Irmak Sergi SAVAŞIN ÇOCUKLARI Çocuk deyince aklınıza neler geldiğini düşünmenizi isteyeceğim şimdi sizlerden. Siz söylemeden ben birkaç tahminde bulunayım. Masumiyet, saflık, oyun, neşe.. Ama onların hayatında ne oyunlara ne de neşeye yer var. Kim mi onlar? Onlar, yurtlarından, evlerinden, okullarından, mahallelerinden koparılmak zorunda bırakılmış Suriyeli çocuklar. Onlar, trafik ışıklarında beklerken araba kapıları kilitlememize neden olan ama ancak sahile cansız bedenleri vurunca adları haberlere, gazetelere, sosyal medyaya konu olan “Vah yazık! Ne kadar da küçük, masum.” dediğimiz çocuklar. Suriye’deki bitmek bilmeyen savaş beşinci yılını doldururken yaklaşık beş buçuk milyon çocuk evsiz, okulsuz hatta ayakkabısız kalıyor. Yine de hayatta kalmak, mutlu olmak ya da ne azından öyle görünmek için kendilerince bahaneleri var. Bazıları bir gün kendi ülkelerine dönebilmeyi hayal ederken bazıları artık uçaklardan, roketlerden değil de vahşi hayvanlardan korktuklarını söylüyor. Ama yine onlar ki hayallerinin peşinden koşacaklarına inandıklarımız, ümit ettiklerimiz. Mesala çoğu doktor olmak istiyor, “Neden?” diye soranlara ise cevapları direk hazır “Ben eğer doktor olursam, Suriye’de kalan arkadaşlarımı iyileştirebilirim.” Asla tahmin edemeyecekleri bir duruma bodoslama düştüler onlar. Dilini dahi bilmedikleri ülkelere davetsiz, istenmeyen misafir oldular. Ellerinde mendiller, ağlamaklı ifadelerle, yalınayak kaldırım kenarları mıydı onların Suriye’deki evleri ya da şu an olmaları gereken yer? Bir gün gelip bu savaşlar son bulduğunda ne olacak peki? Adını sık sık her yerde, her dakika duyduğumuz devlet büyükleri bu sefer de başka sorunlar hakkında demeçler verecek ama yine şimdi olduğu gibi yine unutulacak Ümranlar, Aylanlar. Unutulmayacak şey ise onların gözlerindeki, yüreklerindeki nefret, öfke olacak savaşa, vahşete ve dehşete. Şimdi belki ufaklar, çoğunun gözlerindeki parıltıda umutları gizli. Peki ya içlerinde neler gizli? Resim yaparken iki dağın arasından doğan güneşi çizmiyorlar mesala onlar artık renkli boya kalemleriyle. Dağların önüne kırmızı çatılı, bacasından dumanı tüten bir çiftlik evi çizmiyorlar ya da o evin yanına oyun oynayan çocuklar çizmiyorlar. Bilmiyorlar sabahın ilk ışıklarını, sokak oyunlarını, renkli kalemlerle neler çizilebildiğini çünkü eskiden yaşadıkları, arkalarında bıraktıkları memleketlerinde gün hep karanlık, bombaların grisinde, ateşlerin kızıllığında ama güneşin parlak sarısından eser yok o sokaklarda, kentlerde. Böyle olunca da boya kalemlerinden siyahı, griyi seçip silah, savaş resimleri yapıyorlar. Kim bilebilirdi, bir gün onların “Savaşın Çocukları” diye anılıp muhabirlerin, fotoğrafçıların kadrajlarına gireceklerini? Bir sabah yüzümüze çarpan soğukla uyanmak nedir hiçbirimiz bilemeyiz. Bu şehir bizim, bu sokak, bu elektrik direği bizim, peki ya bu çocuklar? Başka ülkeden geldiler diğer bizim çocuğumuz değiller mi? Gökkuşağının çocukları onlar, esmeri, beyazı, mavi gözlüsü, zeytin gözlüsü, hepsi bizim çocuğumuz. Şimdi düşünme sıramızın geldiğini anlarız belki “bizim” çocuklarımızın hıçkırarak rüyalarından uyandığını düşünürsek, “bizim” çocuklarımızın karınlarının guruldadığının farkına vararsak, “bizim” çocuklarımızın renkli boya kalemleri olmadığını hatırlarsak. Gün gelip de yolumuzu değiştirmezsek onları görünce o zaman insanlıktan biraz haberimiz olur diye düşünüyorum. Yarını belli olmayan bir bilinmezliğin içinde kaybolup gitmelerine göz yummak bize yakışan değildir elbette. Kaldırımları yatak, yıldızları yorgan yapmak nereye kadar sürecek? Soğuktan elleri, ayakları uyuşmuş çocukların gecelerine rüzgar uğultusunun değil de bir yardım çağrısının karışma vakti gelmedi mi? Kısacası, ben, sen, biz, siz, onlar, hepimiz, dünyada yalnızca konaklıyoruz. Bir iz bırakmak pek azımıza nasip olacakmış gibi duruyor bu gidişle de ama yaşadım diyebilmek için ne yapacağım diyecek olursanız sokaklara, kaldırımlara bakmayı değil de oraları görmeyi deneyebilirsiniz, sanıyorum. KAYNAK Wennman, M. (2016, 21 Kasım). https://www.instagram.com/p/BBXC_U3knrJ/ adresinden elde edildi.