışlarla bir hesaplaşmaya giremedikleri gibi (ve de bunun için), yeni bir siyasal anlayış da vazedemezler. Devletin nesnelliği (bütün tebaaya eşit bir mesafede durması) ve aklîliği (işlerin içtihada İRAN İslam Devrimi ise, laik veya seküler yöntemleri kabullenmese de, İslam tarihinin başlangıcına tutunmak için Şia üzerinden dolayımlanan bir yol izler ve Şiiliği resmî bir mezhep (hukuksal ve siyasal dayanak) olarak anayasallaştırır. ve istişareye dayanarak yürütülmesi) ise adil olabilmesinin en temel şartıdır. Bir açıdan laiklikle sağlanmak istenen de budur. Yani devlet üzerindeki dinsel veya günümüzün şartlarında ideolojik baskıları ortadan kaldırarak, devleti her açıdan tarafsızlaştırmak. Ama daha çok devlet üzerindeki dinsel baskıları önleme amaçlı bir siyasal strateji olan laiklik, nesnelliğin olmazsa olmaz koşulu değildir. Bunun için devletin tüm toplumsal kesimlere karşı eşit bir mesafede durabilmesi; yansız, eşitlikçi ve adil olabilmesi yeterlidir. Bunu sağlamanın yolu ise toplumun din, dil, kültür, örf gibi aslî hususiyetlerini bastırmak ya da bunları kamusallıktan uzak tutmak değildir. Zira bu tür doğrudan ya da dolaylı bir baskıcılık, toplumun kendisini özgürce ifade etmesinden uzaklaştırılması demektir. Bu ise genel anlamda bir maduniyete, edilgenliğe ve tekbiçimliliğe yol açarken, toplumun kendisini geliştirmekten uzaklaşmasıyla sonuçlanacaktır. Avrupa’daki mezhep savaşlarının bir ürünü olan ve bu açıdan bir ölçüde mazur görülebilecek olan bu tür baskılayıcı anlayışlar, belli bir geçiş evresinde makul olsa da, kamusal alanı EYLÜL 2017 73 düşünce İSLAM dünyasının temel sorunu, zaafa düşürülmüş olan toplumun yeniden etkenleştirilmesidir. Ama orada da kalınmamalı, İslam dünyası kendisine uygun ama özgürleşme, çoğulculuk, içtihad, istişare ve adalet gibi temel ilkeleri esas alan yeni bir siyasal anlayış geliştirmelidir. ilanihaye bu tür bir baskı içerisinde tutmanın nasıl olumsuz sonuçlara yol açtığı da, günümüz uygulamalarında belirginlik kazanmış ve ortaya çıkan sorunlar üzerinde ciddi bir biçimde düşünülmeye başlanmıştır. Çünkü bu tür bir makul gerekçeye dayansa da, verili laiklik giderek maksadını aşarak, bu kez karşı bir dinî tutum, yani pozitivizmin dinselleştirilmesine dayanan başka bir bakıcı ideolojiye dönüşmüştür. Bu durumda en olumlu yol, bu ve benzeri açılardan, yani batı toplumunun kendine özgü tecrübeleri açısından batı geleneğine eklemlenmek yerine (elbette ki farklı ve olumlu tecrübelerinden yararlanılabilir), Ebu Hanife’nin (ve benzeri birçok şahsiyetin) ayakta tutmaya çalıştığı, günümüzde iktidara ait kılınmış olan birçok kamusal ve sivil uğraşın yeniden topluma devredilmesi; yani toplumun aktifleştirilerek, devletinse görece olarak daha kısıtlı bir konuma çekildiği bir siyasal anlayışın canlandırılmasıdır. Dolayısıyla İslam dünyasının temel sorunu, zaafa düşürülmüş olan toplumun yeniden etkenleştirilmesidir. Ama orada da kalınmamalı, İslam dünyası kendisine uygun ama özgürleşme, çoğulculuk, içtihad, istişare ve adalet gibi temel ilkeleri esas alan yeni bir siyasal anlayış geliştirmelidir. Farklı bir mecra(lar) ise, batıya daha yakın olan Bosna ve Tunus tecrübelerinde denenmeye çalışılmaktadır. Bu tecrübeler, İslam dünyasının tarihsel tecrübeleri yanında, batı modernleşmesinin tecrübesini de esas alarak ama Türkiye gibi bunu doğrudan bir batılılaşma azmiyle değil de, kendilerince (özgün) bir modernleşme yolu olarak uygulamaya çalışırlar. Aliya kadar Gannuşi’nin de bu konudaki kararlılıkları ve 74 EYLÜL 2017 demokrasiyi geleneksel “hilafet yönetimi”ne tercihlerindeki saik oldukça açıktır: çoğulculuk ve özgürlük. Nitekim bu vurgu, Aliya’nın “diktatörlük günahları yasaklasa da ahlaksız, demokrasi ise ona izin verse de ahlaklıdır” sözünde oldukça çarpıcı bir biçimde ifade edilir.3 Dolayısıyla da Ömer bin Abdülaziz’in de sözünü ettiği ama orada kalan “şura sistemi” ideali ve oldukça zor şartlarda da olsa ortaya koyduğu adaletli toplum pratiği, geleneksel hilafet anlayışındansa, günümüz demokrasilerine daha yakındır. İslam ise toplumsal gerçekliği çekip çeviren o derin tinsel ve tarihsel tecrübe olarak, toplumsal aidiyette ifadesini bulmaktadır. Gannuşi’nin iktidarını muhalefetle paylaşma erdemini göstermesi kadar, Aliya’nın çok dilli ve çok dinli federatif mirası, İslam dünyası açısından çığır açıcı bir örneklik olsa da, bu dünya üzerinde, (Aliya’nın) isminden başka, kıymeti haiz ve dikkate alınan bir yönü yoktur. Zira İslam dünyası kendi tarihsel ağırlığının girdabına çökerken, dipten gelen bu tip dalgalar, bu derin uyku üzerinde sarsıcı bir etki uyandırmamaktadır. Kıymetli yalnızlığımız sadece bir avuntudur, biliriz. Aliya veya Gannuşi’vari bilgelikler ise, bu bilgeliklerin farkına bile varamayan bir dünya açısından, gelgeç maceralar olarak gözükür. Aşinası olduğumuz hoyratlıklarımız, güzel örneklikleri sadece alkışlamakla yetinir. Bu tip örnekliklerde, içerisinde olunan dertlere bir deva olsa da, yabancı olana karşı duyulan ilkel bir tepkiyle ve bir değişme ve hatta özgürleşme korkusuyla karşılanır. Bidat ve icat gibi temelde olumlu kavramlar bile, bu tür bir tarihsel anlayış sürecinde, giderek olumsuza çevrilir. Sonuçta ise, İbn Haldun’un “suyun suya benzemesi kadar geçmişiyle geleceğini birbirine benzettiği” doğu dünyasının ruhu, Buazizi’nin isyanının alevlerinden sıçrayan kıvılcımlarla tutuşacağa benzememektedir. Yukarıda zikredilen tecrübelerin nerelere dek götürülebileceğini ise henüz bilmemekteyiz. Ama en azından, Ömer’in Farslılardan divan tecrübesini almasını bir içtihat yetkisi ve hatta başarısı olarak değerlendirenlerin, bu gibi konularda da, aynı yaklaşımı göstermeleri ve dolayısıyla da eleştirel de olsa iyi düşünce niyetlerini korumaları beklenmelidir. Gannuşi ve Aliya’nın uygulamaya koydukları ve batı toplumlarının bir tecrübesi olan laikliğin İslam dünyasında nasıl sonuçlar vereceği bir yana, hayatın bütünlüğünün bölünmesi, esasında sağlıklı bir siyasal yöntem değildir. Bununla birlikte, farklılıklarla beraber yaşama konusunda da artık İslam tarihinin başlangıcındaki yolları denemeye kalkışamayız. O tarihte uygulanan yolların, o günün dünyasının kabulleriyle de ilgili olduğunu görmek için, bir parça tarih bilgisi yeterlidir. Dolayısıyla tarihsel olan her şeyi dinselleştirmemek, onun da ötesinde sadece Allah’a ait olan bir hususiyetle kutsallaştırmamak, dinin olduğu kadar siyasetin de kendisini yenileyebilmesinin temel koşullarıdır. Her ne kadar kendisinden sonra Hindistan da laisizme yönelse de, bu konuda Gandi’nin yaklaşımı daha makul.4 Şöyle demekteydi yirminci yüzyılın büyük bilgesi: “Ben de İslam Peygamberi gibi siyasetin maneviyattan ayrılmasını doğru bulmuyorum.” Elbette ki maneviyatın siyasala dahli, siyasetin nesnelliğini kaybetmemesi gibi bir hassasiyeti de gerektirir. Ancak bu tür bir nesnelliği sağlayabilmek için siyasetin maneviyattan büsbütün arındırma çabası da oldukça ilkel ve sığ bir mekanikliktir. Açıktır ki insan tabiatı buna hiç de müsait olmayıp, sosyopolitiğin bu tip bir mekanik bölünme ile ayrıştırılma çabası ise, neticede yönetimi nesnellikten (tarafsızlık ve adillikten) uzaklaştıran bir tür baskıcılıkla ve insanların şizofrenleştirilmesi veya müraileştirilmesiyle GANNUŞI’NIN iktidarını muhalefetle paylaşma erdemini göstermesi kadar, Aliya’nın çok dilli ve çok dinli federatif mirası, İslam dünyası açısından çığır açıcı bir örneklik olsa da, bu dünya üzerinde, (Aliya’nın) isminden başka, kıymeti haiz ve dikkate alınan bir yönü yoktur. Zira İslam dünyası kendi tarihsel ağırlığının girdabına çökerken, dipten gelen bu tip dalgalar, bu derin uyku üzerinde sarsıcı bir etki uyandırmamaktadır. sonuçlanacaktır. Beri yandan bu çaba, kamudaki ahlakî hassasiyeti de aşındıran bir olumsuzlukla malûldür. Zira ahlakın en önemli kaynağı dinsel öğretiler ve geleneklerdir. Gerçi bu öğretilerin kimi ahlakî uzlaşmazlıkları, kamusal alanda belli çatışmalara yol açabilecektir ve belki de nesnelleşme çabası, dinlerin (ve de ideolojilerin) kamusala katkısının büsbütün tasfiyesinden ziyade, tam da bu noktalarda bir uzlaştırma biçimi olarak ortaya çıkmalıdır. Bunların tartışılması bir yana, asıl olan bunun nasıl uygulamaya sokulacağıdır. Çünkü artık neredeyse temel İslamî yönetim biçimi olarak kabul edilen ve Muaviye’den beri sadece halkın değil, âlimlerin nezdinde de meşrulaştırılmış olan halifelik modelinin üzerindeki yüzyılların kirini temizlemek neredeyse imkânEYLÜL 2017 75 düşünce EBU Hanife’nin izlediği tutum (içtihad mektebi, sivil fıkıh ve özgür eğitim), yeni bir siyaset anlayışını üretmek için bir başlangıç noktası oluşturabilir. Yani sivil yapıların daha etken olduğu ve yönetimin belli bir dinî anlayışın (mezhebin) inisiyatifine sokulmadığı bir tutum. sız. Bu imkânsızlığı denemektense, daha kolaycı bir yoldan laisizme başvurmak ise, siyasetle maneviyat arasındaki bağların koparılması gibi bir handikapla malûl. Öyle de olsa, laisizmin, demokrasinin ve cumhuriyetin uygulama pratiklerinin, 1924’e kadar cari yegâne yönetim biçimi olan hilafetin uygulama pratiklerine göre daha uygulanabilir ve makul olduğu da açık. Çünkü İslam dünyasını günümüzde içerisinde olduğumuz gelenek ve modernleşme açmazına iten sebeplerden en önemlisi, “siyasetle maneviyat” arasındaki ilişkileri kamuyu, aklı ve özgürlükleri, kısacası yenilenme ve değişme çabalarını baskılamaksızın belirleyememesi ya da nasıl belirleyebileceğine dair sıkıntılarıdır. Gerçi buna sebep olan da Muaviye ile birlikte başlayan ve tüm değerleri iktidar prizmasından geçirerek değerlendiren o büyük sapma olsa da, bu soruna dair çareleri, yani siyasetin batı tipi bir laiklik anlayışı dışında nasıl düzenlenebileceğine ilişkin makul çözümlemeler üretemediğimiz de oldukça açık. Nitekim günümüzde İslam dünyasında süregiden din savaşlarının da, batı dünyasındaki laikliği önceleyen mezhep savaşlarından geri kalan bir yönü yoktur ve bu savaşlar da bir biçimde dinî gerekçelerle desteklenmektedir. Gerçi bu gerekçelerin birçoğu da doğrudan dinî gerekçeler olmaktan ziyade, dinin ideolojikleştirilmesine dayanmakta. Ama her ne olursa olsun, siyasalın bu biçimde doğrudan dinle ilgili bir yolla koşullandırılmasının veya yönlendirilmesinin başa çıkılamazlığı ve sorunluluğu da ortadadır.5 O zaman tarihsel kodların sürekli yeni bir meşrulaştırma biçimini ya da güce dayanan bir iktidarın şaşaasını aramaktansa, eşyanın özündeki basitliği (aslında nebevî yolun sadeliğini) yakalamaya çalışmak daha doğru olacaktır. 76 EYLÜL 2017 Bu meyanda Hasan Hanefi ve Cabiri’nin İslam dünyasının laiklikten ziyade akılcılığa ihtiyacı olduğu doğrultusundaki tespitleri de, temeldeki ihtiyacın bu basitliğini açığa koymaktadır. Zira aksi halde, yani akletme potansiyelini kuvveden fiile geçirememiş bir toplum açısından, tüm iyileştirici süreçler, iyi niyetli de olsalar, kitlelerin güdülmeye çalışıldığı bir tür baskıcılıkla sonuçlanmaktan öteye gidememektedir. Nitekim İslam dünyasındaki veya bu dünyayla benzeri şartlara sahip olan başka ülkelerde de laiklik uygulamasının kitleler üzerinde nasıl da vahşice sonuçlara yol açtığı, yirminci yüzyılın en acı tecrübeleri içerisindedir. Tabi bunları söylemek, akletme meselesini tefekküre/düşünmeye doğru derinleştiren bir okuma ve kitabîliğe dikkat çekmek içindir. Yoksa aydınlanmacı bir aklı, bir iktidar aklını ya da geleneksel aklı topluma dayatan bir rasyonalizm/akılcılık savunusu amaçlanmakta değildir. Öte yandan açıktır ki siyasal sorunlar salt akılla çözülebilecek denli yalınkat olmayıp, oldukça çetrefillidir ve bu nedenle de çok farklı araçlardan ve kaynaklardan yararlanmak gerekir. Beri yandan Muaviye ile birlikte başlayan “hilafet yönetimi” tarihi içerisindeki halifelerin (bunu, İslamî bir yönetim biçiminin temsilcileri olarak kullanmadığımı vurgulamalıyım) siyasal baskıcılıkları yanında, ulemanın da (bunun da kelimenin tam anlamıyla âlimler olmaktan öte, bir din adamları sınıfı olarak yapılaşmış bir zümre olduğunu belirtmeliyim), siyaset kadar toplum üzerindeki bu baskıları meşrulaştırıcı bir işleve koşulduğu ve bunun İslam dünyasını hangi noktalara taşıdığı da oldukça açık. Tabii ki bu olumsuzluk, teknolojik ve hatta “bilimsel” “geri kalmışlık”tan ziyade, içerisine düşmüş olduğumuz toplumsal ve bilinçsel zafiyetlerde belirginleşmektedir. Bu durumda siyaset (dahası toplum) üzerindeki “dinsel” baskıların ortadan kaldırılabilmesi için illa da dine belli bir kamusal yer biçmektense, cari dinî anlayışların yenilenmesi ve kendi içerisinde tekrar eden, tefekkürden ve farklı perspektifleri üretmekten uzak olan zihniyetlerden kurtulmaya çalışılmalıdır. Kaldı ki siyaseti veya toplumsalı baskı altında tutan ve kendilerini dinî bir eda ile dışa düşünce vuran kimi kesimler veya fikirlerin dinîlikleri, kendilerinden menkuldür. Öte yandan yine siyasetin, bireylerin veya toplumun dine atfettikleri ve kendilerini engelleyici olan etkenlerin birçoğu da, gerçekte dinî olmadıkları halde, din üzerinden izah edilmektedir. Dolayısıyla buradaki asıl sorun, işte bu mürailikleri, din vasıtasıyla örtülen gerçek sorunları veya meşrulaştırılan çıkarları açığa çıkarmaktır. Marx’ın, dinin, acı çekenlerin afyonu olduğu tespitinden öte, bu kez de din, kendilerini ifade edemeyenlerin içli sesi, gizlemek isteyenlerin örtüsü, başka kılığa bürünmek isteyenlerin maskesidir. Ebu Hanife’nin izlediği tutum (içtihad mektebi, sivil fıkıh ve özgür eğitim), yeni bir siyaset anlayışını üretmek için bir başlangıç noktası oluşturabilir. Yani sivil yapıların daha etken olduğu ve yönetimin belli bir dinî anlayışın (mezhebin) inisiyatifine sokulmadığı bir tutum. O takdirde ise, Kuran ve sünneti dikkate alan içtihadi yaklaşımlar, toplumu baskılamak yerine özgürleştirmeyi, hayatı zorlaştırmayı değil de kolaylaştırmayı esas alan bir usûlle, laisizm ve kutsalcı yönetim ikileminden uzak, özgürleşmeci bir siyaset ve farklılıklarla birlikte yaşama yolunu mümkün kılabilecektir. Oysaki laiklikle kutsalcılık arasında sıkışan bir bakış, laisizmi reddetmek adına kutsalcılığın tarihsel tortularını taşımaktan başka çare bulamamaktadır. Bir yandan İslam tarihindeki eşi görülmemiş adalet, merhamet, tevazu ve kardeşlik ilişkilerine dair örnekleri okumakta, öte yandan ise yaşadığı toplumsal ve siyasal gerçekliği zikrettiğimiz kaygılarla eleştirmekten kaçınmakta ve hatta mürai bir edayla meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Kuşkusuz ki o gün yaşanan ve bizleri etkileyen güzel örneklikler, günümüzde de yaşanabilir ve yaşanmaktadır da. Ama maalesef artık bu örneklikler İslam dünyasından ziyade, özellikle batı dünyasında yaşanmaktadır. Dolayısıyla bu tarihsel örneklikleri salt hissiyat düzeyinde okumalar olmaktan çıkarıp, hayatımızın gerçekliğine dönüştürebilmek için, öncelikle kendi günlük pratiklerimizden başlayarak bu ilkeleri hayatımıza yerleştirmeye çalışmalıyız. Tabii tüm bunlar özünde taklide dayanan biçimsel zorlamalarla ya da birtakım el konulmuş güçlerin cebriyle değil, ilahî ideallerin kalbimizde neşvünema bulmasıyla gerçekleşecektir. Allah’ın ruhu ve rahmeti ise, okuyan ve okudukları üzerinde düşünerek eylemini bu düşünsel tahkike dayandıran bir iman toplumunun tevazuu üzerindedir. ● 1 Bu etkileniş, yapısal benzeyişten öte, Osmanlının öteden beri Avrupa’yla ilişkilerini Fransa üzerinden yürütmesiyle ilgili bir yakınlığa dayanmaktadır ki; ademi-merkeziyetçi, çok dilli, çok dinli ve çok uluslu bir imparatorluğun kendisine yönetimsel model olarak merkeziyetçi ve homojen bir ulus yaratma iddiasında olan bir ülkeyi örnek olarak alması, taklitçi ve biçimci bir modernleşme anlayışının ötesinde, büyük bir talihsizliktir. 2 Yani yönetim biçimi olarak geleneksel hilafet veya imamet modelleri yerine, dünyada cari bir uygulama olan cumhuriyet tercih edilir. Elbette ki bu “cumhuriyet”, “cumhurî İslamî”dir. 3 Buradaki temel hassasiyette olduğu gibi, Mustafa Kemal tarafından Türkiye’de oluşturulan ve gayrimüslimlerle Müslümanların mübadelesiyle ülke nüfusunun homojenleştirilmesine dayandırılan “Müslüman Ulus” telakkisi de, İslam’a, Osmanlıların gayrimüslimlerle Müslümanların bir arada yaşamasını esas aldığı anlayıştan daha fazla yakın değildir. Müslüman bir ümmet, nüfusun bütünüyle Müslümanlaştırıldığı (homojenize edildiği) bir toplumsallıktan ziyade, farklılıklarla bir arada yaşayabilme becerisinin gösterildiği bir anlayışa daha uygundur. Gerçi bu yaşama biçiminde de bazı arızalar çıkmamış değildir. Osmanlı modernleşmesi, sorunlu da olsa bunu aşma çabasını ortaya koymaya çalışmaktaydı. Ama Fransız ulusçuluğuna dayanan Kemalizm (İttihatçı seleflerinden başlayan bir süreç içerisinde), bu çabaları büsbütün ortadan kaldıracaktır. Yani “kirli suyla birlikte bebek de fırlatılıp atılacaktır”. Burada kirli su, bir türlü rayına oturtulamayan bir arada yaşama çabalarının arızaları iken, bebek ise yüzyıllarca bir arada yaşadığımız ve belli bir bir-arada yaşama tecrübesi oluşturduğumuz Rumlar ve Ermenilerin mübadelesi ve tehciridir. Oysa Osmanlı toplumu, bunlarla birlikte bir sentez oluşturmuştu. Toplumsal işleyişin belli işlevleri bu topluluklar tarafından yürütülmekteydi. Dolayısıyla onların varlığı bu toplumu zayıflatmaktan ziyade zenginleştirmekteydi. Dolayısıyla meselelere olumsuz yönlerinden ziyade olumlu açılardan yaklaşmak ve sahip olduğumuz zenginlikleri basit menfaatler veya ideolojik telakkiler uğruna elden çıkarmamak gerekir. Kaldı ki mesele salt biçimsel bir toplumsal faydaya da indirgenemez. Meselenin esası ise, toplumsal ve coğrafî ontolojilerin, yani kültürel coğrafyaların kimyasının bozulmamasıdır. Zira dinler, diller ve ırklar Allah’ın ayetleridir ve tıpkı bir ormandaki farklı canlıların bir-arada yaşamaları gibi, ayette ifade edilen farklılıklar da, bir-arada ve birlikte yaşayabilme becerisini gösterebilmelidir. 4 Tabii ki çok dinli, çok mezhepli, çok dilli, oldukça karmaşık ve devasa bir ülkeyi ortak bir yönetim etrafında birleştirmek kolay olmasa gerek. Nitekim Gandi’nin çabaları bile Müslümanlarla Hinduları bir arada tutmaya yetmemişti. Üstelik bu sadece yönetimsel bir sorun olmayıp, halkın da belli bir uzlaşma kültürüne sahip olması gerekmektedir. Aynı sorunlarla başa çıkamayan İslam ülkeleri de belli bir uzlaşma kültürü yaratabilmiş değil. Ama vazgeçmek ya da geriye çekilmek yerine hep daha fazlasını, olumlusunu aramak ve denemek gerekmektedir. 5 Bunu söylerken kast edilen, İslam tarihinin başından beri, siyasetin toplumun sorunlarının çözümlenmeye veya yürütülmeye çalışılmasının ötesinde, tıpkı Peygamberimizin yüklenmiş olduğu misyon gibi, ayrıca “kutsal” bir işleve de sahip olduğuna dair zehaptır. Elbette ki sorunların tartışılmasında ve çözümünde, bununla sorumlu olan insanlar, gerekli tüm tecrübelerden yararlanacak ve tüm yolları araştıracaklardır. Hatta bunlar sadece İslam dünyasıyla da sınırlı tutulmayacak denli genişletilebilir de. Sorun ise bu meseleleri kutsalcı kimi mülahazalarla tartışılmaz kılmak ve biçimci bir anlayışla geleneğin baskısı altına almak gibi bir perspektif daralmasındadır. Bu daralmanın İslam dünyasını nerelere taşıdığı ise ortadadır. EYLÜL 2017 77 DÜŞÜNCE Dinime Küfreden Müslüman Olsa Bari AZİZ DARICI B azı deyimler nasıl doğdu bilemiyoruz ama hakikati barındırma, açıklama yönünde müthiş katkıları var. Bazen kelime, cümle enflasyonundan kurtarıyor insanı. Ya da anlatamadığınızı anlatıyor. Aklın durduğu, dilin sustuğu, kalbin köreldiği yerde imdadımıza yetişiyor. Bir cümle ile anlamayı anlamlandırıyor. Akıl, kalp, dil ortaklığı bu sayede rahat bir nefes alıyor. Tabi bu bizim ruh halimizin yansıması, hissettiklerimiz… Karşı taraf da ne oluyor, ne bitiyor, ne hissediyor, ne düşünüyor bilemiyoruz. Bazı zamanlarda yüzüne bakınca sadece bunca sözü boşuna mı söyledik, diyor insan. Öyle ki bu ruh hali, hâlâ kendisinin ne dediğine odaklanıyor ve olanca enerjisiyle birilerini eleştiriyor, saldırıyor. Ahkâm kesip edebiyat kitaplarına ayar veriyor. Bizde, bunlara bakınca hâlâ aynı şeyi söylüyoruz “Dinime küfreden Müslüman olsa bari”… Ne acıdır ki şu an bulunduğumuz durum itibariyle bizlere akıl veren çok. (akıllı olanın aklına ihtiyacımız yok tezinde değiliz). “Bu halimizin sebebi” ile başlayan cümleler sohbetlerimizi süslüyor. Öte yandan şu söz hoşuma gitmiyor değil “Vicdanı olmayanın aklına ihtiyacımız yok”. Batı vicdandan yoksun bir toplum olarak sürekli kültürünü ve aklını İslam coğrafyasına empoze ediyor. Batı aklı ile aynı çuvala girmek meşru bir hikâye doğurmaz. Bu coğrafyanın sorunlarının akılla ve irade ile 78 EYLÜL 2017 çözüleceğini bilmediğimizden değil. Batı aklının dünyayı getirdiği nokta zulümden başkası değil. Bu akla kanarak, bunca acı varken, “akıl”lılığımızın ne söylediğine değil vicdanımızın ne ses verdiğine bakmak gerekiyor. İslam coğrafyasının şu günlerde samimi vicdanlara çok ihtiyacı var diyerek başka meramımıza geçelim. İslam medeniyeti geçmişin ihtişamı ile kendini savunmakta, hali hazırda bir şey üretememekte, en kötüsü bu haline sürekli bahaneler- mazeretler üretmekte. Üretememenin farkındalığına varmış ama üretme aşamamasına bir türlü topyekûn geçememiş. Bazı samimi adımlar Müslümanlar tarafından atılıyor olmasına rağmen bunca sorunların üstesinden gelebilecek bir “ çözüm-ıslah-inşa “ hareketine dönüştürememiştir. Şu an yaptığımız yanan yüreklere kova ile su taşımak misalinden. Taşıdığımız su ise o kovada kaynaktan bize gelinceye kadar; kendini yorgun hissedenler, mola verip dinlenenler, vurdumduymazlar, taşıdığı suyun kıymetini bilmeden dökenler, pes edenler, rüyada dolaşanlar, masal uyduranlar, hikâye dizenler, ihanet edenler… O su yüreklere ulaşıncaya kadar bazen o yürek ateşini daha da harlandırıyor. Farkında olmadan nice hayatlar Allah’a kul olma fırsatını bulamadan ahirete göçüyorlar. İmanın lezzetini tatmadan imansızlığın karanlığında onca hayat sönüyor. düşünce Birileri bize insanlık dersi vererek ‘insan dediğin böyle olur’ demeye getiriyor. İnsan tanımlamasını da illa kendinden başlatıyor ve kendi normlarına göre tanımlıyor. Bu pervasız Batı güç sarhoşluğunun içinde, ağzındaki salyalarını dışarıya akıtıyor. Gücünü o kadar abartıyor ki şımarık çocuklar gibi bir bu tarafa, bir o tarafa hava atıyor. Kendi insani rezilliklerini vitrindeki modellerle kamufle etme peşinde. Batı düşüncesi tamamen bencilliğin ve kibrin hegemonyasında diğer medeniyetlere akıl veriyor. Hâlâ sizden iyiyim, ilerdeyim imajı ile kamuoyu oluşturuyor. Bu sahte algıya kapılan bazı içimizdeki sözde “aydınlar” referanslarında, diplomaları ve kariyerleri iş yapsın diye Batının pervasız aklına esir olmuş durumda… Göz boyamacılığı, kavram hırsızlığı yaparak sanki biz insanlıktan nasibimizi almamışız gibi insanlık sırasına girmemiz tavsiyelerinde bulunuyorlar. İşte biz de yazımızın başlığında söylediğimiz gibi o sözü hatırlatıyoruz: “Dinime küfreden Müslüman olsa bari” Geçmişimizi hatırlatarak ‘biz böyle idik’ ahkâmlarıyla kendi durumumuzu kurtaracak halimiz yok. Geçmiş tarihimizin izlerini günümüze taşıyarak ‘böyle bir milletin torunlarıyız’ diye de avunacak değiliz. Onların HALEP... Acılar ve gözyaşı çoktan oralarda… Şimdi feryadı figanlar yükseliyor. Zalimler zaferlerini, öldürdükleri masum çocuklar, ırzlarına geçtikleri mazlum kadınların sayılarına bakarak kutluyor. kazandıkları kendilerine bizim kazanacaklarımız bize… “Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız da sizindir. Siz, onların yaptıklarından (sorguya çekilmeyecek) sorumlu tutulmayacaksınız.” (Bakara,134) Onlardan bize kalan miras coğrafik, ırki miras ile de övünecek değiliz. Bizlere İslam adına bir şeyler bırakmışlar ise baş göz ederiz. Allah için bu coğrafyada bırakılan ruhu geleceğe taşırız. Mazimizin geçmişteki ihtişamı bizlerin gözlerini kamaştırıyor olabilir ama şimdilerdeki durumumuz sadece yüreklerimizi dağlıyor. İslam coğrafyası bin bir türlü acılar ve sancılar çekiyor. İslam diyarlarının kalpleri bir bir yangın yerine çevriliyor. Kabil, Bağdat, Kahire, Şam, Halep ve dahası… Önceleri hayat, medeniyet kokan bu diyarlar şimdilerde can çekişiyor. Bu sancıların ve acıların temel EYLÜL 2017 79 düşünce sebeplerinden bir tanesi Batının bizdeki emelleridir. Bitmek bilmeyen açgözlülükleri yüzünden insanlıktan çıkıyorlar. İman olmadan neden insan olunamayacağını genel anlamdaki yorumu tasdik ediyorlar. Bu emellerinin çoğuna ulaştıkları doğru ama bizleri teslim aldıkları doğru değildir. Bizdeki teslimiyet, ruhlara aşılanan ümitsizlik ile Batı karşısındaki yenilgi psikolojisidir. Gerçi içimizde bazı zihinlerin Batı hayranlıklarını bizden saymamak gerekir ya… Onlar gönüllü Batılı oldukları gibi, bu ümmet için bilimsel incelemelerin ve araştırmaların konusu olacak cinsten… Bu nasıl mantıktır ki kendi tarihine, kültürüne ve en önemlisi inancına yabancı bir “yerli batılı” profili çıksın. Dıştan aldığımız darbeler yetmiyormuş gibi bu topraklarda yetiştirilen “hormonlu kişilikler” ortaya çıksın. Bu tipler düşmanına âşık zavallıyı oynayan, aşağılık kompleksinden kurtulamayan yalancı tarih kahramanlarıdır. Bunların eli ile aslında bizde medeniyiz dersleri verilmeye çalışılıyor. Bunlar bizlerin Batı’ya açılan modern görünümlü rol model insanlarımız olarak lanse ediliyor! Reklam yüzümüz, Batıya açılan pencerelimiz olarak sunuluyor. Bu kişilerle-kişiliklerle uğraşımız inanın Batının kendisi ile uğraşmamızdan daha zor olacak. Batı kendi aç gözlülüğü yüzünden hâlâ doymak bilmiyor. Kendi zenginliklerinin başkalarının ellerinden aldıkları daha doğrusu çaldıklarından kaynaklandığını biz çok iyi biliyoruz. Bu öyle bir açgözlülük ki hayallerimizi bile çaldılar. Var olan maddi manevi zenginlikleri tarumar ettiler. Mazlum coğrafyaların doğal kaynaklarını nasıl Avrupa’ya aktarıldığını insanlık hafızası kaydetmiş. Şimdilerde batan altın gemilerinin peşinde define hırsızlıklarına BATI kendi aç gözlülüğü yüzünden hâlâ doymak bilmiyor. Kendi zenginliklerinin başkalarının ellerinden aldıkları daha doğrusu çaldıklarından kaynaklandığını biz çok iyi biliyoruz. Bu öyle bir açgözlülük ki hayallerimizi bile çaldılar. 80 EYLÜL 2017 başlamışlar. Yine demokrasi, özgürlük bahanesiyle nasıl ülkeleri yakıp yıktıklarını görüyoruz. Kendi ülkelerindeki bir insanın burnunun kanamasının bedelini mazlum coğrafyadaki insanlardan nasıl çıkardıklarını şahit oluyoruz. Artık burada yaşayan insanlar her sabah bombalara selam verir oldular. Bir çocuk sabah gülerek uyanıyorsa bilin ki bombalara selam vermemiş, demektir. Selam vermesi ise yakındır!.. İşte en son “Halep”. Acılar ve gözyaşı çoktan oralarda… Şimdi feryadı figanlar yükseliyor. Zalimler zaferlerini, öldürdükleri masum çocuklar, ırzlarına geçtikleri mazlum kadınların sayılarına bakarak kutluyor. En büyük isyanımız işte buna. İnsanlık zaten ölmüş. Yaşananları vicdanlı yüreklerle seyretmek yetmiyor. Mazlum halklar adına, akılla oyunları bozmamız, vicdanlarla onlara sahip çıkmamız, tüm amellerimizle de saha da elimizden geleni yapmamız gerekiyor. Kimi cihad ile kimi malı ile kimi ilmi ve dili ile kimisi de duası ile… Bu coğrafyada zulme dur demeli, zulmü yapanlara ortak tavır takınmalı, artık üst aklın oyunlarına gelinmemeli. Biz bizden ölenleri ‘şehid’ biliriz, ardından karalar bağlamayız. Yas tutarak evlerimizde oturup kalmayız. Bu ümmetin yetimlerine, sahipsizlerine sahip çıkarak, yeni mücahitler yetiştirmeliyiz. O zaman “Şehid bir ölür bin dirilir” sözü hakikatte vuku bulur. Burada ajitasyon yaparak işi trajedileştirmek istemiyoruz. Her insanın bir eceli var, bu dünya da ilelebed kalıcı değiliz ve göçüp gideceğiz. Ne var ki daha önünde uzun ömürleri olan küçücük bedenleri kısa film yarışmasına sokar gibi yalancı senaryolarla sonlandırıyorlar. Dünyadaki saltanatları, kariyerleri adına tüm oyunlar oynanıyor. İçimizdeki beyinsizler ise başrollerine soyundukları bu rollerin filmde oynayayım da ne olursa olsun mantığıyla “kötü karakteri” benimsiyorlar. İyi karakter zor bulunsa da; illa vereceklerse yardımcı karakter vererek, asıl karakterin özgürlük alanını genişleten ve onun gölgesini takip eden bir hayran figürü olarak duruyor. Sonuçta elinize verilen bu senaryoyu oynamak kalıyor. O zaman masum, mazlum ve namuslu rolleri sadece geçmişinizde avunulacak birer hayallere dönüşüyor. düşünce Yaşadığımız burhanlarımızı başkaları planlıyor olabilir ama biz de oynamaya pek meraklıyız. Kendi senaryomuzu yazacak kadar özgüvenimiz olmadığından bize dayatılan “kaderiniz bu” dayatmasına da karşı çıkacak bir toplumsal refleks yok. Halimize bakıp, salvolarını arttıran Batı, medeniyet olarak geri kalmışlığımızı insanlık üzerinden yapması yine cin fikirli olmanın alameti. Bizim var olan genel halimize bakıp not veren bu akıl, hesap hatası yapıyor. Bizdeki “insan”lık serüvenini ya bilmiyor ya da her zaman ki gibi kibir maskesi takıyor… Biz beşerken hayatla tanışırız. Eğer iyi bir aile terbiyesi alırsak insanlığın temel davranışlarını kazanırız. İslam’la tanışınca Müslümanlık diploması için kaydımızı yaptırırız. Kur’an’ın temel ilkelerine riayet edişimiz, Hz. Peygamberin örnekliğini hayata taşımamız bizlerin doğru yolda olduğunu gösterir. Zaman içerisindeki samimiyet, kararlılık, çalışkanlık ve kulluk bilincimiz hayatımızın genel çizgisini gösterir. Artık dosdoğru ilerleyişimizde sıkıntı yoksa mezuniyet yakındır demektir. Bu süreçte her İslam oklunda olanlar mezun olacak, okulu bitirecek diye bir şey yok. Her dökülenleri İslam’ın hanesine yazdırmakta yok. İslam ona teslim olanların dinidir. Kendine kılıf arayanların değil. Müslüman mahallesinde salyangoz satan üçkâğıtçıların kimler olduğunu da biliyoruz. Onların dilleri ve giyim kuşamları bazılarını aldatabilir ama bizlerin gözlerini onların süslü sözleri, gösterişli konuşmaları boyayamaz. Takke takmak marifet değil, takvayı takınmak marifettir. Namazlarda ön saflarda yer almaları da onları camiadan saymaz. Bağlı oldukları efendilerine “mahkeme i kübra” da avukatlık yetkileri vermeleri, ne onları ne de efendilerini kurtaracak. Onların bu halini büyük güne bırakıyoruz. Onlar ne söylerse söylesinler şu an insanlıktaki halimizin sebebi İslam veya Müslümanlar değildir. Son iki-üç yüzyıldır İslam Medeniyeti insanlık tarihine yön vermiyor. Bu insanların mezun oldukları okullar bu ümmetin tezgâhından değil, Batı aklı ile tasarlanmış tezgâhlarından geçiyor. Hayata yön veren YAŞADIĞIMIZ burhanlarımızı başkaları planlıyor olabilir ama biz de oynamaya pek meraklıyız. Kendi senaryomuzu yazacak kadar özgüvenimiz olmadığından bize dayatılan “kaderiniz bu” dayatmasına da karşı çıkacak bir toplumsal refleks yok. Halimize bakıp, salvolarını arttıran Batı, medeniyet olarak geri kalmışlığımızı insanlık üzerinden yapması yine cin fikirli olmanın alameti. prensipler İslam’ın değil ideoloji babalarının ve hayranları tarafından üretilen fikirleriyle yürütülüyor. Kanunlarında İslam’ın değil kendilerince uygun gördükleri “insanlık tecrübesi” yasalarla yönetiliyor… Bu coğrafyalarda İslamın eğitimi değil kendi düşünce medeniyetlerinin eğitimini veriyorlar. Durum bu iken yanlışları hep İslam’a, güzellikleri hep kendilerine veren bu akla “kırk satır mı kırk katır mı” diyesi geliyor insanın. Bir topluma kendi kaderini yaşama hakkı verilmiyorsa, bu kader senindir demek timsah gözyaşlarına sığınmaktır. Batının bu haliyle bizlere sevgi bombardımanı göndermesini beklememek gerek. İlahi mesajımız onlardan olma kaydı ile ancak sizleri kabulleneceklerini söylüyor zaten. Bazen onlardan olmak bile bazıları için yetmiyor. İslam coğrafyasında yaşamanın izlerini taşımak bile onlarda irkilmeye, acaba sorusunu sordurmaya yetiyor. Batı bizlere hep “terörist” gözlüğü ile baktı ve ne yazık ki bakmaya da devam ediyor. Biz hâlâ içimizdeki acınası halimizden dolayı, değiliz cevaplarını yetiştirmeye çalışıyoruz. Sorun bizim ne olduğumuzla ilgili değil, sorun Batı bizi nasıl görmek istiyor ile ilgili. Biz insanlığımızı Müslümanlıkla taçlandırdığımızda acaba yine de Batılılar bizlere “insan” diyecekler mi? Biz onların insan olması için onca dua ederken(ıslah) onlar bizim insanlıktan çıkmamız için-belki- beddua ediyor ne yazık ki… Bizim ile onlar arasındaki fark bu, maalesef… ● EYLÜL 2017 81 DENEME İkna edilmişleri ikna etmek (Karanlıktan aydınlığa tonlamalar) MUHYİDDİN BAĞCI H erkes sonuçta bir şeylere ikna edilmiştir. Ya da ikna olmuştur. Tıpkı; Ebu Cehil gibi ya da Ebu Talip gibi ya da Hz. Ali gibi… ya da ben gibi, sen gibi… “Sonunda, içten kaynaklanan düşlerin, sezgilerin ve ikna edilmişliklerin yerini ansızın dıştan gelen bir çağrı alır ve işe el atar.” (H. Hesse) İçinde, merhamet, acıma ve ihtiyaç duyguları belirmekte ve bu duygular kurtuluşa erme, yola gelme, soylu ilkelere yönelme, yeni bir yaşama ikna olma girişimini tetiklemekteydi. Yeni bir yaşama ikna olmak, gücü ve iktidarı kaybetmeyi beraberinde getirir miydi? Endişeliydi. O Mekke’nin ulularındandı. Her şeye rağmen gücü elinde bulundurmalıydı. O gece yalnızdı. Kimseyle karşılaşmamaya azami özen gösteriyordu. Usulca yaklaştı. Karanlığın gölgesine çöktü. Daha önce yaptığı gibi ruhuyla uzun uzun bakıştı. Kaybolduğu, sığındığı, sonra eşleştiği ve bütünleştiği karanlık, şimdi en güvendiği dostuydu. Sessizliği de almıştı yanına. Sessizliğin içindeki sesti, onu bu geceye çeken. Bu sesle kulaklarını beslemek, ruhunu emzirmek istiyordu. Bilinç deryasında kulaç atıyordu, yüreği ve beyni. Uzaklaşırken yaklaşıyordu. Karanlık zifirileştikçe; aydınlık, içinde kanat çırpıyordu. Zifiri karanlıkta ruhunu yıkayacak, temizleyecek, sessizliğin içindeki sesle ruhunu durulayacaktı. Kendini buna ikna etmişti. Ya da gönüllü ikna edilmiş hissediyordu. Altıncı kez 82 EYLÜL 2017 bu ikna edilmişliği yaşıyordu. O da biliyordu; insan en çok yalnızken ikna edilirdi… İkna edilmişti. Bunu bir tek kendi biliyordu. İkna edilen ruhuydu. Bu yüzden ruhu her seferinde, bedenini tutup tutup buraya, bu geceye getiriyordu. Burada, sessizliğin ve gecenin kucağında, ruhuyla duyduğu aydınlıktı. O an için, o berrak sesin anlamsal ve düşsel etkisiyle, aydınlığı içinde misafir ediyordu. Yanında sadece, sessizliğin içindeki ses ve karanlığın gölgesi vardı. Başka bir şeyle karşılaşmamalıydı. Ama karşılaştı. Karanlığa bu kadar güvenmemeliydi. Karanlığın dostu çoktu. Karanlık fısıldamıştı karanlığa. Ve sessizliğin içindeki o aydınlık sesi duyamaz oldu. Gece, onu terk edince yalnız olmadığını anladı. Ruhu çırıl çıplak ortada idi. Ve bedeni, ruhunu da alarak başka karanlıkların peşinden gitti. Bir iç hesaplaşmanın son basamağındaydı. Gerçek ile gerçek olmayanı ayırmanın zamanı gelmişti. Sonsuz mutluluğun veya sonsuz acı çekmenin arifesinde, öylece bakıyordu. Boylu boyunca uzanmış bedeni, tüm gücünü ve enerjisini beyninde ve yüreğinde topladığını, gözlerindeki anlam birikmesi anlatıyordu. Ruhu bir yolculuğa çıkar gibi ayaklanmıştı. Hafifleyen vücudu kanatlanabilirdi. Dudağını kıpırdatsaydı, yalvaran ruhunu bilinciyle okşasaydı, her gece karanlıkta ışıldattığı kılıcının yolundan gitseydi, tartışmasız aydınlığın hamisi yazılacaktı. Babaydı. Kahramandı. Koruyucuydu. El ayak çekilince, el ayak olurdu. Aydınlık, karanlıktan deneme kaçıp ona sığınmıştı. Ama karanlık hiç peşini bırakmamıştı. Karşı duvarda asılı olan kılıcından yansıyan berrak ışık, gözlerine kadar ulaşıyor ve gözlerinde, karanlığa yem oluyordu. Sağında, yanı başında avuç avuç aydınlık serpen ümidin, güzelliğin serinliği, berraklığı ve parlaklığı, hedefine ulaşıyor ancak fersiz kalıyordu. İkna olmuyordu. İkna edilmişti çünkü. Öncekilerini, atalarını terk etmek istemiyordu. Düşünceleri, sezgileri ve düşleri karanlıkta anlam bulmuştu. Bedeni, gücü ve nüfuzu aydınlığın emrindeydi. Ruhu, karanlığı giyindi ve bedenini aydınlığa teslim edip gitti. Aslanıydı, aydınlığın aslanı. İkna olmuş olarak doğdu. Bastığı yer aydınlık, baktığı yer aydınlıktı. İlim onda ikna oldu. Akıl onda ikna oldu. Karanlığın ikna olmaktan başka seçeneği yoktu, onun karşısında. Aydınlık onunla çoğalmıştı. İlim olmuş, hikmet olmuş, bilince dönüşmüş ve özgürlük olarak yağmıştı, hayatın içine. Yüzleşmiş ama yozlaşmamıştı. İkna etmek için ya da ikna olmak için yüzleşmemişti. Yüzleşmenin sonunda karanlık kendi kendini yok etmişti. İnanmanın ve ikna olmanın kavşağında o vardı. Yaşamın özünü ve anlamını içinde barındıran çağrı ulaştı ilk gün, ruhu uyanmış ve yücelmişti. İkna edilmişleri ikna etmek kadar zor bir iş yoktur. Hele birde, ikna edilmeyi veya ikna etmeyi pazarlıklar ve istekler belirliyorsa, hepten zordur. Çağrının niteliği, ikna edilmeyi ve edilmemeyi belirlemede önemli bir rol üstense de, marifet; hiçbir şey istemeyenleri, hiçbir şey istemeden, sadece gerçekliği ve doğruluğu nispetinde kabullenmektir. Gerçek çağrı beraberinde ıstıraplar getirir. Çağrıya uyduğun anda öncekiler seni terk eder. Yeniler girer hayatına. Bu da bir tür ıstırap demektir. Bu ise ikna olduğun ve uyduğun çağrının, senin davan olduğu anlamına gelir. Erteleyemezsin, öteleyemezsin. Sen, onu yaşamaktan vazgeçsen de, o seni yaşamaktan vazgeçmeyecektir. Sizden bir şey isteyenleri veya isteyecekleri ikna edemezsiniz. Sizden bir şey isteyerek ikna edilmişler, gerçekte ikna olmamışlardır. “Onlar ki, sözü dinler (kabullenerek), sonra da en güzeline uyarlar/uygularlar” (Zümer,18) ● EYLÜL 2017 83 KUR’AN Kur’an-ı Kerim’i Okumak, Anlamak ve Yaşamak RÜSTEM BUDAK A NIÇIN KUR’AN? cılara, pusulara, savaşlara, hilelere, fitnelere karşı; her gün Kur’an- ı Kerim okumalıyız. Kur’an-ı Kerim, insan şuurunu yerine getiriyor. Kur’an-ı Kerim, tavır kazandırıyor. Kur’an-ı Kerim, kıbleyi düzeltiyor. Kur’an-ı Kerim, arındırıyor. Kur’an-ı Kerim, ruhu teselli eder. Kur’an-ı Kerim, acıyı sağaltır. Kur’an-ı Kerim, hakikati inşa ediyor. Kur’an-ı Kerim, zorluğu kolay kılar. Kur’an okuyun! Kur’an dinleyin! VAHYIN İNIŞI VE OLUŞU Vahyin inişinden bahsedilir hep… Buna oluş demek daha doğru olur. İnsanın yürüyüşü, arayışı, tepkisi, algılayışına göre vahiy bir yön, arınma, inşa çabasının ürünüdür. Son Peygamberin vefatından bu yana geçen yıllar vahyi eskitemiyor. Her daim taze ve diri bir halde yaşanan gerçeklik üzerinden mesaj vermeye devam ediyor. Mekânlar bu büyük mücadelenin en büyük tanıkları… Yaşadığı zamana yabancılaşmayan bir insan… Düşünüyor, sorguluyor, yorumluyor… Değişmeyen hakikatin vicdani dirilişi cevap veriyor. Hira’da, oluşumun ilk habercisinden ilk 84 EYLÜL 2017 sözleri işitiyor. Şehre dönüyor, insanlığa dönüyor, ailesine dönüyor… Ev’i yeniden inşa etmek istiyor. Girişine izin verilmiyor. O da kendi evini, Erkam’ın evini merkez ediniyor. Oku’ yor… Safa tepesine çıkıyor… Sokağa yöneliyor… Yani haykırıyor, anlatıyor, konuşuyor insanlara… KUR’AN SINEMASI Çağımızda anlatım ve paylaşım dili; göz ve kulak üzerinden gerçekleşen görsellik üzerindedir. Kur’an-ı Kerim’in mesajını müzik, yazılım, sinema, animasyon üzerinden paylaşımı çok güçlü bir şekilde yapılmalıdır. Sadece metinsel okuma ve anlatım ile sınırlandığında bu çağ için çok anlamlı ve kalıcı olmayacaktır. OKUNAN KUR’AN Kur’an okunan evler... Kur’an okuyan aileler... Kur’an okuyan çocuklar... Kur’an okuyan anne ve babalar... Kur’an okunan kışlalar… Kur’an okuyan askerler… Kur’an okuyan yargıçlar… Kur’an okuyan cumhurbaşkanları… Kur’an okunan okullar… Kur’an okunan fabrikalar… Kur’an okuyan işçiler ve patronlar… Kur’an okunan mahalleler… Kur’an okunan yürekler… KUR’AN’DA KIM VE NE? Vahyi, tarihin tozlu yapraklarının hikâyesi olarak değil yaşayan ve dirilten bir mesaj olarak okuyabilmek için coğrafyaların, şehirlerin, milletlerin, dinlerin isimleri yerine kendi kur’an isminizi koyun. Daha iyi anlayacaksınız. Allah’ın sözü onu okuyan kişi- şehir ve ülkeyedir. Bu ülke ve bu topraklarda ayetlerin an itibariyle okuma çabasıdır. Ayetler kaim, yorum insanidir. Yorumda isabet edilip edilmediği tartışılabilir. Kur’an-ı Kerim metin olarak değişmez. Ama her insan; işçi, köylü, çırak, manav, kasap, esnaf, ev kadını, çocuk, memur, şoför başta olmak üzere okuyan her insan bu metni okuyabilir, yorumlayabilir, düşündüklerini paylaşabilir. Kur’an-ı Kerim’i okumak ve anlamak için ehliyet aranmaz. Kur’an-ı Kerim’in buradaki hitabı vahye muhatap olmuş tüm kesimleri kapsar. O gün için okunduğunda Yahudi ve Hıristiyanlar da muhataptı. Ama bugün okuduğumuzda bizler de Kur’an’da sadece bu ayet değil tüm Yahudi ve Hıristiyanları muhatap alan ayetlerin muhatabı olmaktayız. Çünkü Müslümanlar da kitap ehli olarak Yahudi ve Hıristiyanların düşünce, inanç ve amel sorunlarının benzerini- aynısını yaşamaktadırlar. Yoksula el uzatanların… Zalime karşı gerçeği söyleyenlerin… Ayetleri eğip- büküp çıkarlarına ve korkularına alet etmeyenlerin… Takva sahiplerinin… Adalet ölçüsünce hayatlarına hükmedenlerin… Anlam etrafında her daim tavaf edenlerin… Emeğinin peşinde Sa’y edenlerin… Eline- diline ve beline sahip çıkanların... KUR’AN KIME İNIYOR? Kur’an-ı Kerim her an yeniden indirilmede... İman edenlerin… Dua edenlerin… Allah’ı sevenlerin… Hakikat yolcularının… KUR’AN-I KERIM HANGI YAZI TÜRÜNE GIRER? Kur’an bütün söz ve yazı türlerinin birleşimidir. KUR’AN’I İNKILABI- DEVRIMCI BIR DIL VE ÜSLUP ILE OKUMAK Hafızlar- Hocalar- İmamlar; Kur’an’ı okuma biçimlerinde yas duygusu ağır basıyor. Anlamın- aklın değil duygunun hâkim olduğu bir okuyuş biçimi öne çıkıyor. Kur’an hep cenazelerin ardından okunan yanık- uzun bir hava misali okunmaktadır. Kur’an’ı okuyanların üslubundaki söyleyiş, kutsal- dokunulmaz- erişilmez bir hali yansıtıyor. İnsanları uyandırmaktansa uyutuyor. Oysaki Büyük bir uyarı... Büyük bir söylev... Büyük bir çağrı... Büyük bir davet... Büyük bir değişim... Büyük bir sistem anlayışını yansıtan okuyuş biçimleri de olmalıdır. EYLÜL 2017 85 kur’an Düşünce- Deneme- Tarih- İlim- BilimŞiir- Hikâye- Kıssa- Hukuk- Söylev türlerinin Tevhid- Birlik olmasıdır. AYLARDAN KUR’AN Sadece Ramazan Ayı; Kur’an ayı değildir. Dini- toplumsal- siyasal- ekonomik literatürümüzde Ramazan ayı Kur’an ayı olarak nitelendirilir. Bu nitelendirmenin neticesi olarak; Kur’an en çok bu ayda okunur. Okunan Kur’an genelde sadece Arapça metin olarak okunur ve Türkçe anlamı ise çok az okunur. Kur’an ile ilişkilenmeyi sadece bir aya hasredip, diğer aylarda bu ilişkilenmeden kaçınmak; Kur’an ile çatışmak, yabancılaşmak, uzaklaşmaktır. ÇOCUKLAR VE GENÇLER IÇIN KUR’AN MEALI Mevcut Kur’an meallerini çocuklar ve gençler anlamakta zorluk çekiyorlar. Türkiye’de çocuklar ve gençler Kur’an’a en yabancı kesimi oluşturmaktadırlar. Çocuklar ve gençlerin akli melekelerine ve seviyelerine uygun mealler hazırlanmalıdır. Meal, Arapça metnin farklı kavimlerin dillerinde anlam- yorumudur. Meal, Kur’an’ın aslı değildir. Dile tercümesini yapanın tasavvuru- bilgi birikimi- seviyesiahlakı ve anlayışına göre şekil kazanır. Asl olan Arapça metindir. Arapça dilini bilmeyenler mealden faydalanabilir. İnsanlar nasıl İngilizce öğrenebiliyorlarsa Arapça öğrenebilirler ve öğrenemeyenler farklı meal metinlerinden hakikati okuyabilirler. Yazılan meallerin çoğunluğu her kesime hitap etmemektedir. Meal anlam kuruluşu çocuk ve gençlerin tasavvurundan uzaktadır. Büyük çoğunluğu halk dili ile değil akademik üst dille yazılmıştır. Bugün çocuklar ve gençler Kur’an’ı sadece Arapça’sını okuyarak anlamına vakıf olamazlar. Mealin mutlaka okunması gerekir. İmam- Hatiplerdeki hocalar Kur’an derslerinde anlamını- mealini öne çıkartmıyorlar. Mealini okumanın öğrencileri saptırabileceğini düşünenler var. Kur’an, anlamak ve yaşamak içindir. Farklı dillerde olanlar için meal kolaylaştırıcıdır. Dedi86 EYLÜL 2017 ğimiz gibi asl olan Arapça dilidir. Ancak Arapça dilinde de okurken anlamak için gelenek, yaklaşım, güncelleme olarak değerlendirmeler farklı olacaktır. İnsanların farklı mealleri karşılaştırarak okumaları gerekir. Sürekli okumak gerekir. Konulu okumak gerekir. Paylaşarak ve soru sorarak okumak lazımdır. Küçük yaşlardan anlam merkezli okumalar olmadığı zaman sadece metin merkezli okuma üzerinden gidiliyor. Kur’an’ı okuma ve anlama yöntemi vahye muhatap olunduğu andan itibaren verilmelidir. Üzerinde çalışılması gerekir. İlmi haysiyet ve namus sahibi insanlar meseleye bu yönden de bakmalıdırlar. Çocuklar ve gençler Kur’an’a anlam yönünden 20’li yaşlardan sonra muhatap olmaktadırlar. Her çocuğun bir Kur’an meali olmalıdır. Sadece yüzünden okumayı öğretmek, ezber yaptırmak ve lafzın hafızlarını yetiştirmekle Kur’an benliklere ve amellere etki edemez. Çocukların Kur’an’ı okurken Mekki surelerden başlayarak okuması sağlanmalıdır. Okuduğu meal ile ilgili yorumlamalarda bulunması sağlanmalıdır. Ayetlerin çocuk tasavvurundaki yeri görülmelidir ve geliştirilmelidir. Bazı çocuklar dört yaşından itibaren ezberlere başlamaktadır. Ezberlerle beraber muhakkak anlamı verilmelidir. Hafızlar sadece lafzın değil mananın hafızı olmaları sağlanmalıdır. YENI BIR KUR’AN TEFSIRINE OLAN İHTIYAÇ Bir köylünün... Bir kadının... Bir gencin... Bir çocuğun... Bir memurun... Bir işadamının... Bir cumhurbaşkanının... Bir milletvekilinin... Bir işçinin... Bir şoförün... Bir esnafın... Bir öğretmenin yazacağı bir Kur’an tefsirine acilen ihtiyaç bulunmaktadır. Tefsirciler adıyla bir sınıf olmamalıdır. Kur’an’ı belli bir sınıfa hasredemeyiz. Her kesimden insanın Kur’an’dan anladıkları anlam zenginliğidir. Ama Türkiye’de birçok kesim insanların Kur’an’ı herkesin anlamayacağını iddia ederek okuma ve anlama çabalarını engellemektedirler. En iyi anlayan, hayatındaki yerini ve karşılığını bulan herkestir… ŞIIR Arkadan Vurdun SALİH KARABULUT SAKARYA/ERENLER KAYMAKAMI Oldun hep Türkiye’yi bölmek isteyenlerin maşası, Usulsüz ve makbuzsuz toplanan paraların kasası, Elinden düşmez İsrail ve Amerika’nın asası, Suret-i haktan görünüp yıllarca önümüzde durdun, Doğup büyüdüğün bu cennet ülkeyi arkadan vurdun. Bu memleketi bölmek için devam etse de bir yarış, Kesinlikle veremeyiz ondan kimseye tek bir karış Mazideki gibi bizimle gelecek dünyaya barış, Suret-i haktan gözüküp yıllarca önümüzde durdun, Suyunu içtiğin bu güzel ülkeyi arkadan vurdun. Türkçe olimpiyatlarla tuzağa düşürdün milleti, Dinler arası diyalog dedin, sürdürdün bu illeti, Hâlâ anlayamadın mı, içine düştüğün zilleti? Suret-i haktan gözüküp yıllarca önümüzde durdun, Ekmeğini yediğin Türkiye’yi arkasından vurdun. Beddua değil, dua etki karanlıkta ışık olsun, Gönlün kin ve nefret yerine, sevgi ve huzurla dolsun, Allah milleti, senin gibilerin şerrinden korusun, Suret-i haktan gözüküp yıllarca önümüzde durdun, Doğup büyüdüğün bu cennet ülkeyi arkadan vurdun. Gezi, Mavi Marmara olayında terörü savundun, İsrail ve Batıya şirin gözükerek avundun, Maşalıkta onlar için tadına doyulmaz kavundun. Suret-i haktan gözüküp yıllarca önümüzde durdun, Suyunu içtiğin bu güzel ülkeyi arkadan vurdun. Ne acıdır ki, güç sarhoşluğuna kapılıp, azdın, Haksızı alkışlayıp, ülkemizin mezarını kazdın, Beyinleri yıkamak için durmadan kitaplar yazdın, Suret-i haktan gözüküp yıllarca önümüzde durdun, Ekmeğini yediğin Türkiye’yi arkasından vurdun. EYLÜL 2017 87 IBADETLERIMIZ Kurban ADİL AKKOYUNLU K urban, bir temsildir. Abdest temsil, namaz temsil, oruç temsil, Hac temsil… Asıl olan; Allah’a yaklaşmaktır. Allah’a yaklaşmaya vesile kılmaktır ibadetleri. Kurban da, namaz da, oruç da; Allah’ın sevgisini, memnuniyetini kazanmaya, O’nu görme mutluluğuna ermeye, cennete girmeye karşılık; Allah’ın buyruklarına itaat etmeye söz veriştir. Akittir. Ahitleşmedir. O’na kulluğa yöneliştir. Abdest alıyorsunuz. Hemen ardından abdesti bozan bir durum oluyor. Tekrar abdest alıyor; yıkamış olduğunuz azalarınızı tekrar yıkı- 88 EYLÜL 2017 yorsunuz. Oysa az önce yıkamıştınız. Amaç sadece temizlik olsaydı, tekrar yıkamaya gerek var mıydı? Temsilidir abdest. Allah’a, o azalarınızla itaat edeceğinize, asi olmayacağınıza, günah işlemeyeceğinize söz veriştir. Temsilen günahlardan yüz çevirip yeniden Allah’a itaate yöneliyorsunuz. Namaz kılarken yaptığınız davranışlar (rükûunuz, secdeniz) birer temsildir. Allah’tan başkasının önünde eğilmeyeceğinize, önünde yerlere kapanmayacağınıza söz veriyorsunuz. Namazda Kur’an okuyuşunuzla, tekbirinizle, tesbihinizle itaatinizi dillendirip O’ndan başkasına kulluk etmemeye dair ahitte bulunuyorsunuz. Oruç tutuyorsunuz. Allah’ın size helal kıldığı bazı şeyler bile belli bir zaman diliminde haram oluyor size. Deneniyorsunuz. Allah’a olan itaatiniz sınanıyor. Hacda Kâbe’nin etrafında dönmeniz ne anlam ifade ediyor? Kâbe’nin etrafında dönmeniz de, namazda Kâbe’ye yönelmeniz de Allah’a olan itaatinizden dolayıdır. Mina’da, tekrar tekrar şeytan taşlamanız neyi temsil ediyor? Şeytan, o taşladığınız yerde mi? Başka yerde yok mu ki, yalız orada taş atıyorsunuz? Ve attığınız o küçücük taşlarla şeytana ne zarar veriyorsunuz? Bu temsili davranışınızla; hayatınız boyunca her zaman, her yerde şeytanın büyüğüne de, küçüğüne de, ortancasına da itaat etmeyeceğinize, sürekli şeytanlarla mücadele edip kovacağınıza, taşlayacağınıza; yalnız ibadetlerimiz Allah’a itaat edeceğinize söz veriyorsunuz. Ve… Kurban! Allah’ın (haşa) ihtiyacı mı var sizin kestiğiniz kurbanlıklara? O Samed’dir, Ğanidir, Rezzaktır. Hiç kimseye, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Herkes, her şey O’na muhtaçtır. Fakirler de size muhtaç değil. Siz kendi zekânız, gücünüz ve kuvvetinizle mi zengin oldunuz? Böyle düşünenleri kınıyor Rabbimiz.1 Allah vermezse, siz acınızdan ölürsünüz. Mülk Allah’ın. Rızkı veren O’ dur. Dilediğine kısar, dilediğine genişletir. Fakirlikle de, zenginlikle de kullarını deniyor Yaratan. Kul, elbette çalışacaktır. Fakat dilediğini zengin, dilediğini yoksul kılan O’dur. Sınıyor kullarını. Kurban kesmekten maksat; kan akıtmak değil… Et yemek ve yoksullara et dağıtmak da değil. Kurban temsildir. Takvaya, Allah’a yakın olmaya, O’nun rızasını kazanmaya, vesiledir. “Onların (kurbanların) ne etleri, ne de kanları Allah’a ulaşır; fakat sizin takvanız O’na ulaşır. Böylece size yol(unu) gösterdiği için Allah’ı tekbir edesiniz diye Onları (kurbanlıkları) bu şekilde size boyun eğdirdi. Güzel davrananları müjdele...”2 Habil’in, Kabil’e cevabı da ilginç... Kabil’in kurbanın Allah tarafından kabul edilmeyişini takvasızlıkla açıklıyor: “(Kabil), Allah, (kurbanı) sadece takva sahiplerinden kabul eder, dedi.” dedi.3 Esasen takva da bu değil mi?.. Allah’a adanmak… Kayıtsız – şartsız O’na teslim olmak… “Yap” dediğini, sevdayla, şevkle yapmak… “Yapma.” dediğinden, itaatsizlikten, asilikten; ateşten kaçarcasına kaçmak, sakınmak… En çok onu sevmek ve en çok O’ndan korkmak… O’na yakın olmaya çalışmak… Kurban ibadetini bütün benliğiyle yaşamak… Bu bilinci, inanç, düşünce ve bütün fiillerine yansıtmak… Canını, malını, ömrünü; bütün varlığını Allah’a adayabilmek… Kurbanlıkları bu niyetle kesiyoruz. Niyet de bu işte!.. Niyet, ne yaptığını düşünerek, bilerek, inanarak yapmak; yaptığı işin şuurunda olmak demektir. Kurbanlığı keserken söylediğimiz söz, ne güzel özetliyor anlatmak istediğimizi! “Şüphesiz ki ben, bir hanif (muvahhid, Allah’ı bir tanıyıcı) olarak yüzümü o gökleri ve yeri yaratmış olan Allah’a yönelttim. Ben müşriklerden değilim.”4 “Benim “salât”ım (namazım, duam ve bütün ibadetlerim), “nusuk”um (kurbanım, bütün kulluk ve itaatlerim), hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir. Onun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundum.’ Ve ben Müslümanların öncüsüyüm (öncüsü olmak için -hayır yarışındaceht ve gayret içerisinde olacağım).”5 Ey Rabbim, (bu kurbanlık, bize) sendendir ve sanadır (senin rızan için kesiyoruz ve sana adıyoruz.) Ey Rabbim, Muhammed ve ümmetinden bunu kabul buyur. Bismillahi, Allahu ekber.”6 İbrahim gibi oğlunu; İsmail gibi kendini -Allah için- kurban etmeye amade olanlarla;7 dinini, imanını, şeref ve haysiyetini mal, makam ve şehvet için harcayacak kadar alçalanların ayrıştığı bir potadır kurban. Bu önemine binaen; “Biz, her ümmetten kurban kesmeyi bir ibadet olarak öngördük.” buyuruyor Rabbimiz:8 “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.” buyuruyor.9 Bu nedenle; insanlığın tarihiyle başlıyor kurbanın tarihi. Habil’i ve Kabil’i izleyenler belli olsun diye… Başka bir ifadeyle; Allah’ın kitabını rehber edinerek Peygamberini izleyenlerle, şeytanları izleyenler ayrışsın diye… Ve asıl önemli olan husus: Kurbandan sonra, verilen ahdi yerine getirmek… Allah’a adanmışlığını, hatırdan hiç çıkarmadan bütün düşünce ve fiillerine yansıtabilmek… Kurbanda sadece kan döküp et yiyerek bayram edenler; kurbanın mesajına kulak vermeyenler, kurban öncesi ve sonrasında halinde hiçbir olumlu değişiklik olmayanlar; temsili olan bu ibadetle Allah’a takvasını sunamayanlar için ne önemi var kesilen kurbanlıkların! ● 1 Bkz. Kehf Suresi 2 Hac, 22/37 3 Maide, 5/27 4 Enam, 6/79 5 Bkz. Enam, 6/162, 163 6 Ebu Davud, Dahâya 4, (2795); Tirmizi, Edâhî 21, (1520); İbni Mace, Edâhî 1, (3121) 7 Bkz. Saffat: 37/102-107 8 Hacc, 22/34 9 Kevser, 108/2 EYLÜL 2017 89 AILEMIZ Kim Ailesini Müdafaa Sırasında Öldürülürse Şehittir* ESAN GÜL UZMAN PSIKOLOG AILE eğitiminde anne-baba-çocuk birlikteliği önemlidir. Burada birlikteliğin süresi önemli olmakla birlikte niteliği de önemlidir. Karşılıklı sevgi ve güvene dayalı olarak her bireyin zevk aldığı yarım saatlik bir birliktelik, bağırıp çağırma ve çatışmayla geçen, gün boyu süren birliktelikten daha kaliteli ve daha verimlidir. A ile insanın kendisine, eşine, çocuklarına ve çevresine şahitliğinin adıdır. Emanetin taşıyıcısı olarak aile üyelerinin her biri yaptıkları iyilik ve kötülüklerin şahididir. Kişinin ailesini koruması, aileye karşı şahitliğini yerine getirmesi rahmet ve bereketin bir tecellisi olarak aileye yansıyacaktır. Aile üyelerinin her biri ailesini korumak ve kollamakla görevlidir. Her kim ki ailesine zarar gelmemesi için onları korur ve bu uğurda mücadele ederken ölürse o da şehitler zümresinde sayılacaktır. Said İbnu Zeyd (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (Aleyhissalatu Vesselam)’ı dinledim şöyle buyurdular: “Kim malını müdafaa sırasında öldürülürse şehittir. Kim kanını müdafaa sırasında öldürülürse şehittir. 90 EYLÜL 2017 Kim dinini müdafaa sırasında öldürülürse şehittir. Kim ailesini müdafaa sırasında öldürülürse o da şehittir.”* Allah tarafından insanların çift yaratılmasının bir hikmeti olarak şekillenen ailede aslolan düşünüp öğüt almak, Allah’ın rızasına uygun bir şekilde bilişsel, duygusal ve davranışsal açıdan rahat ve huzurlu bir hayatı ikame etmektir. Aile, iki farklı cinsiyet sahibi yetişkin insanın verdiği olumlu kararla oluşan, sınırları duvarlarla çevrili bir çatı altında biyo-psiko-sosyal bakımlardan bir eğitim merkezi; güven, dayanışma, değerli olma, sorumluluk kazanma, kendini ifade etme, sahih dini inancı kazanma ve meşru olan her şeyi paylaşmanın öğrenildiği, toplumu oluşturan en küçük birimdir. Burada kişiler değil, temel ilke, prensip ve kurallar öne çıkmaktadır. Allah’ın rızasını kazanmak için hakkaniyet, dürüstlük, sabır, onura saygı, gelişme, yardımlaşma, paylaşma, yüreklendirme, mahremiyet ve sorumluluk her aile bireyinin dikkat etmesi gereken hususlardandır. Bu hususlar kendimizi ve ailemizi yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden korumak içindir. Biz biliyoruz ki aile eğitiminde anne-baba-çocuk birlikteliği önemlidir. Burada birlikteliğin süresi önemli olmakla birlikte niteliği de önemlidir. Karşılıklı sevgi ve güvene dayalı olarak her bireyin zevk aldığı yarım saatlik bir birliktelik, bağırıp çağırma ve çatışmayla geçen, ailemiz gün boyu süren birliktelikten daha kaliteli ve daha verimlidir. Aile ve çift eğitimi ile ilgili görüşmelerimde en çok karşılaştığım şikâyetlerden biri de aile üyelerinin birbirlerine zaman ayırmaması ve yoğunluktan dolayı ailenin bir araya gelmede sorunlar yaşamasıdır. Yaptığım etkinliklerde ‘mutluluğun resmini çizer misiniz?’ diye söylediğimde genellikle aile üyeleriyle birlikte yapmış oldukları faaliyetlerin resmini çizdiklerini görüyorum. Ya ailece birlikte piknik ortamının ya da birlikte evde yemek yedikleri ortamın resmini… Bu cümleden olarak ailemizle birlikte yapılan eylemler huzur ve mutluluğumuza şahitliğimizin bir göstergesi olarak hayatımıza yansımaktadır. Rahmet ve bereket birlikteliklerin olduğu yerdedir. Biz birlikteliklerimizi çoğalttıkça huzur ve mutluluğumuzu da çoğaltıyoruz. Bireyselleştikçe ya da ayrıldıkça huzursuzluk ve mutsuzluğumuza da şahitlik ediyoruz. Bir aile çocuğunun kötü davranışlarından muzdarip bir şekilde benimle görüşmeye gelmişti. Anne 13 yaşındaki kızının davranışla- AILEMIZLE birlikte yapılan eylemler huzur ve mutluluğumuza şahitliğimizin bir göstergesi olarak hayatımıza yansımaktadır. Rahmet ve bereket birlikteliklerin olduğu yerdedir. Biz birlikteliklerimizi çoğalttıkça huzur ve mutluluğumuzu da çoğaltıyoruz. Bireyselleştikçe ya da ayrıldıkça huzursuzluk ve mutsuzluğumuza da şahitlik ediyoruz. rından şikâyetçiydi. ‘Önce çocuğun annesi ile görüştüm. Konuşmamızda çocuğunun derslerinin çok kötü olduğunu, arkadaşları ile sürekli kavga ettiğinden dolayı şikâyetlerin geldiğini, dersle hiç ilgisinin olmadığını, sinirlendiği zaman evdeki eşyaları fırlatmaya başladığını, gözünün hiçbir şeyi görmediğini ve eline ne geçerse düşüncesizce attığını söyledi. Çocukla konuştuğumda ailenin kendisini hiç sevmediğini, istediği şeyleri almadıklarını, ablaları çalıştığı, eve para getirdiği için onları daha çok sevdiklerini ve onların istediği her şeyi alabildikleEYLÜL 2017 91 ailemiz rini, kendisinin de okumak istemediğini ve ablaları gibi çalışarak istediğini alabileceğini ifade etti. Evdeki eşyaları neden fırlattığını sorduğumda ise babasının da sinirlenince evde eline ne geçerse fırlattığını ama kendisinin vurmak için değil korkutmak için fırlattığını söyledi. Olay anlaşılmıştı. Evde ihtiyaçları karşılanmayan bir kız, eve para getirdikleri için istediği şeyleri alan ablalar ve sinirlendiği zaman eşyaları fırlatan bir baba vardı…’ Aileler birbirlerine bakarak hayatlarını inşa ve idame ederler. Aile içerisindeki her birey bir binanın tuğlaları gibidir aslında... Birinin yaptığı her eylem bir diğerini etkiler ve bu bir binanın tuğlaları gibi ya kenetlenerek ve benzeşerek güzel bir evin inşa edilmesine ya da ayrışarak ve kavga ederek tamamen yıkılıp yok olmasına vesile olur… Bir başka ifadeyle aile üyeleri, dış dünyayı birbirlerinin gözüyle görmeye çalışır. İyiliği ve kötülüğü görmesi gözün değil görülen şeyin iyilik ve kötülüğünden dolayıdır. İyilikleri çoğaltmak ve kötülükleri azaltmak göz zevki için olmazsa olmazdır. Burada her bireyin kendi dünyasında yaşaması ve dünyaya gözlerini kapaması farklı problemlerin de ortaya çıkmasına neden olur. Aile üyelerinin birbirlerinin güzel örnekliğine ihtiyaçları vardır. Gerek sosyal gerekse dini tutumlarını geniş ölçüde aile içindeki anne-babasının konuşma ve davranışlarından modelleme yoluyla öğrenen çocuklar, hayatının her aşamasında ailesinin şahitleri olarak yaşamaya devam ederler. Gerçekte bu örnek veya şahitlik, çocuğun ruhuna işlemekte, duygularına tesir etmekte ve onu belli bir istikamete yöneltmektedir. İDEAL aile hem kadının hem erkeğin hem de çocukların sorumlulukları olduğu bir aile modelidir. Bunlar sorumlulukları birbirine devretme ya da yükleme şekline dönüştürülemez. Çünkü bu anlayış eğitimin tek boyutlu olması sonucunu doğurur. 92 EYLÜL 2017 Burada bir hususun daha altının çizilmesi gerekir. Özellikle Müslüman aile modelinin temelini annenin oluşturduğuna dair bir kanaat da vardır ki bu yanlıştır. Çünkü bu bakış açısı bilerek ya da bilmeyerek babanın aileden dışlanması ya da sadece belirli konularda müdahil olması sonucunu doğurur. Anne ve baba insandaki göz ve kulak gibi ikilikte birliği temsil eder. Nasıl ki iki göz vardır ve tek görür, iki kulak vardır ve aynı sesi işitirlerse, anne, baba ve aile de bu birlikteliğin bir tecellisi olarak aynı şeyi görür ve aynı şeyleri işitir. İki kulağın ya da iki gözün olması farklı şeyleri görmek ya da farklı sesleri işitmek anlamına gelmez. İşitilen birdir, görülen birdir… İdeal aile hem kadının hem erkeğin hem de çocukların sorumlulukları olduğu bir aile modelidir. Bunlar sorumlulukları birbirine devretme ya da yükleme şekline dönüştürülemez. Çünkü bu anlayış eğitimin tek boyutlu olması sonucunu doğurur. Aile içerisinde baş gösteren ya da gösterebilecek sorunların herkes tarafından duyulması ve çözüme herkesin bilgisi ve gücü nispetince katılabilmesi için aile bireylerinin dinlenilmesi ve aile toplantılarının yapılması gerekir. Bu toplantılarda aile üyelerinin birbirlerini işitmeleri, sorunlarını ve mutluluklarını paylaşmaları, yaşanan durumlar karşısında aile üyelerinin düşüncelerinin alınması genel olarak konuşulabilir Bununla birlikte aile içinde herkesin birbiriyle doğrudan muhatap kişiler olması gerekir. İletişimin dolaylı yollardan ya da başkaları üzerinden (anne ya da baba vb.) yapılması problemlerin içinden çıkılmaz bir hal almasına neden olabilir. Bu aileler de genellikle bir eğitim boşluğu yaşanır. Böyle aileler; • Uygun şartlar oluşmadan kurulan yuvalarda, • Hukuki zorunluluk olduğu için bir arada yaşamak zorunda kalınmasında, • Kişisel eksikliklerde, • Sorumluluğu üstlenememe gibi durumlarda aile içi iletişim boşluğu yaşanmaktadır. ailemiz Bütün aile üyelerinin kendi güçleri nispetinde sorumlulukları olmalıdır. Her bir aile mensubu kendi sorumluluklarını yerine getirme noktasında birbirini cesaretlendirmeli ve birbirine destek vermelidir. Aileler çocukların ve diğer aile bireylerinin başlarından şemsiyeyi çekmedikçe ve onların adına her türlü sorunları çözmeye devam ettikçe onların sorumluluk almalarını beklemek zordur. Çünkü işleri kendisi yerine yapan birileri vardır ve onlar kendi rahatını bozmayacaktır. Eğer aile üyelerinden biri sizinle bir sorununu paylaşıyorsa lütfen onlara ne yapmaları gerektiğini söylemeyin, sadece ne yapmayı planladıklarını sorun… Onlar adına karar vermekten kaçınmak, kendi görüşlerinizi paylaşmak, atacakları adımların sonuçlarını birlikte değerlendirmek ama seçimlerinde çok büyük bir problem yaratacağını düşünmediğiniz sürece kendi kararlarını kendileri anlamaları noktasında onları cesaretlendirmek ilk elden yapılabilecek şeylerdir. İnsanlar kendi sorumluluklarını üstlenmedikleri sürece her şeyin bir bedelinin olduğunu öğrenmeleri mümkün olmayacaktır. Elbette ki biz birbirimiz için var olacağız ve birbirimizin şahitleri olarak hayatımıza devam edeceğiz. Ama bunu biz bilinci içerisinde ve birbirimizin haklarına riayet ederek yapabiliriz. Bu şahitliğin elde edilebilmesi için çocuğun iyi hareketleri övülmeli, olumsuz davranışlara sevk eden hareketler ise ortadan kaldırılmalıdır. Burada asıl önemli olan sadece çocuğun kendisini düzeltmesini beklemek değil, olumsuz davranışı kim yapıyorsa onlarında kendilerini düzeltmelerini sağlamaktır. Büyüklerin kendilerini düzeltmeleri ve alışkanlıklarını terk etmeleri biraz zor olduğu için genellikle çocuklar üzerine yoğunlaşılır ve davranış düzelmeyince de çocuk dövülür. Çözüm çocuğu dövmek değildir. Çünkü: • Çocuğu dövmek ahlakının bozulmasına ve onun daha da hırçınlaşmasına sebep olur. • Dayakla büyüyen çocuk esnek olmaz, katı olur. • Dövülmek, çocukta anne-babaya karşı kızgınlığa yol açar. Çocuk kendi yaptığının AILEMIZIN şahitleri olarak aile üyelerinin hepsi birbirine emanettir. Onların temiz kalbi saf ve kıymetli birer cevher gibidir. Bu cevheri işlemek ve korumak hepimizin sorumluluğudur. kötü bir şey olduğunu düşünmez, kendini suçlu görmez, kendini döveni suçlar. • Dövülen çocuk, kızdığı zaman, o da şiddete başvurur, bir başkasını döver. Böylece dayak vicdanlı olmaya değil, saldırganlığa sebep olur. Şu gerçeği bir daha hatırlayalım: İnsanın fıtratında Musa da olmak vardır, Firavun’da olmak... Çocuklarını iyi yetiştirenler Musalık yönlerini ortaya çıkarırlar. Mevlana: “Ey Salik! Musa ve Firavun, senin varlığında mevcuttur. Bu iki hasmı kendinde aramak gerek” der. Bunun için ailede öyle bir eğitim seferberliği başlatmalıyız ki, onların yetmediği noktada özel eğitim devreye girsin. Bu eğitimin amacı aile üyelerini her alanda yetiştirmeye çalışmak ve onu artık sağlıklı kararlar verebileceği noktaya gelinceye kadar takip edip yönlendirmek olsun… Eğer hedeflenen sonuca ulaşılmak isteniyorsa, mutlaka her çocuğun ailesinin de özel eğitime alınması gerekir. Zira çocuğa, gerek ahlaki eğitim, gerekse manevi eğitimde başarılı olması için ilk hocalık görevini ailesi üstlenmelidir. Çocuğun ilk öğretmeni, anne ve babasıdır. Çoğu yazarın hayatı okunduğunda “ilk eğitimini ailesinden aldı” ifadesiyle karşılaşmak bir tesadüf olamaz. Ailemizin şahitleri olarak aile üyelerinin hepsi birbirine emanettir. Onların temiz kalbi saf ve kıymetli birer cevher gibidir. Bu cevheri işlemek ve korumak hepimizin sorumluluğudur. Unutmayalım ki her kim ailesini korumak ve Allah’ın rızasına uygun bir şekilde onların İslami hayatını yaşamaları için mücadele ederken ölürse ya da öldürülürse, o şehittir. ● * Tirmizi, Diyat 22; Ebu Davud, Sunnet 32; Nesai, Tahrim 22; İbnu Mace, Hudud, 21. EYLÜL 2017 93 SINEMA Cennetin Krallığı MEHMET ÖZDEMİR “Ben onlar gibi değilim. Ben Selahaddin’im, Selahaddin! C ennetin Krallığı (Kingdom of Heaven), Ridley Scott’ın önemli filmlerinden biridir. 2005 yılında vizyona giren filmin konusu Kudüs ve Haçlı Seferleri. Filmin başlıca oyuncuları: Orlando Bloom, Liam Neeson, Jeremy Irons, Edward Norton ve Eva Green. Balian, demircidir; ailesini kaybetmenin acısı daha çok tazedir. Godfrey, oğlunu aramak için Haçlı Seferlerinden vatanı Fransa’ya dönmüştür. Baba, demirci Balian’ın oğlu olduğunu öğrenir. Baba oğlunu Kudüs’e götürmek ister ama oğlu bu isteye tepkisiz kalır. Rahip’in sözlerine kızıp onu ocağa atıp öldüren Balian, artık orada kalamayacağını anlar ve atına atlayıp babasına yetişir. Godfrey, oğlunu gerçek bir şövalye olarak yetiştirmek istemektedir. Haçlıların elinde olan, ateşkes ilan edilen Kudüs’te barış pamuk ipliğine bağlıdır. Barışı bozmak isteyen şahinler her daim bulunur. Kudüs Kralı IV. Baldwin barıştan yanadır ve barışa yemin etmiştir. Godfrey, ölmeden önce kılıcını ve yeminini oğluna teslim eder. Balian, Kudüs’ü korumak için yola çıkar, deniz kazasına rağmen Kudüs’e ulaşır. Kudüs’te kısa sürede üne kavuşan Balian, Kralın kız kardeşi Sybilla’nın da hayranlığını kazanır. Sybilla ile aralarında yakınlaşma olur ama Sybilla’nın kocası Tapınak Şövalyelerinin 94 EYLÜL 2017 lideri Guy de Lusignan’ın da düşmanlığını kazanır. Balian, kılıcının gücüyle meydandadır artık. Film, Selahattin Eyyubi komutasındaki Müslümanlar ile Kudüs’te Krallık kuran Haçlıların arasındaki savaşı anlatmaktadır. Kudüs’ü Haçlılardan geri alan şarkın sevgili sultanı Selahattin’in azametini ve her iki tarafın da savaşa bakışını gördüğümüz filmde, barışın cılız sesi savaş çığlıkları arasında boğulup gitmektedir. Kudüs başat bir şehirdir. Medeniyetin merkezi, galibiyetin adıdır Kudüs. Kudüs’ü ele geçiren kumandan ne büyük kumandandır. Kudüs, zulmün ve adaletin iç içe geçtiği bir mekândır. Adeta dinlerin, devletlerin, kumandanların zafer takı… Filmdeki Sultan Selahattin karakterinin vakarı, karizması görülmeye değer. Bu filmi Müslümanlar çekseydi ancak böyle bir karakter oluşturabilirdi. Savaş sahneleri oldukça gerçekçi, akılda kalıcı. Merkezinde Hıttin Savaşının olduğu filmde, Kudüs Kralı IV. Baldwin ile Sultan Selahattin arasındaki savaş ve savaşa bakış açıları gösterilmeye çalışılmış. O dönemdeki Müslümanların hoşgörüsünü ortaya koyan yönetmen, Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında taraf tutmayarak adil bir duruş sergilemiştir. Bu da filmin İslam ülkele- sinema rinde ilgiyle izlenmesine sebep olmuştur. Filmde daha gerçekçi olsun diye Sultan Selahattin rolünü Suriyeli aktör Hasan Mesut üstlenmiş; iyi de bir iş çıkarmıştır. Selahattin’in savaşmasının yanında diyaloga gösterdiği teveccüh ise Müslümanların barıştan yana oluşunu göstermesi bakımından iyi bir mesaj sayılır. Günümüzde de Hıristiyan âleminin Müslümanlara bakışını kısmen değiştireceği ihtimal dâhilindedir. Mükemmele yakın bir savaş filmi. Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasındaki bu savaş Hıristiyan- Haçlı propagandasına dönüşmemiş. Filmde Selahattin, cesaretin, azametin, hoşgörünün timsalidir. Kutsal Kudüs Haçlıların elindedir. Kudüs Krallığı kuruluyor. Müslümanlar ile aralarında barış antlaşması var ama Haçlılar arasındaki şahinler savaş çığlıkları atmaktadır. Müslümanların kervanları, köyleri basılarak halk kılıçtan geçirilmektedir. Tapınak Şövalyeleri: “Kutsal haçı taşıyan İsa’nın ordusu yenilmez! Savaş olmalı! Tanrı böyle istiyor!” diye haykırmaktadır. Müslümanların elçisinin başı kesilerek Sultan Selahattin’e gönderiliyor. Selahattin’in kız kardeşine tecavüz edilerek öldürülmesi sabırları taşırır. Barıştan ve diyalogdan yana olan Sultan Selahattin, ordusunu toplamak zorunda kalır. Sultan Selahattin Lord Bailan’a: “Her bir canın sağ-salim Hıristiyan topraklarına geçmesine izin vereceğim. Her bir can! Kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve bütün şövalye ve askerleriniz ve Kraliçeniz! Tanrı adına yemin ederim ki, hiç kimse zarar görmeyecek” diyor. “Hıristiyanlar bu şehri aldıklarında, bu duvarların içindeki her Müslümanı katlettiler” diyen Bailan, kısas yapılacağını düşünürken aldığı cevapla adeta vurulur: “Ben onlar gibi değilim. Ben Selahaddin’im, Selahaddin!” Turan taktiğinin uygulandığı savaşta Selahattin Eyyubi’nin ordusunda Kıpçakların varlığı savaşın kazanılmasında çok büyük rol oynamıştır. Selahattin Eyyubi’nin Kürt kökenli olduğu daha fazla rivayet edilse de Türk olduğu tezi de yaygındır ama filmde Arap olarak gösterilmiştir. Herkesin sahip çıkması Selahattin’in muhteşem bir komutan olmasıyla ilgilidir biraz da… FILMDEN REPLIKLER: “Önceleri Allah için savaştığımızı sanıyordum. Sonraları servet ve toprak için savaştığımızı anladım. Utanmıştım. Din kelimesine fazla anlam yüklemem. Din kelimesi bana sadece, bir sürü bağnaz fanatiğin yaptığı kötülükleri ve sonra bunu Allah’ın isteği olarak adlandırmalarını hatırlatıyor. Kutsallık, doğru yolu seçmektir. Cesaret, kendini koruyamayanların yanında olmaktır. İyilik, aklında ve kalbindedir. Her geçen gün yaptığın şeyler sonucunda iyi bir adam olursun. Ya da olmazsın” “ Dünyayı daha iyi yapmayan insan insan değildir “ “Orada, doğduğun kişi olmazsın, kendi içinde olduğun kişi olursun.” “Yeni bir dünya… Daha iyi bir dünya… Bir Cennetin Krallığı… Vicdanlı bir dünya...” “Kalbimdeyken, nasıl cehennemde olabilirsin?” “Din kelimesine fazla anlam yükleme. Din kelimesinin arkasına saklanan kaçıkların Tanrı Adına her türlü kötülükleri yaptığını gördüm. Kutsallık, doğru hareketi yapmaktır ve cesareti kendini savunamayacak durumda olanları savunmaktır. Ve iyilik - Tanrı’nın istediği şey- ( başını işaret ederek) burada ve (kalbini işaret ederek) buradadır.” “Kudüs’ün anlamı nedir? “Hiçbir şey. Her şey.” ● EYLÜL 2017 95