şubat 2017

advertisement
ŞUBAT 2017
A
llah’ın Selamı üzerinize olsun.
Dünyayı tanıma derdi içinde olan kardeşlerim,
Enformasyon çağında dezenformasyon çöplüğüyle kuşatılmamızdan dolayı gerek İslam ülkelerini gerekse dünyayı tanıma, haberdar olma noktasında teşkilat mensuplarımızla birlikte
araştırmalar yaparak derlediğimiz “UGSAM Aylık Bülteni” ni istifadenize sunuyoruz.
Bizler inanıyoruz ki; bilgiyle, güvenilir kaynaklarla desteklenmeyen yorumlar hamaset ve cehalet yüklüdür. Kime neden dost, kime
neden düşman diyoruz? Kimi tanıyoruz? Bunların okumasını,
tahlilini yapma mecburiyetimiz vardır.
Bizler inanıyoruz ki; zihinleri karmaşaya sevk eden, algı oyunları
ve medya araçları yoluyla insanları psikolojik etki altına alan,
bunun sonucunda insanların birbirlerini, ülkeleri ve olayları yanlış tanımasına sebep olan mevcut küresel sistemde; sorunların
çözümünün “dünyayı iyi tanımak” ve “Hakka dayalı bir usulle olaylara yaklaşmak” yoluyla gerçekleşebileceğini savunuyoruz.
Sizlerin istifadesine sunduğumuz ve sunacağımız Aylık Bültenler; ülkeler ve uluslararası manada önemli gelişmeleri, öngörebildiğimiz tehdit algılamaları ve tedbirlerini, küresel sermayenin
nasıl işlediği ve karşıt tezleri bulabileceğiniz adresinizdir.
Bu vesile ile Uluslararası Gençlik Strateji Araştırma Merkezimizin teşkilatımıza, ülkemize ve insanlığa hayırlı olmasını ve güzel
çalışmalar çıkarmasını Rabbimizden niyaz ediyoruz.
Anadolu Gençlik Derneği
Dış İlişkiler Komisyonu
UGSAM Koordinatörlüğü
İÇİNDEKİLER
10
YEMEN
18
SUUDİ ARABİSTAN
23
İŞGALE İSYAN
26
ÜLKE
ROPORU
32
NÜKLEER ENERJİ
VE SANTRALLERİ
04
HABER VE
ANALİZLER
17
ŞEYH
AHMET YASİN
20
KARABAĞ
24
MALİ KÜRESELLEŞME
VE YANSIMALARI
30
YENİ SAVAŞ
STRATEJİSİ
HABER - ANALİZ
Slovakya’da ülkedeki
dini toplulukların tanınmasını zorlaştıran yasa
değişikliği kabul edildi.
01.02.2017
SIGAR’ın raporuna göre
Afganistan’da 2016 yılında Taliban saldırılarında
6785 rejim personeli
öldü 11777 personel ise
yaralandı.
01.02.2017
Uluslararası petrol
şirketi Exxon Mobil’in
eski CEO’su ve Trump’ın
adayı Rex Tillerson, bir
fark oy ile ABD’nin yeni
Dışişleri Bakanı oldu.
02.02.,2017
Hindistan, başta Keşmir
olmak üzere 3323 km’lik
Pakistan sınırına “çit”
örmeye başladı.
03.02.2017
Romanya Başbakanı,
günler süren protestolardan sonra ‘yolsuzluk’
hakkındaki kararnamenin iptal edileceğini ilan
etti.
04.02.2017
İSLAMA
VE MÜSLÜMANLARA
SAVAŞ İLANI
E
trafı mübarek kılınmış olan Mescid-i Aksa’yı barındıran Filistin
topraklarını tahakkümüne
geçiren işgalci İsrail, İslam’a ve
Müslümanlara savaş ilan ederek, zulümlerini gün geçtikçe artırıyor.
İsrail’in Filistin halkının yaşadığı bölgelerde Yahudi yerleşim birimleri
inşa etme faaliyetleri ise bilinen bir
gerçektir. ABD’nin yeni başkanı Donald
Trump’ın İsrail lehine yaptığı açıklamalardan güç alan İsrail makamları Batı
Şeria ve Doğu Kudüs’te 6500 yeni konutun inşa edilmesine karar verdi.
İşgal gücünün başta parlamentosu olmak üzere tüm makamları ve uydurma
mahkemeleri ise Kudüs ve 1948 sınırlarındaki Filistin topraklarında ezanın
hoparlörlerden okuma yasaklamayı ve
Mescid-i Aksa’yı bölmeyi amaçlayan
kararlar çıkarmaya devam ediyor.
Acilen İslam ülkelerinin toplanması ve
bu zulme dur demesi gerekmektedir.
Selam olsun Mescid-i Aksaya ve zalimlere karşı çıkan muttakilere.
Bangladesh’te sırf “Kuran’ı Kerim eğitimi” verdikleri için Cemaati İslami mensubu 28 bayan
Dakka da tutuklandı.
Abdurrahman GENÇLER
04.02.2017
04
/ugsamnews
HABER - ANALİZ
Ürdün rejimi
okullardaki eğitim
müfredatından 200’den
fazla ayet, 30’dan fazla
hadisi çıkartma kararı
aldı.
05.02.2017
NATO, terör örgütü DEAŞ
ile mücadele kapsamında Iraklı güçlerin
eğitilmesi amacıyla
Irak’a üs kurma kararı
aldı.
05.02.2017
Belarus’da Lukaşenko
çalışmayan herkes için
yıllık 250 $ “Tembellik
Vergisi” koydu.
06.02.2017
Ermenilerin işgalinden
kurtarılan Azerbaycan’ın
Cebrail bölgesinde bulunan
“Çocuk Mercanlı” köyünün
topraklarından zorla göç
ettirilen Azerbaycanlıların,
evlerine geri dönüşü
başladı.
07.02.2017
Pakistan, 1,5 milyon
kayıtlı Afgan mültecinin
ülkeden ayrılmaları için
tanıdığı süreyi yıl sonuna
kadar uzattı.
08.02.2017
Macaristan, sığınmacı
akınını durdurmak için
175 kilometrelik
Macaristan-Sırbistan
sınırına jiletli tel örgü
çekti.
AHVAZ
DEVRİM Mİ?
A
hvaz’da yaşanan kum
fırtınası, uzun elektrik ve
su kesintileri sonrası halk
protesto için sokağa inmiştir.
Ahvaz’da zaman zaman böyle
gösteriler olmaktadır. Bu İran’da
yaşayan halkın ve tüm gazetecilerin malumudur.
Lakin, emperyalist güçlerin
Ahvaz üzerinden İran’ı karıştırma planları olduğundan birçok
yabancı enformasyon merkezleri
“Ahvaz Devrimi” “İran Baharı” gibi
başlıklar atarak yeni bir süreç
başlatma peşindeler.
Emperyalistler Irak’ta
Suriye’de Libya’da Afganistan’da
ve dünyanın birçok bölgesinde
yaptıkları kan ve yıkım süreçlerini
devam ettirme gayretinde oldukları aşikardır.
Temel hedefleri ortadoğuda ki zenginlikleri sömürmek ve
İsrail’in güvenliğini sağlamaktır.
İlker TÜRKMAN
09.02.2017
05
/ugsamnews
HABER - ANALİZ
Somali’nin yeni devlet
başkanlığına Muhamed
Abdullahi Farmajo
seçildi.
08.02.2017
Çin Kamu Güvenliği
Bakanlığı, 14-70 yaş
arasındaki tüm yabancılardan ülkeye
girişleri sırasında parmak izi alınacağını
açıkladı.
09.02.2017
Kenya’da mahkeme,
dünyanın en büyük
mülteci kampı Dadaab’ın
kapanması için geçen
sene alınan kararı iptal
etti.
10.02.2017
Hollanda’da suç oranının
düşmesi ve ülkede var
olan hapishanelerin boş
kalması sonucu
hapishaneler kiraya
verilme kararı alındı.
11.02.2017
CIA Başkanı Pompeo,
Riyad’da Veliaht Prens
Bin Naif’e terörle mücadele onur madalyası
verdi.
UZAK DOĞUYA
UZAK DEĞİLİZ
P
asifik okyanusu ve Güney Çin
Denizinde tansiyon giderek
artıyor. 5 trilyon dolar ticaret
hacmine sahip bölgede ABD, Çin,
Japonya ve diğer ülkelerin savaş
gemileri ve asker sayıları giderek artıyor. ABD, Çin’in bölgedeki
hakimiyetini sınırlandırma ve kontrol altına alma peşinde. Bu çerçevede Japonya’daki üslerini de kullanmaktan çekinmemekte. Zaman
zaman gerilimin arttığı bölgede,
uzmanlar bu gerginlik artarsa
muhtemel bir savaş çıkabileceğini
konuşuyor. Bu arada Çin’de Latin
Amerika’daki ülkelere 21 milyar
dolar kredi verdi. Afrika’da çok
sayıda ülkeye yatırım yapmakta ve
son yıllarda bu yatırımlar oldukça
arttı. Birçok ülke ile de ekonomisini
daha da artıracak ticari anlaşmalar
yapmaya devam ediyor.
Fatih KİRENCİ
12.02.2017
Frank-Walter
Steinmeier, Almanya’nın
12. Cumhurbaşkanı
seçildi.
13.02.2017
06
/ugsamnews
HABER - ANALİZ
Türkmenistan’da yapılan
devlet başkanı seçimi
sonuçlarına göre, mevcut
Devlet Başkanı
Berdimuhamedov oyların
yüzde 97,69’unu aldı.
13.02.2017
İngiltere Kraliçesi sinyal
istihbarat servisi GCHQ
bünyesinde kurulan yeni
Ulusal Siber Güvenlik
Merkezini (NCSC) açtı.
14.02.2017
2013 yılında İngiliz Milletler Topluluğu’ndan
çıkan Gambiya, tekrardan katılma kararı aldı.
14.02.017
Kosovo parlamentosu
ülkenin silahli
kuvvetlerinin oluşturulması yasasını onayladı.
15.02.2017
Nijerya’da 2016 yılında
petrol tesislerine yönelik
saldırıların ülke
ekonomisine zararının
50-100 milyar dolar
olduğu açıklandı.
15.02,2017
UNICEF’in Hartum Temsilcisi Fadıl, “Sudan’daki
çocukların temel ihtiyaçlarını gidermek için
110 milyon dolar temin
edilmeli” açıklamasında
bulundu.
16.02.2017
SİYONİSTLERİN
KORKULU RÜYASI
F
ilistin’in İslami Direniş Hareketi Hamas’ın
Gazze’deki yeni siyasi lideri Yahya Sinvar
oldu.
Yahya Senvar’ı kısaca tanıyalım.
1962 yılında Han Yunus mülteci kampında doğdu.
Asıl memleketi 1948’de işgal edilen Askalan’dır.
Liseye kadar eğitimine Han Yunus’ta devam etti.
Yükseköğrenim için Gazze’ye giden Yahya Senvar, Arap Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun
oldu.
Gazze’nin İsrail işgali altında olduğu 1982 yılında
ilk kez tutuklandı ve 4 ay hapis yattı. 1985 yılında
gizli bir örgüt kurmak suçundan ikinci kez tutuklandı. 1988’de tutuklandığında ise hakkında 4 kez
ağırlaştırılmış hapis cezası verildi.
İsrailliler tarafından Gilat Şalit adlı askeri kaçırmakla suçlanan kardeşi Muhammed Senvar,
birçok kez terör saldırılarının hedefi oldu.
Hamas’ın askeri kanadı olan Kassam
Tugaylarının önde gelen komutanlarından biri
olan Muhammed Senvar, Gilat Şalit’in serbest
bırakılması için yapılan görüşmelerde kardeşi
Yahya’nın serbest bırakılmasını şart koşmuş
ve “Yahya bırakılmadan Gilat Şalit bırakılamaz”
demişti.
Yahya Senvar, serbest bırakıldıktan sonra cezaevi arkadaşı Ruhi Muşteha ile birlikte Hamas’ın
Gazze’deki önemli siyasi ve askeri liderlerinden
biri oldu.
Yahya Senvar, Hamas siyasi bürosu içerisinde
askeri kanat İzzeddin el-Kassam tugaylarının
temsilciliğini yaptı ve örgütün siyasi ve askeri
kanadı arasındaki koordinasyonu sağladı.
Hamas’ın hem siyasi hem de askeri kanadı üzerinde ciddi bir ağırlığı ve nüfuzu bulunan Yahya
Senvar, 2015 Haziranından itibaren Hamas’ın
elindeki İsrail askerleriyle ilgili müzakerelerin
baş sorumlusu oldu.
Hamas komutanları tarafından son derece
güvenilen bir lider olarak bilinen Yahya Senvar,
üstlendiği güvenlik sorumluluklarından dolayı
basında yer almayan biriydi
UGSAM DERLEME
07
/ugsamnews
HABER - ANALİZ
Avrupa Parlamentosu,
robotlar ve yapay zeka
araçları için genel yönetmelik oluşturma kararı
aldı.
17.02.2017
Genelkurmay Başkanı
Akar ve ABD’li mevkidaşı
Dunford İncirlik’te
görüştü.
17.02.2017
TOBB; Ocak ayında 6 bin
210 şirket kuruldu, bin
929 şirket kapandı.
18.02.2017
Çin, Kuzey Kore’den
kömür ithalatını geçici
olarak durdurdu. Yasağın yıl sonuna kadar
geçerli olacağı belirtildi.
19.02.2017
ABD Başkanı Trump’ın
oğulları Eric ve Donald Jr,
BAE ve Dubai’de
kendilerine ait golf sahası
açılışı yaptı.
20.02.2017
Somali Merkez Bankası
Başkanı Beşir İsa Ali,
ülkede 26 yıl sonra
yeniden kağıt para basacaklarını açıkladı.
FİLİSTİNE DESTEK KONFERANSINDA
ANTİ - SİYONİST
BİR YAHUDİ
“
21
Şubat’ta İran’da Filistin Direnişine
destek konferansı düzenlendi. Birçok
İslami Hareketten lider, alim ve aktivistin
katıldığı konferansta Anti-Siyonist Yahudilerin
açıklamaları dikkate değerdi. Yahudi Dünyasını
temsilen Filistin İntifadası’na destek konferansına katıllan Siyonizm karşıtı Yahudiler
düzenledikleri basın toplantısında İsrail işgal
rejiminin varlığını kabul etmediklerini söyleyerek, İsrail’in Yahudiliğin içerisindeki kara bir
leke olduğunu ifade ettiler.
Siyonizmin, Yahudilerin kimliğini çaldığının belirtildiği açıklamada, Yahudiliğin 3000 yıllık ilahi
bir din olduğu fakat Siyonizmin 150 yıl önce icad
edilmiş beşeri bir ideoloji olduğu dile getirildi.
Tüm bunlara ek olarak İsrail’in ise 68 yıllık
türedi bir devlet olduğu vurgulandı.
Basın açıklamasını yapan ABD’li Haham Davud
Veis, Siyonizmin Yahudilikteki Allah’a kul olma
anlayışını, seçilmiş millet algısı üzerinden milliyetçiliğe evirdiğini belirterek, böyle bir anlayışın
Yahudi inancında kesinlikle olmadığını ifade
etti. Milliyete dayalı bir devletin kurulmasının
Yahudi inancına göre haram olduğunu kaydetti.
Başkalarına ait malların ve toprakların çalınmasının Yahudi inancına göre haram olduğunu
belirten Haham Veis, “inancımıza göre adam
öldürmek kesinlikle haramdır, ama Siyonistler
her gün farklı cinayetlerle Filistinlilerin canına kastediyor” dedi. Bunların yaptıkları açıkça
Tanrının koyduğu sınırları aşmak ve Tanrıya
isyan etmektir ifadelerini kullandı.
Haham Davud Veis son olarak “Bizler Yahudiler olarak, Filistin halkının çığlıklarını iliklerimizde hissediyor ve Siyonist rejimin varlığını
asla kabul etmiyoruz. İran’da düzenlenen bu
toplantıya geliş sebebimiz, Siyonizmin işlediği
suçlar karşısında ses yükseltmenin anti-Semitik bir davranış olmadığını tüm dünyaya kanıtlamaktır. Burada Yahudilere karşı bir faaliyet
yürütülmüyor. Burada Filistin halkının akan
kanlarına hürmet ediliyor ve Siyonistlerin örtbas edilen günahları yüksek sesle dile getiriliyor” diyerek basın açıklamasını noktaladı.
UGSAM DERLEME
21.02.2017
08
/ugsamnews
HABER - ANALİZ
İngiltere Savunma Bakanlığı sözcüsü
Thomas, İngiltere’nin
toplam silah satışının
yüzde 60’ını körfez
ülkelerine gerçekleştiğini
22.02.2017
Güney Afrika Anayasa
Mahkemesi, Uluslararası
Ceza Mahkemesinden
çekilme kararını, parlamentoda onaylanmadığı
gerekçesiyle anayasaya
aykırı buldu.
23.02.2017
Dünya Sağlık Örgütü
(WHO) tarafından yapılan
araştırmaya göre, dünya
nüfusunun %4.4’ü
depresyonda bulunduğu
açıklandı.
24.02.2017
Mısır, bağımsız bir Filistin
devleti için Sina’nın bir
bölümünü Filistinlilere
vereceği iddialarını
yalanladı.
25.02,2017
Yemen Ayrılıkçı Hareketi lideri Hasan Hanşel,
kimliği belirsiz kişilerin düzenlediği suikast
sonucu öldü. Saldırıyı
üstlenen olmadı.
26.02.2017
ABD’li uzay aracı ve
roket üreticisi SpaceX,
parasını ödeyen iki kişiyi
2018 yılının sonuna doğru Ay’a göndereceğini
açıkladı.
FAS’TA HÜKUMET KRİZİ
F
“
as’ta parlamento seçimlerinin gerçekleştirildiği
7 Ekim 2016 tarihinde bu yana, beklenen
koalisyon hükümeti, en çok sandalyeyi kazanan
Adalet ve Kalkınma Partisi (PJD) ile muhalefet arasındaki anlaşmazlık nedeniyle kurulamıyor.
Seçimlerde ne oldu:
2011 yılındaki arap baharı sürecinde gerçekleştirilen
seçimde birinci parti olarak iktidarın büyük ortağı
olmayı başaran PJD, 7 Ekim 2016 seçimlerinde de
oylarını arttırarak 125 milletvekili ile parlementoya
birinci parti olarak girmeyi başardı.
Tek başına iktidar mümkün olmadığı için koalisyon
hükümeti kurmaya mecbur olan Benkiran,
102 milletvekili ile seçimden ikinci çıkan Asalet
ve Çağdaşlık Partisi (PAM) ile kesinlikle bir araya
gelmeyeceklerini ifade etti.
Hükümeti kurmak için 395 sandalyeli meclisten en
az 198 milletvekiline ihtiyaç duyan Benkiran, seçimin
üçüncüsü 46 sandalyeye sahip İstiklal Partisi (IP), 37
sandalyeli Milli Bağımsızlar Birliği (RNI) ile görüşmelere başladı.
Sonuç
Halk içinde, Kral tarafından desteklendiği ve PJD’nin
hükümet kurmasını kasten engellemek istediği
düşünülen RNI Genel Başkanı Aziz Ağnuş’un önce
IP’nin hükümette yer almasını istememesi üzerine
hükümet kurma görüşmeleri tıkandı.
PJD ile yaptığı görüşmeler neticesinde IP hükümeti
destekleyeceğini ancak içinde yer alamayacağını
ifade ederek bir çözüm ortaya koyduktan sonra ise
Ağnuş, istediği ama PJD’nin istemediği bazı diğer
partilerin de hükümette yer almasını isteyerek ikinci
bir krizin meydana gelmesine neden oldu.
Seçimlerden sonra hükümet kurulması için Fas
anayasasında belirli bir süre şartı belirtilmediği için
yaşanan gecikme erken seçim gibi bir duruma henüz
sebebiyet vermedi.
Önümüzdeki günlerde hükümeti kurmakla görevlendirilen Başbakan Benkiran ile yaklaşık bir aydır
çeşitli temaslar için Afrika turunda olan Kral 6.
Muhammed arasında ülkeye dönüşü sonrası
gerçekleşecek görüşmenin bir çözüm getirmesi
bekleniyor.
Fas’taki en önemli iki islami hareketten, Tevhid
ve Islah Hareketi’nin siyasi kanadını temsil eden
PJD, ilk defa 2011 yılındaki Arap Baharı sürecinde
gerçekleştirilen seçimlerde işbaşına gelmiş, yaklaşık
5 ay önce Ekim 2016’da gerçekleştirilen seçimlerde
ise oyunu artırarak birinci parti çıkmıştı.
UGSAM DERLEME
27.02.2017
09
/ugsamnews
RAPOR
Y
YEMEN
TARİH, SOSYAL YAPI
SİYASİ ÖRGÜTLENME
emen’de nüfusun %99.1’ ini Müslümanlar, geri
kalan %0,9’ luk azınlık bölümünü ise Yahudiler
ve Hristiyanlar oluşturmaktadır. Müslüman
nüfusun yaklaşık %60’ ı Sünni, geri kalan %40 ise
Zeydi’dir.
Yemen, coğrafi konumu itibarıyla Kızıl
Deniz’in Hint Okyanusu’na açıldığı kapıdır. Afrika
boynuzu ile birlikte Bab’ül Mendeb boğazının doğu
kıyısında yer almaktadır. Yeryüzünde denizler üzerinde seyreden malların %70 gibi büyük bir oranı
Süveyş Kanalı, Kızıl Deniz ve Aden Körfezi’nden
geçtiği düşünülürse, Aden Körfezi ve bölgenin istikrarının ne kadar önemli olduğu tahmin edilebilir.
Modern Yemen’in Kısa Tarihçesi
Ü
lkenin sadece yirminci yüzyılda, birleşme
öncesi yaşadığı çatışmalar; 1960’larda Nasır
taraftarlarıyla kralcılar, 1970’lerde milliyetçilerle
komünistler ve 1980’lerde güneydeki çeşitli kesimler
arasında yaşanan anlaşmazlıklar olarak sıralanabi
lir. Yabancılar için Yemen’i anlamayı, dolayısıyla
da onunla sağlıklı bir ilişki kurmayı zorlaştıran en
önemli unsur, ülkenin çatışmalarla dolu tarihinin
şekillendirdiği devlet yapısıdır. Dolayısıyla, Yemen’in
günümüzde yaşadığı sorunların nedenleri ülkenin
tarihinde aranmalıdır. Bu nedenle, 2011’deki halk
hareketleri öncesi ülkenin içinde bulunduğu siyasî,
ekonomik ve sosyal ortamın ortaya konulması, hem
bu olayların anlaşılmasını hem de olayların izleyeceği muhtemel yolu tahmin etmeyi
kolaylaştıracaktır.
1990’daki birleşmeye rağmen Yemen hiçbir
zaman gerçek anlamda bir ulus olamamıştır. Geniş
çöller ve engebeli bir coğrafyaya yayılan iyi silahlanmış aşiretler, merkezî hükümetin ülkenin başkent
dışındaki bölümlerini kontrol etmesini
güçleştirmektedir .
Kuzeydeki bu geleneksel yönetim tarzı
1962’de devrilmiş, seküler ve ideoloji temelli bir
cumhuriyetin kurulması için art arda girişimler
olmuştur. Eylül 1962’de Yemen’in önde gelen aşiretlerinden Haşid’in şeyhi Abdullah el Ahmar’ın da
desteklediği Nasır taraftarı Albay Abdullah El Sallal,
Kuzey Yemen’de bir darbeyle İmam El Bedr’i iktidardan uzaklaştırmış ve Yemen Arap Cumhuriyeti’ni
ilân etmiştir. Suudi Arabistan destekli “kralcı güçler”
Sana’yı son kez kuşattıkları 1968’deki uzlaşmalara kadar sürecek bir isyanla bu ilâna karşı çıkmışlardır. Suudi Arabistan, 1970 yılında Yemen Arap
Cumhuriyeti’ni tanımış ve ateşkes ilân edilmiştir. İç
savaşta ortaya çıkan bu ittifaklar değişik kombinezonlarla günümüze kadar devam etmiş ve Yemen’in
“parçalı yapısının” temeli olmuştur.
Kuzey Yemen’deki iç savaşın sona ermesine
yakın bir tarihte, 1967 yılında, İngiliz mandası olan
Güney Yemen bağımsız bir devlet olmuştur.
Bağımsızlığını yeni kazanan devlet bu düşüncelerin
etkisi altında kısa sürede kendini “Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti” olarak tanımlayarak Arap
dünyasının ilk Marksist devleti olmuş ve Sovyet
bloğuna yaklaşmıştır. 1980’lerin sonuna doğru iç
çatışmalarla uğraşmaya başlayan Güney Yemen,
Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve en önemli destekçisi
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla hem ekonomik
hem de siyasî açıdan varlığını sürdüremez hâle
gelmiş ve Kuzey Yemen’le birleşmek zorunda
kalmıştır.
Dini ve Mezhebi Yapı
Ş
ia’nın bir kolu olan Zeydilik, Yemen’de neredeyse
mezheplerin ortaya çıkışından yaklaşık olarak
3. yüzyıldan sonra bu coğrafyada hakim karakter
haline gelmiştir. Tarihte ülkenin baskın mezhebi yapısı Zeydilik iken süreç içerisinde yaşanan
toplumsal ve mezhebi dönüşümler, başka siyasi ve
sosyal faktörler nedeniyle Zeydiliğin giderek asimile
olması nedeniyle çoğunluğunu Şafiilerin oluşturduğu bir yapı süreç içerisinde ortaya çıkmıştır.
Ancak bu yapıya rağmen mezhep meselesi
hiç bir zaman Yemen’de asli bir sorun olarak
görülmemiştir. Yemen’in sorunları ağırlıklı olarak siyasi, ekonomik ve sosyal meselelerdir. Ancak meseleyi mezhebi veya dini bir meseleymiş gibi sunmak,
genelde Yemen’e hakim olan birtakım otoritelerin ya
da Suudi Arabistan gibi ülkelerin işine gelmektedir.
10
/ugsamnews
RAPOR
Zira mezhep meselesi üzerinden kendi
başarısızlıklarını ve beceriksizliklerini bölgesel
birtakım aktörlerin üzerine atarak hem kendi sorumluluklarından kurtulmak hem de başka birtakım
köklü ve tedavi edilmeyi bekleyen sıkıntıların üstünü
örtmek mümkün hale gelebilmektedir.
Sosyal Doku
T
oplumsal yapı incelendiğinde ise geleneksel
olarak aşiretlerin Yemen sosyal ve siyasi hayatını derinden etkilediği de görülmektedir. Aşerit
yapısının ne kadar belirleyici olduğu noktasında
2000’li yılların başlarında Yemen’deki en büyük ve
en güçlü iki kabile konfederasyonundan biri olan
Bakil aşiretler konfederasyonunun Husilerle birlikte hareket ederken, Haşid konfederasyonuna bağlı
kabileler ise hükümet güçlerinin yanında yer aldığı
örneği verilebilir. Her iki kabile konfederasyonu
arasında kan davaları bulunmaktadır. Haşid konfederasyonuna bağlı kabilelerin cepheye sürülmesi
Zeydi kabileler arasındaki kan davalarının bir kez
daha gündeme gelmesine yol açmıştır. Nitekim iç
savaşın böyle uzayıp gitmesi, Haşid ve Bakil kabile leri
arasında yaşanan çatışmalar nedeniyledir. Ali
Abdullah Salih’in kabilelerin arasını bulmak için
ortaya koyduğu uzlaşma girişimi olmasa belki
daha fazla kan akabilecekken, bu girişim sayesinde
çatşmaların uzamasının önüne geçilmiştir.
Nitekim bu soruna çözüm bulmak amacıyla
Mansur Hadi, Ensarullah hareketinin başkent
Sana’yı ele geçirmesinden hemen önce Yemen’i altı
federasyona bölen bir planı anayasaya sokarak parlamentoya danışma ya da halk oylamasına sunma
ihtiyacı hissetmeden yürürlüğe koymuştur. Hadi’nin
Yemen’deki ayrılıkçılıktan kaynaklanan sosyal ve
siyasi sorunlara çözüm olarak getirdiği bu yaklaşım,
ülkede önemli rahatsızlıklara neden olmuş,
S. Arabistan Yemen’i zayıflatma girişimlerinin bir
parçası olarak görüldüğünden bu plan, çözüm üretmek yerine var olan sorunları daha da karmaşık
hale getirmiştir. Ensarullah hareketinin Hadi rejimine başkaldırmasının ve silahlı güçlerinin Sana’ya
kadar ilerlemesine neden olan sürecin nedenlerinden birisini de bu ülkenin bölünmesi kaygısı oluşturmuştur.
Siyasi Sorunlar
1990
yılında gerçekleşen Kuzey Yemen
- Güney Yemen birleşmesi sonrası
ayrılıkçı hareketler Yemen’in geçmişinden bugüne
taşınan en önemli sorunlardan biridir. Kuzey ve
Güney Yemen’in birleşmesi noktasında birçok girişimde bulunulmasına rağmen gerek on yıllar boyu
iki halkın ayrı yaşaması, gerek toplumsal yapılar
arasındaki farklılıklar gerekse soğuk savaş dönemindeki kutuplaşmalardan kaynaklanan bir takım
siyasi sorunlar nedeniyle Yemen, 1990’a gelene kadar bir türlü birleşememiştir. 1989 yılında SSCB’nin
yıkılmasının hemen ardından bir araya gelen taraflar, 1990’da iki Yemen’in birleşmesinin altına imza
atmışlardır.
Yemenlilerin siyasi ve idari olarak birleşmesi, sorunların üstesinden gelindiği anlamına
gelmemiştir. Geçmişten devralınan sosyal yapı
arasındaki farklılıklar, yeni yönetimin Kuzey’i
kayıran bir takım sosyo-ekonomik politikalar izlemesi ayrılıkçılıkçı hareketin yeniden hortlamasına
neden olmuş ve özellikle Arap Baharı sürecinde
eskisinden çok daha güçlü bir biçimde gündeme
gelmiştir.
Ekonomik Yapı ve Sorunlar
M
odernleşme sürecini sancılı bir şekilde
yaşayan Yemen, oldukça zengin yeraltı ve
yerüstü kaynaklara sahip olmasına rağmen ekonomik kalkınmasını gerçekleştirememiş bir ülkedir.
Kalkınmanın önündeki en büyük engel, iktidara
gelen siyasi grupların ülke zenginliklerini ekonomik gelişme için kullanmak yerine öncelikle kendi aile ve akrabasına dağıtmasında, ardından da
siyasi olarak yakın gördüğü kesimlerin dışındaki
toplumsal gruplarla paylaşmaya yanaşmamasında
yatmaktadır. Bunun dışında otoriter bir siyasi yapı,
şekli demokrasi, özgürlüklerin olmaması, ekonomik alanda iki başkent Sana ve Aden dışında başka
hiç bir kentte neredeyse hiçbir altyapı yatırımının
olmaması, Yemen’in en büyük siyasi ve ekonomik
sorunları arasında gelmektedir. Üretim oldukça geri
bir durumdadır. Yemen, hammadde, zirai ürünler ve deniz ürünleri dışında ihtiyaçlarının büyük
bir bölümünü yurt dışından karşılayan, sanayi
gelişmişliği konusunda oldukça ihmal edilmiş bir
ülkedir.
11
/ugsamnews
RAPOR
Ülkeyi yöneten seçkinlerin bu resmî ekonomik ilişkilerinin yanında çoğunun illegal ekonomik
ilişkiler içinde olduğu; petrol kaçakçılığı, silah ve
insan ticaretine bulaştıkları savunulmaktadır . Bu
patronaj ilişkisi Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün
2010 Yolsuzluk Algı Endeksi’nde Yemen’i 178 ülke
arasında 148. sıraya yerleştirmesine neden olmuştur. Yemen’deki kurumları kontrol eden elitlerin
bile bu kurumlara güveninin olmadığı ve görece
istikrarın olduğu dönemlerde dahi piyasaya arz
edilmiş bulunan paranın % 40’ını resmî bankacılık sisteminin dışında tuttuğu görülmektedir. Bu
yüzden, Yemenlilerin yurt dışındaki varlıkları, ulusal
bankacılık sistemindeki döviz miktarının çok üzerindedir. Bu, başta ticaretle uğraşanlar olmak üzere
elitlere siyasî istikrarsızlık dönemlerinde ülkeyi
terk etme veya uzun sürelerle ülke dışında bulunma
imkânı vermektedir.
Yemen’i “yıkılmanın eşiğinde bir ülke”
haline getiren bu politikalar ise sosyo-ekonomik
ve siyasî açıdan artık sürdürülemez bir tablo ortaya çıkarmıştır. Yemen, % 70’i kırsalda yaşayan
ve çoğunluğu tarımla uğraşan 24 milyonluk bir
ülkedir. Yıllık yaklaşık % 3’le dünyanın en yüksek
nüfus büyüme oranlarından birine sahiptir. Bazı
tahminlere göre bu büyüme oranıyla 2050 yılında
ülkenin nüfusu 60 milyona ulaşabilecektir. İşsizliğin
% 40 olduğu, nüfusun % 43’ünün yoksulluk sınırının
altında yaşadığı ve çocukların % 57,9’unun yetersiz
beslendiği tahmin edilmektedir.
Yemenlilerin üçte ikisinin 24 yaş altında olması,
Yemen’in Sahra-altı Afrika dışarıda bırakıldığında, dünyanın en büyük nüfus artış oranına sahip
olmasıyla birleşince genç, işsiz ve memnuniyetsiz
büyük bir kesim ortaya çıkmaktadır. Bu kesim, siyasî
açıdan dışlanmışlık ve işsizlik nedeniyle ciddi bir
hayal kırıklığı yaşamaktadır. Dahası, kötü eğitim
sistemi ve yeteneklerini geliştirme imkânlarının olmamasının neden olduğu işsizliğin gençler arasında
% 50 civarında olduğu tahmin edilmektedir Ayrıca,
toplumsal cinsiyet farkı artmaktadır. Erkeklerin %
69’u okuryazarken bu oran kadınlar için % 29’dur.
Kızların % 50’sinden fazlası ilkokulu tamamlamamışken bu oran erkeklerde % 18’dir.
Bu verilerin ülkede iç savaş başlamadan önceki
veriler olduğuna dikkat edilmeli. İç savaşın ardından bu tablonun ne kadar kötüleşebileceği tahmin
edilebilir. 1980’lerde 1,3 milyondan fazla Yemenli,
Körfez ülkelerinde işçi olarak çalışmaktaydı ve
1958’den 1980’lerin sonuna kadar Yemenliler, Suudi
Arabistan’a vizesiz olarak girebiliyorlardı. Fakat bu
durum, Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih’in,
Saddam Hüseyin’in 1990’daki Kuveyt işgalini kınamaması ve Kuveyt ve Batı’nın, Salih’in bu tutumunu
“Saddam Hüseyin’e destek” olarak algılamasıyla
değişmeye başlamıştır. İşgali takip eden birkaç aylık
sürede tahminen bir milyon Yemenli Körfez ülkeleri
tarafından sınır dışı edilmiş, Suudi
Arabistan, Yemenliler için vize zorunluluğu getirmiştir. Bu, 1990’daki birleşme sonrasında ağır
sorunlara maruz kalan Yemen ekonomisine ciddi
bir darbe daha indirmiştir.
Arap Baharı Süreci
2010
yılına girildiğinde sürekli olarak sosyal (toplumsal adaletsizlik, bölgeler
arasında eşitsizlik vs.) siyasi (yetkililerin yolsuzluğu,
baskıcı ve otoriter bir yönetim, sancılı bir siyasi
yapı vs.) ve ekonomik (ekonomik adaletsizlik, yüksek işsizlik oranları, ülke zenginliğinin üretime
dönüştürememesi vs.) gibi sorunlar nedeniyle
Yemen, Arap Baharı’na elverişli bir yapı arz ediyordu. Üstüne üslük yıllardır süren iç savaş benzeri bir
çatışma ortamı, zaten Yemen’i rahatlıkla bir kaos
ve istikrarsızlık deryasına sürükleyecek potansiyeli
içinde barındırıyordu. Tunus’ta başlayan ve bütün
Arap dünyasını saran Arap Baharı kıvılcımları
Yemen’e de sıçrayınca 1978’den beri iktidarda olan
Devlet Başkanı Abdullah Salih görevi bırakmak zorunda kalmış ve Yemen’de yeni bir dönem açılmıştır.
Yemen’de en önemli ve en uzun süren ayaklanma,
201’de başlayıp, 2012’de bir önceki Cumhurbaşkanı
Abdurabbi Mansur Hadi’nin seçilmesine kadar devam edenbu süreçti.
Yemen’de muhalefet, çıkarları her zaman
birbiriyle örtüşmeyen (hatta bazen çelişen) değişik
gruplardan oluşmaktadır. Yemen’de Arap Baharı gençler ve sivil toplum örgütleri tarafından
başlatılmış olup iktidar devrilene kadar da tamamen
sivil bir karakter arz etmeyi sürdürmüştür. Rejiminin başkanlığın dönem sınırlamasının kaldırılması
adımı, 1990’ların ortalarından itibaren Salih’in kendi
iktidarını korumak için bütün taraflarla iyi geçinme,
farklı gruplar arasındaki “denge” politikalarını bir
kenara iterek “güç temerküzü” politikalarına
evrilmeye başlamıştır.
12
/ugsamnews
RAPOR
Aslında Salih’in güç temerküzü politikasının ayak
sesleri, uzun süredir duyulmaktaydı. 1990’ların ortalarında kurulan “güç dengesi”ndeki ilk değişiklik,
11 Eylül 2001’de ABD’ye yapılan saldırılar sonrasında ortaya çıkmıştır. Bunu 2007’nin Aralık ayında
ülkenin önemli isimlerinden Şeyh Abdullah El
Ahmar’ın ölümü takip etmiştir. Bu olaylar sonrasında güvenlik güçleri yeni siyasî rantlar elde etmiş ve
Salih kendi iktidarını daha da sağlamlaştırmıştır.
“Terörle mücadelede” hayatî bir müttefik olduğunu
gösterebildiği sürece Batı için, Salih’in oğullarını,
damatlarını ve yeğenlerini askeriye ve diğer güvenlik kuruluşlarında önemli yerlere getirmesinin bir
sakıncası yoktu. Yabancı güçler, rejime sağladıkları
silahlar üzerinde bir kontrole sahip değildi. Salih’in
tüm güç ve kaynakları kendi çevresinde toplama çabaları, Salih ile siyasî ve ekonomik açıdan etkili olan
El Ahmar ailesi gibi aktörler arasındaki “centilmenler anlaşması”nın sonunu getirmiştir. Uzlaşı sona
erince de bir dönem Salih’in müttefikleri olan kişiler/
gruplar muhaliflerin tarafına geçmeye başlamıştır.
Bunların arasında asker ve güvenlik konularında
Salih’ten sonra gelen General Ali Muhsin El Ahmar
da yer almıştır. El Ahmar’ın muhaliflerin safına katılması, yönetici elitlerin bir kısmına örnek olmuş ve
onlar da Salih rejiminden ayrılarak kendi gündemleriyle muhalif saflara katılmışlardır.
bir geçiş sürecinin sonuna kadar görevde kalmasını
öngören bütün önerileri kararlılıkla reddetmişlerdir. Ensarullah hareketi de Arap Baharı protestolarına destek vermiş, ülkedeki siyasi ve ekenomik
güç dağılımı eşitsizliğini diğer hareketlerle birlikte
bizzat protesto etmiştir.
Ayaklanmalara katılan grupların çeşitliliği
başlangıçtaki taleplerde de bir farklılığa yol açmıştır.
Yemen’deki ayaklanmalar 2011’in Ocak ayında
küçük bir gösterici grubunun ülkede gençler için
bir gelecek ve hukukun üstünlüğünün olmamasını
ve rejimin tüm ekonomik imkânları elinde tutmasını protesto etmek amacıyla sokağa çıkmasıyla
başlamıştır. Kısa bir süre sonra “gençlik hareketi”
ismi altında protestocular; iş, eğitim, sosyal yardım
programları, kadınlara eşit haklar, yolsuzluğun
sona erdirilmesi, Salih’in görevi bırakması ve aile
üyelerinin yeni bir siyasî düzen kurulmadan önce
tüm üst düzey askerî görevlerden istifa etmeleri
taleplerinde bulunmaya başlamışlardır. Protestocular Ali Abdullah Salih’in görevi derhal bırakmasını
istemiş, anayasa değişikliklerinin yapılacağı aşamalı
Ensarullah Hareketi (Husiler)
Partilerse gösterileri için izin alan muhalefet
partileri, resmî slogan ve konuşmalarında Salih’in
görevi bırakmasından çok siyasî reformlar üzerinde durmuş, doğrudan rejim taraftarlarıyla karşı
karşıya gelmemeye çalışmıştır. Muhalefet partilerinin bu tutumu uzun süreli olmamış, sivil gösterilerin
oluşturduğu baskılar ve halkın güçlü sesi sayesinde
2 Mart’ta bir grup din adamıyla beraber Salih’e
2011’in sonuna kadar görevi bırakmasını öngören
beş maddelik barışçıl geçiş için bir yol haritası
sunmak zorunda kalmıştır. Siyasi muhalefet ayrıca,
rejimin vatandaşların barışçıl gösteri yapma hakkına saygı göstermesi, göstericilere karşı şiddetin
sorumlularını bulup cezalandırması ve sürgündeki
ayrılıkçı güneyli muhalefet dâhil ilgili tüm tarafların
katılacağı bir diyalog süreci başlatması taleplerinde
bulunmuştur. Salih, muhalefetin istediği diyalog
çağrısını 7 Mart’ta yapmış; muhalefet ise, ancak Salih’in bir yıl içerisinde görevi bırakmayı kabul etmesi
halinde görüşmelere başlayacağını ifade etmiştir.
Tüm bu sürecin sonunda, halen koalisyon ülkelerinin meşru cumhurbaşkanı olarak gördüğü, aslında
Ensarullah hareketinin baskıları karşısında istifa
etmek zorunda kalmış olan Abdurabbih
Mansur el Hadi, 25 Şubat 2012 - 22 Ocak 2015
tarihleri arası Yemen’in devlet başkanı olmuştur.
Kendisi, Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih’in
başkanlık sarayında bir saldırıda yaralanmasından
sonra 2011 Yemen protestoları sırasında 4 Haziran
2011’de cumhurbaşkanı vekili olarak atanmıştı. O
günden bu yana görevini sürdürmekte olup, görev
süresi 2014’te bittiği halde iki defa uzatılmıştır.
“E
nsarullah Hareketi”nin 2004 ve 2009 yılında
Yemen ordusuyla girdiği savaşlarda Yemen’de
Ali Abdullah Salih’in liderliğini yaptığı rejim güçlerine ağır kayıplar verdirmiş, S. Arabistan’dan ciddi
destek almasına rağmen Yemen ordusu, Ensarullah
güçlerine ciddi bir darbe vuramadığı gibi hareket
bu savaşlardan daha güçlü bir şekilde çıkmıştır.
2009 Ağustos’unda Salih yönetiminin düzenlediği ve
silahlı unsurlara karşı gerçekleştirildiği iddia edilen
operasyonda 80’den fazla sivilin hayatını kaybetmesi, ülke genelinde büyük tepki çekmişti.
13
/ugsamnews
RAPOR
Kuruluş ve Örgütlenme
1992
yılında kurulan Mümin Gençler
(Eş Şebabü’l Mümin) adını 2004’te “Ensurallah Hareketi” ismiyle değiştirmiş olup Temmuz
2004’te devrik diktatör Ali Abdullah Salih başkanlığındaki Yemen hükümeti, Husiler’i Hizbullah’a
benzer silahlı bir örgüt kurmak, camileri Amerikan
karşıtı ve terör yanlısı söylemlerini yaymak için
kullanmakla suçlayarak çatışmanın fitilini ateşledi.
Ancak Salih, doğrudan Yemen ordusunu bu çatışmada kullanmak yerine Haşid adlı büyük kabileler federasyonunun Usaymat kolu içerisindeki iki aşireti
silahlandırarak Husiler’e karşı savaştırdı.
çadırlarla karşılamıştır. Ensarullah hareketinin
başkent Sana’ya girişi her ne kadar medya organlarınca şiddet yoluyla ele geçirilmiş gibi sunulsa da
gerçek böyle değildir. Ensarullah’ın kente girdiği
sırada Yemen ordusuna mensup on binlerce silahlı asker ve ordu birliklerine bağlı ağır silahlar
bulunduğu halde hiçbir direnişle karşılaşmamış
aksine yüz binlerce insanın kitlesel destek gösterisi,
Ensarullah hareketinin ortaya koyduğu bu eyleme
verilen halk desteğinin boyutlarını gözler önüne
sermektedir.
a.Hareketin Askeri Gücü ve Kitleselliği
Ülkede iç savaş başlamadan önce medyaya yansıyan
10 bin kişilik bir savaşçı gücüne sahip olan Ensarullah, iç savaştan sonra gerek saflarına katılan kitlesel katılımlar gerekse ordu ve Yemenli kabilelerle
kurduğu koalisyon sayesinde askeri gücünü çok
daha büyük noktalara taşımıştır. Özellikle büyük
kentlerde gerek Suudi bombardımanının yol açtığı
sivil kayıpları ve yabancı işgal güçlerinin Yemen’deki varlığını protesto etmek amacıyla düzenlenen
gösterilere yüz binlerce insan katılmaktadır.
b.Hareketin Oluşturduğu Koalisyon
Husiler’e sosyalistler ve Şafii - Sünni Müslümanlar da ciddi bir destek veriyor. Suudi işgal güçleriyle çatışmalar başlamadan önce kurulan Devrim
Komiteleri içerisinde sol hareketten, Yemen Baas
partisinden ve kabilelerinden oluşan büyük bir milis
gücü kurmuş olup Yemen ordusuyla dayanışma
içerisinde Suud güçlerine ve onların yerli müttefiklerine karşı savaşmaktadır.
İç Savaşta Son Durum
E
nsarullah hareketi, yıllardır Ali Abdullah Salih’i
devirebilecek ve Sana’yı ele geçirebilecek güce
sahipken bunu yapmamış, ancak ülkedeki otorite
boşluğundan yararlanan ordu ve devlet içerisindeki
birtakım güçlerin özellikle de General Ali Muhsin
el Ahmer’in Ensarullah haraketine karşı ordudan
ayrıksı ve kanun dışı bir şekilde hava saldırılarına
ve bombardımanlara başlaması Ensarullah hareketinin önünde başka bir seçenek bırakmamıştır. 2014
ortalarında kendi kalesi olan Sada kentinden çıkan
Ensarullah savaşçıları, el Ahmer’e bağlı isyancı
askeri birliklerle çatışmaya girmiş önce onları Sana
kentine çok uzak olmayan Amran kenti yakınlarında mağlup ederek burayı ele geçirmiş ardından da
Sana’ya doğru uzun bir yürüyüşe başlamıştır. Ensarullah hareketi Sana’ya girmeden önce yüzbinlerce
insan onları kent içerisinde gülerce önce kurduğu
Daha sonraki süreçte Mansur Hadi, başkanlık sarayında Ensarullah’ın söz konusu hakimiyetine
karşı Suudilerle ve el Kaide ile işbirliğine girmeyi
tercih etmiş, ancak çeşitli yayın organlarında
Hadi’nin bu işbirliğine özellikle de el Kaide’ye yönelik desteğine dair ses kayıtları ve başka kanıtlar,
Hadi’nin sonunu getiren zincirin ilk halkalarını
oluşturmuştur. Önce istifa eden Hadi ardından
Aden’e kaçarak Suud’un da desteğiyle Ensarullah’a
karşı bir örgütlenme içine girişmeye başlamış, bu
anlamda hem Batılı ülkelerden hem de ılımlı Arap
rejimlerinden büyük diplomatik, mali ve lojistik
destek görmüştür.
Yemen’in şu an hemen hemen her kentinde
çatışma var denilebilir. Ülkenin orta ve güney kesimleri, Müslüman Kardeşler hareketinin Yemen kolu
Islah Partisi’yle ittifak halindeki el Kaide güçlerinin
faaliyet alanı haline gelmiş durumda. Ensarullah
hareketi ve Yemen ordusu bir süreliğine güneydeki
Aden kentinde kontrolü tamamen ele geçirmiş olsa
da Mansur Hadi yanlısı milislerle Suudi Arabistan’ın
desteklediği yerli bazı örgütler bu bölge bilahare geri
alabilmeyi başarmıştır.
Yemen’de çatışmalar sırasında komşu
ülkelere, özellikle de Somali ve Cibuti gibi ülkelere
göçler yaşandı. Ancak sayının oldukça sınırlı olması
nedeniyle ülke dışına göç meselesi de oldukça sınırlı
14
/ugsamnews
RAPOR
kalmıştır. İç savaşın başladığı ilk günlerde sivil
kayıpların az olması ve sivillere yönelik saldırıların
henüz devasa boyutlara ulaşmamış olması nedeniyle toplumsal felaket, belirli bölgelerle sınırlıydı.
Ancak şu an, gerek sivil kayıpların 15 bine yaklaşmış
olması gerekse S. Arabistan’ın hava, deniz ve karadan uyguladığı kuşatmanın yol açtığı açlık, mahrumiyet ve acil ihtiyaç maddelerine ulaşma noktasında
yaşanan kriz nedeniyle şu an Yemen’de tam anlamıyla bir insani kriz yaşanmaktadır.
Yemen’deki insani felaketi diğerlerinden
ayıran husus, gerek Suriye’de gerekse bölgenin başka coğrafyalarında yaşananlara yönelik müthiş bir
duyarlılık yaşanırken aynı duyarlılığın Batılı ülkeler
gerekse İslam ülkeler tarafından esirgenmesi ve
Yemen’deki felakete dünyanın seyirci kalmasıdır.
Gerek uluslararası medyada gerekse yerel medya
organlarında Yemen’de yaşanmakta olan insani
krize hiçbir şekilde yer verilmemekte, hatta tersine
S. Arabistan önderliğindeki koalisyonun neden olduğu sivil kayıplar, Ensarullah hareketi ya da Yemen
ordusu tarafından gerçekleştirilmiş gibi verilmektedir. Arap basın ve yayın organlarının büyük bir
bölümü Suudi tesirinde olduğu için Körfez koalisyonunun gerçekleştirmiş olduğu bombardımanlardan kaynaklı insani felaketler ve drama hiçbir
şekilde yer vermemektedir. Yemen halkı kara, hava
ve denizden uygulanan ambargonun yanı sıra büyük
bir medya ve psikolojik kuşatmaya da maruz kalmaktadır. İslam dünyasında ise Yemen’deki felaketten çok daha azını yaşayan coğrafyalardaki yaşanan
birtakım sorunlar abartılarak, bire bin katılarak
Müslüman kamuoyunun gündemine sunulurken
Yemen problemi, mezhebi bir takım kamuflajlarla
dikkate layık görülmemektedir.
Suudi Arabistan ve müttefiklerinin saldırılarının
başladığı 26 Mart 2015’ten bu yana hayatını kaybeden asker ve sivil toplam insan sayısının 15 bin civarında olduğunu ancak bu sayının giderek arttığını
söyleyebiliriz. Bu rakamın önemli bir bölümünü
sivillerin oluşturduğunu da eklemek gerekiyor.
SONUÇ
Z
eydilerin ve Ensarullah hareketinin kalesi olan
Sada kentinde kendisi de bir Zeydi olan Ali
Abdullah Salih rejimine karşı başlayan başkaldırı,
aslında büyük ölçüde Lübnan ve Filistin direnişinden ilham almış, İslam dünyasında Filistin, Irak ve
Afganistan başta olmak üzere ABD’nin ve İsrail’in
gerçekleştirmekte olduğu baskı ve işgal politikalarına, katliamlara tepki olarak gelişmiş bir harekettir.
Ensarullah hareketinin gelişmesini, sadece küresel
işgal güçlerinin saldırılarına değil aynı zamanda
ülke içerisindeki sosyal ve ekonomik adaletsizliğe
bir tepki, mustazaf/ezilmiş kitlelerin temsilcisi olmak
için yola çıkmış bir hareketin sesini duyurmak
amacıyla başlattığı bir başkaldırı şeklinde özetlemek
mümkündür. Bu çerçevede söz konusu hareketin
sloganlarında, örgütlenmesinde, öğretilerinin hayata aktarılmasında, İslam’ı yorumlama biçiminde
Filistin’de Hamas ve İslami Cihad, Lübnan’da Hizbullah hareketinin yankılarını bulmak mümkündür.
Bölgedeki direnişi takip edenler, Yemen’in Sa’da
kenti ile ile Ortadoğu’nun işgallere karşı direnen bölgelerinde olup bitenler arasındaki benzerliği özellikle belirli bölgesel aktörleri hedef tahtasına oturtma gayretlerini bunun için ne kadar zorlamalar
içine girdiklerini göreceklerdir. Ensarullah hareketinin Yemen toplumunun bağrından çıkmış bir yapı
değil de sanki dışardan bazı güçlerin dayatmalarıyla
ülkeye sokulmuş yabancı bir unsurmuş gibi sunmak
için bütün güçlerini seferber etmelerinde tanıdık bir
yön bulacaklardır.
Medyanın içbükey ve dışbükey aynaları ,
Yemen’deki gerçeği olduğundan farklı gösterme
konusunda ne kadar kudretli olursa olsun, Ensarullah hareketinin dışardan hiçbir örgütün kendi
yapısını Sada’ya ihraç etmesine ihtiyacı yoktur.
Kısaca ifade etmek gerekirse Sana’daki direniş,
tamamen yerel özellikli bir direniştir. Doğal olarak
da Ensarulah hareketi, bütün dünyadaki direniş
hareketleri gibi, Latin Amerika’dan Çin’e, Fas’tan
Körfez ülkelerine kadar bütün direniş literatürünü
derinlemesine okumuş, Filistin ve Lübnan’da direnişin yaşadıklarından ders çıkarmanın ne kadar
değerli olduğunu anlamıştır.
Ensarullah tecrübesini diğer direniş hareketlerinden ayıran en önemli özellik dini, kültürel
ve sosyal düzeylerde sahip olduğu özelliklerdir.
Yakın döneme kadar Yemen’de bu hususla ilgili
dikkat çeken durum, Şafiilerle Zeydilerin bir arada
yaşama tecrübesidir. Herhangi bir abartıya mahal
15
/ugsamnews
RAPOR
bırakmaksızın bu Ortadoğu’daki ortak yaşamanın en
güzel şekillerinden biri, mezhep tabiileri arasındaki
birlikteliğini, yaşanan ticari ortaklıkların boyutlarını
ve her mezhebe ait ayrı cami ve mescidin olmayışını
bizlere çok güzel bir şekilde anlatmaktadır.
1991 yılında Husi hareketinin ilk siyasi
deneyimi olan Hizbu’l Hakk (Hak Partisi) taraftarları,
Sa’da ve Sana’da birkaç yüz kişiyi geçmeyen siyasi
bir oluşumdu. O dönemde, Zeydilerin akidesinin
iki temel rüknü ve tarihi ayrımlarının kaynağı olan
davet ve huruc (isyan)la ilgili temel akidevi sorularına henüz kesin cevaplar bulunamamıştı. O dönemde
Zeydi düşünce içerisinde ıslahatçı düşünce olarak
kabul edilen bir çizginin şekillenmeye başladığı
yıllardı. Hareketin kadroları, huruc kavramının
zamanla değişim gösterdiğini, belirli bir dönem ifade
ederek bu kavramın geçmişte kılıçla isyan anlamını
taşırken, yaşadığımız dönemler için kamusal alanda
yapılan yanlışlara ve kötülüklere barışçı yollardan
karşı koymak şeklinde yorumlanması gerektiğini
ifade ediyorlardı. Bu, topluma önderlik etmeyi de
içine alan bir karşı koyma biçimiydi.
O dönemde cemaatin finansal kaynakları,
Zeydi toplumda Zeydi kültürel mirası yeniden ihya
ve Yemen’in tarihi görünümünü yeniden inşa etmek
için kimin önderlik yapacağı gibi bir takım sorular
sorulmaktaydı. Ensarullah hareketi doksanlı yılların
başlarından beri karşı karşıya kaldıkları yok olma
tehlikesine karşı koyma ilkesi çerçevesinde kendi
kimliklerini yeniden inşa ettiler.
Ensarullah’ın kalesi olan Sada’ya Vehhabilik,
Vehhabileşen ve mezhebi misyonerlik prensibini
benimseyen Yemenli din adamları yoluyla, Sada’nın
arka mahallelerinde okullar ve mescitler, Şeyh
Mukbil el-Vedai’nin gözetimi altında, Vehhabilerin
kontrolü altına girdi. Kendisi de bir Zeydi olan Ali
Abdullah Salih, sırf müttefiği ve ortağı Suudileri razı
etmek için Yemen’deki Vehhabi propagandasına izin
vermekten de öte ona resmi bir himaye sağladı. Bu
durum, Zeydi çevrelerde Zeydi kimliğin yok edilmesi
yönünde bir planın bulunduğu ve Zeydi toplumun
biyolojik hayatiyetine son verecek bir programın
varlığına dair tedirginliğe yol açmıştı. Vehhabiliğin
neden olduğu bu yıkım tehlikesi, Zeydiliğin Yemen’de
kültürel, toplumsal, ekonomik ve siyasi planda
devrimci bir hareketin doğuşuna önderlik etmesine
neden oldu.
olmayan Zeydi intifadanın doğuşuna yol açmıştı.
Husi cemaat, Zeydilerin ülkesinde dini ve siyasi
ihyanın bir tecellisi olarak ülkedeki Zeydi çoğunluk
için ulusal kurtuluş hareketine dönüştü. Ehl-i Beyt
sülalesinden olan Husi ailesi, daha önce yaşanan
beş savaşta onlarca şehit verdi. Husi cemaatin
önderleri Abdülmelik Husi’nin dört kardeşi ilk üç
savaşta öldürülürken amcasının ve kardeşlerinin
çocuklarının kimi şehit oldu, kimi de halen hapishanelerde tutsak bulunmaktadır.
Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi Ensarullah hareketinin ortaya çıkışı ve Husilerin
başkaldırısını tek bir toplumsal ya da siyasi öğeye
bağlamak doğru olmayacaktır. Zira gerek o dönemde Yemen rejiminin saldırıları ve S. Arabistan’ın
Yemen’deki nüfuzu, çok boyutlu bir karakter arz
etmektedir ve saldırı her yönden gelmektedir.
Birinci savaşta, cemaat sadece 300 savaşçıya ve
aynı zamanda çok az bir cephane ve yiyecek stoğuna sahip bulunurken yıl 2010’u gösterdiğinde rejimle çatışmadan çıkmış olan hareketin sivil desteği
hariç yirmi bin savaşçısı bulunmaktaydı. Aradan
geçen onca yılın ardından bugün ne savaşçı sayısıyla ne de silah stoğuyla ilgili herhangi bir endişesi
bulunmuyor.
Y
E
M
E
N
İslam ÖZKAN
UGSAM Saha Raportörü
Selefi rüya, ideolojik ve siyasi rakibinin
doğmasına yol açmıştı. Kışkırtıcı bir biçimde icra
edilen mezhebi misyonerlik, 2004’te patlak veren
o vakitten beri bir türlü bastırılması mümkün
16
/ugsamnews
RAPOR
ŞEYH
AHMET YASİN
3
yaşında yetim kaldı. 1948 de zorunlu
olarak 11 yaşında iken Gazze’ye hicret etti.
15 yaşında felç oldu. Şehit olduğu güne
kadar felçli yaşadı.
Aslında Ahmet Yasinleri tam manasıyla anlayabilmek için Dünyaya bir de Filistin’den bakmak
gerek. Kudüs için verdikleri direniş örneği ile
ümmeti diri tutmaktadırlar.
1984 yılında İsrail tarafından tutuklanıp cezaevine atıldığında bile mektuplarında direnişin
artarak devam etmesi gerektiğini söylüyordu
Filistin halkına. İman nasıl bir güç ki felçli bir
adam zindandan yazdığı mektuplarla Kudüs’ün
özgürlüğü için ümmeti harekete geçiriyordu.
Direniş öylesine artmıştı ki Ahmet Yasin’i serbest bırakmak zorunda kaldı siyonist çete. Çok
geçmeden yine tutuklandı.
1991 yılında İsrail devletini yıkıp yerine İslami
esaslara dayalı bir devlet kurmak suçundan
dolayı müebbet hapis cezası verilince mahkeme
heyetine gülümseyerek yüksek sesle “Yaşasın
Bağımsız Filistin” diyerek haykırmıştır.
İsrail’i tanıması karşılığında serbest bırakılma
teklif edilince “Hayber’i unutmayın hatırlayın.
Sonunuz öyle olacak. Çocuklarımız, kadınlarımız ve erkeklerimiz Kudüs’ü özgürleştirmek
için kendini feda etmeye hazırdır” cevabı
karşısında orada bulunanların Yasin’e yaklaşmaya korktukları söylenir.
“Korkmayacağız geri çekilmeyeceğiz öne
atılacağız ve bizden önceki şehitlerin yolunu
sürdüreceğiz” diyerek herkesi şehadete özendiriyordu.
2003 yılında bir füze saldırısından kurtulmuştu.
Ancak 2004 yılında bir sabah namazı çıkışı
helikopter ile yapılan bir saldırıda arzuladığı
şehadete kavuşmuştu.
Tek derdi Kudüs’ün özgürlüğü idi. Özgür Mescid-i Aksa’da ümmet ile bayram yapmak istiyordu. Adalet istiyordu. Hür yaşamak istiyordu.
Bütün ümmet adına Kudüs’e sahip çıkıyordu. Bu
mücadeleyi verirken bizleri de yanında hissetmek istiyordu. Ancak sahipsiz bırakılmış bir
halde halini derdini Rabbine arz ederek suskunluğumuzu şikâyet ediyordu.
“Hâlâ kalpleriniz sızlamıyor mu, başımıza gelen
bu acı felaketler karşısında?” sözüyle arşı titretip ağlatıyordu. Yok mu bize sahip çıkan diye
haykırsa da cevabını yine kendisi veriyordu:
“Siz ey Müslümanlar! Suskun ve aciz, helâk
olmuş ölüler!”
Orhan BUYRUK
Daha sonra Ürdün’de yakalanan iki MOSSAD
ajanı ile takas edilerek serbest kaldı. Ürdün
Amman’da tedavi edildikten sonra Gazze’ye
döndü.
Gazze’de yüzbinlerin gözyaşları arasında
karşılanıyordu. Ve ilk söylediği sözler de şöyle
olmuştu “Bekle bizi Kudüs, bir gün döneceğiz.
Bütün İslam Ümmeti Mescid-i Aksa’da bayram
yapacak” diyerek direnişin hedefini
gösteriyordu.
17
/ugsamnews
RAPOR
SUUDİ ARABİSTAN
Petrol İhracatı ve Küresel Sermayeye Etkisi-Katkısı
S
uudi Arabistan dünya genelinde petrol ihtiyacının yaklaşık %20-25’ini üretmektedir.
Ülkenin bütçe gelirlerinin ise yaklaşık %8590’ını petrol gelirleri oluşturmaktadır. Kısacası
petrol gelirlerinin olmadığı bir Suudi Arabistan
an itibari ile farklı yatırım projeleri yapılmadığı
müddetçe düşünülemez. Geçtiğimiz günlerde
Uluslararası Para Fonu (İMF), Maliye Bakanlığı ile
Suudi Arabistan Para Ajansı (SAMA) verilerinden
derlediği bilgilere göre ülkenin petrol gelirinin son
2 yılda yaklaşık 126 milyar dolar birden düştüğünü,
uluslararası döviz rezervlerinin ise 203 milyar dolar
eridiğini açıklamıştı. Dolayısıyla cari işlemler hesabı
açık vermeye başlarken ülkenin kamu borcu da 86
milyar dolara çıktı.
Belirttiğimiz üzere Suudi Arabistan ekonomisindeki kötü gidişin ana sebepleri arasında, “2014
yaz başlarında 110 dolar civarında seyreden ham
petrol fiyatlarının 30 dolarlara kadar gerilemesi,
ekonomisinin büyük ölçüde petrole dayanması ve
ekonomiyi çeşitlendirmede geç kalınması ile ülkenin
savunma harcamalarının artması” gösteriliyor.
Yemen’de savaşın sürmesi askeri harcamalarının
geçen yıl 80,8 milyar dolara yükselmesi ülkenin mali
tablosuna da olumsuz yansıdı.
Petrol fiyatlarındaki düşüşün sebep olduğu
ekonomide yaşanan sıkıntıları aşmak için akaryakıt,
su ve elektrik fiyatlarını artıran ve bakanların
maaşlarını % 20 düşüren Suudi Arabistan’da borç
yükü de her geçen gün artıyor.
Son olarak 2012’de % 5,4 büyüyen Suudi Arabistan
ekonomisi daha sonraki yıllarda bu seviyeye yaklaşamadı.,Suudi Arabistan’ın 2014’te 754 milyar
dolar olan milli geliri, 2015’te 646 milyar dolara
düştü. Kişi başına milli gelir de 2014’te 24 bin 999
dolardan geçen yıl 20 bin 583 dolara kadar geriledi.
Bu yıl milli gelirin 646 milyar dolarda kalacağı ve nüfus artışının da etkisiyle kişi başına düşen milli gelirin 20 bin dolar olacağı hesaplanıyor. İMF’ ye göre
ise “Ülkenin yeniden denk bütçeye sahip olabilmesi
için ham petrolün varilinin 77,7 dolara yükselmesi”
gerekiyor.
Dünya genelinde ise Rusya başta olmak
üzere İran, Irak hatta Çin gibi diğer petrol üreticilerinin bulunduğu şu ortamda ayakta kalmak için bir
an evvel farklı üretim yatırımlarına dönüş yapmaktan başka çare yok gibi.
Resim 1-1 (Ham Petrol Üretim Dünya Sıralaması -2016)
Peki, dünya petrollerinin hali hazırdaki ¼
rezervine sahip Suudi Arabistan’ın
küresel sermayeye etkisi ne, nasıl?
Ö
ncelikle küresel sermaye kavramını izah
edelim: Dünyadaki mevcut tüm sermayenin
birbiriyle giderek daha fazla iç içe girme sürecinin bugün vardığı noktadır. Yine başka bir tanımla
kullanım ve kar hakkı Siyonizm ve Batı dünyasının(ki genelde ABD’dir.) elinde olup yükünü ve yakıtını
Müslüman din kardeşlerimizin ve ezilen milletlerin
yüklendiği milletsiz-ulussuz sarmal para döngüsü.
Dünya genelinde, 2010’da günlük petrol talebi yaklaşık 95.8 milyon varil, 2020 yılında ise yaklaşık 114.7
milyon varil olacağı hesap ediliyor. ABD ise tek başına küresel tüketimin % 25’ini gerçekleştirmektedir. Halen petrol tüketiminin % 54.3’ünü ithal yoluyla
karşılayan ABD( ki küresel sermayenin ağababası) ,
2020’de tüketimin üçte ikisini ithal etmek zorunda
kalacağı var sayılmakta. Ayrıca petrol ithalatının
önemli bir bölümünü Ortadoğu’dan karşılayan ABD,
bu bakımdan hem petrol yataklarına hem de boru
hatlarının kontrolünü birlikte sağlayacak stratejik
plânını geliştirmiştir. İşte bu noktada Suudi Arabistan, Kuveyt, Irak, UAE gibi Müslüman ülkelerin
küresel sermayeye maşalığını görmekteyiz.
Kalan ¾ rezervlerde dağılım şu şekilde:
18
/ugsamnews
RAPOR
Resim 2-1 Ülkelere göre petrol rezervi
ABD’nin dış politikasının omurgasını
oluşturan “Ulusal Enerji Stratejisi” ne göre;
1)Küresel enerji politikaları küresel ekonomik
büyümeyi garanti altına alacak biçimde tasarlanmaktadır.
2)Enerji güvenliği; dış politika, ekonomi ve
ticaretin birinci önceliği olmalıdır.
3)Enerji kaynakları ve bunları taşıma hatları
(boru hatları) güvenlik altına alınmalıdır.
4)Enerji kaynakları ve ülkeler bazında çeşitlilik sağlanırken dışa bağımlılık dengesi
korunmalıdır.
Üslerin yanı sıra enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi için petrolün bulunduğu bölgelerde
uydu hükümetler kurularak petrol rezervine
sahip ülkelerin sayısı artırılmak istenmektedir.
Böylece ülkeler bazında çeşitlilik sağlanacaktır.
(Irak’ın üçe, beşe bölünmesi gibi)
Kısaca, İslam medeniyetini küreselleşmeye sorun yaratmayacak kadar sulandırarak düzenlemeyi hedeflemektedirler, Venezuela da hakeza…
Esen kalın !
Selam ve dualar ümmet birliği üzerine olsun !
Muhammed Emin KARABAL
UGSAM Saha Raportörü
Diğer bir ifadeyle ucuz enerji ve enerji güvenliği dış politikada öncelikli olacak ve
bunun için her türlü risk göze alınabilir. ABD
üslerinin dünyaya bir suçiçeği edası ile yayılmasının yegâne sebeplerinden birisidir ki sonucunda savaş da çıkarılabilir.
19
/ugsamnews
RAPOR
KARABAĞ
SAVAŞI
K
arabağ Sorunu Azerbaycan ile Ermenistan
arasında cereyan eden 22 yıl evvelki hadiselerle başlamış değil, bilakis hayli uzun bir
tarihi geçmişe sahip. Günümüzde dahi çözüme
kavuşturulmaktan çok uzak olan Karabağ sorunu
sebebiyle bu güne dek çok sayıda göç, insan hakları
ihlalleri, katliam ve pogromlar yaşandı. Karabağ
bölgesi; şu anda fiilen Ermeni işgali altında bulunan
gökçe gölü ile Kür ve Aras ırmaklarının sınır teşkil
ettiği engebeli bölge ve bu bölgeye bağlı ovalardan
oluşmakta. Bölge diğer Azeri bölgeleriyle Ermenistan ve İran sınırlarını kontrol edebilecek hayli
jeostratejik bir konuma sahip.
Modern Karabağ sorunu Sovyetler Birliğinin parçalanma aşamasına girdiği dönemde 1980
lerin sonunda Ermeni yönetiminin Karabağ’ın dağlık
kısmında tekrar hak iddia etmesi ile başladı. Ermeniler hak iddialarını bölge nüfusunun çoğunluğunu
teşkil ettikleri gerekçesine dayandırdı. Ancak bu
nüfus yoğunluğu esasen Sovyet yönetiminin Kafkaslarda izlediği milletleri karma politikalarından
kaynaklıydı. Kaldı ki Sovyet yönetiminin(Günümüzde
de Rusya’nın) Kafkasya politikasında, Ermeniler ve
Ermenistan vazgeçilmez öneme sahip bir etmendi.
Ermenilerin nüfus yoğunluğu savına karşılık Azeriler de Karabağ bölgesinin hem hukuken hem de tarihi olarak kendilerine bağlı olduğunu ileri sürüyor.
Zira tarih boyu Türk boylarının yerleştiği alanlardan
olan Karabağ Türk-Hazar hakimiyet sahasının da
içinde yer almaktaydı. Bölgede yaşanan bu gerilimden kaynaklanan çatışmalar günümüze değin
hiç durmadı. Ermeni milisleri Şubat 1992 de Hocalı
nahiyesinde çoğunluğu kadın, çocuk ve yaşlılardan
oluşan 613 kişiyi hunharca katletti. Bu güne kadar
çözüme kavuşamayan Karabağ sorunu sadece
Azerbaycan Ermenistan ilişkilerini değil esasen tüm
bölgeyi etkilemekte. Mesele Türkiye Ermenistan
başta olmak üzere İran, Rusya, ABD hatta İsrail ile
ikili ilişkilerine de yön veren problemler arasında
başı çekmekte. Nitekim Uluslararası kamuoyu da
sorunun çözümü için çeşitli atılımlarda bulunsa da
herhangi bir ilerleme kaydedilemedi. Günümüze
kadar AGİT bünyesinde özellikle Rusya ABD ve Fransa’nın etkin müdahaleleriyle aranan çözüm yolları
meseleyi keşmekeş haline getirmekten gayrı bir
fayda vermedi. AGİT in yoğun lobi faaliyetleri neticesinde Ermenistan lehine sunduğu çözüm öneril-
erini Azerbaycan hükümetinin şiddetle reddetmesi
ile diplomatik arayışlar çıkmaza girdi. Yakın zamanlarda büyük çaplı çatışmalarla yeniden alevlenen
sorunun geleceği dünya çapında yer edinmiş bölgesel bir soru işareti...
İşgal Altındaki Dağlık Karabağ
Neresi ?
G
üney Kafkasya’daki en büyük toprak anlaşmazlığı statüsünü hala koruyan ve toprakları
üzerinden silah seslerinin eksik olmadığı Karabağ
bölgesi Ermenistan, İran ve Azerbaycan üçgeninde
bulunan 4 bin 400 kilometrekarelik bir alan. Ancak
söz konusu Ermeni işgali sadece Karabağ’la sınırlı
değil, Karabağ’ın çevresindeki 7 rayon da Ermeniler tarafından güvenlik maksadıyla işgal edilmiş ve
işgal edilen toplam alan Azeri topraklarının%20 sine
tekabül eden 11bin kilometrekarelik bir genişliğe
ulaşmıştır. Bölgenin işgalinin hukuki temellere
dayandırılması maksadıyla 6 ocak 1992 yılında, daha
önceden Azeri boykotu eşliğinde yapılan referandumun akabinde Dağlık Karabağ cumhuriyeti ismiyle
şu anda Ermenistan’da dahil hiçbir ülkenin resmen
tanımadığı bir devlet işgal altındaki toprakları idare
etmekte. Katliamlar ve etnik temizliğin akabinde
bölgenin Azeri nüfusundan arındırılmasıyla birlikte
Karabağ’daki 145 bin kişilik nüfusun %95 ini Ermeniler kalan kısmını Süryani, Rum ve Kürt azınlıklar
teşkil etmekte.
100 Yıllık Kafkas Kördüğümü Karabağ
B
olşevik ihtilalinin peşi sıra 3 yıllık bir macera
yaşayan Demokratik Cumhuriyet ortak paydasındaki Azerbaycan ve Ermenistan’ın 1922’de
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğince işgal
edilmesiyle Dağlık Karabağ, razı gelinmiş görünen,
ancak Ermenilerce hiçbir zaman tam olarak benimsenmeyen bir statüye evrildi. 1923’te Azerbaycan
Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlı otonom bölge
statüsü verilen Dağlık Karabağ’da, bölgede yaşayan
etnik Ermenilerin, Azerbaycan yönetiminden duydukları rahatsız olduklarına yönelik kimi zaman ses
çıkarmalarına rağmen, Sovyet sisteminin gücünü
20
/ugsamnews
RAPOR
yitirerek durma noktasına geldiği 80’li
yılların sonuna kadar mevcut durum muhafaza edildi .
SSCB’nin son lideri Mihail
Gorbaçov’un tıkanan sosyalist sistemin
önünü açmak ve Sovyetleri kaçınılmaz
sondan kurtarmak için 1985’te başlattığı
açıklık (glasnost) ve yeniden yapılanma (perestroika) politikalarıyla birlikte,
Kafkasya’nın tüm sorunlu bölgeleri gibi
Dağlık Karabağ sorunu da kesif bir şekilde
parlamaya başladı.
Karşılıklı hak iddaları, Askeran
çatışması Sumgayıt podromu gibi silahlı
hadiselerle zirveye ulaşan ve bir kıvılcım
bekleyen gergin ortam referandum ile
birlikte patlama noktasına ulaştı. Ermenilerin 40 bin kişilik bir gösteri tertip
etmesi ve Ermenistan yönetiminin apar
topar boşaltılan Rus-Sovyet üsslerinden
elde ettiği ağır silahlarla Dağlık Karabağa
saldırmasıyla Sıcak savaş başlamış oldu
Kafkasyada Sovyet sonrası dönemin ilk
büyük kapsamlı çatışması durumundaki
Dağlık Karabağ Savaşı, 1994’te
Ermenistan lehine son buldu. Savaş ned-
Azeri
kaynaklarına göre
1 milyon,
Uluslararası kaynaklara
göreyse
600bin Azeri mülteci
durumuna
düştü.
Sovyetlerin her geçen gün gücünü
yitiren otoritesini fırsat bilen Dağlık
Karabağ Otonom Yönetimi, 1988 yılında
Ermenistan Cumhuriyeti’ne bağlanma
yönünde taleplerde bulundu. Bu herhangi
bir yankı oluşturmazken Azerbaycan ve
Ermenistan’ın 1991’de bağımsızlıklarına
kavuşmalarından sonra Dağlık Karabağ
Ermenilerinin ayrılıkçı faaliyetleri de had
safhaya ulaştı.
eniyle yaklaşık 30 bin kişi hayatını kaybetti. Dağlık Karabağlı Ermeniler, savaş
sonunda silah ve mühimmat üstünlüğüyle
birlikte Azerbaycan’daki siyasi karmaşanında etkisiyle bölgenin tümünün
kontrolünü ele geçirdikleri gibi komşu 7
bölgeyi de sözde güvenlik gerekçesiyle
işgal ettiler. Bu gelişmelerle birlikte Dağlık
Karabağ ile Azerbaycan’ın doğrudan temas noktaları oldukça sınırlandı.
Gelinen bu zamanda Sovyetlerin izlediği
politikalar sebebiyle Azerilerin göç etmesi
bölgedeki azeri nüfusunu %20 lere kadar
düşürmüştü. 10 Aralık 1991’de yapılan ve
Karabağ Azerilerinin boykot ettiği referandumda Ermeniler, Azerbaycan yönetiminden ayrılmak için sandık başına gitti.
Referandumun ardından Dağlık Karabağ
cumhuriyeti bağımsızlık ilan ettiyse de
dünyadan umduğu karşılığı bulamadı.
Ermenilerin, Dağlık Karabağ’ı
da içine alan Azeri topraklarının yüzde
20’sini işgaliyle, Azeri kaynaklarına göre 1
milyon, Uluslararası kaynaklara göreyse
600bin Azeri mülteci durumuna düştü.
Çoğunluğu başkent Bakü’ye göç eden ve
çetin şartlarda hayat mücadelesi veren
Dağlık Karabağlı Azeriler, ata topraklara
geri dönmek için çatışmanın çözümlenmesini bekliyorlar.
21
/ugsamnews
RAPOR
Minsk Gurubu Arayışları
A
zerbaycan ve Ermenistan’ın Ocak 1992’de
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’na dahil
edilmesi, şüphesiz Batılıların Rus Federasyonuna ve
İran İslam Cumhuriyetine, bu oyunun içinde biz de
varız deme şekliydi. Ermenistan’ı ve Azerbaycan’ı
bünyesine alarak sorunu uluslararası arenada
tartışmaya açan ve arabulucu vazifesini emrivaki
ile üzerine alan AGİK, 1992’de konuyu araştırma ve
yerinde incelemeler yapmak üzere Karabağ’a bir
heyet gönderilmesini ve Minsk Temas Gurubu’nun
kurulmasını teklif etti. 1994’te resmen teşkil edilen
Minsk Grubu’nun yönetim kademesinde Fransa,
Rusya ve ABD bulunuyor. Grubun diğer üyeleri ise
Türkiye, Almanya, İtalya, Portekiz, Hollanda, Belarus,
İsveç ve Finlandiya.
Minsk Grubu, Karabağ Meselesinin barışçıl
yöntemlerle çözümü için görüşmelerini sürdürüyor,
taraflara çözüm tekliflerinde bulunuyor. 20 yılda
çokça farklı planlar müzakere edildi. Elebaşılığını
azılı emperyalistlerin çektiği Minsk Grubu’nun 29
Kasım 2007’de Madrid’de taraflara sunduğu öneriler uzlaşıya en yakın plan olsa da tıpkı diğer planlar gibi herhangi bir sonuca ulaşamadı. 2009’da
yenilenen ve Madrid Prensipleri ismiyle zikredilen
planın tekliflerini şu şekilde sıralayabiliriz:
- Dağlık Karabağ’ın çevresindeki işgal edilmiş bölgelerin Azerbaycan kontrolüne bırakılması,
- Dağlık Karabağ’a güvenliğini ve kendi yönetimi
garanti edecek şekilde ara bir statü verilmesini ve
nihai statüsünün daha sonra belirlenmesi,
- Ermenistan ile Dağlık Karabağ’ın irtibatını
sağlayan koridorun açılması,
- Yerlerinden edilmiş kişilerin topraklarına dönmesi,
- Barış gücünün işlevini yerine getirecek şekilde
uluslararası güvence sağlanması.
SONUÇ
Y
akın zamanda yaşanan büyük silahlı
çatışmalarla dünyanın gündemine oturan
Karabağ Sorunu bu gün dahi maalesef çözüme
yakın sayılmaz. Bu çözümsüzlükte elbette
İsrail ve Rusya’nın silahlanma yarışı, ABD’nin
Kafkasya üzerindeki Gürcistan gibi bölgelerde kendine üs sağlamak için küçük ülkelerin
geriliminden nemalanması, Avrupa ülkelerinin
Rusya’ya alternatif teşkil eden Azeri gazına
olan ihtiyaçları ve Ermeni Lobisine yönelik
çifte standartçı tutumları gibi etkenler pastada
kocaman bir pay teşkil ediyor. Azerbaycan’ın
bu haklı davasına bölgede Türkiye’den başka herhangi bir ülke karşılıksız desteklerini
sunmamakla birlikte Azeri yönetimi üzerinde
kazan kazan oynamaya devam ediyor....
YA KARABAĞ YA ÖLÜM, BİTSİN ARTIK
BU ZULÜM!!!
Ahmet Mithat ODABAŞ
UGSAM KAFKASYA RAPORTÖRÜ
22
/ugsamnews
RAPOR
İSYAN
Ş
ehirler vardır huzuru çağrıştırır, her ne kadar
acı barındırsa da bünyesinde. Ona bakmak,
onu düşünmek hüzünle huzuru yoğurur
yüreklerde. Zulmün ve silahların değil, şefkatin ve
adaletin gölgesinde koşan çocuklara hasrettir bu
şehirler. Güneş, acıya değil sevdaya doğsun isterler.
İşgal sinmiş olan toprağa, özgürlüğün mis kokusu
ekilsin isterler. Ve insanları vardır o şehirlerin. Her
biri alnı öpülesi. Her birinin hayatı roman…
Kudüs o şehirlerden biri, birincisi…
Yavuklusu ile düğün hayalleri kuran damat ve gelin
adaylarının her an bir kurşuna maruz kalacak olma
endişesi yaşadıkları, ama yine de içlerinde özgür
günlere dair umudun yeşerdiği şehir Kudüs.
Yirmi yıl sonra cezaevinden çıkacak kocasını beklemenin yorgunluğu, babasız yetiştirmek zorunda
kaldığı dört çocuğunun okul dönüşünü beklerken
duyduğu tedirginliğe karışan yorgun ama umudu
dipdiri anaların şehri Kudüs.
Yiğit kızların ve fedakar anaların diyarı. Hele Mescid-i Aksa’ya bir baskın yapılsın da siz görün o kahraman kadınları. Çocukları, eşleri, babaları, abileri
işte, okulda olan Kudüs’ün kadınları nasıl da aslan
kesilir siyonist askerlerinin silahları karşısında.
Yetim kalan çocuklar, Kudüs ile aynı kaderi paylaştıklarını ergenlik çağına gelince anlamaya başlar.
Yetim olmanın hüznünü, Kudüs’le aynı kaderi
yaşamanın sevinci teselli eder. Yeryüzünde ne kadar çok Müslüman yaşadığını öğrendiklerinde ise
kafalarında bin tane “neden” sorusu çınlar. “Hani biz
kardeştik, nerede kardeşlerim?”
Neden? Neden Kudüs’ü kurtarmak
için harekete geçmezler?
A
mbargonun bin bir çeşidine maruz kalan esnaf
her şeye rağmen umutla Ya Rezzak deyip işe
besmele ile başlar. Çocuğuna ayakkabı değil terlik
alacak parayı bile zor kazanır. Gerçi kırk metrekarelik evini Siyoniste satsa milyon doları olacaktır, bunu
bilir, ama satmaz. “O ev ümmetindir bana korumak
düşer” der. “Bana Kudüs’ün bereketi yeter” der.
Üniversite okuyan genç, pazarda zeytinyağı satan
üniversite mezunu abisine yardım ederken kendi
sonunun da böyle olacağını bildiği halde azimle aşk
ile okulunu tamamlama gayretini hiç yitirmez.
Bir de yaşlıları vardır Kudüs’ün. Yürekleri bedenlerinden daha yaşlı yaşlılar. İşgalin her yüzünü yakinen görmüş, çilesini ve eziyetini çekmiş olan yaşlılar.
İşgalciler, elli yaşından küçük Müslümanların Mescid-i Aksaya girişini engellemeye çalıştığında; elindeki bastonunu bir kılıç gibi doğrultup, titreyen eline
inat gür sesiyle “Allahu Ekber, Allahu Ekber” diyerek
Mescid-i Aksa’yı savunan yaşlıları vardır.
Zindanları var o şehrin. Cennet bahçesi adeta. Yusuf’un medresesi diyoruz ya hani, hem de ne medrese… Ümitsizlik karamsarlık yoktur orda. Özlem
olsa da, “özlemden kimse ölmez” diyen mücahitlerin
medresesi.
Her biri ayrı suçlardan hapse girmiş olsalar da, gerekçeleri tektir! İşgale isyan…
İçeri girdiğinde 3-5 yaşlarında olan çocuklarının
23-25 yaşlarına gelmiş olduğunu gözleri parlayarak
anlatan babaların yurdudur o zindanlar. Üniversitesi yarıda kalmış, 15 yıl ceza almış ama bunları kaale
almamış, elinden kitabı düşürmeyen gençlerin
yurdudur o zindanlar.
Bir de şereflerin en üstününe nail olanları var bu
şehrin. Gelecek kaygısının hesaplarını yapmayan,
ölümden korkmayan. Kutsalının özgürlüğü için
hayatını hiçe sayanları var. İlk duyduğu seste hemen
öne atılıp kendini siper eden yiğitleri var. Velhasıl,
alnı öpülesi nice şehitleri var bu şehrin.
Ey Kudüs! Bütün bunlara şahidiz ve bilmenin sorumluluğu büker belimizi. İmkanımız çok ama cesaretimiz yok! Kıymetli olanı ucuza satmış kötü tüccar
gibiyiz. Dünya sevgisi söküp almış cesaretimizi.
Heyecanımız sönmüş, fedakarlığımız kaybolmuş.
Er kişi gibi çıkamayız meydana da, seni uzaktan
sevmekle avunur olduk.
Ey Rabbimin emaneti.
Ey Kudüs!
Orhan BUYRUK
UGSAM DERLEME
23
/ugsamnews
RAPOR
MALİ
KÜRESELLEŞME
VE YANSIMALARI
K
üreselleşme sosyal, kültürel, siyasal ve ekonomik yönleri olan çok boyutlu bir süreçtir. Bazılarına göre küreselleşme, dünya ülkelerini
birbirine yakınlaştırmış ve dünyayı “büyük bir köy”
durumuna getirmiş, bazılarına göre ise Amerikan
kültürünün dünyaya daha hızlı bir biçimde yayılmasından ve Amerikan ekonomisinin dünya üzerindeki hegemonyasını kabul etmenin başka bir adı
olarak değerlendirilebilir. ,
Mali küreselleşme sürecinin başlamasıyla, yeni sanayileşmekte olan ülkelerde sanayileşmeyi hızlandırıcı etkiler bekleniyordu. Oysa sık
sık yaşanan mali krizler mali küreselleşme ile bu
krizlerin ortaya çıkışı arasında sıkı bir ilişki bulunduğuna işaret etmektedir. Mali küreselleşme,
1980’lerin sonlarında ve 1990’ların başlarında ortaya çıkan bir gelişmedir.
Mali küreselleşme süreci sanayileşmiş ve
sanayileşme yolundaki ülke hükümetlerinin aldıkları kararlarla döviz ve sermaye işlemleri üzerindeki kısıtlamaları kaldırarak ulusal piyasalarını
dış mali piyasalarla bütünleştirmeleri olarak
tanımlanabilir.
Mali krizlere karşı alınacak önlemler konusu, öteki
gelişmekte olan ülkeler ve o arada Kafkasya ve
dönüşüm ülkeleri diye adlandırılan ülkelerdeki halkların ekonomik refah düzeyleri için de çok önemlidir. Düşüncemiz şudur ki mali krizlerin doğuracağı
yoksulluk ve sefaletin önüne geçilebilmesi için yakın
geçmişte ortaya çıkan krizlerin dikkatlice incelenmesi ve bunlardan önemli dersler alınması gerekmektedir.
Günümüzdeki uluslararası ekonomik düzende krize
giren ülkelerin, dış finansman desteği sağlamak
üzere İMF (ve kısmen de Dünya Bankası) dışında
başvurabilecekleri önemli bir kaynak bulunduğu
söylenemez. Ancak son gelişmeler İMF’nin kriz
yönetim politikalarının başarısına duyulan kuşkuların bir kez daha artmasına neden olmuştur. Hatta
bugünkü deneyimler, kriz içindeki ülkelere karşı
İMF’nin şart koştuğu politikaların aslında mevcut
krizin daha da derinleşmesine neden olabildiği
gerçeğidir. Başka bir deyişle, İMF ve Dünya Bankası
gibi kuruluşların gelenekselleşmiş politikalarına karşın mali krizler, işsizlikteki artışlar, üretim
düşüşleri, iflas eden şirketler, ağırlaşan dış borçlar,
kısacası yaygınlaşan refah seviyesi düşüklüğü ile
birlikte el ele gitmektedir.
Hızla genişleyen ve yabancı sermaye girişlerine sahne olan bir ülkede, bu sürecin birdenbire
duraksaması, tersine dönerek bir kriz ortamına
dönüşmesi oldukça ilginç bir gelişmedir. Hızlanan
sermaye girişinin yarattığı “aşırı ısınma” ortamında
ülkedeki ufak bir ekonomik, siyasal veya doğal bir
olay ya da gelişme, geleceğe ait bekleyişleri aniden
olumsuzluğa dönüştürebilmekte ve yabancı sermayenin kitleler halinde ana ülkelerine dönmesi için
ilk kıvılcımı oluşturabilmektedir.
Küreselleşme tartışmalarında sermaye
hareketleri merkezi bir rol oynar. Günümüzde
gelişmiş ülkelerde kurumsal yatırımcıların yönettiği
fonlarda büyük artışlar olmuştur. Bilgi ve iletişim
teknolojisindeki gelişmelerde fonların dünya
ölçeğinde kolayca hareket etmesine olanak sağladı.
Gelişmekte olan ülkelere yönelik fon akımlarının ise
resmi kanallardan çok özel yatırımlar alanına doğru
kaymış olması dikkat çekici bir gelişmedir.
Gelişmekte olan ülkelerde sık sık mali krizlerin
yaşanması, söz konusu ülkelerde büyük ölçüde
işsizliğe, yoksulluğa ve sefalete neden olmaktadır.
Günümüzün gerçekleri açısından, mali krizler adeta
yaşanan mali küreselleşmenin doğal bir sonucu
olarak görülmektedir. Maalesef Türkiye’de sık sık
mali krizler görülmekte ve bu krizlerden dolayı
büyük refah kayıplarına uğrayan bir ülke durumuna
düşmektedir.
Yeni sanayileşmekte olan ülkelere yönelik uluslararası sermaye akımlarının temel özelliği beklenmedik biçimdeki büyük değişkenliklerdir. Uygulamaya bakıldığında bu ülkelere yönelik yabancı
sermaye akımlarındaki gelişme ve genişleme (boom)
aşamasını, çok şiddetli ve çok ani bir tersine dönüş
hareketinin izleyebildiği görülmektedir.
24
/ugsamnews
RAPOR
Ayrıca bir ülkede ortaya çıkan krizin etkileri hızlı bir
biçimde ve kolayca başka ülkelere de yayılabilmektedir. Yakın tarihli krizlerin deneyimleri sermaye
hareketlerinde liberasyona gidilen bugünkü dönemde hükümetlerin para politikası, faiz oranları ve
döviz kurlar üzerindeki etkinliklerinin önemli
ölçüde zayıfladığını gösteriyor.
Yaşanan olaylar günümüzde, mali krizlerle yabancı
sermaye giriş ve çıkışları arasında yakın bir ilişki olduğunu ortaya koymaktadır. Bunu, krizlerin
tek nedeninin yabancı sermaye olduğu biçiminde
yorumlamak elbetteki tek neden olmayabilir. Kriz
ortamını oluşturan asıl nedenler bu ülkelerdeki
makroekonomik dengesizliklerle de ilgilidir diyebiliriz. Krize yol açan makro dengesizlikler arasında
dış ticaret ve cari işlemler açığı, yüksek enflâsyon
ve sabit kur politikaları, ulusal paranın aşırı değerlenmesi, kamu finansman açıkları, bankacılık
sektöründeki denetim eksikliği ve sermaye yetersizlikleri ön plânda gelmektedir.
Öte yandan, İMF’nin “kurtarma paketleri”nden
gerçek anlamda yararlananlar krize sürüklenen
ülkedeki esnaf, sanayici, işçi, çiftçi gibi üretici sınıflar olmayıp o ülkeye yatırım yapan yabancı sermaye sahipleridir. Bu krediler hazinenin borçları
niteliğinde olup daha sonra toplanan vergilerle geri
ödeneceklerdir. Dolayısıyla İMF kredilerinin asıl
yükünü taşıyan ülkedeki vergi ödeyicileri durumundaki halkın tümüdür. Oysa gerçekte bu bu krediler
kurtarma operasyonu kapsamında yurt dışındaki
yatırımcıların alacaklarının ödenmesinde kullanılmaktadır.
SONUÇ
G
ünümüzde yaşanan mali küreselleşme ile mali krizler arasında
yakın bir ilişki olduğu reddedilemez.
19.yy’dan itibaren belli aralıklarla Meksika’da, Güney Doğu Asya’da, Rusya’da, Brezilya’da, Türkiye’de ve yeni sanayileşmekte
olan diğer ülkelerde ortaya çıkan mali
krizler bu ülkelerde büyük refah kayıplarına neden olmuştur. Yakın bir gelecekte
de benzer krizlerin ortaya çıkmayacağı
düşünülemez. Bu nedenle muhtemel mali
krizlere hazırlıklı olmak, geçmiş krizlerden
ders almak ve gerekli önlemleri vakit geçirmeden uygulamaya koymak gerekir.
İsmail BAKIRHAN
UGSAM EKONOMİ RAPORTÖRÜ
İMF kriz içindeki ülkelere hâlâ klâsik reçeteler
uygular. Bazen de son olarak Türkiye örneğinde
görüldüğü gibi krizdeki ülkelere çelişkili politikalar önermektedir. İMF kredileri “şartlılık ilkesi”
kapsamında toplam harcamaları daraltmaya, para
arzını kısmaya, faiz oranlarını yükseltmeye ve
vergileri artırmaya yönelik politikalardır. Bu uygulamalar ise ekonomide mevcut durgunluğu daha da
artırarak üretim ve satışların düşmesine, firmaların
borçlarını ödeyememesine, işsizliğe ve iflâslara
neden olmaktadır. Dolayısıyla da kriz dönemlerindeki İMF politikaları ülkelerdeki yoksulluğun daha da
artması sonucunu doğurmaktadır.
25
/ugsamnews
RAPOR
ÜLKE
RAPORU
1-Ülkenin Adı - MOĞOLİSTAN
2-Coğrafi Konumu, Harita, Bayrak - DOĞU ORTA
ASYA
3-Resmi Dini - BUDİZM
4-Resmi Dili - MOĞOLCA
5-Nüfus ve Müslüman Nüfus - 3 MİLYON - 200.000
6-Ekonomik Yapısı - MADEN VE HAYVANCILIK
7-Yönetim Şekli - CUMHURİYET, PARLEMENTER
SİSTEM
8-Mevcut Yönetim ve Siyasi Görüşü -İKİ PARTİLİ
PARLEMENTO, İKTİDAR SOSYALİST PARTİSİ,
CUMHURBAŞKANI HRİSTİYAN
10- Irkçı emperyalizmin Ülkedeki ifsat Çalışmaları
ve Etki Alanları
N
üfus çoğunluğunun Budist olması ifsad
çalışmalarına çok gerek bırakmıyor. Hristiyanlaşma için misyonerlik çalışması
yapılıyor. Faiz, bar ve karaoke kulüpleri ülkede çok
fazla yaygın durumda. Bölgenin Çin, Rusya, Japonya
gibi güçlü ülkeleri, ülkenin yol, köprü gibi eksikliklerini tamamlayarak maden yataklarını işletmek
için kendilerine imkan sağlıyorlar. Konum itibariyle
stratejik bir noktada bulunmadığından emperyalizmin çalışması ekonomiyi elde tutmak üstüne
kuruludur.
Moğolistan
M
oğolistan 3 milyon nüfuslu, 200.000 Müslüman
barındıran dünyanın yüzölçümü bakımından
en büyük 19. ülkesi olan Doğu Orta Asya ülkesidir.
Vatandaşlarının %94’ü Moğol, %6’sı ise Kazak
asıllıdır. Ülkenin iklimi bozkırdır, 3 ay yaz 9 ay kış
mevsimi yaşanmaktadır. Herhangi bir denize ya
da okyanusa kıyısı bulunmamaktadır. Moğolistan,
denize çıkışı olmadığından ekonomik ve ticari
bakımdan iki büyük komşusu Rusya’ya ve Çin’e
bağımlı durumdadır. Bu sıkışıklıktan kurtulabilmek
için Batıya ve uluslararası kuruluşlara eklemlenme
çabası içerisindedir. Bu nedenle, 2011 yılında ülkemizin yanısıra, AB, ABD, Japonya, Güney Kore ve
Hindistan’ı “üçüncü komşu ülkeleri” olarak ilan
etmiştir. Moğolistan, bahsekonu politika bağlamında BM, NATO ve AGİT gibi uluslararası kuruluşlarla
ilişkilerine de önem atfetmektedir. Başkent Ulan
Bator olmak üzere 21 tane vilayet bulunmakta olup,
Müslümanların en yoğun yaşadığı vilayet Bayan
Ölgey’dir. Başkente yaklaşık 2000 km uzaklıkta
Rusya sınırındadır. Ülkenin resmi dili Moğolca olup,
halkın çoğunluğu Budist’tir, az bir kesim Hristiyan’dır.
Bayan Ölgey bölgesinde Kazak Türkçesi
konuşulmakta olup burada yaşayan halkın çoğunluğu da Kazak’tır. Ülke yüzölçümü bakımından
Türkiye yüzölçümünün iki kat büyüklüğüne sahiptir. Ülkenin yarısı orman, yarısı çöl biçimindedir.
Dünyaca ünlü Gobi çölleri burada bulunmakta,
çölün bir kısmı Çin’e kadar uzanmaktadır. Tarihte
Türk isminin ilk geçtiği yazıtlar olan Orhun Yazıtları Moğolistan’da bulunmaktadır. Yazıtların bir
kısmı başkente 400km uzaklıkta, bir kısmı da 50km
uzaklıkta olan Tonyukuk’ta bulunmaktadır. Ülke
parlamenter sistemle yönetilmektedir. Parlamento
binasının hemen önünde bir Cengizhan heykeli bulunur. Şu anda mecliste Demokratlar ve Sosyalistler
vardır. Sosyalistlerin iktidarı söz konusudur. Cumhurbaşkanı Hristiyan’dır. 1930’lu yıllarda ülke Sovyet
işgaline uğramıştır. Sovyetlerin ülkede bulunan
erkeklerin pek çok kısmını öldürdüğü söylenmektedir. Cengizhan’ın kurduğu Moğol İmparatorluğu
burada kurulmuş ve Anadolu’ya kadar ilerlemiştir.
Dünyanın en büyük heykellerinden biri
olan 40m uzunluğundaki Cengizhan heykelinin
yönü Çin’e dönüktür. Her yıl yapılan milli bayram
bir ay kadar sürmektedir. Başkentin merkezinde
Avrupalı gezgin Marco Polo’nun heykeli bulunmaktadır. Avrupalılar bu bölge hakkında sağlam temelli
bilgileri onun kitabı sayesinde edinmiştir. Kazaklar
ve Kırgızlar başta olmak üzere Uygur, Hoten, Tuva,
Dukha gibi Türk soyları da burada yaşamaktadırlar.
26
/ugsamnews
RAPOR
trendin gerçekleşmesi bekleniyor! Enflasyon da 2011
ve 2012 yılındaki ‘çift haneli’ oranlardan, 2013 Mart
ayı itibariyle, tek haneye, 9.8% düşebilmiştir.
Ormanlarda Ren geyiği çiftçiliği yaparak geçinen Dukha Türkleri göçebe bir hayat yaşıyor ve
evcileştirilmiş geyiklerle göç ediyor. Keçeden yapılma ünlü beyaz çadırları başkentin kenar mahalleleri dahil tüm ülkede, bilhassa hayvancılık yapılan
yaylalarda sık sık görülmektedir. Konum olarak
Rusya ve Çin arasında bir bölgede kalan Moğolistan,
Türkiye’ye uçakla 10 saat/7.500km uzaklıkta bulunmaktadır. Ülke ekonomik olarak madencilik
ve hayvancılıkla geçinmektedir. Bakır konusunda
dünyanın önde gelen ülkeleri arasında yer almaktadır. Maden Borsası yasa tasarısı için oluşturulan
konsept taslağı, Moğolistan Bakanlar Kurulu toplantısında görüşülerek, bakanların görüşlerinin
yansıtılması kararıyla onaylanmıştır. Moğolistan,
maden rezervleri bakımından dünyada 7. sırada
bulunmakta ve bugün itibari ile 80 çeşit madeni
barındıran 1470 maden ocağına ve 8240’tan fazla
zuhura sahip bir ülke konumundadır.
2007 yılından itibaren dünya piyasasında maden ürünlerinin fiyatlarına paralel olarak
uluslararası büyükçaplı şirketler, Moğolistan’da
maden alanında yatırımlar yapmaya başlamışlardır.
Buna bağlı olarak da son yıllarda Moğolistan’ın ihracat ürünlerinin yüzde 90’ını maden ürünleri oluşturmaya başlamıştır. Ancak maden ürünlerinin satışı
için uygun bir pazarın henüz oluşmaması ve piyasada eşit rekabetin sağlanamaması nedeniyle ülkedeki
maden ürünlerinin fiyatları çok düşük seviyelerde
seyretmektedir. Bu nedenle maden borsasını kurmaya ilişkin yasanın onaylanması ile bu değerin
artması beklenmektedir. Moğolistan ekonomisi, 2012
yılında 12.3% büyüdü; 2011 yılındaki büyüme oranı
ise 17.5% idi ve Dünya Bankası 2013 yıl büyümesini
13% olarak revize etti ve revize edilen 13% oran dahi
halen küresel ekonomideki en yüksek oranlardan
biri.Ancak, hızlı büyümenin beraberinde oluşabilen
‘enflasyon ve bütçe açıkları’ Moğolistan için de sorun olmaya devam ediyor.
Dünya Bankası 2013 Nisan ayı güncellemelerine göre, mali açık GSMH’nin 8.4% ulaşarak son
13 yılın rekorunu kırdı, 2013 yılı sonunda da benzer
Çöllerde başıboş hayvanlar bulunmakta,
küçükbaş hayvancılık yoğun biçimde yapılmaktadır.
Bölgenin Japonya, Çin gibi güçlü devletleri ülkeye
krediler açmak suretiyle ülkenin madenlerini işletmektedir. Budistlere ait başkentte bir tane büyük
bir Buda heykeli olan tapınak vardır, Hristiyanların
kiliseleri bulunmaktadır ve Müslümanların 5-6 adet
salon tipi camii bulunmaktadır. Budistlerin sabahları
dışarıya süt serpme olarak yaptıkları bir ibadetleri
vardır, Buda’ya ithafen bu ibadet yapılmaktadır.
Camii anlamında ülke ciddi anlamda eksiklik
çekmektedir. Orta Asya Gençlik Vakfı Ölgey bölgesinde ve müslüman kesimin yaşadığı bazı bölgelerde
camii çalışmaları yapmaktadır. Ülkede İslam tebliğ
çalışması yapan hareketler yok denecek kadar
azdır, olanlar da Türkiye’den son zamanlarda giden
gruplardır. Ülkede Türk büyükelçiliği ve TİKA bulunmaktadır. Türkiye - Moğolistan ilişkileri özellikle
1990’lı yıllardan itibaren gelişmeye başlamıştır.
İki ülke arasındaki ilk resmi ziyaret Dokuzuncu
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 1995 yılında
Moğolistan’ı ziyareti olmuştur.
İki ülke arasındaki ilişki ve işbirliği Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in 2002 yılında
Moğolistan’ı, Moğolistan Cumhurbaşkanı N. Bagabandi’nin ise 2004 yılında Türkiye’yi ziyaret etmesiyle
devam etmiştir. Dönemin Başbakanı Recep Tayyip
Erdoğan 11-12 Nisan 2013 tarihinde gerçekleştirdiği ziyaret, yıl içerisinde Türkiye’den Moğolistan’a
en üst düzey ziyaret olmuş ve ziyaret marjında
dört resmi metin (Ortak Deklarasyon, Vize Muafiyetine Yönelik Mutabakat Zaptı, Güvenlik İşbirliği
Anlaşması ve 2013-2016 Yılları Arası Kültürel,
Eğitsel ve Bilimsel Değişim Programı) akdedilmiştir.
Moğolistan tarafından ülkemize gerçekleştirilen en
önemli üst düzey ziyaret ise 10-13 Ekim 2014 tarihleri arasında Moğolistan Parlamentosu Başkanı
Enkhbold’un ziyareti olmuştur. Dışişleri Bakanı
Mevlüt Çavuşoğlu 11-13 Nisan 2015 tarihlerinde
Moğolistan’a gelerek temaslarda bulunmuş, üst
düzey ziyaretler gerçekleştirmiştir.
Moğolistan - Türkiye ticaret hacmi 25 milyon ABD
Doları civarında seyretmektedir. Moğolistan’a başlıca ihraç kalemlerimiz şekerleme, çikolata, bisküvi,
beyaz eşya, hububat işleme makineleri, sentetik
liflerden giyim eşyası, kağıt, vatka, keçe gibi dokunmamış mensucattır. Başlıca ithal kalemlerimiz ise,
hayvansal ürünler ile kazak, hırka, yelek gibi giyim
eşyalarıdır.
27
/ugsamnews
RAPOR
Türkiye, 1992 yılından bu yana
Moğol öğrencilere üniversite bursları
tahsis etmektedir. Burslu öğrencilerin yanısıra, her yıl Ulan Bator’da
Büyükelçiliğimizce yapılan Yabancı
Uyruklu Öğrenci Sınavı sonuçlarına
göre belirlenen Moğol öğrenciler de
ülkemizde öğrenim görmek üzere
seçilmektedirler. Kendi imkanlarıyla
öğrenim gören öğrenciler de dahil olmak üzere, Türkiye’de öğrenim gören
Moğol öğrencilerin sayısı 1000 kişi
civarındadır.
Türk Büyükelçiliği Konsolosluk Şubesi’nde 343 vatandaşımız
kayıtlı olarak görünmektedir. Bunun
büyük kısmını eğitim kurumlarına ait
okullardaki yöneticiler, öğretmenler
ve aileleri oluşturmaktadır. Bunların
dışında 57 üniversite öğrencisi ile
az sayıda Türk işadamı mevcuttur.
Moğolistan’da küçük çaplı Türk ticari
kuruluşları faaliyet göstermektedir.
Söz konusu işletmeler, PVC kapıpencere, hayvansal ürün ticareti gibi
işlerle iştigal etmektedir.
Türkiye’den gelen vatandaşlar
için 1 aylık vizesiz giriş serbestliği
vardır. Ülkede yaşayan insanlar diğer
ülkelere göre turistlere bakıp kalmamakta, çarşıda pazarda bu duruma
takılmadan hayatlarına devam etmektedirler. Sovyetlerin geniş coğrafyaya
yayılmışlığı ve uzun dönem egemenliği
Moğolistan’ı da etkilemiş durumdadır.
Müslümanlar Sovyet etkisinde kalmışlardır ve yaşadıkları müslümanlıkta bu etki görülmektedir. En yoğun
Müslüman nüfusun yaşadığı Ölgey
bölgesinde neredeyse alkol satılmayan bakkal-market bulunmamaktadır. İslam’a uygun bir yaşayışı var
diyebileceğimiz insan sayısı şahit
olduğumuz kadarıyla çok çok azdır.
Sovyet adeti olan sert zeminlerde yatma geleneğini kaldığımız otellerde göze çarpmaktadır. Ölgey bölgesi
Müslüman çoğunluğun yaşaması sebebiyle ihmal edilmiştir. Altay dağları
bu bölgede bulunmaktadır, iklim
sebebiyle meyve sebze ülkede çok
yetişmemekte ve ithal edilmektedir.
Daha çok karasal iklim ürünleri olan patates, havuç, soğan gibi
ürünler yetişmektedir. Hayvancılık
yaygın olması ve kışların sert geçmesi sebebiyle yün ve kaşmir ürünleri
de oldukça rağbet görmektedir.
Diğer Ortadoğu-Afrika ülkeleriyle
karşılaştırdığımızda ülke genelinde
makineli, uzun namlulu silahlı asker-polis çok görünmemektedir. Bu
da bize ülkede çok ciddi güvenlik
problemlerinin olmadığını göstermektedir. Başkentte bir yere gitmek
istediğiniz zaman yol kenarına geçip
el kaldırdığınızda hemen hemen her
araç durabilmekte ve ücreti mukabilinde gitmek istediğiniz yere kilometreyi sıfırlayıp sürücü sizi oraya
götürmektedir.
Müslümanların ciddi eğitim
eksiklikleri vardır, kış koşullarının
sert geçmesi özellikle kırsalda iş
hayatını olumsuz etkilemekte, bu da
ekonomik olarak aileleri zora sokmaktadır. Türkiye’den gönderilen
yardımların bu açıdan büyük faydaları olmakta ve bu durum oradaki
insanların Türkiye’ye ve insanına
karşı sevgisi artırmakta, kardeşlik
bağlarımızı güçlendirmektedir. Orta
Asya konusunda ciddi anlamda ilgisiz
kalmışız ve öyle duruyoruz. Buna
binaen var olan bilgilerimiz de çok ileri gitmemektedir, daha çok kulaktan
duyma kalıp bilgilerden besleniyoruz.
Sovyetlerin
geniş coğrafyaya
yayılmışlığı ve
uzun dönem
egemenliği
Moğolistan’ı
da etkilemiş
durumdadır.
Müslümanlar
Sovyet etkisinde
kalmışlardır
ve yaşadıkları
müslümanlıkta
bu etki görülmektedir.
UGSAM SAHA RAPORTÖRLÜĞÜ
28
/ugsamnews
RAPOR
KİMYASALLAR 4 ZİKA
HAK
ve batıl mücadelesi; insanlık tarihi kadar eski olup
yaratılan ilk insan Hz. Adem
ile başlamış; bu mücadelenin en somut ve kıymetli
örneklerinde biri olan Adem as.’ın oğulları Habil
ve Kabil ile devam etmiş ve biz insanlar var olduğu
sürece de devam edecek olan Hakk Teala’ın en
temel Sünnetullahlarından biridir.İnsanlığın temel yaratılış sebeplerinden biri olan imtihan, her
çağda farklı bir boyut kazanmış, her yeni nesil ile
mücadelenin şekli de değişmiştir.Ancak imtihan,
zahirde ne kadar farklı olursa olsun,perdenin arkasındaki sır ve mücadele temelde aynıdır.Kendini
dünyanın heva ve heveslerinden sıyırıp, perdeyi
aralayabilen şahsiyetler ise tarihte izler bırakarak
biz- lere sürekleri örnek teşkil etmişlerdir.Bizler
bilinçli Müslümanlar olma yolunda-imtihanı, mücadeleyi kazanma yolunda-bu şahsiyetlerin ayak
izlerini takip ederek zihinlerde her türlü bozgunculuk ile, zahirde ise batılın her türlü oyun ve gerek
biyokimyasal gerekse diğer alanlardaki silahları ile
mücadele etmek mecburiyetindeyiz.
Zika; serinin daha önce de yazdığımız biyokimyasal silahlar arasında ölümcül olmamakla
birlikte en tehlikeli olanıdır.Batıl, bu virüs ile yeni
bir stratejiye yönelmiş toplu katliamdan ziyade
daha çok insanlığı kontrol altına almayı amaçlayan
bir yol haritası çıkarmıştır.Daha önce anlatmaya
çalıştığımız biyokimyasalların en dikkat çekici ortak
özelliği hepsinin ‘’Coronavirüs’’ ailesine ait olması
ve toplu katliamlara yol açması idi; Zika ise daha
bilindik bir virüs ailesi mensubu olup laboratuar
ortamında üretilmeyip doğada saptanarak yayılım
göstermiştir.
Fransız Polinezya’sında ilk ciddi salgınına sebep
olmuştur.Bu salgından 32000 kişi etkilenmiştir.
***işaret; ilk ciddi salgınlardan biri olan Fransız Polinezya’sının
yerini göstermektedir.
Zika; ilk olarak maymunlarda tespit edilmesine rağmen insanlara, Aedes aegypti cinsi sivrisineklerle ve cinsel yolla bulaşmaktadır.Virüs, vücutta hemen her sıvıyla taşınabilmekte;
•Semende 62 gün
(68 yaşında erkek hasta. 2014 yılında Cook Adalarından İngiltere’ye dönüyor. Zika virüs enfeksiyonu
geçiriyor. Semende virüs 62 güne dek tespit ediliyor.)
•İdrarda 15 gün
•Kanda 1 hafta
•Tükürükte var…
•Şu ana dek anne sütünde tespit edilmedi…
Başlıca belirtileri:
•Ateş
•
Baş ağrısı
•
Gözlerde kızarma
•Kusma
•Döküntü
•
Kas ve eklem ağrısı
Zika virüsü (ZIKV), Flaviviridae virüs
familyasının ve Flavivirus cinsinin bir üyesidir. RNA
virüsüdür.
V
İlk defa 1947 yılında Uganda’da Zika Ormanında dikkat çekmiştir.Sarı humma araştırmaları sırasında ateşlenen rhesus maymunlarında
farkedilmiş olup ‘Zika virüs’ olarak ise 1952 yılında
tanımlanmış.1954 yılında Nijerya’da ilk defa bir
insanda virüs izole edilmiştir.Virüs, keşfedilişinden yaklaşık 50 yıl sonra; 2007 yılında Pasifik
okyanusundaki Yap adasında; daha sonra da; ekim
2013-Nisan 2014 arası Güney Pasifikte bulunan
25 yaşında Avrupalı kadın hasta
•2013 yılından bu yana Brezilya’da yaşıyor
•Şubat 2015’te gebeliğin 13. haftasında ateş, döküntü
ve kas ağrıları oluyor.
•14 ve 20. hafta USG’leri normal
•28. haftada Avrupa’ya dönüyor
•29. haftada ilk fetal anomaliler tespit ediliyor
irüs; insanlarda nonspesifik, ölümcül olmayan,
semptomlara yol açıyor; ancak virüsü etkili ve
tehlikeli kılan durum ise gebeler üzerindeki etkisidir:
29
/ugsamnews
RAPOR
•32. haftada annenin isteği ve etik komitenin onayı
ile gebelik sonlandırılıyor
Mikrosefalili fetüs beyninden RT-PCR
metodu ile virüs tespit ediliyor. Başka bir vücut
dokusunda virüse rastlanmıyor.
Yukarıda verilen vaka örneğinde de olduğu
gibi; virüs anne karnındaki çocuğun merkezi sinir
sistemine direk müdahale ederek bebeği daha
doğmadan neredeyse bütün insani vasıflarını ortadan kaldırıyor.Anneleri virüse maruz kalmış yeni
doğanların hemen hepsinde motor işlevler(kısmen)
ve bilişsel işlevler(daha fazla olmak üzere)’in bozulmuş olduğu tespit edilmiştir.
Batıl, amacına ulaşmak için geçmişten bu
güne dek eline geçen her fırsatı değerlendirmiş, ve
sonucu tüm dünyayı ateşe atmak dahi olsa eylemlerinden vazgeçmemiştir.Her alanda yaptığı bozgunculuk ilk olarak biz Müslümanları etkilemiştir.Kendi
çabasıyla laboratuar ortamında üretmiş olduğu
bütün biyokimyasalları önce Müslüman nüfusun
yoğunlukta olduğu bölgelerde denemiştir.Zika, batıl
güçlerin uyguladığı bu bozgunculuk profilinin dışına
çıkmış ilk olarak gayrimüslim halkın çoğunlukta olduğu bölgelerde ortaya çıkmıştır.Burada önemli olan
biz Müslümanların bu bakış açımızı hangi yönde
geliştirmemiz, bu yeni stratejinin üst akılının nasıl
oluşturulduğunun bilincine varış konusuna eğilme
gerekliliğidir.
Çoğu zaman biz Müslümanlar, zahire o kadar
bağlı kalıyoruz ki asıl düşmanı ve onun amacının
tamamen unutuyor; batılı yönlendiren ve hatta
bütün insanları etkisi altında bırakmaya çalışan,
dünyada kavimler, toplumlar, devletler gelip geçse
de Hakk’ın karşısında kıyamete kadar savaşacak
düşmanı göz ardı ediyoruz.Unutulmamalıdır biz
Müslümanların vermesi gereken asıl mücadele, batıl
devletler ve silahlarının yanında, onları da kendi
amacı doğrultusunda-zihinlerini kontrol altına
alarak(tıpkı ZİKA virüsü gibi)-asıl düşmana karşı
vereceği mücadeledir.
“Dirilecekleri güne kadar bana süre tanı,” dedi.
“(ALLAH)Sana süre tanınmıştır,” dedi.
“Beni saptırmana karşılık onlar için senin dosdoğru
yolun üzerine sinsice oturacağım.”
“Sonra önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından kendilerine sokulacağım. Böylece çoklarını
şükreder bulmayacaksın.
Zika; pasifikte yaptığı ilk salgından sonra
2015-2016 yıllarında çok hızlı bir yayılım göstererek
33 ülkede ciddi salgınlara yol açmıştır. Dünya sağlık
örgütünün verilerine göre salgınlar Şili hariç bütün
güney Amerika’yı etkisi altına almıştır:
“(ALLAH)Dedi ki: “Horlanmış ve kovulmuş olarak
oradan çık. Onlardan sana uyanlara gelince, hepinizle cehennemi dolduracağım.”
Araf /14-18
Selam ve Dua ile...
Fatih KIRMIZI
UGSAM TIP RAPORTÖRÜ
30
/ugsamnews
RAPOR
NÜKLEER ENERJİ
A.NÜKLEER ENEJİ NEDİR VE NASIL
BULUNDU?
D
oğada bulunan maddelerin özelliklerini, atomlarının merkezindeki çekirdeğin özelliği belirler. Nötron ve protondan oluşan enerji toplamını en az enerji kullanarak oluşturmaya çalışır.
Atom enerjisi veya nükleer enerji, atom çekirdeğinin bölünmesi, parçalara ayrılması (fisyon) veya
iki atomun birleşmesi, kaynaşması (füzyon) neticesinde açığa çıkan enerji olarak tanımlanabilir.
Günümüzdeki nükleer santraller, Uranyum-235
(U-235) atomunun çekirdeğinin bir nötron ile
parçalanması sonucu işlev sağlarlar.
Ağır radyoaktif maddelerin nötron bombardımanı
sonucu daha küçük atomlara bölünmesine fisyon,
hafif maddelerin ise birleşmesine füzyon tepkimeleri denilebilir. Güneş patlamaları füzyona örnek
verilebilirken, daha önce bahsi geçen U-235 ile açığa
çıkan nükleer tepkimeler ise fisyona örnek
verilebilir.
Becquerel’in ardından 1898 yıllarında Marie
ve Pierre Curie uranyumun alfa ışınları ışıyarak
polonyum ve radyuma dönüşmesini bulmuşlardır.
1930 yıllarında ise Enrico FERMI elementleri nötron
bombaların tutmuş ve yeni elementler elde etmeyi
başarmışlardır.
Irene Joliot-Curie’nin çalışmaları sonucunda
ise uranyumdan ağır lantanyumu keşfetmişlerdir.
Bu sürecin ilerlemesiyle nükleer fisyon keşfedilmiştir.
B.NÜKLEER SANTRALLER NASIL
ÇALIŞIR?
B.1. Nükleer Fisyon
oğada bol miktarda bulunan uranyumun
nükleer enerjinin hammaddesi olduğu için
endüstride kullanım alanı yoktur.
D
Zincirleme reaksiyonun oluşması için
nükleer yakıtta parçalanabilir izotopun zenginleştirilmesine ihtiyaç duyulmadan tabii halde
uranyum (%0.72 U-235 zenginliğinde) ve moderatör
(nötron yavaşlatıcı) olarak grafit veya ağır suya,
soğutucu olarak da karbondioksit, helyum veya ağır
su gereklidir. Eğer moderatör ve soğutucu olarak da
hafif su kullanılırsa az zenginleştirilmiş (%3-4 U-235
zenginlikte) uranyum yakıtına gereksinim vardır.
Nükleer enerji üretiminde; nötronları U-235
tarafından yutulmuş olması nedeniyle kararsız olan
U-236 çekirdeği 2 veya 3 parçaya bölünerek kararlı
hale geçerler. Böylece yeni nötronlar ve çekirdekler
ortaya çıkar. Yeni oluşan nötronların da diğer U-235
atomların çarpması sonucunda bölünmesine ve
böylece daimi enerji üretilmesine, zincirleme tepkimeye neden olurlar.
Reaktörün merkezinde oluşacak olan
nükleer reaksiyonu başlatmak için Kaliforniyum
veya Amerisyum-Berilyum gibi nötron kaynakları
gerekirken kontrol altında tutmak veya durdurmak için ise boron, gümüş-indium-kadmium gibi
nötron yutucu kontrol çubukları kullanılmaktadır.
Kontrol çubuğunun reaktör kalbinden çekilmiş hali
zincirleme reaksiyonun devamlılığını gösterirken,
sokulmuş hali ise durdurulmasını göstermektedir.
Bu zincirleme bölünme reaksiyonlarının kontrollü
olarak yapılabildiği sistemlere ise nükleer santraller
denir.
Nükleer enerji, 1896 yılında Fransız fizikçi
Henry Becquerel tarafından karanlıkta uranyum
maddesinin ve fotoğraf plakalarının yan yana
bulunması sonucu yayılan radyoaktif ışınların fark
edilmesi sonucu bulunmuştur.
B.2. Kurulan İlk Nükleer Reaktörün Çalışma
Prensibi
urulan ilk nükleer reaktörde, Fermi yakıt elemanları arasına grafit(karbon) tuğlaları yerleştirilmiştir.
K
31
/ugsamnews
RAPOR
Karbon çekirdekleri nötronlardan 12
kat daha fazla olmasına rağmen nötronlar
yavaşlatılmıştır. Bununla karbon çekirdekleriyle
oluşan birçok çarpışmadan sonra nötronun 235U
ile fisyon yapma olasılığını arttırmak amaçlanmıştır.
Modern reaktörler yavaşlatıcı olarak su kullansalar
da bu tasarımda moderatör karbondur.
Yavaşlatma işleminde nötronların çekirdek tarafından yakalanması için fisyon işleminin
gerçekleşmesi gerekmez. Örneğin; Eğer nötronlar
yüksek kinetik enerjiye sahip ise 238U çekirdeği
tarafından yakalama olasılığı çok yüksek, düşük
olduğunda ise çok düşüktür. Böylece nötronların
yavaşlatılması hem çekirdeği reaksiyona duruma
getirir hem de yakalanma şanslarını azaltır.
Kendiliğinden bir zincir reaksiyonel ilk
olarak 2 Kasım 1942 yılında gerçekleştirildiğinde
başarı Washington’a şu mesajla bildirilmiştir: “
İtalyan denizci Yeni Dünya’da karaya çıktı ve oradaki halkı oldukça yakın buldu.” Tarihi olay,
Chicago Üniversitesinin içindeki batı standının altında bulunan raket avlusundaki uydurma bir
laboratuvarda gerçekleştirildi. İtalyan denizci Fermi’yi temsil ediyordu.
C.1. Avantajları
•
Enerji bağımlılığını azaltacaktır.
Günümüzde ülkemizin elektrik ihtiyacı %31 oranında doğalgazdan sağlanmaktadır. Kendi enerjimizi
ürettiğimiz takdirde dışa bağımlılığımız azalacaktır.
•
Alternatif enerji kaynağı olarak kullanılabilir. Dünyanın enerji talebinin yaklaşık olarak %80’lik
kısmını kömür, petrol ve gaz gibi sonu gelebilir fosil
yakıtlar sağlamaktadır. Dünyada petrol rezervleri
2050, doğal gaz rezervleri ise 2070 yılında biteceği
öngörülmektedir. Bu nedenle dünyanın alternatif
bir enerji üretim sistemine ihtiyacı vardır.
•
Doğal kaynakların korunması sağlanacaktır.
Bir facia olmadığı sürece, nükleer santraller doğaya
hidroelektrik santrallerden daha az zarar vermektedir. Yenilenebilir enerji kaynakları her ne kadar
zararsız görünse de verimli topraklar üzerine kurulduğunda toprağı olumsuz etkilemektedir.
•
Enerjinin uzun süreçte fiyatını sabit tutacaktır. Petrol ve doğal gaz fiyatlarında ileriki yıllarda
nasıl bir değişim olacağı öngörülemezken nükleer
enerji, elektrik üretim fiyatlarındaki dalgalanmayı
engelleyecektir.
•
Ülkemiz nükleer enerji teknolojisine sahip
olacaktır.
Nükleer enerjinin kullanımı ciddi bir eğitim sürecini ve beraberinde ileri teknoloji ve bilgi birikimini
getirecektir.
•
Her yıl artan enerji ihtiyacına çözüm olacaktır. Her yıl teknolojinin ilerlemesi, her alanda
elektriğin daha fazla kullanılması nedeniyle artan
enerji ihtiyacının çözümlenmesine yardımcı etken
olabilecektir.
•
Küresel ısınmaya karşı alternatif enerji
kaynağı konumundadır. Fosil yakıtların meydana
getirdiği CO2 gazı sera etkisini arttırırken dünyanın
ortalama sıcaklığının yükselmesine ve bu nedenle
küresel ısınmaya neden olmaktadır. Nükleer enerji
ile çok az CO2 gazı meydana geldiği için küresel ısınmayı azalttığı düşünülebilir.
C.2. Dezavantajları
•Güvenlik
Dünya genelinde hiçbir nükleer santral yüzde yüz
güvenli değildir, bu sebeple en ufak kazalar bile facialara neden olabilir.
•Saldırılar
Nükleer santrale yapılacak en ufak bir saldırı ciddi
sonuçlar doğurabilir.
•
•
Nükleer Atıklar
Yüksek Sermaye
D.NÜKLEER ATIKLAR
ıllar boyunca nükleer/fisyon tepkimeye uğrayan
yakıt belli bir sürenin ardından verimliliğini yitirecek, kullanılamaz hale gelecektir ve değiştirilmesi
gerekecektir. Ancak çekirdekte bulunan nükleer
atık bir süre daha ısı vereceği için soğutulması
gerekir. Genel olarak santrallerde gerçekleştirilen
uygulama, atığın reaktörün içinde bir atık havuzuna
koyulması işlemidir. 2 sene bu havuzlarda bekleyen
atık ısı salımını nerdeyse sıfırlamış olur.
Çekirdekten çıkarılmış olan bu atıkta, radyoaktif
elementler bulunmaktadır. Aynı fisyon tepkimesi
gibi bu elementler de kendi kendilerine bölünerek
başka elementlere dönüşürler. Radyoaktivite bu
kararsız elementlerin bölünürken açığa çıkardığı
parçacıklardır. Yakıttaki radyoaktif elementleri elimine etmek için akla ilk gelen çözüm zararlı kısmın
ana yakıttan ayrıştırılmasıdır. Ancak bu süreçte
yakıtın %1’ini oluşturan plütonyum da ayrışabileceğinden bazı ülkeler güvenlik tehlikesi görüp
yasaklamıştır.
Y
32
/ugsamnews
RAPOR
Kritik altı bir yakıt elamanının çevresine yansıtıcı
blok yerleştiren 1 isçi, yakıt kütlesinin kritikliğe
ulaşması sonucu oluşan radyasyondan ölmüştür.
21.05.1946 – Los Alamos (ABD): Bir öncekine benzer
kritiklik kazası, 1 ölü.
15.10.1958 – Vinca (Yugoslavya): Biyolojik zırhlıma olmadan gerçekleştirilen bir kritiklik deneyi
sırasında, operatör hatası sonucu kontrolsüz kritiklik nedeniyle 6 personel radyasyona maruz kalmış, 1 kişi ölmüş, 5 kişi lösemi tedavisi görmüştür.
03.01.1968 – Idaho Falls (ABD): SL1 araştırma reaktörü, kontrol çubuğunun elle çekilmesi sonucu
reaktör koluna fazla miktarda reaktivite verilir, ani
ve çok miktarda güç yükselmesi sonucu oluşan “su
çekici” nedeni ile meydana gelen patlamada 3 kişi
hayatını kaybetmiştir.
24.07.1964 – Woods River (ABD): Yüksek zenginlikteki uranil nitrat solüsyonunun taşınması sırasında meydana gelen kazada 1 kişi hayatını kaybetmiştir.
13.05.1975 – İtalya: Gıda sterilizasyon tesisinde
Kobalt-60 kaynağından yayılan radyasyon sonucu 1
ölüm gerçekleşmiştir.
Ancak elektrik enerjisinin %75’ten fazlasını nükleer
enerji ile sağlayan Fransa’da böyle bir yasak yoktur,
hatta diğer ülkelere oranla nükleer atık birikimi
oldukça azdır.
Nükleer atıkların saklanması için başka çözümler
de vardır. Örneğin atıkların taşınmasında kullanılan
tanklar. Bir nükleer atık tankı 100 metre yükseklikten beton sertliğindeki bir zemine düşme, yarım saat
boyunca 80000°C ateşle yanma ve 8 saat boyunca
su altında kalma testlerinin hepsini, ardı ardına
geçmelidir.
E. DÜNYADA MEYDANA GELMİŞ NÜKLEER
KAZALAR
ükleer enerji santrallerinin zannedildiği gibi
nükleer bomba gibi patlama olasılığı yoktur.
Hatta güvenlik önlemleri açısından herhangi bir
tesisten daha iyidir. Buna rağmen ticari veya askeri
nedenlerden faaliyetlerden dolayı, birçok ölüm meydana gelmiştir.
•
İyonlaşma Radyasyonuna Maruz Kalma Sonucu Ölümle Sonuçlanan Nükleer Tesis Kazaları
aşağıda belirtilmektedir:
08.08.1945 – Los Alamos (ABD), kritiklik kazası:
N
23.09.1983 – Constitiuyentes (Arjantin): Reaktör
koru modifikasyonu sırasında ani güç yükselmesi
nedeniyle 1 operatör ölmüştür.
28.04.1986 – Çernobil (SSCB): Bugüne kadar olmuş
kazaların en büyüğüdür. Kontrolsüz ani güç yükselmesi kazası, yanık ve vuruk nedeniyle 2 ani ölüm,
10 günlük dönem boyunca atmosfere radyoaktif
fisyon ürünlerin atılması ile yaklaşık 200 kişi akut
hastalığa tutulmuş ve bunlardan 31’i kazayı izleyen
üç ay içerisinde ölmüştür.
30.09.1999 – Tokaimura (Japonya): Yeniden isleme tesisinde meydana gelen kazada isçiler, izin
verilen limitlerden çok daha fazla miktarda Uranyum-235’in bir arada depolanması yaşandı ve üç
isçi yüksek radyasyon alarak hastaneye kaldırıldı.
1 teknisyenin hayatını kaybettiği Tokaimura Santral kazasında, santral civarında yasayan 313 bin
kişi evlerinden dışarı çıkarılmadı. 10 kilometrelik
bölge yasak alan ilan edildi.
•
Çevre Üzerinde Etkisi Olan ve Çalışanların
Işımaya Maruz Kaldığı Nükleer Güç Santrali Kazaları aşağıda vurgulanmaktadır:
33
/ugsamnews
RAPOR
Windscale kazası, nükleer kazalar içerisinde önem
taşır. Genelde reaktör parçaları ile ilgili olan bu
kazalar aşağıda verilmiştir.
1957 – Windscale (İngiltere): Metal uranyum yakıt
elemanlarının soğutulması kaybı sonucu çıkan
reaktör yangınında fisyon ürünleri atmosfere
yayılmıştır. Hemen çevrenin ve çalışanların izlenmesine başlanmış, çevreden sağlanan süt dağıtımı bir
süre durdurulmuştur. Reaktör çevresinde yaşayanlardan 260’ı tiroide kanseri olmuştur.
1958 – Chalk River (Kanada): Bozuk yakıt elemanlarının reaktör korundan çıkarılması sırasında,
yakıtın taşıma konteynerine sıkışıp, daha sonra
depolama kuyusuna düşerek yanması kazasıdır.
Yaklaşık 48 kişi farklı düzeylerde radyasyona maruz
kalmıştır.
Mart 1965 – Chinon A1 (Fransa): Girilmez işaretini
görmeyip, yakıt değiştirme bölgesine giren bir işçi
radyasyona maruz kalmıştır.
Eylül 1979 – Chinon A2 (Fransa): Karbon-Dioksit
kaçağını bulmak için yapılan bir çalışma sırasında 2
isçi radyasyona maruz kalmıştır.
Ekim 1999 – (Güney Kore): Teknoloji Bakanlığı’nın
yaptığı açıklamaya göre, Kyongsang bölgesindeki
nükleer santralde, reaktör bakım-onarım çalışmaları sırasında kaza meydana gelmiştir. Kazada
pompadan 45 litre ağır su açığa çıktığı ve ortamdaki
radyasyonun kontrol altına alındığı açıklanmıştır.
ler içerisindeki en önemli kazalardandır. Emniyet
vanasının yanlışlıkla kapalı kalması sonucu kaza
meydana gelmiştir. Reaktör kabının büyük bölümü
kirlenmiş ve atmosfere radyoaktivite yayılımı
yaşanmıştır.
Three Mola Island kazasında, bölgede genel acil
durum ilan edildi ve çevrede bulunana 144 bin kişi
başka yerlere sevk edildi. Bu olayda o an için can
kaybı olmadı, ancak geriye çevresel faktörlerinin
yıkıcı etkileri kaldı.
1993 – Tomak-7 (Rusya), yeniden işleme santralinde oluşan patlama sonucu ciddi miktarda
plütonyum ve radyoizotopları çevreye yayılmıştır.
1995 – Montu (Japonya), reaktörde sodyum sızıntısı
meydana gelmiş ve ardından da yangın çıkmıştır.
Reaktör o günden buyana kapalı kalmıştır.
1998 – Cıvaux (Fransa), en yeni reaktöründe sızıntı
meydana gelmiş, sızıntı ancak 10 saat sonra kontrol altına alınabilmiştir.,
2002 – Davas Besse (ABD), reaktörün 17 cm kalınlığındaki basınç kabında, çalışma basıncına dayanmak üzere tasarlanmamış paslanmaz çelik kaplamaya kadar ulasan 130-200 santimetrekarelik bir
delik bulunmuştur.
2003 – Macaristan, 30 yanmış yakıt çubuğunun
pek çoğu bir temizleme tankında kırılarak, konteynerin dibinde 3,6 ton uranyum parçası bırakmıştır. Bu durum halen bir sonuca ulaştırılamamıştır
2005 – THORP (Britanya), reaktörde nitrik asit
sızıntısı nedeniyle tesis o günden beri kapalıdır.
•
Santralin Mevcudiyeti Üzerinde Etkili Olan
Kazalar aşağıda belirtilmiştir:
1952 NRX, 1955 EBR1 (ABD), 1966 Enrico Fermi (ABD),
1967 Chapel (İ İngiltere), 1969 Lucens ( İsviçre), 1969
ve 1980 Saint-Laurent Al (Fransa), 1973 SSCB, 1975
Browms Ferry (ABD), 1972 Millstone (ABD), 1976, 1982
ve 1983 Phenix (Fransa) reaktörlerin içerisinde
meydana gelen kazalar tesislerin altı ay ile iki buçuk
yıl arasında değişen sürelerde kapalı kalmalarına
neden olmuştur. Three Mile Island 2 bu reaktör-
2011 – Fukuşima (Japonya), 2011 Tohoku depremi
ve tsunamisinin neden olduğu yedek güç ve muhafaza sistemlerindeki büyük hasar, Fukuşima
I nükleer tesisi reaktörlerinin bazılarında aşırı
ısınma ve kaçaklara yol açtı. Reaktörlerin her
birindeki kaza ayrı ayrı derecelendirildi; üç tanesi
seviye 5, bir tanesi seviye 3 ve durumun bütünü ise
seviye 7 olarak derecelendirildi. Santral etrafında
20 km’lik bir yasak bölge ve 30 km’lik gönüllü bir
tahliye bölgesi oluşturuldu.
F.TÜRKİYE VE NÜKLEER ENERJİ SANTRALİ
ürkiye’nin biri inşaat aşamasında diğeri proje
aşamasında olmak üzere iki adet nükleer
enerji santrali projesi bulunmaktadır. Ayrıca üçüncü
bir santral için ülkenin çeşitli bölgelerinde fizibilite
çalışmaları devam etmektedir.
T
32
/ugsamnews
RAPOR
Gerçekleşmesi planlanan ilk nükleer santral Mersin’in Gülnar ilçesinde kurulacak olan 4800 MW
kapasiteli Akkuyu Nükleer Enerji Santrali’dir. Bir
diğeri ise Sinop’ta kurulacak olan 4400 MW kapasitesi olan santraldir.
Akkuyu Nükleer Santrali
Bu santralde her biri 1200 MW güçteki 4
reaktörden üretim sağlanması planlanmaktadır.
İlk reaktörün 2019 diğerlerinin ise 2022
yılına kadar faaliyete geçip tam kapasite çalışması
amaçlanmaktadır. Türkiye’de elektrik tüketimi her
yıl ortalama %5 artmaktadır.
Akkuyu Nükleer santralinin 2022 yılında
ülkenin elektiriğinin %9,2 sini karşılayabileceği
öngörülmektedir.
Türkiye’deki nükleer santraller ve kurulu güç tablosu
Aslında kaygılandırması gerekiyor. Türkiye’nin
aksine fiyat artışları Rusları etkiledi. Rusya’nın
Ankara Büyükelçisi Vladimir İvanovski yaptığı
bir açıklamada, 2013’te Mersin’de temeli atılacak
Akkuyu Nükleer Santrali’nin maliyetinin artacağını
söyledi. İvanovski, “Maliyet 20 milyar dolardan 25
milyar dolara çıkabilir” dedi. Akkuyu NGS yetkilileri
haberin kamuoyunu olumsuz etkileyeceğini düşünmüş olmalılar ki, daha sonraki açıklamalarında
yine 20 milyar dolar rakamını telaffuz etmeye hatta
daha aşağıya çekmeye başladılar. Biz 20 milyar
doları temel alalım. Bu durumda Akkuyu için ilk
yatırım maliyeti, kW kurulu güç başına 4116 dolar
seviyesinde kalacak (20 milyar/ 4800 MW). ABD’de ilk
yatırım maliyetlerinin 7 bin doların üzerinde olacağı
düşünüldüğünde Rusya’nın bu rakamı nasıl tutturacağı bir soru işareti. Çin’de yapımı süren AP-1000
tipi reaktörün ilk yatırım maliyetinin kW başına 3
bin 500 dolara geldiği yönünde haberler var. Çin’de
işçilik maliyetlerinin ucuz olmasının nükleer santrallerin diğer ülkelere kıyasla daha ucuza mal
edilmesine neden olduğu biliniyor. Bu durumda
birkaç seçenek var. Ruslar Akkuyu’daki reaktörü ya
Çinli işçilere yaptıracak ya da çalışacak işçilere Çinli
işçilerin aldığı parayı verecek. Üçüncü seçenek ise
VVER-1200 modelinin Batı’daki reaktörlere göre, bir
şekilde daha ucuza yapılacak olması.
Türkiye Nükleer Enerji Santralleri Profili
G.NÜKLEER SANTRALİN MALİYETİ
ükleer santraller için önemli maliyet kalemleri
göz önüne alınırsa;
N
•
•
•
•
•
Yapım giderleri
İlkyardım maliyeti
Yakıt maliyeti
İşletim giderleri
Söküm maliyeti olarak sıralanabilir.
Akkuyu Santrali ve maliyeti ;
Türkiye, dört adet 1200 MWe gücünde
reaktörden oluşan Akkuyu Nükleer Santrali için
farklı bir finansman modeli oluşturdu. Santralin
mülkiyetini Akkuyu NGS’ye verdi. Böylece 20 milyar
doları bulacağı söylenen ilk yatırım maliyetini Rus
şirketine yükledi; beraberinde kredi bulma derdini
ve onun faiz yükünü de. Bu nedenle ilk yatırım maliyetinde meydana gelen fiyat artışı Türkiye Cumhuriyeti’ni çok da kaygılandırmadı.
Toplam Reaktör Sayısı:449
33
/ugsamnews
RAPOR
H.İÇ HUKUK DÜZENLEMELERİ
N
ükleer enerjiye yönelik düzenlemeler, şu
amaçlar etrafında toplanmaktadır:
1. Radyasyon güvenliği (Standartlaştırma) : 1994
tarihli Nükleer Güvenlik Konvansiyonu (Nuclear Safety Convention), ulusal nükleer güvenlik
mevzuatının nasıl düzenleneceğine ve etkin bir
nükleer tesis lisanslama sisteminin nasıl kurulacağına dair hükümler içermektedir. Taraf Devletler,
iç hukuklarını bu sözleşmeye göre düzenlemişlerdir.
2. Tesislerin işletme ruhsatı (Lisanslama) : Bu
konu, Devletlerin idare hukukunu ilgilendirmektedir. ABD’de ve Avrupa’da açılan nükleer enerji
santrallerin açılmasını engelleme amaçlı komşu
mülk sahipleri ve aktivist çevre grupları tarafından açılan davalar bu kategoridedir. Genelde bu
davalar yargılama hukukundan doğan yargılama
konusunun yokluğu (ripeness) ilkesi üzerinden reddedilmektedir.
3. Hukuki sorumluluk : Ulusal devlet nükleer sorumluluk düzenlemelerinde, nükleer risk ve nükleer
enerjiden beklenen fayda arasında yeterli denge
kurulmalıdır.
32
/ugsamnews
RAPOR
4. Nükleer felaketlere ilişkin hazırlık ve nükleer afet
yönetimi : Bu konu da, Devletlerin idare hukukunu
ilgilendirmektedir.
5. Atıkların depolanması ve Tesislerin sökümü: Bu
meseleler de çevre hukukunu ilgilendirmektedir. Bu
alanlardaki düzenlemeler menfaat dengesini işleyen ve devlet arasında paylaştırmaktadır. Pek çok
ülke nükleer enerji tesislerinin sökümü konusunda önceden düzenleme yapmıştır. Örneğin İsveç
Nükleer Enerjinin Devreden Çıkarılması Yasası’na
dayanarak 1999 ve 2005’te iki reaktör sökümü
yapmıştır. Belçika ise nükleer tesislerin sökümü
için ayrı yasa çıkararak reaktör ömrünü 40 sene ile
sınırlandırmıştır.
6. Bilgi Edinme Hakkı: Vatandaşların nükleer enerji
faaliyetlerine ilişkin bilgi edinme hakkı insan hakları
hukukunu ilgilendirmektedir. Genellikle, nükleer
felaketlerden etkilenmiş veya sosyal demokrat
ülkeler korumacı bir hukuk düzenini tercih ederek
nükleer enerji tesisleri işletenlerin sorumluluğunu
kısıtlamamıştır. Milli nükleer enerji endüstrisi olan
ülkeler ise nükleer enerjiyi destelemek amacıyla
sorumlukta çeşitli sınırlamalar öngörmüşlerdir.
sorumluluk hukuku eyaletlere bırakılmamış ve federal hukuk düzeyine çıkartılarak ulusallaştırılmıştır.
Nükleer hukuk Nükleer hukuki sorumluluk A.B.D.,
Meksika Birleşik Devletleri, İsviçre Konfederasyonu,
Rusya, Çin, Kanada ve Güney Afrika ülkelerinde
federal düzeydedir. Federalizasyon ile nükleer hukuki sorumluluk eyalet seviyesinden ulusal düzeye
çıkartılmakta ve her reaktör kurulduğu zaman
eyalet bazında dava açılması engellenmektedir.
Federalizasyonun bir diğer sonucu da eyalet bazında değişen hukuki sorumluluğun yetersizliğidir.
Örneğin, Amerikan Anayasa Mahkemesine göre
davanın somut özelliklerine bağlı eyalet haksız fiil
tazminatı nükleer zarar için yeterli bir çare olmayacaktır.
Dünyadaki dokuz ülke toplam 14.900 nükleer silah
sahibidir. Bunların yüzde 93’ünü Amerika Birleşik
Devletleri ve Rusya oluşturuyor. 1980’lerin ortalarındaki zirveden bu yana, küresel cephanelikler
üçte ikisiyle küçüldü. Son 30 yıldaki daha fazla ülke,
silahları ve programları, onları elde etmeye çalışmaktan vazgeçti.
Ahmet Furkan YAVUZ
UGSAM DERLEME
Nükleer hukuki sorumluluk nükleer enerji santrali
yatırımına başlanmadan evvel mümkün olan en
güçlü hukuki araçlar ile kodifiye edilmiştir. Nükleer
33
/ugsamnews
BA
SIN
DA
BİZ
Download