ADALET VE ZULÜM: ORTA DOĞU`DA HUKUK VE DEVLET

advertisement
Tarih Okulu Dergisi (TOD)
Eylül 2016
Yıl 9, Sayı XXVII, ss. 609-630.
Journal of History School (JOHS)
September 2016
Year 9, Issue XXVII, pp. 609-630.
DOI No: http://dx.doi.org/10.14225/Joh983
ADALET VE ZULÜM: ORTA DOĞU’DA HUKUK VE DEVLET
Charles LINDHOLM
Çeviren: Kâzım UZUN
Etkileyici çalışmasında Max Weber, yalnızca örnek olay kaynaklı olan
içtihat hukuku üzerine kurulu bir yargı sistemi dolayısıyla kişisel kararlara
dayanan ihtiyarî Kadı hukukunun varlığı ve herhangi bir rasyonel
yapılanmanın var olmayışı sebebiyle, Ortadoğu’nun, modern bir sivil
toplumun gelişimi noktasında geri kaldığını iddia etmiştir. Bu, kişisel
inisiyatife dayalı hukukî yapı (ya da yapı yoksunluğu), otonom bir toplumun
gelişme ihtimalini yok ederek otoriter rejimlere, kendi amaçları için
mahkemeleri hiçe sayma noktasında fırsat tanımış; bu sırada Avrupa’da
rasyonel bir şekilde sistemleşen hukukî yapının evrimi idarî/yönetsel tiranlık
üzerinde bir denetim olarak işlemiş ve bağımsız sivil organizasyonların
gelişmesine imkân tanıyan bir alan sağlamıştır.
Weber’in görüşü ne kadar doğrudur? Sivil toplum, İslam hukuku ve
devlet arasındaki ilişki nedir? Bu sorulara kesin olmayan bazı cevaplar vermek
için, bu kısa makalede, analitik olarak ayırt edilebilir fakat deneysel olarak
karmaşık olan, söz konusu üç unsur arasındaki girift ilişkilerin kısa ve öz
tarihini verme niyetindeyim. Çalışma, bu üçlünün, kuzey Pakistan’da
meydana gelen siyasi bir ayaklanmadaki kesişmeleri hakkında kısa bir durum
değerlendirmesiyle nihayet bulacaktır.

Bu çalışma (Justice and Tyranny: Law and the State in the Middle East), Journal of the Royal
Asiatic Society, Third Series, C. 9, No. 3 (Kasım., 1999), ss. 375-388’de yayınlanmıştır.

Arş. Gör., Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, e-mail;
[email protected]
Kâzım Uzun
İslam Hukukunun Gelişimi
Ortadoğu’da hukuk, devlet ve sivil toplum arasındaki karşılıklı ilişkiyi
tartışmaya başlamak için evvela, tüm ilgililerce kabul görmüş temel kuralları
ifade etmeliyiz. İlk olarak, George Makdisi’nin de kaydettiği üzere, Ortodoks
İslam, “Allah’ın itaatkâr kulları olarak tüm Müslümanları hukukun önünde
eşit kabul etmesi ve onun isteğini yerine getirerek kurtuluşa ermeye çalışan
Müslüman bireyin özgür olmasıyla karakterize edilir”.1 Kalvin’den önceki
Kalvinistler2, Sünni Müslümanlar3 ilahî öğretiyi yorumlayacak otoriter bir
grup, sinodlar ya da Papa, resmî papazlar ve resmî bir kilise kurumu ya da
kilise hiyerarşisine sahip değillerdir. Prensip olarak, Kur’ân’ı ezberden
okuyabilen ve Cami’de Cuma namazını kıldırabilecek kadar ibadet bilgisine
sahip olan herkes ve hatta sadece okuyabilen (ya da okuyan birisini duyabilen)
herhangi bir kimse dahi Kur’ân’ı yorumlayabilir. Batılı anlamda kemikleşmiş
cemaatler yoktur. Her bir mümin, ebeveynleri ya da arkadaşlarınınkinden
farklı olarak, hangi camide ibadet, hangi [mezhebin kurucusu] imamı takip ve
ilahî hukuku yorumlayan ekollerden hangisini kabul edeceğine özgürce karar
verebilir.
Müslümanların bireysel olarak ebedi kurtuluş arayışına uygun olan tam
bir özgürlük, şeriatın tesis olunması noktasında açık bir şekilde son derece
büyük bir ihtilaf ve karışıklık potansiyeli –inanç bütünlüğü [inanç noktasında
tam bir bütünlük sağlanması ve hiziplerin ortadan kalkması] adına
Müslümanların uzun süreden beri endişesini duyduğu bir tehlike– arz eder. Bu
tehlike büyük oranda inananların, “her olayın tecrübe, anlam ve
değerlendirmesini düzenleyen gerçek ve vahyedilmiş bir ‘dünya planı’” olarak
düşünülen Kur’an’ın kesin otoritesine olan güveni sayesinde
engellenmektedir.4 Kitabın hedef kitlesi olan Müslümanlar, tüm ahlaki ve
pratik ikilemlerine dair cevapları onda bulabileceklerine inanırlar. Ancak bu
ütopik görüşte hem teolojik hem de pragmatik sorunlar vardır. Sonlu ve sınırlı
olan Kur’ân tüm koşulları açık ve ayrıntılı bir şekilde kapsamaz ve
kapsayamaz. Dışarda kalan pek çok ahval vardır, bazı sorular
1
Makdisi 1983: 85.
Ancak ilk günah nosyonu hariç. Gerçi bu durum, Müslümanları, akıbetleri ile alakalı olarak
daha az endişeli yapmaz.
3
Bu tartışma, İslam’da var olan Şiilik ve Sufizm’in daha hiyerarşik olan varyantlarını bahis
dışında tutacaktır.
4
Massignon 1982, C. III: 4.
2
[610]
Adalet ve Zulüm: Orta Doğu’da Hukuk ve Devlet
cevaplanmamıştır, başka bazı kural ve kaideler tam net değildir ve bazen,
metinde muğlaklıklar ve müphemlikler görülebilir.
Peygamber henüz hayattayken, onun sözleri ümmetinin kuşku ve
sıkıntılarına çözüm sunuyordu, ancak ölümünden sonra inananlar, öğretisini
yorumlama noktasında Peygamber’den aldıkları yardımı kimseden talep
edemediler ve bir yol gösterici arayan Müslümanlar yalnızca Peygamber’in
hayat, sünnet ve hadislerinin tarihiyle baş başa kaldılar. Hüküm verme erkine
sahip olan herhangi bir dinî topluluğun yokluğu dolayısıyla Müslümanlar,
“Allah’ın tasvip ve tasdik ettiği bireysel eylemlerin deneysel gözlemi”
sayesinde ilkeler ve bir otorite bulmak mecburiyetinde kaldılar.5 Bu durum,
Peygamber’in ve ashabının sözleri ve amellerinin tarihsel kayıtlarının
toplanması yoluyla bilinmesini gerekli kıldı. Bu kayıtları derlemek, geleneksel
olarak, Peygamber ve onun zamanına ilişkin her türlü bilgiyi harfi harfine elde
eden, ezberleyen ve yineleyen “gelenek”6 [hadis] ravîleri, ehlü’l-hadis, olarak
da bilinen verili tarihi muhafaza edenlerin göreviydi. Kişisel temizlikten
başlayıp devlet yönetimine varıncaya kadar her türlü soru, prensipte, söz
konusu hadislere referansla cevaplanabiliyordu.
Peygamber’in vefatından sonra, onu tanıyanlar hızlı bir şekilde büyüyen
imparatorluğun her yanına dağıldılar ve onların bildiği hadisler İslam’ı yeni
seçenler için bilginin ilk kaynağı olarak hizmet etti. Bununla birlikte,
Peygamber zamanına olan zamansal ve mekânsal uzaklıklarından dolayı yerel
vaizlerin müştak etkileyiciliği git gide azaldı, resmî okullar gelişti ve 1300’ler
itibariyle artık, bireysel olarak dinî vaz eden bu kimselerin yerini eğitimli
müderrisler aldı.
Bu aklîleştirme süreci, adaletin resmî mahkemelerde bulunamayacağı
anlamına gelen politik dünyanın tedrici olarak gayrimeşru bir hale
5
6
Hodgson 1974, C. I: 321. Hodgson bunu din tecrübeli kerigmatik biçim olarak adlandırır ki,
nihai gerçeğin tarihte kaydedilmiş manevi hadiselerde aranması, araştırılmasıdır. Bu tarihsel
ilhamı anımsamak birinin kendi hayatını tarihsel dinî drama içinde yeniden canlandırmasına
izin verir. Ayrıca, Hz. Muhammed’in karizmatik gücünü yeniden inşa etmeye çalışan biçimler
de mevcuttur, örneğin özellikle imamlarının kutsal güce sahip olduğuyla ilgili Şii inancı ve de
Sufilerin, pirleri ve evliyalarının mistik otoriteye sahip olduklarıyla alakalı inanışları.
Yukarıda kaydedildiği üzere, bu hizipler bu kısa çalışmada kapsam dışında bırakılmak
zorundadır.
Bu “gelenekler”, yazılı olmayan ananelerin kullanılagelen İngilizce karşılığı olarak alınamaz.
Söz konusu gelenekler [hadisler, Ç.N.] zaman içerisinde metinlerde dikkatli bir şekilde
biriktirilmiş ve derlenmiştir, ayrıca sıradan kullanım da açıkça reddedilmiştir. Hadis yazarları
kendilerini Hz. Muhammed tarafından ortaya konmuş gerçek geleneğin koruyucu ve
taşıyıcıları olarak görürler. Bakınız, Hodgson 1974, C. I: 63-7.
[611]
Kâzım Uzun
getirilmesiyle aynı zamana denk geldi. Bu sırada, yeni fetihler, vaktiyle
Peygamber ve sahabeler tarafından uygulanmış olan pratikleri bilmeyen pek
çok kişinin Müslüman olmasını sağladı. Geleneğin etkisi git gide azalırken ve
politik dünya kutsal karakterini kaybederken, aynı zamanda yeni sorular
soruluyor ve yeni durumlar ile karşı karşıya kalınıyordu. Hadislerin basit bir
şekilde nakledilmesi birlik ve bütünlüğü devam ettirmek için artık yeterli
olmuyordu; bunun yerine, hem sorulara cevap verebilecek hem de karar verici
olarak hareket edebilecek bir zümreye ihtiyaç duyuluyordu. Sonuç olarak,
darü’l-İslam’ın genelinde takva ehli saygın kimseler, ilimlerini takipçilerinin
etkin rehberliği için kullanma niyetiyle herhangi bir kişi ya da kuruma bağlı
olmaksızın kendilerini İslam üzerine çalışmaya adadılar: bunlar fıkıhçılar
(fakîh) ya da hukuk (fıkıh) adamları denen kimselerdi.
İlk zamanlarda fakih ile ehlü’l-hadis nerdeyse aynı anlamlara karşılık
geliyordu. Hadis âlimleri gibi ilk fakihler de hiçbir resmi kuruluşa sahip
değillerdi ve danışma için herhangi bir bedel ya da ücret ödemeden evlerinde
ya da camide onlara ulaşmak mümkündü. Çok geçmeden, benzer ilgileri olan
başka kimselerle dinî konular ve fıkıhla ilgili meseleleri müzakere etmek için
resmi olmayan çalışma grupları oluşturdular ve hadis âlimleri gibi onlar da,
kendilerini arayıp bulan ve onların maiyetinde eğitim görme hakkının bedelini
ödeyen öğrenciler yetiştirdiler. Ortada ne okullar, ne “diplomalar”, ne de
herhangi birinin liyakatinin belgelenmesi yoktu. Eğitim görenlerin yerel
topluluklar ve daha geniş bir âlimler topluluğu tarafından kabul görmeleri
aslında onların âlim ya da daha geniş manasıyla liyakat sahibi olduğu
anlamına geliyordu; bir fakihin öğrenci sayısı, danışma için kendilerine
başvurulma oranı ve emsalleri ve halk tarafından bu eğitimli kişilere gösterilen
saygı bir anlamda bu kabulün somut ölçütü idi.
Dini Yorumlamak
Fıkıh ve hadis âlimlerinin sosyal konumlarındaki örtüşme, ilimlerinin
muhteviyatının benzer olmasıyla ilgiliydi, zira her iki grubun mensupları da
kendilerini Kur’an’ı okumanın yanı sıra İslam gelenek ve görenekleri üzerine
çalışmaya adamışlardı. Fakîh, prensip olarak tüm insanî faaliyetleri kapsamak
durumunda olan kutsal hukuka yani şeriata uygun kararlar alabilmek için bu
bilgilere ihtiyaç duyuyordu. Ancak hadis âlimlerinin aksine, fakîhler çok
geçmeden kutsal kitap tarafından açık bir şekilde ortaya konmayan konularla
ilgili kurallar geliştirmek mecburiyetinde kaldılar, örneğin mülk verasetinin
[612]
Adalet ve Zulüm: Orta Doğu’da Hukuk ve Devlet
kesin şekli ve hükümdarın tebaası üzerine vergi koyma noktasındaki tam
yetkisi bu konulardan bazılarıydı. Onlar ayrıca bazı özel kuralları da açıklığa
kavuşturmak zorundaydılar; söz konusu kural bir zorunluluk mu, yoksa
yalnızca bir tavsiye mi, ya da bu ikisi de değil mi; örneğin, şayet zorunluluk
durumu var ise, yapılan bir hata insanlar tarafından mı cezalandırılmalı, yoksa
Allah’ın takdirine mi bırakılmalıydı? Hadis çalışmalarından elde ettiği bilgiyi
uygulamak istediği için fakîh, hadis âliminin yaptığı gibi yalnızca ezberlemek
ve tekrar etmekle yetinemezdi; o ayrıca, mesele hakkında bir fikir edinebilmek
amacıyla başkalarının görüşlerine dayanmaktan ziyade, Kur’an’ı incelemek
için daimi geri dönüşler yapmak suretiyle anlamak ve uygulamaya koymak
mecburiyetindeydi. George Makdisi’nin kaydettiği üzere, “Aslında, fakîh aynı
ya da benzer bir mesele hakkında kendi düşüncesini dahi takip etmemeliydi; o
yeni bir araştırmadan, yeni bir içtihattan elde ettiği yeni bir fikre
ulaşmalıydı”. 7 İçtihat kelimesinin tam karşılığı nihai noktaya kadar çaba sarf
etmektir (kelime burada da kutsal metinlerin içerikleri ve barındırdığı imaları
kavramaya yönelik kişisel bir yorumlama çabası anlamındadır).
İlk zamanlardaki bu kişisel çaba ve yorumlama döneminde din
biliminin özgürlüğü –tıpkı fıkıh biliminin de olduğu üzere– oldukça muazzam
bir gelişmişliğe sahipti; Ignaz Goldziher’ın de belirttiği üzere, “İslam teoloji
tarihinde, sahip olma noktasında kimsenin zorunda olmadığı ve hiç kimsenin
sorumlu bulunmadığı bir bilinçlilik hali gayet net bir şekilde vazıhtır”. 8 Ancak
gelenekçilerin bakış açısıyla, fakîhlerin kutsal metinlerdeki boşluğu
doldurmak ya da zıtlıkları çözümlemek için akıl ve kıyası kullanma özgürlüğü
tehlikeli bir lanet sebebiydi. Onlar için, yorumlama ve bireysel karar almanın
hiçbir anlamı ve yeri yoktu; var olan şey Kelam, sünnet ve gelenekti ve bunun
dışındaki her şey en iyi ihtimalle saçmalık, en kötü ihtimalle ise putperestlikti.
Eş-Şâfiî’nin (ö. 820), metindeki belirsizliklerin ne şekilde anlaşılması
gerektiğine karar verilmesi açısından âlimlerin fikir birliğine varması yani
icmanın gerekli olduğunu iddia ederek meşru olan yorum ve yorumlamayı
haklı bulmasıyla gelenekçilerin itirazları etkisiz kaldı. Uygulamada bunun
anlamı şuydu; tartışma ve oylama yoluyla mutabakata karar verecek resmi bir
kurum ya da kuruluşun ve ayrıca resmî bir dinî hiyerarşinin yokluğu
dolayısıyla, Müslüman toplumun bizzat kendisi nesiller boyunca, âlimler ve
fakîhlerin hükümlerini onaylayıp kabullenmek ya da reddetmek suretiyle
7
8
Makdisi 1985: 82.
Goldziher 1984: 164.
[613]
Kâzım Uzun
kutsal kitap ve geleneğin yorumlanması noktasında doğru yola bizzat karar
verdi.
Uygun bir şekilde ifade edecek olursak, varılan bu mutabakat kesinlikle
nihai nokta değildir, zira kendisine güven duyulan bir muhalif şayet halkın
desteğini kazanır ve ilmî anlamda kabul görürse, prensipte, tartışmanın
yeniden gündeme gelmesine sebep olabilir. Eş-Şâfiî’nin bir orta yol bulup
uzlaşıyı sağlaması sayesinde, İslam eşitlikçi ve demokratik karakterini
muhafaza etmiştir ki, aslında bununla eş zamanlı olarak hadislerin
yorumlanması için gereken uzmanlığın önemi de kabul görmüştür. Dolayısıyla
müşterek bir mutabakat sayesinde oluşan süreklilik hala yeni bir içtihat için
gereken kuramsal olanağa –ki, bu olanak Müslümanlar arasındaki yoğun
tartışmanın kaynağı olmaya devam etmektedir– imkân tanımaktadır.
Şâfiî’nin uzlaşısı, fakîhi, kesin olarak dinî bilginin önemi ve kullanımını
tetkik etmekten sorumlu olan kişi konumuna yerleştirdi. Aynı zamanda, âlimin
yorumlama özgürlüğü herhangi bir görüşün kamu onayı kazanma gerekliliği
ve de Kur’an ve hadis alanına ilişkin bilginin kendine özgü haddi tarafından
sınırlandırılmaktaydı.
Gerçeği “yalnızca Allah bilir”den sonra, zaman
içerisinde, meşruiyetleri eşit şekilde kabul gören dört ana fıkıh okulu kendi
metinleri ve davaları vasıtasıyla ortaya çıkan meşru fikirler kalabalığının
sistemleşmesini ve aklileşmesinî sağladı. XII. yüzyıl itibariyle artık fıkhın
yerleştiği ya da kemikleştiği –“otoriter olanca kaplandığı” (taklid)– genel
olarak kabul görmekteydi.9 Bu aslında fıkıh bilginleri tarafından yapılan
bağımsız yorumlamanın artık durdurulması gerektiği anlamına geliyordu. Bu
durma ya da bitiş Moğol istilalarının ardından çok daha kesin bir hal aldı ki bu
zamanda, mahvolmuş olan toplum okulların her birisinde standardize edilmiş
metinleri derleyerek taklidi yayma suretiyle kendisini yeniden bütünleştirme
noktasında çaba sarf etti.
Ve fakat aklîleşme noktasındaki kamu gayretine rağmen, kuralların
yaptırımı için güç kullanan merkezî bir kuruluşun, herhangi bir yurttaşlar
yasasının ya da daha yüksek bir mahkemeye (işin aslı, bir mahkeme
hiyerarşisi zaten yoktu) başvuru için kabul görmüş bir prosedürün henüz var
olmayışı aslında fıkıh bilginlerinin, her ne kadar mevcut kurallara referans
yoluyla kendi neticelerini doğrulamak zorunda olsalar da, hala kayda değer bir
yorumlama özgürlüğüne sahip oldukları anlamına geliyordu. Bununla beraber,
9
Hanbelîler bir istisnaydı.
[614]
Adalet ve Zulüm: Orta Doğu’da Hukuk ve Devlet
yargıçların İngiliz kamu hukukunu uygulamalarına benzer şekilde10, İslam’ın
müftüsü (fetva veren yani meşru bir kanaat belirten kişi) başvurmak için
kendisinin ulaşabileceği geniş bir örnek dava kılavuzuna sahipti ki, bu kılavuz
başvuru için sıklıkla karışık ve hatta zıt geleneklere dair muazzam bir
çeşitliliği barındırmakla beraber, kararlarını alma noktasında müftünün
kendisine önemli bir seçim alanı sağlamaktaydı.
Müftü’nün bağımsızlığı, onun devlet tarafından istihdam edilmemiş
olması, kendisi ve yandaşlarını kayırmak isteyen kimseye karşılık verme
durumunda olmayışı sayesinde daha da arttı, ancak o, vardığı kararları icra
etme gücüne de sahip değildi; nitekim, taraflar kendilerinin memnun olacağı
şekliyle onun kararlarını kabul ya da reddedebiliyordu. Şayet taraflar verilen
kararı beğenmezse daima bir başkasına başvurabiliyorlardı. 11 Müftü’nün işi
daima yalnızca gerçekleri araştırmak, Kur’an-ı Kerîm, hadis, sünnet, içtihat
hukuku sayesinde ulaştığı kendi en iyi öngörüsüne göre dürüst bir neticeye
varmak ve kimin dâhil olduğuna bakılmaksızın söz konusu davada aklı
selimin geçerli olmasını sağlamaktı. O, hangi tarafta [davacı ya da davalı]
kimin olduğunu dahi bilmemeli fakat tüm iddia sahiplerine eşit bir şekilde
davranmalıydı.
Müftünün kişisel ünü onun tarafsızlığı, ilmi, adaleti ve bürokrasinin
içinde olmayışıyla ilgiliydi ki, bu hususlar aynı zamanda takipçilerinin
kendisini arayıp bulmalarını sağlayan özelliklerdi. Müftünün sık sık kendi
evinde ve kapısının önünde mahkemeler kurması ve statüsüne aldırmaksızın
kendisini görmeye gelen herkes için hâkimlik yapması onun devlete olan
uzaklığına işaret etmekteydi. İster güçlü ister zayıf birisi olsun herkes
mahkemeye erişebiliyordu ve müftünün kendisine ödeme yaptığı bir yazıcı
hariç, ortada gelenleri uzak tutmakla görevli ne bir memur ne de bir koruma
vardı.
10
Aslında karşılaştırmaya değecek bir durum yoktur, zira İngiliz içtihat hukukunun sözümona
“irrasyonalitesine” rağmen sivil toplum İngiltere’de doğmuş ve gelişmiştir. Açıktır ki, daha
sonra tartışacağım üzere, devletin meşruiyeti ve de devlet ve tebaa arasındaki, bir anlamda,
mütekabiliyetin gelişiminden ziyade, sivil toplumun gelişimi ve devamı için hayatî öneme
sahip olan adlî sistemin rasyonalitesi gibi bir durum söz konusu değildir.
11
Bu temel tartışmalar hukukçular arasında bugün de sürmektedir ki, gerçeği ifade etmek
gerekirse hiyerarşik hukuki sonuçlara alışık olan batılılar için kafa karıştırıcı olan husus farklı
müftülerin verdiği fetvaların tamamıyla farklı bakış açıları ortaya koyabilme ihtimalleridir.
Hangi fikri kabul edeceğine karar vermek müminin kendisine kalmıştır. Bu husus, inananların,
kendilerine benzemeyi arzu ettikleri eşit şekilde güvenilir olan Ayetullahlardan birini seçme
hakkına sahip oldukları hiyerarşik Şii İslam dünyasında bile böyledir.
[615]
Kâzım Uzun
Şayet müftü devlet ile olan ilişkisi dolayısıyla insanlar arasında bir
otoriteye sahip olmasaydı o, ne yalnızca kişiliğinin gücüyle başkalarını
etkileyebilir ne de kendi babası da öyle [yani bir hâkim] olsa bile adil bir
hâkim/yargıç olma iddiasında bulunabilirdi; onun konumu çalışarak elde
edilmiş olmalıydı ve bunu yapmanın sadece ama sadece bir tek yolu vardı:
fıkıh tahsil etmek. Bu, ilk başlarda, daha önce de gördüğümüz üzere, gayri
resmi bir meseleydi. Fıkıh bilginleri, ehlü’l-hadis gibi, kendi öğretmenlerinin
evinde fıkıh tahsil etmişlerdi. Fakat XII. yüzyıl itibariyle fıkıh okulları
(medrese) artık yaygınlaşmıştı. 12 Bu kurumlar ya takva ehli varlıklı bir tacirin
kişisel bağışı (vakıf), ya da özel ve meşru taraftar grubunu büyütmeye çalışan
ve de güç peşinde koşarken işlediği suçların kefaretini ödemeye çalışan bir
devlet adamının bağışları sayesinde finanse ediliyordu. Her okul, kendi
mezhebinin hükümlerini öğrencilere öğreten, okulun fonlarını idare eden ve
kıdemce daha altta olan öğretmenleri tayin eden daimi bir yetkiyle fakîh
olarak görevini sürdüren bir kişi tarafından yönetiliyordu.
İnsan özgürlüğü ve kurumsal noktada Ortadoğu ve İslamî inanca yakışır
şekilde medrese eğitimi, Makdisi’nin de ifade ettiği üzere, “özel, ferdiyetçi ve
bireysel” idi. 13 Bu kurumlar zengin kimselerin kendi özgür iradeleriyle yaptığı
özel bağışlar sayesinde finanse edilen bağımsız kuruluşlardı ve de hükümetin
gücünün oldukça ötesindeydiler. Söz konusu kurumların ayrıca standart
sınavları veya sertifika/diploma için bürokratik hiyerarşileri yoktu.
Profesör/Müderris kendisinin seçtiği herhangi bir metotla öğretim yapabilir,
kendisine başvuran herhangi bir öğrenciyi (tâlib) herhangi bir kritere göre
seçebilir, ayrıca zamanına ve yerine ve de öğrencinin onun icazetini almaya
hazır olup olmadığına karar verebilirdi. O kendi halefini tayin edebilir ve hatta
onun farklı bir mezhebin âlimi olmasına da hükmedebilirdi. Prensip olarak
öğrencinin kendi kararı da son derece önemliydi. Tâlib hangi müderrisin
tedrisatından geçeceğini, hangi mezhebi takip edeceğini belirleyebilirdi;
öğreniminin yol ve yöntemini değiştirebilir, konuları hangi sırada takip
edeceğine, hangi konular üzerine çalışmalar yapacağına ve benzeri hususlara
12
Bu kurumlar muhtemelen, İslam’daki diğer pek çok şey gibi, İran’da özellikle de
Horasan’daki yeniliklerin bir neticesiydi.
13
Makdisi 1983: 81.
[616]
Adalet ve Zulüm: Orta Doğu’da Hukuk ve Devlet
karar verebilirdi. Onun biricik yükümlülüğü seçtiği okulun esas öğretisine tam
anlamıyla hâkim olmaktı. 14
Bir diğer deyişle, geleneksel mahkemelerde olduğu gibi, eğitim
“sistem”inde de resmi bir kurum/kuruluş, bürokratik bir hiyerarşi, standart bir
belge(leme) veya devlet müdahalesi yoktur. Müderrislerin kıdemleri ya da
üstünlükleri meslektaşları tarafından tanınma, kabul görme ve de halkın
takdiri ve takibi yoluyla belirlenmekteydi (bir öğrenci en çok rağbet edilen
müderrislerin “dinî ilimler noktasında Allah’ın lütuflarına mazhar olmuş ve
Allah’tan en çok korkan kişiler olduğunu ki, bu kimselerin yaşça daha büyük,
daha güçlü ve de sokakta daima elleri öpülen kimseler olduğunu ifade
eder”). 15
Tabii ki, İslam’ın manevî evreninde Müslümanları temsil etme
iddiasında olan hiç kimsenin otoritesi onun yalnızca bilimsel maharetinden
kaynaklanıyor değildi. Kutsal metinlere dair derin bir bilgiye malik
bulunmalarının yanı sıra âlimlerden, saf ve dürüst bir kişiliğe sahip
olduklarını da göstermeleri beklenirdi. Bu durum, fakîh’in metnin iç yüzünü
kavrayabilmesini sağlayacak ve yalnızca kendi yararı ya da herhangi bir
topluluğun çıkarı için değil, dinin daha yüce amaçlarına uygun olan bir şekilde
hukuku yorumlama iznini kendisine verecek olan bir eğitimi gerekli
kılıyordu.16
İktidar Tahakkümü
En çok korkulması gereken tüzel çıkarlar devletlerinkiler idi. İşaret
ettiğim üzere, Selçuklular zamanında salt güç otoritesi vaizler ve talihsiz bir
gerçek olarak benzer şekilde halk tarafından da kabul edilmek zorunda
kalındığından dolayı, İslam hukukunun gelişimi, devlet gücünün tedrici
gayrimeşrulaştırılmasının daha geniş bir bağlamı dâhilinde gerçekleşmişti. Bu
pragmatistlerin tipik [örneklerinden] biri Muhammed el-Gazzâlî’dir ki o,
gözden düştüğü günlerde, hükümetin/idarenin “yalnızca askeri gücün bir
neticesi olduğu ve askeri güce malik olabilen her kim olursa olsun onun
14
Makdisi (1981), akademik özgürlüğü, orijinal doktora çalışması, tez savunması ve bilimsel
konsensüs yoluyla varılan ortodoksinin başarısına vurgu yapmak suretiyle, klasik İslamî
yüksek öğretim sisteminin doğrudan Batılı üniversitenin müjdeleyicisi oluğunu fikrini şiddetle
savunur.
15
Alıntı Eickelman, 1992: 117.
16
Müslüman alimlerin geleneksel eğitimlerine dair bir tartışma için bakınız, Eickelman (1985,
1992).
[617]
Kâzım Uzun
bağlılığını tek bir kişiye arz ettiği ve bu kişinin de ancak halife olduğu”
gerçeğini kabullenmişti. 17
Bu tarihsel süreçle ilgili pek çok geçerli neden mevcuttur – Ortadoğu’ya
özgü bir sultanlık hiç de azımsanmayacak şekilde geleneksel anlamda
kırılgandır öyle ki, bu sultanlıklar ticarî bocalamalar ve (hem saray
duvarlarının içindeki hem de dışındaki) kendilerini şayet daha üstün değilse
bile, sultanla eşit kabul eden silahlı ve tehlikeli rakipler ile bitip tükenmek
bilmeyen mücadeleler yüzünden kolayca dağılabiliyorlardı. Bu şartlar altında
baskıcı bile olsa herhangi bir düzenin, hükümetin/idarenin devrilmesi halinde
ortaya çıkabilecek olan kaostan daha evla olduğuna inanılıyordu. Bu tehlikeli
dünyada yöneticiler için tebaaların korkulu itaatlerinin derecesi hüküm süren
birisinin gücünü ve ününü gösterip kanıtlamasının tek yoluydu ve ayrıca
baskı, gücün tasdikini sağlayan tek unsuru teşkil ediyordu. Henry Munson’un
ifade ettiği üzere, Ortadoğu’daki “tüm hiyerarşi biçimleri şiddet gerektiren ve
şiddet içeren bir hal arz etmektedir”.18
Ortadoğu’daki yaygın siyasal meşruluk yoksunluğu, isyanların her
defasında kutsal yasayı ihdas etme adına yinelenen bir fenomen oldukları
anlamına gelmekteydi. (Diğerleri arasında) Abbasiler, Fatımiler, Safeviler,
Murabıt ve Muvahhid hanedanları yozlaşmış rejimleri tasfiye etmek ve
hükümeti/idareyi doğru ve dürüst bir noktaya geri döndürmek için kuruldu.
Fakat maalesef bu hanedanların her biri mutluluk çağını getirme noktasında
başarısız oldu veya sekülerizmin iğvalarına ya da tarikatçılık hizipleşmelerine
yenik düştüler.
İslami uyanışa karşılık, seküler yöneticiler daima, bağımsız fakihler ve
âlimleri yönetimleri ile ilişki içine sokmak suretiyle kendi rejimlerini
desteklemeye çalıştılar.19 Âlimlerin bu çekime maruz kalmaları, 1067 yılında
17
Alıntı Gibb, 1955: 19. Üç yüzyıl sonra, benzer bir tutum sergileyen Mısır’ın baş kadısı
(hakimi) İbn Cemâa açıkça şöyle ifade etmektedir, “şayet imamlık [burada devlet liderliği kast
ediliyor, Ç.N.] makamı boş ise… ve gerekli niteliklere sahip olmayan ancak gücü ve orduları
sayesinde kendi hakimiyetini halka dayatan birisi bu makama talipse… ona itaat etmek
mecburidir… en yaygın ve kabul gören fikre göre, onun barbar ve kötü olması hiçbir suretle
söz konusu bu durumu geçersiz kılmaz”. Alıntı Seligman 1964: 19.
18
Munson 1993: 144.
19
Makdisi’nin kaydettiği üzere, “Merkezi gücün Müslüman dinî entelijansiyasının imtiyazlarına
sinsi tecavüzleri durmak bilmiyordu. Bu müdahale, kadılıktan, fıkıh çalışmaları ve fıkıh
mütalaaları müderrisliğine varıncaya değin üniversiteye [medreseye] kadar nüfuz ediyordu;
Öyle ki, Osmanlı İmparatorluğunda Müslüman entelijansiyanın kurumsal projeleri merkezî
gücün kapsamlı etki alanı dâhilinde bulunuyordu”. Makdisi 1985: 87.
[618]
Adalet ve Zulüm: Orta Doğu’da Hukuk ve Devlet
kendi okulu olan meşhur Nizamiye’nin Başkent Bağdat’ta kurulması için
gereken bağışı yapan büyük Selçuklu veziri Nizamü’l-Mülk tarafından
medrese sisteminde yapılan değişiklikler ile başladı. Okulu daimî olarak
atanmış bağımsız bir müderris kontrolüne bırakmak yerine, geleneksel olduğu
üzere, Nizam, müderrisleri istediğinde işe alma ya da çıkarma hakkını saklı
tutarak, okulun idarî kontrolünü kendi sorumluluğunda bıraktı. Nizam ayrıca
öğrenciler için burs ve öğretim elemanları için de maaş tahsis etti. Bu
değişiklikler, ani bir hareketle, öğretim elemanlarının özerkliğine yavaş yavaş
zarar verdi ve merkezî olarak kontrol edilen yeni sistem kapsamında bulunan
öğrenci ve âlimlerin aklını çeldi. XIII. yüzyıl itibariyle Ortadoğu’nun her
yerindeki medreselerin öğretim elemanları ve öğrencileri büyük oranda
devlete bağlı durumdaydı.
Eğitimdeki daha büyük devlet müdahalesini teşkil eden şey ise resmî
okullarda eğitim görmüş müderrislerin yine resmî memur olarak atanmaları
oldu. Resmi bir yaptırımı olmayan bağımsız kararlar alan ve kendisine danışan
insanlar tarafından ödeme ya da hayır amaçlı bağışlar yapılan Müftü’nün yeri
XI. yüzyıl itibariyle zaten, hizmetleri hem ücretsiz hem de icra olunabilir olan
devletin yargı memuru kadı tarafından alınmaya başlanmıştı. İkisi arasında
yapılan bir kıyas şöyle bir tablo sunar: Mufti gerek ahlaki değerleri gerekse
entelektüel yeteneğiyle kendisinden hizmet alanları etkilediği yerde, kadı hem
ahlaksız hem de cahil olabilirdi, zira onun konumu veya makamı halk
tarafından değil devlet tarafından garanti edilmişti; bunların her ikisi (müftü ve
kadı) de şeriatı kullanıyordu, ancak müftü davayı kendi akaid yorumu için bir
hareket noktası olarak kullanırken, kadı’nın yargılaması, akaidi bir hareket
noktası olarak kullanmakla birlikte, ifadeler, kanıtlar, yeminler ve diğer pratik
bilgilere dayanıyordu; müftü yargılamayı gayri resmi olarak evinde,
medresede veya camide yaparken, kadı, korumalar ve devletin güç ve
ihtişamının başka göstergeleriyle çevrili olan resmî devlet mahkemesinde
bulunmak durumundaydı.20
Âlimlerin devlet kademesine atanmasına karşı olan mukavemet din
âlimleri arasında mevcut olan temel bir meseledir ki, bu din alimleri, sırf
kuvvet yoluyla hükmeden yönetici için bir zorunluluk olan [alimlerin]
pragmatik onaylarına rağmen, yine de ilkesel olarak devlet adamları ile
aralarındaki mesafeyi sürdürmekteydiler. İstemeyerek de olsa despotik siyasal
erkin gerekliliğini kabul eden Gazzâlî okuyucularını şu şekilde uyarır:
20
Karşılaştırma için bakınız Messick, 1993.
[619]
Kâzım Uzun
“Sultana hizmet etmek zorunda olana eyvahlar olsun, zira o ne arkadaş ne
akraba ne de çocuk tanır, başkaları için ne saygı ne de hürmet besler”21 ve bir
başka yerde de şöyle bir neticeye varır, “Yetkililerden kaçınmak, uzak durmak
dinî bir yükümlülüktür… Âlim ne onları görmeli ne de onlara görünmelidir”. 22
Bu tavır bugün de oldukça yaygın bir şekilde devam etmektedir.
Örneğin, Ortadoğu’daki en önemli yüksek öğrenim kurumu yani Kahire’deki
El-Ezher Üniversitesi Mısırlı molla ve öğretmenler için geleneksel eğitim yeri
olarak kabul edilmekteydi. Üniversite, XIX. yüzyılda, Mehmed Ali [Kavalalı]
tarafından devlet himayesine sokuldu. O, üniversitenin tamamına vakıf olarak
el koydu ve yöneticiye başkanlık mertebesini ve astronomik bir maaş vererek,
hem onu hem de diğer müderrisleri devlet çalışanları haline getirdi. Süreç
1961 yılında bütünüyle tamamlandığında, El-Ezher artık kendisini ünlü yapan
dinî ilimlerin yanı sıra seküler bir eğitim de sunan bir devlet üniversitesi
haline gelmişti.
Üniversite devlet idaresine girdiğinde halk arasındaki itibarının çoğunu
kaybetti. Söz konusu dönemin mezunlarının ahlaki nitelikleri hakkındaki
şüphelere bir cevap olarak, yerli halk kendilerine dinî temelli bir eğitim
vermesi için camilerde gayri resmi okullarını açtı. Bu yerel sivil dinî
merkezlerin filizlenip büyümesiyle savaşmak için Mısır devleti onları
doğrudan kendi idaresi altına almayı denedi. En büyük camiler devlet
tarafından adeta ilhak edildi ve onların imamları hükümet atamalarına tabi
kılındı. Bununla birlikte, devlet tarafından onaylanan vaiz sayısının azlığı ve
böylesi aşırı düzeyli bir yerel müdahaleye destek sağlayacak fonların
yetersizliği, büyük bir çoğunluğunu devlet idaresinden kısmen de olsa
kurtararak camilerin yalnızca % 16’sınının gerçek anlamda devlet tarafından
kontrol edilebildiği anlamına geliyordu. Bu sırada, resmî kanalın dışında
yetişen dinî liderler ahlakî ve sosyal meseleleri müzakere ve bunlara uygun
hareket etmek için halkı cemaatler halinde etraflarında topladığından, halkın
çoğu hem cami hem de hükümetin düzenlemesinin tamamen dışında, eşitlikçi
21
Alıntı Lambton, 1980: 425.
Alıntı Goitein, 1966: 206. Bu, yalnızca belagat amaçlı bir söz değildir. Bir sekizinci yüzyıl
elyazması, yerli bir âlimin, kendisini yargıç/hâkim olarak atamak isteyen askerî valiye verdiği
cevabı betimlerken tipik olanı tasvir eder. “O hamama gitti ve depilatuar [muhtemelen sabun,
Ç.N.] kullanarak, başını tıraş etti… kefenini giydi ve tahnit merhemleri süründü… Ardından
Hüseyin’in (vali) önünde dizleri üzerine çöktü ve şöyle dedi: “Kendisinden başka ilah
olmayan Allah adına, ben ne senin ne de bir başkası için idarecilik yapmayacağım. Şimdi sen
[bana] ne istersen yapabilirsin”. Bu hareketten etkilenen vali onu atamaktan vazgeçti. Alıntı
Bulliet 1994: 58.
22
[620]
Adalet ve Zulüm: Orta Doğu’da Hukuk ve Devlet
ve gayriresmî “gönüllü hayırsever dernekler/birlikler” halinde kendiliğinden
peyda oldu. 23
Eğitim ve hukuk alanlarında devlet gücüne karşı halkın sergilediği
benzer direniş hareketleri daha az ya da daha çok ölçülerde Ortadoğu’nun her
yerinde vukua geldi, zira devletin yaygın gayrimeşruluğu, onun için çalışmaya
onay veren din hocaları ve fakihlerin sicillerini kirletiyordu. Buna karşılık
olarak, meslekten olmayanlar ve yenilikçiler sürekli olarak farklı, bozulmamış
kanallar vasıtasıyla kendi ideallerine yönelik bir bağ bulmaya ve böylece,
devlet otoritesi tarafından uygulanan hukukun daha eşitlikçi ve daha adil
tatbiki için kendi lider ve eğitimcilerini geliştirmeye çabalıyordu 24. Şii
İran’dakiler hariç, memur âlimlere olan halk güvensizliği bugün dahi o kadar
büyüktür ki, devletin “İslamcı” bir kritiğini [İslamî açıdan bir eleştirisini]
önerenler hep, devlet okullarından aldıkları mezuniyetleriyle lekelenmiş dinî
eğitimli sınıftan kendilerini bilinçli olarak uzak tutan resmî kanalın dışında
yetişen âlimler olmuştur.
Toparlayacak olursak; Müslüman Ortadoğu’nun karakteristiği olduğuna
inandığım tarihsel ve sosyal anlamda inşa olmuş ahlaki ve kurumsal
yapılanmanın/biçimlenmenin ana hatlarını çizmiş bulunuyorum. Seküler
yöneticilerin itaate mecbur etme yetilerinden ayrıldığında küçük bir
meşruiyete sahip oldukları eşitlikçi bireycilerin dünyasında din âlimleri
[religious practitioners] yargı tatbiki için insanlara alternatif bir yol sunuyordu
ki, söz konusu bu yargılama, vardıkları neticeleri kutsal kitabı kavrayışlarının
ışığında içtihat hukukunun yorumlanmasına dayandıran yargıçların yargıya
dair hem itibar gören bilgisi hem de şahsi karakterleri dolayısıyla geçerliydi.
Böyle muteber âlimlerin mahkeme ve okullara iltihakı yoluyla devlet
kademesine atanması onların var olan ahlaki otoritelerinin kuyusunu kazdı ve
yargılama ve öğrenim noktasında alternatif yerel kaynakların gelişmesi
neticesini doğurdu.
Sivil Toplum
Şimdi hızlı bir şekilde Ortadoğu’daki sivil toplumun karakteri ve onun,
yukarıda bahsedilen biçimlenme ile olan ilişkisine geçelim. Sivil toplum,
genel olarak kabul gördüğü üzere, idarenin halk üzerindeki etkisini
23
Gaffney (1987) böyle teşekküllerin sayısının 40,000 olduğunu ve hükümetin de bunların en
iyi tesis olmuş 6,000’inini kontrol ve tanzim ettiğini tahmin eder.
24
Bakınız, Gaffney (1987), Antoun (1989), Mullaney (1992).
[621]
Kâzım Uzun
azaltma/dengeleme kapasitesine sahip otonom ve kendi kendine organize olan
gönüllü yerel gruplardan mürekkeptir. Bununla birlikte Ernest Gellner’ın
işaret ettiği üzere25, sivil toplumun yalnızca devlete karşı bir sur ya da duvar
olduğu sanısı yanlıştır. Aslında, modernlik öncesi toplumlarda, devlet olağan
hayata çok fazla müdahil olmaz, yalnızca vergileri toplar. Şayet gelirler yeterli
ise ve barış ve huzur ortamı sağlanmışsa, devlet insanların kendi günlük
işlerine koşturmalarından memnundur ki, onlar bu işleri genellikle akrabalık
ilişkilerinin genişlemesine dayanan yerli ve yerel düzeyli teşekküller
vasıtasıyla yaparlar.
İşaret edilen bu durum yakın zamana kadar, kendi kendine teşekkül
eden otonom kabile üyelerinden mürekkep grupların, kentin [belli]
mahallerinde bir arada yerleşmiş olanların, lonca üyelerinin, Sufi tarikatların,
kentli çetelerin hepsinin kendilerini gerçek “ya da sözde” akrabalar/kardeşler
ve bu sayede de müşterek kolektif bir teşebbüs dâhilinde işbirliği yapan eşitler
olarak tasavvur ettikleri Ortadoğu’da da var olan durum idi. Bu yapıda, grup
üyeleri müşterek bir şekilde törenlere katılıyor, önemli konuları birbirleriyle
müzakere ediyor, demokratik bir şekilde yerel liderleri seçiyor ve iyi kötü
kendi kaderlerini tayin ediyorlardı.
Örneğin Peştular arasında var olan Jirgalar veya gayrı resmi şûralar
civardaki, köy veya bölgelerdeki ilgili insanları yerel konuları müzakere
etmek üzere periyodik olarak bir araya toplardı. Benzer şekilde, İran’ın Baserî
çobanları kral/şah tarafından tayin edilen bir kimse tarafından yönetilmesine
rağmen, bölgesel yerleşimlerde bu kişinin temsilcileri olarak bulunan asıl
yöneticiler “uzlaşma, ikna ve grubun fikrî eğilimine dair keskin bir
farkındalığa dayanmak” zorunda olup, kendince kararlar alma noktasında
gerçek hiçbir güce sahip değillerdi. 26 Bu örnek iç bölgelerle sınırlı değildi.
Şehirde lonca mensupları meseleleri tartışmak, üye kabulünü ve grup
ritüellerini gerçekleştirmek için düzenli bir şekilde toplantılarda bir araya
gelirdi. Zenginlik ve güç noktasındaki mevcut farklara rağmen üyeler arasında
güçlü bir dayanışma olması beklenirdi. 27
Bu örnekler karakteristiktir. Ortadoğu’nun hemen her yerinde, hem
şehir hem de kırsal bölgelerden gelen Ortadoğu insanı meseleleri görüşmek,
tartışmak, müzakere etmek ve sürülerin hareket zamanını belirlemek, arazi ile
25
Gellner (1996).
Barth (1961: 81).
27
Vatter (1993).
26
[622]
Adalet ve Zulüm: Orta Doğu’da Hukuk ve Devlet
ilgili bir anlaşmazlığı çözmek, bir üyeyi loncaya kabul etmek, bir komşunun
kan parası hakkını tartışmak, bir deve baskınına katılımla ilgili anlaşmaya
varmak ve benzeri işleri hakkında ortak kararlar almak için geleneksel olarak
yerel toplantılarda bir araya gelirler.
Ancak, söz konusu faaliyetler devletin ve resmi mahkemelerin yetki
alanı dışında gerçekleşmiş ve de ilgili gruplar “ilkel” ve gönülsüz olarak
görüldüğünden dolayı, yerel düzeyli organizasyonlar dâhilindeki demokratik
müzakereler Ortadoğu sivil toplumu hakkındaki akademik çalışmalarda çoğu
zaman göz ardı edilmiştir. Bu nedenle genellikle Ortadoğu’nun bir demokrasi
ve sivil çoğulculuk geleneği olmadığı zannedilir. Yukarıdaki örneklerde ve
farklı yazılarda28 göstermeye çalıştığım üzere, bu bir hatadır. Gerçekte
Ortadoğu, İslam’a özgü yorumlama (içtihat) ve mutabakat (icma)
kurumlarında dinî anlamda kutsal bir değere sahip olan ve tasvire çalıştığım
yerli gruplar arasındaki yerel müzakere çeşitleriyle günlük anlamda yasalaşan
derin ve daimi bir demokratik katılım geleneğine sahiptir.29
Gellner oldukça ikna edici bir şekilde, böyle geleneksel yerel grupların
çok sarmallı ve zorlayıcı/baskıcı karakterlerinin (“akrabaların tiranlığı”)
onları, bozulma olmaksızın kolay bir şekilde bütünüyle topluma terkedilen
meşru anlaşma ilişkilerine dayalı “modüler” bağlardan bağımsız olarak
meydana gelen modern sivil toplumla uyumsuz hale getirdiğini ileri
sürmektedir. Onun bu tanımlamasını doğru buluyorum, ancak modüler bağlar
daha öncekilerden ve daha kapsayıcı olanlardan başka, içlerinde modern bir
etnik topluma evrilme potansiyeli barındıran ilişkiler geliştirmek
durumundadır. Görünüşe göre, bunun Ortadoğu’da gerçekleşmiş olabileceği
anlaşılıyor ki, burada (Ortadoğu’da) Ortodoks İslam, Gellner’in modern sivil
çoğulculuğun ortaya çıkışı için gerekli gördüğü evrensel ve eşitlikçi ethosun
gelişimini sağlamıştır.30
Öyle görünüyor ki, bu mantıksal sıranın gerçekleşmeyişinin sebebi,
Gellner ve başkaları tarafından mutlak otoritenin paradoksal bir neticesi ve
Hristiyanlığın aksine, halkı ve devleti ayrıştırmayan ve de bağımsız bir
yargının veya otonom bir toplumun gelişip büyümesi için boş bir alan
28
Bakınız Lindholm (1996b).
Norton’un (1995) editörlüğünde yayınlanan eserdeki makalelerin çoğu, “ilkel”
karakteristiklere sahip yerel düzeyli organizasyonların, devlet istibdadına rağmen, Ortadoğu
bağlamında inkişaf ettiğini ve demokratikleşme için en iyi ümidi sunduğunu iddia ederek
benzer bir perspektif alır.
30
Gellner, 1983.
29
[623]
Kâzım Uzun
bırakmayan Ortodoks İslam’ın kendisinin başarısı olarak anlaşılmıştır. Bu
açıdan bakıldığında, “Kalvinist” Ortodoks İslam’ın başarısı Ortadoğu’da böyle
bir gelişme için hiçbir alan bırakmaması ise, seküler ve modüler bir sivil
toplumun büyümesine imkân tanıyan Avrupa’da, Katolikler ve Protestanlar
arasında bir açmaz söz konusu demektir. Bundan ziyade, Şerif Mardin’in
kaydı dikkate değerdir; Ortadoğu Müslümanları “bir uzlaşıyla ilgili çatlakları
doldurmak için liderin karizmatik otoritesine, anlaşılmamış olan bir adalet
sistemine itimat etmişlerdir”.31
Bu tartışmalarla ilgili söylenmesi gereken pek çok şey var, ancak bana
göre onlar deneyime yeterince değil ve fakat Kutsal Kitab’a çok fazla güç
atfediyorlar. Bunun yerine, kutsal ve seküler otorite arasındaki aktüel
ayrışmaya, devletin bunaltıcı baskıcılığı ve bunun neticesi olan
gayrimeşrulaşmaya ve de Müslümanların politik katılımdan tesadüfi
çekilmelerine karşıt bir noktadan bakmak daha yararlı olacaktır. Ayrıca,
Ortadoğu’da tiranlığın olması, prensipte devletin gücünü dengeleyebilen
demokratik yerel toplulukların yokluğunun bir neticesi olarak görülmemelidir.
Bu durum ayrıca İslam’ın, bağımsız yargı için hiçbir alan bırakmaksızın bütün
hukuku kendi alanı içerisine çekme kapasitesinin de bir neticesi değildir.
Bunlar yerine söz konusu hal öncelikli olarak, hem siyasal yönetime katılımı
aktif olarak engelleyen hem de sivil bir aktör olmaya yönelik her düşünceyi
ahlaken şüpheli kılan somut despotizm gerçeğinin bir neticesidir.32
Doğruluk ve Kural
Makalenin bu son kısmında, tezimi, kuzey Pakistan’daki yeni bir siyasi
hareketin oldukça kısaltılmış tarihiyle örneklendirerek izah etmek istiyorum. 33
Bu bölge etkileyici bir politik eylem tarihine sahip olmuştur, zira dini liderler,
genellikle Sufiler, toplumlarının özerkliğini tehdit eden kolonyal güçlerin
tecavüzlerine karşı sık sık boy mensuplarını birleştirmek için harekete
geçmişlerdir. Son zamanlarda bu liderler çok büyük ihtimalle yerel camilerin
31
Mardin, 1996: 286.
Richard Antoun’un kaydettiği üzere, devletin keyfiliği ve baskıcı karakteri sıradan
Müslümanlar açısından, “siyasal roller seçkin karşıt, politikalar yıkıcı ve siyasetle alakalı çoğu
faaliyetin anti dinî, gayri ahlaki ve sosyal doku bakımından zararlı” olduğu anlamına gelir.
Antoun 1989: 202.
33
Bu harekete dair malumatım yayınlanan gazete haberleri ve yerli görgü tanıklarının
raporlarına dayanmaktadır ki, bu tanıklardan özellikle Peşaverli Dr. Şîr Muhammed Han’a
nazik yardımı ve analizi dolayısıyla teşekkürlerimi sunmak isterim.
32
[624]
Adalet ve Zulüm: Orta Doğu’da Hukuk ve Devlet
mollaları olmuştur34 – molla bir köye atanan maaşlı bir memur ve bu sebeple
de az onurlu bir adam olarak kabul edildiğinden, bu konum [mollalık] boy
mensupları tarafından geleneksel olarak hor görülmekteydi. 35 Ancak öyle
anlaşılıyor ki, Cemaat-i İslamî’nin himayesindeki bağımsız Pakistan
medreselerinde eğitim gören yeni nesil eğitimli Müslümanlar tarafından
yayılan Ortodoks propaganda, Mevlana, Mevlevi ve Fakîh gibi unvanlar alan
–ki bu unvanlar onların İslam fıkhı alanında eğitim aldığına ve bu nedenle de
saygı duyulması gereken insanlar olduğuna işaret eder– yerel camilerdeki
karizmatik vaizler tarafından doldurulacak manevi bir boşluk bırakarak
Sufizmi bölgede daha az saygıdeğer bir hale getirdi.
Muhalif kanat da değişmişti. Düşman konumunda olan önceleri istilacı
kolonyal bir güç iken, sonraları bu konumda, bölgedeki yayılmacı varlığı
İngiltere’nin o zamana kadar yaptığından çok daha öteye geçen görünüşte
Müslüman bir devlet olan Pakistan (kelime anlamı olarak karşılığı Pak Ülke)
vardı. Şu anda adlî sistemi, siyasal düzeni ve orduyu idare eden Pakistan
hükümetiydi; ve hükümet vergilendirme, cezalandırma ve eğitme iktidarına
sahipti. Bu arttırılmış devlet nüfuzu şartları altında, direniş de daha hırslı bir
şekilde yayılmıştır. Geçmişte ayaklanmalar tamamen istilacı bir orduyu
yenmek ve sınır dışı etmek amaçlıyken, daha sonraki gaye devletin kendisini
yıkmak olmuştur.
Bu sürecin iyi bir tasviri, ekonomik açıdan sıkıntılı ve politik olarak da
tecrit edilmiş Dir bölgesinden itici gözlüklü bir köy mollası olan Mevlana Sufi
Muhammed’in sıra dışı kariyerinde bulunabilir. Kutsal Kitab’a son derece sıkı
bir şekilde bağlı olan Mevlana, takvası ve ilmi sayesinde uzunca süre
takipçilerini Miadan beldesindeki camiye çekmiştir. Bunun yanı sıra o
Cemaat-i İslamî partisine katılmak suretiyle yerel siyasette aktif bir rol
üstlendi ve bölgesinde iki kez Belediye Meclisine seçildi. Ünü yayılmaya
devam ederken o, yerel bağışlar ve partinin yardımlarıyla inşa edilen bir
medrese kurdu. Çok geçmeden öğrenciler, fakir insanlar ve küçük arazi
sahiplerinden müteşekkil bir camianın sadakatini kazandı. İktidar partisi PPP
(Pakistan Halk Partisi)’deki güç mevkilerini tutmuş olan Seçkin hanlar ile
Müslüman Birliği partileri, tıpkı kendisini ruhani liderleri olarak kabul eden
34
Daha önceki isyanlarla ilgili malumat için bakınız, Lindholm (1979, 1986), yeni basım,
Lindholm (1995); Ahmed (1993).
35
Yüzyılın dış politikalarının değişiminde Molla Hadda’nın rolü ile ilgili olarak bakınız,
Edwards (1996). Bu [molla] unvanına rağmen, o gerçekte geleneksel bir Sufi kişilikti.
[625]
Kâzım Uzun
başka Mevlana ve Mevlevilerin yaptığı gibi ona destek verdiler. 1989 yılında
Cemaat-i İslamî ile yaşanan ayrılıktan sonra Mevlana TNŞM’yi (Tehrik-i
Nifaz-ı Şeriat-i Muhammedî’nin kısaltması) kurmak için destekçilerini bir
araya toplayıp örgütledi. Bu ismin de işaret ettiği üzere, TNŞM bilhassa Şer’i
hukukun tatbikiyle ilgiliydi ki, grup bunu Pakistan hükümetinden talep etmiş,
ancak bir netice alamamıştı.
İşler, TNŞM’nin faaliyetleri değil ancak Pakistan Yargıtayı’nın 1994
Şubat ayında aldığı, yerel seçkinler tarafından yönetilen geleneksel kabile/boy
mahkemelerinin artık yasal olarak geçerli olmadığı ve bunların yerini, ülke
genelinde Pakistan medeni hukukunu kullanarak işlem yapacak olan resmi
idare mahkemelerinin almak durumunda olduğu yönündeki kararıyla değişti.
Kendi kendini idare ve yerel ölçekli karar alma aygıtlarının son kalelerinden
biri olan geleneksel mahkemeleri yok etmek suretiyle, Pakistan Devleti, son
halde devletin kontrol ettiği yargı sistemine güvenmek mecburiyetinde kalan
insanların hayatına daha önce hiç yapmadığı kadar derin bir şekilde
müdahalede bulunmuş oldu. Söylenenlere göre, mahkemelerdeki yargıçlar
yozlaşmış ve bölgesel gelenekler konusunda çok az bilgiye sahipken, devlet
eğitimli fakîhler çakallardan biraz daha iyilerdi.
Özerkliklerine yönelik böyle bir tehditle karşı karşıya kalan yerli
insanlar, TNŞM’nin, devlet okullarında değil bağımsız İslamî ilim
merkezlerinde eğitim görmüş adil ve dürüst Müslümanlar tarafından
yönetilecek şeriat mahkemelerinin kurulmasına ilişkin çağrısına kulak
vermeye hazır hale geldi. Mayıs ayına gelindiğinde, TNŞM eylemcileri
geleneksel siyah İslamî isyan sarıkları giyerek Malakand bölgesinde yolları
kapattı ve Şeriatın derhal yürürlüğe konmasını talep ettiler. 36 İsyanın boyutu
ve sertliği karşısında şaşkına dönen hükümet Mayıs ayının 16’sında bölgede
Şer’i hukukun uygulanması yönünde karar verdi. Ancak, reformlar güç
yapısını değiştirmeye yetmedi. Bunun yerine, yargı mensuplarına yalnızca,
müddeilerin şayet isterlerse İslam hukukuna göre yargılanabileceği konusunda
talimat verildi. Böylece hem medeni hukuk hem de şeriat, TNŞM liderleri
devre dışı bırakılarak daha önceki aynı hâkim ve avukatların kullanılması
suretiyle devlet otoritesinin altında bir arada var olmak durumunda kaldı.
Devletin takip ettiği politika yüzünden zaten kızgın olan TNŞM
destekçileri, Kasım ayının başlarında, Sufi Muhammed’in tutuklandığı
36
Bu başkaldırının tarihî örnekleriyle ilgili olarak daha fazla malumat için bakınız, Edwards
(1996).
[626]
Adalet ve Zulüm: Orta Doğu’da Hukuk ve Devlet
söylentisi yüzünden ayaklandı. Birden bire gelişen bu protesto esnasında,
protestocular yeniden yolları kapattı; bu defa ayrıca, karşı koyan bir tanesini
öldürdükleri birçok resmi görevliyi esir alarak havaalanını ve kamu binalarını
ele geçirdiler. Ayaklanmanın merkezi, olaylara tahminen 5000 kişinin
katıldığı ve yaklaşık 60 resmi görevlinin esir olarak tutulduğu Yukarı Swat
bölgesindeki Matta idi. Matta, Benazir Butto’nun seçilmesinden önce Pakistan
Halk Partisi için oldukça önemli bir merkezi teşkil ediyordu. Matta aynı
zamanda, yerli halkın PPP’nin sosyal reform programını desteklemek için
toplandığı Svat bölgesinde yapılan mitinglerin en kalabalığının gerçekleştiği
yer idi. Ancak PPP’nin yönetimi devralmasının ardından beklenen sosyal
reform gerçekleşmedi ve hayal kırıklığına uğrayan halk TNŞM davasını takibe
hazırlandı.
İsyanın silahlı bir hale gelmesi yüzünden37, bölge civarından gelen
askerlerden müteşekkil seçkin bir paramiliter organ olan Sınır Bölüğü buraya
çağrıldı. İsyancılar avantajı ele geçirdi ve yerli halka bu cihad hareketinde
kendilerine katılmaları için çağrılar yaptılar. Sufi Muhammed, Sınır Bölüğü
tarafından Dir bölgesinde bulunan evinden alındı ve kendisinin canlı olduğu
görülsün ve ayrıca barış talebinde bulunsun diye çatışma hattının ön tarafına
götürüldü. Gazetelerin izahlarına göre o, “gözlerindeki yaşlarla” destekçilerine
Müslüman kardeşleriyle savaşmamalarını söyledi. Buna rağmen hadisenin
ardından ağır bir çatışma gerçekleşti ve yollar yeniden açılıp, esirler serbest
kalmadan önce her iki taraftan da pek çok kişi hayatını kaybetti. Bütün bu
kanlı olaylar süresince, TNŞM sürekli olarak Pakistan Devleti’nin
meşruluğunu reddetti. TNŞM liderlerinden bir tanesinin gururla ifade ettiği
üzere: “Mevcut yasalar bizim için kabul edilemezdir”. Bu tutumu sembolize
etmek adına Sufi Muhammed, Pakistan’ın kurucusu Muhammed Ali
Cinnah’ın portresinin bulunduğu odalarda müzakereler için toplanmayı ve
hatta bu odalara girmeyi dahi reddetti.
Otoriter hükümetin sıkı tedbirleri sayesinde dayattığı sükûnet hali
oldukça kısa ömürlü oldu. Bir ay sonra daha fazla gösteri gerçekleşti, bu
kapsamda bölge havalisinden gelip toplanan protestocuların tüm mahkûmların
serbest bırakılmasını talep etmesi üzerine, hükümet isteksiz bir şekilde bu
talebi kabul etti. Bu sırada, Sufi Muhammed, resmi görevlilerin değil
37
Hem bölgeye ithal edilen gelişmiş silahlar hem de İslam devrimi ideolojisi açısından
bakıldığında, Afganistan’ın bu ayaklanmadaki etkisinin genellikle Pakistan hükümetinin
baskısıyla gerçekleştiği şeklinde yorumlanmıştır.
[627]
Kâzım Uzun
kendisinin ve arkadaşlarının Şeriat mahkemelerine yargıç olarak atanması ve
medeni hukukun feshedilmesi konusundaki ısrarını sürdürdü. Hapsedilen ve
daha sonra serbest bırakılan Sufi Muhammed İslam fıkhına aykırı olduğunu
iddia ettiği bir arazi vergisine karşı başka bir kalabalık protesto organize etti.
Yeniden tutuklandı ve ardından yine serbest bırakıldı ancak Svat bölgesine
girişi yasaklandı. Şu anki son halde, TNŞM sakin ve pasif bir durumda
bulunuyor, ancak bunun çok üzün süre devam etmeyeceği gayet açık, zira
daha fazla radikal TNŞM üyesi yüksek kesimlere yönelmiş ve açıkça silahlı
isyan çağrısı yapmaktalar.
Sonuç olarak; TNŞM’nin hızlı yükselişi, oldukça geniş bir güce sahip
olmasına rağmen devletin Kuzey Pakistan’da meşruiyet kazanamadığına işaret
ediyor. Aslında devletin genişleyen alanı paradoksal bir şekilde, onun dışında
ve karşısında yer alan bu sosyal aktörlere kesin olarak daha fazla güç verme
konusunda hizmet etti. Günümüzde bu grupların en çok dikkat çekeni
kendilerini, kişisel çıkarlarını veya devletin çıkarlarını göz önünde
bulundurmaksızın yalnızca dinî öğretiye dayanarak hüküm veren takva ehli
Müslüman yargıçlar olarak tanımlayan yerli mollalardır. Bir diğer paradoks
ise, mollalara karşı tek bağımsız alternatif olan geleneksel yerel kabile/boy
mahkemelerini bertaraf etmek suretiyle devlet kendisini güçlendiremedi ve
fakat onun yerine, hiç olmadığı kadar güçlü ve şiddet içeren bir muhalefetle
karşı karşıya kaldı. O zaman şu halde, Weber’in aksine, en azından Kuzey
Pakistan’da kadı hukukunun devlet baskısının nedeni değil neticesi olduğunu;
ve ayrıca sivil toplumun gelişiminin kaçınılmaz bir şekilde modern devletin
büyümesiyle eş zamanlı olarak gerçekleşmediğini ifade edebiliriz. Bunun
yerine ise, tam aksi bir seyrin gerçekleşmesi mümkün olabilir.
KAYNAKLAR
Ahmed, Akbar, 1993. Resistance and Control in Pakistan. Oxford.
Antoun, Richard, 1989. Muslim Preacher in the Modern World: A Jordanian
Case Study in Comparative Perspective. Princeton.
Barth, Fredrik, 1961. Nomads of South Persia. Boston.
Bulliet, Richard, 1994. Islam: the View from the Edge. New York.
Edwards, David, 1996. Heroes of the Age: Moral Fault Lines on the Afghan
Frontier. Berkeley.
Eickelman, Dale, 1992. "The Art of Memory: Islamic Knowledge and its
Social Reproduction". Comparing Muslim Societies:
[628]
Adalet ve Zulüm: Orta Doğu’da Hukuk ve Devlet
Knowledge and the State, in a World Civilization. içinde,
edisyon Juan Cole, Ann Arbor.
1985. Knowledge and Power in Morocco: the Educaiton of a
Twentieth Century Notables. Princeton.
Gaffney, Patrick, 1987. "Authority and the Mosque in Upper Egypt: the
Islamic Preacher as Image and Actor". Islam and the
Political Economy of Meaning: Comparative Studies of
Muslim Discourse, içinde, edisyon William Roff, London.
Gellner, Ernest, 1996. "The Importance of Being Modular". Civil Society,
içinde, edisyon, John A. Hall, Oxford.
1983. Nations and Nationalism. Oxford ve Ithaca.
Gibb, H. A. R., 1955. "Constitutional Organization". Law in the Middle East,
içinde, edisyon, M. Khadduri ve H. Liebesny, Washington
DC.
Goitein, S. D., 1966. Studies in Islamic History and Institutions. Leiden.
Goldziher, Ignaz, 1981. Introduction to Islamic Theology and Law. Princeton.
Hodgson, Marshall, 1974. The Venture of Islam: Conscience and History in a
World Civilization. 3 Cilt. Chicago.
Lambton, A. K. S., 1980. Theory and Practice in Medieval Persian
Government. Aldershot.
Lindholm, Charles, 1996a. The Islamic Middle East: An Historical
Anthropology. Oxford.
1996b. "Despotism and Democracy: State and Society in the
Premodern Middle East". Posnan Studies in the Philosophy
of the Sciences and the Humanities, XXII, ss. 329-55.
1995. Frontier Perspectives: Essays in Comparative
Anthropology. Karachi.
1986. "Leadership Categories and Social Processes in Islam:
The Cases of Dir and Swat". Journal of Anthropological
Research, XLII, ss. 1-13.
1979. “Contemporary Politics in a Tribal Society: An
Example from Swat District, NWFP, Pakistan”. Asian
Survey, XIX, ss. 484-505.
Makdisi, George, 1985. "Ethics in Islamic Traditionalist Doctrine". Ethics in
Islam, içinde, edisyon, Richard Hovannisian, Malibu.
1983. "Institutionalized Learning as a Self-Image of Islam".
Islam's Understanding of Itself, içinde, edisyon, Speros
Vyronis. Los Angeles.
1981. Tlie Rise of Colleges: Institutions of Learning in Islam
and the West. Edinburgh.
[629]
Kâzım Uzun
Mardin, Şerif, 1996. "Civil Society in the Middle East". Civil Society, içinde,
edisyon John A. Hall, Oxford.
Massignon, Louis, 1982. The Passion of al-Hallaj: Mystic and Martyr of
Islam. çev., Herbert Mason. 4 Cilt, Princeton.
Messick, Brinkley, 1993. The Calligraphic State: Textual Domination and
History in a Muslim Society, Berkeley.
Mullaney, Frank, 1992. The Role of Islam in the Hegemonic Strategy of
Egypt's Military Rulers (1932-1990). Cambridge Mass.:
Doktora Tezi, Harvard Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü.
Munson, Henry, 1993. Religion and Power in Morocco. New Haven.
Norton, A. Richard (ed.), 1995. Civil Society in the Middle East. Leiden.
Seligman, H. 1964. “The State and the Individual in Sunni Islam”. Muslim
World, LIV, ss. 14-26.
Vatter, Sherry, 1993. "Journeymen Textile Weavers in Nineteenth-Century
Damascus: A Collective Biography". Struggle and Survival
in the Modern Middle East, içinde, edisyon, Edmund Burke
III, London.
[630]
Download