1 İçindekiler 2 "Mümin, Allah katındaki azabı bilseydi, Cennetten ümidini keserdi. Eger kafir, Allah'ın rahmetini bilseydi, Cenneten ümidini kesmezdi." anlamında hadis var mıdır? Varsa nasıl anlamalıyız? Hz. Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular: “Mü‟min, Allah katında olan azabı bilmiş olsaydı, hiç kimse Cennete göz dikmezdi. Kâfir de Allah katında olan rahmeti bilmiş olsaydı, hiç kimse Cennet‟ten ümidini kesmezdi.” (Müslim, Tevbe 23, (2755); Tirmizî, Da'avât 100, (3542). Tirmizî: Bu hadis hasendir, demiştir. (a.y.) Bu rivayet, Allah karşısında, müminin koruması gereken edebi veciz şekilde ifade eden hadislerden biridir: Ne cennetliğim diyerek tam ümit ne de artık cehennemden başka yol yok diyerek ümidi kesmek. Aksine eşit derecede hem korku hem ümit içinde olmak gerekir Mümin ne kadar çok hayır amel işlese de, Allah'ın azabından korku içinde olacaktır. Yine ne kadar çok, ne kadar büyük günah işlese de Allah'ın rahmetinden ümidini kesmeyecektir. Yeis ve ucubun her ikisi de ruh dünyamızın iki büyük düşmanıdır. En kısa ifadesiyle, yeis „kişinin cehennemini garanti görmesi,‟ ucub ise „cennetini kesin bilmesi‟dir. Bir başka ifadeyle, yeis „Allah‟ın rahmetinden ümit kesmek,‟ ucub ise „O‟nun azabından kendini emin sanmak'tır. İbadet yapmada ve hayır işlemede başarılı olamayan insanlarda „ümitsizlik‟ hastalığı kendini gösterir. Başarıya ulaştığı halde nefsine söz geçiremeyen insanlarda ise, sonu kibir ve gurura varan ‗ucub‘ hastalığı meydana gelir. Bunlardan birincisi tefrit, ikincisi ifrattır. İkisi de zarardır. “De ki: Ey (günah işleyerek) kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah‟ın rahmetinden ümit kesmeyin. Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlayıcıdır. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan ve esirgeyendir.” (Zümer, 53) mealindeki ayet, ümitsizliğe yer olmadığını bildirir. Bu ayet, hem günahkar müminlere hem de müşrikler dahil bütün kafirlere hitap etmektedir. Şirk koşan ya da ateist olan bir kimse de tövbe edip tevhid yoluna, imana girebilir. İbn Abbas (r.a)'dan nakledildiğine göre, şirke düşen ve çeşitli günahları işleyen bazı kişiler, Hz. Muhammed (asm)'e gelmişler ve: "Senin anlattığın ve insanları ona davet ettiğin yol (din), güzel bir şeydir. Yaptığımız çeşitli kötülükleri affettirecek herhangi bir şey var mıdır? Bize bu hususta bir bilgi verir misin?" demişler. Bunun üzerine yukarıda meâli verilen âyet nazil olmuştur. (Abdulfettah el-Kadi, Esbâbu'n-Nüzûl, Mısır, 194). 3 Buna göre, büyük günah işleyen kullar Onun rahmetinden ümit kesmeyeceği gibi, ömrünü küfürde geçiren bir kimse de yine Onun rahmetinden ümit kesmez. İman ile Ona iltica eder ve Onun rahmetine sığınır. Ucub hastalığında ise yeisin zıddı bir durum söz konusudur. Burada kişi İslâm‘ı elden geldiğince yaşamış, ancak bu ilâhî ihsanı kendi nefsinden bilerek başkalarına karşı üstünlük davasına kalkışmış ve cennetini garanti görme hastalığına tutulmuştur. Bu hastalıktan kurtuluş reçetesi için şu ilâhî ikaza kulak vermek gerekir: “Sana gelen her iyilik Allah‟tandır. Başına gelen her kötülük de nefsindendir.” (Nisâ, 79) İyilik dediğimiz her ne varsa, bütün bunlar peygamberler tarafından insanlara öğretilmiştir ve onları işlemek için gerekli bütün şartları da Allah yaratmıştır. Meselâ, doğru söylemek bir hayırdır. Bu hayrı insanlara öğreten ilâhî kitaplar ve peygamberler olduğu gibi, o doğruyu söylemek için gerekli ağız, dil, tükürük bezi, gırtlak, beyin, sinir sistemi ve hava gibi bütün şartları yaratan da ancak Allah‘tır. İnsan bunları düşündüğünde, o hayırda çok az bir hisseye sahip olduğunu görür. Binlerce ilâhî mucizenin bir araya gelmesiyle ortaya çıkabilecek böyle bir hayırda, insanın hissesi, sadece o güzel amele meyletmesi, cüz‘î iradesini de bu yönde kullanmasıdır. Bunu böylece bilip, övünmek ve kendine güvenmek yerine Allah‘a şükretme ve O‘na minnettar olma yolunu tutmak gerekir. Bu yolda gitmeyenler ucub çukuruna düşerler. Demek ki, bir kulun kalbinde ―ümit ve korku‖ birleştiğinde Allah o kulun ümit ettiği şeyi mutlak verecektir ve korktuğu şeyden de onu emin kılacaktır. Nitekim şu hadiste bunu açıkça görmekteyiz: Resûlullah (asm) ölmek üzere olan bir gence "Kendini nasıl buluyorsun?" diye sorar, o genç de "Ey Allah'ın Resûlü, Allah'tan ümidim var, ancak günahlarımdan korkuyorum" diye cevap verir. Bunun üzerine Resûlullah (asm) da şu açıklamayı yapar: "Bu durumda olan bir kulun kalbinde (ümit ve korku) birleşti mi Allah o kulun ümit ettiği şeyi mutlak verir ve korktuğu şeyden de onu emin kılar." (Tirmizî, Cenâiz 11, (983); İbnu Mâce, Zühd 31, (4261). İlave bilgi için tıklayınız: “Havf ve reca (korku ve ümit) arasında olmak” ne demektir? 4 Evrimi çökertecek gelişmeleri sağlayan bazı bilim adamları neden kendileri teoriyi çökerttikleri halde evrim teorisini terk edip Allah´a boyun eğmiyorlar? Okuyucumuz sorusunda haklıdır. Bilimle uğraşan insanlar, kâinatta inceledikleri varlıkların mutlaka bir ilim, irade ve kudretin eseri olduğunu gördükleri ve bildikleri halde bir yaratıcıyı niçin inkâr etmektedirler? Bir harf kâtipsiz, bir iğne ustasız olmazken, şu koca kâinatın sahipsiz olması mümkün müdür? Elbette mümkün değildir. Gözlük camına mürekkepli bir kalemle birkaç nokta konduğu zaman, bu noktalar bazen bir dağın görünmesine engel olur. Aynen bunun gibi, işlenilen günahlar sebebiyle insanın manevî kalp gözüne konan noktalar, pek çok hakikatin görünmesine engel olur. Güneş, nur ve ziyadır. Girdiği yeri aydınlatıp, nurlandırıp, gül ve reyhanların, nergis ve lalelerin teşekkülüne sebep olurken, aynı güneş, mahiyeti bozulmuş maddeleri kokuşturur ve çürütür. Bunun gibi, mana âlemi günahlar sebebiyle bozulmuş kimselerin, kâinattan aldıkları marifet nurları âlemlerinde söner. Her bir varlık, Allah‘a açılan bir pencere iken, onun âleminde gelişigüzelliğe ve tesadüfe dönüşür. Onların artık hakikate nüfuz etmeleri mümkün değildir. Çünkü Cenabı Hak öyleleri için; ―Onların kulakları vardır işitmez, gözleri vardır görmez, akılları vardır fakat idrak etmez. Şeytan onların amellerine kendilerine hoş gösterir‖ (Araf, 7/179) buyuruyor. Bizim böylelerin avukatlığını yapmamıza gerek yok, Şeytanlar onu ziyadesiyle yapıyor. Biz, Allah‘a inanmanın bir iman meselesi olduğunu gözden uzak tutmamalıyız. Allah‘a inanmanın yolu, Allah‘ı bilme ve anlama yönünde gayret sarf etmekten geçiyor. Ancak bu da yeterli değildir. Cenabı Hakk da ona iman nurunu ihsan edecek. İnsan, iradesini bu yönde kullanmazsa, Allah iman nasip etmiyor. İnsan cüzi iradesini izi bu yönde kullanınca da, o iman nuru, yine Allah‘ın lütuf ve merhametine bağlı olarak insanın ruhuna yerleşir. Biz başkasına Allah‘ın bu ikramı niye yapmadığına değil, bize ihsan ve lütfettiği bu iman nimetine karşı şükrünü eda ve O‘na minnettarlığımızı bildirmeye gayret etmeliyiz. Bilmeliyiz ki, dünya ve ahirette bu iman nimetinden daha büyük ve değerli bir ihsan ve lütuf olamaz. Dolayısıyla böyle bir nimete mazhar olmak, Allah‘ın yanında ne kadar kıymetli, değerli ve sevgili olduğumuzu gösteriyor. Her halde bize düşen görev, bu sevgi ve lütufa mazhar olmaya çalışmaktır. Yoksa böyle bir nimetin elimizden alınması için, başta şeytan ve nefis ve kötü arkadaşlar her an çalışıyorlar. Tabir caiz ise, bu nimeti kaybetmemek için ona dört elle değil, belki sekiz elle sarılmalı ve Allah‘a, bu nimeti bizden almaması için yalvarmalıyız. Çünkü iman nimeti insanın hem dünyasını hem de ahretini aydınlatıyor. Sahibine dünyada da Cennet hayatı yaşatıyor. Prof. Dr. Âdem Tatlı 5 "Dininizi alacağınız kimseyi iyi seçiniz." gibi bir hadisi var mıdır? “Dininizi alacağınız kimseyi iyi seçiniz.” anlamına gelen bir hadis rivayeti bulamadık. Ancak, âlimlerimiz bu anlama gelecek ifadelerde bulunmuşlardır: Tâbiînden Muhammed bin Sîrîn (ra) şöyle demiştir: “Şüphesiz ki, bu hadis ilmi dindir. Öyleyse dininizi kimlerden aldığınıza dikkat edin! Eskiden hadislerin hangi yolla geldiği sorulmazdı. Fitne ortaya çıkınca; ‗bize râvîlerinizin adlarını söyleyin‘ demeye başladılar. Şimdi Ehl-i Sünnet‘e dikkat ediliyor ve onların rivayet ettikleri hadisleri kabul ediliyor. Ehl-i bid‘ate bakılıyor, onların rivayet ettikleri hadisleri kabul edilmiyor.‖ (bk. Müslim, Mukaddime 5) İmam Mâlik de şunları beyan eder: “Bu ilim dindir. Dolayısıyla dininizi kimden aldığınıza dikkat edin! Vallahi ben, şu direklerin yanında, Rasûlullah şöyle buyurdu, diyen yetmiş kişiye yetiştim. Fakat onlardan hiçbir şey alamadım. Halbuki bu zevâtın her biri, kendisine beytü‘l-mal güvenilecek kadar emin insanlardı. Onlardan hadis almayışımın sebebi, hadis ilmine ehil olmamalarındandır.‖ (Ahmed Dâvudoğlu, Müslim Tercüme ve Şerhi, Sönmez Y. 1977, 1/39, dipnot: 133) Bir ümmet olarak bütün müminlerin, Rasûlullah‘ın hadisleri ve Sünneti konusunda bu imanî hassâsiyeti göstermesi gerekir. Hadis diye uydurulmuş, gerek bilenler arasında gerekse halk arasında şöhret bulmuş sözleri, iyice araştırmadan nakledip anlatan kişilerin de aynı suça iştirak edenlerden olduğu söylenebilir. “Hadis diye uydurulan sözlerden nasıl kurtulacağız?” sorusuna M. Yaşar Kandemir, özetle şöyle cevap verir: Hadis tetkikçilerinin büyük gayretlerine rağmen, kâh İsrâiliyat veya ehl-i kitabın diğer sözleriyle, kâh hekim ve tabiplerin hikmetleriyle, bazen eskilerin meşhur ve güzel meselleriyle, bazen de kendi buluşlarıyla desteklenip gelişen hadis diye uydurulmuş sözler, gerek dinin bünyesinde ve gerekse müslümanlar üzerinde yıkıcı tesirler icrâ etmiştir. Her şeyden önce, bu uydurmalar, müslümanların dininin ana kaynaklarını gâyet emin bir şekilde okuyup öğrenmelerine, Peygamber (asm)‘in söz ve hareketlerini olduğu gibi görüp tanımalarına büyük ölçüde birer engel teşkil etmiştir. Zira bu uydurmaların içinde, müslümanların günlük hayatlarını ve dinî yaşayışlarını pek yakından ilgilendiren birçok direktifler mevcuttur. Bilhassa zındık diye bilinen din düşmanları, İslâm imanı ile uyuşmayan hurâfeler ve islamı tanımayanlara dini hakir gösterecek gülünç sözler uydurarak müslümanları bir keşmekeş içine sürüklemişlerdir. Ancak şunu net olarak ifade edebiliriz ki, Peygamber (asm) adına hadis uyduranlar, muhaddislerin azimli çabaları sonunda tanınmış, icad ettikleri sözler de mevzûât kitaplarında toplanmıştır. Bununla beraber onlardan gelecek tehlikenin tamamen ortadan kalktığı söylenemez. Çünkü mânâsının doğruluğu ve İslâm prensiplerine uygunluğu sebebiyle hadis diye meşhur olmuş pek çok uydurma haber, bu gün dahi dillerde dolaşmakta ve bazı kitaplarda yer almış bulunmaktadır. 6 Bunun sakıncalarından tamamen emin olmak için, hadis olduğu kesin olarak bilinmeyen sözlerin güvenilir hadis kitaplarında bulunup bulunmadığını tahkik etmekten başka çıkar yol yoktur. (bk. M. Yaşar Kandemir, Mevzû Hadisler, -Menşei, Tanıma Yolları, Tenkidi, Ank. 1975, s. 198) 7 "Nazar kaderle yarışsaydı, kaderi geçerdi" hadisi hangi anlamlara gelmektedir? Nazar/göz değmesi kaderin önüne geçer mi? Soruda geçen hadis "Göz değmesi haktır. Eğer kaderi (delip) geçecek bir şey olsaydı (kader ile yarışan bir şey olsaydı), bu göz değmesi olurdu.." şeklinde de tercüme edilebilir. (bk. Müslim, Selam 42; Tirmizî, Tıbb 19) Tirmizî'de "Göz değmesi haktır" ibaresi yoktur. Nazar, göz değmesi ve büyü gibi şeylerin hepsi Allah‘ın ezeli ilminde bilinen ve öyle takdir edilen şeylerdir. Dolayısıyla nazarın kaderin önüne geçmesi diye bir şey söz konusu olamaz. Hadisin “Eğer kaderi (delip) geçecek bir şey olsaydı (kader ile yarışan bir şey olsaydı)” ifadesinden maksat, nazar değme işinin çetinliğini ve zararının fazlalığını belirtmektir. Yani eğer takdir-i İlâhîye aykırı bir şeyin meydana gelmesi mümkün olsaydı o şey nazar değme işi olacaktı. Demek ki, Kadere aykırı bir şey olmaz. Buna göre, nazarı olan şahıs bir kimseye baktığı zaman ona zarar verebilir, yani zarara sebebiyet vermiş olur. Zararın sebebi ve faili bakan kişidir, zararın yaratıcısı ise Allah'tır. Yoksa bizzat nazar eden kişi o hadiseyi meydana getirmiş değildir. Nazarı keskin olan kimse birşeye baktığı anda Cenab-ı Hak o şeyde zararı yaratmaktadır. Çünkü iyiliği de kötülüğü de yaratan Allah‘tır. Allah‘ın ilmi ve iradesi dışında hiçbir şey meydana gelmez. Bu hadiste aynı zamanda Efendimiz, nazarın hak olduğuna dikkat çekmekle beraber, kaderin önemini ve onun da hak olduğunu vurgulamaktadır. (bk. İbrahim Canan, Kütüb—i Sitte Tercüme ve Şerhi h. No: 4041; Ahmed Davudoğlu, Müslim Tercüme ve Şerhi, Haydar Hatiboğlu, İbni Mâce Tercümesi ve Şerhi, ilgili hadis) 8 Peygamberimiz Hz. Muhammed’in mucizeleri neden diğer peygamberlerin mucizeleri gibi medeniyet harikalarına ışık tutmuyor? Eğer varsa bunlar nelerdir? - Kur‟an, Peygamberimizin en büyük mucizesidir. Biz söz konusu peygamberlerin mucizelerini -sağlam bir şekilde- ancak Kur‘an vasıtasıyla öğreniyoruz. Dolayısıyla, bu mucizelerin Kur‟an-ı hakimde -medeniyetin harikalarına işaret eder tarzdakullanılmış olması, aynı zamanda Hz. Muhammed‟in birer mucizesidir. - Kur‘an, kıyamete kadar devam edecek bir mucize olması haysiyetiyle, Allah bu vahyinde Hz. Muhammed‘in aklî, manevî olan mucizelerine yer vermiştir. Kur‘an‘ın belagati, gaybî haberleri, kevnî ayetleri, teşrii hükümleri, peygamberin ümmiliği, eşsiz ahlakî değerlere sahip olduğunun ilan edilmesi gibi mucize parıltıları bu manevî olan türden mucizelerdir. Kur‘an‘da, Hz. Muhammed‘in lokal, geçici, maddî- hissî olan mucizelerine az yer verilmiştir. Bu sebeple, Kur‘an‘da diğer peygamberlerin hissi-maddi olan mucizelerinin bir benzeri olarak teknolojik harikalara işaret eden mucizelerine -görünürde- az işaret edilmiştir. - Bununla beraber, Sahih hadis kaynaklarında yer alan Hz. Muhammed‘in mucizelerinden de bu gibi işaretleri çıkarmak mümkündür. Mesela; Hz.Muhammed‘in -Allah‘ın izin ve inayetiyle- bir çok görme özürlüyü iyileştirmesi, mübarek tükürüğünü sürerek çok ağır yaraları iyileştirmesi, Ebu Katade‘nin aldığı bir ok darbesiyle dışarı çıkan gözünü yerine yerleştirip iyileştirmesi, tıp bilimine önemli bir örneklik teşkil etmektedir. Hz. Muhammed‘in parmaklarından suyun on musluklu çeşme gibi akması, Hz. Musa‘nın asasıyla, Hz. Süleyman‘ın Hüdhüdü ile su çıkarmasında çok daha harikadır. Çünkü taştan suyun akmasının dünyada örneği vardır, ancak parmaktan suyun akmasının örneği yoktur. Onun eşsiz hitabeti, Hz. Davud‘un hitabet sanatıyla kıyas bile kabul etmez. Feza seyahatinde hangi mucize Miraç kadar önelidir? Elerindeki taşların tespih etmesi, hayvanların ve ağaçların kendisiyle konuşması, Miraç olayında toplanan halka ―Kudüs‘ün ve Mescid-i Aksa‘nın gözü önüne temessül etmesi ve bakarak onları tarif etmesi, Medine minberinde Mute savaşının detaylarını ilan etmesi, şehit olan komutanların durumunu ve en son komutayı alan Hz. Halid‘in başarılı konumunu açıkça ifade etmesi ve gelen savaş elçisinin onu harfiyen tasdik etmesi telesiz-televizyon gibi medeniyet harikalarına işaret etmesi noktasında- emsal kabul etmez birer mucizedir. Bu mucizelerden binden fazlası senetleriyle birlikte hadis kitaplarında nakledilmiştir. Bunlardan üç yüz kadarını http://www.resulullah.org isimli sitemizin Peygamberimizin Mucizeleri bölümünde kaynaklarıyla beraber sunduk. Bilgi için tıklayınız: “Peygamberimizin Mu‟cizeleri” 9 Mekki surelerdeki edebiyat neden medeni surelerde yok? Kur‘an‘ın hem Mekkî hem Medenî surelerinde beşer üstü bir belagat ve edebiyatın olduğunda şüphe yoktur. Ancak, Mekke‘de müşrik Araplar olduğu için tevhit inancı ağrırlık olarak ders verilmiştir. Bu derslerin zihinlere iyice yerleşmesi için veciz ifadeler kullanılmıştır. İman esasları tekrar tekrar nazara verildiğinden –bu tekrarların usandırmaması için- tefennün sanatı çerçevesinde farklı üslup, farklı ifadeler kullanılmıştır. Kur‘an-ı kerim, şiir ve belagatin revaçta olduğu Kuryeş kabilesinin lehçesiyle inmiş ve belki de –bir strateji olarak- herkesten çok onları muhatap almıştır. Çünkü onların İslam‘ı kabul etmeleri, diğer kabilelerin İslam‘a girmelerini kolaylaştıracaktı. Bu ilk muhatapların riyasetinde olan Mekke devrinde inen surelerde, şiirsel ifadelere, edebî sanatlara, bedi, beyan, meani ilimlerinin bir diğer unvanı olan belagat inciliklerine yer verilmiştir. Medine‘de ehl-i kitabın birinci muarız durumunda olması, iman esaslarıyla ilgili yeteri derecede ayetlerin var olması, İslam‘ın artık bir site-devlet düzenine sahip olması, bu devletin, dinî ibadetler yanında sosyal, kültürel, ekonomik düzenlemelere, evrensel hükümlere ihtiyaç duyması Medenî surelerdeki ifadelerin daha uzun, daha açıklayıcı olmasını zorunlu kılmıştır. Mekkî surelerdeki îcaz(veciz ifadeler) sanatı ne kadar harika bir edebî sanat ise, Medenî surelerdeki itnab(detaylı açıklama) da o kadar güzel bir edebî üsluptur. Konuyu Bediüzzaman hazretlerinin aşağıdaki sözlerine havale ederek sözlerimizi bitiriyoruz: ―Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyânın Mekke sûreleriyle, Medine sûreleri belâgat noktasında ve i'caz cihetinde ve tafsil ve icmal veçhinde birbirinden ayrı olmasının sırrı ve hikmeti şudur ki: Mekke'de, birinci safta muhatap ve muarızları, Kureyş müşrikleri ve ümmîleri olduğundan, belâgatça kuvvetli bir üslûb-u âlî ve i'cazlı, muknî, kanaat verici bir icmal; ve tespit için tekrar lâzım geldiğinden, ekseriyetle Mekkiye sûreleri erkân-ı imaniyeyi ve tevhidin mertebelerini gayet kuvvetli ve yüksek ve i'cazlı bir îcaz ile tekrar edip ifade ederek, mebde' ve meâdı, Allah'ı ve âhireti, değil yalnız bir sayfada, bir âyette, bir cümlede, bir kelimede, belki bazen bir harfte ve takdim, tehir ve târif ve tenkir ve hazf ve zikir gibi heyetlerde öyle kuvvetli ispat eder ki, ilm-i belâgatın dâhî imamları hayretle karşılamışlar. Risale-i Nur ve bilhassa Kur'ân'ın kırk vech-i i'câzını icmalen ispat eden Yirmi Beşinci Söz zeyilleriyle beraber ve Kur'ân'ın nazmındaki vech-i i'câzı hârika bir tarzda ispat eden Arabî Risale-i Nur'dan İşârâtü'l-İ'câz tefsiri bilfiil göstermişler ki, Mekkiye olan sûre ve âyetlerde en âlî bir üslûb-u belâğat ve en yüksek bir i'câz-ı îcâzî vardır. Amma, Medeniye sûre ve âyetlerde, birinci safta muhatap ve muarızları ise, Allah'ı tasdik 10 eden Yahudi ve Nasârâ gibi ehl-i kitap olduğundan, mukteza-yı belâğat ve irşad ve mutabık-ı makam ve halin lüzumundan sade ve vâzıh ve tafsilli ve üslûpla ehl-i kitaba karşı dinin yüksek usulünü ve imanın rükünlerini değil, belki medar-ı ihtilaf olan şeriatta ve ahkâmda ve teferruatın ve küllî kanunların menşeleri ve sebepleri olan cüz'iyatın beyanı lâzım geldiğinden, o Medeniye sûre ve âyetlerde, ekseriyetle tafsil ve izah ve sade üslûpla beyanat içinde, Kur'ân'a mahsus emsalsiz bir tarz-ı beyanla, birden o cüz'î teferruat hâdisesi içinde yüksek, kuvvetli bir fezleke, bir hâtime, bir hüccet ve o cüz'î hâdise-i şer'iyeyi küllîleştiren ve imtisâlini iman-ı billâh ile temin eden bir cümle-i tevhidiyeyi ve imaniyeyi ve uhreviyeyi zikreder, o makamı nurlandırır, ulvîleştirir‖(Şualar/11. Şua). 11 Batının yaşama tarzı neden kötüdür? İnsanlar orda daha mutlu değil midir? Batını yaşam tarzının insana verdiği zararları anlatır mısınız? Batının yaşam tarzı her açıdan kötüdür diyemeyiz. Elbette insanlar için güzel bir hayat standardı sağlayan formülleri güzeldir. Örneğin, -birkaç asırdır devam eden- ekonomik, adalet, dürüstlük, çalışkanlık, bilimsel çalışmalar, teknolojik buluşlara öncülük etmesi insanlık yararına olan şeylerdir. Ancak batı medeniyetinin temelleri bozuk esaslara dayalıdır. Örneğin; - Batı felsefesi materyalist bir çizgi takip ettiğinden ahiret hayatını göz ardı ettiği için sadece bu dünyanın menfaatini esas almış, adeta tek gözlü deccal görevini üstlenmiştir. Bu maddeci bakış açısıyla batı, ahlakî erdem, fazilet yerine menfaati esas alarak pragmatist bir anlayışla insanlığın bütün erdemlerini ayaklar altına alabilir. Menfaatini gördüğü yerde, ne sözü, ne sazı bir vefakârlık, bir dürüstlük, bir sadakat nağmesini terennüm edebilir. - Batının baş döndürücü teknolojik gelişmeler karşısında itidalini kaybetmiş, insanlık sınırlarını zorlamış, hak-hukuk yerine kaba kuvveti ikame etmiştir. Bu günkü kaba kuvvet yarışlarının yer aldığı dünyamızda, İspanyol nezlesi gibi her tarafa yayılmış olan zulüm ve haksızlıkların önemli bir kısmı bu gayrı insanî perspektifin bir sonucudur. - Keza, bu sınır tanımaz maddi gelişmeler, batıyı emperyalist bir duygu arenasına sürüklemiş ve kendilerinin dışında kalan insanları bir kul-köle olarak görmekte bir sakınca görmemiştir. İki cihan savaşı ve şimdiki ıslah olmaz fitne-fesatların dünyanın her tarafında kol gezmesi bu duygu ve düşüncenin bir ürünüdür. - Yine, dinden uzaklaşarak materyalist bir felsefe tuzağına düşen batı medeniyetinin önemli bir sosyolojik kriteri ırkçılıktır. Almanya maddi-teknolojik gücünü bu ırk üstünlüğü safsatasıyla birleştirince, ikinci cihan harbine sebebiyet vermiş ve 60 milyondan fazla insanın ölümüne neden olmuş sonuç olarak da bu ırkçılık belasıyla dünyayı cehenneme çevirmiştir. Bu ırkçılık damarı gözlerini öylesine kör etmişti ki, Yahudileri fırınlara atarken bile vicdanları sızlamıyordu. Fakat ne gariptir ki, Bu günkü Siyonist İsrail devleti, Batıdan öğrendiği aynı zulüm ve despotluğu Müslüman Filistinlilere uygulamakta, hatta hocalarını fersah fersah geçmektedir. - Batının tek gözlü dehası, ahireti onlara unutturduğu için bütün duygularını cennetleri olan bu dünyaya yönelttiler. Ahiretteki cenneti düşüncelerinden atınca, dünyayı bir cennet, bir keyif ve lezzet yeri olarak algılamaya ve bu nefsanî lezzetleri hayatlarının tek gayesi olarak görmeye başladılar. Bunun tabii bir sonucu olarak da helal-haram demeden, fazilet-rezilete bakmadan, etik-etik dışı durumları ayırmadan, meşru-gayrı meşru, insanî-gayrı insanî 12 fenomenlere aldırış etmeden, dinsizliğe götüren jakoben laikliği, materyalist dünya görüşünü, insanların büyük çoğunluğunu fakirlik ve sefalete sürükleyen tüketim toplum projesini, -içki-faiz-fuhuş gibi sınır tanımaz ahlaksızlık senaryolarını dünya çapında sahneye koymaya çalıştılar ve başardılar da. - Hıristiyan dinine samimi bağlı olanları istisna ederek diyebiliriz ki, batı dünyası, her türlü ahlaksızlık, despotluk, aldatmalar, zulümler, gayrı meşru ve gayrı insanî tutum ve davranışların merkezi durumundadır. Ahlakî gibi görünen tavırlar, insanların gönüllerinden kopup gelen birer teslimiyet ve kabulün yansıması değil, cezaî müeyyidelerin korkusunun birer tezahürüdür. 13 Gündüzün şerri, gecenin hayrından daha iyidir, anlamına gelen bir hadis var mıdır? Musibetler neden genelde geceleri olur? Hadis kaynaklarında böyle bir ifadeye rastlayamadık. Kaldı ki, ―Gündüzün şerri, gecenin hayrından daha iyidir‖ ifadesi, görünürde pek makul görünmemektedir. Gündüz meydana gelen ve pek çok insanın ölümüne sebep olan bir depremin, gece meydana gelen bir rahmetten/yağmurdan daha iyi olduğunu söylemek mümkün mü? 14 Hadiste, küs ve dargın olanlar hariç, müminlerin günahlarının bağışlanacağı bildiriliyor. Buna göre, küs duran insanların diğer günahlara tövbesi kabul edilmiyor mu? Hadisin meali şöyledir: “Her Pazartesi ve Perşembe günü ameller Allah'a arz olunur. Din kardeşi ile arasında düşmanlık bulunan kişi dışında Allah'a şirk koşmayan her kulun günahları bağışlanır. (Meleklere) siz şu iki kişiyi birbiriyle barışıncaya kadar tehir edin, buyurulur." (Müslim, Birr, 36) Bu hadisten, küs duranların hiçbir günahlarının affolunamayacağı, diğer günahlarından yapacakları tövbenin de kabul olmayacağı manasını çıkarmak isabetli bir yaklaşım değildir. Çünkü, günahların ve sevapların ağırlığına göre insanların muamele göreceğine dair bir çok ayet vardır.(ör; bk. Karia suresi). İmam Gzalî gibi büyük İslam alimlerinin belirttiğine göre, insanlar bütün günahlarından birden tövbe etmek zorunda değildir. Küçük olsun, büyük olsun, kişi bazı günahlarından tövbe edip diğer bazılarına devam edebilir. Üzerinde ısrar ettiği günahları, tövbe ettiği günahlarının affolunmasına engel değildir. Bundan anlaşılıyor ki, hadiste, kul hakkına girmeyen günahların bağışlanması kuvvetle ümit edilebilir. Fakat, küs durmak dahil kul hakkı sayılan günahların affedilmesi, ancak onların birbirlerini helal etmeleriyle mümkündür. Küs durmak, bir hak ihlali ise, onun ortadan kalkması da ancak kişilerin birbirlerini helal edip barışmalarıyla mümkündür. Hadiste yer alan diğer bir önemli nokta pazartesi-Perşembe günlerinde günahların bağışlanmasıdır. Nitekim bir hadiste Allah Resülü, "Pazartesi ve perşembe günleri ameller (Allah'a) arz olunur Ben, oruçluyken amellerimin arz olunmasını isterim" (Tirmizî, Savm 44) Kendisine bunun sebebi sorulmuş o da, "O gün, benim doğduğum ve peygamber olduğum (veya bana vahiy geldiği) gündür." (Müslim, Sıyâm 197, 198) buyurmuştur. Kulların amelleri günlük olarak sabah ve akşam Allah'a yükseltilir, haftalık olarak pazartesi ve perşembe günleri arz olunur Yıllık olarak da şaban ayında sunulur Bu birbirinden farklı olan durumlarla ilgili ayrı ayrı hadisler vardır Ancak,, durum farklılığından dolayı bu hadisler arasında herhangi bir çelişki söz konusu değildir Her biri farklı zamanlardaki işlemleri haber vermektedir. Ayrıca bir başka hadiste de (Müslim, Birr ve's-sıla 35) "Cennet kapıları pazartesi ve perşembe günleri açılır." buyurulmaktadır Demek ki, müminlerin ibadetlerin ve amellerinin Allah‘a arz edildiği zamanlardan biri de 15 Pazartesi ve Perşembe günleridir. Bu ifadede bir terğib/ibadete teşvik üslubu vardır. Haftanın hiç olmazsa -amellerin Allah‘a arz edildiği- iki gününde insanların çok daha dikkatli olmaları, daha fazla amel işlemeleri, günahlardan daha fazla sakınmaları salık verilmiştir. Yoksa bu iki günde bütün günahların mutlaka affolunacağı yargısı, islam‘ın temel prensiplerine aykırıdır. Zira bu takdirde, bazı kimseler diyebilir ki, ―Her haftada bu iki gün var, ve bu iki günde bütün günahlarımız affolunur, o halde keyfimize bakmakta bir sakınca yoktur…!‖ Böyle bir yargıya yol açmak, İslam dininin açtığı imtihan sırrına aykırıdır. 16 Hz. Peygamberin, kendisini gizlice takip ettiği için eşi Ayşe’yi dövdüğü doğru mudur? Hz. Ayşe’nin gizlice takip etmesi ahlaka uygun mudur? a. Konuyla ilgili rivayet şöyledir: Hz. Ayşe validemiz anlatıyor: "Peygamber (asm)'ın yanımda kaldığı gece olan benim gecemde geldi ve ridasını çıkardı, ayakkabılarını çıkardı ve onları ayak tarafında bıraktı. İzarının bir ucunu yatağına açtı ve yanı üzere yattı. Fazla zaman geçmeden o benim uyuduğumu sandı, yavaşça ridasını aldı, yavaşça ayakkabılarını giydi, (yavaşça) kapıyı açtı ve çıktı. Sonra kapıyı yavaşça kapattı. Ben de örtümü başımın üzerine saldım, başımı da örttüm. Sonra izarım ile de kapandım. Sonra onun izinden yola koyuldum. Nihayet Baki mezarlığına geldi. Uzunca ayakta durdu. Sonra üç defa ellerini kaldırdı, sonra yana saptı, ben de yana saptım. O hızlandı, ben de hızlandım. Koşmaya başladı, ben de koştum. Daha da hızlı koşmaya başladı, ben de daha da hızlandım. Onu geçtim, içeri girdim. Daha henüz uzanmıştım ki o da içeri girdi. Ne oluyor ey Ayşe, göğsün inip kalkıyor, karnın da şişmiş bulunuyor. Anam-babam sana feda olsun ey Allah'ın Rasûlü dedim ve ben de ona (durumu) ona bildirdim. O benim önümde gördüğüm karartı sen miydin dedi. Ben evet dedim. Göğsüme vurdu. Sonra şöyle dedi: Allah'ın ve Rasûlünün sana haksızlık edeceğini mi zannettin? Ayşe dedi ki: İnsanlar her neyi gizlese Allah onu bilir. O evet (diye buyurdu). (Devamla) buyurdu ki: O gördüğün vakit Cibril bana geldi, bana seslendi. Sesini senden gizledi. Ben de ona karşılık verdim. Ona verdiğim karşılığı da senden gizledim. Sen buradayken yanına girmezdi. Çünkü elbiselerini çıkarmıştın. Ben senin uyuduğunu sanmıştım. Seni uyandırmak hoşuma gitmedi ve yalnızlıktan korkacağından çekindim. Cebrail bana dedi ki: Rabbin sana Baki'dekilere gitmeni onlar için mağfiret dilemeni emrediyor. Peki ey Allah'ın Rasûlü nasıl söyleyeyim diye sordum. Şöyle buyurdu: Deki: "( ): Selam size ey müminlerin ve müslümanların diyarında bulunanlar. Allah bizden önden gidenlere de, geriye kalanlara da rahmet buyursun. Bizler de -inşaallah- size elbette yetişeceğiz." (Müslim, Cenaiz 103; Ahmed, Müsned, 6/221) b. Hz. Peygamber, hiçbir hanımını asla dövmemiştir. Hadiste yer alan ve “göğsüne vurdu” ifadesi, gerçek bir vurmayı değil, ―eliyle göğsüne dokunma‖ yı ifade eder. Bu dokunma, içindeki vesvesenin giderilmesi ve bunu telkin eden şeytanın kovulmasına yönelik yapılan nebevî bir tılsımdır. Nitekim, peygamberimizin -benzer vesveselerin giderilmesi adına- diğer bazı sahabilerin göğsüne de vurmuş/eliyle dokunmuş olduğu bilinmektedir. 17 Keza, hastaların ağrıyan yerleri için dua ederken, eliyle de aynı yere dokunmuş ve bunu ümmetine tavsiye etmiş olduğu da hadis kaynaklarında yer almaktadır. Buna bir örnek: Cerir radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm müslüman olduğum günden beri beni yanına girmekten men etmedi. Beni görüp de yüzüme karşı tebessüm etmediği de olmadı. Ona at üzerinde duramamaktan dert yandım. Bunun üzerine eliyle göğsüme vurdu ve: "Allahım, bunu (atın üzerinde) sâbit kıl, onu hidayete eren ve hidâyete erdiren kıl!" buyurdu." (Buhari, Menâkıbu'l-Ensâr 21; Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 35) c. Hz. Aişe‘nin bu tecessüsü, iki ihtimalden kaynaklanmaktadır: 1. Hz. Aişe Resulullah‘ın dünyada en sevdiği kişidir. Bu sevgi, onun takvası yanında, ilim ve irfanına bağlı olarak İslam‘a yaptığı hizmetten kaynaklanmaktadır. Hz. Peygamber, onun ileride-fetvalarıyla, hadis rivayetleriyle- daha da fazla yapacağı hizmeti görmüş ve Allah‘ın kendisine verdiği bu özel kimliğine özel bir alaka göstermiştir. Bu açıklamalardan da anlaşıldığı üzere, Hz. Aişe‘nin bütün duyguları çok aktif ve faaldir. Bu aktif duygularıyla, Hz. Peygamberin en ufak feyizlerini, nübüvvet tecellilerini, risalet sırlarını kaçırmak istememektedir. Bu konumuyla Hz. Aişe‘nin, -Efendimizin gece yarısı yatağından kalkıp gizlice dışarı çıkması- gibi olağan dışı bir olayın perde arkasını öğrenmek istemesi, normal tecessüs değil, İlahî, nebevî sırlara vakıf olmaya yönelik bir meraktır. 2. İkinci bir ihtimal; Hz. Aişe maddî ve manevî kişiliğine âşık olduğu Hz. Peygamberi aşırı derecede kıskanmaktadır. Bir insan olarak, Hz. Peygamberin o gece başka eşlerinin yanına gitmiş olabileceği ihtimalini düşünmüş ve bu duygusallıkla –adeta irade dışı bir şekilde- böyle bir maceraya kapılmıştır. Yoksa başka bir ihtimale ihtimal vermek Hz. Aişe‘nin aklının ve iman şuurunun ucundan bile geçmez. Hz. Peygamberin ―Allah ve resulünün sana haksızlık yapacağını mı zannettin?‖ manasındaki ifadesi, bu ihtimali kuvvetlendirmektedir. Bu ifadede ayrıca şu gerçeklere de işaret vardır; Hz. Peygamber Allah‘ın izni olmadan bir iş yapmaz. Eğer Hz. Ayşe‘ye ayırdığı geceyi gizlice başka bir hanımına aktarırsa bunu ancak Allah‘ın izniyle yapar. Bu takdirde -haşa yüz bin defa haşa- Allah ve resulü birlikte Hz. Ayşe‘ye haksızlık etmiş olurlar. Böyle bir şeyin ise mümkün olmadığına işaret etmek üzere, sadece kendisini değil Allah‘ı da nazara vererek “Allah ve resulünün sana haksızlık yapacağını mı zannettin?” demiştir. 18 İnsanlar Zeus´a, Jüpiter´e vs inanıyorlardı. Ancak bilimsel gelişmeler ışığında bu dinler silinip gitti. İslam´ın da böyle olacağını iddia edenlere ne dersiniz? - İnsanlar, binlerce yıl önce -insanların ilk atası Hz. Adem‘in yaratılmasıyla- İslam dininin temel iman esaslarını benimsemiş ve Allah‘ın birliği inancı etrafında kenetlenmişlerdi. Bu husus, bütün semavî dinlerin ittifakla kabul ettiği bir gerçektir. Demek İslam inancı insanlık tarihiyle başlamış ve halen devam etmektedir. Yıldızlara, değişik totemlere tapma alışkanlığı çok sonradan ortaya çıkmıştır. - Buna göre, eğer bir kıyaslama yapılacaksa, -sonradan arızî olarak ve insanların cehaletinden kaynaklanan- türlü türlü putçuluk inancıyla değil, insanlık ailesinin varlığıyla başlayan tevhit akidesiyle yapılacaktır. Böyle bir mantık zincirinin istidlal metodu bize şunu söyleyecektir: “Mademki İslam dinin inanç esasları bütün semavî dinlerin ortak inancıdır; mademki bu inanç Hz Adem‟le başlamış ve insanlık tarihi boyunca -farklı zaman dilimlerinde 124 bin peygamberin gönderilmesiyle- bu tevhit inancı devam edip gelmiştir; elbette -kıyamete çeyrek kalmış- bundan sonraki zaman dilimi içerisinde de hakimiyetini sürdürecektir..” - Bununla beraber, -şayet soruda ifade edilen kıyaslamayı esas alsak da onunla İslam‘ın sona ereceği yargısına varmamız mümkün değildir. Çünkü putçuluk ruh-u habisi de hala devam etmektedir. Yıldızlara tapma dahil, onlarca totem, heykel, inek, insan, doktrin gibi yanlış inanç-blok putçuluğu hala devam etmektedir. İnsanların fıtratına, bilimsel verilere aykırı, insanlık onurunu zedeleyen bir yapıda olmasına rağmen putçuluk düşüncesi değişik kılıklarda hala devam ediyorsa, insan fıtratıyla barışık, bilimsel verilerin desteklediği, insanlık camiasını -her türlü çirkin putçuluk çirkefinden kurtarmakla- onurlandıran, binlerce mucize ile desteklenen, kırk yönden mucize olduğu uzmanlarca kabul edilen Kur‘an‘ın ortaya koyduğu tevhit düşüncesinin bundan sonra devam etmeyeceğine ihtimal vermek çok cahilce bir hezeyandır. - Kaldı ki, Kur‘an‘ın Allah kelamı olduğu gerçeği -ilmî keşiflerin de desteklemesiylegözle görülen bir hakikat olarak ortada dururken, hayali varsayımlarla şeytanın telkinlerine karşı edilgen bir yapıya sahip olan kimselerin hezeyanlarının ne kıymeti var.. Mademki Kur‘an -yaklaşık 15 asırdan beri insanlığa meydana okuyarak semavî kimliğini ispat etmiş Allah‘ın kelamıdır, öyleyse her dediği doğrudur. İlave bilgi için tıklayınız: Kuran-ı Kerim'in Allah kelamı olduğunun delilleri nelerdir? Kur'an'ın mucizelik yönleri kırk tanedir deniliyor; bunu nasıl anlamak gerekir? Allah, “Zikri (Kur'an) biz indirdik. Onun için Zikri biz koruyacağız.” (Hicr, 15/9) deyip Kur‟an‟ı koruduğu halde, Tevrat için de Zikir denildiğine göre (Enbiya, 21/105), Tevrat da korunmuş olmalı değil mi? 19 Regaib kandilinde oruç tutulur mu? Regaib kandili için perşembe ve cuma günü oruç tutmak efdaldir. Bununla birlikte yalnız cuma günü de oruç tutulabilir. Bilgi için tıklayınız... 20 “İyilik de kötülük de hepsi Allah’tandır.” (Nisa,78) “Sana gelen her iyilik Allah´tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir..” (Nisa, 79) ayetleri bir birine zıt değil midir? Bunun değişik cevapları sitemizde vardır. Kısa cevabı şudur: “İyilik ve kötülük hepsi Allah‟tandır” mealindeki ayetin manası; iyiliği de kötülüğü de yaratan Allah‟tır, demektir. “Hayrın da şerrin de yaratıcısı Allah‟tır” şeklindeki ehl-i sünnetin düsturu bu gibi ayetlerin bir açıklaması hükmündedir. “(Ey insanoğlu!) sana gelen her iyilik Allah´tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir” mealindeki ayette ise, Allah‘ın yaratmasına değil, insanların cüzî iradelerine taalluk eden noktasına dikkat çekilmiştir. Gerek iyilik ve gerek kötülük olsun, her işin bir insan tarafı, bir de Allah tarafı vardır. İnsan cüzî iradesiyle sebep, vesile olma durumunda; Allah ise, küllî iradesiyle, her şeyi yaratan Yaratıcı durumundadır. Sebep ile yaratma arasında bir taksimat yapılırsa şöyle olur; İnsanoğlunun yaratma noktasına katkıda bulunacak hiçbir gücü yoktur. İyiliği de kötülüğü de yaratan sadece Allah‘tır. Fiilleri yaratma noktasına gelinceye kadarki sürecin adı olan ―sebepler dairesi safhasında‖ ise, insanın iradesi katkı sağlar. Ancak, iyilikler vücudî/icadî, yaratmaya ihtiyaç duyduğu için bunda da insanların cüzi iradelerinin fazla bir katkısı yoktur. Örneğin, bir fakire bir elma vermek bir iyiliktir. Bu iyiliğin %99 u icadî olduğundan Allah‘a aittir. Onu yaratan, olgunlaştıran Allah olduğu gibi, o elmayı fakire vermesi içi kalbine iyilik yapma duygusunu veren, bu elmayı taşıyan elleri, ayakları veren de Allah‘tır. İlk ayette bu noktaya dikkat çekilmiştir. Kötülük yapma işi ise, ademîdir, yokluğa dayanır, yaratmaya dayalı olmayan noktaları da içerdiğinden insanlar onlara sahip çıkabilir ve sahibidir. Mesela; sabah namazının -değil farzı- iki rekat sünneti dahi dünyaya bedel bir değere sahip olduğu hadislerde ifade edilmiştir. Buna rağmen, bir insan bu kadar değerli bir ibadeti -hiçbir güç kullanmadanyok edebilir. Yatağında yatarak, hiçbir çaba sarf etmeden bu cihan değer namazı terk etmekle büyük bir kötülük işleyebilir. İşte bu kötülüğü isteyen kişinin nefsidir, onu işleyen kişinin tembelliğidir. Bu sebeple bu kötülük insana isnat edilir. İkinci ayetteki ifadeler kötülüğün bu özelliğine işaret edilmiştir. Bu açıklamalardan açıkça anlaşılıyor ki, kötülüğü de iyiliği de yaratan Allah‘tır. İnsan ise gerçek anlamda sadece kötülüğün sahibidir. Demek ki, insanın iyilikleri mevhûbedir/Allah‘ın birer lütfüdür, kötülükleri ise meksûbedir/kendi kazancıdır. 21 Neresine olursa olsun, kadına şehvetle bakanın, gözlerine erimiş kurşun dökülecek, anlamına gelen bir hadis var mıdır? Bu anlama gelecek bir hadis rivayetini Hadis kaynaklarında bulamadık. Ancak fıkıh kitaplarının "Haram-helâl" bölümlerinde hadis olarak geçen sözün meali şöyledir: "Kim yabancı bir kadının güzelliklerine şehvetle bakarsa, Kıyamet günü gözlerine eritilmiş kurşun dökülecektir." (bk. Serahsî, Mebsût, XI/153) "Bir topluluğa kulak verip onların dinlenmesini istemediği şeyleri dinleyenin kulağına Kıyamet günü eritilmiş kurşun dökülecektir." Anlamında bir hadis meşhur kaynaklarda vardır ve sahîhtir.(bk. Buhari, ta`bir 45; Ebu Davud, edeb 88) Soruda geçen hadis -sahih ise- bunu herkes için değil, Allah‘ın affetmediği kimseler için yorumlamak gerekir. Yoksa yabancı kadına şehvetle bakmaktan çok daha büyük günahların da affedilebileceği bilinmektedir. Affedilmediği takdirde, şehvetle bakan gözlere erimiş kurşunun dökülmesi, “ceza, işlenen günahın cinsindendir” kuralı gereğince münasip bir cezadır. Aslında bu konunun iki yönü vardır. Biri, erkeklerin veya kadınların örtünmesi gereken yerleri örtmeleri, diğer yönü ise erkeklerin veya kadınların bakılması haram olan yerlerine bakmamalarıdır. Bu açıdan her Müslüman bu ikisine de dikkat etmekle sorumludur. "Ey peygamber! Zevcelerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına, "Cilbablarını" üstlerine örtmelerini söyle." (Ahzâb 33/59), ―Mümin erkeklere bakışlarını kısmalarını ve edep yerlerini açmaktan ve zinadan korumalarını söyle. Bu, onlar için en uygun olan davranıştır. Allah yaptıkları her şeyden hakkıyla haberdardır. Mümin kadınlara da bakışlarını kısmalarını ve edep yerlerini günahtan korumalarını söyle! Yine söyle ki mecburen görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerini kapatacak şekilde örtsünler..” (Nûr 24/30-31), gibi ayetlerde mümin erkek ve kadınlara bu iki durum da emredilmektedir. Hz. Peygamber de, Meselâ Hz. Ali`ye hitaben, tasarlamaksızın olan birinci bakıştan sonra meydana gelecek kasıtlı bakışı yasaklıyor. (Ebû Dâvûd, Nikâh 43; Tirmizî, Edep 28) Cerîr b. Abdullah ansızın bakışın hükmünü sorduğunda gözünü çevirmesini emrediyor, (Müslim, Edeb, 45; Ebû Dâvûd, Nikâh, 43), şehvetle bakışı gözün zînası sayıyor, (Buhârî, İsti`zan,12; Müslim, Kader, 20, 21), mutlaka yollarda bulunulması gerekli hallerde gözü haramdan uzak tutmayı yolun hakkı olarak gösteriyor, (Buhârî, Mezâlim, 22; Ebû Dâvûd, edep,12; Ahmed, NI/ 36, 47.), öbür yönüyle de harama bakmamayı, büyük mükafatlara ve imanın tadını duymaya vesile sayıyor. (Ahmed, V/264.) İşte bu ve benzeri ayetle ve hadisler, İslam âlimlerinin, erkek ve kadının bir başkasına göstermesi ve bakması haram olan yerleri örtmenin farz olduğu konusunda ittifaklarına sebeptir. 22 İnsan ruh ve beden ikilisinden oluşan bir varlıktır. Beden nasıl helâl ve faydalı gıdalara muhtaç ise, zararlı ve zehirli gıdalardan korunması gerekiyor ve korunmadığı takdirde kötü yönde ve bazen uzun süreli etkileniyorsa, ruh da öyledir. Gıdası olan ibâdetler ve zikirle beslenmeli, maddî ve manevî haramlardan korunmalıdır. Korunmadığı takdirde, haramın derecesine göre ruh ondan etkilenecek ve insanın manevî mekanizması (latifeleri, manevi alıcıları) bozan bir tel kopmakla, bazen da (Allah korusun) tamiri mümkün olmayacak biçimde parça parça hale gelmekle zarar görecektir. 23