küreselleşme iş gücünün ayağını bağlıyor

advertisement
sanayi kongresi
Araştırmacı Yazar Mustafa Sönmez, “İmalat Sanayinin Yeri ve AB'nin Konumu: 2000-2006” başlıklı
konuşmasında Türkiye'nin kur politikasını ele aldı...
KÜRESELLEŞME İŞ GÜCÜNÜN AYAĞINI BAĞLIYOR
Türkiye'de yatırım
iklimi kalmadığında
yatırımcıların gözlerini yavaş yavaş yurt
dışına dikmeye başladıklarına dikkat
çeken araştırmacı
yazar Mustafa
Sönmez, Türkiye'nin
sermaye ihracının
11,5 milyar doları
bulduğunu kaydetti. Bunun bir model olmaya başlaması
durumunda irili ufaklı bir sürü firmanın Koç Grubu'nu takip
etmeye başlayacaklarına dikkat çeken Sönmez, bu ülkenin
insanlarının alın teriyle biriktirilen sermayenin burada kalıp
insanlara yeni istihdam alanları açması gerekirken, yurt dışına
sermaye ihracı olarak gitmesinin buradaki insanları tekrar
işsizliğe götüreceğinin altını çizerek; “Çünkü küreselleşmenin ikiyüzlülüğü şudur: Parayı, malı serbest bırakır;
ama iş gücünün ayağını bağlar, 'hiçbir yere gidemezsin' der.
Dolayısıyla, bunun da böyle negatif etkileri olacaktır” dedi.
Kongrede “Türkiye'de Dış Girdi Ağırlıklı Sanayileşme ve
İhracata Yönelik Sanayileşme” konu başlığı altında yapılan
oturumda konuşan araştırmacı yazar Mustafa Sönmez,
Avrupa Birliği ile sürdürülen Gümrük Birliği'nin aslında
Türkiye'nin lehine işlemediğini vurguladı. Özellikle Asya'dan
yapılan ithalatın yürütülen kur politikasının da etkisiyle
Türkiye'deki ara sanayileri ve rekabette direnme gücü
olmayan küçük firmaları ciddi ölçüde zaafa uğrattığını ve
bundan dolayı da iş gücü kaybına yol açtığını belirten
Sönmez, Gümrük Birliği'nin Türkiye'ye şimdiye kadar ne
getirip, ne götürdüğünün ciddi olarak tartışılıp, masaya
yatırılması gereğini kaydetti. Yürütülen kur politikasının da
çok ciddi olarak, ısrarla sorgulanması gerektiğini vurgulayan
Sönmez, “Bu kur politikası, belki gerçekten sadece fiyat
denetimine yarıyor; ama buna karşılık Türkiye'nin ciddi
ölçüde dış girdi ithalinde yerli üreticisini korumasız bırakıyor.
Yerli istihdamına ciddi ölçüde zararlar veriyor ve ithalatı
kamçıladıkça, cari açığını ileri boyutlara ulaştırıyor.
Dolayısıyla kur politikasının mutlaka sorgulanması ve bu
sermaye hareketlerinin kontrol altına alınması gerekiyor.
Sermaye hareketlerini bu kadar libere tutan bir ekonominin,
daha sağlıklı ve sürdürülebilir bir büyümeyi ve kalkınmayı
gerçekleştirmesi güç görünüyor” dedi.
Sanayici Türkiye Ekonomisini Öldüren Sürecin Esiri Olmaya
Başlıyor
Konuşmasında özellikle yürütülen kur politikası üzerinde
duran Sönmez, parmak basılması gereken önemli noktalardan
birisinin aşırı değerli kur politikasının giderek bir alışkanlık
yaratması olduğunu dile getirdi. “Bunu bazı sanayiciler de
avantajından yararlanmak için benimsediler, içselleştirdiler
ve dışarıdan ciddi ölçüde borçlanıyorlar” diyen Sönmez,
dışarıdan borçlanmanın daha az maliyetli olmasından dolayı
Türkiye'nin en büyük 500 sanayi firmasının dışarıdan
borçlandığına dikkat çekti. Bu firmaların dışarıdan
borçlanırken güvendikleri şeyin kur politikasının böyle devam
etmesini ummaları ve istekleri olduğunun altını çizen Sönmez,
bundan dolayı bu politikanın ister istemez tarafı durumuna
geldiklerini ve bunun için lobi yapmaya başladıklarını
kaydederek, “Aslında Türkiye ekonomisini bir yandan
kemiren, öldüren sürecin esiri olmaya başlıyorlar ve ister
istemez bizzat sanayicinin kendisi borç yükünden dolayı, bu kur
politikasının tutkunu ve bir tür uyuşturucu müptelası gibi
oluyor, onun savunucusu durumuna geçiyor.”
Küreselleşmenin İkiyüzlülüğü: Malı Serbest Bırak, İş Gücünün
Ayağını Bağla
İkinci noktanın da Türkiye'de yatırım iklimi kalmadığında
yatırımcıların gözlerini yavaş yavaş yurt dışına dikmeye
başlamaları olduğunu ifade eden Sönmez, tekstilcilerin ucuz
enerji ve hükümetin sağladığı avantajlar nedeniyle Mısır'a
gitmeye başladıklarına dikkat çekti. Vestel'den Koç'a kadar
firmaların Çin'e gitmeye başladığını belirten Sönmez,
Türkiye'nin sermaye ihracının 11,5 milyar doları bulduğunu
kaydederek, bunun ciddi bir sermaye ihracı anlamına
geldiğinin altını çizdi. Sönmez şöyle konuştu: “Son olarak
rakamlara baktım, 11,5 milyar doları bulmuş Türkiye'nin
sermaye ihracı. 11,5 milyar dolar ciddi bir sermaye ihracıdır
ve bu bir model olmaya başlarsa, Türkiye'de özellikle Koç
Grubu ne yaparsa irili-ufaklı firmalar onları takip etmeye
başlar. Koç'un sanayi üretimini Çin'e taşıması ki; bu çok
negatif bir şeydir; bu ülkenin insanlarının alın teriyle sermaye
biriktirilip, burada yatırım yapılarak onlara tekrar istihdam
olarak sunulması gerekirken; bunu yapmayıp, dışarıya
sermaye ihracı olarak gitmesi buradaki insanları tekrar
işsizliğe götürür. Çünkü küreselleşmenin ikiyüzlülüğü şudur:
Parayı, malı serbest bırakır; ama iş gücünün ayağını bağlar,
'hiçbir yere gidemezsin' der. Dolayısıyla, bunun da böyle
negatif etkileri olacaktır.”
Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576
23
sanayi kongresi
“TMMOB Sanayi Kongrelerinde Önerilenler ve Sanayide Gerçekleşenler (Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım)”
oturumunda kalkınma planları karşılaştırmalı olarak değerlendirildi...
İSTİHDAM ODAKLI BİR SANAYİ MODELİ GÜNDEME GELMEK
ZORUNDA!
Kongre Yürütme Kurulu Üyesi Makina Mühendisi S. Melih
Şahin, Türkiye'nin sanayileşme ve kalkınma politikalarını
uzun erimli hazırlayamadığı için aynı kulvarda yarıştığı
birçok ülkenin gerisinde kaldığını vurgulayarak, “Bugün
geldiğimiz nokta, işsizlik ve istihdam açısından ülkemizi
gerçekten yıkıcı bir noktaya getirmiştir” diye konuştu.
Kongre Yürütme Kurulu Üyesi Makina Mühendisi Dinçer
Mete de Türkiye'de 1960'lı yıllarda İtalya'nın referans
alındığını kaydederek, o dönemlerde “İtalya'ya ne zaman
yetişiriz?” konusunun tartışıldığını, sonrasında ise Portekiz,
İspanya ve Yunanistan'ın gündeme geldiğini, Türkiye'nin
kendisine referans aldığı ülkeler çıtasının sürekli düştüğüne
dikkat çekti. Kongre Yürütme Kurulu Üyesi Yavuz Bayülken
ise Türkiye'nin 2007 yılında yüksek faiz politikasıyla
yürüyen, cari açığı çok yüksek ve yatırım yoğunluğu giderek
azalan bir sanayileşme tablosu ile karşı karşıya geldiğinin
altını çizerek; “Planlama, kalkınma, refah ile bunların
topluma refah olarak yayılmasını, istihdam odaklı bir
ekonomi ve sanayi modelini gündeme getirmek zorundayız”
diye konuştu.
Sanayi Kongresi 2007'nin ilk günü, “TMMOB Sanayi
Kongrelerinde Önerilenler ve Sanayide Gerçekleşenler
(Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım)” oturumu yapıldı. Oturum
Başkanlığını İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) Yönetim
Kurulu Başkanı Taner Yüzgeç'in yaptığı oturuma; Kongre
Yürütme Kurulu Üyeleri Yavuz Bayülken, S. Melih Şahin ve
Dinçer Mete konuşmacı olarak katılarak, Kongrelerin ilkinin
yapıldığı 1962 yılından başlayarak, 2007 yılına kadar genel
bir değerlendirme yaptılar ve sanayide gerçekleşenleri
karşılaştırmalı olarak ele aldılar.
Türkiye Kalkınma Politikalarını Uzun Erimli Hazırlayamadı
Kongrede “TMMOB Sanayi Kongrelerinde Önerilenler ve
Sanayide Gerçekleşenler (Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım)”
başlıklı oturumda konuşan Kongre Yürütme Kurulu Üyesi
Makina Mühendisi S.Melih Şahin, Türkiye'de 1930'lu
yıllarda Beş Yıllık Sanayi ve Kalkınma Planlarından başlayan
ve 1963 yılından itibaren de Beş Yıllık Kalkınma Planları ile
devam eden süreci, 2007 yılında yürürlüğe giren 9. Kalkınma
24
Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576
Planı'na kadar ele alarak, planlarda öngörülenlerle sanayide
gerçekleşenleri karşılaştırmalı olarak değerlendirdi. Türk
Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) tarafından
1964 yılından itibaren düzenlenen Sanayi Kongrelerinde;
planlama, kalkınma, sanayileşme başlıkları altında yapılan
saptamaları bir bütün halinde ele alan Şahin, Türkiye'nin
sanayileşme ve kalkınma politikalarını uzun erimli
hazırlayamadığı ve uygulayamadığı için aynı kulvarda
yarıştığı birçok ülkenin gerisinde kaldığını vurgulayarak,
“Bugün geldiğimiz nokta, işsizlik ve istihdam açısından
ülkemizi gerçekten yıkıcı bir noktaya getirmiştir. Birçok
kongremizde vurguladığımız gibi; uzun soluklu, sistemli
sanayi ve teknoloji politikaları, bu politikaları ete-kemiğe
büründüren planlama olmadan, istihdam odaklı bir büyüme
ile refaha ulaşmanın mümkün olmayacağını belirtmek
istiyorum” diye konuştu.
Türkiye'nin Kendine Örnek Aldığı Ülkeler Çıtası Sürekli Düşme
Eğiliminde
Aynı oturumda konuşan Kongre Yürütme Kurulu Üyesi
Makina Mühendisi Dinçer Mete, Şevket Pamuk'un “Dünyada
ve Türkiye'de İktisadi Büyüme” sunumuna değinerek,
Türkiye'nin 1820-2005 yılları arasında yaşadığı gelişmeleri
karşılaştırmalar yaparak, ele aldı. Türkiye'de 1960'lı yıllarda
sanayi kongresi
ekonomisinde, sanayileşmesinde ve adaletinde bir bozukluk
var demektir. İşte tam bu sırada bunların konuşulmasının,
gerek Türkiye'de, gerekse bu çevreleri daha da genişleten
farklı çevrelerde, bizimle aynı düşünmeyen çevrelerde de
önemli yansımaları olacağına inanıyorum.”
İtalya'nın referans alındığını vurgulayan Mete, o dönemlerde
“İtalya'ya ne zaman yetişiriz?” konusunun tartışıldığını, hatta
1990'lar için tarih verildiğini kaydetti. Sonrasında ise
Portekiz, İspanya ve Yunanistan'ın gündeme geldiğini
anımsatan Mete, Türkiye'nin kendisine referans aldığı ülkeler
çıtasının sürekli düştüğüne dikkat çekti. Mete şöyle konuştu:
“Türkiye'de 1960'larda referans alınan ülke İtalya. 'İtalya'ya
ne zaman yetişiriz?' tartışılıyor, 1990'lar için tarih veriliyor.
Daha sonra 'Portekiz, İspanya ve Yunanistan ile ne olur?'
tartışılmaya başlanıyor. En sonunda bunlarla da aramız
açılmaya başladığı zaman, biz tekrar Güney Kore, Çin;
bunlar da giderse geriye kalan Afrika ülkeleri ve Asya'nın
gelişmemiş ülkelerini karşılaştırmaya başlayacağız. Bu da
bize, referans aldığımız yerler noktasındaki sürekli geri kayışı
gösteriyor. 55 ülke içerisinde karşılaştırmalı performans
açısından rekabet indeksimiz 48. Ekonomik başarı
ve benzeri değerleri ele aldığımızda iş verimliliği
dışında pek de iç açıcı değerlendirmeler
olmadığını görüyoruz.”
“İstihdam Odaklı Bir Sanayi Modelini Gündeme Getirmek
Zorundayız”
Sanayi Kongrelerinde 1960-1962'lerden, 1980'lere kadar
gelen ithal-ikameci dönemin bütün boyutları ile bu Sanayi
Kongrelerinde incelendiğini ve kıyaslamalar yapıldığını
kaydeden Bayülken; 1980'lerde Dördüncü Beş Yıllık
Kalkınma Planı'nın tam ortasında, planın rafa kaldırılma
durumuna kadar geldiğini anımsattı. İhracatı model alan bir
sanayileşmeye geçildiğini ve birtakım verilerin değiştiğini
bildiren Bayülken; Türkiye'nin yabancı sermayeye açıldığını,
dış borçların çıkmaya başladığını, sanayileşmenin yavaş
yavaş rafa kaldırılmaya başlandığını, ithalatın ilk defa o
dönemlerde hız kazanmaya başladığını vurguladı.
Değerlendirmelerini 1994'ten başlayarak, 2007 yılında kadar
sürdüren Bayülken, “1994'lerde ilk büyük krizin içinden
geçmişiz, 2001'lerde bir başka kriz daha Türkiye sanayisini
sarsmış. Bugün geldiğimiz 2007 noktasında; dışa bağımlı,
özellikle ara mallarıyla dışa bağımlı, düşük kur ve yüksek faiz
politikasıyla yürüyen, cari açığı çok yüksek ve artık yatırım
yoğunluğunun giderek azaldığı bir sanayileşme tablosuyla
karşı karşıya gelmişiz. Tam bu noktada; planlama, kalkınma,
refah ile bunların topluma refah olarak yayılmasını, istihdam
odaklı bir ekonomi ve sanayi modelini gündeme getirmek
zorundayız” diye konuştu.
Bugün Planlamaya Her Zamankinden Çok İhtiyaç Var
Kongre Yürütme Kurulu Üyesi Makina Mühendisi
Yavuz Bayülken de konuşmasında kongrenin
konusunun seçiminde zamanlama açısından da
doğru hareket ettiklerini ifade ederek, dünya ve
Türkiye ekonomisinin bugün her zamankinden
daha çok bir planlamaya ihtiyaç duyduğuna dikkat
çekti. Kalkınma, refah, istihdam kavramlarının ve
olgularının en fazla bugün tartışılması gereğine
inandığını vurgulayan Bayülken, bunun nedenini
şöyle açıkladı: “Çünkü dünya; küresel gelirin
yüzde 50'sini, yüzde 1'e; geri kalan yüzde 50'sini
yüzde 99'a bırakıyorsa, bu dünyanın
Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576
25
sanayi kongresi
Abdullah Aysu, Atatürk'ün “Milletin Efendisi” diye tanımladığı köylünün, çok uluslu şirketlerin elinde
“global köle”ye dönüştüğü uyarısında bulundu...
KÖYLÜ “GLOBAL KÖLE” OLDU…
piyasayı, özel sektörün güçlü olmaması ve dünya bunalımıyla
çakışması nedeniyle terk ettiğini ve yerine devletçilik
politikasına yöneldiğini ve bu yönelimle birlikte tarımda ciddi
atılımlarda bulunulduğunu kaydeden Aysu, devletin ciddi
tarımsal KİT'ler oluşturduğunu ve bugün satılmaya çalışılan
birçok KİT'lerin temelinin ve gelişiminin o döneme denk
geldiğini anımsattı. Bu KİT'lerin en önemlilerinden birinin
Şeker Fabrikaları olduğunu vurgulayan Aysu, Cumhuriyet
döneminde şekerpancarı olmadığından üretilemediğini, bu
nedenle şekerin dışarıdan alındığını belirterek, şekerin ülkeye
“medeniyeti” getirdiğinin altını çizdi. Şekerin Türkiye'nin
kültürünü değiştirdiğine dikkat çeken Aysu, “Şeker tarıma
çağdaşlığı, modernizmi getirmiştir. Türkiye Şeker Fabrikaları
ile birlikte Türkiye, düzenli bahçeleri görebilmiştir. O döneme
kadar tüm bahçeler, özellikle de saray bahçeleri, yüksek
duvarların ardında gizli olan bahçeler görülmüyordu. Ama
şeker fabrikaları ile birlikte düzenli bahçeler, yaşam alanları
ve sosyal alanlar oluşmuştur” diye konuştu.
Uygulanan neo-liberal politikalarla tarımın bitme noktasına
geldiğinin altını çizen Abdullah Aysu, kamuya malını
satamayan çiftçi için varılacak son aşamanın bir sahip aramak
olduğuna dikkat çekerek; “Son aşama olarak; biz artık
kamuya malımızı satamayacaksak, kooperatiflerimize
satamayacaksak, köylü olarak kendimize bir sahip bulmamız
lazım. Sahibimiz, şirketlerdir; çok uluslu şirket bulacağız,
gideceğiz onunla sözleşmeli üretim yapacağız. Yaptığımız
sözleşmeli üretimde de asla ve asla bizim inisiyatifimiz yok!”
diye konuştu.
Tarıma “Modernizmi” Şekerpancarı Getirdi
Kongrenin ikinci günü, “Türkiye'nin Planlı Kalkınma
Deneyimi ve Alternatifler” adlı oturumda, “Türkiye'nin
Sanayileşme Politikasının Tarıma Etkisi” konu başlığı altında
bir konuşma yapan Üretici Sendikaları Konfederasyonu
Sözcüsü Abdullah Aysu, Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne
kadar tarım politikalarının gelişimini ele aldı. Türkiye
Cumhuriyeti'nin 1923-29 yılları arasında uyguladığı serbest
26
Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576
Hukukun Kapattığı Cargill'i Meclis'in Çıkardığı Özel Yasalar
Yeniden Açtırdı
Aysu; 2000 yılına kadar gelişen şeker sektörünün,
ekonomiden sorumlu Eski Devlet Bakanı Kemal Derviş'in
zamanında çıkarılan Şeker Yasası ile birlikte özel sektöre
açıldığını anımsatarak, özel sektörün nişasta bazlı şeker
üretimine geçtiğini belirtti. Nişasta bazlı şeker üretiminin
başlaması ile Türkiye tarımında ciddi riskler oluştuğuna
dikkat çeken Abdullah Aysu, nişasta bazlı şekerin ham
maddesinin mısır olduğunu, Türkiye'nin mısırda kendine
yeten bir ülke olmamasından dolayı dışa bağımlı kılındığını
kaydetti. Aysu, nişasta bazlı şeker üretiminin getirdiği riskleri
şöyle tanımladı: “Bir kere nişasta bazlı şeker üretiminin
sağlıklı olup olmadığı dünya üzerinde hâlâ tartışıla
gelmektedir. Ama bizim şekerpancarından ürettiğimiz şekerin
sağlıksız olduğu tartışılamamaktadır, çünkü sağlıklıdır.
Nişasta bazlı şekerin ham maddesi mısırdır ve Türkiye zaten
mısırda kendisine yeterli olmayan bir ülkedir. Dolayısıyla,
üretim aşamasından itibaren Türkiye dışa bağımlı kılınmıştır.
Çiftçilerine, 'siz yüzde 10-15 üretmeyin, başka ülkelerin
çiftçileri üretsin, biz onların ham maddesi ile üretim yapalım'
denilmektedir. Bu tespit edildiği için açıkça söylüyorum,
sanayi kongresi
Türkiye'ye giren mısırların yüzde 80-90'ının genetiği
değiştirilmiştir. İnsan sağlığı ve toprak için risk oluşturan bir
üretim tarzının kendisi getirilip, dayatılmıştır. Bu, 200 bin
besicimizin 'küspe' yani hayvan yeminden alıkonulmasına
neden olunmuştur. Bence en önemlisi de şekerpancarı
üretimine ayrılmış olan arazinin, eko-dengesi bozulmuştur.
Çünkü bir dekar şekerpancarının ürettiği oksijen, üç dekar
çam ormanındakinden daha fazladır.”
Böylece Türkiye'nin eko-dengesinin bozulduğunu; ama bu
konunun Türkiye'de hiç tartışılmadığını kaydeden Abdullah
Aysu, şeker üretimiyle hiç ilgisi olmayan bir bölgeye Cargill
Fabrikası'nın kurulduğuna dikkat çekti. TMMOB ve diğer
sivil toplum örgütlerinin verdikleri mücadele sonucunda
fabrikanın defalarca kapatıldığını; fakat Meclis'in çıkardığı
özel yasalarla yeniden açıldığını belirterek, “Bu fabrikanın
halen ruhsatı yoktur, ruhsatı olmadığından gecekondudur ve
bir türlü kapatılamamaktadır. Fabrikanın kurulduğu yerde
bir tek koçan mısır yetişmemektedir, zeytin bölgesidir, İznik
Gölü'nün kenarındadır. Yani ham maddeden de uzak; ama
bütün ısrarlara rağmen alanla hiç ilgili olmayan bir yere
kurulmuştur” dedi.
“TEKEL'in Özelleştirmesinde Süleyman Demirel Yabancı Tekellerle
İş Birliği Yaptı”
Konuşmasında Tekel'e de değinen Abdullah Aysu, Reji
Şirketi'ne bağlı bir kuruluşken, 1932 yılında 4 milyon lira
karşılığında İnhisarlar Umum Müdürlüğü'ne bağlı bir Genel
Müdürlük haline gelen Tekel'in, yabancı tekellerce sürekli
alınmaya çalışılan bir kurum olduğunu ve 1979 yılında
iktidarda olan Süleyman Demirel Hükümeti'nin programında
“Tekel Özelleştirilmelidir” diye yer alarak, yabancı tekellerle
bu konuda “iş birliği” yapıldığını iddia etti. Aysu, tepkisini;
“Reji'den aldığımız andan itibaren, dış dinamikler ve içeride
onların iş birlikçileri, 'tekrar bunu nasıl ele geçiririz' diye
çalışmalarına başlayarak, sürdürmüşlerdir ve nihayet
1979'da Süleyman Demirel'in hükümet programında “Tekel
özelleştirilmelidir” diye yer alarak, iş birlikçisi bulunmuştur”
cümleleri ile dile getirerek, Tekel'in özelleştirilmesini
eleştirdi. “Oysa ki Tekel; çiftçinin tütününü alan, işleyen ve de
pazarlayan dev bir organizasyona sahip, devlet içinde devlet
olan bir örgütün kendisidir” diyen Abdullah Aysu, Tekel ile
sadece tütünün değil; iyi bira yapımı için arpa, kaliteli şarap
üretimi için de üzüm yetiştiriciliğinin geliştiğini anımsattı.
“Uygulanan Neo-Liberal Politikalarla Hayvancılığı Ortadan
Kaldırmayı Becerdik!”
Tekel ve şeker fabrikalarının Türkiye'nin hemen her
bölgesinde kurulduğunu, insanlara “iş ve aş umudu”
olduğunu kaydeden Aysu, uygulanan neo-liberal politikalar
kanalı ile bunların tek tek ortadan kaldırıldığını vurguladı.
Üretim girdilerinin sağlanması ve çiftçi örgütlerinin
kurulabilmesi için Türkiye Zirai Donatım Kurumları'nın ve
Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri'nin kurulduğunu dile
getiren Aysu, bu sürecin 1950 yılından sonra değişmeye
başladığını ve bu tarihten sonra devletin belirlediği
politikaları uygulamak üzere görevlendirilen, “devlet
vesayeti altındaki kooperatifçiliğe” dönüştürüldüğüne dikkat
çekti. 1950'lerde uygulanan karma ekonomi sistemi içinde,
özel sektörle birlikte Et ve Balık Kurumu, yem sanayi, Süt
Endüstrisi Kurumu (SEK) ve gübre fabrikalarının
kurulduğunu, bu kurumların kurulmaları ile birlikte
hayvancılığın ciddi bir şekilde geliştiğini ifade eden Abdullah
Aysu, bu kurumların özelleştirilmeleri ile birlikte
hayvancılığın çöktüğünün altını çizerek, şöyle konuştu: “SEK
özelleştirildi, sütün fiyatı 18 bin liradan, 12 bin liraya düştü.
Aynı dönemde yem sanayi özelleştiriliyor; yem 8 bin liradan,
20 bin liraya çıktı ve otomatikman hayvancılık çöktü. 1980
yılında 80 milyon olan hayvan sayımız, Et ve Balık Kurumu,
yem sanayi ve SEK'in özelleştirilmesiyle birlikte 41 milyona
kadar geriledi. Biz, hayvansal ürünlerde dışa satım yaparken,
dış alımcı olmaya başladık. Bu şekilde hayvancılık sektörü
çökertildi ve sözünü çok ettiğimiz neo-liberal politikalarla çok
süsleyip, bolca anlattığımız konuların içine hayvancılığı da
katarak, bu şekilde ortadan kaldırmayı becerdik.”
Özelleştirmeler Kuruluş Kanunlarına Rağmen Yapıldı
Bu kurumların özelleştirme süreçleri ile birlikte yoksulluğun
başladığına dikkat çeken Aysu, yerine bir şey ikame
edilmeden bu kurumların özelleştirilmelerini eleştirerek, her
şeyin birden bire yok sayıldığını belirtti. “Neo-liberal
politikalara kendimizi derdest teslim ettik; hiçbir pozisyon
almadan, hiçbir direnç noktası oluşturmadan ve bütün
bunları, kendimizi korumaya almadan yaptık” diyerek
tepkisini belirten Aysu; bu kurumların mülkiyetinin kamuda
kalarak üreticilerin yönetimine teslim edilebileceğini,
kurumların böylece daha verimli çalışmalarının
sağlanabileceğini ve dünyadaki birçok şirketle rekabet
edebilir duruma gelebileceklerini vurguladı. Aysu, SEK'in
Kuruluş Kanunu'nda “Belli bir seviyeye geldikten sonra,
çiftçi örgütlerine ve kooperatiflere devredilir” yazmasına
rağmen özelleştirildiğine dikkat çekti.
Çiftçinin Tüm Bağları Koparılıyor
12 Eylül öncesinde Köy-Koop'ların var olduğunu hatırlatan
Aysu, merkez birliğin kanun gereği SEK'i talep etmesine
rağmen, talebin bir süre “savsaklandığını”, 12 Eylül ile
Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576
27
sanayi kongresi
birlikte Köy-Koop'un da kapatılarak, konunun tartışma dışına
çıkarıldığını kaydetti. Sorunun sadece bu olmadığını belirten
Abdullah Aysu, bütün bunlarla çiftçiliğin ortadan
kaldırılmasının mümkün olmadığını; sürecin tarımı
şirketleştirmeye dönüştüğüne dikkat çekerek, “Bunun için
devletle, köylünün bağını kopartmak gerekiyordu.
Desteklemeleri ve teşvikleri kaldıracaksınız, tarımsal kredi
faizlerini yükselteceksiniz, Tarım Satış Kooperatifleri
Birlikleri ile ilgili kanun çıkarıp, onun entegre tesislerini
anonim şirketlere dönüştürüp, özelleştireceksiniz. Bir yanıyla
devlet ile kamunun bağını koparacaksınız, daha sonra çiftçi
ile örgütünün bağını koparacaksınız ve en son Tohumculuk
Kanunu ile birlikte de çiftçinin, çiftçilikle bağını
koparacaksınız” diye konuştu.
“Çiftçiler Televizyonda Kanun Kaçağı Olarak Teşhir Edilirse
Şaşırmayın!”
Tohumculuk Yasası ile birlikte çiftçilerin kendi ürünlerinden
elde ettikleri tohumu toprağa atarak yeniden ürün elde
etmelerinin yasaklandığına dikkat çeken Aysu, “Biz patlıcan,
biber, çeltik üretebiliriz, her şey üretebiliriz; ama tohum üretip,
tohumumuzu satamayız. Mutlaka şirketler satacak ve ben de
gidip şirketlerden almak zorundayım” diyerek eleştirilerini dile
getirdi. Çiftçilerin şirketlerden alıp üretmemeleri durumunda,
üretilecek ürünlere devletin karar vermesi nedeniyle çiftçilerin
yerli tohumla üretim yapmaları durumunda lisans delmiş
muamelesi göreceğini kaydetti. Aysu, yaşanabilecek olaylara
ilişkin şu uyarılarda bulundu: “Eğer devletin ve şirketlerin
belirlediği çeltiği üretmemişsem, fasulyeyi satmamışsam ve
pazara götürüyorsam; bir gün o fasulyelerle arkamda Ankara
Emniyet Müdürlüğü yazarak televizyonlarda teşhir edilirsem,
28
Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576
çiftçiler teşhir edilirse şaşmayın. Çünkü kanun aynen bu
minvalde düzenlenmiştir; yani kendi ülkenin yerel çeşitlerinden
üretim yapman yasaklanmıştır. Bu da çiftçinin, çiftçilikle
bağının koparılması anlamına geliyor. Geleceğimiz son aşama;
artık kamuya malımızı satamayacaksak, kooperatiflerimize
satamayacaksak, köylü olarak kendimize bir sahip bulmamız
lazım. Sahibimiz, şirketlerdir, çok uluslu şirket bulacağız,
gideceğiz onunla sözleşmeli üretim yapacağız, yaptığımız
sözleşmeli üretimde de asla ve asla bizim inisiyatifimiz yok. Şu
anda tütünde, üzümde ve birçok şeyde zaten sözleşmeli üretim
başlamıştır.”
“Çiftçiyi Teslim Aldılar, Siz Teslim Olmayın!”
Artık tüketilen gıdaların sağlığının çiftçilerle bir ilgisinin
kalmadığı uyarısında bulunan Abdullah Aysu, gıdaların ilaç
oranları, genetiği ve kimyasal gübre kullanımı ile ilgili
konularda çiftçilerin suçlanmaması gerektiğini, çünkü
inisiyatiflerinin çok uluslu şirketlerce ellerinden alındığını
kaydederek; “Artık tükettiğiniz gıdanın sağlıklı olup
olmadığının bizimle bir ilgisi yok. Gıda az ilaçlıymış, çok
ilaçlıymış, genetiği değiştirilmiş tohumlar elde edilmiş,
kimyasal gübre oranı çok daha fazlaymış, dolayısıyla
sağlığınız bozuluyormuş gibi nedenle asla çiftçileri; yani
bunları üreten insanları suçlamayın. Çünkü onların bu
konuda karar verme durumu yoktur; dolayısıyla çiftçi artık
taşeronlaşmıştır, işçileşmiştir, sorun çiftçinin değildir,
sizindir. Sorun, artık kentlinindir. Sorun siz tüketicilerindir,
sizin tüketiciler olarak bilinçlenip, 'hayır biz bunu
tüketmeyeceğiz, biz bunları istemiyoruz' diyerek bir araya
gelmeniz lazım. Çünkü bizi teslim aldılar, sizin teslim
olmamanız dileğiyle” diye konuştu.
sanayi kongresi
Prof. Dr. Ergun Türkcan, konuşmasında bilim ve teknoloji politikalarında siyasal iktidarların tercihlerinin
son derece önemli olduğuna dikkat çekti...
“TARİKATLARA TESLİM OLMUŞ BİR TÜRKİYE'DE RASYONEL
DÜŞÜNEN ADAMI NEREDEN BULACAKSINIZ?”
Konuşmasında küreselleşmeyi “zelzeleye” benzeten Prof. Dr.
Ergun Türkcan, sevilmese de zelzelenin geldiğini
kaydederek, bugünkü hükümetler, Yükseköğretim Kurulu
(YÖK) ve üniversite sistemi dikkate alındığında zelzeleye
karşı durmanın zor göründüğünü belirterek, “Bu yapılabilir
mi sorusu gündeme geldiğinde, hele bugünkü hükümetler,
YÖK, üniversite sistemi, bu kadar laçka olmuş, bozulmuş ve
tabii bir de bunun üstünde geniş bir sosyokültürel alan var ki;
giderek hacı-hocaya, hurafeye ve tarikatlara teslim olmuş bir
Türkiye'de rasyonel düşünen adamı, soru soran adamı
nereden bulacaksınız? İlkokuldan beri bu adamlar yetişir, bir
de bu sorun var” diye konuştu.
Sanayi Kongresi 2007'de “Türkiye'de Bilim ve Teknoloji
Politikaları” başlığı altında bir konuşma yapan Prof. Dr.
Ergun Türkcan, Türkiye'nin bilim ve teknoloji politikası
organı sayılabilecek Türkiye Bilimsel ve Teknolojik
Araştırma Kurumu'nun (TÜBİTAK) 1963 yılında
kurulduğunu anımsatarak, “aradan geçen 45 yıllık sürede
Türkiye'nin bir bilim ve teknoloji politikası oldu mu? Bilim ve
teknoloji politikasını kuracak ve uygulayacak organlar oldu
mu? Eğer böyle bir şey olduysa, bunlar başarılı mı, başarısız
mı oldu?” diye sordu. Kendisinin şüpheci bir yaklaşımı
olduğunu kaydeden Türkcan; bilim ve teknoloji politikasının,
bu politikayı kararlaştıran organların ya da sistemin ve
başarının tanımının ortaya koyulması gerektiğini vurguladı.
Türkiye, Bilim ve Teknoloji Politikası Kavramı ile 1990'larda Tanıştı
Türkiye'nin son 40 yılı dikkate alındığında bilim ve teknoloji
politikaları için belirlenen amaçların hem var olduğunun hem
de olmadığının ifade edilebileceğini bildiren Ergun Türkcan,
1964 yılından beri işin içinde olan insanlardan birisi olarak;
mastır plan, planlama, kalkınma planları içinde bilim ve
teknoloji politikası hedeflerine, araçlarına ve kontrol
mekanizmalarına yönelik söylemlerin her zaman dile
getirildiğini ifade etti. Fakat söylemlerin yeterli olmadığını,
çünkü toplumun bilim ve teknoloji politikası kavramı ile
ancak 1990'larda tanışabildiğine dikkat çekerek, şöyle
konuştu: “Bunu söylemek kolaydır; ama bu bir türlü
1990'lara kadar ortaya çıkmadı. Bu acaba sistemin
beceriksizliği ve meseleyi anlamamış olmasından mıydı?
Bence bu da değil; çünkü Türkiye'de bilim ve teknoloji
kavramları, daha 1960'larda mevcut değildi. TÜBİTAK'ın
belki en önemli fonksiyonlarından yahut da hizmetlerinden
birisi, bilim ve teknoloji kavramını iktisatla, stratejiyle, milli
hedeflerle, toplum hayatıyla ilişkilerini kurarak, toplumun
çeşitli katlarında anlatmaya ve etkilemeye çalışmasıdır.
Başka bir şey yapamazdı; o kadar az sayıda insan ve altyapıya
sahiptik ki, ancak bu kadarını yapabiliyorduk.”
“Biraz Araştırma Yapın, Ortalıkta Durun”
Bu yönüyle ele alındığında hedeflerin ve başarıyı
değerlendirmenin söz konusu olmadığını ifade eden Türkcan,
kurumsallaşmak gereğinin farkına vardıklarını dile getirdi.
1983 yılına kadar TÜBİTAK'ın önerilerinin Devlet Planlama
Teşkilatı tarafından benimsenen ve planlara alınan milli bilim
politikasının plancıların keyfine kaldığını bildirerek,
TÜBİTAK'a ayrılan bütçenin üniversitelere ayrılan kaynağa
benzer olduğuna dikkat çekerek, “TÜBİTAK'a birtakım
paralar verilirdi; ama bu da üniversitelere verilen, 'size de
para veriyoruz; ama ne yaparsanız yapın, biraz araştırma
yapın, ortalıkta durun' gibi bir şeydi” diye konuştu. 1983
yılında Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu'nun (BTYK) 77
sayılı Kararname ile kurulduğunu anımsatan Ergun Türkcan,
BTYK'nın 1989 yılına kadar hiç toplanmadığına dikkat çekti.
BTYK'nın kurulmasının anlamı konusunda ise şu bilgileri
verdi: “Türkiye'de üç tane böyle kuruluş vardır, ikisi
Anayasa'ya girmiştir. Birisi Milli Güvenlik Kurulu'dur;
Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576
29
sanayi kongresi
sivillerle askerleri bir araya getirir, üst düzeyde stratejik
kararlar alır. İkincisi, Yüksek Planlama Kurulu'dur.
Sonuncusu da Türkiye'de bilim topluluğu ile siyasetçiyi, ilgili
birimleri bir araya getirip, stratejik kararları almaları için
bir ortam sağlar. Bu kuruluş Bilim ve Teknoloji Yüksek
Kurulu'dur. Bu Kurul, ilk toplantısını 1989 yılında yaptı ki; 77
sayılı Karar'a göre senede iki kere toplanması gerekir.”
Yapılan bu ve sonraki toplantılarda alınan kararların ve
belirlenen hedeflerin bir araya getirildiğinde “güzel ve şık”
durduğu; fakat anlamlı bir şey olmadığı vurgusunu yapan
Ergun Türkcan, “Türkiye'nin çeşitli alanlarda dünyadaki
bütün ileri teknolojileri yakalaması ve o teknolojilerin içine
girmesi gibi hedefleri biz yazdık. Bir anlamda bizim bilim
politikamız ve bunları uygulama olanakları bulunduğunu
söyleyebiliriz. Başarılı mı, başarısız mı, başarıyı neyle
ölçeceksiniz? Türkiye Cumhuriyeti bilim ve teknolojide hiçbir
zaman çok somut bir hedef koymadı, zaten koyamazdı da”
diye konuştu.
İthal İkamecilik De Sonsuz Olamaz
Kore örneğini ele alan Türkcan, Kore'nin Türkiye'den daha
geride kalkınma hareketine başladığını belirterek, kalkınma
planlarının bir teknoloji planı ile paralel hazırlandığını dile
getirdi. Kore'de “çebol” denilen konsorsiyumların büyük ve
özel; fakat bir şekilde devletin denetimindeki konsorsiyumlar
olduğuna dikkat çekti. Samsung'dan Hyundai'ye kadar, büyük
12 tane çebol bulunduğunu ifade eden Türkcan, bu çebollara
belli hedefler konduğunu, kalkınma hedeflerinin de bu şekilde
bir teknoloji ekseninde şekillendiğini söyledi. Oysa
Türkiye'de; “Şu kadar hızla büyüyeceğiz, bu kadar üretim
yapacağız” tarzında genel bir kalkınma anlayışının olduğunu
belirten Ergun Türkcan, ithal ikameciliğin o zaman moda
olduğunu; fakat ithal ikameciliğin de sonsuz olamayacağını
hatırlatarak, “Dünyadaki bütün malları ben üreteceğim
diyerek yola çıkamazsınız. Belli malları ileride ihraç etmek,
dünyada belli bir odak olabilmek için hareket edersiniz.
Türkiye sadece teknoloji üretmek değil, teknoloji tüketmek
şeklinde dışarıdan aldı-verdi” dedi. 1967 yılında, aynı
tarihlerde üretilen Anadol ile Hyundai'nin ilk modelinin
üretim miktarlarının da neredeyse aynı olduğunu anımsatan
Türkcan, bugün Hyundai'nin dünyada üretim sırasında
kaçıncı sırada olduğu ve yılda kaç çeşit otomobil ürettiği ile
Türkiye'nin yılda kaç çeşit otomobil ürettiğinin ortada
olduğunu belirterek, “Bizde sadece fason yapmak” sözleriyle
eleştirilerini dile getirdi.
“Siyasi İktidarların Tercihleri Son Derece Önemli”
Ergun Türkcan, Kore Savaşı'na katılıp dönen insanların
hafızalarında Güney Kore'nin hep yıkılmış, yok olmuş bir
30
Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576
harabe olarak kaldığını dile getirerek, Kore'nin pek
bilinmeyen sosyo- kültürel yönlerine dikkat çekti. Kore'nin,
1902 yılından itibaren Japonya'nın sömürgesi altında, toprak
reformunu yapmış ve okuma-yazma sorununu İkinci Dünya
Savaşı'ndan önce çözmüş bir toplum olduğunu dile getirdi.
Syngman Rhee rejimi altında bir diktatörlükle idare edildiğini
de anımsatan Türkcan, Türkiye ile arasındaki benzerliklere
dikkat çekerek, Syngman Rhee'nin devrilmesinin Adnan
Menderes'in devrilmesi ile aynı döneme denk geldiğini
vurguladı. Kore'de de askerlerin iktidara el koyması ile
Syngman Rhee'nin devrildiği paralelliğini anımsatan Türkcan
şöyle konuştu: “Burada tabii Amerikan sermayesinin oraya
aktığı, orayı korumak için bir şeyler yaptığı söylenebilir; ama
unutmayın ki, o seneler soğuk savaşın en şiddetli zamanıydı.
Amerikan ordusunun artıkları falan, burası da kritik bir yer.
Siyasi iktidarların tercihleri son derece önemli, devlet
dediğimiz nesne çok önemli. Devletin planları ve o planların
teknolojik bazda, somut bir takım hedefler koyması, bunları
takip etmesi çok önemli.”
“Mucit Yarışmalarıyla Bir Yere Gelemeyiz”
Türkiye'nin dünyada teknolojik bakımdan hâlâ sıradan
devletlerden bir tanesi olduğunun altını çizen Türkcan,
TÜBİTAK'ın bütün çabalarına rağmen kişisel mucitler
döneminde kalındığını kaydederek, “bu olaya yabani bir
bakışımız var” dedi. İcatların üç büyük aşaması bulunduğuna
dikkat çeken Türkcan, bu aşamaların birincisinin anonim
dönem, ikincisinin kişisel icatlar dönemi ve üçüncüsünün de
kolektif organize icatlar dönemi olduğunu bildirdi. Anonim
dönemde icatların ya da yeniliklerin kimin tarafından
yapıldığının bilinmediğini; kişisel mucitler döneminin Sanayi
Devrimi ile hızlandığını ve 19. yüzyılın son çeyreğinde de
kolektif organize icatlar dönemine girildiğini ifade etti.
Siemens, AEG, Dupont gibi şirketlerin o dönemin ürünleri
olduğunu anımsatan Ergun Türkcan, bu şirketlerin kendi
araştırma birimlerini kurduklarını ve binlerce kişiyi
fabrikaların patentlerinde mucitlerden ziyade kolektif
çalıştırmaya başladıklarına dikkat çekti. Türkiye'de ise çok
yakın tarihlerde mucit yarışması yapıldığını hatırlatan
Türkcan, iki bakış açısı arasındaki farkı ortaya koyan şu
çarpıcı tespitlere yer verdi: “Ayıptır söylemesi, bizim de
birçok yakın arkadaşımız papyonuyla orada boy gösterdi.
Orası bir eğlence programı ve Türk milletine şu söyleniyor;
'bir adam çıkacak kurban kesme makinesi ya da zıplayan
merdiven yapacak'. Bunlar icat falan değil, bunlar bir şey
değil, bunlarla biz bir yere gelmeyiz, bunlar eğlence, her
yerde vardır.”
sanayi kongresi
“Bizdeki Yükseköğretim Bir Cins Mecburi Askerliğe Benziyor”
“Para verelim TÜBİTAK veya araştırma enstitüleri, habire
bilimsel teknoloji üretsinler” gibi bir anlayışın da
olamayacağını ifade eden Türkcan, üç tane sistemin birbiriyle
senkronize çalışması gerektiğine vurgu yaparak, bu
sistemlerin; üretim, içinde tarımın ve hizmetin de yer aldığı
endüstri ve üniversite olduğunu belirtti. Araştırmacıları ve
kalifiye personeli yetiştirecek olan üniversite sisteminin iyi
çalışmaması durumunda sadece niceliksel hedeflerle belli bir
nüfus grubunun, belli sınıflara ayrılarak, belli sürelerini
geçirecekleri bir yere dönüşeceği uyarısında bulunan
Türkcan, Türkiye'deki yüksek öğrenimi bir tür “mecburi
askerliğe” benzeterek, şöyle konuştu: “Bizdeki yükseköğretim, bir cins mecburi askerliğe benziyor. Her yirmi yaşına
gelen vatandaş asker olur gibi üniversiteye gidiyor, bunun
anlamı yok! Bizim BTYK kararları içinde üniversite
meselesine değinilmez; o YÖK'e ait bir şeydir. Türkiye'nin bir
vizyonu olacak; üniversite sisteminin hangi Türkiye için, nasıl
bir insan tipi yetiştireceğini ortaya koyacaksınız, bu
olmadıktan sonra... Bu insan tipini alıp kullanacak bir sanayi
olmadıktan sonra!..”
Türkiye Hacı- Hocaya, Hurafelere ve Tarikatlara Teslim
Prof. Dr. Tosun Terzioğlu zamanında Türkiye'ye çok önemli
bir yazılım firmasının geldiğini ve Ortadoğu Teknik
Üniversitesi'ndeki teknoparkta yer istediğini kaydeden Ergun
Türkcan, firmanın “Bize 250-300 tane her sene şu kalifiyede
bilgisayar yazılımcısı verecek misiniz?” diye sorduğunu;
fakat Türkiye'de 200-250 tane İngilizce bilen yazılımcının
çıkmadığına dikkat çekti. Çıkabilecek iyi yazılımcı sayısının
50-60 olduğunu ve bu insanların da zaten burada durmayıp,
yurt dışına gittiklerini belirtti. Hindistan'da ise bu sayının
yılda 50-60 bin olduğunu anımsatan Türkcan, Kore'nin de
yaptığı planlarda bu hedeflerin yer aldığını dile getirerek,
1990'larda Amerika'da ortalama olarak 50 bin civarında
elektrik ve elektronik bölümlerinde lisansüstü öğrencisi
bulunduğuna vurgu yaptı. Türkiye'ye bakıldığında bütün
bilim dallarında yurt dışına gönderdiği kişi sayısının 50 bin
olmadığını ifade eden Türkcan, “TÜBİTAK'ın 40 sene içinde
doktora yaptırıp, gönderdiği kişi sayısı bin küsurdur. İşin
vahameti de buradadır. Türkiye'de biz hâlâ üniversite kanunu
meselesini, üniversite rektörünün nasıl seçileceği, dekanın
görevlerinin ne olacağı gibi saçma sapan şeylerle
uğraşıyoruz. Hâlbuki bilim politikası dediğiniz zaman;
üniversite yapısı, sanayi, bütünsel bir yapı içinde ele alınmalı.
Artık günümüzde, teknik terimiyle ulusal bilim politikası
yapmak mümkün mü? Bu bahsettiğim belki 40-50 yıl önce,
hatta 30 yıl öncede olabilirdi” diye konuştu.” Globalleşme
konusuna da değinen Ergun Türkcan, salonda bir oylama
yapılsa dinleyicilerin yüzde 90'ının globalleşmeye çıkacağını;
fakat bunun bir “zelzeleye” benzediğini ve sevilmese de
zelzelenin geldiğini vurguladı. Bugünkü hükümetler,
Yükseköğretim Kurulu (YÖK) ve üniversite sistemi dikkate
alındığında durumun zor göründüğünü belirten Türkcan,
şöyle konuştu: “Bu yapılabilir mi sorusu gündeme
geldiğinde, hele bugünkü hükümetler, YÖK, üniversite
sistemi, bu kadar laçka olmuş, bozulmuş ve tabii bir de bunun
üstünde geniş bir sosyokültürel alan var ki; giderek hacıhocaya, hurafeye ve tarikatlara teslim olmuş bir Türkiye'de
rasyonel düşünen adamı, soru soran adamı nereden
bulacaksınız? İlkokuldan beri bu adamlar yetişir, bir de bu
sorun var.”
Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576
31
sanayi kongresi
Prof. Dr. Fuat Ercan, Türkiye'de 1960'lı yıllardan beri kalkınmanın Koç Grubu ve diğer sermaye
gruplarının büyümesine yol açtığını kaydederek, kavramın yeniden düşünülmesi gereğine işaret etti...
“KALKINMA” KAVRAMI YENİDEN DÜŞÜNÜLMELİ
Prof. Dr. Fuat Ercan, konuşmasında kapitalist toplumda
kalkınma denildiğinde sermaye birikimi anlamı çıkıyorsa
kalkınma kavramının iyi düşünülmesi gereğinin altını
çizerek, “İrlanda'daki, Çin'deki, Hindistan'daki emeğin
kullanılma tarzlarını düşünüp, onları referans vermek lazım.
Kalkınma, planlama, sanayileşme üzerine kullanılacak her
dilde, hangi toplumsal yapıda bundan bahsedildiğini, hangi
toplumsal kesimleri etkilediğini ifade etmeden bir yere
gitmenin mümkün olmadığını düşünüyorum” diye konuştu.
40 Yıldır Kalkınma Adına Yaratılan Her Şeyi Sermaye Ele Geçirdi
Kongrenin son günü “Kapitalist Küreselleşme, Kalkınma
Planlama” oturumunda konuşan Fuat Ercan, Türkiye'de
1960'larda başlayan planlama yönelimli kalkınmanın başından
itibaren kalkınma değil, sermaye birikimi olduğuna dikkat
çekerek, Koç Holding'in 50'nci yıl kutlamasında ifade edilen,
“Türkiye'nin gelişmesini istiyorsak uluslararası sistem içinde
kalkınma gerekiyor” sözlerini hatırlattı. Türkiye'de ilki 1963
yılında, sonuncusu 2007 yılında hazırlanan kalkınma planları
ele alındığında 9. Kalkınma Planı'nın TMMOB tarafından
hazırlanan “Planlamanın Sonu: 9. Kalkınma Planı” raporunda
da belirtildiği üzere kamusal alanın, özel sektör ya da sermaye
adına nasıl boşaltacağı üzerine hazırlandığının çok açıkça
görülebildiğini dile getirdi. Koç Grubu örneğinde görüldüğü
gibi kalkınma sözünün edildiği bir dönemde kamusal alanın
etkinlik alanı düşerken, Koç Grubu'nun oldukça hızlı bir
gelişme gösterdiğine dikkat çekti. Bu hızlı gelişmenin üç
başlıkta toplanabileceğini belirten Ercan şöyle konuştu:
“Birincisi, gelişiminin kaynağında bilfiil üretim faaliyetinde
yarattığı artı değer var. İkincisi, bölüşümle ilişkili bir şey var
Karl Marks'ın söylediği “kardeş katli”; kardeş katli, sermaye
gruplarının sermayesine sermaye katıyor. Mesela Yapı Kredi
Bankası'nı aldığı zaman, bankacılık sektöründe muazzam bir
gelişme kaydetti. Ama bir başka yöntem de TÜPRAŞ. Verilere
bakıldığında; 40 yıldır kamu ve kalkınma adına yaratılan her
şeyin, Koç Grubu ve benzerleri tarafından büyük bir kısmının
özelleştirme adına ele geçirildiği görülüyor.”
Kalkınma Sermayenin Büyümesine Yol Açıyorsa Yeniden Düşünülmeli
Yapılan hesaplamalara göre Türkiye'deki cari harcamaların
yüzde 21'ini Koç Grubu'nun elinde tuttuğuna dikkat çeken
Ercan, aynı Koç Grubu'nun küreselleşme döneminde ülke
içinde yaratılan kaynakların ülkede kullanılmamasından
32
Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576
dolayı Rusya'da fabrika
açtığına ve Çin'de de
açma hazırlığında
olduğuna vurgu yaptı.
“ Ya r a t ı l a n s e r m a y e
b i r i k i m i , o r a l a rd a
b u r a l a r d a
kullanılacaksa, kalkınma
kavramını yeniden düşünmek lazım” diyen Fuat Ercan,
“Kalkınma Koç Grubu'nun, sermaye gruplarının muazzam
büyümesine yol açacaksa, onu yeniden düşünmek lazım”
ifadesi ile eleştirilerini dile getirdi. Koç Grubu'nun, sermaye
birikimine bağlı olarak sektörel değişim yaşadığını ve
perakende sektörünü artık bıraktığını kaydeden Ercan, enerji
sektörüne girdiğine dikkat çekerek, kârının yüzde 48'ini enerji
sektöründen elde ettiğini vurguladı.
Sınıfsal ve Yapısal Gerçeklik İşaret Edilmeli
Türkiye'de yaşananlardan bir rahatsızlık hissediliyorsa
geleceğe yönelik alternatif bir dil kullanımının gündeme
alınması gereğine işaret eden Fuat Ercan; tarihte yaşananlardan
da hareket edilerek kalkınma, sanayileşme ve planlama
kavramlarına bir çerçeve kurulması zorunluluğunun
bulunduğunu ifade etti. Herhangi bir toplumsal, sınıfsal,
yapısal gerçekliği işaret etmeden tanımlanacak kalkınma,
sanayileşme ve planlama gibi kavramların yeni Koçların
yürümesine yol açacağını kaydeden Ercan, Kiler Grubu'nu
örnek gösterdi. Kiler Grubu'nun 1984 yılında bir bakkal
dükkânı ile başladığını, bugün ise Koç Grubu'nun bıraktığı
perakende sektörünü ele alacak ve uluslararası sistemde
özelleştirmelerin tümüne katılacak bir noktaya gelmesine
dikkat çekti. Bu nedenle, kapitalist toplumda kalkınma
denildiğinde sermaye birikimi anlamı çıkıyorsa kalkınma
kavramının iyi düşünülmesi gerektiğinin altını çizen Fuat
Ercan şöyle konuştu: “Kalkınma kavramı, bireysel
sermayelerin elindeki servet yapısının artırılması anlamına
geliyorsa, birikim ve kalkınma kavramlarını iyi düşünmek
lazım. İrlanda'daki insanları, Çin'deki, Hindistan'daki emeğin
kullanılma tarzlarını düşünüp, onları referans vermek lazım.
Yani tek kelimeyle, kalkınma, planlama, sanayileşme üzerine
kullanılacak her dilde, hangi toplumsal yapıda bundan
bahsedildiğini, hangi toplumsal kesimleri etkilediğini ifade
etmeden bir yere gitmenin mümkün olmadığını düşünüyorum.”
sanayi kongresi
Prof. Dr. İzzettin Önder, küreselleşmenin ulus devletlerde yarattığı tahribatlara dikkat çekerek, çözümün
halk devletinde olduğunu belirtti...
SERMAYENİN MANEVRASINI KIRACAK HALK DEVLETİNE İHTİYAÇ VAR
Konuşmasında sermayenin
manevrasının kısılabilmesi için
“devlet küçülsün” kavramına
inanılmaması gerektiğini vurgulayan
Prof. Dr. İzzettin Önder, bu devletin
de sermayenin değil; halkın devleti
olması gerektiğinin altını çizerek,
“Kast ettiğim halkın oy verdiği devlet
değil bugün olduğu gibi; bilinçli
olarak oluşturulmuş, halkın devleti.
Yoksa özel sektörle bu olmaz; çünkü
özel sektör, başka etkilerle başka
yerlere kayar” diye konuştu.
Kongrede “Kapitalist Küreselleşme, Kalkınma, Planlama”
oturumunda konuşan Prof. Dr. İzzettin Önder, konuya
mühendislik açısından yaklaşıldığında küreselleşmenin
arazinin rölyefi olduğunu, bu arazinin üzerine kurulacak
binanın da kalkınma ve teknoloji olduğunu kaydetti.
Teknolojisiz kalkınmanın mümkün olamayacağının
düşünüldüğüne dikkat çeken Önder, küreselleşme çağında
ulus devlet çağındaki ulusal sermaye birikimi, ulusal tasarruf,
ulusal kalkınma kavramlarının artık olmadığına işaret etti.
Önder, bugün artık bütün bir dünya devletinin var olduğunu
dile getirerek, çevre-merkez ilişkilerinin de ülkeler bazında
olmadığını; Amerika gibi en ileri merkez ülkelerde bile
Boeing gibi büyük holding ve kuruluşların farklı merkezler
oluşturduğunu ve çevresinde de yoksullaşan insanların var
olduğunu dile getirdi.
Türkiye'ye Teknoloji Transferi Gerçekleşmez
Koç Grubu'nun da Türkiye için belki merkez olabileceğine
dikkat çeken Önder, “ne kadar merkez bilemiyorum; ama
çevrede yoksulluk var. Belki de bugün merkezin çok fazla
yoğunlaştığı ülkelerin birazı merkez ülke olacaktır, çevrenin
çok fazla yoğunlaştığı ülke de çevre ülke olacaktır” dedi.
Küreselleşmenin organik yapısı dikkate alındığında bunun
engellenmeyecek bir şey olduğunu ifade etti. “Zelzele”
benzetmesinin ise sermayenin özel sektörün elinde
olmasından dolayı doğru olduğuna dikkat çekti. Kârın
güçsüze çalışması durumunda organik bileşimin değiştiğini
kaydeden İzzettin Önder, “Bu onun da elinde olmayan bir şey,
o kendi ölümüne doğru gidiyor. Durmadan piyasaları
sıkıştırıyor, emek üzerinden sömürü havzalarını sıkıştırıyor.
Bir yandan kaynağa ihtiyacı var
diğer sermayeyle çatışmaya giriyor,
bizimle çatışmıyor, halkla da çok
fazla çatışmıyor” diye konuştu. En
büyük silahın teknoloji olduğunu
söyleyen Önder, teknolojiye sahip
olan ülkenin en büyük silaha sahip
olduğunu vurguladı. Teknolojinin
Türkiye gibi gelişmekte olan bir
ülkeye gelmeyeceğine işaret eden
Önder, teknoloji transferinin bu
anlamda mümkün olmayacağının
altını çizdi.
“Ulusal Sermayeyle Uluslararası Sermayenin Hiçbir Farkı Yok”
Yabancı bir firmanın Türkiye'ye gelip dört duvar arasında
üretim yapabileceğini, hatta ürünlerini ihraç da edebileceğini
ve bir para girdisi sağlayabileceğini; ama iş gücünü geliştirip
geliştirmediğinin tartışmalı olduğunu kaydeden Önder, katma
değerin büyük kısmının da teknoloji büyüdükçe sermayeye
gittiğini ifade etti. Yaratılan katma değerin dışarıya transfer
edildiğine dikkat çeken Önder şöyle konuştu: “Dışarıya
transfer edilir ve bu bağlamda ulusal sermayeyle uluslararası
sermayenin hiçbir farkı yoktur, ulusal sermayeyi dışarıya
transfer eder.” Ülkenin kalkınması açısından bakıldığında,
gelir dağılımının bozulabileceğini; “ülkede birşey kaldı mı?”
diye bakıldığında ülkede fazla bir şeyin kalmadığını, ulusal
sermayeden de birşey kalmadığını vurguladı. Kapitalizmin de
“kalsın” diye bir derdinin olmadığını dile getiren Önder,
ulusal piyasanın kullanılmasından dolayı eskiden böyle bir
derdi olduğunu anımsatarak, “Şimdi ne komünistten korkusu
var, ne de ulusal piyasaya ihtiyacı var. Çünkü bütün dünya
onun piyasası artık. Dolayısıyla bir anlamda dünya çapında
Keynezyenizm gelişti; ama ulusal devlette Keynezyenizm öldü
tabiatıyla, bütün dünyaya açıldı artık. Piyasalar, bütün dünya
piyasalarıdır artık. Böyle baktığımızda sermayenin bu
organik gelişimi içinde oluşan devletler, artık ulus devlet falan
değil ve ulus devlet içindeki bu zıtlaşma, kutuplaşma olayları
uluslararası düzeyde cereyan ediyor” diye konuştu.
Katma Değeri Güvenli Bir Alanda Tutma Zorunluluğu Sınırları
Koruyacak
Ekonomik olarak boyutların kaldırılacağını, fakat siyasi
olarak tutulacağını belirten Önder, “Teknoloji nerede
Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576
33
sanayi kongresi
kullanılırsa kullanılsın, teknolojik üretim değeri nerede
yapılırsa yapılsın, orada yaratılacak yüksek katma değer
güvenli bir alanda tutulmak mecburiyetinde. Onun için
sınırlar tutulacaktır” dedi. Bu güvenli alanların şimdilik
ABD, Avrupa, kısmen Asya-Pasifik (Japonya) olmak üzere üç
yerde olduğunu kaydeden İzzettin Önder, ürünü tutabilmek
için belirli bir ekonomik ve siyasal güvenlik düzeyine gelmiş
olmanın gerekliliğine dikkat çekerek, “Tavuk-yumurta
hikayesi, bu siyasal düzene gelmiş olabilmek için de bunların
bizzat sizde üretilmesi, sizde kullanılması, sizin
zenginleşmeniz, yani bizim zenginleşmemiz gerekmektedir
aslında. Eğer bu yapılamıyorsa, buraya gelir fabrika; ama
katma değerini alır götürür. Bugün belki Latin Amerika
ülkelerinde olan şey de budur bir miktar” diye konuştu.
Sermayenin manevrasının kısılabilmesi için “devlet
küçülsün” kavramına inanılmaması gerektiğini vurgulayan
İzzettin Önder, bu devletin de sermayenin değil; halkın devleti
olması gereğinin altını çizdi. Önder konu ile ilgili şöyle
konuştu: “Kast ettiğim halkın oy verdiği devlet değil bugün
olduğu gibi; bilinçli olarak oluşturulmuş, halkın devleti.
Yoksa özel sektörle bu olmaz; çünkü özel sektör, başka
etkilerle başka yerlere kayar.”
Prof. Dr. Aziz Konukman, konuşmasında IMF, Dünya Bankası ve AB dayatmalı politikalarla bir şey
yapılamayacağının altını çizdi...
KÜRESELLEŞME TÜM BİRİKİMLERİ BİR GECEDE YOK ETTİ!
kalkınmış ülke denildiğinde ikili ya da üçlü bir fotoğrafın
ortaya çıktığını vurguladı. Kalkınmışlığın arkasında bir
azgelişmişliğin görüldüğünü kaydeden Konukman, ünlü bir
iktisatçının “bizatihi azgelişmiş ülkelerin varlığı zaten klasik
kalkınma stratejisinin yanlışlığını gösterir” tespitini aktardı.
Kapitalizmin eşitsiz gelişme yasalarının olduğu bir durumda,
birileri gelişirken kaçınılmaz olarak birilerinin de az gelişmiş
kalacağını belirterek, klasik kalkınma modelinin bu nedenle
çöktüğünü dile getirdi. İkinci Dünya Savaşı sonrasının
bağımsız ülkelerinin deneyimleri incelendiğinde, kamunun
azgelişmiş ya da gelişmiş fark etmeden yeni bir iktisadi aktör
olarak öne çıktığını; ama özellikle azgelişmiş ülkelerde daha
aktif bir iktisadi aktör olarak öne çıktığına dikkat çekti.
Prof. Dr. Aziz Konukman, İkinci Dünya Savaşı sonrasında
özellikle azgelişmiş ülkelerde uygulanan ithal ikameci
sanayileşme modelinin ülkelere sağladığı birikimlerin ve
kazanımların küreselleşme süreciyle birlikte bir gecede eriyip
gittiğinin altını çizerek, “Küreselleşme süreciyle beraber
bütün bu olumlu kazanımlar, bir gecede ya da kısa bir süre
içerisinde eriyip gitti. O deneyimli kadroların yerini,
küreselleşme sürecine uyum sağlayan, yeni planlama
anlayışının aktörleri gündeme geldi” dedi.
Kongrede “Kapitalist Küreselleşme, Kalkınma, Planlama”
oturumunda, kalkınma stratejilerinde kamunun ve
planlamanın öne çıkmasının İkinci Dünya Savaşı sonrasına
rastladığını ifade eden Prof. Dr. Aziz Konukman, kapitalizmin
eşitsiz bir gelişmeye dayandığına dikkat çekerek, gelişme ve
34
Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576
“Rastgele İthalattan, Rastgele İhracata”
Devletin öncülüğünde bir plan ve kalkınma anlayışının
yaygınlaştığını vurgulayan Aziz Konukman, bu ülkelerde
uygulanan sanayileşme modelinin de ithal ikameci olduğunu
anımsattı. Bu deneyimi uygulayarak başarılı olan ülkeler
yanında başarısız ülkelerin de olduğunu belirten Konukman,
ithal ikameciliğin bütün aşamalarını uygulamasından dolayı
Güney Kore'nin öne çıkan bir örnek olduğunu dile getirdi.
Türkiye'nin ise özellikle ara ve yatırım mallarını
sonuçlandıramadığı için çizgiyi aşamadığını, bu nedenle
ihracata dayalı sanayileşme modeline geçtiğini kaydeden
Konukman, şöyle konuştu: “Çok sıkıntılı bir süreçte, sermaye
birikimi çok ciddi bir sıkıntıya girerek, küreselleşme
dönemiyle birlikte ihracata dayalı stratejiye geçiyor, yani
sanayi kongresi
henüz daha bu aşamayı tamamlayamadan Sevgili Taner
Berksoy'un tanımıyla 'rastgele ithalattan, rastgele ihracata
giden' bir serüveni var Türkiye'nin.”
Konukman, uygulanan bu modelin; ülkelerin sosyoekonomik
sorunlarının ve darboğazlarının makro perspektifte teşhis
edilmesinde çok önemli katkılar sağladığının, yönetim
kademelerinin bu konularda bilgilendirilmesinde ve dolaylı
olarak eğitilmelerinde iyi bir pratik olduğunun ve özellikle
program, bütçe kavramlarının ısındırılmasında çok önemli
katkılar sağladığının altını çizdi. Küreselleşme süreci ile
birlikte tüm bu kazanımların bir gecede eriyip gittiğine dikkat
çeken Aziz Konukman, “Küreselleşme süreciyle beraber
bütün bu olumlu kazanımlar, bir gecede ya da kısa bir süre
içerisinde eriyip gitti. O deneyimli kadroların yerini,
küreselleşme sürecine uyum sağlayan, yeni planlama
anlayışının aktörleri gündeme geldi” dedi. Bütüncül ve
merkezi planlama anlayışının tümüyle terk edildiğini,
Türkiye gibi ülkelerde zor kurulan bu bağların hiç
kurulmamaya başladığını ifade eden Konukman;
“Türkiye'nin plan deneyiminde bunların şakır şakır çalıştığı
anlaşılmasın; ama en azından çabalar vardı, o çabalar heba
oldu gitti” diye konuştu. Planlamanın en önemli aktörünün,
kamu için emredici ve özel sektör için yol gösterici olan
maddesinin KİT'lerin tasfiye edilmesiyle fiilen devre dışı
kaldığına dikkat çekti. Konukman konu ile ilgili eleştirilerini
şöyle dile getirdi: “Mevcut tüm regülasyonlar tasfiye
edilmeye başlandı. Yani planlamayı gerekli kılan, 'neden
planlama?' diye sorular sorduğumuzda açıkladığımız her
faktör, piyasaların kötü işlemesiydi, piyasaların
tökezlemesiydi. O piyasalar tökezlediği için, piyasaların
tökezlemesini engelleyici düzenlemeler vardı, şimdi o
düzenlemelerin hepsi tasfiye edildi. Ne adına? Devlet
tökezlediği için. 'Kardeşim tabii ki tasfiye edeceğim, çünkü
devlet tökezliyor' deniliyor. Halbuki perdenin arkasında esas
tökezleyen piyasalar, tabii ki kötü birtakım müdahale
örnekleri vardır kamudan, Süleyman Demirel gibi örnekler
vardır; 'onlar 50 veriyorsa, ben sana 60 vereyim, onlar 40
veriyorsa ben sana 70 vereyim' gibi. Bunlar devletin
tökezleme örnekleridir; ama bu devletin tökezleyeceği
anlamına gelmemelidir.”
“Brüksel ve Washington Hattınız Sizi Oraya Götürecektir”
Konukman, bugünkü IMF, Dünya Bankası ve AB dayatmalı
politikalarla bir şey yapılamayacağını; yapılacak en fazla
şeyin 9.Kalkınma Planı gibi bir plan olacağını vurgulayarak,
bu bağlar koparılmadan hayaller kurulmaması gerektiğine
işaret ederek, “Sizin Brüksel ve Washington hattınız, oraya
sizi götürecektir. Bu bağı koparmadan, bu faiz dışı fazlanın
altı buçuk kısıtları önünüzde dururken hiç kimse hayaller
kurmasın. Bunu yapabilmek teknik bir olay değildir; bu siyasi
bir iradeyi gerektirir, bu işçi sınıfını arkasına alarak çok ciddi
bir toplumsal refleksle olur” diye konuştu.
Prof. Dr. İşaya Üşür, solun küreselleşmenin ideolojik müdahaleleri sonucu kendi terminolojisine
yabancılaştığını vurguladı...
“TOPLUMU DEĞİŞTİRMEK İSTİYORSANIZ PLANLAMAYI
SAVUNMAK ZORUNDASINIZ”
Kongrenin son günü “Kapitalist Küreselleşme, Kalkınma ve
Planlama” oturumunda konuşan Prof. Dr. İşaya Üşür, solun
1980'den sonra yapılan ideolojik müdahalelerle kendi
terminolojisine yabancılaştığına dikkat çekti ve toplumu
değiştirmek için planlama ilkesinin savunulması gerektiğini
kaydederek, “Eğer bu anlamda toplumu değiştirmek
istiyorsanız, planlama ilkesini savunmak durumundasınız.
Sol, 1980'lerden sonra kendi terminolojisine yabancılaştı, bu
kavramlarını unuttu. Yapılan bu ideolojik müdahalelerin
sonucu beyinlerde açtığı travmatik bir durum diye
değerlendirebiliriz. Maalesef onu da bütünüyle attığını ileri
süremeyiz” diye konuştu.
Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576
35
sanayi kongresi
Nasıl Bir Kalkınma İstendiği Belirlenmeli
Küreselleşmenin, kapitalist üretim ilişkilerinin dünya çapında
yayılma sürecinin teşebbüsü olduğunu ifade eden Prof. Dr.
İşaya Üşür, bu durumun ilk defa gerçekleşen bir şey olmadığını
anımsattı. Bundan önce en az iki defa farklı platformlar,
araçlarla küreselleşme teşebbüsünün ve sürecinin başladığını
vurgulayan Üşür, her evrede kapitalizmin değişik yönlerinin
bulunduğunu, üretim tarzında olmamakla beraber ilişkilerinde
biraz değişiklikler yaşandığına dikkat çekti. Yalnızca maddi
malların değil; insanı tüketme biçimlerinin de değişmesinden
dolayı küreselleşmenin yeni boyut ve önem kazandığını ifade
eden Üşür, “Tabii rantiyelerde değişme oluyor, teknolojik
gelişmeler belirgin; ama teknolojinin kendisinde de değişmeler
olduğu açık” diye konuştu. Kongre süresince tartışılan
kalkınma kavramına değinen İşaya Üşür, “Peki, varsayalım ki
Türkiye'de kişi başına düşen gelir 25 bin dolar oldu, üretim
yapımız biraz daha iyileşti; ama üretim ilişkilerimizde hiçbir
değişiklik olmadı, içinde bulunduğumuz sistem sizleri yine
tüketmeye başladı. Razı mısınız buna? Böyle bir kalkınma mı
istiyorsunuz?” sorusunu yönelterek, nasıl bir kalkınma
istendiğine karar verilmesinin önem taşıdığını vurguladı.
Hegel'in belirttiği “köle-efendi” diyalektiğinin işlemesine göz
yumulması, görmezlikten gelinmesi, daha çok tüketim için
sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar çalışılması
durumunda bütün insanların üzerine basılarak daha fazla para
kazanılmaya başlanacağını dile getiren Üşür, “Ama aynaya bir
gün baktığınızda 'ya ben insan mıyım?' hicabına kapılırsınız.
İktisatçılardan beklenen de 'efendim bize öyle bir paket ver ki,
bizde kalkınalım'. Olur. Bende paket çok, ben meslekten
iktisatçıyım, oturur sizin istediğiniz paketi yaparım; ama
kalkınma, basitçe teknik iktisadi bir olay değildir. Ekonomi
politiğin bir olayıdır ve politik yönü kuvvetlidir” diye konuştu.
Üşür, politik bir karar verilmemesi durumunda herhangi bir
iktisatçının teknik olarak birbirine alternatif birkaç program
hazırlayabileceğini belirtti.
“Planlama İlkesini Savunmak Zorundasınız”
Sosyalizmin kurucularının da ayrıntılı olmamakla birlikte
planlama kavramını düşündüğünü anımsatan İşaya Üşür,
üretim araçlarının özel mülkiyette olması durumunda
kapitalist üretim ilişkilerini ve üretim tarzını işaret ettiğini
ifade etti. Sol bir gözlükle planlamayı önerenlerin,
kapitalizmin yol açtığı bu “yabancılaşma ve üretim
anarşisine” son verilmesi ve üretim araçlarının
toplumsallaştırılması anlamında planlamayı önerdiklerine
dikkat çeken Üşür, “Planlama, sol açısından ve esas
36
Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576
itibarıyla budur. Teknik yönleri olmakla birlikte, esas
itibarıyla sosyalist planlama, teknik bir olay değildir. Mevcut
üretim koşullarını ve mevcut toplumu, derinden ve radikal bir
biçimde değiştirmeye talip olmaktır, planlama da onun
kaldıraçlarından biridir, başlıca kaldıracı budur” dedi.
Piyasa ve planlama karşıtlığının yanlış kullanımına da dikkat
çeken Üşür, piyasa ve planlamanın birbirinin karşıtı
olmadığını; piyasa ilkesi ile planlamanın birbirinin karşıtı
olduğunu vurguladı. Alışverişin gerçekleştiği herhangi bir
mekânın piyasa olduğunu bildiren İşaya Üşür, buna karşı
olunamayacağını, alışveriş yapılan her yerde bir piyasa
oluştuğunu kaydetti. Sosyalizmin bu yönüyle piyasa ile bir
sorunu olmadığını; asıl sorununun piyasa ilkesi, piyasa
sistemi ve piyasa ekonomisi ile olduğuna vurgu yaptı. Solun
1980'den sonra yapılan ideolojik müdahalelerle kendi
terminolojisine yabancılaştığına dikkat çeken Üşür, şöyle
konuştu: “Planlama bunun üstesinden gelmenin kaldıracıdır.
Eğer bu anlamda toplumu değiştirmek istiyorsanız, planlama
ilkesini savunmak durumundasınız. Sol, 1980'lerden sonra
kendi terminolojisine yabancılaştı, bu kavramlarını unuttu.
Yapılan bu ideolojik müdahalelerin sonucu beyinlerde açtığı
travmatik bir durum diye değerlendirebiliriz. Maalesef onu da
bütünüyle attığını ileri süremeyiz.”
Devlet Olmadan Öncelikler Belirlenemez
Kapitalist kalkınmanın gelişmenin temel niteliklerinden biri
olduğunu kaydeden Üşür, gelişmiş ülkelerle, azgelişmiş
ülkeler arasındaki farkın esas itibarıyla bir zaman farkı
olduğuna dikkat çekti. O zamanın doldurulması durumunda
bu ülkelerin de gelişeceğini işaret ederek, gelişmiş ülkelerin
bazen 20 yıl, bazen 15 yıl bazen de 50 yılda
yakalanabileceğini ifade etti. İstenilen durumun bu olup
olmadığına karar verilmesi gereğine işaret eden İşaya Üşür,
öncelikle nasıl bir kalkınma istendiği konusunda anlaşma
sağlanması gerektiğini, modeller kurmanın o kadar zor
olmadığını vurguladı. Bunun politik bir olay olduğunu ifade
eden Üşür, başka bir toplum yaratmak istenmesi durumunda
da içinde bulunulan toplumun bir geçiş aşaması olarak
görülerek, programların ve planların ona göre
yapılabileceğine işaret etti. Prof. Dr. İşaya Üşür, “Sektörel ve
bölgesel önceliklerinizi ona göre belirlersiniz. Bunu da devlet
aracılığıyla yaparsınız. Devlet olmaksızın bu olayı
gerçekleştirmek mümkün değildir. Yalnız buradaki soyut
anlamda devlet değil. Kapitalist gelişme, bunu devlet ve
korumacılık aracılığıyla sağlıyordu. Aksi taktirde devletin
sınıf içeriğini değiştirmek durumundasınız” dedi.
sanayi kongresi
TMMOB SANAYİ KONGRESİ 2007 SONUÇ BİLDİRGESİ YAYIMLANDI
TMMOB adına Makina Mühendisleri Odası sekretaryalığında
düzenlenen TMMOB Sanayi Kongrelerinin on altıncısı,
“Geçmişten Geleceğe Sanayileşme Planlama ve Kalkınma,
Türkiye İçin Model Önerileri” temasıyla 14-15 Aralık 2007
tarihlerinde Ankara'da İMO Teoman Öztürk Toplantı Salonu'nda
gerçekleştirilmiştir.
Açılış konuşmalarının ardından “Planlama Olgusu” konulu bir
açılış oturumunun yapıldığı Kongrede 7 ayrı oturumda;
“Sanayideki Gelişmelerin Küresel Düzeyde Analizi”, “TMMOB
Sanayi Kongrelerinde Önerilenler ve Sanayide Gerçekleşenler
(Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım)”, “Planlama Olgusu ile Ülke
Deneyimleri”, “Türkiye'nin Planlı Kalkınma Deneyimi ve
Alternatifleri”, “İleri Teknoloji Kullanımı ve Teknoloji
Politikaları”, “Kapitalist Küreselleşme, Kalkınma, Planlama”
ana başlıkları altında 24 bildiri sunumu yapılmış, son olarak da
kongre değerlendirmesine ilişkin bir “Forum” düzenlenmiştir.
Makina Mühendisleri Odası, Kongremize iki rapor sunmuştur.
Bunlardan biri “TMMOB Sanayi Kongrelerinde Önerilenler ve
Sanayide Gerçekleşenler”in karşılaştırmalı bir sunumudur.
Diğeri de “Ülke Örnekleri ile Kalkınma ve Sanayileşme
Modelleri” Oda Raporudur. Raporların ilkinde Sanayi
Kongrelerimizin önermeleri ile sanayideki uygulamalar
arasındaki yakınlık ve mesafeler ile ülkemizin yakın dönem
sanayi politikaları etrafındaki farklılaşan yönelimlerine göz
atılmıştır. İkinci raporla da planlama, sanayileşme, kalkınmanın
Arjantin'den Çin'e ve İrlanda'ya dek 14 farklı ülkeye ilişkin farklı
örnekleri ayrıntılı bir şekilde irdelenmiştir.
TMMOB de Kongreye, “Planlamanın Sonu: 9. Kalkınma Planı”
başlıklı rapor ile planlamada gelinen noktayı ilgili oturumda
sunmuştur.
Bütün bu oturumlarda sunulan bildiriler ve yapılan konuşmalar
ile forumda dile getirilen görüşlerden hareketle hazırlanan
aşağıdaki Sonuç Bildirgesi kamuoyunun dikkatine
sunulmaktadır.
Küresel rekabetin alabildiğine hızlandığı, sıcak para dolaşımının
olağanüstü boyutlara eriştiği, kâr, rant ve sömürüye odaklı
bugünkü ortamda, Türkiye bu gelişmelerden etkilenen ülkelerin
başında yer almaktadır. Bu da ekonomimizin kırılganlığını
artırıp, dışa bağımlılığını pekiştirmektedir. Türkiye iç
inisiyatifini kaybetmiş, ipleri küresel finans çevrelerine
bırakmıştır.
Türkiye'nin tarihsel yapısı içinde sanayileşme ele alındığında,
nereden nereye geldiğimiz daha net görülebilecektir.
1930'lu yıllarda başarılı olmuş Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı ile
savaş koşulları nedeniyle uygulanamayan İkinci Plan hariç,
yakın dönem Türkiye'sinde planlamanın geçirdiği evrim, bugün
benimsenen temel yönelimler ile sanayideki mevcut durum
arasındaki bağlara ana hatları ile değinmek yararlı olacaktır.
İthal ikameci bir sermaye birikimi ve sanayileşme modelinin
izlendiği planlı kalkınmanın 1963-1977 arasını kapsayan ilk üç
döneminde, geniş çapta uygulanan “teşvik tedbirleri” ile
yatırımlara kaynak aktarımı yapılmış, sanayi “lokomotif sektör”
olarak belirlenmiş, ekonomik ve sosyal kalkınmanın birlikte
gerçekleştirilmesi, hızlı bir büyüme ve sanayileşmeye öncelik
verilmesi gibi uzun erimli hedefler belirlenmiştir.
1979-1984 dönemine ilişkin Dördüncü Plan ise ekonomik,
politik krizler ve 1980'de benimsenen yeni yönelim nedeniyle
askıya alınmış veya durdurulmuştur. 24 Ocak 1980 kararı
uyarınca, 1985-1989 dönemi Beşinci Kalkınma Planı'ndan
itibaren Türkiye planlamada da serbest pazar ekonomisinin
egemenliğine girmiş, planlamanın düzenleyici ve yönlendirici
yönü büyük ölçüde zedelenmiş, sektörel teşvikler azaltılmıştır.
1982 Anayasası'nda kalkınma planlaması devletin temel
görevlerinden çıkarılarak, ekonomik hükümler kısmına
aktarılmıştır. 12 Eylül ile devlet ve sosyo-ekonomik yapı
yeniden yapılandırılmış, Dünya Bankası (DB) ile imzalanan beş
ayrı yapısal uyum kredi anlaşmasıyla ihracata yönelik sanayi
modeli yanı sıra özelleştirme, kamu yatırımlarının azaltılması,
Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576
37
sanayi kongresi
para/finans hareketlerinin altyapısının hazırlanması, tarımda
devlet tekelinin kırılması; sağlık, eğitim ve yerel yönetimlerde
yeniden yapılanma gündeme getirilmiştir.
1990-1995 dönemi Altıncı Plan'da, ihracata yönelik sanayi
modeli uyarınca büyük ihracat teşvikleri söz konusu olmuş;
kamu yatırımları giderek yoğunluğunu kaybetmiştir.
1998'de IMF ile yapılan 10 Yıllık Yakın Takip Anlaşması bu
süreci geliştirici bir işlev üstlenmiştir.
1996-2000, merkezi ve sektörel plandan bölgesel projelere
geçme yöneliminin somutlandığı Yedinci Plan'da, Gümrük
Birliği hedefleri doğrultusunda tüm sektörde korumacılık
asgariye indirilmiş, Türkiye sanayisi eşitsiz koşullarda küresel
rekabete açılmıştır.
20012005 ve 20072013 dönemlerine ilişkin 8. ve 9. Planlarda ise
1980 sonrasının neo-liberal değişim-dönüşümü, planlama ve
kalkınmanın tasfiyesinde somutlanmış; DB ve Avrupa Birliği
(AB) ile iş birliği doğrultusunda “Bölgesel Kalkınma
Ajansları”nın kurulması öngörülmüştür. Böylece Türkiye'de
merkezi planlamanın kesin olarak geriletildiği bir evreye geçiş
yaşanmış; “küreselleştirme operasyonu” gerçekleştirilmiştir.
9. Kalkınma Planı, kalkınmanın sonu olmuş; kalkınma plancılığı
tamamen terkedilmiştir.
En özet haliyle; 1980 sonrası uygulanan ekonomik politikalarla
Türkiye genelinde sübvansiyonlar büyük ölçüde kaldırılmış,
KİT yatırımları durdurulmuş, büyük ölçekli sanayi kuruluşları
ile stratejik kuruluşlar özelleştirilmiş, sabit sermaye
yatırımlarında gerileme yaşanmış, Gümrük Birliği hedefleri
doğrultusunda tüm sektörlerde korumacılık asgariye indirilmiş,
Türkiye sanayisi eşitsiz koşullarda küresel rekabete açılmıştır.
Öz kaynaklardan çok ithal kaynaklar girdi olarak kullanılmış,
küresel güçlerin dayattığı iş bölümü ile fason üretim ve
taşeronlaşma egemen kılınmış, kaynak tahsisinin piyasalar
yoluyla sağlandığı bir sanayi modeline geçilmiştir.
Kısacası; Türkiye'nin 1960-1980 arası kalkınmasını sağlayan
plan/planlama, kalkınma, sosyal devlet kavram ve yaklaşımları
tasfiye edilmiş, kalkınmanın sonuçlarını vermeyen bir
“sürdürülebilir büyüme” benimsenmiştir.
Oysa büyüme hangi sektörlerde olmaktadır, toplumun geniş
katmanlarını nasıl etkilemektedir, işçinin, çiftçinin, memurun,
esnafın, çeşitli meslek gruplarının reel geliri ne ölçüde artmıştır?
Bu soruların yanıtları “büyüme”nin içeriğini de belirleyecek
önemdedir.
GSMH artış hızı, 1991 sonrasında ithalat artışının gerisinde
kalmıştır. Sanayi üretiminin özellikle ihracata yönelik
bölümünde, ham maddelerinin önemli bir bölümü ithalatla
karşılanmaktadır. İthal ham madde girdi oranı imalat sanayi
ortalaması 2002 yılında % 60,1 iken; bugün % 73'lere çıkmıştır.
İhracat artan ithalata bağımlı kılınmıştır. Bu durum, genel mali
tabloya da birebir yansımaktadır. Cari işlemler açığının 2007
38
Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576
yılında 40 milyar dolara çıkacağı tahmin edilmekte ve bu değer
GSMH'mızın % 10'una karşılık gelmektedir. Bu açık, sürekli
büyüyen dış borçlarla kapatılmakta; ekonomi sıcak para ile
döndürülmektedir. Ülkemiz sıcak paranın ve spekülatif
sermayenin boyunduruğu altına sokulmuştur.
Ülkemizde uygulanan sanayi politikaları, bilimi ve teknolojiyi
dışlayarak, ucuz iş gücünü sanayinin tek temel rekabet aracı
haline getirmiştir.
Övünülerek bahsedilen doğrudan yabancı sermaye yatırımları
ise ağırlıkla bankacılık, sigortacılık, inşaat, ulaştırma, ticaret,
hizmet ve turizm sektörlerinde yoğunlaşmaktadır. 2006 yılında
sanayi sektörlerine yapılan doğrudan yabancı sermaye
yatırımlarının miktarı yalnızca 1,9 milyar dolar olup, toplamın %
9'unu oluşturmaktadır. Bunun da yeni yatırımlara oranı % 20'yi
geçmemektedir. Bu kontrolsüz yatırımlarla banka sermayesinin
yaklaşık % 42'si ile sigorta sermayesinin yaklaşık % 54'ü
yabancı sermayenin eline geçmiştir.
Yine sıkça bahsedilen ekonomik büyüme istihdama da
yansımamaktadır. 20022006 yılları arasında sanayide % 16
oranında bir istihdam düşmesi söz konusudur. Sanayide
çalışanlar, bu sektörde yaratılan katma değerden daha az pay
almaktadırlar.
İddia edilen büyüme, ithalat ve rant kesimlerinin büyümesidir.
Sıcak para, düşük kur, yüksek faiz ve yanlış ithalat politikalarına
dayalı ekonomik büyümenin nimetleri en üstteki % 10'u bulan
kesimler tarafından paylaşılmakta; ama diğer yandan istihdam
azalmakta, işsizlik artmakta, çalışanların reel gelirleri
düşmektedir. Yoksulluk sınırındaki 15 milyon insan ile 5,6
milyon işsiz insan görmezden gelinmektedir.
Ülkemizde işletmelerin çoğu KOBİ boyutlarında; küçük ölçekli,
geri teknoloji ile çalışan ve fason üretime ağırlık veren
firmalardır. Ana şirkete veya ihracat yapılan dış firmaya bağımlı
bir durumdadırlar. Bağımsız bir tedarik ve pazarlama sistemleri
bulunmamaktadır. Yönetim ve organizasyon zaafları vardır.
Rekabet güçleri düşüktür. Özgün ürün ve tasarıma yönelik bir
yetenekten yoksundurlar. AR-GE harcamaları şirket cirolarının
% 0,5'i seviyesindedir. Şirketlerde hizmet içi eğitim yok denecek
düzeydedir. Sanayi KOBİ'lerinin % 46,5'inde mühendis
çalıştırılmamakta, % 22,3'ünde ise yalnızca bir mühendis
istihdam edilmektedir. Bu durum, küresel rekabet koşullarında
zorlu bir mücadele veren KOBİ'lerin taşeronlaşmasını daha da
hızlandırmaktadır.
Bütün bu gerçeklerin ışığında; sonuç ve öneriler aşağıdaki gibi
sıralanmıştır.
SONUÇLAR VE ÖNERİLER
Ülke sanayinde üretimi esas alacak istihdam odaklı, kalkınma ve
refahı amaçlayan politikalar nerdeyse bütünüyle terkedilmiş;
ülke dış borç ve ithal girdi ağırlıklı ihracata ve dengesiz
büyümeye dayalı ekonomik anlayışa teslim edilmiştir.
sanayi kongresi
Ülkeye gelen yabancı doğrudan sermaye yatırımları
özelleştirmeye, finansman ve sigortacılık sektörlerine yönelmiş;
böylece imalat sanayinin yeni yatırımlarına herhangi bir kaynak
ayrılmamıştır. İç pazar, ithal malları lehine genişletilmiş ve dışa
bağımlılık perçinlenmiştir.
Dokuzuncu Kalkınma Planı, plansız döneme geçişin simgesi
olup, AB'ye entegre ile sanayinin taşeronlaşmasının da belgesi
niteliğindedir. Plan yapamayan Türkiye, başkalarının planına
teslim olmuştur. Bir başka anlamda küresel ekonominin insafına
bırakılmıştır.
AR-GE ve inovasyon sürekli gündemde olmasına karşın;
GSMH içindeki payı % 0,8'i aşamamış, ayrıca çıkarılan yasa
taslağı ile yabancı yatırımların AR-GE merkezlerine teşvik
verilmesi öngörülmektedir.
Bölgeler arası dengeyi kuracak ve gelir dağılımını adil bir
biçimde kalkınmada öncelikli yörelere yayacak politikalar
oluşturulmadığından, işsizlik ve yoksulluk sorunu öncelikli
sorunların başında yer almakta devam etmektedir.
Planlama, sanayileşme ve kalkınma birbirinden ayrılmaz bir
üçlüdür. Bu kavramlar yalnızca sanayideki teknolojik gelişmeler
veya üretim sürecinde dar anlamdaki bir sanayileşme ile
eşleştirilerek tanımlanamaz. Sanayileşme ve kalkınmayı “sosyal
kalkınma” anlayışı içinde, planlı bir yaklaşımla; tarım, çevre,
enerji, bilim, teknoloji, istihdam, sağlık, eğitim, gelir, bölüşüm
ve tüm diğer alanlara yönelik politikalarla bir bütünlük içinde
tanımlamak gerekmektedir.
Türkiye, küresel güçlerin bize biçmiş olduğu fason üretime
yönelik taşeronlaşmış sanayi işletmelerinden oluşmuş bir
yapılanmayı kabul edecek midir? Yoksa Türkiye, sanayi
elbisesini yeni bir modele göre; sanayileşme ve sosyal kalkınma
hedeflerine yönelik bir biçimde mi oluşturacaktır?
MMO tarafından kongreye sunulan “Ülke Örnekleri ile
Kalkınma ve Sanayileşme Modelleri” Raporunda görüldüğü
gibi bu ülkelerin uygulamaları, fason imalatın sanayi içinde
özgün ürün geliştirilmesini önlediğini ve dışa bağımlılığı
artırdığını ortaya koymaktadır. Türkiye bu ülkelerin sanayileşme
deneyiminden gerekli dersleri çıkaracak ipuçlarını yakalamak
zorundadır.
Ülkemizin kaynakları, küresel güçlerin baskısından bağımsız
bir şekilde değerlendirildiğinde, Türkiye küresel rekabette yer
alabilecek potansiyellere sahiptir. Bilimi ve teknolojiyi esas
alan, AR-GE ve inovasyona ağırlık veren, dış girdilere bağımlı
olmayan, istihdam odaklı ve planlı bir kalkınmayı öngören
sanayileşme politikaları uygulandığında, durum değişecektir.
Böylece sanayi yatırımlarında daha rasyonel seçimler
yapılabilecek, ülkenin doğal kaynakları daha iyi
değerlendirilebilecek, emek ve kaynak yoğun üretimden
ileri/yüksek teknoloji yoğunluğu olan bir üretim ve sanayi
yapısına ulaşılabilecektir.
Planlama, sanayileşme ve kalkınmada halkçı, toplumcu bir
model ve bağımsız bir siyasi irade ile bunu gerçekleştirmek
olanaklıdır.
- Ülkenin ekonomisini dışa bağımlı ve kırılgan hale getiren,
tam üyelik müzakere süreçleri tamamlanıncaya kadar,
Gümrük Birliği Anlaşması mutlaka askıya alınmalıdır.
- AB ile üyelik müzakere süreçlerinde siyasi ödünler verilmesi
istenen ve Türkiye'nin iç politikasına müdahale eden üye
tavırları reddedilerek, müktesebat değişikliklerinin tüm
sektör ve sivil toplum nezdinde tartışmaya açılması ile tüm
sektörlerde ülke çıkarlarına yönelik politikalar
oluşturulmalıdır.
- Bugün her şeyden önce ülke ekonomisi ve sanayinin
planlaması zorunlu hale gelmiştir. Bu planlama; kamu
yararına çalışanların gelir dağılımını düzeltecek, işsizliği
ortadan kaldıracak, sosyal, kültürel ve ekonomik kalkınmayı
sağlayacak, refahı kitlesel olarak yayacak ilke ve araçları
kapsamaktadır. Burada yatırımlara ağırlık verilmelidir.
- Planlama ve kalkınma odaklı çalışmalar, tüm toplumsal
mutabakatla; üniversite, sanayi ve meslek odaları ile sektör
kuruluşlarını da kapsayan geniş bir platformda tartışılmalı,
çözüm önerileri geliştirilmelidir.
- Sanayide üretimin organize sanayi bölgeleri ve küçük sanayi
sitelerinde yaygınlaştırılması,
KOBİ'lere rasyonel bir işletme yapısı ve ölçek getirecek
düzenlemelerin yapılması zorunludur. Bunun için öncelikle bir
sanayi envanteri çıkarılmalı, sistematik bir veri tabanı kurularak
sürekli güncelleştirilmelidir.
- Mühendislik altyapısı, AR-GE ve teknolojik gelişmenin
önemli bir planlama öğesi olarak alınması ve
değerlendirilmesi, kamu yararı ön plana alınarak
benimsenmelidir.
- Yukarıdaki tespit ve önerileri sağlayacak kamu yararına bir
planlama, kalkınma ve istihdam odaklı gelişmelerin
gerçekleşebilmesi; demokrasinin tüm ilke ve kurumlarıyla
egemen olduğu, insan hakları ve özgürlüklerinin tam
anlamıyla uygulandığı bir ortamın oluşturulması ile
sağlanabilmelidir. Bir diğer anlamda; demokrasi ile kalkınma
birbirini reddeden değil, birbirini tamamlayan ve geliştiren
durumlar olarak görülmelidir.
“Eğer planınız yoksa başkalarının planlarının bir parçası
olursunuz!”
Oysa bizler, üreterek büyüyen ve paylaşarak gelişen bir ülkede
yaşamak istiyor ve bunun olanaklı olduğunu biliyoruz.
Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği
Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576
39
Download