l (J.JJ .Uluslararası Bursa Tasavvuf l(ültürü Seınpozyuınu 4 BURSA KULTUR SANAT VE TURIZM VAKFI '1 L BURSA KÜLTÜR SANAT VE TURİZM VAKFI BURSA IdTAPLIGI 18 Uluslararası Bursa Tasa11vuj Kültiirii Scmpozyumu 4 ISBN 975-7003-16-6 ...- B irinci Basım Eylül2005 Ya)luıa Hazırlayan Mehrned Temelli Baskı F.Özsan Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti. İzmiryolu No:221 Beşevler 1BURSA Tel: O (224) 441 33 82 e-mail: [email protected] Tiyatrosu Yanı, Kültürpark 1 Bursa Tel: (O 224) 234 49 12 (3 hat) Faks: (O 224) 234 49 ll E-posta: [email protected] Açıkhava Tasavvuf ve Tarikat Prof. Dr. Süleyman Uludağ 1 Tarikat yol demektir. Çoğulu turıik, etı·ak, turukat veya tarfıik şeklinde Tarik de yol anlanuna gelir, ama yol-yöntem, usul, sistem, din ve inanç gibi anlamlara da gelir. Aslında tark, darb gibi vurmak manasma gelir, "tm·k-ı akdam" yol tepmelüir. Çekice mıktara denmesi bundandır. Tarikat ayrıca lıttl ve şan (durum, biçim) anlamına da gelir. 2 Özellikle gece gelen yolcuya tarık denir. Tarık, yol tepen, tark yol tepmek, tarfkat/tarfk da tepilen yer demektir. Salik, sulilk ve meslek de buna benzer. ArapÇa'da yol anlamın­ da daha çok sehfl, yolcu anlamında da "ibn sehfl" kelimeleri kullanılır. Kur'an'da taı·fk, tarfkat, tarik kelimeleri geçer. (bkz. Ahkaf, 46/30: Bu ayette geçen "tarfk-i müstakfm" ifadesi "su·at-ı müstakfm" anlamına gelir. (Taha, 20/ 77, 104; Cin, 72/ 16). Bu ayetlerde tarfk ve tarikat daha ziyade yeryüzündeki maddi yol değil, insanın inancı· ve ahiala itibariyle tutmuş olduğu manevi yol, daha doğrusu yaşama tarzı, gidişatı ve benimsediği inanç sistemi anlamına gelir. Hadislerde de tarfk ve tarikat bu anlamda kullanılmıştır. 3 Bazı meslek, sanat ve dindar kişilerin tarfk ve tarfkat kelimelerine yükledikleri manalar il!' zamanlarda bu kelimelerde mevcut değildi. Sırat-ı müstakfnı ve Sebfl-i reşad (doğru yol) gibi ifadeler, herhangi bir ayrım bahis konusu olmaksızın bütün Müslümanların özellikle dualarda ve yaşam tarzlarını dile getirmede kullandıkları deyimlerdir. Sahabenin gerek Hz. Peygamber hayatta iken, gerekse vefatından sonra itikad, ibadet ve ahlal' itibariyle yaşadıidan dini hayat birbirine benziyordu, aralarında, fazla bir fark yoktu. Var olan ufak tefek farldar diklcat çelcici olsa bile bu farklıyapılır. ı Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Ana Bilim Dalı Asım Efendi, Kiimus Tercenıesi, III/9311; Riigıb el-Isfahiini, el-Müfrediit, s. 303 2 3 Winseck, III/450-453 ULUSLARARASI BURSA TASAWUF KÜLTÜRÜ SEMPOZYUMU 10 lıklar şahsi ve ferdi idi;-bir cemaat veya zümreye özgü değildi. O tür susyal hayat şartlannda yaşaya!1 insanlar arasında bu tür farkların bulunması son derece tabiidir. Bununla beraber dal1a sonra İslam toplumunda ortaya çı­ kan fırkalar, mezhepler ve tarikatlar, temsil ettikleri hareketlerin kaynağı olarak sal1abe arasındald söz konusu farldılığı göstermişler, bu suretle durumlarının meşru_ olduğıınu ispatlamaya gayret ·etmişlerdir. Hz. Ömer şöyle demişti: "Feraizle ilgili meselelerde Zeyd b..-,Sabit'e, Fıkıh ile ilgili meselelerde Muaz b. Cebel'e gidin, mali konularda..da bana gelin." 4 Kur'an tefsirini çok iyi bildiği için İbn Abbas'a "Tercümaııu'l7l(ur'aıı" denirdi. Cengaverlilderi ve askeri becerileriyle tanınmış sahabeler vardı. Bilgi ve beceri itibariyle birbirinden farklı olan sal1abenin İslam'ı algılama ve dini yaşayış­ ları da az çok birbirinden farklı idi. Ebu Zer Gıfari ve Osman b. Me'mı1n zalıid olara!(; İbn Ömer, İbn Amr ve Ebu Derda, ibadetlerine çok düşkün olduldarından, abid olarak tanınmışlardı. Fal(at gerek sal1abe gerek ondan sonrald ild nesil içinde abidlik ve zahidlik ferdi ve şahsi bir tutum ve tavır olarak kalmış, bir zümre ve cemaat haline dönüşmemişti. Ama diğer yandan çeşitli sebeplerin de etleisiyle zühd ve ibadet hayatı itibariyle en başta Hz. Peygan1ber'i ve sonra abid ve zahid sal1abeleri örnek alan saiih ve tal(va sahibi Mü'minlerin sayılan giderek artınaya başlanuş, sayılan artan abid ve zahidlerin zamanla yavaş yavaş cemaatleşmeleri ve örgütlenmeleri tabii bir şeldlde gerçeldeşmişti. Hicri IL (M. VIII.) asırda basit şekilde ortaya çıkan cemaatleşme çeşitli bölgelerde değişil( aşamalardan geçtikten sonra ancal( 3-4 asırlık bir süreç içinde son şeldini almıştı. Abid ve zahidlerin cemaatlaşma süreci itikadi ve amell/fıld1i mezheplerle hemen hemen aynı zamanda başladığı halde nihai şeldine ulaşıp düzenli ve örgütlü tarikatlar halinde ortaya çıkmaları çok geç gerçeldeşmişti. Tarikat/Yol Kavramına Dair "Yol" kavramı, ister maddi ister manevi anlamda olsun İslam'da, bütün semavi dinlerde, hatta tüm dünya dinlerinde son derece önemlidir. Kendilerine bir gaye ve bir hedef tespit eden her fert ve cemaat oraya ulaşmayı tarfk/ tarikat, yani yol ve yöntem terimi ile ifade etmişlerdir. Gerek Kur'an ve hadist~, gerekse İslam literatüründe yol anlanuna gelen pek çok kelime kullanılnuş, bunlardan bir kısnu ıstılahi terim haline de gelmiştir. Aslında ark anlanuna gelen şeriat, şer'i, ve şir'a mecaz yoluyla din anlanunda kullanılmıştır. Tarzk-ı ilalıf, "Allah'a giden yol" demektir. S11·at, . sebfl, meslek, nihle, niiıılıfic, tai·fkat, mezlıeb, şeriat ve sünnet, yol anlanuna gelir. Bu yola Çin'de Tao (Taoizm), Hıristiyanlıl(ta, "Via", (Via mystica) denilmiştir. 4 İbnu'l-Kayyim el-Cevziyye, İ'ldmu'l-Muvakkifn, Kahiı;e, 1995, I/21 TASAWUF VE TARiKAT 11 Yol deyimi seyr, süluk, sefer, seyahat, ..r.:{akam, menzil, azık, yoldaş/ sahib ve kılavuz gibi pek çok terimi de beraberinde getirmektedir. İslam'da ilk defa ortaya çıkan harekerler siyasi, itikadi ve fıkhi giuplar ve fırkalardır. Mutezile, Cehmiye; ve Mürcie itikadi ve fikri bir hareketti. Harici ve Şiilerin itilcidi yönü bulunmalda beraber temelde siyasi gruplardı. Hanefilik, Malikilik, Şafiilil<. ve Hanbelilik ise Fıkhi/ hukuki ekollerdi. Bütün bu mezhepler ll VII. asrın ikinci yarısında ortaya çıkmaya başlamış, Il! VIII. asırda ise gelişimlerini tamamlanuş, sistemleşmiş ve birer mezhep halini almışlardı. Bunlardan hiçbiri "yol" anlanuna gelen bir isimle adlandı­ rılmamışlardı. Bununla beraber her birinin İslam'ı anlama ve uygulamada benimsediideri ve esas aldıldan bir usulü ve bir yöntemi vardı. Hareketin dayandığı ve temellendiği bu usule ve yönteme o hareketin mezhebi/ yolu denilmeye başlannuştır. Muzezile ve Mutezile mezhebi, Şia veya Şii mezhebi bu hususu ifade ediyordu. İşte daha evvel olmayan bu dini/ sosyal val<.ıa bu dönemde böyle ortaya çıkmıştı. Mutezile, Havariç, Şia ve Ehl-i Sünnet gibi ister itikadi mezhepler olsun, isterse Hanefiye, Malikiye, Şafiiyye ve Hanbeliye gibi fıld1i/ an1eli mezhepler olsun İslami anlamda dindarlığa büyük önem veriyor, hatta diğerlerinden çok kendilerinin daha dindar olduldarını ve büyük dindarların aralarından çıktığını söylüyorlardı. Büyük, ciddi ve samimi dindarlardan mal<.Sat abidler, zahidler (ubhftd, zühlıfld) idi. Bunlara nflsik ve kfl1i (nüssflk-kun·a)'da deniliyordu. Zühd, dünyadan ve maddiyattan çok maneviyata öncelik ve ağırlık vem1eyi, hem çok, hem de ihlaslı bir şekilde ibadet etmeyi öngörüyordu. Bu anlamda zühd, mezhebi ne olursa olsun bütün Müslümanların ortaldaşa kabul ettiideri dini ve manevi bir hayattı. Bundan dolayı her mezhep büyük ve hakiki zalüd ve abidlerin kendi aralannda bulunduğunu söylüyor ve diğerlerine karşı bununla övünüyordu. Zühd'ün biri dar, diğeri geıüş olmal<. üzere iki manası vardır. Dar anlamda zühd, manevi olanı maddi olana tercih etmek, dünyadan çok ahirete ağırlık vem1ektir. Yani maddi ve dünyevi olana karşı ihtiraslı, tamal1lcir, bencil ve menfaatperest olmamal<.tır..Geniş anlamda zühd ise fal<.r, tal<.Va teveld<.ül, sabır, şül<.ür, rıza ve haya gibi bütün dini/ ahlaki değerleri kapsıyordu. O dönemle ilgili olara!<. Kitabü'z-Zülıd adıyla eser yazan yazarlar eserlerinde başlıca ibadet ve alllak konularıru işliyorlardı. Çünkü "zühd" deyimi bunların hepsini kapsıyordu. Şu halde bahsedilen asırlarda ortaya çıkan zühd hareketi geniş çaplı ve kapsamlı bir dindarlık ve alllak hareketi idi. Bununla beraber bu harekete "zül1d mezhebi" veya "zühd tarikatı" diye bir ad da verilmiş değildi. Bunun sebebi de bu hareketin bütün Müslüman mezheplerince aynı derecede kabul görmüş ve benimsenmiş olmasıdır. Kuşeyri'nin de isabetle belirttiği üzere; Ehl-i Sünnet, kendi abid ve zahidlerini diğer mezheplere mensup abid ve zahidlerden ayırma!<. için onlara "Sufiye" veya Mutasavvıfe" adını vermiş, tuttuldarı yola da "Tasav- 12 ULUSLARARASI BURSA TASAWUF KÜLTÜRÜ SEMPOZYUMU denilmişti. 5 Hicri II. (M. VIII.) asırdan evvel sünni abid ve zahidleri olarale tanınmışlardı. Bununla beraber aralarında, sfıfiyane bir hayat yaşadıkları halde sfıfi unvanını almayan, bundan hoşlanmayan, hatta bunu eleştiren sünni dindarlar da çoktu. Mesela Melamet ehli bunlardı ama sfıfi terimine mesafeli durrna Melametle sınırlı değildi. İlk sfıfıler, daha evvelki dönemlerde .yaşan1ış olan zahid ve abidlerin ardılları ve izleyicileri idiler. Bu sebeple onlar da izinden gittikleri ve ustad olarak tanıdıkları dindarlar gibi teknik anlaiı:ıda bir mezhepten veya .tarikattan bahsetmemişlerdi. Yani ilk dönem sfı"flferi arasında teknik anlamda henüz bir tarikat yoktur. Hatta tasavvuf tabtti bile bütün dindarları ve arifleri kapsamıyordu. İslam dini Hicaz şartları içinde küçük bir cemaatın dini olarak ortaya çıkmış, Mekke'nin fethinden sonra mensupları hızla artmış, Dört Halife döneminde Mısır'a, Filistin'e, Suriye'ye, Iralc'a, iran'a, Azerbaycan'a, Türkistan'a, Horasan'a ve Afganistan'a kadar yayılmış, milyonların dini olmuş­ tu. Farklı ırkların, kavimlerin, halkların, kültürlerin ve inançların bulunduğu bu yerlere yayılan İslam toplumunda bir takım mezheplerin, tarlkatların, inanç gruplarının, siyasi ve sosyal hareketlerin ortaya çıla1ıaması düşünülemezdi. Bir hadiste de işaret edildiği üzere Yahudi ve Hıristiyanlar gibi Müslümanlar da mezheplere ve tarikatiara bölünme olayını yaşayacak­ lardı.6 Bu, onların kaderinde vardı, bundan kaçınamazlardı. Cemaatleşme ve tabakalaşma toplumlarda doğal olarak ortaya çıkan sosyal bir realitedir. Baştan beri bu durum İslam'da vardır. Kur'an "sftbikün ile'l-İsli'mı"/ ilk Müslümanlardan (bkz. Valaa, 56/11), Asha.b-ı Bedir'den (bkz. Enfal, 8/7-12), Şecere-i rıdvan ashabından (Feth, 48/18), Muhacirlerden, Ensar'dan, Tabiin'den, (bkz. Tevbe, 9/1 00) bahseder. Burada sıra­ lanan altı tabaleaya Hulefa-i R.aşidin, Aşere-i Mübeşşere ve Ehl-i Beyt de dal1il edilirse dokuz tabaka eder. Şu halde İslam'ın doğuş döneminden gelen cemaatleşme ve tabakalaşma·olayınıri daha sonrald dönemlerde mez, hep, fırka, tarikat ve benzeri adlar altında devam etmesi doğal bir sosyal .olay ve süreç olacalctı. Bal1sedilen Müslüman cemaat ve tabakalardın birine mensup olmak bir şeref ve iftihar vesilesi olduğundan bu tabakalar fazilet derecelerine göre imtiyazlı bir durumda bulunuyorlardı. Hz. Peygamber: "En hayırlı nesil benim neslim, sonra onu izleyen, sonra da bunu izleyen" buyurınuş 7 olduğundan Sahabe, Tabiln ve Etbau't-Tabiin böyle bir nesle mensup olmayı şeref ve iftihar vesilesi biliyordu. Çünkü bunlar Kur'an'da ve hadislerde vuf' sfıfl/ mutasavvıf 5 6 7 Kuşeyrl, Risfıle, s. 4 bkz. Aclfıni, Keşfıt'l-Hajfı, I/149 Müslim, Fezailu's-Sahabe, 21, 21 1-214; Tirmizi, Fiten, 45 Ebu Davud, Sünnet, 9; Buhari, Şehadet, 9; TASAWUF VE TARiKAT 13 övülınüş nesillerdi. BunC:.an dolayı da başka bir unvan ve sıfat alınaya i{ıti­ yaç duyınaınışlardı. Zahid ve abidler ilk üç neslin ardılları ve izleyicileri olmalarını bir şeref v~ iftihar vesilesi sayıyorlardı. Ayrıca Müslüman toplum zahid ve abidleri şerefli ve faziletli bir tabaka olarak kabul ediyordu. Çünkü zühd ve ibadet Kur'an ve hadislerde ısrarla üzerinde durulan İslam'ın <)nemli değerleri idi. Bunun için zahidler ve abidler tuttuklan yolun diğer yollardan daha önemli ve değerli olduğu inancına s·ahip idiler ve bunu da açıkça ifadeden çekinmiyorlardı. 8 Kelamcılar "eşrif-i ulum" diye niteledikleri kelamı, fıluhçı­ lar fıkhı yüceltirken zahid ve sufiler de kendi ıneşguliyet sahalannın ve mesleklerinin önemini vurgulamaktan geri dummyor, bunu yaparken de boş bir gurura ve kibre kapılınamaya ve ayrılıkçılık yapınamaya dikkat ediyor, bu konuda ilk üç nesli örnek alıyorlardı. Cüneyd Bağdadi, sufilerin ilimlerini müzakere etmek için toplanmalarını bahis konusu ederek ceınaatına; "En şerefli ilim bu ilimdir, en şerefli cemaat da bu ilim için bir araya gelenlerdir" diyor ve ekliyor: "Şu mavi gök kubbesi altında bu ilimden daha şerefli bir ilmin olduğunu bilsem burada değil, orada olurdum." Şibll de cemaatına hitaben; "Siz gerdanlıktaki elmas gibisiniz, sizin için nurdan kürsüler kurulur ve o zaman melekler bile size imrenir, bunun sebebi müzakere etı11ekte olduğunuz bu ilim/ ınarifettir" demişti. 9 Bütün mutasavvıflar vaazlannda ve yazdıklan eserlerde süfıleri ve tasavvuf ilmini bu kadar yüceltmişlerdir. Çevrelerine yoldaş toplamalarında ve topladıklan yoldaşlan kendilerine bağlamalarında süfilere ve tasavvuf ilmine övgüler yağdırmalarının payı vardır. Tevazu ve mahviyet onları bundan alıkoymamıştır. Zalüd ve süfllerin selefierine ve ilimlerine bu kadar bağlı olmaları zühd ve tasavvuf geleneğipin dikkat ve özenle korunarale bir nesilden bir sonraki nesle doğru bir şekilde aktarılmasını sağlamada ve geleneğin korunmasında faydalı olmuştur. Zahid ve ilk sufilerin dini hayatı yaşamada elbette ki kendilerine özgü tarzlan ve useılleri vardı. Bu yaşama tarzı ve usulü, onları diğer Müslümanlardan az çok farklı kılıyordu. Fakat söz konusu tarz ve usul süfiden sufiye, bölgeden bölgeye göre de farklılıklar gösteriyordu. Söz konusu "usül" kavram olaralc, ana hatlarıyla biliniyordu. Bu kavram bazan mezhep, bazen tarik, bazen tarikat olarak adlandırılıyordu. Bu terimler de sadece zahid ve süfilere özgü değildi. Mezhep dal1a çok itilcadi ve arneli hareketler için kullanılıyordu. Tarik ve tarikat terimleri de hadis ve kıraat alimleri tarafından sened ve usül anlamında kullanılıyordu. Tarikat, bugün bilinen teknik an- 8 9 Sernk, el-Luma, s. 42 Serriic, age., s. 230~241 14 ULUSLARARASI BURSA TASAWUF KÜLTÜRÜ SEMPOZYUMU Iamıni ancak IV./ X. asırdan sonra kazanınaya başlamıştı. Şimdi bunun.a ilgili bazı örnekler üzerinde duralırn. İbrahim b. Edhem, (ö. 161/ 778) şehzade idi. Dünya ile süslenrne tarikatını terk edip zühd ve talcva ehlinin tarikatına dönmüştü. 10 Görülüyor ki, bu ifadede kişinin dünyaya yönelme hali de, al1irete yönelme hali de tarika,t deyimiyle ifade edilmektedir ve tarikat 'özel anlamı olan bir tasavvuf ıstılahı henüz değildir. .. Şakik Belhi, İbral1irn b. Edheın'in sahi~i( yoldaşı idi. Zühd tarikatını ondan almıştı. 11 Burada rnürid deyimi değil, sahib deyimi kullanılmaktadır. İbrahim b. Edhern'in tarikatı da onun zühd hayatını yaşama tarzı ve şekli anlamına gelmektedir. Zira özellilde büyük zahid ve sufiler. yaşadıidan zahidane ve sCıfiyane hayat tarzı itibariyle birbirinden farldı idi. Harodun el-Kassar, (ö. 271/ 884) Nişabur'da Melaınet ehlinin şeyhi idi. Melarnet mezhebi ondan yayıldı. Tarikatı kendine özgü bir tarikat idi. Tarikatını en mükemmel şekilde kendisinden alan da İbn Münazil idi. 12 Burada mezhep ve tarikat keliıne)eri aynı ınanada kullanılmıştır. Abdullah b. Hubeyk Antaki, zahid sufilerdendi, takva sahibi idi. Tasavvuftaki tarikatı Ebu'l-Hüseyn Nuri'nin tarikatı idi. Zira onun ashabı/ yoldaşlan ile sohbet etmişti. 13 Burada İbn Hubeyk'ın belirgin niteliklerinden olan zahidliğine ve talcvasına vurgu yapılınası önemlidir. Belli bir sCıfiden bahs edilirken belirgin niteliğine veya nitdilderine vurgu yapılınası onun tarikatı hald<.ında fikir verınesi bal<.ıınından önemlidir. Yusuf b. Hüseyn Razi, (ö. 304/ 916) çağında Rey ve Ci bal beldelerinin şeyhi idi. İhlasa önem venne, yapmacık hususlardan ve itibardan kaçmına konusundaki tarikatı bal<.ıınından tek idi. 14 Mahfuz Nisaburi, (ö. 304/ 916) Ebu Hafs, Ebu Osman ve Haındun'un tarikatianna sıl<.ı sıl<.ıya bağlı idi. 15 İbrahim Havvas, (ö. 291/ 903) tarlk-i teı1ekkül'e süluk etıniş Reyli bir sufı idi. Seyal1at ve riyazetle tanınırdı. 16 · İbrahim b. Şeyban, talcva ve dindarlıkta eşsizdi. Meşayih ve tasavvuf imamlarının (önderlerinin) tarikatına dört elle sarılmış olduğundan geleneğin dışına çıkan iddiacı sözde mutasavvıfları şiddetle reddederdi. 17 İbn Salim, Sehl b. Abdullah'a intimal intisab etınişti. Tarikatı üstadı Sehl'in tarikatı idi. Basra'da kendisine intima eden ashabı vardı. 10 Sülem!, Tabakfıt, s. 28 Sülem!, s. 60 12 Sülem!, s. 123, 238 13 Sülem!, s. 141 14 Sülem!, s. 259 15 Sülem!, s. 273 16 Sülem!, s. 284 17 Sülem!, s. 402 11 TASAWUF VE TARiKAT 15 Sal:.miye'nin önderi. idi. 18 İlk zamanlarda bir üstada bağlanmaya intimal iııtisiib, bağlananlara da ashabl yoldaşlar deniliyordu. İbn Sa.Iim'in ashabı, Salimiye diye bilinen bir hareketin mensuplandır. Ebu'l- Hayr Tinati, (ö. 3401 951) kerameti ve harika halleri vardı, fıraseti keskindi, tevekküldeki tarikatı emsalsizdi. 19 Ebu'I-Hüseyin Nuri, (ö. 2951 907) l<avmin (süfiyenin) meşayih ve ulemasındandır. Son derece güzel bir tarikatı vardı, sözleri latifti. 20 Ebu Osman Hiri, (ö. 2981 910) Ebu Hafs'ın sohbetinde bulundu, onun tarikatını aldı. Nişabur'da tasavvuf tarikatı ondan yayıldı. Allal1'a giden tariki en iyi bilirdi. 21 Burada geçen "tarfkatu't-tasaı,vuf' tabiri aslında tasavvufun da tarikat sözüyle ifade edildiğini, bir bal<ıma tasavvufun başlı başına bir tarikat olduğunu göstermektedir. Ahmed b. Hadraveyh, (ö. 2401 854) Horasan bölgesinin ulu şeyhle­ rinden olup fütüvvet il~ meşhurdu. Bayezid Bistami, Ebu Hafs, Hatim b. Asam ve Ebu Turab onun üstadları idi. 22 Görülüyor ki fütüvvet, bir tarikat/ sfıfiliği yaşama biçimi olaral< ortaya çıl<ıyor, bir sfıfınin bir çok üstadı bulunuyor. Ebu Anir Dımaşki, (ö. 3101922) Suriyeli şeyhlerin ulularından idi. Fütüvvet ehli şeyhlerin önde gelenlerindendi. (Efe'l-Meşayih). 23 Ebu Bekir Tirmizi, Horasan şeyhlerinin önde gelenlerinden ve fütüvvet ehlindendi. Al1lal<ı temiz, siyaseti güzeldi. Kendisine bağlı ashabı vardı, ona intimal intisab etmişlerdi. Oğlu Muhammed de fütüvvet ehlindendi.24 İbn Ata el-Edemi, (ö. 311/923) sfıfilerin alim ve şeyhlerinden zarif bir zat idi. Kur'an'ı fehmde (anlama ve yorumlamada) kendine özgü bir lisanı ve üslfıbu vardı. 25 Mansur b. Ammar, haldrrı/ bilge şeyhlerdendi, vaazları güzeldi. 26 Şah Suca IGrmarıi, şehzade idi. Fütüvvet el1linin ileri gelenlerindendi. Aıimdi, Mir'iitu'l-Hükemii isimli bir eseri vardı. 27 Şah Şuca'ın hilm1ete ve haldmi bilge kişilere daha çok ilgi duyduğu anlaşılmaktadır. Ebu Ali Cüzcani, Horasan'ın büyük şeyhlerinden olup nefsin afetlerini, riyazeti ve nıücahedeyi konu alan eserleri vardır. Maarif ve hil<ınetten bahsetmiştir. 28 18 3ı4 19 370 Sülemi, s. Sülemi, s. 20 Sülemi, s. 21 Sülemi, s. 22 Sülemi, s. 23 Sülemi, s. 24 Sülemi, s. 25 Sülemi, s. 26 Sülemi, s. 27 Sülemt, s. ı64 ı 70 ı 03 277 280 265 ı3 ı 292 ULUSLARARASI BURSA TASAWUF KÜLTÜRÜ SEMPOZYUMU 16 Ebu Said el-Hardiz, (ö. 279/ 892) Bağdatlı büyük sı1filerden olup ilk defa Fena-belci konusunda konuşmuştur. 29 SeriSakati (ö. 251/ 861) Bağdad'da Tevhid dili ile ve hallerin halakatine dair ilk defa konuşan o idi. Çağının şeyhi, Bağdadlı süfilerin imamı olup ilcinci tabakadald süfilerin çoğu ona intimal intisab etmişlerdi. Onun ashabından olan Hasan b. Ali el-Musuhi için.ilk Ciefa Bağdad'da halka meclis kurulmuştu. 30 _• Yahya b. Muaz Razi, (ö. 258/ 871) Reca:ve zenginlik konusuudald fildrleri önemlidir. Reea konusunda güzel açıl<la:malar yapmıştır. Kardeşleri İbrahim ve İsmail de zahid idi. 31 Süfilerin çoğıT havf ve haşyetten bahsederken o reca ilmi üzerine konuşmuş, tasavvufta iyimser ve ümit dolu bir rüzgar estim1işti. İlk süfilerden ailece zahid ve abid olanlara da rastlanır. Ünlü süfi Bayezid Bistami'nin kardeşleri Adem ve Ali de zahid ve abid idiler. 32 İbn Ebi Verd diye bilinen Muhammed ve Al1med kardeşler Bağdad'ın büyük şeyhlerindendi. 33 Mukri/ Hafız Ahmed'in oğulları Muhammed ve Ca'fer kardeşler Horasan'ın tanınmış şeyhlerindendi. 34 Alm1ed b. Hadraveyh'in eşi Fatma, kocası gibi ehli fütüvvetten bir süfiye idi. Bununla beraber ilk süf!lerde şeyhlik ve velilik, miras yoluyla babadan oğula gaçan bir şey değildi. Bu sı1filerin tamamına yalun bir lusmının babaları, süfi ve şeyh değil­ di. Çoğunun babaları dal1i dindar ldşiler olarak tanınmış değillerdi. Bir çoğunun oğulları da şeyh olarak tanınmamışlardı. Ebu'l- Abbas el-Kasım es-Seyyari (ö. 342/ 953) Horasan şeyhlerin­ dendi. İlk defa Merv'de hallerin haldkatinden o bahsetmiştir. Cebir lisaniyle Tevhid üzerine konuşmuştu. O bölgenin bütün sünnileri onun ashabından idiler. 35 Burada süfiler anlatılırken sözü edilen tarfk/ tarikat ild anlama gelir: a. Tasavvufi hayat tarzı, zahidane ve süfiyane yaşama şekli, lusaca tasavvuf yolu. Ebu Osman el-Hiri'den bahsedilirken "tasavvuf tarikatı" (tarfkatu's-sufiyye) ifadesi bu anlama gelmektedir. Kelabazi'nin (ö. 380/ 990) tasavvufa dair eserinin adı olan et-TamTuj li Mezhebi Elıli't-TasaJIJiıtj ibaresinde geçen "Ehl-i Tasavvuf Mezhebi" ibaresi de aynı manaya gelmektedir. Kelabazi "Süfılerin Tarikatı" (11asju tarfkatilıim, s.20) derken de tarikat kelimesini mezhep manasında kullanmaktadır. Serrac "Süfilerin Mez28 Sülemi, Sülemi, 30 Sülemi, 31 Sülemi. 32 Sülemi: 33 Sülemi: 34 Sülemi: 35 Sülemi, 29 s. s. s. s. s. s. s. s. 246 228 58; Hatib Bağdadi, Tarilm Bağdad, Vll/366 107 67 259 509 440 TASAWUF VETARİKAT 17 heplerinin Esası", "Mezheb-i :;:mıyye", "Usul-i Mezheb" derken "Mezhep" kelimesini "Tasavvuf Yolu/ Tarikat" anlamında kullanılmaktadır. 36 Tasavvuf hareketini ve yolunu ifade etmek için mezhep deyiminin kullanılması o· çağlarda itikadi ve fıld1i fırkaların tutmuş olduldan yolun bu terinlle ifade edilmiş olması, sfıfilerin de ara sıra bu terimi kullanmakta bir beis görmemiş olmalanndandır. . b. Tarikat/ Tarik tasavvuf yolunu tutan bir kimsenin kendine özgü abidane, zahidane ve sfıfiyane yaşama tarzı, manevi ve ruhani hayat şeldi­ dir (mistik hayat biçimi). Bu anlamda, özellilde büyük sufilerden her birinin bir meşrebi, bir mesleği, bir üslubu ve bir tarikatıl tariki vardır. Sufilikte ortale noktalar, ilkeler ve niteliider vardır. Bunlar sufiliğin temel ve gelen özelliğidir. Ama bu temel ve genel illeeler çerçevesinde bir de pek çok farldı­ lık ve çeşitlilik mevcuttur. Ana yolun içinde veya çevresinde aynı hedefe giden pek çok paralel ve tali yol vardır. İlk sufilerden olup takva ve güzel manevi haliyle tanınan İbnu'l­ Müzeyyin, (ö. 328/ 940) "Allall'a giden yolların sayısı gökteki yıldızlar kadardır, ama ben ona giden bir yola muhtaç olduğum halde onu bulamıyorum" demişti. 37 Çağındaki sufilerin saygı gösterdilderi Ebu Bekir Tamestani! "Allah'a giden yollar hall</ yaratıldar kadardır, Tarik onundur, ona değildir," demiştir. 38 Yani kendine yolu gösteren, onu hidayete erdiren Allah'tır, kişi kendi kendine yola girerse ilk adımda yolunu yitirir. 39 "Pes bu dahi ma'lum ola ki Hak Teala'ya !sal eden turuk haddan birı1n, mertebe-i add ve ihsadan efzun iken yine de süluk ehli iki nevidir. Biri ilim tarHuna sülı1k eder, irfana vasıl olur, diğeri irfan tariluna girer, ilme erişir. "40 Kıltu'l-Kulub yazan şöyle der: "Allah insanlığa üçyüzonbeş (315) peygamber göndem1iştir. Çünkü imanın 365 karaleteri (huyu, inizacı, yapısı) vardır. Her mümin bu karakterden birine sahiptir ve bu, onun ulu ve yüce Allah'a giden yolu, Allah'a yöneliş şeldi ve ondan aldığı nasiptir. Bu tarikatlardan her birinde mürninlerden bir zümre bulunur, bazılannın makamı diğerlerinden üstündür." Bir başka alim de "Ulu ve yüce Allah'a giden yolIann sayısının mürninler kadar" olduğunu söylerken, ariflerden biri "Yaratıldar kadar Allah'a giden yol vardır" der. Yani Allah'ın delillerini görebilen için her yaratıktan Allah'a giden bir yol vardır. Her şeyde Allah'ın bir olduğunu gösteren bir işaret vardır, oluşlara ait suretlerden her biri bir tarikattır. Şöyle bir rivayet vardır. İman 333 tarikattır. Bu yollardan biriyle şehadet getirerek Allah'ın huzuruna çıkan cennete girer. bkz. el-Lumii, s. 18, 21, 147; Ayrıca bkz. Abbiidi, s. 13, 16, 22, 26, 30 Sülemi, s. 383 38 Sülemi, s. 472 39 Sülemi, s. 383, Cami, s. 211 40 Taşköpriziide, Mevzuatu '1- U/Um, VIII 36 37 18 ULUSLARARASI BURSA TASAWUF KÜLTÜRÜ SEMPOZYUMU Yüce Allah buyurur: "Herkes şakilesine/ tarikatına göre amel eder, kimin daha doğru yolda olduğunu en iyi bilen Rabbınızdır" (İsra, 17/ 84). Bu ayet değişik yollardan Allah' a gidenlerin hepsinin dağrtı yolda olduklannı, ama bazılannın tutınuş olduklan yolun daha doğru olduğunu gösterir. Hz. Ali "Müminin arnellerinden biri onun arnellerinin efendisidir. Müminin, işte bu efendi amel ile cennete girmesi umulur, Mevlası katında bununla üstünlük kazanır" demiştir. Kimi gece, ldp.li gündüz, ldmi gizli, ldmi açık ibadet ederek Allah'a yaklaşır. Bir ldmse iÇin gece ibadeti ibadetlerin efendisi ise başka birine göre gündüz ibadeti 'ibadetlerin efendjsidir ve efendi ibadetle cennete girmek ümit edilir. 41 Bir insanın çeşitli arnellerine ve ibadetleri olabilir ama bunlardan biri öbürlerine göre daha belirgin, daha etldn, daha içten, daha sürekli ve daha semereli olur. Haldm ve galib durumdald ibadet ve ahiald davranış ldşinin ayırt edici niteliği olup onun karakterini belirler. ibadet ve ahiald davranış­ ların efendisi denilen bu karakter müminin şaldlesi, tarikatı ve meşrebidir, Bu aynı zamanda dini ve manevi anlan1da bireyin ldşiliğidir. Allah'a giden yolların müminlerin nefsleri/ canlan adedince olması ldşilikleri kadar olma- . sı demek olur ve herkes kendi ldşiliğiyle, yani kendi tarikatıl yolu ile Hakk' a gider. Bazı sılfıler bu yolların tüm insanların nefsleri/ canları, diğer bazılan da bütün canlıların alıp verdilderi nefesler kadar olduğunu söyler. Herkesin Rabb'ına karşı kendine özgü bir yönelişi, tavır alışı, yaldaşma tarzı ve yöntemi varcfır. Sılfıler Hald<.'a giden ldşisel ve bireysel tarikatlarıni yolların bu kadar çok olduğunu söyler, herkesin yolunu bir dereceye kadar doğru bulur ve ona saygı gösterirler. Bahsedilen anlamda ilk zahid ve sılfılerden bir çoğunun kendine mal1sus şahsi, ferdi ve husılsi bir tarikatı vardı. Mesela İbrahim b. Edhem tarikatı, yani mümeyyiz vasfı/ ayıncı niteliği "tevekkül" idi. Bir zahid ve sılfide bulunması gereken vasıf ve hususiyetlere elbette Id o da sahipti, ama tipik özelliği ve karakteristik niteiiği tevekkül de belirgin hale gelmişti. Ayı1ı şekilde Bayezid Bistami'nin tarikatı selı.T, Cüneyd'inki sallJl, Harodun elKassar'ınki melihnet, Ebu Hafs Haddad'ınkifotüılVet, Sehl Tüsteri'ninld 71Jltizet/ çile, Ebu Said Harraz'inkiftna-beka, Haldm Tirrnizi'ninld velayet, Muhasibi'ninld. rıza, İbn Hafifininld gayret-huzur, Ebu'l- Abbas'ınld cem-tefiik, Ebu'l-Hüseyn Nuri'ninld isiiri diğergamlzk idi. Bunlardan her birinin çevresinde toplanan bir cemaatı vardı. Bir sılfinin sohbet meclislerine devam edenler onun görüşlerini paylaştıldarından bir zümre ve bir grup oluşturu­ yorlardı. İlk defa Hücviri; Muhasibiye, Kassariye, Tayfuriye, Nuriye, . Sehliye, Cüneydiye, Hakimiye, Harraziye, Hafifiye ve Seyyariye gibi on gruptan bazen güruh, bazen mezhep, bazen fırka, bazen da tmikat olaral<. bahseder. Mesela Muhasibiye, Haris Muhasibi'ye tevella edenlerin, yani 41 Kiitu '1-Kulub, Ili 73, II,/282, 286 TASAWUF VE TARiKAT 19 ona bağlananların mezhebi ve yoludur. 42 Demek ki Haris Muhasibl'yj seven, ona bağlanan ve onu önder/ rehber kabul eden bir topluluk var. Fakat Haris Muhasibi vefat ettiğinde cenaze namazının dört kişi tarafından kı­ lındığı düşünülürse taraftarlarının çok fazla olmadığı anlaşılır. Ancak Haris Muhasibl'nin tasavvuf anlayışına bağlı kalanların daha sonraki dönemlerde de mevcudiyeti dikkate alınırsa buna tasavvufı bir mezhep ve tarikat demek mümkün olur. Gerçekten de Haris Muhasibl'nin tasavvufta açtığı kendine özgü bir çığır (mezhep- tarikat) vardır, bu yolda yürüyenlere, sayı­ ları az da olsa Muhasibiye denilmektedir. Bu anlamda günümüzde onun eserlerini okuyup tasavvuf anlayışını benimseyenlere bile Muhasibiye denilebilir. Şuna da dild(at etmek lazımdır: Hücviri bir yerde HamdCıniye'yi "melamet mezhebini tutanlar", Cüneydiye'yi de "sahv mezhebini tutanlar" diye tanırularken diğer bir yerde Hamdüniye'yi "dervişlere hizmet ve hürmet", Cüneydiye'yi de "Batııu mürakebe tar!kı" şeldinde de taıumlamakta­ dır.43 Demek ki bu hareketlerin daha başka. bir takım ayırt edici niteliideri de bulunmal(tadır Hücvir!, tasavvufun on fırka ve mezhebinden bahsetmekle beraber o dönemde var olan ve bilinen tasavvufı fırka ve mezhepler veya tarikatlar bunlardan ibaret değildir. Nitekim bir çok tanınnuş sCıfılerden bal1sederken "sCıfılerin imanu, şeyhi, üstadı ve delili" gibi ifadeler sıkça kullanılmakta, bu da onların çevrelerinde de bir cemaatın oluştuğunu göstermektedir. Ayrıca HulCıliye, İlhamiye, Mübahiye/ İbahiye, Hallaciye ve Farisiye gibi bir takım heretik tasavvuft zümrelerin mevcudiyetinden yine Hücvir! bahseder. Bazı sCıfller anlatılırken: "Ashabı/ bağlıları vardı", "falan bölge halkı ona intima/ intisab etmişlerdi", "örnek alınmış ve yolundan gidilmiştir" gibi ve benzeri ifadeler de o dönemde pek çok tasavvuft zümre ve cemaatın mevcut olduğunu göstermektedir. Şeyh/ üstad ile ashabı arasında manevi bir bağ oluşuyor ve bu bağlılık şeyhin vefatından sonra da devam ediyordu. Bayezid Bistami, Seri Sakati, Cüneyd Bağdadt, Hamdun Kassar ve Ebi Hasf Haddad gibi büyük sCıfılerin ·ashabı vefatından sonra da onlara bağlı kalmaya devam etmişler, hatırala­ rını aziz bilip yaşatınışlardı. SCıfi geleneğini ve hareketini süreidi kılan ve olabildiği kadar özgünlüğünü korumasını sağlayan hususlardan biri de bu konuda gösterilen hassasiyet ve titizliktir. Ebu Ali Deld(ak şöyle derdi: "Ben bu tar!ld Nasrabazl'den, o Şibll'den, o Cüneyd'den, o Seri'den, o Ma'ruf Kerhi'den, o Davud Tal'den almıştı. Davud Ta! ise Tabii'den bir çoğu ile görüşmüştü. 44 İlk sCıfılerin silsile ve senedieri genellilde Tabii'ne kadar çıkar, daha ileri gitmez, arada sahabe yoktur ve bu tabii bir durum42 43 44 bkz. Keşfiı '1-Malıcıib, s. 2 I 4,218 ve devamı Keşfiı'l-Malıcıib, s.235 Kuşeyri, Ristile, s. 578 20 ULUSLARARASI BURSA TASAWUF KÜLTÜRÜ SEMPOZYUMU dur. Bir -çok süfi ise sadece şeyhini ve üstadını veya şeyhlerini ve üstadlarını zikretmelde yetinir, silsile tabiri yoktur, onlar daha ziyade hadis ilmindeld senede benzeyen bir şeyden bahseder. Mesela Sülem'i Ebu Ali Ruzbari'nin sözlerini Mansur b. Abdullah isnadı ile naldeder. 45 Fakat bir süfinin sözlerini naldetmelde onun tasavvuftaJd tarikatını almak (Ahz-i Tarikat) farldı şeylerolmalda beraber ahz-=-ıt:irikat ile sonrald süfllerin silsile anlayışları arasında da fark vardır. Ebu Ali,Ruzbari; "tasavvufta üstadım Cüneyd, fıkıhta İbn Cüreyc, edebiyatta Sağl~b, hadiste İbralüm Harbl'dir", diyor. 46 İlk süfıler, tasavvufu süfilerden, <!iğer ilimleri ise o ilmin üstadlarından öğrenir, hepsine saygı gösterirlerdi. Fakat aralarında gönül bağı bulunan süfi üstadiarına gösterdilderi bağlılık ve saygı az çok diğerle­ rinden farldı ve daha güçlü idi. Süfller ilk defa ortaya çıktildan zaman hepsi süfi diye anılmamışlardı. Çeşitli bölgelerde ve zamanlarda farldı isimlerle anılmışlardı. Süfi ifadesi bunların hepsini kapsamıyordu. Hatta içlerinde süfi deyiminden hoşlan­ mayanlar da vardı. Kendilerini ibadete vererek Allah'la özel anlamda manev! bir bağ kurmaya çalışan bu rühanllere ldmi abid, ldmi zahid, ldmi kerra, ldmi nas'ik, ldmi seyyah, ldmi faldr, ldmi arif, ldmi melam'i, ldmi fütüvvet ehli, ldmi hakim ... vs. gibi isimler veriyordu. Bu isimlendim1e hem bunların ortak noktalarına, hem de aralarındald meşreb farldılıldarına işa­ ret ediyordu. Süfilere, gurbet ellerde •yaşamayı tercih ettiiderinden gurebfi/ garibler, seyahat ettiiderinden suyyftlı/ gezginler, mağaralarda yaşadıidanndan şikiftiye, aç kaldıldarından (kılZet-i ta am) cilryye/ açlar, yoksul ol duldanndan fokaral mütekaşşife, iç aydınlığa kavuştuldarından nurryye/ ışıldılar gibi unvanlar da verilmişti. 47 Fakat bu unvanlar genel değildi. Belli bir yerdeld belli bir süfller topluluğunu ifade ediyordu. Mesela, bunlara Suriye'de curye/ açlar, Horasan tarafında şikif.fiye/ mağarada yaşayanlar denilmişti. Bu, Suriye'deld bütün süfilerin bu yolda açlığı esas aldıldan veya bütün Horasan süfilerinin mağarada yaşadıidan anlamına gelmez. Bunlar, benzerlerine her yerde rastlanacal<. küçük gruplar veya tek başına mağarada yaşayan münzev'iler olmalda beraber yaşama tarzları fazla dild<.at çektiğinden bu şeldlde anılmışlardı. İslam toplumunda manevi ve ruhani bir hareket olaral<. çıktığında bu yolun öncüleri hald<.ında süfller tarafından çeşitli değerlendirmeler yapıl­ mış, süfi ve şeyh olduğunu söyleyen veya öyle görünen ve öyle kabul edilen her ldşinin peşinden gidilmemesi gerektiği zaman zaman vurgulanarak talibler uyarılmıştı. Ünlü mutasavvıf İbn Hafif şöyle diyordu: "Şeyhleri­ mizden beşini örnek alıp kendilerine uyarız, geri kalanları halleriyle baş 45 46 47 bkz. Sülem'i, s. 358 Sülemi, s. 360 bkz. Kelabiizi, s. 21-23, Serrac, s. 527 TASAWUF VE TARiKAT 21 başa bırakınz. Peşinden gidilecckler; H. Muhasibi, Cüneyd, Ruveym, İbn Ata, Amr b. Osman. Bunlar şeriat ilmi ile tasavvufun halakatierine sahiptirler. "48 Demek Id çok erken bir dönemde çl.ahi sG.filer, peşinden gidilecekler ve gidilmeyecekler olmak üzere ild gruba ayrılıyordu. Manevli mistik hallere sahip bir çok sG.fı vardır, bunlar ermiş/ veli ldşiler de olabilirler. Bunlara saygı duyulur ama örnek alınmazlar, bir talib kendini kayıtsız şartsız bunlara teslim ederse zarar görür. İbnu'l-Fereci (ö. 290/ 902) anlatıyor: Ebu Turab Nal1şebi'nin (ö. 245/. 859) çevresinde ashabından 120 ldşi gördüm. Hepsi de yanında matara taşır, sütunların çevrelerini mekan tutmuşlardı. Ebu Ubeyd Busri ile İbn Cella hariç hiçbiri faleri dervişlik üzere ölmedi. 49 Demek ld erken bir dönemde dahi şeyhin çevresindeld 120 ldşilik bir cemaattan aneale ild ldşi sG.fılik yoluna olan bağlılığını devam ettirebiliyor. İbn Cella ise 600 şeyhle görüştüğünü, bunlar içinde dördü gibisini görmediğini, söyler. 50 Bir de bunlara o dönemdeld İbahiye, HulG.liye ve ilhamiye gibi Rafizi'leri, heretikleri eklersek o zaman bile örnek alınacak ve bağlanılacale sG.fi ve şeyhlerin ne kadar az, bunları bulmanın zor olduğu açıkça anlaşılır. İlk sG.filer, başkalannın anlarnaleta zorluk çekecekleri veya yanlış yorumlayacakları tasavvufun hassas ve ince konularını kendi aralarında konuşur, bu tür meseleleri n konuşulduğu özel meclisiere hfganeler-digeran (öteldler) dedikleri yabancıların bulunmamasına özen gösterirlerdi. işaret yoluyla anlatılan hususlan açıkça ibarelerle anlatan ilk sCıfı ZünnG.n'dur. Ondan sonra Cüneyd bu ilme dair eserler yazdı. Daha sonra Şibli kürsüye çıkıp tasavvuf meselelerini herkese açık vaazlarda anlattı. Şibli'den evvel kapalı kapılar ardında gizil gizli anlatılan hususlar Şibli tarafından halka açıklan­ dı.51 Fakat Şibll delişmen bir sG.fı idi. ihtiyat ve temldnli sG.filer tasavvufun nazik meselelerini yabancıların alınmadığı sohbet meclislerinde anlatırlar, böylece gereksiz dedikodulara sebep olmaletan ve suçlanınaktan salanırlar­ dı. İlk sG.fileri dal1a iyi anlamak için nasıl nitelendirildiklerine, onların manevi halleri ve hayatları anlatılırken kullanılan ifade ve sıfatıara balanak gerek. Burada önemli olan sıradan birinin onları nitelemeleri ve tanımlama­ ları değil, büyük süfilerin üstadlarını ve alaanı olan sG.fileri nasıl niteledikleri ve tanımladıklarıdır. Bayezid Bistami abid, zahid ve manevi/ mistik hal sal1ibi idi. 52 Burada hal dini his ve coşku anlamına gelmektedir. Bayezid Bistami'nin temel özelliği bu idi. Attar onun diğer vasıflarını da bal1is konusu eder: "O anfle~ 48 Kuşeyrl, s. 73 Sülemi, s. 147 50 Sülemi, s. 147 51 Cfuni, Nefalıiit, 87 52 Sülemi, s. 67 49 22 ULUSLARARASI BURSA TASAWUF KÜLTÜRÜ SEMPOZYUMU rin sultanı, hakikat ehlinin delili, \lah! halife, sonsuzluk sütfınu, mahrfımi­ yet dünyasında pişmiş, vaktin şeyhi, şeyhlerin en büyüğü, evliyanın en ulusu, Halde'ın hücceti, haldcıyla halife, alemin kutbu, evtadın merdi, riyazet ve keramet salıibi, ... 53 Attar bu ve benzeri şairane ifadelerle Bayezid Bistaml'yi abartılı olarak över. Bu ifadeler abart_ılı ve hayal ürünü bile olsa sfıfi Bayezid'in tasavvufı kişiliğine ışık tutar; onu dal1a da iyi bir şekilde anlamamıza yardım eder. Özellilde onun tal:!a.vvuf dünyasında nasıl algı­ landığı konusunda bize bir fildr verir. Bunup:la beraber bu gibi abartılı ve şairane tasvirlere ilk sfıfilerde rastlanni.adığını dlJ. hatırda tutmamız gerekir. Sülemi, Kuşeyri ve Hücviri (s. 132) gibi yazarlarda bu türlü tasvirlere ve nitelernelere rastlanmaz. Haris Muhasibi Bağdatlılardan çoğunun üstadı olup zahir, muamele ve işaret/ batın ilimlerinde bilgi sahibi idi. 54 Ma'rfıf Kerhi esld ve ulu şeyhler­ den olup takva ve fütüvvetle meşhur idi. 55 Maıtsur b. Arnmar haldm şeyh­ lerdendi.56 İbn Hupeyk zahid sfıfılerdendi. 57 Ebu Türab ilim, fütüvvet, zühd ve talcva ile tanınırdı. 58 Ebu'I-Hasan el-Müzeyyin takva ve manevi hal sal1ibi idi. Meldee'ye gidip mücavir (Halde'a komşu olma) hayatı yaşadı. 59 İbralüm el-Havvas teveldei.U yolunu tutmuş, çok seyahat ederdi. 60 Bu nitelemelerde sfıfllerin keramet ve hankulade hallerinden çok az söz edilir. İlk sfıfilerde önemli olan haldkat ve ahlaktır. Onlar haldkat kelimesiyle sfıfinin Hak ile olan ilişldsini, al1lalda da halk ile olan ilişldsini anlatırlar. Buna "talıakkuk-talıalluk" da denir.~ İlk sfıfilerin birbirini tanımak, yekdiğerinin ilminden, irfanından ve manevi tecrübesinden faydalanmak için kullandıldarı iletişim yollan sefer/ seyahat ve hacdır. Bir sfıfi ehliyetli bir üstad bulmale için diyar diyar gezer _veya şöhretini işittiği bir mutasavvıfı görmek ve ondan feyz alınale için uzun yolculuğu göze alındı. Bundan dolayı onlara saihfın denilmişti. Ebu Ali Rfızbari Bağdadlı idi. Cüneyd, Nuri ve Ebu Hamza gibi Bağdadlı sfıfilerin sohbetinde bulundu. Şam'da İbn Cella ile görüştü, Mı­ sır'a gidip I<lthire'ye yerleşti ve orada vefat etti (ö. 322). 61 Ebu Osman el-Mağribi (373) Tunus'tald Kayrevan şehrindendir. Mekke'ye gitti, orada ilcan1et etti. "Harem Şeyhi" diye tanındı. Sonra Horasan'dald Nişabur'a gidip yerleşti, orada vefat etti. 62 53 54 Tezkire/u '1-Evliyti, s. 160 Sülemi, 56 Sülemi, 84 56 Sülemi, 131 57 Sülemi, 146 58 Sülemi, 146 59 Sülemi, 383 60 Süleml, 509, 515 61 Sülemi, 354 62 Sülemi, 479 55 23 TASAWUF VE TARiKAT Bu iki örnek Bağdad-Şam-l<ahire, Kayrevan-Mekke-Nişabur hattında iki sfıfinin seyahatine . aittir. Türkistan'dan, Maveraünnehr'den, Harizm'den, Horasan'dan, Kafkasya'dan ve Mganistan'dan Mel<lee'ye gelen hacılar Bağdad, Basra, Şan1 ve Kudüs'e uğrar, gidişte veya dönüşte buralardalci meşayihle görüşür, menkıbelerini dinler, tasavvufla ilgili lcitap ve risaleler varsa bunları edinir ve memleketine gelirlerdi. Endülüs, Fas, Cezayir, Tunus, Libya ve Mısır'dalci meşayih için de durum aynı idi. Tel<leeler ve zaviyeler bu hususta onlara kolaylık sağlıyordu. İslam alemindelci bütün sfıfi hareketlerinin genellilde ana meselelerde birleşip türdeş hale gelmeleri böyle bir iletişim ve ulaşım imkanlarıyla gerçel<leşiyordu. Onun için Honi.san'dalci bir sfıfi Kayravan'dalci bir sfıfiye yabancı değildi. Tarik-I Alıyar-Tarik-I Ebrar- Tarik-I Şuttar Alryar hayırlılar, ebrar erdemliler, şuttar yüzsüzlüğü ile ailesine, eşine, dostuna sıkıntı verenler anlamına gelir. Necmüddin Kübra, Usul-i Aşere isirüli eserinde müminlerin Hal<le'a ermek için tutınuş oldul<ları yolların üç çeşit olduğunu söyler. l. Tarik-ı Ahy~r: Hayırlıların tutmuş oldul<ları yoldur. Bu yol_da · Hal<le'a em1ek için amel, ibadet, taat, zühd ve talcva esastır. Kur'an'da Ibral1im, ishale, İsmail ve Ya'kub (a.s.) gibi peygamberler alryfir/ hayırlılar olarale nitelendirilmiştir (Sa'd, 38/47,48). Buna "erbab-ı muamele yolu~' da ~~ . Ebrar: Erdemiiierin tutınuş oldul<ları bu yolun esası riyazet, ınücihede, kalbi kötü huylardan arındırıp güzel hasletlerle donatma yoludur. Bu yol çileli bir yoldur. Yüce Allah; "Şüphe yok lci ebrar/ ehl-i fazilet cennette nan u nimet içindedir", buyurur (Mutaffifin, 83/18,22). İnsan daima: "Rabbim ebrardan biri olarale canımı al" (Ali İmran, 3/193), diye dua eder. Hayırlıların zıddı şerliler/ eşrar, ebrar'ın zıddı fuccfir/ facirler, günah karlardır. 3. Tarik-ı Şuttar: Cezbe, vecd, aşk, mal1abbet ve mestlikle Hal<le'a ermek isteyenlerin tutmuş ol duldan yoldur. 63 Şuttar, şiitır kelimesinin çoğuludur. Sözlükte şatır, yüzsüzlüğü ve sorumsuzca davranışlarıyla ailesini zor durumda bıralean kişi anlamına gelir. "Şol şfıh ve küstah ve biar- meşreb lcimseye denir lci aile, alcraba ve al1baplarına muvafakat üzere olmayıp levm ve habais ve laübaliyane vaziyet ve hareketle onları aciz bıralcır." 64 Çoşan ve sem1est olan ve: "Ar ll namus şişesini taşa çaldım lcime ne", diyen bazı mutasavvıflar şatırlara benzetilerek tuttul<ları yola "Şuttar tariki" denilmiştir. 65 2. 63 64 65 Tarik-ı Sülem'i, s. 32,243 Kamus Tercemesi. II/432 Sülem'i, s. 45, 243 ULUSLARARASI BURSA TASAWUF KÜLTÜRÜ SEMPOZYUMU 24 Anayol olan tasavvuf yolunun içindeki bu tali yollar İslfun'daki dini ve bu hayattaki büyük grupları yansıtması bakınundan önemlidir. Öyle müminler vardır ki ibadet ve taatla, hak hukuk gözeterek Hakk'a ereceğine inanır. Bu anlayışı temel alan pek çok tarikat vardır. Hatta tarikatla ilgisi bulunmayan bir çok dindar ve takva sahibi müminin tutmuş olduğu yol budur. Diğer bazı müminler riyazet ve mücahede ile kalbi tasfiye ederek Hakk'a ereceğine kanidir. Bu maksatla çetin riyazetlere ve zor mücahedelere girerek çileli bir dini hayat ya~ar. Bir çok tarikatta bu eğili­ min ağır bastığı görülür. Halvetler ve çilehıfiı.der bunun için yapılmıştır. Şuttar tarild cezbe ve vecd hallerini, semaı, aşkı, mahabbeti, manevi sarhoşluğu/ sekri ve kendinden geçmeyi esas alır. Kendinden geçen bazı sufıler çevrelerinden gelecek tepldye hiç aldırmadan akıllarına geleni söyler ve yaparlar. Tasavvufta bu tipiere her zaman rastlanır. "Ene'l-Hak" diyen Hallac, "Subhani ma a'zaıne şani" diyen Bayezid Bistaıni ve Şibli bu yolun yolcularıdır. Şibli, "Ben de Hallac gibi Ene'l- Hak diyorum, beni divaneliğim kurtardı, onu aklı idama süriUdedi" demişti. 66 Bunlar deli dolu sufıler olarak tanınırlar. Bu yol bir tür sekr yoludur. Her dönemde bu tarzda üç türlü dindarlık ve sufilik bulunmalda beraber tarihi süreç içinde çilecilerin ve şatırların sayıları giderek artnuş, hareketleri yaygınlaşmış ve mutisavvıf denilince daha ziyade bunlar alda gelir olmuştu. Ahyar yolu ise genellilde sahabe, tabiin ve etbau't-tabiin yolu olarak kabul edilmelde beraber, ister •sufi olsun, ister olmasın dindar müminlerin büyük çoğunluğu her zaman bu yolu tutınuşlardır. Ahyar, Ebrar ve Şuttar tarikleri teknik anlamda ne mezheptir, ne de tarikat. Bu sınıflandırına dini hayatın geneline ait bir şema ve tablodur. Geniş ölçüde de doğrudur. Hıristiyan mistisizmindeld Pia purgativa ve Pia contemplatiJla, Pia illumminatiPa şeldindeki üçlü ayrım da buna benzemektedir. 67 hayatı Takva İçin Mücahede- İstildmet İçin Mücahede- Keşfİçin Mücahede İbn Haldun İslam'dald tasavvufi hareketleri ve dindarlığı farklı şeldlde üç kategoriye ayırır. Bir lamsenin dini hayatı yaşamasının sebebi, saild ve gayesi ya takva veya istikamet veyahut da keşf sahibi olmale olabilir. Bir mümin bu yollardan birini tutar ve maksadına ermek için mücahede eder. Yani bu yolda çalışır, çabalar, uğraşır, didinir. İbn Haldun Şifau's- Sail isimli eserini sufilerin tutınuş oldukları yolun mahiyetini araştım1ak ve diğer şer' i yollardan farldı olan tarafını ortaya koyınalc için yazdığım belirtir. 68 66 67 68 Ensiirl, Tabakiitu's-Siıfiyye, s. 381 Schimmel, s. I 07 İbn Haldun, Şifiiu 's- Siiil, s. 5 TASAWUF VE TARiKAT 25 İbn H~dun önce insandaki kal b- beden ildliğini ortaya koyar ve görüş­ lerini bu temelde inşa eder. Beden ve aniardald organiann fiil ve amellerine zahiri fiil (Efal-ı zalıire, a'mal-ı zalıire, efal-ı ceparilı), kalple ilgili fiil ve amellere ise batıni fiil ve kalbin amelleri (Efal-i batına, a'mal-ı Kulub) dendiğine ve İslam'da kalbin fiilierinin daha önemli olup bedene ait fiilierin temelini teşldl ettiğine dild<ati çeker. Nasıl beden ve organiann fiilierine ait farz, vacib, sünnet/ mendub, mübal1, \<erahet ve haramlar gibi hükümler varsa aynen bu şddlde kalbin fiilierinin de dini hükümleri vardır. Birinci kategoride olanlara alıkimı-ı zalzire ve a'mal-ı ceParilz, ildnci kategoride olanlara alı­ kam-ı bittma ve a'mal-ı ku!Ub denir. Beden ve organların hükümlerini araştı­ np tesbit eden ilme zahir ilmi, fıkıh; kalple ilgili an1ellerin hükümlerini araştırıp tesbit .eden ilme de batın ilmi, fıld1-1 kalb, fıld1-1 vicdan! denir. Ewelld ilinlle meşgul olanlara ulema-ı zahir, ildncisi ile meşgul olanlara ulema-ı batıni tasav\ruf ehli denir. Mesela ihlas kalbin bir fiilidir, bunun şer'! hükmü farzdır, riya da kalbin bir fiilidir, bunun şer'! hükmü ise haram olmasıdır. İbn Haldun, Gazall'ye dayanarak tasawufun İslam'dald konumunu ve yerini böyle tesbit eder. 69 Takvaya yönelik mücahedenin amacı takva sahibi bir mümin olmaktır. Bu mücahede her mümine farzdır. İstil<amete yönelik mücahedenin amacı istikamet sahibi, dürüst ölçülü ve dengeli bir mümin olmaktır. Bu mücahede peygamberler üzerine farzdır. Müminler ise üzerine farz olmayan bu mücahedeye teşvik edihnişlerdir. Keşf mertebesine ermek için yapılan ınücahede mek.ruh denilecek ka· dar sakıncalıdır. Buna belli şartlarda izin verilebilir. 70 Bu mücahedelerin üçüne birden tasawuf adı verildiği gibi herbirine ayrı ayrı olarak da tasavvuf denir. Takva anlamına gelen tasawuf her Müslüman'a farz-ı ayn iken istikamet mücahedesi sadece peygamberlere farzdır, diğer Müslümanlar için ise fazilettir. Keşf için mücahede ise şartları bulunması halinde mübahtır. Son dönemlerde genellilde tasawuf denilince son ild mücahede, istikamet ve keşf için mücal1ede anlaşılır olmuştur. Bu mücahedelerden ildncisine geçmek için birincisini başam1ış olmak,_ üçüncüsüne geçmek için de ilk ildsini halduyla gerçeldeştirmiş olmak şart­ tır. Bu üç mücahede ayrı ayrı üç yol değil, ildncisi birincisinin, üçüncüsü ilk ildsinin devanu olan tek bir yoldur. İman - İslam - İhsan Cebrail Hadisi diye bilinen; "iman", "İslam" ve "ihsan"dan bahseden hadiste tasawufun İslam'dald yerini göstermek açısından yorumlanmıştır. 69 age., s. 5-1 O; Gazal1, İhyfi, L 22 -29 70 Şifau 's- Sa il, s. 49 26 ULUSLARARASI BURSA TASAWUF KÜLTÜRÜ SEMPOZYUMU Bu hadiste Cebrail bir bedevi süıetine girip Hz. Peygamberin huzuruna sorduğu, gereldi cevabı aldıktan sonra da gaiblere karıştığı, sırra kadem bastığı anlatılmak­ tadır. Bu hadiste Allah'a, peygamberlere, meleklere, ldtaplara ve ahirete iman konulan; namaz, oruç, zekat ve hac gibi Islam'ın şartlan olan hususlar anlatılmakta, "İhsan ise; "Allah'a, O'nu ·görüyormuşsun gibi ibadet etmekti( şeldinde tanımlanmaktadır. 71 Bu haqiste geçen Cebrail'in bir bedevi şeldine gim1esi, sahabenin O'nu görmele;:i .ve sözlerini işitmeleri, sonra Cebrail'in sırra kadem basması tamamıyla tasayvufi, sırrı ve manevi hususgeldiği; "!man"ın, "İslam"ın, ve "ihsan"ın ne olduğunu lardır. Serrac bu hadisi şöyle yorumluyor: Ona göre Kur'an'dald ilim sahiple. rinden (ulu'l- ilm, Ali İmran, 3/18) maksat peygamberlerin varisieri olan ulemadır. Bunlar da üç zümredir: Hadis alimleri, faldhler, sfıfiler. Cibril hadisindeld "İslam", "İman", ve "İhsan" zahir; batın ve haldkate tekabül eder. İslam zahir, iman batın ve ihsan hak!kattir. "İhsan, sanld Allah'ı görüyommşsun gibi O'na ibadet etmendir, sen O'nu görmüyorsan da O seni görmektedir", ifadesi "İhsan"ın zahirin de, batının da halctkatini teşldl ettiğini göstermektedir. ilim amelle, amel ihlasla olursa değerlidir. İhlas, kulun ilminde ve amelinde Halde'ın rızasını gözetmesidir. Hadis, fıkıh alimleri ve sfıfller, ilim ve amel itibariyle fa.rldı mertebelerde bulunurlar, malesat ve derece itibariyle aralannda üstünlük vardır. "Alimlerin dereceleri vardır" (Mücadele, 58/11), "Amel itibariyle herkesin bir derecesi vardır", (Al1kaf, 46/19), "Bale, nasıl onların bazılarını diğerlerine üstün kıldık" (İsra, 17/21) diyen yüce Allah bu hususu açıkça ortaya koyuyor. Hz. Peygamber de "İn­ sanların yekdiğerine üstünlüideri sadece ilim ve takva iledir" buyuruyor. 72 "İimin kaynağı üçtür; Kuı·'an, hadis ve evliyaullah'tan bir velinin kalbine gelen hikmet" 73 Görülüyor Id Serrac Müslüman alimlerini hadis, fıkıh alimleri ve sfıfiler olmak üzere önce üçe ayırıyor, sonra da bunların ilim ve amel itibariyle bir çok dereceleri ve tabakalan bulunduğunu, bazılarının diğerlerin­ den daha üstün olduldannı belirtiyor. Bu bakımdan zahir alimleriyle batın alimleri arasında bir benzerlik ve paralellik görülür. ·İbn Haldun bu hadisle ilgili şu açıldamayı yapar: "Şeriatın taşıyıcılan biri müftüler ve kadılar, diğeri abidler ve zal1idler olmak üzere ild kısımdır. Birinciler, Allah'ın insanlarla ilgili zalür1 hükümlerinin uygulanmasıyla uğraşırlar, ildnciler, Allal1'ın onların nefislerine özgü kıldığı batını hükümlerle meşgul olurlar. Bazı faldhler hem beden/ zahir, hem kalp/ batın fıldu­ nın taşıyıcısı olabilirler (aynı şeldlde bazı sfıfller de). Oindeld hükümler üç bkz. Buhar!, İman, 37; Müslim, İman, 57; Ebu Davud, Sünnet, 16; Tirmizi, İman, 4; İbn Mace, Mukaddime, 9 72 Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV. 158 73 Serriic, Luma, 22 71 TASAWUF VE TARiKAT 27 türlü uyg.Jlanır: birinci mertebe; zahir ve batın hükümi.erine tam ve mükemmel şekilde uyularak, aksatılmadan gerçekleştirilen amel, taat ve ibadetler. İleinci mertebe; aynı şekilde zahir ve batın hükümlerine uyularak gerçekleştirilen, ama ara sıra aksatılan ibadet ve ameller. Üçüncü mertebe; sadece zahiri hükümlere tam olarak uygun bir şeldlde gerçekleştirilen, ama batını hükümlerin ihmal edildiği ibadet ve ameller. Birinci mertebedeld ibadet ve anıeller mümini kurtuluşa götürür, ilcinci mertebedeld ibadetler ve anıelierin kurtuluşu temin etmesi kuvvetle umulur. Üçüncü mertebedeld ibadet ve anıeller kurtuluşa vesile olmaz. Bu üç mertebe İslam, iman ve İhsan mertebelerine karşılık gelir. İslam amel; iman ara sıra aksasa bile zahir ve batın hükümlerine uygun düşen ibadet ve ameller; İhsan aksama olmaksızın mürakebe halinde zahir ve batına uygun icra ve ifa edilen ibadet ve amellerdir. Müminin yükümlü olduğu her hususta ve bütün ibadetlerde bu üç ınertebe göz önünde bulundurulur. Şeriatın bir zahiri, bir de batını vardır. Sözünün anlamı budur. Batınilerin saçma sapan sözleriyle bunun bir ilgisi yoktur. 74 İslam'ın umum için bağlayıcı olan bir zahiri vardır, buna şeriat; bir de özel ldşilere özgü batını var ki buna da taıikat denir. Üçüncü mertebede çok özel ldşilere mahsus olan bir hakikat var. Bedenin hizmetten aldığı nasibe şeriat, kalplerin ilim, irfan ve hikmetten aldığı nasibe tarikat, ruhların Allah'ı temaşadan aldığı nasibe hakikat denir. 75 Hz. Peygamberin sözleri şeriat, işleri tarikat, halleri haldkattir, denilirken bu tür üçlü sınıflandır­ malardan hareket edilir. İlk süfılerde makul, mutedil, ihtiyatlı ama derinliği olan ve psikolojik tahliliere dayanan bir çizgi/ yol ile coşkulu, cezbeli, sermest, mistik his ve heyecanlarını, düşünce ve görüşlerini, hiçbir şeye aldınnadan, muhtemel . tepldleri ve suçlamalan dikkate alınadan hür ve serbest bir şekilde dolu dolu yaşayan ve dile getiren bir çizgi/ meşreb vardır. Haris Muhasibi, HaItim Tim1izi, daha sonra Kuşeyri, Hücvir1 ve Gazali birinci çizgide; Bayezid Bistami, Hallac, Şibli, dal1a sonrald dönemlerde Ebu'l Hasan Haralcanl, Ebu Said Ebu'l- Hayr ilcinci çizgide bulunan süfılerdendir. Muhasibi- Gazali çizgisinde bir tür makuliyet/ rasyonellik, mantıldlik, ilmilik ve hikn1et, diğer çizgideki süfılere göre galib durumdadır. Bununla beraber tasavvufun temel konulannda aldın ve mantığın yeterli ve yetldli olmadığı da bütün süfıler tarafından vurgulanır, bu alanda keşf ve ilham öne çıkarılır. Bu ayrım "Sekr-Sahv", "Tayfuriye- Cüneydiye" ekolleri arasındald ayrıma benzese de ondan farldıdır. Diğer bir ilcili ayrım Bağdat süfıleri ile Horasan Melamileri arasında yapılır. Her ild hareket temelde mistik/ sım olmakla beraber yol ve yön74 75 Şifiiu's- Siiil, 13,14 Teftazan'i, Şerlıu'l- Erbain, 93, İst.l316 28 ULUSLARARASI BURSA TASAWUF KÜLTÜRÜ SEMPOZYUMU temde farldılık gösterir. Irak sufilerinde önemli olan sema, hırka/ kıyafet, zahiri adab ve erkan Horasan melametlilere göre önemli değildir, hatta bir çok halde salcıncalı bile olabilir. Melamet ehli, Iral<:. süfılerini şekiki ve merasim ehli olarak görürler. Tasfiye Tariki - İstidHH Tariki Tasavvufun hem kelam ilminden hem cre:felsefeden/ İşrakilikten farlGnı göstermek için biri Tasfiye diğeri İstidliil olmak üzere Hal<:.k'a giden iki yolun mevcı1diyetinden bahsedilir, bu iki yoldan her biri ikiye ayrılarak yol sayısı dörde çıkarılır. Bunlar; "Tasavvuf', "İşrakilik", "Felsefe" ve "Kelam" yollarıdır. tasavvuf mezhebinden ve tarik.atından başka bir mezhebe ve müridierin cehaletine bağlayan ve eleştiren Kuşeyri, . "tasavvuf mezhebinin kuralları diğer tüm mezheplerin kurallarından daha kuvvetli, delilleri dal1a sağlamdır" der ve ekler: "İnsanlar/ ulema ya nakil ve eser (selef) yolunu tutar, veya alcı! ve fikir yolunu. Sufilerin pirleri bütün bunları aşmışlardır. Ötekiler için gaib olan bunlar için açıktır. Başkalarının elde etmeyi amaçladıkları manfetler Hal<. Te~la tarafından bunlara verilmiştir. Bunlar ehl-i visaV vuslat ehli (vasıl, eren), ötekiler ehl-i istidlal'dir. 76 Görülüyor ki Kuşeyrl Müslüman uleması­ nı Selefiye, ICelamiye ve Süfiye diye üçe ayırınakta, süf1lerin üstünlüğünü vurgulamaktadır. Gazall el-Munkiz'de manevi ve ilahi hakikati araştıranların dört zümre olduğunu söyler: "Kelamcılar, Filozoflar, Batıniler ve Sufller". Ona göre en doğru yolda olan sı1fılerdir. Hakikati keşf için tutulan nazar/ istidlal ehlinin yolunu ise sı1fılerin tuttukları "Tasfiye" yolunu mukayese eder. 77 Verilen ömeklerde tasavvufun İslam'daki yerini tesbit için hadis, fılcıh ve kelam ilimleriyle ınuldyese edildiğini göstermektedir. Böyle bir karşılaş­ tırmaya (dörtlü sınıflandırmaya) daha önce rastlanmamaktadır. Bunun sebebi Felsefenin giderek İslam .toplumunda varlığını daha fazla hissettirmesi ve belli çevrelerde belli ölçüde meşruluk kazanınasıdır. Taşköprüilizade şöyle der: "Ebedl mutluluğa ancak ilim ve amelle ulaşılır, bu ikisi birbirinin hem sebebi, hem de sonucudur. Güzel işler yapanın kalbine elbette ki bila taab ve nasab zülal-i uluın-ı nazaıiye dahi tam olarak· al<:.ar. İyi bir şekilde ilim tahsil eden de bu bilginin gerektirdiği güzel işleri yapar. Bu ild tarikten biri "tarik-i istidlal- Tarik-i nazar", diğerHse "Tariki müşahede ve Tarlk-i Tasfiye"dir. Biri nlemanın diğeri de sıddikların/ sı1fılerin yoludur. Bazen bu yollar aynı yere çıkar. Bir ldşide ild yol birleşirBir sı1fınin bağlanmasını sı1fı 76 77 Kuşeyrl, Risale, s. 732 İlıya, III, 17,20 TASAWUF VE TARiKAT 29 se o kişi mecma'u'l- bayren (iki denizin birleştiği merkez, nokta) olur. Bu durumda bahr-I istidlil.l ile bahr-I müşahede veya bahr-ı ilimle bahr-ı irfan veyahut bahr-ı şehil.detle bahr-ı gayb onda birleşmiş olur. Bunlardan biri Halilullah'ın, diğeri Habibullah'ın tarikidir. 78 Biri nazar diğeri tasfiye tariki olmak üzere iki tarik vardır. "Tarik-ı Nazar'da dahi bir mertebe vardır ki, Tasfiye Tarilcine karib ve ona muttasıldır, bunun ucu onun ucuyla birleşir, bu mertebeye "Tarik-ı zevk" veya "hikmet-i zevkiye" denir. Sühreverd-i Halebi bu mertebeye ulaşanlardandır. 79 Görülüyor ki İslam'da İşril.ki Felsefe'nin kurucusu ve temsilcisi olan Sühreverdi nazar yolundan giderek belli bir menzilde sG.filerle birleşmiştir. İşraldlilcte sG.filerin keşfi kadar kelamcıla­ rın nazar ve istidlil.line, filozofların burhan ve mantığına da önem ve değer verilir. İşril.kiye nlemasından biri demiştir ki, "SG.filer til.ifesinin dal1i sülG.k ve riyazeti, ve kat'ı meratip ve derecatı mantık lciideleri üzerine dairdir." 80 Gerçi H. Muhasibi gibi bazı ilk sG.filerde, henüz sünniler kelam ilmini benimsemeden evvel bu ilme bir yöneliş vardı, bu durum onların tasavvufi meseleleri rasyonal bir tarzda tahlil etmelerine imicin veriyordu. Mu'tezile kelamcılannın yöntemlerini kullandıklan için selefiler tarafından da eleşti­ rillyorlardı. Ama buna rağınen ilk sufiler Aristo'nun sur! mantığına tamamıyla yabancı idiler. Gazali'nin Aristo mantığını İslam ilimlerinin temeli haliile getim1esi ondan sonrald sıltilerin bundan etldlenmelerine yol açmış­ tır. İşraldlekte bunu açık olara!< göm1ek mümkündür. Katip Çelebi felsefedeld İşril.ldye İslam ilimlerindeld tasavvufa, tabii ve ilahi hikmet ise kelam ilmine benzer. Nefs-i natıka için en yüce mertebe ve en büyük mutluluk mebde ve mead hakkında bilgi edinmektir. Biri nazar ve istidlal, diğeri riyazet ve mücahede olmak üzere bunun ild yolu vardır. Birinci yolu tutanlar eğer bir peygambere tabi olur ve onun dinine bağlanır­ larsa kelamcılar, aksi halde Meşai Filozofları adını alırlar. Aynı şeldlde ildnci yolu tutanlar da eğer bir peygambere uyar ve dilline bağlanırlarsa sG.filer, aksi halde İşrald Filozoflan adını alırlar. Böylece her ik1 yolun ild farklı zümresi bulunduğundan zümre sayısı dört olur. 81 Bu dört sınıflan­ dımlada tasavvuf yolunun bir yandan Kur'an ve hadisle, diğer yandan felsefe ile olan ilişkisi ve bağlantısı açıkça gösterilmiştir. H. Muhil.sibi, H. Timlizi ve Ebu Talib Mekld gibi sG.filerin ~serlerinde tasavvufi meseleleri tahlil edip felsefesini yaptıidan bilinmektedir. Buna "Tasavvuf Felsefesi" denilmektedir. Müslüman sG.filerin manevi tecrübelerinin ve' düşüncelerinin ürünü olan bu "Felsefe" üzerinde dış tesirler ya yoktur veya fark edilmeyecek kadar az ve önemsizdir. Bunun için de Ta- 78 79 80 81 Mevzuatu '1- U/Um, lll 1O Mevzüatu '1-Uiüm, I/337 Mevzıiatu '1-Ulıim, I/312 Keşfıı 'z- Zunıin, I/53, 677 30 ULUSLARARASI BURSA TASAWUF KÜLTÜRÜ SEMPOZYUMU savvuf Felsefesi özgündür, buna "Tasavvufi Hilanet" veya "Tasavvufi İr­ fan" demek de mümkündür. Gerek Eflatun'un, gerekse Platon'un felsefelerinin Müslüman filozoflan etkilediği bilinmektedir. Farabi, İbn Sina ve İbn Tufeyl gibi Müslüman filozoflarda bu tesir açık olarak görülmektedir. Platonik ve Neoplatonik felsefelerden gelen mistik eğilimler, etkiler.ve unsurlar adı geçen Müslüman filozoflarının eserlerinde kendini göstermiş_ ~e buna da "Felsefi Tasavvuf' yada "İşrakiye" denilmiştir. Evrensel ve beŞ~_ri bir olgu olmaları itibariyle Sfıfllik'le İşrakilik (İlluminisme) arasında ternel unsurlar itibariyle bir benzerlik varsa da asla bir özdeşlik yoktur. Fa.Kat İşraklliğin bazı tasavvufi hareketleri ve sılfileri derinden etitilediği de bir gerçektir. Bu etl<i bazı sılfilerle sınırlıdır, genel değildir. Özellikle ilk sılfilerde böyle bir etl<i söz konusu değildir. İslam'dal<i İşral<iye ve İşrakller bir yandan İbn Sina, Sühreverdı:, İbn Tufeyl gibi filozoflara, diğer yandan Bayezid Bistami, Ebu Said-i Ebu'lHayr, İbn Arabi, Abdurrezzak I<aşani, Davud-ı Kayseri, İbn Farız ve Mevlana gibi mutasavvıflara dayanırlar. Bu hareket bütün İslam dünyasında, özellikle Osmanlıİarda etl<ili olmuştur. Şii İran'da bazı alim ve düşünürlerin üzerinde durduklan ve geliştir­ dikleri, lal<in diğer bazı Şii ulemasının kabul etmediği ve reddettiği "İrfaniye" Tasavvuf- İşrakilik karışımı ve mistik karakterli bir felsefedir. İrfanilikta tarll,at el1linin anladığı ve uyguladığı anlamda şeyhin gözetim ve denetiminde belli kurallan bulunan bir seyr ve sülılk yoktur. Merdud Tarikatlar Ve İbahiler Tasavvuf tariliinde sılfilerden ve sfıfi akımlanndan bahsedilirken genellikle bunların, Kur'an ve hadislerde açık ve kesin bir şekilde ifade edildiğinden herkes için bağlayıcı olan şer'i hükümler açısından bir değerlendir­ mesi yapılır, kesin olarak farz veya haram olan İslami hükümlere, emir ve yasaklara uyup uyn1amalan bakımından bu mutasavvıflar ve tasavvufi akımlar çeşitli şel<illerde sınıflandırılır. Bu hususu ifade eden birçok ıstılal1/ terim kullanılır. Fakat bunların hiçbiri bu hususu tam ve açık olaral' ifade etmez. Onun için bu husus oldukça problemli bir konudur. Bu problemleri başka bir yazıya bıral,arak konumuza dönelim. Hucviri, çağındal<i başlıca tasavvufi alarnlardan bal1sederken bu alumlan fırka, mezhep, tarik,/ tarikat veya güruh olaral' adlandırır ve: "Bütün mutasavvıflar onil<i güruhtur, bunların il<isi merdud, onu makbuldür", der. 82 Hucviri, merdud-makbul ayrınunı Sünni inancına ve şeriatın açık ve kesin hükümlerine göre yapmaktadır. Bazılan merdud - makbul tabirleri yerine "bfttzl-Jıak", bazıları "bf-şer'f-bll-şer'f" tabirlerini kullanmal,tadır. Bu 82 Keşfu '1-Malıcfib, 164, 218 TASAWUF VE TARiKAT 31 konuda Kital un.fi Mezô.lıibi'l-Mutasa!lllife ismiyle bir risale kaleme alnuş olan . Ömer Nesefi (ö. 537/1142) oniki tasavvuf akımından bahseder. Ona göre bunlardan sadece bir tanesi hal' ve yaldn üzeredir, ehl-i hak'tır, diğer onbiri bid'at ve dalalet üzeredir, ehl-i bid'at ve ehl-i dalalettir. İslam'ın temel çizgisinin dışında kalan mutasavvıflara ve tasavvuf alGmlanna mezhepler tarihinde daha çok "Su.fiye-i Gô.lryye, Mutasa1111zje-i Gô.lrye" tabirleri kullanılmış, son zamanlarda R.afizller/ Heretikler terimleri de aynı anlamda kullanılmış­ tır. "Ortadoks - Heterodoks" terimlerini kullananlar da vardır. Nomist Anonıist dendiği de vardır. Anca!' hangi tasavvufi akımların hak, hangilerinin batı! olduğunu herkesin kabul edeceği şeldlde tesbit etmek mümkün değildir. Zira Selefıler, Hanbelller ve Zahirller hemen hemen bütün tasavvufi a!Gnuan batı! ve merdud sayn1aktadırlar. Sfıfiliği dış etldlere indirgeyen ve İslam dışı kaynaldara bağlayanların bir çoğu da onlara hak vem1ektedir. Onun için biz burada sfıfılerin bu konudald ba!Gş açısına göre meseleyi ele alacağız. Bu ba!Gş açısı genellikle sfıfi olmayan ehl-i sünnet uleması tarafından da doğ­ ru sayılmıştır. Diğer önemli bir husus ister şeriata uygun olsun, ister aylmı düşsün bütün tasavvufi hareketlerden Tasavvuf Mezhebi/ yolu, bu akımlara mensup olanlardan da mutasavvıf diye bahsedilmiş olması, Tasavvuf ve Mutasavvıf deyimlerinin şeriat dışı mistik alGmlan da kapsadığını gösterir. Sözde Mutasavvıflara, Mutasavvıfe, sözde şeyhlere Müteşeyyih/ ehl-i teşeyyul1 denmesi fazla yaygın değildir. 83 : Sfıfi olduğunu söyleyen ve· kendini böyle tanımlayan ama İslam'ın temel ve kesin hükümleriyle bağdaşmayan inanç ve davranışlara sahip olan mutasavvıflar baştan beri vardır. İlk sfıfilerin, bu tür ldşilerin mevcudiyetinden yakınmalan ve çevrelerindeld insanlan uyarınalan bunu göstergesidir. Serrac, Lum'a'da cahil, bid'atçı ve sapkın diye nitelediği bazı mutasavvıf gruplanndan bahseder. Sülemi Risô.le .fi Galatô.ti's- Su.fiyye isimli eserinde bu gruplara dild<:at çekerler. Bunlardan bazılarına göre insan kulluk mertebesinden hürriyet mertebesine ulaşınca kulluğu düşer, ibadet ve ubudiyetle yül'ümlü olmaz. "Yaldn gelinceye kadar Rabb'ına ibadet et" (Hicr, 99) ayeti bu şeldlde yorumlanır'.s4 Bunlardan ehl-i İbahe, Mübahiye ve İbahiyeci denilen diğer bir fırkaya göre eşyada asıl olan her şeyin mubah olmasıdır, günah ve haram anzi ve geçicidir. Başkasına zarar vem1emek şartıyla her şey mübal1tır. 85 83 84 85 bkz. Cami, Nefalıatu '!- Ons, 14-22; Sühreverdl, Avarifıı '!- Maarif, 65-94 Serriic, 53 1; Kuşeyrl, 548 Serriic, 538 ULUSLARARASI BURSA TASAWUF KÜLTÜRÜ SEMPOZYUMU 32 Diğer bir -gruba göre insan rüzgarın önündeki yaprak gibi iradesizdir, mecburen ve elinde olmayarak yaptığından mazurdur, sorumluluğu yoktur. (Serrac, 549) Diğer bazıları fena veya cem halinde bulunduldanndan iradeleri bulunmadığı ve sorumluluk taşıınadıklarını iddia ederler. 86 Hulfıliyye/ Hulfılcü diye bilinen diğer bir fırka Hak Teala'nın bazı cisim ve bedeniere h ulu! ettiğine itikat ederler:~!: Tenasuhiye diye adlandırılan diğer bir,.Jırka, ölen kişilerin ruhiarinın başka insaniann bedenlerine girerek yaşamay~jl.evam ettiğine inanır. 88 Nuriye diye bilinen başka bir fırka Alla.l,1'ın güneşin nuru/ışığı gibi bir ışık olduğuna ve bunu kalplerinde bulduklanna inanırlar. 89 Serrac'a göre bunlar usulde/ temel İslflml konularda sapkınlığa düşen cahil zümrelerdir. Bunların yanında bir de fer'l/ tali konularda hata eden bit'atcı/ sonradan türedi gruplar vardır. Et yenı:eme, evlenmeme, hırka giymeyi marifet sayma, nefsi hayattaki her nimetten mahrum bırakma gibi konularda hata edenler. Bunların içinde malesadı ve niyeti iyi ama cahil olanlar bulunduğu gibi böyle olmayanlar da vardır. Hücviri, Bulmaniye ve Hallaciye diye bilinen iki hulfılcü gruptan (bkz. 164, 227, 334, 338, 542) başka bir de İbahller'den (s.l64), ilhamiye'den (s. 348), Batınllerden (s.337), Ruhanilerden (s.341) de bahseder. Bunların tasavvufa intisap iddiasında bulunan batıl ve merdud zümreler olduldarını belirtir. Ömer Nesefi'ye göre sapkın tasavvuf! fırkalar şunlardır: "Hab!biye, Evliyaiye, Şumrahiye, İbahiye, Haliye, Hulfıliye, Hfıriye, ValGfiye, Mütecahiliye, Mütekasiliye, İlhamiye". Daha evvel Serrac, Sülemi ve Hücviri de saplGn fırkaları bahis konusu etmişlerdi. Daha sonraki dönemlerde bu fırkalara birçok yeni ya bid'at veya sapkın zümreler de eklendiğin­ den bunların sayıları hızla artınıştır. Edhemller, Hurufiler, Noktavller, Hayderiler, Kalenderller, Camller, Şemsller, ... vs gibi. · Aslen şeriata uygun makbul tarikatların sonradan ortaya çıkan bazı bid'atçı ve. saplGn kolları mevcuttur. Bunları nitelemele için mübtedia/ bid'atçı, mutekaşşife/ pejmürdeler, ehl-i dalaleti saplGnlar, mülhidler, zın­ dıklar ve İbahiler gibi ifadeler kullanılır. SG.filer ile sahte ve sözde mutasavvıflar arasında daha başka tasavvufi zümreler de vardır. Sühreverdi sfıfi olmadıklan halde sfıfiliğe mensup olduldarını iddia eden ve sfıf! geçinen bir talGm zümrelerden bahseder. Bunların kendilerine bazen Kalenderiye, bazen de Melametiye dedilderini anlatır, bunun zınd~k­ lık ve mülhidlik (rafizllil</ heretildik) olduğunu söyler ve bunları ehl-i yaptığı şeyleri 86 Serrac, Serrac, 88 Serrac, 89 Serrac, 87 543 541,558 554 541,548 TASAWUF VE TARiKAT 33 İbahe/ İbruüyeciler diye niteler. 90 İzzeddin Kaşl'nin Mısbiilıu'l- Hidaye'sinde ve Cami'nin Nefalıatü'l- Üns'ünde bu konuda daha aynntılı bilgiler verilir. İnsanlar üç sınıftır. I. İlahi hakikati öğrenmek ve dini yaşamak için yerinde sayan ve hiç kıpırdanmayanlar, Allah, din diye bir derdi olmayan bu sınıf bedbaht ve bir zümredir. II. İlruli hakikate ermek ve İslami bir hayat yaşamak için harekete ve teşebbüse geçip bunun yoluna girenler. Bunlara ehl-i sullık ve sailik/ yolcu denir. III. Dini hayatı yaşaya yaşaya ilahi hakikate erenler. Bunlara vasıl, vuslat ehli, eren ve kamiV ergin denir. Bunlar Nebiler, Resuller ve onlardan sonra da tam olarak onların izinden gidenlerdir. Bu anlamda onları izleyenler de iki kısındır: Birinci kısım, hakikate erdikten ~onra başkalanna bu yolda rehberlik yapma yetldsine ve ehliyetine sahip olan, buna me'zün/ izinli ve me'mur olanlardır. Bunlar kamiller ve mükenuneliler, erenler ve erdirenlerdir. İldnci kısım, kamildir ama mükemmil değildir, başkalarını irşad edemez, rehberlik yapamaz. Bunlara "meczub" denir. Sülük ehli de, biri Hald<.'a diğeri cennete taıip olanlar olmal<. üzere ild kısımdır. Hak talipleri süfiler ve Melamet ehlidir. Bunlardan birine samimi surette benzemeye çalışanlar olduğu gibi, onlara benzeriiideri sahte olanlar da vardır. Samimi surette süfilere benzemeye çabalayanlara "Mutasavvıfe", benzemeleri samimi olmayanlar "Batıniye ve Mübahiye"qir. Melaınet ehline sanümi surette benzemeye çalışanlar belli sebeplerle örf, adet ve ananelere fazla riayet etmeyenlerdir. Bunların sal1teleri ise günahkarlıklarını örtnıele için ınelamet iddiasında bulunurlar ki bunlar zındıklardır. Hald<.'a vasıl olduldarı halde irşad ehliyetine sahip olmayan meczublara samimi surette benzemeye çabalayanlar. Bunlar tam olara!<. meczüb değillerdir, kendilerinde nefsaniyetin baldyesi vardır. Bunların sahteleri ise zındıl<.tır. Ahirete talip olanlar zahidler, fakirler, hadimler ve abidlerdir. Bunlardan her birine samimi surette benzemek için gayret gösterenler olduğu gibi bu hususta heva ve hevesine uyanlar da vardır. Mesela bir haldld zruüd var. Haldld zruüde samimi olarak benzerneye çabalayana "mütezehhid" denir. Gösteriş için zruüde benzeyenlere müraiye" denir. Abid, müteabbid ve mürai de böyledir. Hadim, mütehadim ve ınüstahdim arasında da fark varşerli dır.91 Görülüyor Id, süfiler dindarlığın ınertebelerini dild<.atli bir şeldlde gösbunlardan her birinin haldldsi, benzeri ve sahtesi bulunduğunu terınişler, 90 91 Avarijit '!- Mafırif, s. 77 Cami, s. 14-22 34 ULUSLARARASI BURSA TASAWUF KÜLTÜRÜ SEMPOZYUMU belirtip aralanndaki ince farkları açık.l~mışlardır. Her şeyin hakikisi ve sahtesi vardır. Ayrıca ilcisi arasında bir durumda bulunan şeyler de vardır. Al. tının çeşitli kalitede ve ayarda olanları bulunduğu gibi bunun sahteleri ve kalb olanlan da vardır. Ayrıca altın olmadığı bilindiği halde az çok ona benzeyen madenler de vardır. Dindarlar da böyledir. İslam'ın yayıldığı bölgelerde esldden- beri bu bölgelerdeld halklar tarafından benimsenen Yahidllik)isrftiliyat, Hırjstiyanlık/ruhbanlık, Sabiilik/ yıldızlara tapma, Gnostiznı/ irfaniye, Zerd{iştlük/mazdaizm, Maniheizm, Budizm, Hinduizm gibi dinler, akımlar ve gfzli tarikatlar vardı. Bunlardan başka Hem1es ve felsefi asketiznı/zühd ve mislik eğilimler de bulunuyordu. Bunların etleisiyle İslam toplumunda çeşitli inanç gruplannın ortaya çıkma­ sı sadece tabii bir sosyal olay değil, aynı zamanda da zorunlu idi ve tasavvuf akımı da bundan payına düşeni fazlasıyla almıştı. Fal(at bu etldler daha ewel itikftd1 mezhepler arasında daha açık ve belirgin bir şeldlde ortaya çıktığından dinler ve mezhepler tarihine dair yazılan el-milel pe'n-nilıal ismimi alan eserlerde bid'at ve dalalet ehli diye nitelenen itikad1 mezheplerden geniş olarale bahsedildiği halde bu eserlerde sufllere hemen hemen hiç yer verilmemiştir. Genel olarak Abidler, zahidler ve mutasawıflar ehl-i sünnet camiası arasında görülmüş ve bu ldtlenin bir parçası sayılmıştır. "Ümn,1etim yetmiş ki.isür fırlcaya ayrılacalc, biri müstesna diğerleri helale olacak" 92 hadisini yorumlayanlar suflleri belli bit fırka/ mezhep olarak değerlendirmemişlerdir. Ehl-i Sünnet'in kendi içinde Eş'arilik, Matur1dilik ve Selefllik gibi çeşitli mezheplere ve fırkalara ayrışmadığı ve farklılaşmadığı, ilk dönemde suflliğin de farklı bir mezhep ve fırka olarak görülmemesi, bunların sadece ehl-i sünnetin Salih, takva sahibi, abid ve zahid dindar ldşiler olarak görülmesi tabii bir husustur. Milel ve Nihai ldtaplannın daha çok kaderi, Mutezile, Havaric, Şia ve Batiniye gibi bid'at ve dalalet ehli diye nitelenen mezheplerden bahsettiği düşünülürse, suflyeyi bunlar arasında zikretmemeleri anlamlı görülebilir. Bununla beraber suflleri ehl-i sünnet bünyesinde gören Milel ve Nihai yazarlan hululcü ve ibahiyeci mutasawıflara dikkat çekmeyi de ihmal etmemişlerdir. İmam Eş'arl'nin (ö. 330/ 941) Makalatü'l- İslfimryyin'i 93 bu bakımdan önemlidir. Ümmet içinde nüsk/ zühd yolunu tutan bir kavim vardır, dedikten sonra bunların bid'atçı ve sapkın olanlanndan dokuz tanesini anlatır. Ehl-i Sünnet'ten farklı görmediği için diğer suflleri bahis konusu etmez. Abdülkahir Bağdftd1 (ö. 429/ 1038) gerek el- Fark bryne'l- Firfik'da9 -t suflyeyi Ehl-i Sünnet'e dalül eder, tasawufu Ehl-i Sünnet'in bir hususiyeti ve meziyeti olarak gösterir. 92 93 94 Ebfı Diivud, Sünnet, I; Tirmizi, İman, ı 8; İbn-i Miice, Fiten, ı 7 Kahire, ı969, I, 344 Kahire, ts. S. 3 ı 7,344 TASAWUF VE TARiKAT 35 Ebu'I-Muzaffer İsferain1 (ö. 471/ l078)'de et- Tabsfr'de 95 AbdlUlcadir Bağdacil'yi izler. İbn Hazm, (ö. 456/ 1064) el- Fasl'da 96 Tıplu Eş'ari gibi İslam'ın dışın­ da gördüğü sfıfi zümrelerinden lusaca bahseder. İbn Nedim (ö. 385/ 995) el-Filıris'te 97 ruhani hayata ayırdığı 15. bölümde "suyyah, zühhad, ubbad, ve mutasavvıflardan ve bunlann eserlerinden bahseder ve bunları Ehl-i Sünnet içinde farklı bir grup, kendilerine özgü bir talum inançları, dini yaşama şekilleri olan bir zümre imiş gibi takdim eder. Daha sonra Gazall (ö. 505/ Illi) el-Mü11kiz'de sufilerin kelamcı­ larından Ta'limiye'den ve Filozoflardan ayrı bir dini bir zümre olduğunu açık ve seçik bir şekilde ortaya koyarak bunları diğerlerinden ayıran farkları anlatır. (ö. 548/ 1153) el-Milel JJe'n-Nilıal'de 98 sufiler zümresine temas etmez. Onları ayrı bir itikadl fırka, farklı bir mezhep olarak göm1ez. Fahreddin Razi (ö. 606/ 1209) İtikiidu Fıraki'l- Müslimin'de 99 "ümmetin fırkalannı tesbit edenlerin tamamına yalun lusmı sufileri bahiş konusu etmezler. Ama bu bir hatadır. Zira sufiler Allah konusunda mahrifet sahibi olmak için tasfiye ve bedenle ilgili bağlardan kopma yolunu tutmuşlardır ve bu güzel bir yoldur" der. Sonra Ashab-ı adad/adet ehli, Nuriye, Hululiye ve Mübahiye olmak üzere mutasavvıfları kendi içinde altı fırkaya ayırır. Bunlardan ilk üçü Ehl-i Sünnet'e son üçü bid'at ve dalalet ehline dahildir.100 böylece Fahreddin Razi hem sfıflleri farklı bir itilcadi fırlca olarak göstermiş, hem de sfıflliğin kendi içindeki tali fırkalara :da lusaca temas Şehristanl etmiştir. İci ve Cürcanl gibi akaid ve Icelam alimleri de bid'atçı ve saplun mezheplerden ve bunların kollanndan bahsettikleri halde bu arada sfıfiyeye temas etme ihtiyacı duymamışlardır. 101 Hamid el-Mihalll (ö. 653/ 1255) ve Muhammed b. Hasan ed-Deyleml (ö. 711/ I3ll)'de Batıniyye'ye bağlı on farklı gruba temas ettikten sonra Mutasavvıfları bunlardan ayıran farkı vurgularlar. 102 Şatıbi'de sfıfilerin bid'at ve dalillet fırkaları ile ilgili bulunmadığını söyler.ıo3 İbn Haldun (ö. 808/ 1406) Mukaddime'de tasavvufu farklı bir yol olarak sunar, bu konuya ayırdığı bölümde sılfiliğin Sahabe ve Tabii'nin bü· 95 Beyrut, 1983, s. 295 rv. 226-227 97 Ka'hire, 1348, s. 275 98 Beyrut, I 975, I, II 99 Bevrut. 1986 100 s. -96- i 00 96 101 102 103 Şerlıu'l- Mevakıf İstanbul, 1311, Ili, 287 -295 Bewinu Mezhebi'/ Batınive ve Butlanulıa, Uihor, 1982. s. 62 el:İbtida ·, Kahire, !332:!. 98 . 36 ULUSLARARASI BURSA TASAWUF KÜLTÜRÜ SEMPOZYUMU yilideri arasında mevcut olan bir din! hayat olduğunu, söyler bu tarlki; "Hak ve Hidayet" temeline dayanan bir taıikat olarak niteler. Şöyle der: "Fakihler ibadet ve adaletle ilgili hükümleri bilirler ama çok azı müstesna bunların çoğu şeriatı yaşamazlar. Dindar ve takva sahibi Müslümanlar ise şeriatı niteliideri haline getirmişler ve nefislerinde gerçeldeştirmişlerdir. Şeriatı naklederek değil, ittisaf ve tahalcl<.uk suretiyle, yani şeriatı vasfı ve hakikati haline getirerek ona sallip olanlar peygamberlerin gerçek varisleridir. Kuşeyrl'nin Risale'sinde anlattığı sfıflle_i. !:>öyledir. Bazıları hem bilgi, hem de uygulama (ittisfij - tahakkuk) olaı'ak şeriata sahiptir. Tabiin fakihleri, dört mezhep imamlan ve bunları iiieyenler böyledir. Bir Iusmı eğer bunlardan sadece birine sahipse o takdirde fakihten çok abide Hz. Peygamberin varisi demek daha doğru olur. Zira abid, onun sıfatına varis olmuşken abid olmayan faldh hiçbir şeye varis olmamıştır. 104 Hz. Peygamberin haldkl varisieri olarak sufileri gören İbn -Haldun İsmailiye Şia'sının etldsiyle ortaya çıkan ga!V aşır, saplun mutasavvıflara da bilhassa dild(at çeker. (s. 445) İbn Haldun ayrıca şu önemli tesbiti de yapar; "Fıluh alimleri Fı!Gh'a, Kelam'a ve Tefsir'e dair eser yazınaya başladıldarı zaman bu tarikatın ehli de tarikatiarına dair Id taplar yazdılar. H. M uhasibl takva ve nefs muhasebesinin hükümlerine dair, Kuşeyrl ise tarikatın adabına, tarikat ehlinin manevi hallerdeld zevk ve veeidierine dair eser yazdı. Gazali İhya'da bu ild yolu birleştirdi. Böylece esldden sadece ibadet taıikatı olan tasavvuf İslam toplumunda düzenli bir ilim haline gelmiş oldu. Oysa dal1a önce bu yolun hükümleri gönül el1linden haV his olarak alınıyordu. 105 İbn Sina (ö. 428/ ı 03 7) el-İşarfit pe't- Tenbilıat 106 isimli eserinin "Maldmatu'l Arifin" bölümünde bu meseleyi ele almış, bir filozof olaral( görüşlerini açıldamıştır. Şöyle diyor: "Ariflerin dünya hayatında kendilerine özgü bir taluın makam/ mertebe ve dereceleri vardır. Onlar adeta beden elbiselerinden sıyrılıp çıkmışlar, kudsiyet alemine yükselmişlerdir. Kendilerine özgü bir takım hususlar vardır. Bunların ne olduğunu bilmeyenler onu inkar eder, bilenler ise önemini anlar. Süfi yolunu tutanlar üç gruptur: a. Dünyadan el etek çeken, bu !Gsma zahid denir. b. İ badete düşkün olanlara abid denir. c. Hald('ın nuru ruhumu aydınlatsın diye devamlı surette fikrini ceberütun kudsiyetinde yoğunlaştıraniara arif denir. Arif olmayanlar zühdi.i, ahiret karşılığında dünyayı satınal( şeldinde bir muamele olarak görürken arifler, zi.ihdü, ruhu Hak'tan başkasından arınMukaddinıe. s. 200 Mukaddime: 440 106 Kahire, 1958, IV, 789-810 104 105 TASAWUF VE TARiKAT 37 dırmak olarak algılarlar. Abidler ibadet:. ücretini ve sevabını ahirette alacaklan bir muamele, bir iş olarak görürken arifler bunu bütün ruhi kuvvetleri ve yetenelderi Hakk'a yöneltıneye yarayan bir idman olarak algılarlar. Arif, ibadet haldu olduğu için Allah'a ibadet eder, hiçbir şeyi Hak'tan üstün tutmaz, Hak'tan sadece Halck'ı ister. 107 İlk Sfıfıler Ve Belirgin Nitelikleri İlk süfıleri dal1a iyi anlayabilmek için onları sonraki mutasavvıflardan ve şeyhlerden ayıran bazı farldarın bahis konusu edilmesi lazımdır. Onların ne yaptıidan ve nelere değer verdilderi kadar neleri yapmadıldan ve neler üzerinde dunnadıklan da önemlidir. Böylece tarif efradını cami, ağyarını maru bir tarif olabilir. I. İlk süfllerde tasavvuf ve velayet asla babadan oğla geçeh bir miras değildir. Bu sütllerin hayatları incelendiğinde ünlü sütllerden çoğunun atalan veya oğulları ve torunları genellilde tanınan ve dindarlıldarıyla bilinen kişiler değildir. Hatta bunların büyük bir lusmı Arap da değildir. Gayrı Arap olup ataları sonradan Müslüman olmuştur. Ünlü süfi Ma'ruf Kerhl'nin babası gayr-ı müslimdi. Bayezid Bistami'nin dedesi, İranlı bir Mecusi idi. Kısaca bu süfılerde soy, ırk ve etnik köken önemli olmadığı gibi mensup olduldarı ailenin soylu ve ünlü olması da önemli değildi. Soy ve renk farlu gözetmeden bütün insanlığı kucaldamayı hedefleyen gerçek sütlliğin gereği de zaten budur. Bunlar yetn1iş iki millete bir gözle bakarlardı. II İlk süfilerde seyyitlik ve şeriflik, yani Hz. Ali'nin soyundan gelme "Alevi", Hz. Hasan'ın soyundan gelme anlamında "Şerif' (Eşraf, Şurejfı), Hz. Ht+seyin'in soyundan gelme anlamında "Seyyid", (Si'ldat) bir kavrama asla rastlanmaz. Bu, Sülemi ve Kuşeyri'de lusaca hayat hikayeleri anlatılan sütllerden hiç biri Alevi veya Şerif veyahut Seyyid değildir. Ünlü sütl Abdullal1 Ensari, "binikiyüz küsür sı1fi ve şeyh tanıdım, İbrahim alevi ve Hamza Alevi hariç bunlardan hiç biri Hz. Ali soyundan değildi" dedikten sonra elder: "Bir kimse Hz. Ali'nin soyundan geliyor ve bununla iftihar ediyorsa bu düşünceyi zihninden silmeden sütlliğin kokusunu bile alamaz". "Nesebden nesne halcim değildir". 108 Seyyid-i Ecel, Ebu Said Ebu Hayr'ın kendisinden çok Ebu'l Abbas Şakkanl'ye değer vermesine üzülünce Ebu Said dedi l<.i; "Şunu bil l<.i sevenler Mustafa (as) için seviyorlar, Ebu'l Abbas' ı sevenler onu Hald< Teala için seviyorlar. 109 anlamında 107 108 İbn Sina, IV, 789-810 Abdullah Ensiiri, Tabakô.tu 's- Siifiyye, Tahran, 1351, s. 81, 156; Ciirni, Nefahatü '!- Üns, Tre, 95, 96, 129 İbn Münevver, Tevlıidin Sırları, tre, İst. 2004, s. 213 109 38 ULUSLARARASI BURSA TASAWUF KÜLTÜRÜ SEMPOZYUMU III. İlk sılfılerin önde gelenleri üstad., imam, şeyh, alim, hakim, zahid, abid, şeyh-i kebir, şeyhu'l-meşayih (ulu şeyh, şeyhler şeyhi) diye nitelenir. Fakat gavs, kutub veya gavsu'l-en'am, gavs-ı a'zaın, kutbu'l-arifin, kutbu'lvasılin ve benzeri ifadelerle nitelenmezlerdi. Onları nitelemek için kullanı­ Ian sıfatlar, kısa ve sade olup zahir uleması iÇin kullanılan sıfat ve unvanIardan fazla farklı değildi. "Sidi", "Seyiçl.ı:' (efendim, efendimiz) veya M eviaya (efendim, efendi hazretleri) gibi sO:nraki döneme ait nitelemeler o zaman bilinen şeyler değildi. Şeyh ile asT\~bı (sohbetinin müdaviınleri) arasmda efendi-kul, bey-bende, Abd-Mevla ilişkisini çağrışuracak ifadeler bilinmezdi. Sohbet meclisleri sade, samimi, külfetsiz, merasiınsiz, tabii ama ciddi idi. Sohbete katılanlar, şeyh kadar birbirine de. hürmet gösterirlerdi. Cüneyd-i Bağdadi'yi, Sülemi ile Feriduddin Attar'm nasıl nitelediideri ınu­ kayese edilirse zamanla şeyhlerin ve büyük sılfilerin nasıl abartılı olarak nitelendirildilcleri ve yüceltildilcleri daha iyi görülebilir. lV. İlk sılffılerde, tarikat silsilesine benzeyen bir silsile yoktur. Bir şey­ hin sohbetinde bulunanlar o şeyhin sözlerini dilclcatle dinler, bunları iyice beller, şeyhin manevi hallerini ve nitelilclerini özerıle gözlemler, tesbit eder, başkalarına nalcl ve rivayet ederlerdi. Şeyh de kendi üstadından bu bilgileri manevi zevk ve vecd hallerini zaten bu şekilde alnuş olduğundan hadisteki senede benzeyen bir senedi isnad sılfiler arasmda da mevcuttu. Bu sened, nesiller arasmda tasawufı geleneğin kesintisiz ve bozulmadan devam etmesini sağlıyordu. Sohbet meclislerinde öneelci şeyhlerin manevi zevk ve vecd (ezvak halleri, meJiacfd) nalcl ve müzalcere ediliyor ama tarikatlar döneminde olduğu gibi sohbetin tamamlayıcı bir parçası olarak Hz. Peygamber'e ulaşan silsile ve silsile ricali belli düzende asla okunmuyordu. Bir süflnin şeyiünden bahsetınesi bir talebenin hacasından saygıyla bahsedip ona bağ­ lılığını gösterınesi gibi idi. V. Bir şeyhin sohbetinde bulunanlar (salüb, ashab, yoldaş) başka şeyh­ Ierin sohbetinde de bulunabilirler, başka üstad ve alinilerden de faydalanabilirlerdi. Fakat hangi şeyhin sohbetine daha çok devam etmiş, hangi şey­ hin meşrebi ve sülılk/ yaşama tarzı daha çok hoşuna gitıniş, hangi şeyhi daha çok kendine örnek alıp ondan e.tldlenmişse o şeyhin salübi/ ashabı olarak bilinirlerdi. Bu şeyhlere sohbet şeyhi denmelcle beraber irade şeyhi de denirdi. İrade şeyhi denmesi, saliicin o şeyhin etleisiyle tasawuf yoluna girmeye kesin kes karar vermesi anlamına geliyordu. VI. Vefat eden şeyh yerine halife/ halef bırakmazdı. Hilafetname ve icazetname vermek ve alınale adet değildi. Şeyh vefat edince sohbetinde bulunup da ibadet hayatı, al1lalcı, manevi halleri itibariyle temayüz edip diğerlerinin saygısını ve sevgisini kazanan biri tabii şelcilde sohbet meclisi kurabilirdi. Bu nitelikteld ldşilerin birden çok olması ve ayrı ayır sohbet meclisleri kurmalan da münıldindü. Cüneyd-i Bağdadi örneği bunun güzel bir misalidir. Cüneyd-i Bağdadi'İıin dayısı ve şeyhi olan Seri Salcati'ye; TASAWUF VE TARiKAT 39 mertebesinden üstün bir mürld var mıdır?" diye sorduldarında "evet" dedi, Seri; "Cüneyd'in mertebesi benden üstündür" dedi. Seri hayatta iken müridier Cüneyd'e, "Gönlümüzün ferahlaması için bize vaaz et" derlerdi. Ama Cüneyd, "Şeyhim hayatta olduğu sürece olmaz" dedi. Sonra rüyada gördüğü Hz. Peygamber'in emrine uyup meclis kurdu, sohbet etmeye başladı". 110 Aynı gece Seri de rüyada gördüğü Hald( Teala'dan Cüneyd'in irşad faaliyetine başlaması talimatını almıştı. Bu örnek Şeyh Seri'nin talebi üzerine sfıfileri ve bu yolun heveslilerini aydınlat­ ma!( için Cüneyd'in sohbet meclisini düzenlediğini göstermesi bakımından önemlidir. Cüneyd vefat edince ashabı onun yerine hali mükemmel ve ilmi sahih olan Ebu Muhammed Ceriri'yi getirmişlerdi." 1 •11 demek ki, vefat eden şeyhin ashabı içlerinden birini pirlerinin yerine getirebilmekte idiler. Fal(at Seri'nin Hal( Teala'yı Cüneyd'in Peygamberi rüyada görmeleri üzerine Cüneyd'in sohbet meclisi kurması BatınV sım yönü bulunması ve bu işe Allah ve Resul'ünün izniyle başladığını göstermesi balGmından daha ilginç"Mertebesi şeyh:nin tir. VII. İlk sfıfilerde hayatta bulunan veya vefat etmiş bulunan veli ve istiğase, istimdad ve iltica (şeyhin maneviyatına sığınma, ruhaniyetinden meded umma) hadiseleri fazla değildi. Ma'rfıf Kerhi (ö. 200/ 815), müridi Seri Sal(ati'ye; "ihtiyacını Allal1'tan istediğin zaman, 'Ma'rfıfun yüzü suyu hürmetine bu ihtiyacımı gör' diye dua et" demişti. 112 Müridierin şeyhleri Allal1'la aralarına vasıta/ vesile ve şefaatçi lGimaları ilk zamanlardan beri mevcuttur, ama fazla ve yaygın değildi~. "Ma'rfıfun kabri şifa özelliği tecrübe ile bilinen bir devadır", diye inanılırdı.ll3 Falçat ilk sfıfilerin hayat hikayeleri anlatılırken çok azında bulunan bu gibi unsurlara rastlanır. Ebfı Abdullah Secez1 şöyle derdi: "Müridler için en faydalı şey salih/ iyi insanlarla sohbet edip fiil, ahlal( ve halleri itibariyle onları örnek almak, evliyanın kabrini ziyaret etmek, yoldaş ve arkadaşların hizmetinde şeyhlerin olmaktır." 114 Fakat veli ve şeyhlerin Allal1'la insanlar arasında aracı kılınmasının faydasız ve anlan1sız olduğunu söyleyen sfıfiler de vardı. Ünlü sfıfi Hamdun I<assar, "Bir yaratığın diğer bir yaratıktan istiğasede/ istimdada bulunması hapishanede tutuldu bulunan birinin hapishanede tutuldu bulunan diğer birinden yardım taleb etmesi gibidir" derdi. 115 Bayezid Bistaınl de şöyle derdi; "Bir malllfıkun diğer bir mahlfıktan meded umması denize ı 10 Hucv iri ı 6 ı 11 ı Sülemı,' 202 ı ı ı Kuşeyri, 6 ı ı ıJ Sülemi, 85 ı ı 4 Sülemi, 255 ı ıs Sülemi, 126 40 ULUSLARARASI BURSA TASAWUF KÜLTÜRÜ SEMPOZYUMU batmış birinin aynı durumdaki diğer birinden meded istemesinden farksız­ Genellikle ilk sO.filerde hal.dm olan anlayış budur. İlk sılfller, tıpkı diğer Müslümanlar gibi vefat eden şeyhlerine ve evliyaya saygı gösterir, onların adları anıldığında, "Rahmetullahi aleyhim", "Radıyallahu anhum" (merhum, Allah ondan razı olsun) derler. Sonrald dönemde bu durumda "kaddesallahu esrarehum", "kuddise sırnhum" (Allah sırlarını/ ruhlarını mukaddes kılsın, ruhlan mukaddes olsun) ifadeleri kullanılır. . ;_ , VIII. Ilk sılfller arasında seyahat eden, belde belde dolaşanlara sftilı/ suyyalı denilirdi. İbni Nedim Filırist'de "A11bKru's-Suyyah" başlığı altında bir bölüm açar, sılfileri seyyah/ gezgin diye niteler. Ebu Hamza'nın seyyah sılfilere dair bir eser yaznuş olduğunu söyler. 116 İbrahim Havvas'ın seyallatleri meşhurdu. Ca'fer Huldi, biri beden, diğeri kalple yapılan ild seyahatten bal1seder. Allah'ın evliyasını görmek, kudretinin eseri olan hususlardan ibret alınale bedenle yapılan seyahatin amacı idi. 117 Zaviyeler, ri batlar ve hankahlar sılfilerin seyahatini kolaylaştırıyordu. Hac ve umre için yolculuk da hayatlannın bir parçası idi. Bununla beraber ilk sO.filer arasında hiç seyahat etmeyen ve bulunduğu yerde ikameti tercih edenler de çoktu. Aslın­ da o dönemde özellikle hadis al. iml eri de hadis toplan1ak için çokça seyahat eder ve bu hususta sılfilerden geri kalmazlardı. IX. İlk dönem sılfllerinden Iraklılarda Muraleka ve Hırka denilen yamalı bir elbise, Horasanlalarda Fütüvvet sirvalı/şalvarı denilen bir libas giyıne adeti mevcut olmalda beraber fazla yaygın değildi. Ayrıca o dönemde düzenlenen özel bir merasimle müridi tarlkata/ tasavvuf yoluna alma adeti henüz oluşmanuştı. Bu sebeple şeyhin mürlde hırka giydim1esi/ mürldin hırka giyınesi geleneği mevcut değildi. Bu sebeple ille süfiler halekında bilgi veren temel ve kadim kaynaklarda hırka meselesi yoktur. Ebu Hafs Haddad'ın ashabından Ebu Abdullah Secezl'ye niçin muraldea giyınediği sorulunca, "Fütüvvet el1linin elbisesini giymek, ama onların taşıdığı sorumluluğu yüldenmemek ildyüzlülük olur" demişti. 118 Suf/ yün elbise giyrnek de her zaman hoş karşılanmazdı. İlk zamanlarda bazı sılfilerin giydiği sof/ aba dal1a sonra hırka giyıneye dönüşmüştü. Bununla beraber sof veya yün giyıne adeti genel değildi. Sühreverdi, AFftriju'l- Maarif te; 119 "Günümüzde giyilen şeldiyle hırka giyınek Hz. Peygamber zamanında yoktu. Bu şeldlde hırka giyrnek şeyhlerin istihsanıdır. Hırka giymeden tasavvuf yoluna giren, kendilerinden ilim, edep öğrenilen şeyhler görmüşüzdür. Seleften bir tabaka hırkayı giyıneyi ve mürldlere giydirmeyi bilmezlerdi. (s. 102). İlk dır". 116 Kahire, 1348, s. 278 bkz. Süleml, 284,438 118 Süleml, s. 225 119 Beyrut, 1966, s. 97,102 117 TASAWUF VE TARiKAT 41 süfilerden bir çoklan şekilcilik olan kılık kıyafete daima karşı çıkmışlardır. Melamet ehli lulık l<lyafete hiçbir zaman iltifat etmemiştir. X. İlk sfıfilerde zuhur-ı Mehdi ve nüzfıl-ı İsa, yani Mehdi'nin gelişi ve İsa'nın gökten inişi meselesi yoktur. Onlarda böyle bir beklenti mevcut. değildi. İlk sfıfiler Mehdi'nin gelişi ve İsa'nın inişini beklemeden kendi iradeleri ve çabalarıyla kendilerini kurtarınanın ve Halde'ın yalanlığını kazanmanın arayışı içinde idiler ve onlar bu yolu bulduldan kanaatine sahiptiler. O dönemde Şiiler Mehdi, Emeviler Sufyani denilen bir kurtarı­ cının beldentisi içinde bulunduldarı, bu konuyla ilgili olarak rivayet edilen hadisler Kütüb-i Sitte'de ve Melahim kitaplarında da yer aldığı halde sfıfiler bu· konuya ilgi duymamışlardır. İlk sfıfilerde abdal kavramına ve Hızır'la görüşme haline seyrek olarale rastlansa bile kutup, gavs ve ricalu'l gayb kavramına rastlanmaz. Ebu Bekir Kattani'de (ö. 322/ 933). Gavs, kutup, abdal, evtad kavramıarına rastlanır. 120 İbn Haldun bu kavramların sonradan Şiilikten tasavvufa geçtiğini ve yaygınlaştığını söyler. Hallik'ın (ö. 309/ ... ) Nifferi'nin (ö. 354/ 965) 121 Mehdi konusuna temas etmeleri istisnadır. İlk sfıfiler tasavvufi hayatı daha çok ferdi ve şahsi bir tercih olarale yaşamışlardı. Onlar için esas olan Halde'a ermek arada herhangi bir vasıta olmadan O'nunla birlikte olmaktır. Şeyh ve ustadın görevi bu konuda sohbetinde bulunanlara yardımcı olmaktır. Şeyh sadece bir delil! lalavuzdur. Sohbete katılanlar da bu hususta birbirine yardımcı olurlardı. Bununla birlikte sfıfilik aynı zamanda cemaat halinde de yaşanır.: Sohbet ve sema meclisleri cemaat halinde yaşanan tasavvufi ınekanlardı. İlk sfıfiler varlığın mahiyeti ve mertebeleri gibi meselelerle de uğraş­ mamışlardır. Onlarda şatl1iye de azdır. İlk sfıfilerde bulunmayıp sonradan ortaya çıkan her şey önemsizdir, İslam'a da aylarıdır gibi bir iddianın sahibi değiliz. Tasavvufi hayat daha sonraki asırlarda da geliştim1esini sürdürmüş, oldukça özgün ürünler vermiştir. Yapmak istediğimiz şey şudur: İlk olarak ilk sfıfilerin yaşadığı manevi ve rtıhani hayatı doğru olarak- tespit etınek, ildnci olarak tasavvufi hayatın gelişme sürecini ve geçirdiği dönemleri göstennektir. Tarikatlar Dönemi Tasavvuf biri tarikatlar öncesi, diğeri sonrası olmak üzere genellilde ild döneme ayrılır. Böyle bir ayrım tasavvufi hayatın gelişme sürecini ve toplum hayatı üzerindeld etidierini araştırma ve isabetli tespitler yapma balumından faydalı ve gereldi olmalda beraber, bu ild dönemi kesin bir çizgiyle birbirinden tam olarak ayın11ak mümkün değildir. Tarikatlar ortaya çılup 120 121 bkz. Hatib Bağdiidi, Tarilm '!- Bağdiid, III, 75; Şariini, Tabakat, I, ı 10 MulıatabCıt, Kahire ı 934, s. 2 ı 5-216 ULUSLARARASI BURSA TASAWUF KÜLTÜRÜ SEMPOZYUMU 42 yayılınca tarikat öncesi tasavvuf hemen ortadan kalkmamış, bundan sonra etleisi ve mensupları azalsa da bu hareket varlığını korumuştur. Diğer yandan tarikatlar dönemi tasavvufun kökleri de tarikat öncesi tasavvuftadır. Bu iki dönemin tasavvufu bir zincirin halkalan gibi sıkı ve sağlam bir şe­ lcilde birbirine bağlı olmakla beraber zamanla tarikatlar dönemi tasavvufu ilk dönem tasavvufundan birçok konuda belirgin ve önemli farldılıklar göstermiştir. An cal( birinci dönemden ilcinci. döneme geçiş hem tedrici bir surette gerçeldeşmiş ve hem de uzunca bir):;ıman almış olduğundan ilcisi arasını ne zaman olarak ne de tasavvufl hayatın niteliideri olara!( kesin bir şekilde ayırt etmek mümkün değildir. Bugün anladığımız anlamda tarikatiann IV./ X. Asrın sonuna kadar mevcut olmadığı söylenebilir. Fakat, V./ XI. yy.'da da tarikatların mevcut olmadığını, tarikatiann bundan sonra ortaya çıkmaya başladığını söyleyenler vardır. L. Massignon'a göre IX-X. asırlar arasında tarikat zahidane bir hayat yaşamak için tutulan yol anlamına geliyordu. XI. asırdan sonra bugün bilinen tasavvufi örgüt anlamını kazandı. 122 Nicholson tarikatlardan bir kısmının Moğol istilasından (m. 1258) önce kurulduğunu XIV. asırdan itibaren de her yerde sayılan arttığını ve yeni kolları ortaya çıktığını söyler. 123 Kasım Gani tarikat başlangıçta nefsi itaat altına almak ve kalbi tasfiye etmek için tutulan ahlaki ve husüsi bir yol iken IV./ X. asırdan itibaren bir fırka ve hizb halini aldığını söyler. 124 Tarikatların Ortaya Çıkı§ı Tarikatların ne zaman, nerelerde ve nasıl ortaya çıktığını daha iyi görebilmek için en eslci tarikatiara ve bunların kurucularına kısaca balm1al( lazımdır. ı. 2. 3. 4. 5. . 6. 7. 8. 9. ı o. ll. 122 Kazerılniye: Ebu İshal( Kazeru:nı (ö. 426/ I 035) Adeviye: Adi b. Musafir (ö. 557/ 1162) Camiye: Ahmed Cam Nameld (ö. 536/ 1141) Ebheriye: Kutbuddin Ebheri (ö. 573/ 1177) Kiidiriye: Abdulkiidir Geylani (ö. 561/ 1166) Rıfiiiye: Ahmed Rıfai (ö. 570/ 1173) Yeseviye: Ahmed Yesevi (ö. 562/ 1166) Kübreviye: Necınüddin Kübra (ö. 618/ 1221) Bedeviye: Ahmed Bedevi (ö. 638/ 1240) Şaziliye: Ebu'! Hasan Şazili (ö. ·653/ 1255) Sühreverdiye: Ebu'n Necib Sühreverdi (ö. 563/ 1168), İslam Ansk. 12/ I. S. ı Fi 't-Tasavvuji '1-İsliimf ve Tarilıilıf 124 Tarflı-i Tasavvuf der İsliim, Tahran 1340, s. 459 123 TASAWUF VE TARiKAT 43 Ebu'l Hafs Sühreverdi (ö. 632/ 1234) 12. 13. 14. 15. Desı1kiye: İbrahim Desı1ld (ö. 676/ 1277) Mevleviye: Celaleddin Rumi (ö. 672/ 1273) Halvetiye: Zahid Geylani (ö. 750/ 1350) Nakşibendiye: Bahauddin Nakşbend (ö. 791/ 1389) Tasavvuf tarihindeld başlıca tarikatlar bunlardır. Aslında bu tarikatlabir kısmı daha evvel mevcut olan bazı tasavvufi cemaat (fırka, zümre) veya tarikatların devamı veya şubeleri sayılabilir. Daha sonra ortaya çıkan ve tarikat adını alan tasawufi hareketlerin hemen hemen hepsi yukandaki tarikatların şubeleri ve kollan sayılır. Kazerı1niye istisna edilirse ilk altı tarikatın VI./ XII. asırda, sonrald altı tarikatın VII./ XIII. asırda, Halvetilik ile Nal(şibendiye'nin ise VIII./ XIV. asırda ortaya çıktığı görülür. Tarikatların önemli lasını Moğol istilasından evvel ortaya çıkmıştır. Tarikatlar mantar gibi aniden ortaya çıkmamıştır. Bu tarikatlar dal1a evvel mevcut olan tasavvufi cemaatterin ve zümrelerin devanu, ama onların daha düzenli ve örgütlü şeldlleri olaral( ortaya çılamşlardır. Mesela Kazerı1niye, Hafifiyye'nin (ö. 371/ 981) bir devamıdır. Ayı1ı şeldlde Halvetiye ve Sühreverdiye Ebheriye'nin bir devamı olarak görülür. Yine Nakşibendiye Abdulhalik Gucduvani'ye (ö. 575/ 1 180) nispet edilen Hacegan tarikatının, Hacegan tarikatı da Bayezid Bistami'ye (ö. 234, 261/ 848, 87 4, ?) nispet edilen Tayfuriye'nin bir devamı alitrak kabul edilir. Aynı şeldlde Mevlevilik Kübreviliğin, Hacı Bektaş-ı Veli'ye (ö. 670/ 1270) nispet edilen Bektaşilik de Yeseviye'nin kolu sayılır. Pek çok tarikatın silsilesi Cüneyd-i Bağdildi'ye ulaştığınagöre Cüneydiye bu tarikatiann menşei­ dir. Görülüyor ld, tarikatlar iç içe girmiş bir zincirin halkaları gibidir, tarikatlar yeni ve sonradan çılamş bile olsa esas aldıklan tasavvuf büyük ölçüde kadimdir. Tarikatlarda daha çok yeni olan adab, erkan ve usı1ldür. Tarikat kuruculan "Sahib-i Tarikat", "Tarikatın Müessisi", "Tarikatın Banisi", "Şeyh-i Tarikat", "Ser-çeşme", "Pir-i Tarikat" gibi ifadelerle anılır ve tarikat ona nispet edilir. Kadiriye'nin Abdulkadir Geylani'ye nisbeti gibi. Tarikat kuruculan tarikatı kurmal( için ortaya çıkmamışlar, tarikat kurduldan iddiasında da bulunmarruşlardır. Tarikat şeyhinin çevresinde toplanıp bir cemaat oluşturan müridler, şeyhin sülı1k tarzını, tasawufi hayatı yaşama şeldini, fildrlerini ve kanatlarını benimsemişler, çoğu zaman şeyhlerine ait söz konusu hususları düzenlemişler, tarikatın adab ve erlcinı (ilkeleri ve kuralları) halinde tesbit etmişler, bunlara uyınayı gelenek haline getim1işler, böylece bir tarikatın ortaya çıkmasına yol açmışlar, ortaya çı­ kan tarikatı da şeyhlerinin adıyla anmışlardır. Tarikatların ortaya çıkması rın 44 ULUSLARARASI BURSA TASAWUF KÜLTÜRÜ SEMPOZYUMU kendiliğindedir. Bu .lJakımdan fıluh mezheplerinin ortaya çıkmasııla benzer. Aralannda fazla bir fark yoktur. Şeyh vefat ettiği zaman genellikle tarikatın adabı ve erkanı düzenli ve sistemli bir halde bulunmadığından bu tarikata girenierin tarikat esaslarını iyi, kolay ve doğru kavramalarını sağlamak Için şeyhin mirası olan tarikat ve ona ilişkin esaslar düzenli ve sistemli_ bir hale getirilir. Bunu, o şeyhin manevi mirası~ı devralmış olan ehliyetli, }Jilgili ve deneyimli halifelerden biri yapar. Bunu yapan şeyhe; "Pir-i Saniç, veya "ildnci hani" denir. Genellikle tarikat nihru şeldine "Pir-i Sani" ile Kavuştuğundan tarikatın ildnci pirlerine büyük önem ve değer verilir. Yahya Şirvani Halvetiye'nin, Eşrefoğlu Rumi Kadiriye'nin Pir-i Sanl'leridir. Mevlevilik, Mevlana'dan sonra oğlu Sultan Veled, tonınu Ulu Arif Çelebi zamanında bir tarikat şeldini almıştı. Bektaşiye'nin Pir-i Sani'si Balım Sultarı'dır. Pir-i san! meselesi tarikatların tekamül ve inldşaf seyrini göstermesi baİumından da önemlidir. Demek Id Kildiriye Abdulkadir, Mevleviye Celaleddin Rumi hayatta iken son şeldini almış değillerdi. Belld bu tarikatlar, tarikat müessisi kabul edilen pirler zamanında nüve halinde mevcuttu. Cel'vetiye tarikatının kurucusu ldmine göre İbrahim Zahid Geylani (ö. 690/ 1291 ), ldmine göre Üftade (ö. 988/ 1580), ldmine göre A. M. Hudal'dir (ö. 103 8/ 162 8). Şöyle de denilmiştir. Ce!vetiye Cilani zamanında hilal, Üftade zamanında yarım ay, Hüda1 zamanında dolunay durumunda idi. Sadece eelvetilik için değil, bütün tarikatlar için bu ömek veriİebilir. Bazı tarikatların gelişip nihai şeldini alması, diğerlerine göre daha çok zaman almıştır. Zaman, mekan, toplum, kültür, meşreb, sosyal, ve taıihi farldılık gibi pek çok etl(en tarikatların çeşitli şubelere/ kollara ayrılmasını gerektim1iŞ­ tir. Şubeyi kuran şubenin kurucusu olaral( kabul edilen şeyhe "kol-başı" denir. Kadiriye Malezya'dan Fas'a, Balkanlar'dan ve Kazan'dan Yemen'e kadar geniş bir alana yayılmış, buralarda var olan yerli kültürlerden etldlenmiş, sonuçta bu tarikatın yüzlerce kolu ortaya çıkmıştır. Halvetiye'nin 400'den fazla kolu vardır. Genellilde kolların üzerinde birleştiideri ortM esaslar vardır. Fakat bazen ortak esaslar az olabilir, ayrıntı sayılan bazı hususlar esas haline gelebilir. Mevlevilik ve Bektaşilik gibi bazı tarikatların kolları yoktur. Mevlevllikteld "Şems-i Neş'e", "Veledi Neş'e" kol değil, meşrebdir. Tarikat kurucusu sayılan şeyhterin bir talum özellilderi, belirgin ve aedici niteliideri varsa da bu özelik ve nitelilderden biri daha belirgin, daha etldn ve dal1a güçlü olabilir. Bu şeyh işte bu temel karakteri ile anılır. İbn Arabl'de marifet/ irfan, Mevlana'da mahabbet/ aşk, Ahmed Rifili'de harika hall er/ keramet, Abdulkadir Geylani' de kuwetli tasarruf ve imdada yetişme, Ebu'I-Hasan Şazill'de ilim ve varidat, Bal1aeddin Nakşbend'de halakatleri gönüllere nakşetme kudreti, Sühre\rerdi'de gayret/ mahviyet, yırt TASAWUF VE TARiKAT 45 Necmüddin Kübra'da vecd ve cezbe hali, Ahmed Bedevi'de merhamet ve şefkat, İbrahim Desılki'de cömertlik hasJetleri hakim ve galib haldeydi. 125 Gümüşhanevi tarikatların temel ilkelerini de Tarikatların beşer olarak tespit eder. Genel Esasları Son dönem tarikatlarını ilk dönem tasavvufı cemaat ve akımlarından ayıran bir talam ortak esaslar ve kurallar vardır. Bu esas ve kurallar daha evvel mevcut olsa bile son dönemdeki şekilde ve önemde değildir. I. Tarikatın başında bir şeyh vardır. Bu şeyh ta'lim şeyhi değil, terbiye şeyhidir. Sohbet şeyhi değil, sülfı.k şeyhidir. Mutlak şeyhdir. Bir anne veya baba bir çocuğu nasıl terbiye etme hakkına sahipse şeyh de o şeldlde mürid ve dervişlerini terbiye hal<.lana sahiptir. Daha doğrusu böyle bir görevi ve sorumluluğu vardır. Şeyhin bütün mürldlerin hallerini bildiği ve onları denetiediği kabul edilir. Şeyhe itiraz bir yana, sual bile sorulmaz. Hak Teala'dan gelen feyz ve bereket şeyh kanalıyla müıidlerin kalbine akar. Mürid bir tek şeyhe bağlanır, birden fazla şeyhin sohbetinde ender hallerde bulunabilir. Her tarikat şeyhinin genellikle diğerinden farl<.lı bir cübbesi/ hırkası, bir tacı, bir sanğı bulunur. Vefat eden şeyh, hayatta iken icazet ve izin verdiği ehil ve yeteneldi müridierinden birini veya bir kaçını istihlaf edebilir, halife olarak bırakabilir. (Tahlif, İstihlaf). Yusuf Heınedanl, Ahmet Yesevi, Zenci Ata dörder halife bıralmuşlardı. Bazen halife ima ve işaret yoluyla da tayin edilir. Halife bıralanadan vefai eden şeyhler de vardır. . II. Şeyhin etrafında bir müridier topluluğu mevcuttur. Müridier ve dervişler şeyhlerine mutlal( olarak bağlıdırlar, ona tam olarak teslimiyet gösterirler. Şeyhi baba/ ata, kendilerini onun evladı; şeyhi Efendi, kendilerini onun bendeleri olara!( kabul ederler. Her önemli işte onun iznini alır­ lar, zihinlerinden geçen hususlar da dahil olmak üzere her davranış ve duygularının şeyhe malum olduğuna inanırlar. Şeyhin emir ve tavsiyelerine muhalefet etmeyi veya verilen vazifeyi ihmal etıneyi helak olma sebebi sayarlar. III. Mühib ve Talib belli bir hazırlık döneminden ve test edildikten sonra belli bir törenle müridliğe alınır. Şeriatın emri olan namaz, oruç, hac ve zekat gibi ibadetleri sünnetleriyle birlikte tam ve zamanında ifa ettikten sonra tarikatın adab ve erkanına tam olarak uyması, şeyh tarafından verilen evradı/ erzala (dua, evrad ve ibadetleri) aksatmadan ve titizlikle yerine getirmesi telldn edilir. Buna inabe (vazife, ders) ve el alına denir. Genellilde mürldliğe alınan ldşiye bir de hırka giydirilir. Buna irade/ mürldlik Imkası denir. Tarikata alınan talib diğer mürldlerin kardeşi olarak ihvan toplulu125 Gümüşhanev'i, Ciimiu'l-Usıil, Kahire, 1298, s. 18 ULUSLARARASI BURSA TASAVVUF KÜLTÜRÜ SEMPOZYUMU 46 ğuna dahil olur, toplu yapılan ve icra-yı zikrullah denilen zikir meclislerine ve tarikat ayinlerine (ritüellere) katılır. IV. Her tarikatın belli bir dua ve Arapça metinlerden oluşan bir e!7radı/ alızfıbı vardır. Evrad Kur'an ve hadiste geçen bazı duaların yanısıra sfıfller tarafından düzenlenen dualan da içerir. Evrad düzenli ve devamlı olarak günün belli saatlerinde okunur. Haftalılc-virdler de vardır. V. Bir çok tarıkatta sema, lıadre, deFeraıı- ve zikir meclisi denilen toplu zikir yapma geleneği vardır. IGmi tarika;Jar kıyflmf/ ayakta, ldmi kuıldf/ oturarak, kimi msfkıyflm/ eğilmiş halde, ldıili cerlıf/ sesli, ldmi lıafi/ sessiz zikri tercih eder. Şeyh ya da halifesinin ne-;aretinde icra edilen ayinlere müridier gönüllü olarak katılırlar. Bu ayinlerde Kur'an'ın yanı sıra toplu halde veya kaı>Jlal/ gayende denilen güzel sesli biri tarafından ilahiler okunur. Coşan cemaat, cezbe ve vecid halleri yaşar. Bu arada sohbet yapılır, menkibeler anlatılır . . VI. Her tarikatın mutlaka bir silsilesi vardır. Bir şeyhin ehliyetli ve ]camii bir şeyh olduğunu gösteren ve hilafetname/ icazetname denilen belgeyi (ehliyetname, diploma) ehil ve kamil bir şeyhten alması gereldr. Bu silsile Hz. Peygamber'e kadar gider. Buna sened veya isnad denir. Hz. Peygan1ber'den geçip silsiledeld meşayih yoluyla son şeyhe ulaşan (senedi silsile ile gelen) ilahi feyz ve bereketin mürldlere ulaştığına itikat edilir. Silsilede adlaıı geçen meşayih zikir meclisinde de okunur ve ruhlarının zikirde hazır bulunduklanna inanılır. Kadiri silsilesi: I- Hz. Peygamber, 2- Hz. Ali, 3- Hz. Hüseyin, 4Zeynelabidin, 5- Muhammed Bakır, 6- Cafer Sadık, 7- M. Kazım, 8- Ali Rıza, 9- M . .Kerhi, 10- Seri Sakati, ll- Cüneyd Bağdadi, 12- Şibli, 13Abdülvahid, 14- Ebu'l-Ferec Tarsfısi, 15- Ebu'] Hasan Hekkari, 16- Ebu Said Mahzfımi, I 7- A. Geylani. "Emanet-i Tarikat" ve "Sırr-ı Velayet" denilen bu manevi makam, ruhani mertebe bu şekilde bir şeyhten diğerine geçmekte ve batıni bir miras olarak kalmaktadır. Şeyhe Hak'tan feyz ve bereket iki yoldan gelir: a) Doğrudan ve aracısız olarak Hak'tan gelir. Buna ilah! feyz ve Rabhani ilham denir. b) Silsileve isnad (anane ve silsile) yoluyla gelir. Buna da feyz-i isnadl, silsile bereketi denir. İlk sufllerde bu anlamda bir silsile ve isnad kavramına rastlanmaz. Kuşeyrl'nin üstadı Ebu Ali, "Ben bu tariki Nasrabazl'den, o $ibll'den, o, Cüneyd'den, o Serl'den, o M. Kerhl'den, o Davud Tal'den almıştır. Davud Tai ise Tabiin'le görüşmüştür." demekle yetinir. 126 Hücviri, "tarikatta Ebu'l-Fadl Huttell'yi örnek aldım, O tasawufta Cüneyd'in mezhebinden idi, Husrl'nun müridi bulunuyordu" 127 demekte, 126 127 Risiile. 579 Keşfı1 ;1-Ma/ıdib, 208, 232 TASAWUF VE TARiKAT 47 silsilesini en fazla Cüneyd Bağdadi'ye kadar zekretmektedir. İbn Münevver, Ebu Said Ebu'I-Hayı-'ın Hz. Ali'ye varan silsilesini kaydeder. 128 İbn Nedim, Ca'fer Huldi'nin silsilesini şöyle nakleder: "Cüneyd - SeriMa'rfıf- Farkad Sene! - H. Basri - Malik b. Dinar - Bedir gazasında bulunmuş yetmiş sahabe." 129 Burada da Cüneyd'in silsilesinin farklı verilmesi, aynca sahabeden belli birinin adının zikredilınemiş olması dikkat çekicidir. İlk sfıfi tabakat kitapları sfıfllerin rivayet ettikleri hadislerin senedierini zikr ettikleri halde şeyhlerinin silsileleıine temas etmezler. VII. Tarlkatlarda, tasavvuf yoluna yeni giren bir müridi bir takım işler­ le yi.Üd.imlü tutmak, hatta bazen denemek, bazen yetişmesini sağlamak, bazen da cezalandırmak için zor ve çetin işler gördürmek, ağır ağır işler yaptırmak genellikle başvurulan bir terbiye yoludur. Halvetiye tarikatı başta olmak üzere bazı tarikatlarda müridieri meşakkatli riyazetlere, zahmetli mücahedelere, halvethane ve çilehane denilen dar, kapalı ve karanlık hücrelerde çile çıkam1aya mecbur etme geleneği vardır. Böyle sıkı bir disipline sokularak yetiştirilen bir müddin mutlaka beden sıhhatine ve ruh metanetine sahip olması gereidr ld, ağır yükü taşısın, çileli hayata katlanabilsin. VIII. Tarikat mensupları genellikle ziiPtye, ribat, Jımıkalı, dergii/ı ve tekke gibi özel olarak inşa edilen mekanlarda zikrullahı toplu olarak icra ederler. Teşkilatlı dergahlarda ve hankahlarda mescid, misafirhane, semahane, tevhidhfıne, hücreler, aşhane/ matbah, kütüphane gibi seyyah/ gezgin dervişlerin ve yolcuların ihtiyaçlarını karşılayan birimler bulunur. Tarikat şey­ hinin kabri üzerine inşa edilen türbe belli zamanlarda ziyaret edilir. Urs, mePlid, lıajle/ ilıtifal gibi isimler verilen anma törenleri düzenlenir. Şeyhin türbesini de içeren büyük tekkelere "Astane" ve "Dergiilı" denir. Tarl:kat şeyhleri vefat ettilderinde genellilde dergahın civarında bulunan ve "Hazire". denilen yerde toprağa verilirler. Buralar önemli ziyaret meldnlarıdır. IX. Dergahda ve teld(ede icra edilen ayinl~rde ney, kudum, def gibi mfısild enstrümanlarını kullanmak, sema/ raks ve deveran etmek tarikatların çoğunda mevcut olan bir husustur. Sema, yani sesi güzel olanların zühde ve ilahiyata dair yazılan lükemi ve ahiald şiirleri, münacat ve na'atları terennüm etmeleri ve eaşmaları geleneği ilk sfıfllerin bir losınında da vardı. Fakat son dönem mutasavvıflarda olduğu gibi düzenli, devamlı ve tarıkatın önemli bir parçası niteliğinde değildi. X. İlk sCıfilerden her birinin bir işi, bir mesleği vardı. Geçimini bu yoldan temin ederdi, valuf malından faydalanmayı düşünmezler, zorunlu olmadıkça kimseden bir şey istemezlerdi. Son dönemde şeyhlik bir meslek, bir geçim yolu haline geldi. Teld(e ve dergahlara yapılan bağışlar ve vakıflar 128 129 Esriiru '/- Tevlıid, 55 el-Filırist, 260 48 ULUSLARARASI BURSA TASAWUF KÜLTÜRÜ SEMPOZYUMU meşayihin ve dervişanın geçim kaynağı oldu. Daha sonra Memluklular döneminde başlayan ve sonrald dönemlerde de süren teld(e şeyhlerinin devletçe bu makama atanmalan adeti ortaya çıktı, şeyhler devletin memurlan haline geldiler. Bu dönemde tasavvufun ruhu, manevlliği, samimiyeti, derünlliği ve sırriliği azalırken şeldlcilik, merasimcilik, adab, erkan ve usule abartılı olarak önem verme gibi hususlar-ağırlık kazanmaya başladı. Şeldlci­ likten ve merasimcilikten en uzak kalması __gereken tasavvuf bu gibi zahiri ve şeld'i hususlara boğuldu. /-. Bahsedilen haller genel olan hususlar olup bu arada tasavvufu ilk dönemdeki sadeliği, heyecanı, samimiyeti ve derinliği ile devam ettiren şeyh­ ler ve tarikat kollan her zaman mevcut olmuştur. Özellilde Melamet ehli her dönemde gösterişten, şeldlcilikten ve ayrıcalıldı bir konumda bulunmaktan titizlilde kaçınmış, kimsenin bilmediği ve tanımadığı hak-erenler (alıjiyfı) olara!( yaşamayı tercih etmişlerdir. Fütüvvet ehli ve ahiler ise bir iş ve meslek sahibi olmayı, el emeği ve alın teri ile geçinmeyi bu yolun temel ilkesi olarak kabul etmiş ve uygulamışlardır. Tarikatın Tarifi Uzun süre geniş bir coğı·afyada faaliyet gösterdilderi için yerel kültürlerin ve sosyal yapıların etldsiyle çeşitli şeldlleri ortaya çıkan, zamanla bazen gelişen, bazen değişen, bazen de bozulan ve yozlaşan tarikatları efradını cami, ağyarını man! bir tarifte tanımlamanın zorluğu açıktır. Tarikatlan tarifte tanımak yerine arıları tasvir ve tavsif etmek doğru olmalda beraber şimdiye kadar bu konuda yapılan tarifleri bahis konusu edip, değerlendir­ mek dal1a doğru olur. Tarikat; "Sllfiyi Allah'a kavuşturan yol"dur. 130 Şeriat ve mezhep de yol anlamına gelmekte, bu yollardan birine giren de Allah' a ve rızasına ereceğine inanmaktadır. Ancak şeriat- tarikat büyük ölçüde örtüşen ild kavram olınalda beraber aralannda fark da vardır. Bu itibarla tarikat, şeriatı da içeren, Hald('a ermek için süfllerin tutınuş olduldarı kendilerine özgü bir yol, bir yöntemdir. "Menzilleri kat' ederek ve mal(amlarda ilerleyerek Allah Teala'ya ermek isteyenlere özgü bir sireti yaşama biçimidir." 131 Tariki; "Allal1 Teala'nın belirlediği, yükümlü tuttuğu ve ruhsat içeroleyen şer'i görev ve hükümlerden ibarettir. Ruhsat arayışında olma!( yolda duraksamayı ve gevşemeyi gerektiren tabiata/ nefse nefes aldınp rallatlatmak anlamına gelir." 132 Ehl-i haldkate/ süfllere göre tasavvufta azimet esastır, tasavvuf ruhsat yolu değildir. Süfı zor olana taliptir. Tehiinevt, Muhammed Ali, Keşştif Istılti!ıath-Fünlın, s. 919 Ta 'rifiit, 123 132 Ta 'rifat, 122 130 131 TASAWUF VE TARiKAT Tarikat; doğrudan 49 Hak Teaiii'nın bilgisine götüren manevi ve rUhi yol- dur. Allah Teaiii'dan insanlara bilgiler ve hükümler iki yoldan gelir: Vahy/ haber-i Resül yolu ile; keşf ve ilham yolu ile. Haber-i Resfıl. esas olmakla beraber bu yoldan gelen bilgiler vasıtalıdır, dolaylıdır. Tarikatta/ tasavvufta vahy yolunu tutarak Hak Teaiii'dan vasıtasız ve doğrudan bilgi alma hedeftir. Şeriat/ din, kendi içinde böyle özel bir yol içerir, özel ve çok özel kişile­ rin, ariflerin (Jıaı,as ve elıass-ı lıavas) tutmuş olduklan bu özel ve çok özel yol tarikattır. Tarikat; "Allah'a ermek için ruhun izlediği yol." Hald('a ermek için yola düşen yolcu ruhtur, yürüyüş (styJ~ sülı?.k, sefer) ruhun yürüyüşüdür. Yol ruhi ve manevi bir yoldur. Bütün bunlar ilk süfilerin kullandıldarı anlamda tarik ve tarikat, hatta tasavvufun tarifleridir. Tarikat; "Meşayihin mürldleri için koymuş olduldan ibadet, ahlak ve yaşama ile ilgili kurallann bütünüdür. Burada tarikat, tarikatla ilgili il.dab, ericin ve usfıl olaral( tanımlanmış­ tır. Müridier için konulan kurallar kadar şeyhlerin uymalan ve bağlı kalmaları gereken kurallar da vardır. Tarikat, aditb-ı tarzkat denilen kurallar bütünüdür. Tarikat; bir şeyhin önderliğinde ibadet ve ahlai( başta olmal( üzere yaşama tarzlan belli kurallara göre düzenlenen şeyh-müritler topluluğudur. Burada tarikat bir örgüt/ organizasyon olaral( tanımlannuştır. Talib, muhib ve hadimler bu örgüte dahil olmadıldarı ve örgütün asli üyeleri niteliğini taşımadıldan halde çoğu zaman tarikatın bir parçası sayılırlar. Tarikat bir örgüt; il.dab ve erkan (fidfib-ı tarikat) ise bu örgütün yönetmeliği mahiyetindedir. İlk zamanlarda yazılı olmayan bu yönetmelik daha sonrald dönemlerde yazılı hale getirilmiştir. İlk züfilerin Adftbu'l-Mürfd başlığı altında yazdıklan eserler tarikat adabına dair yazılan eserlerden farldıdır. İlk defa Ebu Said Ebu'l-Hayr (ö. 440/1048) on'u şeyhe, on'u müride on'u da teld(e mensupianna ait olmal( üzere toplam otuz kuraldan bal1setmiştir. 133 Daha sonra Ebu'n-Necib'in Adabu'l-Miilfdfn'i ile Ebu Hafs Sühreverdi'nin Aviirifu'l-Maiirifi bu alanın temel kaynaldan olmuştur. Nicholson, tarikatı; "Şeyh tarafından ortaya konulan ve mürltierin uymalan zorunlu olan adab ve kuralların toplamıdır", şeklinde tanımlar: Ona göre tarikatın belli ve sabit niteliideri yoktur. Çünl(ü her tarikatın öğretisi/ ta'limnamesi o tarikatın şeyhine özgüdür. Sfıfi tarikatlanndald farldılık ve ayrılık bunu gösterir. Sfıfi tarikatı Hıristiyan mistilderinin Via purgativa'sını yani arınma yolunu andırmaktadır. 134 133 134 İbn Münevver, Tevlıfdin Sırları, İst. 2003, s. 324-327 Nicholson, 78 50 ULUSLARARASI BURSA TASAWUF KÜLTÜRÜ SEMPOZYUMU Tarikat/ tarilc teriminin üç farklı anlamını birbirinden ayım1ak gerekir: a. Tarikat, salik'i Hakk'a götüren manevi bir yoldur. Burada tarikat yöntem ve usul anlamındadır. b. Tarikat şeyh ve müritlerinin uyduklan adab ve erkandan (Talimname, nizamnameden) ibarettir. Bu tanıma göre tarikat sfıfılere özgü kurallar ·· dizisidir. c. Tarikat belli amaçlarla bir araya gele!).- ve bir takım kurallar ve manev! bağlarla birbirine bağlı bulunan şeyh )l.e müritlerinden oluşan bir örgüttür. Tarikatın tanımı bu olmakla beraber y'lnteme veya adaba, bazan da üçüne birden tarikat dendiği de olur. Tarikat Ve Şeriat ilişkisi İlk kaynaldarda bu mesele daha çok şeriat - hakikat veya şeriat - ta- savvuf şeklinde ele alınır ve yorumu yapılır. Mesela Kuşeyri bu konuyu şeriat - hakikat şeldinde ele alır. 135 Sonradan bu ild kavrama ildsi daha eldendi: Şeriat- Tarikat- Hakikat- Marifet~ Şeriat ild anlama gelir: :L Kur'an ve hadisteld bilgi ve hükümlerin tamamı. Bu anlamda Şeriat = İslam eş anlamlı ild kavramdır. Tasavvuf- Tarikat- Haldkat şeriata dahildir, onun bir parçasıdır. b. Şeriat Kur'an ve hadisteld zahiri hükümler, bilgiler ve fılcıh ilmidir. Bu anlamda Tasavvuf- Tarikat- Haldkat şeriatın mukabilidir, zira tasavvufun konusu batıni fiiller ve onlara ilişldn hükümlerdir. Şeriat- Haldkat bir şeyin dış yüzü ve içyüzü gibidir. Her şeyin bir dış, diğeri iç yüzü olmak üzere ild yüzü olduğu gibi İslam'ın da biri dış, diğeri iç olmale üzere ild yüzü vardır. Birine zahir, diğerine batın denir. Bu anlamda Haldkat/ Tasavvuf şeriattan farklı şeydir, ama ona muhalif ve zıd bir şey değildir. Şeri­ at - haldkat arasındald uyumu Kuşeyri şÖyle gösterir: "Şeriat kulluğun gerelderini yerine getirmek, haldkat rububiyeti temaşa etınektir. Şeriat Halck'a ibadet etmek, haldkat onu müşahede etmektir. Haldkatle te'yid edilmeyen şeriat gibi, şeriata bağlı ·olmayan haldkat de malcbul değildir. Allah'ın emri olduğu için şeriat aynı zamanda haldkat olduğu gibi Allah'ın emriyle farz lcılınan manfetleri içermesi itibariyle her · haldkat de şeriattır. 136 · Hücviri ise şöyle der: "Zahirdeld halin sağlıldı olması şeriat, batındald halin doğru olması haldkattir. Şeriat - Haldkat bir ve aynı şeydir, diyen zahir uleması da bu ildsi bir arada bulunmaz diyen mülhidler de bu konuda hata etınişlerdir. Şeriat - haldkat farldı şeyler olmalda beraber biri diğe­ rine aykın değildir, tersine her biri diğerini tamamlar. İmandald dille ikrar 135 136 Risiile, s. 240, Hücviri, 498 bkz. Risiile, 240 TASAWUF VE TARiKAT 51 şeriat, kalble tasdik hakikattir. İkrar tasdiki, tasdik ilaarı gerektirir. Hakikat nesh ve geçersiz kılınınayan dini hükümlerdir, şeriat neshi ve değişmesi ise caizdir. Hakikatsiz şeriat da, şeriatsız hakikatte anlamsızdır, şeriat beden, hakikat bedendeki ruh gibidir. İnsanın insan olması için ikisine birden sahip olması lazımdır. Şeriat- hakikat de böyledir. 137 Genellikle şeriat - tarikat- hakikat ve marifet kavramları ağaç, çiçek, meyve ve meyveyi tatma benzetmesiyle anlatılır. Şeriat bir ağaçtır, tarikat onun çiçeği, hakikat meyvesi, marifet de bu meyvenin tadılmasıdır. 138 Şeri­ at bilmek, tarikat bilinenle amel etmek, hakikat ve manfet de bu arnelin manevi karşılığını almaktır. Hz. Peygamber'in sözleri şeriat, fiilieri tarikat, manevi halleri hakikattir. Şeriat, tarikat ve haldkat aynı şeye değişik yönlerden verilmiş olan isimlerdir: Ceviz, cevizin yeşil dış kabuğu, sert ikinci kabuğu, içi ve içteki ceviz yağı gibi. Ceviz bu şeylerin ortak adıdır. İslam/ şeriat tümünü içerir. Namazda hizmet - kurbet - vuslat (Allah'a ibadet etme, yakınlığını kazanma ve O'na erme) mertebeleri vardır. Hizmet mertebesi şeriat, kurbet mertebesi tarikat, vuslat mertebesi haldkattir. Namaz bu üç hususun ortak adıdır. Hal<.le'a ibadet şeriat, huzuruna varmak tarikat, temaşa etmek haldkattir. Halde'ın emrini ikame şeriat, Hill'ın emri ile kaim olmak tarikat, Hale'la kaim olmal< haldkattir. İlme'l-yakin, ayne'l-yaldn, hal<.leal'l-yakin, İslam - iman - ihsan, avam - havas - hassu'l-havas mertebeleri de böyledir.ı39 : , Hakikat Şeriat Çelişkisi Sfıfıler, genellikle haldkat/ tasavvuf ile şeriatın çelişmediğini, aralarında bir zıtlığın ve muhalefetin bulunmadığını ·söyler, ama yeri gelince şeriatın bazen haldkati yansıtmadığına, hatta hakikate aykırı düştüğüne de diklcat çekerler. Burada şeriattan mal<.sat İslam'la aynı anlama gelen anlamdald genel şeriat değil, İslan1'ın zahiri ve fıkhl/ hukuki hükümleri anlarnma gelen özel anlamdald şeriattır. Zira haldieati tasavvuf zaten genel anlarnciald şeri­ ata dahil ve onun bir parçası bulunmal<.tadır. Buna göre her hakikat şeriat­ tır ama her şeriat hakikat olmayabilir. Bazen bunun tersi de olabilir. Bu husus biraz da yoruma bağlıdır. Sfıfiler bir yandan şeriata sıkı bir şeldlde bağlı oldul<.larını vurgularken diğer yandan hakikati yücelterek şeriatı ikinci ve tali hükümler şeklinde algılarlar, hatta bazen de eleştirir ve fazla önemsemezler. Zahiri hükümler137 Keşfı1 '1-Mahcüb, s. 498 138 Sadık Vicdani, Tomar, Melô.mllik, 21 bkz. Mu'sumali Şiih, Tarô.iku '1-Hakiiik, I, s. 56; Gazali, İhyô., I, s. 105-1 10; imam Rabbiini, Mektübat, I, s. 54; Mevliinii, Mesnevl, V, I 139 52 ULUSLARARASI BURSA TASAWUF KÜLTÜRÜ SEMPOZYUMU den ve fıkıhtan kışr/ kabuk, batını hükümlerden ve tasavvuftan lüb/ öz diye bahseden mutasavvıfların sayısı az değildir. Bu durumda bile nasıl ceviz içinin var olması ve muhafazası için kabuk gerekli ise hakikat için de şeriat gereldidir, derler. Bir gün Hz. Peygamber'e ihtilafa düşen iki kişi gelmiş, davacı hakkını gereği gibi savunamamış, ama davalı kendine göre delillerini düzenli, tutarlı ve ikna edici bir biçimde ortaya koyarak ~qrlu olmadığını ispata çalışmış. Hz. Peygamber ifadelere ve deliHere bakanı)<. davalı lehinde hüküm vermiş ama aslında davalının haksız olduğuna da'fr~içinde kuvvetli bir his vamuş, vicdanı onun haksız olduğuna şahitlik ediyormuş. Laldn ifade ve deliliere bağlı kalması, usUle uymanın ve objektif olmanın gereği, yani zahiri hükümlere bağlı kalmal<. gereldi olduğundan sübjektif hüküm vem1ekten, yani batini duruma göre hüküm vermekten kaçınaral<. haldkatte haksız olanı haldı, haldı olanı hal<.Sız çıkarmış. Fakat bu hükmün/ fetvanın haldkatı yansıtmadığını bildiğinden buyurmuş Id: · "Ben bir beşerim. İhtilafa düşenler bana başvuruyorlar. İld taraftan biri kendisini dal1a iyi savunabilir, delillerini daha ikna edici bir şekilde ortaya koyabilir. Ben de ifadesine ve delillerine bakıp onun lehinde hüküm veririm. Lehinde hüküm verdiğim ldşi haldkatte haksız ise aslında ben ona bir hal<. hükmetnuş olmam, tersine cehennem ateşinde yanması için hüküm vernuş olurum." Hz. Peygamber'i dinleyen davalı bu açıldamadan etidiendi ve; "Ey Allah Resfıl'ü ben hal<.sızım, o haldıdır, itirafında bulundu." 140 Bu örnek şeriat - haldkat ilişldsi balumından çok önemlidir. Hz. Peygamberin muhal<.eme usUlüne uygun olaral<. verdiği bir fetva şeriattır ama bu fetva haldkati yansıtn1ayabilir. Hal<.sız olduğunu bilen bir ldşinin Hz. Peygamber'in fetvasına uyması onu cehennemde yanmal<.tan ve manevi azaptan kurtaramaz. Fal<.at usUl hukuku ba!Gmından yapılacak başka bir şey de yoktur. Haldm, tarafların ifadelerine, delillerine ve şahitlerine itibar etn1eyip kendi bildiğine göre hüküm verse suiistimalin kapısı ardına kadar açılmış, dal1a çok ve daha büyük hal<.sızlıldara sebep olunmuş, ayrıca muhakemenin ve usUl hukukunun bir anlamı ve gereği kalmamış olur. Bütün haldmlerin, kadıların ve müftülerin verdilderi hül<.üm ve fetvalarda daima hata payı vardır. Birçok halde bir mahkemenin verdiği kararı bir üst mal1keme bozuyor, jürideld yedi haldmden dördü karar lehinde, üçü aleyhinde oy veriyor ve bu da mal1keme kararı sayılıyor. Malü<.eme kararı ile suçlu · bulunup mahkum olanlardan nicelerinin suçsuz olduğu yıllarca sonra, hatta ölümlerinden sonra açığa çı!Gyor. Gerçeği yansıtsa bile haldmin kanunsuz yollardan elde edilen delilleri geçerli saymaması da böyledir. İşte bütün 140 Buhar!, Şehadat, 27; Hiyel, 10; Ahkiim, 3; Müslim, Ekziye, 4; Ebu Davud, Eziye, 7; Edeb, 87; Tirmizi, Ahkiim, ı 1, 18; Nesa!, Kudat, 12, 33; İbn Mace, Ahkiim, 5; İmam Malik, Muvatta, Ezkiye, 1; Ahmed b. Hanbel; Miisned, II, 332; VII, 203 TASAWUF VE TARiKAT 53 bunlar zahirl/ fıkhi ve şerl/ hukuki hükümler ve karar-l.ardır. Bu tür bir karan veren kadı veya müftü bu işe ehil ve iyi niyetli ise, ayrıca gerekli bütün araştım1alan ve soruşturmalan tam olarak yaptıktan ve taraf tutmadan hüküm ve fetva vermiş ise hata bile etse Allah katında sorumlu ve suçlu olmuyor, tam tersine doğru karar veya fetva vermek için harcadığı çaba sebebiyle ödüllendiriliyor, ecir ve sevap alıyor. Hz. Peygamber buyuruyor: "Kadı/ haldm içtihat eder de isabet ederse ild, hata ederse bir sevap alır." 141 Hz. Peyaber: "Biz zahire göre hüküm veririz, işin sır/ gizli tarafı Allah'a aittir," buyuruştur. Fıkıh/ şeriat denilen zahiri hükümler alanı farklı ve ayn bir alandır. Bu alanın kendine özgü bir usulü, kuraUan, kanunlan ve hedefi vardır. Bu usUl ve kurallann en azından bir lusmı tasawuf ve ahlak alanına uygulanamaz. Fıluh ve şeriat dediğimiz hükümler zorlayıcıdır, dünyev1 yaptırımlan vardır. Suçu sabit görülenler cezalandırılır, hapsedilir veya para cezasına çarptırılır. Ahlak ve tasawufta yaptırımlar vardır ama manevi, vicdan! ve uhrevidir. Her ild alanda usfıl ve amaç farklılığı da vardır. İslam'da her ild alan da vardır ve bu ild alanın birleştiği noktalar kadar ayrıldığı noktalar da çoktur. Tasawufu ve ahlakı fıluh ilmine indirgemek ve zahiri hükümler alanına hapsetmek bu sebeple yanlıştır, zaten mümkün de değildir. Bir hadiste; "Müftület hangi yolda fetva verirlerse versinler sen fetvayı kalbinden/ vicdanından iste" buyı·ulur. 142 İşte halakat, ahlak ve tasavvuf budur, kalb ilmidir. Bir müftü veya kadı fetva ve hüküm verirken zahiri hale ve usule ne kadar bağlı kalırsa kalsın yine de vicdanın'ın şahitliğine ve hülunüne müracat eder, zira vicdanın etldli olduğu bir alan daima mevcuttur. Şeriat ve halakati tasawuf aynlığının Kur'an'dald örneği daha ilginç ve daha çarpıcıdır. Allah'ın kullarından özel bir kuV Hızır ile yolculuk yapan Hz. Musa geminin delinmesine, çoğunun öldürülmesine, yılalmak üzere olan duvarın düzeltilmesine itiraz etmiş, bunları yarılış bulmuştu. İtiraz ederken de fıld1a/ şeriata dayanıyordu. Hızır ise İlın-i Ledünne/ halakate, marifete dayanarak bu işleri yapmış, sonra amacını açıldayınca Hz. Musa itirazlarını geri almıştı. 143 Burada zahiri ve batini hükümlerin nasıl farldılık gösterdiğini açıkça görmek mümkündür. Kur'an ve hadislerde şariat­ haldkat farldılığını gösteren bu türlü pek çok örnelder vardır. Tasawufta daima şeriat- halakat aynmından bal1sedilmiştir. Bazı mutasawıflarda bu yolun halakat (ma'rifet - vicdan) tarafı ağır basarken, bazıları olabildiği kadar bu ildsi arasınciald dengeyi kurma!<. için çalışmışlar­ dır. Her ildsini de bilen ve uygulayan mutasawıflara "dimiu'ş-şeriat Jle'lBuhar!, Ezkiye, ı5; Ebu Davud, Ezkiye, 2; Tirmizi, Ahkam, 2; Kudat, 3; İbn Mace, Ahkam,3 142 Dariml, Buyfi, 2; Ahmed b. Hanbel, MiisnidJ, IV, ı 94, 227 143 bkz. Kehf, ı 8/ 65-82 141 54 ULUSLARARASI BURSA TASAWUF KÜLTÜRÜ SEMPOZYUMU Jıakfkat" (şeriatla hakikatı bağdaştıran ve uslaştıran) unvanı verilmiştir. Hafifiye diye bir tasawufi akımın da öncüsü olan İbn Hafif; "Şeyhlerimiz­ den beşini örnek alınız, geri kalanlarını halleriyle baş başa bıralcınız. Bunlar ilirole hakikati cem ve te'lif etmiş olan H. Muhasibi, Cüneyd, Ruveym, İbn Ata ve Amr b. Osman el-Meldd'dir, demiştir. 144 Burada ilim şeriat, hal de tasawufi his ve heyecanlar anianunda ·kullanılmıştır. İbn Hafif in bu ifadesinden şeriat/ ilim ile halukati hal arasınetald dengeyi kuran ve bunu koruyan sılfilerin sayıca fazla olmadıldarı anlaşil~aktadır. Cüneyd, "haldkat ilmi ledıln ilmidir; ~ıfatı Rabbanl'dir, bu l(avmin sı­ fatı olmuştur. Yaldn gibi haldkatin de üç şeldi var: İlmü'l-haldkat, aynü'lhaldkat, hald<.u'l-haldkat. İll<.i haldl(ati tanıınal<., il<.incisi onu bulmal<., üçüncüsü onda fani olmaktır. Hz. Musa'nın Hızır'a sorduğu sorular şeriat ilmi, Hızır'ın ona verdiği cevaplar haldkat ilmi idi. 145 Hz. M usa'nın Hızır' a i tirazı şeriat seviyesinde, Hızır'ın açıldamaları hakikat seviyesinde doğru idi, il<.isi de hak idi. Buradal<.i hal<.ikat ve marifet, çok özel anlamda ilal1i ve dini gerçek ve bilgi anlamına gelir. Ebu Bel<.ir Zekat, Sina çölünde iken "Galiba hakikat ilmi şeriat ilmine muhaliftir" diye aldına bir düşünce gelmiş, tam bu sırada bir ses işitınişti: "Şeriata muhalif olan her haldkat küfürdür." 146 Bununla beraber şeriatla hakikat arasında fark vardır. Şeriattan haldbte gitmelde haldkatten şeriata gitmek ayrı şeylerdir. Naz makanundan niyaz mal(amına yollanmak zordur. Niyazdan naz, tal1aretten namaz haline geçmek gerel<.ir. 147 Bazı sılfilerin şeriatla haldkat arasındal<.i farlcı büyüttüideri ve bu il<.isini ayrı yollar olarak gördülderi de olur. Fakat genellilde bunlar şathiye sayı­ lır, fazla itibar da görmezler. Kelaın alimi Ebu Abdullal1 Hannan 'Amüllü Sılfi Ebu'I-Abbas'ın sözlerini reddedince bu sılfi seher val<.tine kadar susmuş, sonra haylcırımş: "Bir Müslüman olaral<. O'nun bendesiyim, Şeriata bağlı olaral<. Muhammed'in kölesiyim; bir fal<.ir ofaral<. oturup yolduk davasında bulunuyorum. Böyle olanlara sesleniyorum: 'Ey yiğit, Mustafa şeria­ ta, ben haldkate davet ediyorum." 148 Ensari buifadeyeşu açıklamayı ekler: Mustafa şeriatte haldl(attir, o ise haldkatte vesiledir. Yani haldkatte şeriat .· Hal<.k'a em1eye bir vesiledir. Şibli, tasawufta üç dilin kullanıldığına dild(ati çeker: İlim/ şeriat dili, ha:ldkat/ tasavvuf dili, Hald<.'ın dili. ilim dili ile (İlahi bilgi, hüküm ve feyizler) bize vasıtalarla ulaşır. (Aynı şeyleri) Allal1'ın gönüllere vasıtasız ulaş- Kuşeyri, 83 Ensari, Tabakfıtü 's-Siifiyye, Tahran, 1351, s. 197, 198 146 Serrac, 286, Kuşeyri, 680 . 147 Ensari, 453, Cami, 247 148 En sari, 373 144 145 TASAWUF VE TARiKAT tım1ası yoktur. hakikat lisanıdır. !-Iaklön dilini anlamanın/ aniatınanın 55 imkilm 149 GeniŞ ve inceden ineeye düşünüldüğünde İbn Tahir Ebherl'nin şu sözünün bu konuyu güzel açıkladığı görülür: "Hakikat tümüyle ilimdir, ilim de tümüyle hakikattir. 150 Şeıiat tarikat yoldur varana Hakikat nıarifet andan içerü. Mwl!Suz baldur şeriat, tortusuz yağdur tarikat Dost için balı yağa pes niçün katmaya lar. Şer' ile Jıaklkatin şerhini eydem işit Şeıiat bir gemidiı~ hakikat deıyasıdır. (Yunus Emre) 149 150 Serrac 287 Serrac: 287; Gazali, İlıyti, ı, 105 - ı 10