1 "Aslında korkulacak hiçbir şey yoktu, herşey naylondandı" Turgut UYAR, Geyikli Gece'den Emel Sayın Filmleri ve kadının naylon modernleşmesi Gender ve Đdeoloji Gender'ın, biyolojik cinsiyetle belirlenen dişilik ya da erkeklik yapılarının, toplum içinde hem bireyin kendi öznel algısı hem de toplumun ortak duyusu olarak yeniden anlamlandırılması ile ortaya çıktığı söylenebilir. Gender hem bireyin kendisini kadın ya da erkek olarak nasıl hissettiği ile hem de toplumun kadın ya da erkeğe nasıl baktığı ile ilgilidir. Genel olarak "kadınlık" (femininity) ve "erkeklik" (masculinity) olarak tanımlanan bu özellikler her kültürde aynı özellikleri taşımazlar. Örneğin bir kültürde sevecenlik kadınlıkla ilgili bulunurken başka bir kültürde erkeklikle ilgili bir özellik olarak kabul edilebilir. Đdeolojiyi bir insanın ya da bir toplumsal grubun zihninde egemen olan fikirler ve tasarımlar sistemi olarak tanımladığımızda ve ideolojiyi bireylerin gerçek varoluş koşullarıyla aralarındaki ilişki olarak gördüğümüzde, gender'ın ideoloji ile belirlenen ve bireyin toplumsal pratik içinde üstleneceği kadın/ erkek rolünün ne olduğunu ve nasıl olması gerektiğini tanımlayan bir kavram olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Öyle ise Gender ideolojinin ayrılmaz bir parçası ve ideoloji ile belirlenen bir yapıdır. Her üretim ilişkisi kendi oluşturduğu kültürde üretim ilişkilerinin yeniden üretimini sağlayabilmek için ideolojiyi ve onun aygıtlarını kullanmaktadır. Bu anlamda kadın ve erkek rolleri de varolan üretim ilişkilerince belirlenmekte ve kabul ettirilmektedir. Örneğin 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD'li askerler evlerine döndüklerinde savaş sırasında onlardan oluşan boşluğu doldurmak üzere çalışma yaşamına sokulan kadınları yeniden eve döndürebilmek için bilinçli bir amerikan aile tipi dayatması yapılmış ve kadın gender'ının ev kadını, çocuklarının koruyucusu ve bakıcısı ve evin hakimi gibi özellikleri olduğu, tersine erkeklerin ev işi ve çocuk bakımında yeteneksiz olduğu propogandası yapılmıştır. O dönem ABD'sinde orta sınıf kadınının yaşamı; romantik sevgi, kucakla çocuk bezi, okul aile birliği toplantıları, aile kavgaları, sonu gelmez zayıflama rejimleri, kadınların sıkıntılarını gidermeleri için yapılmış TV eğlenceleri, reklamlar ve ruhsal tedavilerden ibarettir. Onlara bu ideoloji "Goodhousekeeping" ve "Parent's Magazine" dergilerince pompalanıyordu. Gender doğumla başlayan öğretilme sürecinde öylesine içselleştirilir ki, çoğu zaman bireyler gender'la ilgili bir değişimi kadınlıklarının ya da erkekliklerinin kaybolması 1 2 ya da zarar görmesi tehdidi olarak algılarlar. Bu durum karşılıklı ilişkide de geçerlidir. Gender'la belirlenen normlara uygun davranmayan bir kadın hem erkeklerin gözünde hem de diğer kadınların gözünde "kadınlık" yönünden eksik, hatalı hatta bozuk gibi görülebilir. Topluluk içinde rahatça gülen bir erkeğe "karı gibi gülme!" denir ya da girişken, dışa dönük, kavgacı bir kadına "erkek fatma" olarak yaklaşılır. Bu yüzden üretim ilişkilerindeki değişimin yeniden belirlediği gender'a insanların uyması ya da bu rolü kabul etmesi zaman içinde ve bazen çok sancılı olarak gerçekleşir. Modernleşme ve Gender Modernizmin en önemli özelliklerinden biri kırsal yaşamdan kentsel yaşama doğru toplumsal bir geçiş ve değişimin olmasıdır. Bir yanda geleneksel yaşamın toplumsal yapıları (aile, iş, grup, din) çözülürken, kentte yeni bir kültürel evren ve pratik içinde bu yapılar yeniden kurulmaktadır. Süreç bu gün "batı" dediğimiz toplumlarda üretim ilişkilerindeki değişimlere bağlı olarak sürekli ve "doğal" bir gelişim izlerken, Türkiye gibi batı dışı toplumlarda ise kesintili ve "yapay" bir gelişim krizi şeklinde tezahür etmiştir. Gender'daki değişimin batı toplumlarında bile son derece sancılı, kimi zaman krizlere yol açarak ve giderek bir mücadele şeklinde değiştiği gözlenmektedir. Geleneksel toplumların ideal kadın tipi ataerkildir ve "yalnızca bir erkeği sevmeyi ve onun tarafından sevilmeyi özleyecek, ona hayranlık duyup hizmet edecek ve hatta onu kendine örnek alacak bir kadın" tipini tanımlar. Geleneksel toplumun gender'ı erkeği "geçimi sağlayan", kadını ise "evin kadını" olarak tanımlamaktaydı. Modernleşme sürecinde kadının işgücü hem de ucuz işgücü olarak üretim sürecine katılmaya koşullandırılması gender'da ciddi bir krizin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Modernizmin vaadettiği kadın, üretim sürecine erkekler gibi katılabilen ve evin dışına çıkabilen kadındır. Ancak bu kadından ataerkil kadın tipini de terketmemesi beklenir. Dahası kadın da buna koşullanmış durumdadır. Bu durumda modernleşen kadın hem erkeklerin dünyasına girerken erkekleşmemek zorundadır hem de erkek dünyasında kadın olmaktan kaynaklanan aşağılanmayla da baş etmek durumundadır. Modernleşen kadın sürekli olarak "kadınlıktan çıkma" (erkekleşme) ve kadın olarak aşağılanma korkusunu iç içe taşır. Kadın erkekleşmemek ve erkek gibi olmadığını göstermek zorundadır. Bunun yolu kadınlığın en belirgin ayırd edici özelliği olan cinselliğin kullanılması ve sergilenmesidir. Bu süreçte abartılı bir cinsellik sergilenmesine eşlik eden aynı şiddette bir tabulaştırma ve cinselliğin korunması çabası da vardır. Cinsellik kadın için bir tabudur ve "bakireliğin" ya da "bedenin korunması" onun sorumluluğu 2 3 altındadır. Daha başka bir deyişle kadının kendi bedenini koruyamayacağı/ korumayacağı düşüncesinin etkisi büyüktür. Çünkü kadının Orta Çağ’dan bu yana evin dışına çıkması toplumsal dengeyi tehdit edici bir durum olarak kabul edilir. Orta Çağ'da her kadının evlenmesi ve bir erkeğin evinde oturması sağlanmaya çalışılırdı. Kadının evde ve erkeğin iktidarının altında olması gerekliydi. Öyle ki yalnız kadınlar manastır ya da kadın tekkelerine kapatılıyorlardı. Kadının ev dışında yalnız olması kabul edilmez bir durumdu. Ev yaşamında kadının bedeninin korunması erkeğin iktidarına ve koruyuculuğuna bırakılmış durumdaydı. Evden dışarı çıkmanın bedeli cinselliğin tehdit altında kalmasını kabullenmek ve koruma sorumluluğunu da üstlenmek olabilirdi. Ama aynı zamanda erkekleşmekte kabul görmeyeceğinden bu kadınların kadınlıklarının sürekli göz önünde olması beklenir. Sonuç histeri için tanımlanan "kadınlık karikatürü" kavramı ile birebir örtüşmektedir. Bu kadınlar kadın olmaları ve ataerkil kadının korunma ve bakıma muhtaç özellikleri nedeniyle sürekli ilgi görmeye koşullandırılmışlardır. Ama bu ilgi diğer insanlara olan bağımlılıklarının kabulüne dayalıdır. Kadın evden "dışarı" (erkeklerin dünyasına) çıktığında "korunma", "ilgi", "sevgi" beklentilerine koşullandırılır. Ama bu beklentilerini ifade etmek için kullanabileceği tek yol kadınlığı ve cinselleştirilmiş davranışlarıdır. Geleneksel kadın, modern kadına dönüşürken cinselliğin yaşantılanmasında oldukça ciddi bir çatışma yaşar. Bir yandan cinselliğini bastırmak zorundadır ama bir yandan da ilgi, sevgi görebilmek, dikkat çekebilmek için (bunlara koşullandırılmıştır) her şeyi cinselleştirmesi gereklidir. Histeri için söylenen seksten başka her şeyin seksüalize edilmesi deyimiyle örtüşen bir durumdur bu. Buna yol açan da erkekleşmeme korkusudur. Cinsellik bir tabu ve evde olduğundan çok daha şiddetle korunması gereken ve koruma sorumluluğu yalnızca kadında olan bir etkinlik olduğundan bu kadınlar ilgi görme ve kabul edilme beklentilerini cinselleştirilmiş bir yolla ifade ederlerken, gerçek bir cinsel etkileşim/ iletişim ya da ilişki durumu söz konusu olduğunda çok şiddetli bir reddetme davranışı içine girerler. Evden çıkmanın bedeli "cinsel namusun" kaybı tehdidi olduğundan dışarı çıkan bir kadın kendisine yönelik cinsel bir çağrı karşısında bu çağrının yapılma nedeninin kendisinden kaynaklandığı şeklinde bir yorumla karşı karşıya kalacağından son derece oynak, tutarsız bir davranış ve duygulanım örüntüsü gösterir. Bu da histerik kişiliğin tipik özelliklerinden biridir. Bu durumda genel olarak histerik kişiliğin özellikleri olarak kabul edilen değişken ve yüzeysel duygular, dikkat ve ilgi çekicilik, bağımlılık, yardıma muhtaçlık, fazla süslü ve abartılı davranışlar, görünümü ya da davranışları 3 4 uygunsuz bir biçimde cinsel yönden baştançıkarıcı (sedüktif)olmak gibi özellikler altmışlı yılların batılı kadını için tipik olan özelliklerdir. Gerçekten de histerik kişiliğin amerikan toplumunun ortalama kadından beklediği davranış biçimi olduğu söylenmiştir. Türkiye'nin Modernleşmesi ve Yetmişli Yılların Emel Sayın Filmleri Türkiye, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana gerek ekonomik altyapıda üretim ilişkilerinin dönüşümü ve daha da önemlisi sosyokültürel üstyapı dönüşümlerini "doğal", "tarihsel" gidişten farklı, giderek "tuhaf" bir süreçte yaşamaktadır. "Muasır medeniyet seviyesi", Cumhuriyetin kurucularınca bir ütopya olmaktan öte bir iddia olarak benimsenmişti. Devletin şekli ve işleyişinden başlayan devrimci değişim giderek ve bilinçli bir tercihle "batılı" olma iddiası olarak hayatın her alanına yayılmaya çalışılmıştı. Bu yayılma süreci kendi iç dinamikleriyle gelişen bir süreç olmaktan çok bir kılıfın ülke ve insanların üzerine giydirilmesi şeklinde sürdü. Kurucuların yola çıkarken amaçlarının bu olmadığı açıktır. Ancak özellikle 2. Dünya Savası sonrasında batılılaşma iddiası ve ülküsü bir yaşama kültürü olarak batılılaşma yerine "sanki" ve "gibi" sözcükleri ile tanımlanabilecek "naylon" bir batılılaşmaya dönüşmüştür. Bu süreçte "Kemalizmin batılılaşma tercihinin bir "yüksekliği" kendinden fazlasını temsil ettiği, bütün bir toplum adına davranmayı ortak bir modern kimliği temsil etmeyi gerektirdiği, yüksekmiş gibi davranan bir kültürün, kendi taşralılığını, kendi "yerliliğini", kendi "aşağılığını" örttüğü, en azından örtmeye ve yoksaymaya çalıştığı" söylenmektedir. Türkiye radyolarında uzun yıllar türkü çalınmasının yasak olması ya da özel televizyonlara kadar arabesk müziğin tv'da yayınlanmaması da bu örtme ve yok sayma tutumunun bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Bu dönüşümün en temel göstergesi ülkede yaşanan kentleşme süreci ve bu sürecin gündelik hayatta insanların rolleri üzerine olan etkisidir. Türkiye 1950'li yıllarda başlayan kentleşme serüvenini hemen her konuda olduğu gibi Batı kentleşme tarihinden farklı yaşamıştır. Kapitalist gelişim sürecinde kırdan kente göç, kentlerde oluşan işgücü açığının kırda yaşayanları daha iyi bir hayat vaadiyle kendine çekmesiyle işlerken, Türkiye'de kentlerde işgücü açığı oluşmadan kırda yaşama koşullarının ağırlaşmasına bağlı olarak kırdan kente doğru bir itilme ile göç süreci işlemiştir. Türkiye'nin kentlileşmesinde kentin insanları çağırması değil kırın insanları itmesinin söz konusu olduğunu kabul etmek gerekmektedir. 4 5 Bu süreçte zoraki bir göçle kente gelen ve fakat burada onu bekleyen ve onu kendi içine almaya hazır kentli değerler yerine yapay, kurgusal ve hatta sahte bir yaşantı ile karşı karşıya kalan kır insanlarının geleneksel değerlerle kentte yaşama çabaları ne kır ne de kentli olmayan tuhaf ve "naylon" bir yaşama pratiğinin ortaya çıkmasına yolaçmıştır. Bu süreçte kendilerine sunulan daha iyi bir yaşam seçeneği ya da vaadinin olmamasının da etkisi çok büyüktür. Yeni üretim ilişkileri sürecine katılamayan ama kentte de kalması gereken bu kişiler kent çekirdeklerinin çevresinde aynı yöreden gelen insanların oluşturdukları mahallelerde bir çeşit kır yaşamını sürdürmeye çabalamışlardır. Geçinmek için de ortada bir işgücü açığı olmadığından kendilerine iş alanları oluşturmuşlardır. Seyyar satıcılık, amelelik o dönemin öne çıkan meslekleri olurken arabesk müzik ve dolmuş da simgesel bir düzeye yükselmiştir. Kentte gelen bu insanların geldiklerinde buldukları kentlilerin yaşama biçimlerini kolayca ve gönüllüce benimsemeleri olası değildir zaten. Bu süreçte kadın gender'ı da ciddi bir değişim krizine girmiştir denilebilir. Kırdan gelen kadının geleneksel olarak, cinsiyeti temelinde belirlenmiş iki temel rolü vardır. Bunlar anne ve eş rolleridir.Bu rollere göre kadın yaşamını evin içinde geçiren, kocası ve çocuklarının rahat etmelerini sağlayan bir kişidir. Kadın ancak evlenince ve bir kocası olup, anne olabilince mutlu olabilecektir. Çalışma yaşamına bu kadının katılması hoş görülmez ve istenmez. Bu girişim erkeğe karşı bir güç gösterisi olarak algılanır. Kadın bir şekilde çalışırsa bile bu işi asli görevleri olan ev işleri, çocuk ve kocanın bakımını aksatmayacak şekilde yapmalıdır. Bu geleneksel kadın rolü kentlileşme sürecinde hem kadın hem de erkek gender'ı ile ilgili giderek tuhaf bir krizin ülkeye yayılması olarak tezahür etmiştir. Bu gender karmaşasının en tipik görünümlerinden biri yetmişli yılların Emel Sayın'lı filmlerinde gözlemlenebilir. Türkiye'de de sinema yalnızca bir eğlence aracı değil bir ideolojinin taşınması, benimsenmesi, içselleştirilmesi işlevlerini de üstlenmiştir. Yetmişli yılların şarkıcılı filmleri ise hemen tümüyle kırdan kente gelen insanların yaşadıkları sorunları ve krizleri işleyen filmlerdir. Bu filmlerin çoğunda kente gelmekten ve kentin "pisliklerine" bulaşmaktan duyulan pişmanlıklar ve yıkımlar dile gelirken sürekli geleneksel değerlerin yüceltilmesi işlenmektedir. Ferdi Tayfur. Orhan Gencebay gibi karakterler hep geleneksel erkek ahlakı ve değerlerinin aslında ne denli yüce olduğunu ama kentte bir işe yaramadığını gösterir. Bu filmlerde yine de erkek kahraman sonunda kazanır ve kente kendi geleneksel değerlerini kabul ettirir ya da öldürülür. Emel Sayın'lı filmler ise bu çerçeve içinde farklı bir yapı ve izlek taşırlar. 5 6 Burada da kentli değerlere karşın geleneksel değerlerin yüceltilmesi vardır ancak bu bir savaşla değil sonunda kentte geleneksel değerlerle kentli gibi yaşanılabileceğini gösteren garip bir uzlaşmayla sonlanır. Bu filmlerde Emel Sayın sarışın ya da sarışına yakın kumral saçlıdır. Geleneksel türk kadınının esmerliğine karşın bir batılıdır. Hatta Feride filminde köyde kumralken kentte aşağıda anlatılacak dönüşümü yaşarken sarışınlaşır. Sarışındır ama aynı zamanda diğer bedensel özellikleri ile de (balık etinde, yuvarlak hatlara sahip) türk kadınıdır. Burada ilgi çekici olan Ajda Pekkan ile Emel Sayın karşılaştırması olabilir. Ajda Pekkan da sarışın ve batılıdır ama üzerinde geleneksel hiç bir öge taşımaz. Belki de bu yüzden orta sınıf türk kadınlarınca hiçbir zaman örnek alınacak bir idol olamamış, ancak kentli gençlerin gözdesi olabilmiştir. Orta sınıf türk erkeği de Emel Sayın'a geleneksel bir hayranlık ve aşkla bağlanırken Ajda Pekkan ancak 'porno film çevirdiği' fantezileriyle kabul görebilmiştir. Emel Sayın bu filmlerde bir yandan son derece çocuksu (infantil- immature) davranışlar sergiler ama bir yandan da sedüktiftir. Cinselliği bastırılırken, dış görünümüne aktarılmıştır. Bu göreceli bir aktarımdır. Ajda Pekkan çok daha açık saçıkken bile Emel Sayın kadar sedüktif değildir. Çünkü Emel Sayın mahallemizden, kapı komşumuzun kızı gibidir. Gelenekselden gelen kapı komşusunun kızı geleneksel davranış örüntülerinin dışına çıktığında bu sedüktiflik olarak algılanacaktır. Ancak Emel Sayın'la bu filmlerde cinsellik ancak ucunda bir çocuk varsa mümkündür. Gerçektende her filmde en az bir çocuk olur. Bu filmlerde yine sarışın olan ama tam bir batılı/kentli olan kötü kadın da vardır. Genellikle Lale Belkıs'ın oynadığı bu rol; rahat, esas oğlanla çocuk ya da evlilik olmadan yatabilen, başka aşığı da olabilen ve Emel Sayın'ı esas oğlandan ayırmak için entrikalar çeviren bir roldür. Kötü kadın çocukları hiç sevmez hatta kötü davranır. O "anne" olabilecek bir kadın değildir. Geleneksel değerleri taşıyan Emel Sayın filmin herhangi bir yerinde kırdan kente gelir ve kötü kadının aşağılamalarına maruz kalır. Feride filminde bu tema repliklerde birebir vardır. Kötü kadın Emel Sayın'a "hizmetçi kılıklı" der. Kente göçeden kadınların büyük bölümü eski kentlilerin evlerinde temizlikçilik yapmaktadırlar gerçektende. Esas Oğlan da filmlerde oldukça önemlidir. Genellikle kır kökenlidir, kente daha önce gelmiş ve çok başarılı olmuş ancak geleneksel değerlerini unutmuş, "batılı gibi" olmuştur. Yaşadığı evde ise hepsi de yaşlı olan ve geleneksel değerlere bağlı uşak, ahçı ve şöförleri vardır. Esas oğlan bu kişilere kötü davranmaz ama iyi de davranmaz. Bu kişiler bir anlamda esas oğlanın unuttuğu 6 7 geleneksel değerleri ve ataları simgelerler. Esas oğlanın gidişinden memnun değildirler ama dur da diyememekte ve onu terkedememektedirler. Sonra Emel Sayın gelir… Başlangıçta batılı kötü kadının aşağılamalarına ve entrikalarına maruz kalır. Hatta neredeyse kentten kovulma durumuna düşer ama uşaklar (atalar) yardıma yetişirler. Ona destek olurlar ve esas oğlanı kurtarması gerektiğini, ancak "onun" kurtarabileceğini söylerler. Emel Sayın görünümü ve konuşmasındaki kır izlerini bir defada siler atar. Bir butikten alınan batılı giysiler (hepsi allı güllü, kışkırtıcı ve abartılı), bir kaç saatte öğrenilen yürüme, konuşma ve dansetme dersleri sonunda kötü kadından daha batılı ama hala geleneksel hale gelir. Ardından esas oğlana gerçekleri uşakların yardımıyla gösterir ve onun özüne dönmesini sağlar. Bu öze dönüş kıra, geleneksele ya da geriye dönüş değilidir. Emel Sayın yine evinin kadını, çocuklarının anası olacaktır. Ama yemek hazırlanırken ahçıyla birlikte salonda fasulye ayıklayabileceklerdir. Yemek odası takımları son derece modern olacaktır ama onlar kurufasulye yiyeceklerdir. Artık kente gelinmiştir, geri dönülemez ama kentte naylon bir örtü olan batılı görüntünün ardında geleneksel değerler ve roller sürdürülecektir. Uzlaşma tutarsız, saçma ama gerçektir. Türkiye modernleşme ve kentlileşme serüvenini kargaşa ile sürdürebilmiştir. Geleneksel değerlerin birebir korunduğu ve fakat bu değerleri olduğu gibi tutarak batılı bir yaşam tarzı geliştirilmeye çalışıldığı bu uzlaşmada hemen herkes "müslüman mahallesinde salyangoz satar" duruma düşmüştür. Sonuç, bir yandan otoyollar yapmak ama orada at arabası kullanmak, kadın olarak bilim üretir hale gelmek ama hala evde kocanın gömleklerini ütülemediği için azar işitmek gibi somut yaşantılarda kendini gösteren bu tuhaf uzlaşmanın nereye varacağı ise tümüyle belirsizdir. 7