sanayi kongresi Araştırmacı Yazar Mustafa Sönmez, “İmalat Sanayinin Yeri ve AB'nin Konumu: 2000-2006” başlıklı konuşmasında Türkiye'nin kur politikasını ele aldı... KÜRESELLEŞME İŞ GÜCÜNÜN AYAĞINI BAĞLIYOR Türkiye'de yatırım iklimi kalmadığında yatırımcıların gözlerini yavaş yavaş yurt dışına dikmeye başladıklarına dikkat çeken araştırmacı yazar Mustafa Sönmez, Türkiye'nin sermaye ihracının 11,5 milyar doları bulduğunu kaydetti. Bunun bir model olmaya başlaması durumunda irili ufaklı bir sürü firmanın Koç Grubu'nu takip etmeye başlayacaklarına dikkat çeken Sönmez, bu ülkenin insanlarının alın teriyle biriktirilen sermayenin burada kalıp insanlara yeni istihdam alanları açması gerekirken, yurt dışına sermaye ihracı olarak gitmesinin buradaki insanları tekrar işsizliğe götüreceğinin altını çizerek; “Çünkü küreselleşmenin ikiyüzlülüğü şudur: Parayı, malı serbest bırakır; ama iş gücünün ayağını bağlar, 'hiçbir yere gidemezsin' der. Dolayısıyla, bunun da böyle negatif etkileri olacaktır” dedi. Kongrede “Türkiye'de Dış Girdi Ağırlıklı Sanayileşme ve İhracata Yönelik Sanayileşme” konu başlığı altında yapılan oturumda konuşan araştırmacı yazar Mustafa Sönmez, Avrupa Birliği ile sürdürülen Gümrük Birliği'nin aslında Türkiye'nin lehine işlemediğini vurguladı. Özellikle Asya'dan yapılan ithalatın yürütülen kur politikasının da etkisiyle Türkiye'deki ara sanayileri ve rekabette direnme gücü olmayan küçük firmaları ciddi ölçüde zaafa uğrattığını ve bundan dolayı da iş gücü kaybına yol açtığını belirten Sönmez, Gümrük Birliği'nin Türkiye'ye şimdiye kadar ne getirip, ne götürdüğünün ciddi olarak tartışılıp, masaya yatırılması gereğini kaydetti. Yürütülen kur politikasının da çok ciddi olarak, ısrarla sorgulanması gerektiğini vurgulayan Sönmez, “Bu kur politikası, belki gerçekten sadece fiyat denetimine yarıyor; ama buna karşılık Türkiye'nin ciddi ölçüde dış girdi ithalinde yerli üreticisini korumasız bırakıyor. Yerli istihdamına ciddi ölçüde zararlar veriyor ve ithalatı kamçıladıkça, cari açığını ileri boyutlara ulaştırıyor. Dolayısıyla kur politikasının mutlaka sorgulanması ve bu sermaye hareketlerinin kontrol altına alınması gerekiyor. Sermaye hareketlerini bu kadar libere tutan bir ekonominin, daha sağlıklı ve sürdürülebilir bir büyümeyi ve kalkınmayı gerçekleştirmesi güç görünüyor” dedi. Sanayici Türkiye Ekonomisini Öldüren Sürecin Esiri Olmaya Başlıyor Konuşmasında özellikle yürütülen kur politikası üzerinde duran Sönmez, parmak basılması gereken önemli noktalardan birisinin aşırı değerli kur politikasının giderek bir alışkanlık yaratması olduğunu dile getirdi. “Bunu bazı sanayiciler de avantajından yararlanmak için benimsediler, içselleştirdiler ve dışarıdan ciddi ölçüde borçlanıyorlar” diyen Sönmez, dışarıdan borçlanmanın daha az maliyetli olmasından dolayı Türkiye'nin en büyük 500 sanayi firmasının dışarıdan borçlandığına dikkat çekti. Bu firmaların dışarıdan borçlanırken güvendikleri şeyin kur politikasının böyle devam etmesini ummaları ve istekleri olduğunun altını çizen Sönmez, bundan dolayı bu politikanın ister istemez tarafı durumuna geldiklerini ve bunun için lobi yapmaya başladıklarını kaydederek, “Aslında Türkiye ekonomisini bir yandan kemiren, öldüren sürecin esiri olmaya başlıyorlar ve ister istemez bizzat sanayicinin kendisi borç yükünden dolayı, bu kur politikasının tutkunu ve bir tür uyuşturucu müptelası gibi oluyor, onun savunucusu durumuna geçiyor.” Küreselleşmenin İkiyüzlülüğü: Malı Serbest Bırak, İş Gücünün Ayağını Bağla İkinci noktanın da Türkiye'de yatırım iklimi kalmadığında yatırımcıların gözlerini yavaş yavaş yurt dışına dikmeye başlamaları olduğunu ifade eden Sönmez, tekstilcilerin ucuz enerji ve hükümetin sağladığı avantajlar nedeniyle Mısır'a gitmeye başladıklarına dikkat çekti. Vestel'den Koç'a kadar firmaların Çin'e gitmeye başladığını belirten Sönmez, Türkiye'nin sermaye ihracının 11,5 milyar doları bulduğunu kaydederek, bunun ciddi bir sermaye ihracı anlamına geldiğinin altını çizdi. Sönmez şöyle konuştu: “Son olarak rakamlara baktım, 11,5 milyar doları bulmuş Türkiye'nin sermaye ihracı. 11,5 milyar dolar ciddi bir sermaye ihracıdır ve bu bir model olmaya başlarsa, Türkiye'de özellikle Koç Grubu ne yaparsa irili-ufaklı firmalar onları takip etmeye başlar. Koç'un sanayi üretimini Çin'e taşıması ki; bu çok negatif bir şeydir; bu ülkenin insanlarının alın teriyle sermaye biriktirilip, burada yatırım yapılarak onlara tekrar istihdam olarak sunulması gerekirken; bunu yapmayıp, dışarıya sermaye ihracı olarak gitmesi buradaki insanları tekrar işsizliğe götürür. Çünkü küreselleşmenin ikiyüzlülüğü şudur: Parayı, malı serbest bırakır; ama iş gücünün ayağını bağlar, 'hiçbir yere gidemezsin' der. Dolayısıyla, bunun da böyle negatif etkileri olacaktır.” Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576 23 sanayi kongresi “TMMOB Sanayi Kongrelerinde Önerilenler ve Sanayide Gerçekleşenler (Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım)” oturumunda kalkınma planları karşılaştırmalı olarak değerlendirildi... İSTİHDAM ODAKLI BİR SANAYİ MODELİ GÜNDEME GELMEK ZORUNDA! Kongre Yürütme Kurulu Üyesi Makina Mühendisi S. Melih Şahin, Türkiye'nin sanayileşme ve kalkınma politikalarını uzun erimli hazırlayamadığı için aynı kulvarda yarıştığı birçok ülkenin gerisinde kaldığını vurgulayarak, “Bugün geldiğimiz nokta, işsizlik ve istihdam açısından ülkemizi gerçekten yıkıcı bir noktaya getirmiştir” diye konuştu. Kongre Yürütme Kurulu Üyesi Makina Mühendisi Dinçer Mete de Türkiye'de 1960'lı yıllarda İtalya'nın referans alındığını kaydederek, o dönemlerde “İtalya'ya ne zaman yetişiriz?” konusunun tartışıldığını, sonrasında ise Portekiz, İspanya ve Yunanistan'ın gündeme geldiğini, Türkiye'nin kendisine referans aldığı ülkeler çıtasının sürekli düştüğüne dikkat çekti. Kongre Yürütme Kurulu Üyesi Yavuz Bayülken ise Türkiye'nin 2007 yılında yüksek faiz politikasıyla yürüyen, cari açığı çok yüksek ve yatırım yoğunluğu giderek azalan bir sanayileşme tablosu ile karşı karşıya geldiğinin altını çizerek; “Planlama, kalkınma, refah ile bunların topluma refah olarak yayılmasını, istihdam odaklı bir ekonomi ve sanayi modelini gündeme getirmek zorundayız” diye konuştu. Sanayi Kongresi 2007'nin ilk günü, “TMMOB Sanayi Kongrelerinde Önerilenler ve Sanayide Gerçekleşenler (Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım)” oturumu yapıldı. Oturum Başkanlığını İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) Yönetim Kurulu Başkanı Taner Yüzgeç'in yaptığı oturuma; Kongre Yürütme Kurulu Üyeleri Yavuz Bayülken, S. Melih Şahin ve Dinçer Mete konuşmacı olarak katılarak, Kongrelerin ilkinin yapıldığı 1962 yılından başlayarak, 2007 yılına kadar genel bir değerlendirme yaptılar ve sanayide gerçekleşenleri karşılaştırmalı olarak ele aldılar. Türkiye Kalkınma Politikalarını Uzun Erimli Hazırlayamadı Kongrede “TMMOB Sanayi Kongrelerinde Önerilenler ve Sanayide Gerçekleşenler (Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım)” başlıklı oturumda konuşan Kongre Yürütme Kurulu Üyesi Makina Mühendisi S.Melih Şahin, Türkiye'de 1930'lu yıllarda Beş Yıllık Sanayi ve Kalkınma Planlarından başlayan ve 1963 yılından itibaren de Beş Yıllık Kalkınma Planları ile devam eden süreci, 2007 yılında yürürlüğe giren 9. Kalkınma 24 Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576 Planı'na kadar ele alarak, planlarda öngörülenlerle sanayide gerçekleşenleri karşılaştırmalı olarak değerlendirdi. Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) tarafından 1964 yılından itibaren düzenlenen Sanayi Kongrelerinde; planlama, kalkınma, sanayileşme başlıkları altında yapılan saptamaları bir bütün halinde ele alan Şahin, Türkiye'nin sanayileşme ve kalkınma politikalarını uzun erimli hazırlayamadığı ve uygulayamadığı için aynı kulvarda yarıştığı birçok ülkenin gerisinde kaldığını vurgulayarak, “Bugün geldiğimiz nokta, işsizlik ve istihdam açısından ülkemizi gerçekten yıkıcı bir noktaya getirmiştir. Birçok kongremizde vurguladığımız gibi; uzun soluklu, sistemli sanayi ve teknoloji politikaları, bu politikaları ete-kemiğe büründüren planlama olmadan, istihdam odaklı bir büyüme ile refaha ulaşmanın mümkün olmayacağını belirtmek istiyorum” diye konuştu. Türkiye'nin Kendine Örnek Aldığı Ülkeler Çıtası Sürekli Düşme Eğiliminde Aynı oturumda konuşan Kongre Yürütme Kurulu Üyesi Makina Mühendisi Dinçer Mete, Şevket Pamuk'un “Dünyada ve Türkiye'de İktisadi Büyüme” sunumuna değinerek, Türkiye'nin 1820-2005 yılları arasında yaşadığı gelişmeleri karşılaştırmalar yaparak, ele aldı. Türkiye'de 1960'lı yıllarda sanayi kongresi ekonomisinde, sanayileşmesinde ve adaletinde bir bozukluk var demektir. İşte tam bu sırada bunların konuşulmasının, gerek Türkiye'de, gerekse bu çevreleri daha da genişleten farklı çevrelerde, bizimle aynı düşünmeyen çevrelerde de önemli yansımaları olacağına inanıyorum.” İtalya'nın referans alındığını vurgulayan Mete, o dönemlerde “İtalya'ya ne zaman yetişiriz?” konusunun tartışıldığını, hatta 1990'lar için tarih verildiğini kaydetti. Sonrasında ise Portekiz, İspanya ve Yunanistan'ın gündeme geldiğini anımsatan Mete, Türkiye'nin kendisine referans aldığı ülkeler çıtasının sürekli düştüğüne dikkat çekti. Mete şöyle konuştu: “Türkiye'de 1960'larda referans alınan ülke İtalya. 'İtalya'ya ne zaman yetişiriz?' tartışılıyor, 1990'lar için tarih veriliyor. Daha sonra 'Portekiz, İspanya ve Yunanistan ile ne olur?' tartışılmaya başlanıyor. En sonunda bunlarla da aramız açılmaya başladığı zaman, biz tekrar Güney Kore, Çin; bunlar da giderse geriye kalan Afrika ülkeleri ve Asya'nın gelişmemiş ülkelerini karşılaştırmaya başlayacağız. Bu da bize, referans aldığımız yerler noktasındaki sürekli geri kayışı gösteriyor. 55 ülke içerisinde karşılaştırmalı performans açısından rekabet indeksimiz 48. Ekonomik başarı ve benzeri değerleri ele aldığımızda iş verimliliği dışında pek de iç açıcı değerlendirmeler olmadığını görüyoruz.” “İstihdam Odaklı Bir Sanayi Modelini Gündeme Getirmek Zorundayız” Sanayi Kongrelerinde 1960-1962'lerden, 1980'lere kadar gelen ithal-ikameci dönemin bütün boyutları ile bu Sanayi Kongrelerinde incelendiğini ve kıyaslamalar yapıldığını kaydeden Bayülken; 1980'lerde Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı'nın tam ortasında, planın rafa kaldırılma durumuna kadar geldiğini anımsattı. İhracatı model alan bir sanayileşmeye geçildiğini ve birtakım verilerin değiştiğini bildiren Bayülken; Türkiye'nin yabancı sermayeye açıldığını, dış borçların çıkmaya başladığını, sanayileşmenin yavaş yavaş rafa kaldırılmaya başlandığını, ithalatın ilk defa o dönemlerde hız kazanmaya başladığını vurguladı. Değerlendirmelerini 1994'ten başlayarak, 2007 yılında kadar sürdüren Bayülken, “1994'lerde ilk büyük krizin içinden geçmişiz, 2001'lerde bir başka kriz daha Türkiye sanayisini sarsmış. Bugün geldiğimiz 2007 noktasında; dışa bağımlı, özellikle ara mallarıyla dışa bağımlı, düşük kur ve yüksek faiz politikasıyla yürüyen, cari açığı çok yüksek ve artık yatırım yoğunluğunun giderek azaldığı bir sanayileşme tablosuyla karşı karşıya gelmişiz. Tam bu noktada; planlama, kalkınma, refah ile bunların topluma refah olarak yayılmasını, istihdam odaklı bir ekonomi ve sanayi modelini gündeme getirmek zorundayız” diye konuştu. Bugün Planlamaya Her Zamankinden Çok İhtiyaç Var Kongre Yürütme Kurulu Üyesi Makina Mühendisi Yavuz Bayülken de konuşmasında kongrenin konusunun seçiminde zamanlama açısından da doğru hareket ettiklerini ifade ederek, dünya ve Türkiye ekonomisinin bugün her zamankinden daha çok bir planlamaya ihtiyaç duyduğuna dikkat çekti. Kalkınma, refah, istihdam kavramlarının ve olgularının en fazla bugün tartışılması gereğine inandığını vurgulayan Bayülken, bunun nedenini şöyle açıkladı: “Çünkü dünya; küresel gelirin yüzde 50'sini, yüzde 1'e; geri kalan yüzde 50'sini yüzde 99'a bırakıyorsa, bu dünyanın Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576 25 sanayi kongresi Abdullah Aysu, Atatürk'ün “Milletin Efendisi” diye tanımladığı köylünün, çok uluslu şirketlerin elinde “global köle”ye dönüştüğü uyarısında bulundu... KÖYLÜ “GLOBAL KÖLE” OLDU… piyasayı, özel sektörün güçlü olmaması ve dünya bunalımıyla çakışması nedeniyle terk ettiğini ve yerine devletçilik politikasına yöneldiğini ve bu yönelimle birlikte tarımda ciddi atılımlarda bulunulduğunu kaydeden Aysu, devletin ciddi tarımsal KİT'ler oluşturduğunu ve bugün satılmaya çalışılan birçok KİT'lerin temelinin ve gelişiminin o döneme denk geldiğini anımsattı. Bu KİT'lerin en önemlilerinden birinin Şeker Fabrikaları olduğunu vurgulayan Aysu, Cumhuriyet döneminde şekerpancarı olmadığından üretilemediğini, bu nedenle şekerin dışarıdan alındığını belirterek, şekerin ülkeye “medeniyeti” getirdiğinin altını çizdi. Şekerin Türkiye'nin kültürünü değiştirdiğine dikkat çeken Aysu, “Şeker tarıma çağdaşlığı, modernizmi getirmiştir. Türkiye Şeker Fabrikaları ile birlikte Türkiye, düzenli bahçeleri görebilmiştir. O döneme kadar tüm bahçeler, özellikle de saray bahçeleri, yüksek duvarların ardında gizli olan bahçeler görülmüyordu. Ama şeker fabrikaları ile birlikte düzenli bahçeler, yaşam alanları ve sosyal alanlar oluşmuştur” diye konuştu. Uygulanan neo-liberal politikalarla tarımın bitme noktasına geldiğinin altını çizen Abdullah Aysu, kamuya malını satamayan çiftçi için varılacak son aşamanın bir sahip aramak olduğuna dikkat çekerek; “Son aşama olarak; biz artık kamuya malımızı satamayacaksak, kooperatiflerimize satamayacaksak, köylü olarak kendimize bir sahip bulmamız lazım. Sahibimiz, şirketlerdir; çok uluslu şirket bulacağız, gideceğiz onunla sözleşmeli üretim yapacağız. Yaptığımız sözleşmeli üretimde de asla ve asla bizim inisiyatifimiz yok!” diye konuştu. Tarıma “Modernizmi” Şekerpancarı Getirdi Kongrenin ikinci günü, “Türkiye'nin Planlı Kalkınma Deneyimi ve Alternatifler” adlı oturumda, “Türkiye'nin Sanayileşme Politikasının Tarıma Etkisi” konu başlığı altında bir konuşma yapan Üretici Sendikaları Konfederasyonu Sözcüsü Abdullah Aysu, Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar tarım politikalarının gelişimini ele aldı. Türkiye Cumhuriyeti'nin 1923-29 yılları arasında uyguladığı serbest 26 Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576 Hukukun Kapattığı Cargill'i Meclis'in Çıkardığı Özel Yasalar Yeniden Açtırdı Aysu; 2000 yılına kadar gelişen şeker sektörünün, ekonomiden sorumlu Eski Devlet Bakanı Kemal Derviş'in zamanında çıkarılan Şeker Yasası ile birlikte özel sektöre açıldığını anımsatarak, özel sektörün nişasta bazlı şeker üretimine geçtiğini belirtti. Nişasta bazlı şeker üretiminin başlaması ile Türkiye tarımında ciddi riskler oluştuğuna dikkat çeken Abdullah Aysu, nişasta bazlı şekerin ham maddesinin mısır olduğunu, Türkiye'nin mısırda kendine yeten bir ülke olmamasından dolayı dışa bağımlı kılındığını kaydetti. Aysu, nişasta bazlı şeker üretiminin getirdiği riskleri şöyle tanımladı: “Bir kere nişasta bazlı şeker üretiminin sağlıklı olup olmadığı dünya üzerinde hâlâ tartışıla gelmektedir. Ama bizim şekerpancarından ürettiğimiz şekerin sağlıksız olduğu tartışılamamaktadır, çünkü sağlıklıdır. Nişasta bazlı şekerin ham maddesi mısırdır ve Türkiye zaten mısırda kendisine yeterli olmayan bir ülkedir. Dolayısıyla, üretim aşamasından itibaren Türkiye dışa bağımlı kılınmıştır. Çiftçilerine, 'siz yüzde 10-15 üretmeyin, başka ülkelerin çiftçileri üretsin, biz onların ham maddesi ile üretim yapalım' denilmektedir. Bu tespit edildiği için açıkça söylüyorum, sanayi kongresi Türkiye'ye giren mısırların yüzde 80-90'ının genetiği değiştirilmiştir. İnsan sağlığı ve toprak için risk oluşturan bir üretim tarzının kendisi getirilip, dayatılmıştır. Bu, 200 bin besicimizin 'küspe' yani hayvan yeminden alıkonulmasına neden olunmuştur. Bence en önemlisi de şekerpancarı üretimine ayrılmış olan arazinin, eko-dengesi bozulmuştur. Çünkü bir dekar şekerpancarının ürettiği oksijen, üç dekar çam ormanındakinden daha fazladır.” Böylece Türkiye'nin eko-dengesinin bozulduğunu; ama bu konunun Türkiye'de hiç tartışılmadığını kaydeden Abdullah Aysu, şeker üretimiyle hiç ilgisi olmayan bir bölgeye Cargill Fabrikası'nın kurulduğuna dikkat çekti. TMMOB ve diğer sivil toplum örgütlerinin verdikleri mücadele sonucunda fabrikanın defalarca kapatıldığını; fakat Meclis'in çıkardığı özel yasalarla yeniden açıldığını belirterek, “Bu fabrikanın halen ruhsatı yoktur, ruhsatı olmadığından gecekondudur ve bir türlü kapatılamamaktadır. Fabrikanın kurulduğu yerde bir tek koçan mısır yetişmemektedir, zeytin bölgesidir, İznik Gölü'nün kenarındadır. Yani ham maddeden de uzak; ama bütün ısrarlara rağmen alanla hiç ilgili olmayan bir yere kurulmuştur” dedi. “TEKEL'in Özelleştirmesinde Süleyman Demirel Yabancı Tekellerle İş Birliği Yaptı” Konuşmasında Tekel'e de değinen Abdullah Aysu, Reji Şirketi'ne bağlı bir kuruluşken, 1932 yılında 4 milyon lira karşılığında İnhisarlar Umum Müdürlüğü'ne bağlı bir Genel Müdürlük haline gelen Tekel'in, yabancı tekellerce sürekli alınmaya çalışılan bir kurum olduğunu ve 1979 yılında iktidarda olan Süleyman Demirel Hükümeti'nin programında “Tekel Özelleştirilmelidir” diye yer alarak, yabancı tekellerle bu konuda “iş birliği” yapıldığını iddia etti. Aysu, tepkisini; “Reji'den aldığımız andan itibaren, dış dinamikler ve içeride onların iş birlikçileri, 'tekrar bunu nasıl ele geçiririz' diye çalışmalarına başlayarak, sürdürmüşlerdir ve nihayet 1979'da Süleyman Demirel'in hükümet programında “Tekel özelleştirilmelidir” diye yer alarak, iş birlikçisi bulunmuştur” cümleleri ile dile getirerek, Tekel'in özelleştirilmesini eleştirdi. “Oysa ki Tekel; çiftçinin tütününü alan, işleyen ve de pazarlayan dev bir organizasyona sahip, devlet içinde devlet olan bir örgütün kendisidir” diyen Abdullah Aysu, Tekel ile sadece tütünün değil; iyi bira yapımı için arpa, kaliteli şarap üretimi için de üzüm yetiştiriciliğinin geliştiğini anımsattı. “Uygulanan Neo-Liberal Politikalarla Hayvancılığı Ortadan Kaldırmayı Becerdik!” Tekel ve şeker fabrikalarının Türkiye'nin hemen her bölgesinde kurulduğunu, insanlara “iş ve aş umudu” olduğunu kaydeden Aysu, uygulanan neo-liberal politikalar kanalı ile bunların tek tek ortadan kaldırıldığını vurguladı. Üretim girdilerinin sağlanması ve çiftçi örgütlerinin kurulabilmesi için Türkiye Zirai Donatım Kurumları'nın ve Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri'nin kurulduğunu dile getiren Aysu, bu sürecin 1950 yılından sonra değişmeye başladığını ve bu tarihten sonra devletin belirlediği politikaları uygulamak üzere görevlendirilen, “devlet vesayeti altındaki kooperatifçiliğe” dönüştürüldüğüne dikkat çekti. 1950'lerde uygulanan karma ekonomi sistemi içinde, özel sektörle birlikte Et ve Balık Kurumu, yem sanayi, Süt Endüstrisi Kurumu (SEK) ve gübre fabrikalarının kurulduğunu, bu kurumların kurulmaları ile birlikte hayvancılığın ciddi bir şekilde geliştiğini ifade eden Abdullah Aysu, bu kurumların özelleştirilmeleri ile birlikte hayvancılığın çöktüğünün altını çizerek, şöyle konuştu: “SEK özelleştirildi, sütün fiyatı 18 bin liradan, 12 bin liraya düştü. Aynı dönemde yem sanayi özelleştiriliyor; yem 8 bin liradan, 20 bin liraya çıktı ve otomatikman hayvancılık çöktü. 1980 yılında 80 milyon olan hayvan sayımız, Et ve Balık Kurumu, yem sanayi ve SEK'in özelleştirilmesiyle birlikte 41 milyona kadar geriledi. Biz, hayvansal ürünlerde dışa satım yaparken, dış alımcı olmaya başladık. Bu şekilde hayvancılık sektörü çökertildi ve sözünü çok ettiğimiz neo-liberal politikalarla çok süsleyip, bolca anlattığımız konuların içine hayvancılığı da katarak, bu şekilde ortadan kaldırmayı becerdik.” Özelleştirmeler Kuruluş Kanunlarına Rağmen Yapıldı Bu kurumların özelleştirme süreçleri ile birlikte yoksulluğun başladığına dikkat çeken Aysu, yerine bir şey ikame edilmeden bu kurumların özelleştirilmelerini eleştirerek, her şeyin birden bire yok sayıldığını belirtti. “Neo-liberal politikalara kendimizi derdest teslim ettik; hiçbir pozisyon almadan, hiçbir direnç noktası oluşturmadan ve bütün bunları, kendimizi korumaya almadan yaptık” diyerek tepkisini belirten Aysu; bu kurumların mülkiyetinin kamuda kalarak üreticilerin yönetimine teslim edilebileceğini, kurumların böylece daha verimli çalışmalarının sağlanabileceğini ve dünyadaki birçok şirketle rekabet edebilir duruma gelebileceklerini vurguladı. Aysu, SEK'in Kuruluş Kanunu'nda “Belli bir seviyeye geldikten sonra, çiftçi örgütlerine ve kooperatiflere devredilir” yazmasına rağmen özelleştirildiğine dikkat çekti. Çiftçinin Tüm Bağları Koparılıyor 12 Eylül öncesinde Köy-Koop'ların var olduğunu hatırlatan Aysu, merkez birliğin kanun gereği SEK'i talep etmesine rağmen, talebin bir süre “savsaklandığını”, 12 Eylül ile Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576 27 sanayi kongresi birlikte Köy-Koop'un da kapatılarak, konunun tartışma dışına çıkarıldığını kaydetti. Sorunun sadece bu olmadığını belirten Abdullah Aysu, bütün bunlarla çiftçiliğin ortadan kaldırılmasının mümkün olmadığını; sürecin tarımı şirketleştirmeye dönüştüğüne dikkat çekerek, “Bunun için devletle, köylünün bağını kopartmak gerekiyordu. Desteklemeleri ve teşvikleri kaldıracaksınız, tarımsal kredi faizlerini yükselteceksiniz, Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri ile ilgili kanun çıkarıp, onun entegre tesislerini anonim şirketlere dönüştürüp, özelleştireceksiniz. Bir yanıyla devlet ile kamunun bağını koparacaksınız, daha sonra çiftçi ile örgütünün bağını koparacaksınız ve en son Tohumculuk Kanunu ile birlikte de çiftçinin, çiftçilikle bağını koparacaksınız” diye konuştu. “Çiftçiler Televizyonda Kanun Kaçağı Olarak Teşhir Edilirse Şaşırmayın!” Tohumculuk Yasası ile birlikte çiftçilerin kendi ürünlerinden elde ettikleri tohumu toprağa atarak yeniden ürün elde etmelerinin yasaklandığına dikkat çeken Aysu, “Biz patlıcan, biber, çeltik üretebiliriz, her şey üretebiliriz; ama tohum üretip, tohumumuzu satamayız. Mutlaka şirketler satacak ve ben de gidip şirketlerden almak zorundayım” diyerek eleştirilerini dile getirdi. Çiftçilerin şirketlerden alıp üretmemeleri durumunda, üretilecek ürünlere devletin karar vermesi nedeniyle çiftçilerin yerli tohumla üretim yapmaları durumunda lisans delmiş muamelesi göreceğini kaydetti. Aysu, yaşanabilecek olaylara ilişkin şu uyarılarda bulundu: “Eğer devletin ve şirketlerin belirlediği çeltiği üretmemişsem, fasulyeyi satmamışsam ve pazara götürüyorsam; bir gün o fasulyelerle arkamda Ankara Emniyet Müdürlüğü yazarak televizyonlarda teşhir edilirsem, 28 Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576 çiftçiler teşhir edilirse şaşmayın. Çünkü kanun aynen bu minvalde düzenlenmiştir; yani kendi ülkenin yerel çeşitlerinden üretim yapman yasaklanmıştır. Bu da çiftçinin, çiftçilikle bağının koparılması anlamına geliyor. Geleceğimiz son aşama; artık kamuya malımızı satamayacaksak, kooperatiflerimize satamayacaksak, köylü olarak kendimize bir sahip bulmamız lazım. Sahibimiz, şirketlerdir, çok uluslu şirket bulacağız, gideceğiz onunla sözleşmeli üretim yapacağız, yaptığımız sözleşmeli üretimde de asla ve asla bizim inisiyatifimiz yok. Şu anda tütünde, üzümde ve birçok şeyde zaten sözleşmeli üretim başlamıştır.” “Çiftçiyi Teslim Aldılar, Siz Teslim Olmayın!” Artık tüketilen gıdaların sağlığının çiftçilerle bir ilgisinin kalmadığı uyarısında bulunan Abdullah Aysu, gıdaların ilaç oranları, genetiği ve kimyasal gübre kullanımı ile ilgili konularda çiftçilerin suçlanmaması gerektiğini, çünkü inisiyatiflerinin çok uluslu şirketlerce ellerinden alındığını kaydederek; “Artık tükettiğiniz gıdanın sağlıklı olup olmadığının bizimle bir ilgisi yok. Gıda az ilaçlıymış, çok ilaçlıymış, genetiği değiştirilmiş tohumlar elde edilmiş, kimyasal gübre oranı çok daha fazlaymış, dolayısıyla sağlığınız bozuluyormuş gibi nedenle asla çiftçileri; yani bunları üreten insanları suçlamayın. Çünkü onların bu konuda karar verme durumu yoktur; dolayısıyla çiftçi artık taşeronlaşmıştır, işçileşmiştir, sorun çiftçinin değildir, sizindir. Sorun, artık kentlinindir. Sorun siz tüketicilerindir, sizin tüketiciler olarak bilinçlenip, 'hayır biz bunu tüketmeyeceğiz, biz bunları istemiyoruz' diyerek bir araya gelmeniz lazım. Çünkü bizi teslim aldılar, sizin teslim olmamanız dileğiyle” diye konuştu. sanayi kongresi Prof. Dr. Ergun Türkcan, konuşmasında bilim ve teknoloji politikalarında siyasal iktidarların tercihlerinin son derece önemli olduğuna dikkat çekti... “TARİKATLARA TESLİM OLMUŞ BİR TÜRKİYE'DE RASYONEL DÜŞÜNEN ADAMI NEREDEN BULACAKSINIZ?” Konuşmasında küreselleşmeyi “zelzeleye” benzeten Prof. Dr. Ergun Türkcan, sevilmese de zelzelenin geldiğini kaydederek, bugünkü hükümetler, Yükseköğretim Kurulu (YÖK) ve üniversite sistemi dikkate alındığında zelzeleye karşı durmanın zor göründüğünü belirterek, “Bu yapılabilir mi sorusu gündeme geldiğinde, hele bugünkü hükümetler, YÖK, üniversite sistemi, bu kadar laçka olmuş, bozulmuş ve tabii bir de bunun üstünde geniş bir sosyokültürel alan var ki; giderek hacı-hocaya, hurafeye ve tarikatlara teslim olmuş bir Türkiye'de rasyonel düşünen adamı, soru soran adamı nereden bulacaksınız? İlkokuldan beri bu adamlar yetişir, bir de bu sorun var” diye konuştu. Sanayi Kongresi 2007'de “Türkiye'de Bilim ve Teknoloji Politikaları” başlığı altında bir konuşma yapan Prof. Dr. Ergun Türkcan, Türkiye'nin bilim ve teknoloji politikası organı sayılabilecek Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu'nun (TÜBİTAK) 1963 yılında kurulduğunu anımsatarak, “aradan geçen 45 yıllık sürede Türkiye'nin bir bilim ve teknoloji politikası oldu mu? Bilim ve teknoloji politikasını kuracak ve uygulayacak organlar oldu mu? Eğer böyle bir şey olduysa, bunlar başarılı mı, başarısız mı oldu?” diye sordu. Kendisinin şüpheci bir yaklaşımı olduğunu kaydeden Türkcan; bilim ve teknoloji politikasının, bu politikayı kararlaştıran organların ya da sistemin ve başarının tanımının ortaya koyulması gerektiğini vurguladı. Türkiye, Bilim ve Teknoloji Politikası Kavramı ile 1990'larda Tanıştı Türkiye'nin son 40 yılı dikkate alındığında bilim ve teknoloji politikaları için belirlenen amaçların hem var olduğunun hem de olmadığının ifade edilebileceğini bildiren Ergun Türkcan, 1964 yılından beri işin içinde olan insanlardan birisi olarak; mastır plan, planlama, kalkınma planları içinde bilim ve teknoloji politikası hedeflerine, araçlarına ve kontrol mekanizmalarına yönelik söylemlerin her zaman dile getirildiğini ifade etti. Fakat söylemlerin yeterli olmadığını, çünkü toplumun bilim ve teknoloji politikası kavramı ile ancak 1990'larda tanışabildiğine dikkat çekerek, şöyle konuştu: “Bunu söylemek kolaydır; ama bu bir türlü 1990'lara kadar ortaya çıkmadı. Bu acaba sistemin beceriksizliği ve meseleyi anlamamış olmasından mıydı? Bence bu da değil; çünkü Türkiye'de bilim ve teknoloji kavramları, daha 1960'larda mevcut değildi. TÜBİTAK'ın belki en önemli fonksiyonlarından yahut da hizmetlerinden birisi, bilim ve teknoloji kavramını iktisatla, stratejiyle, milli hedeflerle, toplum hayatıyla ilişkilerini kurarak, toplumun çeşitli katlarında anlatmaya ve etkilemeye çalışmasıdır. Başka bir şey yapamazdı; o kadar az sayıda insan ve altyapıya sahiptik ki, ancak bu kadarını yapabiliyorduk.” “Biraz Araştırma Yapın, Ortalıkta Durun” Bu yönüyle ele alındığında hedeflerin ve başarıyı değerlendirmenin söz konusu olmadığını ifade eden Türkcan, kurumsallaşmak gereğinin farkına vardıklarını dile getirdi. 1983 yılına kadar TÜBİTAK'ın önerilerinin Devlet Planlama Teşkilatı tarafından benimsenen ve planlara alınan milli bilim politikasının plancıların keyfine kaldığını bildirerek, TÜBİTAK'a ayrılan bütçenin üniversitelere ayrılan kaynağa benzer olduğuna dikkat çekerek, “TÜBİTAK'a birtakım paralar verilirdi; ama bu da üniversitelere verilen, 'size de para veriyoruz; ama ne yaparsanız yapın, biraz araştırma yapın, ortalıkta durun' gibi bir şeydi” diye konuştu. 1983 yılında Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu'nun (BTYK) 77 sayılı Kararname ile kurulduğunu anımsatan Ergun Türkcan, BTYK'nın 1989 yılına kadar hiç toplanmadığına dikkat çekti. BTYK'nın kurulmasının anlamı konusunda ise şu bilgileri verdi: “Türkiye'de üç tane böyle kuruluş vardır, ikisi Anayasa'ya girmiştir. Birisi Milli Güvenlik Kurulu'dur; Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576 29 sanayi kongresi sivillerle askerleri bir araya getirir, üst düzeyde stratejik kararlar alır. İkincisi, Yüksek Planlama Kurulu'dur. Sonuncusu da Türkiye'de bilim topluluğu ile siyasetçiyi, ilgili birimleri bir araya getirip, stratejik kararları almaları için bir ortam sağlar. Bu kuruluş Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu'dur. Bu Kurul, ilk toplantısını 1989 yılında yaptı ki; 77 sayılı Karar'a göre senede iki kere toplanması gerekir.” Yapılan bu ve sonraki toplantılarda alınan kararların ve belirlenen hedeflerin bir araya getirildiğinde “güzel ve şık” durduğu; fakat anlamlı bir şey olmadığı vurgusunu yapan Ergun Türkcan, “Türkiye'nin çeşitli alanlarda dünyadaki bütün ileri teknolojileri yakalaması ve o teknolojilerin içine girmesi gibi hedefleri biz yazdık. Bir anlamda bizim bilim politikamız ve bunları uygulama olanakları bulunduğunu söyleyebiliriz. Başarılı mı, başarısız mı, başarıyı neyle ölçeceksiniz? Türkiye Cumhuriyeti bilim ve teknolojide hiçbir zaman çok somut bir hedef koymadı, zaten koyamazdı da” diye konuştu. İthal İkamecilik De Sonsuz Olamaz Kore örneğini ele alan Türkcan, Kore'nin Türkiye'den daha geride kalkınma hareketine başladığını belirterek, kalkınma planlarının bir teknoloji planı ile paralel hazırlandığını dile getirdi. Kore'de “çebol” denilen konsorsiyumların büyük ve özel; fakat bir şekilde devletin denetimindeki konsorsiyumlar olduğuna dikkat çekti. Samsung'dan Hyundai'ye kadar, büyük 12 tane çebol bulunduğunu ifade eden Türkcan, bu çebollara belli hedefler konduğunu, kalkınma hedeflerinin de bu şekilde bir teknoloji ekseninde şekillendiğini söyledi. Oysa Türkiye'de; “Şu kadar hızla büyüyeceğiz, bu kadar üretim yapacağız” tarzında genel bir kalkınma anlayışının olduğunu belirten Ergun Türkcan, ithal ikameciliğin o zaman moda olduğunu; fakat ithal ikameciliğin de sonsuz olamayacağını hatırlatarak, “Dünyadaki bütün malları ben üreteceğim diyerek yola çıkamazsınız. Belli malları ileride ihraç etmek, dünyada belli bir odak olabilmek için hareket edersiniz. Türkiye sadece teknoloji üretmek değil, teknoloji tüketmek şeklinde dışarıdan aldı-verdi” dedi. 1967 yılında, aynı tarihlerde üretilen Anadol ile Hyundai'nin ilk modelinin üretim miktarlarının da neredeyse aynı olduğunu anımsatan Türkcan, bugün Hyundai'nin dünyada üretim sırasında kaçıncı sırada olduğu ve yılda kaç çeşit otomobil ürettiği ile Türkiye'nin yılda kaç çeşit otomobil ürettiğinin ortada olduğunu belirterek, “Bizde sadece fason yapmak” sözleriyle eleştirilerini dile getirdi. “Siyasi İktidarların Tercihleri Son Derece Önemli” Ergun Türkcan, Kore Savaşı'na katılıp dönen insanların hafızalarında Güney Kore'nin hep yıkılmış, yok olmuş bir 30 Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576 harabe olarak kaldığını dile getirerek, Kore'nin pek bilinmeyen sosyo- kültürel yönlerine dikkat çekti. Kore'nin, 1902 yılından itibaren Japonya'nın sömürgesi altında, toprak reformunu yapmış ve okuma-yazma sorununu İkinci Dünya Savaşı'ndan önce çözmüş bir toplum olduğunu dile getirdi. Syngman Rhee rejimi altında bir diktatörlükle idare edildiğini de anımsatan Türkcan, Türkiye ile arasındaki benzerliklere dikkat çekerek, Syngman Rhee'nin devrilmesinin Adnan Menderes'in devrilmesi ile aynı döneme denk geldiğini vurguladı. Kore'de de askerlerin iktidara el koyması ile Syngman Rhee'nin devrildiği paralelliğini anımsatan Türkcan şöyle konuştu: “Burada tabii Amerikan sermayesinin oraya aktığı, orayı korumak için bir şeyler yaptığı söylenebilir; ama unutmayın ki, o seneler soğuk savaşın en şiddetli zamanıydı. Amerikan ordusunun artıkları falan, burası da kritik bir yer. Siyasi iktidarların tercihleri son derece önemli, devlet dediğimiz nesne çok önemli. Devletin planları ve o planların teknolojik bazda, somut bir takım hedefler koyması, bunları takip etmesi çok önemli.” “Mucit Yarışmalarıyla Bir Yere Gelemeyiz” Türkiye'nin dünyada teknolojik bakımdan hâlâ sıradan devletlerden bir tanesi olduğunun altını çizen Türkcan, TÜBİTAK'ın bütün çabalarına rağmen kişisel mucitler döneminde kalındığını kaydederek, “bu olaya yabani bir bakışımız var” dedi. İcatların üç büyük aşaması bulunduğuna dikkat çeken Türkcan, bu aşamaların birincisinin anonim dönem, ikincisinin kişisel icatlar dönemi ve üçüncüsünün de kolektif organize icatlar dönemi olduğunu bildirdi. Anonim dönemde icatların ya da yeniliklerin kimin tarafından yapıldığının bilinmediğini; kişisel mucitler döneminin Sanayi Devrimi ile hızlandığını ve 19. yüzyılın son çeyreğinde de kolektif organize icatlar dönemine girildiğini ifade etti. Siemens, AEG, Dupont gibi şirketlerin o dönemin ürünleri olduğunu anımsatan Ergun Türkcan, bu şirketlerin kendi araştırma birimlerini kurduklarını ve binlerce kişiyi fabrikaların patentlerinde mucitlerden ziyade kolektif çalıştırmaya başladıklarına dikkat çekti. Türkiye'de ise çok yakın tarihlerde mucit yarışması yapıldığını hatırlatan Türkcan, iki bakış açısı arasındaki farkı ortaya koyan şu çarpıcı tespitlere yer verdi: “Ayıptır söylemesi, bizim de birçok yakın arkadaşımız papyonuyla orada boy gösterdi. Orası bir eğlence programı ve Türk milletine şu söyleniyor; 'bir adam çıkacak kurban kesme makinesi ya da zıplayan merdiven yapacak'. Bunlar icat falan değil, bunlar bir şey değil, bunlarla biz bir yere gelmeyiz, bunlar eğlence, her yerde vardır.” sanayi kongresi “Bizdeki Yükseköğretim Bir Cins Mecburi Askerliğe Benziyor” “Para verelim TÜBİTAK veya araştırma enstitüleri, habire bilimsel teknoloji üretsinler” gibi bir anlayışın da olamayacağını ifade eden Türkcan, üç tane sistemin birbiriyle senkronize çalışması gerektiğine vurgu yaparak, bu sistemlerin; üretim, içinde tarımın ve hizmetin de yer aldığı endüstri ve üniversite olduğunu belirtti. Araştırmacıları ve kalifiye personeli yetiştirecek olan üniversite sisteminin iyi çalışmaması durumunda sadece niceliksel hedeflerle belli bir nüfus grubunun, belli sınıflara ayrılarak, belli sürelerini geçirecekleri bir yere dönüşeceği uyarısında bulunan Türkcan, Türkiye'deki yüksek öğrenimi bir tür “mecburi askerliğe” benzeterek, şöyle konuştu: “Bizdeki yükseköğretim, bir cins mecburi askerliğe benziyor. Her yirmi yaşına gelen vatandaş asker olur gibi üniversiteye gidiyor, bunun anlamı yok! Bizim BTYK kararları içinde üniversite meselesine değinilmez; o YÖK'e ait bir şeydir. Türkiye'nin bir vizyonu olacak; üniversite sisteminin hangi Türkiye için, nasıl bir insan tipi yetiştireceğini ortaya koyacaksınız, bu olmadıktan sonra... Bu insan tipini alıp kullanacak bir sanayi olmadıktan sonra!..” Türkiye Hacı- Hocaya, Hurafelere ve Tarikatlara Teslim Prof. Dr. Tosun Terzioğlu zamanında Türkiye'ye çok önemli bir yazılım firmasının geldiğini ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi'ndeki teknoparkta yer istediğini kaydeden Ergun Türkcan, firmanın “Bize 250-300 tane her sene şu kalifiyede bilgisayar yazılımcısı verecek misiniz?” diye sorduğunu; fakat Türkiye'de 200-250 tane İngilizce bilen yazılımcının çıkmadığına dikkat çekti. Çıkabilecek iyi yazılımcı sayısının 50-60 olduğunu ve bu insanların da zaten burada durmayıp, yurt dışına gittiklerini belirtti. Hindistan'da ise bu sayının yılda 50-60 bin olduğunu anımsatan Türkcan, Kore'nin de yaptığı planlarda bu hedeflerin yer aldığını dile getirerek, 1990'larda Amerika'da ortalama olarak 50 bin civarında elektrik ve elektronik bölümlerinde lisansüstü öğrencisi bulunduğuna vurgu yaptı. Türkiye'ye bakıldığında bütün bilim dallarında yurt dışına gönderdiği kişi sayısının 50 bin olmadığını ifade eden Türkcan, “TÜBİTAK'ın 40 sene içinde doktora yaptırıp, gönderdiği kişi sayısı bin küsurdur. İşin vahameti de buradadır. Türkiye'de biz hâlâ üniversite kanunu meselesini, üniversite rektörünün nasıl seçileceği, dekanın görevlerinin ne olacağı gibi saçma sapan şeylerle uğraşıyoruz. Hâlbuki bilim politikası dediğiniz zaman; üniversite yapısı, sanayi, bütünsel bir yapı içinde ele alınmalı. Artık günümüzde, teknik terimiyle ulusal bilim politikası yapmak mümkün mü? Bu bahsettiğim belki 40-50 yıl önce, hatta 30 yıl öncede olabilirdi” diye konuştu.” Globalleşme konusuna da değinen Ergun Türkcan, salonda bir oylama yapılsa dinleyicilerin yüzde 90'ının globalleşmeye çıkacağını; fakat bunun bir “zelzeleye” benzediğini ve sevilmese de zelzelenin geldiğini vurguladı. Bugünkü hükümetler, Yükseköğretim Kurulu (YÖK) ve üniversite sistemi dikkate alındığında durumun zor göründüğünü belirten Türkcan, şöyle konuştu: “Bu yapılabilir mi sorusu gündeme geldiğinde, hele bugünkü hükümetler, YÖK, üniversite sistemi, bu kadar laçka olmuş, bozulmuş ve tabii bir de bunun üstünde geniş bir sosyokültürel alan var ki; giderek hacıhocaya, hurafeye ve tarikatlara teslim olmuş bir Türkiye'de rasyonel düşünen adamı, soru soran adamı nereden bulacaksınız? İlkokuldan beri bu adamlar yetişir, bir de bu sorun var.” Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576 31 sanayi kongresi Prof. Dr. Fuat Ercan, Türkiye'de 1960'lı yıllardan beri kalkınmanın Koç Grubu ve diğer sermaye gruplarının büyümesine yol açtığını kaydederek, kavramın yeniden düşünülmesi gereğine işaret etti... “KALKINMA” KAVRAMI YENİDEN DÜŞÜNÜLMELİ Prof. Dr. Fuat Ercan, konuşmasında kapitalist toplumda kalkınma denildiğinde sermaye birikimi anlamı çıkıyorsa kalkınma kavramının iyi düşünülmesi gereğinin altını çizerek, “İrlanda'daki, Çin'deki, Hindistan'daki emeğin kullanılma tarzlarını düşünüp, onları referans vermek lazım. Kalkınma, planlama, sanayileşme üzerine kullanılacak her dilde, hangi toplumsal yapıda bundan bahsedildiğini, hangi toplumsal kesimleri etkilediğini ifade etmeden bir yere gitmenin mümkün olmadığını düşünüyorum” diye konuştu. 40 Yıldır Kalkınma Adına Yaratılan Her Şeyi Sermaye Ele Geçirdi Kongrenin son günü “Kapitalist Küreselleşme, Kalkınma Planlama” oturumunda konuşan Fuat Ercan, Türkiye'de 1960'larda başlayan planlama yönelimli kalkınmanın başından itibaren kalkınma değil, sermaye birikimi olduğuna dikkat çekerek, Koç Holding'in 50'nci yıl kutlamasında ifade edilen, “Türkiye'nin gelişmesini istiyorsak uluslararası sistem içinde kalkınma gerekiyor” sözlerini hatırlattı. Türkiye'de ilki 1963 yılında, sonuncusu 2007 yılında hazırlanan kalkınma planları ele alındığında 9. Kalkınma Planı'nın TMMOB tarafından hazırlanan “Planlamanın Sonu: 9. Kalkınma Planı” raporunda da belirtildiği üzere kamusal alanın, özel sektör ya da sermaye adına nasıl boşaltacağı üzerine hazırlandığının çok açıkça görülebildiğini dile getirdi. Koç Grubu örneğinde görüldüğü gibi kalkınma sözünün edildiği bir dönemde kamusal alanın etkinlik alanı düşerken, Koç Grubu'nun oldukça hızlı bir gelişme gösterdiğine dikkat çekti. Bu hızlı gelişmenin üç başlıkta toplanabileceğini belirten Ercan şöyle konuştu: “Birincisi, gelişiminin kaynağında bilfiil üretim faaliyetinde yarattığı artı değer var. İkincisi, bölüşümle ilişkili bir şey var Karl Marks'ın söylediği “kardeş katli”; kardeş katli, sermaye gruplarının sermayesine sermaye katıyor. Mesela Yapı Kredi Bankası'nı aldığı zaman, bankacılık sektöründe muazzam bir gelişme kaydetti. Ama bir başka yöntem de TÜPRAŞ. Verilere bakıldığında; 40 yıldır kamu ve kalkınma adına yaratılan her şeyin, Koç Grubu ve benzerleri tarafından büyük bir kısmının özelleştirme adına ele geçirildiği görülüyor.” Kalkınma Sermayenin Büyümesine Yol Açıyorsa Yeniden Düşünülmeli Yapılan hesaplamalara göre Türkiye'deki cari harcamaların yüzde 21'ini Koç Grubu'nun elinde tuttuğuna dikkat çeken Ercan, aynı Koç Grubu'nun küreselleşme döneminde ülke içinde yaratılan kaynakların ülkede kullanılmamasından 32 Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576 dolayı Rusya'da fabrika açtığına ve Çin'de de açma hazırlığında olduğuna vurgu yaptı. “ Ya r a t ı l a n s e r m a y e b i r i k i m i , o r a l a rd a b u r a l a r d a kullanılacaksa, kalkınma kavramını yeniden düşünmek lazım” diyen Fuat Ercan, “Kalkınma Koç Grubu'nun, sermaye gruplarının muazzam büyümesine yol açacaksa, onu yeniden düşünmek lazım” ifadesi ile eleştirilerini dile getirdi. Koç Grubu'nun, sermaye birikimine bağlı olarak sektörel değişim yaşadığını ve perakende sektörünü artık bıraktığını kaydeden Ercan, enerji sektörüne girdiğine dikkat çekerek, kârının yüzde 48'ini enerji sektöründen elde ettiğini vurguladı. Sınıfsal ve Yapısal Gerçeklik İşaret Edilmeli Türkiye'de yaşananlardan bir rahatsızlık hissediliyorsa geleceğe yönelik alternatif bir dil kullanımının gündeme alınması gereğine işaret eden Fuat Ercan; tarihte yaşananlardan da hareket edilerek kalkınma, sanayileşme ve planlama kavramlarına bir çerçeve kurulması zorunluluğunun bulunduğunu ifade etti. Herhangi bir toplumsal, sınıfsal, yapısal gerçekliği işaret etmeden tanımlanacak kalkınma, sanayileşme ve planlama gibi kavramların yeni Koçların yürümesine yol açacağını kaydeden Ercan, Kiler Grubu'nu örnek gösterdi. Kiler Grubu'nun 1984 yılında bir bakkal dükkânı ile başladığını, bugün ise Koç Grubu'nun bıraktığı perakende sektörünü ele alacak ve uluslararası sistemde özelleştirmelerin tümüne katılacak bir noktaya gelmesine dikkat çekti. Bu nedenle, kapitalist toplumda kalkınma denildiğinde sermaye birikimi anlamı çıkıyorsa kalkınma kavramının iyi düşünülmesi gerektiğinin altını çizen Fuat Ercan şöyle konuştu: “Kalkınma kavramı, bireysel sermayelerin elindeki servet yapısının artırılması anlamına geliyorsa, birikim ve kalkınma kavramlarını iyi düşünmek lazım. İrlanda'daki insanları, Çin'deki, Hindistan'daki emeğin kullanılma tarzlarını düşünüp, onları referans vermek lazım. Yani tek kelimeyle, kalkınma, planlama, sanayileşme üzerine kullanılacak her dilde, hangi toplumsal yapıda bundan bahsedildiğini, hangi toplumsal kesimleri etkilediğini ifade etmeden bir yere gitmenin mümkün olmadığını düşünüyorum.” sanayi kongresi Prof. Dr. İzzettin Önder, küreselleşmenin ulus devletlerde yarattığı tahribatlara dikkat çekerek, çözümün halk devletinde olduğunu belirtti... SERMAYENİN MANEVRASINI KIRACAK HALK DEVLETİNE İHTİYAÇ VAR Konuşmasında sermayenin manevrasının kısılabilmesi için “devlet küçülsün” kavramına inanılmaması gerektiğini vurgulayan Prof. Dr. İzzettin Önder, bu devletin de sermayenin değil; halkın devleti olması gerektiğinin altını çizerek, “Kast ettiğim halkın oy verdiği devlet değil bugün olduğu gibi; bilinçli olarak oluşturulmuş, halkın devleti. Yoksa özel sektörle bu olmaz; çünkü özel sektör, başka etkilerle başka yerlere kayar” diye konuştu. Kongrede “Kapitalist Küreselleşme, Kalkınma, Planlama” oturumunda konuşan Prof. Dr. İzzettin Önder, konuya mühendislik açısından yaklaşıldığında küreselleşmenin arazinin rölyefi olduğunu, bu arazinin üzerine kurulacak binanın da kalkınma ve teknoloji olduğunu kaydetti. Teknolojisiz kalkınmanın mümkün olamayacağının düşünüldüğüne dikkat çeken Önder, küreselleşme çağında ulus devlet çağındaki ulusal sermaye birikimi, ulusal tasarruf, ulusal kalkınma kavramlarının artık olmadığına işaret etti. Önder, bugün artık bütün bir dünya devletinin var olduğunu dile getirerek, çevre-merkez ilişkilerinin de ülkeler bazında olmadığını; Amerika gibi en ileri merkez ülkelerde bile Boeing gibi büyük holding ve kuruluşların farklı merkezler oluşturduğunu ve çevresinde de yoksullaşan insanların var olduğunu dile getirdi. Türkiye'ye Teknoloji Transferi Gerçekleşmez Koç Grubu'nun da Türkiye için belki merkez olabileceğine dikkat çeken Önder, “ne kadar merkez bilemiyorum; ama çevrede yoksulluk var. Belki de bugün merkezin çok fazla yoğunlaştığı ülkelerin birazı merkez ülke olacaktır, çevrenin çok fazla yoğunlaştığı ülke de çevre ülke olacaktır” dedi. Küreselleşmenin organik yapısı dikkate alındığında bunun engellenmeyecek bir şey olduğunu ifade etti. “Zelzele” benzetmesinin ise sermayenin özel sektörün elinde olmasından dolayı doğru olduğuna dikkat çekti. Kârın güçsüze çalışması durumunda organik bileşimin değiştiğini kaydeden İzzettin Önder, “Bu onun da elinde olmayan bir şey, o kendi ölümüne doğru gidiyor. Durmadan piyasaları sıkıştırıyor, emek üzerinden sömürü havzalarını sıkıştırıyor. Bir yandan kaynağa ihtiyacı var diğer sermayeyle çatışmaya giriyor, bizimle çatışmıyor, halkla da çok fazla çatışmıyor” diye konuştu. En büyük silahın teknoloji olduğunu söyleyen Önder, teknolojiye sahip olan ülkenin en büyük silaha sahip olduğunu vurguladı. Teknolojinin Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülkeye gelmeyeceğine işaret eden Önder, teknoloji transferinin bu anlamda mümkün olmayacağının altını çizdi. “Ulusal Sermayeyle Uluslararası Sermayenin Hiçbir Farkı Yok” Yabancı bir firmanın Türkiye'ye gelip dört duvar arasında üretim yapabileceğini, hatta ürünlerini ihraç da edebileceğini ve bir para girdisi sağlayabileceğini; ama iş gücünü geliştirip geliştirmediğinin tartışmalı olduğunu kaydeden Önder, katma değerin büyük kısmının da teknoloji büyüdükçe sermayeye gittiğini ifade etti. Yaratılan katma değerin dışarıya transfer edildiğine dikkat çeken Önder şöyle konuştu: “Dışarıya transfer edilir ve bu bağlamda ulusal sermayeyle uluslararası sermayenin hiçbir farkı yoktur, ulusal sermayeyi dışarıya transfer eder.” Ülkenin kalkınması açısından bakıldığında, gelir dağılımının bozulabileceğini; “ülkede birşey kaldı mı?” diye bakıldığında ülkede fazla bir şeyin kalmadığını, ulusal sermayeden de birşey kalmadığını vurguladı. Kapitalizmin de “kalsın” diye bir derdinin olmadığını dile getiren Önder, ulusal piyasanın kullanılmasından dolayı eskiden böyle bir derdi olduğunu anımsatarak, “Şimdi ne komünistten korkusu var, ne de ulusal piyasaya ihtiyacı var. Çünkü bütün dünya onun piyasası artık. Dolayısıyla bir anlamda dünya çapında Keynezyenizm gelişti; ama ulusal devlette Keynezyenizm öldü tabiatıyla, bütün dünyaya açıldı artık. Piyasalar, bütün dünya piyasalarıdır artık. Böyle baktığımızda sermayenin bu organik gelişimi içinde oluşan devletler, artık ulus devlet falan değil ve ulus devlet içindeki bu zıtlaşma, kutuplaşma olayları uluslararası düzeyde cereyan ediyor” diye konuştu. Katma Değeri Güvenli Bir Alanda Tutma Zorunluluğu Sınırları Koruyacak Ekonomik olarak boyutların kaldırılacağını, fakat siyasi olarak tutulacağını belirten Önder, “Teknoloji nerede Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576 33 sanayi kongresi kullanılırsa kullanılsın, teknolojik üretim değeri nerede yapılırsa yapılsın, orada yaratılacak yüksek katma değer güvenli bir alanda tutulmak mecburiyetinde. Onun için sınırlar tutulacaktır” dedi. Bu güvenli alanların şimdilik ABD, Avrupa, kısmen Asya-Pasifik (Japonya) olmak üzere üç yerde olduğunu kaydeden İzzettin Önder, ürünü tutabilmek için belirli bir ekonomik ve siyasal güvenlik düzeyine gelmiş olmanın gerekliliğine dikkat çekerek, “Tavuk-yumurta hikayesi, bu siyasal düzene gelmiş olabilmek için de bunların bizzat sizde üretilmesi, sizde kullanılması, sizin zenginleşmeniz, yani bizim zenginleşmemiz gerekmektedir aslında. Eğer bu yapılamıyorsa, buraya gelir fabrika; ama katma değerini alır götürür. Bugün belki Latin Amerika ülkelerinde olan şey de budur bir miktar” diye konuştu. Sermayenin manevrasının kısılabilmesi için “devlet küçülsün” kavramına inanılmaması gerektiğini vurgulayan İzzettin Önder, bu devletin de sermayenin değil; halkın devleti olması gereğinin altını çizdi. Önder konu ile ilgili şöyle konuştu: “Kast ettiğim halkın oy verdiği devlet değil bugün olduğu gibi; bilinçli olarak oluşturulmuş, halkın devleti. Yoksa özel sektörle bu olmaz; çünkü özel sektör, başka etkilerle başka yerlere kayar.” Prof. Dr. Aziz Konukman, konuşmasında IMF, Dünya Bankası ve AB dayatmalı politikalarla bir şey yapılamayacağının altını çizdi... KÜRESELLEŞME TÜM BİRİKİMLERİ BİR GECEDE YOK ETTİ! kalkınmış ülke denildiğinde ikili ya da üçlü bir fotoğrafın ortaya çıktığını vurguladı. Kalkınmışlığın arkasında bir azgelişmişliğin görüldüğünü kaydeden Konukman, ünlü bir iktisatçının “bizatihi azgelişmiş ülkelerin varlığı zaten klasik kalkınma stratejisinin yanlışlığını gösterir” tespitini aktardı. Kapitalizmin eşitsiz gelişme yasalarının olduğu bir durumda, birileri gelişirken kaçınılmaz olarak birilerinin de az gelişmiş kalacağını belirterek, klasik kalkınma modelinin bu nedenle çöktüğünü dile getirdi. İkinci Dünya Savaşı sonrasının bağımsız ülkelerinin deneyimleri incelendiğinde, kamunun azgelişmiş ya da gelişmiş fark etmeden yeni bir iktisadi aktör olarak öne çıktığını; ama özellikle azgelişmiş ülkelerde daha aktif bir iktisadi aktör olarak öne çıktığına dikkat çekti. Prof. Dr. Aziz Konukman, İkinci Dünya Savaşı sonrasında özellikle azgelişmiş ülkelerde uygulanan ithal ikameci sanayileşme modelinin ülkelere sağladığı birikimlerin ve kazanımların küreselleşme süreciyle birlikte bir gecede eriyip gittiğinin altını çizerek, “Küreselleşme süreciyle beraber bütün bu olumlu kazanımlar, bir gecede ya da kısa bir süre içerisinde eriyip gitti. O deneyimli kadroların yerini, küreselleşme sürecine uyum sağlayan, yeni planlama anlayışının aktörleri gündeme geldi” dedi. Kongrede “Kapitalist Küreselleşme, Kalkınma, Planlama” oturumunda, kalkınma stratejilerinde kamunun ve planlamanın öne çıkmasının İkinci Dünya Savaşı sonrasına rastladığını ifade eden Prof. Dr. Aziz Konukman, kapitalizmin eşitsiz bir gelişmeye dayandığına dikkat çekerek, gelişme ve 34 Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576 “Rastgele İthalattan, Rastgele İhracata” Devletin öncülüğünde bir plan ve kalkınma anlayışının yaygınlaştığını vurgulayan Aziz Konukman, bu ülkelerde uygulanan sanayileşme modelinin de ithal ikameci olduğunu anımsattı. Bu deneyimi uygulayarak başarılı olan ülkeler yanında başarısız ülkelerin de olduğunu belirten Konukman, ithal ikameciliğin bütün aşamalarını uygulamasından dolayı Güney Kore'nin öne çıkan bir örnek olduğunu dile getirdi. Türkiye'nin ise özellikle ara ve yatırım mallarını sonuçlandıramadığı için çizgiyi aşamadığını, bu nedenle ihracata dayalı sanayileşme modeline geçtiğini kaydeden Konukman, şöyle konuştu: “Çok sıkıntılı bir süreçte, sermaye birikimi çok ciddi bir sıkıntıya girerek, küreselleşme dönemiyle birlikte ihracata dayalı stratejiye geçiyor, yani sanayi kongresi henüz daha bu aşamayı tamamlayamadan Sevgili Taner Berksoy'un tanımıyla 'rastgele ithalattan, rastgele ihracata giden' bir serüveni var Türkiye'nin.” Konukman, uygulanan bu modelin; ülkelerin sosyoekonomik sorunlarının ve darboğazlarının makro perspektifte teşhis edilmesinde çok önemli katkılar sağladığının, yönetim kademelerinin bu konularda bilgilendirilmesinde ve dolaylı olarak eğitilmelerinde iyi bir pratik olduğunun ve özellikle program, bütçe kavramlarının ısındırılmasında çok önemli katkılar sağladığının altını çizdi. Küreselleşme süreci ile birlikte tüm bu kazanımların bir gecede eriyip gittiğine dikkat çeken Aziz Konukman, “Küreselleşme süreciyle beraber bütün bu olumlu kazanımlar, bir gecede ya da kısa bir süre içerisinde eriyip gitti. O deneyimli kadroların yerini, küreselleşme sürecine uyum sağlayan, yeni planlama anlayışının aktörleri gündeme geldi” dedi. Bütüncül ve merkezi planlama anlayışının tümüyle terk edildiğini, Türkiye gibi ülkelerde zor kurulan bu bağların hiç kurulmamaya başladığını ifade eden Konukman; “Türkiye'nin plan deneyiminde bunların şakır şakır çalıştığı anlaşılmasın; ama en azından çabalar vardı, o çabalar heba oldu gitti” diye konuştu. Planlamanın en önemli aktörünün, kamu için emredici ve özel sektör için yol gösterici olan maddesinin KİT'lerin tasfiye edilmesiyle fiilen devre dışı kaldığına dikkat çekti. Konukman konu ile ilgili eleştirilerini şöyle dile getirdi: “Mevcut tüm regülasyonlar tasfiye edilmeye başlandı. Yani planlamayı gerekli kılan, 'neden planlama?' diye sorular sorduğumuzda açıkladığımız her faktör, piyasaların kötü işlemesiydi, piyasaların tökezlemesiydi. O piyasalar tökezlediği için, piyasaların tökezlemesini engelleyici düzenlemeler vardı, şimdi o düzenlemelerin hepsi tasfiye edildi. Ne adına? Devlet tökezlediği için. 'Kardeşim tabii ki tasfiye edeceğim, çünkü devlet tökezliyor' deniliyor. Halbuki perdenin arkasında esas tökezleyen piyasalar, tabii ki kötü birtakım müdahale örnekleri vardır kamudan, Süleyman Demirel gibi örnekler vardır; 'onlar 50 veriyorsa, ben sana 60 vereyim, onlar 40 veriyorsa ben sana 70 vereyim' gibi. Bunlar devletin tökezleme örnekleridir; ama bu devletin tökezleyeceği anlamına gelmemelidir.” “Brüksel ve Washington Hattınız Sizi Oraya Götürecektir” Konukman, bugünkü IMF, Dünya Bankası ve AB dayatmalı politikalarla bir şey yapılamayacağını; yapılacak en fazla şeyin 9.Kalkınma Planı gibi bir plan olacağını vurgulayarak, bu bağlar koparılmadan hayaller kurulmaması gerektiğine işaret ederek, “Sizin Brüksel ve Washington hattınız, oraya sizi götürecektir. Bu bağı koparmadan, bu faiz dışı fazlanın altı buçuk kısıtları önünüzde dururken hiç kimse hayaller kurmasın. Bunu yapabilmek teknik bir olay değildir; bu siyasi bir iradeyi gerektirir, bu işçi sınıfını arkasına alarak çok ciddi bir toplumsal refleksle olur” diye konuştu. Prof. Dr. İşaya Üşür, solun küreselleşmenin ideolojik müdahaleleri sonucu kendi terminolojisine yabancılaştığını vurguladı... “TOPLUMU DEĞİŞTİRMEK İSTİYORSANIZ PLANLAMAYI SAVUNMAK ZORUNDASINIZ” Kongrenin son günü “Kapitalist Küreselleşme, Kalkınma ve Planlama” oturumunda konuşan Prof. Dr. İşaya Üşür, solun 1980'den sonra yapılan ideolojik müdahalelerle kendi terminolojisine yabancılaştığına dikkat çekti ve toplumu değiştirmek için planlama ilkesinin savunulması gerektiğini kaydederek, “Eğer bu anlamda toplumu değiştirmek istiyorsanız, planlama ilkesini savunmak durumundasınız. Sol, 1980'lerden sonra kendi terminolojisine yabancılaştı, bu kavramlarını unuttu. Yapılan bu ideolojik müdahalelerin sonucu beyinlerde açtığı travmatik bir durum diye değerlendirebiliriz. Maalesef onu da bütünüyle attığını ileri süremeyiz” diye konuştu. Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576 35 sanayi kongresi Nasıl Bir Kalkınma İstendiği Belirlenmeli Küreselleşmenin, kapitalist üretim ilişkilerinin dünya çapında yayılma sürecinin teşebbüsü olduğunu ifade eden Prof. Dr. İşaya Üşür, bu durumun ilk defa gerçekleşen bir şey olmadığını anımsattı. Bundan önce en az iki defa farklı platformlar, araçlarla küreselleşme teşebbüsünün ve sürecinin başladığını vurgulayan Üşür, her evrede kapitalizmin değişik yönlerinin bulunduğunu, üretim tarzında olmamakla beraber ilişkilerinde biraz değişiklikler yaşandığına dikkat çekti. Yalnızca maddi malların değil; insanı tüketme biçimlerinin de değişmesinden dolayı küreselleşmenin yeni boyut ve önem kazandığını ifade eden Üşür, “Tabii rantiyelerde değişme oluyor, teknolojik gelişmeler belirgin; ama teknolojinin kendisinde de değişmeler olduğu açık” diye konuştu. Kongre süresince tartışılan kalkınma kavramına değinen İşaya Üşür, “Peki, varsayalım ki Türkiye'de kişi başına düşen gelir 25 bin dolar oldu, üretim yapımız biraz daha iyileşti; ama üretim ilişkilerimizde hiçbir değişiklik olmadı, içinde bulunduğumuz sistem sizleri yine tüketmeye başladı. Razı mısınız buna? Böyle bir kalkınma mı istiyorsunuz?” sorusunu yönelterek, nasıl bir kalkınma istendiğine karar verilmesinin önem taşıdığını vurguladı. Hegel'in belirttiği “köle-efendi” diyalektiğinin işlemesine göz yumulması, görmezlikten gelinmesi, daha çok tüketim için sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar çalışılması durumunda bütün insanların üzerine basılarak daha fazla para kazanılmaya başlanacağını dile getiren Üşür, “Ama aynaya bir gün baktığınızda 'ya ben insan mıyım?' hicabına kapılırsınız. İktisatçılardan beklenen de 'efendim bize öyle bir paket ver ki, bizde kalkınalım'. Olur. Bende paket çok, ben meslekten iktisatçıyım, oturur sizin istediğiniz paketi yaparım; ama kalkınma, basitçe teknik iktisadi bir olay değildir. Ekonomi politiğin bir olayıdır ve politik yönü kuvvetlidir” diye konuştu. Üşür, politik bir karar verilmemesi durumunda herhangi bir iktisatçının teknik olarak birbirine alternatif birkaç program hazırlayabileceğini belirtti. “Planlama İlkesini Savunmak Zorundasınız” Sosyalizmin kurucularının da ayrıntılı olmamakla birlikte planlama kavramını düşündüğünü anımsatan İşaya Üşür, üretim araçlarının özel mülkiyette olması durumunda kapitalist üretim ilişkilerini ve üretim tarzını işaret ettiğini ifade etti. Sol bir gözlükle planlamayı önerenlerin, kapitalizmin yol açtığı bu “yabancılaşma ve üretim anarşisine” son verilmesi ve üretim araçlarının toplumsallaştırılması anlamında planlamayı önerdiklerine dikkat çeken Üşür, “Planlama, sol açısından ve esas 36 Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576 itibarıyla budur. Teknik yönleri olmakla birlikte, esas itibarıyla sosyalist planlama, teknik bir olay değildir. Mevcut üretim koşullarını ve mevcut toplumu, derinden ve radikal bir biçimde değiştirmeye talip olmaktır, planlama da onun kaldıraçlarından biridir, başlıca kaldıracı budur” dedi. Piyasa ve planlama karşıtlığının yanlış kullanımına da dikkat çeken Üşür, piyasa ve planlamanın birbirinin karşıtı olmadığını; piyasa ilkesi ile planlamanın birbirinin karşıtı olduğunu vurguladı. Alışverişin gerçekleştiği herhangi bir mekânın piyasa olduğunu bildiren İşaya Üşür, buna karşı olunamayacağını, alışveriş yapılan her yerde bir piyasa oluştuğunu kaydetti. Sosyalizmin bu yönüyle piyasa ile bir sorunu olmadığını; asıl sorununun piyasa ilkesi, piyasa sistemi ve piyasa ekonomisi ile olduğuna vurgu yaptı. Solun 1980'den sonra yapılan ideolojik müdahalelerle kendi terminolojisine yabancılaştığına dikkat çeken Üşür, şöyle konuştu: “Planlama bunun üstesinden gelmenin kaldıracıdır. Eğer bu anlamda toplumu değiştirmek istiyorsanız, planlama ilkesini savunmak durumundasınız. Sol, 1980'lerden sonra kendi terminolojisine yabancılaştı, bu kavramlarını unuttu. Yapılan bu ideolojik müdahalelerin sonucu beyinlerde açtığı travmatik bir durum diye değerlendirebiliriz. Maalesef onu da bütünüyle attığını ileri süremeyiz.” Devlet Olmadan Öncelikler Belirlenemez Kapitalist kalkınmanın gelişmenin temel niteliklerinden biri olduğunu kaydeden Üşür, gelişmiş ülkelerle, azgelişmiş ülkeler arasındaki farkın esas itibarıyla bir zaman farkı olduğuna dikkat çekti. O zamanın doldurulması durumunda bu ülkelerin de gelişeceğini işaret ederek, gelişmiş ülkelerin bazen 20 yıl, bazen 15 yıl bazen de 50 yılda yakalanabileceğini ifade etti. İstenilen durumun bu olup olmadığına karar verilmesi gereğine işaret eden İşaya Üşür, öncelikle nasıl bir kalkınma istendiği konusunda anlaşma sağlanması gerektiğini, modeller kurmanın o kadar zor olmadığını vurguladı. Bunun politik bir olay olduğunu ifade eden Üşür, başka bir toplum yaratmak istenmesi durumunda da içinde bulunulan toplumun bir geçiş aşaması olarak görülerek, programların ve planların ona göre yapılabileceğine işaret etti. Prof. Dr. İşaya Üşür, “Sektörel ve bölgesel önceliklerinizi ona göre belirlersiniz. Bunu da devlet aracılığıyla yaparsınız. Devlet olmaksızın bu olayı gerçekleştirmek mümkün değildir. Yalnız buradaki soyut anlamda devlet değil. Kapitalist gelişme, bunu devlet ve korumacılık aracılığıyla sağlıyordu. Aksi taktirde devletin sınıf içeriğini değiştirmek durumundasınız” dedi. sanayi kongresi TMMOB SANAYİ KONGRESİ 2007 SONUÇ BİLDİRGESİ YAYIMLANDI TMMOB adına Makina Mühendisleri Odası sekretaryalığında düzenlenen TMMOB Sanayi Kongrelerinin on altıncısı, “Geçmişten Geleceğe Sanayileşme Planlama ve Kalkınma, Türkiye İçin Model Önerileri” temasıyla 14-15 Aralık 2007 tarihlerinde Ankara'da İMO Teoman Öztürk Toplantı Salonu'nda gerçekleştirilmiştir. Açılış konuşmalarının ardından “Planlama Olgusu” konulu bir açılış oturumunun yapıldığı Kongrede 7 ayrı oturumda; “Sanayideki Gelişmelerin Küresel Düzeyde Analizi”, “TMMOB Sanayi Kongrelerinde Önerilenler ve Sanayide Gerçekleşenler (Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım)”, “Planlama Olgusu ile Ülke Deneyimleri”, “Türkiye'nin Planlı Kalkınma Deneyimi ve Alternatifleri”, “İleri Teknoloji Kullanımı ve Teknoloji Politikaları”, “Kapitalist Küreselleşme, Kalkınma, Planlama” ana başlıkları altında 24 bildiri sunumu yapılmış, son olarak da kongre değerlendirmesine ilişkin bir “Forum” düzenlenmiştir. Makina Mühendisleri Odası, Kongremize iki rapor sunmuştur. Bunlardan biri “TMMOB Sanayi Kongrelerinde Önerilenler ve Sanayide Gerçekleşenler”in karşılaştırmalı bir sunumudur. Diğeri de “Ülke Örnekleri ile Kalkınma ve Sanayileşme Modelleri” Oda Raporudur. Raporların ilkinde Sanayi Kongrelerimizin önermeleri ile sanayideki uygulamalar arasındaki yakınlık ve mesafeler ile ülkemizin yakın dönem sanayi politikaları etrafındaki farklılaşan yönelimlerine göz atılmıştır. İkinci raporla da planlama, sanayileşme, kalkınmanın Arjantin'den Çin'e ve İrlanda'ya dek 14 farklı ülkeye ilişkin farklı örnekleri ayrıntılı bir şekilde irdelenmiştir. TMMOB de Kongreye, “Planlamanın Sonu: 9. Kalkınma Planı” başlıklı rapor ile planlamada gelinen noktayı ilgili oturumda sunmuştur. Bütün bu oturumlarda sunulan bildiriler ve yapılan konuşmalar ile forumda dile getirilen görüşlerden hareketle hazırlanan aşağıdaki Sonuç Bildirgesi kamuoyunun dikkatine sunulmaktadır. Küresel rekabetin alabildiğine hızlandığı, sıcak para dolaşımının olağanüstü boyutlara eriştiği, kâr, rant ve sömürüye odaklı bugünkü ortamda, Türkiye bu gelişmelerden etkilenen ülkelerin başında yer almaktadır. Bu da ekonomimizin kırılganlığını artırıp, dışa bağımlılığını pekiştirmektedir. Türkiye iç inisiyatifini kaybetmiş, ipleri küresel finans çevrelerine bırakmıştır. Türkiye'nin tarihsel yapısı içinde sanayileşme ele alındığında, nereden nereye geldiğimiz daha net görülebilecektir. 1930'lu yıllarda başarılı olmuş Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı ile savaş koşulları nedeniyle uygulanamayan İkinci Plan hariç, yakın dönem Türkiye'sinde planlamanın geçirdiği evrim, bugün benimsenen temel yönelimler ile sanayideki mevcut durum arasındaki bağlara ana hatları ile değinmek yararlı olacaktır. İthal ikameci bir sermaye birikimi ve sanayileşme modelinin izlendiği planlı kalkınmanın 1963-1977 arasını kapsayan ilk üç döneminde, geniş çapta uygulanan “teşvik tedbirleri” ile yatırımlara kaynak aktarımı yapılmış, sanayi “lokomotif sektör” olarak belirlenmiş, ekonomik ve sosyal kalkınmanın birlikte gerçekleştirilmesi, hızlı bir büyüme ve sanayileşmeye öncelik verilmesi gibi uzun erimli hedefler belirlenmiştir. 1979-1984 dönemine ilişkin Dördüncü Plan ise ekonomik, politik krizler ve 1980'de benimsenen yeni yönelim nedeniyle askıya alınmış veya durdurulmuştur. 24 Ocak 1980 kararı uyarınca, 1985-1989 dönemi Beşinci Kalkınma Planı'ndan itibaren Türkiye planlamada da serbest pazar ekonomisinin egemenliğine girmiş, planlamanın düzenleyici ve yönlendirici yönü büyük ölçüde zedelenmiş, sektörel teşvikler azaltılmıştır. 1982 Anayasası'nda kalkınma planlaması devletin temel görevlerinden çıkarılarak, ekonomik hükümler kısmına aktarılmıştır. 12 Eylül ile devlet ve sosyo-ekonomik yapı yeniden yapılandırılmış, Dünya Bankası (DB) ile imzalanan beş ayrı yapısal uyum kredi anlaşmasıyla ihracata yönelik sanayi modeli yanı sıra özelleştirme, kamu yatırımlarının azaltılması, Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576 37 sanayi kongresi para/finans hareketlerinin altyapısının hazırlanması, tarımda devlet tekelinin kırılması; sağlık, eğitim ve yerel yönetimlerde yeniden yapılanma gündeme getirilmiştir. 1990-1995 dönemi Altıncı Plan'da, ihracata yönelik sanayi modeli uyarınca büyük ihracat teşvikleri söz konusu olmuş; kamu yatırımları giderek yoğunluğunu kaybetmiştir. 1998'de IMF ile yapılan 10 Yıllık Yakın Takip Anlaşması bu süreci geliştirici bir işlev üstlenmiştir. 1996-2000, merkezi ve sektörel plandan bölgesel projelere geçme yöneliminin somutlandığı Yedinci Plan'da, Gümrük Birliği hedefleri doğrultusunda tüm sektörde korumacılık asgariye indirilmiş, Türkiye sanayisi eşitsiz koşullarda küresel rekabete açılmıştır. 20012005 ve 20072013 dönemlerine ilişkin 8. ve 9. Planlarda ise 1980 sonrasının neo-liberal değişim-dönüşümü, planlama ve kalkınmanın tasfiyesinde somutlanmış; DB ve Avrupa Birliği (AB) ile iş birliği doğrultusunda “Bölgesel Kalkınma Ajansları”nın kurulması öngörülmüştür. Böylece Türkiye'de merkezi planlamanın kesin olarak geriletildiği bir evreye geçiş yaşanmış; “küreselleştirme operasyonu” gerçekleştirilmiştir. 9. Kalkınma Planı, kalkınmanın sonu olmuş; kalkınma plancılığı tamamen terkedilmiştir. En özet haliyle; 1980 sonrası uygulanan ekonomik politikalarla Türkiye genelinde sübvansiyonlar büyük ölçüde kaldırılmış, KİT yatırımları durdurulmuş, büyük ölçekli sanayi kuruluşları ile stratejik kuruluşlar özelleştirilmiş, sabit sermaye yatırımlarında gerileme yaşanmış, Gümrük Birliği hedefleri doğrultusunda tüm sektörlerde korumacılık asgariye indirilmiş, Türkiye sanayisi eşitsiz koşullarda küresel rekabete açılmıştır. Öz kaynaklardan çok ithal kaynaklar girdi olarak kullanılmış, küresel güçlerin dayattığı iş bölümü ile fason üretim ve taşeronlaşma egemen kılınmış, kaynak tahsisinin piyasalar yoluyla sağlandığı bir sanayi modeline geçilmiştir. Kısacası; Türkiye'nin 1960-1980 arası kalkınmasını sağlayan plan/planlama, kalkınma, sosyal devlet kavram ve yaklaşımları tasfiye edilmiş, kalkınmanın sonuçlarını vermeyen bir “sürdürülebilir büyüme” benimsenmiştir. Oysa büyüme hangi sektörlerde olmaktadır, toplumun geniş katmanlarını nasıl etkilemektedir, işçinin, çiftçinin, memurun, esnafın, çeşitli meslek gruplarının reel geliri ne ölçüde artmıştır? Bu soruların yanıtları “büyüme”nin içeriğini de belirleyecek önemdedir. GSMH artış hızı, 1991 sonrasında ithalat artışının gerisinde kalmıştır. Sanayi üretiminin özellikle ihracata yönelik bölümünde, ham maddelerinin önemli bir bölümü ithalatla karşılanmaktadır. İthal ham madde girdi oranı imalat sanayi ortalaması 2002 yılında % 60,1 iken; bugün % 73'lere çıkmıştır. İhracat artan ithalata bağımlı kılınmıştır. Bu durum, genel mali tabloya da birebir yansımaktadır. Cari işlemler açığının 2007 38 Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576 yılında 40 milyar dolara çıkacağı tahmin edilmekte ve bu değer GSMH'mızın % 10'una karşılık gelmektedir. Bu açık, sürekli büyüyen dış borçlarla kapatılmakta; ekonomi sıcak para ile döndürülmektedir. Ülkemiz sıcak paranın ve spekülatif sermayenin boyunduruğu altına sokulmuştur. Ülkemizde uygulanan sanayi politikaları, bilimi ve teknolojiyi dışlayarak, ucuz iş gücünü sanayinin tek temel rekabet aracı haline getirmiştir. Övünülerek bahsedilen doğrudan yabancı sermaye yatırımları ise ağırlıkla bankacılık, sigortacılık, inşaat, ulaştırma, ticaret, hizmet ve turizm sektörlerinde yoğunlaşmaktadır. 2006 yılında sanayi sektörlerine yapılan doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının miktarı yalnızca 1,9 milyar dolar olup, toplamın % 9'unu oluşturmaktadır. Bunun da yeni yatırımlara oranı % 20'yi geçmemektedir. Bu kontrolsüz yatırımlarla banka sermayesinin yaklaşık % 42'si ile sigorta sermayesinin yaklaşık % 54'ü yabancı sermayenin eline geçmiştir. Yine sıkça bahsedilen ekonomik büyüme istihdama da yansımamaktadır. 20022006 yılları arasında sanayide % 16 oranında bir istihdam düşmesi söz konusudur. Sanayide çalışanlar, bu sektörde yaratılan katma değerden daha az pay almaktadırlar. İddia edilen büyüme, ithalat ve rant kesimlerinin büyümesidir. Sıcak para, düşük kur, yüksek faiz ve yanlış ithalat politikalarına dayalı ekonomik büyümenin nimetleri en üstteki % 10'u bulan kesimler tarafından paylaşılmakta; ama diğer yandan istihdam azalmakta, işsizlik artmakta, çalışanların reel gelirleri düşmektedir. Yoksulluk sınırındaki 15 milyon insan ile 5,6 milyon işsiz insan görmezden gelinmektedir. Ülkemizde işletmelerin çoğu KOBİ boyutlarında; küçük ölçekli, geri teknoloji ile çalışan ve fason üretime ağırlık veren firmalardır. Ana şirkete veya ihracat yapılan dış firmaya bağımlı bir durumdadırlar. Bağımsız bir tedarik ve pazarlama sistemleri bulunmamaktadır. Yönetim ve organizasyon zaafları vardır. Rekabet güçleri düşüktür. Özgün ürün ve tasarıma yönelik bir yetenekten yoksundurlar. AR-GE harcamaları şirket cirolarının % 0,5'i seviyesindedir. Şirketlerde hizmet içi eğitim yok denecek düzeydedir. Sanayi KOBİ'lerinin % 46,5'inde mühendis çalıştırılmamakta, % 22,3'ünde ise yalnızca bir mühendis istihdam edilmektedir. Bu durum, küresel rekabet koşullarında zorlu bir mücadele veren KOBİ'lerin taşeronlaşmasını daha da hızlandırmaktadır. Bütün bu gerçeklerin ışığında; sonuç ve öneriler aşağıdaki gibi sıralanmıştır. SONUÇLAR VE ÖNERİLER Ülke sanayinde üretimi esas alacak istihdam odaklı, kalkınma ve refahı amaçlayan politikalar nerdeyse bütünüyle terkedilmiş; ülke dış borç ve ithal girdi ağırlıklı ihracata ve dengesiz büyümeye dayalı ekonomik anlayışa teslim edilmiştir. sanayi kongresi Ülkeye gelen yabancı doğrudan sermaye yatırımları özelleştirmeye, finansman ve sigortacılık sektörlerine yönelmiş; böylece imalat sanayinin yeni yatırımlarına herhangi bir kaynak ayrılmamıştır. İç pazar, ithal malları lehine genişletilmiş ve dışa bağımlılık perçinlenmiştir. Dokuzuncu Kalkınma Planı, plansız döneme geçişin simgesi olup, AB'ye entegre ile sanayinin taşeronlaşmasının da belgesi niteliğindedir. Plan yapamayan Türkiye, başkalarının planına teslim olmuştur. Bir başka anlamda küresel ekonominin insafına bırakılmıştır. AR-GE ve inovasyon sürekli gündemde olmasına karşın; GSMH içindeki payı % 0,8'i aşamamış, ayrıca çıkarılan yasa taslağı ile yabancı yatırımların AR-GE merkezlerine teşvik verilmesi öngörülmektedir. Bölgeler arası dengeyi kuracak ve gelir dağılımını adil bir biçimde kalkınmada öncelikli yörelere yayacak politikalar oluşturulmadığından, işsizlik ve yoksulluk sorunu öncelikli sorunların başında yer almakta devam etmektedir. Planlama, sanayileşme ve kalkınma birbirinden ayrılmaz bir üçlüdür. Bu kavramlar yalnızca sanayideki teknolojik gelişmeler veya üretim sürecinde dar anlamdaki bir sanayileşme ile eşleştirilerek tanımlanamaz. Sanayileşme ve kalkınmayı “sosyal kalkınma” anlayışı içinde, planlı bir yaklaşımla; tarım, çevre, enerji, bilim, teknoloji, istihdam, sağlık, eğitim, gelir, bölüşüm ve tüm diğer alanlara yönelik politikalarla bir bütünlük içinde tanımlamak gerekmektedir. Türkiye, küresel güçlerin bize biçmiş olduğu fason üretime yönelik taşeronlaşmış sanayi işletmelerinden oluşmuş bir yapılanmayı kabul edecek midir? Yoksa Türkiye, sanayi elbisesini yeni bir modele göre; sanayileşme ve sosyal kalkınma hedeflerine yönelik bir biçimde mi oluşturacaktır? MMO tarafından kongreye sunulan “Ülke Örnekleri ile Kalkınma ve Sanayileşme Modelleri” Raporunda görüldüğü gibi bu ülkelerin uygulamaları, fason imalatın sanayi içinde özgün ürün geliştirilmesini önlediğini ve dışa bağımlılığı artırdığını ortaya koymaktadır. Türkiye bu ülkelerin sanayileşme deneyiminden gerekli dersleri çıkaracak ipuçlarını yakalamak zorundadır. Ülkemizin kaynakları, küresel güçlerin baskısından bağımsız bir şekilde değerlendirildiğinde, Türkiye küresel rekabette yer alabilecek potansiyellere sahiptir. Bilimi ve teknolojiyi esas alan, AR-GE ve inovasyona ağırlık veren, dış girdilere bağımlı olmayan, istihdam odaklı ve planlı bir kalkınmayı öngören sanayileşme politikaları uygulandığında, durum değişecektir. Böylece sanayi yatırımlarında daha rasyonel seçimler yapılabilecek, ülkenin doğal kaynakları daha iyi değerlendirilebilecek, emek ve kaynak yoğun üretimden ileri/yüksek teknoloji yoğunluğu olan bir üretim ve sanayi yapısına ulaşılabilecektir. Planlama, sanayileşme ve kalkınmada halkçı, toplumcu bir model ve bağımsız bir siyasi irade ile bunu gerçekleştirmek olanaklıdır. - Ülkenin ekonomisini dışa bağımlı ve kırılgan hale getiren, tam üyelik müzakere süreçleri tamamlanıncaya kadar, Gümrük Birliği Anlaşması mutlaka askıya alınmalıdır. - AB ile üyelik müzakere süreçlerinde siyasi ödünler verilmesi istenen ve Türkiye'nin iç politikasına müdahale eden üye tavırları reddedilerek, müktesebat değişikliklerinin tüm sektör ve sivil toplum nezdinde tartışmaya açılması ile tüm sektörlerde ülke çıkarlarına yönelik politikalar oluşturulmalıdır. - Bugün her şeyden önce ülke ekonomisi ve sanayinin planlaması zorunlu hale gelmiştir. Bu planlama; kamu yararına çalışanların gelir dağılımını düzeltecek, işsizliği ortadan kaldıracak, sosyal, kültürel ve ekonomik kalkınmayı sağlayacak, refahı kitlesel olarak yayacak ilke ve araçları kapsamaktadır. Burada yatırımlara ağırlık verilmelidir. - Planlama ve kalkınma odaklı çalışmalar, tüm toplumsal mutabakatla; üniversite, sanayi ve meslek odaları ile sektör kuruluşlarını da kapsayan geniş bir platformda tartışılmalı, çözüm önerileri geliştirilmelidir. - Sanayide üretimin organize sanayi bölgeleri ve küçük sanayi sitelerinde yaygınlaştırılması, KOBİ'lere rasyonel bir işletme yapısı ve ölçek getirecek düzenlemelerin yapılması zorunludur. Bunun için öncelikle bir sanayi envanteri çıkarılmalı, sistematik bir veri tabanı kurularak sürekli güncelleştirilmelidir. - Mühendislik altyapısı, AR-GE ve teknolojik gelişmenin önemli bir planlama öğesi olarak alınması ve değerlendirilmesi, kamu yararı ön plana alınarak benimsenmelidir. - Yukarıdaki tespit ve önerileri sağlayacak kamu yararına bir planlama, kalkınma ve istihdam odaklı gelişmelerin gerçekleşebilmesi; demokrasinin tüm ilke ve kurumlarıyla egemen olduğu, insan hakları ve özgürlüklerinin tam anlamıyla uygulandığı bir ortamın oluşturulması ile sağlanabilmelidir. Bir diğer anlamda; demokrasi ile kalkınma birbirini reddeden değil, birbirini tamamlayan ve geliştiren durumlar olarak görülmelidir. “Eğer planınız yoksa başkalarının planlarının bir parçası olursunuz!” Oysa bizler, üreterek büyüyen ve paylaşarak gelişen bir ülkede yaşamak istiyor ve bunun olanaklı olduğunu biliyoruz. Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Mühendis ve Makina • Cilt : 49 Sayı: 576 39