Pdf formatında - Özgün İrade Dergisi

advertisement
EDITÖR’DEN
AYLIK iLMi, FiKRi, SiYASi DERGi
Sayı: 161
Eylül 2017
Fiyatı: 8 TL.
Sahibi ve Sorumlu
Yazı İşleri Müdürü:
Çıra Basın Yayın Organizasyon
ve İletişim Hiz. Tic. Ltd. Şti. adına
Davut Güler
Genel Yayın Yönetmeni
Ramazan Kayan
Yayın Koordinatörü
Mehmet Duman
Tasarım
Murat Acar
Hukuk Danışmanı
Av. Fatih Yel
Adres:
Ali Kuşçu Mah. Kıztaşı Cad.
Nalbant Demir Sok. No: 10/3
Fatih/İst.
Tel: 0212 635 99 19
Faks: 0212 534 81 83
www.ozgunirade.com
İletişim:
[email protected]
Baskı:
Şan Ofset
Hamidiye Mah. Anadolu Cad. No: 50
34406 Kağıthane-İstanbul
Tel: 0212 289 24 24
Abone Şartları
Yurt İçi - Yıllık: 96 TL.
Yurt içi - Altı Aylık: 48 TL.
Yurt Dışı - Yıllık: 60 Euro-75 Dolar
Hesap No
ÇIRA BASIN YAYIN
İş Bankası Fatih Şb. (TL.)
IBAN: TR20 0006 4000 0011 0201
7052 32
İş Bankası Fatih Şb. (EURO)
IBAN: TR84 0006 4000 0021 0200
7371 79
Al Baraka Fatih Şb. (TL.)
IBAN: TR75 0020 3000 0022 6672
0000 01
PTT Hesap No: 6024774
Tevhidin ilk doğduğu yer Kudüs kuşatılmış, Mescidi Aksa esir… Kur’an İsrailoğullarına
gönderilen peygamberlerden bahseder sıkça… İbrahim(as) den, Hz. İsa’ya kadar nice
peygamberler gönderilmiş ‘adam’ olsunlar diye… Ama değişen bir şey yok.. O zihniyet, o ruh
dünden bugüne akıp geliyor…
İslam Ümmeti, Kudüs’ü işgal etmiş, Kur’an’ın tanımlamasıyla “çevresini mübarek kıldığımız
Mescidi Aksa…” yı esir almış İsrailoğullarının uzantıları ile karşı karşıya… Filistin toprakları
üzerinde, entrikalarla İsrail devletini kuran Yahudilerin tam yüz yıllık serüvenine baktığımızda, karşımızda yalanlar üzerine kurulu ince hesapların adım adım, iğneyle kuyu kazarcasına
topraklarımıza yerleşen, dağdan gelip bağdakini kovan; ardında kan ve gözyaşı akıtan; dul,
yetim ve öksüzler bırakan; İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya, Muhammed’e kafa tutan baş belası bir
azınlıkla karşı karşıya buluyoruz kendimizi..
Yanlarından bir süreliğine ayrılmasıyla kendilerine somut putlar edinen bu kaypak zihniyet,
Hz. Musa’nın ayetler yazılı levhaları, kızgınlığından fırlatmasına neden olacak kadar
problemli, İsa(as)yı çarmıha gerecek kadar gözleri dönmüş katiller sürüsü bunlar… Peygamberler bunlardan çektikleri kadar kimseden çekmemişler, kendilerine gönderilen onca
peygambere karşı tutumlarında bir değişiklik olmamış; dün peygamberlere kan kusturanlar,
onların sabrını zorlayanlar, her türlü entrikayı çevirenler, - üzerinden asırlar geçse de- aynı
tornadan çıkan ürünler misali, bugün de o ataların iflah olmaz torunlarıyla karşı karşıya
bulunmaktayız…
Fakat işimiz zor; asıl zorluk ise biz de… İslam ümmetinin şu şahit olduğumuz içler acısı
haliyle Kudüs’te işimiz gerçekten zor. “Kudüs Özgürlüğünü Arıyor” desek de, her şeyi ipotek
altına alınmış, özgürleşmemiş bir zihinle mücadeleyi dalgalandırmak kolay değil tabi…
Türkiye’ye, Katar’a bile tahammül edemeyen sayısız İslam Ülkeleri(!) ile karşı karşıyayız.
Kendi içimizde bir barış, bir ünsiyet, ittifak sağlayamamışız ki, sıra onlara gelsin… Bırakın
bunları bir tahammül, bir hoşgörü, bir kardeşliğin esamesi bile okunmuyor aramızda; kan
gövdeyi götürüyor, derin yaralar açılıyor, ‘dost’ olması gerekenler arasında unutulmaz derin
düşmanlıklar ihdas ediliyor…
İslam Ümmeti; devlet, toplum, grup, mezhep, meşrep olarak durumlarını düzeltmedikçe,
birbirlerine ‘insanca’ ve ‘Müslümanca’ yaklaşmadıkça kıblemiz ve mescidimiz kuşatılmışlıktan, işgalden kurtulamayacaktır… Ve biz sadece Siyonist Yahudilere beddua etmekten ileri
gidemeyeceğiz; Kudüs ve Mescidi Aksa ise her birimizin itile-kakıla ziyaret ettiğimiz bir yer
olmaktan öteye gidemeyecektir.
Hiçbir şey için değilse bile ey İslam Ümmeti, Peygamberlerin ayak bastığı yerler adına,
ashabın nebileriyle birlikte savaştıkları mübarek belde adına, tevhidin doğduğu ilk yer adına,
Mazlum Filistin halkı adına, Kudüs’ün ve Aksa’nın özgürlüğü adına küçük meseleler altında
kalmayın. Bir meseleye, insanlığın özgürlük meselesine odaklanın ki esir beldelerimiz azad
olsun, zincirler kırılsın, duvarlar yıkılsın; özgürlük meşalesi kandillerinde yakılmak üzere
sönmesin Kudüs’ün… Oraya gidemez ve orada namaz kılamazsanız bile sakın ola ki oranın
kandili sönmeye… Oraya destek devam etmeli, kandili yağı hiç eksilmemeli… Süreklilik,
kararlılık ve azim…
Ümmet özgürleşmeden Kudüs’ün esaret zincirlerini kırmak zor desek de; Mescidi Aksa’nın
postallarla kirletilen onuru bizi kendimize getirir mi bilinmez ama biz bu sayımızda bu ve
benzer sorularla zihin dünyamızda da olsa “Kudüs ve Mescidi Aksa Bilinci” ni yenileyelim
istedik… Söyleşi ve farklı yaklaşımlarla Kudüs’ün Özgürlük Mücadelesine bir ‘kandil’
olalım diye düşündük yazılarımızla… Ayşe Şener, Prof. Bilal Sambur, Cüneyt Toraman,
Muhammed Gülnar, Ramazan Deveci, Selvigül K. Şahin yazılarıyla; gazeteci ve yazar Taha
Kılınç söyleşisiyle dergimize katkıda bulundular, sağ olsunlar. Bu arada Ramazan Kayan
hocamız da Harem-i Şerif’ten katıldı dosya konumuza selamlayarak: “Kâbe’den Kudüs’e Bin
Selam” diyerek…
Ümit Aktaş’ın “Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi” başlıklı yazısı ilginç değerlendirmeler
içeriyor. Tartışmalı bilgiler ve önemli tespitlerin yer aldığı bir yazı bu… Davut Güler, Diyanetin
“FETÖ Raporu” nu değerlendirdi, artıları ve eksileriyle… Eski Başkan Mehmet Görmez’ in
kurumdan ayrılma nedenlerini Sait Alioğlu kaleme aldı…
Geçen ay Anadolu Platformundan seçkin yüzlerce kişinin katıldığı12. Anadolu Buluşmaları
Kızılcahamam’da gerçekleştirildi… Değerlendirmeler Muhammed Yetiş’in… Rüstem Budak
“Kur’an’ı Okumak, Anlamak, Yaşamak” başlıklı yazısında, kelimelerin su gibi aktığını, maksadın ise çok basit ve sade bir dille anlatıldığı söyleyebilirim… Genç arkadaşımız Yasir Erkuş’ta
Ortadoğu’da bir karanlık kirli elin çevirdiği entrikaları, ihaneti yazdı: Dahlan’ın hikâyesini…
Dergimize araştırma yazılarıyla katılan Dr. Davut Akduman “Yönetim Sistemleri” yazı
serisine devam ediyor… Bilgi, tespit ve tahliller açısından sistemli yazılar kaleme alınıyor…
15 Temmuz şehitlerimizden Ramazan Sarıkaya kardeşimizin geçen ay şehadetinin
yıldönümü idi. O gece Saraçhane’deki nöbetinde ağır yaralanmış, yaklaşık bir buçuk ay sonra
arzu ettiği makamı Rabbi ona nasip etmişti… Dergimizin elinizdeki bu sayısıyla birlikte Çıra
Yayınlarının kardeşimiz hakkında hazırladığı bir mütevazı kitabı sizlere armağan edecektik,
ama olmadı; maalesef yetiştiremedik… Üzgünüz, bir sonraki sayıya kaldığı için; ama her
şeyde bir hayır var diyerek, huzurlarınızdan ayrılıyoruz…
D
O
S Y A
Özgürlüğü Arayan
Şehir: Kudüs
Bir Ruh Olarak Kudüs
PROF. DR. BİLAL SAMBUR ........................................................................................................................................................... 9
İsrail Sorunu
AV. CÜNEYT TORAMAN .................................................................................................................................................................. 12
Taha Kılınç: Hamaseti Tercih Ederseniz,
Kudüs Size Kapılarını Kapatır
SÖYLEŞİ: RÜSTEM BUDAK ..................................................................................................................................................... 18
Kudüs’te Bir Bayram Sabahı
SELVİGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHİN ..................................................................................................................................... 20
Ümmetin Dirilişi ve Direnişi Kudüs’ten Geçer
RAMAZAN DEVECİ ............................................................................................................................................................................... 23
Kudüs Seyahat Notları
MUHAMMED GÜLNAR .................................................................................................................................................................... 26
Susun Diyor Kudüs Slogan Atmayın!
AYŞE ŞENER ................................................................................................................................................................................................. 32
BU SAYIDA
Kâbe’den Kudüs’e Bin Selam
RAMAZAN KAYAN ..................................................................................................................................................................................... 6
Orta Dünyanın Karanlık Eli:
Muhammed Yusuf Dahlan
YASİR ERKUŞ ............................................................................................................................................................................................... 34
Diyanet ve Görmez’in ‘İstifa’ Meselesi
SAİT ALİOĞLU ............................................................................................................................................................................................. 37
Diyanet’in FETÖ Raporu Üzerine Mülahazalar
DAVUT GÜLER ............................................................................................................................................................................................ 44
Ne Çok Söylenmemiş Türkümüz Var…
BAYRAM YILMAZ ..................................................................................................................................................................................... 50
Sedat Yenigün: Bir Adın Şehadet
TARIK SEZAİ KARATEPE ............................................................................................................................................................ 54
12. Anadolu Buluşmaları: Notlar,
İzlenimler, Değerlendirmeler…
MUHAMMET YETİŞ .............................................................................................................................................................................. 56
Cerablus: Bir Şehrin Tanıklığı
OP. DR. YUNUS ÇOLAKOĞLU ................................................................................................................................................. 62
Müslümanlar ve Modern Yönetim Sistemi
DAVUT AKDUMAN ................................................................................................................................................................................ 64
Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi
ÜMİT AKTAŞ .................................................................................................................................................................................................. 70
Dinime Küfreden Müslüman Olsa Bari
AZİZ DARICI .................................................................................................................................................................................................... 78
İkna edilmişleri ikna etmek
MUHYİDDİN BAĞCI ............................................................................................................................................................................... 82
Kur’an-ı Kerim’i Okumak,
Anlamak ve Yaşamak
RÜSTEM BUDAK ..................................................................................................................................................................................... 84
Arkadan Vurdun
SALİH KARABULUT ............................................................................................................................................................................ 87
Kurban
ADİL AKKOYUNLU ................................................................................................................................................................................ 88
Kim Ailesini Müdafaa Sırasında
Öldürülürse Şehittir
ESAN GÜL ......................................................................................................................................................................................................... 90
Cennetin Krallığı
MEHMET ÖZDEMİR ............................................................................................................................................................................. 94
BAŞ YAZI
Kâbe’den Kudüs’e Bin Selam
RAMAZAN KAYAN
T
am yüzyıl oldu… Yani bir asır…
1917-2017… Yüzyıllık fetret
bitmedi… Asırlık hasret hâlâ içimizi
acıtıyor…
Yüzyıllık parantez ne zaman
kapanacak, bilmiyoruz…
Evet, Kudüs’ den bahsediyorum…
Kudüs bizden alınalı, Kudüs bizden çalınalı
tam yüzyıl olmuş…
Kudüssüzlük kaderimiz mi yoksa kusurumuz
mu?..
Kudüs bir hak ediştir…
Kudüssüzlük bir sonuçtur; hangi günahlarımızın, ihmallerimizin, ihtilaflarımızın,
inhiraflarımızın, isyanlarımızın sonucu?
Kudüs neden düştü?
Aslında Kurtuba neden düştü ise, Kudüs’te
aynı nedenlerle düştü…
Belki bu konuda onlarca nedenden bahsedilebilir… Ama ben iki nedeni öne çıkarmak
istiyorum:
Bir; Ümmet olarak birbirimize düştük…
İki; dünyanın peşine düştük…
İşte o zaman Kurtuba da, Kudüs’ de düştü…
Davanın peşine düşmesi gerekenler, canlarının derdine düştü… Düşük profilli bir Ümmet,
düştüğü yerden nasıl kalkacak?..
Rabbimiz uyarıyor:
“Birbirinize düşmeyiniz. Dağılırsınız;
kuvvetiniz, rüzgârınız, heybetiniz
gider.”(Enfal, 46)
Evet, kuvvetiniz gider… Kurtubanız da
gider… Kudüsünüz de gider…
Şii-Sünni… Selefi-Sûfi… Gelenekçi-Yenilikçi… Arap-Acem… Türk-Kürt… Alim-Aydın…
6
EYLÜL 2017
Mektep-Medreseli…
Bu kavga bitmeden Kudüs zor kurtulur…
İç kanamalarımızı durdurmadan, Kudüs’
deki kanın duracağını sanmıyorum…
Şii-Sünni birbirinin mescidini hedef alırken
Mescid-i Aksa’nın özgürlüğü bize nasip olur mu,
zannetmiyorum…
Kudüs’ün fetreti ne zaman biter?
Tefrika, taassup, tartışma, teferruat, taklit
biterse Kudüs’ün talihi değişir…
Caydırıcı bir gücünüz yok, kim sizi kaale alır ki?
Cılız tepkiler, pasif eylemler, sönük söylemler sonuca etki etmiyor…
Siyonist tehdit ve tehlike her geçen gün, bir
önceki güne göre daha yakın...
Ümmet ümmet olsaydı, bugün Kudüs bu
halde olmazdı…
İslam coğrafyası böyle acılar içinde kıvranmazdı…
Yitik coğrafyamız birer can pazarı…
İşte Irak, Suriye, Yemen, Mısır, Libya,
Arakan, Somali, Doğu Türkistan, Filistin…
Vahşet, dehşet, cinayet, hıyanet hep diyarı
İslam’da…
Âlemi İslam’ın gaflet ve ataleti, işbirliği
yönetimlerin cinayet ve ihaneti bitmeden Kudüs
çilemiz bitecek gibi değil…
İsrail’in pervasızlığı, bizim pasifliğimizden
kaynaklanıyor…
Yaşanan acıları yorumluyoruz, yorum ötesi
görevlerimize bir yol edinmiyoruz…
Mescidi Aksa vuruluyor, ama hâlâ üzerimizde bir vurdumduymazlık var…
Anlaşılan o ki, yüreklerdeki işgal sonlandırılmadan, Kudüs işgali bitmeyecek...
Baş yazı
Artık şunu itiraf etmeliyiz; Kudüs dosyamız
kabarık… Biz seyrettikçe, suskun kaldıkça
sabıkamız artıyor, sicilimiz bozuluyor…
Şimdilerde Kudüs üzerinden samimiyet
testinden geçiyoruz…
İmanımızın sağlaması yapılıyor…
Nerede Kudüs hassasiyeti, hamiyeti,
sadakati?..
Kudüs bizim mukaddesimiz, mahremimiz
değil mi?
Kutsalımıza tecavüz var.. Bu durum da var
mıyız?..
Bunca gecikmişliğe rağmen hâlâ geçiştirecek
miyiz?
Filistin dramı, Ümmetin durumunu resmediyor…
İsrail ateşle oynuyor, nabız yokluyor, tepkileri ölçüyor…
Sonuçta ne Siyonistlerin kahpelikleri ne de
Kudüs’ün kahrı bitmiyor…
Görünen o ki, Kudüs vebalimiz büyüyor…
Şimdi Kudüs’e veda değil, vefa zamanı…
Kudüs ateşten bir gömlek olsa giymek
zorundayız…
Çünkü Kudüs namustur, onurdur… Kudüs’e
kayıtsız kalamayız…
Kadim Kudüs’le kader bağımız var…
Kudüs düştüğü günden beri yüreklere ateş
düştü…
Çünkü Kudüs’ü gönüllere gündem eden
Kur’an’dır. Enbiyanın ayağı o topraklara değdi…
Nebilerin yüreği orada attı…
Ümmetin sancağı, otağı, ocağı orada…
Müslümanların arşı âlâya açılan kapısı…
Tüm insanlığın aynası…
Süleyman’ın mührü, Davud’un sesi, İsa’nın
nefesi, İbrahim’in soluğu, Muhammed’in izi
orada…
Kısacası Kudüs kırmızı çizgimiz… Alın
yazımız… Yürek sancımız…
Kudüs’e sahip çıkmak sadece sıkılı
yumruklarından ve ellerindeki taşlardan başka
hiçbir silahı olmayan Filistinli çocukların görevi
değildir…
Kör ve sağır kesilen bir dünya da artık uluslararası hukukun, teamüllerin, deklarasyonların,
zirvelerin, antlaşmaların hiçbir hükmü yok…
Kudüs Müslümansızlaştırılırken, Müslümanlar sessiz kalamaz…
Göğsümüzdeki vicdan azabı, alnımızdaki
yüzyıllık utanç, kalbimizde biriken öfke sonuca
götürücü bir eylemliliğe bizi götürebilmeli
artık…
Aliya’nın umutlarımızı dirilten uyarısı ile
hareket etmeliyiz: “Şükürler olsun ki, tarihe
Allah hükmediyor. Bize elimizden geleni yapmak
düşüyor…”
Değil mi ki, Allah -azze ve celle- Davud’un
elindeki sapan taşı ile tarihe hükmetti; Calut’u
yok etti, Kudüs’ün yolunu açtı…
Gün oldu Ebabillerin attığı küçücük taşlarla
tarihe hükmetti; Kâbe’yi Ebrehelerden korudu…
Gün oldu, Bedir’de Hz. Muhammed’in pak
elleri ile attığı çakıl taşları ile Ebu Cehillerin işini
bitirdi…
İşte Filistin İntifadası ruhunu bu gerçeklikten alıyor… Gazze’nin direniş bilinci bu
kodlardan besleniyor…
Evet, bize elimizden geleni yapmak düşüyor…
Ama önce bir Kudüs rüyası görmemiz
lazım… Rüyası olmayanın kâbusu bitmez…
Rüyalarımızdan bile korkuyorlar, ipotek koymak
istiyorlar…
İki, rüyaların gerçekleşmesi için uyanış
lazım...
Üç, gerçekleşecek rüyaların ödenecek
bedelleri vardır…
Kudüs’ü kim taşıyabilir?
İdrak, yürek, bilek bileşkesini doğru kullananlar… İrade, iddia ve ideal sahibi olanlar…
Şayet biz de İmran Ailesinin adanmışlığı,
Ömer (ra) in adaleti, Süleyman(as) ın asaleti,
Davud(as) un ahlakı, Selahaddin Eyyubi’nin aşk
ve aksiyonu varsa Kudüs’e yürürüz…
Bir şey daha var:
Biz modern zamanların Müslümanları olarak
“Yahudileşme Temayülü” nü yenmeden Yahudi
ile olan savaşımızdan sonuç alamayız…
İçimizdeki İsraillileşenlerle yüzleşmeden
Kudüs’ün yüzünü güldüremeyiz…
Din algımızı bid’at, hurafe ve İsrailiyattan
arındırmadan sağlıklı adımlar atamayız…
Mescidi Aksa’nın bizim için bir ‘ağlama
mescidi’ ne dönmesini istemiyorsak, şimdiden
ayağa kalkmalıyız…
Elimizden geleni yaparak ilk adımı atmalıyız…
Tarihe hükmeden Allah(cc)’ dır. ●
EYLÜL 2017
7
DOSYA
ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS
8
EYLÜL 2017
ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS
Bir Ruh Olarak Kudüs
PROF. DR. BİLAL SAMBUR YILDIRIM BEYAZIT ÜNIVERSITESI ÖĞRETIM ÜYESI
KUDÜS, putperestliğin, kabileciliğin ve
şirkin hâkimiyet merkezi değildir. İslam, Kudüs’ü Tevhidin merkezi olmakla
özdeşleştirmektedir. Hz. Âdem’den itibaren bütün İslam Peygamberleri, tek
bir mesajı insanlığa tebliğ etmişlerdir.
İnsanlığa takip etmesi, hidayet bulması
ve kalplerindeki hastalıklara şifa olarak
tebliğ edilen mesaj, Tevhit mesajıdır.
K
udüs, insanlık tarihinde çok önemli ve
özel bir konuma ve anlama sahip bir
mekândır. İnsanlığın manevi gelişiminin
merkezi olarak Kudüs, İslam geleneğinde çok önemli bir anlamla ve değerle
anlaşılmaktadır. İslam açısından Kudüs, şehirlerarasında herhangi bir şehir değildir. Kudüs, İslam
ve Tevhit mesajını doğuşundan günümüze kadar
insanlığa taşıyan merkez olarak anlaşılmakta ve
değerlendirilmektedir. Kudüs’ün anlamını ve değerini, İslam ve Tevhit dışında anlamak, Kudüs’ün
asli kimliğini inkâr anlamına geldiği gibi, Tevhit ve
İslam gerçekliğini de anlamamak demektir
İsrail işgali ve saldırıları, Kudüs’ün politik
tartışmalarla ve hegemonya mücadelesiyle özdeşleşmesine neden olmuştur. Kudüs, yıkıcı politik
çekişmelerin ve tahakküm mücadelesinin aracı
haline getirilecek bir yer değildir. İsrail’in Kudüs’ü
kendi saldırganlık ve işgal politikalarının aracı
olarak kullanması ve istismar etmesi, Kudüs’ün
asli değerini ve önemini azaltan, zayıflatan ve
karartan bir etki oluşturmaktadır.
Kudüs, putperestliğin, kabileciliğin ve şirkin
hâkimiyet merkezi değildir. İslam, Kudüs’ü
Tevhidin merkezi olmakla özdeşleştirmektedir. Hz.
Âdem’den itibaren bütün İslam Peygamberleri, tek
bir mesajı insanlığa tebliğ etmişlerdir. İnsanlığa
takip etmesi, hidayet bulması ve kalplerindeki
hastalıklara şifa olarak tebliğ edilen mesaj, Tevhit
mesajıdır. Tevhit, insanın sadece Allah’a kul
olması, Allah dışında hiçbir maddeye, makama,
güce, otoriteye, gruba, kimliğe veya kurguya
bağımlı olmamasını gerektirmektedir. Davut,
Süleyman, Musa, Zekeriya, İbrahim, İsmail, İshak,
Yakup, İsa ve Muhammet (ASV) başta olmak üzere
insanlığa gönderilen İslam Peygamberlerinin tek
mesajı Tevhit’ tir. Davut, Süleyman, İsa ve Zekeriya
gibi birçok İslam Peygamberi, Kudüs’te Tevhit
mesajını insanlığa ulaştırmıştır. Kudüs, bütün
tarihi boyunca Tevhit mesajını ve ruhunu taşıyan
bir şehirdir. Kudüs’ün ruhu, İslam’dır, insanlıktır ve
Tevhittir. İslam’dan, insanlıktan ve Tevhit ruhundan
soyutlayarak sadece politik bir anlaşmazlık
konusu olarak Kudüs’e yaklaşmak, büyük bir
yanılgı anlamına gelmektedir.
Tevhit, Allah’a kul olmayı kabul eden insanın
kendisiyle, toplumla, tabiatla barışık olmasını
gerektirmektedir. Tarih boyunca İslam Peygamberleri, Kudüs’te, Mekke’de Medine’de barışı tesis
etmeye çalışmışlardır. Tevhit ve barışın birliğinden
dolayı Mekke ‘Mükerrem’dir, Medine ‘Münevver’dir
ve Kudüs ‘Şerif’tir. İslam, Kudüs’ü barış yurdu
yani Darü’s Selam olarak görmektedir. Hıristiyan
radikalizmi, Siyonizm ve İsrail, Barış Yurdu olan
Kudüs’ü bir kan ve şiddet bataklığına çevirmiştir.
Siyonizm ve İsrail’le birlikte bütün insanlık
değerleri tahrip edilmiştir. Haçlı Seferleri ve
Siyonist İsrail Devletinin kuruluşu, Kudüs’ün kanlı
EYLÜL 2017
9
DOSYA
DOSYA
ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS
bir coğrafya olmasını sağlayan iki kilit olaydır.
Şerif olan Kudüs, şiddete, fanatizme, katliama ve
savaşa değil, barışa, selamete, felaha ve özgürlüğe
ihtiyaç duymaktadır. Kudüs’e barışı ve özgürlüğü
getirecek tek dinamik güç, İslam ve Tevhit’tir. Barış
ve Tevhit, Kudüs’ten bütün Ortadoğu’ya yayıldıkça
ümmetin coğrafyasına huzur ve esenlik gelecektir.
Siyonizm, Kudüs’te kan dökmeye devam ettiği
sürece dünyaya barış gelmeyecektir. Dünya
barışının yolu Kudüs barışından geçmektedir.
Allah, insanlığın takip etmesi için Tevhit, adalet
ve barış ilkelerini Tur’i Sina’da İslam Peygamberi
Musa’ya vahiy etmiştir. İnsanlığın uyması gereken
yol Kur’an’da şu şekilde ifade edilmektedir: “De
ki; “Geliniz, Rabbinizin neleri yasakladığını size
söyleyeyim: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın.
Ana-babaya karşı iyi davranınız. Yoksulluk kaygısı
ile evlâtlarınızı öldürmeyiniz. Sizin de onların da
rızkını biz veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine
de yaklaşmayınız. Haklı bir gerekçe yokken Allah’ın
dokunulmaz saydığı cana kıymayınız. İşte Allah, ola
ki düşünürsünüz diye size bu direktifleri veriyor.
Ergenlik çağına erinceye kadar yetimin malına
sadece niyetlerin en iyisi ile yaklaşınız. Ölçüde ve
tartıda dürüst olunuz. Biz hiç kimseye kapasitesini
aşan bir yük yüklemeyiz. Bir söz söylerken, söz
konusu olan akrabanız bile olsa, doğru konuşunuz.
Allah’a verdiğiniz sözü tutunuz. İşte Allah, ola ki düşünüp öğüt alırsınız diye size bu direktifleri veriyor.
İşte benim dosdoğru yolum budur, bu yola uyunuz.
Sakın sizi Allah’ın yolundan ayrı düşürecek yollara
girmeyiniz. İşte Allah, kötülüklerden sakınasınız
diye size bu direktifi veriyor.” (En’am,151-153)
İslam, insanlığın uyması gereken Tevhit, ahlak,
barış, hukuk ve özgürlük yolunu net bir şekilde
ortaya koymaktadır. Siyonizm ve İsrail, Musa
Peygamber’e vahyedilen 10 emrin aksine şirki,
şiddeti, katliamı, tefeciliği, çalmayı, gaspetmeyi,
HAÇLI Seferleri ve Siyonist İsrail
Devletinin kuruluşu, Kudüs’ün kanlı
bir coğrafya olmasını sağlayan iki
kilit olaydır. Şerif olan Kudüs, şiddete,
fanatizme, katliama ve savaşa değil,
barışa, selamete, felaha ve özgürlüğe ihtiyaç duymaktadır. Kudüs’e
barışı ve özgürlüğü getirecek tek
dinamik güç, İslam ve Tevhit’tir.
10
EYLÜL 2017
yıkmayı, zulmü ve sömürüye dayanan bir sistemi
Kudüs’ü gasp ederek inşa etmeye kalkmaktadır.
İsrail, insanlığın varoluşuna yönelik küresel bir
tehdittir.
Zekeriya Peygamber, Mescid-i Aksa’dan
insanlığı sabah ve akşam Allah’ı zikretmeye davet
etmektedir.(Meryem,11) Allah, Hz. Meryem’e katından sunduğu nimetlerle onun Mescid-i Aksa’da
fizyolojik ve manevi gelişimini ve olgunlaşmasını
sağlamıştır.( Ali İmran,37) Allah, İsa Peygamber’i
Ruhulkudüs ile desteklediğini, kendisine ve
annesine sayısız nimetler verdiğini buyurmaktadır.
(Maide,10) Allah, Zekeriya Peygambere, olgun
ve salih insan modeli olarak Hakkı doğrulayan,
kendine hakim ve salihlerden bir peygamber
olarak Yahya Peygamberin müjdesini Mescid-i
Aksa’dan vermektedir. (Ali İmran, 39)
Tevhid Dini İslam’ın ilk kıblesi Kudüs’tür.
Allah’a sadece kul olmanın ibadeti olan namazda
insanlığın döndüğü ilk merkezin Kudüs olması,
Kudüs’ün siyonizmin değil Tevhid’in yurdu
olduğunu ortaya koymaktadır. Rahmet Peygamberi, İsra ve Miraç tecrübesini Mekke’den Kudüs’e
uzanan yol üzerinden gerçekleşmiştir. Rahmet
Peygamberi, İsra ve Mirac tecrübesiyle insanlık
adına Allah katında hakikati, Tevhidi ve maneviyatı
bizzat yaşamıştır. İnsanlığa fıtrata uygun bir
kişilik ve ruh vermek isteyen İslam, Mekke’yi,
Medine’yi ve Kudüs’ü birbiriyle bir bütün olarak
sunmaktadır.
İslam’ın ilk kıblesini kendisini barındırması ve
Rahmet Peygamberinin İsra ve Mirac tecrübelerinin gerçekleştiği şehir olması açısından Kudüs,
insani varoluşumuzu gerçekleştirmemiz açsından
bizim için çok önemli bir işleve sahip olmaktadır.
İnsan, varoluşunu gerçekleştirmeye ve kendisini
olgunlaştırmaya çalışırken ihtiyaç duyduğu en
önemli şey, istikametin ne olduğu konusunda
sahih ve fıtri bir cevaba sahip olmasıdır. İlk kıble
ve Mirac olguları, Kudüs’ü doğru istkametin ve
varoluşun sembolü haline getirmektedir. Ne
olduğumuz ve nereye doğru gittiğimiz konusunda
keşmekeşe düştüğümüz anda Kudüs’ü varoluş
ve istikamet olarak anladığımız zaman, içinde
bulunduğumuz varoluşumuzu idrak krizinden
kurtulmamız mümkün olacaktır.
Kudüs, insanlığın varlık ve varoluş hikâyelerinin kendisinde toplandığı şehirdir. İslam
peygamberlerinin insanlığı Tevhit mesajına
çağırma mücadelesine şahit olan Kudüs, insanlığın
İslam hafızasını taşıyan şehir olarak nitelenmeyi
ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS
hak etmektedir. Evrensel İslam hafızasını kendisinde taşıyan şehir olarak Kudüs, İslam’ın kimliğini
ve ruhunu fıtri bir şekilde insanlığa sunmaya
devam etmektedir. İslam’ın fıtrat şehrine dönmüş
halini temsil eden Kudüs, insanlığı varoluşun nihai
gayesi olan Tevhit yoluna çağırmaktadır.
Kudüs, insanlığın ve İslam’ın doğal yurdudur.
Kudüs’ün İslam’ın merkezi olması, Mescid-i
Aksa’da Allah’a kulluğun gereği olan ibadetlerin
yapılması, kandillerinde Müslümanların koyduğu
zeytinyağlarının yakılması gerekmektedir. Rahmet
Peygamberi’nin zeytinyağı metaforu, barışı ve
Tevhid’i sembolize etmektedir. Rahmet Peygamberi zeytinyağı metaforuyla Müslüman bilincinde
Kudüs konusunda fıtri ve derin bir farkındalık
oluşturmayı amaçlamıştır.
Siyonizm, din ve kutsallık adına Kudüs’e sahip
çıkmamaktadır. Siyonizm ve İsrail, Davut’un
Krallığını ve Süleyman Mabedi’ni yeniden inşa
gibi saptırılmış mitolojilerin arkasına sığınarak
küresel bir hegemonya sistemi kurmaya
çalışmaktadır. Siyonizmin ve İsrail’in Kudüs’ü
ele geçirmek için ileri sürdüğü bütün gerekçeler,
Kudüs’ün bir barış ve maneviyat yurdu haline
gelmesini engellemektedir. İsrail ve Siyonizmin
ileri sürdüğü gerekçeler, Kudüs’e ve insanlığa
çatışma, kan ve şiddetten başka bir şey getirmemektedir. Küdüs’e baskı, zulüm, gözyaşı ve
şiddetten başka bir şey getirmeyen Siyonizm
ve İsrail’in ileri sürdüğü argümanların hiçbir
insani, ahlaki ve manevi değeri yoktur. Vahşet ve
sömürü için Kudüs’ü işgal eden Siyonizm ve İsrail,
Ortadoğu’ya, Kudüs’e ve dünya’ya büyük yıkım ve
acı getirmektedir. Siyonizm ve İsrail’le beraber
dünya, insanlık adına ahlakı, maneviyatı, hukuku
ve barışı kaybetmiştir.
İslam, Kudüs’ün ve Mescid-i Aksa’nın
Tevhid’in özgür merkezi olması gerektiğini şart
koşmaktadır. Mescid-i Aksa’yı ve Kudüs’ü sahih
manada özgürleştirecek insanlar, nefislerini sahih
manada terbiye eden, olgunlaştıran ve geliştiren
müminlerdir. Nefislerimizi terbiye edemediğimiz
için Mescid-i Aksa ve Kudüs, Siyonist İsrail işgali
altında bulunmaktadır. Nefislerimizi terbiye edip
kendimizi sahih anlamda muvahhid, mümin ve
Müslüman olarak yetiştiremediğimiz için Siyonist
askerlerin silahlarının gölgesinde Mescid-i
Aksa’ya ve Kudüs’e girilmektedir. Nefsimizi
terbiye edemediğimiz için Siyonist İsrail devleti,
Mescid-i Aksa’ya girişe sürekli sınırlamalar
getirerek Müslümanların insan onurunu çiğneme
KUDÜS, insanlığın ve İslam’ın doğal
yurdudur. Kudüs’ün İslam’ın merkezi
olması, Mescid-i Aksa’da Allah’a
kulluğun gereği olan ibadetlerin yapılması, kandillerinde Müslümanların
koyduğu zeytinyağlarının yakılması
gerekmektedir. Rahmet Peygamberi’nin zeytinyağı metaforu, barışı ve
Tevhid’i sembolize etmektedir.
cüretinde bulunmaktadır. Kudüs, özgürleşmek için
nefislerimizi terbiye etmeye, Müslüman kimliğimizi yeniden oluşturmaya bizi davet etmektedir.
Kudüs’ün Tevhid ve özgürlük ruhu, kendisiyle
beraber hepimizi özgürleşmeye çağırmaktadır.
Nefsin zindanından kurtulmadıkça bizim özgürleşmemiz mümkün olmadığı gibi, özgür ve olgun
muvahhidler olmadan da Kudüs’ün özgürleşmesi
mümkün değildir.
İslam, Kudüs’ü uzaklarda bir şehir olarak
görmemektedir. Kudüs, sürekli olarak gözümüzün
önünde, gözbebeğimiz gibi baktığımız bir merkez
olmalıdır.İslam, insanlığımıza, imanımıza ve itikadımıza sürekli olarak Kudüs’ü dahil etmektedir.
Kudüs’ün aziz bir sevgili gibi dahil edilmediği bir
insanlığın ve itikadın sürekli olarak eksik kalacağı
bilincini İslam, bütün insanlığa kazandırmayı
amaçlamaktadır.
Aklımızın, dinimizin, ahlakımızın, değerlerimizin ve varoluşumuzun içinin boşaldığı ve büyük bir
varoluş krizi yaşadığımız bir dönemden geçiyoruz.
Varlığımızı ve varoluşumuzu akılla, kalple,
bilgiyle ve düşünceyle yeniden anlamlandırmamız
gerekmektedir. Varlığımızın ve varoluşumuzu
tazelenmesi, dirilmesi ve yenilenmesi için, Kudüs’ü
yeniden anlamaya ihtiyacımız vardır.
Kudüs’ü Tevhit, adalet, barış, çoğulculuk ve
özgürlük değerlerini kendisinde taşıyan fıtrat kenti
olarak anlayacak olgun bir idrak düzeyine ulaşmalıyız. İbrahim Peygamberin yolundan giden Hanif
Müslümanlar olarak, Kudüs’le bütünleşmiş olan
Tevhit ruhunu keşfetmeliyiz. Kudüs’ün ebedi Tevhit
ve Selam Yurdu kimliğini korumak şeklinde büyük
bir meydan okumanın ve sorumluluğun varoluşsal
olarak omuzlarımıza yüklendiğinin şuuruna
varmak, Kudüs ruhuyla beraber olgunlaşmanın
olmazsa olmazıdır.
EYLÜL 2017
11
DOSYA
DOSYA
ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS
İsrail Sorunu
AV. CÜNEYT TORAMAN
İ
nsanların olduğu her yerde “sorun” vardır.
Önemli olan sorunun varlığı değil, soruna karşı
yaklaşım tarzımızdır. Sorunu çözmenin ortadan
kaldırmanın yolu, soruna, “hak ve özgürlükler”
açısından yaklaşmaktır. Soruna, “çıkarları”
açısından yaklaşanlar, sorunu daha da karmaşık
hale getirmektedir. Bu “sorunun taraflarının” problemi daha da derinleştirdiğini biliyoruz. Herhangi
bir kişi veya devletin, belli bir sorunu nitelendirme
biçimi, o soruna bakış açısını da yansıtır. Soruna,
İsrail penceresinden bakanlar, bu durumu, “Filistin
Sorunu” olarak nitelendiriyor. Bu bakış açısına
göre, Filistin denilen yerde (bölgede) bulunanlar,
yani Filistinliler, direniş ve boykotlar yapmakta,
“sorun” çıkarmaktadır.
Filistin topraklarının işgal süreci tamamlandıktan sonra, bu sorun daha lokal bir hale gelmiş,
Kudüs sorununa dönüşmüştür. Sorunu ‘Filistin
Sorunu’ ve ‘Kudüs Sorunu’ olarak niteleyenlere
göre, problemi çözmenin yolu, bu sorunu çıkaranları etkisiz hale getirmek, daha da ötesi, bertaraf
etmektir. Konuyu hak ve özgürlükler açısından
değerlendirdiğimizde ise, Filistin sorunundan
değil, “Filistin’in İsrail tarafından işgali ve
işgal edilen topraklar üzerinde kurulan İsrail
devleti sorunundan” daha açık bir deyimle, “İsrail
sorunundan” söz etmek gerekir.
Gerçekte bölgedeki sorunlar, Yahudilerin Filistin
topraklarına yönlendirilmesiyle (göç) ve İsrail’in
Filistin topraklarını işgaliyle başlamıştır. Gelinen
noktayı, “Filistin sorunu” olarak niteleyenlere şunu
sormak gerekir: Eğer İsrail Filistin topraklarını
işgal etmeseydi, ‘Filistin Sorunu’ diye bir problem
olur muydu? Filistin topraklarının işgali, 1900’lü
yılların başından bugünlere kadar katlanarak
devam ediyor. Bu sorunun acilen çözülmesi
12
EYLÜL 2017
gerekiyor. Ancak, Filistin topraklarına Yahudi göçü
ve işgali süreci ele alınmadan, bu sorun adil bir
şekilde çözülemez. Filistin topraklarına Yahudi
göçü ve Filistin topraklarının işgali, ana unsurunu
oluşturduğundan, 19.yüzyıl sonlarında başlayan
Yahudi göçünü ve İsrail devletinin kurulmasını,
akabinde işgal sürecini ele almaya çalışalım:
1.YAHUDILERIN FILISTIN
TOPRAKLARINA GÖÇ ETMESI
Filistin’in işgali, Osmanlı devletinin parçalanma
süreciyle birlikte başlamıştır. Bu sürecin doğal
uzantısı da, dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan
Yahudilerin Filistin topraklarına yönlendirilmeye
başlamasıdır. Filistin topraklarına Yahudi göçü, iki
teoriyle açıklanmaya çalışılmaktadır. Birinci teori
Yahudilerin dini inançları, Siyonizm, yani, Yahudilerin vaad edilmiş topraklara yürüdüğü iddiasıdır.
İkinci teori ise, dünyanın çeşitli ülkelerinde
Yahudilere yönelik baskılar arttığı için, Yahudilerin
Filistin topraklarına göç ettiği iddiasıdır. Somut
olgular üzerinden yapılacak bir değerlendirme, bu
iki teoriden hangisinin doğru olduğunu veya daha
belirleyici olduğunu gösterecektir.
Yahudilik İnancı ve Siyonizm Teorisi: Dünyanın
çeşitli ülkelerindeki Yahudilerin, “belli bir zaman
dilimi” içinde, “topluca” Filistin topraklarına
yönelmesini, Yahudilik inancıyla ve Siyonizm ile
açıklamaya çalışanlar, dolaylı işgale meşruiyet
kazandırmaya çalışmaktadır. Yahudilik, tahrif
edilmemiş haliyle, Hz. Âdem ile başlayan ve Hz.
Muhammed ile son bulan peygamberler silsilesinin
bir halkasına, Hz. Musa’ya ve ona indirilen Tevrat’a
dayanmaktadır. Bu dinin böyle bir amacı (tavsiyesi)
olsaydı, Yahudiler binlerce yıl beklemez, yüzlerce
yıl önce Filistin topraklarına göç eder ve bu topraklarda yerleşirdi. Yahudiliğin, “belli bir coğrafyayı ele
ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS
geçirmeyi” hedef gösterdiğini iddia etmek, peygamberlerin Risalet görevini anlamamak demektir.
Peygamberler belli bir coğrafyada gönderilse de, muhatabı bütün insanlık olmuştur.
Son peygamber Hz. Muhammed (sav), Mekke’de
yaşadığı halde, Risalet’i Mekke ve çevresiyle sınırlı
kalmamış, dünyanın her bölgesine yayılmıştır.
Bugün dünyanın hemen her ülkesinde Müslümanların olması, bu dinin belli bir coğrafya ile
sınırlandırılmadığının en açık kanıtıdır. Aynı durum,
Yahudilik için de geçerlidir. Hz. Musa M.Ö. 1300’lü
yıllarda peygamber olarak gönderildikten sonra,
Yahudilerin dünyanın her tarafına yayılmış olması,
oralarda yaşaması, Yahudilere, belli bir coğrafyanın
(Filistin topraklarının) tavsiye edilmediğini (vaad
edilmediğini) göstermektedir. Tevrat’ta “Kenan”
beldesi, “süt ve bal akan diyar”1 mitolojik bir
çerçevede zikredilmiş olup, tarihsel bir olaya (Hz.
İbrahim) işaret etmektedir. Kenan Bölgesine ilişkin
belirsizlikler, şarta bağlanmış olması, Yahudilerin
sürekli ahitlerini bozmaları, Mısır’da kalmayı tercih
etmeleri, Yahudilere, geleceğe yönelik bir toprak
vaadinin olmadığını göstermektedir. Tevrat’ın böyle
bir emri ve tavsiyesi olsaydı, Yahudiler, Filistin’e göç
etmek için, Osmanlı devletinin çöküşünü beklemez,
yüzlerce yıl önce buraya gelip yerleşirlerdi.
Yahudilerin Filistin topraklarına göç etmesini,
Yahudilik inancıyla, Tevrat’la açıklamak, gerçeklerle
bağdaşmamaktadır. Siyonizm ile Filistin toprakları
kutsanmaya başlamış, siyasi amaçlar dini bir
ambalaja sarılmış, Filistin’e Yahudi göç dalgalarının
başlatılmasında araç olarak kullanılmıştır.
Filistin’e Yahudi göçü, Osmanlı devletini
parçalamak, Osmanlı toprakları üzerinde bir
“Yahudi Devleti” kurmak isteyenlerin projesidir.
Yahudilerin Filistin’e göçünü, üç döneme ayırmak
gerekir. İlk dönem, 1881 – 1903 yılları arasında,
Siyonist devletin çekirdek kadrosunu oluşturan
göçlerdir. İkinci dönem, 1904 – 1918 yılları
arasında, Filistin’deki yerleşimlerin de önünü açan
göçlerdir. Üçüncü dönem ise, 1919 – 1923 yılları
arasında gerçekleştirilen göçlerdir. Filistin’deki
nüfus değişimlerini ve yerleşimleri anlayabilmek
için bu göç hareketleri son derece önemlidir. Filistin
topraklarına Yahudi göçünde, 19. yüzyılın sonlarında
Avrupa’da Yahudileri örgütleyen Theodor Herzl
önemli bir görev üstlenmiştir. Avusturyalı bir Yahudi
olan Theodor Herzl, 1896’da “Yahudi Devleti” adında
bir kitap yayınladıktan sonra, Siyonizm, uluslararası
siyasi bir hareket olmuştur. 1897’de İsviçre’nin
Basel kentinde düzenlenen I. Dünya Yahudi
Theodor Herzl
Kongresi’nde, Dünya Siyonist Teşkilatı kuruldu ve bu
teşkilatın başkanlığına da Theodor Herzl2 getirildi.
Bu kongreden önce kurulması planlanan yurdun
Filistin’de olması kesinleşmemişti ama Basel
Kongresi ile birlikte Filistin’de bir yurt kurma fikri
üzerinde ortak bir görüş oluşturulmaya çalışılmıştır.
Avusturyalı-Macar gazeteci Theodor Herzl, Yahudilerin Filistin’e göçünün dini ambalajını hazırlayan
kişidir. Doğrusunu söylemek gerekirse, son derece
etkili olduğu, bu işgale karşı çıkanları dahi etkilediği
açıktır. Filistin’in işgali sorununa çözüm üretmek
isteyenlerin ilk yapması gereken, Filistin’e Yahudilerin göç etmesinin, Yahudilik inancıyla herhangi bir
ilgisinin olmadığını dile getirmek olmalıdır.
Yahudilere Yönelik Baskı ve Soykırım Teorisi:
Dünyadaki birçok devletin, kendi ülkelerinde
yaşayan Yahudilere baskı uygulamaya başladıkları,
Yahudilerin de bu baskılar sonucunda Filistin
topraklarına göç etmek zorunda kaldıkları iddiası
son derece tutarsız ve komiktir. Bu baskıların,
tam da Osmanlı Devletinin dağılma sürecinde ve
birçok ülkede (aynı zaman diliminde) başlamasını
“tesadüfle” açıklamak, eşyanın tabiatına aykırıdır.
Bir an için, Almanya’nın, ülkesinde yaşayan Yahudilere baskı uyguladığını varsayalım. Almanya’da
baskılara maruz kalan Yahudilerin ne yapması
beklenir? İspanya’da, Endülüs devletinin yıkılışı
sırasında, (Müslümanlara ve Yahudilere yönelik
baskılar arttığında, Yahudilerin büyük bir çoğunluğu,
-Hıristiyan olmadıkları halde- Hıristiyan olduklarını
ilan etmişler ve bu topraklarda yaşamaya devam
etmişlerdir. Küçük bir kısmı da, (çoğu komşu
ülkeler olmak üzere) çeşitli ülkelere göç etmişlerdir.
Müslümanlar ise geniş çaplı bir sürgünün ve
soykırımın muhatabı olmuşlardır. Bu olay, YahudiEYLÜL 2017
13
DOSYA
DOSYA
ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS
İSRAIL, çağdaş küresel sistemin
şımarık çocuğudur. İsrail’e sadece
BM nezdinde değil, hemen her alanda
ayrıcalık yapılmaktadır. Coğrafi olarak
Asya ülkesi olmasına rağmen, (futbol,
voleybol, basketbol, vs.) spor kulüpleri,
Avrupa liginde mücadele etmektedir.
lerin, baskılara ve soykırıma karşı, olağanüstü bir
uyum kabiliyetine sahip olduğunu göstermektedir.
Almanya’da, iddia edildiği gibi, Yahudilerin can ve
mal güvenliğine yönelik ciddi baskılar olsa idi, Yahudiler, İspanya’daki gibi kendilerini gizlerlerdi. Bunu
yapmayan, yapamayan, yaptığı halde inandıramayan Yahudilerin bulunduğunu ve bunların Almanya
dışına kaçmak zorunda kalacaklarını varsayalım.
Almanya’yı terk etmek (göç etmek) zorunda kalan
Yahudiler nereye göç ederler? Dünyanın pek çok
bölgesinde benzeri sorunlar yaşandı, yaşanmaya da
devam ediyor. Milyonlarca kadın, erkek, çocuk, yaşlı,
evlerini işyerlerini mallarını bırakıp başka ülkelere
sığınmak zorunda kalıyor.
Bütün dünyanın gözleri önünde cereyan
eden Suriye’den örnek verelim. Suriye’den göç
etmek zorunda kalan Suriyelilerin yüzde 90’ından
fazlasının, “Suriye’ye komşu ülkelere” (Lübnan’a,
Türkiye’ye, vs.) sığındığını biliyoruz. Uzak ülkelere
giden Suriyeli sayısı, son derece azdır. Suriye’den
savaştan kaçanların, Avustralya, Kanada, Afrika,
yerine komşu ülkelere sığınması doğal olanı ve
beklenen bir durumdur. Somut örnekleri ortada
iken, Almanya’da baskılara maruz kalan Yahudilerin, komşu ülkelere sığınmak (göç etmek) yerine,
Filistin’e göç etmesi Yahudilere yönelik baskılarla
açıklanamaz! 1881 yılında Rus çarı II.Aleksandr’ın
öldürülmesiyle Yahudilerden şüphelenildiği, Yahudi
düşmanlığının (anti-semitizm) ve Yahudilere saldırıların (pogroms) arttığı, 1881–1991 yılları arasında
Rusya’da, sayıları 3 milyon civarında olduğu tahmin
edilen Yahudiler, kitleler halinde başka ülkelere
göç etmeye başladığı iddia edilmektedir. İlk göç
dalgasında 134 bin Yahudi’nin ABD’ye, 5 bin kişinin
Filistin’e ve 10 bin Yahudi’nin ise başka ülkelere
göç ettiği belirtilmektedir.”3 Göç dalgalarının ilkinde,
Rusya’dan göç eden 149 bin Yahudi’den sadece 5
bininin (yani yüzde 3’ünün) Filistin’e göç etmesi,
(baskılara maruz kalan Yahudiler için) Filistin’in
olağan bir adres olmadığını göstermektedir.
Almanya’da, Rusya’da ve başka ülkelerde, aynı
14
EYLÜL 2017
zaman dilimi içerisinde, Yahudilere baskıların
artırmasının (!) bir anlamı olduğunu düşünüyorum.
Bu ülkelerde, Yahudilere hiç baskı uygulanmadığını
söylemek istemiyorum. Tam aksine, dünyanın
çeşitli ülkelerinde yaşayan Yahudilerin Filistin’e
göç etmelerine yetecek kadar, “kontrollü bir
baskı uyguladıklarını” söylemek istiyorum.
Avrupa ülkelerinde, Almanya’nın Yahudilere
yönelik soykırım iddialarının tartışılmasının
yasaklanması, gerçeğin ortaya çıkmasını önlemeye
yöneliktir. Küresel sistemin ana aktörleri arasında
yer alan Yahudiler, “olmayan bir baskı” ve “olmayan
bir soykırımı”, binlerce kitaba, filme, tiyatroya,
vs. konu yapmış, dünya kamuoyunu bu masala
inandırmaya, inanmayanları da susturmaya çalışmışlardır. Ünlü Fransız düşünür Roger Garaudy,
İsrail’in Siyonist politikalarını yazmaya başladığında dünyada önemli bir gücü elinde tutan Siyonizm
lobisinin hışmına uğramıştır. Baskılar ve tehditler,
gerçekleri yazmasına engel olamamıştır. Nitekim
dışlamalara, yalnız bırakılmalara, soruşturmalara,
cezalara, dağıtım şirketlerinin kitaplarına ambargo
uygulamalarına ve fiili yasaklar koymalarına
rağmen 1996’da yazdığı, “İsrail Politikasının
Temelindeki Mitler” başlıklı kitabında, “2.Dünya
Savaşı’nda Yahudilere karşı soykırım yapılmadığını,
gaz odalarının varlığının şüpheli olduğunu ve bütün
Yahudi soykırımının abartıldığını” ileri sürmüştür.
1998 yılında, Yahudi Soykırımını inkâr ettiği için
hapse mahkûm edilmiştir. Graudy’nin, Siyonistlerin
Avrupa’daki Nazi katliamlarının propaganda amaçlı
masallardan ibaret olduğunu belgeleyen “İsrail’i
Kuran Efsaneler” adlı kitabı da Fransa’da yasaklanmış, bu kitabından dolayı 2002’de mahkeme
önüne çıkarılmış, 33 milyon Euro cezaya mahkûm
edilmiştir. Almanya’daki soykırım iddialarının tarihi
gerçeklerle bağdaşmadığını öne süren İngiliz bilim
adamı (tarihçi) David İrving ve Fransız tarihçi
SergeThion da, benzer muamelelere maruz
kalmıştır.
Sonuç olarak; Yahudilerin (belli bir zaman
dilimi içerisinde) Filistin topraklarına göç etmesinin
sebebi, ne Tevrat’ın emri ve tavsiyesi ve ne de
bazı ülkelerdeki Yahudilere yönelik baskılar ve
soykırım(!)dır! Yahudilerin Filistin topraklarına göç
etmesinin gerçek nedeni, Osmanlı Devletini parçalamak ve bölmek, Osmanlı toprakları üzerinde
bağımsız bir Yahudi devleti kurmak, kuracakları
bu devletle, müteakip yıllarda, Ortadoğu bölgesini
sorunun odağı haline getirmek, Osmanlı devletinin
kalbine hançer saplamaktır.
ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS
2. İSRAIL DEVLETININ KURULMASI
Filistin topraklarına göçün mimarlarından
Theodor Herzl, başlangıçta “yurt” ya da “yer”
kavramlarını kullanmış, “devlet” kavramını kullanmamıştır. Theodor Herzl’in, bir Yahudi yurdu kurma
fikrini gerçekleştirebilmek için4 1901 ve 1902
yıllarında II. Abdülhamid ile görüştüğü, Yahudilere
Filistin’de yurt verilmesini, bunun karşılığında ise
Osmanlı borçlarının Avrupa’daki Yahudi bankerler
tarafından ödenebileceğini söylediği” II. Abdülhamid’in de, “bu teklifi reddettiği” tarihi kaynaklarda
yer almaktadır. Yahudiler, 20.yüzyılın ilk yıllarından
itibaren “yurt edinme” konusunda yoğun bir çalışma
yürütmeye başladılar. Bu çalışmaların en önemlilerinden biri, 1901’de kurulan Yahudi Ulusal Fonudur.
Bu fon, Filistin topraklarının satın alınmasında
önemli bir başarı sağlamıştır. 1915–1916 yıllarında,
Mekke Şerifi Hüseyin ve İngiltere’nin Mısır’daki
Yüksek Komiseri Henry McMahon arasındaki
mektuplaşmaları, 1916 yılında Fransa - İngiltere
arasındaki Sykes-Picot Anlaşması’nın imzalanması,
bu dönemin önemli gelişmeleri arasındadır.
“I. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, 1904’te
Dünya Siyonist Teşkilatı’nın lideri olan Chaim
Weizmann, siyasi nüfuzunu kullanarak İngiltere
üzerinde etkili olmaya çalışmıştır. Weizmann ve
arkadaşları İngiltere hükümetine verdikleri ilk
muhtırada “Filistin’de” bir yurt değil, “Filistin’in”
Yahudi yurdu olarak kabul edilmesini, Filistin’e
özerklik verilmesini ve Filistin’e Yahudi göçlerinin
serbest bırakılmasını istediler. İngiltere ise, bu dönemde Yahudileri destekleyen politikalarına devam
etmiştir.”5 “Yahudilerin etkili çalışmaları sonuçlarını
göstermiş, 1917’ye kadar devam eden İngiltere’nin
iki taraflı politikası, bu tarihten sonra ciddi bir
kırılma yaşamış ve Yahudi taraftarı politikaları hiç
olmadığı kadar etkinliğini arttırmıştır. I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nun kaybettiği
Filistin’in yönetimi, Lozan Anlaşması’nın onaylanmasıyla İngiltere’nin egemenliğine girmişti. Savaş
sonunda yeni bir dünya düzeni kurma politikaları
çerçevesinde 1919’da kurulan Milletler Cemiyeti
(MC), Filistin’i İngiltere’nin manda yönetimine
bırakacaktı. Filistin, 25 Nisan 1920’den 1947’tarihine kadar İngiltere mandasında kaldı. Weizmann,
İngiltere’nin Filistin manda egemenliğinin önemini
şöyle açıklamaktadır: Manda rejimi, Siyonizm için
büyük bir başarı olması yanında, Yahudi halkını
tanıması açısından önemlidir. 1920’de başlayan
Manda rejimi döneminde, önemli kademelere
Yahudilerin getirilmesi, Filistin toprakları üzerinde
yerleşimler, nüfus, toprak paylaşımı gibi konularda
önemli değişikliklere neden olmuştur. İngiltere,
1922–1948 yılları arasındaki yönetimiyle, Yahudi
göçüyle ülkedeki Yahudi oranını 1/10’den 1/3’e
yükseltirken, Yahudi sayısını 7 kat arttırarak, aslında
Milletler Cemiyeti’nin kendisine verdiği görevi
yapıyordu. 1917 yılında Filistin topraklarında, 56
bin Yahudi (yüzde 8), 644 bin Müslüman (yüzde 92)
mevcut olduğu halde, Filistin’deki Yahudi nüfusu
Yahudi göçüyle sürekli artarken, Müslüman nüfusun
göçe zorlanması nedeniyle oran olarak azalmıştır.
II. Dünya Savaşı sona erdikten sonra, 1945’te
Birleşmiş Milletler(BM) kurulmuştur. İngiltere,
Filistin Sorunundan kurtulmak ve sorunu başka
bir otoriteye devretmeyi istediğinden, bu sorunu,
“Milletler Cemiyeti’nden miras bir manda sorunu”
olarak Şubat 1947’de henüz kurulan BM’ye
taşımıştır. 2 Nisan 1947’de Birleşmiş Milletler’e
resmen başvuruda bulunarak, Filistin meselesini
EYLÜL 2017
15
DOSYA
DOSYA
ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS
ORTADOĞU’DA Filistin sorunu
değil, “İsrail Sorunu” vardır. İsrail,
Osmanlı Devletinin çöküşünün bir
sonucudur. O süreçte, Osmanlı Devleti
müdahale edemediği için böyle bir
devlet kurulmuştur. “Hasta Adam”
düştüğü yerden ayağa kalkarsa (ki, öyle
görünüyor) İsrail’in meşruiyeti (varlık
sebebi) sorgulanmaya başlayacaktır.
Genel Kurul’a taşımış, Genel Kurul’un özel bir
oturum yaparak meseleyi incelemek üzere özel bir
komite kurmasını istemiştir. Diğer yandan, 21- 22
Nisan 1947’de Mısır, Irak, Suriye, Lübnan ve Suudi
Arabistan, Genel Sekreter’den “Filistin’deki Manda’
nın sona erdirilmesini ve bağımsızlığının ilanını”
talep etmiştir.”
29 Kasım 1947’de, UNSCOP’ un tasarısı üzerine
Genel Kurul’da 33 lehte, 13 aleyhte ve 10 çekimser
oyla, ‘Filistin’in Gelecekteki Yönetimi’ başlıklı
181 (II) sayılı ünlü Taksim Kararı kabul edilmiştir.
İngiltere’nin manda yönetiminin sona ermesinden
birkaç saat önce, 14 Mayıs 1948’de (16: 00’da) Tel
Aviv’de Ben Gurion başkanlığında toplanan Yahudi
Ulusal Konseyi, İsrail Devleti’nin Bağımsızlığını
ilan etmiş,6 bu karar, önce ABD, sonra da SSCB
tarafından tanınmıştır. BM Genel Kurul’u, 11 Mayıs
1949 tarihinde, İsrail’i BM üyeliğine kabul eden
273 (III) sayılı kararı almıştır. Dünyada barışının
teminatı olması gereken BM, bu kararıyla, 1900’lü
yılların başından itibaren başlayıp 1950’lere kadar
tırmanan bu sorunu, içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Bağımsızlık ilanı, bölgedeki birçok savaşın
sebebi olmuştur.
3. FILISTIN TOPRAKLARININ İŞGALI
İsrail, BM’nin kendilerine bahşettiği (hediye
ettiği) toprakları yeterli görmemiş, çevresindeki
Filistin topraklarını da işgal etmeye başlamıştır.
İsrail’in işgalleri defalarca şikâyet konusu olmasına
ve Birleşmiş Milletler defalarca ihlal kararı vermesine rağmen, 5 daimi üyenin vetosu nedeniyle bu
kararlar uygulanamamıştır. Bu arada, toprakları
işgal edilen Filistinliler, işgale boyun eğmemişler,
ağır silahlarla devriye gezen İsrail askerlerine karşı,
çıplak elleriyle, sapanlarla, destansı bir direniş
sergilemişlerdir. İntifada süreci devam ederken,
1988’de Ürdün’ün Filistin’e yönelik politikaları Filis16
EYLÜL 2017
tin’in devletleşme sürecini hızlandırmıştır. Ürdün,
1988 yılının Ağustos ayında, Filistin’in devletleşme,
bağımsızlaşma sürecine katkı amacıyla, Batı Şeria
topraklarındaki bütün Filistinlilerle bağını kopardığını açıklamış, Filistin pasaportlarını iptal etmiş,
parlamentodaki temsillerine de son vermiştir.
Bu gelişmeler üzerine, 12 – 15 Kasım 1988’de
Cezayir’de toplanan FKÖ, Filistin Ulusal Konseyi, 15
Kasım 1988’de Filistin Devleti’nin kurulduğunu
açıklamıştır. Başkentin Kudüs, Devlet Başkanı’nın
Yaser Arafat olacağını ve 1948 bölünme anlaşmasını yani 181 sayılı BM kararının esas alınacağı bir
devletin kurulduğunun açıklanması üzerine, ilk
günlerden itibaren Türkiye’de başta olmak üzere
çoğu devlet tarafından tanınmıştır. Artık, İsrail’e
karşı olan mücadele “İsrail’in terörle savaşı” olarak
değil, “iki devlet arasında savaş” hatta “bir devletin
kendi ülkesini işgal eden bir başka devlete karşı
savaşı” olarak görülecekti.
4. İSRAIL SORUNU VE
FILISTIN’IN GELECEĞI
İsrail’in Filistin topraklarını işgali, birkaç haydudun, bir evi işgal etmesi (evin sahiplerine işkence
ve zulüm yapması) ile eşdeğerdedir.7 Evin işgali ile
birlikte, evde ciddi bir huzursuzluk olacağı açıktır.
Ev sahipleri, işgalcileri evden atmaya çalışacaklar,
işgalciler de ellerinde bulunan silahlarla buna
direnecekler; iki taraf arasında, sürekli bir gerilim
ve çatışma olacaktır. Böyle bir çatışma, emniyet
güçlerine iletilse, emniyet görevlileri, evin içindeki
çatışmalarda ev sahiplerinin mi, işgalcilerin mi
haklı olduğunu araştıramaz. Emniyet görevlilerinin
görevi, işgale bir an önce son vermek, işgalcileri
gözaltına almak, mahkemeye sevk etmek, evi
işgalcilerden tahliye etmektir. İsrail’in Filistin’i işgali
de aynı niteliktedir.
Filistinliler, işgale karşı direnme hakkına
sahip olup, direnmeleri “meşru müdafaa” hakkına
dayanmaktadır. Direnme hakkı (meşru müdafaa)
işgal sona erinceye kadar devam eder. Ceza
hukukunun temel kurumlarından biri olan meşru
müdafaanın sınırları, sivil itaatsizlikten çok daha
geniş kapsamlıdır. Ceza kanunlarında, saldırıya
maruz kalan kişi, meşru müdafaa sınırları içinde
kalmak kaydıyla, saldırıda bulunanı öldürse bile,
cezalandırılması gerekmez. Filistinlilerin direnişi,
meşru müdafaa hakkı kapsamında olduğu için
dünyanın her yerinden destek görmektedir.
Bu haklılığı (İsrail’in haksızlığı) nedeniyle, BM
Güvenlik Konseyi, İsrail aleyhine (Filistin lehine)
ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS
onlarca karar almıştır. Ancak, meşru müdafaanın
da bir sınırı bulunduğunu belirtmek gerekir. Bu
sınır da bu hakkın, (sadece) saldırıda bulunana
yöneltilmesi, masum insanları, kadınları, çocukları,
kapsamamasıdır. İsrail, Filistinlilere olan desteği
kırabilmek amacıyla, Yahudilerin yaşadıkları
şehirlerde, sivil yerleşim bölgelerinde, kafelerde
bombalar patlatmak, kadınları, çocukları öldürtmek
suretiyle, bu örnek mücadelelerini lekelemeye,
karartmaya çalışmaktadırlar.
İsrail, çağdaş küresel sistemin şımarık çocuğudur. İsrail’e sadece BM nezdinde değil, hemen her
alanda ayrıcalık yapılmaktadır. Coğrafi olarak Asya
ülkesi olmasına rağmen, (futbol, voleybol, basketbol, vs.) spor kulüpleri, Avrupa liginde mücadele
etmektedir. Batılı ülkeler, teokrasiye şiddetle
karşı olmalarına rağmen, İsrail’deki “teokratik”
esaslara dayalı yönetim biçiminden, hiç rahatsızlık
duymamaktadır.
İşgal sürecinde yaşanan sorunlardan biri de,
İsrail’in Filistin toprakları içinde, yaklaşık 700 km.
uzunluğunda 8 metre yüksekliğinde duvar örmesidir. BM kararlarına rağmen İsrail, bu duvarları
örmeye devam ediyor. Duvar her zaman, yasakların sembolü olmuştur. Berlin Duvarının yıkılması,
komünizmin çöküşünün sembolü olmuştur. Berlin
duvarı yıkılırken sevinç gösterileri yapanların, İsrail
devasa duvarlar inşa ederken sessiz kalması tam
bir çifte standart örneğidir. Ama İsrail, istediği
kadar duvar örsün. Her duvar, yıkılmak için yapılır.
Bir gün bu duvarlar mutlaka yıkılacak. Çocuklarımız, duvarların üzerine çıkıp, yıkılan duvarların
parçalarını hatıra olarak saklayacaktır…
Dünyanın ve bölgemizin en önemli
sorunlarından biri olan bu sorunu gidermenin
yolu, İsrail’in Filistin topraklarındaki işgale son
vermesi, (Filistin örgütleri, İsrail’in bağımsızlık
ilan ettiği sınırlara çekilmesini kabul ettiğinden)
bağımsızlığını ilan ettiği tarihten sonra gasp
ettiği toprakları sahiplerine iade etmesidir. Birinin
göğsüne ok saplanmışsa, tedavinin ilk aşaması, bu
oku, yaralının göğsünden çıkarmaktır. Yaralıdan,
“göğsündeki ok ile yaşamayı öğrenmesini”
isteyemezsiniz. Yaralının tedavisi için ilk yapılması
gereken iş, göğsündeki oku çıkarmaktır. İsrail de,
Filistin’in kalbine saplanan bir ok gibidir. Filistin’in
yaralarının iyileşmesi için, İsrail’in, işgal ettiği
Filistin topraklarından çıkması/çıkarılması gerekir.
Altını çizerek, bir kez daha yineliyorum;
Ortadoğu’da Filistin sorunu değil, “İsrail Sorunu”
vardır. İsrail, Osmanlı Devletinin çöküşünün
(Osmanlı devletinin topraklarının paylaşılmasının)
bir sonucudur. O süreçte, Osmanlı Devleti müdahale edemediği için böyle bir devlet kurulmuştur.
“Hasta Adam” düştüğü yerden ayağa kalkarsa
(ki, öyle görünüyor) İsrail’in meşruiyeti (varlık
sebebi) sorgulanmaya başlayacaktır. İşgal ettiği
toprakları, gerçek sahiplerine, Filistinlilere iade
etmek zorunda kalacaktır. Bunun gerçekleşmesinin
iki şartı vardır. Bunlardan birincisi, haklı olmaktır,
Filistinlilerin haklılığı tartışma konusu bile değildir.
İkincisi ise, hakkını talep etmektir, Filistinliler
de haklarını kesintisiz ve fasılasız olarak talep
ediyorlar. İnsanoğlu aceleci yaratıldığı için, sonucun
hemen gerçekleşmesini istiyor. Böyle bir sonucu
yakın bir zamanda görmek tabii ki hepimizi mutlu
eder. Ama her zaman söylediğimiz gibi, biz zaferle
değil, seferle mükellefiz… ●
1 Tevrat; Çıkış,3-8, Levililer, 20-24, Tesniye, 11-9, Yeremya, 11-5,
32-22, Hezekiel, 20-6, 15
2 Theodor Herzl, bu Kongrede yaptığı konuşmada; “kuzey
sınırlarımız Kapadokya’daki (Nevşehir çevresi) dağlara, güneyde
de Süveyş Kanalı’na dayanır. Sloganımız David ve Salamon’un
(Davud ve Süleyman) Filistin’i olacaktır.” sözlerini sarf etmesi,
Kongrede, “50 yıl içinde Yahudi devletinin kurulması” kararının
alınması, Yahudilerin Filistin’e göçü, İsrail devletinin bağımsızlığının
ilanı ve işgal sürecinin, belli bir plan dahilinde gerçekleştiğini
göstermektedir.
3 İlhan ARAS, Filistin-İsrail Arasındaki Temel Sorunlar ve
Uluslararası Hukuk, Çanakkale 19 Mayıs Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, Yüksek Lisans Tezi, 2010, Shf.3-4 “Bu göç
dalgasından sonra da Yahudiler üzerindeki baskılar devam etmiş,
Rusya’dan sonra Romanya’da görülen baskılar sonucu 1899 ile
1904 yılları arasındaki beş yıllık dönemde Romanya’dan 60 bin
Yahudi göç etmiştir. Rusya’da gördükleri baskı sonucu ikinci ve
daha büyük bir göç dalgası 1892’de yaşanmış ve yaklaşık 500 bin
Yahudi başta ABD olmak üzere başka ülkelere göçe zorlanmıştır.
Bu Yahudi göçleri, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’ne (ABD)
giden Yahudiler hem buradaki politik etkinliklerini arttırmış hem
de diasporanın örgütlenme girişimlerini başlatmaları gibi önemli
sonuçlar doğurmuştur.”
4 Tarihi kaynaklarda, “Thedor Herlz’in, Yahudilere toprak verilmesi
için önce, Almanya, Osmanlı ve İngiltere alternatiflerini denediği,
başarılı olamayınca Osmanlı devletine başvurduğu, Osmanlı
devleti kabul etmeyince, El-Ariş ve Mısır’ın istendiği, İngiltere’nin
Uganda’da Yahudi devleti kurulmasını teklif ettiği” iddia edilmekte
ise de, bu iddialar, Filistin’e Yahudi göçünü meşrulaştırma çabalarından ibarettir. Yahudileri Filistin’e göç etmeye yönelik politikalar
uygulayan Almanya’nın ve bu projenin mimarı İngiltere’nin, kendi
topraklarında “Yahudi yurdu” kurulmasına onay vermeyeceği
ortadadır.
5 İlhan Aras, Age, shf.6
6 İsrail’in Başbakanlarından Ben Gurion’un, 1948’de İsrail devletini
ilan ederken yaptığı konuşmada; “Filistin’in bugünkü haritası İngiliz
manda yönetimi tarafından çizilmiştir. Yahudi halkının, gençlerimiz
ve yetişkinlerimizin yeniden çizmesi gereken bir başka harita
vardır ki, o da Nil’den Fırat’a kadar olan bölgeyi kapsamaktadır”
sözleri, İsrail’in gerçek amaçlarının ve bölgedeki sorunların
kaynağının ilanı niteliğindedir.
7 “Kötü Komşu” isimli bir filmde, göl kenarındaki bir dinlenme evine
“yumurta isteme bahanesiyle giren iki gencin evi işgal etmesi, ev
sahiplerine büyük işkenceler uygulaması” anlatılmaktadır. Bu film,
İsrail’in Filistin’i işgaline güzel bir örneklik teşkil etmektedir.
EYLÜL 2017
17
DOSYA
DOSYA
ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS
TAHA
KILINÇ
Bu kısa da olsa önemli
söyleşimizi Yeni Şafak yazarı
Taha KILINÇ ile yaptık. Yazarımız,1980 Mersin doğumlu.
Kartal Anadolu İmam-Hatip
Lisesi ve İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni
bitirdikten sonra, basın-yayın
hayatına başlamışlar. Yayımlanmış 7 kitabı bulunmakta.
Ortadoğu coğrafyasına daha
bir ilgili olduğunu kaleme
aldığı başarılı yazılarından
öğreniyoruz. Bu kısacık
cümlelerle kişiyi tanımak,
tanımlamak oldukça güç…
En iyisi biz hem yayımlanan
kitaplarını okuyalım hem de
köşe yazılarını…
Hamaseti Tercih Ederseniz,
Kudüs Size Kapılarını Kapatır
SÖYLEŞİ: RÜSTEM BUDAK
Her şehrin bir ruhu vardır. Kudüs’ün ruhunu
nasıl tanımlayabiliriz?
Her şehrin olduğu gibi Kudüs’ün de bir ruhu
vardır, doğru. Kudüs’ün ruhu çok parçalı ve yorgun
bir ruhtur. Ona nüfuz edebilmek için derinlemesine tanımanız ve bilmeniz gerekir. Tanımak ve
bilmek yerine, duygusal sloganları ya da siyasi
hamaseti tercih ederseniz, Kudüs size kapılarını ve
pencerelerini kapatır. Siyonizm, Kudüs’ün ruhuna
yabancıdır örneğin, Siyonistler de öyle. Müslümanlarsa, ellerindeki muazzam potansiyelden
habersiz, karanlığa kurşun sıkmakla meşguller.
Oysa öfkeye ya da slogana vaktimiz yok. Yapacak
çok işimiz var. En başta da Kudüs’ü avcumuzun içi
gibi tanımak…
18
EYLÜL 2017
Kudüs ve Dünya Barışı arasında ki bir ilişkiden
söz edilirken aynı ilişki Müslümanların dirilişi
ile Kudüs arasında da var mı sizce?
Tarih boyunca Kudüs’e sahip ve hâkim olanlar
dünyaya da hâkim olmuşlar. Bu denklemin tersi de
doğru: Dünyaya hâkim olanlar mutlaka Kudüs’e de
sahip ve hâkim olmuşlar. Bunlar birbirinden koparılamayacak derecede iç içe geçmiş mefhumlar.
Kudüs’ün şu anki durumu İslâm dünyasının içine
yuvarlandığı kaos ve karmaşanın da özeti aslında.
Burada da şöyle bir denklemden söz edilebilir:
Müslümanların durumu düzeldiğinde Kudüs’te de
esenlik ve barış hâkim olacaktır; Kudüs’te barış
hâkim olduğunda, Müslümanların da ahvâli ıslah
olmuş demektir.
ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS
BILHASSA İsrail işgalinin getirdiği sıkıntılara karşı, Kudüs’teki
Hıristiyanlar ve Müslümanlar bugün
omuz omuza mücadele verebiliyor.
Her iki dinin mensupları arasında
Kudüs bağlamında samimi bir
dayanışmadan söz edilebilir. Müslümanlarsa, Kudüs’ü seviyorlar fakat
İslâm dünyasında bu kutsal şehir
hakkında yeterli bilgi birikimi yok.
Kudüs her kesim için istenen, fetih için yola
çıkılan ve arzulanan bir yer olmuş. Kudüs’ün
bu çekiminde rol oynayan ana etkenler
hangileridir?
Kudüs, her şeyden önce manevî kıymeti bulunan
bir şehir. Tarih boyunca Yahudilik, Hıristiyanlık ve
Müslümanlık, gözünü Kudüs’e dikmiş. Şehrin coğrafi konumu, stratejik önemi, Ortadoğu’da durduğu
fizikî yer vs. manevî çekim gücüyle kıyaslandığında
çok önemli değildir. Hatta Kudüs, sadece coğrafi
olarak düşünülürse, öncelikli bir şehir bile değildir.
Ama manevî cephe ilave edildiğinde Kudüs paha
biçilmez bir mevkie yükseliyor.
Müslümanların, Yahudilerin ve Hıristiyanların
tasavvurunda Kudüs algılarında sorunlu
alanlar nelerdir?
Yahudiler Kudüs’ü “kendilerine has” bir şehir
olarak tasavvur edip, Hıristiyanların ve özellikle de
Müslümanların şehre dair haklarını ve iddialarını
boşa çıkarmaya çalışıyorlar. Bilhassa İsrail işgalinin
getirdiği sıkıntılara karşı, Kudüs’teki Hıristiyanlar
ve Müslümanlar bugün omuz omuza mücadele
verebiliyor. Her iki dinin mensupları arasında
Kudüs bağlamında samimi bir dayanışmadan söz
edilebilir. Müslümanlarsa, Kudüs’ü seviyorlar fakat
İslâm dünyasında bu kutsal şehir hakkında yeterli
bilgi birikimi yok. Öfke ya da hamaset arasında
salınıp duran Müslüman bireylerin bugün en fazla
ihtiyaç duyduğu şey, derinlemesine bilgi…
Kudüs’ün fethi ve fatihi bu defa kim olacak?
Hep dışardan bekleniyor, bu fetih. İçerden bir
fethin imkânları nelerdir?
Fetih, ancak bilinçle ve bilgiyle gerçekleşir.
İşin teknik gereklerini ve şartlarını hazırlamadan,
sadece laf üretilmiş olur. Kim bu şartları sağlarsa,
fethe de o hak kazanır. ●
EYLÜL 2017
19
DOSYA
DOSYA
ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS
Kudüs’te Bir
Bayram Sabahı
SELVİGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHİN
“Ey kalbimin şehri
Her gün seni soruyorum
Bir dosta nasılsın der gibi
Taş duvarlarındaki cevheri
Meryem’in sancısını
Narını, zeytinini, miracını
Köşede mum alevi gibi yalnız kalışını
Soruyorum matemini sırlarını
Ey kalbimin şehri”
(Bünyamin Doğruer)
A
ydınlığa gebe serin bir Ramazan
gecesinin seherinde düştük yollara..
Bakir ışıkların aydınlattığı İstanbul
sokaklarını, Ramazan şenliklerini,
bol çeşitli sofraları, ışıl ışıl mahyaları,
gümüş gümüş kubbeleri, narin minareleri, bayram
alışverişlerini, okul hazırlıklarını, dergi yazılarını,
cinayet haberlerin, kayıp ilanlarını ve dahi buradaki
dünyamızı gerilerde bırakıp, başka bir dünyanın
eşiğine doğru aheste revan yola koyulduk.
Musa’nın topuklarının değdiği, İsa’nın
müjdesinin yayıldığı, Zekeriya’ nın hâmi olduğu,
Davud’un sesinin yankılandığı, Süleyman’ının kuş
ordularının, Cin ordularının namazgâh tuttuğu,
Belkıs’ın eteklerinin savrulduğu, Harun’un kardeş
sancılarının sindiği, İbrahim’in içli dualarıyla
gözyaşlarının sel olduğu, Sare’ nin muhteşem
güzelliğinin konuk olduğu, Yakup’un içli yakarışlarla
gözlerinin âmâ olduğu, Muhammed’in yetim kalmış
yüreğinin, yeryüzünden ziyade, göklerde ağırlandığı, Meryem’in doğum sancılarının müjde olduğu
ve Hüdhüdün haber uçurduğu; çöllere, mescitlere,
20
EYLÜL 2017
havralara, kiliselere, camilere, kubbelere, taş
duvarlara, çarşılara, asırlık meskenlere ve kutsal
kılınmış olan Mescidi Aksa’ ya idi yolculuğumuz..
Vatan olmuş, vatan bilinmiş kutsal topraklara idi…
Şair diyor ya “Mataramda tuzlu su” biz de o
da yoktu. Ama uzun yola çıkmaya yine de hüküm
giymiştik. Orucu yüreklerimize yâren kılıp, sabırla
ve duayla artık yollardaydık. Grubumuz müstesna
simalardan oluşuyor. Rehberimiz Kudüs Sevdalısı
yürekli bir insan. Onun heyecanı ve enerjisi hepimizi
gezi boyunca diri tutuyor ve heyecanlandırıyor. Gazze
bombalanırken dualarıyla yüreklerimize tercüman
olan değerli Ramazan Kayan Hocamız, şiirleriyle
Kudüs’ü her dem hatırlayan, yürekli mısralar dizen
Şair, Bünyamin Doğruer bizimle. Grubumuzda
eğitimciler ve dernek temsilcileri çoğunlukta.
Tel Aviv’e ulaşınca havaalanında bekletiliyoruz.
Bu hep oluyormuş diyor arkadaşlar. İlginç manzaralara şahit oluyoruz. Farklı insanları ve mekânları
görmek insanın ufkunu açıyor. Gezerek, görerek
öğrenmenin künhüne varıyoruz. Yahudi din adamları, her türden insan, Hıristiyan turisteler hepsi birer
birer geçiyor. Bir biz kalıyoruz. Beklemek yüreğimi
acıtıyor. Kardeşlerime kavuşacağım, birkaç saat
sonra biliyorum. Sevinçten mi, yoksa içine düştüğümüz bu anlamsız bekleyişten mi gözlerim
nemleniyor. Ben onları özlemle görmek istiyorum.
Onlar benim kardeşlerim. Hamisiz kalmış, kolu
kanadı kırılmış, milyonlarca Müslümanın gözü
önünde özgürlüğün ve direnmenin tarihini yazmış
her biri iman bombası yürekleri ile dünyalara bedel
kardeşlerim onlar benim. Ben onları görmek için
gidiyorum. Çocuklarımı uykularında öperek, eşten
ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS
dosttan geçerek, vatan bildiğim İstanbul’u, evimi
ocağımı gerilerde bırakarak düştüm bu yola. Sadece
onları görmek istiyorum. Onların yalnız ama imanı
bir aşk gibi kuşanmış yüreklerine çocuklarımın
masum dualarını bırakmak için gidiyorum…
Yüreğim onlardan ilham ve hız alsın istiyorum.
Haksızlığa ve zulme karşı hep yanlarında olduğumu
ve olacağını haykırmak için gidiyorum. Ve onları
daim seveceğimi, onların adanmış yüreklerine hep
gıpta ettiğimi söylemek için gidiyorum.
Anlamsız bekleyişlerden sonra nihayet ulaşıyoruz Kudüs’e. Kudüs bir nazlı gelin gibi bekliyor tüm
Müslüman yürekleri. Mihrinin verilmesini bekliyor.
Hamî istiyor, sahip istiyor. Örtülerinin açılmasını,
asırlık sırlarının saklanmasını istiyor. Nazlı duvağını
açmak, kendini teslim etmek için; Kudüs bedel
istiyor Müslüman dünyadan.
Yeryüzü bana mescit kılındı diyen Resule
uyarak, kadim her taşında secdelerim, ayak izlerim
olsun diye çabaladım, ama çaresiz ve düşkün kaldım. Yetmedi yüreğim o güzel insanların hızlarına,
ulaşamadı dualarım onların gözyaşına karılmış
nidalarına. Hep bir yanım eksik kaldı. Hâlâ kirlerimden, dünyalıklarımdan, malımdan, mülkümden,
eşimden, çocuklarımdan ve dahi tüm eşyamdan
adım alamamıştım. Oysa onlar ne güzeller, ne
sadeler, nasıl da peygamberin izindeler. Bir lokma,
bir hırka… Ama uyumadan, uyuşmadan, dipdiri
ve esenlik sağan dualarına umutları yükleyerek…
Onların mini mini yavruları, yiğit eşleri, cengâver
delikanlıları, gelinlik kızları cennete erkenden
konuk oluyor. Ah, vah yok cehrelerinde…
Kubbe tül Sahranın önünde sohbet ediyoruz.
Sekiz çocuklu bir anne ve yanında çocukları. Onlara
muhabbetimi anlatıyorum. Çantamdan verecek bir
şeyler arıyorum. Tel kare gümüş bir broşu genç
kızlardan birisinin yakasına takıyorum. Sevinçliyiz.
Yüreklerimiz coşkulu. Onlara İstanbul’dan, Türkiye’den selamlar getirdim heyecanla aktarıyorum.
Neden sonra nerden aklıma gelmişse soruyorum.
“Babanız ne iş yapıyor? “Gayet normal bir şekilde,
“çarşıda “der gibi, “işte” der gibi,” gezmeye gitti “der
gibi,” hapiste ‘diyorlar. Hem de sekiz yıldır. Ben bir tuhaf oluyorum. Ama onların gözlerinde hâlâ yıldızlar
parlıyor, yanaklarında gamzeler açıyor. Anlıyorum
onlar için hayatın anlamı bu… Bununla nefes alıyor,
bununla imanlarını kavi ve anlamlı kılıyorlar… Onlar
sadece bunun için yaşıyorlar. Mescidi- i Aksa’ da
olmak yetiyor onlara. Labirent gibi uzanan dar taş
çarşılar, taş evler cennet diyarlarından bir diyar gibi
onlara her dem esenlik sağıyor…
El Halil’de, Batı Şeria’da, Beytül Lahim’de,
Zeytin Dağında, Yeni ve Eski Kudüs ‘te, Eriha’da,
birçok kutsal mekânı gezdik. Peygamber diyarında
bulunan tüm Peygamberlerin makamlarını ziyaret
ettik. Selmani Farisi gibi Rabia tül Adevviye gibi
EYLÜL 2017
21
DOSYA
DOSYA
ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS
büyükleri de makamlarında ziyaret etmeye çalıştık.
Ve sayılı gün gelip geçer. Bayram gününe ulaştık.
Ramazanın son üç gününü Kudüs’te geçirdik.
Her yandan kuşatılmış, bu rüya şehrinin sokakları,
her şeye inat bayram telaşını tarifsiz bir coşkuyla
yaşıyor. Tarihi taş çarşıları insan seli eşliğinde
geçiyoruz. Genelde Babuz Zehra kapısını kullanıyoruz. Genç, yaşlı, çoluk çocuk herkes yollara düşmüş
gibi. Bir ırmak coşkusuyla insan seli Mescidi Aksa’
ya akıyor. Turşu, baharat ve tarih kokan çarşılardan
geçerken kendimi bir an Mahmut Paşa da zannediyorum. Oysa burası daha mütevazı… Kuruyemiş
dükkânları, incik boncuk, rengârenk kıyafetler,
feraceler, oyuncaklar ve dahi neler neler…
Bayram hüzünlü çehrelere, yetim yüreklere
nasıl da cennet sevincini yaşatıyor. Bayram her
yerde Bayram… İster yetim ol, ister dul, kimsesiz,
terkedilmiş, yüzün gülüyor, senin de kapın çalınıyor.
Ellerinden tutuyor melekler, görünmez tebessümler konduruyorlar gül çehrene. Sabah namazını
deryada damla olup, insan seliyle eda ediyoruz.
Allahu Ekber diyerek tekbirler getiriyoruz huşu
ve hüznü kuşanıp. Yeryüzünü mescit duyarlılığı ile
yaşayanların arasındayız. Kardeşlerim muhteşem
bayram sevincini yaşıyorlar. Oralarda bayram,
gerçek, olması gereken Bayramlar gibi yaşanıyor.
Ve kefeni beline kuşanıp minberde hutbe okuyan
hocanın okuduğu ayetler kalıyor en son aklımda:
Tevbe111: Kuşku yok ki, Allah yolunda çarpışan,
öldürülen müminlerden Allah, karşılığında cennet
vaat ederek mallarını ve canlarını satın almıştır. Bu
Allah’ın Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da gerçekleştirmeyi üstlendiği bir vaadedir: Hem sözüne Allah’tan
daha sadık kim olabilir? Öyleyse sevinin O’nunla
böyle bir alışveriş yaptığınız için; bu, işte budur
muhteşem mutluluk!
Kudüs’teki Müslümanların alışverişleri ne
güzel, ne bereketli, ya bizim alışverişimiz, bizim
muhteşem mutluluğuz nerelerde?*
KUDÜS BİZİ BEKLİYOR
Dostlar Kudüs bizi bekliyor. Cumhurbaşkanımız
en son “Kudüs imkân değil iman meselesidir, imkânı
olan herkes Peygamber Efendimizin çağrısına
uyarak bu kutlu mabedi ziyaret etmelidir” diyerek
Kudüs’e sahip çıkmaya davet ediyor tüm
Müslümanları. Bu önemli bir çağrıdır. Bu çağrıya
kulak verelim dostlar. Kudüs elden gitmeden,
Yahudi’nin postalları mübarek beldeleri çiğnerken,
mahremiyete el uzatırken zalimler biz Kudüs’e
sahip çıkalım.
22
EYLÜL 2017
Kudüs’e seferlerimiz olsun. Yol bulalım, yol
olalım. Gücümüz yettiğince, çoluk çocuğumuzla
yollara düşelim bir Kudüs seferi başlatalım. Yıllar
önce gittiğimde hac için gelen yüzlerce Hıristiyan’ı
görünce nasıl da şaşırmıştım. Evet, Hıristiyanlar,
Yahudiler akın akın Kudüs’e gidiyorlar. Bizler de
akın akın Kudüs’e gitmeli oraları boş bırakmamalıyız. İnanın bu hiç de zor ve imkânsız değil yeter ki
isteyin gitmeyi Rabbim öyle yollar açıyor ki…
Filistin halkı şimdilerde her zamankinden daha
çok hamilere muhtaçtır. Onların o yürek delen
duaları, cennet esintili teslimiyet bürünmüş halleri
var her daim. Onlar çoktan gemileri yakmışlar.
Kavi imanlarıyla, hepsi birer iman bombası olarak
Yahudi’nin tam karşısında dimdik duruyorlar. Hiç
korkuları yok, biliyorlar ki gidecekleri yer cennet,
şehadet soluğuyla bir adım ötede.
Rabbim bizleri Kudüs’e hami eylesin. Rabbim,
hain Yahudi askerlerinin postallarıyla kirlenen
Mescid-i Aksa’yı, Kubbe -tül Sahra’yı korusun. Emin
beldelerden bir belde eylesin. Kudüs’te kandiller
sönmesin Rabbim. Kudüs’te masum çocukların
çığlıklarına karşı, ses veren yürekler, çare olan
yürekler ver Müslümanlara Rabbim. Duyarlılık
ver Allahım Müslümanlara. Ümmeti bir eyle, cem
eyle, bu zulüm karşısında dimdik ve mazlumları
savunanlardan eyle Allah’ım.
Dünyanın süfli ve geçici duraklarında soluklanırken kutlu bir beldede yine o Kutlu Mabedin
bekçisi olanlara bizleri yardımcı eyle Allahım.
Masum çocuk çığlıklarının Kudüs diye arşı alaya
yükseldiği demlerde gönder ebabillerini Rabbim.
Gönder görünür ve görünmez ordularını zalimlerin
üzerlerine. İşgalci alçaklara fırsat verme Rabbim.
Dostlar Kudüs bizi bekliyor. Dualarımızla, içli
yakarışlarımızla Kudüs bizi bekliyor. Ama en çok
da o kutlu beldeye uğrayıp, ziyaretimizi bekliyor
Kudüs. Çok geç olmadan, Kudüs elden gitmeden,
düşelim yollara, imkânlarımızı zorlayalım, ne çok
boş yere akıttığımız, tükettiğimiz paramız var
oysa. Biz kutlu bir alışveriş yapalım ve mazlumları
ziyaret için düşelim Kudüs yollarına. Eğer imkânımız yetmiyorsa o zaman gücümüzün yettiğince
yardım edelim, dua edelim, niyazda bulunalım,
secdelere kapanıp Kudüs’ün yetimleri, Mescid-i
Aksa’nın özgürlüğü için yakaralım Rabbime…
Kudüs bizi bekliyor dostlar bunu hiç unutmayalım… ●
* 2009 Ramazan Bayramı Kudüs
ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS
Ümmetin Dirilişi ve
Direnişi Kudüs’ten Geçer
RAMAZAN DEVECİ
“Kudretimizin ve rahmetimizin işaretlerinden
bir kısmını göstermek için, bir gece, kulu Muhammed’i Mescid-i Haram’dan alıp çevresini
mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren
Allah’ın şanı çok yücedir. Gerçekten O, her
şeyi işitir; her şeyi bilir.” (İsra,1)
B
u ayette ve Sebe suresinin 18. ayetinde
ifade edilen çevresi mübarek kılınan
Beytü’l Makdis Kudüs’tür. Kudüs aynı
zamanda Hz. İsa’nın incir ve zeytin
yurdudur. Tin suresinde yemin edilen
emin beldedir Kudüs.
Kudüs yeryüzünün en eski yerleşim yerlerinden
biridir. Kudüs Kur’an’da adı geçen Peygamberlerin
en az yarısının bir şekilde uğradığı tam bir vahiy
yurdudur. Bir tevhit şehridir Kudüs. Üç ilahi dinin
kutsal kabul ettiği tek şehirdir, Kudüs. Sezai
Karakoç’un ifadesi ile gökte yapılıp yere indirilen
bir tanrı şehridir, Kudüs.
Dünya’nın merkezi bir anlamda Ortadoğu’dur.
Çünkü Ortadoğu insanlığın dünyadaki ilk yerleşim
yeridir. İnsanlık buradan Dünya’ya yayılmıştır.
Ortadoğu’nun merkezi ise Filistin’dir. Filistin
Peygamberler diyarıdır. Tevhid- Şirk mücadelesinin
merkezidir. Direnişin ve dirilişin mekânıdır. Tevhide
şahitlik eden şehitlerin yurdudur Filistin. Filistin’in
merkezi ise Kudüs’tür. Kudüs Tanrı şehridir. Allah’ın
vahyinin şahididir. Yıllarca semalarında vahyin
yankılandığı, vahyin hayat bulduğu şehirdir Kudüs.
Dört kutsal kitaptan üçü burada nazil olmuştur.
Nice peygamberleri bağrında barındırır. Son
Peygamberin, diğer tüm Peygamberlere imamlık
yaptığı mekândır. Bir anlamda tüm Peygamberlerin
buluşma noktasıdır. Kudüs’ün merkezi ise Mescid-i
Aksa’dır. Mescid-i Aksa, Hz. Süleyman’ın mabedi,
Hz. Meryem’in sığınağı, Hz. Zekeriya’nın müjdesinin
şahidi, Hz. Muhammed’in miraç yurdudur. Müslümanların ilk kıblesidir.
Kudüs evrensel bir şehirdir. Ve insanlık tarihi
kadar eskidir. Kudüs’ün direniş ve diriliş tarihinde
kimler yok ki: Hz. İbrahim, Hz. Davut, Hz. Süleyman,
Hz. Zekeriya, Hz. İsa, Hz. Meryem ve Hz. Muhammed’e kadar bir peygamberler silsilesi… Krallar,
imparatoriçeler, şairler, azizler, azizeler, fatihler en
çokta şehitler… Hz. Ömer’den Selahaddin Eyyübi’ye,
Kanuni Sultan Süleyman’dan İkinci Abdulhamid’e,
Fethi Şikaki’den Şeyh Ahmet Yasin’e, Yahya
Ayaş’tan Abbas Musavi’ye, 15 yaşında şehit olan
genç kız ve genç erkelere kadar Kudüs’ün 3 bin
belki de 5 bin yıllık bir mücadele öyküsü devam
ediyor, dirilişin ve direnişin şehri olarak…
Kudüs’ün Tevhid ve adalet adına bilinen ilk
Müslüman Fatihi Hz. Davut (as)’dır. Hz. Davut’tan
sonra Hz. Süleyman’ın muhteşem devletinin
başkentidir Kudüs. Daha sonra işgallere uğramış
yıllarca Romalıların hâkimiyetinde kaldıktan
sonra Hz. Ömer döneminde İslam’la tanışmıştır.
638 yılında Müslümanların hâkimiyetine girmiştir
Kudüs. İslam’ın sağladığı özgür ortamda yıllarca üç
dinin mensubu özgürce yaşamışlardır.
Müslümanlar olarak biz tarihsel açıdan Hz.
Davut’un (as) ve Hz. Ömer’in varisleriyiz ve binlerce
yıldır Kudüslüyüz. 1517 yılında Osmanlı yönetimine
giren Kudüs 1917 yılına kadar Osmanlı yönetiminde kalmıştır. 1967 yılında Siyonistler tarafından
EYLÜL 2017
23
DOSYA
DOSYA
ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS
KUDÜS’ÜN özgürlüğü davasını
yüreğinde taşımayan bir Müslüman’ın
yüreği de, düşüncesi de, inancıda işgal
altındadır. Kudüs ümmetin aynasıdır.
Kudüs özgür değilse ümmet özgür
değil demektir. Kudüs özgür değilse
Mekke, Medine özgür değil demektir.
İstanbul, özgür değil demektir.
İşgal edilen Kudüs bizimdir. Kudüs bizim vatanımız,
Kudüs bizim yurdumuz, Kudüs bizim emanetimiz,
Kudüs bizim ilk kıblemizdir. Kudüs’te üç dinin ve
diğer inanç sahiplerinin, özgürce yaşayacağı adil
bir ortam oluşturmak Müslümanların görevidir.
Bunun için Kudüs’ün Siyonist işgal rejiminden
kurtulması özgürlüğüne kavuşması gerekir.
Misak-ı Milli sınırlarını vatanları olarak
belirleyenler seküler bakış açısı ile Kudüs’ün vatan
toprağı olduğunu anlayamazlar. Birinci Dünya Savaşı
sonrasında cetvelle çizilmiş yapay sınırları tanımayan bütün bir ümmet coğrafyasının vatan toprağı
olduğunun farkında olanlar için, itikadın ve vefanın
şekillendirdiği gönül haritamızın en önemli yerlerinden biridir Kudüs. Bu iman ve vefa bize Kudüslü
olduğumuzu söylüyor. Evet, biz Kudüslüyüz hem de
İstanbullu olduğumuzdan daha fazla Kudüslü.
Eğer ümmet bir diriliş yaşayacaksa bu
dirilişin önemli bir ayağı Kudüs’tür. Kudüssüz bir
diriliş söz konusu olamaz. Kudüs’le birlikte neleri
yitirdiğimizi anlayamadan, yükselişe ve dirilişe
geçemeyiz. Öncelikle Kudüs’ü doğru okumamız
gerekir. Ümmetin esareti Kudüs’ün esareti ile
birlikte başlamıştır. Kudüs özgür olmadan ümmetin
özgürlüğü söz konusu olmaz. “Kudüs’ü savunmak
gerçek bağımsızlığı savunmaktır.” demiş Nuri
Pakdil usta… Kudüs’ü savunamayan bir İslam ülkesi
bağımsızlığını kaybetmiş demektir. İnsanımıza
‘Kudüs Bilinci’ kazandırmazsak, diriliş ruhu veremeyiz. Dirilişin ve direnişin anahtarıdır Kudüs.
Evet, Kudüs bugün işgal altında… Tanrı şehri
Kudüs Siyonist zulme şahitlik ediyor. Peygamberimizin miraç yurdu, Müslümanların ilk Kıblesi Mescid-i
Aksa işgal altında ve özgürleşeceği günü bekliyor.
Siyonist zulüm Mescid-i Aksa’yı yıkmanın hesabını
yapıyor. Kutsal Kudüs toprakları her gün yeni bir
işgalle karşılaşıyor. Siyonist işgal yönetimi Kudüs’te
sürekli yeni yerleşim yerleri açarak işgali genişletiyor. Kudüslü Müslümanlara eşsiz zulümler yapıyor.
24
EYLÜL 2017
İşgal yönetimi gayrı meşru bir devlettir ve
Müslümanlar bu gayrı meşru devletle normal
ilişkiler geliştiremezler. Müslüman halklar bu
işgalci rejim ile ilişki kuran yöneticilerini uyarmak
zorundadır.
Bu zulüm, bu işgal, bu esaret karşısında
Kudüs’ün özgürlüğü bir İman davasıdır. Kudüs’ün
özgürlüğü mücadelesi Müslüman olmanın doğal
sonucudur. Eğer bir Müslüman’ın ya da adı İslami
olan cemaat ya da grupların Kudüs’ü özgürleştirme mücadelesinden haberi yoksa en hafif ifade
ile gaflet halindedir. Böyle Müslümanlar/ grup ya
da cemaatler küresel güçlerin oyuncağıdır.
Kudüs davası İslam davasıdır. Aklı, fikri, yüreği,
inancı özgür Müslümanların davasıdır Kudüs.
Bir Müslüman’ın İslam bilincinin mihenk taşıdır
Kudüs. Kudüs’ün işgali Müslüman yüreklerin
işgalidir. Onun için yürekler özgür olmadan Kudüs
özgürlüğüne kavuşmaz, Kudüs özgür olmadan,
Müslümanlar özgür olamaz.
Kudüs’ün özgürlüğü davasını yüreğinde
taşımayan bir Müslüman’ın yüreği de, düşüncesi
de, inancıda işgal altındadır.
Kudüs ümmetin aynasıdır. Kudüs özgür değilse
ümmet özgür değil demektir. Kudüs özgür değilse
ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS
Mekke, Medine özgür değil demektir. İstanbul,
özgür değil demektir.
Mevlana, aşkın insan için öneminden bahsederken “kimin yüreğinde aşk yoksa yok olsun” der.
Müslüman bireylerin oluşturduğu kurumların,
dernek, parti, vakıf, cemaat, tarikat parti vb adına
ne derseniz deyin, faaliyetlerinde, programlarında,
Kudüs’ü özgürleştirmek yoksa bu dernek ve vakıflar dirilişi ve direnişi temsil edemezler. Bu dernek
ve vakıflar bir nevi küresel güçlere hizmet ediyorlar
demektir. Mevlana’nın yüreğinde aşk olmayan yok
olsun dediği gibi, programında Kudüs’ün özgürlüğü
olmayan, adı İslami dernek ve vakıflar yok olsun
diyebiliriz.
Sevgili dostum Abdurrahman Kılıç’ın dediği gibi
“Bir Müslüman’ın bireysel dünyasında düşüncelerinde, hayallerinde ve dilinde özgür Kudüs özlemi,
özgür Kudüs’te, Mescid-i Aksa’ da namaz kılma
özlemi yoksa yok olsun.”
Programında, düşüncesinde Kudüs’ün özgürlüğü davası olmayan vakıf ve derneklerin varlıkları ile
yoklukları arasında bir farkta yoktur. Bir anlamda
yok olmuşlardır.
Hayalinde, düşüncesinde, hedefinde Kudüs’ün
özgürlüğü olmayanın aşkı da yoktur demektir.
Çünkü Kudüs aşktır, aşkın kendisidir. Nuri
Pakdil “Ben ‘Kudüs’ü bir kol saati gibi hep yanımda
taşıyorum” der. Kudüs’ü bir kol saati gibi taşımak
yetmez. Kudüs’ü âşıkın maşukunu taşıdığı gibi
yüreğimizde taşımamız gerekir. “Kudüs benim
aşkımdır, onu gece gündüz hayalimde, ruhumda,
yüreğimde taşıyorum…” diyebilmeliyiz.
Kudüs işgal edildiğinde senelerce gülmeyen
Selahaddin-i Eyyüb-i Kudüs’e âşık olmasa idi bu
ruh halini yaşaya bilir mi idi? Kudüs’ün kurtuluşunu
bir ideal olarak yüreklerinde taşıyanların yükü
Kudüs aşkıdır, özgür Kudüs sevdasıdır.
Kudüs aşkı, Kudüs’ün özgürlüğü için her türlü
fedakârlığı göze almayı gerektirir. Kudüs’ün özgürlüğü, Kudüs âşıklarının eli ile gerçekleşecektir.
Kudüs acısı, sürekli yaşadığımız aşkımızdır bizim.
Çünkü Kudüs sızlayan sol yanımızdır bizim.
Ümmetin diriliş ve direnişi Kudüs’ten geçer
diyoruz. Gerçek direniş özgür Kudüs için mücadele
vermektir. Bu mücadeleyi de ancak dirilişi yaşayanlar verir. Diriliş de, direniş de Kudüs’le mümkündür.
Sevdası Kudüs olanlara selam olsun…
Davası Kudüs’ün özgürlüğü olanlara selam
olsun…
Dirilişin ve direnişin erlerine selam olsun… ●
EYLÜL 2017
25
DOSYA
DOSYA
ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS
Kudüs Seyahat Notları
MUHAMMED GÜLNAR
“Yaranın, acının, işkencenin, ölümün adresine
yolculuk var bugün. Hz. Ömer’in anahtarlarını
teslim aldığı, Zengi’nin ahdini yerine getiren
Sultan Selahaddin’in fethettiği, Halepli marangozun minberini, Abdulhamit’in reddini anlama
günü bugün.
Feti Şekaki’nin, Rantisi’nin, Şeyh Ahmet Yasin’in
kanlarını feda ettiği yer.
Bizim de niyetimizin halis olmasına bağlı olarak
Allah’ın yardımını umarak…
Rachel’ın direnişine, Rosa’nın oturuşuna ortak
olma günü bugün…
Aliya ruhuyla Molcom’larla Hanzalanın vatanına
yolculuk var bugün…”
İ
KUTLU YERE ZORLU YOLCULUK
stanbul’dan Ürdün’e oradan karayoluyla İsrail
sınırına gittik. Pasaport kontrolleri, güvenlik
cihazları, bagajlar, asık suratlar, düşmanca
bakışlar… Tam 56 kişilik Türkiye kafilesi olarak
İsrail’in işgal ettiği sınırdayız… Gün böyle başladı,
56 kişilik Türkiye kafilesi işte böyle girdik sınıra.
Tekrar pasaportlar, güvenlik cihazları, formlar… Ve
sebepsiz bekleyişler saatlerce… Evet yanlış duymadınız dakikalarca değil saatlerce!... Sebepsiz toprak
işgalcilerine sebepsiz bahaneleri sormak anlamsız
geldi herkese. Bekleyiş; Bir saat, iki saat, üç saat…
Dakikalar geçerken güzide kafilemiz. Ben onlara
‘Aksa Yarenleri’ diyordum orada.. İki seccadenin
ancak serileceği, küçük bir mescitte, Önce bayanlar
sonra erkekler nöbetleşe namazlarımızı kılıyorduk;
bize yönelen şaşkın ve hain bakışlar arasında…
Etrafta dolaşanlar, volta atanlar, oturanlar,
konuşanlar, uyuyanlar, çalışanlar; her türlü insan.
Ve bir şey daha vardı ki; sınıra giren kimsenin gö26
EYLÜL 2017
zünden kaçmazdı, kaçamazdı. İsrail sınırındaki bu
yerin duvarları dev yağlı boya resimlerinden oluşan
bir sergiyi andırıyordu. Her tarafta Kubbet’us
Sahra’nın ve Burak duvarının resimleri...”Burası
bizim” diye horozlanıyorlardı, hele bir resim vardı ki
resmen aşağılayıcı..
Ürdün Kralının eğilerek İzak Rabinin sigarasını
yakarken onun aşağılayıcı bakışı kurşundan daha
çok kanattı içimizi…
Siyonist İsrail bunu gözümüze gözümüze
sokuyordu küstahça!.. İlk raund: “Psikolojik savaş”...
Kafiledekiler birbiriyle tanışıyor, sohbet ediyor,
bekliyor. Ve ilk haber, ilk soru bir kardeşimize:
-Sen Arnavut olduğun halde neden Türkçe ve
Arapça biliyorsun? “Müslüman olmak ve Türkiye de
okumak” cümlelerini, dünyaya kulak tıkayan bir
milletin duyması mucize olurdu herhalde!
İkinci haber, ikinci soru bir diğer kardeşimize:
-Sen neden İran’a gittin?.. Ve tekrar sorgulamalar!. Saatlerce bekleyişler!.
Kafilemizde 14 bayan vardı, bunlardan biri de
çok yaşlı bir Teyzemiz idi. Mescidi Aksa’ya gelmişti
Dünya’nın birçok yerini gezmiş şimdi de son arzusu
Kudüs’ü ziyaret etmekmiş, hem de eşini ev de tek
başına bırakarak… Aksa’yı da göreyim Rabbimden
daha da bir şey istemem diyordu. Gezginci teyze”
diye takılırdım ona…
Dakikalar ilerlerken tansiyonlar yükseldi,
sekiz saattir bekliyorduk, rekor saate ulaşmıştık…
Akşam ezanı vakti girmişti. Kafile dağınıktı ve
birçoğumuz çok kızgındık. Bir anda aklıma bir şey
geldi ve kafiledeki arkadaşlara haydi toparlanın
akşam namazını cemaatle kılalım ve ‘Veleddallin’
den sonra herkes yüksek sesle amin desin dedim.
Hemen ezan okuduk, İsrail sınırının ortasında
saflar oluştu, tam 56 kişi cemaat olduk; arkamıza
ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS
olayın şaşkınlığıyla katılanlar hariç ve bu sefer biz
İsraillin kalbinde Siyonistlerin gözlerinin içine baka
baka…
Evet, biz Türkiye den gelen 56 kişilik kafile
akşam namazını, bizi Kudüs’e sokmayan İsraillilerin gözlerinin önünde kılıyorduk. Aman Allah’ım
mükemmel bir duygu, mükemmel bir manzaraydı.
Allah bir daha bu tabloyu görmeyi nasip eder mi
bilemem ama o anı bana yaşattığı için Rabbime
hamdolsun. Adeta meydan okur gibi ortalarında
namaz kılıyorduk. Filistin’e geçmek isteyen
Araplardan birkaçı bizi görünce büyük bir sevince
kapıldı, heyecan içerisinde ne olduğunu anlayamadan onlar da safımıza dahil oldular. Fatiha
süresinden sonra cemaat topluca, etrafı inleten,
gür bir sesle “AAMİİN” dedi. Selam verdiğimizde
bizimle beraber namaz kılan Filistinliler sevinç
gözyaşlarıyla bizlere sarılarak bu gün burada
İsrail’in kalbine kurşun sıktınız, cihadın en büyüğü
zalimin zulmünü yüzüne haykırmaktır, sizde bu
gün bunu yaptınız, dediler.
Derken bir anda etrafımız silahlı İsrail askerleri
ile çevrildi. Bir yandan bize gözdağı verip etrafımızı
silahlarla sararken diğer yandan da iftar hazırlığı
yapılıyordu Hayretler içerisindeydik İsrailli yetkililer
utanmadan bu eziyetlerine rağmen güya bizim
iftar yapmamız için sofra hazırlıyorlardı. Hemen
müdahale ettim arkadaşlar ben bunların yemeğini
yemeyeceğim dedim. Kafiledeki herkes gayet
kararlı ve hiddetli bir şekilde yemek yemeyi
reddettiler. Biz yemek yemeyi reddetmemize
rağmen görevlilerden bazıları ısrarla bayanlara su
ve yemek isteyip istemediklerini sordular. Hanım
kardeşlerimizin iradelerini zayıf zannederek
psikolojik baskı yaptılar fakat gereken cevabı
en net şekilde verdi hanım kardeşlerimiz. Biz
onların yemeklerini yemeyince İsrailli Siyonistler
ellerine meyve suyu ve yiyecek alıp karşımızda
yemeğe başladılar; oruçlu olduğumuz için sözde
nispet yapıyorlardı -akılları sıra-! Ancak kendi
çantalarımızdan çıkarıp içtiğimiz bir yudum su
herkesi doyurmaya çoktan yetmişti. O saatten
sonra hepimiz ayakta beklemeye başladık.
Ve haber geldi:
-İki arkadaşınız giremez! Karar sizin!
Biz gelirken “Ya hep ya hiç” demiştik, şimdi iki
kardeşimize dur diyorlardı. Sınırın ortasında karar
meclisi kuruldu. Ne yapılacaktı bundan sonra? İki
arkadaşımız da ısrarla fedakârlık gösteriyorlardı
ama kafile kararsızdı, istişare sonucunda Aksa
‘ya devam kararı alındı. Herkes sessiz, herkes
ÜRDÜN Kralının eğilerek İzak Rabinin
sigarasını yakarken onun aşağılayıcı
bakışı kurşundan daha çok kanattı
içimizi… Siyonist İsrail bunu gözümüze
gözümüze sokuyordu küstahça!..
İlk raund: “Psikolojik savaş”...
buruktu… Kafilemizden 2 güzel insanı Ürdün’e geri
göndererek. Aksa ‘ya doğru yol almaya başladık.
Otobüste derin bir hüzün ve sükut hâkimdi…
KUDÜS’E GIRIYORUZ
Otele vardık ve sahurda buluşmak üzere
sözleşiyoruz. Sahur vakti Aksa heyecanı sarıyor
hepimizi. Hızlıca sahurumuzu yapıp; Eski Kudüs’e
kafilece yola çıkmak için bekliyoruz. Herkes
toplanıyor ve otelden çıkıyoruz.
Hâlâ gecenin karanlığı hâkim sokaklara ya
da İsrail’in karanlığı mı demeliyim!. Sağımızda ve
solumuzda çeşitli dükkânlar var, hepsinin kepenkleri kapalı. Issız ve ürpertici bir yol. Hızlıca ilerleyip
Kudüs surlarındaki Ba-bul Esbat kapısından
MESCİDİ AKSA ‘ya giriyoruz. Arap mahallelerinin
arasından koşar adımlarla ilerleyerek sabah
namazına yetişmeye çalışıyoruz. Kalabalığın gittiği
yöne doğru süzülüyoruz, biliyoruz bu ay Ramazan.
Ve bu ayda bu saatte kalabalıklar için tek istikamet
MESCİDİ AKSA…
MAHZUN VE İHTIŞAMIYLA MESCIDI AKSA
Ve beklenen an, Aksa’ya doğru yaklaşırken
hepimizin içi bir tuhaf oluyor. Sanki uzun zamandır
gurbetteymişiz gibi bir his kaplıyor içimizi.
Sokaklardan çıkıp küçük bir zeytinliğe dalıyoruz.
Ağaçların arasından Kubbet’us-Sahra’nın altın
kubbesi ilişiyor gözlerimize ve inci taneleri gibi
EYLÜL 2017
27
DOSYA
DOSYA
ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS
AKSA kelimesi Arapçada uzak
daha uzak anlamına geliyor. Yani
Kâbe’den uzak olan anlamında
kullanılmıştır. Bu sebeple Mescid-i
Aksa’ya “Uzak Mescid” anlamı verilmiştir. Peygamberleri ve velilerin
tanıdığı ve ibadet ettiği bir yerdi.
gözyaşları dökülmeye başlıyor gözlerimizden;
dudaklarda mırıldanan “Kelime-i Tevhid”, “Kelime-i
Şehadet” , “Lebbeyk” nidalarıyla beraber. Yaklaşıyoruz, Kubbetus Sahra tarafından Mescid-i Aksa
‘ya tüm ihtişamıyla selamlıyor bizi Sahra… Gözler
ayrılamıyor altın sırmadan; herkes adımlarını
yavaşlatıyor o an. Ne ileri gitmek geliyor insanın
içinden ne geri. İleri gitsen zaman akacak geri
gitsen hasret başlayacak. Tik tak seslerinin
durmasını bazen çok isteriz ya hani, işte kum
saatini tam şimdi, tam şimdi yan yatırmayı istedik
hepimiz…
Kalabalık hazırlanıyor farza Mescid-Aksa’da…
Ne varsa yanımızda seriyoruz Mescid-i Aksa’nın
mübarek taşlarına…
İmam başlıyor namaza Mescid-i Aksa’da: “Allahuekber” Artık ne arzdaydım ne semada. Benliği
yitirmek bu olsa gerek, tanımadığım yüzlerce
Müslümanla beraber aynı safta Hakk’ın karşısında
acziyet pişmanlık ve utanç. Yapamadıklarıma mı
yanayım yaptıklarıma mı ?.. Kudüs’e mi gelmiştim
yoksa artık burası Selahaddin’in yurdu değimliydi,
Kudüs değil miydi?
Aynı anda saat başı başlayan kilisenin çan
sesleri sarıyor Mescid-i Aksa’yı. Büyük ihtimalle
Kıyamet Kilisesinin çanlarıydı bunlar… İsrailliler
ne kadar da hırslı çalıyorlardı çanlarını. Bir an bile
azaltmadılar çanlarının seslerini. Burada biz de
varız diyorlardı avazları çıktığı kadar.
Aksa’da İsrail kuşatması, Aksa’da imamın
sesini bastıran çan sesleri… Ben neredeydim Ya
Rabbi bütün bunlar olurken? Ey ümmet-i merhum
neredeyiz biz bunlar olurken? Aksa’da imam,
hepsine inat devam ediyor Kur’an-ı Kerim tilavetleri okumaya; çanlara inat, tünellere inat, silahlara
inat, duvarlara inat, yasaklamalara inat, işkenceye
inat, ölümlere inat, görmezliğe inat, körlüğe inat,
terk edilmeye inat… Bir kere daha inciler dökülüyor
gözlerden çehrelere… Alınlar secdeye varıyor ve
Kâbe geliyor akıllara
28
EYLÜL 2017
KUDÜS VE MESCIDI AKSA’YI TANIMAK
Kubbetu’s Sahra’da bizim için anlattığı ve
mutlaka unutmamamızı istediği beş tane önemli
cümle.1
1-Allah insanlar içinde özel kişileri seçti. Hz.
Meryem, Hz. Asiye, Hz. Ayşe ve Hz. Hatice ve Hz
Fatıma gibi.
2- Yine Allah zamanların içinde özel vakitleri
seçti. Ramazan ayı, Kadir gecesi ve Cuma gününün
özel bir saati ile seher vakti gibi.
3- Allah yeryüzündeki mekânlardan özel olan
yerleri seçti. Allah Hz. Âdem’i yeryüzü için yarattı.
Meleklere onu yeryüzünün halifesi olarak yarattığını söyledi. Hz Âdem yeryüzüne indikten sonra ilk
emir Kâbe’nin temellerini atmasıydı. 40 sene sonra
ikinci emir geldi Hz. Âdem’e. Allah Beytü’l Makdis’e
yürüyerek gelmesini istedi. Ve Hz. Âdem mübarek
Mescid-i Aksa’nın temellerini attı. Babamız Hz.
Âdem’den beri Mescid-i Aksa’nın temellerini oluştu.
Ezberleyeceğimiz ilk cümle: Babamız Âdem’den
beri Mescid-i Aksa’ya yürünerek geliniyor.
Hz. Âdem Mescid-i Aksa’nın temellerini attı,
binayı yani ilk mescidi Süleyman(as) yaptı. Mescidin
yapımı bittiği zaman Allah’tan yeryüzünde vereceği
adaletli hüküm, kimseye vermediği bir servet ve
Mescid-i Aksa’ya gelen her kişinin annesinden
doğmuş gibi olmasını istedi.2 ALLAH birincisini de
ikincisini de Hz. Süleyman’a verdi. Üçüncüsü ise
ümmeti Muhammed’e kaldı.
Müslümanlardan birisi eğer buraya gelirse
annesinden doğmuş gibi temiz olacak. Siz de Hz.
Âdem’in sünnetini gerçekleştirerek bugün buraya
geldiniz. Hz. Âdem ve ondan sonra gelen peygamberler, Şam diyarında hangi peygamberler var ise
muhakkak (üzerinde bulunduğumuz dağda) secde
yapmıştır. Bütün veliler ve peygamberler Mescid-i
Aksa’nın temellerinin burada olduğunu biliyorlardı.
Şu anda üzerinde bulunduğumuz dağın adı Moriah
Dağı. En büyük en yüksek tepe burasıydı. Moriah
kelimesi ALLAH tarafından özel seçilmiş anlamına
geliyor. Aksa kelimesi Arapçada uzak daha uzak
anlamına geliyor. Yani Kâbe’den uzak olan anlamında kullanılmıştır. Bu sebeple Mescid-i Aksa’ya
“Uzak Mescid” anlamı verilmiştir. Peygamberleri ve
velilerin tanıdığı ve ibadet ettiği bir yerdi.
İranlılar tarafından bu bölge tamamen alındı.
Bu dağ üzerinde ne varsa her şeyi yerle bir ettiler.
Mekândaki taşları bile tamamen taşıdılar. Daha
önce olduğu gibi tamamen boş bir hale geldi.
Seneler sonrasında Efendimiz (sav) Isra ve
ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS
Miraç hadiselerinde buraya geliyor. Bizim Miraç
hadisesinde öğrenmemiz gereken küçük detaylar
şunlardır: Efendimiz, Kâbe’nin yanındaki evinde
uyuyordu. Evinin çatısı açıldı ve Cebrail (as) onunla
konuştu. Onu Beytül Makdis’e götüreceğini ve
semaya yükseleceğini söyledi. Kendisini Mekke’den
Kudüs’e taşıyacak olan bir bineğe bindi. Bu binek
dağların ucuna değerek giderdi. Ne araba ne de
uçaktı. İkisinin arasında bir şeydi. Burada sanki
ALLAH bize şöyle der: Mescid-i Aksa’ya gelmelisin.
İstersen Hz. Âdem gibi yürüyerek gel. İstersen Hz.
Muhammed’in Burak ile uçarak geldiği gibi sen de
uçakla gel. Ya da araba ile gel. Efendimiz (sav) bu
mekâna geldi ve bineğini mescidin batı köşesinde
bıraktı. Bu mekânda tüm peygamberle beden ve
ruhları ile Efendimizi bekliyorlardı. Aralarında
Âdem, Nuh, Lut gibi büyük peygamberler de
vardı. Efendimiz, bu gruba kim imamlık yapacak
diye düşündü. Cebrail gelerek Efendimizin sırtına
dokundu ve “Ey Muhammed bize imamlık yap”
dedi. Efendimiz (sav) burada nebilere peygamberlere
iki rekât namaz kıldırdı. Bütün peygamberler ve
büyük melekler Efendimizin arkasında secde
ettiler.
“BIZ İSLAM OLMADAN HIÇBIR
ŞEYE YARAMAYIZ”
Hz Ömer şöyle der: “Biz İslam ile her şeyiz
MESCID-I Aksa’nın her bir santimetrekaresinde sahabenin gözyaşları
bulunuyor. Mescidi Aksa’nın her santimetrekaresinde bir şehidin kanı vardır.
ama İslam olmadan hiçbir şeye yaramayız.” Hz
Bilal İslam’ı kabul etmeden önce bir köleydi.
İslam’ı kabul ettikten sonra ALLAH ona üç büyük
mescitte ilk ezan okuyan kişi olmak şerefini nasip
etti. Aklımızda kalması gereken bir cümle de şu:
Mescid-i Aksa’nın her bir santimetrekaresinde
sahabenin gözyaşları bulunuyor.
Hz Ömer burada on gün boyunca kaldı ve
şehrin bütün asayişini ayarladı. Şehir için hemen
bir vali tayin etti. Bu vali kabri Baburrahme
mezarlığında bulunan Ubade bin Samit(ra) dir.
Hz Ömer on gün sonra Medine’ye döndü. Şehit
olana kadar Medine’den hiç çıkmadı ve bir sabah
namazında şehit edildi.
Hasan el Benna ve Şeyh Ahmed Yasin de sabah
namazında katledildiler. Hz. İbrahim camisinde
Müslümanlar sabah namazında katledildi. Mavi
Marmara gemisine sabah namazı saatinde
saldırıp gemidekileri şehit ettiler. Mısır’da Rabiatül
Adeviye meydanındaki katliam da sabah namazınEYLÜL 2017
29
DOSYA
DOSYA
ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS
da yapıldı. Allah’ın düşmanları hep sabah namazını
seçiyorlar ama onlara sabah namazında seher
vaktinde okunan Kur’an şahit olacaktır.
Mescidi Aksa’nın her santimetrekaresinde
bir şehidin kanı vardır. Haçlılar 88 yıl boyunca
burada kaldılar ve Kubbetussahra’nın üzerine bir
haç taktırdılar. Bu mekânı kiliseye dönüştürdüler.
Salahhaddin Eyyubi burayı fethettiğinde tekrar
camiye dönüştürdü. Selahaddin. Eyyübi.’ den
işgalci İsrail’in gelişine kadar Müslümanların
elinde kaldı. 1967’de işgalci İsrail Esbat kapısından
askeri kıyafetlerle girdi. Kadın ve erkeklerden
oluşan bu askerlerin komutanı Kubbetussahra
içindeki kayanın üzerinde durarak elinde otomatik
tüfek ve alkol şişesindeki içkiyi kayanın üzerine
dökerek şöyle söylüyordu: “Ey Muhammed ben
senin durduğun kayanın üzerinde duruyorum
hangi güç beni buradan çıkarabilir.” 8 gün boyunca
Kubbetussahra’nın üzerinde İsrail bayrağı dalgalandı. Mescidin içinde içki içmek, zina yapmak ve
partiler yapmak gibi çok kötü şeyler yapıldı. Bütün
dünyada tüm bu olanlar karşısında hiç kimsenin
sesi çıkmıyordu. Yine o dönemde Yalnızca Türk
Konsolosluğu bu çirkefliğe itiraz etti. Kubbetussahra’nın üzerindeki İsrail bayrağının indirilmesini
ve askerlerin buradan çıkmasını talep etti. Bayrağı
indirdiler ve kapılardan 100 m. kadar uzaklaştılar.
1967’den iki sene sonra 21 Ağustos 1969’da
Sultan Selahaddin Eyyübinin koyduğu (mübarek
Mescid-i Aksa’nın minberi) yakıldı. 1974’te Zeytin
Dağı tarafında bir grup Yahudi tespit edildi. Mescid-i Aksa’yı patlatmak için ellerinde patlayıcılar
vardı. Bu kişiler yakalandı hapse atıldı fakat daha
sonra hapisten çıkarıldı. Ve Yahudilerin okullarında
müdürlük yapıyorlar. 1982’de İsrailli bir asker
M. Aksa’nın kapılarından bir tanesinden içeriye
girdi. Kubbetussahra’nın kapısına kadar geldi.
Güvenlikte bekleyen kişiye ateş etti. İsrailli asker
içeriye girerek sadece Kubbetussahra’nın içinde
10 tane şarjör boşalttı. Özellikle kubbenin ortasına
odaklanarak ve Osmanlı’dan kalan kristal avizeye
ateş açtı. Kubbetussahra’nın çehresini değiştirecek
kadar tahrip etti. 1982’de meydana gelen bu izler
silindi ve şu anda hâlâ restorasyonda.
MESCIDI Aksa’nın her santimetrekaresinde bir şehidin kanı vardır. Haçlılar 88
yıl boyunca burada kaldılar ve Kubbetussahra’nın üzerine bir haç taktırdılar.
30
EYLÜL 2017
1987’de birinci İntifada gerçekleşti. Mescid-i
Aksa için güzel günlerdi. Bu İntifada’ya savaş
açıyorlardı. 1990 yılında ise Mescid-i Aksa Katliamı
yaşandı. 21 kişi şehit oldu. 450 kişi gözaltına alındı.
Bazı kişiler kollarını ve bacaklarını kaybettikleri
için ağır yaralıydılar. 1995 öncesinde Mescid-i
Aksa’ya bir saldırı daha yapıldı. 2000 yılında
Şaron beraberindeki 3000 asker ile beraber
Megaribe kapısından içeriye girdi. Mescid-i Aksa’ya
Şaron’un girmesinden sonra ikinci İntifada başladı.
Turistlerin ve Yahudilerin girmesi yasaklandı. Bu
durum 2004 yılına kadar devam etti. Yahudi veya
yabancı turistler Mescid-i Aksa’ya girmiyorlardı.
2004 yılında Yahudiler kendileri birçok kararlar
alarak Yahudi ve yabancı turistleri Mescid-i
Aksa’ya sokuyorlardı. Mescid-i Aksa’nın şu andaki
alanları Belediye’nin kamu alanıdır ve normal bir
parktan farkı yoktur. Mescid-i Aksa’nın içinde üstü
kapalı olan her yer Müslümanlarındır. Dışarıdaki
halısı olmayan yerler ise belediyenin alanıdır. Bazı
insanlar dışarıda sigarasını içip mübarek Mescid-i
Aksa’nın sahası içerisinde üstüne basıyor. Bu adam
içeriye giriyor ya namaz kılıyor ya da Kur’an okuyor.
Yine bazı hanımlar Mescid-i Aksa’nın sahası içinde
namaz kılarken giydikleri kıyafetleri giymeyip,
mescide girerken giyiniyorlar. Demek ki dışarısı
da mescid olsaydı orada giymesi gereken kıyafeti
giyecekti.
Müslümanlar, Şaron 2000 yılında Mescid-i
Aksa’ya girdiğinde mahkeme açtılar. Şaron da “Ben
Mescid-i Aksa’ya değil, belediyenin herhangi bir
sahasına girdim” demiştir! 2004 yılından bu yana
Mescid-i Aksa’nın aleyhine birçok saldırılar devam
ediyor. 2008 yılında Yahudi cemaatler Yahudilere
şunu duyurmaya başladılar: 2010 yılında Mescid-i
Aksa’nın yıkılması ve onların burada temellerinin
bulunduğunu iddia ettikleri Süleyman Mabedi’nin
yapılması gereklidir. Muhakkak bunların 2010
yılında yapılmasını söylediler. Bu Yahudiler Mescid-i
Aksa’nın altındaki kazı çalışmalarını arttırmaya
ve Mescid-i Aksa’ya giren cemaati sıkıştırmaya
başladılar. 45 yaş ve üstü Mescid-i Aksa’ya
girebiliyor. 45 yaşın altı giremiyor.
2013 yılında kendi halklarına bu sene tapınağın
yapılma yılıdır diye ilan ettiler. Mescid-i Aksa’ya
Müslümanların girişleri yasaklandı. Gençlere iki, üç
ve altı aya kadar Mescid-i Aksa’ya girmeme yasağı
getiriliyordu. Onların tahrif edilmiş Tevratı’nda
Kudüs’ün etrafındaki surların yükseleceği yazıldığı
için onlar da şehrin etrafını duvarlarla çevirdiler.
Efendimiz (sav) hadisi şerifinde şöyle buyuruyor: “
ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS
Öyle bir gün gelecek ki insanlar Mescid-i Aksa’yı
görmeyi temenni edecekler.”
AKSA’YI NIÇIN SEVIYORUZ?
Semaya en yakın yer olduğu için seviyoruz.
Mescid-i Aksa’nın üzerindeki tüm kapılar açıktır.
Efendimiz Mescid-i Aksa’nın üzerinden göğe
yükselmiştir.
Aksa’yı niçin önemsiyoruz?
Tüm peygamberler Mekke’de ya da Medine’de
bir araya gelmediler. Sadece Mescid-i Aksa’da bir
araya geldiler.
Aksa’yı niçin seviyoruz?
Hz. İbrahim’in hicret ettiği yer olduğu için
seviyoruz.
Efendimizin, Miraç izlerini taşıdığı için seviyoruz. Semaya yükseldiği yer olduğu için seviyoruz.
Aksa’yı vahyin indirildiği yer olduğu için
seviyoruz.
Bir annenin üç çocuğu varsa hepsini eşit
derecede sever. Bir tanesi hastalansa ya da
hapse düşerse bütün sevgisini bu çocuğuna verir.
Kalan küçük kısmını da diğer çocuklarına verir.
Biz Kâbe’yi, Mescidi Nebevi’yi ve M. Aksa’yı çok
seviyoruz, ama en çok M. Aksa’yı önemsiyoruz M.
Aksa şu anda hasta ve esirdir. M. Aksa’nın altında
şu anda 62 tane tünel bulunuyor. Küçük bir deprem
veya doğal afet olursa yıkılabilir…
Aksa bereketin merkezidir. ALLAH bereketin
üç dairesini oluşturdu. Büyük daire Kâbe’den
Türkiye’ye kadar uzanıyor. Nil’den Fırat’a kadar
uzanıyor. Bu birinci en büyük dairedir. Daha küçük
olan üçüncü daire Şam bölgesidir. Üçüncü küçük
daire ise Beytü’l Makdis’in olduğu yerdir. Isra
suresinde “onun etrafını mübarek kıldığımız” yer
olarak bahseder. Bu sebeple Mescid’i Aksa’ yapılan
yardımları ve yapmış olduğunuz bu seferleri
sakın hafife almayın. Siz semaya en yakın olan
yerdesiniz. Sizden talebim şudur: Sakın Türkiye’den
geldiğiniz gibi dönmeyin. Bu mübarek yerde tevbe
edin…
KUDÜS’TE YASAKLAR VE SON OLAYLAR
El Halil’de 1993 te yapılan katliamda 33 kişinin
şehid edilmesinden sonra katilerin cezalandırılmasını bırakın bir tarafa ödüllendirmek için Caminin
üçte ikisini gasp ettiler bu gün aynı oyunu Aksa
üzerinde oynuyorlar, denediler ama başaramadılar.
Son yaşanan X Ray cihazlarının arka planında
yatan sebepte illüzyon… Doğu Kudüs’te oturan
Müslümanların evlerine defalarca baskın ve
MESCID’I Aksa’ yapılan yardımları ve
yapmış olduğunuz bu seferleri sakın
hafife almayın. Siz semaya en yakın
olan yerdesiniz. Sizden talebim şudur:
Sakın Türkiye’den geldiğiniz gibi dönmeyin. Bu mübarek yerde tevbe edin…
kundaklama girişimlerinde bulunmaları sonucu
üç gencin sabrını taşırtmıştır. Kardeş olan bu üç
gencin Siyonist İsraillin polis merkezine saldırmaları iki askerin öldürülmesini bahane ederek
Mescidi Aksaya saldırmaları onlarca Müslümanı
şehit etmeleri ve yüzlercesini yaralamalarına
rağmen direnişten vazgeçmeyen Kudüslü Müslümanlara başta Türkiye Müslümanları olmak üzere
dünya Müslümanlarının dik duruşu ve dayanışması
karşısında Siyonist İsrail geri atmak zorunda
kalmıştır. Bu olanlar gösterdi ki İsrail ancak güçten
anlar.
“Turistik ! tünellerin”, “utanç duvarlarının”,
kodeslerin, işkencelerin, katillerin, ölülerin gizlendiği bir illüzyon!
“Doğduğu ülkede yaşamayı TERÖRİST faaliyeti
haline getiren”, nefes almayı suç kabul eden bir
illüzyon.!
“Sebepsiz işgallerin, sebepsiz bahanelerin hak
gösterildiği bir illüzyon.!”
Ne zaman yıkılacağı Yahudi takviminde yazan
Mescid-i Aksa’mız dışında… Medya illüzyonistlerinin harekete geçeceği günü beklemek var
geri adım atmanın altından ne çıkacak… Aksa’nın
illüzyonu!
Yanlış tribünlerde oturanlar var hâlâ… Bizim
sancağımız belli bizim rengimiz belli; illüzyonistlere
dikkat! İsraillin piyonu Ortadoğu’nun aktörü Dehlan
bu sefer işbaşında…
Ve şimdi 21.yy da, nesiller sonra:
Şairin dediği gibi;
Filistin bir sınav kâğıdı
Her mümin kulun önünde! (Cahit Zarifoğlu)
Rabbimiz şöyle buyuruyor
“Hak geldi Batıl zail oldu.” Peki, biz Müslümanlar ne zaman Rabbimizin bu buyruğunun yerine
getirmek için harekete geçeceğiz?..
1 Mescidi Aksa muhafızının rehberliğinde ve dilinden Mescidi Aksa
anlatımı Kudüs söz konusu olunca üşenmek söz konusu olmamalı.
Konuşmayı yazıya döken arkadaşıma çok teşekkür ediyorum.
2 Nesaî, Sünen, Mescid, nak. K. Sitte, 12/356
EYLÜL 2017
31
DOSYA
DOSYA
ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS
Susun Diyor Kudüs
Slogan Atmayın!
AYŞE ŞENER
İlk kıble!
Yönelişin ilk göz ağrısı. Bilincin ayaklanışı.
Gaybolan ufkun sökülüp gelişi.
Doğruluğun ve dürüstlüğün başını kaldırıp
baktığında gördüğü: Kudüs!
İnsanın Allah ile yüzleştiği…
Öz sancının ilk elden yaşandığı mekân.
Daha doğru’dan önce doğru’nun varlık alanı:
Kudüs!
Hakikatin güncellemesi ile evvelce yaşanmış
doğrunun kendi zaman ve mekânındaki doğruluğuna
saygı: Kudüs.
Şayet daha doğru varsa vazgeçmenin, hakikatin
kendini yenilemesiyle yenilenmenin, tekamülün
sembolü.
Değerlerin, yönelişin tek bir mekânla sınırlı
olmayacağının, hak için değişmenin, dön/üşmenin,
daima en doğruya dönmenin, tavafın mekân
aidiyetinden çok özgür be özgür bir bağlılık olduğunu öğreten Kudüs.
Aksa/Uzak Mescid; uzaklığın ne büyük bir
yakınlık olduğunu gösteren, mesafeye gününü
gösteren bir aşkın öğretmeni…Kudüs.
….
Bu güne kadar hakkında çok konuştuk.
Çok ağladık. Sızladık.
En çok slogan attığımız mevzularımızdan biri
oldu... Topyekun keder, topyekun öfke olduğumuz…
Bunca bağırıp çağırmaya, bunca konuşmaya,
yazmaya ve ağlaşmaya rağmen “Neden bir şeyler
değişmiyor?” sorusu, sloganı sorgulamaya götürdü.
32
EYLÜL 2017
EN BAŞINDA… Varlık meydanında, her
varlığın kendi gönlü ve gönlünün ucu; kendi dilince
sloganları var. Sahih zikir cümleleri, bir bakıma,
Allah’ın teklif ettiği, O’nunla dildaş olmayı sağlayan
sloganlardır. Müminler bir cümleyi topluca veya
ayrı ayrı seslendirmeden önce Allah’a bakarlar.
Peygamberlerin dudaklarındadır göz kapakları…
Kitab’ından bellenen cümleler içtenlikle ve bilinçle
veya duyarsızca ve otomatik olarak tekrarlar
durulur.
Mesela namaz, aslında yeryüzüne, yerel
mekânlarımıza yayılmamıza rağmen, ya küme
küme, ya da herkesin yerinde sağ olsa da aynı
zamanda toplu olarak yapageldiği eylemlerden
biridir. Namazlarda, aynı veya birbirine yakın
zamanlarda aynı sloganlarla O’nun huzurunda/huzur veren yanında, yakınında toplanırız. Günü beşe
bölen ve zamana hakimiyeti sağlayan bu eylemin
içinde hayatı belinden kavrayan ve gözünün
yaşına bakmadan tutup kaldıran sloganlar vardır.
İlk akla gelen; içlerinden biri olan Allahu ekber;
ilahi değerlerin en büyük tutulası değerler olduğu
bilincini yüceltirken, insanlara ilahlık taslayan
çakma büyüklenmelerin hepsini yerle bir etmeyi
hedefler.
HAYATA ÇIKTIĞIMIZDA İSE; derinden bir kederle
sarsıldığımız veya tam tersi büyük sevinçlerle
coştuğumuz olaylar nedeniyle bir araya gelmek,
yekvücut olmak isteriz. Yaşanan duygusal yoğunluk
tek bir kalbe fazla gelir ve onu kaldırabilmek
için kalplerimizi birbirimize eklemek isteriz. Akıl
akıla verelim isteriz. Gözlerimizi birbirine çakarak
aynı anda aynı hisleri yaşadığımızı hissetmek
ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYAN ŞEHIR: KUDÜS
isteriz. Birlik içinde kuşatmak, mevzumuzu…
Yumruğumuza sarar havaya kaldırırız kalbimizi.
Bütün varlığımızla sıkı sıkıya yukarı doğru sallanan
o yumruktayızdır artık.
Ve tek bir dildeyizdir. Tek bir ses. Tek bir sözde:
SLOGANDA…
Bir anlam vardır; hep birlikte kabullenilen.
Sesler birleşir ve anlam yüksek sesle gök kubbeye
doldurulur.
EĞER; Meydanda bir başına kaldığınızda o
cümleyi dönüp size bağırıyorsa kalbiniz, tamamdır.
Şimdi artık eve barka, sokağa doğru “ikilemek” ve
o sloganı usulca; hal dilinden bağırmak lazımdır.
Yaşaya öle…Ölünceye kadar ya şa mak. Ya ya ya şa
şa şa der gibi. Fakat demeden.
Sloganın ilk meydanı aslında kalbimizdir. Kalp
evimiz. İçimizin sloganlarını her şeyden önce orada
atarız. Yankılar toplanır gelir ve anlam kaderin
ezberine alınır. Daha sonra o anlamın türevlerini
özel yaşamımızın orta yerinde, evlerimizde atar
dururuz. Bütün meydandaki cümleler ve anlamları
eşleşiyorsa ne âlâ. Eşleşmiyorsa ikisinden birinde,
üçünden birinde, birinden birinde yalancıyız.
Yalancının tekiyiz. Yalancının çoku…
Asıl eylem meydanı; kendi hayatımızdan
başka bir yer değildir. Benliğimiz, evimiz barkımız,
sokağımız, caddemiz. Şehrimiz o cümleye boyanıyorsa ne âlâ. Ona hayatımızın özel meydanlarında,
tek başınayken de sahip çıkıyorsak; gereği neyse
uğrunda terliyorsak, duş alıyorsak ve uzanıyorsak
yorgun argın onun yüzünden…O bizim özleştiğimiz
zikrimizdir. Özgün virdimiz.
Bir slogan, evvelinde çilesi, emeği çekilmiş,
yaşanmış ve tırmanılmakta olan bir fikrin o an
duraksanan, zirvesindeki son cümle ise; yalan
değildir.
Tevhidin ilk memleketlerinden. Büyük miras.
Musa’ dan sonra gelen değerli elçilerin de memleketi. Bir zaman özgürlüğü pahalı bulup köleliğe
saklanan eblehliğin: “Sen ve Rabbin gidin savaşın!”
diyerek kıydığı o topraklar, bir zaman sahip çıkmaya
değer bulunmayan o topraklar için de sloganlar
atıyoruz.
Fakat attıklarımızı tutma: yaşamın içinde
hakikate erdirme zamanı. Yoksa daha çok slogan
atmaya devam ederiz. Yumruklarımız bile inanmaz
artık bize. Ve döner kendi suratımıza…
KUDÜS’E BAK!
Davud’un güzel sesini içen göğü var.
Süleyman’ın atlarını uçuran toprakları var.
Kudüs’ün alnı; mührün kendisi.
Talut’un hükmü var.
Zekeriya ve Yahya’nın ala boyadığı gülleri var.
Dikeni de var Kudüs’ün.
İsra bilinci ile yürü git!
Kurulu gökmerdiveni/miraç ile çık!
İnsanlığa yüksel.
ARTIK…
EYLÜL 2017
33
DOSYA
GÜNCEL
Orta Dünyanın Karanlık Eli:
Muhammed Yusuf Dahlan
YASİR ERKUŞ
“G
azze’nin kahraman halkının
umutlarını tekrar yeşertmek için,
HAMAS’taki kardeşlerimizle
ortak çabalarda bulunuyoruz.”
27 Temmuz Perşembe
günü, sürgünde bulunduğu Birleşik Arap
Emirlikleri’ndeki karargâhından video konferans
yoluyla Gazze’deki meclis üyelerine hitap eden
Muhammed Dahlan’a ait bu sözler. Belki en
dikkat çekici cümlesi de buydu o konuşmanın.
Bu sözleri Dahlan’ın ağzından duymak
şaşırtıcıydı, dinleyiciler arasında üst düzey
HAMAS yöneticilerinin bulunması ise daha bir
şaşırtıcı. Zira bu iddialı sözlerin sahibi, 2007
yılında Gazze’de seçilmiş HAMAS Hükümeti’ne
karşı darbeye öncülük etmesi için görevlendirilen, Ortadoğu’nun en karanlık isimlerinden
birisi, Muhammed Yusuf Dahlan’dı.
1961 yılında Gazze Şeridi’nin güneyindeki
Han Yunus kentinde fakir bir ailenin 6. çocuğu
olarak dünyaya geldi Dahlan. Çocukluğu ve
gençliği burada geçti. Filistin Kurtuluş Örgütü*
(FKÖ) içerisindeki en büyük silahlı grup olan
El Fetih’in gençlik yapılanmasında büyüdü.
1981’de Fetih Şahinleri adlı örgütün kurucuları
arasında yer almakla suçlandı. İsrail hapishaneleriyle de o yıllarda tanıştı. 1981-86 arasında 11
kez hapis yattı. Hapishanede İbranice öğrendi.
Hapishaneden çıktıktan sonra Gazze İslam
Üniversitesi’nde okuyan Dahlan, İşletme Bölümün-
34
EYLÜL 2017
den mezun oldu. Sonrasında İngilizce öğrenmek
için İngiltere’ye, Cambridge Üniversitesi’ne gitti.
İsrail hapishanelerine girmesi, Dahlan’ın
Filistin’deki siyasi karizmasına çok şey kattı.
1987 yılında başlayan 1. İntifada nedeniyle
İsrail tarafından Filistin’den sürgün edilmesi
ise şöhretini daha da arttırdı ve kısa sürede El
Fetih’in öncüleri arasında yer edindi. Amman’a,
Kahire’ye ve Bağdat’a gitti. Buradan Libya
ve Tunus’a geçip oralardaki Filistin Kurtuluş
Örgütü yapılanmalarına katıldı. Bu dönemde
Yaser Arafat ile arası çok iyi olan Dahlan, siyasi
ve askeri eğitimini Tunus’ta aldı.
Dahlan’ın ‘işbirlikçilik’ süreci de yine
Tunus günlerinde başladı. CIA eski çalışanlarından Vatalia Bruner’a göre Dahlan bu dönemde
El Fetih ile CIA arasında aracılık yapıyordu.
1993 yılında ABD’nin inisiyatifinde Norveç’in
başkenti Oslo’da İsrail ile FKÖ arasında başlayan
gizli görüşmeler sonucunda Washington’da Oslo
Mutabakatı imzalandı. Yaser Arafat liderliğindeki FKÖ’nün içinde yer alan birçok örgüt Arafat ve
Oslo gizli görüşmelerine sert eleştiriler getirirken, Muhammed Dahlan İsrail ile anlaşmanın
Filistin’e sağlayacağı yararlar üzerinde durdu.
Oslo Mutabakatının ardından Gazze’de
oluşturulan 20 bin kişilik Filistin Önleyici
Gücü’nün başına geçerek CIA ve İsrail istihbarat
servisleriyle sürekli temas haline geçen Dahlan,
Yaser Arafat ile rekabet etmeye başladı.
güncel
Yine Oslo Mutabakatından sonra 1994’te
açılan, Gazze’yi İsrail ve Batı Şeria’ya bağlayan
Karni geçiş kapısından elde edilen gelirin
yüzde 40’ını İsrail’den tahsil eden Dahlan’ın, bu
paradan 1 milyon şekel’e yakın miktarı (yaklaşık
1 milyon lira) zimmetine geçirdiği; bunun yanı
sıra Gazze’de uyuşturucu kaçakçılığı ve rüşvet
mafyasından elde ettiği devasa gelirle Gazze’nin
en zenginleri arasında yer aldığı biliniyor..
Halk arasında yaygınlaşan “Gazze idi, oldu
Dahlanistan.” sözü de bu olağandışı güçlenme ve
zenginliğe gösterilen tepkinin bir tezahürü.
2002 yılında İngiltere’ye giden Dahlan,
Amerikalı ve İsrailli birçok yetkili ile görüştü.
Dahlan’ın burada Sabra ve Şatilla kasabı olarak
bilinen Ariel Şaron’un oğlu Umeri Şaron’la da
uzun görüşmeler yaptığı biliniyor.
2003 yılında Ürdün’deki Akabe görüşmelerinde Amerika ve Siyonistlere HAMAS’ı
devirme planları sunan Dahlan hakkında
Bush “Bu genç bizi hayretler içerisinde bırakıyor.”
demiş ve kendisinden övgüyle bahsetmişti. Bu
görüşmelere -o zamanlar İsrail Savunma Bakanı
olan- Şaul Mofaz, Ariel Şaron ve Mahmud Abbas
da katılmıştı.
İsrail’in 2005’te Gazze’den çekilmesi ve
2006’daki seçimlerin HAMAS’ın zaferiyle
sonuçlanmasının ardından Dahlan, Fetih
saflarında HAMAS’a karşı “kanlı ve kirli bir
kampanya” başlattı.
ABD merkezli Vanity Fair dergisi de
HAMAS’ın 2006’daki seçim zaferi sonrasında
Washington yönetiminin HAMAS’ı iktidardan
uzaklaştırmak için hazırladığı komplonun
merkezinde Dahlan’ın olduğunu ifade etmişti.
Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas,
Arafat’ın Dahlan’ın yürüttüğü bir suikastın
kurbanı olduğunu; hatta sadece Arafat değil,
çok sayıda Filistinliye yönelik suikastta onun
parmağı olduğunu iddia etmişti. Abbas ayrıca,
Dahlan’ın 2000 yılındaki Camp David zirvesinde
İsrail ve ABD ile iş birliği yaparak Filistin’in
müzakere masasındaki elini zayıflattığını öne
sürmüştü.
Yine İngiliz The Guardian gazetesinin eski
editörü David Hearst de Dahlan’ı 15 Temmuz
darbe girişiminde FETÖ elebaşı Fethullah Gülen
ile Abu Dabi yönetimi arasında aracılık etmekle
suçlamıştı.
Tabii işlediği suçlar bunlarla sınırlı değil,
sicili bir hayli kabarık Dahlan’ın. 2008 yılında
İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısı öncesinde
dönemin Ehud Olmert hükümetiyle istihbarat
paylaşmak ve HAMAS komutanlarından
Mahmud Mabhuh’a 2010’da Birleşik Arap
Emirlikleri’nde MOSSAD ajanları tarafından
gerçekleştirildiği iddia edilen suikasta yardımcı
olmak da Dahlan aleyhine getirilen suçlamalardan bazıları.
Bugün bölge genelinde yürütülen örtülü
operasyonların, faili meçhul cinayetlerin, terör
organizasyonlarının birçoğunda onun imzası
var. Bölge dışı güçlerin kirli işlerini yürüten,
istihbarat ağlarının taşeronluğunu yapan, kara
para aklayan, terörizmin finansmanını organize
eden, bölgedeki rejim değişikliği projelerinde rol
EYLÜL 2017
35
güncel
alan ve Ortadoğu coğrafyasındaki en ücra köşeye
kadar kolu uzanan biri Muhammed Dahlan.
Şimdi tüm bu bilgiler ışığında, yazının giriş
kısmında alıntıladığım o cümleye bir kez daha
dönüp bakalım:
“Gazze’nin kahraman halkının umutlarını
tekrar yeşertmek için, Hamas’taki kardeşlerimizle
ortak çabalarda bulunuyoruz.”
Peki nasıl oluyor da bunca kirli işe bulaşan
Dahlan ile Filistin İslami mücadelesinin duayen
isimleri el sıkışıp anlaşmaya varabiliyor?
Aslında HAMAS’ın kısa vadede hedefi belli:
Bir yandan en büyük destekçileri olan Katar’a
uygulanan ambargo bir yandan da Mahmud
Abbas yönetiminin yaptırımlarla ablukayı iyice
ağırlaştırması sonucu iyice köşeye sıkışan Gazze
halkına nefes aldırmaya çalışıyorlar. Kısa vadede
hedef belli olmasına rağmen atılan bu adım
uzun vadede harekete ne katar, hareketten neler
götürür bilinmiyor.
Dahlan, bir taraftan HAMAS ile El Fetih
arasındaki ayrılığı kendi çıkarları doğrultusunda
kullanmayı başarırken, diğer taraftan kendisini
‘can çekişen Gazze’nin kurtarıcısı’ olarak takdim
etti.
Bir direniş hareketi olan HAMAS, askeri
olarak İsrail’e direnebilmeyi başardı. İşgal devleti
karşısında başarılı bir mücadele verdi. Ancak
İsrail-Mısır ablukası, üstesinden gelinmesi neredeyse imkânsız bir hal almışa benziyor. 2 milyon
Gazzeli, yaşamı tehdit eden elektrik kesintileri,
yiyecek, temiz su, ilaç ve yakıt yetersizliğinden
dolayı ciddi sıkıntılar yaşıyor. Geçtiğimiz mayıs
ayında ise Mahmud Abbas yönetimi, Gazze
Şeridi’ndeki çalışanlarının maaşlarını ciddi
oranda düşürdü ve Gazze’ye sınırlı ölçüde
elektrik tedarik eden İsrail firmasına yapılan
ödemeleri durdurdu.
Gazze halkı ve HAMAS’ın böylesine köşeye
sıkıştırıldığı bir süreçte Dahlan cömertliğiyle
(!) sahneye çıkarak yakıt, ilaç, elektrik ve her
türlü ihtiyaç malzemesi teklifini devreye soktu.
Elbette ki hayrına yapmıyordu tüm bunları,
karşılığında iktidardan hisse istiyordu.
Geçtiğimiz haziran ayında HAMAS heyeti,
Mısır nezaretinde Dahlan’la bir araya gelmek
için Kahire’yi ziyaret etti. Heyetin başında,
36
EYLÜL 2017
20 yılını İsrail zindanlarında geçiren ve askeri
kanadın İsrail’e karşı göstermiş olduğu direnişe
öncülük eden HAMAS’ın yeni lideri Yahya Sinvar vardı. Sinvar, Mısır’ın Gazze Şeridi ile Sina
çölünü birbirine bağlayan Refah sınır kapısını
açması karşılığında, Dahlan’a yönetimden pay
veren anlaşmayı kabul etti.
Aktarılan bilgilere göre Refah sınır kapısı
yakın zamanda açılacak ve sınırın Mısır tarafında kısa bir süre içerisinde elektrik santrali
kurulacak. Santralin inşası bittiğinde de Gazze’nin 22 saatlik elektrik kesintisi ciddi oranda
azalacak. Böylece 2007’den bu yana İsrail’in ağır
kuşatması altında yaşam savaşı veren Gazze
halkının hayatî fonksiyonlarını sürdürmesine
yarayacak bir rahatlık ortamı sağlanmış olacak.
Gazze halkının içerisinde bulunduğu şartları
göz önüne alırsak, kısa vadede bu anlaşma ciddi
bir başarı. Ancak Filistinli analistler, HAMAS’ın
Fetih’ten ihraç edilen Dahlan ile ortak çıkar
gereği yakınlaşmasının HAMAS-Fetih gerginliğinden kaynaklandığı ve Dahlan ile böyle bir
ittifakın Filistin’deki bölünmüşlüğü daha da
derinleştireceği görüşündeler.
Ayrıca şu da bilinen bir gerçek ki, HAMAS’ın
çıkar ilişkisine karşın Dahlan’ın hedefi HAMAS’ı
başta Katar olmak üzere direnişe destek veren
ülkelerden uzaklaştırmak, Filistin toplumundaki
prestijini yitirmesini sağlamak ve İsrail’e karşı
güçsüzleştirmek. HAMAS’ın direnişçi yapısından uzaklaştırılarak sıradan bir halk hareketine
dönüştürülmesi ise yine İsrail, BAE ve Mısır
üçlüsünün temel planlarından biri.
Aslında HAMAS da her şeyin farkında ancak
şu durumda ‘ezeli düşman’ Dahlan’la masaya
oturmaktan başka çaresi yok. Umarız HAMAS
uzun vadeli bir plan yapar ve yıllardır ilmek ilmek
dokuduğu yapıyı stratejik bir hatayla heba etmez.
* Filistin Kurtuluş Örgütü, bağımsız Filistin devleti kurmayı
amaçlayan şemsiye niteliğinde bir organizasyondur. Birbirinden
farklı ideolojilere sahip pek çok organizasyon, direniş hareketi,
siyasi parti ve bağımsız figürü içerisinde barındırır. FKÖ içindeki en
büyük grup olan El Fetih dışında FKÖ’ye katılan ilk gruplar George
Habaş’ın kurduğu Marksist çizgideki Filistin Halk Kurtuluş Cephesi
ve bu gruptan kopan Maoist, Nasır karşıtı Nayif Havatme’nin Filistin
Demokratik Kurtuluş Cephesi ile Suriye Baas Partisi destekli El
Saika olmuştur. Yine Türk Solu’nun efsane isimlerinden Deniz
Gezmiş ve arkadaşlarının da FKÖ kamplarında eğitim aldığı
bilinmektedir.
güncel
Diyanet ve Görmez’in
‘İstifa’ Meselesi
SAİT ALİOĞLU
“Bir ay doğar, ilk akşamdan ürüşan,
Bir ben değil, bütün âlem perişan...”
iyanet’in kuruluş amacına geçmeden
önce, din-devlet ilişkisi üzerine şunları söyleyebiliriz: İnsanı doğumundan
ölümüne dek, hayatının her evresinde
‘yalnız bırakmadığını’ düşündüğümüz
din olgusunun, her şeyden önce insanda gelişen,
yerleşen ve neredeyse, kişinin karakterini
belirleyen esas amil olduğu bir hakikat olarak
durmaktadır.
Buna rağmen, seküler düşünce skalası
içerisinde, ilk ve ilkel insanın temelsiz ve
‘mesnetsiz’ kaygı ve korkularının bir eseri olarak
lanse edilegelen ve aslının olmadığı ‘bilimsel
bir vukufiyet’ ile söylenen dinin, aslında, inanç
için en vazgeçilmez bir unsur olduğu fıtrat
bütünlüğünde kendisinde yer bulurdu.
Bundan dolayı, devlet aygıtının ortaya çıktığı
andan itibaren, kendine bir meşruiyet arayan
devletin, terkisine dini aldığını görmekteyiz...
O günden bugüne sorulan sorulardan birisi
şuydu; din mi devlete tabi olmalıydı, yoksa
devlet mi dine?..
Tavuk mu yumurtadan, yoksa yumurta mı
tavuktan çıkardı misali, bitimsiz ve anlamsız
tartışmalar din tarihi boyunca sürüp gitmiş ve
günümüzde de bu bitimsiz tartışmalar berdevam etmektedir.
Din devlete nasıl tabi olacaktı? Kim, dinin
D
‘aslî’ temsilcisiydi? Birisi, asli temsilci ise, onun
devletle olan ilişkisinde, koşulların aynı olması
icap ederdi. Devlet dine tabi olduğunda ise,
devleti, din, dolayısıyla Allah/ilah nezdinde
temsil edecek birilerine ihtiyaç olacaktı...
Bu türden tartışmalar, tarih boyunca
sürdüğü halde, egemenler de çoğu kez o dinden
göründükleri halde, dini kendi tekelleri altına
almış, meşruiyeti yine onda aramış ve dine
hükmetmişlerdi.
İşte bu sebepten ötürü, salt ideolojik
angajmanları devreye sokmadan söylersek, o
egemenler, kendi devlet yapılarına “din devleti,
ya da modern zamanlarda bizde olduğu üzere
İslam devleti” dediler.
Kendi devlet yapılarına salt din devleti, ya da
İslam devleti demeyenler de, dini kendi hâkimiyetlerine almak için, kurumlar oluşturdular.
Osmanlı’da Şeyhülislamlık, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde ise, bu kuruma ‘Diyanet İşleri
Başkanlığı’ dediler.
DIYANET’IN KURULUŞ AMACI...
Diyanet’in kuruluş amacı, her ne kadar
laiklik ilkesi açısından bir defa dini belli bir
çerçeveye hapsetmek, onun toplumsal hayatın
tümünü, ‘yeniden’ düzenleme potansiyelini
törpülemek ve onu uygun görülen bir nokta
da tutmak olarak değerlendirilse dahi, aradaki
mantık farkına vurgu yaparak söylediğimizde,
kendi meşruiyeti için dini kullanma düşüncesine
EYLÜL 2017
37
GÜNCEL
sahip olmayı bir ayrıcalık kabilinden sayan
devletlerle birlikte, Kemalist sistemin o olguyu
miras aldığı bilinen Osmanlı’daki kuruluş
amacının aslında aynı olduğunu söyleyebiliriz..
O da, dinden kendine meşruiyet aramak,
‘sözde’ toplumun dinden kaynaklanan meselelerine çözüm aramak adına, ona uygun, layık(!)
bir kurum ihdas etmek ve bu yolla toplumu,
toplum için en önemli değer olan din üzerinden
bir arada tutmak ve meşruiyetin devamını
sağlamak...
“Cumhuriyetin bir kurumu olmakla
birlikte tarihsel kökeni itibarıyla Şeyhülislâmlığa
dayanan ve onun geleneksel misyonunu sürdürmek üzere kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
görevi, kuruluş kanunu olan 3 Mart 1924 tarihli
ve 429 sayılı Kanun’da ‘İslam dininin itikat
ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve
dini kurumları idare etmek’ şeklinde ifade
edilmiştir.
Ülkedeki tüm cami ve mescitlerle bunların
görevlilerinin idaresi Başkanlığa verildiği gibi
tekke ve zaviyelerle bunların görevlisi olan
şeyhlerin idaresi de Başkanlığa verilmiştir.
1925 yılında tekke ve zaviyelerin kapatılması ile
birlikte bunlara dair hususlar Başkanlığın görev
alanından çıkarılmıştır.”1
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yapısı ile
ilgili olarak, tarih içerisinde birçok değişiklik
yapılmış, bunların en önemlilerinden son ikisi,
60 ve 80 ihtilali sonrası düzenlenen anayasalar
çerçevesinde yapılmıştır.
1961 Anayasasında Diyanet İşleri Başkanlığı
Anayasal bir kurum olarak düzenlenmiş, ona
genel idare içinde yer verilmiş ve bu kurumun,
özel kanununda gösterilen görevleri yerine
getirmesi öngörülmüştür.
1982 Anayasası’nda ise, ‘genel idare içinde
yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi
doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma
ve bütünleşmeyi amaç edinmek şartıyla, ‘özel
kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.’
hükmü vardı.
Bununla da başkanlığa bir görev verilmiş ve
uyması gereken kıstasları belirlemiş ve haliyle de
başkanlığa tarihi bir misyon yüklemiş oluyordu.
38
EYLÜL 2017
KEMALIST, LAIK VE SOL
KESIMLERIN EKSERIYETININ
DIYANET’E YÖNELIK MANTIĞI...
Din-devlet ilişkisinin, Osmanlı sonrası bir
değişim ve dönüşüme girmesine koşut olarak
en başta Kemalist sistem, dine karşı seküler
planda hasmane ve tarafgir davranmasının bir
sonucu olarak Türkiyeli Müslüman kitlenin ezici
çoğunluğu tarafından kuşku ile bakıldığı bir
vakıa olma özelliğine sahipti.
Bu teşkilatı ayakta tutma düşünce ve
istidadının bizzat Kemalist sistem tarafından,
bu teşkilatın elde tutulması üzerinden Müslüman kitleyi ‘rejim adına’ manipüle edilmesini
sağlamıştı.
Bundan dolayı da bu kitlenin büyük çoğunluğu teşkilatın lağvedilmesini ve yerine, özerklik
bağlamında farklı bir teşkilatın kurulması ve
idaresinin de cemaatlerde olması yönünde
idi. Ama daha sonraki süreçlerde, Müslüman
kitlenin büyük çoğunluğu, modern zamanlarda
yaşıyor olmalarına rağmen, birçok konuda yer
yer anakronik haller gösteriyordu.
Bunlardan en belirgini, yeni gelişmekte olan
küresel kapitalist sisteme entegre edilmelerinin
esaslı bir koşulu olan, demokratik çerçeveli
siyasi partilere angaje edilmelerine rağmen, bir
yandan da hilafeti ve Osmanlı usulü din-devlet
ilişkisini dillendiriyordu.
Ama bunun böyle olmadığı, dahası olmayacağı, ilerleyen ve gelişme istidadı gösteren
kapitalist sisteme, maddi kaynaklı bir takım
gerekçelerle ilgi gösterildiğinde ise, hemen her
konuda olduğu üzere bu konuda da ‘eşyanın
tabiatına uygunluk’ söz konusuydu.
Bu meyandan söylersek, Diyanet kurumu
hakkında ileri sürülen özerklik ve daha da ileri
giderek o kurumu tümden lağvetme düşüncesi
yerini, ‘devlet bu konuda ne derse en uygunu odur’
formülü kabul görüyordu.
Daha sonraları, dinin toplumsal planda görünürlük kazanmasının, ileride bir rejim sorununa
yol açıp açmayacağı kaygısı ağırlık kazanıyor,
bu tehlike(!) rejim ve yandaşları açısından hep
yakın bir tehlike olarak burunlarının dibinde
adeta dikenli bir gül gibi duruyordu!
Diyanet’in bırakın özerkliğini, ya da tümden
güncel
kapatılmasını, ihtiva ettiği oranda, toplumsal
hayatı her açıdan -o da Kur’an’dan hareketle
ilkeler vazederek-düzenleme potansiyeli, en
başta sağcı, solcu laik kesimleri korkuttuğu gibi,
zamanla evirilerek ‘sistemci’ olan geniş Müslüman kitleleri de endişelendirmeye başlamıştı.
Bununla birlikte, Osmanlıdan miras
aldığı kurumlara, yenilerini ekleyerek devleti
alabildiğine tahkim eden ilk kuşak Kemalistlere
ve onların mirasını muhafazakâr, millici ve milliyetçi kulvarda yürütmeye çalışan ‘vasat’ kesime
rağmen, sıkıştıklarında Kemalist yavelere
başlayan, ona neredeyse muhafazakârı, muhafızı
olan, ama çoğu kez evrensel sol söyleme sarılan
laik sol kesimlerin büyük çoğunluğu, din-devlet
ilişkisi konusunda, ilk kuşak Kemalistler kadar
zeki, becerikli ve kuşatıcı değiller.
AK Parti’nin zaferle çıktığı son seçimlerden
sonra, idealize ettikleri emek mücadelesini adeta
unutarak, kendi varlık gerekçelerini, AK Parti ve
onun başarısı ve birçok kez tekrarlanan birtakım
yanlışlarının ağırlığıyla muhafazakâr iktidarı
alaşağı etmek adına, işe Diyanet kurumunun
ortadan kaldırılması söylemiyle başlamaları
ve her gerekçe ile buna yönelmeleri solun din
düşmanlığının da tescili oluyordu..
Tabii ki, bu konuda, ev sahibi konumda
bulunan ‘iktidar çevreleri’ ve özellikle Diyanet
adına yapılan bazı ‘galiz yanlışlar –Mehmet Görmez’ e ısrarla verilen Mercedes marka makam
arabası- laik sol çevrelerin düşmanlığının tavan
yapmasına sebep olmuştu.
İKTIDAR bu konuda bizleri yanıltmamıştı. Görev, bu konularda liyakat sahibi
bir kişiye verilmişti. Bu zatta Ankara
İlahiyat menşeli, ilahiyat eğitimi ile birlikte, medrese geleneğinden gelen, Kürt
ve Hanefî çevreden gelen bir isimdi…
Gerçi, muhafazakârlar hata ve yanlışta
bulunmamış olsalar da, laik sol çevreler bir
yolunu bulup dinin toplumsal görünürlüğüne
halel getirmeye çalışacaklardı…
Bununla birlikte, kendilerini geleneksel Türk
devlet mantığına binaen Sünni/Hanefi olarak
tanımlayan, ama süreç içerisinde sağcılaşan,
milliyetçi olan, bununla birlikte, hem koca tarihi
dilim içerisinde oluşturduğu kendi ‘milli- dini’
değerlerini, hem de mevcut Türk Devleti’nin
muhafazasını arzulayan ya da öyle görüntü
veren -FETÖ örneğinde olduğu üzere- kitlenin,
başına kim gelirse gelsin, ne tür uygulamada
bulunursa bulunsun, Diyanet’ten, dolayısıyla da
rejimin din politikalarından rahatsız olmayan
bir kitleden de ayrıca bahsedebiliriz..
Sağcı cenahı, konumuz gereği Diyanet
üzerinden eleştirmemize rağmen, bir hakkın
tevdi edilmesi gereği, kendini bu cenaha nispet
edenlerin kahir ekseriyetinin, her ne kadar
sağcılık tanımı yapıldığında, ortaya çıkan;
‘sağcılık ta bir batılı ideolojidir’ önermesinin,
o cenahı oluşturan insanlar açısından pek de
EYLÜL 2017
39
güncel
gerçeği, hatta hakikati yansıtmadığı ortaya
çıkacaktır.
Zira onlar, kendilerini çeşitli açılardan
İslam’a nispet ettiklerinden ötürü, onları,
salt Batı’dan tevarüs edilmiş bir sağcılıkla
tanımlamak, hatta suçlamak pek de yerinde
olmayacaktır.
Onlar olsa, Emevi mantığına sahip ‘muhafazakâr’ Müslümanlar olarak tanımlanırlardı.
Bunun kendisi de ‘belki’ onları “bazı”
konularda yüzleşecekleri imtihanlardan koruyup
kurtaramayacaktır, ama salt batıcılığı kurtuluş
olarak gören laikler, solcular gibi de değerlendirilmeyeceklerdir. Zira kendilerini İslam’a nispet
ediyorlar...
‘MUHAFAZAKÂR DEMOKRAT’ AK PARTI
IKTIDARI AÇISINDAN DIYANET...
AK Parti’yi ve birçok muhafazakâr parti çevresini kendisini oluşturan insan profili açısından
ele alıp değerlendirdiğimizde, çoğunluk itibarıyla
bir yandan dindar, bir yandan da modernlikle
–eskiye nazaran- pek bir sorunu olmayan
muhafazakâr Müslümanlardan oluşuyordu.
Bu kitle, çeşitli açılardan Kemalist sistemle
az da olsa kan uyuşmazlığı olmakla birlikte;
sonuçta kendisini bu toprakların sahibi olarak
gören, konjönktür gereği sistemsel farklılaşmaları arızî olarak değerlendiren ve bu arızî
durumları yerine göre sineye çeken bir kitleydi.
Yine bu kitlenin esas gayesinin yaklaşık bin
yıldır kendisi adına kurulduğu söylenen devleti
yaşatma düşünce ve çabası, bugünün sıcak
atmosferinde görülemezse bile, ileride pek net
bir şekilde görülebilecektir.
Modernleşme, gelinen süreçte içeriği açısından hep din karşıtlığını mı içeriyordu? Eskiden
öyle bakılsa bile, günümüzde bu olgu da evirilerek
kendini makul hale getiriyordu. Dahası, zaman
onu, bu kez muhafazakârlaşmaya zorluyordu.
Zaten bu moderleşmeden İslamcı çevrelerde
vareste olmadıkları halde, bir zamanlar sistem
adına Kemalist rejim tarafından çıplak şekilde
“madem laikleştirilemeyecek, o halde İslami
kimliğin zıddına “dindar millici, milliyetçi”
olması arzulanan kitlenin, sandık ki, AK Parti
sürecinde İslamcılaşması söz konusu olacaktı…
40
EYLÜL 2017
Ama bir de bakıldı ki, birebir Kemalistlerin
yaptığı gibi değilse de, hatırı sayılır bir muhafazakârlaştırılma ameliyesi, bu kez, geçmişte
o kitlenin dile getirmeye çalıştığı gibi ortadan
kalkması ve olmazsa bile ‘en azından’ özerkleşmesi öngörülen Diyanet gibi devasa bütçeye,
güce ve etki alanına sahip resmi bir teşkilat
eliyle gerçekleştiriliyordu.
Çoğu kez kendi iktidar meşruiyetini
toplumsal kesimlerin demokratik taleplerinden
aldığını söyleyen, gerek AK Parti iktidarının
ve gerekse de parlamenter sistemin yerine bir
Başkanlık Sistemi yerleştirmeyi düşünen, bu
işi üzerine aldığını her zaman ve mekânda dile
getiren Erdoğan’ın, AK Parti’nin kuruluş esprisi
sayılan değişimcilik olgusuna ket vurduğu
düşünülebilirdi.
Onu muhalefet partilerinin –haklı ya da
haksızlar- karşı çıkışları muvacehesinde otoriterleşmekte olup, bir yandan da esnetmeleri
gereken devletçiliğe yeniden dönüşü, bu süreçte
Diyanet Teşkilatı’na yönelik saldırlar ve savunulardan ötürü çıkarımda bulunabilmekteyiz.
DIYANET GÖREV ALANINI
GENIŞLETIYOR VE RISK ALIYORDU.
Bu görev alanının genişletme çabası ve
kendi üzerine risk alması, her şeyden önce,
klasik eğitime alternatif olarak ilk dönem
Kemalist kadro tarafından kurulan İmam-Hatip
Liseleri, giderek onlarca yıl içerisinde, müfredat
açısından laik, Kemalist ve Türk İslam sentezine
bürünmüştü.
Bu eğitim sisteminde sağcı, millici, milliyetçi
ve AK Parti iktidarının şahsında muhafazakârlık
üzerinden, sözde İslam’a hizmet sadedinde
yetiştirilmesi düşünülen yeni kuşağın, devletin
her kademesinde görevlere getirilmesi açısından
düşünüldüğünde bir anlamı olacaktı.
Her iktidar, kendi sosyal, siyasal ve iktisadi
sınıfını oluşturuyordu. Bir de buna kültürel
sınıfı da ekleyebilirdik. AK Parti iktidarı döneminde ise, bırakın bir kültürel sınıfı, kültür ve
eğitim konusu dahi sarpa sarıyordu.
Konu ile ilgili sempozyumlar ve seyrek olarak
yapılan şuralarda alınamadığı gözlemlenen
sonuçlar da göze çarpıyordu.
güncel
AK Parti ve Erdoğan tarafından, muhalefetin
savrukluğu, şaşkınlığı, o kesime yönelik muhafazakâr katmanda revaç bulan salt düşmanlık,
ölçünün ve adaletin alabildiğine elden yittiğini
de gösteriyordu.
Bunun yanında İslamcı bir muhalefet
dilinin de maalesef yitirilmesi gibi gerekçeler
eklendiğinde muhafazakârlık alabildiğince prim
yapacağa benziyordu.
ERDOĞAN’IN Görmez’ e makam aracı
olarak Mercedes marka bir otomobilin alınması, devletin kaynaklarını
çarçur ve berhava etmek, velayetleri,
sosyal devlet adına iktidar tarafından
üzerine aldığı yetimin hakkının da
gözden çıkarılması demekti…
GÖRMEZ GÖREVDE...
AK Parti’nin ilk iktidar döneminde, mutat
olduğu üzere, birçok kurumda olduğu gibi,
Diyanet teşkilatında da başkan değişimi olmuş,
Mehmet Nuri Yılmaz’ın yerine, Ankara
İlahiyat çevresinden Prof. Dr. Ali Bardakoğlu,
teşkilat başkanlığına getirilmişti.
AK Parti hükümetini, o güne dek hüküm
süren iktidarlara nazaran Müslüman topluma,
İslami anlayış ve kültür açısından pek de yakın
durmayan, çoğu sağcı ve solcu iktidarlara
nazaran, topluma yakın duran tavrına bakıldığında, o günün Diyanet’inde yapılan başkanlık
değişimi, bir devrim olmamakla birlikte, salt
bürokratik atamadan da ziyade, devletin din
konusunda, farklılaştığının işaretlerini ortaya
koyuyordu..
Ali Bardakoğlu’nun hem Ankara İlahiyat
çevresinden oluşu ve hem de dini anlama
konusunda “sahih, doyurucu ve çağın sorunlarına ‘en’ sağlıklı çözümleri içeren özgün uğraşıları”
sunmaya çalışması, Diyanet’in toplum nezdinde
itibar görmesini de sağlayacaktı.
Madem çıta yükseltildiyse, bu kez Bardakoğlu’nun yerine geçecek olan zevatın da, bir
o kadar sahih, doyurucu ve özgün uğraşılar
içerisinden gelen ve bunları deruhte edecek
birisinin başkanlığa getirilmesi, hem toplumsal
istek ve hem de, kalitenin geliştirilmesi açısından elzem olacaktı...
İktidar bu konuda bizleri yanıltmamıştı.
Görev, bu konularda liyakat sahibi bir kişiye
verilmişti. Bu zatta Ankara İlahiyat menşeli,
ilahiyat eğitimi ile birlikte, medrese geleneğinden gelen, Kürt ve Hanefî çevreden gelen bir
isimdi…
Burada şunu belirtelim; dün olduğu gibi,
bugün ve yarında, başkanlığa ‘sürekli olarak’
Kürt ya da Türk; Hanefî çevreye mensup birisi
getirilecekti. Ki, bu ‘modern’ Türk devletinin
Osmanlı ve Selçukludan devraldığı bürokratik
bir mirastı.
Aslında bu miras, devletleşme ile birlikte
Türk cihan hâkimiyeti mefkuresinde kendine
ait yer bulmuş olup din ve Türk’ü dine bağlayan
mezhebi anlayış, kavrayış açısından önemli bir
ayrıntıya dönüşmüştü.
Görmez’ in atanmasında, bir noktada Hanefî
bir çevreden olması dikkate alınmış olsa da,
bizzat Erdoğan’ın çözümünü üzerine aldığını
deklare ettiği başta Kürt sorunu olmak üzere,
Roman ve Alevi/Caferî açılımlarının da ‘kalıcı’
etkisi olmuştu.
Zaten dolayısıyla da başkanlığa işin ehli olan
ve aynı zamanda da Kürt coğrafyasına mensup
ve sorun çözme sadedinde bulunması istenen
bir özellik olarak göze çarpıyordu.
Zaten, Diyanet’in de, son durumu itibarıyla
bu toplumsal kesimler nezdinde resmi olmakla
birlikte, ‘Müslümanca’ bir anlamı oluşmuştu.
Bundan dolayı, gerek resmiyet ve toplum
bağlamında kurumlardan bir kurum olan
ve gerekse, bir yandan da İslamcı kesim
açısından özerkleştirilmesi ve gerekse de laik
sol cenah tarafından ise, kapatılması istenen
bir teşkilatın, süreç içerisinde, kendisine uygun
görülen kurumsal sıralamayı da aşan bir oranda
en önemli kurum haline gelmesi, Görmez’ in de
popülaritesini arttırmış oluyordu.
Resmî bir kurum, içerdiği bilgiler, görev
ve sorumluluk alanı ve işleyişi göz önünde
bulundurulduğunda, istisnai durumlar dışında,
toplumun tüm kesimini kendi kapsama alanına
dahil ederdi.
EYLÜL 2017
41
güncel
Söz konusu teşkilat Diyanet ve iktidarda da
Müslüman topluma yakın duran bir hükümet
vardı ise eğer, görev ve sorumluluk alanı da
bir o kadar genişler ve hem eskisinden ve hem
de başka kurumlarınkinden bariz farklılıklar
gösterirdi.
Baştan belirtelim, bir Müslümanın ne
konumda olursa olsun, eğer bir makamda
sorumluluk alma sadedinde ise, o kişinin,
içerisinde bulunduğu yapı ve rejim/sistem, ya
da o günkü iktidarın ‘en’ yetkililerinin ‘daha
uygundur’ düşüncesiyle, o Müslümana lükse ve
israfa kaçamak yakışmazdı.
Hatta ‘dinî bir kurum üzerinden’ gösterişin
alenileşmesi, israfın da mutat hale gelmesi
ve getirilmesi, olsa olsa, devralınan sistemin
bekasından hareketle maalesef Müslümanın
da kanıksadığı kapitalist bir anlayışın daha da
işlerlik ve meşruiyet kazanması demekti.
İşte bu konuda, Erdoğan’ın Görmez’ e
makam aracı olarak Mercedes marka bir otomobilin alınması, devletin kaynaklarını çarçur
ve berhava etmek, velayetleri, sosyal devlet
adına iktidar tarafından üzerine aldığı yetimin
hakkının da gözden çıkarılması demekti…
Bir Müslüman, hangi makamda olursa olsun,
mütevazı olmak ve olanla yetinmek mecburiyetinde idi. Velev ki, bu zat Diyanet İşleri Başkanı
olsun, hiç değişmezdi ve asla değişmemeliydi.
Kaldı ki, öteden beri bir olgu olan dinle,
diyanetle hiçbir ilişkisi bulunmamış ve aynı
zamanda üzerinde bulunduğu seküler zemin
açısından bakıldığında dine, diyanete düşman
olan ve öyle tavırlar sergileyen sol çevrelerin
diline düşmesi pek hayırhah olmamalıydı.
Onlar tarafından tahkir edilmeleri ve
var olan itibarın sarsılması, Bazılarının Mal
bulmuş Mağribî misali işi yalan ve yanlış, kendi
bağlamında koparıp çığırından çıkarmaları
Müslüman toplum açısından hiç de şık değildi
ve olmamıştı..
Ama bizimkiler, bu kadarcık bir şeyi dahi
düşünememişlerdi oysa...
Görmez’in bir de, kendisi daha görevdeyken,
Diyanet’in bağlı olduğu Başbakan Yardımcılığı
tarafından, o da Başbakanlığın emriyle, yardımcısının görevden alınmasına göz yumması gibi,
42
EYLÜL 2017
hadiseler, sözde bu kadar açılıma ve Diyanet
üzerinden dini hayatın yeniden tanzim edilmesi
ameliyesine bir gölge düşürmekteydi...
Süreç içerisinde yeniden hatırlanan, onun
üzerinden devletin ve iktidarın Müslüman
toplumla eskisiyle kıyaslanmayacak kadar
‘sağlıklı bir ilişkiye’ geçtiği düşünülen bir
vasatta, “resmi yer izin verdiği sürece” kendi ve
başta yardımcılarının, personelinin konumunu
pekiştirip protip bir işlev ortaya konulacağına,
iktidarın bir nevi oyununa gelmesi de eksik ve
kusurlu bir hareketti...
Görmez’ e yönelik olarak yapılacak
eleştirilerden birisine gelince; Mehmet Görmez
Ankara İlahiyat çevresinden olup, Türkiye’nin
son dönem açısından yetiştirdiği en önemli
ilahiyatçılardan birisi olduğu, akademik hayatta
‘hayli’ başarılı bir geçmişinin bulunduğu, bürokratik bir işe ehil olduğu ve bunlarla birlikte,
içerisinden çıktığı ilahiyat çevresi açısından
‘modernist’ İslam formundan sayıldığı ileri
sürülüyordu..
Bir kişi, kendi alanında, düşüncesi gereği,
sevip benimsediği herhangi bir forma mensup
olabilirdi. Bu forma mensup olduğu düşüncesiyle söylersek eğer; bir toplantı esnasında
“maalesef aramızda tarihselciler de var.” türünden
bir ifade kullandığı konuşuluyordu.
Bununla neyi kastetmişti acaba, diye bir soru
soralım...
Maksadını bilemediğimiz halde, bu ifadeler
gelenekçi kesimi ve onları temsil sadedinde
bulunduğu zannına kapılan bazı zatları
memnun etmemiş olacak ki, bunlardan birisi,
onu hakkında bir twitter hesabından; “o (yani
Görmez) Diyanet’in başına gelmiş en büyük
tehlikedir.” yollu ifadelere yer vermişti
Bir de o cenaha mensup bazı kişilerin,
son dönemde, İslamcılığa ve onun üzerinden
Diyanet’e yönelik saldırıların arttığı bir vasatta,
o saldırılara yönelik olarak, İslamcı cenahta
rivayet edilen ifadeler ışığında, bizzat Erdoğan
tarafından Görmez’ e, bu şahıslardan bazı
kişilerin, İstanbul’da Sultanahmet gibi merkezi
(Selatin) camilerde, halka vaaz vermesi için
önerdiğini, ama başkanın bunu kabul etmediği
söylenmektedir..
güncel
Modern bir devletin Cumhurbaşkanı olmuş
bir zatın, hemen her konuda, ‘en azından’ görev
ve siyaset yaptığı bir ortamda, modern saiklere
pek uymayan, bir de zamanın dilini ve mantığını
kavrayamadığını düşündüğümüz birisine, vaaz
verdirilmesini talep etmesi, gerek modern
devlet, gerek onun bir kurumu olan Diyanet
ve gerekse de birçok kazanımını bu çerçevede
elde etmiş bulunan ‘çağdaş Müslüman toplum’
açısından bir gariplik, tezat ve bir ileri, iki geri
sayılabilirdi..
Görmez’ in, görevli bulunduğu dönemde
bu zevata hayır demesi, başta gelenekçi bir
din anlayışına sahip gazete yazarları, çizerleri,
gerekse devletin, sunmaya çalıştığı imkânları
tepe tepe kullanabilmenin yanında, kalkıp
gelenekçiliği, haliyle de din anlayışı açısından da
en ilkel formları insanlara kabullendirme düşüncesine karşı durması, onun ipinin çekilmesine
bir gerekçe olduğu söylenebilirdi..
Eğer böyle ise, Cumhurbaşkanı, bu arada
başında bulunup, içe ve dışa karşı temsil edip
savunduğu modern devleti, din alanında
Sünniliğe mal edilen en kaba yorumlara sarılıp,
tarih boyunca oluşan formların neredeyse
tümünü cehennemlik ilan edecek kadar haddini
aşan güruha kapı aralaması, başta devlet olmak
üzere toplumun geleceği açısından hiç de iyi
olmayacaktı..
Zira devlet bu konuda rasyonel bir varlık ve
yapıda olmalıydı.
Bir de elimizde FETÖ gibi kapı misali bir
örneğimiz varken üstelik...
Kaldı ki, modern devlete de yeri geldiğince
eleştiri sunmamız, onun var olan yanlışlarını
dile getirmemizin yanında, kendi cenahımız
olan İslamcılığa ve gelenekçi cenaha da sunulacaksak eğer eleştiri sunmamız gerekirdi.
Bununla birlikte hangi cenahtan sudur
ederse etsin, FETÖ gibi yapılanmalara en
azından toplum olarak karşı çıkmamız gerekir,
ama dini açılardan birçok yanlışı ve hurafesi
varsa dahi, o yapıların ortadan kaldırılmalarını
talep edemezdik.
Zira herkesin görüşü kendisine kalmalıydı
ve adil olmalıydık ve her alanda olduğu üzere bu
konuda da haddi aşmamalıydık..
KUR’AN bir yarışma kitabı değil,
Müslüman kimliğini oluşturma
özelliği bulunan bir hidayet kaynağı,
rehberiydi. O rehbere reva görülen
bu tür muhafazakâr bir işlem, tabii
ki kabul görmemeliydi. Ama Türk
muhafazakârlığına baştan beri arız
olan Yahya Kemalci mantık, dini de
araçsallaştırıyor, onun kaynağını yarışma kitabı derekesine düşürüyordu.
“...İslamcı kesim, modernist kampı es
geçtiğimizde, gelenekçi, daha açıkçası tarikat
kisvesi altında işi hurafeye ve bozuk inançlılığa
kadar vardırmış bulunan yapılara ve öbeklere
karşı sağlıklı bir duruş içerisinde olmalı, öncelikli olarak ıslah düşüncesini dillendirmeli, kendi
yapısı ile birlikte, geleneksel kampta bulunan
yapıların ıslahı içerisinde sürdürmeli ve hiçbir
istifhama ve kafa karışıklığına anlam kaymasına
yol açmadan ve iktidar birçok ‘maddi’ imkân
sunacak olsa dahi, gelenekçi vb. yapılara yönelik
eleştirisini hakikati gizlemeden yöneltmeli, ama
fırsatçı ve ‘yer işgal edici’ de olmamalıdır..”2
Görmez’ in devletin üst katmanı nezdinde
istenmediğine bir işarette, 2017 Ramazan
ayında TRT-1’de yayımlanan Kur’an okuyan
yarışmacıların, bir jüri önünde yarışmalarını içeren Kur’an-ı Kerim’i Güzel Okuma yarışmasına,
‘onun belki de araçsalaştırması kaygısıyla- karşı
çıkma sadedinde dile getirdiği ifadelerin kabul
görmediğini de belirtmiş olalım...
Kur’an bir yarışma kitabı değil, Müslüman
kimliğini oluşturma özelliği bulunan bir hidayet
kaynağı, rehberiydi. O rehbere reva görülen
bu tür muhafazakâr bir işlem, tabii ki kabul
görmemeliydi. Ama Türk muhafazakârlığına
baştan beri arız olan Yahya Kemalci mantık, dini
de araçsallaştırıyor, onun kaynağını yarışma
kitabı derekesine düşürüyordu.
Bu asla kabul edilemezdi... ●
1 https://www.diyanet.gov.tr/tr/kategori/kurulus-ve-tarihce/28
2 Sait Alioğlu; FETÖ’ den Hareketle; Cemaatin “Örgüt” e Dönüşmesi
ve İslamcı Duruş, Özgün İrade Dergisi, Ekim-2016.
EYLÜL 2017
43
GÜNCEL
Diyanet’in FETÖ Raporu
Üzerine Mülahazalar
DAVUT GÜLER
DİB, FETÖ’yü ihanetinden dolayı
rapor konusu yapmıştır. TC. devleti
DİB üzerinden FETÖ ihanetini dinen
de meşruiyetini değerlendirmiş
ve FETÖ’yü Türkiye kamuoyu
nezdinden mahkûm etmiştir.
B
asit bir soru sorarak söze başlayalım;
“Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB),
Fethullahçı Terör Örgütü’nü (FETÖ)
rapor konusu niçin yapmıştır ve bu
raporla neyi amaçlamaktadır?”
Bir başka sorumuz; “DİB 15 Temmuz tarihinden önce ve sonra DEAŞ hariç herhangi bir grupla
ilgili bir rapor hazırlamış mıdır?”
Bir de şu soru; “FETÖ bu hain darbenin bir
bileşeni, aracı, maşası olmasaydı bu rapor hazırlanır mıydı?”
Diyanet İşleri Başkanlığı’yla (DİB) ilgili öncelikli olarak şunu söylememiz lazım. Kendilerinin
de aşağıda gelecek rapordaki metinlerde izah
edildiği gibi DİB bir devlet kurumudur ve belli
mevzuatlara tabiidir. Bir devlet kurumu olarak
ancak kendine verilen yetki çerçevesinde o işi
başlatıp ve sonlandırabilirler. DİB bu konsepte
değerlendirilmelidir.
Diyanet İşleri Başkanlığının (DİB) hazırlamış
olduğu raporla ilgili olarak genel bir kanaat ve
44
EYLÜL 2017
değerlendirme yapacak olursak, rapor; “ağyarını
mani efradını cami” bir rapor olmuş diyebiliriz,
bu kanaate rapor okunduğu zaman siz de
kavuşabilirsiniz.
Rapor, 70 Word sahifesi, giriş ve altı bölümden teşekkül etmekte ve her bölüm bir konuyu
işliyor.
Örneğin, Birinci Bölüm; taraftarları
açısından hem bir kült haline gelmiş Fethullah
Gülen’i ve düşüncesini hem de hareketinin
adım adım büyüme merhalesini anlatmaktadır;
Fethullah Gülen, hem şahsiyet olarak hem
de fikri olarak desteklenmesi ve gelişmesi
1960 yıllardan itibaren mercek altına alınmış,
Gülen’in Diyanette personel olarak çalışması da
o yıllarda başlıyor. Raporda bu durum şöyle izah
ediliyor;
“Bu kapsamda örgüt elebaşının Türkçe
olarak basılmış olan 80 kitabı incelenmiş, 40
bin dakikayı bulan (yaklaşık 670 saat) sesli ve
görüntülü konuşması dinlenmiştir. Ayrıca örgüte
ilişkin Kurumumuza ulaştırılan yazılı ve görsel
materyaller üzerinde incelemeler devam etmektedir. Bunun yanında İslami ilimlerin ve sosyal
bilimlerin farklı branşlarında ihtisas sahibi olan
ilim adamlarının katkılarıyla, söz konusu meşum
yapının değerlerimiz ve insanımız üzerinde yaptığı
tahribatı çok boyutlu olarak tahlil eden kapsamlı bir
eserin hazırlığı da sürmektedir.”
Diğer bölümler aşağıda verilen minval üzere
güncel
devam ediyor. Rapor da ayrıca FETÖ ile ilgili
kapsamlı bir eserin çıkacağı haberi de yer
almış…
Rapor, giriş ve 6 bölümden oluşmaktadır:
Birinci Bölüm (F. Gülen’in kendisini
takdim şekli)
İkinci Bölüm, RÜYALAR; Üçüncü
Bölüm, DİYALOG; Dördüncü Bölüm,
CEMAAT; Beşinci Bölüm, AKIL DIŞI BEYAN
VE İDDALAR; Altıncı Bölüm, CİNCİLİK.
Bölüm başlıklarının FETÖ şebekesinin
gelişim sürecinin ipucunu veriyor demiştik.
Rapor olabildiğinde kapsamlı ve her bir bölüm
onlarca alt başlıktan oluşuyor.
Konuyu uzatmadan sorularımızın cevaplarını arayalım; ilk sorumuz “DİB, FETÖ’ yü
neden rapor konusu yaptı ve bu raporla neyi
amaçlıyor?”
Sorumuzun ilk bölümünün cevabını
raporda kısmen bulabiliriz: “Milletimizin baştan
beri hep kendi kurumu olarak görüp bağrına
bastığı Diyanet İşleri Başkanlığına, ilgili
mevzuat çerçevesinde ‘Toplumu din konusunda
aydınlatmak’ gibi yüksek bir görev verilmiştir.
Başkanlığımızın bu ulvi görevi yerine getirmesinde
en önemli vazife Din İşleri Yüksek Kuruluna
düşmektedir. Bu itibarla Kurulumuz, toplumu
ilgilendiren önemli dinî konularda çalışmalar
yapmakta ve sonuçlarını milletimiz ile
paylaşmaktadır.”
DİB, görev alanı ve tanımını rapordan
alıntıladıktan sonra sorunun ikinci bölümünün
cevabını arıyoruz. Sorumuz, “DİB bu raporla
neyi amaçlıyor?” O da şu: Devlet FETÖ’ nün
hain olduğunu söylüyor ve FETÖ’yü ihanetle
suçluyor. Bu ihanetini dini olarakta tescillenmesini istiyor. Raporun amacı bu, bunu da hayata
geçiriyor:
“Bunlardan biri de ülkemizi 15 Temmuz 2016
tarihinde büyük bir felaketin eşiğine getiren ve
örgütlü bir din istismarı hareketi olan FETÖ/PDY
(Fethullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması) konusunda sürdürdüğü çalışmalardır. Malum
olduğu üzere bu meşum girişimdir” rapordaki bu
tanımla DİB, FETÖ’nün vatan ve millete ihanet
eden bir şebeke olduğunu ilan ediyor.
Özetlersek; DİB, FETÖ’yü ihanetinden
dolayı rapor konusu yapmıştır. TC devleti
DİB üzerinden FETÖ ihanetini dinen de
meşruiyetini değerlendirmiş ve FETÖ’yü
Türkiye kamuoyu nezdinden mahkûm etmiştir.
Bu çatışmada hiçbir dini grup FETÖ’nün
yanında yer almamıştır. DİB yayınladığı
raporla belirli oranda amacına kavuşmuştur;
belirli oranda diyoruz, şundan dolayı diyoruz.
Bu rapor, daha önce FETÖ’yle ilgili yapılan bir
tanıma göre; “üstü ihanet, ortası ticaret ve
tabanı ibadet olan” örgüt şemasından özellikle
ticaret ve ibadet olarak tanımlanan kesimleri
ne kadar etkiledi ve bu kesimler örgütle kendi
aralarına bir mesafe koyabildi mi?
Doğrusu, gerek DİB olsun gerekse
hükümetin bu konuda başarılı olduğunu
düşünemiyorum, çünkü vicdanları harekete
geçiremediklerini ve bu kesimleri vicdanlarıyla
başbaşa bırakmadıklarını, kendilerinin de
merhametli tutumlarıyla bu iki kesimi
kazanamadıklarından dolayı bunlar hâlâ ikilem
yaşamayı sürdürmektedirler…
İkinci sorumuza; “Diyanet 15 Temmuz
tarihinden önce ve sonra DEAŞ hariç herhangi
EYLÜL 2017
45
güncel
bir grupla ilgili bir rapor hazırlamış mıdır?”
DİB’ in kendi tarihinde -8 Ağustos 2015-Din
İşleri Yüksek Kurulunun “DEAŞ” başlıklı raporu
DİB’e sunuluyor ve 8 dilde yayınlatılıyor.
İkinci sorumuzun cevabı basit çünkü “DEAŞ”
raporundan başka bir rapor yok. Neden yok?
Öncelikle şu denebilir, bir rapora dönüşüp
kamuoyuyla paylaşılmış bir bilgi anlamından
yok ama devletin kurumlarından veya
hafızasında elbette bilgiler vardır. Devlet
ihtiyaç duydukça ulusal menfaatler için DİB gibi
kurumlardan faydalanabilir. Bunun gibi1980
askeri darbesinde uçaklardan PKK’ya karşı
cihad ayetlerini içeren bildiriler hafızalarımızda
kayıtlı…
Ama bu FETÖ Raporu şunun habercisi ki,
bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti Devletinin
düşman konsepti, “İrtica” ve “Bölücülük” idi…
Bölücülük adres değiştirmedi, fakat irtica’nın
daha önceki adresinin; Nurculuk ve Tarikatçılık
olduğunu biliyoruz… Muhtemelen, “irtica”
denilince bundan sonra zihinlerde FETÖ ve
“DEAŞ” canlanacak…
Son sorumuz; “FETÖ bu hain darbenin
bir bileşeni, aracı, maşası olmasaydı bu rapor
hazırlanır mıydı?”
Cevabı belli; hayır böyle bir rapor hazırlanmayacaktı; çünkü Türkiye Cumhuriyeti
Devletinin böyle bir geleneği olmadığı gibi rutin
durumlarda böyle bir sorumluluğu da yoktur.
Soralım, “Adnan Oktar’la ilgili bir rapor
var mı? Alevilerle, Bektaşilerle, Nakşilerle,
Kadirilerle, Mevlevilerle ilgili bir raporları
var mı?”
Devam edelim; “Haydar Baş’la veya
Cübbeli Ahmet’le ilgili bir rapor var mı?”
BUGÜNE kadar Türkiye Cumhuriyeti
Devletinin düşman konsepti, “İrtica”
ve “Bölücülük” idi… Bölücülük adres
değiştirmedi, fakat irtica’nın daha
önceki adresinin; Nurculuk ve Tarikatçılık olduğunu biliyoruz… Muhtemelen,
“irtica” denilince bundan sonra zihinlerde FETÖ ve “DEAŞ” canlanacak…
46
EYLÜL 2017
Devletin rutin durumlarda böyle bir görevi
yok ama devletin şu görevi de var: Bu devlet dini
veya lâdini olsun fark etmez; devletlerin ahalisi
veya örgütlü yapıları, insanları kin ve nefrete
yönlendirmiyorsa ve ihanet içerisinde değilse,
her hangi bir devletin ajanı değilse; o şahıs, o
tarikat, bu parti, şu tekke, o hizip, bu hizip, bu
mezhep veya şu meşrep kendi kuralları içinde
faaliyetlerini yapabilmeli..
Yine bu devletler, dini veya lâ dini olsun
ülkelerinin insanları eğitimlerini özgürce alabiliyorlarsa, sorunlarını da özgürce tartışacakları
zeminleri de varsa, kendi yöneticilerini de
kendi özgür iradeleriyle ve bilinçli tercihleriyle
seçebiliyorlarsa bu ülkeler kendi ahalilerine karşı
dürüst ve adildirler. Ahali ise yönetime karşı
mutidir, ülkesine karşı her türlü sorumluluğu
yerine getirmekle mükelleftirler, çünkü bu
hukuki bir sözleşmedir. Bu gibi devletler ve
ahalisi bir başkasının istismarına kapalıdır ve
özgürdürler.
Bir duruma daha dikkat çekelim, bu hain ve
meşum darbe sürecinde, -hükümet yetkilileri de
darbe sürecinin ilk günlerinde dikkat çekmiştiler. Bu hain darbe için “Bu bir NATO darbesidir”
denmişti. Bu NATO darbesi ise hükümet şu ana
kadar NATO ile ilgili her hangi bir girişimde
bulundu mu? Ülkemizin insanlarını ayartan,
ülkemizi bir iç savaşın eşiğine getiren güçlere
yönelik herhangi bir yaptırım yaptı mı veya
girişimde bulundu mu? Eğer adaleti, güç
yetirilene uygularsak bu vicdanlarda onarılması
zor yaralar açmaz mı? O zaman bu büyük güçler,
ajanlaştırdıkları insanları kanatları altına alır
her zaman bize karşı kullanmazlar mı? Ülke
içinde yaşanan mağduriyetler bu ajan ruhlu
insanlara malzeme vermez mi? Bu ajanlar
mağduriyetlerin müdafisi gibi bir rol üslenmezler mi? O zaman, bu malzemeyi bu fırsatçılara
vermemek gerekir; ağaca bakarak ormanı
görmezsek bu yanılsama yarın büyük faturalarla
karşımıza çıkacaktır.
Sonuç olarak; Diyanet’in hazırladığı “rapora”
bir prodüksiyon tuttuk ve kısmen de olsa
anlamaya çalıştık. Devletin asıl sorumluluğu
vatandaşını bir hukuk devletinde güven içinde
yaşamasını sağlamaktır. İnsanlarını kamplara
güncel
bölmek adil bir devletin siyaseti olamaz. Devlet
hangi karakterde olursa olsun ama bir hukuku
olsun…
“Rapor” u merkeze alırken raporun ele aldığı
konuyu izah açısından kapsamlı ve konunun
hakkını verdiğini vurgulamıştık. Maksadımızı
birkaç soruyla anlatmaya çalıştık, takdir okuyucularımızındır.
Günümüze ışık tutar maksadıyla, “İslami
bir devlette de böyle bir durum yaşanmış olsa
Müslüman yöneticiler bu durum karşısında nasıl
davranırlar?” diye bir soru sorsak, cevabımız ne
olur?”:
Kur’an-ı Kerim’de; “Allah, sizinle din
konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan
sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara
adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü
Allah, adalet yapanları sever.” “Allah, ancak din
konusunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan
sürüp-çıkaranları ve sürülüp-çıkarılmanız için arka
çıkanları dost edinmenizden sakındırır. Kim onları
dost edinirse, artık onlar zalimlerin ta kendileridir.”
(Mümtehine, 60/8-9)
Rabbimiz bu ayetlerde de niçin savaşıldığının
veya niçin savaşılması gerektiğinin gerekçesini
bize açıklıyor “Ve eğer antlaşmalardan sonra,
yine yeminlerini bozarlarsa ve dininize hınç
besleyip-saldırırlarsa, bu durumda küfrün önderleriyle çarpışın. Çünkü onlar, yeminleri olmayan
kimselerdir; belki cayarlar. Yeminlerini bozan, elçiyi
(yurdundan) sürmeye çabalayan ve sizinle ilk defa
(savaşa) başlayan bir toplulukla savaşmaz mısınız?
Korkuyor musunuz onlardan? Eğer inanıyorsanız,
Kendisi’nden korkmanıza Allah daha layıktır.
Onlarla çarpışınız. Allah, onları sizin ellerinizle
azaplandırsın, hor ve aşağılık kılsın ve onlara
DEVLETIN asıl sorumluluğu vatandaşını bir hukuk devletinde güven içinde
yaşamasını sağlamaktır. İnsanlarını
kamplara bölmek adil bir devletin
siyaseti olamaz. Devlet hangi karakterde olursa olsun ama bir hukuku olsun…
karşı size zafer versin, mü’minler topluluğunun
göğsünü şifaya kavuştursun. Ve kalplerindeki öfkeyi
gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder.
Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe,
9/12-15)
Bu ayetlerde de hainlere ve mücrimlere
verilmesi gereken cezaları beyan ediyor; “Allah’a
ve Resûlü’ne karşı savaş açanların ve yeryüzünde
bozgunculuğa çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri, asılmaları ya da elleriyle ayaklarının çaprazca
kesilmesi veya (bulundukları) yerden sürülmeleridir. Bu, dünyadaki aşağılanmalarıdır, ahirette onlar
için büyük bir azap vardır. Ancak, sizin onlara güç
yetirmenizden önce tevbe edenler başka. Bilin ki,
şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” (Maide,
5/32-33)
Bu ayetler de gösteriyor ki, İslami ve adil
olan bir devlet veya siyasi otorite -düşüncesi ne
olursa olsun- kendi tebaasını, yukardaki şartlar
oluşmazsa ülkesinde barış içinde yaşayabilir ve
emniyet içindedir o ülkenin ahalisinin emniyeti
devletin güvencesi altındadır… (mal, can, akıl,
din ve nesil emniyeti) Örneğin, Hz. Ömer’in
hilafeti döneminde Mecusiler de kitap ehli
konumda kabullenilmiş ve zimmi hukukuna
dâhil edilmiş ve İslam Devletinin tebaası olarak
yaşamışlardır.
EYLÜL 2017
47
güncel
Okuyucularımıza bir öneride bulunmak
istiyoruz, bu raporun kendisi ve sonuç bölüm
her birimizin kesinlikle istifade edeceğimiz bir
metindir, mümkünse tüm raporun okunması,
değilse; sunuş, giriş ve sonuç bölümleri
okunmaya değerdir. Burada siz okuyucularıma
“sonuç” bölümünü özetleyerek vermeye
çalışacağım:
“Çalışmada geçen alıntılarda ortaya çıkan
“Gülen kültü” nü İslam’ın ana yolunun itikad
esaslarıyla çelişen unsurlarına da işaret ederek
şu şekilde özetleyebiliriz:
1. Ulûhiyeti zedeleyen düşünceleri: Hiç
şüphesiz her mü’min, Rabbini kişisel tecrübesiyle hissedebilir, Yüce Allah ile çok özel ve içten
bir iletişim ve irtibat kurabilir. Allah Resûlü’nün
İsra-Mirac adını verdiğimiz mucize olarak nitelenen Mekke-Kudüs hattındaki gece yürüyüşü ve
akabinde göklere yükselerek Rabbi ile buluşması
ancak bir Peygamber’e bahşedilebilecek istisnai
nitelikte bir lütuftur. Ancak Allah Resûlü(sav) bu
tecrübesinden dönüşünde mü’minlere günde
beş kez Allah’a yönelecekleri namaz ibadetini
getirmiş ve bu ibadet “mü’minin miracı” olarak
nitelenmiştir. Burada kastedilen kişinin kendi
özel dünyasında Rabbi ile hasbihal etmesi,
ibadeti Allah’a yönelterek ruhaniyetini ve
maneviyatını geliştirmesidir. Gülen’in sözlerinden ulûhiyete dair hassasiyet gözettiği izlenimi
doğsa da biraz daha yakından incelendiğinde
onun ulûhiyeti zedeleyecek birtakım fikirleri
sürekli dile getirdiği anlaşılmaktadır. Her gün
ve her an neredeyse Allah’la görüştüğü iddiası
bunların içinde en vahim olanıdır… Muhammed(as) bile Gülen kadar Allah’la buluşup hasbihal
etmemiştir. Daha doğrusu Hz. Muhammed’in(sav)
siretinde bu şekilde her şeyi gizemli güçlere
GÜLEN kültünde Hz. Muhammed(sav)
âdeta kültün liderinin ev arkadaşıdır; sabah akşam oturup strateji
konuşmaktadırlar ve daha sonra bu
konuşmalar neticesinde kendisine
tevdi edilen emaneti Gülen müritlerine
ve mensuplarına aktarmaktadır.
48
EYLÜL 2017
bağlama ve insanları bu gizemler üzerinden bir
şeylere ikna etme derdi asla olmamıştır…
2. Kur’an’da ve Sünnet’ de belirtildiğine
göre Allah(cc) insanlarla ancak peygamberleri
vasıtasıyla konuşur. Muhammed(as) son peygamber olarak Kur’an sonrası zamanlarda insanlarla
doğrudan iletişimi ancak Kur’an-ı Kerim’le
gerçekleştirilecektir. Peygamberler dışında
hiç kimse ulûhiyet sahasından bilgi alıp onları
Allah’ın mesajları şeklinde sunma hakkına sahip
olmadığı ve bundan sonra da peygamber gelmeyeceği için vahyin rehberliği dışında ilahî mesaj
iddia etmek ciddi bir sapmadır... Bu iddialarını
başkalarına ilahî mesaj olarak empoze etmeye
kalkanlar İslam’ın sahih yolundan sapmış
kimselerdir.
3. Nübüvveti zedeleyen düşünceleri:
İslam’a göre peygamber, Allah’ın insanlarla
iletişimi sağlamak için insanlar arasından seçtiği
bir kişidir. Bu seçilmişlik, onları özel bir konuma, “Vahyin/Risaletin tebliğcisi” konumuna
yerleştirmektedir. Bu sebeple peygamberler
Allah’ın mesajını eksiksiz ve doğru bir
biçimde aktarabilsinler diye bu konuda hataya
düşmekten korunmuşlardır (ismet). Vahiy, Hz.
Muhammed’in(sav) ölümüyle sona erdiğinde
mü’minler önce bir şok yaşadılar ve paniklediler.
Hz. Ebu Bekir bunun üzerine o meşhur sözünü
söyledi: “Kim Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki
Muhammed ölmüştür. Kim Allah’a tapıyorsa o
Hayy’dı (diridir) ve ölümsüzdür.” Efendimizin
ölümünden sonra onun bıraktığı Kur’an ve
Sünnet mirası Müslümanlara rehberlik etti.
Gülen kültünde Hz. Muhammed(sav) âdeta
kültün liderinin ev arkadaşıdır; sabah akşam
oturup strateji konuşmaktadırlar ve daha sonra
bu konuşmalar neticesinde kendisine tevdi
edilen emaneti Gülen müritlerine ve mensuplarına aktarmaktadır.
İlginçtir ki hemen hemen her karar, bir
şekilde “Gülen’in Örgütü” nü tahkim edip
onları sorgusuz sualsiz itaate yönlendirecek
türden gizemlerle süslenmiştir…
Muhammed(as) dünyevî bir yapılanmanın
figürü hâline getiren bu anlayış nübüvvet fikrini
zedelediği açıktır. Ulûhiyet ve nübüvvet gibi
imanın en önemli esaslarını zedeleyen bu sözleri
güncel
ve ihtiva ettiği düşünceleri dalalet (sapkınlık)
olarak nitelemek kaçınılmazdır.
4. Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in
Sünneti’ ne aykırı düşen hiçbir bilginin dinî
değeri yoktur. Sahabe neslinden günümüze
kadar sevâd-ı a’zamın (Müslümanların büyük
çoğunluğunun) yolu dışında bütün anlayışlar
sırat-ı müstakimden sapmadır.
5. Din adına ileri sürülen bir görüş veya bir
açıklama, İslam’ın temel bilgi kaynaklarına dayanmalıdır. Dolayısıyla “akl-ı selim, sağlam duyu
organları veya haber-i sâdık (mütevatir haber ve
peygamber tebliği)” ile teyit edilemeyen dinî bir
söylem kabul edilemez.
6. İslam’ın temel bilgi kaynaklarının göz
ardı edilmesi hâlinde, insanları yönlendiren
hasta ruhlu kişilerin, din adına her şeyi
söyleyip yapabilmelerinin önü açılmış olur.
Böyle olunca kendisinden başka hiç kimsenin
muttali olamayacağı ve dinin temel bilgi kaynaklarına göre kontrol edemeyeceği rüyalarla,
gizemlerle ve sözde kerametlerle bir ‘kült’
önder oluşturulması da kolaylaşır. Bu durumda,
seçilmiş olduğuna inanılan bu kişi, Yüce Allah
ve Peygamber(as) ile yakaza hâlinde görüşür ve
aldığı talimatlarla (!) örgütünü yönetir hâle gelir.
İş bu noktaya varınca da müntesipleri nezdinde
Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’in ne dediğinin artık
bir önemi kalmaz. Zira bağlayıcı olan, sözde
masum/masûn (korunmuş) önderin ne dediği
ve dini nasıl anladığıdır. Bu da, İslam’ın tahrif
edilmesinin önünü açar.
7. Din samimiyettir. Samimiyet ise hiçbir
dünyevî amaç, ihtiras ve iktidar peşinde olmaksızın Yüce Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için
kulluk görevlerini yerine getirmektir. Kişinin,
diğer Müslümanlardan farklı ve ‘seçkin’ olduğuna inanması; aynı şekilde mensubu olduğu
topluluğu da diğer Müslüman toplulukların
üstünde “seçilmiş bir cemaat” olarak kabul
etmesi samimiyetle bağdaşmaz. Yahudilere ait
bir inanç esası olan ‘seçilmişlik’ iddiasını, İslam
kesinlikle reddeder. Bu söylemi, tarih boyunca
dünyevî iktidarı ele geçirme arzusunda bulunan
muhterisler kullanmışlardır. Gülen kendi
mensuplarına “ikinci sahabe nesli”, ‘kutsîler’
ve ‘rabbanîler’ diye hitap ederek onları seçilmiş
MÜSLÜMANLAR dinlerini, Hz.
Peygamber’in eğitiminde yetişmiş
olan sahabe ve onları takip eden
iki öncü neslin ortaya koyduğu usûl
doğrultusunda hareket eden emin
ve ehil âlimlerden öğrenmelidir.
bir topluluk olduklarına inandırırken aslında
her dediğini yapmaya hazır fedailer yetiştirmeye
odaklanmıştır.
8. İslam son ilahî dindir. Muhammed’in(as)
peygamber olarak gönderilmesi ve Kur’an-ı
Kerim’in inzaliyle birlikte önceki dinlerin
hükümleri neshedilmiştir. Dolayısıyla İslam’ın
Yahudilik ve Hristiyanlıkla aynı düzlemde değerlendirilmesi ve bu meyanda önceki dinlerin de
“hak din” olma özelliklerini devam ettirdiklerini söyleyerek “dinlerarası diyalog” çalışmaları
yapılması, İslam açısından kabul edilebilir bir
durum değildir. Diğer din mensuplarıyla barış
içinde insanî ilişkiler kurmak her Müslümanın
görevdir. Bu insanî durumu istismar ederek
karma bir teoloji oluşturmaya çalışmak başka
bir şeydir. Diyalog bağlamında dile getirdiği
düşünceler onun “hak din” anlayışının da
sorunlu olduğunu göstermektedir.
9. Zerdüştlük, Roma putperestliği ve Antik
Yunan çok tanrıcılığı da dâhil olmak üzere diğer
din ve inançlardan alıp naklettiği birçok kavram,
sembol ve fikir ile Gülen âdeta içeriden bir figür
olarak İslam’ı tahrif etme misyonunu üstlenmiş
görünmektedir.
10. İslam ilim geleneğinde sahih dinî bilginin
kaynağı Kur’an, Sünnet, İcma ve bu çerçeve içinde
kalan içtihaddır. Başka bir kaynak ve yöntem
kabul edilmemiştir. İlham, rüya, keşif ve benzeri
yöntemler özneldir ve bağlayıcılığı da yoktur…
Bu itibarla Müslümanlar dinlerini, Hz.
Peygamber’in eğitiminde yetişmiş olan sahabe
ve onları takip eden iki öncü neslin ortaya
koyduğu usûl doğrultusunda hareket eden emin
ve ehil âlimlerden öğrenmelidir. Kendi sübjektif
algılarına, hayallerine, halüsinasyonlarına ve
rüyalarına dayanarak din adına hüküm koyan
kişilere kulak vermemelidir…” ●
EYLÜL 2017
49
GÜNCEL
Ne Çok
Söylenmemiş
Türkümüz
Var…
BAYRAM YILMAZ
50
EYLÜL 2017
güncel
A
n gelir ve zaman 15 yaşında bir
çocuğun bakışlarında donar. Dilinize
bir türkü yapışır “yüce dağ değilidium
duman sardı başımi, sevdiğun beni
ağlar ah bende sevduğumu, kayık gelir
uzaktan dalgalara karışmiş daha kavuşamadan
mevlam ayrılık yazmış,,,
Zihninizde askerlik anılarınızı anımsarsınız;
ilk kez yaptığınız Gümüşhane’den Trabzon’a
geçerkenki Zigana geçidinin manzarası canlanır
gözünüzde; bir otobüs penceresinden bulutları
izlersiniz de tüm bu hayalleriniz gelir 15 yaşında
yetim bir çocuğun bakışlarında yaş olur.
Erken büyümek zorunda kalan çocukların
halidir bu; şımaracak kimseniz yoksa hayat
sizi erken yaşlarda kocaman adam eder.
Çıraklık yapan, hergelecilik(büyükbaş hayvan
çobanlığı) yapan, tarla-takımda ot biçen,
yevmiye ye giden çocukların bir bayram günü
duruşudur o duruş… Ne de güzel yakışmıştır
o “ben çocuk değilim” duruşu… “bir bayram
günündeki kıyafetimle nasıl da yakışıklı olunurmuş
bakında görün…” der.
Uzun gömleği düzenli kıvırabilmek çalışkan
çocukların becerisidir… Yelek bir baba özlemi
gibi durur üstünüzde, hem annenize dilinizle
söyleyemediğinizi “bak babam yok ama ben
buradayım…” duruşudur.
O ne güzel bir bakıştır ki hiçbir profesyonel
o kadar mana yüklü bakabilen bir göze sahip
olamamıştır…
Okşanmamış bir başı taşımanın ne zor
olduğunu yaşamadan bilemezsiniz… Hayatın o
doğal akışı diye tabir edilen süreçte normalde
kimse adınızı bilmez; oysa sizin de adınızı
duyurmak gibi bir derdiniz hiç olmamıştır zaten,
boyunuzun ölçüsünü bilirsiniz…
Hayatta en büyük amacınız tek telaşesi
akşam, çocuklarına bir sofra serebilmek olan annenizin yükünü azaltmak, yükünü alabilmektir.
O yüzdendir şu lise bir bitse de; amma İstanbul
yollarında, amma Karadeniz’in o ıslak havasında kaç zamandır zaten para etmeyen fındık
çuvallarının altına girersiniz. O çuvalların patoza
atılması gerekir. Patozdan çıkan fındık çuvalları
ki en hafifi kendi ağırlığınız kadardır. O yükün
altında yağız bir delikanlı olursunuz...
ZORDUR o masumiyeti korumak,
Anadolu’da fakir bir köylü çocuğuysanız masum kalmanız daha kolaydır
aslında. Cebinizde arkadaşlarınıza
takılacak kadar paranız bir türlü ol(a)
maz zaten, arkadaşlarınız siz olmasanız da bir yerlere takılabilir, varlığınız
kolay göz ardı edilir. Ancak ölürseniz
kıymetlenirsiniz. Yaşarken “biri de
çıkıp demez Eren iyi ki varsın.” diye…
Zordur o masumiyeti korumak, Anadolu’da
fakir bir köylü çocuğuysanız masum kalmanız
daha kolaydır aslında. Cebinizde arkadaşlarınıza
takılacak kadar paranız bir türlü ol(a)maz zaten,
arkadaşlarınız siz olmasanız da bir yerlere
takılabilir, varlığınız kolay göz ardı edilir. Ancak
ölürseniz kıymetlenirsiniz. Yaşarken “biri de
çıkıp demez Eren iyi ki varsın.” diye…
İyi ki varsınız; biz olabilmenin imkânıdır
sizin çalan her telefonu açarken “komutanım…”
deyişiniz. Hemen bir bütünün parçası olabilir
ve kendinize bir görev addedersiniz. Yetimseniz
tüm köy ailenizdir. Böyle göstermiştir Anadolu
analığını. Bir ailenin üyesi olabilmektir daha büyük
bir aileye ait olabilme imkânı sağlayan, “apartman
odalarında büyüyen çocukların bilmediği, bilemeyeceği…” bir yurtlanma imkânıdır toprağa basabilmek.
Başkaldırmadan bulutları görebilmek…
Duyarsız olmak kolaydır ama siz duyarsız
kalamazsınız bir köy evinin tahta rafından
eksilen ekmeğe suya… Duyarlısınızdır bulut
kaplamış dağa, baharda coşkun, yaz sonunda ince
akan Maçka deresine… Duyarlı olmanın asgari
şartı olan ahlak ve cesaret sizde fazlası ile
vardır. Yol evladı olduğunuz atanızdan mirastır...
Ve bizler keşke Maçka’daki soygunun bir adi
vaka olsa idi diye söyleniriz, hangi emperyal
fesadın sonucu Maçka’ya kadar çıkabilmiş bir
fitneyi sorgularız. Bir çocuğun ölümüne sebep
olan davaya lanetler savurursunuz da hiçbiri o
on beş yaşında; masumiyeti ile çocuk, hayalleri
ile genç, taşımaya çalıştığı yükle kocaman adamı
geri getirmez… Hakkını helal etmesini umar,
şefaatini dilersiniz… ●
EYLÜL 2017
51
güncel
FOTOĞRAFLIYORUM
AHMET BERBER
52
EYLÜL 2017
güncel
Hayat (fotoğrafımız)
mahşere doğru
akıp gidiyor
AHMET BERBER
K
ritik edilmeye sunulan her fotoğraf
karesi, ayaklarımızın altına bir sofra gibi
serpilmiş olan, sınanma yurdunun parçacıklarıdır. Bizler objektiflerimize sığan
her görüneni fotoğraflıyoruz. Fotoğrafların
bazısını, kritik edilmek üzere göz seviyesinde
tutuyor ve paylaşıma açıyoruz. Aynı zaman diliminin
bir başka boyutunda ise, sessizce fotoğraflanıyoruz.
Hem aldığımız ve hem de verdiğimiz yaşam
fotoğraflarımızın tamamı, hesaplaşma günü için
açılan, kritik defterinde yayına hazırlanıyor.
Bize ait olmayan zaman hazinesinden, lütfedilmiş
sermayelerimizi tüketiyoruz. Her birimiz yaşam
limanından, azar azar demir almışız bile. Tıpkı bir
şehre veda etmenin hüznüdür yaşadıklarımız.
Hayata dair ayrılış betimlemesi, asıl veda hüznünün
yanı başımızda olduğunu haykırırken, fotoğrafla(n)
ma telaşı olanca hızıyla akıp gidiyor.
Sokağın bir köşesinde, objektifimiz veda hüznünü
yüklenmiş, yaşlı bedene rastlıyor. Bir yanda makine
görevini yaparken, diğer yanda, Kitabın anlattığı
yalın gerçeklik, bulunduğumuz mekânların faniliğini,
bilinçlerimize bir kor gibi düşürüveriyor.
Kadraja yansıyan görüntü, tatlı bir hüzün atmosferi
oluşturuyor. Vuslat elbisesini giyinmiş olan bedenin,
veda bakışlarına şahit olmamız, durumu öylesine bir
veda bakışı olmaktan çıkarıyor. Hayat arkadaşının
ikramına uzanmış el, ufka dalan gözler, kafesine
sığmayan ruhun içinde bulunduğu yaşlı beden,
insanlığın ortak diline tercüman olur. Vuslatına
ermek isteyen yaşlı bedenlerin ufkunda, yolların en
güzelinin belirdiğini görüyoruz. Adeta Nebevi duruş
yolu, bu güzel insanları, vahyin çağlayanlarında arındırmak için bekliyor. Yaşlı bedenden süzülen koca
bir ömür, tamamlanmak üzere olan yaşam tuvaline,
son dokunuşlarını serperken, biz, deklanşöre hızlıca
dokunup şahitliğimizi donduruyoruz.
Hem aldığımız ve hem verdiğimiz, her lahzaya ait
fotoğraflarımız, kritik edilmek için, mahşere doğru
akıp gidiyor.
EYLÜL 2017
53
güncel
Sedat Yenigün:
Bir Adın Şehadet
TARIK SEZAİ KARATEPE
E
rken yaşlarda tanımıştı, dünyayı.
Yeryüzü bir ayetti. Delildi, insanın
yaptıklarına.
Erzincan’ın safiyeti, bereketi
sinmişti üzerine. Ünsiyet peyda etmişti, doğduğu topraklara. Özlüyordu, köyünü,
ormanını, çeşmesini…
Büyük şehre göçmüştü, kabullenmeliydi
gerçeği; artık İstanbulluydu, hem de Fatihli!
Cümle kapısından sokağa adım atar atmaz,
artılarla eksileri terazinin kefesine kor, ibret
nazarıyla bakardı âleme…
Uyarandı Sedat, bağırandı. Ama sevmezdi,
sokak hoparlörünü… Deklanşöre basıp reyting
peşinde koşan muhabirlerden hazzetmezdi…
Ertesi gün gazetelere bakıp, ismini/resmini
tarayanlardan olmadı hiç. Yaradan’ın kamerası
yeterdi, şahitliğe…
Hayatın içinden canlı sahneler vardı,
anlatılacak.
İşte bir çocuk geçiyor, başında ortası göbekli
simit tepsisi, omzunda havlu... “Okulda olması
gerekir, bu çocuğun!” der, hayıflanırdı.
Uçuşan etekler, yüreğini burkardı. Ergen
oğlanların ruh dünyasını kirletmeye ne hakları
vardı? Gönül katiliydi, bunlar. Kötü yola düştükten sonra ‘Sonya’ da birdi, ‘Asiye’ de…
Hiçbir zaman çocuğunu kucağına alamayacak
bahtsız hayatlardı.
Bunca acı varken romanla işi olamazdı. Ro54
EYLÜL 2017
man yazılacaksa Roman’ın hayatı yazılmalıydı…
Fethin İstanbul’unu ne hale getirmişlerdi?
İç âleme yaptığı yolculuk, dış âlemde sona
ererdi. Hayat bir bütündü. Enflasyon da zulümdü, Deflasyon da…
Paranın değerinin düşmesi ne denli sorun
üretirse; üretimin azalması da, kokan çürüyen
bozulan küflenen ürünler ve artan işsizlik
demekti.
Önyargısı yoktu, imandan başka ön kabulü
de…
İran Devrimi, bir milattı, onun için. Dalga
dalga yayılacaktı, özgürlük ateşi. Bir kere ayaklar
altına alınmıştı, küfrün gururu. Sürtülmüştü
burnu.
Yenilmez sanılan Şahlık, mat olmuştu artık.
Şimdi sıra Kızılderililerde, Aborjinlerde,
Afrikalılarda idi…
İslami Hareket, öyle daktilo tuşları arasına
sıkışan bir avunma/savunma sahası olamazdı.
Nerde iyi güzel faydalı adil bir şey varsa İslami
Hareket oradaydı.
Çünkü İslami Hareket, Vahyin aynası, dünü
bugünü yarını idi…
Erbakan siyah beyaz ekranda görününce,
heyecandan yerinde duramazdı, Sedat. AET,
NATO, ABD karşıtlığını en iyi ve tek ‘Hoca’
anlatırdı. İpliğini pazara çıkarırdı, Batı’nın.
Ümmetin dirliği/birliği adına Tahran’a sıcak
mesajlar yollayan Erbakan’ın kıymeti bilinmeliy-
güncel
di. O da biliyordu, tarihi, bugünü… Otlukbeli’ni,
Çaldıran’ı…
Ama yangına körükle gitmek hangi inanca
sığardı? Tahran-Bağdat hattında az mekik
dokumamıştı, Erbakan. Suyolu etmişti adeta.
Humeyni ile Saddam, dinleselerdi Hoca’yı, akar
mıydı bir milyon kan?..
Lakin neden Tek Adam’dı? Hak vaki olunca,
harekete omuz verecek önderler yetiştirmesi
gerekmez miydi?
İşte Yenigün, 37 yıl öncesinden bugünü
gören bir vizyona/misyona sahipti.
Öğretmendi Sedat. Allah nasip etmişse,
kıymetini bilmeliydi. Müfredat bir yana, kendi
doğrularını haykırırdı.
Öyle bir müfredat olmalıydı ki, ferde, iki
cihan saadeti kazandırsın.
Müfredat, öğrencinin 24 saatiydi. Ama
muallim de, suçu/günahı müfredata atıp yan
gelip yatamazdı…
İç içeydi talebesiyle, hocaydı, abiydi. Ama her
şeyden önemlisi, imtihanıydı onlar.
Kâh bir öğrenci yurdunda ranzaya oturmuş,
uzak illerden gelen liselilere rehberlik ediyor,
ekmeğini aşını bölüşüyor; kâh aldığı maaşı son
kuruşuna kadar kurs’a burs’a veriyordu.
Teşkilat, canlı diri aktif olmalıydı. Okul
çıkışları delikanlıların koluna girer, İKO’ ya
götürürdü. Bir de bakardı ki, çoktan kaynaşmış,
abi-kardeş olmuşlardı…
İstanbul Kültür Ocağı, Sedat’ın akciğeriydi. Sedat’ı aramaya ne hacet! Oradaydı!
İtikad, amel, edebiyat, tarih, ümmet coğrafyası
ayrılmaz bir bütündü, Sedat’ın hayatında…
Gazeteler dergiler, suyunu arayan Mecnun
gibi onun yazılarına hasretti. Tipo baskı
makinaları yazılarını dizerken, ciğerinden bir tel
sökülüyordu.
İçine doğmuştu. “Metin gitti, Erdoğan
Tuna gitti” diyordu. Mübarek bir hayatı
taçlandıracak kutlu bir fener alayı bekliyordu
onu.
0tuzundaydı…
Bin Dokuz Yüz Seksen… Temmuz’un Beş’i…
Bir/kaç şeytan eli değdi, Sedat’a… Birkaç
kurşun… Yaralıydı, götürdüler. Hastane yolunda
şahitliğin tadını çıkarıyordu. Ne lezzetli bir
kavuşmasın sen ey şehadet!
Şeb-i Aruz’sun, düğün gecesisin…
Fail-i meçhulmüş, oysa fail-i malumdu.
Ne fark ederdi, ister faşizmden gelsin, ister
komünizmden… Şeytanın adımları değil miydi
ikisi de?..
Kitabının adını koymamıştın, şimdi anlaşıldı,
sebebi! Bir Şehidin Notları’nı bekliyordu,
melekler ve ümmet!.. ●
EYLÜL 2017
55
ANADOLU PLATFORMU
12. Anadolu Buluşmaları:
Notlar, İzlenimler,
Değerlendirmeler…
MUHAMMET YETİŞ
D
aha geçen yıl Çam Otel’den ayrılırken
planını yaptığımız 12. Anadolu
Buluşmaları; yine büyük bir heyecan,
aşk ve memnuniyetle gerçekleştirildi.
Yediden yetmişe kadın-erkek her
yaştan ve Türkiye’nin her köşesinden insanının
yanında Suriye, Mısır vb. ülkelerden akademisyen
ve siyasetçinin katıldığı program yoğun bir
katılımla gerçekleştirildi. Medrese mollasından iş
adamına, akademisyenden üniversite öğrencisine,
yazın dünyasından eğitimciye toplumun pek çok
katmanından derdi ve davası olan; İslam ümmetinin dertlerini kendisine dert edinen bini aşkın
insanın katılımıyla gerçekleşen bu çalışmanın
hayırlara vesile olmasını temenni ediyoruz…
Program, organizatör Mehmet Alpcan’ın
programın akışı hakkında verdiği bilgi ve
selamlama konuşması ile başladı. Ardından
kürsüye Anadolu Platformu İcra Kurulu Başkanı
Turgay Aldemir, açılış konuşmasını yapmak için
davet edildi. Turgay Aldemir, beş gün boyunca
onlarca akademisyen ve konuşmacının ortaya
koyacağı içeriği bütünler mahiyette bir konuşma
yaptı. Sadece Turgay Aldemir’in bu konuşmasını
dinlemek için onca yolu onca kişinin kat etmesine
değer desem hiç abartmış olmam diye düşünüyorum. İslam toplumunun salahı; icra ve ihyası için;
gece gündüz, yaz kış demeden mücadele eden
56
EYLÜL 2017
Turgay Aldemir’in teori ve düşünce alanında da
bu kadar güzel bir değer ortaya koyması şüphesiz
hayranlık verici. Konuşmanın içeriğine gelince, bu
konuşmadan seçkiler yapmak zor oldu benim için.
Yine de birkaç satır başını şöyle sıralayabilirim:
• Yeniden yapılanma süreci yaşayan bir dünya
düzeninin tam merkezinde yer almanın
sancılarını yaşıyoruz.
• Döneme, birileri modernizm, post-modernizm, küreselleşme vb. isimler koysa da; bu
yeni durum, vahşi kapitalist sistem ve liberal
modeller üzerine kurulan devlet ve düzenlerin çatırdamasından başka bir şey değildir.
• Zalimler ve İslam düşmanlarının inişe geçtiği bu süreçte, İslam dünyasının sorunlarını
çözüp ayağa kalkmanın tam zamanıdır.
• Mevcut sistemde, değerlerimize bağlı
kalarak çözümler oluşturmamız lazım.
• Maalesef devletleri İslamileştirmek gibi
görevleri olan İslami hareketler kendileri
devletleşti.
• Hiçbir kültüre ait olmayan bu şehirlerde
yaşayan ölüler gibiyiz. Çok katlı mezarlıklarda yaşam mücadelesi veriyoruz.
• Sivil alan bu şekilde imtihanını vermekte
zorlanırken, siyasal iktidar ilk defa toplumun gerisinde kalmıştır.
anadolu platformu
• Bugün Batı rasyonalitesi karşısında İslam
dünyasının içine düştüğü bir takım akıl
tutulmaları mevcut: Tembel akıl, aciz akıl,
mazeretçi akıl, mağrur akıl. Derde deva
olmayan bu akıl türlerinin girdabından çıkıp
faal bir akl-ı selim ile yönümüzü bulmak
zorundayız.
• Mezhepçilik ve ırkçılık faktörü, makro
ölçekli bir ümmet yerine mikro, hatta nano
düzeydeki ümmetçiklerin ortaya çıkmasına
yol açmıştır.
• Tüm insanlığın, tüm canlıların haklarını
merkeze alma iddiası olmayan bir çaba
İslami Hareket olamaz.
• Geç kaldığımız sinema, mimari, spor vb.
alanlarda artık yüzeysel mesajlar vermek
yerine nitelikli adımlar atmalıyız.
• Şu an sahada birçok değerimizin içi
boşaltıldı. Cihad, cemaat, ahlak gibi temel
kavramlarımız kirletildi. Örneğin Cihad,
terörün ve öldürmenin değil; hayat veren,
hakkı batıldan ayıran, diriltici gayretin adıdır. Ahlak, insanın kendi varoluşuna uygun
bir duruş sergilemesidir. İslam coğrafyası
ve Türkiye’deki yeni direniş, yeniden doğuş
tabandan yani muhasebesini yapmış, yeni
koşullara göre kendini konumlandırmış
cemaatlerden gelecek. Batı bunu çok iyi
bildiği için cemaatleri hızla ötekileştirmeye
çalışıyor. Cemaat algılarını halk nezdinde
kirletmek için son dönemde sahte cemaatler
icat ettiler. 15 Temmuz bunun zirvesidir.
FETÖ ile cemaatleri aynı kefeye koyup
bütün cemaatleri önce devletten sonra
hayattan uzaklaştırmak istiyorlar. Bazı
cemaatler bu krizden nasibini aldı. İhale,
mevki, makam peşinden koşanlar ruhsuzlaştı ve amacından saptı. Ancak içimizden
bu tür sapmalar gösterenler sebebiyle tüm
yapıları acımasızca hedef göstermek, İslam
düşmanlarının arzusudur, felakettir.
• İslam’ın çekirdeğini oluşturmalıyız. Kâbe’de
cinsiyetler arası ayrım yoktur. İbadetler hep
beraber yapılır. Bu Hz. Muhammed(as)’dan
bize yadigardır. Bu da İslam’ın ilahi çekirdeğinde böyle bir ayrımcılığın olmadığını
gösterir. Anadolu Platformu olarak yapımızı
çekirdeğin yani Kâbe’nin etrafında şekillendirmeye çalışıyoruz. Amblemimiz Kâbe
etrafında dizili sonsuzluğu temsil eden yedi
farklı renkten oluşuyor…
Programın ikinci günü, sabah oturumunda,
Niyazi Özdemir başkanlığında “Çağdaş İslami
Düşüncenin Kritiği’ başlığı irdelendi. Katılımlar: Prof. Hüsamettin Arslan, Yrd. Doç. Mehmet
Ulukütük ve Prof. Mustafa Öztürk idi. Mustafa
Öztürk hoca rahatsızlığından dolayı katılamadı.
Kendisine Allah’tan şifalar diliyoruz.
Prof. Hüsamettin Arslan, Yerlilik sorununa
vurgu yaptı:
• Yerlilik sorunu kendimiz olmamaktır.
Yerli olmak kendimiz olmaktır. İkiye ayrılır:
1. Uhrevi yerlilik, Allah’a yakın olmak
demektir. 2. Dünyevi yerlilik, Türkiyeli
olmak demektir.
• İslamcı kelimesi yerli bir kelime değildir.
• İnsanın evrensel bakması diye bir şey olamaz, çünkü sadece tanrı evrensel bakabilir.
Yani ancak tanrı her açıdan bakabilir. Biz
ancak durduğumuz açıdan; fiziki ve zihni
olarak bulunduğumuz yerden/yönden
bakabiliriz. Kur’an’ı bile Allah’ın anladığı
gibi anlayamayız. Ancak kendi anladığımız
gibi anlayabiliriz. Bu nedenle hiçbir ideoloji
evrensellik iddiasında bulunamaz.
• Evrensel baktığını iddia eden egemen güçler
dünyanın her yerinde ‘insan hakları’ fikriyle
insanları boğazlıyorlar.
• Ne kadar kul varsa, Allah’a giden o kadar yol
vardır.
• Yerlilik gelenektir; gelenek zamanın testini
geçen, zamanı aşan şeydir.
Oturumun diğer konusu ‘Entelektüel
Çölleşme’ konusunu Yrd. Doç. Dr. Mehmet
Ulukütük sundu.
Konuyu dört aşamada ele alan Ulukütük:
EYLÜL 2017
57
anadolu platformu
1. Aşamada ‘tasvir ne oldu?’ sorusuyla mevcut
durumu,
2. Aşamada ‘tahlil nasıl oldu?’ sorusuyla
yaşanan süreci,
3. Aşamada ‘tenkit niçin?’ sorusuyla sebepleri,
4. Aşamada teklif kısmıyla da çözüm yollarını
ortaya koydu.
Konuşmasında entelektüel insanı da tarif
eden Ulukütük şunları söyledi:
• Entelektüel, klişe ve kalıplarla düşünmez.
• Entelektüel, üzerine vazife olmayan işlere
karışan insandır.
• Entelektüel, zayıfların ve kimsesizlerin
yanındadır…
Günün son oturumunda Eğitimci İbrahim
Özmantar, ‘ İslami Düşünüşün İmkânları ve
Problemleri’ başlıklı sunumunu gerçekleştirdi.
Özmantar, İslam Dünyasının kuşatılmışlığını
beş alt başlıkta irdeledi: Ekonomik, siyasi, sosyal,
askeri, zihinsel kuşatılmışlık… Çeşitli İslam
coğrafyalarının Osmanlı sonrası sömürülmelerine
örnekler veren Özmantar, çağdaş Emperyalizmin
ileri karakollarını da üç başlıkta ortaya koydu:
1. Uluslararası karteller: Coca Cola, McDonald’s vb.
2. Taşeron milis güçler: DEAŞ, El-Kaide,
Taliban…
3. Ümmetin atomize edilmesi projeleri.
Akşamki oturumun bir diğer konuğu Prof.
Ş. Ali Düzgün, ‘İdeolojilerin Tükenmişliği ve
İnsanlığın Adalet Arayışı’ başlığıyla sunumunu
yaptı:
• Fiziksel coğrafya kaderdir; fakat kültürel
coğrafya kader değildir.
• Avrupa tarihi, ya diktatörlerin (kralların) ya
da papazların(kilisenin) tarihidir.
• Sahabi on yıllık Medine dönemini yönetmek
58
EYLÜL 2017
için on iki yıl Mekke’de eğitildi.
• Özgürlük ve açlıkla mücadele deyince sol
gelenek akla geliyor. Oysa Beled suresi bu
konuları işler.
• İslam dünyası yüzyıllardır OHAL yaşıyor…
Akşamki oturumun son konuşmacısı ise
Mısır’dan Salah Abdulmaksud idi. Konuk katılımcı Müslüman Kardeşlerin darbe öncesi yaptıkları
bazı hatalardan örnekler vererek özeleştiri yaptı:
• Mısır, Müslüman Kardeşlerin tek başına
yöneteceği bir ülke değildi. Toplumun bütün
katmanlarıyla bir konsensus sağlanması
gerekirdi.
• Müslüman Kardeşler Dünya kamuoyuna
güvendi. Fakat dünya kamuoyu darbeye
zemin hazırladı, dürüst davranmadı…
Programın üçüncü günü, hasbihal kısmında
Atasoy Müftüoğlu kürsüye geldi ve İslam dünyasındaki taassup sorununa örnekler vererek
(Nurculuk, Tarikatlar…) dikkat çekmeye çalıştı.
“Modern Hayatta Ahlaklı Olmak Ne
Demektir?” Başlıklı panel, Doç. Dr. Davut
Akduman başkalığında gerçekleştirildi.
Molla Abdulbaki Çağatay, “İslam Ahlakı
ile Makasidu’s-Şeria” arasındaki bağlantıları
irdeledi.
Prof. Dr. Hacı Duran ise bilgi, ahlak ve hukuk
kavramlarının epistemolojik bağlamlarını ele aldı.
Araştırmacı Abdulhâkim Yalçın ise ‘Sosyal
Denge ve Unsuru Olarak; Bilgi Ahlak ve
Tasavvuf’ başlıklı sunumunu gerçekleştirerek
sabah oturumunu tamamlamış oldu.
Günün akşam oturumunda ise Doç. Dr.
Mahmut Çınar başkanlığında ‘Modern Ahlak
Anlayışını Temel Meseleleri’ başlıklı panel
gerçekleştirildi.
MEDAV başkanı Tayyip Elçi ‘Din Ahlak
İlişkisi Sorunu’, Şefik Sevim ‘Samimiyet,
Sorumluluk ve Hakkaniyet’ konulu sunumlarını yaptıktan sonra mikrofonu, isminin önüne
herhangi bir sıfat koymadan; kardeşimiz, abimiz,
hocamız, liderimiz olarak gördüğüm, yürek insanı
Ramazan Kayan aldı. Anadolu buluşmalarının
klasiği olan duygu, aşk, heyecan dolu konuşmasını yaptı. Kelimelerin dudaktan kulağa değil,
yürekten yüreğe aktığı bu sunumla ilgili bir şey
yazamadım. ‘Ancak yaşanır ‘diyebilirim…
anadolu platformu
Programın dördüncü günü sabah oturumu,
‘Geçiş Dönemlerinde Siyaseti Yeniden
Düşünmek’ isimli panelle başladı. Oturum
başkanlığını araştırmacı-yazar Yusuf Tosun yaptı.
İlk konuşmacı Ahmet Turan Koçer, görseller
eşliğinde İslam dünyasının geri kalmışlığını ve
eksiklerini ortaya koymaya çalıştı:
• Müslümanlar kurdukları idari, siyasi
sistemler ile sahici bir refah ve güvenlik
ortamı üretemiyorlar.
• İşe yarayacak bir şey varsa, bu dönemde
söylemek; ödenecek bir bedel varsa da
ödemek lazım.
• Türkiye kendisini teslim almaya çalışanlara karşı kendini kurtarmak için yeni güç
merkezleri ile bir ittifak arayışındadır.
Araştırmacı yazar Ümit Aktaş ise ‘Hilafet
Sonrası Dünyada Siyasetin Yeniden Düşünülmesi’ başlıklı sunumunda şunları söyledi:
• Hz. Ebubekir kendisine yöneltilen Allah’ın
halifesi sıfatını reddetti, ancak ‘peygamber
halifesiyim.’ dedi. Ondan sonra gelenler
ise Emiru’l-Muminin sıfatını kullandılar.
Kendisine Allahın halifesi sıfatını yakıştıran
ilk kişi Muaviye’dir. Bu İslami yönetim
geleneğini Orta doğuda tanrı-kral geleneğine dönüştüren bir hamledir. Bu da
peygamberin oluşturduğu ümmet toplumunu sürüleştiren bir sonuç doğurmuştur.
Muaviye’nin kurduğu bu sistem Kur’an’ın
birçok kavramını (cihad, istişare, şura…)
devlet prizmasından geçirerek başkalaştırmış, yamultmuştur.
• Peygamberin ortaya koyduğu yönetim
sistemi bize şunları söyler: Halifelik kutsanmasın, emanet ehline verilsin, sorumluluk
bireyseldir, dinde zorlama yoktur; hak,
adalet, şura ve istişareye riayet edilmelidir.
• Halifeliğin kaldırılmasından bu yana tam
yüz yıl geçti, ancak hâlâ İslami yönetim
noktasında bir ilerleme kaydedilemedi…
Prof. Hayri Kırbaşoğlu, ‘Perspektif Sorunu’
başlıklı sunumunda şunları ifade etti:
• Allahın, peygamberin, kitabın bu kadar
çok konuşulduğu; ancak aynı zamanda bu
kadar dejenere edildiği, araçsallaştırıldığı bir
dönem görülmedi.
• Şu an İslam ülkeleri örtük sömürge
konumundadır. İslam ülkeleri üretim değil
tüketim toplumlarıdır.
• Hayatın hiçbir alanında İslam yok. Kendi
görevlerini Kur’an ve Sünnete yükleyen
bir akla nasslar bir şey yapamaz. Nassları
anlayıp, güncelleyip sorunlarımızı çözebiliriz.
• Müslümanlar İslam medeniyetini hayata
hâkim kılarak ve diğer insanlarla birlikte
yaşama becerisi göstererek ayakta kalabilirler.
• Pasif iyi aktif kötünün en büyük destekçisidir.
Günün akşam bölümünde ise ‘Siyaset ve
Hakikat Arasında İnsan Olmanın İmkânları’
başlıklı sunum gerçekleştirildi. Oturum başkanlığını Prof. Ali Gür yaptı. Doç. Dr. Alev Erkilet,
‘Siyaset Ahlakı ve İnşası’ başlığında çevre
konularına değindi.
Modernizm ve Kapitalizme itirazımız var; ama
yüzde bin Modernist ve Kapitalistiz…
Ya değişim gelir her şeyi elinizden alır ya da
değişimin efendisi olursunuz…
Prof. Zekeriya Kurşun ise ‘İslam Dünyasında
Sokak Ahlakı ve Siyaset’ başlığı ile sunumunu
yaptı.
• Kullandığımız herhangi bir ürün ile ilgili
onu üreten devletle bir ahlak ve kültürel
ilişki kuruyoruz.
• Bizim davranışlarımıza genellikle sokak
ahlakı yön veriyor.
Programın beşinci günü sabah hasbihal
kısmında Suriye’den Dr. Ahmet Tuma ve Dr. Fatih
El-ravi söz aldılar.
• Dr. Ahmet Tuma, Türkiye’nin liderlik
potansiyelinin olduğunu ve bu potansiyelin
farkına varılıp harekete geçirilmesi gerektiğini söyledi. Ayrıca İslam ülkelerindeki derin
EYLÜL 2017
59
anadolu platformu
tartışma ve çatlakların Türkiye’ye sıçramasından endişe ettiklerini söyledi. Tuma,
DAİŞ’in İslam ülkelerinde bu kadar kolay
yayılmasını eleştirdi. Bu problemin tarihi
arka planının iyi irdelenmesi gerektiğini
söyledi. Tuma, İslam dünyasının Said Havva
ve Yusuf El-Karadavi gibi mutedil âlimler
yerine El-Bani gibi âlimleri tercih ettiği
için mevcut problemlerle boğuştuğunu
söyleyerek sözlerini tamamladı.
Dr. Fatih El-Ravi, Müsteşriklerin (doğu
bilimci) Müslüman öğrenci ve akademisyenleri
bilerek yanlış yönlendirdiğini, böylece İslam
dünyasındaki kargaşaya zemin hazırladıklarını
söyledi.
Son günün ilk panelinde eğitimci Abdulvahid
Yücel başkanlığında ‘Çağdaş İslami Hareketlerin İmkân ve Sorunları’ başlığı irdelendi.
Katılımcılardan: Alparslan Durmuş mazereti
sebebiyle iştirak edemedi. Diğer katılımcı
gazeteci, araştırmacı-yazar Kemal Öztürk ‘Yeni
Dünya Düzeni ve Medya’ konusunu işledi
ve dinleyicilerden büyük beğeni aldı. Anadolu
Ajansına çağ atlatan, Türkiye’de İslami medyanın
gelişmesinde çok büyük katkıları olan Öztürk’ün
sunumunda öne çıkanlar şunlar:
• İslam dünyasının ilk büyük krizi Kerbela
olayı ile sonuçlanan süreçtir. İkinci büyük
kriz Moğol İstilası, üçüncüsü ise Birinci
Dünya Savaşı ve Osmanlı’nın parçalanmasıdır. Dördüncü büyük kriz, şu an yaşadığımız
süreçtir. Maalesef bizler bu krizin şahit-
60
EYLÜL 2017
leriyiz. Ne yazık ki çocuklarımız bu krizi
yaşamaya devam edecek.
• Bizim adımız Müslümandır, adımızın önüne
veya sonuna hiçbir ek kabul etmememiz
gerekir.
• Bizim görevimiz sadece Emperyalistlere
karşı değil, aynı zamanda içimizdeki
zalimlere ve diktatörlere karşı da mücadele
etmektir.
• Suriye’deki diktatör Esed’e karşı mücadele
eden Müslümanlar elliden fazla gruba
bölünmüş durumda, buradan bir hayır
çıkmaz. Müslüman, Müslümanı boğazlıyor.
Müslümanların birbirine yaptığını hiç kimse
onlara yapmadı.
• Acılarımız ve utançlarımızla yüzleşmeliyiz.
İslam dünyasının en büyük problemi cehalet
ve hurafelerdir. Bir reforma, yenilenmeye
muhtacız. Sorgulama özellikle içe doğru
yapılmalıdır.
• Bakış açımızı derinleştirmemiz gerekiyor.
İslam Medeniyeti, Batı krizine alternatif
olabilir; ancak şimdiki Müslümanlarla
değil…
Günün akşam oturumunda ise Osman Gerçek
yönetiminde ‘İslami Hareketler İçin Yeni
Yaklaşımlar Yeni Stratejiler’ başlığı işlendi.
Katılımcılar: Rabia Aldemir ve Hüseyin Özhazar idi.
Rabia Aldemir,’ Aklı Selim’ başlığı bağlamında şunları ifade etti:
• Bu dava ücretlerini, sadece Allah’tan
anadolu platformu
bekleyen Müslüman kadın ve Müslüman
erkeklerin omuzlarında yükseldi.
• Hem insanlığımızı, hem toplumsallığımızı
sürdüreceğimiz bir zemin oluşturmalıyız.
• İslami Hareket yol ayrımında: Ya şimdi
sıçrama yapıp kurtulacağız ya da tüm
yaptıklarımızın altında kalacağız.
• Teşkilat, sorumluluğu olup da sözü olmayanların veya sözü olup da sorumluluğu
olmayanların yeri değildir.
• Aşkla tutunduğumuz dava adamlığımız,
merhamet dolu yaklaşımımız bizi vazgeçilmez yapar…
Günün son konuşmacısı tarihçi, eğitimci,
yazar: Hüseyin Özhazar, ‘Sivil İslami Hareketler’ konusunu ele aldı:
• Muhasebeler bizim önemli hastalıklarımızı
önceden tespit edip çaresine bakmayı
sağlayan Check -Up’ larımızdır.
• Sivil İslami Hareketlerin problemlerini üç
başlıkta inceleyebiliriz:
1.Entelektüel çölleşme, üretemeyen,
yenilenmeyen, yenilemeyen bir zihin söz
konusu. Bu durumda ithal çözümlere
yöneliyoruz. Bu da derde deva olmuyor.
2.Bütüncüllük meselesi, İslam’a, dünya’ ya,
hayat’ a, insan’ a bütüncül bir bakışımız
söz konusu değil. Parçacı yaklaşımlar bizi
bitiriyor.
3.Eğitim ve Müfredat meselesi; İslami hareketlerin eğitim sistemlerine baktığımızda,
bir müfredatlarının olmadığını görüyoruz.
Ders halkalarına katılan bireylerin çalışıp
üreterek ortama bir değer katmaları
gerekiyor.
4.Geçmişte Yaşamak; bugünden kopukluk,
özgüvensizlik, geçmişi kutsayarak
avunma…
• İslami hareket bir kafadarlar hareketi
değildir, bir kuşak hareketi değildir, bir ırkın
hareketi değildir. İslami Hareket, değişen,
gelişen koşullara göre kendini konumlandırır/koşullandırır.
• Aşırı siyasallaşma veya siyaseti düşman edinme İslami hareketlerin problemlerindendir.
• İslami hareketler bir holdinge dönüşmemeli.
• İslami hareketler en önemli problemlerinden biri de önderlik problemidir. Lider
yetiştiremiyoruz. Önderlik etmeyi cazip hale
getirmemiz gerekiyor.
Sempozyumun son oturumunda bu hareketin
kurucularından olan, İslam için bedel ödeyen,
hocaların hocası Zekeriya Şengöz kapanış
konuşması için mikrofona geldi. Zekeriya hoca;
ilim, emek, fikir, aşk, heyecan, dert, tasa, ufuk
içeren konuşmasında özetle şunları söyledi:
• Sorunlarımız çok yönlü, yaralarımız ağır;
çabalarımız yetersizdir.
• Önce siyasal birliğimizi, sonra duygusal
birliğimizi kaybettik.
• Son bir asırdır dağınıklık girdabında çırpınıp
duruyoruz. Fikri, siyasal, kültürel, duygusal
vb. dağınıklık…
• Tevhit; dinimizin, birliğimizin, varlığımızın
özüdür.
• 15 Temmuz direnişinin ruh kökü, ezan, sala,
tevhit ve şehadettir. Millet bu değerlerle
devlete sahip çıkmıştır. ‘Demokrasi şehidi’,
‘hâkimiyet milletindir’ gibi söylemler
sorunlu bir dilin söylemidir. Şehit şehittir,
hâkimiyet de Allah’ındır!
Beş gece altı gün süren program sona
erdiğinde bir taraftan memleketlerimize dönüş
telaşı yaşarken, diğer taraftan dostlardan ve bu
ilim-irfan fışkıran ortamdan ayrılmanın hüznünü
bir arada yaşadık. Rabbim, İslam ümmeti olarak
problemlerimizle yüzleşmeyi, onları teşhis
ve tedavi etmeyi nasip etsin… Rabbim, biz
Müslümanlara içinde bulunduğumuz bu kahredici
durumdan kurtulmayı ve İslam’ın hayat veren
nefesini dünyaya yeniden sunmayı nasip etsin…
Vesselam… ●
EYLÜL 2017
61
SOSYAL DAYANIŞMA
Cerablus: Bir Şehrin Tanıklığı
OP. DR. YUNUS ÇOLAKOĞLU ÇOCUK CERRAHISI UZMANI
H
emen yanımızda yedi yıldır süren
bir iç çatışma ve savaş halinin,
tüm insani dramlarını, acılarını,
yorgunluğunu barındıran Suriye de,
hayatın kısmi de olsa bazı bölgelerde
normalleşmesi gerekiyor. Bu bağlamda savaş,
kıtlık, doğal afetler gibi olağanüstü durumlarda
insanlara din, dil, ırk ayrımı yapmadan yardım
etmek ve insani bir temasta bulunmak insan
olmamızın bir gereği ve kabul ettiğimiz inanç
esaslarımızın da emridir. Bazen hayatın tabii
akışı içerisinde farkına varamadığımız mütevazı
imkânların ve nimetlerin olağanüstü durumlarda ne anlam ifade ettiğini ve insanları nasıl
rahatlatıp hayata bağladığını kriz bölgelerinde
bulunanlar yakinen müşahede etmiştir.
Hayatın olağan seyrinin bozulduğu bu
dönemlerde bir bardak temiz su, bir yaraya
sürülecek antibiyotikli pomat, ağrıyı bir nebze
de olsa azaltacak bir tek analjezik tablet, yarayı
saracak temiz bir sargı bezi veya kişiyi soğuktan
koruyacak bir battaniye ve çadır, bir bardak
sıcak çorba, hem maddi hem de manevi olarak
insana dokunmamıza ve kalplere açılmamıza
aracılık eder. Bu anlamda kriz bölgelerinde
yürütülen sağlık hizmetleri ne kadar mütevazı
olursa olsun, sadece bir tıbbi katkı ve destek
faaliyeti olmayıp insani ve sosyal bir rehabilitasyon mahiyeti de arz eder. Son yıllarda ülke
sınırlarını aşan resmi kurumlar ve sivil toplum
örgütlerinin birlikte ve yalnız gerçekleştirdikleri
tıbbi ve sosyal yardım organizasyonları mağdur
coğrafyalarda umut olmaya devem ediyor.
62
EYLÜL 2017
Nisan 2017 tarihinde, bizim de dahil olduğumuz, AID(Uluslararası Doktorlar Birliği) ve
TİKA tarafından Orta Afrika ülkelerinden ÇAD’
da çoğu yetim yaklaşık 800 mülteci çocuğun
sünnet edildiği tıbbi organizasyondan sonra,
yeni bir faaliyetin imkânlarını araştırmaya
başladık. ‘Suriyeliler Gitsin’ kampanyalarının
yapıldığı ve ırkçı, ayrıştırıcı bir söylemle bir
iç çatışmanın ve mühendislik hesaplarının
sergilendiği ortamda ülkenin ve medeniyet
coğrafyamızın barış, kardeşlik ve dayanışmaya
ihtiyaç duyduğu bir süreçte herkesin samimi ve
hiçbir etnik-sosyal ayrımcılığa gitmeden mücadele etmesi gerekiyor. Hayatın kısmen tabii
bir seyir izlemeye başladığı Türkiye sınırındaki
Cerablus’ta, yapılacak bir Sünnet ve tıbbi yardım
organizasyonu ile birçok ailenin hayatında
normalleşmeye katkı sunabilir ve insani bir
dokunuşta bulunabilirdik. İki yıl boyunca IŞİD
denetiminde olan ve bölgede yaşayanların
hatırlamak istemedikleri insanlık dışı uygulamalara şahit olan bu sınır kasabasında bir
sünnet organizasyonu fikri AID gönüllülerince
icra edilebilir ve bölgede güzel hizmetleri olan
Türkiye Diyanet Vakfı ve Gaziantep Müftülüğü
de bu faaliyet bünyesinde sünnet edilecek
çocuklarımıza elbise ve ayakkabı yardımında
bulunabilirdi.. Bu düşüncemiz AID ve Diyanet
İşleri Başkanlığı yetkililerine iletildiğinde büyük
bir samimiyet ve içtenlikle karşılandı.
Sağlık Bakanlığı tarafından Cerablus’ta oluşturulan ve günlük 800-1000 hastanın muayene
edildiği ve bir çok cerrahi ve dahili branşta hizmet
sosyal dayanışma
IŞİD denetiminde bir sorgu ve işkence
merkezi olarak kullanılan, akla hayale
gelmeyen zulümlerin yapıldığı okul
binası, hastane yapıldıktan sonra, şifa
dağıtan bir mekân, hayata tutunulan
bir merkez haline getirilmiş.
verilen hastanenin kullanımı için gerekli izinler
alınarak bir çocuk cerrahisi uzmanı iki aile hekimi
ve üç deneyimli yardımcı sağlık personelinden
oluşan bir ekiple Gaziantep müftülüğünün temin
ettiği araçla 22 Temmuz sabahı saat 06. 00’da
şehir merkezinden Cerablus’a hareket ettik.
Yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra Karkamış
ilçe sınırından kimlik kontrolü ve önceden
alınmış izinlerin teyidi ile hastaneye doğru
yol aldık. Burada hemen her şeyi ile aynı olan
insanları ayıran, tel örgülerin ve bir demiryolu
hattı boyunca mayınlanan toprakların ayırdığı
kardeşlerin asırlık hüznünü hatırlamamak
mümkün değil. Yaşadığımız bunca acıya rağmen,
üzerimizde yapılan hesaplar ve kardeş kavgaları
-ekipteki herkesin de belirttiği gibi- sorunların
kısa vadede çözümünün zor olduğu gerçeği
hepimizi derinden üzüyor. Yüzyıllar boyunca bir
arada yaşayan ve birinci dünya savaşında çizilen
suni sınırlarla birbirinden ayrılan halkların,
tekrar tesis edilecek şehir devletçikleri ile yeniden
aralarına tel örgüler çekilecek olması emperyal
hesapların acımasızlığını ve yerel halkların
basiretsizliğini ortaya koyuyor.
Organizasyonun planlandığı hastane güzergâhında, yol boyunca savaşın yaşattığı yıkım
ve şehirdeki tahrip ve aynı zamanda yeniden
imar için sürdürülen faaliyetler, hummalı
çalışmalar göze çarpıyor. Şehirde trafik levhaları
Türkçe ve Arapça olarak düzenlenmiş. IŞİD’ den
temizlenen ve genel olarak sükunetin hâkim
olduğu şehirde nüfus, yaklaşık beş kat artmış.
Silahlı yerel güçlerce korunan hastaneye giriş
yaptığımızda sünnet için bekleyen çocuklar ve
ailelerin meraklı bakışları ile karşılaşıyoruz.
Hastane başhekimi ve yönetimi özverili bir
çalışma yürütüyor. IŞİD denetiminde bir sorgu
ve işkence merkezi olarak kullanılan, akla
hayale gelmeyen zulümlerin yapıldığı okul
binası, hastane yapıldıktan sonra, şifa dağıtan
bir mekân, hayata tutunulan bir merkez haline
getirilmiş. Personelinin bir kısmi Suriyeli
olan hastanenin iki odalı ameliyathanesinde
deneyimli gönüllü ekibimizce steril şartlarda
doksan çocuğun sünneti sorunsuz olarak yapıldı
ve çocuklara Türkiye Diyanet Vakfı’nın verdiği
hediyeler ile organizasyon tamamlandı. Ailelerin
memnuniyeti ve hayır duaları ekibimiz için tarifi
mümkün olmayan büyük bir manevi kazanç ve
sonraki faaliyetler için bir motivasyon kaynağı
oldu. Ayrıca AID tarafından İstanbul’da açılan,
ücretsiz olarak hizmet sunan, ortez ve protez
merkezine yönlendirilecek hastalar ile ilgili
hastane yönetimi ile istişari bir değerlendirme
toplantısı yapıldı. Bu organizasyonumuzla bir
kez daha anladık ki ülkemiz insanının, birçok
alanda sahip olduğu deneyimleri, bölgemiz ve
dünyanın muhtelif kriz bölgesinde insanlığın
yararına sunması ve sorunların çözümü için
seferber etmesi hayati önem taşıyor.
Paylaşılmayan bilginin ve mağduriyetin
giderilmesi için seferber edilmeyen imkânların
bir gün elimizden kayıp gideceğini yakinen
bilmek gerekiyor. Bu anlayışla seferber olup sürekli bir çaba ve insani bir yaklaşım sergilemek
gerekiyor. Çünkü bugün, Türkiyeli Müslümanlar
olarak yaşadığımız birçok olumsuzluk ve yıkıma
rağmen, imkânlar ve fırsatlarla da sınandığımız
tarihsel bir süreçten geçiyoruz.
EYLÜL 2017
63
DÜŞÜNCE
Müslümanlar ve Modern
Yönetim Sistemi
DAVUT AKDUMAN
P
eygamberimizin uygulamaları, dört
halifenin seçilmeleri ve günümüze kadar elde edilen insanlığın ortak mirası
olan düşünce ve yönetim sistemleri,
bize geniş bir perspektifte bir yönetim
sistemi inşa edecek zengin örnekler sunmaktadır.
Sosyal hayatı kuşatan İslam, yönetim açısından
zamanın ve mekânın/toplumun ruhuna uygun,
İslam’ın temel prensiplerine aykırı olmayan
modellerin geliştirilmesi/benimsenmesi konusunda Müslümanları serbest bırakmıştır.
Bugün için, yönetim açısından, istenen/beklenen/ihtiyaç duyulan, zamanın ruhunu yakalamak
adına uygulanabilirliği/üstünlüğü kanıtlanmış,
sosyolojimizin gerçeklerine dayanan bir yönetim
sisteminin geliştirilmesine büyük ihtiyaç vardır.
Günümüzün yaygın kabul ve uygulamaları göz
önüne alındığında ortaya konulacak seçim ve
karar sisteminin demokrasiden daha üstün
olması; yönetim sisteminin de cumhuriyetle
kıyaslanabilmesi, onların eksiklik ve yanlışlıklarını ortadan kaldırması gerekmektedir.
İslam tarihi boyunca en önemli siyasal
sorunlardan biri olarak, iktidar/taht kavgaları
birçok Müslümanın kanının akmasına neden
olmuştur. Bu çatışma ortamları devlet ve
sistemleri zayıflatmış ve dış düşmanların kolayca
üstünlük sağlamalarına neden olmuştur.
Günümüzde karışık ve büyük meseleleri;
zaman, para ve enerji açısından en iyi şekilde
çözebilmek için insan hatalarının azaltıldığı sis-
64
EYLÜL 2017
temler kullanılmaktadır. Başarının, hâkimiyetin
ve gücün temelinde sistemlilik bulunmaktadır.
İslam toplumlarının dağınık ve sistemlilikten
yoksun çalışmalarındaki başarısızlık; motivasyon
kaybına, var olan gücün şiddet olarak içeri
yönelmesine ve iç çatışmaların ortaya çıkmasına
neden olmaktadır.
Günümüz toplumları inanç açısından yüksek
bir homojenliğe sahip değildir. Ulusal veya
coğrafi kriterlere göre çizilen sınırlarda kurulan
devletlerde değişik dinlerden insanlar bir arada
yaşayabilmektedir. Bunun yanında, büyük çoğunluğu Müslüman olarak kabul edilen toplumlarda
dahi, modern dünyanın her türlü eğilim ve
inanışlarına rastlamak mümkündür. Tüm bu
insanları ortak değerler etrafında toplayarak
sistemli bir birlik oluşturma yolunda, hakikatin
yaşanılmasının ve anlatılmasının önünde
engellerin olmadığı, farklılıkların gözetildiği bir
yapının kurulması insan hak ve onuruna daha
uygundur.
Peygamberimiz döneminde Medine’de
sağlanan birliğin/cemaatin, site/şehir devletine
dönüşmesi; Raşit halifeler döneminde ise bu
site devletinin coğrafi ve kültürel olarak daha da
genişleyerek federatif bir yapıya dönüşme süreci,
model olarak hep en üstte değerlendirilmiştir.
Tarihi süreçte, yaşanılan toplumun özellikleri ve
dünyadaki diğer toplumların tecrübeleri dikkate
alınarak, belirli ilkeler dâhilinde icma/ictihad ile
en iyi siyasal yapını oluşturulması için bir çaba
düşünce
harcanması gerekirken; Peygamberimizin(as)
vefatından yaklaşık 30 yıl sonra Emevilerle birlikte
saltanatın benimsendiği ve miladi 19. yüzyılın
başına kadar bunun değişmediği görülmektedir.
Devlet başkanlığının verasetle devredilmesi
ile başlayan saltanat/hilafet birleşiminin o dönemde yaşayan sahabe ve diğer Müslümanların
icması ile kabul edilmesi tarihsel bir durumdur.
Burada, Sünni fıkhın gelişmesi sürecinde Kur’an,
Sünnet gibi naslara İcmanın eklenmesi ve bu hukuki prensiplerin devlet işlerine de uygulanması
ile din adına siyaset üzerinde bir bakıma vesayet
gelişmiştir. İcma’ya uyulmasının farz olması ve
her yeni icmanın eski uygulama üzerinde bir
karar olarak görülmesi, saltanatın kabulünü geri
dönüşü olmayacak şekilde meşrulaştırmıştır.
Bu durum, Şiilerin ‘Müslümanların liderinin
Peygamberimizin soyundan gelen, masum kabul
edilen ve verasetle devredilen imamlar olması’
fikrinden çok da farklı değildir.
Her iki durumda da vekil tayini veya ‘ehlul
hal vel akd’ tarafından bir seçim yapılması ile
aynı soydan gelenlerin varis oldukları bir siyasal
liderlik uzun süre devam etmiştir. Teorik olarak
bu kurulun azletme yetkisi olmasına rağmen,
bu pek uygulama imkânı bulamamıştır. Ve
İslam dünyasında, 19. yüzyılın başına kadar aile
egemenliğine dayanan sultanlıklar/monarşiler
hüküm sürmüştür. Burada üzerinde ittifak
edilenin aslında yönetim şeklinden çok
istikrarın sağlanması olduğu düşünülebilir.
Buradan yola çıkarak taht/iktidar kavgalarının
olmadığı sistemli bir yönetim şeklinin uygulanmasının icma’ya daha uygun olduğu söylenebilir.
Bugünkü anlamda modern anayasaların
temeli, Manga Charta Libertatum anlaşmasıyla,
12. yüzyıl da soyluların ayaklanması sonucunda,
yine bir kral tarafından kendi yetkilerinin
sınırlanmasıyla atılmıştır. Fakat demokrasinin,
eşitlik, özgürlük, adalet ve milliyetçiliğe dayanan
bir temelle yeniden doğması, 17. yüzyıldaki
Fransız İhtilali ve Federal Amerikan Anayasasının ilanı ile gerçekleşmiştir.
Batıdaki demokrasinin dayandığı ilkeler ve
uygulamalar üzerinden kendi tarihimizi okuduğumuzda karşılaştığımız hayal kırıklığını, Batı
tarihi karşısında duymayışımız büyük ihtimalle
İSLAM’IN ana kaynakları olan Kur’an
ve Sünnet dinamik ve yaşayan/canlı
varlıklar iken, bizler metodolojik yaklaşımımızla onları dondurduk/öldürdük.
idealist olmamızdan kaynaklanıyor. Elimizde
bu kadar insani ilke ve uygulama varken nasıl
oluyordu da biz onların gördüğünü göremedik/
yaptığını yapamadık? Bunun temelinde yatan
neden, aslında dinamik bir anlayış olan içtihadın,
bazı icma ve içtihatlarla statikleştirilmesi ve
geriye dönüşü olmayacak şekilde nasların
önüne geçirilmesinden kaynaklanmaktadır.
Yani tarihsel ve metodolojik bir anlamlandırma
farklılığından kaynaklanmaktadır. İslam’ın ana
kaynakları olan Kur’an ve Sünnet dinamik ve
yaşayan/canlı varlıklar iken, bizler metodolojik
yaklaşımımızla onları dondurduk/öldürdük
ve sonra da ölüden medet umarcasına ‘Neden
elimizde bu ilahi kaynaklar ve rehberler
olduğu halde biz başaramıyoruz?’ sorusunu
sormaya başladık.
Şimdi elimizde olan bu ilke, uygulama
ve insanlığın ortak kazanımları ile çıkış yolu
aramaya çalışalım:
Kendi ilke ve uygulamalarımıza baktığımızda,
bunlardan en önemlisinin hiç şüphesiz şûra
olduğu görülecektir. Rabbimiz, Kur’an’ı Kerim’de
Müslümanları tarif ederken “Onların işleri
kendi aralarında istişare iledir” (Şura,38)
buyurmaktadır. İnsanlar arsındaki ihtilaf ve
anlaşmazlıkların en asgari düzeye indirilmesinin
ana yoludur istişare. İstişare yapılınca her fikir
ortaya konulur. Orta/k yol bulunup karar olarak
alınır ve istişarede bulunanların hepsi bu son
karara uyar. İstişare ibadet şuuruyla yapılır ve
sonucuna karşı en küçük bir hoşnutsuzluk ortaya
konulmaz. Şûrayı esas alan bir sistemde, uygulanacak herhangi bir seçim sürecinin öncesinde,
esnasında ve sonrasında mutlak anlamda
istişare mekanizmaları devrede olur ve insanların
hoşnutsuzlukları minimize edilerek birlik ve
beraberlik korunur.
Şûranın prensibi, karşılıklı mutabakat ve
danışmaya (mutual consensus and consultation)
dayanmasıdır. İdareci seçimleri konusunda
EYLÜL 2017
65
düşünce
ise şûra prensibinin temel uygulaması belirli
kriterleri taşıyan ehliyet ve liyakat sahibi
kişilerden, halkı temsil etme kapasitesi en fazla
olan üzerinde mutabakat sağlanmasıdır. Bu
seçimin semavi bir karar olmadığı, insanların
kendilerine vekâlet edecek kişiyi seçme işlemi
olduğu, bundan dolayı seçimin nasıl olduğuna da
en iyi seçimi yapanların karar vereceği unutulmamalıdır.
Geçmişte sayıları 3, 5, 40 kişiden oluşan,
ilim, adalet, re’y ve tedbir gibi üç niteliği
üzerinde taşıyan “ehlü’l-hal ve’l-akd” ın lider
seçiminde yetkili kılınmıştır. Bunun arkasındaki
neden; toplumun çoğunluğunun eğitim ve
re’y belirtme durumunun seçme ve seçilme
için yetersiz kabul edilmesi ve şûra ehlinin
niteliklerine verilen önem olarak değerlendirilebilir. Bu durum, seçkin bir sınıfın halk adına
karar vermesini öngördüğünden dolayı bir
bakıma oligarşik bir sitemdir. Günümüzde her
bireyin seçme ve seçilme hakkının bulunduğu
sistemlerin uygulandığı toplumların varlığı,
çıtayı belirli bir seviyede tutmaktadır.
Geliştirilecek sistemlerin bunu göz ardı etmesi
toplumsal huzur açısından problemler ortaya
çıkaracaktır. Bundan hareketle her bireyin seçme
ve seçilme hakkına sahip olduğu ve seçimin her
aşamasında seçime girecek adayların belirli
kriterlere göre “ehlü’l-hal ve’l-akd” niteliklerine
sahip bir kurul tarafından değerlendirildiği bir
sistem geliştirilebilir.
Günümüzde çoğunluğun kararının benimsendiği demokratik usullerde, seçilmemesi
gerekirken seçilen insanların varlığı, seçim süreci
üzerinde daha fazla kafa yorulması gerektiğini
göstermektedir. Öncelikle, seçimlerde yerel
sosyolojik dengeler korunmalı ve halkta eğitim
ve bilinç seviyesinin arttırılmasıyla birlikte
ideallere yaklaşılmalıdır. Bu durumda, kanaat
önderlerinden veya yerel de seçilen belirli
niteliklere sahip kişilerden oluşan kurullarda
yapılan istişareler sonrasında yapılacak aday
önerileri halka sunulabilir veya siyasi katılım
hassasiyeti yüksek toplumlarda hayatın ve
siyasetin her alanında toplum yararına yaptığı
çalışmalarla insanların rızasını kazanmış adaylar
direkt halka giderek destek arayabilirler.
66
EYLÜL 2017
Halka sunulan/giden adaylardan en fazla oyu
alanın seçildiği “election” şeklinde seçim veya
var olan adaylar üzerinde yapılan bir istişare
sonucunda birinin ön plana çıkarak seçilmesi
“selection” şeklinde seçim yapılabilir. İlk bakışta
ikincisinin istişareye daha yakın/uygun olduğu
düşünülebilir. Fakat ilk seçenekteki adayların
halk önüne çıkması öncesinde bir istişare kurulu
tarafından değerlendirilerek adaylıklarının
onaylandığı seçenekte halk daha fazla seçenekle
karşı karşıya kalabilir ve kurul tarafından işaret
edilen bir adaydan çok, kurul tarafından sunulan
seçeneklerden halkın en fazla rıza gösterdiği
seçeneğin seçilmesi sağlanmış olur. Burada
politik saiklerle adaylığı engellenenlerin hak
arama ve kazanma yolları açık bulunmalıdır.
Seçilme ile iktidar süreci tamamlanmış olmaz.
Üçüncü aşama olan vekâletlendirme/biat
ile halkın mümkünse tamamına yakınının
idarecisiyle sözleşmesi sağlanmış olur. Bununla
da, demokratik sistemlerde kazanan adaya
oy vermeyenlerin seçileni kendi lider/başkanı
olarak görmemelerinin önüne geçilmiş olur. Ve
muhalefet anlayışının dışarıdan değil de içeriden
şekillenmesi sağlanabilir.
Mülkün, devletin, resmi/gayri resmi siyasetin, ekonominin, sosyal hayatın her alanının
temeli adalettir. Adalet temelde eşitliğe dayanır.
Niteliksel eşitsizliğin olduğu nicel eşitliklerde
de eşitliğin sağlanması ile adalet sağlanır.
Yasalar önünde eşitlik, siyasal/toplumsal haklar
bakımından fırsat eşitliği, hakkı olanın sadece
hakkını aldığı/haksızlığın olmadığı bir eşitlik ve
adalete, bir ilke ve uygulama olarak her alanda
mutlaka uyulması gerekir. Siyasal sistemimiz
zulmü önleyecek ve adaleti sağlayacak bir model
olmalı, kamu varlıkları ve devlet olanakları
vatandaşlar arasında temeli eşitliğe dayanan
bir adaletle dağıtılmalı. Yani bir varlık veya yasa
üzerinde hakkı bulunanlar, bu hakkını eşit bir
şekilde alabilmelidir.
Görevlerin/olanakların dağıtılması noktasında adaletin hemen akabinde ehliyet ve
liyakat gelir. Fırsat eşitliği ile başlayan süreçte
ehliyet sahibi insanların layık oldukları konumda
çalışmaları, üzerlerindeki görevi layıkıyla yerine
getirmeleri, Müslümanların işlerinde/sistemle-
düşünce
rinde öncelik vermesi gereken ilke ve uygulama
şekli olmalıdır. Bu konuda Rabbimiz “Allah,
size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi
ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman
adaletle hükmetmenizi emrediyor” (Nisa,58)
buyurarak ehliyet, liyakat ve adaletin toplumsal
yaşamın ayrılmaz parçası olması gerektiğini
emrediyor.
Görevin veya iktidarın denetlenebilir,
şeffaf ve hesap verilebilir olması; görev
değişiminde belirli kriterlerin olması ve işlemesi;
toplumsal barış, güven ve huzurun sağlanması
açısından son derece önemlidir. İktidar değişimi;
isyan, ihtilal/darbe gibi şiddet ve kaos içeren
yollarla olmamalıdır. İdareci/yöneticilerin
seçimle gelmesi, hesap vermesi, yargılanması ve
gerektiğinde azledilebilmesi; kişilere bağlı
olmayan denetlenebilir sitemlerle sağlanabilir.
İslam tarihinde iktidarın verasetle babadan
oğula geçmesi/saltanata dönüşmesine gösterilen
rıza için öne sürülen en büyük gerekçe, iktidar
kavgalarının ve kardeş-kanının akmasının
önlenmesidir. Unutmamak gerekir ki, o günkü
şartlarda kavgasız iktidar değişikliği sağlayacak
bir modelin ortaya konulamamış olması,
dönemin ulemasının saltanata sesiz kalmasında
en büyük etken olmuştur. Bu bağlamda üzerinde
ittifak edilenin aslında yönetim şeklinden çok
istikrarın sağlanması olduğu görülmektedir.
Elimizde bulunan diğer önemli ilke halkın
rızasının aranmasıdır. Bu, tarihsel bağlamda
biat/vekâlet sözleşmesi ile sağlanırken; baskı
altında yapılan biatlerle bu ilke çiğnenerek, siyasal
iktidarın halktan kopmasına neden olmuştur.
Yöneten ile yönetilenler arasında gerçekleşen biat
sözleşmesi, geri dönüşü olmayan ve her şartta
uyulması gereken bir bağlılık değildir. Vekâlet
verenlerin verdikleri vekâlet üzerinde her an tasarrufları devam etmektedir. Biat, halka dayanan
seçimli/katılımcı bir sistemdir. Halkın yönetime
katılımının(seçim ve denetim) sağlaması, yönetimlerin totaliterleşmesini, bir kişi(kral/sultan/
diktatör, monarşi), aile veya gruba(oligarşi) bağlı
bir yönetimin gelişmesini önler.
Her bireyin saygı gördüğü bir toplumsal
hayatta, düşünsel anlamda çoğulculuğun
korunması; bireyin şahsiyet sahibi ve üretken
HALKA sunulan/giden adaylardan
en fazla oyu alanın seçildiği “election”
şeklinde seçim veya var olan adaylar
üzerinde yapılan bir istişare sonucunda
birinin ön plana çıkarak seçilmesi
“selection” şeklinde seçim yapılabilir.
olmasını sağlayacaktır. Bu bağlamda katılımcı
karar mekanizmalarının geliştirilmesi, muhalefet ve düzeltme hakkının sağlanması, politik
özgürlük/siyasal çoğulculuğu sağlayacaktır.
Politik düşmanlığın olmaması için, iktidarın
adaletsiz rant paylaşımına kapı açması ve
muhalefetin iktidar ihtimalinin yok edilmesini
engelleyecek bir sistem kurulmalıdır. Muhalefete
şiddet ve baskı uygulanmasının, iktidarı otoriterleştirerek ve muhalefeti güçlendirerek karşı
devrim veya isyan gelişmesine yol açması ve ardı
arkası kesilmeyen kanlı iktidar kavgalarına yol
açması mümkündür. Bununla birlikte günümüz
devletlerini oluşturan halkların heterojen dini
ve siyasi yapısı, halkın her kesiminin haklarını
gözeten sistemlerin ortaya konulmasını gerekli
kılmaktadır. Azınlığın çoğunluğa tahakkümü
veya çoğunluğun azınlığa zulmünün önüne
geçebilecek sistemlerin geliştirilmesi insani ve
İslami açıdan önemlidir.
Güçler ayrılığı prensibi (yasama, yürütme,
yargının tek elde toplanmaması) günümüzde
devlet üzerinde birden fazla noktada kontrolün
olması ve totaliler yapıların ortaya çıkmasının
önlenmesi açısından önemlidir. Bu bağlamda
toplumun her kesimi tarafından kabul görecek
çatı ilke ve prensiplerin bulunduğu bir Anayasa
bulunmalıdır. Halk tarafından seçilen/halkı
temsil eden insanlardan oluşan bir meclisin;
yasaların onaylanması, idare, denetim ve genel
politikaların belirlenmesinde etkin olması
gerekmektedir.
İbadetler, miras ve ceza hukuku gibi birçok
alanda ilahi prensiplerin bulunması; güncel
meselelere karşı yeni yasaların yapılmayacağı
anlamına gelmez. Değişen şartlara göre ortaya
çıkan meselelerin çözümü ve iç-dış politikaların
geliştirilmesi için açık ve sürekli üreten mekanizmaların olması, bunların yasalarla desteklenmesi
EYLÜL 2017
67
düşünce
gerekmektedir. Bunlarla yükümlü ehliyet ve
liyakat sahibi bir meclis/kurulun olması, yapılan
yasaların belirli kriterler açısından değerlendirilerek onaylanması ve yürürlüğe girmesi
gerekmektedir. Yasalar, ilgili uzman kurullar
tarafından hazırlanır. İslam’a ve insanlığın
ortak değerlerine uygunluk açısından ulema-hukukçulardan oluşan bir kurul tarafından
denetlenir. Halkı temsil eden meclis tarafından
onaylanır. Akabinde, ya doğrudan yürürlüğe
girer veya yürütmenin başı tarafından yürürlüğe konulur. Dört aşamalı olan bu yasama
faaliyeti, her aşamada denetlenerek; kalıcı olacak
bir yasa maddesinin adalet, eşitlik, özgürlük,
insan hakları gibi temel insani ve İslami değerlere uygunluğu azami düzeyde sağlanır.
Bu bağlamda seçilme/yönetme usul ve esasları
ile İslam hukuku/şeriatı ayrı değerlendirilmelidir.
Müslümanların İslam hukukundan istifade
etmelerinin önü kapatılmadan, toplumsal talebe
göre modern hukuk sistemlerine tabi olmak
isteyenler için de gerekli koşullar sağlanmalıdır.
İslam’ın yönetime bakış açısı, modern
yönetim anlayışları ve insanlığın kazanımları
dikkate alındığında; din, nefis/can, akıl, nesil
(nesep, ırz) ve mal güvenliğinin sağlanması
için devlet gereklidir. Bu devletin yapısı, ayrı
üniter veya birleşik federatif yapılar şeklinde
olabilir. Devletin toplumun gerçeklerine dayanan
organları ve başında seçimle gelip, seçimle giden
başkanı/hükümeti olmalıdır. Özetle,
Yönetim ve Yönetenler şu temel parametreleri karşılamalıdır:
1-Kişiye bağlı yapılardan sistemliliğe/kurumsallaşmaya geçiş esas olmalıdır. Yöneticilerin
görevlendirilme usulleri, görev/yetki sınırları,
diğer kurumsal yapılarla ilişkilerinin net olarak
belirlendiği bir sistem oluşturulmalıdır.
2-Kişiler alanında ilim sahibi, adil, ehliyet/
liyakat sahibi olmalıdır.
Her görev için yetkilendirilme/görevlendirilme usulü belirli olmalıdır.
3-Meşruiyet öncelikle göreve gelme
kriterlerine ve seçilme usullerine uygunluk ile
sağlanır. Sonrasında görev tanımına uygun
hareket etmesi, yani hukuka/şeriata bağlı olması
ile sağlanır.
68
EYLÜL 2017
4-Denetlenebilirlik/şeffaflık ilkesi aynı
zamanda görevinin sona ermesi için de belirli
kriterler sunmalıdır. Bu, ilgili göreve göre 2,5,7
yıl gibi belirli bir süre ile sınırlandırılabilir. İlave
olarak, esaslı kontrol mekanizmaları sonucunda,
görev tanımının dışında hareket ettiğinin saptanması veya ehliyet/liyakat prensibi dışına çıkılması
ile görevin sonlanması mümkün olmalıdır.
Günümüz insanları sahip oldukları seçme/
seçilme hakkını, geri dönüşü olmayan bir kazanım olarak kabul etmektedir. Bu bağlamda şeffaf
bir seçim sürecinin olması toplumsal uzlaşma
açısından önemlidir. Uzmanlık isteyen konular ve
belirli bir kesimi ilgilendiren konularda konuyla
ilgili kurullarda şura prensibi işletilerek kararlar
somutlaştırılabilir ve gerekirse yine halkoyuna
sunulabilir. Bunun dışında “bir kişi bir oy”
prensibi tüm halkı ilgilendiren ve hakkında ilahi
bir hüküm bulunmayan konularda uygulanabilir.
Demokrasiyi günümüz Batılı devletlerin,
Müslümanlara karşı uyguladıkları “çifte standart” söylem ve eylemleriyle değerlendirmemek
gerekir. Demokrasi sadece bir seçim/yönetim
sistemi değil, aynı zamanda bir bakış açısı/
zihniyettir. Farklı düşüncelere karşı toleranslı
olmayı gerektirir. Kişinin başkalarının hak
ve hürriyetlerine saygılı olmasını gerektirir.
Demokrasinin temelinde eşitlik vardır. Özgürlük
ve İnsan Hakları ile birlikte modern siyaset ve
düşünce sisteminin temelini oluşturur.
İslam dini, yönetim açısından salt bir
seçim/yönetim sistemi sunmak yerine, yerel
dinamiklere saygı duyarak belirli ilkeler ortaya
koyar. İnsanların bu ilkeler dâhilinde zamanın ve
toplumun dinamiklerine en uygun seçim/yönetim sistemini inşa etmelerini veya böyle bir sitem
varsa uygulamalarını öngörür. İslami uygulamanın temelinde şûra ve adalet vardır. Ehliyet ve
liyakat çerçevesinde toplumun rızası gözetilerek seçilmiş yöneticilerine rıza göstermelerini/
biat-vekâlet vermelerini ve haktan sapmadıkları
müddetçe tabii olmalarını öngörür. Ayrıca,
İslam’ın gayrimüslimlere bakış açısını; varoluş
mücadelesi verdiği ilk yüzyıl pratiğini farklı
yorumlayarak anlamlandırmamak gerekir. Bilâkis
hâkim olduğu, saldırı/tehdit altında olmadığı
dönemlerde ortaya konulan uygulama İslam’ın
düşünce
özüne daha uygundur. İslam, temel hükümlerini
ve kendi varlığını tehdit etmedikçe insanların
inanış ve yaşayışlarına saygı duyar. Hoşgörüyü,
hem gayrimüslimlere hem de Müslümanlara
karşı en geniş haliyle sağlar. Birey, suç karşısında
cezayı kendisi vermez. Bunun yerine hukukun/
mahkemenin karar vermesini bekler.
İslam’daki adalet eşitliğin üzerindedir.
Eşitliğin haksızlığa yol açtığı durumlarda adalet
bireylerin farklılıklarını, emeklerini ve kişisel
haklarını güvence altına alır.
Günümüzde seçim/yönetim anlayışı olarak
demokratik teamül ve uygulamalardan(ve bu
bağlamda insanlığın diğer kazanımlarından),
İslam’ın temel ilkeleriyle çatışmayanların
alınmasında sakınca yoktur. Bilâkis İslam’ın
önerisi bu yöndedir. Peygamberimiz(as), ilimin
müminin yitiği olduğunu ve Çin’de bile olsa
alınmasını emretmektedir.
Biatın tamamen kişinin rızasıyla olması
gerekir. Sistemli bir devlet yapısı ve vatandaşlık
bağlarının gelişmediği dönemlerde, bu karar
sadece biat edenleri bağlarken etmeyenleri bağlamamış olabilir. Fakat günümüz devlet yapısında,
vatandaşlardan bir kısmının biat etmeyerek
bağımsız davranmaları gerçekliğe aykırıdır. Bundan dolayı şuranın süreçte yer aldığı seçimlerde
meşruiyet için ‘salt çoğunluk’ yeterli olmalıdır.
Şura ilkesi seçime girecek adayların belirlenme
sürecinde uygulandığında, şûra heyetinden
geçen nitelikli kişiler aday olabileceklerdir. Halk
da bunlar arasından en fazla rıza gösterdiğini
seçmiş/onaylamış olacaktır. Seçime katılanlar
arasından en fazla oyu alan iki adayın, ikinci
turda seçime gitmesi ve yarıdan fazla oy alanın
seçildiği bir sistemde de çoğunluğun vekâleti/
biatı alınmış olacaktır. Yine, birden fazla adayın
bulunduğu seçenekte, en fazla oyu alan adayın,
tek başına tekrar halka giderek salt çoğunluğun
onay/vekâlet/biat/güvenoyunu almasıyla da
meşru yönetici olma hakkı elde edilebilir.
Demokrasinin kazanımlarından İslam’ın
özüne aykırı olmayan teamülleri sahiplenen bir
şura yöntemi, sentez bir siyasal sistem anlayışı
olarak şurakrasi (shoracracy) olarak ifade
edilebilir. Böyle bir süreçte;
- İstişare heyetleri aracılığıyla seçim önce-
DEMOKRASIYI günümüz Batılı
devletlerin, Müslümanlara karşı
uyguladıkları “çifte standart” söylem
ve eylemleriyle değerlendirmemek
gerekir. Demokrasi sadece bir seçim/
yönetim sistemi değil, aynı zamanda
bir bakış açısı/zihniyettir. Farklı düşüncelere karşı toleranslı olmayı gerektirir.
sinde aday adayları değerlendirebilir ve halka
nitelikli adaylar sunulabilir.
- Seçilenlerin görevlendirilmeleri ve görev
süresince denetlenmeleri, Şura heyeti tarafından
yapılabilir. Periyodik raporların hazırlanması ve
uyarılar yapabilir. İdareciyi azletme yetkisi de
yüksek hukuki niteliklere sahip bir istişare-danışma kurulu/denetleme kurulu/meclis/senato/
divan tarafından yapılabilir.
- Yapılacak seçimsiz kamu atamalarında
ehliyet, liyakat sahibi kişilerin belirlenmesi,
görevlendirilmesi ve sonrasında denetlenmesini
yürütebilir.
İslam pratiği, yönetim konusunda temeli
istişareye, ortak akla/aklıselime, en doğrusunu
aramaya dayanan bir usul ortaya koymaktadır.
Günümüzde tüm kazanımların sahiplenildiği
bir yönetim sistemi ortaya koymayı amaçlayan
katılımcı meşveret anlayışının gelişmesi ve
yerleşmesi/kurumsallaşması yolunda önemli
mesafeler kat edilmektedir.
Tüm bunlarla birlikte İslam, bir yönetim
sistemi/siyasal yapıdan çok, bir arada yaşama
hukuku vaaz etmektedir. İnsanlara, yaşanılan
zamana, coğrafyaya, halka en uygun yönetim
sistemini seçmeleri imkânını tanımaktadır.
Kur’an ve Sünnet pratiği; bir arada yaşamak
için, her bireyin haklarını güvence altına alan,
toplumu, nesli, aklı, mal ve mülkiyeti, canı ve
inançları güvence altına alan bir hukuk/şeriat
sistemi ortaya koymaktadır.
Bunları sağlamayan, bir toplumsal mutabakata dayanmayan siyasal yapı/devlet temelde
İnsani değildir. İslami bir etiket önüne konulacaksa, bunların hepsinin üstünde en üst düzeyde
adaleti ve istişareyi sağlamalıdır. ●
EYLÜL 2017
69
düşünce
Kemalizm, Laiklik
ve Demokrasi
ÜMİT AKTAŞ
K
emalizm, Osmanlı aydınlarının ve
modernleşmesinin büyük ölçüde
Fransız pozitivizminden ve dolayısıyla
ulusalcı bir cumhuriyetçilikten ve
aydınlanmacı bir laisizmden etkilenmesiyle oluşturulan bir ideolojidir.1
Batılılaşmayı batıdan kurtulmanın bir çaresine
dönüştüren bu anlayış, duruşunu pekiştirmek
ve sahicileştirmek için de doğuya ait olan her
şeye karşı aşağılayıcı bir kibir (yerli ve millî
bir oryantalizm) geliştirmiştir. Padişahlığın
kaldırılması cumhuriyetçi bir etkiye dayanmakta
iken, halifeliğin kaldırılması ise bir kutsalcılık
karşıtlığına (demistifikasyon) ve ulusalcı bir
siyasallığa dayanmaktadır. Batı karşısında,
uzun bir dönem sürdürülen tepkici, lakayt veya
küçümsemeye dayanan bir karşıtlıktan sonra,
bu kez tersi bir temayül olarak ortaya çıkan
Kemalizm, bir açıdan da, İslam dünyasındaki
genel batıya hayran modernleşmeci otokrasiler
(aydınlanmacı despotizm)’in modeli haline
gelmiştir.
Bu tür bir modernleşme anlayışının yürütülmesi, doğal olarak Anglo-Sakson geleneğine
ait olan demokrasi, sekülerizm, ademi-merkeziyetçilik ve genel anlamda liberalizme mesafeli
bir siyasal anlayışın ve pratiğin tercihi anlamına
gelmektedir. Çünkü İngiltere’de cari olan seküler
ve liberal gelenek, kapitalist bir akla sahiptir
ve toplumsal gerçekliği (geleneği) ideolojiye
70
EYLÜL 2017
feda etmez. Yani İngilizlerin deyişiyle “kirli
suyu dökerken bebeği de fırlatıp atmaz”. Bu
yüzdendir ki İngiltere dünyanın en demokratik
ülkelerinden birisi olduğu halde krallığın
varlığına da ilişmez. Bunu feda etmenin maliyetindense, bundan yararlanmanın icabına bakar.
Oysa Kemalistler bırakın hilafetin kaldırılmasını, dünyanın en garip devrimlerinden birisi
olan “alfabe devrimi”ni yaparken bile, basit bir
maliyet hesabı bile yapmaktan kaçınmış, Cemil
Meriç’in deyişiyle kütüphanelerdeki binlerce
kitabın tuğla duvarına dönüştürülmesini
umursamamışlar, hatta bunların çoğunu hurda
kâğıt olarak yurt dışına satmışlardır. Geçmiş bin
yılı unutturacak bu biçimci radikalizm, aslında
yeni bir toplumsal hafıza yaratmanın tipik bir
yoludur. Dolayısıyla Kemalizm ya da Kemalistler, devrimi eleştiren ünlü kimyacı Lavoisier’i
katlederken, “bize bilim insanı değil, devrimciler
lazım” diyen Jakobenleri kendilerine örnek alan,
ama son tahlilde taklide dayanan aydınlanmacı
bir tutum izlerler. Tabii ki tüm taklitçiler gibi
biçimsel, sathi ve bir o kadar da dayatmacıdırlar.
Çünkü hakikate vakıf olduklarını düşünmektedirler.
Padişahlığın kaldırılması ve cumhuriyetçiliğe
geçiş, bir başka açıdan ise İslam tarihinin
başında rüşeym halindeki bir uygulama olarak
kalan İslam cumhuriyetçiliğine bir dönüş
anlamına da gelebilecektir. Nitekim elli yıl sonra
düşünce
gerçekleştirilen İran’daki İslamî Devrim de,
yönetim biçimi olarak cumhuriyeti seçecektir.2
Demokrasi yerine cumhuriyetin seçilmesi
ise, yönetimin belli bir ideolojinin (İslam’ın)
egemenliğinde kalmasına dair bir güvence
arayışından kaynaklanmaktadır. Halka güvenin
ve halkın onayının biçimselleştirildiği bu bakış,
bir anlamda seçilememe korkusunu, yani
kendine olan güvensizliği de yansıtmaktadır.
Bu ise, halkla kurulacak olan iyi ilişkiler yerine,
rejimin korunmasını esas alan ve ideolojisini
bununla güvenceleyen bir endişeyi yansıtır.
Buna karşı demokratik yönetimler ise, daha
geniş bir paydadaki uzlaşı üzerinden, ideolojisiz
bir sistemi vadeder. Ne var ki kelimenin tam
anlamıyla ideolojisiz bir sistem, ancak bir
hayaldir. Sadece zayıflatılmış ideolojilerden
söz edilebilir belki. Demokratik sistemler
ise, toplumu güçlendirerek iktidarı görece
olarak zayıflatırlar ve halk, birçok konuda
doğrudan karar verici haline geldiği için, ideoloji
meselesi de önemini yitirir. Böylece laisizmin
halk karşısında cebre (yasaklamalara) dayanan
“nesnel” (tarafsız) devlet anlayışına karşı, zorun
zayıflatıldığı ve halkın taleplerini görece de olsa
baskılamayan bir zihniyet, yani halkın rızasına
dayan bir seküler anlayış geliştirilir.
Gerçi demokrasilerin de kendilerine
özgü sorunları ve korunma tedbirleri vardır
ve günümüzde Fransız cumhuriyetçiliği ile
Anglo-Sakson demokrasileri arasındaki mesafe
oldukça kapanmıştır. Bu mesafeyi açığa koyan
en bariz yön ise, yönetimlerle halk arasındaki
ilişkilerin belirginleştiği, dine karşı takınılan o
laik ve seküler tavırlarda ortaya çıkmaktadır.
Din, bir açıdan da mahremi ve mahrem olana
karşı devletin tutumuyla, mahremin ne denli
kamusallaşabileceğinin üzerinden ölçülebildiği
bir alandır. Laisizmin daha baskıcı, kamusal
alanları dine ve ritüellere kapatan, “bilimselci”
(pozitivist) ve görece tekçi tutumuna karşı
(ulusallık ve dil meselesinde tekçilik veya
federasyonlara kapalı bir merkeziyetçi yönetim
anlayışında olduğu gibi), Anglo-Sakson
demokrasiler daha pragmatik, çoğulcu ve
dinlerin kendilerini kamusal alanda ifade
etmeleri karşısında daha kayıtsızdırlar. Aslında
KELIMENIN tam anlamıyla ideolojisiz
bir sistem, ancak bir hayaldir. Sadece
zayıflatılmış ideolojilerden söz edilebilir
belki. Demokratik sistemler ise, toplumu güçlendirerek iktidarı görece olarak
zayıflatırlar ve halk, birçok konuda
doğrudan karar verici haline geldiği
için, ideoloji meselesi de önemini yitirir.
bu temel ayrım, laisizmin de dayandığı akılcı ve
evrenselci perspektife ve dolayısıyla da evrensel
bir insan tanımına karşı, insanların belli bir
toplumsallık içerisinde yer aldığını ve ona dair
her ne söylenecekse bu somut toplumsal bağlam
göz önünde tutulmaksızın söylenemeyeceğini
öne süren bağlamcı yaklaşım arasındaki farka da
dayanır. Dolayısıyla da genelgeçer bir toplumsal
ya da siyasal akıl yoktur; tıpkı böylesi evrensel
bir insanın olmadığı gibi. Demokrasilerin bu
tip zaaflarından da hareket edilerek, demokrasilerin biçimsel veya özsel sorunları nedeniyle
duyarsızlaştığı ve farklılıkları temsil kabiliyetini
yitirdiği alanlarda tahkimi için, demokrasi eleştirileri yanında liberal, radikal veya müzakereci
demokrasi tartışmaları da sürdürülmektedir.
Fransız ulusalcılığının merkeziyetçi
devletçiliği ise, beraberinde dinin yerine
belli bir ideolojinin ikame edildiği bir laisizmi
uygulamaya sokar. Ve hatta bizzat ulusallığın
kendisi, Durkheim sosyolojisinde de ifade
edildiği gibi, dinsel bir mahiyettedir. Dolayısıyla
dine ait ritüeller, aydınlanmacı edaya karşı bir
EYLÜL 2017
71
düşünce
anlayışı ifade etse de, ulusallık etrafında yeniden
biçimlendirilir. Toplumu bütünleştirebilmek
ve itaatkârlaştırmak için bayrak, dil, toprak,
vatan, ulus veya ulusal lider kültü gibi modern
kutsallıklar ihdas edilir. Ona karşı Anglo-Sakson
dünya ise, çoğulculuğa ve uzlaşmalara dayanan
liberal bir toplumsal siyaset üretmeye çalışmaktadır. Sözgelimi Fransa dinî bir simge olduğunu
ileri sürerek, okullara başörtülü öğrenci kabul
etmezken, Anglo-Sakson sekülerizm bu konuda
daha mutedil bir tutum izlemekte, başörtülü,
kipalı ve türbanlı çalışanlara bile izin verebilmektedir.
Kemalizm’in kutsalcılık karşıtlığı, temel
izlek olarak Fransız Devrimine dayanan bir
tavrı izlese de, bir açıdan da İslam tarihini
çığırından çıkaran “kutsallaştırıcı” bir siyasete,
daha doğrusu egemenin kutsallaştırılması
anlayışına karşı “demistifikasyon”cu bir tepkiyi
de ifade eder. Özellikle hilafetin Kureyşliliği
gibi uygulanmayan bir ilkenin siyasetnamelerde varlığını sürdüren izi silinir. Beri yandan
“Allah’ın giydirdiğini ben çıkarmam” ifadesinde
dillendirilen ve daha sonra “ben yeryüzünde
Allah’ın halifesiyim” sözüyle pekiştirilen,
egemenin Allah’ın temsilcisi olduğu ve onun
takdiriyle başta durduğuna dair temelde kaderci
ve kutsalcı bir öğretinin de bir reddini içerir.
Ama bunu doğrudan İslamî bir siyaset yürütme
amacı ve ilkesiyle değil, Fransız Devrimine bir
eklemlenme ve oradan doğru aydınlanmacı
ve modernleşmeci amaçlara ulaşmak gibi bir
niyetle yapar. Nitekim bu niyetini pekiştirmek
ve bir açıdan da o güne değin siyasetçilerin
çokça yakındığı siyasetin üzerindeki dinin ve
din adamlarının baskısından kurtulmak için,
laik bir yöntemin stratejisinden yararlanır.
Tabii orada da kalmaz ve belli bir aydınlanmacı
ideolojiyi (aydınlanmacı bir dinî anlayışı – ama
burada lidere tapınma kültünü), pozitivizmin de
benimsediği bir yöntemle ve zorbaca bir tavırla
halka dayatır.
Ama tüm bunlara rağmen, laisizmin en
temel uygulamalarından birisini, yani kilise ile
devleti ayrı tutma hassasiyetini görmezlikten
gelerek, dini kurumların ve “din adamları”nın
idaresini, Diyanet İşleri Başkanlığı çerçevesinde,
72
EYLÜL 2017
devletin bünyesinde tutar. Gerçi bu, bir kitle
manipülasyon (güdüm) aracı olarak, Abbasilerden beri sürdürülen geleneksel bir uygulamadır
ve bir başka yönden ise Bizantinist yönetim
anlayışına, yani Bizans Ortodoksluğuna dayanır.
Oysaki İslam’ın kendi özgünlüğünde bir “din
adamları” sınıfı, bir “kilise” bulunmamaktadır.
Ve hatta böylesi bir tutumu benimsemek,
laisizm açısından da oldukça makbul bir icraat
olurdu. Ama Kemalizm için temel hassasiyet,
laisizmi Türkiye’ye taşımanın ötesinde, dinin
ve din adamlarının, oradan doğru ise toplumun
denetimidir. O nedenle buna karşı direnç teşkil
edebilecek medrese ve tarikatlar yasaklandığı
gibi, orada da kalınmaz ve kadrosundaki “dinî”
zihniyeti ve şahsiyetleri tasfiye etmek için,
Darülfünun (Osmanlı üniversitesi) da kapatılır.
Tabii amaç sadece toplumun denetlenmesi değil,
aynı zamanda aydınlanmış bir din anlayışının
da, yani hurafelerden arındırıldığı gibi, bilime
ve modernleşmeye karşı da bir tepki içerisinde
olmayacak bir zihniyetin topluma benimsetilmesidir. Ama bu çaba, toplumla uzlaşmaya
dayanan görece demokratik bir üslupla değil de,
toplumu cebre dayanan bir yolla dönüştürmeyi
amaçlayan cumhuriyetçi bir edayla sürdürülür.
Bu durumda ise toplum, yaratıcıya karşı
direnen heyula örnekliğinde olduğu gibi, zorla
biçimlendirilecek bir madde olarak tanımlanır
ve dolayısıyla da ona karşı uygulanacak her
türlü zor, mukaddes bir ameliye olarak daha en
başından tebcil edilir.
İran İslam Devrimi ise, laik veya seküler
yöntemleri kabullenmese de, İslam tarihinin
başlangıcına tutunmak için Şia üzerinden
dolayımlanan bir yol izler ve Şiiliği resmî bir
mezhep (hukuksal ve siyasal dayanak) olarak
anayasallaştırır. Bu ise Devrimin üzerinden
gerçekleştiği yolun (sosyopolitik geleneğin)
düsturlaştırılmasıdır; yani Şiiliğin. Ama bu
düstur, Devrimin kendisini dünyaya duyurduğu
“ne Şiilik ne Sünnilik, yalnızca İslam” ya da “ne
doğu ne batı, yalnızca İslam” ideallerinden sarfı
nazar ederek, Devrimi yerelleştirir. Bu tür bir
tikelliğin evrenselliğinin sınırları ise, Şii dünyasının sınırlarına bile ulaşamaz. Kaldı ki İslam
tarihinin başlangıcına ulaşarak, tarihi oradan
düşünce
doğru onarsın ve yenilesin. Dolayısıyla verili
mecra, sözgelimi Şeriati’nin sözlerinin satır
aralarında tınılanan o evrensellik vurgularını
(toplumcu bir İslam’ın evrenselliği) silerek,
kendisini belli bir kutsalcılıkla, Şii öğretisiyle
sınırlar. Bu ise tıpkı Rusların “tek ülkede
sosyalizm” şiarına sığınarak kendilerini dünyayı
değiştirme iddiasından uzaklaştırmaları gibi,
İslam Devriminin de İran’ın sınırlarına çekilmesi
ve dünyaya kapanmasıyla (yerel ve ulusal bir
devlete dönüşmesiyle) sonuçlanır.
Dolayısıyla cari tarih yaşanılmamış olarak
addedilemez ve tarihin nebevî öğreti üzerine
eklediği kutsallaşma biçimleri olan Şiilik,
Sünnilik ya da Selefilik, dinin türevleri olarak,
kendi modernleşmelerini, kendi tarihlerinin
daralttığı ve başkalarına kapalı bir üslupta ihya
etmeye çalışırlar. Güce koşullanmış bir iktidar
tapıncından vazgeçmeyen bu üslup ise, bir
anlamda batı modernleşmesinin dolayımıyla
da olsa kendisini yenileyebilmenin umudundan
da geriye çekilir ve kendi tarihleri kadar batı
modernleşmesinin tarihlerine de eklemlenen
ölü çizgiler olmaktan öteye geçemezler. Bu
halleriyle ise siyasetnamelerde ifade edilmiş
olan ve nesnel bir sistemi tanımlamak yerine
öznel bir liderliği (halifeyi) tanımlayan, dolayısıyla da siyaseti egemen üzerinden okudukları,
anladıkları ve uyguladıkları için nesnel değil
öznel bir siyaset telakkisine sahip olan geleneksel anlayışlarla bir hesaplaşmaya giremedikleri
gibi (ve de bunun için), yeni bir siyasal anlayış
da vazedemezler.
Devletin nesnelliği (bütün tebaaya eşit bir
mesafede durması) ve aklîliği (işlerin içtihada
İRAN İslam Devrimi ise, laik veya
seküler yöntemleri kabullenmese
de, İslam tarihinin başlangıcına
tutunmak için Şia üzerinden dolayımlanan bir yol izler ve Şiiliği resmî
bir mezhep (hukuksal ve siyasal
dayanak) olarak anayasallaştırır.
ve istişareye dayanarak yürütülmesi) ise adil
olabilmesinin en temel şartıdır. Bir açıdan
laiklikle sağlanmak istenen de budur. Yani
devlet üzerindeki dinsel veya günümüzün
şartlarında ideolojik baskıları ortadan kaldırarak, devleti her açıdan tarafsızlaştırmak. Ama
daha çok devlet üzerindeki dinsel baskıları
önleme amaçlı bir siyasal strateji olan laiklik,
nesnelliğin olmazsa olmaz koşulu değildir.
Bunun için devletin tüm toplumsal kesimlere
karşı eşit bir mesafede durabilmesi; yansız,
eşitlikçi ve adil olabilmesi yeterlidir. Bunu
sağlamanın yolu ise toplumun din, dil, kültür,
örf gibi aslî hususiyetlerini bastırmak ya da
bunları kamusallıktan uzak tutmak değildir.
Zira bu tür doğrudan ya da dolaylı bir baskıcılık,
toplumun kendisini özgürce ifade etmesinden
uzaklaştırılması demektir. Bu ise genel anlamda
bir maduniyete, edilgenliğe ve tekbiçimliliğe
yol açarken, toplumun kendisini geliştirmekten
uzaklaşmasıyla sonuçlanacaktır.
Avrupa’daki mezhep savaşlarının bir ürünü
olan ve bu açıdan bir ölçüde mazur görülebilecek
olan bu tür baskılayıcı anlayışlar, belli bir
geçiş evresinde makul olsa da, kamusal alanı
EYLÜL 2017
73
düşünce
İSLAM dünyasının temel sorunu,
zaafa düşürülmüş olan toplumun
yeniden etkenleştirilmesidir. Ama
orada da kalınmamalı, İslam dünyası
kendisine uygun ama özgürleşme,
çoğulculuk, içtihad, istişare ve adalet
gibi temel ilkeleri esas alan yeni
bir siyasal anlayış geliştirmelidir.
ilanihaye bu tür bir baskı içerisinde tutmanın
nasıl olumsuz sonuçlara yol açtığı da, günümüz
uygulamalarında belirginlik kazanmış ve ortaya
çıkan sorunlar üzerinde ciddi bir biçimde
düşünülmeye başlanmıştır. Çünkü bu tür bir
makul gerekçeye dayansa da, verili laiklik
giderek maksadını aşarak, bu kez karşı bir dinî
tutum, yani pozitivizmin dinselleştirilmesine
dayanan başka bir bakıcı ideolojiye dönüşmüştür. Bu durumda en olumlu yol, bu ve benzeri
açılardan, yani batı toplumunun kendine
özgü tecrübeleri açısından batı geleneğine
eklemlenmek yerine (elbette ki farklı ve olumlu
tecrübelerinden yararlanılabilir), Ebu Hanife’nin
(ve benzeri birçok şahsiyetin) ayakta tutmaya
çalıştığı, günümüzde iktidara ait kılınmış olan
birçok kamusal ve sivil uğraşın yeniden topluma
devredilmesi; yani toplumun aktifleştirilerek,
devletinse görece olarak daha kısıtlı bir konuma
çekildiği bir siyasal anlayışın canlandırılmasıdır.
Dolayısıyla İslam dünyasının temel sorunu,
zaafa düşürülmüş olan toplumun yeniden
etkenleştirilmesidir. Ama orada da kalınmamalı,
İslam dünyası kendisine uygun ama özgürleşme,
çoğulculuk, içtihad, istişare ve adalet gibi
temel ilkeleri esas alan yeni bir siyasal anlayış
geliştirmelidir.
Farklı bir mecra(lar) ise, batıya daha yakın
olan Bosna ve Tunus tecrübelerinde denenmeye
çalışılmaktadır. Bu tecrübeler, İslam dünyasının
tarihsel tecrübeleri yanında, batı modernleşmesinin tecrübesini de esas alarak ama Türkiye
gibi bunu doğrudan bir batılılaşma azmiyle
değil de, kendilerince (özgün) bir modernleşme
yolu olarak uygulamaya çalışırlar. Aliya kadar
Gannuşi’nin de bu konudaki kararlılıkları ve
74
EYLÜL 2017
demokrasiyi geleneksel “hilafet yönetimi”ne
tercihlerindeki saik oldukça açıktır: çoğulculuk
ve özgürlük. Nitekim bu vurgu, Aliya’nın
“diktatörlük günahları yasaklasa da ahlaksız,
demokrasi ise ona izin verse de ahlaklıdır”
sözünde oldukça çarpıcı bir biçimde ifade edilir.3
Dolayısıyla da Ömer bin Abdülaziz’in de sözünü
ettiği ama orada kalan “şura sistemi” ideali ve
oldukça zor şartlarda da olsa ortaya koyduğu
adaletli toplum pratiği, geleneksel hilafet
anlayışındansa, günümüz demokrasilerine daha
yakındır. İslam ise toplumsal gerçekliği çekip
çeviren o derin tinsel ve tarihsel tecrübe olarak,
toplumsal aidiyette ifadesini bulmaktadır.
Gannuşi’nin iktidarını muhalefetle paylaşma
erdemini göstermesi kadar, Aliya’nın çok dilli
ve çok dinli federatif mirası, İslam dünyası
açısından çığır açıcı bir örneklik olsa da, bu
dünya üzerinde, (Aliya’nın) isminden başka,
kıymeti haiz ve dikkate alınan bir yönü yoktur.
Zira İslam dünyası kendi tarihsel ağırlığının
girdabına çökerken, dipten gelen bu tip dalgalar,
bu derin uyku üzerinde sarsıcı bir etki uyandırmamaktadır.
Kıymetli yalnızlığımız sadece bir avuntudur,
biliriz. Aliya veya Gannuşi’vari bilgelikler ise, bu
bilgeliklerin farkına bile varamayan bir dünya
açısından, gelgeç maceralar olarak gözükür.
Aşinası olduğumuz hoyratlıklarımız, güzel
örneklikleri sadece alkışlamakla yetinir. Bu tip
örnekliklerde, içerisinde olunan dertlere bir
deva olsa da, yabancı olana karşı duyulan ilkel
bir tepkiyle ve bir değişme ve hatta özgürleşme
korkusuyla karşılanır. Bidat ve icat gibi temelde
olumlu kavramlar bile, bu tür bir tarihsel anlayış
sürecinde, giderek olumsuza çevrilir. Sonuçta
ise, İbn Haldun’un “suyun suya benzemesi
kadar geçmişiyle geleceğini birbirine benzettiği”
doğu dünyasının ruhu, Buazizi’nin isyanının
alevlerinden sıçrayan kıvılcımlarla tutuşacağa
benzememektedir. Yukarıda zikredilen tecrübelerin nerelere dek götürülebileceğini ise
henüz bilmemekteyiz. Ama en azından, Ömer’in
Farslılardan divan tecrübesini almasını bir
içtihat yetkisi ve hatta başarısı olarak değerlendirenlerin, bu gibi konularda da, aynı yaklaşımı
göstermeleri ve dolayısıyla da eleştirel de olsa iyi
düşünce
niyetlerini korumaları beklenmelidir.
Gannuşi ve Aliya’nın uygulamaya koydukları
ve batı toplumlarının bir tecrübesi olan laikliğin
İslam dünyasında nasıl sonuçlar vereceği
bir yana, hayatın bütünlüğünün bölünmesi,
esasında sağlıklı bir siyasal yöntem değildir.
Bununla birlikte, farklılıklarla beraber yaşama
konusunda da artık İslam tarihinin başlangıcındaki yolları denemeye kalkışamayız. O
tarihte uygulanan yolların, o günün dünyasının
kabulleriyle de ilgili olduğunu görmek için,
bir parça tarih bilgisi yeterlidir. Dolayısıyla
tarihsel olan her şeyi dinselleştirmemek, onun
da ötesinde sadece Allah’a ait olan bir hususiyetle kutsallaştırmamak, dinin olduğu kadar
siyasetin de kendisini yenileyebilmesinin temel
koşullarıdır. Her ne kadar kendisinden sonra
Hindistan da laisizme yönelse de, bu konuda
Gandi’nin yaklaşımı daha makul.4 Şöyle demekteydi yirminci yüzyılın büyük bilgesi: “Ben de
İslam Peygamberi gibi siyasetin maneviyattan
ayrılmasını doğru bulmuyorum.” Elbette ki
maneviyatın siyasala dahli, siyasetin nesnelliğini
kaybetmemesi gibi bir hassasiyeti de gerektirir.
Ancak bu tür bir nesnelliği sağlayabilmek için
siyasetin maneviyattan büsbütün arındırma
çabası da oldukça ilkel ve sığ bir mekanikliktir.
Açıktır ki insan tabiatı buna hiç de müsait
olmayıp, sosyopolitiğin bu tip bir mekanik
bölünme ile ayrıştırılma çabası ise, neticede
yönetimi nesnellikten (tarafsızlık ve adillikten)
uzaklaştıran bir tür baskıcılıkla ve insanların
şizofrenleştirilmesi veya müraileştirilmesiyle
GANNUŞI’NIN iktidarını muhalefetle
paylaşma erdemini göstermesi
kadar, Aliya’nın çok dilli ve çok dinli
federatif mirası, İslam dünyası açısından çığır açıcı bir örneklik olsa
da, bu dünya üzerinde, (Aliya’nın)
isminden başka, kıymeti haiz ve
dikkate alınan bir yönü yoktur. Zira
İslam dünyası kendi tarihsel ağırlığının
girdabına çökerken, dipten gelen bu
tip dalgalar, bu derin uyku üzerinde
sarsıcı bir etki uyandırmamaktadır.
sonuçlanacaktır. Beri yandan bu çaba, kamudaki
ahlakî hassasiyeti de aşındıran bir olumsuzlukla
malûldür. Zira ahlakın en önemli kaynağı dinsel
öğretiler ve geleneklerdir. Gerçi bu öğretilerin
kimi ahlakî uzlaşmazlıkları, kamusal alanda
belli çatışmalara yol açabilecektir ve belki de
nesnelleşme çabası, dinlerin (ve de ideolojilerin)
kamusala katkısının büsbütün tasfiyesinden
ziyade, tam da bu noktalarda bir uzlaştırma
biçimi olarak ortaya çıkmalıdır.
Bunların tartışılması bir yana, asıl olan
bunun nasıl uygulamaya sokulacağıdır. Çünkü
artık neredeyse temel İslamî yönetim biçimi
olarak kabul edilen ve Muaviye’den beri sadece
halkın değil, âlimlerin nezdinde de meşrulaştırılmış olan halifelik modelinin üzerindeki
yüzyılların kirini temizlemek neredeyse imkânEYLÜL 2017
75
düşünce
EBU Hanife’nin izlediği tutum (içtihad
mektebi, sivil fıkıh ve özgür eğitim), yeni
bir siyaset anlayışını üretmek için bir
başlangıç noktası oluşturabilir. Yani sivil
yapıların daha etken olduğu ve yönetimin belli bir dinî anlayışın (mezhebin)
inisiyatifine sokulmadığı bir tutum.
sız. Bu imkânsızlığı denemektense, daha kolaycı
bir yoldan laisizme başvurmak ise, siyasetle
maneviyat arasındaki bağların koparılması gibi
bir handikapla malûl. Öyle de olsa, laisizmin,
demokrasinin ve cumhuriyetin uygulama
pratiklerinin, 1924’e kadar cari yegâne yönetim
biçimi olan hilafetin uygulama pratiklerine göre
daha uygulanabilir ve makul olduğu da açık.
Çünkü İslam dünyasını günümüzde içerisinde
olduğumuz gelenek ve modernleşme açmazına iten sebeplerden en önemlisi, “siyasetle
maneviyat” arasındaki ilişkileri kamuyu, aklı
ve özgürlükleri, kısacası yenilenme ve değişme
çabalarını baskılamaksızın belirleyememesi ya da
nasıl belirleyebileceğine dair sıkıntılarıdır. Gerçi
buna sebep olan da Muaviye ile birlikte başlayan
ve tüm değerleri iktidar prizmasından geçirerek
değerlendiren o büyük sapma olsa da, bu soruna
dair çareleri, yani siyasetin batı tipi bir laiklik
anlayışı dışında nasıl düzenlenebileceğine ilişkin
makul çözümlemeler üretemediğimiz de oldukça
açık. Nitekim günümüzde İslam dünyasında
süregiden din savaşlarının da, batı dünyasındaki
laikliği önceleyen mezhep savaşlarından geri
kalan bir yönü yoktur ve bu savaşlar da bir biçimde dinî gerekçelerle desteklenmektedir. Gerçi bu
gerekçelerin birçoğu da doğrudan dinî gerekçeler
olmaktan ziyade, dinin ideolojikleştirilmesine
dayanmakta. Ama her ne olursa olsun, siyasalın
bu biçimde doğrudan dinle ilgili bir yolla koşullandırılmasının veya yönlendirilmesinin başa
çıkılamazlığı ve sorunluluğu da ortadadır.5
O zaman tarihsel kodların sürekli yeni bir
meşrulaştırma biçimini ya da güce dayanan
bir iktidarın şaşaasını aramaktansa, eşyanın
özündeki basitliği (aslında nebevî yolun sadeliğini) yakalamaya çalışmak daha doğru olacaktır.
76
EYLÜL 2017
Bu meyanda Hasan Hanefi ve Cabiri’nin İslam
dünyasının laiklikten ziyade akılcılığa ihtiyacı
olduğu doğrultusundaki tespitleri de, temeldeki
ihtiyacın bu basitliğini açığa koymaktadır. Zira
aksi halde, yani akletme potansiyelini kuvveden
fiile geçirememiş bir toplum açısından, tüm iyileştirici süreçler, iyi niyetli de olsalar, kitlelerin
güdülmeye çalışıldığı bir tür baskıcılıkla sonuçlanmaktan öteye gidememektedir. Nitekim
İslam dünyasındaki veya bu dünyayla benzeri
şartlara sahip olan başka ülkelerde de laiklik
uygulamasının kitleler üzerinde nasıl da vahşice
sonuçlara yol açtığı, yirminci yüzyılın en acı
tecrübeleri içerisindedir. Tabi bunları söylemek,
akletme meselesini tefekküre/düşünmeye doğru
derinleştiren bir okuma ve kitabîliğe dikkat
çekmek içindir. Yoksa aydınlanmacı bir aklı,
bir iktidar aklını ya da geleneksel aklı topluma
dayatan bir rasyonalizm/akılcılık savunusu
amaçlanmakta değildir. Öte yandan açıktır ki
siyasal sorunlar salt akılla çözülebilecek denli
yalınkat olmayıp, oldukça çetrefillidir ve bu
nedenle de çok farklı araçlardan ve kaynaklardan yararlanmak gerekir.
Beri yandan Muaviye ile birlikte başlayan
“hilafet yönetimi” tarihi içerisindeki halifelerin
(bunu, İslamî bir yönetim biçiminin temsilcileri
olarak kullanmadığımı vurgulamalıyım) siyasal
baskıcılıkları yanında, ulemanın da (bunun da
kelimenin tam anlamıyla âlimler olmaktan öte,
bir din adamları sınıfı olarak yapılaşmış bir
zümre olduğunu belirtmeliyim), siyaset kadar
toplum üzerindeki bu baskıları meşrulaştırıcı
bir işleve koşulduğu ve bunun İslam dünyasını
hangi noktalara taşıdığı da oldukça açık. Tabii
ki bu olumsuzluk, teknolojik ve hatta “bilimsel”
“geri kalmışlık”tan ziyade, içerisine düşmüş
olduğumuz toplumsal ve bilinçsel zafiyetlerde
belirginleşmektedir. Bu durumda siyaset
(dahası toplum) üzerindeki “dinsel” baskıların
ortadan kaldırılabilmesi için illa da dine belli bir
kamusal yer biçmektense, cari dinî anlayışların
yenilenmesi ve kendi içerisinde tekrar eden,
tefekkürden ve farklı perspektifleri üretmekten
uzak olan zihniyetlerden kurtulmaya çalışılmalıdır. Kaldı ki siyaseti veya toplumsalı baskı
altında tutan ve kendilerini dinî bir eda ile dışa
düşünce
vuran kimi kesimler veya fikirlerin dinîlikleri,
kendilerinden menkuldür. Öte yandan yine siyasetin, bireylerin veya toplumun dine atfettikleri
ve kendilerini engelleyici olan etkenlerin birçoğu
da, gerçekte dinî olmadıkları halde, din üzerinden izah edilmektedir. Dolayısıyla buradaki
asıl sorun, işte bu mürailikleri, din vasıtasıyla
örtülen gerçek sorunları veya meşrulaştırılan
çıkarları açığa çıkarmaktır. Marx’ın, dinin, acı
çekenlerin afyonu olduğu tespitinden öte, bu
kez de din, kendilerini ifade edemeyenlerin içli
sesi, gizlemek isteyenlerin örtüsü, başka kılığa
bürünmek isteyenlerin maskesidir.
Ebu Hanife’nin izlediği tutum (içtihad
mektebi, sivil fıkıh ve özgür eğitim), yeni bir
siyaset anlayışını üretmek için bir başlangıç
noktası oluşturabilir. Yani sivil yapıların daha
etken olduğu ve yönetimin belli bir dinî anlayışın (mezhebin) inisiyatifine sokulmadığı bir
tutum. O takdirde ise, Kuran ve sünneti dikkate
alan içtihadi yaklaşımlar, toplumu baskılamak
yerine özgürleştirmeyi, hayatı zorlaştırmayı
değil de kolaylaştırmayı esas alan bir usûlle,
laisizm ve kutsalcı yönetim ikileminden uzak,
özgürleşmeci bir siyaset ve farklılıklarla birlikte
yaşama yolunu mümkün kılabilecektir.
Oysaki laiklikle kutsalcılık arasında sıkışan
bir bakış, laisizmi reddetmek adına kutsalcılığın
tarihsel tortularını taşımaktan başka çare
bulamamaktadır. Bir yandan İslam tarihindeki
eşi görülmemiş adalet, merhamet, tevazu ve
kardeşlik ilişkilerine dair örnekleri okumakta,
öte yandan ise yaşadığı toplumsal ve siyasal
gerçekliği zikrettiğimiz kaygılarla eleştirmekten
kaçınmakta ve hatta mürai bir edayla meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Kuşkusuz ki o gün
yaşanan ve bizleri etkileyen güzel örneklikler,
günümüzde de yaşanabilir ve yaşanmaktadır
da. Ama maalesef artık bu örneklikler İslam
dünyasından ziyade, özellikle batı dünyasında
yaşanmaktadır. Dolayısıyla bu tarihsel
örneklikleri salt hissiyat düzeyinde okumalar
olmaktan çıkarıp, hayatımızın gerçekliğine
dönüştürebilmek için, öncelikle kendi günlük
pratiklerimizden başlayarak bu ilkeleri hayatımıza yerleştirmeye çalışmalıyız. Tabii tüm bunlar
özünde taklide dayanan biçimsel zorlamalarla ya
da birtakım el konulmuş güçlerin cebriyle değil,
ilahî ideallerin kalbimizde neşvünema bulmasıyla gerçekleşecektir. Allah’ın ruhu ve rahmeti
ise, okuyan ve okudukları üzerinde düşünerek
eylemini bu düşünsel tahkike dayandıran bir
iman toplumunun tevazuu üzerindedir. ●
1 Bu etkileniş, yapısal benzeyişten öte, Osmanlının öteden beri
Avrupa’yla ilişkilerini Fransa üzerinden yürütmesiyle ilgili bir
yakınlığa dayanmaktadır ki; ademi-merkeziyetçi, çok dilli, çok dinli
ve çok uluslu bir imparatorluğun kendisine yönetimsel model
olarak merkeziyetçi ve homojen bir ulus yaratma iddiasında olan
bir ülkeyi örnek olarak alması, taklitçi ve biçimci bir modernleşme
anlayışının ötesinde, büyük bir talihsizliktir.
2 Yani yönetim biçimi olarak geleneksel hilafet veya imamet
modelleri yerine, dünyada cari bir uygulama olan cumhuriyet
tercih edilir. Elbette ki bu “cumhuriyet”, “cumhurî İslamî”dir.
3 Buradaki temel hassasiyette olduğu gibi, Mustafa Kemal tarafından
Türkiye’de oluşturulan ve gayrimüslimlerle Müslümanların
mübadelesiyle ülke nüfusunun homojenleştirilmesine dayandırılan
“Müslüman Ulus” telakkisi de, İslam’a, Osmanlıların gayrimüslimlerle Müslümanların bir arada yaşamasını esas aldığı anlayıştan
daha fazla yakın değildir. Müslüman bir ümmet, nüfusun bütünüyle
Müslümanlaştırıldığı (homojenize edildiği) bir toplumsallıktan
ziyade, farklılıklarla bir arada yaşayabilme becerisinin gösterildiği
bir anlayışa daha uygundur. Gerçi bu yaşama biçiminde de bazı arızalar çıkmamış değildir. Osmanlı modernleşmesi, sorunlu da olsa
bunu aşma çabasını ortaya koymaya çalışmaktaydı. Ama Fransız
ulusçuluğuna dayanan Kemalizm (İttihatçı seleflerinden başlayan
bir süreç içerisinde), bu çabaları büsbütün ortadan kaldıracaktır.
Yani “kirli suyla birlikte bebek de fırlatılıp atılacaktır”. Burada kirli
su, bir türlü rayına oturtulamayan bir arada yaşama çabalarının
arızaları iken, bebek ise yüzyıllarca bir arada yaşadığımız ve
belli bir bir-arada yaşama tecrübesi oluşturduğumuz Rumlar
ve Ermenilerin mübadelesi ve tehciridir. Oysa Osmanlı toplumu,
bunlarla birlikte bir sentez oluşturmuştu. Toplumsal işleyişin belli
işlevleri bu topluluklar tarafından yürütülmekteydi. Dolayısıyla
onların varlığı bu toplumu zayıflatmaktan ziyade zenginleştirmekteydi. Dolayısıyla meselelere olumsuz yönlerinden ziyade olumlu
açılardan yaklaşmak ve sahip olduğumuz zenginlikleri basit
menfaatler veya ideolojik telakkiler uğruna elden çıkarmamak
gerekir. Kaldı ki mesele salt biçimsel bir toplumsal faydaya da indirgenemez. Meselenin esası ise, toplumsal ve coğrafî ontolojilerin,
yani kültürel coğrafyaların kimyasının bozulmamasıdır. Zira dinler,
diller ve ırklar Allah’ın ayetleridir ve tıpkı bir ormandaki farklı
canlıların bir-arada yaşamaları gibi, ayette ifade edilen farklılıklar
da, bir-arada ve birlikte yaşayabilme becerisini gösterebilmelidir.
4 Tabii ki çok dinli, çok mezhepli, çok dilli, oldukça karmaşık ve devasa bir ülkeyi ortak bir yönetim etrafında birleştirmek kolay olmasa
gerek. Nitekim Gandi’nin çabaları bile Müslümanlarla Hinduları
bir arada tutmaya yetmemişti. Üstelik bu sadece yönetimsel bir
sorun olmayıp, halkın da belli bir uzlaşma kültürüne sahip olması
gerekmektedir. Aynı sorunlarla başa çıkamayan İslam ülkeleri de
belli bir uzlaşma kültürü yaratabilmiş değil. Ama vazgeçmek ya da
geriye çekilmek yerine hep daha fazlasını, olumlusunu aramak ve
denemek gerekmektedir.
5 Bunu söylerken kast edilen, İslam tarihinin başından beri,
siyasetin toplumun sorunlarının çözümlenmeye veya yürütülmeye
çalışılmasının ötesinde, tıpkı Peygamberimizin yüklenmiş olduğu
misyon gibi, ayrıca “kutsal” bir işleve de sahip olduğuna dair
zehaptır. Elbette ki sorunların tartışılmasında ve çözümünde,
bununla sorumlu olan insanlar, gerekli tüm tecrübelerden
yararlanacak ve tüm yolları araştıracaklardır. Hatta bunlar sadece
İslam dünyasıyla da sınırlı tutulmayacak denli genişletilebilir de.
Sorun ise bu meseleleri kutsalcı kimi mülahazalarla tartışılmaz
kılmak ve biçimci bir anlayışla geleneğin baskısı altına almak gibi
bir perspektif daralmasındadır. Bu daralmanın İslam dünyasını
nerelere taşıdığı ise ortadadır.
EYLÜL 2017
77
DÜŞÜNCE
Dinime Küfreden
Müslüman Olsa Bari
AZİZ DARICI
B
azı deyimler nasıl doğdu bilemiyoruz
ama hakikati barındırma, açıklama
yönünde müthiş katkıları var. Bazen
kelime, cümle enflasyonundan
kurtarıyor insanı. Ya da anlatamadığınızı anlatıyor. Aklın durduğu, dilin sustuğu,
kalbin köreldiği yerde imdadımıza yetişiyor. Bir
cümle ile anlamayı anlamlandırıyor. Akıl, kalp,
dil ortaklığı bu sayede rahat bir nefes alıyor.
Tabi bu bizim ruh halimizin yansıması, hissettiklerimiz… Karşı taraf da ne oluyor, ne bitiyor,
ne hissediyor, ne düşünüyor bilemiyoruz. Bazı
zamanlarda yüzüne bakınca sadece bunca sözü
boşuna mı söyledik, diyor insan. Öyle ki bu ruh
hali, hâlâ kendisinin ne dediğine odaklanıyor ve
olanca enerjisiyle birilerini eleştiriyor, saldırıyor.
Ahkâm kesip edebiyat kitaplarına ayar veriyor.
Bizde, bunlara bakınca hâlâ aynı şeyi söylüyoruz
“Dinime küfreden Müslüman olsa bari”…
Ne acıdır ki şu an bulunduğumuz durum
itibariyle bizlere akıl veren çok. (akıllı olanın
aklına ihtiyacımız yok tezinde değiliz). “Bu
halimizin sebebi” ile başlayan cümleler sohbetlerimizi süslüyor. Öte yandan şu söz hoşuma
gitmiyor değil “Vicdanı olmayanın aklına
ihtiyacımız yok”. Batı vicdandan yoksun bir
toplum olarak sürekli kültürünü ve aklını İslam
coğrafyasına empoze ediyor. Batı aklı ile aynı
çuvala girmek meşru bir hikâye doğurmaz.
Bu coğrafyanın sorunlarının akılla ve irade ile
78
EYLÜL 2017
çözüleceğini bilmediğimizden değil. Batı aklının
dünyayı getirdiği nokta zulümden başkası değil.
Bu akla kanarak, bunca acı varken, “akıl”lılığımızın ne söylediğine değil vicdanımızın ne ses
verdiğine bakmak gerekiyor. İslam coğrafyasının
şu günlerde samimi vicdanlara çok ihtiyacı var
diyerek başka meramımıza geçelim.
İslam medeniyeti geçmişin ihtişamı ile
kendini savunmakta, hali hazırda bir şey
üretememekte, en kötüsü bu haline sürekli
bahaneler- mazeretler üretmekte. Üretememenin farkındalığına varmış ama üretme
aşamamasına bir türlü topyekûn geçememiş.
Bazı samimi adımlar Müslümanlar tarafından
atılıyor olmasına rağmen bunca sorunların
üstesinden gelebilecek bir “ çözüm-ıslah-inşa
“ hareketine dönüştürememiştir. Şu an
yaptığımız yanan yüreklere kova ile su
taşımak misalinden. Taşıdığımız su ise o
kovada kaynaktan bize gelinceye kadar;
kendini yorgun hissedenler, mola verip
dinlenenler, vurdumduymazlar, taşıdığı
suyun kıymetini bilmeden dökenler, pes
edenler, rüyada dolaşanlar, masal uyduranlar, hikâye dizenler, ihanet edenler… O su
yüreklere ulaşıncaya kadar bazen o yürek ateşini
daha da harlandırıyor. Farkında olmadan nice
hayatlar Allah’a kul olma fırsatını bulamadan
ahirete göçüyorlar. İmanın lezzetini tatmadan
imansızlığın karanlığında onca hayat sönüyor.
düşünce
Birileri bize insanlık dersi vererek ‘insan
dediğin böyle olur’ demeye getiriyor. İnsan
tanımlamasını da illa kendinden başlatıyor
ve kendi normlarına göre tanımlıyor. Bu
pervasız Batı güç sarhoşluğunun içinde,
ağzındaki salyalarını dışarıya akıtıyor. Gücünü
o kadar abartıyor ki şımarık çocuklar gibi bir
bu tarafa, bir o tarafa hava atıyor. Kendi insani
rezilliklerini vitrindeki modellerle kamufle etme
peşinde. Batı düşüncesi tamamen bencilliğin ve
kibrin hegemonyasında diğer medeniyetlere akıl
veriyor. Hâlâ sizden iyiyim, ilerdeyim imajı ile
kamuoyu oluşturuyor. Bu sahte algıya kapılan
bazı içimizdeki sözde “aydınlar” referanslarında,
diplomaları ve kariyerleri iş yapsın diye Batının
pervasız aklına esir olmuş durumda… Göz
boyamacılığı, kavram hırsızlığı yaparak sanki biz
insanlıktan nasibimizi almamışız gibi insanlık
sırasına girmemiz tavsiyelerinde bulunuyorlar.
İşte biz de yazımızın başlığında söylediğimiz
gibi o sözü hatırlatıyoruz: “Dinime küfreden
Müslüman olsa bari”
Geçmişimizi hatırlatarak ‘biz böyle
idik’ ahkâmlarıyla kendi durumumuzu
kurtaracak halimiz yok. Geçmiş tarihimizin
izlerini günümüze taşıyarak ‘böyle bir milletin
torunlarıyız’ diye de avunacak değiliz. Onların
HALEP... Acılar ve gözyaşı çoktan
oralarda… Şimdi feryadı figanlar
yükseliyor. Zalimler zaferlerini, öldürdükleri masum çocuklar, ırzlarına
geçtikleri mazlum kadınların sayılarına bakarak kutluyor.
kazandıkları kendilerine bizim kazanacaklarımız
bize… “Onlar bir ümmetti, gelip geçti.
Onların kazandıkları kendilerinin, sizin
kazandıklarınız da sizindir. Siz, onların
yaptıklarından (sorguya çekilmeyecek)
sorumlu tutulmayacaksınız.” (Bakara,134)
Onlardan bize kalan miras coğrafik, ırki miras
ile de övünecek değiliz. Bizlere İslam adına bir
şeyler bırakmışlar ise baş göz ederiz. Allah için
bu coğrafyada bırakılan ruhu geleceğe taşırız.
Mazimizin geçmişteki ihtişamı bizlerin gözlerini
kamaştırıyor olabilir ama şimdilerdeki durumumuz sadece yüreklerimizi dağlıyor.
İslam coğrafyası bin bir türlü acılar ve
sancılar çekiyor. İslam diyarlarının kalpleri
bir bir yangın yerine çevriliyor. Kabil, Bağdat,
Kahire, Şam, Halep ve dahası… Önceleri
hayat, medeniyet kokan bu diyarlar şimdilerde
can çekişiyor. Bu sancıların ve acıların temel
EYLÜL 2017
79
düşünce
sebeplerinden bir tanesi Batının bizdeki
emelleridir. Bitmek bilmeyen açgözlülükleri
yüzünden insanlıktan çıkıyorlar. İman olmadan
neden insan olunamayacağını genel anlamdaki
yorumu tasdik ediyorlar. Bu emellerinin çoğuna
ulaştıkları doğru ama bizleri teslim aldıkları
doğru değildir. Bizdeki teslimiyet, ruhlara
aşılanan ümitsizlik ile Batı karşısındaki yenilgi
psikolojisidir. Gerçi içimizde bazı zihinlerin Batı
hayranlıklarını bizden saymamak gerekir ya…
Onlar gönüllü Batılı oldukları gibi, bu ümmet
için bilimsel incelemelerin ve araştırmaların
konusu olacak cinsten…
Bu nasıl mantıktır ki kendi tarihine, kültürüne ve en önemlisi inancına yabancı bir “yerli
batılı” profili çıksın. Dıştan aldığımız darbeler
yetmiyormuş gibi bu topraklarda yetiştirilen
“hormonlu kişilikler” ortaya çıksın. Bu tipler
düşmanına âşık zavallıyı oynayan, aşağılık
kompleksinden kurtulamayan yalancı tarih
kahramanlarıdır. Bunların eli ile aslında bizde
medeniyiz dersleri verilmeye çalışılıyor. Bunlar
bizlerin Batı’ya açılan modern görünümlü rol
model insanlarımız olarak lanse ediliyor! Reklam yüzümüz, Batıya açılan pencerelimiz olarak
sunuluyor. Bu kişilerle-kişiliklerle uğraşımız
inanın Batının kendisi ile uğraşmamızdan daha
zor olacak.
Batı kendi aç gözlülüğü yüzünden hâlâ
doymak bilmiyor. Kendi zenginliklerinin
başkalarının ellerinden aldıkları daha doğrusu
çaldıklarından kaynaklandığını biz çok iyi
biliyoruz. Bu öyle bir açgözlülük ki hayallerimizi
bile çaldılar. Var olan maddi manevi zenginlikleri tarumar ettiler. Mazlum coğrafyaların
doğal kaynaklarını nasıl Avrupa’ya aktarıldığını
insanlık hafızası kaydetmiş. Şimdilerde batan
altın gemilerinin peşinde define hırsızlıklarına
BATI kendi aç gözlülüğü yüzünden hâlâ
doymak bilmiyor. Kendi zenginliklerinin
başkalarının ellerinden aldıkları daha
doğrusu çaldıklarından kaynaklandığını biz çok iyi biliyoruz. Bu öyle bir
açgözlülük ki hayallerimizi bile çaldılar.
80
EYLÜL 2017
başlamışlar. Yine demokrasi, özgürlük bahanesiyle nasıl ülkeleri yakıp yıktıklarını görüyoruz.
Kendi ülkelerindeki bir insanın burnunun
kanamasının bedelini mazlum coğrafyadaki
insanlardan nasıl çıkardıklarını şahit oluyoruz.
Artık burada yaşayan insanlar her sabah bombalara selam verir oldular. Bir çocuk sabah gülerek
uyanıyorsa bilin ki bombalara selam vermemiş,
demektir. Selam vermesi ise yakındır!..
İşte en son “Halep”. Acılar ve gözyaşı
çoktan oralarda… Şimdi feryadı figanlar yükseliyor. Zalimler zaferlerini, öldürdükleri masum
çocuklar, ırzlarına geçtikleri mazlum kadınların
sayılarına bakarak kutluyor. En büyük isyanımız
işte buna. İnsanlık zaten ölmüş. Yaşananları
vicdanlı yüreklerle seyretmek yetmiyor. Mazlum
halklar adına, akılla oyunları bozmamız,
vicdanlarla onlara sahip çıkmamız, tüm amellerimizle de saha da elimizden geleni yapmamız
gerekiyor. Kimi cihad ile kimi malı ile kimi ilmi
ve dili ile kimisi de duası ile… Bu coğrafyada
zulme dur demeli, zulmü yapanlara ortak tavır
takınmalı, artık üst aklın oyunlarına gelinmemeli. Biz bizden ölenleri ‘şehid’ biliriz, ardından
karalar bağlamayız. Yas tutarak evlerimizde
oturup kalmayız. Bu ümmetin yetimlerine,
sahipsizlerine sahip çıkarak, yeni mücahitler
yetiştirmeliyiz. O zaman “Şehid bir ölür bin
dirilir” sözü hakikatte vuku bulur.
Burada ajitasyon yaparak işi trajedileştirmek
istemiyoruz. Her insanın bir eceli var, bu dünya
da ilelebed kalıcı değiliz ve göçüp gideceğiz. Ne
var ki daha önünde uzun ömürleri olan küçücük
bedenleri kısa film yarışmasına sokar gibi
yalancı senaryolarla sonlandırıyorlar. Dünyadaki
saltanatları, kariyerleri adına tüm oyunlar
oynanıyor. İçimizdeki beyinsizler ise başrollerine soyundukları bu rollerin filmde oynayayım
da ne olursa olsun mantığıyla “kötü karakteri”
benimsiyorlar. İyi karakter zor bulunsa da; illa
vereceklerse yardımcı karakter vererek, asıl
karakterin özgürlük alanını genişleten ve onun
gölgesini takip eden bir hayran figürü olarak
duruyor. Sonuçta elinize verilen bu senaryoyu
oynamak kalıyor. O zaman masum, mazlum ve
namuslu rolleri sadece geçmişinizde avunulacak
birer hayallere dönüşüyor.
düşünce
Yaşadığımız burhanlarımızı başkaları
planlıyor olabilir ama biz de oynamaya pek
meraklıyız. Kendi senaryomuzu yazacak kadar
özgüvenimiz olmadığından bize dayatılan
“kaderiniz bu” dayatmasına da karşı çıkacak
bir toplumsal refleks yok. Halimize bakıp,
salvolarını arttıran Batı, medeniyet olarak geri
kalmışlığımızı insanlık üzerinden yapması
yine cin fikirli olmanın alameti. Bizim var olan
genel halimize bakıp not veren bu akıl, hesap
hatası yapıyor. Bizdeki “insan”lık serüvenini ya
bilmiyor ya da her zaman ki gibi kibir maskesi
takıyor…
Biz beşerken hayatla tanışırız. Eğer iyi bir
aile terbiyesi alırsak insanlığın temel davranışlarını kazanırız. İslam’la tanışınca Müslümanlık
diploması için kaydımızı yaptırırız. Kur’an’ın
temel ilkelerine riayet edişimiz, Hz. Peygamberin örnekliğini hayata taşımamız bizlerin doğru
yolda olduğunu gösterir. Zaman içerisindeki
samimiyet, kararlılık, çalışkanlık ve kulluk
bilincimiz hayatımızın genel çizgisini gösterir.
Artık dosdoğru ilerleyişimizde sıkıntı yoksa
mezuniyet yakındır demektir.
Bu süreçte her İslam oklunda olanlar mezun
olacak, okulu bitirecek diye bir şey yok. Her
dökülenleri İslam’ın hanesine yazdırmakta yok.
İslam ona teslim olanların dinidir. Kendine
kılıf arayanların değil. Müslüman mahallesinde
salyangoz satan üçkâğıtçıların kimler olduğunu
da biliyoruz. Onların dilleri ve giyim kuşamları
bazılarını aldatabilir ama bizlerin gözlerini
onların süslü sözleri, gösterişli konuşmaları
boyayamaz. Takke takmak marifet değil, takvayı
takınmak marifettir. Namazlarda ön saflarda
yer almaları da onları camiadan saymaz. Bağlı
oldukları efendilerine “mahkeme i kübra” da
avukatlık yetkileri vermeleri, ne onları ne de
efendilerini kurtaracak.
Onların bu halini büyük güne bırakıyoruz.
Onlar ne söylerse söylesinler şu an insanlıktaki
halimizin sebebi İslam veya Müslümanlar
değildir. Son iki-üç yüzyıldır İslam Medeniyeti
insanlık tarihine yön vermiyor. Bu insanların
mezun oldukları okullar bu ümmetin tezgâhından değil, Batı aklı ile tasarlanmış
tezgâhlarından geçiyor. Hayata yön veren
YAŞADIĞIMIZ burhanlarımızı
başkaları planlıyor olabilir ama biz
de oynamaya pek meraklıyız. Kendi
senaryomuzu yazacak kadar özgüvenimiz olmadığından bize dayatılan
“kaderiniz bu” dayatmasına da karşı
çıkacak bir toplumsal refleks yok.
Halimize bakıp, salvolarını arttıran
Batı, medeniyet olarak geri kalmışlığımızı insanlık üzerinden yapması
yine cin fikirli olmanın alameti.
prensipler İslam’ın değil ideoloji babalarının
ve hayranları tarafından üretilen fikirleriyle
yürütülüyor. Kanunlarında İslam’ın değil kendilerince uygun gördükleri “insanlık tecrübesi”
yasalarla yönetiliyor… Bu coğrafyalarda İslamın
eğitimi değil kendi düşünce medeniyetlerinin
eğitimini veriyorlar.
Durum bu iken yanlışları hep İslam’a,
güzellikleri hep kendilerine veren bu akla “kırk
satır mı kırk katır mı” diyesi geliyor insanın.
Bir topluma kendi kaderini yaşama hakkı
verilmiyorsa, bu kader senindir demek timsah
gözyaşlarına sığınmaktır. Batının bu haliyle
bizlere sevgi bombardımanı göndermesini
beklememek gerek. İlahi mesajımız onlardan
olma kaydı ile ancak sizleri kabulleneceklerini
söylüyor zaten. Bazen onlardan olmak bile
bazıları için yetmiyor. İslam coğrafyasında
yaşamanın izlerini taşımak bile onlarda
irkilmeye, acaba sorusunu sordurmaya yetiyor.
Batı bizlere hep “terörist” gözlüğü ile baktı
ve ne yazık ki bakmaya da devam ediyor. Biz
hâlâ içimizdeki acınası halimizden dolayı,
değiliz cevaplarını yetiştirmeye çalışıyoruz.
Sorun bizim ne olduğumuzla ilgili değil, sorun
Batı bizi nasıl görmek istiyor ile ilgili. Biz
insanlığımızı Müslümanlıkla taçlandırdığımızda
acaba yine de Batılılar bizlere “insan” diyecekler
mi? Biz onların insan olması için onca dua
ederken(ıslah) onlar bizim insanlıktan çıkmamız
için-belki- beddua ediyor ne yazık ki… Bizim ile
onlar arasındaki fark bu, maalesef… ●
EYLÜL 2017
81
DENEME
İkna edilmişleri ikna etmek
(Karanlıktan aydınlığa tonlamalar)
MUHYİDDİN BAĞCI
H
erkes sonuçta bir şeylere ikna
edilmiştir. Ya da ikna olmuştur.
Tıpkı; Ebu Cehil gibi ya da Ebu
Talip gibi ya da Hz. Ali gibi… ya da
ben gibi, sen gibi…
“Sonunda, içten kaynaklanan düşlerin,
sezgilerin ve ikna edilmişliklerin yerini ansızın
dıştan gelen bir çağrı alır ve işe el atar.” (H. Hesse)
İçinde, merhamet, acıma ve ihtiyaç duyguları
belirmekte ve bu duygular kurtuluşa erme,
yola gelme, soylu ilkelere yönelme, yeni bir
yaşama ikna olma girişimini tetiklemekteydi.
Yeni bir yaşama ikna olmak, gücü ve iktidarı
kaybetmeyi beraberinde getirir miydi? Endişeliydi. O Mekke’nin ulularındandı. Her şeye
rağmen gücü elinde bulundurmalıydı. O gece
yalnızdı. Kimseyle karşılaşmamaya azami
özen gösteriyordu. Usulca yaklaştı. Karanlığın
gölgesine çöktü. Daha önce yaptığı gibi ruhuyla
uzun uzun bakıştı. Kaybolduğu, sığındığı, sonra
eşleştiği ve bütünleştiği karanlık, şimdi en
güvendiği dostuydu. Sessizliği de almıştı yanına.
Sessizliğin içindeki sesti, onu bu geceye çeken.
Bu sesle kulaklarını beslemek, ruhunu emzirmek istiyordu. Bilinç deryasında kulaç atıyordu,
yüreği ve beyni. Uzaklaşırken yaklaşıyordu.
Karanlık zifirileştikçe; aydınlık, içinde kanat
çırpıyordu. Zifiri karanlıkta ruhunu yıkayacak,
temizleyecek, sessizliğin içindeki sesle ruhunu
durulayacaktı. Kendini buna ikna etmişti. Ya da
gönüllü ikna edilmiş hissediyordu. Altıncı kez
82
EYLÜL 2017
bu ikna edilmişliği yaşıyordu. O da biliyordu;
insan en çok yalnızken ikna edilirdi… İkna
edilmişti. Bunu bir tek kendi biliyordu. İkna
edilen ruhuydu. Bu yüzden ruhu her seferinde,
bedenini tutup tutup buraya, bu geceye getiriyordu. Burada, sessizliğin ve gecenin kucağında,
ruhuyla duyduğu aydınlıktı. O an için, o berrak
sesin anlamsal ve düşsel etkisiyle, aydınlığı içinde misafir ediyordu. Yanında sadece, sessizliğin
içindeki ses ve karanlığın gölgesi vardı. Başka
bir şeyle karşılaşmamalıydı. Ama karşılaştı.
Karanlığa bu kadar güvenmemeliydi. Karanlığın
dostu çoktu. Karanlık fısıldamıştı karanlığa. Ve
sessizliğin içindeki o aydınlık sesi duyamaz oldu.
Gece, onu terk edince yalnız olmadığını anladı.
Ruhu çırıl çıplak ortada idi. Ve bedeni, ruhunu
da alarak başka karanlıkların peşinden gitti.
Bir iç hesaplaşmanın son basamağındaydı.
Gerçek ile gerçek olmayanı ayırmanın zamanı
gelmişti. Sonsuz mutluluğun veya sonsuz
acı çekmenin arifesinde, öylece bakıyordu.
Boylu boyunca uzanmış bedeni, tüm gücünü ve
enerjisini beyninde ve yüreğinde topladığını,
gözlerindeki anlam birikmesi anlatıyordu. Ruhu
bir yolculuğa çıkar gibi ayaklanmıştı. Hafifleyen
vücudu kanatlanabilirdi. Dudağını kıpırdatsaydı,
yalvaran ruhunu bilinciyle okşasaydı, her gece
karanlıkta ışıldattığı kılıcının yolundan gitseydi,
tartışmasız aydınlığın hamisi yazılacaktı.
Babaydı. Kahramandı. Koruyucuydu. El ayak
çekilince, el ayak olurdu. Aydınlık, karanlıktan
deneme
kaçıp ona sığınmıştı. Ama karanlık hiç peşini
bırakmamıştı. Karşı duvarda asılı olan kılıcından
yansıyan berrak ışık, gözlerine kadar ulaşıyor
ve gözlerinde, karanlığa yem oluyordu. Sağında,
yanı başında avuç avuç aydınlık serpen ümidin,
güzelliğin serinliği, berraklığı ve parlaklığı,
hedefine ulaşıyor ancak fersiz kalıyordu. İkna
olmuyordu. İkna edilmişti çünkü. Öncekilerini,
atalarını terk etmek istemiyordu. Düşünceleri,
sezgileri ve düşleri karanlıkta anlam bulmuştu.
Bedeni, gücü ve nüfuzu aydınlığın emrindeydi.
Ruhu, karanlığı giyindi ve bedenini aydınlığa
teslim edip gitti.
Aslanıydı, aydınlığın aslanı. İkna olmuş olarak
doğdu. Bastığı yer aydınlık, baktığı yer aydınlıktı. İlim onda ikna oldu. Akıl onda ikna oldu.
Karanlığın ikna olmaktan başka seçeneği yoktu,
onun karşısında. Aydınlık onunla çoğalmıştı. İlim
olmuş, hikmet olmuş, bilince dönüşmüş ve özgürlük olarak yağmıştı, hayatın içine. Yüzleşmiş
ama yozlaşmamıştı. İkna etmek için ya da ikna
olmak için yüzleşmemişti. Yüzleşmenin sonunda
karanlık kendi kendini yok etmişti. İnanmanın ve
ikna olmanın kavşağında o vardı. Yaşamın özünü
ve anlamını içinde barındıran çağrı ulaştı ilk gün,
ruhu uyanmış ve yücelmişti.
İkna edilmişleri ikna etmek kadar zor bir
iş yoktur. Hele birde, ikna edilmeyi veya ikna
etmeyi pazarlıklar ve istekler belirliyorsa,
hepten zordur. Çağrının niteliği, ikna edilmeyi
ve edilmemeyi belirlemede önemli bir rol
üstense de, marifet; hiçbir şey istemeyenleri,
hiçbir şey istemeden, sadece gerçekliği ve
doğruluğu nispetinde kabullenmektir. Gerçek
çağrı beraberinde ıstıraplar getirir. Çağrıya
uyduğun anda öncekiler seni terk eder. Yeniler
girer hayatına. Bu da bir tür ıstırap demektir.
Bu ise ikna olduğun ve uyduğun çağrının, senin
davan olduğu anlamına gelir. Erteleyemezsin,
öteleyemezsin. Sen, onu yaşamaktan vazgeçsen
de, o seni yaşamaktan vazgeçmeyecektir.
Sizden bir şey isteyenleri veya isteyecekleri
ikna edemezsiniz.
Sizden bir şey isteyerek ikna edilmişler,
gerçekte ikna olmamışlardır.
“Onlar ki, sözü dinler (kabullenerek), sonra
da en güzeline uyarlar/uygularlar” (Zümer,18) ●
EYLÜL 2017
83
KUR’AN
Kur’an-ı Kerim’i Okumak,
Anlamak ve Yaşamak
RÜSTEM BUDAK
A
NIÇIN KUR’AN?
cılara, pusulara, savaşlara, hilelere,
fitnelere karşı; her gün Kur’an- ı
Kerim okumalıyız.
Kur’an-ı Kerim, insan şuurunu
yerine getiriyor.
Kur’an-ı Kerim, tavır kazandırıyor.
Kur’an-ı Kerim, kıbleyi düzeltiyor.
Kur’an-ı Kerim, arındırıyor.
Kur’an-ı Kerim, ruhu teselli eder.
Kur’an-ı Kerim, acıyı sağaltır.
Kur’an-ı Kerim, hakikati inşa ediyor.
Kur’an-ı Kerim, zorluğu kolay kılar.
Kur’an okuyun! Kur’an dinleyin!
VAHYIN İNIŞI VE OLUŞU
Vahyin inişinden bahsedilir hep… Buna
oluş demek daha doğru olur. İnsanın yürüyüşü,
arayışı, tepkisi, algılayışına göre vahiy bir yön,
arınma, inşa çabasının ürünüdür. Son Peygamberin vefatından bu yana geçen yıllar vahyi
eskitemiyor. Her daim taze ve diri bir halde
yaşanan gerçeklik üzerinden mesaj vermeye
devam ediyor.
Mekânlar bu büyük mücadelenin en büyük
tanıkları… Yaşadığı zamana yabancılaşmayan
bir insan… Düşünüyor, sorguluyor, yorumluyor… Değişmeyen hakikatin vicdani dirilişi
cevap veriyor.
Hira’da, oluşumun ilk habercisinden ilk
84
EYLÜL 2017
sözleri işitiyor. Şehre dönüyor, insanlığa dönüyor, ailesine dönüyor… Ev’i yeniden inşa etmek
istiyor. Girişine izin verilmiyor. O da kendi evini,
Erkam’ın evini merkez ediniyor. Oku’ yor…
Safa tepesine çıkıyor… Sokağa yöneliyor… Yani
haykırıyor, anlatıyor, konuşuyor insanlara…
KUR’AN SINEMASI
Çağımızda anlatım ve paylaşım dili; göz ve
kulak üzerinden gerçekleşen görsellik üzerindedir. Kur’an-ı Kerim’in mesajını müzik, yazılım,
sinema, animasyon üzerinden paylaşımı çok
güçlü bir şekilde yapılmalıdır. Sadece metinsel
okuma ve anlatım ile sınırlandığında bu çağ için
çok anlamlı ve kalıcı olmayacaktır.
OKUNAN KUR’AN
Kur’an okunan evler... Kur’an okuyan aileler... Kur’an okuyan çocuklar... Kur’an okuyan
anne ve babalar... Kur’an okunan kışlalar…
Kur’an okuyan askerler… Kur’an okuyan
yargıçlar… Kur’an okuyan cumhurbaşkanları…
Kur’an okunan okullar… Kur’an okunan fabrikalar… Kur’an okuyan işçiler ve patronlar… Kur’an
okunan mahalleler… Kur’an okunan yürekler…
KUR’AN’DA KIM VE NE?
Vahyi, tarihin tozlu yapraklarının hikâyesi
olarak değil yaşayan ve dirilten bir mesaj olarak
okuyabilmek için coğrafyaların, şehirlerin,
milletlerin, dinlerin isimleri yerine kendi
kur’an
isminizi koyun. Daha iyi anlayacaksınız.
Allah’ın sözü onu okuyan kişi- şehir ve
ülkeyedir. Bu ülke ve bu topraklarda ayetlerin an
itibariyle okuma çabasıdır. Ayetler kaim, yorum
insanidir. Yorumda isabet edilip edilmediği
tartışılabilir.
Kur’an-ı Kerim metin olarak değişmez. Ama
her insan; işçi, köylü, çırak, manav, kasap, esnaf,
ev kadını, çocuk, memur, şoför başta olmak
üzere okuyan her insan bu metni okuyabilir,
yorumlayabilir, düşündüklerini paylaşabilir.
Kur’an-ı Kerim’i okumak ve anlamak için ehliyet
aranmaz.
Kur’an-ı Kerim’in buradaki hitabı vahye
muhatap olmuş tüm kesimleri kapsar. O gün
için okunduğunda Yahudi ve Hıristiyanlar da
muhataptı. Ama bugün okuduğumuzda bizler
de Kur’an’da sadece bu ayet değil tüm Yahudi ve
Hıristiyanları muhatap alan ayetlerin muhatabı
olmaktayız. Çünkü Müslümanlar da kitap
ehli olarak Yahudi ve Hıristiyanların düşünce,
inanç ve amel sorunlarının benzerini- aynısını
yaşamaktadırlar.
Yoksula el uzatanların… Zalime karşı gerçeği
söyleyenlerin… Ayetleri eğip- büküp çıkarlarına
ve korkularına alet etmeyenlerin… Takva
sahiplerinin… Adalet ölçüsünce hayatlarına hükmedenlerin… Anlam etrafında her daim tavaf
edenlerin… Emeğinin peşinde Sa’y edenlerin…
Eline- diline ve beline sahip çıkanların...
KUR’AN KIME İNIYOR?
Kur’an-ı Kerim her an yeniden indirilmede... İman edenlerin… Dua edenlerin…
Allah’ı sevenlerin… Hakikat yolcularının…
KUR’AN-I KERIM HANGI
YAZI TÜRÜNE GIRER?
Kur’an bütün söz ve yazı türlerinin birleşimidir.
KUR’AN’I İNKILABI- DEVRIMCI BIR
DIL VE ÜSLUP ILE OKUMAK
Hafızlar- Hocalar- İmamlar; Kur’an’ı okuma
biçimlerinde yas duygusu ağır basıyor.
Anlamın- aklın değil duygunun hâkim
olduğu bir okuyuş biçimi öne çıkıyor.
Kur’an hep cenazelerin ardından okunan
yanık- uzun bir hava misali okunmaktadır.
Kur’an’ı okuyanların üslubundaki söyleyiş,
kutsal- dokunulmaz- erişilmez bir hali yansıtıyor.
İnsanları uyandırmaktansa uyutuyor.
Oysaki Büyük bir uyarı... Büyük bir söylev...
Büyük bir çağrı... Büyük bir davet... Büyük bir
değişim... Büyük bir sistem anlayışını yansıtan
okuyuş biçimleri de olmalıdır.
EYLÜL 2017
85
kur’an
Düşünce- Deneme- Tarih- İlim- BilimŞiir- Hikâye- Kıssa- Hukuk- Söylev türlerinin
Tevhid- Birlik olmasıdır.
AYLARDAN KUR’AN
Sadece Ramazan Ayı; Kur’an ayı değildir.
Dini- toplumsal- siyasal- ekonomik literatürümüzde Ramazan ayı Kur’an ayı olarak
nitelendirilir. Bu nitelendirmenin neticesi
olarak; Kur’an en çok bu ayda okunur. Okunan
Kur’an genelde sadece Arapça metin olarak
okunur ve Türkçe anlamı ise çok az okunur.
Kur’an ile ilişkilenmeyi sadece bir aya hasredip,
diğer aylarda bu ilişkilenmeden kaçınmak;
Kur’an ile çatışmak, yabancılaşmak, uzaklaşmaktır.
ÇOCUKLAR VE GENÇLER
IÇIN KUR’AN MEALI
Mevcut Kur’an meallerini çocuklar ve
gençler anlamakta zorluk çekiyorlar. Türkiye’de
çocuklar ve gençler Kur’an’a en yabancı kesimi
oluşturmaktadırlar. Çocuklar ve gençlerin akli
melekelerine ve seviyelerine uygun mealler
hazırlanmalıdır. Meal, Arapça metnin farklı
kavimlerin dillerinde anlam- yorumudur.
Meal, Kur’an’ın aslı değildir. Dile tercümesini
yapanın tasavvuru- bilgi birikimi- seviyesiahlakı ve anlayışına göre şekil kazanır. Asl olan
Arapça metindir. Arapça dilini bilmeyenler
mealden faydalanabilir. İnsanlar nasıl İngilizce
öğrenebiliyorlarsa Arapça öğrenebilirler ve
öğrenemeyenler farklı meal metinlerinden
hakikati okuyabilirler.
Yazılan meallerin çoğunluğu her kesime
hitap etmemektedir. Meal anlam kuruluşu
çocuk ve gençlerin tasavvurundan uzaktadır.
Büyük çoğunluğu halk dili ile değil akademik üst
dille yazılmıştır.
Bugün çocuklar ve gençler Kur’an’ı
sadece Arapça’sını okuyarak anlamına vakıf
olamazlar. Mealin mutlaka okunması gerekir.
İmam- Hatiplerdeki hocalar Kur’an derslerinde
anlamını- mealini öne çıkartmıyorlar. Mealini
okumanın öğrencileri saptırabileceğini düşünenler var.
Kur’an, anlamak ve yaşamak içindir. Farklı
dillerde olanlar için meal kolaylaştırıcıdır. Dedi86
EYLÜL 2017
ğimiz gibi asl olan Arapça dilidir. Ancak Arapça
dilinde de okurken anlamak için gelenek,
yaklaşım, güncelleme olarak değerlendirmeler
farklı olacaktır. İnsanların farklı mealleri karşılaştırarak okumaları gerekir. Sürekli okumak
gerekir. Konulu okumak gerekir. Paylaşarak ve
soru sorarak okumak lazımdır.
Küçük yaşlardan anlam merkezli okumalar
olmadığı zaman sadece metin merkezli okuma
üzerinden gidiliyor. Kur’an’ı okuma ve anlama
yöntemi vahye muhatap olunduğu andan
itibaren verilmelidir.
Üzerinde çalışılması gerekir. İlmi haysiyet
ve namus sahibi insanlar meseleye bu yönden
de bakmalıdırlar. Çocuklar ve gençler Kur’an’a
anlam yönünden 20’li yaşlardan sonra muhatap
olmaktadırlar.
Her çocuğun bir Kur’an meali olmalıdır.
Sadece yüzünden okumayı öğretmek, ezber
yaptırmak ve lafzın hafızlarını yetiştirmekle
Kur’an benliklere ve amellere etki edemez.
Çocukların Kur’an’ı okurken Mekki surelerden
başlayarak okuması sağlanmalıdır. Okuduğu
meal ile ilgili yorumlamalarda bulunması
sağlanmalıdır. Ayetlerin çocuk tasavvurundaki
yeri görülmelidir ve geliştirilmelidir.
Bazı çocuklar dört yaşından itibaren ezberlere başlamaktadır. Ezberlerle beraber muhakkak
anlamı verilmelidir. Hafızlar sadece lafzın değil
mananın hafızı olmaları sağlanmalıdır.
YENI BIR KUR’AN TEFSIRINE
OLAN İHTIYAÇ
Bir köylünün... Bir kadının... Bir gencin...
Bir çocuğun... Bir memurun... Bir işadamının...
Bir cumhurbaşkanının... Bir milletvekilinin...
Bir işçinin... Bir şoförün... Bir esnafın... Bir
öğretmenin yazacağı bir Kur’an tefsirine
acilen ihtiyaç bulunmaktadır. Tefsirciler
adıyla bir sınıf olmamalıdır. Kur’an’ı belli bir
sınıfa hasredemeyiz. Her kesimden insanın
Kur’an’dan anladıkları anlam zenginliğidir. Ama
Türkiye’de birçok kesim insanların Kur’an’ı
herkesin anlamayacağını iddia ederek okuma
ve anlama çabalarını engellemektedirler. En iyi
anlayan, hayatındaki yerini ve karşılığını bulan
herkestir…
ŞIIR
Arkadan Vurdun
SALİH KARABULUT SAKARYA/ERENLER KAYMAKAMI
Oldun hep Türkiye’yi bölmek isteyenlerin maşası,
Usulsüz ve makbuzsuz toplanan paraların kasası,
Elinden düşmez İsrail ve Amerika’nın asası,
Suret-i haktan görünüp yıllarca önümüzde durdun,
Doğup büyüdüğün bu cennet ülkeyi arkadan vurdun.
Bu memleketi bölmek için devam etse de bir yarış,
Kesinlikle veremeyiz ondan kimseye tek bir karış
Mazideki gibi bizimle gelecek dünyaya barış,
Suret-i haktan gözüküp yıllarca önümüzde durdun,
Suyunu içtiğin bu güzel ülkeyi arkadan vurdun.
Türkçe olimpiyatlarla tuzağa düşürdün milleti,
Dinler arası diyalog dedin, sürdürdün bu illeti,
Hâlâ anlayamadın mı, içine düştüğün zilleti?
Suret-i haktan gözüküp yıllarca önümüzde durdun,
Ekmeğini yediğin Türkiye’yi arkasından vurdun.
Beddua değil, dua etki karanlıkta ışık olsun,
Gönlün kin ve nefret yerine, sevgi ve huzurla dolsun,
Allah milleti, senin gibilerin şerrinden korusun,
Suret-i haktan gözüküp yıllarca önümüzde durdun,
Doğup büyüdüğün bu cennet ülkeyi arkadan vurdun.
Gezi, Mavi Marmara olayında terörü savundun,
İsrail ve Batıya şirin gözükerek avundun,
Maşalıkta onlar için tadına doyulmaz kavundun.
Suret-i haktan gözüküp yıllarca önümüzde durdun,
Suyunu içtiğin bu güzel ülkeyi arkadan vurdun.
Ne acıdır ki, güç sarhoşluğuna kapılıp, azdın,
Haksızı alkışlayıp, ülkemizin mezarını kazdın,
Beyinleri yıkamak için durmadan kitaplar yazdın,
Suret-i haktan gözüküp yıllarca önümüzde durdun,
Ekmeğini yediğin Türkiye’yi arkasından vurdun.
EYLÜL 2017
87
IBADETLERIMIZ
Kurban
ADİL AKKOYUNLU
K
urban, bir temsildir. Abdest temsil,
namaz temsil, oruç temsil, Hac
temsil…
Asıl olan; Allah’a yaklaşmaktır.
Allah’a yaklaşmaya vesile kılmaktır
ibadetleri.
Kurban da, namaz da, oruç da; Allah’ın
sevgisini, memnuniyetini kazanmaya, O’nu
görme mutluluğuna ermeye, cennete girmeye
karşılık; Allah’ın buyruklarına itaat etmeye
söz veriştir. Akittir. Ahitleşmedir. O’na kulluğa
yöneliştir.
Abdest alıyorsunuz. Hemen ardından
abdesti bozan bir durum oluyor. Tekrar abdest
alıyor; yıkamış olduğunuz azalarınızı tekrar yıkı-
88
EYLÜL 2017
yorsunuz. Oysa az önce yıkamıştınız. Amaç
sadece temizlik olsaydı, tekrar yıkamaya gerek
var mıydı? Temsilidir abdest. Allah’a, o azalarınızla itaat edeceğinize, asi olmayacağınıza,
günah işlemeyeceğinize söz veriştir. Temsilen
günahlardan yüz çevirip yeniden Allah’a itaate
yöneliyorsunuz.
Namaz kılarken yaptığınız davranışlar
(rükûunuz, secdeniz) birer temsildir. Allah’tan
başkasının önünde eğilmeyeceğinize, önünde
yerlere kapanmayacağınıza söz veriyorsunuz.
Namazda Kur’an okuyuşunuzla, tekbirinizle,
tesbihinizle itaatinizi dillendirip O’ndan
başkasına kulluk etmemeye dair ahitte bulunuyorsunuz.
Oruç tutuyorsunuz. Allah’ın size helal kıldığı
bazı şeyler bile belli bir zaman diliminde haram
oluyor size. Deneniyorsunuz. Allah’a olan
itaatiniz sınanıyor.
Hacda Kâbe’nin etrafında dönmeniz ne
anlam ifade ediyor? Kâbe’nin etrafında dönmeniz de, namazda Kâbe’ye yönelmeniz de Allah’a
olan itaatinizden dolayıdır. Mina’da, tekrar
tekrar şeytan taşlamanız neyi temsil ediyor?
Şeytan, o taşladığınız yerde mi? Başka yerde yok
mu ki, yalız orada taş atıyorsunuz? Ve
attığınız o küçücük taşlarla şeytana
ne zarar veriyorsunuz? Bu temsili
davranışınızla; hayatınız boyunca her
zaman, her yerde şeytanın büyüğüne
de, küçüğüne de, ortancasına da itaat
etmeyeceğinize, sürekli şeytanlarla mücadele edip kovacağınıza, taşlayacağınıza; yalnız
ibadetlerimiz
Allah’a itaat edeceğinize söz veriyorsunuz.
Ve… Kurban! Allah’ın (haşa) ihtiyacı mı var
sizin kestiğiniz kurbanlıklara? O Samed’dir,
Ğanidir, Rezzaktır. Hiç kimseye, hiçbir şeye
ihtiyacı yoktur. Herkes, her şey O’na muhtaçtır.
Fakirler de size muhtaç değil. Siz kendi zekânız,
gücünüz ve kuvvetinizle mi zengin oldunuz?
Böyle düşünenleri kınıyor Rabbimiz.1 Allah vermezse, siz acınızdan ölürsünüz. Mülk Allah’ın.
Rızkı veren O’ dur. Dilediğine kısar, dilediğine
genişletir. Fakirlikle de, zenginlikle de kullarını
deniyor Yaratan. Kul, elbette çalışacaktır. Fakat
dilediğini zengin, dilediğini yoksul kılan O’dur.
Sınıyor kullarını. Kurban kesmekten maksat;
kan akıtmak değil… Et yemek ve yoksullara et
dağıtmak da değil. Kurban temsildir. Takvaya,
Allah’a yakın olmaya, O’nun rızasını kazanmaya,
vesiledir.
“Onların (kurbanların) ne etleri, ne de kanları
Allah’a ulaşır; fakat sizin takvanız O’na ulaşır.
Böylece size yol(unu) gösterdiği için Allah’ı tekbir
edesiniz diye Onları (kurbanlıkları) bu şekilde size
boyun eğdirdi. Güzel davrananları müjdele...”2
Habil’in, Kabil’e cevabı da ilginç... Kabil’in
kurbanın Allah tarafından kabul edilmeyişini
takvasızlıkla açıklıyor:
“(Kabil), Allah, (kurbanı) sadece takva
sahiplerinden kabul eder, dedi.” dedi.3
Esasen takva da bu değil mi?.. Allah’a adanmak… Kayıtsız – şartsız O’na teslim olmak…
“Yap” dediğini, sevdayla, şevkle yapmak…
“Yapma.” dediğinden, itaatsizlikten, asilikten;
ateşten kaçarcasına kaçmak, sakınmak… En çok
onu sevmek ve en çok O’ndan korkmak… O’na
yakın olmaya çalışmak… Kurban ibadetini bütün
benliğiyle yaşamak… Bu bilinci, inanç, düşünce
ve bütün fiillerine yansıtmak… Canını, malını,
ömrünü; bütün varlığını Allah’a adayabilmek…
Kurbanlıkları bu niyetle kesiyoruz.
Niyet de bu işte!..
Niyet, ne yaptığını düşünerek, bilerek,
inanarak yapmak; yaptığı işin şuurunda olmak
demektir.
Kurbanlığı keserken söylediğimiz söz, ne
güzel özetliyor anlatmak istediğimizi!
“Şüphesiz ki ben, bir hanif (muvahhid, Allah’ı
bir tanıyıcı) olarak yüzümü o gökleri ve yeri
yaratmış olan Allah’a yönelttim. Ben müşriklerden
değilim.”4 “Benim “salât”ım (namazım, duam
ve bütün ibadetlerim), “nusuk”um (kurbanım,
bütün kulluk ve itaatlerim), hayatım ve ölümüm
âlemlerin Rabbi Allah içindir. Onun ortağı yoktur.
Bana böyle emrolundum.’ Ve ben Müslümanların
öncüsüyüm (öncüsü olmak için -hayır yarışındaceht ve gayret içerisinde olacağım).”5 Ey Rabbim,
(bu kurbanlık, bize) sendendir ve sanadır (senin
rızan için kesiyoruz ve sana adıyoruz.) Ey
Rabbim, Muhammed ve ümmetinden bunu kabul
buyur. Bismillahi, Allahu ekber.”6
İbrahim gibi oğlunu; İsmail gibi kendini
-Allah için- kurban etmeye amade olanlarla;7
dinini, imanını, şeref ve haysiyetini mal, makam
ve şehvet için harcayacak kadar alçalanların
ayrıştığı bir potadır kurban.
Bu önemine binaen; “Biz, her ümmetten
kurban kesmeyi bir ibadet olarak öngördük.”
buyuruyor Rabbimiz:8
“Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.” buyuruyor.9
Bu nedenle; insanlığın tarihiyle başlıyor
kurbanın tarihi. Habil’i ve Kabil’i izleyenler belli
olsun diye… Başka bir ifadeyle; Allah’ın kitabını
rehber edinerek Peygamberini izleyenlerle,
şeytanları izleyenler ayrışsın diye…
Ve asıl önemli olan husus: Kurbandan sonra,
verilen ahdi yerine getirmek… Allah’a adanmışlığını, hatırdan hiç çıkarmadan bütün düşünce ve
fiillerine yansıtabilmek…
Kurbanda sadece kan döküp et yiyerek
bayram edenler; kurbanın mesajına kulak vermeyenler, kurban öncesi ve sonrasında halinde
hiçbir olumlu değişiklik olmayanlar; temsili olan
bu ibadetle Allah’a takvasını sunamayanlar için
ne önemi var kesilen kurbanlıkların! ●
1 Bkz. Kehf Suresi
2 Hac, 22/37
3 Maide, 5/27
4 Enam, 6/79
5 Bkz. Enam, 6/162, 163
6 Ebu Davud, Dahâya 4, (2795); Tirmizi, Edâhî 21, (1520); İbni Mace,
Edâhî 1, (3121)
7 Bkz. Saffat: 37/102-107
8 Hacc, 22/34
9 Kevser, 108/2
EYLÜL 2017
89
AILEMIZ
Kim Ailesini Müdafaa Sırasında
Öldürülürse Şehittir*
ESAN GÜL UZMAN PSIKOLOG
AILE eğitiminde anne-baba-çocuk
birlikteliği önemlidir. Burada birlikteliğin süresi önemli olmakla birlikte
niteliği de önemlidir. Karşılıklı sevgi
ve güvene dayalı olarak her bireyin
zevk aldığı yarım saatlik bir birliktelik, bağırıp çağırma ve çatışmayla
geçen, gün boyu süren birliktelikten
daha kaliteli ve daha verimlidir.
A
ile insanın kendisine, eşine,
çocuklarına ve çevresine şahitliğinin
adıdır. Emanetin taşıyıcısı olarak aile
üyelerinin her biri yaptıkları iyilik
ve kötülüklerin şahididir. Kişinin
ailesini koruması, aileye karşı şahitliğini yerine
getirmesi rahmet ve bereketin bir tecellisi olarak
aileye yansıyacaktır.
Aile üyelerinin her biri ailesini korumak
ve kollamakla görevlidir. Her kim ki ailesine
zarar gelmemesi için onları korur ve bu uğurda
mücadele ederken ölürse o da şehitler zümresinde sayılacaktır.
Said İbnu Zeyd (radıyallahu anh) anlatıyor:
“Resulullah (Aleyhissalatu Vesselam)’ı dinledim
şöyle buyurdular: “Kim malını müdafaa
sırasında öldürülürse şehittir. Kim kanını
müdafaa sırasında öldürülürse şehittir.
90
EYLÜL 2017
Kim dinini müdafaa sırasında öldürülürse
şehittir. Kim ailesini müdafaa sırasında
öldürülürse o da şehittir.”*
Allah tarafından insanların çift yaratılmasının bir hikmeti olarak şekillenen ailede aslolan
düşünüp öğüt almak, Allah’ın rızasına uygun bir
şekilde bilişsel, duygusal ve davranışsal açıdan
rahat ve huzurlu bir hayatı ikame etmektir.
Aile, iki farklı cinsiyet sahibi yetişkin insanın
verdiği olumlu kararla oluşan, sınırları duvarlarla çevrili bir çatı altında biyo-psiko-sosyal
bakımlardan bir eğitim merkezi; güven, dayanışma, değerli olma, sorumluluk kazanma, kendini
ifade etme, sahih dini inancı kazanma ve meşru
olan her şeyi paylaşmanın öğrenildiği, toplumu
oluşturan en küçük birimdir.
Burada kişiler değil, temel ilke, prensip
ve kurallar öne çıkmaktadır. Allah’ın rızasını
kazanmak için hakkaniyet, dürüstlük, sabır,
onura saygı, gelişme, yardımlaşma, paylaşma,
yüreklendirme, mahremiyet ve sorumluluk her
aile bireyinin dikkat etmesi gereken hususlardandır. Bu hususlar kendimizi ve ailemizi yakıtı
insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden
korumak içindir.
Biz biliyoruz ki aile eğitiminde anne-baba-çocuk birlikteliği önemlidir. Burada birlikteliğin
süresi önemli olmakla birlikte niteliği de
önemlidir. Karşılıklı sevgi ve güvene dayalı
olarak her bireyin zevk aldığı yarım saatlik bir
birliktelik, bağırıp çağırma ve çatışmayla geçen,
ailemiz
gün boyu süren birliktelikten daha kaliteli ve
daha verimlidir.
Aile ve çift eğitimi ile ilgili görüşmelerimde
en çok karşılaştığım şikâyetlerden biri de aile
üyelerinin birbirlerine zaman ayırmaması ve
yoğunluktan dolayı ailenin bir araya gelmede
sorunlar yaşamasıdır.
Yaptığım etkinliklerde ‘mutluluğun resmini
çizer misiniz?’ diye söylediğimde genellikle aile
üyeleriyle birlikte yapmış oldukları faaliyetlerin
resmini çizdiklerini görüyorum. Ya ailece birlikte
piknik ortamının ya da birlikte evde yemek
yedikleri ortamın resmini…
Bu cümleden olarak ailemizle birlikte
yapılan eylemler huzur ve mutluluğumuza
şahitliğimizin bir göstergesi olarak hayatımıza
yansımaktadır. Rahmet ve bereket birlikteliklerin olduğu yerdedir. Biz birlikteliklerimizi
çoğalttıkça huzur ve mutluluğumuzu da çoğaltıyoruz. Bireyselleştikçe ya da ayrıldıkça
huzursuzluk ve mutsuzluğumuza da şahitlik
ediyoruz.
Bir aile çocuğunun kötü davranışlarından
muzdarip bir şekilde benimle görüşmeye
gelmişti. Anne 13 yaşındaki kızının davranışla-
AILEMIZLE birlikte yapılan
eylemler huzur ve mutluluğumuza
şahitliğimizin bir göstergesi olarak
hayatımıza yansımaktadır. Rahmet
ve bereket birlikteliklerin olduğu
yerdedir. Biz birlikteliklerimizi çoğalttıkça huzur ve mutluluğumuzu
da çoğaltıyoruz. Bireyselleştikçe ya
da ayrıldıkça huzursuzluk ve mutsuzluğumuza da şahitlik ediyoruz.
rından şikâyetçiydi.
‘Önce çocuğun annesi ile görüştüm. Konuşmamızda çocuğunun derslerinin çok kötü olduğunu,
arkadaşları ile sürekli kavga ettiğinden dolayı
şikâyetlerin geldiğini, dersle hiç ilgisinin olmadığını,
sinirlendiği zaman evdeki eşyaları fırlatmaya
başladığını, gözünün hiçbir şeyi görmediğini ve eline
ne geçerse düşüncesizce attığını söyledi.
Çocukla konuştuğumda ailenin kendisini hiç
sevmediğini, istediği şeyleri almadıklarını, ablaları
çalıştığı, eve para getirdiği için onları daha çok
sevdiklerini ve onların istediği her şeyi alabildikleEYLÜL 2017
91
ailemiz
rini, kendisinin de okumak istemediğini ve ablaları
gibi çalışarak istediğini alabileceğini ifade etti.
Evdeki eşyaları neden fırlattığını sorduğumda
ise babasının da sinirlenince evde eline ne geçerse
fırlattığını ama kendisinin vurmak için değil
korkutmak için fırlattığını söyledi.
Olay anlaşılmıştı. Evde ihtiyaçları karşılanmayan bir kız, eve para getirdikleri için istediği şeyleri
alan ablalar ve sinirlendiği zaman eşyaları fırlatan
bir baba vardı…’
Aileler birbirlerine bakarak hayatlarını inşa
ve idame ederler. Aile içerisindeki her birey bir
binanın tuğlaları gibidir aslında... Birinin yaptığı
her eylem bir diğerini etkiler ve bu bir binanın
tuğlaları gibi ya kenetlenerek ve benzeşerek
güzel bir evin inşa edilmesine ya da ayrışarak
ve kavga ederek tamamen yıkılıp yok olmasına
vesile olur…
Bir başka ifadeyle aile üyeleri, dış dünyayı
birbirlerinin gözüyle görmeye çalışır. İyiliği ve
kötülüğü görmesi gözün değil görülen şeyin
iyilik ve kötülüğünden dolayıdır. İyilikleri
çoğaltmak ve kötülükleri azaltmak göz zevki
için olmazsa olmazdır. Burada her bireyin kendi
dünyasında yaşaması ve dünyaya gözlerini
kapaması farklı problemlerin de ortaya çıkmasına neden olur.
Aile üyelerinin birbirlerinin güzel örnekliğine ihtiyaçları vardır. Gerek sosyal gerekse
dini tutumlarını geniş ölçüde aile içindeki
anne-babasının konuşma ve davranışlarından
modelleme yoluyla öğrenen çocuklar, hayatının
her aşamasında ailesinin şahitleri olarak
yaşamaya devam ederler. Gerçekte bu örnek
veya şahitlik, çocuğun ruhuna işlemekte,
duygularına tesir etmekte ve onu belli bir
istikamete yöneltmektedir.
İDEAL aile hem kadının hem erkeğin
hem de çocukların sorumlulukları
olduğu bir aile modelidir. Bunlar
sorumlulukları birbirine devretme ya
da yükleme şekline dönüştürülemez.
Çünkü bu anlayış eğitimin tek
boyutlu olması sonucunu doğurur.
92
EYLÜL 2017
Burada bir hususun daha altının çizilmesi
gerekir. Özellikle Müslüman aile modelinin
temelini annenin oluşturduğuna dair bir
kanaat da vardır ki bu yanlıştır. Çünkü bu bakış
açısı bilerek ya da bilmeyerek babanın aileden
dışlanması ya da sadece belirli konularda
müdahil olması sonucunu doğurur. Anne ve
baba insandaki göz ve kulak gibi ikilikte birliği
temsil eder. Nasıl ki iki göz vardır ve tek görür,
iki kulak vardır ve aynı sesi işitirlerse, anne,
baba ve aile de bu birlikteliğin bir tecellisi olarak
aynı şeyi görür ve aynı şeyleri işitir. İki kulağın
ya da iki gözün olması farklı şeyleri görmek
ya da farklı sesleri işitmek anlamına gelmez.
İşitilen birdir, görülen birdir…
İdeal aile hem kadının hem erkeğin hem
de çocukların sorumlulukları olduğu bir aile
modelidir. Bunlar sorumlulukları birbirine
devretme ya da yükleme şekline dönüştürülemez. Çünkü bu anlayış eğitimin tek boyutlu
olması sonucunu doğurur.
Aile içerisinde baş gösteren ya da gösterebilecek sorunların herkes tarafından duyulması
ve çözüme herkesin bilgisi ve gücü nispetince
katılabilmesi için aile bireylerinin dinlenilmesi
ve aile toplantılarının yapılması gerekir. Bu
toplantılarda aile üyelerinin birbirlerini işitmeleri, sorunlarını ve mutluluklarını paylaşmaları,
yaşanan durumlar karşısında aile üyelerinin
düşüncelerinin alınması genel olarak konuşulabilir
Bununla birlikte aile içinde herkesin birbiriyle doğrudan muhatap kişiler olması gerekir.
İletişimin dolaylı yollardan ya da başkaları
üzerinden (anne ya da baba vb.) yapılması
problemlerin içinden çıkılmaz bir hal almasına
neden olabilir.
Bu aileler de genellikle bir eğitim boşluğu
yaşanır. Böyle aileler;
• Uygun şartlar oluşmadan kurulan yuvalarda,
• Hukuki zorunluluk olduğu için bir arada
yaşamak zorunda kalınmasında,
• Kişisel eksikliklerde,
• Sorumluluğu üstlenememe gibi durumlarda aile içi iletişim boşluğu yaşanmaktadır.
ailemiz
Bütün aile üyelerinin kendi güçleri
nispetinde sorumlulukları olmalıdır. Her bir
aile mensubu kendi sorumluluklarını yerine
getirme noktasında birbirini cesaretlendirmeli
ve birbirine destek vermelidir. Aileler çocukların
ve diğer aile bireylerinin başlarından şemsiyeyi
çekmedikçe ve onların adına her türlü sorunları
çözmeye devam ettikçe onların sorumluluk
almalarını beklemek zordur. Çünkü işleri
kendisi yerine yapan birileri vardır ve onlar
kendi rahatını bozmayacaktır.
Eğer aile üyelerinden biri sizinle bir
sorununu paylaşıyorsa lütfen onlara ne
yapmaları gerektiğini söylemeyin, sadece ne
yapmayı planladıklarını sorun… Onlar adına
karar vermekten kaçınmak, kendi görüşlerinizi
paylaşmak, atacakları adımların sonuçlarını
birlikte değerlendirmek ama seçimlerinde çok
büyük bir problem yaratacağını düşünmediğiniz
sürece kendi kararlarını kendileri anlamaları
noktasında onları cesaretlendirmek ilk elden
yapılabilecek şeylerdir. İnsanlar kendi sorumluluklarını üstlenmedikleri sürece her şeyin
bir bedelinin olduğunu öğrenmeleri mümkün
olmayacaktır.
Elbette ki biz birbirimiz için var olacağız ve
birbirimizin şahitleri olarak hayatımıza devam
edeceğiz. Ama bunu biz bilinci içerisinde ve
birbirimizin haklarına riayet ederek yapabiliriz.
Bu şahitliğin elde edilebilmesi için çocuğun
iyi hareketleri övülmeli, olumsuz davranışlara
sevk eden hareketler ise ortadan kaldırılmalıdır.
Burada asıl önemli olan sadece çocuğun kendisini düzeltmesini beklemek değil, olumsuz
davranışı kim yapıyorsa onlarında kendilerini
düzeltmelerini sağlamaktır. Büyüklerin kendilerini düzeltmeleri ve alışkanlıklarını terk etmeleri
biraz zor olduğu için genellikle çocuklar üzerine
yoğunlaşılır ve davranış düzelmeyince de çocuk
dövülür. Çözüm çocuğu dövmek değildir. Çünkü:
• Çocuğu dövmek ahlakının bozulmasına ve
onun daha da hırçınlaşmasına sebep olur.
• Dayakla büyüyen çocuk esnek olmaz, katı
olur.
• Dövülmek, çocukta anne-babaya karşı
kızgınlığa yol açar. Çocuk kendi yaptığının
AILEMIZIN şahitleri olarak aile
üyelerinin hepsi birbirine emanettir.
Onların temiz kalbi saf ve kıymetli birer
cevher gibidir. Bu cevheri işlemek ve
korumak hepimizin sorumluluğudur.
kötü bir şey olduğunu düşünmez, kendini
suçlu görmez, kendini döveni suçlar.
• Dövülen çocuk, kızdığı zaman, o da şiddete
başvurur, bir başkasını döver. Böylece
dayak vicdanlı olmaya değil, saldırganlığa
sebep olur.
Şu gerçeği bir daha hatırlayalım: İnsanın
fıtratında Musa da olmak vardır, Firavun’da
olmak... Çocuklarını iyi yetiştirenler Musalık
yönlerini ortaya çıkarırlar.
Mevlana: “Ey Salik! Musa ve Firavun, senin
varlığında mevcuttur. Bu iki hasmı kendinde
aramak gerek” der.
Bunun için ailede öyle bir eğitim seferberliği
başlatmalıyız ki, onların yetmediği noktada özel
eğitim devreye girsin. Bu eğitimin amacı aile
üyelerini her alanda yetiştirmeye çalışmak ve
onu artık sağlıklı kararlar verebileceği noktaya
gelinceye kadar takip edip yönlendirmek olsun…
Eğer hedeflenen sonuca ulaşılmak isteniyorsa,
mutlaka her çocuğun ailesinin de özel eğitime
alınması gerekir. Zira çocuğa, gerek ahlaki
eğitim, gerekse manevi eğitimde başarılı olması
için ilk hocalık görevini ailesi üstlenmelidir.
Çocuğun ilk öğretmeni, anne ve babasıdır.
Çoğu yazarın hayatı okunduğunda “ilk eğitimini
ailesinden aldı” ifadesiyle karşılaşmak bir tesadüf
olamaz.
Ailemizin şahitleri olarak aile üyelerinin
hepsi birbirine emanettir. Onların temiz kalbi
saf ve kıymetli birer cevher gibidir. Bu cevheri
işlemek ve korumak hepimizin sorumluluğudur.
Unutmayalım ki her kim ailesini korumak ve
Allah’ın rızasına uygun bir şekilde onların İslami
hayatını yaşamaları için mücadele ederken
ölürse ya da öldürülürse, o şehittir. ●
* Tirmizi, Diyat 22; Ebu Davud, Sunnet 32; Nesai, Tahrim 22; İbnu
Mace, Hudud, 21.
EYLÜL 2017
93
SINEMA
Cennetin Krallığı
MEHMET ÖZDEMİR
“Ben onlar gibi değilim.
Ben Selahaddin’im, Selahaddin!
C
ennetin Krallığı (Kingdom of Heaven),
Ridley Scott’ın önemli filmlerinden
biridir. 2005 yılında vizyona
giren filmin konusu Kudüs ve Haçlı
Seferleri. Filmin başlıca oyuncuları:
Orlando Bloom, Liam Neeson, Jeremy Irons,
Edward Norton ve Eva Green.
Balian, demircidir; ailesini kaybetmenin acısı
daha çok tazedir. Godfrey, oğlunu aramak için
Haçlı Seferlerinden vatanı Fransa’ya dönmüştür.
Baba, demirci Balian’ın oğlu olduğunu öğrenir.
Baba oğlunu Kudüs’e götürmek ister ama oğlu
bu isteye tepkisiz kalır.
Rahip’in sözlerine kızıp onu ocağa atıp
öldüren Balian, artık orada kalamayacağını
anlar ve atına atlayıp babasına yetişir. Godfrey,
oğlunu gerçek bir şövalye olarak yetiştirmek
istemektedir.
Haçlıların elinde olan, ateşkes ilan edilen
Kudüs’te barış pamuk ipliğine bağlıdır. Barışı
bozmak isteyen şahinler her daim bulunur.
Kudüs Kralı IV. Baldwin barıştan yanadır ve
barışa yemin etmiştir.
Godfrey, ölmeden önce kılıcını ve yeminini
oğluna teslim eder. Balian, Kudüs’ü korumak
için yola çıkar, deniz kazasına rağmen Kudüs’e
ulaşır. Kudüs’te kısa sürede üne kavuşan Balian,
Kralın kız kardeşi Sybilla’nın da hayranlığını
kazanır. Sybilla ile aralarında yakınlaşma olur
ama Sybilla’nın kocası Tapınak Şövalyelerinin
94
EYLÜL 2017
lideri Guy de Lusignan’ın da düşmanlığını
kazanır. Balian, kılıcının gücüyle meydandadır
artık.
Film, Selahattin Eyyubi komutasındaki
Müslümanlar ile Kudüs’te Krallık kuran
Haçlıların arasındaki savaşı anlatmaktadır.
Kudüs’ü Haçlılardan geri alan şarkın sevgili
sultanı Selahattin’in azametini ve her iki tarafın
da savaşa bakışını gördüğümüz filmde, barışın
cılız sesi savaş çığlıkları arasında boğulup
gitmektedir.
Kudüs başat bir şehirdir. Medeniyetin
merkezi, galibiyetin adıdır Kudüs. Kudüs’ü ele
geçiren kumandan ne büyük kumandandır.
Kudüs, zulmün ve adaletin iç içe geçtiği bir
mekândır. Adeta dinlerin, devletlerin, kumandanların zafer takı…
Filmdeki Sultan Selahattin karakterinin
vakarı, karizması görülmeye değer. Bu filmi
Müslümanlar çekseydi ancak böyle bir karakter
oluşturabilirdi.
Savaş sahneleri oldukça gerçekçi, akılda
kalıcı. Merkezinde Hıttin Savaşının olduğu
filmde, Kudüs Kralı IV. Baldwin ile Sultan
Selahattin arasındaki savaş ve savaşa bakış
açıları gösterilmeye çalışılmış.
O dönemdeki Müslümanların hoşgörüsünü
ortaya koyan yönetmen, Müslümanlar ile
Hıristiyanlar arasında taraf tutmayarak adil bir
duruş sergilemiştir. Bu da filmin İslam ülkele-
sinema
rinde ilgiyle izlenmesine sebep olmuştur.
Filmde daha gerçekçi olsun diye Sultan
Selahattin rolünü Suriyeli aktör Hasan Mesut
üstlenmiş; iyi de bir iş çıkarmıştır.
Selahattin’in savaşmasının yanında diyaloga
gösterdiği teveccüh ise Müslümanların barıştan
yana oluşunu göstermesi bakımından iyi bir
mesaj sayılır. Günümüzde de Hıristiyan âleminin Müslümanlara bakışını kısmen değiştireceği
ihtimal dâhilindedir.
Mükemmele yakın bir savaş filmi. Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasındaki bu savaş
Hıristiyan- Haçlı propagandasına dönüşmemiş.
Filmde Selahattin, cesaretin, azametin, hoşgörünün timsalidir.
Kutsal Kudüs Haçlıların elindedir. Kudüs
Krallığı kuruluyor. Müslümanlar ile aralarında
barış antlaşması var ama Haçlılar arasındaki
şahinler savaş çığlıkları atmaktadır. Müslümanların kervanları, köyleri basılarak halk kılıçtan
geçirilmektedir. Tapınak Şövalyeleri: “Kutsal
haçı taşıyan İsa’nın ordusu yenilmez! Savaş
olmalı! Tanrı böyle istiyor!” diye haykırmaktadır.
Müslümanların elçisinin başı kesilerek Sultan
Selahattin’e gönderiliyor. Selahattin’in kız
kardeşine tecavüz edilerek öldürülmesi sabırları
taşırır. Barıştan ve diyalogdan yana olan Sultan
Selahattin, ordusunu toplamak zorunda kalır.
Sultan Selahattin Lord Bailan’a: “Her
bir canın sağ-salim Hıristiyan topraklarına
geçmesine izin vereceğim. Her bir can! Kadınlar,
çocuklar, yaşlılar ve bütün şövalye ve askerleriniz ve Kraliçeniz! Tanrı adına yemin ederim ki,
hiç kimse zarar görmeyecek” diyor.
“Hıristiyanlar bu şehri aldıklarında, bu
duvarların içindeki her Müslümanı katlettiler”
diyen Bailan, kısas yapılacağını düşünürken
aldığı cevapla adeta vurulur: “Ben onlar gibi
değilim. Ben Selahaddin’im, Selahaddin!”
Turan taktiğinin uygulandığı savaşta Selahattin Eyyubi’nin ordusunda Kıpçakların varlığı
savaşın kazanılmasında çok büyük rol oynamıştır. Selahattin Eyyubi’nin Kürt kökenli olduğu
daha fazla rivayet edilse de Türk olduğu tezi de
yaygındır ama filmde Arap olarak gösterilmiştir.
Herkesin sahip çıkması Selahattin’in muhteşem
bir komutan olmasıyla ilgilidir biraz da…
FILMDEN REPLIKLER:
“Önceleri Allah için savaştığımızı
sanıyordum. Sonraları servet ve toprak için
savaştığımızı anladım. Utanmıştım. Din
kelimesine fazla anlam yüklemem. Din kelimesi
bana sadece, bir sürü bağnaz fanatiğin yaptığı
kötülükleri ve sonra bunu Allah’ın isteği olarak
adlandırmalarını hatırlatıyor. Kutsallık, doğru
yolu seçmektir. Cesaret, kendini koruyamayanların yanında olmaktır. İyilik, aklında ve
kalbindedir. Her geçen gün yaptığın şeyler
sonucunda iyi bir adam olursun. Ya da olmazsın”
“ Dünyayı daha iyi yapmayan insan insan
değildir “
“Orada, doğduğun kişi olmazsın, kendi
içinde olduğun kişi olursun.”
“Yeni bir dünya… Daha iyi bir dünya… Bir
Cennetin Krallığı… Vicdanlı bir dünya...”
“Kalbimdeyken, nasıl cehennemde olabilirsin?”
“Din kelimesine fazla anlam yükleme. Din
kelimesinin arkasına saklanan kaçıkların Tanrı
Adına her türlü kötülükleri yaptığını gördüm.
Kutsallık, doğru hareketi yapmaktır ve cesareti
kendini savunamayacak durumda olanları
savunmaktır. Ve iyilik - Tanrı’nın istediği şey- (
başını işaret ederek) burada ve (kalbini işaret
ederek) buradadır.”
“Kudüs’ün anlamı nedir?
“Hiçbir şey. Her şey.” ●
EYLÜL 2017
95
Download