Haftalık Bülten - Sorularla İslamiyet

advertisement
Haftalık Bülten
03 Haziran 2011
www.sorularlaislamiyet.com
1
İçindekiler
"Evlenen, imanın yarısını tamamlamış olur, kalan yarısı hakkında ise Allahtan korksun!"
hadisini açıklar mısınız? ............................................................................................................. 3
"Kim, görmediği halde rüya görme iddiasına kalkarsa (Kıyamet günü) arpa daneciğine
düğüm atması teklif edilir." Hadisini açıklar mısınız? Efendimiz (asm), bu konuda neden bu
kadar ciddi olmustur? ................................................................................................................. 5
"Beni Hz. Musa'ya üstün kılmayın! Çünkü insanlar hep bayılacaklar. İlk kalkan ben
olacağım. Ben ayılınca Hz. Musa'yı Arş'ın bir ucundan tutmuş göreceğim." Bu hadisi açıklar
mısınız? ........................................................................................................................................ 7
Namazda selam verirken "Ve Berakatuhu" ifadesini kullanmak sünnet midir? Bu konudaki
rivayetleri değerlendirir misiniz? .............................................................................................. 9
"Rabbim! Ben kız doğurdum. Erkek, kız gibi değildir. Ben ona Meryem adını koydum." (Al-i
İmran, 36) Bu ayette neden "kız erkek gibi değildir" yerine "erkek kız gibi değildir" ifadesi
yeralmıştır?................................................................................................................................ 10
Allah'ın Mürid ismi var mıdır, anlamı nedir? ........................................................................... 11
"Öyle ise kafirlere itaat etme, onlara karşı bu Kur'an'la büyük bir mücadele ver. (Furkan,
25/52) ayetini günümüzde nasıl yaşamalıyız? ........................................................................ 12
İki yüzlülük ve ahlaki eksikliğin giderilmesi hakkında bilgi verir misiniz? .......................... 14
"Allah'ı seviyorum, iman ediyorum ne gerek var sayıca o kadar tesbih çekip namaz kılmaya
farzları yap yeter" diyen birisine basit bir dille, rencide etmeden nasıl açıklama yapabiliriz?
.................................................................................................................................................... 16
Cennet ehli yüz yirmi saftır. Bunlardan seksen safı bu ümmetten, kırk safı da diğer
ümmetlerdendir. (Tirmizi, Cennet 13) hadisini açıklar mısınız? ............................................ 17
İsra suresinde, Yahudilerin İsrail devletini kuracağıyla ilgili bir işaret var mıdır?
Şeyhülislam bunların İspanya’dan kabul edilmesine neden göz yumdu? Yaptıkları zulme
rağmen tamamen helak olmamaları, Peygamber soyundan gelmelerinden midir? ........... 18
Dinde zorlama olmadığı halde ve herkes kendi inancını yaşamakta serbest bırakılmışken
Neden Hz. İbrahim putperestlerin putlarını kırmış, Hz. Muhammed Kabe’deki putları
kırdırmıştır? ............................................................................................................................... 20
Hac Suresi 23. ayetinde altın bilezik, İnsan Suresi 21. ayetinde ise gümüş bilezik deniliyor?
Cennette bilezikler altından mı gümüşten midir? .................................................................. 22
Sevapların kadir gecesinde otuz bin katı geçtiği söyleniyor. Bunun kanıtı nedir? .............. 23
Kıraat imamları hakkında bilgi verir misiniz? ......................................................................... 24
Hz. Süleyman’ın Mekke’ye geldiği, ancak içine girmediği için Kabe’nin ağladığı şeklinde
gelen bir rivayet var mıdır? ...................................................................................................... 26
Ayetlerde geçen, insan nankördür(Adiyat, 6), zalimdir(İbrahim, 34) "Kaçış nereye?" der.
(Kyame, 10), çok zâlim ve çok câhildir(Ahzab, 72), acelecidir(İsra, 11), cimridir (Mearic, 19)
insandan kasıt kimdir? ............................................................................................................. 27
2
"Evlenen, imanın yarısını tamamlamış olur, kalan yarısı
hakkında ise Allahtan korksun!" hadisini açıklar mısınız?
Konuyla ilgili Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyuruyor:
“Kişi evlendiği zaman dininin yarısını korumuş olur. Geriye kalan yarısı içinde Allah’a
Karşı gelmekten sakınsın.’’ (Heysemi, Mecme’u’z Zevaid, No: 7310; Aclûnî, Keşfu’l-Hafa,
2/239)
Bir başka hadis-i şerifinde ise; “Allah kime dindar bir kadınla evlenmeyi nasip ederse,
ona bu şekilde dininin yarısında yardım etmiş olur. Geriye kalan yarısında da Allah’a
karşı gelmekten sakınsın” buyurmaktadır. (Suyuti, Camius Sağir, 2/932, No: 8730)
Bu hadisler, özellikle dindar bir kadınla evlenmenin, Allah´ın emir ve yasaklarına uymaya
yardımcı olduğuna ve fesadın önünde aşılmaz bir kale olduğuna işaret etmektedir. Kişinin
dinini ifsâd eden çoğu zaman şehevi duygularıdır. Demek ki insan evlenmek suretiyle
bunların fitnesinden kurtulmuş olur.
Şeref, iffet, izzetin ve her türlü faziletin kaynağı ailedir. Peygamberimizin de konu ile ilgili
bir diğer hadisi şöyledir: “Ey Gençler! Sizden evlenmeye gücü yeten evlensin. Çünkü
evlilik gözü harama bakmaktan korur. Tenasül uzvunu zinadan alıkoyar. Evlenmeye
gücü yetmeyen de oruç tutsun. Çünkü orucun şehveti kıran bir gücü vardır." (Ebu
Davud, Nikâh,1; İbn-i Mace, Nikâh,1)
Diğer taraftan, karı-koca arasındaki karşılıklı sevgi, Allah’ın varlığı ve birliğinin delili olarak
da gösterilmektedir. Bu konuda şöyle buyrulmaktadır: “Allah’ın ayetlerinden biri de,
kendileriyle kaynaşmanız için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranıza sevgi
ve merhamet koymasıdır.” (Rum, 30/21) Başka bir ayette de, kadın ile erkeğin birbirlerine
olan ihtiyaçları şöyle ifade buyrulmuştur: “Kadınlar sizin için, siz de onlar için bir
libassınız.” (Bakara, 2/187) Çiftlerden her birinin ötekine elbise ve örtü olması, onu
öğretmesi, şehvet duygularının açığa çıkıp kötü yollara düşmesini önlemesi olduğu gibi, her
birisinin ötekisine muhtaç olup birbirini her bakımdan tamamlaması mânâsına da gelir.
Soruda geöen hadis bunun en güzel örneğidir.
Bir toplumda aile kurulmazsa, bu menfî durum toplumun ve insanlığın çözülmesi demektir.
Bu açıdan insan için ailenin kurulması ve devamlılığını sağlamak, yaratılış gereği olarak en
önemli vazifelerinden biridir. Evlenmeyen, aile ve çocuk sevgisi tatmayan kimseler genellikle
başka insanlara da sevgi duyamazlar. Sevgi, saygı, merhamet, şefkat gibi yüksek duyguların
kaynağı aile yuvasıdır. Bu güzel duygular ailede filizlenir ve yeşerir. Bazı kaba ruhlu yaşlı
bekârların hırçınlıkları zalimce ve merhametsizce davranışları her zaman göze çarpar.
Şüphesiz bunun da istisnaları vardır. Bir aile içinde sevgiyi tatmayanlar, başkalarına değer
vermesini de bilmezler. Eşi, kız kardeşi ve kızı olan bir kimse başka hanımların namus ve
iffetlerini de kendi yakınlarınınki gibi değerli bilir ve saygı duyar. Başkalarının ırz ve
namuslarına kötü gözle bakabilenler, gerçekte aile sevgisini tatmamış, aile disiplini
kazanmamış birtakım hastalıklı tiplerdir.
Çok enteresandır, şehvet sıkıştırmalarının etkisinde kalan ve zina yapma hayalleri kuran bir
genç, durumu Peygamberimize (asm) arz ederek bu yolda ondan müsaade istedi. Efendimiz
(asm), genci hem düşündüren hem de duygulandıran sorularla bu arzularından vazgeçirdi.
3
Gencin, zina için izin istemesi üzerine orada bulunan ashab, bu durumu son derece şaşırtıcı
karşıladı. Rasulullah (asm) ise onları teskin ederek gence “yaklaş” dedi. Genç, iyice yaklaşıp
Peygamberimizin (s.a.v.) önüne oturunca, Peygamberimiz (asm) ona: “Bu arzu ettiğin şeyi
annen hakkında ister misin?” dedi. Genç, “Hayır ya Rasulallah! Canım sana fedâ olsun, hiç
böyle bir şey olur mu?” deyince, Efendimiz (asm): “Hiç kimse annesi için bunu istemez”
buyurdu. Bundan sonra Peygamberimiz (asm) sıra ile gence; kızı olması halinde kızı için, kız
kardeşi için, halası ve teyzesi için aynı şeyleri isteyip istemediğini sordu. Genç, önceki
cevabını tekrarladı. Sonra Efendimiz (s.a.v.) elini şefkatle, gencin üzerene koyup şu duayı
yaptı: “Allah’ım! Bunun günahını bağışla, kalbini temizle, namus ve iffetini koru.”
Bundan sonra artık, gençte zina arzusu kalmadı.” (Müsned, 5/256-257)
Aile mutluluğu, çocuk sevgisi ve cinsî zevk evlilik sorumluluğunu yüklenmenin dünyaya ait
tatlı mükafâtlardır. Kadın-erkek beraberliğinin cennette de devam edeceği açıkça
müjdelenmiştir. (bk. Yasin, 36/56)
İki cinsin evlilik yolu ile birleşmesinin asıl gayesi sükûnet, huzur, güven ve yakınlıktır.
Evlenme, insan hayatında bir dönüm noktası olarak ciddi, hukukî bir sözleşmedir, gelip geçici
bir zevk ve eğlence değildir. İnsanla hayvanı birbirinden ayıran en belirgin çizgilerden biri
cinsî hayatla ilgilidir. Hayvan, karşı cinsle ihtiyacını giderdikten sonra onu hemen terk eder.
İnsan ise eşine sahip çıkar, onu korur, onunla her şeyini paylaşır. Bu da aile ve toplum
hayatına vücut ve can verir.
Aile, ferde sorumluluk duygusunu kazandırdığı, yalnızlık hissini yok ettiği için, onu daha
kuvvetli bir şekilde hayata bağlamakta, neticede streslerden ve sıkıntılardan uzak tutmaktadır.
Ailede paylaşılan değer ölçüleri de insanı hayata bağlamakta ve onun yaşama sevincini
artırmaktadır. (bk. Aile ve Kadın, Sayı: 93, s. 16; Ahmet Coşkun, Kur’ani Hayat Dergisi,
Ocak 12, 2010)
4
"Kim, görmediği halde rüya görme iddiasına kalkarsa
(Kıyamet günü) arpa daneciğine düğüm atması teklif
edilir." Hadisini açıklar mısınız? Efendimiz (asm), bu
konuda neden bu kadar ciddi olmustur?
Konuyla ilgili hadis rivayetleri şöyledir:
“Rüyasına yalan karıştıran veya görmediği halde görmüş gibi rüya anlatan kimseye
kıyamet günü bir arpa tanesini bağlamakla mükellef tutulacaktır.” (Dârimî Rüya, 5; İbn
Mâce, Rü'ya 8; Darimî, Rikak 3)
“Yalandan rüya gördüğünü söyleyen kimse kıyamet günü iki arpa tanesini birbirine
bağlamakla mükellef olacak fakat asla onları birbirine bağlayamayacaktır.” (bk. Buhârî,
Ta’bir: 45)
Allah, yalan söylemeyi açıkça haram kılmıştır: “Şu bir gerçektir ki Allah haddi aşan,
yalancı kimseleri iflah etmez." (Mümin, 40/28)
Bir insanın yaptığı bir şey için yapmadım demesi ya da söylediği bir şey için söylemedim
demesi nasıl yalan hükmündeyse, görmediği bir rüya için gördüm demesinin de yalan
olduğunu Peygamber Efendimiz (asm) Hatta Peygamberimiz (asm) başka bir hadislerinde,
“Yalanların en büyüğü kişinin görmediği rüyayı gördüm demesidir.” (Buhari, Tabir, 45;
Müsned 2/96, 119) buyurarak, bunu yalanların en büyüğü olarak belirtmiştir. Dolayısıyla
insanın görmediği bir rüyayı görmüş gibi anlatmasının haram olduğuna dikkat çekerek,
insanları bu günaha karşı uyarmıştır.
Görmediği bir rüyayı gördüğünü söyleyen bir kimse bilerek yalan söylemiş olur ve bu
yalanını uydurma sözlerle anlatmaya çalışır. Nasıl iki, arpa tanesinin biriyle diğerinin ucunu
düğümlemek mümkün değildir. Bu yalancı şahıs, birbiri ile irtibatı olmayan uyduruk sözler
düzenlediği için birbiri ile irtibatı ve düğümlenmesi mümkün olmayan iki arpa tanesini
düğümleyip düzenlemesi teklif edilecek, yâni cezası işlediği suçun türünden olacaktır. Teklif
edilen bu işi yapamadığından dolayı da azaba uğrayacaktır. Nitekim bâzı rivayetlerde “ve
adam iki arpayı biri birine düğümleyemeyecektir” ilâvesi bulunur.
Görmediği bir rüyayı gördüm diye yalan söyleyen bir kimsenin cezasının başka yalanlardan
farklı olarak daha şiddetli olmasının nedeni şudur:
Doğru ve çoğunlukla hoşlanılan rüyaların peygamberlikten bir parça olduğunu bildiren
hadislerden dolayıdır:
"Risalet ve nübüvvet bitti. Benden sonra ne bir nebî gelecektir, ne de rasul... Lâkin
"mübeşşirat" vardır. Sahabe "Mübeşşirat nedir Ya Resulallah" diye sorar. Hz. Peygamber
"Müslüman kişinin gördüğü rüya" der. O, nübüvvetin cüzlerinden bir cüzdür." (Tirmizi,
Rüya, 2)
"Müminin rüyası, nübüvvetin kırk cüzünden bir cüzdür..” (bk. Ebu Davud, Edeb, 96;
Tirmizî, Rüya, 6; İbn Mace, Rüya, 6)
5
"Ahir zamanda müminin rüyası yalan çıkmaz" (Buhari, Rüya, 26)
Peygamberlik ise bilindiği gibi vahye dayalıdır. Rüya konusunda yalan söyleyen bir kimse
Allah'ın kendisine rüya hâlinde göstermediği bir şeyi gösterdiğini ve peygamberliğin bir
parçası olan doğru rüyayı Allah kendisine vermediği halde verdiğini ileri sürmekle, Allah'a
iftira etmiş olur. Gayet tabiidir ki Allah'a iftirada bulunmak, yaratıklara iftira etmekten daha
büyük bir yalandır, cezası da daha elimdir. (bk. İbn Esîr, en-Nihâye, 1/443)
Özellikle içinde bulunduğumuz ahir zamanda diğer bütün günahlarda artış yaşandığı gibi,
insanlar arasında görülmeyen rüyaların sanki görülmüş gibi birbirine anlatılması da oldukça
yaygınlık kazanmıştır. Bu açıdan rüyalar olduğu gibi anlatılmalı, görülmeyen rüyalar
anlatılmamalı ve rüyanın içine yalan karıştırılmamalıdır.
Böyle bir yalandan uzak durmak ve eğer bu hataya düşülmüşse tövbe ederek ahirete
bırakmamak gerekir.
6
"Beni Hz. Musa'ya üstün kılmayın! Çünkü insanlar hep
bayılacaklar. İlk kalkan ben olacağım. Ben ayılınca Hz.
Musa'yı Arş'ın bir ucundan tutmuş göreceğim." Bu hadisi
açıklar mısınız?
Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Müslümanlardan biri ile Yahudilerden biri
aralarında münakaşa edip küfürleştiler. Müslüman öbürüne:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı âlemler üzerine seçkin kılan Zât-ı Zülcelâl'e
kasem olsun!" diye yemin etti. Yahudi de: "Musa aleyhisselam'ı âlemler üzerine
seçkin kılan Zât-ı Zülcelâl'e kasem olsun!" diye yemin etti. Derken, o böyle der
demez, müslüman elini kaldırıp yahudi'ye bir tokat vurdu. Yahudi de doğruca
Aleyhisselâtu vesselâm'a gidip hadiseyi haber verdi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Beni Hz. Musa'ya üstün kılmayın! Çünkü insanlar hep bayılacaklar. İlk kalkan ben
olacağım. Ben ayılınca Hz. Musa'yı Arş'ın bir ucundan tutmuş göreceğim.
Bilemiyorum. O, bayılıp hemen ayılanlardan mıdır, yoksa Allah'ın istisna
ettiklerinden midir?" buyurdu." [Buhârî, Husumât 1, Enbiya 34, 35, Rikâk 43, Tevhid
31; Müslim, Fezâil 160, (2373); Ebu Dâvud, Sünnet 14, (4671); Tirmizî, Tefsir, Zümer,
(3240).]
Hadisin Açıklaması:
Burada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kıyametten bahseden bir ayete atıf yapmaktadır.
Mezkur ayette Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: (Mealen): "Sûra üfürülür ve Allah'ın
dilediklerinden başka göklerde kim var, yerde kim varsa düşüp ölür. Sonra bir
daha sûra üflenir ve onlar kabirlerinden kalkıp bakışırlar" (Zümer 68).
Âyete dikkat edersek sûr'a iki kere üfleneceğinden bahsetmektedir: Birinci üflemede, Allah'ın
istisna kıldıkları dışında her canlı ölecektir. Demek ki bu üfleme ile âlemdeki bütün
canlılar ölecek, Allah'ın istisna kıldıkları ölmeyecektir.
Sadedinde olduğumuz hadiste, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), ikinci üfleme ile ilk
uyananın kendisi olacağını, Hz. Musa'yı Arş'ın bir ucunu tutmuş görünce O'nun, birinci
sûra üflemesinde ölüp kendinden önce mi dirildiğini, yoksa birinci sûrda Allah'ın istisna
ederek ölmeyeceğini haber verdiği müstesnalardan mı olduğunu bilemediğini beyan
etmiş olmaktadır.
Şayet müstesnalardan ise bu Hz. Musa için istisnai bir fazilettir. İslâm âlimleri müstesna
tutulacakların Cebrail, Mikâil, İsrâfil, Azrâil aleyhimüsselâm olduklarını söyler. Bazıları
da "Hamele-i arş veya rıdvan melekleri, huriler, Mâlik (cennetin hazinedârı),
Zebâniler (cehennemin bekçileri)" demiştir.
Hadisin bu şekilde izahı bir müşkil ortaya koymaktadır: Hz. Musa halen ölmüş bilindiğine
göre, O'nun, sûra üflendiği zaman ölmekten istisna tutulanlar arasında olması nasıl
mümkün olur? Bunu söyleyebilmek için O'nun ölmemiş olduğunu, hayatta bulunduğunu
kabul etmek gerekir. Hz.İsa hakkında bunu söylemek mümkün ise de, Hz. Musa
7
hakkında söylemek mümkün değildir. Çünkü, "onun ölmediğinden veya öldükten sonra
tekrar hayata döndüğünden" bahseden bir rivayet mevcut değildir.
Kâdı İyaz bu müşkile dikkat çektikten sonra bir açıklama yapar: "Bana göre, hadiste zikri
geçen bayılma hadisesi insanlar dirildikten sonra, göklerle yerin yarıldığı anda vukua
gelecek bir bayılma olması muhtemeldir. Hadise bu şekilde bakınca âyetle arada ihtilaf
kalmaz. Hadiste geçen ayılma kelimesi de bu manayı teyid eder. Zira, ayılma tabiri
bayılanlar hakkında kullanılır. Ölenler için ayılmaktan değil, dirilmekten bahsedilir.
Nitekim Hz. Musa'nın Tûr dağında tecellî-i ilâhî karşısında "bayılma"sı mevzubahisdir,
"ölme"si değil."
Kadı İyaz'a göre, hadiste geçen "Benden önce mi ayıldı bilmiyorum!" ifadesine, Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm), ilk dirilecek insanın kendisi olacağını bilmezden önce söylemiş
olmalıdır diye de tevil getirilmiştir. Gerçi, hadisten, Hz. Musa'nın ilk dirilenlerden
olduğunu söylemiş olması da anlaşılabilir. Bu ilk dirilecekler, peygamberlerdir. Aynî, bu
hadisi açıklama sadedinde peygamberlerin diri olduklarına dair bazı deliller kaydettikten
sora der ki: "Peygamberlerin diri oldukları takarrur edince, onlar yerle gökler
arasındadırlar. Sûr'a ölüm nefhası üfürülünce yer ve göklerdeki bütün hayat sahipleri
ölecek, sadece Allah'ın istisna ettikleri ölmeyecektir. Peygamberlerden başkaları bu
nefhada ölecek, peygamberler ise bayılacaktır. Sûr'a diriltme (ihya) nefhası üflendiği
zaman ölmüş olanlar dirilecek, bayılmış olanlar ayılacaklardır. Durum böyle olunca,
anlaşılıyor ki Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ilk ayılan ve (peygamberler dahil)
bütün insanlardan önce kabrinden ilk çıkan olacaktır. İşte, bu halden sadece Hz. Musa
istisna edilmiş gözükmektedir. Hadiste, Resulullah tereddüt ifade ediyor: O daha önce mi
dirilecek, yoksa bulunduğu hal üzere mi kalacak? Bu hususu tam kestirememiş, tereddüt
etmiştir. Her iki hale göre de Hz. Musa için bu durum başkalarına nasip olmayan büyük
bir fazilettir."
(bk. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi)
İlave bilgi için tıklayınız:
Hadislerde geçen “En hayırlı olan İbrahim'dir.”, "Beni Musa’ya üstün tutmayınız.”,
“Peygamberler arasında ayırım yapmayınız.”, “Hiç kimse Yunus b. Metta’dan
hayırlıyım demesin.” şeklindeki ikazlar nasıl anlaşılması gerekir?
8
Namazda selam verirken "Ve Berakatuhu" ifadesini
kullanmak sünnet midir? Bu konudaki rivayetleri
değerlendirir misiniz?
Bu konudaki rivayetler şöyledir:
- İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (namazı
bitince) sağına ve soluna selam verir, şöyle derdi: "Esselâmu aleyküm ve
rahmetullah, esselâmu aleyküm ve rahmetullah." [Ebû Dâvud, Salât 189, (996);
Tirmizî, Salât 221, (295); Nesâî, Sehiv 71, (3, 63).]
Ebû Dâvud'da "soluna" tabirinden sonra şu ziyade yer alır: "...Öyle ki yanağının beyazını
gördük."
Nesâî'de ise şu ziyade vardır: "...Öyle ki, şu taraftan yanağının beyazlığını görürdük."
- Ebû Dâvud'un Vâil İbnu Hucr (radıyallâhu anh)'dan yaptığı bir diğer rivayette şöyle
gelmiştir: "[Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)] sağına, "esselâmu aleyküm ve
rahmetullah ve berekâtuhu" diyerek, soluna da "esselamu aleyküm ve
rahmetullah" diyerek selam verirdi."
Yine Ebû Dâvud'da Semüre İbnu Cündeb'ten gelen bir rivayette: "...sonra imamınıza ve
kendinize selam verin" buyurulmuştur." [Ebû Dâvud, Salât 189, (997), 182, (875).]
Hanefilerle Şafiiler birinci rivayete göre hüküm vermişlerdir. Malikiler ise ikinci rivayeti esas
almışlardır. Mezheplerin hadislerden hüküm çıkarmadaki metodları farklılık gösterebilir.
Hanefi mezhebine göre: Selam verirken «Es-Selâmu aleyküm ve rahmetu'llahi» denilir.
Muhtar olan budur. Selâm kelimesinin başına (Elîf-Lâm) koymak daha uygundur. (ElMuhit - Serahsî - Fetâvâ-yi Hindiyye.)
Biz Hanefilere göre, selâmın sonunda «Ve berekâtühü» denilmez.. Aynı zamanda ikinci
selâmı birincisine oranla biraz daha alçak sesle söylemek sünnettir. En uygun olan da
budur. (El-Muhit / Serahsi - Et-Tebyin / Zeylaî.) (bk. Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam
Fıkhı, Uysal Kitabevi: 1/266.)
Maliki mezhebine göre selam lafzına «Ve berekâtühü» sözü de ilave edilir. Bu sözler
söylenirken uzatılmaz seri olarak söylenir. (bk. Vehbe Zuhayli, İslam Fıkhı Ans., c.2,
s.84)
Şafii mezhebine göre selam verirken «Es-Selâmu aleyküm ve rahmetu'llah» denilir.
(Mehmet Keskin, Büyük Şafii İlmihali, s. 150)
9
"Rabbim! Ben kız doğurdum. Erkek, kız gibi değildir. Ben ona
Meryem adını koydum." (Al-i İmran, 36) Bu ayette neden
"kız erkek gibi değildir" yerine "erkek kız gibi değildir"
ifadesi yeralmıştır?
Fakat onu doğurunca -Allah onu ve doğurduğunu daha iyi bilici iken- "Rabbim! Ben kız
doğurdum. Erkek, kız gibi değildir. Ben ona Meryem adını koydum. Ben onu da,
soyunu da kovulmuş şeytandan sana sığındırırım", demişti. (Al-i İmran, 36)
Ayetteki "erkek kız gibi değildir" ifadesinde, erkek kelimesinin kız kelimesinden önce
gelmesinin sebebi, Meryemin annesi Hanne'nin erkek çocuk beklentisinden dolayıdır.
Yani ayetin bu şekilde tertip edilmesi şuna işaret etmektedir: "Aradığın erkek (çocuk),
doğurduğun kız çocuk gibi değerli değildir. Tersine bu kız, senin istediğin erkek
(çocuktan) daha hayırlıdır."
(bk. Prof. Dr. Muhammed Mahmud Hicazi, Furkan Tefsiri, İlim Yayınları: 1/273.)
İlave bilgi için tıklayınız:
Hz. Meryem'in annesi neden erkek çocuk istiyor kız istemiyor? Erkekler kızlar gibi
olmasa da ikisi eşit değiller mi? İkisinin eşit ama değişik kabiliyetleri yok mu?
10
Allah'ın Mürid ismi var mıdır, anlamı nedir?
Mürid: "İrade eden, bir şeyi yapmayı dileyen" anlamına gelir. Mürid ismi Allah'ın İrade
sıfatından gelmektedir.
İrade: Evrenin her tarafında yer alan farklı şekillerdeki farklı varlıklar, bu farklılığın arka
planında tercih edici bir irade fiilinin bulunduğunu; bu irade fiili ise, bu işi irade eden bir
yaratıcının olduğunu; bu iradeye sahip olan Allah’ın irade sıfatına sahip bulunduğunu;
irade sıfatı ise, sahibinin Mürid ismine ve unvanına sahip olduğunu; bu isim ve sıfat ise,
Mürid / İrade eden Allah’ın bir iradenin şuunatı arasında yer aldığını göstermektedir.
11
"Öyle ise kafirlere itaat etme, onlara karşı bu Kur'an'la
büyük bir mücadele ver. (Furkan, 25/52) ayetini
günümüzde nasıl yaşamalıyız?
Soruda geçen ayeti bir önceki ayetin mealiyle vermek daha uygun olacaktır:
“Eğer isteseydik her yerleşik topluluğa bir uyarıcı gönderirdik. Öyleyse artık
inkarcılara boyun eğme, bu Kur'an'la onlara karşı bütün gücünle mücadeleni sürdür.”
(Furkan, 25/51-52)
İsrâîl tarihinde görüldüğü gibi eski çağlarda aynı dönemde -birbirine yakın da olsa- birkaç
yerleşim merkezîne, küçük hacimli birden fazla topluluğa ayrı ayrı peygamberler gönderildiği
de oluyordu.
İşte âyet, artık Hz. Muhammed'in çağından itibaren bunu gerektiren şartların ortadan
kalkmakta olduğuna işaret edilmekte; onun gerek kendi çağı gerekse kendisinden sonraki
bütün dönemler için tek ve son peygamber olarak gönderildiğine işaret etmekte ve
kendisinden, inkarcılara boyun eğmeden, onlara karşı bütün gücüyle direnç göstererek
mücadelesini sürdürmesi, böylece ülke ve kavim sınırı tanımadan peygamberlik işlevini
yerine getirmesi istenmektedir.
Başka bir ifadeyle -âyetin işaretine göre- Hz. Muhammed'in son ve kendi döneminde tek
peygamber olarak gönderilişinin temel gerekçesi, artık insanlığın yazılı bilgi ve iletişim
çağına ulaşması; uygarlıkların evrensel boyut kazanması için gerekli şartların oluşmasıdır.
Nitekim bu sayede Hz. Muhammed'in İslâm mesajı, -onun, komşu ülkelerin liderlerine
İslâm'a davet mektupları yazması örneğinde görüldüğü gibi- bizzat kendi teşebbüslerinin de
katkısıyla daha o dönemde Arap yarımadasının sınırlarını aşmış ve İslâm, henüz birinci
yüzyılını doldurmadan bir uluslar arası din halini almış; İslâm'ın kutsal kaynağı Kur'an da
orijinal halini tam olarak korumuştur.
Ayet-i kerimede Kur`an ile cihadın "büyük cihad" olarak belirtilmesi, Kur`an`ın ilim ile
cihad konusuna ne kadar önem verdiği göstermektedir. Hak ve hakikati, en tehlikeli zamanda
bile, hiç bir şeyden korkmadan ve çekinmeden olduğu gibi söylemek de bir çeşit cihaddır.
Nitekim, Rasûlullah (asm) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Zalim bir hükümdar karşısında
hak ve adaleti açıkça söylemek, büyük bir cihaddır." (İbn Mâce, Fiten, 4011)
Diğer taraftan, her köyde bir peygamber gönderildiği takdirde, o peygamberlerin hepsinin
yapacağı cihada denk bir cihad, elbette büyük bir cihattır. Bu sûre Mekkî olduğu için, daha
öldürme emri verilmeden önce olan bu büyük cihad emri, her cihadın başı olan bir cihattır.
Düşünmeli ki, bu ne büyük bir emirdir. Bununla emrolunan Peygamberin elinde Kur'ân'dan
başka bir silah yok iken, o Allah kelâmı (Kur'ân) mucizesi, o büyük cihadı yapmaya yeterli
geliyor ve Mekke'den başlayan bu cihad, bütün cihana yayılıyor.
Buna göre, Kur'an'daki burhanlar, deliller, sakındırıcı emirler ve nasihatlerle, peygamberleri
yalanlayan ümmetler hakkında gelen kıssaları okumak suretiyle onlara karşı cihad etmek
gerekir. Ayetin sonundaki “büyük cihad”dan maksat, Hz. Peygamberin görevli olduğunu
ifade etmek içindir. Bütün insanları, belirtilen şekilde Allah'ın vahdetine davet etmek büyük
bir cihattır. Onun kıymetini, kemiyet ve keyfiyet bakımından ancak Allah takdir eder. Ayette
12
adeta şöyle denilmektedir:
Hz. Muhammed (asm) Efendimiz umuma gönderilen son peygamber olarak yalnız başına
küfür ve azgınlıkla, zulüm ve ahlâksızlıkla savaşarak cihadın en iyisini ve en verimlisini
sergiledîği gibi, İslâm da son din olarak tek başına bütün bâtıl dinlerle kıyamete kadar cihad
edecek ruh ve mayayı, kuvvet ve kudreti kendinde taşımaktadır. Ancak unutmamak gerekir ki
bu cihad son derece ilmî ve metotlu olmalıdır. Kaba kuvvetin fazla bir şey çözemeyeceği
kesindir. O bakımdan insanlığın hayrına sunulmuş olan dini, edep, terbiye, hoşgörü, nezaket,
yüksek ahlâk ve bilimsel ölçüyle teblîğe çalışmak vaciptir. Mekke ve Medine dönemleri bu
konuda müminlere en sağlam kıstası ve metodu vermektedir.
Kur'ân ise, ilgili âyetle cihadı emrederken müminlere şu gerçeği fısıldamaktadır: “Küfrün
karşısında baş eğmek yok, kâfirin peşine takılıp ona uydu olma ise hiç yoktur. Köklü bir
imândan, sağlam ilimden, selim akıldan, parlak düşünceden yükselen aşk ve heyecanla günün şartlarına ve metoduna göre- cihad vardır.”
O halde bu Furkan olan Kur’an ile onlara karşı olanca güçle büyük bir cihad yapmak gerekir.
Bu, Peygamberimizin zatına bir emir olduğu gibi, ümmetine de bir emirdir. Bu emir, işin
sorumlularının görevleri arasındadır. (bk. Hak Dini, Kur’an Yolu, Büyük Kur’an Tefsiri,
İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, ilgili ayetlerin tefsiri)
13
İki yüzlülük ve ahlaki eksikliğin giderilmesi hakkında bilgi
verir misiniz?
Sosyal bir varlık olan insanın, hemcinsleri ve diğer varlıklarla ilişkilerinde uyması gereken
kurallar, Yaratan’a, kendisine ve çevresindekilere karşı görev ve sorumlulukları vardır.
Yüce Allah bu konularda insanlara peygamberler göndermek ve onlara kitaplar vermek
suretiyle yol göstermiştir.
İnsanlar, akıllarını kullanarak, peygamber ve kitapların rehberliğinden yararlanarak görev ve
sorumluluklarını hakkıyla yerine getirebilirler. Görev ve sorumluluklarını yerine getiren
insanlar, dünya ve ahirette mutlu ve huzurlu olurlar. Görev ve sorumluluklarını yerine
getiren insanlardan oluşan toplum gelişmiş, kalkınmış, can ve mal güvenliğini sağlamış
olur. İnsanlar görev ve sorumluluklarını ihmal ederlerse toplum bozulur, can ve mal
güvenliği yok olur, temel haklar zedelenir, fertler ve kurumlar arası saygı ve itimat yok
olur, arsızlık, hırsızlık, yolsuzluk, fuhuş ve hastalık yaygınlaşır, sorunlar çoğalır, önlem
alınmazsa toplum çözülür, ahlakî değerler ve erdemler zedelenir, neticede toplum fesada
uğrar. Görev ve sorumluluklarını yerine getirmeyen, zulüm, günah ve ahlaksızlık
bataklığına saplanan nice toplumu Allah cezalandırmıştır. (bk. En’am, 6; Hac, 45; Kasas
58)
Dürüstlük Sorunu
“Dürüstlük” fert, aile ve toplumlar için hava, su ve gıda kadar önemli ve gereklidir. Bu erdemi
kaybeden fert ve toplumlar fesada uğrarlar. Her işte “dürüstlük”, kâmil bir iman, güzel bir
ahlak, iyi bir vicdan, iyi bir terbiye, iyi bir eğitim ve öğretimle mümkün olur. Bu sebeple
olmalı ki, Kur’an ve Sünnet'te “dürüstlük-doğruluk” üzerinde çok durulmuş, müminlerin
dosdoğru olmaları istenmiştir. (bk Hûd, 112; bk. Şura, 15)
“Ya Rasulüllah! İslam dini ile ilgili bana öyle bir söz söyle, iş bildir ki, senden sonra onu
kimseye sormayayım ve ona sarılayım." diyen sahabeden Abdullah es-Sakafî’ye
Peygamberimiz; “Allah’a iman ettim de ve dosdoğru ol.” cevabını vermiştir.
(Müslim, İman, 62; Ahmed, III, 413; Tirmizî, Zühd, 60)
Allah, müminlerin kendi içlerinde, sosyal ilişkilerinde ve davranışlarında dosdoğru olmalarını
emrettiği gibi, mümin olmayanlara karşı da dosdoğru olmalarını emretmiştir. (Tevbe, 7)
Peygamberimiz (s.a.s.), “Kim ihlâsla kalbine imanı yerleştirir ve kalbini (şirk, küfür,
nifak ve isyandan) temizler, dilini doğru sözlü, nefsini (ibadet, itaat ve Allah’ı zikir ile)
mutmain (huzura ermiş), huyunu, ahlakını ve davranışlarını dosdoğru, kulaklarını ve
gözlerini (gerçeği ve doğruyu) duyan, dinleyen ve gören yaparsa kurtuluşa ermiştir.”
buyurarak insanın; özü, sözü, gözü, kulağı ve bütün azalarıyla dosdoğru olmasını teşvik
etmiştir. (Ahmed, V, 147) Dürüstlük ve doğruluğu dört maddede özetleyebiliriz.
a) İmanda doğruluk: Bir insanın imanında dosdoğru olabilmesi için imanında ihlâs olması,
riya, şirk ve nifak bulunmaması gerekir. “Bir insanın kalbi dosdoğru olmadıkça, imanı
dosdoğru olmaz, dili (konuşması, sözü) dosdoğru olmadıkça da kalbi dosdoğru olmaz.”
(Ahmed, III, 198)
b) Sözde doğruluk: Bir insanın sözünde dosdoğru olabilmesi için asla yalan konuşmaması,
her sözünün gerçek ve vakıaya uygun olması gerekir. Dil, kalbin tercümanıdır. Sözünde
doğruluk bulunmayan kimsenin özünde de doğruluk yoktur. Bu sebeple olmalı ki yüce
Allah; “Ey müminler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğru söz
söyleyin.” (Ahzab, 70) Peygamberimiz ise, “Kim diline ve ırzına sahip çıkacağına
güvence verirse ben de o kimsenin cennete gireceğine güvence veririm.”
buyurmuştur. (Tirmizî, Zühd, 47)
14
c) İbadette doğruluk: Müminin ibadetinde dosdoğru olabilmesi için ibadetini iyi bir niyet ve
ihlâsla, Allah’a ortak koşmadan ve İslam’a uygun olarak yapması gerekir. Bu şartlardan
biri eksik olursa, o ibadet doğru ve makbul olmaz.
d) İş ve işlemlerde doğruluk: İnsan; fert, aile ve toplum hayatında yaptığı her işi, üstlendiği
her görevi en iyi bir şekilde yaptığı, hile ve sahtekârlıktan uzak olduğu, sözüne ve
sözleşmelerine uyduğu, insanlara adalet ve hakkaniyetle davrandığı, kişiler arasında
ayrımcılık yapmadığı zaman dürüst ve doğru olur. Doğruluğun Allah katında değeri
olduğu gibi, insanlar katında da değeri çoktur. Doğru olan insanları Allah da melekler de
insanlar da sever. Kur’an’da; “Şüphesiz Rabbimiz Allah’tır deyip sonra da dosdoğru
olanlara hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar cennetliklerdir.
Yapmakta olduklarına karşılık, orada sürekli kalacaklardır.” buyrulmuştur. (Ahkaf,
13–14) Doğrulukta ölçü; Kur’an, sünnet ve akl-ı selim olmalıdır.
Manevî Temizlik
“Manevî temizlik” ile kastımız; inanç, düşünce, duygu, kalp ve ahlak gibi elle tutulmayan,
gözle görülmeyen şeylerin temizliğidir.
a) Kalp temizliği: Buradaki “kalp”, göğüs kafesi boşluğunda yer alan, kan dolaşımını
sağlayan ve insana hayat veren organ değil; imanın, duygu, düşünce, niyet, sevgi, şefkat,
merhamet, öfke, kin, bilgi, marifet, idrak, anlama ve kavramanın; korkma, sevinme ve
üzülmenin; ihlâs, takva, irade ve azmin kaynağı olan kalptir. “Kalp temizliği”; şirk
(Allah’a ortak koşma), küfür (dinî değerleri inkâr etmek) ve nifak (iki yüzlülük), kin,
nefret, öfke, hile, sahtekârlık gibi kötü duygu ve düşünceleri terk etmek, hiç kimse
hakkında kötü niyet taşımamaktır. Kalp temizliği, eylem, söylem, iş ve davranışlarda
ortaya çıkar. Şu hadis kalp temizliğini çok güzel ifade etmektedir: “Haberiniz olsun ki
bedende bir et parçası vardır, eğer o düzgün, iyi ve salih olursa bedenin hepsi
düzgün, iyi ve salih olur. Eğer o, bozuk ve kötü olursa bütün beden de bozuk ve
kötü olur. Bilin ki o kalptir.” (Müslim, Müsakat, 107)
b) Ahlak temizliği: Karakter, seciye, hâl ve hareket anlamlarına gelen ahlak kelimesi
insandaki iyi ve kötü huyları ifade eder. Dolayısıyla ahlak, iyi ve kötü olmak üzere iki
kısma ayrılır: Kur’an’a, sünnete ve akl-ı selime uygun olan söz, eylem ve davranışlar iyi
ahlak; uygun olmayanlar ise kötü ahlaktır. Ahlak temizliği; iyi ahlak sahibi olmak, edep
ve terbiye ile hareket etmek, Allah ve insan haklarına saygılı olmak, haram, günah ve
kötülükleri terk etmektir. (bk. Âl-i İmran, 42; A’raf, 82; Neml, 56; Ahzab, 33) Güler
yüzlü olmak, insanlara çok iyilikte bulunmak, onlara eza ve sıkıntı veren şeyleri yok
etmek güzel ahlaktır. (Tirmizî, Birr, 62) Yalan, aldatma, hile, sahtekârlık, israf, iki
yüzlülük, kin, düşmanlık ve benzeri davranışlar ise kötü ahlaktır, ahlakî kirliliktir.
(Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ, Diyanet Avrupa Dergisi, Nisan 2010)
15
"Allah'ı seviyorum, iman ediyorum ne gerek var sayıca o
kadar tesbih çekip namaz kılmaya farzları yap yeter"
diyen birisine basit bir dille, rencide etmeden nasıl
açıklama yapabiliriz?
Namaz, tesbih, dua gibi ibadetler insanın manevi gıdalarıdır. Nasıl ki insan acıktığında kuru
ekmek ve suyla da doyabilir ama bunla yetinmiyor, baklava da istiyor çeşit çeşit
yemekler, tatlılar, meyveler yemek istiyor, hatta yemekten hastanelik oluyor. Hiç kimse
"tamam kardeşim yemeyi içmeyi seviyoruz ama kuru ekmekle su yeter başka bir şey
yemenin manası yok" demiyorlar.
Aynen bunun gibi, insan sadece farz olan ibadetleri yapsa da olur ama tatlı ve meyve gibi
olan nafile ibadetleri, namazları, tesbihleri de yapmak ister. Bunlardan da ruh ve kalp
gıda alır, lezzet alır.
Ama bu manevi lezzetleri alabilmek için manen sıhhatli olmak gerekir.
Dili hasta adam yemekten tat almadığı gibi, kalbi, ruhu manen hasta olan adam da ibadetten
lezzet alamaz ve: "ne gerek var kardeşim tesbihlere" der.
İlave bilgi için tıklayınız:
İbâdetin Ferd ve Cem`iyete Sağladığı Faydalar Nelerdir?
İbadete İhtiyacı Olan, Biziz!
Peygamberimiz (asv)'in tebliğ ve nasihat metodu nasıldı?
16
Cennet ehli yüz yirmi saftır. Bunlardan seksen safı bu
ümmetten, kırk safı da diğer ümmetlerdendir. (Tirmizi,
Cennet 13) hadisini açıklar mısınız?
Büreyde (r.a.)’den rivâyet edilmiştir. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Cennetlikler yüz
yirmi saf olacaklardır. Onların seksen safı bu ümmetten kırk safı diğer
ümmetlerden olacaktır.” (Tirmizi, Cennet, 13; İbn Mâce, Zühd: 17; Dârimî, Rıkak: 27)
Tirmizî hadisin hasen olduğunu söylemiştir.
Bu hadîsten maksad bu ümmetin çokluğu ve cennetliklerin üçte İkisini teşkil ettiğini ifâde
etmektir. Bin dört yüz yıldan ziyade her asırda yüz milyonlarca ve günümüzde bir
milyardan fazla insan O'na (s.a.v) biat etmiştir.
Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberler arasında yüce bir konuma sahip
olduğu bilinmektedir. Onun ümmeti de diğer ümmetlere göre her yönden daha üstün ve
daha faziletlidir. Onlar, sahip oldukları yüce özelliklerden dolayı mealen şöyle
övülmektedirler: "(Ey Ümmet-i Muhammed!) Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyilikleri yayar, kötülükleri önlersiniz, çünkü
Allah'a inanırsınız." (Âl-i İmrân Sûresi, 3/110)
17
İsra suresinde, Yahudilerin İsrail devletini kuracağıyla ilgili
bir işaret var mıdır? Şeyhülislam bunların İspanya’dan
kabul edilmesine neden göz yumdu? Yaptıkları zulme
rağmen tamamen helak olmamaları, Peygamber
soyundan gelmelerinden midir?
Cevap 1:
İsra suresinin ilgili ayetinde, ileride bir İsrail devletinin kurulacağına dair açık bir beyan söz
konusu değildir. Nitekim, bir çok tefsirci, "Biz kitapta İsrail oğullarına şu hükmü de
bildirdik: ‘Siz ülkede iki defa fesat çıkaracak ve açık zorbalıklar yapacaksınız.
Onlardan birincisinin vâdesi geldiğinde, kuvvet ve şiddet sahibi olan kullarımızı sizin
üzerinize musallat ederiz. Onlar sizi yakalayabilmek için evlerin aralarına bile girerek
her tarafı didik didik edip araştırırlar. Bu yerine getirilmesi gereken bir sözdür." (İsra,
17/4-5) mealindeki ayetlerin bu ihbarını İslam öncesi devirlerde Yahudilerin yaptıkları fesat
ve uğradıkları hezimete yorumlayarak ona göre mana vermişlerdir. Buna göre bu ilk fesat ve
bozgunculuk sonucunda maruz kaldıkları felaket, M. Ö. 598’de Babil kralı Buhtu’n-Nasr’ın
Kudüs’ü ve Beytü’l-Makdis’i yerle bir etmekle gerçekleşmiştir. Buhtu’n-Nasr,
İsrailoğullarını Filistin’den çıkarıp çeşitli ülkelere sürmüştür.
Yahudiler M.S. 132'de tekrar Kudüs'ü ele geçirdilerse de, bu çok sürmedi. Romalılar güçlü bir
orduyla Yahudileri yenilgiye uğratıp şehri yıktılar.
Bununla beraber, bu ayetin işaretinden zamanımıza işaret eden yönünü yakalamak da
mümkündür.
Nitekim, İslâm'ın ilk devirlerinden sonra 1948'lere kadar önemli bir Yahudi meselesiyle
uğraşmayan Müslümanlar, 1948 yılında Yahudilerin bir İsrail Devleti kurmasıyla ikinci
Yahudi fesadıyla karşılaşmışlar ve Yahudiler, hâkimiyeti tesis ederek, bu bölgeyi elde
etmişlerdir.
Şayet birinci fesat zamanını -tefsirlerde geçtiği üzere- eskiden olmuş kabul etsek bile bu
ikinci fesadı şimdiki duruma tatbik etmek çok uygun görülmektedir. Buna göre, her iki olay
da Filistin’de gerçekleşmiş oluyor. Eğer bu zülüm devam ederse ikinci hezimetleri, inşallah
yakındır.
Şeyhu’l-İslam da olsa, herhangi bir ayetin işarî manasını esas alarak kesin hükümler çıkarmak
durumunda olamazlar. Bu konuda onları ayetin manasını bilmemekle suçlamak isabetli
değildir. Kaldı ki, eğer soruda ifade edildiği şekilde konu ayetin ifadesinde çok açık olsaydı,
bu bildiri bir takdir çizgisine işaret etmek olacaktı ki, bunun tersine bir mecraya girmek yanlış
bir maceraya girmek anlamına gelirdi.
Cevap 2:
Yahudilerin peygamberler soyundan gelmelerinin helak olmamak gibi bir imtiyaz hakkını
kazandıklarını düşünemiyoruz. Hz. Nuh’un oğlu ve eşiyle Hz. Lut’un eşinin helak olması, Hz.
Muhammed’in amcası Ebu Leheb’in durumu, bu imtiyazın ilahî adalet ilkesine uygun
18
olmayacağının göstergesidir.
Diğer taraftan, sadece Yahudiler değil bütün insanlar Peygamber soyundan gelmektedir.
Çünkü bütün insanlar ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem’in çocuklarıdır.
Ayrıca, sadece Yahudiler değil, Hıristiyanlar ve Müslümanlar da tamamen yok edilmiyorlar.
İlahî hikmet bu üç semavî din mensuplarının kıyamete kadar devam etmelerini uygun görmüş
olacak ki, bunların tamamen helak olmalarını irade etmemiştir.
Özellikle, ilk büyük kitap olan Tevrat ilk şeriat kitabı olduğu gibi, son ve en büyük kitap olan
Kur’an da en son şeriat kitabıdır. Bu iki kitabın mensuplarının kıyamete kadar devam
etmeleri, ilahî hükümlerin devamı anlamına gelir. Tevrat tahrif de edilse, yine de bu gün
dünyada devletin temel yasası olarak yürürlükte olan tek kitaptır. Yahudiler, Tevrat'ın mevcut
hükümlerine göre amel etmektedir. Onların milliyetleri dinleriyle tamamen birleştiğinden,
hayatlarının devam etmesine bir vesile olmuştur.
19
Dinde zorlama olmadığı halde ve herkes kendi inancını
yaşamakta serbest bırakılmışken Neden Hz. İbrahim
putperestlerin putlarını kırmış, Hz. Muhammed
Kabe’deki putları kırdırmıştır?
İslam dininin en öncelikli hedefi Allah’ın birliğini ders vermek, insanlık camiasında bu inancı
hâkim kılmak ve dolayısıyla her türlü şirki reddetmektir. Cahiliye döneminde müşriklerin
şirke dair inançlarını ortaya koyan ve kendi bölgelerinde şirkin hâkimiyetini simgeleyen en
büyük unsurlar, her türlü heykellerdi. Bu heykellerin şirk propagandasında, cahil halk
kesimini aldatmada çok önemli fonksiyonları vardı:
a. Her türlü mantıktan uzak bir anlayış içerisindeki cahil insanlar -babalarından kalma bir
gelenek olarak- tevarüs ettikleri bu şirk inancını gözlerinin önünde olan heykellerle devam
ettiriyorlardı. Akılları gözlerine inmiş bu klasik materyalistlerin sahte dayanak noktalarını
ortadan kaldırmak büyük önem arz ediyordu.
b. Tarih-Siyer kayaklarından anlaşıldığı üzere, bu heykellerin bir kısmında cinler cirit
atıyordu. Bunların hatiften/gaipten/o heykellerin içinden gelen ve söz konusu heykellere
tapmaya davet eden seslerini kesmek gerekiyordu. Bu heykellerin ortadan kaldırılması, bu
şeytanların telkinlerine son veriyor ve insanların daha sağlıklı düşünmelerine imkân
sağlıyordu.
c. İlah olarak kabul edilen ve çok eski bir gelenek olarak insanların iliklerine kadar işlemiş akıldan ziyade duygusal hareket etmeye alışık- bir toplumda, putperestlik düşüncesini yok
etmek için bizzat “ilah” diye anılan nesnelerin yok edilerek onların ilah olmadıklarını
göstermek çok kestirme bir yoldur.
Bu ve benzeri nedenlerden ötürü, tevhit inancını hâkim kılmak için gönderilen İslam dininin
bu davasını anlatmak için, insanların özgürce düşünebilecekleri, -göz önünde olmakla akılları
esir almış- tapılan heykelleri ortadan kaldırarak sağduyularıyla hareket edebilecekleri bir
ortamı sağlaması gerekiyordu. Bu bir zorlama değil, bir fırsat eşitliği sunmak anlamına gelir.
d. Nitekim, İslam’ın akla hitap eden telkinleriyle daha sonra müslüman olmuş Amr b. As,
Halid b. Velid vb. büyük şahsiyetlerin daha önce taptıkları heykellerle alay ettikleri, dünya
hayatı bakımından ne zararı ne de yararı olmayan bu yapmacık ilahların ne kadar utanç
vesilesi olduğunu görmüş ve eski hallerine gülmüşlerdir..
Keza Hz. Ömer -İslam’dan sonraki aklıyla, İslam’dan önceki aklını muvazene ederken- şu
tarihî ve ibret verici sözler söylemiştir: “Biz helvadan putlar yapar, onlara tapardık, sonra
acıkınca da o tanrılarımızı yerdik..Bunları hatırladıkça bu ahmaklığa gülmekten kendimi
alamıyorum..” Bunun manası şudur: Biz İslam gelmeden önce öyle bir aptallığın girdabına
girmiştik ki, tam manasıyla mantık dışı bir düşüncenin esiri haline gelmiştik, İslam dini gelip
de akıl basiretimiz ve gönül gözümüzün üzerindeki perdeyi kaldırınca, “kendini akıllı kabul
eden bir insan bu kadar da mı aldanır, diye şok olduk..”
e. Konuyu açıklayıcı bir kaç nokta;
- Yukarıdaki açıklamalardan anlaşıldığı üzere, gece ile gündüzün, kış ile baharın, siyah ile
20
beyazın bir arada olması imkansız olduğu gibi, küfür ile imanın, şirk ile tevhidin, putlar ile
Kâbe’nin bir arada olması imkânsızdır.
- Mescitler, mabetler ve benzeri İslam dininin nişaneleri/alametleri olan ve her an göze hitap
ederek pozitif sinerjinin yayılmasına vesile olan simgelerin varlığı ne kadar önem arz
ediyorsa; İslam’ın ruhuna ters düşen ve negatif enerji yayan heykel ve benzeri putçuluk
unsurlarının yok edilmesi de o kadar önemlidir.
- Fikir özgürlüğüne aykırılık, akıl ve kalbin baskı altına alınması manasına gelir. Yanlış
seçilen putçuluk şeytan ve nefsin bir tuzağı ve bir esaret prangasıdır. Tevhit inancı ise,
insanları kendileri gibi yaratılmış olan âciz varlıkların kulluğundan kurtarıp, yalnız
hakiki mâbud olan Allah’a kul yapmaktır.
- İslam akla kapı açar, fakat hiç bir zaman özgür iradesini elinden almaz. Akla bütün kapıları
kapattığı çok açık bir gerçek olan şirkin zihinsel ve nesnel boyutunu çürütmek, dogmalara
hapsedilen akla kapılar açmak, kelepçeli olan iradisini kelepçeden kurtarmak ve ona özgür bir
ortam hazırlamak anlamına gelir.
“Sen insanları irşada devam et! Zaten senin görevin sadece irşad edip düşündürmektir.
Yoksa sen kimseyi zorlayacak değilsin.”(Ğaşiye, 88/21-22) mealindeki ayette bu
gerçeğe işaret edilmiştir.
Ayrıca, Hz. İbrahim (as) putları kırmasıyla, kavmine, tapmakta oldukları putların ne derece
zayıf, güçsüz ve savunmasız varlıklar olduğunu göstermeyi hedefliyordu. Bunun yanında
onlara tapmaktan vazgeçmeleri halinde kendilerine bir zararlarının dokunmayacağını, putlara
tapmaya devam etmeleri halinde ise onlara fayda vermeyeceğini onlara göstermek istiyordu.
Çünkü her hangi bir meseleyle ilgili sunulan pratik deliller, insanın benliğinde daha büyük
etkiler bırakacağı gibi, daha kolay kabul edilecektir.
21
Hac Suresi 23. ayetinde altın bilezik, İnsan Suresi 21.
ayetinde ise gümüş bilezik deniliyor? Cennette bilezikler
altından mı gümüşten midir?
İnsan Suresi 21. ayette "...gümüş bileziklerle süslenmişlerdir..." Hac Suresi 23 ve Fatır
suresi 33. ayetlerde ise "...altın bilezikler ve inciler takınırlar..." buyurulmaktadır.
Farklı ayetlerde Cennetliklere verilecek farklı nimetlerden bahsedilmiştir. Müfessirler derler
ki Dünyada krallar, hükümdarlar bilezik ve taç giydikleri gibi yüce Allah da bunu
cennetliklere ihsan edecektir. Cennetliklerin elinde altın, gümüş ve inciden olmak üzere
çeşitli bilezikler olacaktır(Kurtubi, el-Cami'u li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
12/51).
22
Sevapların kadir gecesinde otuz bin katı geçtiği söyleniyor.
Bunun kanıtı nedir?
Kadir gecesi, içerisinde Kadir gecesi bulunmayan bin aydan daha hayırlıdır. Kur`ân-ı
Kerim'de bu gecenin faziletini belirten bir sûre vardır. Bu sûrede Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
"Doğrusu biz Kur`ân`ı Kadir gecesinde indirmişizdir. Kadir geceşinin ne olduğunu
sen bilir misin? Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır. Melekler ve Cebrail o gecede
Rablerinin izniyle her türlü iş için inerler. O gece, tanyerinin ağarmasına kadar bir
esenliktir. " (Kadir sûresi, 97/1-5)
Kadir gecesi ayetin ifadesiyle bin aydan daha hayırlıdır. Bir ay otuz gün olduğuna göre kadir
gecesi yapılan ibadetin değeri otuz bin katından daha fazla olmaktadır.
Resulullah (a.s.m.) sahabilere İsrailoğullarından bir kimsenin Allah yolunda bin ay boyunca
silâhlı olarak cihat ettiğini anlatmıştı. Sahabiler bunu duyunca şaşırdılar ve kendi
amellerini az, gördüler. Bunun üzerine Kadir Suresi indirildi.
Başka bir rivayette Peygamberimiz Sahabilere İsrailoğullarından dört kişinin seksen sene
boyunca hiç günah işlemeden ibadet ettiklerini anlattı. Sahabiler bunu hayretle karşıladı.
Cebrail Aleyhisselâm geldi, "Yâ Muhammed, ümmetin o birkaç kişinin seksen sene
ibadetinde hayrete düştüler. Allah sana ondan daha hayırlısını indirmiştir" diyerek Kadir
Suresini okudu ve, "İşte bu senin ve ümmetinin hayran kalışından daha hayırlıdır"
buyurdu.(bk. Hak Dini Kur an Dili, 6/4592)
Diğer bir rivayette Resulullah'a bütün ümmetlerin ömürleri gösterilmişti. Kendi ümmetinin
ömrünü kısa görünce, ömrü uzun olan ümmetlerin amellerini düşündü. Kendi ümmetinin
bu kısa ömürlerinde yaptıkları amellerle onlara ulaşamayacakları endişesi içinde üzüldü.
Yüce Allah da Habibine, bu üzüntüsüne mukabil Kadir Gecesini vererek diğer
ümmetlerin bin yılından daha hayırlı kıldı. (Muvatta, İtikâf, 6)
Kadir Suresi bu hadiseler üzerine nazil olmuştur. Bu sure, Sahabilerin üzüntüsünü de
hafifleten bir suredir.
23
Kıraat imamları hakkında bilgi verir misiniz?
Kıraat İmamları:
1. Nâfi' b. Abdurrahman el-Leysî(ö. 169/785). Aslen İsfahanlıdır. Kıraatte Medine imamı
olarak tanınmış olup muttasıl kıraat senedi Resûlullah'a Übey b. Kâ'b yoluyla ulaşır.
Yetmiş kadar tabiîden kıraat alan Nâfi' onların okuyuşlarından tercihler yaparak kendi
kıraatini oluşturmuştur. Hocaları arasında Abdurrahman b. Hürmüz el-A'rec, Ebû Ca'fer
el-Kârî ve Müslim b. Cündeb başta gelirken talebelerinden Kâlûn ve Verş onun kıraatini
rivayet konusunda en meşhur iki isimdir. Mekkî b. Ebû Tâlib. Nâfi' ve Âsım'ın
okuyuşlarını kıraatlerin en evlâsı, senedi en sağlam olanı ve Arapça bakımından en fasihi
olarak kabul eder.(Zerkeşî, el-Burhan I, 331)
2. Ebû Ma'bed Abdullah b. Kesîr (ö. 120/738). Aslen İranlı olup İbn Kesîr künyesiyle
meşhur olmuştur. Mekke kıraat imamı olarak tanınan İbn Kesîr'in kıraati Hz.
Peygamber'e Mücâhid b. Cebr - Abdullah b. Abbas - Übey b. Kâ'b senediyle ulaşmış,
talebelerinin talebelerinden olan Bezzî ve Kunbül'ün rivayetleriyle yaygın hale gelmiştir.
3. Ebû Amr b. Alâ el-Basrî(ö. 154/771). Mekke'de doğan ve Basra kurrâsından olan Ebû
Amr'ın kıraati Hz. Peygamber'e Mücâhid b. Cebr - Abdullah b. Sâib - Zeyd b. Sabit,
Yezîd b. Rûmân - Abdullah b. Ayyaş -Übey b. Kâ'b, Hasan-ı Basrî- Hittân b. Abdullah Ebû Mûsâ el-Eş'ari gibi senedlerle ulaşmış, talebesi Yahya b. Mübarek el-Yezîdî'nin
talebeleri Dûri ve Sûsî'nin rivayetleriyle yaygınlık kazanmıştır.
4. Abdullah b. Âmir el-Yahsubî (ö. 118/736). Aslen Yemenli olup İbn Âmir künyesiyle
tanınmıştır. Şam kurrâsındandır. Kıraati Hz. Peygamber'e Mugire b. Ebû Şihâb elMahzûmî- Hz. Osman senediyle ulaşmaktadır. Talebesi Yahya b. Hâris'in râvilerinden
kıraat alan Hişâm b. Ammâr ve Ebû Amr İbn Zekvân'ın rivayetleriyle meşhur olmuştur,
5. Âsim b. Behdele (ö. 127/ 745). Küfe kurrâsından olup kıraati Ebû Abdurrahman es-Sülemî
- Ali b. Ebû Tâlib ve Zir b. Hubeyş - Abdullah b. Mes'ûd isnadlarıyla Resûlullah'a
ulaşmış, talebeleri Ebû Bekir Şu'be b. Ayyaş ve Hafs b. Süleyman'ın rivayetleriyle
meşhur olmuştur.
6. Hamza b. Habîb (ö. 156/773). Fars asıllı olup Küfe kurrâsındandır. Kıraati Resûl-i
Ekrem'e Muhammed b. Abdurrahman b. Ebû Leylâ - İsâ b. Abdurrahman b. Ebû Leylâ Abdurrahman b. Ebû Leylâ - Hz. Ali ve Humrân b. A'yen - Ubeyd b. Nudayle - Abdullah
b. Mes'ûd isnadlanyla ulaşmış, bu ilmi onun talebelerinden tahsil eden Hallâd b. Hâlid ve
Halef b. Hişâm'ın rivayetleriyle meşhur olmuştur.
7. Ali b. Hamza el-Kisâî (ö. 189/805). İran asıllı olup küfe kurrâsındandır. Kıraati Hz.
Peygamber'e Hamza b. Habîb, İsâ b. Ömer el-Hemedânî ve diğer bazı hocalarının isnadlanyla ulaşmakta, talebelerinden Ebü'l-Hâris ve Dûrî'nin rivayetleriyle yaygınlık
kazanmış bulunmaktadır.
8. Ebû Ca'fer Yezîd b. Ka'kâ' el-Kârî (ö. 130/747-48). Medine kurrâsındandır. Kıraati Hz.
Peygamber'e Abdullah b. Ayyaş, Abdullah b. Abbas ve Ebû Hüreyre - Übey b. Kâ'b
isnadıyla ulaşmakta olup talebeleri İbn Cemmâz ve İbn Verdân'ın rivayetleriyle yaygınlık
kazanmıştır.
9. Ya'küb el-Had-ramî (ö. 205/821). Basra kurrâsındandır. Kıraatteki isnadlan Sellâm b.
Süleyman b. Münzir, Abdurrahman b. Muhaysın, Mehdî b. Meymûn ve Ebü'l-Eşheb
Ca'fer b. Hayyân gibi hocalardan başlayıp Hz. Ömer. Ebû Mûsâ el-Eş'arî, Abdullah b.
Mes'ûd ve Übey b. Kâ'b gibi sahâbîlere uzanan zincirlerle Hz. Peygamber'e ulaşır. Kıraati
talebelerinden Ravh ve Ruveys'in rivayetleriyle meşhur olmuştur.
10. Halef b. Hişâm el-Bezzâr (ö. 229/844). Küfe kurrâsındandır Hamza b. Habîb'in kıraatini
Süleym b. İsâ'dan. Âsım b. Behdele'nin kıraatini Ebû Yûsuf Ya'kub b. Halîfe el-A'şâ'dan
ve Nâfi'in kıraatini İshak el-Müseyyebi'den alan Halefin isnadı Hz. Peygamber'e bu
24
hocalarının yukarıda zikredilen yollarıyla ulaşmakta olup onun kıraati talebelerinden İdris
b. Abdülkerîm ve İshak b. İbrahim el-Verrâk'ın rivayetleriyle meşhur olmuştur.
Bu on imamdan başka dört imamın ilâvesiyle oluşturulan on dörtlü sistem içinde yer alan
imamlar ise şunlardır: Hasan-ı Basrî (ö. 110/728), İbn Muhaysın (ö. 123/741), A'meş (ö.
148/ 765), Yahya b. Mübarek el-Yezîdî (ö. 202/ 817).
(bkz. DİA, Kıraat Md. 25/428)
25
Hz. Süleyman’ın Mekke’ye geldiği, ancak içine girmediği için
Kabe’nin ağladığı şeklinde gelen bir rivayet var mıdır?
Bu husus, kaynaklarda bir “hikaye” başlığıyla verilmiştir. Sıhhat derecesini bilemiyoruz.
Rivayete göre, bir gün Hz. Süleyman askerleri ile birlikte Kâbe’ye uğradı, orada putlara
ibadet ediliyordu. (Mekke’ye geldi Mekke’de evler gördü, “bu ahir zaman peygamberinin
hicret edeceği yerdir” dedi, durdu içine girmedi geçti gitti. Mekke onu gördü) Kâbe ağladı
ve “Ya Rab! Şu(Süleyman) peygamberlerinden bir peygamberdir, yanındaki topluluk
ise velilerinden bir topluluktur. Yanımdan geçip gittiler, ama beni ziyaret edip tavaf
etmediler."
Bunun üzerine Allah Kâbe’ye şöyle vahiy etti: “Muhakkak, ben seni secde eden yüzlerle
dolduracağım, ahir zamanda benim için peygamberlerin en sevgilisi olan bir
peygamber göndereceğim. Mahluklarımdan sende öyle kimseler vücuda getireceğim ki
sürekli ibadet edecekler. Seni ziyaret etmeyi kullarıma farz kılacağım. Devenin
yavrusuna, güvercinin yumurtasına karşı gösterdiği sevda gibi sana sevdalı
olacaklardır. Ve seni putlardan arındıracağım”.
Sonra Allah Süleyman peygambere Mekke’ye gitmesini ve orada kurban kesmesini emretti.
Bu emri yerine getiren Hz. Süleyman Kâbe’nin civarında beş bin deve, beş bin öküz ve yirmi
bin davar(geçi-koyun) kesti. Sonra Tîbe’ye/Medine’ye vardı ve “İşte burası ahirzamanda
gelecek peygamberin hicret edeceği yerdir. Ne mutlu ona iman edip onu tasdik
edenlere!” (bk. Sefvurî, Nüzhetu’l-mecalis ve Muntehabu’n-nefais, 1/170).
Tekrar edelim ki, bu hikayenin sıhhat derecesini test edemedik, bilemiyoruz.
26
Ayetlerde geçen, insan nankördür(Adiyat, 6),
zalimdir(İbrahim, 34) "Kaçış nereye?" der. (Kyame, 10),
çok zâlim ve çok câhildir(Ahzab, 72), acelecidir(İsra, 11),
cimridir (Mearic, 19) insandan kasıt kimdir?
Bu ayetlerde yer alan “el-insan” kavramı belli bir şahıstan çok genel olarak insan
nevini/türünü gösterir. Prensip olarak ilgili ayetlerde söz konusu edilen özellikler insanın
yapısında vardır. İmtihanın gereği olarak verilen ve özgür iradeyle frenlenmesi istenen bu
özellikler, imtihanı kazanmak veya kaybetmekle yakından ilgilidir. Bunları frenleyen kimse
başarılı, frenlemeyip uygulamaya koyan kimse ise başarısız sayılır.
Gerçek başarısız olanlar kâfirler olduğu için bu gibi ifadeler özellikle onlara bakar, fakat diğer
insanların da dikkat etmeleri için uyarıda bulunur.
Adiyat(6) suresinde geçen “kenud” kavramı nankörlük manasına gelir. Hasan-ı Basrî
hazretleri ilgili ayeti “Gerçekten insan, Rabbine karşı nankördür” şeklinde anlamış ve
bunu şu sözlerle açıklamıştır: “İnsan öyle bir nankördür ki, başına gelen bir musibetten
ötürü Rabbinin bütün nimetlerini unutuyor.”(bk. Taberî, ilgili ayetin tefsiri).
Ebu Ümame’den nakledildiğine göre, Peygamberimiz de bu ayeti şöyle tefsir etmiştir:
“Kenud (öyle bir cimridir ki), yemeğini tek başına yemeyi tercih eder; (öyle bir
zalim/gaddardır ki), kölesini döver; (ve öyle şefkatsiz, merhametsizdir biridir ki), sıla-i
rahim yapmaz, kimseye iyilik etmez”(a.g.y). Bu hadiste nankörlüğün bazı yönleri ön plana
çıkartılmış ve insanlar irşat edilmiştir.
”Gerçekten insan çok zalim ve pek nankördür”(İbrahim, 34) mealindeki ayette de
insanların zulüm ve nankörlük damarına işaret edilmiştir. İnsanların bu fıtrî özelliklerine
vurgu yapılarak buna karşı uyanık olmaları hususunda uyarılmışlardır. Diğer ayetleri de
bunlara kıyas edebiliriz.
Yukarıda da arz edildiği üzere, soruda yer alan ayetlerin hepsinde genel olarak insan nevi/türü
kastedilmiştir. Ancak Kur’an’da prensip olarak iman-küfür muvazenesi yapılır. Mümin fasık
kimselerden çok az söz edilir. Bu sebeple, güzel vasıflar, mükemmel müminler için, kötü
vasıflar tamamen kâfir olan kimseler için söz konusudur. Kötü akıbetten, kötü huylardan söz
eden bu gibi ayetlerde de ilk muhatap kâfirlerdir. Yani asıl nankör, zalim, cahil, kıyamet
günü bir kaçış yolunu aramak zorunda kalan, aceleci(acele, peşin olan dünya lezzetlerini
tercih eden), cimri(ahiret mükâfatına inanmadığı için zekatını ve diğer sadakları
vermeyen..) olanlar kâfirdir. Bu vasıflar onlara yakışıyor. Eğer mümin de bu gibi çirkin
hallere düşerse bu da küfür veya nifaktan bazı vasıfları barındırmış olur.
Bilindiği üzere, bir kâfir hayatı boyunca kâfirlik vasfı olan çirkin huylar göstermediği gibi, bir
mümin de her zaman imanın gereği olan bütün güzel vasıfları yansıtmaz. Nitekim, bazen kâfir
doğruyu, mümin yalanı konuşabiliyor. Halbuki ne kadar güzel vasıflar varsa hepsi imanın bir
gereği, ne kadar çirkin vasıflar varsa hepsi de küfrün bir mahsulüdür. İşte Kur’an’da küfre
mahsus olan kötü vasıflar eleştirilirken, kâfirler tehdit ediliyor, müminler de irşat ediliyor.
Özetle, imtihan gereği, insanda iyi huylar yanında kötü huylar da vardır. İman insanı fıtratında bulunan- kötü huyların karanlığından çıkarıp güzel ahlak nuruna kavuşturur. Küfür
27
ise, insanı -fıtratında var olan- güzel huyların aydınlığından uzaklaştırıp, kötü huyların
karanlığında boğar.
Ayetlerde bu muvazenelerin yapılmasına imkân sağlamıştır..
28
Download