1 HASENE TÜFEKÇĐ ĐLE SÖYLEŞĐ Efendim, Hocanız Ahmet

advertisement
HASENE TÜFEKÇĐ ĐLE SÖYLEŞĐ
Efendim, Hocanız Ahmet Polatöz’den bahsederek söyleşimize başlayalım isterseniz.
Ahmet Hocam 1934 yılında Adana’da doğmuş. Klâsik Türk Müziği ve Dinî Mûsikîyle
ilgilenmiş, üniversite yıllarında Đstanbul’da Osman Dede, Gavsî Baykara, Ulvî Erguner,
Burhâneddîn Ökte, Halîl Can, Saadeddîn Heper gibi önemli sanatkârlardan yaralanma imkânı
bulmuş, ayrıca Aka Gündüz Kutbay, Doğan Ergin, Ârif Biçer, Ekrem Vural, Fahreddîn
Çimenli, Kâni Karaca gibi son dönemin önemli sanatkârları ile beraber olmuş, kıymetli bir
sanatkârdı. Ancak mûsikî ile profesyonel olarak ilgilenmeyi düşünmemiş, yüksek
öğreniminden sonra Adana’ya dönmüş. Hakîkaten üst düzey bir sanatkâr ve çok kıymetli bir
insandı. Ben tanıdığımda hocam Elektrik Đşleri Etüt Đdaresinde çalışıyordu. Adana’ya
döndükten sonra bütün ciddî müzik çalışmalarının içerisinde bulunmuş, Halkevi’nde sonra da
arkadaşlarıyla kurduğu dernekte hocalık yaptı. Adana’daki tek neyzendi ve neyle uğraşan çok
kişi de yoktu şimdiki gibi, birkaç üfleyen meraklı ve ney öğrenmek isteyen birkaç kişi olurdu,
çok fazla ilgi yoktu neye karşı. Şimdi çeşitli sebeplere bağlı olarak bu ilgi çok fazla. Ahmet
Hocam Adana’ya döndükten sonra Eczâcı Mahmut Akan, Zeki Torun, Uğur Türe, Ümit Öcal,
sonraları kısa bir süre benim de istifâde etmek imkânı bulduğum Ârif Nihat Aka, Kâni
Karaca’nın da hocası olan Gâlip Ongül ve Mahmut Soyarslan gibi mûsikîşinâs arkadaşları ile
beraber mûsikî faaliyetlerini sürdürmüşler, şimdi neredeyse hiçbiri kalmadı, kalanlar
selâmette olsunlar, göçenler nûr içinde yatsınlar. Çok ciddî işler yapmışlar. Şimdi o dönemde
orada icrâ edilen repertuara bakıyorum, bugün Klâsik Müzik icrâ etmek için kurulmuş
profesyonel koroların repertuarlarından çok ilerde…
O küçük icrâ gruplarında mı geçilmiş bu eserler?
Tabii, müziğin nerede yani hangi kurumun çatısı altında yapıldığı önemli değil. Kimlerin
hangi niyetle yaptığı önemli. Ben, hemen hepsini tanıdım, adını saydığım bu insanların,
büyük bir ciddîyetle, çok severek, âdetâ ibâdet eder gibi müzik yaparlardı. Başta hocam
tabii… Öğretmeyi çok seven, öğrencileriyle ciddî şekilde ilgilenen bir insandı. Neyzen ve
kudûmzendi. Benim iki hocam olmuştur Adana’da. Yine Ahmet Hocamın öğrencilerinden Ali
Đntizam Hocamdan çok faydalandım ben. Benimle çok ilgilendi, çok şey öğrendim Ali
Hocamdan. Ali Hocam da kudûmzendir. Ahmet Hocam, hem Ali Đntizam hocamın hocasıdır,
hem de benim hocam olmuştur. Ayrıca o dönemde Adana’da noterlik yapan Şener
Yunusoğlu’nun mûsikî sanatımıza ve genel olarak sanata bakışı da beni çok etkilemiştir.
Şener Ağabeyin sohbetlerinden de çok şey öğrendim. Ahmet Hoca’mı maalesef en verimli
olduğu dönemde, genç bir yaşta kaybettik, 51 yaşında âni bir kalp krizi ile Hakk’a yürüdü.
Çok şey anlatabilirim Hocam hakkında, ama en önemlisini söyleyeyim, hayatı boyunca müzik
çizgisinden hiç tâviz vermemiş, klâsik müziği çok seven bir insandı. Hafifliğe ve
disiplinsizliğe aslâ müsamahası yoktu. Titiz, ciddî, son derece sert görünümlü fakat aslında
sevgiyle dolu, yumuşak ve çok duygulu bir insandı.
Ahmet Polatöz’den, hocası Gavsî Baykara’ya geçebilir miyiz?
Gavsî Dede, Yenikapı Mevlevîhânesi’nin son şeyhi Abdülbâkî Baykara’nın büyük oğlu.
Neyzen ve kudûmzen. Tabi Mevlevî olduğu için semâ da meşketmiştir, 1950’den sonra Hz.
Mevlânâ’yı Anma Törenleri’nde semâzenbaşı ve postnişîn olarak da bulunmuş, bu gelenek
açısından çok önemli bir şahsiyet. Mevlevîhâneler 1925’de kapanmasa, Gavsî Baykara
1
Yenikapı Mevlevîhânesi’nin şeyhi olacak. Nâsır Abdülbâki Dede’nin torununun torunu olur.
Hatta Kutbü’n-nâyî Osman Dede’den gelen bir silsilenin devamı. Kutbü’n-nâyî Osman
Dede’nin de torunudur Ali Nutkî Dede, Nâsır Abdülbâkî Dede, Künhî Abdürrahîm Dede de
mâlumâliniz kardeştirler. Nâsır Abdülbâkî Dede’nin oğlu Osman Selâhaddin Dede, onun oğlu
Mehmed Celâleddin Dede, onun oğlu Abdülbâkî Baykara, onun da büyük oğlu Gavsî
Baykara. Yani o meşk silsilenin de devamı. Şöyle bir sonuç çıkıyor. Mevlevîlik kültürü
içerisinde yaşamış bir ailenin kaçıncı kuşak evladı oluyor. Kütahyalı Ebûbekir Efendi, Ali
Nutkî Dede, Nâsır Abdülbâkî Dede ve Künhî Abdürrahîm Dede’lerin babalarıdır. Bu ailenin
kontrolündeki Yenikapı Mevlevîhânesi, III. Selîm Dönemindeki klâsik müzik ekolümüzün de
içinde geliştiği noktadır. Biliyorsunuz Hammâmîzâde Đsmâîl Dede Efendi Yenikapı
Mevlevîhânesinde çileye soyunduğu zaman şeyh Ali Nutkî Dede idi. O zaman Nâsır
Abdülbâkî Dede neyzenbaşıydı, ve Dede Efendi’nin ney hocası olmuştur. Künhî Abdürrahîm
Dede de kudûmzenbaşı imiş o dönemde. Yani demek ki, büyük Dede Efendi’yi yetiştiren aile
de o ailedir.
Yani size gelen bu büyük silsile diyebilir miyiz ?
Bize gelen demeyelim. Bunları Gavsî Baykara’yı anlatmak için söyledim. Bize onlardan ne
nasîb oldu, ne kaldı, bilemiyorum, bir şey diyemem. Kendimi bu silsileye lâyık da
görmüyorum. Hocam nûr içinde yatsın, çok uğraştı bizimle ama ben çok gençtim, yani 20
yaşımda bile değildim hocamı kaybettiğimde, onun aktardıklarının ne kadarını alabildim,
bilemiyorum. Ama bu silsile hakkında şu tespiti yapalım, Mevlevî Âyinleri Türk Mûsikîsinin
en sanatlı ve en önemli eserleridir. Bunların ilk örnekleri olan üç âyin var. Bunlara Beste-i
Kadîm diyoruz. Sonra bestecisi bilinen ilk Mevlevî Âyini Dervîş Mustafa Dede’nin Bayâtî
Âyin-i Şerîf’i var. Ondan sonra Itrî’nin Segâh Âyini gelir ve sonra da Kutbü’n-nâyî Osman
Dede’nin dört âyini vardır. Mevlevî Âyini formunun tüm özellikleriyle belirişi bu eserlerledir.
Yani Kutbü’n-nâyî Osman Dede’nin eserleri Mevlevî Âyini formu açısından çok önemlidir.
Kutbü’n-nâyî Osman Dede, bundan önce saydığım âyinler besteleyen üç dedenin de dedeleri
olduğuna göre bu aile bir bakıma Mevlevî Mûsikîsi’nin her zaman içinde olan ve hatta onu
oluşturan bir aile oluyor. Gavsî Baykara da kardeşi Rüsûhî Baykara ile beraber, bu aileyle
süregelen müzik geleneğinin Mevlevîhâneden kalan son temsilcisidir. Gavsî Dede, 1925
yılında Mevlevîhâneler kapandığında askerdeymiş. Askerden dönünce bakmış ki, ne
Mevlevîhâne var, ne âyin var, ne semâ… Son dönemde yazılmış bir biyografiden, babası
Şeyh Abdülbâkî Baykara’nın da Mevlevîhâneler kapandıktan sonra son derece zor dönemler
geçirdiğini öğreniyoruz, maddî bakımdan da tabii... Mâişetini temin için başka yapabileceği
bir şey yok, bir iş de yok, neyiyle hayatını kazanmaya gayret etmiş, ney nerelerde
üflenebilirse oralarda üflemiş... Sıkıntılı bir hayat geçirmiş ve ölümü de zor şarlarda olmuş…
Allah rahmet eylesin.
Mevlevî Âyinlerine gelmişken sizin bu konuda çalışmalarınız var. En son Ahmed Avnî
Konuk ile ilgili yaptığınız bir çalışma var bundan bahsedebilir miyiz?
Mevlevî Âyinleri ile ilgili çalışmalarım eskiden beri var. Rahmetli Ahmet Hocam ve Ali
Hocam ile başladım Mevlevî Âyinleri ile ilgili çalışmalarıma. Sonra da hep sürdü. Şu anda da
devam eden bir doktora tez çalışması yapıyorum. Aslında uzun süredir en çok bu konu
üzerinde durduğumu söyleyebilirim.
2
Ahmed Avnî Konuk’tan da bahsedersek ...
Ahmed Avnî Konuk aslında besteciliğinin çok ötesinde bir tasavvuf bilginidir. Hz.
Mevlâna’nın, Muhyiddîn Đbn-i Arâbî Hazretlerinin, tasavvufun büyüklerinin kitaplarını şerh
etmiş önemli bir bilgindir. Tabi ki besteciliği de var. Zekâî Dede’nin öğrencisi, hatta yaşadığı
dönemde en iyi öğrencisi olarak tanındığını kaydeden kaynaklar var. Ahmed Avnî Konuk üç
Mevlevî âyini bestelemiş, Mevlevîhaneler kapanmadan hemen önce. Bunlardan Rûy-i Irak
makâmından olanının bir kaydı var elimizde. Şimdi Bûselik-Aşîrân Âyin-i Şerîfini
yayınlamak üzere icrâ ediyoruz. Bu çalışmalarımız çerçevesinde daha sonra Dilkeşîde Âyini
Şerîf ve Rûy-i Irak Mevlevî Âyinlerini de yayınlamak istiyoruz. Rûy-i Irak Âyini icra edilmiş
derken albüm olarak çıkmamış ama bir icrâdan kaydı var elimizde. Bu CD’ler, Ahmed Avnî
Konuk’un bestecilik yönünü de tanıtacaktır. Çünkü Mevlevî Âyinlerini besteleyen
bestekârlar, bestekârlık konusundaki tüm birikimlerini ve dehâlarını Mevlevî Âyini
bestelemeye sarf ediyorlar. Rauf Yektâ Bey’in işaret ettiği gibi, bu bakımdan Mevlevî
Âyinleri Türk Mûsikîsinin en büyük ve sanatlı eserleridir. Ahmed Avnî Konuk’un başka
eserleri de var tabii, âyinlerinden başka büyük bir kâr-ı natık’ı var, Dilkeşîde ve Rahâtü’lervâh’tan klâsik takımları var. Bütün bu kıymetli eserlerin icrâ edilip, yayınlanmasını
diliyoruz.
Bu isimlerden bahsederken fark ediyoruz ki bir meşk silsilesi var. Mûsikîmizde meşk
silsilesi çok önemli bir kavram mı, bu konuda ne dersiniz?
Meşk silsilesi mûsikîmizde çok önemli, ancak herkesin bir iz takip ederek kendini bir yerlere
dayandırması çok gerçekçi olmayabilir. Az önce de söylemeye çalıştım, günümüzde mûsikî
ile ilgilenen bir şahıs, bilmem kaçıncı kuşaktan, filanca üstâdın talebesiyim diyebiliyor. Ama
meşk silsilesi öyle devam etmiyor ki. Öyle olursa herkes bir yere dayanır. Ben de Nâsır
Abdülbâkî Dede’nin öğrencisi olurum, hatta Kutbü’n-nâyî Osman Dede’nin öğrencisi olurum
ama bu gerçeği yansıtmaz. Sonra bizdeki hâl onların hâline benziyor mu? Mûsikîye bakışımız
benziyor mu? Yoksa, hepimizin Âdem babanın evlâdı olmamız gibi bir sonuç çıkar ortaya,
değil mi ? Yani o meşk silsilesi öyle devam etmez her zaman. Ha ediyorsa, etmişse o başka…
Bugün için daha çok çaba göstermek gerek. Bizden öncekilerden, bizden çok bilenlerden
almak, aldığımızı doğru anlamaya ve algılamaya çalışmak ve üzerinde çalışarak emek
vererek, bozulmasına, dejenerasyonuna izin vermeden doğru insanlara aktarmaya çalışmak
gerekir.
Bugünkü imkânlar dünkü imkânlardan daha geniş ama bizim şu anda Dede Efendi,
Zekâî Dedemiz yok. Nedeni nedir sizce?
Olmasına imkân yok. Dede’yi, Zekâî Dede’yi yetiştiren sadece aldıkları mûsikî dersi değil ki.
Eğer o günkü anlayışı ve yaşantıyı bugün de sağlayabilirseniz olur. Ama onu sağlayamazsanız
nasıl olabilir ki. Bu hâlimizle Dede’leri çıkaramayız. Đnanıyorum ki Dede’lerin düzeyinde
yeteneğe ve hatta dehâya sâhip, o potansiyeli taşıyan insan var. Ancak onu yetiştirecek ve
destekleyecek bir ortam maalesef bugün yok. Mevlevîhaneler yüzyıllar boyunca yüksek
müzik eğitiminin ve icrâının yapıldığı kurumlar olmuş. Sebebi mâlum, Hz. Mevlâna mûsikîye
bir kutsiyet atfediyor. Mûsikîye “elest bezminin âvâzesi” diyor. Yani “Cenâb-ı Allah’ın
ruhlara seslendiği lîsan” diye nitelendiriyor mûsikîyi. Yani böyle yüksek bir noktaya koyuyor.
Bizzat kendisinin ve Mevlevîlik tarîkatının kurucusu sayılan oğlu Sultân Veled’in rebab
çaldıkları söyleniyor. Hatta kaynaklar torunu Ulu Ârif Çelebi’nin de mûsikî ile ilgilendiğini
3
söylüyor. Hz.Mevlânâ döneminde yaşayan efsânevî bir neyzenden söz ediliyor, Kutbü’n-nâyî
Hamza Dede’den. Đlk kez kutbü’n-nâyî unvânı Hamza Dede için kullanılmış. Daha sonra da
devrin en büyük neyzenine böyle hitâb edilmiş. Bugün için Niyâzî Sayın Hocamız bu
makâma lâyık şahıstır. Allah uzun ömürler versin. Ancak bugün Niyâzî Sayın hocamızın
yetiştiği ortam da yok.
Hep geçmişten bahsettik Hocam, şimdi günümüzde mûsikîmiz adına bir profil çizebilir
miyiz?
Günümüzde mûsikîmiz adına çizeceğimiz profil maalesef hiç iç açıcı olmaz.
Sebepleri nelerdir?
O anlayıştan çok uzaktayız sanırım. Ama bu asla umutsuzluğa düşeceğimiz bir durum değil.
Yakın düne göre durumun daha iyi olduğunu düşünüyorum. Gençler bu yüksek müziğe yakın
dünden daha çok ilgi duyuyor. Bu iyiye gidişin başlangıcı olabilir. Böyle hissediyor ve
aslında böyle de görmek istiyorum. Ancak âcilen yapılması gerekenlerin yapılmadığını
görmek üzücü. Eğitim en önemli konu, eğitim kurumları olması gereken düzeyden uzak,
konservatuarların durumu hiç iç açıcı değil. Onun dışında resmî olmayan eğitim kurumları
var, dernekler, özel topluluklar gibi. Ancak insanların toplanıp, niteliksiz repertuarları çalıp
söylediği yerler, eğitim kurumu sayılamaz. Ya da yapılan faaliyetler eğlence maksadıyla
yapılıyorsa sanat ve kültür adına katkı beklenemez. Rakamlardan, istatistiklerden söz ediliyor.
Đstanbul da bine yaklaşmış amatör korolar, Ankara da üç yüzü aşmış ama bunların ne
yaptıklarına bakmak lazım. Sayı önemli değil. Biz elli yüz kişi bir araya gelsek, yesek, içsek,
hep aynı faydasız basit ve niteliksiz şeyleri çalsak, söylesek kime ne faydası olur. Dolayısıyla
böyle yerlerin sayıca çok olmasına sevinmemeliyiz. Klasik Müziğimiz öncelikle korunmalı,
layık olduğu şekilde ve yapısına uygun bir biçimde icrâ edilmeli, tanıtılmalı, zenginliği
korunmalı ve yaşatılmalı. Bugün bestelenen eserler bakımından da durum hiç iç açıcı değildir.
Mesela bugün beş-altı makâm, iki-üç usûl, bir-iki form kullanılıyor. Son dönemde
bestelenenlerin etkisiyle repertuardaki 600’ü aşkın makâmdan sadece 6 tanesinden
bestelenenler, bugün neredeyse repertuarın yarısına gelmiş. 20 tanesinin toplamı ise
repertuarın %72’si. Demek ki bir hazîne var ama farkında değiliz ve kullanamıyoruz. Usûller
ve formlar açısından da durum aynı. Klâsik Türk Müziğini icrâ etsin diye kurulmuş adını da
bu müzik türünden alan resmî sanat kurumlarının önemli bir kısmı bu müziği icrâ etmek
arzusunda ve yeterliliğinde değil.
Dinleyici için de bir kültürel düzey gerekiyor.
Tabî ki. Klâsik müzikler kolay tüketilen müzikler gibi hemen, kolayca algılanamazlar. Gerekli
olan temel kültür, bilgi ve birikim yoksa algılanması zorlaşır. Bu yüzden, bu müzik hem üst
seviyede icrâ edilip dinletilmeli ve hem de anlatılmalıdır. Bugün ikisi de yapılmıyor. Halbûki
gerektiği gibi icrâ eder ve anlatırsanız anlaşılacak ve hem duyuş, hem düşünüş ve hem de
kültürel yükselme o andan itibaren başlayacaktır
4
Mevcut şartlar içinde devlet ile bu işin olmayacağı ve özel sektöre yönelmek gerektiği
düşünülüyor.
Bu son derece büyük bir hata olur. Devlet bu kültürü korumalıdır. Devlet bunu yapmazsa neyi
yapacaktır. Özel sektörle hiç olmaz, bu tamamen devletin işidir. Özel sektör eğer ilgileniyorsa
destek olsun ama bu kültürü korumak gibi bir görev özel sektörden beklenemez. Bu kârlı bir
şey değil, para getirmez. Sâdece bu kültürü yaşatmak için karşılıksız para harcayacaksınız.
Özel sektör bunu yapar mı? Bunun bir patronu olursa, ben bunları sevmiyorum, şunları
istiyorum diyebilir, ben eğlenmek istiyorum, çalın oynayalım diyebilir, bunları kimse
dinlemiyor, halk ne istiyorsa onu çalın, halka rağmen sanat olmaz diyebilir… Bugün maalesef
devletin kurumlarını yönetenler, ceplerinden bir şey çıkmadığı hâlde bile böyle diyorlar.
Zâten ne geliyorsa başımıza bundan geliyor. Bu kültür her zaman devlet himâyesinde
olmuştur ve mutlaka devlet himâyesinde olmalıdır. Bu kültür ve sanatın bütün yükseldiği
dönemler, devlet tarafından önemle ve doğru bir şekilde himâye edildiği dönemlerdir.
Timur’un Merâgî’ye desteği olmasa ya da III.Selîm böyle ilgilenmese Dede’den bu eserler
vücûda gelebilir miydi acabâ? Đbn-i Sinâ bin yıl önce uyarmış bizi, “Đlim ve sanat takdîr
edilmediği yerden göç eder” diye. Ancak bu kültür ve sanatın şu an devlet elindeki durumu
çok kötüdür, bu düzeltilmelidir, baştan atmadan düzeltmeye çalışılmalıdır, düzeltilebilir.
Türk Müziği Araştırma Merkezi’nden bahsediliyor hocam bu konu için ne dersiniz?
Aslında Türk Müziği Araştırma Merkezi’nden bahsedilmiyor, bahsedilsin diye çok
uğraşıyoruz. Bize göre şu anda en çok ihtiyaç duyulan şey doğru kurulmuş ve verimli çalışan
bir dokümantasyon ve araştırma merkezidir. Bundan bir ay kadar önce, kıymetli bir müzik
adamımızdan bir haber aldım. Elli yılı aşkın süre önce, Đstanbul’da öğrenciyken tanıştığı,
atadan dededen Đstanbullu bir aileden kendisine intikâl eden bir koleksiyondan söz ediyor.
Eski harflerle yazılmış eski notalar ve plaklar içeren bu koleksiyonda, bugün hiç kimse
tarafından bilinmeyen ve repertuarlarda bulunmayan yüzlerce eser listelenmiş durumda.
Evlerde, özel koleksiyonlarda, resmî kurumların, müze ve kütüphânelerin depolarında
binlerce doküman çürüyor. Evlerde bu koleksiyonların ne işi var. Yurtdışında, Türk müziği
konusunda yapılan akademik çalışmalar, Türkiye’de yapılanlardan kat be kat, fersah be fersah
ilerde. Eğitim ve icrâ konusunda araştırma bekleyen, üzerinde çalışılması gereken karanlıkta
kalmış birçok konu var ama böyle bir merkez yok.
Biraz bilgisizlik sorunumuz var sanırım.
Đlgisizlik var. Türk Mûsikîsi konusunda ciddî araştırmalar yapacak bir kurumsal yapıya
ihtiyaç var. Bunun evvela önemi ortaya konulmalı. Bunun çok önemli ve âcil olduğuna
inanıyorum. Çok zaman kaybettik ve yarın çok geç olacaktır.
Konservatuarların durumu nasıl sizce?
ÖSS’den taban puan alan bir öğrenci, konservatuarların özel yetenek sınavına girebilmektedir.
Böyle bir öğrenci, diğer öğrencilere göre daha az bilgiye sahip, çalışmayı sevmeyen, okuduğu
derslerle edinmesi istenen temel bilgileri de özümseyememiş, daha az kitap okuyan vs.
Müzik, bir ilim ise ki öyledir, bunu kavrayabilmek için ciddî ölçüde bilgi temeline, ciddî ve
disiplinli çalışmaya ihtiyaç vardır. Sadece yetenek yetemez. Dikkat buyurunuz, ciddî bilimsel
5
çalışmalar çoğunlukla konservatuar çevrelerinden değil, konuya yakınlık duyan mühendis,
doktor gibi başka meslek grubundaki insanlardan çıkıyor. Müzik kurumlarında yapılan tezlere
bakıyoruz, son derece ilginç durumlarla karşılaşıyoruz. Bir çok tezin içeriği boş. Yaşayan bir
müzik adamının hayatını anlatan tezler var. Yaşayan birinin hayatı tez olur mu? Buna tez
değil röportaj denir. Konservatuarların eğitim programları incelenmeli, makâm, usûl, form,
repertuar ne kadar öğretiliyor, nasıl öğretiliyor… Buradan mezun olanların hangi vasıfta ve
hangi misyona sahip olarak mezun olması isteniyor, olanlar nasıl? Yanlış nerelerde? Bu
sorular samimiyetle cevaplanmalı ve durum bütün gerçekliğiyle gözler önüne serilmelidir.
Ancak o zaman çözüm bulunabilir. Zaten aslında böyle de olacaktır. Ben bu kültürün bu
şekilde geçecek bir zamanda tükenip yok olacağına inanmak istemiyorum.
Mûsikimizin bu gün icrâ noktasındaki sorunları nelerdir?
Đcrâ ile ilgili de bir çok sorun var. Bugün adına Klâsik Türk Müziği dediğimiz müzik türü,
tarih boyunca, değişik dönemlerde, az ya da çok farklı ses ve saz topluluklarıyla icrâ
edilmiştir. Bu müziğin repertuarında birbirinden çok farklı tarz ve üslûplarda bestelenmiş
eserler yer alır. Bu eserlerden hangilerinin, hangi ses veya saz topluluklarıyla, hangi
üslûplarla veya hangi âhenklerle icrâ edilmesi gerektiği bilinmemektedir. Batıya öykünerek
oluşturulmuş büyük korolar var. Ama bu müzik koro ile icrâ edilmeye uygun bir müzik değil.
Korolar da zaten koral icrâ yapabilecek şekilde oluşmamış, insanlar toplanmış hep bir ağızdan
söylüyor. Yapılıyor ve yapılacaksa bile, Türk Mûsikîsi için koral icrânın özellikleri ortada
değil. Sesleri nasıl olmalı, kaç kişi, hangi özellikte, sazları kaç kişi hangisinden kaç tane, nasıl
çalınmalı, nasıl söylenmeli, şef ne vasıfta olmalı, ne gibi işlevleri olacak, bu konular belirsiz.
Nitekim koroların başarılı olamadıkları görülüyor. Ayrıca bu hantal yapıdaki büyük korolar,
izleyici ile buluşmakta da zorluk çekiyor. Aslında herkes biliyor ki izleyici koro icrâsını
sevmemiştir, eğer izlediyse bu müziği sevdiğinden ve alternatif bulamadığından izlemiştir,
koroyla icrâsını çok sevdiğinden değil; bu çeşit icrâ televizyonda yayınlanmış sevmemiş,
konsere gitmiş sevmemiştir. Çünkü Türk Mûsikîsinin özelliklerini yansıtacak icrâ yok ortada,
perde hassâsiyeti yok, usûl ortada yok, üslûp zaten olamaz... Meselâ bir koroda beş on keman
bulunuyor, kemanın hâkim olduğu bir ses duyuluyor. Viyola, viyolonsel, kontrbas… On beş
tane bu tür Batı yaylı sazının bulunduğu bir koroda neyin, tanburun duyulmasına imkân var
mı? Beş tane kanunun yan yana çaldığı bir müzik grubunda, akortlu ses duyma ihtimâli bile
yok. Beş tane kanun yan yana çalamaz. Çünkü bunların hepsinin yapıldığı deri aynı deri değil,
hepsinin mandal sistemi aynı değil. Aynı usta yapmamış. Çalanların duyuşları, üslûpları
birbirinden farklı. O zaman şöyle bir şey olur, hızar makinesi gibi bir ses duyulur, müzik değil
de bir uğultu gibi gelir. Klâsik Türk Müziğinin nasıl icrâ edilmesi gerektiği, nasıl
topluluklarla icrâ edilmesi gerektiği, saz konfigürasyonları, belki sazların hangi üslûpla
çalması gerektiği de bu sözünü ettiğimiz çalışmaların içindedir. Ben bir parça ney ve kudûm
ile de meşgul olduğum için, ICANAS 38 toplantısında ney ve kudûmle ilgili bazı şeyler
söylemiştim.
Kudûmün yapımı ve neyin de üslûbu ile ilgili…
Günümüzde ney, geleneksel ney üslûbundan uzaklaştı. Tabî popüler kültürün bu yönde çok
olumsuz etkileri var. Ney sesi maalesef artık flütleşiyor; yan flüt mü, pan flüt mü belli değil.
Aslında sorun kaval için de aynen geçerlidir. Kavalın asîl üslûbunun bozulduğu kötü bir
piyasa tarzı var. Bu tarz şimdi ney üslûbuna da hâkim olmak üzere. Aygın baygın, ağlayan
6
inleyen nağmeler… Kudûm kullanılacak bir müzik yok ortada ama kullanıldığında da Hint
tablası gibi bir ses geliyor… Hangi eserde nasıl kullanılacağı bilinemiyor kudûmün…
Hâlbuki, usûl temelinde yapılan bir müzik bu, hem bestelenirken hem icrâ edilirken o temel
üzerinde… Böyle olunca temelden başlıyor sorun.
Ve klâsik müziğimize ilgi de sanırım istenen düzeyde değil.
Đlgi var aslında bakın burada bu müziği tanıma imkânı bulmuş, bir hayli genç var. Bundan
fazla ilgi nasıl olsun ki… Nereden dinlesin de ilgi duysun insanlar? Korolar var, bu korolar
televizyon programı yapıyorlar. O korolarda çalışan sanatçılar bile bu programları zevkle
dinlemezler. O zaman bu sözün üstüne söylenecek söz yok. Koro sanatçıları, kendi korosunun
ya da diğer koroların programlarını izler mi? Hayır izlemez. O zaman bunun sevilecek hâle
gelmesi, evvelâ çalanın, söyleyenin, hattâ yönetenin sevmesine bağlı. Bunun içinde ciddiyetle
çalışmak gerekir. Dostlar alışverişte görsün diye yapılan işlerden bir an önce vazgeçmek
gerekir.
Klâsik Mûsikîmiz ile ilgili soruda önce güzel bir tablo çizdiniz ama sonra hangi alana el
attıysak durumun hiç de iç açıcı olmadığı görüldü. Nasıl, nereden iyiye gittiğimiz
yönünde bir kanaate sahip oldunuz?
Mesela bakıyorum ben, gençler bu işe çok ilgi duyuyorlar. Gençlerden çok ümitliyim. Zaten
gençler gelecek demek değil mi ? Şimdi biz burayı, Yegâh’ ı oluşturduk, hiç duyuru da
yapmadık. Belki yapıldıysa duyuru sizler yaptınız. Buraya bu kadar insan toplandı. Her gün
arayanlar oluyor. Genç insanlar bu müziğe ilgi duyuyorlar. Onlar eğer doğru yöne
yönelebilirlerse, her şey yarın bugünden çok daha iyi olacak. Zaten bu konular dün hiçbir
yerde konuşulmuyordu, yazılmıyordu. Bu gün bir röportaj yapıyoruz, dün bir televizyon
programı vardı, ondan önceki gün bir panel vardı. Orda konuşuldu, burada konuşuldu, biz de
konuşuyoruz, başka insanlar da konuşuyor. Şimdi bizim neye ihtiyacımız var? Bu düşüncelere
destek olacak yöneticilere ihtiyacımız var. Sayın bakan, sayın müsteşar, sayın genel müdür,
sayın TRT genel müdürü, sayın TRT’den sorumlu devlet bakanı bunların desteğine
ihtiyacımız var. Halledilmeyecek bir şey yok. Her şey iyiye gider, hem de hızlı gider. Yeter ki
doğru niyetlerle doğru adımlar atılsın. Siz de buna katkıda bulunuyorsunuz.
Mûsikîmizden Mevlânâ’ya bir geçiş yaparsak, sizin bu konuda da bir takım
çalışmalarınız var.
Çalışmalarımın Hz. Mevlâna ile ilgili kısmı da var ama asıl olarak Mevlevî müziği ile
ilgilidir.
Kültür Bakanlığında Sanat Yönetmenliğini yapıyorsunuz.
UNESCO ile Kültür Bakanlığı’nın birlikte yaptığı Mevlâna Tanıtım Yılı faaliyetlerinin Sanat
Yönetmenliğini yürütmeye çalışıyorum.
7
Bu vesîle ile yurtiçi ve yurtdışında bir çok çalışmada yer alıyorsunuz. Mevlânâ’yı
tanıtırken bir takım eksikliklerimiz var mı? Doğru anlatabiliyor muyuz? Bilhassa
yurtdışındaki insanların Mevlânâ ve Mûsikîmize bakış açısı nasıl?
Hz. Mevlâna’ya karşı çok büyük bir ilgi var. Biliyorsunuz UNESCO 2005 yılında “Mevlevî
Müziği”ni ve “Semâ”yı, “Sözlü ve somut olmayan kültürel miras” listesine aldı ve başyapıt
ilan etti. Dolayısıyla tanıtım ve ilgi çok fazla. Zaten sever de insanlar Mevlâna’yı. Fakat,
Mevlânâ’yı herkes kendi zannınca anlıyor. Kendi de zaten “Beni herkes zannınca anladı”
diyor. Bu şekilde herkesin istediği gibi anlaması ve anlatmasından da şikâyetçidir. “Ben
Kur’an’ın kulu, seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım, kim benim bu söylediklerimden
başka şey naklederse, onlardan bıkmışım, bezmişim, şikâyetçiyim” diyor. Hz. Mevlâna
yurtdışında da yurtiçinde de herkesin zannınca anladığı ve anlattığı bir şahsiyettir.
Yabancıların onu nasıl anladığı değil de bizim onu nasıl anladığımız ve nasıl anlatmaya
çalıştığımız daha önemli bence. Bu noktada bir takım çelişkiler olduğunu görüyorum. Ama
yine herkes hüsnü niyetle elinden geldiğince bu faaliyetleri yapmaya gayret gösteriyor.
Bize Yegâh’tan ve buraya ney öğrenmeye gelen insanlardan bahseder misiniz?
Yegâh’tan önce Tümek’te bu çalışmalara başlamıştık. Her zaman bu çalışmaların içindeydik
ama dernekleşmesi son birkaç yıla dayanıyor. Böyle kurumlara çok ihtiyaç var. Onun dışında
üniversitelerde de dersler vermeye gayret ediyoruz. Gençler de buraya geliyor, hem ney hem
de kudûm öğrenmek için. Biz de elimizden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyoruz. Başka
arkadaşlarımız da var burada dersleri yürüten, hem ney hem de diğer sazlara ilişkin… Klâsik
Türk Müziği sazlarının hepsinin öğretimi Yegâh’ta yapılıyor. Tanbur, kanun, ud, kemençe,
ney ve kudûm gibi. Bu imkânı sunmaya devam etmek istiyoruz. Klâsik Türk Müziği ve
Tasavvuf Müziği çalışmaları ile Mevlevî Âyini çalışmalarımız da var devam eden.
Klâsik Türk Müziği sazlarına büyük bir ilgi var. Ama öncelikle ve özellikle de neye
karşı büyük bir ilgi var. Ney çok popüler bir saz haline geldi. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Ney popülerleşti. Herhalde bunda popüler müzikte neyin kullanılmaya başlanmasının çok
etkisi var. Ney sesi için kullanılan bazı tabirler var; esrarengiz, cezbedici, büyüleyici, âhenkli,
derin gibi. Bu ses duyulmaya başlayınca galiba insanlar bu sesi sevdiler. Özellikle gençler
sevdiler ve peşine düştüler. Başka bir faktör de, herkesin kolay edinebileceği bir saz ney.
Pahalı değil. O da galiba bu popülerliğin, daha doğrusu ney öğrenmek isteyenlerin, ney ile
ilgilenenlerin sayısının artmasında etkili olmuştur. Çünkü diğer sazlar bu gün astronomik
fiyatlara satılırken, ney herkesin edinebileceği bir saz... Ama bu ilginin doğru yönlendirilmesi
çok önemli. Dediğim gibi ney sesinde ve üslûbunda farklılaşmalar var. Günümüzde gençlerin
beğenip de yöneldikleri bu sesler, genellikle ilk olarak popüler müzikte duyuluyor.
Geleneksel ney sadâsı ve geleneksel ney tavrını sonradan duyuyorlar, öğreniyorlar. Bu
yüzden onları yönlendirmek gerekir. Hocalara önemli görevler düşüyor burada. Onları doğru
sesle ve doğru üslûpla tanıştırmak gerekir.
Bu konuda sizin bir metodunuz var mı ?
Elimizde sesli bir arşivimiz var, öğrencilerimize dinletmeye ve anlatmaya çalışıyoruz.
8
Öğretim yönteminiz Klâsik meşk sistemine uyumlu ve uygun bir sistem mi sizce?
Tamamen klâsik meşk sistemi değil ama ona dayanan bir sistem olduğunu söyleyebilirim.
Gelenekselliği muhafaza etmeye gayret ediyorum.
Hocam, söyleşimizin sonunda ney sazına gönül verenlere tavsiyeleriniz nelerdir?
Çok klâsik ama çok önemli bir şey olduğu için burada tekrar edeceğim. Neyin kendi sesi yok.
Neyzen ondan bir ses çıkartıyor. Ney, neyzenin bu sesi çıkarmasına yardımcı oluyor. Đyi bir
ney edinip, ses çalışmalarını tavsiye ediyorum. Đyi bir ses çıkarmak çok önemli. Herhangi bir
eseri çalmak kolaydır. Genç kardeşlerime bıkmadan usanmadan, ses çalışmalarını tavsiye
ederim. Bir yandan iyi neyzenleri dinlesinler, bir yandan da kendileri neyden iyi ses
çıkarmaya gayret etsinler. Tabii mûsikîmizin hangi sazı çalarsa çalsın, usta sanatkârlarını ve
klâsik repertuarı dinlemeyi de ihmâl etmesinler. Teşekkür ederim.
Biz teşekkür ederiz..
Birdenbire Dergisinde yayınlanmıştır.
9
Download