13 Kasım 2015 www.sorularlaislamiyet.com

advertisement
13 Kasım 2015
www.sorularlaislamiyet.com
1
İçindekiler
Cinler ''bizden Müslüman olan da var...'' gibi sözleri kime söylüyorlar? .................................3
Müslüman erkek/kadın ahlakı nasıl olmalıdır? ..........................................................................4
Amerikan bilim dergisi çok sayıda ara geçiş form olduğunu söylüyor. Tiktaalik roseae sadece
bunlardan birisi imiş. Bu doğru mudur? ....................................................................................7
Mesai saatleri içinde, farklı işlerle uğraşmak ve telefon görüşmeleri yapmak..........................8
Temyiz edilen boşanma davası sonuçlanmamışsa hala evli mi sayılırız? ..................................8
Allah'ın düşmanları kimlerdir? ...................................................................................................8
Ailede kadına hatalarından dolayı sabır göstermek için ne tavsiye edersiniz? .........................9
Kadınların aybaşı halinin anlatıldığı ayette, tövbe edenlerden söz edilmesi nasıl
açıklanabilir? ..............................................................................................................................10
Evrimciler; “Mikro evrimin olduğunu kabul etmek, evrimin tamamını kabul etmektir, çünkü
ikisini birbirinden ayırabilecek somut bir ayrım yapılamaz” diyorlar. Sizce de öyle mi? .......11
İstanbul’un fethinde kiliselerin yıkıldığı, evlerin harap edildiği, malların yağmalandığı
doğru mudur? .............................................................................................................................12
2
Cinler ''bizden Müslüman olan da var...'' gibi sözleri kime
söylüyorlar?
- Cinler kendi aralarında konuşuyorlar. Onların bu konuşmalarını ise bize Allah haber
veriyor. Bununla cinlerden de müslüman ve müslüman olmayan grupların olduğu
konusunda bizi bilgilendirmiştir.
Ayrıca, cinlerin de Kur’an’ın Allah’ın mucizeli bir kitabı olduğunu itiraf ettikleri hususu da
haber verilmiştir.
Bu ifadeden, müşriklerin Hz. Peygamber hakkında uydurdukları “mecnun” sıfatının (cinler
tarafından kendisine bu bilgilerin verildiğine dair yakıştırmaların) büyük bir yalan olduğuna,
cinlerin de bu Kur’an’ın bir benzerinin ne insanlar ve ne de cinler tarafından ortaya konmasının
mümkün olmadığına dair zımni itiraflarına da işaret edilmiştir.
- Cin suresinde, Kur’an dinleyen ve onun üstün belagatı ile yüce gerçeklerinden etkilenip imana
gelen cinlerin ilahi vahye duydukları hayranlık dile getirilirken vahyin etkili gücü ve çarpıcı
özelliği ortaya konmakta, Kur’an ayetlerinin ihtiva ettiği iman gerçekleri cinleri bile etkileyip
yola getirdiği halde Mekke müşriklerinin bu gerçeklere karşı direnmelerindeki tutarsızlık gözler
önüne serilmektedir.
- Surenin muhtevası Allah’ın birliği, yüceliği, gizli aşikar her şeyi hakkıyla bildiği, cinler
hakkında abartılmış bilgi ve inançların yanlışlığı ve asılsızlığı, Kur’an vahyinin cinler
üzerindeki etkisi ve ahiret hayatının kesin olduğu gibi hususlardır. Bu gerçekler, sure içindeki
çok kesin ifadelerle gözler önüne serilmiştir.
Buna göre cinlerin de mümini, kafiri, iyisi ve kötüsü vardır. Allah’a inanmayan cinler de tıpkı
insanların kafirleri gibi cehennemin yakıtı olacaklardır. İnanan insanların onlardan çekinmesine
gerek yoktur. Çünkü onlar, Allah’a sığınanlara ve O’nun koruduklarına hiçbir zarar veremezler,
kendilerine sığınanlara da bir fayda sağlayamazlar.
- Kur’an’da sadece cinlerin değil, başka bir çok insanın/peygamberlerin ve kâfirlerin
sözlerine de yer verilmiştir.
Kur’an’ın bu ifadeleri, doğrudan o kimselerin tıpatıp sözlerinin bir alıntısı değildir.
Allah onların söylemek istedikleri manaları, Kur’an’ın mucizeli üslubuna uygun olarak -tabir
yerindeyse- tercüme etmiştir.
3
Müslüman erkek/kadın ahlakı nasıl olmalıdır?
Kur'an ve hadislerden elde edilen bilgilere göre, -özetle- kadın/erkek her müslüman:
Allah’a ve ahiret gününe iman eder. Dünyanın fitnelerine ve şeytanın hilelerine
karşı dikkatlidir. Rabbi’ne ibadet eder, emirlerini yerine getirir, yasaklarından kaçınır.
Allah’a tam bir teslimiyet içindedir. Rabbi’ne çokça tövbe eder; hata, ihmal ve
kusurlarından dolayı bağışlanmasını niyaz eder.
Aile fertlerine karşı sorumluluğunun bilincindedir. Yaptığı her işte Allah’ın
rızasını gözetir. Gücü oranında iyiliği emreder, kötülükten alıkoyar.
Kendine karşı görevlerinin bilincindedir. İnsanın akıl, ruh ve bedenden
meydana geldiğini ve her birinin kendilerine özgü yapıları ve ihtiyaçları bulunduğunun
farkındadır. Bunlar arasındaki dengeye özen gösterir; birine önem verip diğerlerini
ihmal etmez. Bu hususta da Allah’ın Kitab’ını, Peygamberinin sünnetini ve büyük
zatların yaşantısını kendine rehber edinir.
İsraf, aşırılık ve kibre kaçmaksızın giyimine özen gösterir. Allah’ın mükerrem kılıp,
meleklerinin secde etmesini emrettiği, gökler ve yerdekileri hizmetine amade kıldığı
insana yakışır özeni, iç aleminde de gösterir.
Anne-babasına iyilik ve ihsanda bulunur. Onların kıymetlerini bilir, değer verir.
Onlara karşı isyankar bir evlat olmamaya dikkat eder.
Eşine karşı olgun, sevecen ve cana yakın bir eş olur; onun hoşnutluğunu kazanmaya
çalışır, ailesine karşı saygılı olmaya, iyilik ve ihsanda bulunmaya gayret eder, sırrını
saklar, iyilik, takva ve salih amel işlemede ona yardımcı olur, gönlünü doldurur, ona
mutluluk ve huzur verir.
Çocuklarına karşı son derece şefkatli bir annedir. Onların eğitimine yönelik
sorumluluğunun farkındadır. Çocuklarına karşı duyduğu sevgi, şefkat ve merhameti
onlara hissettirir. Gerektiğinde çocuklarını uyarmaktan, yanlışlarını düzeltmekten geri
kalmaz. Böylece gönüllerine güzel ahlakı yerleştirir, onları hayırlı ve şerefli işlere
yönlendirerek güzel bir eğitim ile yetiştirmeye çalışır.
Akraba ve yakınları ile aralarındaki sevgi bağını devam ettirir. Komşularına iyilik ve
ihsanda bulunur. Onların hal ve durumları ile yakından ilgilenir. Komşuluk hakkını
bilir ve gözetir.
Kardeş ve arkadaşları ile ilişkileri “Allah için sevmek” esasına dayalıdır. Bu ise
insanın hayatındaki en yüce, en temiz sevgidir. Zira, her türlü menfaat ve şüpheden
uzak bir sevgidir. Bu esas üzerine kurulan ilişki, temizlik ve saflığını Kur’an ve
Sünnet’in ışığından alır.
4
Bu yüzden müslüman, kardeşleri ile olan ilişkilerinde dürüst, samimi ve hoşgörülüdür.
Bu kardeşlik bağının devam etmesine özen gösterir. Onlarla ilişkilerini kesmez,
tartışarak ve sürtüşmeye girerek duygularını incitmez. Mümkün olan hiçbir iyiliği
onlardan esirgemez. Onları daima tebessümle, güler yüzle karşılar. Sosyal ilişkileri çok
ileri seviyededir. Bu sosyalliğini, dininin esaslarından ve karşılıklı ilişkiler fıkhının
üstün ahlaka ilişkin hükümlerden almıştır.
Ayrıca, kadın-erkek her Müslüman:
Güzel ahlaklıdır. Bütün insanlara karşı doğru sözlü ve dürüsttür.
Hile yapmaz, aldatmaz, ihanet etmez. Yalancı şahitlikte bulunmaz.
Nasihat eder. Hayra öncülük eder. Sözünde durur. Haya sahibidir. İffetlidir.
Kendisini ilgilendirmeyen işlere karışmaz. İnsanların mahrem meselelerini
araştırmaz.
Gösterişten uzaktır. Her durumda adaleti gözetir. Zulmetmez. Sevmediği insanlara
karşı da insaflıdır. Hiçbir insanın başına gelen kötülüğe sevinmez.
Kötü zanda bulunmaz. Gıybet ve koğuculuk yapmaz. Sövmez ve çirkin söz
söylemez. Kimseyle alay etmez.
İnsanlara karşı yumuşak ve merhametlidir. Zor durumda olana yardımcı olur.
Cömerttir. Yaptığı iyilikleri başa kakmaz. Zorluk değil kolaylık gösterir.
Kıskançlık yapmaz. Yapmacık söz ve davranışlardan kaçınır. Güler yüzlüdür.
Büyüklük taslamaz, alçak gönüllüdür. Boş işlerle uğraşmaz.
Hastayı ziyaret eder. İnsanların dertleriyle yakından ilgilidir. Başkalarını kendine
tercih eder. Yapılan iyiliğe değer verir ve teşekkür eder.
Örf ve adetlerini İslamî ölçülere uydurur. Büyüklere ve faziletli insanlara saygı
gösterir. Kendine uygun olan işleri tercih eder. Erkek ise, kadınlara; kadın ise,
erkeklere benzemeye çalışmaz.
Hakk’a çağırır. Davetinde nazik ve hikmet sahibidir. Erkek ise, salih erkeklere;
kadın ise, saliha kadınlarla birarada bulunur.
İffetli, hayalı ve edep yerlerini korur. Sadece bedeninin mahrem yerlerini değil,
gözlerini, kulaklarını haramdan koruduğu gibi, aklını, kalbini, niyetini de her türlü
haramdan korur.
Sabırlı ve ümitvardır. Allah’ın rahmetinden asla ümidini kesmez.
Dini ve ilmi alanda bilgilidir. Faydasına ve zararına olan şeyleri öğrenir ve ona
göre hareket eder.
Ağırbaşlı ve saygılıdır.
5
Fıtridir, doğaldır, olduğu gibi görünür, göründüğü gibi de olur.
Mühim ve tehlikeli vazifelerde asla sarsılmaz, gevşeklik göstermez. Allah’a itimat eder.
Beden ve ruh temizliğine önem verir ve buna uygun yaşar.
Kumarcı, içkici, düzenci, oyuncu, aldatıcı, dalkavuk ve hilekar değildir.
Bilmediği bir şey hakkında hüküm vermez.
Her nerede olursa olsun, hatta kendi aleyhine de olsa, hak ve adaletten ayrılmaz.
Düşmanlarına karşı da adaleti ve insafı bırakmaz, onların düşmanlıkları dolayısıyla
adaleti çiğnemez.
İsraf ve cimrilikten sakınır.
Ne eliyle ne diliyle hiçbir kimseyi incitmez.
Varlık zamanında da, darlık zamanında da başkalarına elinden geldiği kadar yardımda
bulunur.
Bir kötülük işlemek ister veya bir haksızlık yapacak olursa, hemen Allah’ı hatırlayarak
O’ndan af ve mağfiret diler, yaptığına pişman olur.
Kim söylerse söylesin, hakkı kabul eder, ilim ve hüneri, hikmet ve hakikati nerede
bulursa alır ve bunda taassup göstermez.
Tembel değildir. Dünya için hiç ölmeyecekmiş gibi çalışır, yarın ölecekmiş gibi de
ahrete hazırlanır;her iki vazifesini eksiksiz yapar.
Allah ve peygamber sevgisini her şeyden üstün tutar. Allah sevgisi ve Allah korkusu
onun bütün vücudunu kaplar.
Her ne suretle olursa olsun, şüpheli şeylerden sakınır.
En büyük gayesi, hakiki bir Müslüman olmaya çalışmak, Müslümanlığın tayin ve
telkin eylediği faziletleri yaşamak-yaşatmak ve bu suretle bütün insanlara örnek
olmaktır...
İşte İslam’ın, hidayetiyle şekillendirdiği ve gönlünü hikmetle yoğurup, basiretini
aydınlattığı müslümanın şahsiyetinden bazı örnekler bunlardır.
İlave bilgi için tıklayınız:
Kur'an'a göre müminlerin ve Müslümanların özellikleri nelerdir?
6
Amerikan bilim dergisi çok sayıda ara geçiş form olduğunu
söylüyor. Tiktaalik roseae sadece bunlardan birisi imiş. Bu
doğru mudur?
Doğru değildir. Tiktaalik bir ara form değildir. Bunun hakikatla ve bilimle hiçbir alakası ve
ilgisi yoktur.
Tiktaalik roseae, Devoniyen döneminde, yani günümüzden takriben 330 milyon yıl önce
yaşamış ve nesli tükenmiş tetrapodlara (Dört ayaklılara) ait bir türdür.
Evrimci bilim adamları bunun balıklarla sürüngenler arasında bir geçiş formu olduğunu ileri
sürmektedirler.
Tiktaalik’in elde fosil olarak sadece kafatası vardır. Gözler kafatasının üstündedir.
Tıpkı timsahlarda olduğu gibi. Bilim adamlarının ekseriyeti, bunun timsahlarla aynı yapıda
olduğunda ve dolayısıyla bu fosilin bir timsaha ait olduğunda hemfikirdirler.
Evrimci jeoloğ ve ressamlar, Tiktaalik’in kafatasına, onunla aynı tabakalarda bulunmuş
olan balık ve sürüngen fosillerinin parçalarını ekleyerek, noksan kalan yerleri de alçı ile
doldurarak, yarı balık ve yarı sürüngen görünümünü andıran bir şekil vermişlerdir.
Yaptıkları bu bilim sahtekârlığını, ara form olarak ileriye sürmektedirler.
Konunun içerisinde olmayanlara bu hakikatmış gibi takdim edilmekte, bununla da kalınmayıp,
güya bu tip ara formun çok olduğu propogandası yapılmaktadır. Bunların yaptıkları bilim değil,
ideolojik bir çalışmadır. Bütün gayeleri ve gayretleri, bir yaratıcıyı ve yaratılışı devreden
çıkarıp, her şeyi tesadüf ve tabiatın eline vermektir.
Evrimciler tarafından dünyada evrimin lehinde ve yaratılışın aleyhinde büyük bir
propoganda ve kampanya yürütülmektedir. Maalesef bilim de buna büyük oranda alet
edilmektedir.
Amerika’da tarafsız bilim adamları, sadece bilim dergilerinin değil, dini dergilerin de evrimci
düşünce taraftarlarının elinde bulunmasından ve hakikatların ters yüz edilmesinden dert
yanmaktadırlar.
7
Mesai saatleri içinde, farklı işlerle uğraşmak ve telefon
görüşmeleri yapmak
Bu konu iş verenin iznine bağlıdır. İş veren buna müsaade ediyorsa yapabilirsiniz. İş veren razı
olmuyorsa yapamazsınız.
Veya ürün odaklı çalışırsınız. Yani aldığınız işi bir haftada teslim etmek üzere iş verenle
anlaşırsınız mesai odaklı değil ürün odaklı çalışırsınız. İstenen sürede işi tamamlarsanız kalan
vakitlerde yine iş verenin rızası ile başka şeylerle meşgul olabilirsiniz.
Temyiz edilen boşanma davası sonuçlanmamışsa hala evli
mi sayılırız?
Dinen boşama olmadan mahkemeye boşanma davası açılmışsa ister normal birinci derecedeki
mahkeme, isterse de temyiz mahkemesi olsun mahkeme devam ettiği sürece eşler evli
hükmündedir. Bu sebeple bir bayan mahkeme tamamen bitene kadar boşanmış sayılmaz ve bir
başkası ile evlenemez.
Allah'ın düşmanları kimlerdir?
"Allah düşmanları" deyimi, "O'nun buyruklarını reddeden inkarcılar"(İbn Atiyye, V, 10)
veya "ilklerinden sonlarına kadar bütün inkarcılar"(Zemahşeri, IV,389; Râzî, XXVII,
115) olarak açıklanmıştır. Ancak Taberî, bu deyimin özellikle Kur'an'in ilk muhatapları olan
Mekke putperestleri için kullanıldığına işaret eder (Taberi, XXIV, 106); İbn Âşûr da aynı
görüşü ısrarla savunur. Ona göre Kureyş müşriklerinin bu şekilde anılmalarının sebebi,
Resûlullah'a düşman olmalarıdır. Nitekim Resûlullah'ı ve müslümanları yurtlarından
çıkarmaları sebebiyle Allah Teâlâ onlardan "benim ve sizin düşmanlarınız"(Mümtehine
60/1) diye söz etmiştir (İbn Aşur, XXIV, 264-265).
Kaynak: Diyanet, Kuran Yolu Tefsiri, IV/603.
İlave bilgi için tıklayınız.
İslamiyetin düşmanları nelerdir, bunlara karşı nasıl mücadele eder? | Sorularla İslamiyet
8
Ailede kadına hatalarından dolayı sabır göstermek için ne
tavsiye edersiniz?
- Aslında bunun ahiretteki sevabı veya cezası bir tarafa, aklını duygularının önünde tutan her
akl-ı selim sahibi, aile hayatında huzurlu, mutlu bir yuvada yaşamını sürdürmeyi ister. Bu
işin yolu-yordamı ise erkeğin sabırlı olmasından geçer.
Kadınlar çocuklara karşı fazladan sabırlı olmaları için kendilerine özel bir şefkat ve duygusallık
verilmiştir. Bu sebeple kadınlarda duygusal hareketler kaçınılmaz bir yan etki olarak vardır ki,
erkeklere düşen bunu iyi idare ve tolere etmektir.
- Bununla beraber, aşağıda bir kaç ayetin meali ve hadis-i şeriflerin manası takdim edilecektir.
İnşallah yakında başımızı okşayacak olan Ramazan aynın feyiz ve bereketiyle sabırlı,
toleranslı, şefkatli, hazımlı, idmanlı ve de yüksek imanlı bir eş, bir muhafız, mütevazi bir
hizmetkâr ve şefkatli bir koruyucu olmaya -geri dönüşü olmayan- bir karar vereceğiz.
- Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerinden biri de, kendilerine ısınmanız için, size
içinizden eşler yaratması, birbirinize karşı sevgi ve şefkat var etmesidir. Elbette bunda,
düşünen kimseler için ibretler vardır” (Rum, 30/21) mealindeki ayette vurgulanan
Allah’ın “eşlere verdiği sevgi ve şefkat” ayetini/delilini silmeye hakkımız yoktur.
- Veda haccında kadınların haklarına dikkat çeken peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
“Kadınlar hakkında Allah’tan korkun, şüphesiz siz onları Allah’ın bir emaneti olarak
aldınız.” (Müslim, Hac, 145(1218); Tirmizi, Rada’, 11)
- “İman bakımından müminlerin en kâmilleri ahlakı en güzel olanlardır. Sizin en
hayırlınız ise ailesine karşı en iyi davrananlarınızdır.” (Tirmizi, Rada’, 11)
- Şüphesiz eşlerin birbirine yaptıkları zulüm, zulümlerin en kötüsüdür. Bu gerçeğin
penceresinden Efendimizin şu uyarısına da kulak verelim:
“Zulüm yapmaktan mutlaka sakınmalısınız, çünkü zulüm kıyamet günü
zulümattır/karanlık üstüne karanlıktır.” (Müslim, Bir, 56-57)
- Rabbimiz’in zalimler için vurguladığı şu ayetlerine kulak vermek insanlığın gereğidir:
“Sizden hiç kimse yoktur ki cehenneme varmasın (Cehennem üzerinde kurulan köprüden
geçmesin). Bu, Rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra Allah’ı sayıp
günahlardan sakınan müttakileri/takva sahiplerini kurtaracak, zalimleri ise dizüstü
çökmüş vaziyette orada bırakacağız.” (Meryem, 19/71-71)
9
Kadınların aybaşı halinin anlatıldığı ayette, tövbe edenlerden
söz edilmesi nasıl açıklanabilir?
- Kur’an, zikir, fikir ve irşat kitabı olduğundan her münasebetle insanları değişik konular
üzerinde düşünmeye sevk edecek ifadelere yer verilmiştir.
- Konular arasında bazen çok ince münasebet ipçikleri bulunabilir. İnsan aklı onları kolayca
anlamazsa da Allah’ın sonsuz ilminde onların o makamda bir değeri vardır. Bu sebeple,
zihinlerin, o ince münasebet ipçiklerine takılan inci gibi belagat nakışlarının yansıdığı
ifadelere yoğunlaşması ve şimşek gibi çakan kalbi sünuhat ve ilhamları yakalaması için
belli sözcüklerden dokunan manalar söz konusu olur.
Bu konular zahiren birbirinden uzak olmakla beraber, yalnız bir cihetten de olsa gerçekte
birbirine yakındırlar. Öyle ki, Realitede birbirinin zıddı olacak kadar uzak olan eşya arasında
zihinde pek yakınlığı ifade eden bağları olur.
Nitekim, bu zıtlardan -örneğin- gece denildiği zaman gündüz; kış denildiği zaman yaz; hayat
denildiği zaman ölüm; iman denildiği zaman küfür akla gelir.
İşte Kur’an’da birbirinden uzak görünen konuların yan yana gelmesi, zihindeki sanal
arkadaşlıkları içindir. Belagat nokta-i nazarında bu gibi sanat incelikleri çok önemli ve pek
değerlidir.
- Konumuzla ilgili ayette kadınların aybaşı halinin anlatıldığı yerde Tövbe eden ve
temizlenenlerden söz edilmesinin inceliğini şöyle açıklamak mümkündür:
a) Daha önce aybaşı halinde olan kadınlarla ilişkilerde bu ayetin hükmüne aykırı bir şekilde
yanlış davranışlar olmuştur. Burada eski yanlışın çirkinliğine ve ayetin önerdiği yeni davranışın
güzelliğine işaret edilmek üzere: “Allah konuyla ilgili eski günahlarından tövbe eden ve o
günahlardan temizlenenleri sever” mealindeki ifadeye yer verilmiştir.
b) “Temizlenenler”den maksat, cahiliye döneminde bazıları tarafından kadınların üreme
yerlerinden değil de, arkalarından yersiz yerlerine ilişki kuranların ondan vazgeçip bundan
böyle o suçu işlemekten sakınanların durumu övülmekle işin doğrusuna teşvik yapılmıştır.
(krş. Maverdi, Razî, ilgili ayetin tefsiri)
c) Yukarıda da ifade edildiği gibi, bir irşat kitabı olan Kur’an’da her fırsatta uygun bir uyarı
veya müjdenin verilmesi bu üslubun bir gereğidir. İşte burada da aybaşı halindeki kadınlarla
yanlış ilişkide bulunanların (aybaşı halinde veya üreme yerlerin dışında arkadan/anüsten
yaklaşanların) bu durumlarının yanlış, tövbeye muhtaç olduğuna işaret edilmekle beraber, bu
münasebetle genel olarak insanların her türlü günahlardan tövbe etmeleri ve maddi- manevi
kirlerden temizlenmelerinin Allah katında çok değerli bir davranış olduğuna vurgu yapılmıştır.
(krş. Razi, a.g.y)
d) Bu makamda “temizlenme” kavramı, kadınların aybaşı halinin sona ermesi durumunda bile
-cinsel ilişki için- onların gusül ile temizlenmelerinin gereğine de bir işaret sayılmalıdır.
- Özetle, burada insanların “aybaşı hali” ile ilgili yanlışlardan vazgeçmelerine teşvik
yapılırken, -bir fırsat daha kaçırılmamış-, insanların genel olarak bütün günahlardan da tövbe
edip temizlenmelerinin önemine işarete edilmiştir.
- Bediüzzaman hazretlerinin aşağıdaki ifadeleri, konumuza ışık tutacak mahiyette olduğunu
düşünüyoruz:
10
“Her biri birer küçük Kur'an olan ekser uzun sure ve mutavassıtlarda ve çok sahife ve
makamlarda yalnız iki-üç maksad değil, belki Kur'an mahiyeti, hem bir kitab-ı zikir ve iman ve
fikir, hem bir kitab-ı şeriat ve hikmet ve irşad gibi, çok kitabları ve ayrı ayrı dersleri tazammun
ederek rububiyet-i İlahiyenin herşeye ihatasını ve haşmetli tecelliyatını ifade etmek cihetiyle,
kâinat kitab-ı kebirinin bir nevi kıraatı olan Kur'an, elbette her makamda, hattâ bazan bir
sahifede çok maksadları takiben marifetullahtan ve tevhidin mertebelerinden ve iman
hakikatlarından ders verdiği haysiyetiyle, öbür makamda, meselâ zahirce zaîf bir
münasebetle, başka bir ders açar ve o zaîf münasebete çok kuvvetli münasebetler iltihak
ederler. O makama gayet mutabık olur, mertebe-i belâgatı yükseklenir.” (Asa-yı Musa, s.
67)
Evrimciler; “Mikro evrimin olduğunu kabul etmek, evrimin
tamamını kabul etmektir, çünkü ikisini birbirinden
ayırabilecek somut bir ayrım yapılamaz” diyorlar. Sizce de
öyle mi?
Bizce öyle değil. Evrimciler hakikatın yolunu şaşırmış. Hakikat ve bilim onların söylediği gibi
söylemiyor.
Mikro evrim, tek bir canlı türü ve bu türün popülasyonları içinde çeşitli seleksiyonlar sonucu
teşekkül eden bütün küçük değişme olaylarına denir.
Makro evrim ise, farklı canlı gruplarının ve temel tiplerinin birbirinden meydana gelmesi
olayıdır. Fasulyenin kendi türü içerisinde, renk, şekil ve kalite olarak bir takım değişik
varıyasyonlar göstermesi mikro evrim, ya da küçük değişikliklerdir.
Her canlı grubunda genetik yapının müsaadesi nisbetinde bu küçük değişiklikler gözlenebilir.
Mesela insan populasyonunda da bunu görebiliriz. Hiç bir insan diğerinin aynı değildir. Her bir
fert, başkalarından bir takım fiziki yapı farklılıklarına sahiptir. Fakat bütün bu değişiklikler, her
bir türün genetik yapısına bağlıdır ve belli sınırlar içerisindedir.
Öyle iddia edildiği gibi, temel tipler arasında geçiş yoktur. yani bir fasulyeden patates ve
domates meydana gelmez. Her şeyden önce o canlının genetik yapısı buna müsaade etmez.
Allah her bir varlığın yaratılışını belli bir takım prensip ve kanunlara bağlamıştır. O’nun
mevcut kanunları çerçevesinde bir temel tipten bir başkasının meydana gelmesi mümkün
değildir. Evrimcilerin temel tiplerin birbirinden meydana geldiği iddiasının ilmi bir temeli ve
dayanağı yoktur. Bu sadece onların hayal ürünüdür.
11
İstanbul’un fethinde kiliselerin yıkıldığı, evlerin harap
edildiği, malların yağmalandığı doğru mudur?
- Hemen şunu ifade edelim ki, bu tür iddiaları, bizzat fethe katılan Bizans tarihçileri bile
söylemeye cesaret edememiştir. Zira Fâtih Sultân Mehmed, İstanbul'un fethini de ve diğer
fetihlerini de, tamamen İslâm Hukukunun hükümleri çerçevesinde yapmıştır.
İslâm Hukukuna göre, bil-fiil harp halinde bile, İslâm ordularına düşmanın şahıs ve mallarına
karşı bazı fiillerin icrası, yasaklanmıştır. Ecdadımızı zaferden zafere koşturan en önemli
sebeplerden biri, bu esaslara harfiyen uymalarıdır. Zaten zaferler, bu esaslara uymaları ile
doğru orantılıdır.
İslam’a göre savaş, ordunun dilediği şeyleri serbestçe yağmalayıp dilediği yerlere baskın
düzenleyeceği kanlı bir oyun değildir. İslam’da savaş, bir milletin veya bir grup insanın
diğer insanlar üzerinde gerçekleştirmeyi düşündükleri zulüm ve haksızlıklara engel
olmaktır.
Bu nedenle, savaşta şahsi çıkar, ırk asabiyeti, maddi menfaat, öç alma ve sömürü gibi insanlık
dışı duygular etkili olmaz. Savaş esnasında, zorunluluk arz etmedikçe düşmana ait olan
hayvanlara, ağaçlara, ziraat alanlarına, sivil ve dini mekânlara zarar vermek amaçlanmamıştır.
Hz. Peygamber (asm) uygulamalarıyla dini ve kültürel varlıklar, mamur yerler harap
olmadan, kısacası dünya ateşe verilmeden de savaşın olabileceğini göstermiştir.
İslam'da savaşın gayesi ganimet elde etmek, yağma ve talanda bulunmak değildir. Bir ayette
Müslümanlar, kendilerine haksızlık ve zulüm yaparak Mescid-i Haram'dan alıkoyan
düşmanlara karşı hak ve adaletten ayrılmamaları ve zulümle misillemede bulunmamaları
hususunda uyarılmışlardır. (Mâide, 2, 8)
Hz. Peygamber ise savaş esnasında ve özellikle barış yapıldıktan sonra Müslüman askerlerinin
taşkınlık yapmalarını yasaklamış, özellikle yaşlı, çocuk ve kadınların güvenliğine dikkat
edilmesini istemiştir. (Ebû Dâvûd, Cihad, 82)
Dolayısıyla, savaş ile düşmanın tecavüzü önlenirken, zaruret sınırını geçmek doğru değildir.
Nitekim Hayber gazasında barışın yapılmasından sonra bazı Müslüman askerlerinin haddi
aşarak yağma ve talana başladıkları Yahudilerin lideri tarafından "Ya Muhammed, sizlerin
eşeklerimizi kesip meyvelerimizi yemek ve kadınlarımızı dövmek hakkınız var mı?” şeklinde
şikâyet konusu edildiğinde, Hz. Peygamber derhal askerin toplanmasını emretmiş, onlara
"Şüphesiz Allah, onlar size üzerlerindekini (cizye ve harac mükellefiyetini) verdikleri
takdirde Kitap ehlinin evine izinsiz girmenizi, kadınlarını dövmenizi ve onların
meyvelerinden yemenizi helal kılmamıştır." (Ebû Dâvûd, İmâre 33) diyerek yaptıklarının
doğru olmadığı uyarısında bulunmuştur.
Yine o (asm), bir savaş yolculuğu esnasında askerlerden birisinin haksızca bir kuzu alıp yemek
üzere hazırladığından haberdar olunca gelerek kabı ters yüz etmiş ve "Şüphesiz yağma,
meyteden (leşten) daha az haram değildir." (Ebû Dâvûd, Cihad 128) buyurarak tepkisini
ortaya koymuştur.
Hayberli bir Yahudi’nin çobanlık yapan zenci kölesi İslâmiyet’i kabul edip Hz. Peygamber'e
gelmişti. Çoban gütmekte olduğu efendisine ait koyunları ne yapması gerektiğini sorduğunda,
Hz. Peygamber ona sürüyü sahibinin bulunduğu kaleye doğru sürmesini ve serbest
bırakmasını emretmiştir. Çoban da böyle yapmış ve sürü de gidip kaleye girmiştir. (İbn
Hişam, Sîre, 3/344–345) Hz. Peygamber burada sürüye el koymayı veya zarar vermeyi
düşünmemiştir.
12
Hz. Peygamber'in yağma ve talan yoluyla zorla alınan şeyleri yasakladığını belirten başka
hadisler de vardır. (bk. Buhârî, Mezalim 30; Ebû Dâvûd, Cihad, 128)
Hz. Ömer Câbiye’de bulunduğu sırada bir zimmî gelerek kendisine, üzüm bağlarını
yağmalamakta Müslümanların adeta yarış içinde olduğunu bildirmiş, durumu tahkik eden Hz.
Ömer de Müslümanların açlık sebebiyle zimmîlerin malından aldıklarını öğrenmiş ve bunun
üzerine bağ sahibine üzümün kıymetinin ödenmesini emretmiştir. (Ebû Ubeyd, Emvâl, Çev.
Cemaleddin Saylık, İstanbul1981, s. 187)
Ebû Hüreyre de gazaya çıkmak isteyen bir kişiye “sakın ekinleri çiğneyip (hasara
uğratmayasın), kumandanın izni olmadan bir tepeye çıkmayasın. Sakın ben gaziyim
diyerek ehl-i zimmetin malından bir veya iki torba ot almayasın” diye tavsiye etmiştir.
Adam daha sonra İbn Abbas’a rast geldiğinde o da kendisine aynı şeyleri söylemiştir. (Ebû
Ubeyd, Kitâbu’l-Emvâl, s. 186)
Şu halde savaş, ordunun dilediğini serbestçe öldüreceği, dilediği şeyi serbestçe yağmalayıp
dilediği kimseye hücum edip baskın yapacağı kanlı bir oyun değildir. Her hangi bir bölgeye
egemen olduktan sonra savaşçılar diledikleri kimsenin malını talan edip servetini elinden zorla
alamazlar. Diledikleri her an düşmanı yok edip ortadan kaldırmak için uygun görecekleri her
şeyi işleyemezler. Hatta komutanın izni olmaksızın herhangi bir asker, düşman arazisindeki bir
ağacın meyvelerini koparmak hakkına dahi sahip değildir. (1)
İslamın bu hükümlerine göre hareket eden Fatih Sultan Mehmed de asla yağma ve talan
yapmamıştır. Nitekim Fâtih'in Kazaskeri olan Molla Hüsrev'in kitabındaki yasaklar da bunu
açıkça göstermektedir:
“Zulüm ve işkence ile öldürmek; muharip sınıfına girmeyen kadınları, küçükleri, sahiplerine
hizmet için gelmiş köleleri, sakat ve müzminleri, yaşlıları, hastaları, akıl hastalarını ve
dünyadan el etek çekmiş din adamlarını öldürmek yasaktır. Ancak bunlardan biri bedeni, fikri
ve malı ile savaşa katılırsa, öldürülebilirler. İnsan ve hayvanların uzuvlarının kesilmesi (müsle)
de yasaktır. Verilen söze veya muahedeye aykırı hareket yasaktır. Savaş zarureti bulunmadan
ziraî mahsuller, orman ve ağaçlar yakılmaz. Zina ve gayr-i meşru münasebetler yasaktır.
Rehineler öldürülemez; ölülerin başı ve uzuvları kesilemez ve katliam yapılamaz. Başta baba
olmak üzere yakın akraba, savaşla ilgisi olmayan esnaf ve tüccarlar öldürülmez…”
Bu hükümleri, resmi kanun hükümleri olarak kabul ve tatbik eden bir devlet adamına,
İstanbul'u ve içindekileri yaktı yıktı gibi isnatlarda bulunmak, sadece delilsiz konuşmanın kötü
örneklerini teşkil eder.
- İslâm devletler hukukunun hükümlerine göre, sulh yolu ile fethedilen ülkelerde mevcut olan
ehli kitaba ait mabetlere asla dokunulmaz. Savaş yoluyla fethedilen topraklarda ise, durum tam
tersinedir. Yani İslâm hükümdarı, isterse, başka dinlere ait bütün mabetleri yok eder ve gayri
müslimleri de sürgün edebilir.
İşte İstanbul, tamamen savaş yoluyla feth olunmuştur. Ayasofya'nın ve benzeri bazı kiliselerin
camiye çevrilişinin meşruiyet sebebi bu hükümdür. Bu hüküm, İstanbul çapında tatbik
edilseydi, İstanbul'daki bütün kilise ve havraların yıkılması gerekirdi.
İstanbul'u Allah'ın yardımı ve kılıcının kuvvetiyle fetheden Fâtih Sultân Mehmed, Ayasofya'yı
cami haline getirdikten sonra, papaz ve hahamlardan oluşan bir heyeti huzurunda kabul eder.
Papaz ve hahamlar heyeti, İstanbul'u savaşla fethettiğini, dilerse İstanbul'da hiçbir kilise ve
havra bırakmayacağını bu durumun devletler hukukundan doğan bir hakkı olduğunu
Fâtih'e ifade ederler; ancak kendisine, kendilerine ve ma'bedlerine karşı İstanbul'un sulh yolu
ile fethetmiş gibi kabul etmesini ve geç de olsa toplu halde huzuruna gelişlerini bu mânâya
vesile saymasını ısrarla talep etmişlerdir.
13
Çevresindeki din âlimlerine danışan Fâtih Sultân Mehmed, bu isteklerini geri çevirmemiş ve
camiye çevrilenlerin dışında kalan kilise ve havralara, hakkı olduğu halde müdahale
etmemiştir. Günümüze kadar yaşayan kilise ve havraların gerçek sırrının, Fâtih'in din ve
vicdan hürriyeti anlayışı oluğunu, Osmanlı Devleti'nin şanlı Şeyhülislâmı Ebüssuud Efendi,
verdiği bir fetvada vuzuha kavuşturmaktadır. Bu fetvanın aslı aynen şöyledir:
"Merhum Sultân Muhammed Hân hazretleri, Mahmiye-i İstanbul'u ve etrafındaki karyeleri
unveten feth eylemiş midir?
el-Cevab: Ma'ruf olan unveten (cebr ile) fetihdir. Amma kenais-i kadime (eski kiliseler) sulhen
fethe delâlet eder. 945 tarihinde bu husus teftiş olunmuştur. 130 yaşında bir kimesne ve 110
yaşında bir kimesne bulunup Yehud ve Nasara taifesi el altından Sultân Muhammed Hân ile
ittifak edüb Tekfur'a nusret etmeyecek olub Sultân Muhammed dahi anları seby etmeyüb (esir
almayub) halleri üzere mukarrer edecek olub bu veçhile feth olundu deyu şahadet edüb bu
şahadet ile kenâis-i kadîme hali üzere kalmıştır. Ketebehu Ebüssuud".
Bu anlattıklarımızı, tarihçilerin verdiği bilgi de doğrulamaktadır. Fâtih Sultân Mehmed, 23
Mayıs'da İsfendiyar oğlu Damad Kasım Bey'i elçi olarak Bizans'a göndermiş ve kendisine şu
haberleri yollamıştır:
İlk umumi hücumda şehir düşecektir. Bu gerçeği tam bir asker olan İmparator da kabul
etmelidir. Eğer sulh yolu ile teslim olurlarsa, İslâm Hukukunun kuralları gereği, can ve mala
asla zarar verilmeyeceğini; cebr ile fethedilirse, hem kan döküleceğini ve hem de sorumluluk
kabul etmeyeceğini bilmelidir. Maalesef bu habere rağmen sulhu kabul etmeyince cebr ile feth
olunmuş ve buna rağmen yine de anlattığımız gibi muamele yapılmıştır. Ayasofya'daki
mozaikleri tamamen tahrip etmemesi ve İstanbul surlarını yıkmaması, Fâtih'in bu konudaki
tavrını ortaya koymaktadır.
Görülüyor ki, Fâtih Sultân Mehmed'in Sırbistan'da tatbik edeceğini va'd ettiği "Her caminin
yanında birer kilise inşasına müsaade" durumu, İstanbul'da da tatbik olunmuştur. Fener'de
Abdi Subaşı Mahallesindeki Caminin bitişiğinde Rum Patrikhanesi ile kilisenin mevcudiyeti,
Osmanlı Devleti'nin gerçek mânâda din ve vicdan hürriyetini göstermiyor mu? Edirnekapı
Caddesinin son kısmında yer alan Mihrimah Sultân Camii'nin hemen karşısında bir Rum
kilisesinin inşasına müsaade etmek, bu hürriyetin maddî delillerinden değil midir?
İstanbul'un harap edilmesi iddiası da doğru değildir. Buna ayrıntılı cevap vermek yerine,
İstanbul'un fethini geçen bin yılın en önemli yüz olayı arasında zikreden CNN, Time ve benzeri
kuruluşların yaptıkları tespitten bir cümle nakledelim:
İstanbul, Fâtih tarafından fethedilmeden evvel, tam bir harabe ve ölü şehir idi. Fetihden sonra,
hem Avrupa'nın ve hem de Müslüman memleketlerin ticâret merkezi ve mamur bir dünya şehri
haline geldi. Nitekim Rus tarihçi Ouspensky bile "Türkler 1453'te, Haçlıların 1204'te
yaptıklarından çok daha insanca ve hoşgörüyle davrandılar" diyebilmektedir. (2)
İslam hukukuna göre savaş kuralları nelerdir?
İslâm’da inanç, ibadet, hukuk ve ahlâk kuralları kaynak ve hedef bakımından bir bütünlük
arzettiği için daha çok psikolojik gerilimlerin hâkim olduğu savaş ortamında bile müslüman
savaşçılar belli hukukî ve ahlâkî kayıtlar altına alınmıştır. Sınırları aşmamayı emreden âyetlerle
savaş sırasında serbest ve yasak olan eylemleri tek tek sayan Hz. Peygamber’in (asm) beyanları
ve sahâbenin uygulamaları bu yaklaşımın temel dayanaklarını teşkil etmektedir.
14
Müslümanların tutumu istisna edilirse öteden beri savaşların genellikle kumandanların ve
askerlerin şahsî inisiyatiflerinde sınırlama olmaksızın vahşice sürdürüldüğü görülür. Öyle ki
Batı’da devletler hukukunun kurucusu diye bilinen Hugo Grotius, 1625 yılında yayımlanan
eserinin önsözünde, hristiyan milletlerin savaşlarda barbarları bile utandıracak çılgınca
yöntemler izledikleri ve savaş sırasında Tanrı ya da insan kaynaklı her türlü hukuku ayaklar
altına aldıkları için böyle bir eser yazmak zorunda kaldığını söyler. (Savaş ve Barış Hukuku, s.
11)
Savaşlarda insan haysiyetine aykırı işkence ve tecavüz gibi uygulamalarla savaşa
katılmayanların öldürülmesini önlemeye ve savaşın tahribatını sınırlı tutmaya yönelik
hükümlerin konulması, İslâm dünyası hariç ancak 1864 Cenevre ve 1907 Lahey
sözleşmelerinde kabul edilebilmiştir. Fakat bu sözleşmeler ve daha sonra kabul edilen
uluslararası sözleşmelerin hükümleri gerek güçlü devletlerin kendi menfaatlerini hukukun
üstünde tutmaları, gerekse savaşanların yeterli seviyede ahlâkî erdemlere sahip olmamaları
sebebiyle maddî ve mânevî yaptırımlardan mahrum kaldığı için uygulamaya yeterince
yansımamıştır.
Bu çerçevede İslâm hukukunda benimsenen temel kurallar şöylece sıralanabilir:
1. Savaş halinin gerektirdiği bazı istisnalar bulunmakla birlikte genel olarak İslâm ülkesinde
müslümana helâl sayılan şeylerle haram olanlar savaşın yapıldığı düşman ülkesinde de aynı
hükmü taşır. (Şâfiî, el-Ümm, 7/322)
2. Savaşın asıl hedefi yok etmek değil zararsız hale getirmek olduğundan öldürücü niteliği
sınırlı silâhların kullanılması esastır. Bununla birlikte bir âyetten (Enfâl 8/60) caydırıcılığı
temin için günün savaş teknolojisini takip edip çağın silâhlarına sahip olmak gerektiği
anlaşılmaktadır. Bu âyette, gereksiz ve haksız yere kullanmak için değil kötü niyetler besleyen
düşmanı caydırmak için silâhlanma istendiğinden müslümanlar, kitle imha silâhlarına sahip
bulunsalar da onları ilk kullanan taraf olmamaya gayret göstermekle yükümlüdür.
Kimyasal, nükleer ve biyolojik silâhları kullanmanın meşrûluğu günümüz hukukçuları
tarafından tartışılıp bu tür silâhların kullanımıyla ilgili uluslararası antlaşmalar akdedilmekle
birlikte bunlar Batılı büyük devletlerce sürekli ihlâl edilmektedir. (Documents on The Laws of
War, s. 29, 35, 137, 377; Yaman, İslâm Devletler Hukukunda Savaş, s. 117-120)
3. Askerî maksatlarla veya düşmanı aldatmak için savaş hilelerine başvurmak meşrûdur. Hz.
Peygamber’in, “Savaş hiledir” şeklindeki tesbiti (Buhârî, Cihâd, 157; Müslim, Cihâd, 18),
savaşta uyanık olup ihtiyatı elden bırakmamak gerektiğini ve karşı tarafı şaşırtacak oyunlardan
faydalanılabileceğini göstermektedir. İslâm âlimleri, aradaki antlaşmayı bozmamak ve
verilen emanı ihlâl etmemek kaydıyla bu çerçevede mümkün olan her aldatmacaya
başvurulabileceğinde görüş birliği içindedir. Bu husus Lahey yönetmeliğinin 24. maddesinde
de kabul edilmiştir. (Meray, II, 456)
4. Savaşa bizzat veya dolaylı biçimde katkıda bulunmayan kadınlar, çocuklar, akıl hastaları,
özürlüler, hastalar, yaşlılar, mâbedlerde inzivaya çekilmiş din adamları ile kendi işlerini
yürütmekte olan çiftçi, işçi ve iş adamlarının öldürülmesi yasaktır. Resûl-i Ekrem’in
savaşlarda ölümlerin mümkün olduğu kadar azaltılması yönündeki tavsiyeleriyle (Serahsî,
Şerhu’s-Siyeri’l-kebîr, I, 78-79), “Öldürme konusunda insanların en affedici olanları
müslümanlardır” sözü (Müsned, 1/393), kadın ve çocuklar dışında herkesin öldürülebileceği
yönündeki görüşün (Mâverdî, s. 50) tartışmaya açık olduğunu göstermektedir.
5. Düşman askerlerini yakmak veya cesetleri üzerinde tahribat yapmak yasaktır. (Buhârî,
Cihâd, 149; Müslim, Cihâd, 3)
15
6. Düşman tarafın kadınlarına tecavüz etmek ve onlarla gayri meşrû ilişki kurmak
yasaktır; hatta bazı mezheplere göre had cezasını gerektirir.
7. Karşı taraf müslüman rehineleri öldürse bile suçun ferdîliği ilkesine göre düşman rehineleri
öldürmek yasaktır. (Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, s. 48; Serahsî, el-Mebsûŧ, 10/169)
8. Resûl-i Ekrem’in, “Yağmalayan bizden değildir” (Ebû Dâvûd, Hudûd, 14) ve “Yağma
tıpkı murdar hayvan eti yemek gibi haramdır” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 128) şeklindeki uyarıları
gereğince yağmalamada bulunmak kesinlikle yasaktır.
9. Beslenme ihtiyacını gidermek veya düşmanın savaş gücünü kırmak amacıyla yapılması ya da
harekât zaruretinin bulunması dışında bitki dokusunu ve diğer canlı varlığını yok etmek
çoğunluğa göre doğru değildir. (Haşr 59/5; Sahnûn, 2/8; Serahsî, Şerĥu’s-Siyeri’l-kebîr, 1/5255)
10. Stratejik mevkileri, kale vb. müstahkem yerleri tahrip etmek, ateşe vermek, su altında
bırakmak savaş gereklilikleri çerçevesinde serbesttir. (Haşr 59/2) Aynı şekilde Bedir ve Hayber
savaşlarında örneği görüldüğü gibi düşmanın su kanallarını kesmek veya kullanılmaz hale
getirmek de câizdir.
11. Düşman kendi kadın ve çocuklarını veya elindeki müslüman esirleri kalkan olarak
kullanırsa bu durumda bütün fakihler, bunların da isabet alabileceği korkusuna bağlı olarak
savaşın en düşük yoğunlukta sürdürülmesi gerektiği konusunda görüş birliğine varmıştır. Fakat
düşük yoğunluğun derecesini belirleme konusunda ihtilâf edilmiştir. Bazı âlimler, düşmanın
bunu bir yöntem haline getirmemesi için anılan siperlerin hedef alınabileceğini belirtirken
çoğunluk, ancak savaşa devam edilmemesi durumunda müslümanların mağlûp olması
veya daha büyük zarara uğraması söz konusu ise zarureten bu yola başvurulabileceğini
belirtmiştir.
12. Cinsiyet ve yaş şartı aranmaksızın her gayri müslimin savaş sırasında veya zimmet
anlaşması imzalanmamışsa savaş sonunda esir alınabileceği fakihlerin çoğunluğu tarafından
kabul edilmiştir. (Enfâl 8/67-69; Muhammed 47/4) Bununla birlikte esirlere kötü muamelede
bulunulması yasaklanmış, barınma ve beslenmelerine özen gösterilmesi, aile fertlerinin
birbirinden koparılmaması, özellikle kadın esirlerin namusu konusunda titizlik
gösterilmesi istenmiştir.
Savaş karşı tarafın İslâm’ı kabul etmesi veya teslim olması, fethin gerçekleşmesi, süreli veya
süresiz barış antlaşması yapılması, tahkime müracaat etmek üzere ateşkes antlaşması
imzalanması, müslümanların mağlubiyeti veya savaşı bırakması yollarından biriyle sona erer.
İslâm hukukçuları bu durumların her biriyle ilgili olarak ayrıntılı hükümler tesbit etmiş ve
konuyu hukuk zemininin dışına kaydırmamaya özen göstermiştir. (bk. TDV İslam
Ansiklopedisi, Savaş, Sulh, Cihad md.)
Dipnotlar:
1) Bk. Yunus Macit, Savaş Kuralları Açısından Hz. Peygamber’in Sünnetinde Doğal ve Fizikî
Yapının Masuniyeti, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı: 4.
2) Molla Hüsrev, Dürer ve Gurer, 1/282 vd.; Mevkufati, Mülteka Tercümesi, 1/343; Damad,
Mecma'ul-Enhür Şerhu Mülteka'l-Ebhur, 1/643 vd.; Ebüssuud, Ma'ruzat, İst. Üniv. Kütp. Ty.
nr. 1798, vrk. 130/a-b; İbn-i Kemal, Tevârih-i ÂH Osman, VII. Defter, sh. 62 vd.; Baştav, Şerif,
"XIV. Asırda yazılmış Grekçe Anonim Osmanlı tarihine göre İstanbul'un muhasarası ve zabtı",
sh. 51-82; Cin-Akgündüz, Türk Hukuk Tarihi, c.l, sh. 448 vd.; Âli, Künh'ül-Ahbâr, c. V, 251260; Solakzâde, 191-201; Âşıkpaşa-zâde, sh. 141-143; Clot, Fâtih, 60 vd.; Karşı görüş için bkz.
Aydın, Erdoğan, Fâtih ve Fetih, Mitler ve Gerçekler, 66-67, 94-95, 127-128. Bk. Ahmet
AKGÜNDÜZ, Bilinmeyen Osmanlı, İstanbul 2000, s. 106-109.
16
Download