Ölüm Oruçları Düzenle Devrimin Çatıştığı, Devrimci

advertisement
•1998'in 31 Mart'ında dört
devrimciyi kaçırarak katleden ve
kaybedenlerden biri bulundu ve
cezalandırıldı.
•Kontrgerilla elemanı Turan
Ünal, cezalandırılmadan önce
devrimciler tarafından
sorgulandı ve kayıp politikasının
bazı yanları açığa çıktı.
•Kaybedenler, katledenler artık
biraz daha gün ışığındadır. Hiç
bir halk düşmanı halkın
adaletinden kaçamayacak!
•"Bizde yok" diyenler,
"cebimde mi ki çıkarayım"
diyenler, işte sizin kiralık katiliniz
itiraf ediyor!
Bu itirafları
iyi okuyun!
Susurluk'tan sonra devletin bir
ölçüde de olsa temizlendiğini
sananlar bu ifadeleri özellikle
okumalıdırlar. Temizlendi dedikleri
devlet Turan Ünal gibi katillerin
devletidir. Kararlar alınmış,
uygulamaya konulmuş ve eskisi
gibi rahatlıkla olmasa da, kimi
dengeleri daha fazla gözetmek
zorunda kalsalar da kontrgerilla
faaliyetleri sürmüştür. Hem de bu
kez daha profesyonelce
yapılmaktadır her şey...
Kontrgerillanın MİT, Genelkurmay
ve polis arasındaki, oligarşinin
çeşitli kesimleri arasındaki it
dalaşından etkilenmemesi için
ellerinden gelen her şeyi
yapmışlardır.
Ama ne kadar profesyonelce
örgütlenmiş olurlarsa olsunlar, işte
bir yerde açık vermişlerdir. Halka
karşı böylesine alçakça, aşağılıkça,
vahşice faaliyetler yürütenlerin
kendilerini sonuna kadar
gizleyebilmesi mümkün değildir.
Kontrgerillanın
kaybeden, katleden
timleri, kimlerin
onayı, teşviği ve
desteğiyle kuruldu?
Kontrgerillanın kimin çıkarlarını
savunduğunu merak edenlerin
Turan Ünal'ın itiraf ettiği ilişkiler
ağına bakmaları yeterlidir. Aslında
katil, esas olarak bilinenleri
doğruluyor. İtiraflar bir kez daha
gösteriyor ki;
Ordu bu ilişkilerin içindedir.
MİT içindedir.
Polis içindedir.
Büyük inşaat şirketleri, holdingler
içindedir. Hem de o derece ki, bu
kontra elemanları holdingler
hesabına güvenlik danışmanlığı
yapmakta, katlettikleri
insanlarımızın cesetlerini inşaat
harçlarına karıştırarak yok
etmektedir.
MGK bu ilişkilerin zaten kurmay
olarak içindedir.
Hatta Susurluk'tan sonra
"gidebildiğiniz yere kadar gidin"
diyen Demirel bile, torpille
kontrgerillaya adam sokacak kadar
içindedir ilişkilerin...
Gelmiş geçmiş bütün hükümetler
ilişkilidir; çünkü kontrgerilla
örgütlenmesi hükümetlerin de
temsil edildiği MGK'da
konuşulmuştur ve karara
bağlanmıştır.
Şu tabloya bir bakın:
Para babaları, ordu, MGK,
işbirlikçi uşak hükümetler, devletin
gizli, açık kurumları... Bu ülkede
halkın düşmanı olan kim varsa bir
yerinden kontrgerilla ilişkilerine
bulaşmıştır.
"Kaybetmeler", düşmanlığın en
somut, en çıplak ortaya çıktığı
yerlerden biridir belki de bu...
Kontralar halka, devrimcilere
olmadık baskı ve zulmü uygularken,
yok ederken, arkalarında hep bu
güçler vardır.
Bunlar iddia değildir. Susurluk
raporundan Turan Ünal'ın
itiraflarına kadar açığa çıkan her
bilginin, belgenin, ilişkinin
kanıtladığı budur.
Kontrgerilla timlerinin
işleyişi nasıldı?
Turan Ünal, yeni kontra
organizasyonu içinde yeni bir
örgütlenmeye gidilerek timlerin
oluşturulduğunu anlatıyor.
"Bu örgütlenme içerisinde üçer
kişilik altmışa yakın tim var. 01, 03,
05, 07, 09 11 kodlarına göre
sınıflandırma yapılıyor. Her sınıfın
ayrı bir uzmanlık alanı var. Yalnızca
03 kodlu birim tüm birimlerin aldığı
eğitimin toplamını alıyor. 03 en
profesyonel birim."
Turan ÜNAL da bu birimden. Faili
meçhul, kaybetme gibi işleri bunlar
yapıyor.
"Timlerin resmi bir konumu ve
rütbesi veya statüsü bulunmuyor.
Herkes sanki normal er, onbaşı, çavuş
gibi resmi kayıtları bulunuyor.
Görev askerlikle başlıyor, eğitim
veriliyor. Normal askerlik süresi
bitiminde aktif olarak enaz üç yıl
devam ediyor. İsteyen sınavla MİT,
Özel Harekat ve askeri bir konumda
kalabilir. Veya sivilde normal şartlarveya işler dahilinde ve denetim
Ankara'da JİTEM, MİT ve Emniyet
hazırlıyor. Tek tek, kaybedilmesi
düşünülen bütün devrimciler için
detaylı bilgiler yer alıyor bu
listelerde.
Bu listenin Gazi sonrasına denk
getirilmesi çarpıcıdır. Neden Gazi?
Çünkü Gazi, devletin korkularının
iyice büyümesi demektir.
Devrimcilerin sağlam bir önderlik
sürdürebildikleri yerde halkın neler
yapabileceğini gösterir Gazi...
Binlerce insanın ölüm kusan
namlular karşısında göğsünü açarak
taşla, sopayla karşılık vermesi ve
düşmanını yenmesi büyük bir
tehlikedir. Nasıl bizim için Gazi
zengin bir deney ve tecrübe birikimi
sağlamışsa, düşman için de aynı
işlevi görmüştür. O da kendi payına
dersler çıkarmış ve Gazileri
önlemenin en sağlam yolunun halkı
bir korku denizinin ortasında
tutmak olduğuna karar vermiştir.
İt dalaşında kontrgerilla
üstünlüğü
**Timler genelde üçer kişi oluyor.
Test ve kişisel bilgiler dahil olmak
üzere yakın konumda ve
anlaşabileceklerinden emin olunan
kişiler ortalama üçer kişilik
gruplaştırılıyor.
Çalışmalardaki tutum ve
davranışları ve tespitlere göre tim
şefliği veriliyor. Ve timleri
hücreleştirmeye özel önem
gösteriliyor. Hareket alanının
genişlemesi, birbirinden bağımsız
çalışması, özellikle bilgi, sızma
konusunda titizlikle duruluyor.
03 Grubu joker konumunda
bulunduğu için ani görevler ve son
dakika görevler çıkıyor. Emniyet, MİT
ve diğer askeri kuruluşlar bilgi,
malzeme ve personel alanında
kullanılıyor. Tim'e emirler üst düzey
emniyet hizmet ve daire
başkanlığından geliyor. Kolluk
kuvvetlerinin -emniyet, MİT, askeri
komutanlıklar- sahip olduğu bütün
yetkiler, kimlikler kullanılıyor.
Çözümlenmenin gerekli olduğu kilit
Kimleri kaybedeceklerine
nasıl karar veriyorlar?
Turan Ünal'ın itiraflarında en
dikkat çekici nokta kayıplar
konusudur. Kendisi de kaybedip
katlettiği insanların adlarını
hatırlayamıyor bu katilin. Ama
kaybederken neyi düşündüklerini,
kimlerin kaybedileceğinin nasıl
tespit edildiğini iyi biliyor.
Aynen şöyle diyor: "Kim ne kadar
örgüt içinde etkin, kim kişiye bağlı
örgütlenme yapıyor, ve kimi
kaybederlerse o birim ya da bölgede
moral bozukluğu ve örgütü,
devrimciliği bırakanlar artar..."
Bunu düşünüyorlar ve karar
veriyorlar. Amaç, korkuyu yüreklerde
dağ gibi büyütmek yani. İnsanları bu
batağın içine gömmek. Hareketsiz
hale getirmek.
Bu işi yaparken ellerinde bir de
liste var. Listeyi Mart 1995'te, Gazi
ayaklanmasından sonra İstanbul ve
İsimleri tesbit edilen devrimcileri
katledecek kontrgerilla ekipleri, üç
beş "vatansever" polisin kendi
kafasından oluşturulmamıştır
elbette.
****Ordu örgütlemiştir.
Bu örgütlenme hücre tipi
yapılmış, böylelikle diğer devlet
kurumlarıyla aralarında çıkacak
muhtemel bir it dalaşından ve
devrimcilerin onları açığa
çıkarmasından korunmaları
öngörülmüştür. Öyle ki timler
birbirlerini bile tanımazlar. Adeta bir
yeraltı örgütü işleyişi esas alınmıştır.
Gene de uyuşturucu işinde pazar
kavgası gibi bir it dalaşıyla
karşılaştıklarında, meseleyi kendi
yöntemleriyle çözmüşlerdir. Yok
etmişlerdir. Turan Ünal'ın yaptığı şu
itiraf böyle bir yok etme örneğidir:
"Emniyetle olan bu tür çelişkiler
1997 dönemlerine kadar yaşandı.
Ciddi uyanlara rağmen deşifre
olabilinecek işlerin yapılmasına
devamından da dolayı Ankara'da
Erdal DOĞAN isimlii bir polis intihar
süsü verilerek yok edildi..."
Böylece bu kontrgerilla teşkilatı
devletin diğer kontra güçleri
karşısında da tam bir hakimiyet
sağlamıştır. Hemen bütün pis işleri
onlar yapar hale gelmişler, kollarının
yetişmediği yerlerde de denetim
altına almışlardır. Adeta kimse
onların dışında onların bu
hakimiyetini kıran bir şey yapamaz
olmuştur.
"Bundan sonraki süreç içerisinde
ezici bir üstünlük sağlanarak
kontraların eline geçti. Denetim ve
uyarı imtiyazları oldu..."
Devletin bütün kurumları
ellerinden gelen her türlü desteği
sunmakla yükümlü kılınmışlardır.
Bu kontracılar gerek duyduklarında
TELSİM'in numarasız telefon
kartlarını, gerek duyduklarında MİT
ve polis veya asker kimliklerini
kullanmışlardır. Faaliyet alanları
bütün Türkiye'dir. İhtiyaç duyulan
her yere yetişmektedirler. İtiraflarda
geçtiği gibi, kimi zaman İzmir'de,
kimi zaman İstanbul'da, kimi zaman
Ankara'da, Sivas'ta, Toroslar'da,
Amasya'dadırlar.
Sır olmayan bir kez daha
açığa çıkmıştır
Turan Ünal'ın bu itirafları,
kontrgerillanın kimin tarafından
örgütlendiğini de göstermektedir. Bu
taşın altındaki kurum sır değildir:
Ordudur. Generaller daha önceki
kontrgerilla teşkilatlarının sürecin
ihtiyaçlarını karşılayamadığına karar
verdikleri 1992'de bu doğrultuda
girişimlerde bulunmaya başlamışlar,
1993 sonlarına doğru da MGK'da bu
karar çıkarılmıştır.
Buna göre kontrgerilla artık
**tutulacaktır. Polisle MİT, polisle
Genelkurmay, Genelkurmayla MİT
zaman zaman böyle bir it dalaşının
içine girebilirler, bunlar yaşanmıştır;
ama MGK it dalaşının "iş'lerini
aksatmasına göz yummamıştır.
Kayıplar, infazlar, işkenceler,
cinayetler sürmelidir. Polis ve MİT
gibi kontrgerilla kurumları
yıpranmıştır ve profesyonel timler
kurma ihtiyacı ortaya çıkmıştır.
Bu anlamda MGK, süreci
"isabetli" tahlil etmiştir. Susurluk'la
birlikte düzenin meşruluğunun iyice
ortadan kalkmasına karşın bu
profesyonel timler sayesinde "iş"ler
aksamadan sürmüştür.
Ülkemizde kontrgerilla
tartışmaları yeni değildir. Onlarca
yıldır sürer. Kontrgerillanın var mı
yok mu olduğu tartışmasını yapmak
komiktir. Gerçeklerle ilgisi yoktur.
Susurluk'tan sonra birçokları
"artık hiçbir şeyin eskisi gibi
olmayacağını" zannetti. Bir yanıyla
bu doğruydu; evet, hiçbir şey artık
eskisi gibi olamazdı. Halk açısından
böyleydi bu; çünkü milyonlarca
insan Susurluk devletinin gerçek
yüzünü görmüştü. Devletin niteliği
noktasında eskisi gibi yalanlarla
halkı kandırmaya devam etmek daha
zordu. Ama devlet açısından da artık
hiçbir şey eskisi gibi olamazdı...
Devlet şöyle düşünüyordu:
Bu iş mutlaka yapılmalıdır.
Katliamlar, işkenceler, kayıplar, faili
meçhuller mutlaka sürmelidir.
Bunların bir kenara bırakılması, bu
politikanın artık uygulanmaması
zaten devletin sonu demektir. Ama
bunlar daha güvenli, daha sağlam,
daha emin adımlarla, daha az
sızmayla yapılmalıdır...
Turan Ünal'ın anlattığı
kontrgerilla teşkilatı tam da böyle bir
ihtiyaca denk düşmektedir işte...
Ama bunları aktarmadan önce,
1990'h yıllarda bu kontrgerilla
örgütlenmesinin bilgisi ve siyasi
sorumluluğu olan bir kaç isme
bakalım.
Herkes ne biliyorsa
açıklamalıdır
ERDAL İNÖNÜ,
AÇIKLAMALIDIR:
Hep "ağır bir siyaset adamı"
portresi çizdin, ilkeli bir siyasetçi
gibi görünmeye çalıştın. Burjuva
siyasetçilerinin artık iyice çürüdüğü
bu ülkede bir dereceye kadar prim
de yaptın.
Gerçekten böyle miydin,
gerçekten onuruna düşkün müydün?
Şimdi bunu kanıtlamak durumun
dasın.
1993'te ilk SHP-DYP koalisyonunu
Demirel'le birlikte kurdunuz.
Başbakan yardımcısı oldun. Ama
aradan uzun bir zaman geçmedi,
birkaç ay sonra istifa ettin ve
hükümetten çekildin.
Neden?
Arkandan "yazık adama, hizip
kavgalarına dayanamadı, partiyi
Baykalcılara verdi, 'alın başınıza çalın'
demeye getirdi" diye yazdılar. Sen ise
"görevi tamamlayıp artık başkalarına
devretmek gerek" diye düşündüğünü
söyledin. Ama kimseyi buna
inandıramadın. Her ikisi de
belirleyici nedenler olamazdı. Bu
düzenin içindeki en namuslu adam
bile böyle davranmazdı. Hiç
kimsenin, bir defa iktidar koltuğuna
oturduktan sonra orayı isteyerek terk
ettiği görülmemişti.
Sen de isteyerek çekilmedin.
Birileri senden bir şeyler istedi,
açıkça "yapmıyorum,
yaptırmıyorum" demeye yüreğin
yetmediği için çekildin.
1993'te birinci Çiller hükümeti
kurulduğunda, senin başbakan
yardımcılığın sırasında kuvvet
komutanları yanına geldiler. Gizli bir
görüşme yaptılar.
Senden ne istediler?
Onay verdin mi?
Vermedinse nasıl karşı çıktın?
Veya karşı çıkabildin mi?
Açıklamalısın İnönü. 73
yaşındasın. Bundan sonra ne kadar
yaşayacağını bilemezsin. Eğer
insanların mezarını lanetlemesini
istemiyorsan açıklamalısın
MURAT KARAYALÇIN,
AÇIKLAMALIDIR:
CHP kurultayında solculuk
tasladın, yeniden umut olmaya
oynadın. Patlattığın hamasi bir
nutuktu. Demokrasiden söz
ediyordun. Düşünce özgürlüğünden
söz ediyordun.
Sen de bilirsin Murat Karayalçın;
düşüncelerine pranga vurulmuş
olanların örgütlenme özgürlüğü
lafları beyhude bir demagojiden
ibarettir.
"Benimki öyle değil" mi diyorsun?
Öyleyse kanıtlamalısın.
Uzun süre başbakan yardımcılığı
yaptın. Milli Güvenlik Kurulu
toplantılarına katıldın. Devletin gizli
sırlarını orada konuştunuz.
Politikalar tespit ettiniz.
Veya kendini biraz daha masum
göstermek istiyorsan şöyle de
diyebiliriz: Başkaları tespit ettikleri
politikaları sana dayattılar ve sen de
kabul etmek zorunda kaldın.
Eğer gerçekten demokratsan, eğer
gerçekten söylediklerin demagoji
olsun diye değilse, eğer yalnızca
koltuk derdindeki bir Zübük
değilsen, zaman kaybetmeden neler
konuştuğunuzu, ne kararlar
aldığınızı açıklamalısın.
Yoldaşlarımızın katledilmesi için,
halka en ağır zulümlerin edilmesi
için, "bin operasyon"un
yürütülmesi için kurulmuş özel
kontrgerilla birimlerinden haberin
var mıydı? Bu teşkilatlanmanın
nasıl oluşturulduğunu, kimin
kurduğunu ve kimlerin yer aldığını
biliyor muydun? Bu konuda onay
verdin mi?
MHP'li faşist katil İbrahim Çiftçi,
"Çatlı'nın yer aldığı örgüt, devlet
içinde, teşkilat şeması bile bulunan
bir örgüttü. Karayalçın da bunu
biliyor" diyordu.
Bunu hiç yalanlamadın.
Bilirsin, "sükut ikrardan gelir."
Eğer öyleyse, suçlusun demektir
Karayalçın. Ama yol yakınken itiraf
et, açıkla her şeyi... Bu
sorumluluklarını ortadan kaldırmaz,
ama en azından onurlu bir iş yapmış
olursun.
GAZETECİLER DE
SORUMLUDUR
1996 yılının Aralık ayında, yani
Susurluk'un üzerinden henüz kısa
bir zaman geçmişken Radikal
gazetesi yazarı İsmet Berkan bir dizi
MGK toplantısından söz ediyor ve
şöyle yazıyordu:
"Terörün öteki kaynaklarını
kurutmak için de "aktif"
olunmasına karar verildi. Yeni
taktiğin iki ayağı vardı. Teröristi
eylemini yapmadan ele geçirmek,
gerekirse öldürmek; teröriste
maddi-manevi destek verenleri
teröristle bir tutmak... Bu strateji
değişikliği, 1992 yılı sonlarında
MGK gündemine geldi. Bir MGK
dokümanında kurulacak
organizasyonun şeması ve bu
organizasyonda görev alacak
kişilerin isimleri de yer alıyordu.
İsimler arasında Abdullah Çatlı da
vardı.... Örgütte özel timden
polisler, bazı askerler ve Çatlı'nın
bazı arkadaşları da yer alacaktı....
Artık itiraz eden olmadığına göre
konu yeniden MGK gündemine
gelebilirdi. Geldi ve bu yeni
mücadele yöntemi 1993
sonbaharında onaylandı. Siz deyin
"Gladio', ben diyeyim "Özel Örgüt"
MGK tarafından alınan kararla
KAYBEDİLEN
İNSANLARI, KAYBETTİKLERİ
İNSANLARI GÖMDÜKLERİ
YERLER
Turan ÜNAL, katlettikleri ve kaybettikleri insanların "bir kısmını Bayrak
Garnizonu'nun askeri alanına gömdüklerini,
Bir kısmını Haşemoğlu İnşaat'ın yaptığı devlet -çoğu emniyet- binalarının
temellerine gömdüklerini,
Bir kısmını ise devlete ait ya da devletle ilişkisi olan asit kullanan petrol yan
ürünlerinin işlendiği fabrikalarda asit kazanlarında eritilip yok ettiklerini"
söylüyor. Buraların kontra sözlüğündeki adı "çukur"muş...
kuruldu.
"Gazeteciler yalnızca bugünü
yaşarlar" denir. Bununla kastedilen
onların olayları takip ettiği, günlük
sonuçlar çıkardığı ve bunları
yazdığıdır. Ama yarın aynı olaylar
farklı şekillerde cereyan ettiğinde,
sanki bugün hiç yaşanmamış gibi,
gene aynı şaşkınlıkla davranırlar.
Artık bu kronik hafıza kaybı
hastalığından kurtulunmalıdır. Dünü
unutmamalıdırlar. Bizim,
devrimcilerin yazdıklarını,
söylediklerini değil; hiç olmazsa
kendi yazdıklarını unutmamalıdırlar.
Susurluk'un bittiğini söyleyebilir
misiniz? MGK kararlarının,
belgelerinin geçersiz ilan edildiğini,
"Gladio" türü bu teşkilatların
lağvedildiğini söyleyebilir misiniz?
Hayır, İsmet Berkan... Tersine, her
şey eskiden olduğundan daha
örgütlü, daha muntazam devam
etmektedir.
"BEN BU MGK BELGESİNİ
GÖRDÜM" DİYE YAZIYORDUN. Bu
bile tüylerini ürpertmişti. Ama
gördüğün yazıda cinayetlerin nasıl
işlendiğini, insanlara nasıl işkence
edildiğini, nasıl asit kazanlarına
atılıp eritildiklerini, inşaatların
temellerine harçla beraber nasıl
karıştırıldıklarını, insan öldürme
tekniklerinin nasıl öğretildiğini,
uyuşturucu işlerinin nasıl
çevrileceğini yazmaz... Kaç kişinin
onların elinde imha edildiğini
yazmaz. Bu talimatları kimlerin
verdiğini yazmaz. Nerelerde faaliyet
gösterdikleri yazmaz.
Şimdi, dört insanımızın
katillerinden kontrgerilla Turan
Ünal'ın ifadelerini oku bir de; tablo
tamamlanacaktır. O zaman çok daha
net, çok daha çıplak göreceksindir
devlet gerçeğini.
Sözümüz yalnızca İsmet Berkan'a
değil, İsmet Berkan gibilerinedir.
Gerçeği görüp de görmezden
gelenleredir. Bütün gerçekler
ortadadır. Bu tavırsızlığa artık bir
son verilmelidir.*
Sevgili yoldaşlar,
Bugün, aramızdan ayrılmanızın
üzerinden neredeyse onbeş ay
geçtikten sonra yazıyoruz bu satırları.
Hala derin bir sızıyla çarpıyor
yüreklerimiz.
Biliyoruz, değil bir onbeş ay
daha, onlarca yıl daha geçse hep
aynı sızıyı duyacağız. Acımız da,
öfkemiz de, kinimiz de hiç
dinmeyecek. Hep sizi anacak,
hep sizi hatırlayacağız.
Yoldaşlar,
Biliyorduk, kaçırılmıştınız. Bu
devlet sizi almış ve kimsenin
bilmediği bir yerlere götürmüştü.
Nereden kaçırıldığınızı, nasıl
kaçırıldığınızı neredeyse en ince
detaylarına varıncaya kadar
biliyorduk.
En ağır işkenceleri
gördüğünüzü de.
Ve katledildiğinizi de tahmin
ediyorduk.
Aslında, bir yerde emindik de
buna... Katiller sizi bu kadar
uzun süre sağ tutmazlardı.
Ama "gene de" diyor insan,
"belki de" diyor, "yüzde bir de
olsa" diyor...
Yani yoldaşlar, biliyorduk
bilmesine de, yattığınız yeri
bilmediğimiz, üzerinizde
"Öldüler Yenilmediler" yazılı
mezar taşlarını görmediğimiz
sürece yüreğimizin bir kıyısında
bir umut ışığı vardı gene de.
ilk günler daha güçlüydü bu
ışık. Bu yüzden avazımız çıktığı
kadar bağırdık; "kurtaralım"
dedik. Dost bildiğimiz, duyarsız
kalamayacaklarını
düşündüğümüz herkesi
yanımıza çağırdık.
Harekete geçirmeyi ne kadar
başardık? Tartışılır.
Oysa daha vakit vardı.
Hissediyorduk bunu.
Çırpmıyorduk, "başarabiliriz"
diyorduk, "susmayın" diyorduk,
"bir gün sıra size de gelecek"
diyorduk... Biz meydanlarda
haykırıyorduk, devletin
kurumlarından hesabınızı
soruyorduk, sağ istiyorduk...
Ama öyle ağır bir
vurdumduymazlık kaplamıştı ki
herkesi.
Bu arada sizi çözmeye
çalışıyorlardı, sizi lime lime
ediyor, her türlü işkenceyi
üzerinizde deniyor, tehdit
ediyorlardı, sizi parçalıyorlardı,
kollarınızı, bacaklarınızı kırıyorlardı.
Belki siz de anlamıştınız artık;
Evet, katledeceklerdi. Karar
verilmişti.
Düşman cephesinin politikaları
bunun üzerine şekillenmişti. Gözdağı
vermek gerekiyordu, korku
tohumlarını alabildiğine derinlere
ekmek gerekiyordu, binlerce insana
"bakın, sizi de böyle yaparız" demek
gerekiyordu ve bunun için her şeyi
yapacaklardı. Dördünüzü birden
katlettiklerinde, kaybettiklerinde bu
etki daha da güçlü olur diye
düşünüyorlardı.
Yaşam neydi? Ölüm neydi? Halkı
için yaşamak, halkı için ölmek,
ideallere sahip olmak,
umutları ve özlemleri olmak,
düşlerini gerçeğe
çevirebilmek, bunun için
savaşmak, devrimci olmak...
Onlar bu soruların cevaplarını
bilmezlerdi yoldaşlar. Siz
biliyordunuz. Cevap
veriyordunuz. O anda kimse
duymayacaktı cevabınızı;
belki bir asit kuyusunda, belki
yeni başlayan bir işkencehane
inşaatının temel harçlarında,
sessiz sedasız "kayıplara
karışacaktınız. Ama olsundu,
yaşananlar sonsuza kadar
gizlenemezdi, bugün
duyulmazsa yarın duyulurdu
bu cevaplar. İşte şimdi,
hayatınızla verdiğiniz
cevapları herkes biliyor.
Yoldaşlar!
Bugün, kanınızın yerde
kalmamış olmasıyla bir parça
huzurluyuz.
Ama bitmiş sayılmaz henüz.
Daha da görülecek hesabımız
Bilin ki, hepsini de tek tek
veya toplu, bugün veya yarın
bulacağız.
Emri verenleri de,
karar altına alanları da,
uygulayanları da,
onaylayanları da bulacak ve
bu hesabı tamamlayacağız.
Şimdi, Ege'nin ılık sularının
altında sonsuz uykunuzu
uyurken de, tıpkı eskiden
olduğu gibi hep bizimlesiniz
yoldaşlar.
Devrimci Gençlik bürolarında
senin resimlerin asılı Hayat.
Gençlik senin sloganlarını
atıyor.
Bergama'da senin sesin
yankılanıyor hala Metin
Andaş.
Vatanından ayrı yaşamak
zorunda bırakılmış, ama
vatanıyla bağlarını hiç
koparmamış insanlarımızın
arasındasın Ali.
Yoksul gecekondu halkının
içindesin Hasan.
Ve hep öyle olacaksınız.*
Unutulmadılar, Yol Göstermeye Devam Ediyorlar...
12 TEMMUZ ŞEHİTLERİ ANILDI
12 Temmuz direnişçileri çatışarak tüm halklarımıza
Katledilişlerinin 8. yıldönümünde 14 Temmuz günü tutsak
emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı savaş çağrısı
anaları, yoksul gecekondulular, öğrenciler bir anma
oldular.
gerçekleştirdiler.
Onlar ölmediler kavgamızda yaşıyorlar ve
14 Temmuz günü Karacaahmet Mezarlığı'nda yapılan anma
devrim şehitleri için bir dakikalık saygı duruşuyla başladı. yaşayacaklar. Çünkü onlar emperyalizme ve
Saygı duruşunun ardından bir basın açıklaması okundu. Basın işbirlikçilerine karşı savaş çağrısıydılar."
Anmada açılan pankartta "ABD Emperyalizmini
açıklamasında şu sözlere yer verildi:
"Dün Yeni Dünya Düzeni adı altında barış ve demokrasi Ülkemizden Kovacağız. 12 Temmuz Şehitleri
yalanlarıyla Ortadoğu'yu denetimi altına almak isteyen ABD Ölümsüzdür." yazılıydı.
Basın açıklamasından sonra Grup Özgürlük
emperyalizmi aynı şekilde Yugoslavya'yı da bombalayarak
Türküsü'nün seslendirdiği "Bize Ölüm Yok" marşı hep bir
Kosova'yı işgal ederek saldırısını işbirlikçi uşaklarının
ağızdan
söylendi ve anma sona erdirildi.*
desteğiyle sürdürüyor. Yıllardır böl parçala yönet temelinde
sürdürdüğü saldırıları bugün daha da boyutlanarak devam
ediyor.
(...)
1950'li yıllardan bu yana ülkemizi çiftliği gibi kullanan,
halkımızı ve dünya halklarını açlığa, yoksulluğa mahkum
eden emperyalizmin saldırılarına Türkiyeli devrimciler hiçbir
zaman sessiz kalmadılar. 30 yıl önce ABD'nin 6. Filo'sunu
Dolmabahçe'de denize döken devrimcilerdi. Filistin halkına
kan kusturan Elhrom'u, . üstleriyle ülkemizi işgal eden İngiliz
Kuştepe Zeytinlik, Yoncalı Sokak ve Nisa
emperyalizminin temsilcilerini cezalandıran devrimcilerdi.
Serezli Parki'nda 13 Temmuz günü, 12 Temmuz
Yaratılan anti-emperyalist geleneğe sahip çıkan 12 Temmuz şehitlerini anmak için devrimci hareketin
direnişçileri de sessiz kalamazdı. '90 Atılımı'yla yükselen
sloganlarının yer aldığı yazılamalar yapıldı.*
devrimci mücadeleyle
30 yıl önce başlayan
gelenek
sürdürülüyordu. Bu
gelenekti
emperyalizmin ve
işbirlikçilerinin
yüreğine korkuyu
salan.
Bağımsız vatan
uğruna ölmek onurlu
şeydi onlar için. Çünkü
devrimciydiler.
Çünkü,o büyük günün
habercisiydiler.
12 Temmuz diren:
şi, düşmanın
kuşatması altında
halka ve devrime
sonsuz bir inançla
bağlı olmaktır.
12 Temmuz,
Kızıldere
Manifestosunun
sahiplenilmesidir.
"12 Temmuz
Şehitleri
Ölümsüzdür"
Haziran günü keyfi bir şekilde
babası ile birlikte gözaltına alınan
ve daha sonra tutuklanan Antakya
temsilcimiz Gökay Dalgıç'ın ilk
mahkemesi 13 Temmuz tarihinde yapıldı.
Mahkeme esnasında polisler koridorda
terör estirirken içeride duruşmaya devam
edildi. Temsilcimizin tutukluluk halinin
devamına karar verilirken, duruşmaya giden
muhabirimiz Aysel Hüzmeli ve Gökmen Duman
oradaki polisler tarafından mahkeme boyunca
gözetim altında tutuldu. Adliye çıkışında
muhabirlerimiz, bir okurumuz ve temsilcimizin
babasının kimliklerine el konularak dışarı
çıkmaları engellendi.
Ancak avukatın gelişiyle kimliklerini
alabilen muhabirlerimizden Aysel Hüzmeli ile
yaptığımız konuşmada; temsilcimizin gözaltına
alınışının, tutuklanmasının ve kendilerine
Adliye'de yapılan tüm davranışların keyfi
olduğunu belirterek, baskıların kendilerini
yıldıramayacağını ve halkın sesi, soluğu olmaya
devam edeceklerini söyledi.*
Gazi Abluka Altında
Gazi halkının tırnağıyla, dişiyle
uğraşıp, senelerdir içinde
barındıkları
gecekondularını yıkmak için binlerce
polisle 14 Temmuz sabahı Gazi
Mahallesi kuşatıldı.
Binlerce polisi, çevik kuvveti,
belediye görevlisi ve 30 tane panzer,
çok sayıda polis otobüsü Gazi
Mahallesi'nde gecekonduları yıkmak
için toplanmışlar ve tüm yolları
tutmuşlardı.
Devlet güçleri Gazi
halkına hiç
haber
vermeden sabah 06.30'da yıkım için
seçtiği bölgeyi kuşattı. O bölgenin tüm
yollarını kapattı. Saat 10.30'da Gazi
halkının kapılarını çalarak "Çıkın dışarı
kaçak yapı olduğu için yıkacağız" diyerek
Gazi halkını zorla evlerinden çıkarmış ve
evlerini yıktırmak istemeyen ve
evlerinden dışarı çıkmayan insanları da
gözaltına aldılar. Yıkımda 50'den fazla ev
yıkıldı ve yüzlerce insan sokakta kaldı. Ev
sahiplerinden yaşlı olanlar fenalık geçirip
hastaneye kaldırıldı.
Yıkım öğlenden sonra saat 15.30'da
bitti.
Buna rağmen yıkılan evlerin sahipleri,
"Evimi yine yapacağım, istediği kadar
yıksınlar ben burada
oturacağım" diyerek evlerini tekrar
yapmaya başlayıp, yıkımlarla seslerini
susturamayacaklarını dile
getirdiler.*
"Evlatlarımızı Öldürtmeyeceğiz, Kefenimiz
Elimizde Sabunumuz Cebimizdedir"
Ankara Yüksel Caddesi'nde İnsan
Hakları Anıtı önünde her hafta
Cumartesi günü yapılan kayıp ve
tutsak ailelerinin düzenlediği
eyleminin 85'ncisi 10 Temmuz günü
saat 12.30'da gerçekleşti.
Eylemde konuşan, Ankara İHD
Şube Sekreteri İlhami Yaban, Eskişehir
Özel Tip Cezaevi'nde tutuklu bulunan
Bülent Ertürk ve Kemal Ertürk'ün 54
gündür açlık grevinde olduklarını
belirterek bu insanlar yargılandıkları
yerin sınırları içindeki bir cezaevine
konmak istiyorlar. Kendileri bizim
tabutluk olarak bildiğimiz cezaevine
konulmuşlardır. Bu cezaevinde daha
çok çetelerin kaldığı ve sürekli taciz
edildiklerinden sevklerini istiyorlar
ama bu en demokratik hukuksal
talepleri kabul edilmiyor denilerek,
içerdeki birinin tek yapacağı yöntem
vardı o da açlık grevi, onlar da buna
başvurmuşlardır denildi.
Eylemde Bülent Ertürk'ün annesi ve
Kemal Ertürk'ün teyzesi Güzel Şahin de
konuşarak tepkilerini dile getirdiler. Güzel
Şahin "Biz analar olarak kefenlerimizi
elimize almışız, sabunumuz
cebimizdedir. Mezarımızda herhangi bir
yerdedir. Biz ölüme hazırız,
çocuklarımızı öldürmeyin biz analar her
yerde varız. 1996 ölüm oruçlarında on iki
can verdik, o zaman Adalet bakanının
yanına gitmiştik kapıları üstümüze
kapattılar, bizi rehin aldılar, polisleri
çağırıp bizi coplattılar, götürüp hücrelere
koydular. Bizler açlığa da dayanırız,
zulme de çünkü biz inançlıyız" dedi.
Eylemde "Yaşasın Halkın Adaleti",
"Zindanlar Boşalsın Tutsaklara
SARIGAZİ HALK MECLİSİ GİRİŞİMİ
SIVAS'TA KATLEDİLEN 37 AYDINI
ANMAK İÇİN YEMEK VERDİ
Sivas Madımak Oteli'nde faşistler
ve gericiler tarafından katledilen 37
aydm için 9 Temmuz Cuma günü
saat 15.00'te Sarıgazi Cemevi'nde
Sarıgazi Halk Meclisi Girişimi
tarafından yemek düzenlendi.
Düzenlenen yemek ilk olarak Sivas
şehitleri ve tüm devrim şehitleri için
1 dakikalık saygı duruşu ile
Özgürlük", "Anaların Öfkesi Katilleri
Boğacak", "Devrimci Tutsaklar
Onurumuzdur", "Tutsaklara Kalkan
Elleri Kırdık Kıracağız", "Hücreleri
Yıkacağız" TİYAD, HÖP imzalı
dövizleri açıldı.
Ayrıca "Anaların Öfkesi Katilleri
başlarken, saygı duruşunun
ardından Sarıgazi Halk Meclisi
Girişimi tarafından Sivas'ta
katledilen 37 insan anlatıldı. Cemevi
hocası tarafından okunan duanın
ardından yemekler verilerek 150
kişinin katıldığı yemek saat 16.00'da
bitirildi.*
Boğacak”, “İşkencecilerden Hesap
Sorduk Soracağız”, “Devrimci Tutsaklar
Onurumuzdur”, Tabutluklar Yıkılsın,
Tutsaklara Özgürlük” sloganları atıldı.
Eylem saat 13.00’te 150 kişinin
katılımıyla sona erdi.
Emeklilik Yaşının Açıklanması;
Sefaletin, İşsizliğin Onaylanmasıdır
amu Emekçileri
Sendikaları Bursa Şubeler
Platformu yüzde 20'lik
ücret artışını ve emeklilik yaşının 5860 olarak açıklanmasını protesto
etmek için 9 Temmuz Cuma günü
Bursa'daki merkez PTT önünde basın
açıklaması ve faks çekme eylemi
yaptı.
Şubeler platformu dönem sözcüsü
Sayım Gültekin'in okuduğu basın
açıklamasında; "Milliyetçi ANASOL
Hükümeti tercihini IMF'den yana
yapmıştır. Bakanlar Kurulu'nun aldığı
karar IMF'nin kararıdır. Yüzde 20'lik
artış, emeklilik yaşının 58-60 olarak
açıklanması sefaletin işsizliğin
onaylanmasıdır." dedi.
Ayrıca açıklamada hükümetlerin
bugüne kadarki icraatlarının
sonucunda insanların işlerinden
edildiğine, sürüldüğüne, açlığa
mahkum edildiğine, KiT'lerin
yağmalandığına, ülkenin
kaynaklarının çarçur edildiğine, beş
milyon işsiz ordusuyla ve çete
odaklarına karşı tutumda dünya
şampiyonu olduğuna, emeklilik yaşı
konusunda da Ruanda ve Uganda'yı
da aşarak dünyanın rakipsiz
şampiyonu olduğuna değinildi.
Yaklaşık 60 kişinin katıldığı eylem
Başbakanlığa, Çalışma Bakanlığı'na,
TBMM'ye ve iktidardaki parti genel
merkezlerine çekilen fakslarla sona
erdi. Eylemde "IMF Emretti Hükümet
Zikretti", "Emekçiyiz Haklıyız
Kazanacağız", "Mezarda Emekli
Olmayacağız" sloganları atıldı.*
Bu Utanç Tablosunun Karşısında
Sessiz Kalmayacağız
Bursa Maliye Sarayı önünde TümMaliye-Sen Bursa Şubesi 12 Temmuz
Pazartesi günü saat 12.00'de yaklaşık 150
kişinin katıldığı bir basın açıklaması
yaptı.
Basın açıklamasında şöyle denildi:
"Bu utanç tablosunun karşısında
sessiz kalmayacağız. Milliyetçi Anasol
Hükümeti reform değil, yıkım yasası
çıkardı. Çalışanlara ölüm fermanı
çıkaran Hükümet başta IMF heyeti
olmak üzere bu ülkede beleş yaşamaya
alışık olan çevrelerden, TÜSÎAD, TİSK
ve Bursa'da da BUSİAD başkanlarından
tam not almıştır.
Kendilerine kıyak emekliliği uygun
gören, bir gecede ücretlerine hiç
tartışmadan zam yapan, düzenli
olarak rantiyecilere ödenen faizi milli
görev gören hükümet çalışanları,
emeklileri, gençleri, köylüleri, küçük
esnafı, üreticiyi IMF'ye ve rantiyeciye
satmıştır. Yapılan yüzde 20'lik artış
yağmur gibi yaptığınız zamları
karşılamıyor. Hiç kimsenin bizi
emperyalistlere satmaya hakkı yok,
gücü de yetmez. Çünkü biz ülkenin
değerlerini yaratanlarla birlikteyiz,
çünkü biz kapitülasyoncu değiliz"
Eylem 13.00'te sloganlar ve
alkışlarla sona erdi.*
Eskişehir'de Memurlardan Protesto Eylemi
Eskişehir KESK Şubeler Platformu 14 Temmuz günü saat 17.45'te Selami Vardar
İş Merkezi önünde yüzde 20'lik maaş artışını ve Sosyal Güvenlik Reformunu protesto amaçlı basın açıklaması yaptı.
Basın açıklamasını KESK Şubeler Platformu sözcüsü Ali Paşa Şanlı yaptı. Şanlı,
yaptığı konuşmada; "Hükümetin petrole yaptığı günlük zamlarla maaş artışını
ceplerinden aldığını, yüzde 20'lik zam sonucu memurların ortalama maaşlarının
120 milyon liradan 144 milyona, emekli maaşlarının 60 milyon liradan 72 milyona
yükseldiğini, milletvekili maaşlarının ise l milyar 500 milyon liradan 1 milyar 800
milyona yükseltildiğini, Hükümet'in ekonomik terör uygulayarak çalışanları ücret
kaybına uğratığını anlattı. Ali Paşa Şanlı konuşmasına şöyle devam etti: "Hükümet
Sosyal Güvenlik Reformu adı altında kölelik reformunu dayatıyor. Ne zaman reform sözü edilse emekçiler için yıkım politikaları çıkıyor. Sermaye daha fazla kar
amaç ediyor. IMF'nin direktifleriyle halk tamamen yoksullaşıyor."
500 kişinin katıldığı açıklama "Mezarda Emekliliğe Hayır", "Kahrolsun IMF, Bağımsız Türkiye", "Emekçiyiz Haklıyız Kazanacağız", "Zafer Direnen Emekçinin Olacak", "Çetelere Kıyak Emekçiye Dayak" sloganları ile bitirildi.*
Sosyal Güvenlik Reformu Ölüm Fermanıdır
Denizli'de KESK, DİSK, TÜRK-IŞ, EMEKLİ-SEN, TMMOB, EĞİT-DER VE DENÎZLl DEMOKRASİ PLATFORMU 9 Temmuz tarihinde 57. Hükümet'in Sosyal Güvenlik Yasa Tasansı'nı protesto etmek için ortak bir basın açıklaması düzenlediler. Saat 17.30'da Denizli Belediyesi önünde toplanan yaklaşık 500 kişinin katıldığı basın
açıklamasında işçi ve memurlar tepkilerini dile getirdiler.
Hükümet'in Sosyal Güvenlik Reformu adı altında hazırlayıp sunduğu yasa tasarısının tüm çalışanların ölüm fermanı olduğu dile getirilen açıklamada, tasarının
çalışanların sorunlarının çözümüne yönelik değil IMF'nin direktiflerini yerine getirmek amaçlı olduğu belirtildi. Açıklamada ayrıca şu sözlere yer verildi:
"Sosyal Güvenlik kurumlarının bu aşamaya gelmesindeki pay bu kurumları rant
ekonomisine endeksleyen ve özelleştirerek mutlu azınlığa çıkar sağlama görevini
üstlenenlerindir."
Eyleme katılan memurlar; adaletsiz gelir dağılımının giderilmesi, kayıt dışı ekonominin kayıtlı hale getirilmesi, emekçilerin reel ücret kayıplarının giderilmesi,
herkesten geliri ve servetiyle orantılı gelir vergisi alınması, tüm çalışanları kapsayan grevli toplu sözleşmeli özgürlükçü bir yasal düzenleme yapılmasını talep ettiler.
Basın açıklaması sonrasında yaptığımız görüşmelerde emekçiler ve DKÖ temsilcileri hükümet tarafından yapılacak hak gaspları ve saldırılara karşı bundan sonra
da susmayacaklarını, tepkilerini dile getireceklerini ve eylemlerini büyüterek haklarını alıncaya kadar sürdüreceklerini getirdiler.
Açıklama sırasında, "Mezarda Emekliliğe Hayır" "Hükümet Al Zammını
Başına Çal", "İşçiler El Ele Genel Greve", "Emekçiyiz Haklıyız Kazanacağız"
sloganları atıldı.*
KARYAPSAN İŞÇİLERİ DİRENİYOR
Kartal Belediyesi
tarafından işten
atılan 64 Karyapsan
işçisinin 7 aydır
sürdürdükleri direniş
13 Temmuz Salı
günü saat 14.00'te
okunan basın
açıklaması ile devam
etti.
Kartal
Meydanı'nda
toplanan Belediye-İş
üyeleri tarafından okunan açıklamayla haklarını alana kadar direnişi
sürdüreceklerini söylediler.*
Mücadelede
Memur Gerçeği
Dergisi'nin Son
Sayısı Çıktı!
SES'te Olağanüstü Genel Kurul
Bahçeli: "Kıbrıs namusumuz..."
HATALARDA DEĞİL
MÜCADELEDE ISRAR
EDELİM
KİMSEYİ
KANDIRAMAZSINIZ;
KESK içerisinde devrimci dinamizmi,
mücadeleci kimliği ile önemli bir yeri olan
SES, son bir yılını kaybetmesine yol açan
sorunlarını 2. Olağanüstü Genel Kurulu'yla da
aşamadı. Bu süreçten sorumlu olan
anlayışlar, yine aynı tutumlarını sürdürdüler
ve ağırlıkları değişerek de olsa yeniden
yönetime geldiler. Genel Kurul sürecinde
yaşananlar ve sonuçta oluşan yönetim ne
yazık ki geleceğe dönük bir umut
vaadetmiyor.
Olağanüstü Genel Kurul çağrısında
bulanan gruplar iki ana noktada hata
yapmışlardır. Birincisi; SES'te uzun süredir
yaşanan durgunluğu aşmak için bir program
çerçevesinde mücadeleyi örgütlemek yerine,
yönetim içinde bir çekişmeyi yeğlemeleri ve
bunu tabana olumsuz bir şekilde
yansıtmalarıdır. Elbette eski genel başkanın
yaptığı basın açıklaması ile başkanlıktan istifa
etmeden bir partiden aday olması "eksiklik"
vb. diye geçiştirilemeyecek önemli hatalardır.
Ancak, bunları öne sürerek olağanüstü
kongre için imza toplayan grupların da diğer
sendikalarda aynı şekilde davrandıkları bir
gerçektir. Örneğin; Tüm Bel Sen Genel
Başkanı istifa etmeksizin ÖDP'den İstanbul
Büyükşehir Belediye Başkanı adayı olmuştur.
Öte yandan eski genel başkanın yaptığı
açıklamaya yönelik eleştiriler esas olarak
ülkedeki ırkçı-şoven dalganın etkilerini
taşımaktaydı.
Oysa eski genel başkanın açıklamasında
asıl tehlikeli olan ülkedeki tüm sorunların
çözümünün Kürt sorununa bağlanması ve
Kürt sorununun çözümünün ise Avrupa'ya
havale edilmesi anlayışıydı. Bir sınıf ve kitle
örgütü olan sendikaların kendini inkarı
anlamına gelen bu anlayışın üzerine
gidilmesi gerekliyken tartışma ırkçı-şoven
histerinin de etkisiyle "SES'in imajının
zedelendiği", "üye kaybına yol açtığı" vb.
söylemlerle yanlış bir zeminde ve sendikayı
yıpratan bir tarzda yürütüldü. Yanlış zeminde
yürütülen bu tartışmayı üst üste üç Merkez
Temsilciler Kurulu'na taşıyarak MTK'ları da
tıkadılar.
Diğer taraftan eski genel başkan ve
arkadaşları bir önceki genel kurulda
sergiledikleri faydacı tutumu devam ettirerek,
güven ilişkilerini büyük ölçüde zedelediler.
Kendi dar milliyetçi bakış açılarını dayattılar.
Bu yanlış bakışlarına yönelttiğimiz yapıcı
eleştirileri "Kürt halkının demokratik
taleplerine sahip çıkmak suç mu?" diye ters
yüz ederek eleştirilere karşı şoven dalgayı
kalkan olarak kullanmaya, yanlışlarını
meşrulaştırmaya çalıştılar. Bu süreç boyunca
yaptıkları hatalara yönelik özeleştirel bir
tutum takınmak bir yana bu davranışlarını
tüm uyarılarımıza rağmen yeni örneklerle
devam ettirdiler. Bu yanıyla, yaşanan
olumsuzluklarda önemli ölçüde pay sahibi
oldular. Kürt milliyetçileri, olağanüstü genel
kurul sürecinde de kendi hatalarının üzerinden
atlayarak, emekçi hareketinin
genel sorunlarına işaret eden ve mücadelenin
önünü açabilecek bir hat yerine, genel kurulu
yapay ve zorlama bir şekilde "şovenizme karşı
mücadele" zeminine çevirme çağrısıyla yanlış
tutumlarını sürdürdüler. Böylece duygusal bir
atmosfer yaratarak kendilerini aklamaya ve
yönetimdeki durumlarını korumaya çalıştılar.
Bu atmosferden etkilenen bazı kesimler de
"şovenizme karşı durmak" adına Kürt
milliyetçilerinin "Ben yaptım oldu" anlayışına
hizmet ederek bu sağlıksız gidişe ortak
oldular.
Devrimci memurlar olumsuzlukların
yaşandığı her aşamada yukarıdaki eleştirileri
ortaya koyarak sürecin olumsuzluklarını
giderme gayreti içinde oldular. Olağanüstü
genel kurul gündeme getirildiğinde gerek
MYK'da gerekse diğer organlarda bu gidişin
sendika için olumsuz sonuçlar doğuracağını
ifade ettüer.
Olağanüstü genel kurul sürecinde ise
yönetimi belirleme çekişmesi yapan gruplarla
tek tek ve birlikte görüşmeler yaparak yaşanan
krizden çıkış için bir program oluşturulması
ve sendikamızın yeniden yapılanmasına
yönelik olumlu bir çabanın içine girilmesi
gerektiğini vurguladılar. EMEP taraftarları da
imza toplamış olmalarına rağmen bu
düşünceleri paylaştıklarını ifade ederek ortak
bir liste oluşmadığı taktirde seçimlere
bağımsız olarak gireceklerini açıkladılar.
Ancak son gün bütün söylediklerini bir kenara
bırakarak yanlış zeminde oluşturulan
cepheleşmenin bir tarafından yer aldılar.
SES'in bu noktaya gelmesine neden
olanların merkezinde olduğu "çözüm"
önerilerinin, sorunları daha da
derinleştireceğini, bu tutumlara ortak
olmayacaklarını, her iki tarafın yanlışlarına
da göz yummayacaklarını ifade ederek
kollektif bir iradenin yaratılması gerektiğini
söylediler. Buna rağmen her iki taraf da özel
olarak SES'in, genelde ise memurların ve
yoksul halkın karşı karşıya bulunduğu
gelişmelerin vehametini hissederek
davranmak yerine MYK'da kendi ağırlıklarını
dayatmaktan vazgeçmediler.
Bugün sosyal güvenlik kurumlarının yok
edilmesi, dayatılan sefalet ücreti, uluslararası
tahkim, giderek hızlanacağı görülen
özelleştirmeler ve bunların dayatılması için
artacak olan baskı, sürgün, işten atma ve
örgütsüzleştirme uygulamalarıyla
Cumhuriyet tarihinin en gerici-faşist
saldırısıyla karşı karşıyayız.
Böylesi bir dönemde SES, kendi içinde çok
derin yaralar açan bir olağanüstü genel kurul
yaşamıştır. Bu durumun sorumlusu olanlar er
ya da geç tüm SES üyelerine bunun hesabını
vermek durumundadırlar. Bu olumsuz gidişe
ve SES'te oluşan, mücadelenin ihtiyaçlarını
karşılamaktan uzak statükocu yönetime
rağmen yapılması gereken mücadeleyi
örgütlemeye yönelik samimi bir çaba
içerisine girmektir.*
Namuslu olmak emperyalizme
karşı ulusal onuru savunmaktır
Şu talihsizliğe balon ki, ABD Kıbrıs meselesini çözmeye Türkiye'deki
işbirlikçi hükümetin başında MHP ve DSP varken karar verdi... Üstelik
de bu kez uşaklarının hiçbir isteğini dinlemeyecekmiş gibi görünüyor.
Yoksa külahları değişiriz diye tehdit ediyor.
Ne de olsa 20'nci yüzyılın sonunda bir Kıbrıs meselesini çözmek,
emperyalizm için hem bir prestij sorunu, hem de 21'inci yüzyıla
hazırlıklı girmek demek... Çünkü Ortadoğu halklarının durumu
emperyalizm açısından hiç de tekin değil.
Kıbrıs'ı ne kadar tez elden daha işlevli bir üs haline getirirlerse o kadar
faydalı olacak.
Peki hükümet koltuğundaki uşaklar şimdi ne yapacaklar?
Aşağı tükürseler taban, yukarı tükürseler Clinton.
Biri Kıbrıs'ın işgalini örgütleyen, "Kıbrıs fatihi" Ecevit, diğeri de
milliyetçi şoven propagandasında Kıbrıs'ı her fırsatta işleyen MHP...
Tek çıkar yol, her zaman olduğu gibi gürleyip de yağmamak. İşbirlikçi
Bahçeli de bunu yapıyor.
Bahçeli diyor ki:
"Ülkemiz tek taraflı dayatmalara ve Kıbrıs'ta Türk toplumunu yok
sayan yaklaşımlara karşıdır, bundan sonra da karşı olmaya devam
edecektir. Sayın Rauf Denktaş'ın söylediği 'Kıbrıs davası bizim
namus ve şerefimizdir' sözü önemlidir. Aynı şey Türkiye için de
geçerlidir. Kıbrıs Türk halkının davası ve bizler için de haysiyet ve
namus meselesidir. Türkiye'nin kendi rızası dışında herhangi bir
çözümü kabul etmesi imkansızdır." (7 Temmuz 1999, Türkiye)
Breh, breh, breh! Nasıl da kararlı görünüyor! Ne yapacakmış?
Dayatmaları kabul etmeyecekmiş. Başka? Türkiye'nin kendi rızası
dışında bir çözümü kabul etmesi mümkün değilmiş...
Çocuklar bile güler bu söylediklerine.
Göreceğiz bakalım, el mi yaman bey mi yaman. Daha uzun zaman
geçmedi; MHP'li koalisyonu içine sindiremeyen Ecevit'e bir
müdahaleyle içine sindirdiler. Türban meselesinde sana erkekliğini bir
kenara bıraktırdılar. Uluslararası tahkime sıcak bakmıyordun, sıcak
baktırdılar. Fetullah'ı çok değerli bir din adamı olarak niteliyordun, o
konuda da ikna ettiler. IMF'ye sözde bile olsa diklenemiyorsunuz
zaten.
Çok geçmeyecek, bunda da ikna edecekler, "rıza" gösterteceklerdir.
Bu işler böyledir. Bir taraftan esip gürlersin, öbür taraftan da
kuyruğunu kıstırıp köşene çekilirsin.
Hadi bakalım, yüreğin varsa aksini ispat et... Edemezsin ama.
Çünkü uşaklıkta diğerlerinden fazlan var eksiğin yoktur.
Bir de "namus, şeref" demagojileri yapıyorsunuz... Sizin gibilerin
namus, şeref ölçüsü nedir ki? Namusunuz, şerefiniz, sizin
komandolarınız binlerce insanın kanına girerken neredeydi?
Namusunuz IMF karşısında neredeydi? Amerikan Büyükelçilik
katibiyle birlikte katliamlar tezgahlarken hangi namus ve şeref
ölçüsüyle davranıyordunuz? Emperyalistler, Incirlik'i kullanıp Irak'ı
bombalarken nerede bu namus?
Anlatsana: Amerikan konsoloslarıyla, katipleriyle, büyükelçileriyle
sık sık neler görüşüyorsunuz... İktidar koltuğuna oturabilmek için
hangi konuda sözler verip, vaaderde bulundunuz... Anlatabilir misiniz?
Hayır. Anlatamazsınız, çünkü anlattığınız anda, uşaklığınızla,
işbirlikçiliğinizle çırılçıplak ortaya çıkarsınız.
Kıbrıs namus davasıymış...
Bırakın bu lafları. Kimseyi kandıramazsınız. Onun için uluslararası
tahkimle vatanımızı satışa çıkartıyor, kapitülasyonları geri
getiriyorsunuz? Onun için köleliğe mahkum ediyorsunuz emekçileri?
Artık çok geç Bahçeli... Devletin de, sen de, ortağın da,
milletvekillerin de, bürokratların da, generallerin de, işbirlikçi
patronların da öyle bir batmış durumdasınız ki, dünyanın bütün
yalanları, bütün demagojileri bir araya gelse, bütün propaganda aygıtları
sizin için çalışsa bile uşaklığınızı gizleyemezsiniz artık.*
"TABUTLUKLAR YIKILSIN
TUTSAKLARA ÖZGÜRLÜK"
Devletin devrimci tutsakları
teslim alma politikaları
sonucu hayata geçirmeye çalıştığı
hücre tipi hapishaneye yönelik
tepkiler devam ediyor.
Çankırı Valisi'ne bombalı saldırı
gerekçesiyle tutuklanan Kemal
Ertürk ve Bülent Ertürk'ün Eskişehir
Özel Tip Hapishanesi'ne
konulmalarının ardından
başlattıkları açlık grevinin ölüm
sınırına yaklaşması ve hala
taleplerin kabul edilmemesi kitle
örgütleri tarafından protesto edildi.
Ankara Yüksel Caddesi'ndeki İnsan
Hakları Anıtı önünde 9 Temmuz
1999 Cuma saat 14.00'te başlayan
basın açıklamasında, Kemal Ertürk
ve Bülent Ertürk'ün en insani hakları
olan yargılandıkları ilin sınırları
içindeki bir hapishaneye sevk
edilme taleplerinin kabul
edilmeyerek, bu insanların bilinçli
olarak katledilmeye çalışıldığı
söylendi. Açıklamada devletin
intikamcı infaz anlayışı içerisinde
olduğu, hapishane içerisinde
hapishane yaratarak tutsakları
teslim alma politikası izlediği
belirtildi.
Hapishanelerdeki keyfi tutumlar
ve tutsakların haklı talepleri olan
Eylemde, "Sevk Talepleri Kabul
Edilsin, Hapishanelerde Yeni
Ölümler İstemiyoruz", "Eskişehir
Hapishanesi'nde Kemal Ertürk ve
Bülent Ertürk Katledilmek
İsteniyor", "Hücrelere Girmedik,
Girmeyeceğiz HÖP", "Hücreleri
Yıkacağız, HÖP", "Devrimci
Tutsaklara Kalkan Elleri Kıracağız,
HÖP" dövizleri açıldı.
Ayrıca sık sık "Tabutluklar
Yıkılsın Tutsaklara Özgürlük",
"Anaların Öfkesi Katilleri Boğacak",
"Devrimci Tutsaklar
Onurumuzdur" sloganlarının
atıldığı eylem saat 14.15'te sona
erdi.
13 Temmuz Salı günü ise tutsak
aileleri ve kitle örgütlerinin de
katılımıyla Yüksel Caddesi'nde bir
basın açıklaması düzenlendi.
Açıklamada Kemal Ertürk'ün
ölüm sınırında olduğu halde,
taleplerin kabul edilmediği ve
Çankırı Hapishanesi'nden
kaçırılarak Eskişehir Özel Tip
Hapishanesi'ne getirilen
Cemallettin Polat'tan bahsedilerek,
Eskişehir tabutluklarının tekrar
açılmasının gündemde olduğu
belirtildi.
Saat 18.00'de başlayan eylem
400 kişinin katılımıyla saat 18.30'da
sona erdi.*
"Arkadaşlarımızın Sevk
Talebi Kabul Edilsin"
sevkleri yerine getirilmediği için
açlık grevinde bulunan tutsaklar
ölüm sınırındadır. Taleplerin yerine
getirilmesi için Cezaevleri Merkezi
Koordinasyonu basın açıklaması
yaptı. Basın açıklamasında şöyle
denildi:
"18 Mayıs'ta Kemal Ertürk'ün, 25
Mayıs'ta Bülent Ertürk'ün Eskişehir
Tabutluğundan Ankara Merkez
Kapalı Cezaevi'ne sevk talebi ile
yürüttükleri açlık grevi 56.
günündedir.
Yine Erzurum Cezaevi'nde açlık
grevleri 56. güne girmiş bulunan
Kemal Evcimen, Atilla Selçuk ve
Cemal Yaşar'ın sevk taleplerinin
ölümlerine izin verilmeden kabul
edilmesi acil çözüm gerektiren bir
durumdur. Ölümlere, sakatlıklara
yol veren bu uygulamalar
durdurulmalıdır.
Arkadaşlarımızın eylemine
destek olarak sürdürdüğümüz
havalandırma kapılarını
kapattırmama ve tek sayını
vermeme eylemini 14 Temmuz
Çarşamba gününden itibaren "acil
çözüm" talebiyle Ankara, Ümraniye
ve Çanakkale cezaevlerinde MALTA
İŞGALLERİNE, diğer tüm
cezaevlerinde SÜRESİZ TAM SAYIM
VERMEMEye dönüştürüyoruz.
Taleplerimiz Eskişehir
tabutluğundan arkadaşları mızın
çıkartılması ve Erzurum
Cezaevi'ndeki arkadaşlarımızın
sevk taleplerinin kabul edilmesidir.
Ölüme giden açlık grevlerinin
sonlandırılması için bu şarttır.
Oldukça haklı taleplerimize ve
meşru eylemimize yönelik olumsuz
yaklaşımların sonucundan devlet
sorumlu olacaktır."*
ERZURUM'DAKİ DEVRİMCİ
TUTSAKLAR AÇLIK GREVİNİN
50'LİLİ GÜNLERİNDE ZAFERİ
KAZANDILAR
Erzurum Hapishanesi'ndeki
devrimci tutsaklar 19 Mayıs 1999
günü ailelerinin bulunduğu
şehirlerdeki hapishanelere sevk
talebiyle başlattıkları açlık grevinin
50'lili günlerinde tabeplerini kabul
ettirerek zaferi kazandılar.
9 Temmuz günü Erzurum
Hapishanesi'ne giden Halkın Hukuk
Bürosu avukatlarından Metin Narin
tutsakların durumlarına ilişkin
şunları belirtti:
"Atilla Selçuk, böbreklerine açlık
grevinin 49. gününde kramp girmesi
nedeniyle yataktan kalkamayacak
durumda. Kendisinde aşırı kilo kaybı
var. Ve yürüyememe, eğilip
kalkmada aşırı zorlanma var.
Cemal Yaşar, yataktan
Ümraniye Hapishanesi'ndeki
kalkamayacak durumda, aşırı kilo
kaybı ve sürekli kusma var.
Kemal Evcimen, 20 kilo
kaybetmiş ve yürüyememe, eğilip
kalkamama problemleri var. Ağızda
yaralar ve vücudunda deri
döküntüleri oluşmuş."
Hapishanelerde keyfi
uygulamaları gittikçe arttıran
iktidar, tutsakların taleblerini kabul
etmemekte, '96 Ölüm Orucu
sonrasında devletin de altına imza
koyduğu haklar tek tek geri
alınmaya çalışılmaktadır.
Tutsaklar nasıl dün canları
pahasına haklarını almışsa, bugün
de yine direnişleriyle zaferi
kazandılar ve taleplerini kabul
ettirdiler.*
"F Tipi Tabutluklara
Girmeyeceğiz"
TKP/ML, TİKB, MLSPB, TKP(ML),
TKEP/LENÎNİST, TKİP, TDP, DHKP-C,
TKP-K tutsakları Türkiye halklarına
yönelik kapsamlı bir saldırıya
girişildiği, hapishanelerdeki tutsakların
hedef tahtasının tam ortasına
oturtulduğu belirtilen açıklamada
şöyle denildi:
"Son dönemde Kürt halkına ve işçiemekçilere yönelik saldırıların
yoğunlaşmasıyla birlikte cezaevlerine
yönelik saldırılar da yoğunlaşmaya
başladı. Bu saldırılar, özde HÜCRE tipi
uygulaması olan F-tipi tabutluklarının
gündeme sokulmasıyla somutlaşan
genel bir saldırıdır. Bu saldırılarının
bir parçası olarak onlarca can bedeli
kapattırdığımız Eskişehir Tabutluğuna
yoldaşlarımız götürülmekte,
mahkeme ve hastane sevkleri
sırasında yoldaşlarımız kaçırılmakta,
hücrelere konmaktadır. Tedavileri
yapılmayarak ölüme terk edilmektedir.
Tüm bu parça parça saldırıların
bütünlüklü ifadesi olarak Kartal F Tipi
tabutluğuna, hiçbir açıklama
yapılmaksızın siyasi tutsaklar
götürülmektedir. Bir kez daha ilan
ediyoruz ki, -F Tipi tabutluklara
girmeyeceğiz -Kartal tabutluğuna
siyasi
tutsakların götürülmesine derhal son
verilmeli
-Eskişehir tabutluğunda bulunan
siyasi tutsaklar hemen istedikleri
cezaevlerine götürülmelidir. Bu
tabutlukta tutulmaya devam edilen ve
58 gündür açlık grevinde bulunan
arkadaşlarımız ölüm sınırına
gelmiştir. Arkadaşlarımıza gelebilecek
herhangi bir zararın tek sorumlusu
vardır, o da devlettir. -Sürgün sevkler
durdurulmalı, Eskişehir, Elazığ, Uşak
vb. cezaevlerine sürgün edilen
arkadaşlarımız hemen istedikleri
cezaevlerine götürülmelidir.
-Cezaevlerinde dayatılan soyadı
genelgesi iptal edilmeli, ziyaretlerde
beyan usulü esas alınmaya devam
edilmelidir.
Tedavilerin önündeki tüm
engeller kaldırılmalıdır.
Halklarımız;
Tüm özgürlük, demokrasi ve
sosyalizmden yana güçler üstünde
estirilen bu terörün arkasında yatan
işbirlikçi egemen güçlerle
emperyalizmin özgürlük mücadelesini
boğma isteğidir. Bu karşı-devrimci
saldırı dalgası karşısında toplumun
tüm ilerici güçlerini, devrim kavgasını
yükseltmeye çağırıyoruz."*
"HİÇBİR HALK
DÜŞMANI
CEZASIZ
KALMAYACAK"
Kontrgerilla elemanı Turan Ünal
4 Temmuz 1999 tarihinde Çankırı
Hapishanesi'nde devrimci tutsaklar
tarafından halk düşmanlığı suçu ile
ölümle cezalandırıldı.
1995 Mart'ında Polis Akademisi
sınavını kazanmasıyla halk
düşmanlığına adım atan Turan
Ünal, 21 Kasım 1995'te askere
gönderilmesi ile fiili olarak
kontrgerilla faaliyetleri içinde yer
aldı. O tarihten bugüne kadar
devrimci, demokrat, yurtsever
insanların katledilmesi,
kaybedilmesi, işkenceden
geçirilmesi; takip, tehdit ve çeşitli
vaadlerle zayıf unsurları
örgütleyerek devrimci hareketin
saflarına sızdırma ve sızma gibi
onlarca faaliyetin örgütleyici ve
uygulayıcısı'dır Turan Ünal.
24 yaşındadır. Amasyalıdır. Üç
yabancı dil bilmektedir. 1995
tarihinden bu yana susurluk
devletinin bütün pis işlerine
koşturan, canla başla çalışan,
uyuşturucudan, silah kaçakçılığına,
kayıp katliam, takip ve insanları
kobay olarak kullanmaya kadar
birçok faaliyet içinde yer alan bir
kontra elemanıdır.
Bu konuya ilişkin devrimci
hareketin tutsaklar örgütlenmesinin
açıklamasında şöyle denildi:
"O Susurluk Devleti'nin halkın
mücadelesinin gelişimini
durdurabilmek, devrimci saflarda ve
halkta korku yayabilmek için 1996
tarihinden itibaren daha da
yoğunlaştırdığı kayıplar ve
katliamlar politikasını deşifre
olmadan yürütebilmek amacıyla
özel olarak örgütlediği, eğittiği
herbiri üçer kişiden onlarca timden
03 kodlu timin elemanı bir halk
düşmanıdır.
(...)
Uyuşturucu, silah kaçakçılığı ve
diğer pis işlerinden kazandıkları
yetmeyince yaptırılan soygun
sonucu 'kaza' ile tutuklanan bu
kontra artığı hapishanede de boş
durmamış, sızmak için çabalamıştır.
Ankara Merkez Kapalı'da
yalanlarıyla başbaşa kalan bu katil
Çankırı Hapishanesi'nde de bu
faaliyetlerini sürdürmüştür. Öyle ki
dosyasında kimlik olmayan bu
katilin üzerinde nüfus cüzdanı
bulunduracak kadar 'tutukludur'
hapishanede..."
Ayrıca yapılan açıklamada
cezalandırılan halk düşmanının
suçları şöyle sıralandı:
“(…)
1) 1998 30 Mart'ında Kaybedilen
dört yoldaşımızdan Metin ANDAÇ'ı
kaçırma ve diğerleri ile birlikte
işkence yapma, İzmir Seferihisar
açıklarında kolları ve bacakları
kırılmış ve uyuşturulmuş olarak bir
balıkçı teknesine bindirip bomba ile
denize batırma suçunu işlemiştir.
Yoldaşlarımızın katledilmesi ile
ilgili sorumluluğu yanındaki diğer
meslektaşlarının üstüne atarak
kendi suçunu inkara çalışsa bile
bunların bütün ayrıntılarını bildiği
ve bize anlattıklarından çok daha
fazla bilgiye sahip olduğu açıktır.
2) Kayıp ve tutsak analarını 1996
Temmuz'unda takip etme, gözaltına
alma ve işkence yapma suçunu
işlemiştir.
3) İstanbul TEM, Ankara DAL,
Bayrak Garnizonu, Yeni Mahalle
Jitem, İzmir Foça ve Üçkuyular'da
devrimcilere işkence yapma,
katletme ve kaybetme...
4) Ankara Hacettepe, Beytepe ve
Siyasal, İstanbul'da Edebiyat
Fakültesi'nde izleme ve türban
eylemlerinde provokasyon yaratma,
öğrencileri işbirlikçileştirmeye
çalışma; devrimci demokrat
insanları izleme, takip, kaçırıp
gözdağı vererek korkutma, işkence
yapma ve bizzat işbirlikçileştirme
faaliyeti yürütme. Eğe ve Toroslarda
işbirlikçileştirme faaliyeti
örgütleme...
5) 1998 Nisan'ında Amasya
Diphacıköy'de dernek ve halk
kütüphanesi kurarak DHKP-C ve
TKP(ML) kırsal örgütlenmelerine
sızmak için ajan yetiştirmek...
6) 1995 Kasım ayından son anına
kadar JİTEM ve 03 Tim'inin elemanı
olarak devrimcilerin katledilmesi,
kaybedilmesi ve işkencelerine
bizzat katılmanın yanında
kontrgerillanın uyuşturucu ve silah
kaçakçılığı ve en son olarak
devrimci adalete açık olmama,
samimi davranmama ve yanıltmak
için azami çaba göstermiştir."
Açıklamada halk düşmanlarına
ticarethanesini açan, onları
kollayan, saklayan, bir şekilde
yardım edenlere ve tüm anne,
babalara da şöyle deniliyordu:
Ticaret yapıyoruz diyerek bu halk
düşmanlarıyla ortaklık yapanlar,
bunlara yardımcı olanlar, bilerek
katılanlar suçlusunuz, vazgeçin
suçlarınızı büyütmeyin.
Ticaret adına bunların kimliğini
bilmeden yardımcı olanlar,
barındıranlar, otel, lokanta vb.
yerlerinde hizmet sunanlar; bunlara
mekanlarınızı açarak suçlarına ortak
olmayın.
Bunların parası uyuşturucu, kadın
ticareti vb. pis işlerden gelen kirli
paradır.
Bunların parası da elleri gibi
kanlıdır. Halkın kanını dökerek
kazanılan ödül olarak verilen
paradır...
ANALAR - BABALAR;
Çocuklarınızın halka ihanet etmesini,
size bile yabancılaşmasını
istemiyorsanız 'asker', polis ve silahlı
bir güç olarak devletin hizmetine
göndermeyin. Bu kurumlarda
çalıştırmayın. Bu kurumlarda vatana
hizmet değil, vatana ihanet ve halk
düşmanlığı öğretilmekte, uyuşturucu,
silah vb. kaçakçılığı dahil her türlü
pis iş yaptırılmaktadır. Vatanın
bağımsızlığı için yapılan askerlik
kutsaldır, şereflidir. Ama bunlar
bağımsızlık için savaşan devrimcileri
katlediliyor, kaybediyor, işkence
yapıyorlar.
İşkence yapmak, uyuşturucu
kaçakçılığı yapmak şerefsizliktir. Turan
Ünal kendi köylülerini bile
devrimcilere karşı düşmanlaştırmak,
onları dünyanın en aşağılık işi olan
jurnalciler olarak örgütlemek için
çabalamıştır. Bu ona 'asker' ocağı
denen kontrgerilla ocağında
öğretilmiştir. Bu ocakları başlarına
yıkacağız." Devrimci hareketin
tutsaklar örgütlenmesi son olarak
"Hiçbir halk düşmanı halkın
adaletinden kurtulamayacaktır..."*
BU İKTİDARLAR BİZİ YÖNETEMEZ!
BU HÜKÜMET BİZİM DEĞİL, IMF'NİN, ABD'NİN HÜKÜMETİDİR
SÖYLEDİKLERİ HERŞEYYALAN!
İMF'NİN
İSTEDİKLERİNİ
YAPMADIK DEMELERİ
YALANDIR;
Başbakan Ecevit'e bakarsanız
İMF'nin istediğini yapmamışlar.
Yapsalarmış memurlara ancak
yüzde on verebilirlermiş.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı
Yaşar Okuyan'na bakarsanız IMF
istediği için değil, mevcut durum
bunu gerekli kıldığı için emeklilik
yaşı 60'a yükseltilmiş, IMF tu kaka
değilmiş... vs.
MHP'li Sanayi Bakanı basın
karşısında, güya IMF heyetiyle
görüşmeyi kabul etmediğini
söyleyip fiyaka satıyor. Neymiş?
Programları başarısız olan, dünyada
itibarını yitirmiş IMF bize nasıl şart
koşarmış, iMF'nin bir daire
başkanıyla mı görüşecekmiş,
muhatabı değilmiş. İMF
programının altınaa imza at, onun
istediği herşeyi yap sonra kalk, uruz
kahramanlık pozlarına bürün. İyi
İMF programını uygulama o zaman.
Ama hepsi yalan tabii.
Gözboyamaya çalışma.
Gözgöre göre YALAN
SÖYLÜYORLAR.
Madem İMF'nin dediklerini
yapmıyordunuz, ÎMF istedi diye
TBMM'den geçmiş olan bütçede
neden değişiklik yaptınız? Memura,
ÎMF'nin istediği en çok yüzde 10
maaş zammı vermeye kalkan siz
değil miydiniz? Uluslararası tahkim
yasasının çıkmasını, özelleştirmenin
hızlandırılmasını, sosyal güvenlik
reformu yapılmasını, emeklilik
yaşının 62'ye yükseltilmesini isteyen
IMF değil mi? Bunları yapmak için
söz vermediniz mi? Yalan söyleyerek
kimden neyi saklamaya
çalışıyorsunuz? Her şey ayan beyan
ortadır. IMF istemiş hükümet
yapmıştır. Hiçbir demagoji bu
gerçeği ters yüz etmeyi başaramaz.
EMEKLİLİK YAŞI
KONUSUNDA
SÖYLEDİKLERİ
HERŞEYYALANDIR..
Emeklilik yaşının
yükseltilmesinin zorunlu olduğu
YALANDIR. SSK'nın durumunu
ortaya koyan hesap kitap her şey
ortadadır. SKK'yı zarar ettiren
emeklilik yaşının düşük olması
değil, patronlardan bir türü .
Toplanmayan primlerdir. Toplanan
primlerin çarçur edilmesidir. 5
milyon civarında emekçinin
sigortasız kaçak çalıştırılıyor
Olmasıdır. SSK'da yapılan
yolsuzluklar, talanlar, soygunlardır.
SSK'nın açıkladığı rakamlara göre
40 yaşında emekli olanların yüzdesi
tüm emekliler içinde sadece yüzde
0,8'dir. Yani yüzde 1 bile değil. Ama
hükümet, hükümetin Çalışma
Bakanı "dünyanın başka hiçbir
yerinde 40 yaşında emekli olan yok"
diye bas bas bağırıp duruyorlar.
Sanki emeklilerin çoğu 43 yaşında
emekli oluyormuş gibi konuşup
YALAN SÖYLÜYORLAR.
Yine SSK istatistiklerine göre,
emekli iken ölenlerin ortalama yaşı
65'tir. Yani bu koşullar altında yeni
yasayla 62 yaşında emekli
olabileceklerin bile
yaşayabilecekleri süre 2-3 seneyi
geçmiyor.
Kazanılmış hakların
korunduğundan bahsediyorlar.
YALAN. Kazanılmış hakların
korunması değil, gaspedilmesi
vardır. Sözünü ettikleri "kazanılmış
hakkın korunması" yaza çıkmadan
önce emekliliği haketmiş ve
ayrılmak için beklemede olanların
hakkıdır. Yoksa yasa çıktığında
emeklilik hakkını kazanmaya bir
gün kalmış olan kadınlar 40,
erkekler 45 yaşında ancak emekli
olabilecekler.
SSK'NIN ZARAR
ETMEKTEN
KURTARILACAĞI
YALANDIR
Emeklilik yaşının yükseltilmesiyle
reform yapıldığı, SSK'nın
batmaktan kurtulacağı YALANDIR.
tekellerin çıkarını koruyup halk
düşmanları tarafından yönetildiği
sürece talan soygun bitmeyecek,
SSK zarar etmeye devam edecektir.
Patronlar kaçak işçi çalıştırmaya,
hükümetler patronların prim
borçlarına göz yummaya, bunlara
"af" getirmeye devam edeceklerdir.
SKK'de talan, soygun devam
edecektir. Hükümetin çalışanları
düşündüğü falan yoktur. Yaptıkları
sadece kendilerinin batırdıkları
SSK'nın günahını çalışanların
omzuna yıkmak ve günü
kurtarmaya çalışmaktır.
Yaşar Okuyan uluslararası
standartları ölçü aldıklarını
söylüyor. YALANDIR. Yaş sınırı dün
dışında yaş sınırı dışında hiçbir şeyi
uluslararası standartlarda
almamıştır. Uluslararası
standartlarda 5 bin günden fazla
zorunlu prim ödeme yoktur. Onlar
8300 gün yapmışlardır. İLO'nun
çalışma standartlarının hiçbirinin
ölçü olarak almamışlardır.
DEVLETİN SSK
YÜZÜNDEN
ÇÖKECEĞİ YALANDIR
Amerikancı hükümetin
başbakanı Ecevit, "Bu reform
yapılmasaydı, devlet çökecekti"
diyor. YALAN söylüyor. Batık
bankaları kurtarmak için trilyonlar
harcanırken devlet çökmüyor.
Özelleştirme yapmak için
özelleştirmeden elde edilen gelir
kadar parayı özelleştirme
çalışmasına harcarken devlet
çökmüyor. Trilyonlarca vergi
kaçağından devlet çökmüyor.
Trilyonluk yolsuzluklardan devlet
çökmüyor. Ama SSK'nın açığı
sözkonusu olunca devlet çöküyor.
YALAN SÖYLÜYORLAR...
İŞSİZLİK SİGORTASI
YALANDIR
Amerikancı hükümet emeklilik
yaşının yükseltilmesine karşı
tepkileri yumuşatmak için yasa
taslağına işsizlik sigortası ekledi.
Bu uygulama ile işsizlere işsizlik
parası verileceği YALANDIR.
Yasa çıktığında işsiz olan
hiçkimsenin bu yasadan
yararlanabilmesi sözkonusu
değildir.
Birincisi, uygulamaya yasa
çıktıktan 6 ay sonra başlanacak.
İkincisi, işsizlik sigortasından
yararlanabilmek için işçinin işten
kendi rızasıyla değil, patron
tarafından atıldığı için ayrılmış
olması, tabii bunun da ispat
edilmesi gerekiyor.
Üçüncüsü, işsizlik sigortasından
yararlanabilmek için işten atılmadan
önceki üç yıl içinde en az 600 gün
prim ödemiş olacaksınız, bu da
yetmiyor bu 600 gün primin 120
gününü de işten atıldığınız günden
önceki son üç ay içinde kesintisiz
ödemiş olmanız gerekiyor.
Bu koşullarla, bu ülkede kaç kişi
bu işsizlik sigortasından
yararlanabilir varın hesap edin artık.
Hadi diyelim hak kazandınız, o
zaman da tabii bu işsizlik parasını
alabilmenizin bir süresi var. 600 gün
prim ödemiş olup da işsizlik
sigortasından yararlanabilecekler en
çok 180 gün, 900 gün prim ödemiş
olanlar 240 gün, 1080 gün ve daha
fazla prim ödemiş olanlar ise en çok
300 gün süreyle işsizlik
sigortasından yararlanabilecekler.
Peki işsizlik parası almaya
başladın bu arada iş de aradın ama
bulamadın, SSK da sana iş bulamadı
ne olacak? Ne halin varsa
göreceksin, aldığın işsizlik parası
kesilecek, aç açıkta kalacaksın... İşte
bunun adı da işsizlik sigortası
oluyor!
ULUSLARASI
TAHKİMİN
BAĞIMLILIKLA İLGİSİ
OLMADIĞI YALANDIR
Uluslararası tahkime karşı
tepkiler, eleştiriler başlayınca
hükümetin sözcüleri bu kez de
bunun ne kadar gerekli bir şey
olduğunu anlatmaya başladılar.
Uluslararası tahkimin Duyun-i
Umumiye'yle, kapitülasyonlarla bir
ilgisi yokmuş, ülkenin
bağımsızlığına getireceği bir zarar
yokmuş, yabancı sermayenin
gelmesi için gerekliymiş, yoksa
getirmek çok zormuş, hatta
imkansızmış... işbirlikçilerin
ağzından şimdi bu inciler
dökülüyor. Evet, "bunlar abartılı
kayıplardır" diyor.
YALAN SÖYLÜYORLAR...
Uluslararası tahkim emperyalist
tekellerin önünün düzlenmesidir.
Sömürülerini sınırlayan tüm
engellerin kaldırılmasıdır. Ülkeye
istedikleri kadar, istedikleri gibi
yerleşmelerini sağlamak demektir.
Emperyalizme bağımlılığın çok daha
fazla pekişmesi demektir.
Hepsi elele vermişler ülkeyi
emperyalizme peşkeş çekerken,
halkın tepkisini engellemek,
yumuşatmak için en ucuz yalanları
sıralıyorlar.*
İŞBİRLİKÇİLERİN İKTİDARINDAN, TEKELLERDEN
KURTULAMAZSAK AÇLIĞA, YOKSULLUĞA
MAHKUMUZ İMF
EMREDİYOR,
AMERİKANCI HÜKÜMET UYGULUYOR; HALK
YOKSULLUĞA MAHKUM EDİLİYOR...
ÜLKEMİZ AÇLAR
ÜLKESİ
OLMAYACAK
♦İMF'YE TESLİM
OLUNDU;
meclisinde kararlaştırılan bütçesini
bile değiştiriyor, Ecevit de kalkıyor
"İMF'nin her istediğini yapsaydık"
diyor. Daha ne yapacaktınız ki?
İMF'NİN İSTEYİP DE
YAPMADIĞINIZ NE
KALDI?
Başbakan Ecevit, "İMF'nin her
Maliye Bakanlığı'nı, Hazine'yi,
istediğini kabul etseydik memurların
zamı yüzde 10 olurdu" diyor. Aman Çalışma ve Sosyal Güvenlik
ne büyük bir başarı! İMF bir sürü şey Bakanlığı'nı da doğrudan
Washington'a, İMF merkezine
istemiş, isteklerinin hepsini
yapmışlar, bir tek memur maaş zammında
İMF'nin istediğinin 10 puan
üzerinde zam vermişler... Bu
övünülecek bir şey değil, ancak
utanılacak bir boyun eğişin,
uşaklığın göstergesidir.
İMF heyeti geliyor, bir ülkenin
kendi "milli"
KÖYLÜNÜN HALİ DE
PERİŞAN
Traktör, makine, gübre, ilaç, tohum,
akaryakıt gibi tarım girdilerindeki
artış ise Haziran ayı itibariyle geçen
seneye göre yüzde 150'yi aşmışken
köylünün, buğdayına, pamuğuna,
tütününe yapılan zamlar ise yüzde 50
civarında kalmaktadır.
bağlayın olsun bitsin bari. Böylece
İMF heyetlerini gelip gitme
Hani köylünün yaşam standardı
yükseltilecek, tarım ve hayvancılık
canlandırılacaktı? Hepsi palavra.
Bugün domates üreticisi maliyetini
kurtarmayan ve 35 bin liraya kadar
düşen fiyatlar nedeniyle ürününü
denize dökmek veya toprağa gömmek
zorunda kalmaktadır. Oysa çarşıda
pazarda fiyat iki katından aşağı
düşmemektedir. Aracı, tefeci
kazanmakta, köylü sürünmektedir.
neresi milli politika? Bağımsızlık,
demokrasi nerede? Ulusal onur
nerede? Milliyetçilik, vatanseverlik
bunun neresinde?
♦EMEKLİLİK HAKKI
GASPEDİLDİ;
Kadınlarda 38, erkeklerde 43 olan
emeklilik yaşı, kadınlarda 58,
erkeklerde 60'a çıkarıldı. Yani bu
ülkede bundan sonra emekliliği
fiilen ortadan kaldırdık, artık kimse
emekli olamayacak diyorlar.
Amerikancı hükümet bu
başarısından ne kadar memnunluk
duysa azdır. Hatta İMF 62 olmasını
istedi, biz 60 yaptık diye
üzülebilirler. TÜSlAD'çıları da bir
parça üzmüşlerdir hani! Patronlar
62'den aşağı olmasını istemiyor,
hatta Sabancı gibi bazıları 62'yi
bile az görüyordu.
♦MEMUR AÇLIĞA
MAHKUM EDİLDİ;
ZAM... ZAM... ZAM...
Mayıs ayından itibaren atağa kalkan zamların Haziran ayındaki belli
başlıları şöyle:
1 Haziran; elektriğe yüzde 5 zam
3 Haziran; tüpgaz ve motorine yüzde 3 zam 10 Haziran; istanbul, Ankara ve
İzmir'de belediye ulaşım araçlarına yüzde yüzü geçen zamlar
11 Haziran; akaryakıta yüzde 6,9 zam
12 Haziran; akaryakıta yüzde 7 zam
19 Haziran; akaryakıta yüzde 10,2 zam
21 Haziran; Tekel ürünlerine yüzde 42,8 zam Haziran sonunda; PTT
hizmetlerine yüzde yüzü geçen zamlar Ayrıca şehirlerarası ulaşıma, suya
ve bir çok kalemde hizmetlere zam geldi.
Temmuz ayında da zam sağanağı sürüyor.
zahmetinden de kurtarmış
olursunuz.
Borç para alabilmek için, ülkenin
ekonomik politikalarını İMF'nin
istediği gibi belirleyeceksin, onun
istediği gibi yasalar çıkaracaksın,
halkın kazanılmış haklarını
gaspedeceksin, açlığı yoksulluğu
dayatacaksın sonra da kalkıp vatanmillet edebiyatı yapacaksın. Bunun
Memur maaşına yüzde 20 zam.
Bozdur bozdur harca bitmez
diyeceğiz ama bu maaşın zaten
bozdurulabilecek bir yanı yok.
Memur bu maaşla ne yapsın?
Maaş alınacak, kira, elektrik, su
vb. giderlere yatırılacak, zaten
geriye bir şey kalmadığı için
yeme-içme, giyinme gibi lüks
harcamalar yapılamayacak. İlla
da böyle bir lükse sahip olmak
isteyenler ya uyumayı, dinlenmeyi
unutup mutlaka ikinci bir iş daha
bulup çalışacak, ya öğle paydosu ve
iş çıkışlarını cami avlusunda mendil
açarak değerlendirecek, ya da çalıp
çırpmadan, rüşvet almadan elini
hiçbir işe sürmeyecek... Ya da
ÖZELLEŞTİRMEYE
TAM GAZ
Amerikancı hükümet, patronlarını
memnun etmek için vargücüyle
çalışıyor. Bunun için icraatına hız
verdiği konulardan biri de
özelleştirmelerin hızlandırılması. Bu
konuda hükümet gerçekten epeyce
hızlı çalışıyor. Özelleştirme idaresinin
temmuz ayından başlayarak yıl
sonuna kadar özelleştirme için
ihaleye çıkaracağı kuruluşlar şöyle:
Petrol Ofisi (POAŞ), TÜPRAŞ,
Petkİm (Yarımca)
Deniz Nakliyat, Deniz işletmecilik ve
onuruna,
geleceğine sahip çıkıp bu gidişe son
vermek için mücadele edecektir.
Başka yolu yoktur.
♦ZAMLAR HALKI
VURUYOR,
YOKSULLUK
BÜYÜYOR;
Hergün zam. Zamsız gün
geçmiyor artık. Tekel ürünlerine
zam; elektriğe zam; benzine, mazota
iki-üç günde bir zam; otobüse zam,
çarşıya zam, pazara zam...
18 Nisan seçimleri öncesinde,
seçim yatırımı amacıyla zamları
biraz frenlemişlerdi. Seçim bitti,
hükümet kuruldu, zam dönemi
başladı. Her seçim sonrası yaşarız
bunları. Ama bu kez buna İMF
zamları da ekleniyor.
IMF bütçe açıklarım
kapatacaksınız dedi. Bu nasıl
olacak? Hükümet en kolay yolunu
bulmuş: Sırf devlet gelirini artırmak
için KİT ürünlerine peş peşe zamlar
yapılacak, öte yandan işçiye
memura düşük maaş verilerek
devlet gideri azaltılacak. Bu
uygulamanın halk açısından sonucu
Tankercilik, Sigorta Şirketleri,
Karadeniz Bakır işletmeleri, Türk
Gübre Sanayii (TÜGSAŞ), İstanbul
Gübre Sanayii (İGSAŞ), Türk Motor
Sanayii (TÜMOSAN), Takım
Tezgahlan Sanayii (TAKSAN), Demir
İşletmeleri'ne ait limanların işletme
hakkı, SEKA fabrikalarının bir kısmı,
Ataköy Turizm ve Otelcilik, Et Balık
Ürünleri (EBK), İsdemir, Turban,
Zirai Donanım Kurumu, Asil Çelik,
Sümer Holding, Etimesgut Ağaç
Sanavii, Orman Ürünleri Sanayii
(ORÜS).
yasasını çıkarma sözü verdi. Yani
anayasadaki, yasalardaki uluslararası
tekellerin sömürülerini sınırlayan
maddeler değiştirilerek, yasalardaki
tekellerin sömürüsünün önü daha da
açılacak.
Örneğin anayasada, ülke
güvenliği açısından stratejik önemde
görülen enerji, haberleşme, limanlar
gibi alanlardaki kuruluşların
özelleştirilmesini ve yabancı
sermayeye satışını engelleyen ya da
sınırlayan maddeler değiştirilecek.
Yabancı sermayenin yatırımları
güvence altına alınacak. Tekellerle
çıkan sorunlar ülkedeki mahkemeler
ve yasalar tarafından değil,
uluslararası
♦KREDİLER
PATRONLARIN
CEBİNE;
bellidir.
Yoksullaşma, yoksullaşma daha çok
yoksullaşma.
İşçi, memur yoksullaşıyor...
Köylünün ürünü ya elinde kalıyor,
ya para etmiyor, yoksullaşıyor...
Esnaf sattığının yerine yenisini
koyamıyor, her gün yüzlerce esnaf
kepenk kapatmak zorunda kalıyor...
İşsizlerin halini vahim kelimesi bile
anlatamıyor, bunalımlar, intiharlar
hızla yayılıyor... Çöpten ekmek
arayanlar hergeçen gün çoğalıyor...
Memleketin manzarasında
yoksullar tam bir sefalete doğru
sürükleniyor.
İMF kesenin ağzını henüz açmadı
ama bu dışarıdan hiç borç
alınmadığı anlamına gelmiyor.
Hükümet ÎMF ile ortak çalışan
Dünya Bankası'dan arada borçkredi almaya devam ediyor. Tabii
bunların halka hiçbir yararı yok.
Çünkü alınan bu borç ve krediler
daha çok patronları teşvik ve
destek için kullanılıyor.
Mesela, geçtiğimiz günlerde Dünya
Bankası, Eximbank'a 250 milyon
dolarlık kredi sağlıyor. Eximbank
Genel Müdürü'nün yaptığı
açıklamaya göre bu kredi, ihracat
sektöründe faaliyet gösteren
imalatçı firmaları desteklemek
amacıyla kullanılacak.
Yıl sonunda IMF de Türkiye'ye
borç vermeye karar verirse olacağı
yine daha önce olduğu gibi aynı
olacak. Alınan borçlar-krediler
doğrudan ya da dolaylı olarak yine
patronları ihya etmek için
kullanılacak. Faizleriyle birlikte
geri ödemesi de tabii bugüne kadar
olduğu gibi halkın sırtına yıkılacak.
♦ÖZELLEŞTİRMELERE
HIZ VERİLİYOR;
İMF her gelişinde, her borç
istendiğinde özelleştirmelerin biran
önce yapılmasını,
hızlandırılmasını
dayatır. Bu kez de öyle
oldu. Özelleştirmeler
zaten sürüyor. Ancak
IMF özellikle enerji,
telekominikasyon gibi
bazı önemli stratejik
alanlarda başarısz kalan
özelleştirmelerin hızla
gerçekleştirilmesini
istiyor. Hükümette
gerekli sözleri verip
kolları sıvadı.
♦ULUSLARASI
TAHKİM YASASI
ÇIKARILACAK;
TEKELLER
DAHA ÇOK
SÖMÜRECEK;
Amerikancı hükümet İMF'ye yıl
sonuna kadar uluslararası tahkim
VERGİ ALINACAK;
Hükümet patronların talepleri
doğrultunda vergi yasasında
değişiklikler yapacak. Yapılması
düşünülen ve hazırlıkları süren
değişikliklerin başında "Nereden
buldun" yasasının kaldırılması ya da
yumuşatılması, kurumlar vergisinin
düşürülmesi, emlak vergisinde
değişiklikler, Özel Tüketim
Vergisi'nin çıkarılması geliyor.
Amerikancı hükümet patronların
vergi yükünü hafifletirken devletin
vergi gelirlerinin azalmasını
engelleme, hatta arttırabilme
hesapları yapıyor. Bunun da tek
yolu elbette halktan daha çok vergi
almak. Zaten en çok vergiyi ödeyen
işçinin, memurun maaşındaki
vergi oranlarını daha da
yükseltmek biraz zor. Bunun
yerine dolaylı vergilerde, katma
değer vergisinde (KDV)
yapılacak değişikliklerle, özel
tüketim vergisi gibi yollarla
vergi gelirlerini artırma peşinde
koşuyor. Yani sonuçta yine
halkın cebinden, sofrasından
daha çok çalınıp çırpılacak.
♦UZUN LAFIN KISASI:
EKONOMİNİN
PATRONU İMF'DİR;
bir mahkeme (hakem) tarafından
çözüme kavuşturulacak. Yani
tekeller için ulusal anayasaların,
yasaların, ulusal mahkemelerin bir
önemi kalmıyor.
♦VERGİ YASASI
DEĞİŞTİRİLİYOR,
HALKTAN DAHA ÇOK
Hükümetler ise İMF'nin memurları
gibi çalışmaktadır. IMF, ABD
DEMEKTİR. ABD, devletin
ekonomisine de, siyasetine de
yön vermektedir. Ülkemiz ABD
başta olmak üzere emperyalizmin
yeni-sömürgesidir. Son aylardaki
gelişmelerin ortaya çıkardığı
tabloda görülmesi gereken en yalın
gerçek budur.*
İMF'DEN KURTULMAZSAK EMPERYALİZMDEN KURTULMAZSAK
AÇLIKTAN KURTULAMAYIZ, ONURLU YAŞAYAMAYIZ
AYAĞA KALKALIM;
IMF HÜKÜMETİNİN KARARLARINA DİRENELİM!
İŞİMİZE, AŞIMIZA, ONURUMUZA, VATANIMIZA
SAHİP ÇIKALIM!
heyeti 17.
kez
emeğimizi,
alınterimizi gaspederek,
geleceğimizi karartarak ayrıldı
ülkemizden. Tam 17. kez oligarşinin
hükümeti ülkemizi emperyalizme
peşkeş çekmek için İMF ile masaya
oturdu. 17. kez Anadolu halkı,
İMF'nin dayattığı kemer sıkma
politikalarına, acı reçetelere
mahkum edildi.
KİMDİR BU İMF? NE İSTER
BİZDEN? NE İŞİ VAR ÜLKEMİZDE?
İMF, yeni-sömürge ülkeleri
emperyalizme bağımlı kılan,
kurulduğu günden bugüne kadar
dayattığı ekonomik politikalarla,
halkları açlığa, yoksulluğa mahkum
eden, emperyalist bir kurumdur.
IMF Türkiye Masası Şefi Carlo
Cottarelli, "İMF ülkelerin
politikasını belirlemez.
Hükümetlerle görüşürüz,
uyguladıkları politikaları inceleriz.
Eğer uygun bulursak yardım ederiz."
diyor. (3 Temmuz 1999,
Cumhuriyet)
Yalan söylüyor! İMF "yardım"
kuruluşu değil, yeni-sömürgelerin
ekonomi politikalarını belirleyen,
yönetendir.
İMF, yardıma değil, sömürmeye
gelir.
Amerikancı hükümet de
kendisinden önceki tüm
hükümetler gibi ekonomi
programım İMF'nin istekleri
doğrultusunda hazırlamıştır. Çünkü
hükümet, emperyalizmin işbirlikçisi
TÜSİAD'çı patronların hükümetidir.
İMF İSTER,
ONLAR YERİNE
GETİRİR!
İMF ister, onlar zam yapar,
ekmeğimizi elimizden alırlar;
İMF ister, onlar emeklilik yaşını
yükseltir, mezarda emekliliği
dayatırlar;
İMF ister, onlar çalışanlara düşük
maaş verirler, emekçileri açlığa
mahkum ederler;
İMF ister, onlar özelleştirme
yaparlar, milyonlarca insanı işsiz,
aşsız, evsiz bırakırlar;
İMF ister, köylüyü, küçük
üreticiyi, esnafı ekemez, üretemez,
dükkanına mal koyamaz duruma
getirirler;
İMF ister, onlar devalüasyon
a halkın kıt-kanaat geçindiği
yapar,
cebindeki parasını pula çevirirler.
İMF hep ister, onlar da hep yerine
getirirler. Bu daha önce hep böyle
olmuştur, bundan sonra da öyle
yapacaklardır.
İMF, zamdır, zulümdür,
yoksulluktur;
İMF, özelleştirmedir, işsizliktir;
İMF, mezarda emekliliktir;
İMF, kazanılmış haklarımızın
gaspedilmesidir;
İMF, çocuklarımızın geleceğinin
ipotek altına alınması demektir;
İMF, sömürüdür, bağımlılıktır,
ulusal onursuzluktur.
IMF ABD'DİR!
ABD ne ister, biliyoruz.
ABD ülkeleri, halkları daha fazla
sömürmekten, daha fazla kendi
denetimi alana almaktan başka bir
şey istemez.
Bu amacına ulaşmakta onun en
büyük yardımcısı da bizim gibi
ülkelerdeki Amerikancı iktidarlardır.
Bu onursuzluk emperyalizmin
işbirlikçisi oligarşiye ve onun
hükümetlerine aittir. Çünkü onlar
birazcık borç alabilmek için
Amerika'ya kadar gidip İMF'ye
dilenenlerdir. Gelen İMF heyetleri
karşısında üç kuruş borç alabilmek
için el-pençe divan duranlardır.
Onlar, borç ala ala, ülkemizi
borçlarının faizlerini ödeyemeyecek
kadar bataklığa saplayanlardır.
Onlar, ülke ekonomisinin iplerini
IMF'ye ve emperyalizmin eline
teslim edenlerdir.
Hükümet, IMF'yi
meşrulaştırmaya, kanıksatmaya
çalışmaktadır. Oysa IMF, bütün
dünya halklarının gözünde teşhir
olmuş, gayn-meşru bir kurumdur.
Şimdiye kadar hiçbir ülkenin halkına
acı ve gözyaşından başka bir şey
getirmemiştir, getirmeyecektir de.
Bu teşhir olmuşluk artık
emperyalistleri bire rahatsız eder
hale gelmiştir. Öyle ki, İMF'nin
işlevini görecek başka bir kurum
oluşturmayı bile düşünmektedirler.
Örneğin, IMF politikalarının
belirlenmesinde en büyük paya
sahip ABD'nin eski Dışişleri Bakanı
Henry Kissinger şöyle diyor:
"IMF, politik kararsızlığı
arttırmaktan başka bir iş yapmıyor.
Olası tüm ağrıları durdurmak için
elinde bir tür ilaç bulunduran hekim
nasıl hastaya sıkı perhiz öneriyorsa,
IMF de üç aşağı beş yukarı aynı şeyi
yapıyor. İlacın yan etkilerini ve
bunların dramatik sonuçlarını
gözardı ediyor. Bu ülkelere adeta bir
kobay gözüyle bakıyor. İMF'nin tek
ilaçlı reçetesinin sonuçları genellikle
yaşam düzleminin hızla düşmesi,
işsizlik ve yoksulluk patlaması ve
kapitalist ekonomik rejimlerin bu
ülkelerde zayıflamasıdır." (25 Ocak
1999, Cumhuriyet)
Emperyalistlerin rahatsızlığı İMF
politikalarının sömürüyü
artırmasından değil, bu politikaların,
programların işsizlik ve yoksulluğu
"patlama yaratacak" düzeye
getirmesi, kapitalist rejimleri
zayıflatması, yani "devrimi
geliştirecek" sonuçlara yol açmasıdır.
Emperyalizmin temsilcileri
bunları söylerken ülkemizdeki
işbirlikçileri ise İMF'yi dost,
yardımsever göstermek için
ellerinden gelen herşeyi yapıyor,
İMF'ye karşı çıkanları eleştiriyor,
suçluyorlar. Ülkemizi IMF'ye ve
diğer emperyalist kurumlara muhtaç
gibi göstermeye çalışıyor.
Yalan!
IMF'YE MUHTAÇ DEĞİLİZ!
Tam tersine emperyalistler bize
muhtaçtır. Bizim gibi ülkeleri,
halkların emeğini, alınterini
sömürmeden ayakta duramazlar.
Bu sömürüden, bağımlılıktan
kurtulmanın tek yolu,
emperyalizmle ekonomik, askeri,
siyasi her türlü bağımlılık ilişkilerine
son verilmesidir.
Bunun için;
Ayağa kalkmak, birleştirmek,
mücadele etmek zorundayız.
İşimize, aşımıza, onurumuza,
geleceğimize sahip çıkıp mücadele
etmek zorundayız.
Emperyalizmi tüm kurum ve
kuruluşları ile ülkemizden kovana
kadar mücadele etmek zorundayız.
Bunu bizden başka, halktan başka
yapabilecek güç yoktur.
Ülkenin başbakanı hiç utanmadan,
"Halk bu isteklere karşı ayağa
kalkar. İlacın dozunu iyi
ayarlamalıyız."'diyebiliyor. (3
Temmuz 1999, Milliyet)
Demireller, Ecevitler, Yılmazlar,
Çillerler, Bahçeliler, Baykallar
Erbakanlar hepsi emperyalistlerin
işbirlikçileridir. Onlar adına
çalışmaktadırlar. Ordusu, polisi ile
devletin tüm kurumları
emperyalizmin hizmetindedir.
Zulme, sömürüye, bağımlılığa son
verecek olan BİZİZ.
BİZ, çalışan, üreten ve vatanı için
dövüşenleriz.
Bu vatan bizim, bu topraklar
bizim, bu yer, bu gök, madenler,
denizler, nehirler, ormanlar bizim.
Biz halkız, bu vatanın gerçek
sahipleriyiz.
Vatanımıza sahip çıkalım ve
ayağa kalkalım!
Sokakları, meydanları
dolduralım!
Emeğimiz, onurumuz ve
geleceğimiz için "İMF'NİN
YÖNETTİĞİ DEĞİL, BAĞIMSIZ
TÜRKİYE" sloganıyla taleplerimizi
haykırahm!..*
DOSTLARIMIZVE DÜŞMANLARIMIZ
Bizi açlığa ve yoksulluğa
mahkum etmek isteyenleri tanıyalım!
Kimden hesap soracağımızı bilelim!
Kim bizim dostumuz? Kim bizim düşmanımız? Bu soruyu gerekirse binlerce
defa soracak ve binlerce defa aynı cevapları vereceğiz.
Emperyalistler dostumuz değildir.
IMF dostumuz değildir.
Patronlar, para babaları bizim dostumuz değildir.
Hepsi de düşmanımızdır.
Bunların bizim dostlarımız, müttefiklerimiz olduğunu söyleyenler dünyanın
en aşağılık yalancılarıdır.
İşçiden, memurdan, köylüden, emekçiden başka bir dostumuz yoktur, yani
tek dostumuz gene bizizdir.
IMF'nin bugüne kadar dünyanın tek
bir ülkesini kalkındırdığı görülmüş müdür? Bırakın kalkınmayı, bu ülkelerin yararına tek bir iş yapmış mıdır? Bağımsız
bir sanayi mi kurmuştur? Emekçilerin
alınterlerinin karşılığının verilmesini mi
istemiştir?
Hadi dünyayı geçtik, ta 1950'lerden
beri ülkemize gelip gidiyor IMF heyetleri... Çok mu kalkındık?
Hayır, yoktur öyle bir şey. IMF de,
onun bir yan örgütü olduğu emperyalist
ABD de yalnızca halkı daha fazla sömürmek, daha fazla soygun yapmak, daha
fazla kanını emmek isterler. Tek düşünceleri budur.
Beşikteki bebeler bile bilir bu gerçe
ği...
Bu hükümet emperyalistlerin, para
babalarının hükümetidir; düşmanımızdır.
Bu uşak hükümet IMF'nin bize yardımcı olmak için geldiğine inandırmaya
çalışır.
Bu hükümetin bakanları IMF'nin
ufak bir memurunu bile devlet töreniyle
karşılar, önünde kuyruğa girerler.
Bu ülkede bakanlık yapan Yaşar Okuyan, açlık ve yoksulluk yasalarını,
IMF'yi, ülkemizin köleleştirilmesini
eleştirenlerle aklınca dalga geçer, "IMF
tu kaka ya..." der.
Bu hükümetin "IMF'nin isteklerini
yerine getirdik, şimdi bize 10-15 milyar
dolar kredi açacak" diye bir zil takıp oynamadığı kalmıştır.
Ve üstelik, bu hükümet, milli olduğu,
ulusal çıkarlarımızı savunduğu iddiasındadır.
HAYIR, MİLLİYETÇİ GEÇİNEN PARTİLERDEN HİÇBİRİ VATANSEVER DE-
ĞİLDİR. Tümü de vatan hainliği suçunu
işlemektedir. Bütün diğer yaptıkları bir
yana, ülkemiz sınırlarını emperyalistlere
ardına kadar açmaları bile bu suç için
yeterlidir. İşçiyi, memuru, her kesimden
çalışan emekçiyi aç bırakan bir hükümet
işçilerin, memurların hükümeti olamaz.
Artık zamsız tek bir gün geçmiyor. İğneden ipliğe, geçinmek, yaşamak için
ihtiyacımız olan her şey öyle bir hızla
pahalılaşıyor ki takip etmekte bile güç-
lük çekiyoruz.
Ama bizim ücretlerimiz yerinde sayıyor.
Kimin verdiği akıldır, kimin talimatıdır bu? IMF'nin talimatıdır. Ve üstelik,
böyle de devam edecek, en azından bir
iki yıl daha bu politikayı uygulayacağız
demeye getiriyorlar.
Biz açmışız, açıktaymışız, yokluktaymışız, düşündükleri yok...
Şu gelinen duruma bakın... Aldıkları
bütün diğer "tedbir"lerle; uluslararası
tahkimle, özelleştirmeye hız verilmesiyle, emeklilik yaşıyla, sosyal sigortalar düzenlemesiyle, bugüne kadar hiçbir hükümetin bu kadar hızla uygulamaya cesaret edemedikleri politikaları uyguluyorlar. Çünkü karar altına aldıkları şeyler
yenilir yutulur cinsten değil.
Bağımlılık ve uşaklık anlaşmaları,
tahkim kararlarıyla, nasıl bütün ulusal
onurumuzun ayaklar altına alınarak çiğnendiğini herkes görüyor.
Hem de kim bu kararları alanlar? İş
milliyetçiliğe gelince mangalda kül bırakmayan DSP ve MHE
BÖYLE BİR HÜKÜMET HALKIN HÜKÜMETİ OLABİLİR Mİ?
İşçinin, memurun, emekçinin hükümeti olabilir mi?
Milli bir hükümet olabilir mi?
Halkın hükümeti halkın menfaatlerini
korur, emperyalistlerin değil. Milli hükümet milli çıkarları gözetir, emperyalistlerin çıkarlarını değil.
Bu hükümet emperyalistlerin,
IMF'nin, ABD'nin hükümetidir...
Patronların, para babalarının hükümetidir...
Bizim düşmanımızdır.
Uşak hükümet emekçileri birbirine
düşman etmeyi başaramayacak
Ne diyor bu uşak hükümetin başbakanı Ecevit?
"Bugün Kızılay'ı trafiğe kapattıklarını öğrendim. Buna haklan yoktur. Bunun bir provokasyon olduğunu, bir tahrik olduğunu söylüyorum. Ben bu oyuna gelmem. Devletle işçiyi karşı karşıya
getirtmem. Ama böyle provokasyona
devam ederlerse işçiyle halkı karşı karşıya getirirler." (12 Temmuz 1999, televizyon haberleri)
Ne kadar tamdık geliyor değil mi?
Birkaç yıl öncesini düşünün:
Çiller başbakandır... işçiler gene hakları için sokaklardadır. Hemen her gün
yüzbinlerce emekçi, köleleştirmeye teslim olmayacağını haykırmaktadır. Ama
Çiller "tavizsiz" dir. Asla uzlaşmayacaktır... Tam da o günlerde "halkın parasını
işçiye yedirtmem" diye açıklama yapar.
Amaç, halkın diğer kesimleriyle işçileri birbirine düşman etmektir. Emekçi
halkın arasındaki birlik bağlarını zayıflatmaktır.
Güya eşitlikçidir. "Birine az verip
öbürüne çok vermek olmaz" der; herkese aynısını verecektir.
Bugün bu politikayı Ecevit ve Bahçeli'nin uşak hükümeti uyguluyor. Onlar
da emekçilerin arasına düşmanlık tohumlan ekmeye çalışıyorlar.
"Emekçilerin gösterileri halkı rahatsız ediyor"muş... "Devletle işçiyi karşı
karşıya getirtmez"miş... "Ama böyle giderse işçiyle halk karşı karşıya gelinmiş... Peki emekçiler halk değil mi?
Bu memlekette işçilerden, memurlardan, köylülerden, öğrencilerden, aydınlardan başka halk mı var ki? Ve bu kesimlerin hepsine de şiddetle saldırmıyor mu
zaten sizin devletiniz?
Ecevit'e, Bahçeli'ye, Yılmaz'a ve bu
uşak partilerin her birinin yöneticilerine
göre onlar halk değil. Peki halk kim? Onların halkı Sabancı, Koç, Eczacıbaşı, Alaton... Sermayedarlar, toprak ağaları, tefeciler... Emperyalistler, IMF heyetleri...
Yani efendileri. Onlar efendilerinin çıkarını koruyorlar.
Senin efendilerinle emekçiler zaten
karşı karşıya Ecevit. Bunu biliyorsundur
kuşkusuz. Ama engellemeye Çalıştığın
şey bu çatışmanın derinleşmesi. Giderek
daha fazla insanın bu köleliğe karşı çıkması, açlıklarının, yokluklarının gerçek
sorumlularının kim olduğunu görmesi
ve cepheden karşı durması.
İstersen feryat et, zehir zemberek
açıklamalar yap, polislerini halkın üzerine
sal, coplat, işkence yaptır, tutsak ettir...
Emekçilerin meydanlara çıkmasını,
yürümesini, öfkelerini giderek daha yüksek sesle ve daha büyük bir şiddetle göstermesini engelleyemeyeceksin. Sen içine sinderemesen de (!) bu böyle olacaktır, bilesin.
Sorumluluğu birbirlerinin üzerine
yıkmaya çalışıyorlar
Ama birbirlerinden eksikleri var fazlaları yoktur
Hiçbir burjuva partisi bu yükün altından tek başına kalkamaz. Böyle ağır bir
boyunduruk altına girmenin hesabını
kolaylıkla veremez.
Bu yüzden de, "işçilerimiz, memurlarımız tepkilerini gösterecekler elbette;
ama kanuni sınırlar içinde kalmalılar"
derler.
Aslında çok ilginç bir tablo bu. Hem
milyonlarca insanı köleleştirme anlaşmalarına bizzat imzanı atacaksın; hem
de "tepkilerini gösterecekler tabii" diyeceksin.
Amaçları bellidir. Emekçinin öfkesinin altında boğulmaktan korkuyorlar.
Tek başlarına sorumluluğu üstlenemiyor
hiçbirisi. Birbirlerinin üzerine atmaya
çalışıyorlar.
Ecevit, "vatan millet sakarya" edebiyatıyla vaziyeti idare etmeye çalışıyor.
Bahçeli en masum görünenleri, her
gittiği yerde timsah gözyaşları döküyor,
ikide bir sendika yöneticileriyle görüşüyor, halfan tepki gösterme hakkının
meşruluğundan söz ediyor.
O zaman kala kala bir ANAP kalıyor...
Yaşar Okuyan da ANAP'lı değil mi? Bütün bu yaşananlarda onun ve partisinin
sorumlu gösterilme tehlikesi var. Ama
bir burjuva partisi böyle yaşayamaz. Tek
başına bu sorumluluğu yüklenemez.
Yüklenmesi demek kendi yok oluşuna
imza atmak demektir.
Bu yüzden de Mesut Yılmaz "sorumluluğu diğer hükümet partileriyle paylaşmaktan" söz ediyor,
HAYIR! BU İŞİN SORUMLULUĞUNU
HEPSİ BİRDEN TAŞIYORLAR. Birbirle-
rinden ne eksikleri ne fazlaları vardır.
Bahçeli Ecevit'ten daha az suçlu değildir.
Diğerleri ANAP'tan daha az suçlu değildir. Bu vatana ihanet suçunu hep birlikte, bilerek ve isteyerek işlemişlerdir. Nasıl ayak oyunu, numara yaparlarsa yapsınlar bu durumu gizleyemezler. Kimseyi
kandıramazlar.
Her kime oy vermiş olursan ol... Açlık
ve yoksulluğu paylaşıyorsak birlikte
mücadele etmeliyiz!
Günlerdir gösteriler durmuyor. Durmayacak da. Artarak sürecek.
Çünkü getirdikleri açlık hepimize dayatılmıştır.
Yoksulluk hepimizin yoksulluğudur.
Ayaklar altına alınarak çiğnenen onur
hepimizin onurudur.
Onuru korumak için mücadele etmek
gerek. Direnmek gerek. Başka hiçbir yoldan bu para babalarının ve IMF'nin hükümetine geri adım attırmanın olanağı
yoktur. Olmadığı defalarca görülmüştür.
Ama direnmek devlet yanlısı sendikalarla olacak iş değildir.
Polisin, jandarmanın "dağılın" dediği
yerde sözünü iki ettirmeden dağılarak
olacak iş değildir.
"Biz kanunlara saygılıyız" diyerek,
medyatik eylemlerle şov yaparak olacak
iş hiç değildir.
Bunlar da defalarca görülmüştür.
BİRLEŞELİM!
İşçiler, memurlar, köylüler, bütün
emekçiler... Kölelik hepimizi etkiler. Açlık hepimizi etkiler. Yoksulluk hepimizi
etkiler. Onur hepimizin onurudur. Ancak birleşirsek bunları durdurabilir,
uşaklar hükümetine ve efendilerine geri
adım artırabiliriz.
Seçimlerde DSP'ye, MHP'ye, ANAP'a,
DYP'ye, FP'ye... bu düzenin partilerinden herhangi birine oy vermiş olabilirsin. Çaresizliğinden vermişsindir, bunu
da deneyelim bakalım diye vermişsindir,
belki bu kötünün iyisidir diye düşünerek
vermişsindir... Ama kötünün iyisi olmadığı bir kez daha açığa çıkmıştır. Bunların hepsi de aynı soydan gelmektedir.
Soysuzdurlar ve vatan hainidirler. Patronlarla birlikte vatanımıza ihanet etmişler, Amerika'ya ve IMF'ye satmışlardır.
Bunların topu birden düşmanlarımızdırlar...
Dostumuz ise, gene bizizdir.
Biz dediğimiz 70 milyondur.
Bugün geri adım atmayacağız diyorlar. Atacaklardır. Dünyanın hiçbir gücü
birleşmiş, ayağa kalkmış ve direnen
emekçilerin önünde duramaz.*
TÜRK-İŞ, DİSK, HAK-İŞ,
KESK YÖNETİCİLERİ...
İşçiler, memurlar, tüm halk tarihteki
en büyük saldırılarından biriyle karşı
karşıyalar.
Hepiniz hükümetin saldırılarına
karşı çıkıyor görünüyorsunuz.
Hepiniz mezarda emekliliğe karşı
olduğunuzu söylüyorsunuz.
Memurlara verilen yüzde 20'lik
zammı yetersiz buluyorsunuz..
İMF politikalarına, her gün gelen
zamlara karşı olduğunuzu
söylüyorsunuz.
Belki ilk defa hep birlikte bu kadar
karşı olduğunuz noktalarda
birleşiyorsunuz.
Hepiniz ayrı ayrı ama hemen
hemen aynı şeyleri söylüyor, saldırıya
sessiz kalmayacağınızı, sokağa
meydanlara ineceğinizi, mücadele
edeceğinizi tekrarlıyorsunuz.
Saldırılar onmilyonlarca insanın
ekmeğine, geleceğinedir. Halka
yoksulluk, kölece bir yaşam
dayatılmaktadır.
Sizler işçinin memurun sahip
olduğu en büyük demokratik
kurumların başında oturan
sendikacılar olarak büyük bir
sorumlulukla karşı karşıyasınız.
Geçmişte ne yapmış olursanız olun
bugün bu sorumluluğun gereğini
yerine getirecek misiniz? Milyonlarca
insanın önünde söylediklerinizi
yapacak mısınız? Yoksa daha öncekiler
gibi mücadelenin ivmesi
yükseldiğinde, iktidar köşeye sıkışmaya
başladığında eylemden kaçıp, iktidarla
uzlaşarak emekçileri, halkı satacak
YA EMEKÇİLERİN YANINDA YA DA
HÜKÜMETİN YANINDA
OLACAKSINIZ. TEPKİ GÖSTERMEK
İÇİN OYALANMAK, AĞIRDAN ALMAK
HÜKÜMETİN YANINDA OLMAKTIR...
İşçiler, memurlar sizli ya da sizsiz
bu mücadeleyi götürmek zorundalar
ve götüreceklerdir de. Eğer yüreğinizin
bir köşesinde bir parça vicdan diye bir
şey kaldıysa, onurun bir parçası
kaldıysa hiç değilse bu kez yarı yolda
bırakarak ihanet etmez bu onurlu
mücadele yer alırsınız. Aksi taktirde
milyonlarca emekçi hükümete,
emperyalizmin işbirlikçilerine
duyduğu öfkeden çok daha fazla bir
öfkeyle, lanetle anacaklardır sizi.
MÜCADELE ETMEYE
NİYETLİYSİNİZ;
Düzen partilerinden medet
ummaktan vazgeçmelisiniz;
Kendi aranızda, bitmek bilmeyen
toplantılar yapmaktan, haftalara
yayılan basit eylem kararları almaktan
vazgeçmelisiniz.
Öyle önümüzde aylarca vakit yok.
Boşa geçen hergün aleyhimize
çalışmaktadır.
HÜKÜMETİN DAYATMALARINA,
İMF POLİTİKALARINA BOYUN
EĞMEK ONURSUZLUKTUR. BU
ONURSUZLUĞU YAPMAYIN!
Hiç vakit kaybetmeden meydanlara,
alanlara inin. Üretimden gelen gücün
kullanılmasını, genel grevi örgütlemek
sizin hiç de o kadar zor değil.
İsterseniz iki günde bunu rahatlıkla
yaparsınız. Yeter ki isteyin.
OYLAMAYA DEVAM ETTİĞİNİZ,
İŞÇİYİ SATTIĞINIZ ANDA İSE BUNUN
HESABINI VERECEĞİNİZDEN DE
EMİN OLMALISINIZ...
Sadece tarihe verilecek bir hesap
olarak da kalmayacaktır bu.*
Sendikalar ve Yolsuzluklar
Sendikaların gündemi, ne işten atılmalar, ne özelleştirme, ne kriz bahanesi ile kuşa çevrilen Toplu İş Sözleşmeleri ne de kurulan hükümetin boyutlu saldırı programı...
Genel kurullardan yapılan basın
açıklamalarına kadar ifade edilen konu ağırlıklı olarak yolsuzluk ve talan
suçlamaları. En son olarak Belediye-İş
Genel Başkanı Efendi Güvercin'in Genel Denetleme kurulu raporları ile
belgelenen yolsuzluğu ve buna bağlı
olarak tutuklanması tartışmaları boyutlandırdı.
Aynı günlerde yapılan DİSK Lastikİş genel kurulunda da muhalefet ağırlıklı olarak yolsuzluklara değindi. Genel kurulun en hareketli tartışması temel sorunlar olan örgütlenme, işten
atılmalar, özelleştirmeler vb. üzerinde
değil, yolsuzluk iddiaları üzerinde sürdü. Sendika genel kurulu değil, sanki
TBMM dedirtecek bir manzara hakimdi. Yine bir yolsuzluk haberi de
DİSK'e bağlı Oleyis sendikasından geldi. Gerçi Oleyis'teki yolsuzluk haberleri yeni değildi. Yaklaşık iki yıldır bu
sendika yolsuzluklarla anılır hal almıştı.
Önceki yıllarda ise Türk-İş'e bağlı
Demiryol-İş Sendikası Başkanı Enver
Toçoğlu'nun yolsuzlukları, Şemsi Denizer'in Jaguar düşkünlüğü, Bayram
Meral'in oğlunun borsada milyarları
kaybetmesi, Nazım Tur'un tersane satın alması gibi birçok örnek unutulmuş değil.
Yağma ve talanda yöntemler düzeni
aratmıyor..
Belediye-İş Genel Başkanı Efendi
Güvercin'in belgelenen yolsuzluktan,naylon faturadan zimmetine para geçirmeye, bilindik yöntemleri içeriyor.
Bu yolsuzluğun ilginç yanlarından biri
de sendikanın mali işlerden sorumlu
Yönetim kurulu Üyesi Mahmut Hamitoğulları'nın da yolsuzluğa karışmış
olması.
Bu yolsuzluğun ilginç bir yanı da
ortaya çıkış biçimi ve zamanlaması.
Sendikacı beyler aylarca görev yapıyorlar ses yok, seda yok... Ne zamanki
enel Kurul yaklaşıyor, o zaman sesler e
kokular çıkmaya başlıyor. Aylarca
kılını bile kıpırdatmayanlar yasal zorunlulukları yerine getirmek için Denetleme Kurullarını göreve çağırıyorlar. Her şey formalitelerin yerine getirmesinden ibaret çoğunlukla da denetim görevi yapacak Kurulun görevlileri hazır evraklara imza işlerine bakarlar. Çünkü büyük oranda sendika
patronları, uzman adı altında bu tür
pislikleri önleyecek dalkavukları beslerler. "Minareyi çalan kılığını da hazırlar" misali tedbirlidirler. Bunun için
sendikalarda göreve gelen yönetimler
ilk iş olarak bir önceki yönetimin uzman kadrolarını tasfiye edip yerine
kendi kadrolarını göreve getirirler.
Tıpkı düzen partilerinin iktidara gelmelerinin ardından KİT'lerdeki kadrolaşma girişimleri sendika patronlarında da görülür.
Bugün devrimci-demokrat sendikacıların yönetimde olduğu birkaç küçük sendika dışında işleyiş budur.
Peki Yolsuzluklar
Nasıl Açığa Çıkıyor?
Bugüne kadar düzenin kurumlarında açığa çıkan yolsuzlukların ortaya
çıkışında bilindiği gibi belirleyici yan
çıkar çatışmaları oldu. Denetlemekle
yükümlü herhangi bir kurumun "şurada denetleme yaptık, şu yolsuzluğu
açığa çıkardık" demesine pek rastlanmamıştır. Ya da düzen partilerini düşünelim, yolsuzluk söylenti ve iddialarını en fazla hangi dönemlerde gündeme getirirler?
Sendikalarda da durum yolsuzluk
yöntemlerinden ortaya çıkış biçimine
kadar aynı.
Sendikalarda Denetleme Kurullarının ortaya çıkardığı yolsuzluk yok gibidir. Adı Denetleme Kuruludur... Sendika yönetimi ile birlikte seçilirler. Seçim günü adı demetleme kuruludur.
Seçim bitti mi, sendika patronlarının
emrinde "Onaylama kurulu"na dönüşürler. Farklı davranmaları da beklenmez. Temel sorunların tartışılmadığı,
bu noktada çözümlerin gündeme getirilmediği, yolsuzlukların yegane seçim kozu olduğu genel kurullarda delege sağlıklı seçim yapamaz. Çünkü
kirlenme, yolsuzluk, sahtekarlık ağı
delege seçimlerinin en alt birimi olan
işyerlerine kadar uzanmıştır. İşçiler
örgütlenmelerine yabancılaştırılmış,
adeta sokaktaki vatandaşın düzen
partileriyle ilişkilerine dönüşmüştür.
Amaçları işçilerin çıkarları değil, kendi
yaşamlarını garanti altına almak olmuştur. İşçiler artık sendikalara da
düzen partilerine bakar gibi bakmaktadırlar. "Kim olursa olsun ne far eder"
"sendika olsa ne olur olmasa ne yazar"
anlayışı halcim kılınmış, örgütüne yabancılaştırılan işçiler beraberinde bu
sendikal anlayışı kanıksamışlarda.
Genel kurullarda arena bu sendikacı
tiplerine terk edilmiştir. Böyle olunca
da tartışılan sendikanın paralarının
hesabı oluyor. Doğal olarak tüm uzmanlıkları bu noktada yoğunlaşan
sendika patronları amaçlarına ulaşmak için birbirlerinin kirli çamaşırlarını ortaya döküyorlar. Tıpkı hizmet
ettikleri düzenin kurallarıyla... Buna
da katlanacaklar çünkü bu düzenlerinin bir cilvesi(!) Hepsinin aynı anda
doyması, tatmin olması mümkün değil (!)
Yolsuzluklar Karşısında Ne Yapmalıyız?
Öncelikli görev kuşkusuz teşhirdir.
Ancak teşhir tek başına yetmez. Biri
gider, yerini mutlak bir başkası alır.
Hem de gideni aratmayacak düzeyde... Gerçek anlamda bir kuşatma söz
konusu. Temel olan ise sendikaların
şirket zihniyetinden kurtarılması birer
işçi örgütüne dönüştürülmesi, işçilerle buluşturulmasıdır. Bunun için tabanın söz ve karar sahibi olduğu örgütlenmeleri yönetmek, işyerinden sendikaya uzanan mücadele hattı örmek
zorundayız. Sorunlarımız yalnızca
sendikalara çöreklenmişlerle değil.
Ülkenin her karışında yağmalanan, talan edilen bizim emeğimiz ve alınterimizdir.*
tespitine katılmadığını söylüyor, iyi
niyetinden şüphe duymadığı
Ecevit'in aslında başka bir şey demek
istemiş olabileceğini söyleyerek
Ecevit'i aklamaya çalışıyor, hemen
peşinden ama sizde biliyorsunuz
büyük mitinglerde provokosyan
yapmak isteyenler falan diyerek
aslında Ecevit'in söylediğinden farklı
bir şey söylemiyor. "Demokratik
sınırlar içinde", "yasal çerçevede",
"kimseyi rahatsız etmeden..."'ben
sendikacılık hayatım boyunca hep
Sorun bunlarla sınırlı kalmamak
meşruluğumuzdan aldığımız güçle
yapabileceğimiz her türlü eylemi,
gösteriyi yapmaktır.
Halkın bizim eylemlerimizden
rahatsız olması sözkonusu değildir.
Çünkü saldırılar sadece işçiye değil,
tüm halk kesimlerinedir.
Eylemlerimiz sadece kendimiz için
değil, tüm halkın çıkarları içindir.
Eylemlerimizden rahatsız olan
Ecevit, Rıdvan Budak gibilerdir yani
bize saldıranlar, haklarımızı gasp
edenlerdir. İstedikleri kendilerini
rahatsız etmeyecek eylemlerin
yapılmamasıdır. O halde haklarımızı
korumak, gasp ettiklerini geri almak
için onları rahatsız eden, en çok
rahatsız edecek eylemleri yapmaktan
başka çaremiz yoktur.
Bu kadar pervasızca saldırılar
karşısında, bu kadar yoksulluk ve
sefalete itilmek karşısında işçinin,
memurun, halkın gösteri, yürüyüş,
direniş, üretimden gelen gücünü
kullanmak, her türlü mücadelesi
meşrudur. Yaşamak kadar hakkıdır.
İşte bu meşruluğumuz, bu hakkımız
ve haklılığımızla hareket etmeliyiz.
Bir yandan daha geniş kitleler olarak
örgütlenirken öte yandan her
günümüzü, her saatimizi eyleme
dönüştürmenin yollarını bulmalı ve
yapmalıyız.
Sabah işi başlamadan önce, öğle
paydoslarımızda, işten çıkışlarımızda
gösterilerimizi süreklileştirebiliriz.
Belli meydanlarda, alanlarda hergün
işçi, memur destek verebilecek tüm
buna dikkat ettim diyerek
sendikacıları, işçileri de kendisi gibi
uzlaşmacı davranmaya, esasında da
teslim olmaya çağırıyor.
İşte bu nokta, bu provokasyon
edebiyatı karşısında alacağımız
tutum çok önemlidir. Saldırıları
püskürtüp püskürtemeyeceğimizi,
kazanıp kazanamayacağımızı
belirleyecek olan bu tutumuz
olacaktır. Yani Ecevit'in provokasyon
ilan ettiği işleri yapacak mıyız, yoksa
onun dediği gibi kimseyi rahatsız
etmeden yasal mitinglerle mi
yetineceğiz?
Şundan kimsenin şüphesi olmasın
ki, Ecevit'in Rıdvan Budak'ın dediği
gibi kimseyi rahatsız etmeden,
onların gösterdiği yerde haftada ya da
15 günde bir yapılacak izinli
mitinglerle bu saldırıların hiçbirini
geri püskürtenleyiz. Böyle bir tavrı
öpüp başlarına koyarlar. Elbette yasal
mitingler de yapılmalıdır.
halk kesimleriyle ortak
yapabileceğimiz gösteriler
düzenleyebiliriz. Bu yönde attığımız
ama henüz oldukça yetersiz belli
adımlarımız vardır, bunları daha da
geliştirebilmeli, kitleselleştirmeli ve
süreklileştirmeliyiz.
Örgütsüzlüğümüzün getirdiği tüm
dezavantajlara rağmen bir GENEL
GREVE yönelmenin koşullan vardır.
Sendikalarımızı, eğilimi, niteliği ne
olursa olsun eyleme, mücadeleye ve
genel grev için adım atmaya
zorlamalıyız. Ama tüm esip
gürlemelerine rağmen
konfederasyon yönetimlerine,
sendika yönetimlerine de
umudumuzu bağlamamalı, onlara
güvenerek hareket etmemeliyiz.
Ecevit, kendi ağzıyla söylemektedir.
Sosyal Güvenlik Yasa Tasarısı ile ilgili
olarak yaptıkları son görüşmede
sendikacılar tabandan gelecek
baskıyı göğüsleyemeyiz
SOKAKLARA,
MEYDANLARA İNELİM,
GENEL GREVE
YÜRÜYELİM...
Amerikancı hükümet "Sosyal
Güvenlik Reform Yasası"
aldatmacasıyla kazanılmış tüm
haklarımızı gaspederken, peşpeşe
yaptığı zamlarla bizi, tüm halkı
yoksulluk ve sefalet girdabına
sürüklüyor.
Sadece bugünümüzü değil,
yarınımızı, tüm geleceğimizi, hatta
çocuklarımızın geleceğini yakından
ilgilendiren bu saldırılar karşısında
sessiz kalmamız düşünülemez.
Hükümet geri adım atmamakta
kararlı olduğunu söylüyor. Elbette
sonuna kadar direnmeye çalışacaktır.
Patronlarına söz vermiştir, İMF'ye
söz vermiştir.
Ancak hiçbir hükümet, hiçbir
iktidar direnen, mücadele eden bir
halkın karşısında uzun süre duramaz.
Amerikancı iktidara geri adım
artırabilmemiz, saldırıları
püskürtebilmemiz mümkündür.
Ama bunun için daha büyük
kitleselliğe ulaşabilmemiz,
tepkilerimizi çok daha kararlı ve
anlayabilecekleri dilden ortaya
koyabilmemiz gerekir.
Kitlesel hareket edebilmemiz, en
geniş birlikleri oluşturabilmemiz
önemli.
Onun kadar önemli olan bir şey
daha, bu kitleselliğimizi, bu
gücümüzü nasıl kullanacağımızdır.
Ecevit, "Tepki göstermekte haklılar
ama kimseyi rahatsız etmemeliler,
yasalar çerçevesinde demokratik
haklarını kullanmalıdırlar" diyor,
emekçilerin Kızılay'daki gösterisini
provokasyon olarak niteliyor.
İnsanları açlığa mahkum etmek,
haklarını gasp etmek provokasyon
olmuyor ama buna karşı bir basın
açıklaması yapmak, bir gösteri
yapmak izinsiz diye, trafiği
engelliyor diye provokasyon ilan
ediliyor.
MGK sendikacılığından Ecevit'in
partisine terfi eden işbirlikçi Rıdvan
Budak da önce "provokasyon"
demişler, Ecevit de o zaman biz
göğüsleriz demiştir. Yani bizlerden
çekinmeseler hükümetle
uzlaşacaklar, işçiyi orada
satacaklardı. Bu noktada uyanık
olmak, bizi satışa getirmelerine izin
vermemek durumundayız.
Bakın Türk-İş'inden, DİSK'ine,
Hak-İş'ine kadar hepsi esip gürlüyor.
Meydanlara ineriz, şöyle yaparız
böyle yaparız diyorlar. Hatta genel
grevden bahsediyorlar ama hiçbiri
doğru dürüst eylem kararı da
almıyor. Hem bir şeyler yapıyor
görünmek, hem de meseleyi zamana
yayarak tansiyonun düşmesini
sağlama çabası içindeler. Memur
sendikalarının da aslında durum çok
da farklı değil. Mücadeleden kaçan,
bize sahip çıkmayan, oyalamaya
çalışan sendika yönetimlerini,
sendikacıları teşhir etmeli, kaçacak
delik bırakmamalıyız. Söylediklerine
değil, ne yaptıklarına, ne yapmaya
çalıştıklarına bakmalıyız. Ama
herşeyden önce kendi gücümüzdür
önemli olan, kendi gücümüze
güvenmeliyiz.
DEVRİMCİ-DEMOKRAT
İŞÇİLER, SENDİKACILAR;
Çok daha geniş kitleleri
örgütlemek, mücadeleye, eyleme
yöneltmek görevi öncelikle sizlerin
omuzlarındadır. Bu kadar meşru bir
mücadelede, dayatılan kölelik,
yoksulluk karşısında devrimci,
demokrat işçiler sıradan bir eylem
katılımcısı olarak hareket
etmemeliler, kendilerini çok daha
fazla ortaya koyabilmeli, tüm
güçleriyle mücadelenin önünde yer
almalıdırlar.
Farklı sendikalarda örgütlenmiş
olmak, farklı siyasal eğilimler,
düşünceler bir kenara bırakılmalıdır.
Öncelikle önemli olan
kitleselliğimizle, taleplerimizi ifade
eden sloganlarımızla gücümüzü
ortaya koyabilmektir. Sendikalısendikasız, örgütlü-örgütsüz, devlet
ya da özel sektör de çalışan tüm
işçilerin, memurların, halkın çok
çeşitli kesimlerinin birleşebileceği,
birlikte hareket edebileceği ortak bir
payda herzamankinden çok
mevcuttur.
Ortak paydamız, haklarımızın
gasp edilmesidir.
Ortak paydamız, sefalet
ücretleridir;
Ortak paydamız, peşpeşe yağan
zamlar, yoksullaşmamızdır;
Ortak paydamız, ülkemizin
tekellere peşkeş çekilmesine karşı
çıkmaktır;
Ortak paydamız, vatanımıza,
geleceğimize sahip çıkmaktır.
Ortak paydamız, İMF'ye,
emperyalizme karşı olmaktır.
Ortak paydamız, İMF'NİN
YÖNETTİĞİ DEĞİL, BAĞIMSIZ
TÜRKİYE için mücadele etmektir.
Örgütlenelim, mücadele edelim ve
kazanalım.*
ULUSAL ONUR
"Ateşi ve ihaneti gördük.
Ve kanlı bankerler pazarında
Memleketi Alaman'a satanlar, yan
gelip ölülerin üzerinde yatanlar
Düştüler can kaygusuna
Ve kurtarmak için başlarını
halkların gazabınKaranlığa karışarak basıp gittiler.
Yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet, En
azılı düvelle dövüşüyordu fakat,
dövüşüyordu, köle olmamak için
iki kat;
iki kat soyulmamak için"(l) Anadolu
paylaşılmış, işgal altındadır. Dört bir
yandan kuşatılmıştır. Halkın önünde
iki yol vardır; ya teslim olacak ya da
bağımsızlığı için savaşacaktır...
Tercih nettir. Anadolu halkları Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle;
Alevisiyle, Sünnisiyle emperyalistlerin
vatan topraklarını işgaline karşı savaştı.
Açtı, açıktı, yoksuldu, yaralıydı
halk; üstelik bir taraftan da ihaneti
görmüş yaşamıştı; ama ne olursa olsun kendi vatanında tutsak olmayı asla
kabul etmemişti. Bu yüzden ulusal
onurunu gavurun çizmesi altında çiğnetmedi. Kölece yaşamaktansa binlerle, onbinlerle ölmeyi göze aldı, yedi
düvele karşı savaşa tutuştu. Çünkü
ulusal onuruna sahip çıkma vatanın
özgürlüğü için savaşmak demekti. Ve
halklar ulusal onurlarını korudukları
ölçüde özgürdü. İşte Sütçü İmamlar,
Şahin Beyler, Karayılanlar, Yörük Ali
Efeler, Kara Fatmalar hep bu inançla
savaşa tutuştular. Onur için, namus
için, Anadolu'nun kurtuluşu için silaha sarıldılar. Kanları canları pahasına
savaştılar.
Belki çok şey bilmiyorlardı, belki
cahil, belki korkak, belki de kendi hallerindeydiler. Daha yedisinde olanlar
da vardı, yetmişinde olanlar da. "Korkak, cesur, cahil, hakim ve çocuktular"
ama sonuna kadar onurlu ve namusluydular. Biliyorlardı ki, onurlu ve namuslu olmak vatanın kurtuluşu için
savaşmakta anlamını bulurdu. Savaştılar... Vatanları için gavura meydan
okudular. Kimi silahına davrandı, kimi savaşı yönetti, kimi cepheye mermi taşıdı. Esaret altında yaşamaktansa, ulusal onurunu gavur çizmesi altında çiğnetmektense savaşarak ölmeyi tercih ettiler.
İşte Sütçü İmam... Kırkbeş yaşlarında kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan, kendi halinde biridir. Fransız askerlerinin Maraş'a girdiğinin
ikinci gününde dükkanında her zamanki gibi işiyle gücüyle uğraşırken
dışarıdan gelen gürültü üzerine dükkanından çıkar. Fransız askerlerinin
Uzunoluk hamamından çıkan kadınlara saldırdığını, sarkıntılık yaptığını
görünce hemen silahına davranarak
onuru ve namusu için tetiğe basar. Ve
kurtuluşun ilk kıvılcımını çakar. O artık kendi halinde bir ihtiyar değil,
onuru ve namusu için savaşan bir
kahramandır. İşte Karayılan... Antep
halkı işgale karşı savaşıp, oluk oluk kanı
akarken o korkularıyla başbaşa, bir
"Tarla Sıçanı" gibi yaşamaktadır. Ne
zamanki "Ak taş ardında karayılanı
bulan ölümü" görür, işte o zaman ilk
kez düşünür ve "ibret" alır. Ve; "Nerede düşman varsa orda bitirek, Vurun
ha yiğitler namus günüdür..." diyerek
gavura karşı savaşa girer. Ya da Şahin
Bey...
Anadolu işgal edildiğinde tereddütsüz savaşa koşmuş Antep savunmasının kurmaylığını yapmıştır.
O Anteplilere söz vermiştir. Düşman ölüsünü çiğnemeden Antep'e giremeyecektir.
Nitekim öyle olur. Elmalı köprüsünde süngülenerek katledilirken sözünü yerine getirmenin huzuru vardır
yüzünde. Son sözü yine vatandır...
Anadolu halkları böylesi sayısız yiğitlik, kahramanlık örneği gösterdi,
sayısız kahramanlar yetiştirdi. Anadolu Kurtuluş savaşı emperyalizme karşı
verilen ve zaferle sonuçlanan ilk kurtuluş savaşı oldu. Bu yanıyla Anadolu
halkları onurlu bir tarihin sahibidirler.
Halkımız onuruna, namusuna, bağımsızlığına düşkündür. Vatanın emperyalistler tarafından işgal edilmesine, emperyalizmin çizmesi altında
çiğnenmesine kendi ülkesinde esir
edilmesine asla tahammül edemez.
Kurtuluş Savaşı'nda da sadece işgale
karşı tavır alınmakla da kalınmamış,
manda gibi getirilen tüm bağımlılık
yöntemlerine karşı Anadolu halkları
her zaman için bir öfke ve tepki taşımıştır. Bu Anadolu halklarında ortak
bir kültürel şekillenmedir. Ki biz buna
"Gavura Alerji" diyoruz. Halkların tarih içerisinde oluşmuş, şekillenmiş
çeşitli kültürel değerleri, ruhsal şekillenmeleri vardır. Ulusal değerler de
bunlardan biridir. Nitekim ulusal değerleri ve bunlara sahip çıkmayı bu
gerçeklik etrafında ele almak gerekir.
Gavura alerji ise en özlü haliyle emperyalistlerin vatanımızın işgaline
karşı bilinçlerde şekillenmiş olan öfke,
tepkidir. Gerek emperyalizm gerekse
de oligarşi bu gerçekliğin farkındadır
ve çok çeşitli politikaları hayata geçirirken halktaki gavura karşı olan kültürel şekillenmeye de dikkat etmektedir. Ayrıca çeşitli demagojilerle de bu
özelliği kendi çıkarları doğrultusunda
kullanmaya çalışmaktadır. Nitekim
açık işgalde istediğini elde edemeyen
emperyalizm sömürü politikalarından hiçbir zaman vazgeçmemiş, yeni
biçimlerde, yeni kılıklarda sömürücülüğüne ve kan emiciliğine devam etmiştir. Oligarşi ise "milliyetçilik" söylemlerine sıkıca sarılarak uşaklığını
gizlemeye çalışmıştır.
"Küçük Amerika"
Yaratma Sevdası...
Anadolu halklarını tankıyla topuyla
teslim alamayan emperyalizm bu kez
1945'lerden itibaren daha sinsice yöntemlerle geldi. Emperyalizmin önünde Kurtuluş Savaşı'nda çıkarılan dersler vardı. Biliyorlardı ki açık işgaller
yoğun tepkilere yol açıyor, kurtuluş
savaşlarına dönüşüyordu. O zaman
hem sömürülerini sürdürecek hem de
kendilerini gizleyecek bir yönteme ihtiyaçları vardı. Bu yeni yöntemle emperyalizm, işbirlikçileri aracılığıyla vatanımıza girmiş, ekonomiden orduya
kadar her şeyi kendine bağımlı hale
getirmiş, yeni taktiklerle, ince hesaplarla, yaptığı anlaşmalar, verdiği kredilerle, kendi yoz kültürüyle Anadolu'yu gizlice işgal etmiştir. Belki gönderlerde ABD bayrakları yoktur, halen
"İstiklal Marşı" da çalınmaktadır ama
her şeyin altında "Made in USA" mührü vardır.
"Eli kolu zincirlere vurulmuş Vatan
çırılçıplak yere serilmiş Oturmuş
göğsüne teksaslı çavuş Beyler bu
vatana nasıl kıydınız" (2) ABD'nin,
"Teksaslı çavuşlarının bir dediği iki
edilmedi. Uşaklıkta hiçbir sınır, ölçü
tanınmadı. Hatta efendilerini bile
şaşırttıkları oldu. Kısa süre içerisinde
tüm yeraltı
ve
yerüstü
zenginliklerimiz emperyalizme peşkeş
çekildi. Ülkenin her tarafı Amerikan
üsleri ile doldu. Çok değil daha 15-20
yıl önce Anadolu'dan kovulan, denize
dökülen emperyalistler bu kez özel törenlerle karşılanmaya başlandı;
ABD'li katiller için genelevler boandı.
Dünyanın ta öteki ucuna; Kore'ye binlerce asker emperyalizmin çıkarları
için gönderildi. ABD üslerinden kalkan uçaklardan Ortadoğu halklarına
ölüm yağdırıldı. Halkın kültürü, değerleri bir bir tahrip edilmeye, her şeyiyle "küçük bir amerika" yaratılmaya
çalışıldı. Anadolu halklarının kanı, canı
pahasına koruduğu ulusal onuru bir
avuç işbirlikçi tarafından ayaklar
altına alındı, ABD postalları altında
çiğnendi. Egemenler için bu durum
da çokça şaşırtıcı değildir. Çünkü onlar için ulusal onur da paradır, kardır,
ödenektir. Ve bunun için satamayacakları hiçbir şey yoktur. Yeni-sömürgecilik ilişkilerinin ülkemize ilk giriş
dönemini yaşayan Nazım Hikmet işbirlikçiliği, ihanetçiliği şahsında somutlayan Adnan Menderes'e seslenirken, egemenlerin ulusal düşkünlüklerini de gözler önüne serer:
"Bir adınız var, Adnan Bey, adınıza
benzeyen Dilimiz kuruyor, dilimizi
konuştuğunuz için
Bitten, açlıktan, sıtmadan betersiYüz Türkiye olsa elinizden gelse
yeryüzünü de zincire vurur
yüz kere satarsınız" (3)
Tabi ki ulusal onursuzluk Adnan
Menderes'le başlayıp Adnan Menderes'le bitmiyordu. Zaman geçtikçe
ABD'ye uşaklık edecek, ülkeyi "yüz kere" daha satmak isteyen çekirdekten
yetme yenileri yetişti. Adnan Menderes'in yerine Morrison Süleymanlar,
Amerika'dan da Amerikancı Özallar,
CIA'nin "Bizim Çocuklar" dediği Evrenler, ABD vatandaşı Çillerler aldı.
Hepsi de ulusal onursuzlukta birbirleriyle yarıştılar. Efendilerinin karşısında el pençe divan durdular. Yüzlerine
tükürüldüğünde yağmur yağıyor dediler. Kimisi ABD Başkanının kendisine telefonda ismi ile hitap etmesiyle
öğündü, kimisi de ABD başkanının
elini tutup gözlerinin içine bakmasıyla... hepsi de emperyalist efendilerinin bir parmak işareti ile esas duruşa
geçtiler, olmadık şaklabanlıklarda bulundular. Egemenlerin tarihi bu yarıyla
ulusal onurun ayaklar altına alınmasının tarihidir.
ULUSAL ONURA SAHİP ÇIKMAK
Oligarşi ulusal onursuzluğunu gizlemek için milliyetçilik söylemlerine,
vatan-millet edebiyatına sıkça sarılırken, devrimcilere de saldırmaktan da
geri durmamıştır. Bu amaçla ilericiler,
devrimciler "dış güçlerin", "karanlık
odakların" uzantısı olarak gösterilmek
istenmiştir. Her dönem için yaratılan
bir yabancı düşmanlığı bu "yabancı
düşmanların" ülke içerisindeki "uzantıları" mutlaka bulunmuştur. Bu kimi
zaman "Moskof düşmanlığı", kimi zaman da Yunan, Ermeni düşmanlığı olmuştur. Olsa ülkeyi emperyalistlere
peşkeş çekenler de, uşaklık yapanlar
da onlardır. Fakat hu tür demagojilerle
hem kendi niteliklerini gizlemek istemişler hem de devrimcileri karalamayı amaçlamışlardır. Aynı zamanda
da ulusal duygular kullanılarak yoksulluğu, sefaletin nedeni "dış düşmanlar" olarak gösterilerek, bunun
üzerinden halk düzene yedeklenmeye
çalışılmıştır. Fakat oligarşi ulusal
onursuzluğun bayraktarlığını yaparken; vatanseverliği, yurtseverliği emperyalizme karşı savaşan devrimciler
temsil ettiler.
Anadolu halkları emperyalizme
karşı devrimcilerle birlikte oldular.
Emperyalistleri 1920'lerde ülkeden
kovan Anadolu halkları 60'lı yıllardan
itibaren emperyalizme karşı işçisiyle,
köylüsüyle, genciyle mücadele verdi.
Gün olmuş Anadolu köylüsü tütün fiyatları için, afyon ekimine konan kotalar için emperyalizme karşı ayağa
kalkmış; gün olmuş işçiler emperyalist tekellere karşı... 6. Filoya, Esmeraldalara karşı anti-emperyalizm bayrağını yükseltmiş, Amerikan askerleri
ülkemizde istedikleri gibi ellerini kollarını sallayarak dolaşamamışlardır.
Bu yıllarda anti-emperyalist mücadeleye önderlik eden, ulusal onura sahip
çıkan Dev-Gençliler olmuş; emperyalizme karşı sayısız eylem örgütlenmiş;
işçisiyle, köylüsüyle Dev-Genç bütün
halkın emperyalizme karşı olan öfkesinin taşıyıcısı olmuştur. O dönemde
yayınladıkları bir bültende Dev-Gençliler emekçi halka şöyle sesleniyorlardı: "Kardeşler, amansız bir savaşa girdik! Bağımsızlık, ölüm-kalım, namus
kavgası bu. Ya bu topraklar üzerinde
kendimizi savunur Amerika ve ortaklarına sömürtmeden insan gibi yaşayacağız, yada öleceğiz. Bu kavga Amerika ile ortaklık etmeyen herkesin hepimizin kavgasıdır!..." (4)
Bu yanıyla egemenlerin tüm onursuzluklarına, namussuzluklarına rağmen emperyalistler ülkemizde istedikleri gibi at oynatamamışlardır.
Çünkü her fırsatta karşılarında Anadolu halklarının gavura karşı bitmeyen öfkesini, sönmeyen kurtuluş
umudunu bulmuşlardır. Süreç bu yanıyla görkemli direnişlere, eylemlere
tanık olmuştur. Bugün çok önemli bir
dönemden geçiyoruz. Emperyalizm
halkın boğazına geçirdiği ipi her geçen
gün biraz daha sıkıyor, bağımlılık
halkalarına her gün yeni halkalar ekliyor. Ülkemizi istediği gibi kullanacağı
bir çiftlik haline getirmek istiyor. Ülkemizin genel tablosuna bakarsak bunu çok daha iyi anlayabiliriz. Ekonomi
her şeyiyle IMF'nin hazırladığı reçetelerle yönetiliyor. Memur maaşlarındaki artış, hatta emeklilik yaşını bile IMF belirliyor. Hükümetleri emperyalistler kuruyor, yeri geldiğinde cuntalar örgütleniyor. Her türlü politika
emperyalist merkezlerde üretiliyor.
Üsler oligarşinin bile haberi olmadan
kullanılıyor, emperyalizm nereye isterse oraya asker çıkarılıyor. Son olarak emperyalizmin Yugoslavya'ya yönelik müdahalesinde oligarşinin
uşaklığını bir kez daha gördük. Operasyona Türkiye'nin uşakları da katıldı. Askerler gönderildi. O da yetmedi
Çorlu, Balıkesir, Bandırma üsleri emperyalistlerin isteği üzerine hizmete
açıldı. Tüm bunlar Yugoslavya halklarını katletmek için yapıldı ve karşılık
olarak ABD Başkanı Clinton'dan bir
"aferin" alındı. Oligarşi, emperyalizmin çıkarları için halka karşı her türlü
baskı ve katliam politikalarını uygularken bir taraftan da sömürü çarkını
sürdürebilmek için halkın kültürünü
bozma, tarihsel-toplumsal, ruhsal şekillenmelerini yok etmek istemiştir.
Çünkü kültürü tahrip edilmiş,değer
sizleştirilmiş, tarihine yabancılaştırılmış bir halkı yönetmek daha kolaydır.
Bunun için halkın gavura olan tepkisini, ulusal onuruna olan düşkünlüğünü yumuşatmak, içini boşaltmak,
kendine zarar vermez bir noktaya getirmek ister. O yüzden de her türden
çarpıtmaya başvurur. Nitekim bunda
yer yer başarılı da olmuştur. Oligarşinin bu noktada neler yaptığına ne tür
yöntemlere başvurduğuna öncelikle
bir bakalım. Her şeyden önce milliyetçilik söylemleri egemenlerin dilinden
hiç düşmez olmuştur. Bir taraftan emperyalizmin söylediklerine harfiyen
uyulurken diğer taraftan da milliyetçilik, yurtseverlik kimseye bırakılmamıştır. Lafı ağzına alan "Milli Menfaatlerden" bahsetmiş, "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" denmiş ama
pratikte emperyalizmin menfaatleri
her şeyin üzerinde tutulmuş, egemenlik ise kayıtsız şartsız emperyalizmin
olmuştur. Bunun yanında diğer taraftan da emperyalizme sürekli övgüler
yağdırıldı. Onların ne kadar "dost" ve
"müttefik" olduklarının propagandası
yapıldı. Emperyalizmin yoz kültürü
ise yaşamın her alanına yayıldı. Bu
kültüre özenen, onlar gibi olmak isteyen insanlar yetiştirilmek istendi.
Okuldan TV'lere kadar hep bunun
propagandası yapıldı. Bilinç çarpıklıkları yaratılarak halkın kendi öz kültüründen uzaklaştırılması amaçlandı.
Emperyalizm yoz kültürü konuşmadan giyim-kuşama hatta dükkan ve
mağaza tabelalarına kadar her şeyde
kendini gösterdi. Bireyci, tüketici kültürün reklamı yapıldı. Öyle ki emperyalistlere üslerin açılmasına ticaret
canlanacak diye sevinenler de oldu.
ABD donanması Antalya'ya gelecek
alış veriş artacak diyen de... Oligarşi
yürüttüğü yalan ve demagojilerle hem
halkın tepkilerini nötralize etmek
hem de kendi politikaları doğrultusunda yönlendirmek istedi. Emperyalizmin son Yugoslavya müdahalesinde
de aynı durumla karşılaşmak söz konusu. Senaryo açıktır; sözüm ona
ABD Kosova'ya yardın için Yugoslavya'ya müdahale etmiş, Türkiye de
Müslüman Arnavutlar için seferber
olmuştur. Oysa bu koca bir yalandır.
Türkiye efendisinin Balkanlardaki politikaları doğrultusunda bir katliama
ortaklık etmiştir. Fakat yalanlarla, demagojilerle bu gizlenmeye çalışılmış,
halklara karşı suçun üstü örtülmek istenmiştir. Dün Kore'de, Körfez savaşında da aynı yalan ve demagojilerle
emperyalizmin haydutluğunu, kendilerinin ise uşaklığını meşrulaştırmaya
çalışmışlardı. Emperyalizmin yoz kültürü halkın çeşitli kesimleri üzerinde
etkili olurken özellikle de gençlik üzerinde daha fazla etkili olmuştur. Bu
yarıyla gençlik açsından baktığımızda
ortaya ciddi dejenerasyonlar, çarpıklıklar çıkmaktadır. Son dönemde gazetelerin yaptığı bir ankette çıkan sonuçlarda da gençlerin çoğunun
ABD'de yaşamalarını istemeleri bu
noktada düşündürücüdür. Anketin
abartması, çarpıtması bir yana emperyalizmin yoz kültürü gençliği
ciddi
boyutlarda etkisi altına almış, emperyalist ülkelerin yaşantısına sürekli
özenti duyulmuştur. Bu yüzden düşüncede, davranışta, kültürde halka
bir yabancılaşma söz konusudur.
Devrimciler Olaylara
Nasıl Bakarlar
Bugün emperyalizme karşı tavır
alan, onunla uzlaşmayan, bağımsızlık
için mücadele eden devrimciler, yurtseverliğin de, ulusal onurun da gerçek
temsilcileridir. Emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı savaşmadan, bağımsızlık savunulmadan, zulme ve sömürüye karşı olunmadan, ulusal onura
sahip çıkılamaz, devrimci yurtsever
olunamaz. Zaten vatana ve halkın yarattığı değerlere sahip çıkılmadan,
ulusal değerler sahiplenilmeden devrime ulaşmak mümkün değildir. Bu
yanıyla kendi ulusal değerlerimize sahip çıkmak onları her koşulda savunmak vazgeçilmez bir sorumluluktur.
Gerek ulusal değerlerin sahiplenilmesi gerekse ulusal onura sahip çıkılması
konusunda solda bugüne kadar çok
çeşitli çarpık anlayışlar getirilmiştir.
Öyle ki, ulusal değerlere sahip çıkmak
gericilikle eşdeğer tutulmuştur. Neredeyse ulusal değerler yok sayılmış, bu
değerler adeta faşistlere bırakılmıştır.
Faşistler ise bu kavramları demagojik
tarzda sürekli olarak kullanmışlardır.
Özellikle son dönemde başta Kürt
Milliyetçi hareket olmak üzeri izlenen
yanlış politikalar sonucu MHP'nin anti emperyalist sloganları ulusal söylemleri fazlasıyla kullanabileceği bir
ortam yaratılmıştır. Kendine yurtseverim diyenler "Viva İtalya" diye slogan
atarlarken, işbirlikçi faşistler "Kahrolsun Emperyalizm" diyerek halkın bu
yöndeki duygularıyla oynamıştır. Kürt
Milliyetçilerinin izlediği yanlış politikalar sonuçta halkın gavura olan tepkisini hortlatmış, oligarşinin yıllardır
sürdürdüğü "dış mihraklar, dış güçler"
demagojilerine uygun zeminler hazırlamıştır.
Bugün bir taraftan oligarşi tarafından çarpıtılan, kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirilmek istenen halkın gavura olan tepkisini yerli yerine
oturtmak; diğer taraftan son dönemde alt üst edilen kavramlara gerçek
anlamlarını vermek devrimcilerin görevidir.
Halkın yarattığı değerlere sahip çıkılmadan ulusal onur temsil edilemez. Halklar kültürleriyle, ulusal kimlikleriyle, yarattığı değerleriyle vardır.
Anadolu halkları ulusal onuruna sahip çıkmada, zulme karşı dik durmada bugüne kadar zengin bir tarih yaratmıştır. Baba Ishaklar, Bedreddinler,
Sütçü İmamlar, Şahin Beyler, Denizler, Mahirler bu onurlu tarihin yaratıcıları olmuşlardır. Bugün oligarşi çeşitli noktalarda halkın gavura alerjisi-
ni yer yer çarpıtmış, hatta kendi politikaları doğrultusunda kullanabilmiştir. Fakat Anadolu halklarının onur.
namus bilinci, gavura olan öfkesi üzeri
karartılamayacak, yok edilemeyecek
kadar güçlüdür. Asıl sorun halka gidip
halkı
örgütlemektedir.
Bugün
emperyalizmin onca çirkefliğine, haydutluğuna karşın ona denk düşen tavırlar görülmüyorsa, burada asıl belirleyici olan, üzerinde önemle durmamız gereken halkın örgütsüzlüğüdür.
Doğru politikalarla halka gidildiğinde,
örgütlenmeler yaratıldığında halkın
emperyalizme karşı taşıdığı öfkeyi
açığa çıkarmak, aynı zamanda oligarşinin çarpıtmalarını önlemek çok da
zor olmayacaktır. Bugün Anadolu topraklarında devrimcilerin önderliğinde
ikinci kurtuluş savaşı veriliyor. Emperyalizmi ülkemizden kovup halkın
iktidarını kurmak için can veriliyor,
kan dökülüyor. Anadolu halklarının
tarihi zenginliği içerisinde kurtuluş
için savaşılıyor.
(1) N. Hikmet, Kuvayi Milliye Des
tanı
(2) N. Hikmet, Son Şiirler
(3) N. Hikmet, Son Şiirler
(4) FKF Bülteni Bağımsız Türkiye
"BİR TÜRLÜ
ÖLMEYİ
BECEREMEDİK"
DEDİ BERDAN...
Ölüm çoğu insan için
ürkütücüdür. Soğuktur.
Düşünmesi bile ürpertici;
bilinemez, tarif edilemez bir
korkudur.
Ama, '96'nm Temmuz'unda
ölüme yatan onlarca tutsak
karşısında ölümü böyle soğuk,
böyle korkutucu, böyle ürkütücü
bir şey gibi düşünmüyordu.
Bu dakika dakika gelen ölümü
dışarıdan izleyenler için de
farklıydı her şey...
Ölümlerin olmasını
istemeyen, üzülen, hatta hücre
hücre eriyen bedenler karşısında
belki ağlayanlar çok oldu. Ama
hiç kimsenin gözüne ölüm
herhalde bu kadar onurlu, bu
kadar erişilemeyecek yücelikte
de görünmemişti.
Çünkü gün be gün ölüme
koşan o bedenlerin kalbinde
halkın vicdanı atıyordu.
Halkımızın vicdanında adalet,
eşitlik, haklıdan, doğrudan,
dürüstten yana olmak vardı.
Zulme, zalime karşı olmak vardı.
'96 Ölüm Orucunu yaratan işte
halkımızın bu erdemleriydi.
Ölüm orucu savaşçıları bu
değerlerin temsilcileri olarak
girdiler ölüm koşusuna.
Çünkü onlar bu halkın
evlatlarıydılar.
Çünkü onlar bu halkın
öncüsüydüler.
Çünkü onlar ölüme meydan
okuyacak kadar cüretli, uğruna
ölebilecek kadar vatan ve halk
sevgisiyle doluydular.
Çünkü onlar devrimciydiler.
"Yemo'yu dışarıdan tanıyan
kadın tutsak;
-Nasılsın Yemo, diye sordu.
Yemo'nun yüzü her zamanki
gibi gülümsüyordu. Gözleri ise
parıl parıl...
-Ben iyiyim. Bize birşey
olmaz; en fazla şehit düşeriz,
dedi."
Kolay değildi böylesine bir
ölüme gönüllü olmak. Kuşkusuz,
hepimiz bir gün ölecekti; ama
ya böyle bilerek, isteyerek
ölüme yatmak, ölüm için
yarışmak? Kim bunu
yapabilirdi? Herkes yaşamak
istemez miydi? bu nasıl bir güç,
nasıl bir iradeydi?
"Damlalığa su çekti....
Berdan'ın ağzına yanaştırdı.
Birkaç damla akıttı. Berdan
ağzına damlayan suyu diliyle
kuruyan dudaklarında gezdirdi.
Ardından yutması için birkaç
damla daha.
-Bu defa çok rahat aldın
Berdan, diyerek sevincini
paylaşmak istedi Berdan'la.
Berdan bakışıyla karşılık
verdi. Bu arada yanına gelen,
onu seyreden Mustafa Gök'e;
-Bir türlü ölmeyi
beceremedik, dedi."
“HER ŞEY
HALKIMIZ İÇİN"
DEDİ ÖLÜM
ORUCU
SAVAŞÇILARI..
İnsanı insan yapan değerler
için "geri", "onlar eskidendi",
"kendinden başka kimseye,
babana bile güvenmeyeceksin"
diyordu düzen. "Herşey
kendin için"di Arkadaşın,
dostun, kardeşin, sevdiklerin
için, onur, namus, vatan için,
halk için değil ölmek, en
sıradan bir bedeli
ödemek bile modası
geçmiş şeylerdi. Saf, nayi
insanların işiydi. İnsan açıkgöz
olmalı, kendi çıkarlarını
korumasını bilmeliydi. Dünyaya
bir kez
gelinirdi. iyi
değerlendirmek, iyi
yaşamaya çalışmak
gerekirdi. Düzen
bunları söylerken,
Ölüm Orucu savaşçıları
ölümle alay ederek
ölüme gidiyorlardı...
"Hemşireydi Nursel.
Berdan'ı ziyaret
ettiklerinde, sağlık
durumunu anlamak için
sorular sormuştu.
-Ağzından gelen kanın rengi
açık mı, koyu mu, deyince
Berdan duraklamıştı. Sonra
gülerek; -Dönüşümlü, diye
cevap vermişti.
Espriye gülerken Berdan izin
istemişti. Başını kovaya
çevirirken, eliyle işaret etmişti.
Onların yanında kusmak
istememiş, çıkana kadar
tutmuştu kendini."
Devrimcilik ne kadar
güzel bir şey, ne kadar
onurlu bir şeydi ki
ölümle yüz yüzeyken
bile kendisinden önce
başkalarını
düşündürtebiliyordu:
"Bugün gözle görülür bir
biçimde kötüleşmişti İlginç.
Yine de o haline rağmen
kusacağı zaman tuvalete
koşturuyordu. Yatağının
altında duran leğene kusmak,
yoldaşlarını rahatsız etmek
istemiyordu."
"Halbuki sağlıkçı
rahatsızlıklarını daha ayrıntılı
öğrenmek için gelmişti yanına.
... ama ilginç bu konuda hiçbir
şey söylememeye niyetliydi.
Olsa olsa ona sağlık
konusunda yardımcı oluyor,
bilgilerini aktarıyordu. -Siz
öteki yoldaşlarla ilgilenin. Ben
durumumu biliyor, ona göre
davranıyorum diyordu."
"DÜŞMAN
KAVRAMINI
UNUTMUŞLAR
MI?" DİYE
SORDU
İLGİNÇ...
Uğruna ölünebilecek birşey
kalmadı denilen bir zamanda
ölümü eylem yapmak, ölüme
gönüllü olma gücü, cüreti nasıl
ve ne için gösterilebilirdi?
Eylemin asıl gücü, sarsıcılığı,
düşmanı korkutan, panikleten
yanı tam da burası, bu
sorgulamanın milyonların
beyninde yapılmasıydı.
Çünkü, ölüme bedenlerini
yatıran devrimciler bunu sırf
SORUYORDU
HASAN
HÜSEYİN...
Halk sevgisi, vatan sevgisi,
yoldaş sevgisi soyut bir kavram
değildir devrimciler için.
Ölümüne sahiplenilecek
değerlerdir. Teslim olmak bu
değerlerden taviz vermek
demektir.
Teslim olmak yoktu onların
sözlüğünde... İster
hapishanelerde olsun, isterse
de dışarısı... Vatan her yerde
savunulacak, halka her yerde
sahip çıkılacaktı. Devrimciliği
böyle öğrenmiş, böyle bilmişti
onlar.
"Asla teslim olmadık"
yazıyordu İlginç günlüğüne.
Gültepe'de bir başka yoldaşı ise
yüzlerce polisle kuşatılmış bir
evde aynı şeyleri haykırıyordu
düşmanın yüzüne:
kendileri için, hapishanelerde
biraz daha rahat yaşam
koşulları sağlamak için
yapmamışlardı.
Kahramanlık ve ihanet..
Çıkarsız, hesapsız kendini
feda ve bencillik...
İnanç ve inançsızlık...
Şeref ve şerefsizlik...
Ahlak, namus ve
namussuzluk...
Adalet ve adaletsizlik
Onur ve teslimiyet...
Bunlar acımasızca
çatışıyordu.
Taarruza geçmiş, ölümüne
bir savaşın içine girmişlerdi. Bu
savaşın bir yanında devrimciler
ve halk, öbür yanında düzen ve
devlet vardı.
Devrimciler kazanmak için
çıkmışlardı yola. ölmek var
teslim olmak yoktu.
"İlginç gazetede okuduğu bir
habere öyle sinirlenmişti ki,
hemen günlüğünü açtı.
'14 Temmuz 1994
Bugün gazetelerde birçok
demokratik kuruluşun, ikinci
ekiplerin de başlamasıyla daha
da gelişen ölüm Orucu
eylemimizi bırakmamızı
istediklerini okuduk.
Çağrı'da M. Ağar
genelgelerinin kaldırılmasıyla
olumlu adımlar atıldığı, E
tipleri için de yeni
düzenlemelerin yapılacağı, bu
nedenle gereksiz yere
ölmememiz gerektiği
söyleniyordu.
(...) Ama sadece gazete
okuyan, TV izleyen biri bile
Şevket Kazan'ın M. Ağar'dan
farklı hiçbir şey yapmadığını,
devrimci tutsaklara aynı
sözlerle saldırdığını görebilir.
... Tüm halka yönelik saldırılar
sürüyor. ... Hiçbir faşist devlet
analarımızın direnişini, bir
halkın direnişini yok edecek
güce sahip değildir ve bu
direniş düşmana her zaman
geri adım attıracaktır.
(...) Devletin çalışan iki
kurumu. Biri yolsuzluklar ve
milletvekili pazarlıkları, kısaca
ceplerini dolduran
mekanizmalar, ikincisi de,
baskı, şiddet, işkence üreten
kurumları. Başka hiçbir
kurumu çalışmıyor artık. ...
Bunları görmemek için büyük
bir siyasi körlük, iktidar
hedefinden uzaklaşmak gerekir
ancak.
Bizim direnişimiz bu
saldırının önüne set olacaktır
diye defalarca söyledik. Bunu
anlamak bu kadar mı güç? Bu
çağrıyı kabul etmemiz
teslimiyet anlamına geldiğine
göre, teslim olduğumuzda
bütün halka yönelik
saldırıların artacağını görmek
için ne yapmak gerekiyor?
Düşman kavramını unutmuşlar
mı?
Biz bugüne kadar asla teslim
olmadık ve olmayacağız.
Düşman bedeller istiyorsa; ki
istiyor, bu bedelleri vermeye
hazır olarak direnişe girdik.
Biliyoruz ki, kazanan sadece
biz değil, tüm bir halk olacak."
"SIRA BİZE
GELMEDİ Mİ?"
DİYE
"Emine tüm gücüyle bağırdı;
-KORKAKLAR... HADİ
GELİN... GELİN DE ALIN...
DEVRİMCİLER ÖLÜR AMA
TESLİM OLMAZ... BU VATAN
SİZİN DEĞİL... GELİN DE
ALIN..."
"Daha 23 gün önce bir başka
eylemin coşkusunu,
heyecanının yaşamışlardı.
Adalet son konuşmasında 'Sibel
gibi Çatışacağız' demişti.
Sözünü tutmuş, sokak sokak
çatışmıştı... Eylem bölgesini
terk etmek üzerindeydiler ki
silah seslerini duymuş, geri
dönmüşlerdi. Geri
döndüklerinde Adalet'in
karşısına çıkan bir ekip otosuna
ateş açtığını görmüşler, onlar
da durup ateş etmişlerdi."
Çok daha sonra Adalet'in
orada şehit düştüğünü
anlamışlardı. Emine'de
yaralanmış, ama yarasının
tümüyle iyileşmemesi bile onun
yeni bir eyleme katılmasına
engel olamamıştı.
Ölüm çok küçülmüştü şimdi.
Ölmek, onur olmuştu, namus
olmuştu, Adalet, vatan, halk
olmuştu. Yüzler, binler ölüm
Orucu'ndaki devrimcilere
imrenerek bakıyordu şimdi.
Mümkün olsa kimbilir kaç kişi yer
değiştirmek isterdi onlarla?
Emine yanında şehit düşen
diğer yoldaşları, Hasan, Ali,
Gülüzar belki hiç
görmemişlerdi İlginç'i, belki
ölüm orucuna yatan diğerlerini
de hiç görmemişlerdi. Ama
onlar için ölmeyi göze almış ve
şehit düşmüşlerdi.
Devrimcilerden başka kim
yapabilir böyle bir şeyi?
Böylesine bir sevgiye, böylesine
bir bağlılığa başka kim sahip
olabilir?
"Hasan Hüseyin durup
dinlenmeden düşünüyor, kafa
yoruyor, yeni yeni önerilerle
geliyordu. Önerilerinin
hepsinde de tutsak olan
yoldaşlarının, dört duvar
arasında, düşmanın elinde
ölümle pençeleşmelerini
sindirememe vardı. Her
önerinin ardına 'onları
öldürtmeyeceğiz' diye
ekliyordu. Sabırsızlığı öyle bir
noktaya gelmişti ki, eylem
talimatının gelmemesine
içerlemiş, 'Acaba bize görev
verilmeyecek mi' diye
düşünmeye başlamıştı.... Tam
57 gün boyunca her fırsatta
sormuştu komutanına.
-Ne zaman vuracağız? Sıra
bize gelmedi mi?"
"ZAFERİMİZİN
DÜŞMANIN
BEYNİNDE
PATLAYAN BİR
MERMİ
OLACAĞINI
BİLİYORUM"
DİYORDU
İDİL...
stanbul'dan, Gültepe'den
çok daha uzak bir yerde bir
başka devrimci, İdil'in
elindeki kalemden şu
sözcükler diziliyordu kağıda:
"Ölüm Orucuna yatmaya
karar verdiğimde Sibelleri,
Adaletleri düşündüm. Onlar
gibi düşmana bir mermi
sıkamayacağım. Ama
zaferimizin düşmanın
beyninde patlayan bir mermi
olacağını biliyorum. Cop
darbeleri altında yerlerde
sürüklenen ama tutsak
evlatlarını mücadelesinin
yanından hiç ayrılmayan yaşlı
analarımızın, emekçi
halkımızın ve partimizin bize
duyduğu güveni boşa
çıkarmayacağız."
Boşa çıkarmadılar. Mermi
oldular, bomba oldular, düşmanın
beyninde patladılar. Halkımızın
onuru, gururu oldular. Direnişleri,
şehitlikleri öyle görkemliydi ki,
düşmanın tüm demagojilerini
ezip, birbirleriyle yarışarak,
milyonların beyninden,
yüreğinden geçerek koştular
ölümsüzlüğe. DÜNYAYI
SARSTILAR... Sokaklar,
meydanlar bu sarsıntıyla dolu
hala.
Onlar onurumuz, gururumuz,
elimizde zafer bayrağımız
olarak her direnişte, her
barikatta dalgalanmaya devam
ediyorlar.*
İ
Ölüm Oruçları Düzenle Devrimin Çatıştığı,
Devrimci İradenin Üstün Geldiği Eylemlerdir
D
evrimler
tarihini
karşı
devrimle her an, her
düzeyde ölümüne çatışanlar
yazıyor. Ve öyle ölümler
yaşanıyor ki, devrim ile
karşı
devrim
bütün
silahlarını
kuşanarak amansız, göğüs göğüse,
açık bir çarpışmaya giriyor. İşte bu
dönemlerde
devrim
adına
ne
söylenmiş, ne yapılmışsa hepsi birden
savaşın yalın pratiğinde sınavdan geçiyor. Böyle dönemlerden ancak
ölümleri göze alarak çıkabilenler
halkların umudu ve devrimin öncüleri
olarak tarihe geçmeye hak kazanıyorlar. Çünkü, ancak bu şekilde devrimci irade düzenin iradesini parçalıyor ve devrimin meşruluğunu halka
mal ediyor. Tıpkı '84 ve '96 Ölüm
Oruçlarında olduğu gibi... '84 ve '96
Ölüm Oruçları düzenle devrimin çatıştığı, devrimci iradenin üstün geldiği
eylemler olarak tarihe geçti. Düzenin
iradesi neyi temsil ediyordu, devrimin
iradesi hangi değerleri bağrında taşıyordu? Galip gelen hangisiydi?
Düzenin iradesi; değersizleşmeyi,
üç kağıtçılığı, pisliği, çürümüşlüğü,
mafyacılığı övüyor; bencilliği, yozlaşmayı körüklüyor, devrimci irade ise
halkın değerlerini, geleneklerini, insani erdemleri ölümler pahasına savunuyordu. Çünkü bunlar olmadan sosyalizmin temsilcisi olunamayacağını
biliyorlardı. Halkın umudu, halkın geleceği oldukları bilinciyle katliamları,
saldırıları, infazları, kayıpları, haksızlığı, zulmü, zorbalığı, gayrı meşruluğu
temsil edenlerin karşısında bedenlerini silah yaptılar. Bu bilinç ve irade ile
öne atılan '84 ve '96 Ölüm Oruçları şehitlerinin kişiliklerinde yeni insan,
sosyalist insan tipi somutlanıyordu.
Bu kişilikler, burjuvazinin "uğrunda
ölünecek ideolojiler yoktur" demagojisine karşı uğrunda ölünecek değerlerin, ideolojilerin olduğunu gösteriyor
ve pratikte bunu kanıtlıyorlardı. Burjuvazinin yaymaya çalıştığı inançsızlığı
Ölüm Oruçlarıyla yıkıyor, devrimi
halkın kafasında somutluyorlardı.
Düşman halkları teslim almak için
saldırıyor, devrimciler halklara yönelik saldırıları geri püskürtmek için bedenlerini ölüme yatırıyorlardı. Düşman teslim almaya, onursuzlaştırmaya çalışıyor, devrimciler direniyor,
onurlarını koruyorlardı. İnançlarına, düşüncelerine, davalarına ihanet
etmeyeceklerini ölüme yatarak gösteriyorlardı. Ördükleri barikatlarla mevzilerini güçlendiriyorlardı. İrade Savaşı Yeni Mevziler Kazandırıyor
Tabi ki göğüs göğüse çarpışma anına birden bire gelinmedi. O aşamaya
gelene kadar düşman cephesine ve
devrimci cephede adım adım gelişen
bir süreç yaşanıyordu. Bir yanda düzen, devrimci tutsakları teslim almanın koşullarını yaratıyor, diğer yanda
devrimci tutsaklar bu koşullara teslim
olmayacaklarının mesajlarım veriyorlardı. Her bir mesaj inanç ve kararlılık
taşıyordu. '80'li yıllar devrimciler dahil
halkın teslim alınmaya çalışıldığı
yıllardı. Cunta 45 milyon halkı teslim
almak için saldırıyor; gözaltılar, işkenceler, katliamlar, kayıplar, sürgünler,
tutuklamalar aralıksız devam ediyordu. Onbinlerce devimci, demokrat,
yurtsever hapishanelere dolduruluyordu. Dışarıda sessizlik ve korku yayılıyordu. Yaprağın kımıldamadığı bu
yıllarda hapishanelerdeki devrimci
tutsakların tavrı büyük önem taşıyordu. Çünkü hapishanelerden çakılacak
bir kıvılcım, yaratılacak direniş gelenekleri halkı kucaklayan, karanlığı
parçalayan bir işleve sahipti. Bunun
için İstanbul hapishanelerinde faşizmin her tür saldırısına karşı direnmenin, teslim olmamanın tarihi yaratılıyordu. Fiili direnişler açlık grevlerini,
açlık grevleri fiili direnişleri izliyordu.
Düşman devrimci iradeyi dize getirmeye ve kendi mevzilerini güçlendirmeye çalışıyor; devrimci irade ise düşmanın saldırısını boşa çıkarmaya ve
mevzileri düşmana bırakmamaya çalışıyordu. Faşizmin iradesi en son
noktada tek tıp elbise saldırısında
odaklaşıyordu. Faşizmin tek tıp elbise
dayatmasının karşısına devrimci tutsaklar Ölüm Orucu eylemiyle çıkarak
barikatlarını güçlendiriyordu. Faşizmin iradesi devrimci iradenin barikatlarına çarpıyor ve geri dönüyordu.
Ölümüne mevzi kazanma savaşında
devrimci tutsaklar kazanıyor ve geleceğe güçlü bir miras bırakıyordu. Düşman yıllar boyu devrimci tutsakların
direnişiyle yarattıkları bu mirasın rahatsızlığını duydu. '96'lara gelindiğinde onurla taşınan devrimci mirası lekelemek ve kaybettiği mevziyi yeniden kazanmak istiyordu. Onun için
saldırı sinyalleri vermeye başlıyordu.
Yani '84'te olduğu gibi tarihsel bir döneme giriliyordu. Devrimciler başta
olmak üzere katliamlara yönelik bu
saldırıları püskürtmenin tek yolu direnmek, savaşmak ve kazanmaktı. Bu
bilinçle devrimci irade '84'te olduğu
gibi '96'da da düzenin iradesiyle çarpışmaya giriyordu. Direnişin 45. gününde düşman geri adım atmayacağının, mevzi kazanmak istediğinin mesajlarını veriyordu. Devrimci tutsaklar, saldırıları boşa çıkarmanın, düzenin mevzi kazanma savaşını engellemenin tek yolunun Ölüm Orucu gibi
düşmanla cepheden yürütülecek bir
irade savaşıyla mümkün olacağını biliyorlardı. Düzen devrim çatışması ve
mevzi kazanma savaşı en üst noktaya
sıçratılıyor ve taarruz eylemi başlatılıyordu. İki İradenin Açık Savaşı Başlıyor
Düşman gücünü yalan, demagoji
ve saldırılardan alıyor. Devrimci tutsaklar ise inançlarından, iradelerinden, halktan ve şahitlerinden alıyor-
du. "67. gün 18 Haziran Pazartesi saat
19.00 Radyo, ana haber bülteninde İstanbul'da üc tutuklunun açlık grevi
sonucu öldüğünü açıkladı. Sıkıyönetim bildirisinde doktorların tüm uyarılarına rağmen tedavi kabul etmedikleri, af istedikleri, ölüm cezasının kaldırılmasını istedikleri, siyasi tutukluluk hakkının verilmesini istediklerini
söyledi. Taleplerimiz çarpıtılıyor. Biz
af istemedik. Burjuvaziden af istemeyi
alçaklık sayarız. İdam cezasının kaldırılması da talebimiz değil. Burjuvazinin bu yalan ve demagojisini yanıtsız
bırakmıyoruz. Ortak imzalı dilekçemizle gerçeği, zerrece kızarmayacağını bildiğimiz suratlarına çarpıyoruz."
(Direniş Ölüm Yaşam 1 syf.45)
"'Gizli gizli yiyorlar, ölmezler, ölemezler' diyordu düşman. Önce 21
Temmuz'da direnişin 63. gününde Aygün'ün şehitliğiyle sarsıldı zulüm,
sendelemişti. Ama pervasızlığını sürdürdü. Çok değil iki gün sonra Berdan
ve İlginç'le iki kurşun daha sıkıldı.
Ölüm Orucu eylemi düşmanı sarsmaya, halkı derinden etkilemeye devam
ediyordu." (Kurtuluş 18 Temmuz 1999
sayı:90) "Hadi bakalım 'yiyorlar' desin
Kazan... Hepsinin hesabını tek tek verecek
- Biz de bir an önce ipi göğüslemeliyiz. Düşmana kan kusturmalıyız.
- Adına yakıştı artık Ölüm Orucu.
- Önünüz açıldı yoldaşlar." (Direniş
Ölüm Yaşam 2 syf.449)
"'Haydi hazırlan, hastaneye gideceksin!'
'Gitmiyorum!'
İnsan bedenine yönelen acımasız
bir emir.
'Alın bunu'
Ranza demirine yapıştı. Bütün direncini iradesinde topladı. Üzerine
saldırıp O'nu bir anda kuş gibi havaya
kaldıran askerle mücadele etti. Erimiş, incecik ellerine yapıştılar, söktüler ranzanın demirlerinden. Yana düşürüp, ellerinden, bacaklarından sürükleyerek hücresinden çıkarıp götürdüler. Ama ne olursa olsun, yoldaşlarını son kez sesini duymasından mahrum bırakmayacak, bu görevini de yerine getirecek.
'Hoşçakalın, mücadelenizde başarılar dilerim, biz kazanacağız!...'" (Direniş Ölüm Yaşam 1 syf.108-109)
"(...)
Direnişçiler hergün suyun içine attıkları altı adet kesmeşekeri bugünden başlayarak bırakıyorlar. Artık altı
kesme şekerli kantlı günler bir anı olarak geride kalıyorlar. Açlığın tehlikeli
bir viraja girdiği, yönünü iyice ölüme
çevirdiği 35. günü, zulmün yalanlarına demirbaş malzeme seçtiği, kamuoyuna karşı 'açlığın direnme kaynağı'
diye lanse ettiği şekeri, yalaların ortasına bir dinamit gibi fırlatıyor.
(...)
... Zulüm, elinden şekeri alınmış
şaşkın bir çocuk gibi, ne yaptığını bil-
mez bir halde bağırmaya, çağırmaya
başlıyor. Çünkü açlığın bitişini bekleyen umutlarına bir darbe daha indiriliyor. Son aldığı yumruğun yarattığı
şokun sersemliğinden kurtulması
zor..." (Direniş Ölüm Yaşam 1 syf.8485)
"Şevket Kazan operasyon yapmaktan çekinmeyeceğini, eğer eyleme son
vermezlerse ertesi küçük yerlerden
operasyona başlayacağını açıklamıştı
bugün. Neden, 'Bırakmak isteyenlerin
tedavilerine izin verilmiyor' olarak
ifade edilmişti. Eylemi çözmek ve yenilgiye uğratmak için son kozlarını
kullanıyor düşman. Yine yalanlarla,
demagojilerle süsleyerek...
(...) Operasyon düşman açısından
büyük bir yenilgi demekti. (...)
Ama geldiği zaman herşey siyah yapılıp çalışılacaktı. Barikat da kurulmayacaktı. Ölünecek, öldürülecekti. Yaşanan büyük bir katliamken, tersine
tarihe kahramanlık günü olarak geçebilecek bir gün olacaktı 69. gün. Bu
son hamleside boşa çıkartılırsa, düşman gelip diz çökecekti. O nedenle
düşmanın tüm gerekçeleri elinden
alınacaktı. İçeri girmek isteyenler girecek. Savaşçılarla görüşmek isteyen
herkes görüşebilecekti. Ancak ne olursa
olsun, tarihsel bir direniş, tarihsel
özellikleriyle sona erdirilecekti." (Direniş Ölüm Yaşam 2 syf. 623)
"Evet, gel düşman... Gel de senin
acizliğini, korkaklığını, zalimliğini, gel
de bizim ölüp de yenilmeyeceğimizi
gösterelim tüm dünyaya...
(...) Savaşçılarımıza bedenlerimizle
barikat olacağız. Bizim cesetlerimizi
çiğnetmeden alamayacaksın onları...
(...)
Ölüme çıktığımız yolda düşmanın
bizi ölümle korkutmaya, ölümle kararlılığımızı kırmaya çalışması gülünç.
(...)" (Direniş Ölüm Yaşam 2 syf.634)
"- Dursun'u alacağız. Birinci Ordu'nun emridir. Emir kesinlikle uygulanacaktır. Bize güçlük çıkarmayın.
Direnişinizin hiçbir faydası olmaz.
- Hayır, alamazsınız! 69 gündür aç
olan insanlara operasyon yapmak demek cinayet demektir. Hem alırsanız,
bilesiniz ki su almaya keseceğiz. - Be
ni ilgilendirmez. Bana emir verdiler.
Alacağım, güçlük çıkarmayın!
Vermeyeceğiz! Gel
de al o zaman!
(...)
İnanması zor ama gerçek! 69 gündür aç olan, kelimenin gerçek anlamıyla bir deri bir kemik kalan insanlara operasyon yapılıyor. İçlerinden
biri 'Kahrolsun fa....' diyebiliyor. Asker
boğazını sıkmış. (...) Dayı'yı yataktan
kapıyorlar. Avını kapmış akbabalar gibi kaçırıyorlar. - "Tedavi Değil, Haklarımızı İstiyoruz", "Hastane mi, İşkencehane mi", "Kahrolsun Faşizm" diye
haykırıyor direnişçiler. (...)
Hepsi atıldıkları yataklarında, hep
beraber ölümü hızlandıracaklarını
haykırıyorlar. "SULARI DÖK!", "SULARI DÖK!"
Savaş çok sert geçiyor ve en radikal
kararları bağrında taşıyor. (...)" (Direniş Ölüm Yaşam 1 syf.152-153)
"Zulme göre insanlar, iradeleri bir
merkezden, bir liderden güdülen bir
sürüdür, emirle ölümün önüne sürülürler. Kendi ilkel, kaba, biçimci mantığından hareketle, devrimciler arasındaki ilişkilerde böyle algılanır.
Böyle olunca, liderlerini çekip aldığın
zaman sürü dağılıverecektir. Bütün
büyü ondadır.
Bu ilkel ve kaba mantığın, dünyayı
değiştirmek, sömürüsüz ve özgür bir
toplum yaratmak için yola çıkmış ve
bu yola yaşamlarını koymuş devrimcileri anlaması, onlar arasındaki ilişkileri kavraması mümkün değildir."
(Direniş Ölüm Yaşam 1 syf. 154-155)
"Korkuyorlar, korkacaklar, korksunlar. Direniş hepsini dize getirecek.
Önümüze ne engel koyarlarsa koysunlar, boşuna! İnançlarımız uğruna
seve seve ölebileceğimizi kafalarına
sokacağız!" (Direniş Ölüm Yaşam 1
syf. 107)
"Kararlılık savaşı en üst boyuta tırmanmıştı 69. gün. Tutsakların kararlılığına tüm dünya tanıktı... İşte Ölüm
Orucu Savaşçıları ard arda şehit düşüyorlardı. Ama öyle düz bir çizgide
varılmıyordu zafere. İnce ince hesapların, vuruşların, dönüşlerin, kıvrımların bütünü olacaktı zafer. Sürecin
kimin lehine işleyeceği, politik kararlılığa, zaferden bir an olsun kopmamalarına bağlıydı. Düşman kendi denetimine almak istiyordu gelişmeleri.
Atılan her adım önemliydi. Sonucu
ise devrimci irade belirleyecekti. (...)"
(Direniş Ölüm Yaşam 2 syf.628)
'84'te 73. gün, '96'da 69. gün sonucu devrimci irade belirliyor. Kazanan
devrim oluyor, kaybeden düzenin iradesi oluyor. Çünkü devrimci tutsaklar
kendi iradeleriyle ölümü davet ediyorlar. Hücre hücre iradelerini güçlendirerek düşmanı teslim alıyorlar.
Mevzi kazanıyor, kazandıkları mevzileri ölümler pahasına koruyorlar.
Devrimci irade kazandıktan sonra
devrimci tutsaklar ölümü kendi elleriyle kovuyorlar. Ama savaş devam
ediyor. Düzenin iradesi ile devrimin
iradesinin çatışması sürüyor. Aynı
inanç, aynı irade ve kararlılıkla düzenle çatışa çatışa devrime yürünüyor.*
Ölüm Orucu Her Dönem Güç
Alacağımız Bir Eylemdir
Ölüm Orucu eylemi için "dünyayı
ayağa kaldırdı", "herkesi sarstı" "
demiştik. Dünyayı ayağa kaldıran
Ölüm Orucu'nun gücüydü. Ölüm
Orucu nezdinde somutlanan devrim
inancıydı. Herkes bu inancın
güçlülüğünü görmüştü. Devrim
inancı için ölünüyordu. Ölüm inanç
karşısında küçülmüş, önemsizleşmişti
Önemli olan tek şey; devrim inancının
her şeye rağmen haykırılabilmesiydi.
İnsanlar Ölüm Orucu'ndaki çıkarsızlık,
temizlik, halk ve vatan sevgisi gibi
değerleri gördükleri için etkilenmişti.
Bu topraklar üzerinde böylesi
değerler için ölebilecek insanlar
yaşıyordu. Zulme, değersizleşmeye,
inançsızlığa meydan okuyan
insanlar...
Böyle bir eylem elbette en başta
Parti-Cepheliler için başlıbaşına bir
güç kaynağıydı. O dönem mücadeleyi
bırakmış olan pek çok insan Ölüm
Orucu'ndan aldığı güçle geri dönmüş,
çelişki ve kaygılar taşıyan insanlar
güçlenip öne atılmıştı. O dönemi
hapishanelerde yaşayan insanlarımız
ise dışarı çıktıklarında karşılaştıkları
zorlukları ölüm Orucu'ndan aldıkları
güçle aştıklarını söylemişlerdir. Ölüm
Orucu insanlara nasıl bir güç
vermişti? Güç neydi?
Güç; ideolojik sağlamlıktı. Partiye,
önderliğe duyulan güvendi. Devrime
duyulan inançtı. Halka, vatana olan
sevgiydi, bağlılıktı. Şehitleri kılavuz
edinmekti. Direniş geleneklerinden
öğrenilenlerdi. Manevi
değerlerimizdi. Güç bunlardı. Ölüm
Orucu tüm bunların gün gün
ispatlandığı ve nihayetinde de
ölünerek gösterildiği bir eylem
olmuştu. Güç irade de somutlanmıştı
Ölüm Orucu'nda. Zafer parça parça
koparılarak, adım adım ilerleyerek
kazanılmıştı. Ve koparılan her
parçada, ileri atılan her adımda bu
gücü görmek mümkündü. Ölüm
Orucu bir meydan okuyuştu. Güç;
meydan okumadaydı. Ölüm Orucu
savaşçıları burjuva ideolojisine,
kültürüne, ahlakına meydan
okumuşlardı. Güç; inançsızlıkların,
onursuzlukların üstüne üstüne giden
kararlılıktaydı. Ölüm Orucu
şehitlerini güçlü kılan işte bu
yanlardı. Ne güzel söylemişti Yemo;
"Ölüme tilili çeken bir Güner
Şarlardan;
Biz. nerede teslim olduk diyen Sibel
Yalçınlardan;
Biz, bayrağımız ülkenin dört bir
yanında dalgalanacak diyen
Sabolardan güç alıyoruz bugün..."
Yemo bunları Ölüm Orucu gibi bir
eyleme girerken, zorlu bir yolun
başındayken söylemişti. Aslında
Yemo'nun bu sözleri gücün soyut
olmadığını da göstermiyor mu? Ölüm
Orucu savaşçılarına güç veren elbette
şehitlerimiz, partimiz, halkımız
olmuştur. Çünkü bizim güç alacak
kaynaklarımız, dayanaklarımız
bunlardır. Peki sırtımızı bu
dayanaklara yaslamaya nasıl
zamanlarda ihtiyaç duyarız?
Mücadele içinde mutlaka herkesin bir
yerlerden güç almaya ihtiyaç
hissettiği dönemler olmuştur.
Genellikle de zorlu anlarımızda
ihtiyaç duymaz mıyız güce? Daha
güçlü olmamızı gerektiren durumlarla
karşılaştığımız zamanlarda biz neler
düşünürüz örneğin? Tek başımıza
kaldığımız zamanlarda...Diyelim ki bir
operasyon sonrasında. Çevremizdeki
insanlar gözaltına alınmıştır. İlişkiler
dağılmıştır, bağlantılar kopmuştur. Ve
biz o saatten sonra herşeyi tek
başımıza yapma gibi bir durumla
karşı karşıyayızdır. Bir yandan
operasyonun nedenlerini bulmak
diğer yandan da bağlantıları
sağlamak, dağılan ilişkileri
toparlamak, varım kalan faaliyetleri
sürdürmek, örgütlenmeyi sağlamak
yani kaldığımız yerden ama tek
başımıza devam etmek zorundayızdır.
Ya da örneğin işkencede iken benzer
duyguları yaşarız.Ya da mesela yeni
sorumluluklar alıp da omuzlarımızdaki
yüklerin ağırlaştığı dönemlerde...
Kısaca zorluklarla başbaşayızdır.
Yalnız kalmışızdır, hatta belki partiye
ulaşamıyoruzdur vb. vb. İşte en çok
güçlü olmamızı gerektiren
dönemlerdir bunlar. Ve bizim böylesi
zamanlarda aklımıza ilk gelenlerden
biri şehitlerimiz değil midir? Hele bir
de birebir tanıdığımız şehitler varsa
onları düşünmez miyiz? "O şöyle
söylerdi", "o şöyle yapardı" demez
miyiz? Balkıca şehidimiz Komutan
Yılmaz'ın eğitim kampında
yaşadıkları bunun örneğidir. Erhan
uzun bir yürüyüş sırasında yürümekte
zorlanan ve giderek kötüleşen
yoldaşını Ölüm Orucunu anlatarak
kendine getirmeye çalışır. Yoldaşına
Ölüm Orucu şehitlerini, iradeyi'
anlatmaya başlar. Yoldaşının güce
ihtiyacı vardır. Erhan Ölüm Orucu
şehitlerini hatırlatarak güçlendirmeye
çalışır onu. Başarır da. Çünkü
zorlanan yoldaşına şehitlerden güç
alması gerektiğini gösterir. Öyle bir
tarihe, öyle kahraman şehitlere
sahibiz ki...Güç bu yüzden soyut
olmaz bizim için. Yemo'nun "bugün
sizlerden güç alıyoruz" demesi
bundandır. "Ve ben bu gücümle bir
kez daha haykırıyorum;
Halkıma layık olacağım...Partime
layık olacağım...
Yoldaşlarıma layık olacağım...
Parti ve Cephe benim için en
büyük güç, en büyük destektir."
Yemo bu güçle yola çıkar ve başarır.
Geride kendisinden güç alacak onlarca
yoldaşını bırakır. Ölüm Orucu gibi bir
eylemde şehit düşen yoldaşlarımızın
eylem boyunca güç
aldıkları kaynağın başında
şehitlerimiz gelmiştir. Bugün ise
karşılaştığımız güçlüklerde bize güç
olan onlardır. "...Şehitler, değerler,
Parti-Cephe her şey burada. Her şeyin
en güzelini yaşıyorum. O kadar güzel
duygular yaşıyorum ki, bazen
gerçekten de bitmesini istemiyorum.
Bazen tek başıma kaldığımda yatağa
şehitlerimizi konuk ediyorum. Zaman
zaman Ali Rıza ile. Umut'la,
Recep'le...onlarla yaşadıklarımı
düşünüyorum. Sizlere layık
olamadığımız anlarda oldu. Ama size
layık olmanın savaşını veriyoruz..."
Müjdat yatağına konuk eder
tanıdığı şehitleri. Şehitler Müjdat'a
güç olurken, Müjdat'da onlara layık
olmanın savaşını verir. Ve kazanan
açığa çıkarılan irade olur. Evet irade.
Güç ve iradeyi ayırmak zor. Çünkü
gücü açığa çıkaran irade aynı
zamanda güce güç katandır da. İrade
ise kültürümüze yabancı olmayan,
geleneklerimizi, tarihimizi bilen ve
bunlardan öğrenmeye çalışan her
Parti-Cephe'li de vardır. İrade ve güç
zaten o geleneklerin, o tarihin
yaratılmasındadır. Bunu bilirsek
geriye o iradenin kullanımı, açığa
çıkarılması kalır. Dünyayı ayağa
kaldıran bir eylemi yaratan
şehitlerimizin yaptığı da budur.
İradelerini açığa çıkarmış, kullanmış
ve başarmışlardır.
Zorluklar hiç bitmeyeceğine, her
dönem bir sıkıntıyla karşılaşacağımıza
göre bizim de yapmamız gereken bu
değil mi? Bu o kadar zor mu? Değil
elbette. Sadece gücü, iradeyi
büyütmek için örgüte daha fazla
tutunmak gerektiğini anlamalıyız.
Örgütle bütünleşme sadece Ölüm
Orucu gibi olağanüstü süreçlerde de
olmamalıdır. Her an Parti-Cephe ile
bütünleşmiş olmalıyız.
Bütünleşmemeniz için hiçbir neden
yok, çünkü o değerlerin parçası
bizleriz. Parti-Cephe'yle bütünleşilen
her gün bizi daha da güçlendirir.
Güçlü insan zorluklara baş
eğdirmesini bilir.
Mutlaka Ölüm Orucundan çok
şeyler öğrenmişizdir. Ama
öğrendiklerimiz, hissettiğimiz o güçlü
ve yoğun duygular o dönemle sınırlı
kalırsa, bugüne taşınmazsa bir anlam
ifade etmez ki. Biz Ölüm Orucu
şehitleri gibi zorluklara meydan
okumalıyız. Çünkü biz onların
yoldaşlarıyız. Meydan okuduğumuzda
her zorluğu yeneriz. Karşımıza çıkan
zorluklara hükmeden biz olmalıyız.
Her şeye avucumuzun içine alır gibi
hakim olursak mutlaka başarırız.
Kazandığımız her küçük zafer bizi
ileriye taşır. İrademizi açığa çıkarmak
için, zorlukları yenmek için meydan
okumalıyız. Biz güçlendikçe partimiz
de güçlenecek, gücümüz halka güven
verecek, bizi devrime taşıyacaktır.*
'96 BİRLİK RUHU İLE
YENİ ZAFERLER
YARATMAK
ZORUNLUDUR!
Yıl 1996... Oligarşi yeni savaş
hükümetiyle halka karşı saldırıya
geçmiş, halk ise devrimcilerin
öncülüğünde yaşamın her alanında
bu saldırılara karşı direniş
örgütlemeye çalışmaktadır. Bu
saldırının hedeflerinden birisi de
hapishanelerde bulunan devrimci
tutsaklardır. Devrimci tutsaklar
saldırıya kararlılıkla cevap vermiş ve
çatışma bir aşamadan sonra
hapishanelerde yoğunlaşmıştır.
Ülkenin gündemine devrimci
tutsakların direnişi oturmuştur. Bu
direniş, büyük kahramanlıklarla
sürdürülen Ölüm Orucu'dur.
Bu topraklarda ölüm orucu ilk
değildir. Ancak 1996 ölüm orucu
Türkiye solunda ilk defa pek çok
devrimci örgütün katılımıyla
gerçekleştirilmiş olması yanıyla
farklıdır. Politikalarda birleşilmiş ve
siper yoldaşlığı sağlanmıştır.
Oligarşi teslim almak için
saldırmış, devrimciler, halkını buna
karşı birlik olmuşlardır.
Devrimin çıkarlarında
birleşilmiştir. Birlik, direnişi
güçlendirmiş, zaferi
yakınlaştırmıştır.
Ölüm Orucu savaşçılarının
devrime ve sosyalizme inancı,
coşkuları ve sağlanan birliğe olan
güvenleri halka yönelik mesajlarında
bütün yalınlığıyla ortaya konmuştur.
Ölüm Orucu savaşçıları şunları
söylemiştir:
"Direniş süreci boyunca gerekli
olan, zorunlu olan birlikteliğin
yakalanması noktasında bir adım
atılmıştır. Ve bunu önümüzdeki
sürece taşımak için daha ileri
noktaya taşımak zorundayız." (Nil
Pınar Arın, TKP/ML Ölüm Orucu
Savaşçısı)
"Ölüm Orucu yedi devrimci parti
ve örgüt savaşçılarının cezaevleri
çapında, en ön siperde ateş altında
birlikte dövüşmeleri, devrimci güç
ve cephe birliği ihtiyacının hem bir
ifadesi ve hem de nesnel olarak
çağrısıdır. Ölüm Orucu, bu birlik
çağrısının ödünsüz bir örneğidir."
(MehmetAli Çelebi, MLKP
Ölüm Orucu Savaşçısı)
"Böylesi ciddi bir eyleme birçok
devrimci örgütün soyunmuş olması,
eylem birliği içerisinde bu direnişi
sürdürür bulunması Türkiye
devrimci hareketi açısından önemli
bir halkadır." (Ökkeş Karaoğlu, TKPML- Ölüm Orucu Savaşçısı)
"Ölüm Orucu eylemimizin bir
başka önemli yanı da yedi siyasetin
böyle can bedeli fedakarlık
gerektiren bir eylemi birlikte, omuz
omuza, devrimci dayanışma, siper
yoldaşlığı ruhu içinde yürütüyor
olmasıdır. Bu birliktelik... siyasal
yapıların tutsaklarının eylemini
merkezileştiren, güçleri birleştiren
bir örgütlülüğü yarattığı gibi, Ölüm
Orucu eylemimizin kazanımlarıyla
içerde-dışarıda daha canlı ve kalıcı
birlikteliklerin önünü açacaktır."
(Hüseyin Fevzi Tekin, DHKP-C Ölüm
Orucu Savaşçısı)
Bu mesajların içinde öne çıkan
yanı zaferin en önemli
dayanaklarından biri olan bu
geliştirilip birliğin geleceğe
taşınmasıydı. Bu aynı siperde
dövüşmüş şehitlerimizin de ortak
dileği, beklentisiydi. Keza yaratılan
bu birlik, halka güven vermiş,
Türkiye'de devrimcilerin
birleşemeyeceği önyargısının
yıkılması yolunda atılan önemli bir
adım olmuş ve düşmanı da
ürkütmüştü.
Ancak yaratılan bu birlik, direniş
sonrası daha ileriye taşınamadı,
dinamikleri zayıfladı. Şehitlerin
vasiyetleri unutuldu. Halkta
yaratılan güven ortamı, yerini
belirsizliğe, sola karşı güvensizliğe
bıraktı.
Elbette bu süreçte düşman da boş
durmadı. Başta hapishaneler olmak
üzere, tüm halklarımıza yönelik
saldırılarını sürdürdü. Kazanılmış
hakları gasp etmeye çalıştı. Kayıp
analarının meşru eylemini yasakladı.
işkenceleri, katliamları, gözaltı
terörünü arttırdı. İşçi, memur ve
gençliğe yönelik ekonomik, sosyal
ve siyasal saldırılarını yoğunlaştırdı.
Alanları, sokakları devrimcilere, halka
yasaklamaya çalıştı. Üstelik bunlar,
Susurluk pisliğinin ortaya saçıldığı ve
Susurluk'un devlet olduğu gerçeğinin
daha net görüldüğü bir dönemde
oldu.
Devrimci mücadelenin gelişmesi
için, tüm siyasetlerin tespit ettiği
gibi uygun ortam vardı. Ancak
dışımızdaki sol, devrimci
dinamiklerin arttığı bu dönemde,
içinde bulunduğu hareketsizliği,
politikasızlığı ve çıkmazı aşamadı.
Ayakta durmak, güç olmak için
devrimci olmayan, fırsatçı, rekabetçi,
pragmatik yöntemler geçer yol kabul
edildi.
'96'dan bugüne geçen 3 yıl içinde,
devrimci hareket, solun yanlışlarına,
açmazlarına yönelik çok ciddi, aynı
zamanda yapıcı eleştiriler, öneriler
sundu. '96'da sağlanan birliğin
zeminini güçlendirmek için her türlü
fedakarlığa hazır olduğunu ortaya
koydu, bu yolda riskler taşımasına
rağmen adımlar attı. Fakat süreç
solun yanlışlarındaki ısrarıyla bir
yanıyla tıkanmaya gitti... Öyle ki, bize
karşı birlikler oluşturuldu. Yıllardır
düşmana karşı gösterilmeyen
performans bizi etkisiz kılmak için
harcandı. Sonuçta kazanan düşman,
kaybeden halk oldu. Gerek
kitlesellikte, gerek eylem biçimlerinde
yaşanan gerileme, bütün sol
tarafından tespit edilmesine
rağmen, bunun nedenlerini bulup
aşma konusunda bir duyarsızlık ve
sorumsuzluk hakim.
Yaşadığımız günlerde solun içinde
bulunduğu bu vurdumduymaz tavır
sürerken düşman beş durmuyor.
Emperyalizme uşaklıkta
pervasızlaşan oligarşi,
emperyalizmle birlikte yeni saldırı
kararları alıyor. Halka sefalet
dayatılıyor.
Böyle bir dönemde Kürt milliyetçi
hareketi ise, devrimci bir muhasebe
yapmayarak kendi varlığını,
mücadelesini ve tarihini inkar eder
bir konuma sürüklenmiştir. İmralı'da
Türkiye devriminin yarattığı bütün
değerlere saldırılmıştır. Sonuçta bu
gelişmeler düşman cephesini
güçlendirmiş, yeni saldırılar için
düşmana güç vermiştir.
Türkiye solu, tarihsel görevlerle
yüzyüzedir. Eğer bu süreçte halk
saflarında birliğin zemini
güçlendirilir, inkar ve tasfiyecilik
politikaları reddedilirse, saldırılan
göğüslemekte daha güçlenmiş
olunacak, düşman politikaları erken
boşa çıkarılacaktır.
Bugün ortak düşmana karşı
birlikte durmak, halkı birlikte
mücadele saflarına çekmek için
koşullar her zamankinden
güçlüdür. Düşman bütün
güçlülük ve "zafer" naralarına
rağmen pek çok açmaz ve
istikrarsızlık içindedir.
Ekonomi çökmüş, siyasi krizler,
yolsuzluklar birbirini kovalamakta,
bakanları intihara sürüklemektedir.
Halkımız, boynuna geçirilmek
istenen kölelik zincirine karşı
direnmekte, emperyalist
tahakkümlere boyun eğmemektedir.
Sokaklar, alanlar yeniden işçinin,
memurun sloganlarıyla
inlemektedir.
Düşman bu süreçlerde bütün
kapsamlı yok etme saldırılarına
karşın devrimci mücadeleyi
önleyememiş, devrimciler
mevzilerini önemli ölçüde
korumuşlardır. Başta özgür tutsaklar
olmak üzere devrimci tutsaklar da
'96'dan bugüne mevzilerini koruyup,
düşmanın teslim alma politikalarını
boşa çıkardığı gibi, örgütlenmede,
eğitimde ve eylemde daha ileri
adımlar atmışlardır.
Düşman, İmralı'daki inkarcılıkla
moral ideolojik bir üstünlük
sağlamış görünse de, bundan sonuca
gidemez. Gerçekte büyük bir kriz
içinde boğulmaktadır ve halka
verebileceği birşey olmadığı gibi,
oyalayabilecek olanağı da
kalmamıştır. Ve bu gerçek de halkın
gözleri önündedir. Sorun halka
gitmek, halkı birleştirmek,
örgütlemek ve savaştırmaktır. Bu
durum aynı zamanda solun
birliğinin sağlanacağı zemin de
olacaktır.
Eğer birlik, mücadele ve zafer için
bir zemin, bir örnek aranacaksa
bunu, '96 ölüm orucu şehitleri bize
sunmuştur. Yine onların sözlerine
kulak verelim:
"Bugün sömürgeci faşizm iki şeyi
dayatıyor; ya teslim olacak böcek
gibi yaşamaya mahkum
olacaksınız, ya da direnip bedel
ödemekten kaçınmadan onur ve
kimliğinizi koruyacaksınız. Bizim
yolumuz bedel ödemek pahasına
mücadele ve direniştir. "(Hüseyin
Demircioğlu)
"Bugün tarihsel bir görevle karşı
karşıyayız. Bu görev kontrgerilla
devletinin halklarımıza karşı
yönelttiği saldırı politikasına karşı
onurlu bir şekilde, namuslu bir
şekilde set oluşturmaktır, ve
saldırıya geçmektir."(Yemliha Kaya)
Sömürü ve zulüm düzenini
aklamaya yönelik her türden saldırı,
bu saldırıları meşrulaştıracak her
türden söylem '96 Ölüm Orucu
zaferini yaratan iradeye çarpıp geri
dönmelidir.
Devrimciler faşizme karşı
kazanılmış bu zaferin ortaklarıdırlar.
'96 birlik ruhu, bu zaferin
oluşmasında en büyük etkendir.
Bugün böyle bir birlikteliğe her
zamankinden daha fazla ihtiyaç
vardır. Yeniden siper yoldaşlığını
sağlamak, inkarcılığı reddedip
devrimci zemini ve gelenekleri
güçlendirmek hayati önemdedir. Bu
görevden kimse kaçamaz. Kaçmak
isteyenler tarih ve halkımız önünde
sorumlu olacaklardır. Biz bugüne
kadar bu görev ve sorumluluk
bilinciyle hareket ettik. Bundan
sonra da bu devrimci sorumluluk
devam ettirilecektir.*
Eşyaya adını koymaya
devam edeceğiz
Gazetemize, MHP Ağrı Milletvekili Nidai Seven, MHP Genel Başkan
Yardımcısı ve Ankara Milletvekili Şefkat Çetin, Sanayi ve Ticaret Bakanı ve
İzmir Milletvekili Ahmet Kenan Tanrıkulu, Uşak Milletvekili Armağan
Yılmaz gazetemizin 2 Mayıs 1999 tarihli 28. sayısındayer alan "Katiller
Mecliste" başlıklı yazı hakkında kendileri hakkında doğru olmayan
"suçlamalar"yapıldığını iddia ederek yazılı cevap ve düzeltme talebinde
bulunmuş ve gazetemize ihtarname göndermiştir.
Sonuç olarak gazetemize ilgili yazılı cevap ve düzeltme talebi ve
ihtarname gönderen Şevkat Çetin, MHP Ağn Milletvekm Nidai Seven, MHP
Genel Başkan Yardımcısı ve Ankara Milletvekili Şefkat Çetin, Sanayi ve
Ticaret Bakanı ve İzmir Milletvekili Ahmet Kenan Tanrıkulu'nun işlediği
suçlar gerek mahkemelerde gerekse de bizden önce değişik basın
kuruluşlarında yayınlanmıştır. Bunların bir kısmını buraya ekledik. Ancak
gerekirse daha bir çok belge bulunabilir. Dolayısıyla ilgili yazımızda
bahsettiğimiz gibi gerçek dışı beyanlarda bulunmaktan öte gerçeğin çok
küçük bir kısmını yayınladığımız söylenebilir. Ayrıca yayın faaliyetimiz
boyunca bunları yayınlamaya devam edeceğimiz ve eşyaya adını
koyacağımız bilinmelidir. Şefkat Çetin ve diğerleri isterse gazetemizi dava
edebilir, bunları o zaman da belgeleri ile kamuoyuna sunacağımız
bilinmelidir.
KONU: MHP AĞRI Milletvekili NİDAİ
SEVEN'in Gazetemize Gönderdiği İHTARNAME'YE CEVABEN İLGİLİ YAZIDA AKTARILAN GERÇEKLERİN ALINDIĞI KAYNAKLAR:
-/1. KAYNAK:
-"Nenehatun Yurdu'ndan BahçelievlerEmek- Beştepe bölgesine sayısız saldırılar
yapıldı.
Ben Nenehatun Yurdu'nda kalırken bu
saldırıları düzenleyen belli bir grup vardı.
Başkanları Nidai SEVEN İkinci Başkanları
Armağan YILMAZ, Sekreter Mehmet Berk
muhasip
Hanefi
TOKKGÖZ'dü.Bu
bölgenin başkanı o sırada Mahmut
KORKMAZ'dı. Bunlar yurt kapandıktan
sonra da teşkilat tarafından o bölgede
tutuldular. Mahmut KORKMAZ direk
olarak Abdullah ÇATLI'ya bağlıydı." —
itiraflar Ali YURTASLAN Sayfa 37.
Kaynak Yayınları—
-/2. KAYNAK:
-Abdullah ÇATLI Ankara Şube Başkam
iken Bahçelievler-Emek Bölgesi'nde bir
kaç cinayet işlendi. Bunlardan biri, İbrahim BOZKURT'un öldürülmesi olayıdır.
1977 Aralık'ın veya 1978 Ocak ayında şimdi
halen Incibaba adlı Ankara mafyasının ele
başlarından birinin fedailiğini yapan
Kemal BİLGİN elinde silahla yurda geldi.
Ve 'Koministler bize saldırdı ateş edip kaçtım.' dedi. Kemal BİLGİN Teknik öğretmen
öğrencisiydi. Yurttan Nidai SEVEN, Armağan YILMAZ ve bir kaç kişi daha buraya
açılan ateşe karşılık verdiler. Hanefi TOKGÖZ bu olaylarda yoktu.
Hanifi TOKGÖZ, önemsiz bir olaydan
dolayı içeri düşünce bunlar O'nu kandırıyorlar ve suçu üzerine almasını istiyorlar.
Albay —Genel Kurmay da istihbaratçı biri
bn. — ve Selahattin Arpacı da araya giriyor.
Kemal BİLGİN mahkemede İbrahim BOZKURT'u Hanefi'nin öldürdüğünü söylüyor.
Hanifi de suçu kabul ediyor. Böylece Kemal BİLGİN'in ifadesi Albay'ın baskısı ve
kurulan tezgahla Hanifi 6 sene 8 ay ceza giyiyor. Mahkeme olayın faili meçhul fakat
ateş, eden belli olduğu sebebiyle Hanifi'ye
bu kadar ceza veriyor. Diğerleri şehitlerin
beyanına rağmen beraat ediyorlar. Hanifi
Teknik kimsesiz olduğu ve desteği olmadığı için suçu kabul etmek zorunda kaldı.
Cezaya bile itiraz edemedi. Bu olayda cinayet kabul etmek zorunda kaldı. Cezaya bile
itiraz edemedi. Bu olayda cinayet silahını
Niadi SEVEN yok etmiştir." —İtiraflar Ali
Yurtaslan Sayfa:39—
-/3. KAYNAK:
-"1978 Ocak ayında İsrail evleri içindeki
pazarda Yüksek Teknik öğretmene giden
devrimciler tarandı. Zafer BOZ öldü, 15 kişi yaralandı. Öğrencilere ateş eden şahıs 2
şarjör boşaltıyor ve Aksaray'a kaçıyor. Daha sonra Nidai SEVEN'in anlattığına göre,
katil Beşevler Akedemi'de okuyan ve Nenehatun Yurdu'nda kalan bir şahıstı." —İtiraflar Ali Yurtaslan Sayfa:40—
-/4. KAYNAK:
-"Nenehatun Yurdu boşaltılınca Esat
BÜTÜN Emek bölgesinin elden gitmemesi
konusunda Yaşar YILDIRIM'a bir emir
gönderdi. Yaşar YILDIRIM'da bunun üzerine
kırk-elli kişiyi Emek bölgesine gönderiyor.
Nidai SEVEN bu gruptan bir kaç kişiye o
arada Engin YAGCI'ya da silah veriyor.
Bu olaydan Nidai SEVEN de haberdardır. Taramadan sonra topal şahısla içlerinde
Adnan Demirci ve Adnan KÜÇÜKVAR'ında olduğu bir kaç kişi yurda gelip silahları Nidai'ye veriyorlar. Adnanl'ar daha
sonra yakalanıyorlar. Fakat delil yetersizliğinden serbest bırakılıyorlar." —İtiraflar
Ali Yurtaslan Sayfa: 40—
-/5. KAYNAK
- "27 Mart 1978 tarihinde Emek'te Nok
ta Kıraathanesi tarandı. Olaya katılanlar
Emek bölgesi illegal Başkanı Nidai SEVEN
ve şu anda Adana Yurdu Başkanı olan
Mehmet Berek'ti. Bu olay da ortaya çıkma
dı." —İtiraflar Ali Yurtaslan Sayfa:41—
-/6. KAYNAK:
- "Emek-Beştepe semt sorumlusu Meh
met Zeki YÜZGEÇ'le birlikte çalışır. —Bir
çok olaydan aranıyor. Şu anda Bahçelive-
ler'de.— Nidai'nin- zamanındaki birçok
olaya bizzat katıldığı söylenir. Şu anda
Emek bankacılıkta öğrencidir." —İtiraflar
Ali Yurtaslan Sayfa:97—
-/7.KAYNAK:
-"Armağan YILMAZ
Ali Yurtaslan'ın itraflarına göre, '80 öncesinde Bahçelievler Emek Beştepe bölgesinde saldırlarda bulunan, Nenehatun Yurdu'ndaki ülkücü grubun ikinci başkanıydı.
Gruptaki diğer isimler Başkan Nidai SEVEN, Sekreter Mehmet BERK, Muhasip
Hanifi TOKGÖZ'dü. Bölgenin başkanı adı
daha sona Bahçelievler suikastine karışacak olan Mahmut KORMAZ'dı. —Yurtaslan'ın itirafları—" —Resmi Belgelerle ÇETELER; Siyaset, Mafya, bürokrasi ilişkilerinde kim kimdir? Doğan Yurdakul, Cengiz
Erdinz, Ümit Yayıncılık Sayfa: 316 2. Baskı-/8.KAYNAK:
Toplantı başladığında, ilgili herkes aradaydı: Ocak yönetimi, bölgede bulunan
okulların başkanları, ilgili semtte görevli
birkaç arkadaş ve yakın semtlerin başkanları. Çatlı Başkan, kısa bir konuşma yaparak toplantıyı açtı:
'Nenehatun Yurdu'na yerleşeceğiz. Bölgenin hassasiyetine binaen , sistemli ve
koordineli bir çalışma yürüteceğiz. Bu bölgede, koministlerin çok sayıda hücre evi
var; onları etkisiz hale getirmeliyiz. Şimdi
herkes neler yapmamız gerektiği konusundaki fikrini söylesin:'
Ben, iki saat kadar süren toplantıda fazla
konuşmadım. Benden tecrübeli ve yetkili
arkadaşlar meseleyi uzun uzun tartıştılar.
Ve fikirlerini söylediler. Başkan, arkadaşlar konuşurken müdahale etmiyor.
Önündeki bloknota kısa notlar alıyordu.
Toplantının sonuna doğru söz aldı. Maddelere döktüğü uygun fikirleri sıraladı ve
gerekli talimatları verdi. 21 yaşında olan
Abdullah Çatlı,tecrübeli bir komutan gibi
Ankara'daki onbinlerce ülkücüyü yönetiyor ama aldığı kararlar, hatırımda kaldığı
kadarıyla şöyleydi:
'1-Vakit geçirmeden bölgde bir psikolojik savaş başlatılacak. Duvarlara sloganlar
yazılacak ve afişleme yapılacak.
2-Solcuların devam ettikleri kahvehane, kafetarya gibi yerler belirlenecek bu
yerler enterne edilecek.
3-Yurda yerleşeceğiz gün, üç dört bir kişiyle bölgeye çıkarma yapılacak. Bölgede
toplanan arkadaşlar, aynı günün akşamına
kadar orada kalacaklar ve solcuların baskı
altına girmesi sağlanacak.
4-Yurda, ilk önce otuz kırk kişiden oluşan gönüllü bir grup yerleştirilecek. Bölge
iyice tanındıktan ve karşı taraf ölçüldükten
sonra, peyder pey diğer arkadaşların yerleşmesi sağlanacak.
5-Başkan, uygulamaları ve yapılanmaları bizat takip ve kontrol edecek, bölgeden
ve yurttan Ocak adına Kenan ağabey sorumlu olacak.
Bu konuma göre, nöbet yerlerini belirledik: Ön tarafa iki, arka tarafa ise bir nöbetçi koyarak güvenliğimizi sağlayabileceğimize karar verdik. Silahlarımızı saklamak
içni 'zulalar' hazırladık. Bir toplantı yaparak genel stratejimizi semtteki davranış şekillerimizi, gidiş-geliş yollarımızı halkla ve
esnafla kuracağımız diyalogun esaslarını..." —Zamanı Süzerken Hatıralar Haluk
Kırcı Burak Yayınevi Sayfa: 69-70-71—
KONU: MHP İZMİR
Milletvekili
AHMET KENAN
TANRIKULU'nun
Gazetemize
Gönderdiği
İHTARNAME'YE
CEVABEN İLGİLİ
YAZIDA AKTARILAN
GERÇEKLERİN
ALINDIĞI
KAYNAKLAR:
-/1.Kaynak:
-"1986'da Fransa'da eroin yakalatmaktan hapse atıldı. 88 yılında İsviçre hükümetinin talebi üzerine Zürih'e getirildi. 7
yıl ceza aldı. Daha üç yıl cezası kalmışken,
21 Mart 90'da Bostadel ZG'den —Bostadel
Cezaevi— kaçtı. 'Çatlı'nın iki İtalyan , iki
Yugoslav ve Ahmet Tanrıkulu adlı bir türkle birlikte cezaevinden çıkışı da ilginç. Demir parmaklığın penceresini anahtarla
açıp, alarm ve kurt köpeklerinin takibine
rağmen iz bırakmadan kayboluyorlar."
— AydınlıkDelgisi, 10 Kasım '96,
sayı:490—
-/2. Kaynak:
"Ahmet TANRIKULU
Abdullah ÇATLI ile birlikte 1990'da Zürih'te Postadel Cezaevi'nden kaçtı. Yanlarında iki Yugoslav ve iki İtalyan bulunuyordu. " —Resmi Belgelerle ÇETELER; Siyaset,
mafya, bürokrasi ilişkilerinde kim kimdir?
Doğan Yurdakul, Cengiz Erdinç, Ümit Yayıncılık, Sayfa:272,2. baskı-/3. Kaynak:
"20 Mart 1990: İsviçre'nin Bostadel Hapishanesi'nden AHMET TANRIKULU ile
birlikte firar etti." —Milliyet Gazetesi. 22
OCAK 1997. ÇATLI'nın Seyir Defteri-
KONU: MHP Genel
Başkan Yardımcısı ve
Ankara Milletvekili
ŞEVKAT ÇETİN'in
Gazetemize
Gönderdiği
İHTARNAME'YE
CEVABEN İLGİLİ
YAZIDA AKTARILAN
GERÇEKLERİN
ALINDIĞI
KAYNAKLAR:
-/1.KAYNAK:
ŞEVKAT ÇETİN : MHP Genel Başkan
Yardımcısı Ankara Milletvekili
Milliyetçi Hareket Partisi-MHP'nin
Teşkilatlanmadan Sorumlu Genel Başkan
Yadımcısı Sefa Şevkat Çetin, 8 Ekim günü,
İstanbul'da altı arkadaşıyla birlikte tahsilat
yaparken gözaltına alındı. Çetin ve arkadaşları tahsilat için gittikleri Dünya Halılarında suçüstü yakalındılar. Çetin ve arkadaşları Kumkapı Karakolu'na götürüldüler.
Çetinle birlikte gözaltına alınan altı kişi
MHP istanbul Bölge Başkanı İhsan Barut,
MHP MYK Üyesi Cafer Yaylan, Çetin'in korumaları Kaya ve Cefer Yirmibeşoğlu kardeşler, Adnan Madak ile Çetin'in korumalığım ve şoförlüğünü yapan güreşçi Elvan
Deren'di." —1 Kasım 1998 Aydınlık Dergisi:
sayı:589—
-/2. KAYNAK:
"Ülkü Ocakları Derneği Teşkilatlandırma Sekreteri olarak, istihbarat ve arşivleme işini yönettiği, istişarei toplantılar düzenleyerek bu toplantılarda silahlı cemiyetin yasadışı faaliyetlerini görüştüğü, silah
durumun tespit edilip direktifleri verdiği,
ülkücüleri şiddet eylemlerine yönlendirdiği,
suç işlemeyen mensupların kaçırılması,
saklanması ve maddi yardım yapılması
meyanında Balgat Katliamı sanıklarından
Isa Armağan ve Mustafa Pehlivanoğlu'nu
Adapazan'na kullandığı oto ile götürüp,
büyük ülkü mensuplarına teslim ettiği, örgütün yurdun çeşitli bölgelerinde vurucu
tim kurması, yönlendirmesi, istihbarat faaliyetlerine katıldığı"—MHP Ana Dava iddianamesi 5. Cilt Sayfa: 1986—
-/3. KAYNAK:
"Bütün Türkiye'deki ülkücü haraketi
MHP de bulunan bir kurmay kadro yönetir. Bu kurmay kadro, şu isimlerden meydana gelir: Muhsin Yazıcıoğlu, Türkmen
Onur, Mehmet Ekici, Mustafa Mit, Şevkat
Çetin"— Ali Yurtaslan'ın itiraflarından.—
-/4. KAYNAK:
"—...— Soruldu: Size isimlerinden bahsettiğim Şevkat Çetin ve Muhsin Yazıcıoğlu
Ülkücü Gençlik Derneği'nin eylemlerini
öldürme, yaralma, kurşunlama, bombalama vs gibi.— yönlendiren kişilerdir. MHP
ile kesin ilişkileri vardır. Esasında, Ülkücü
Gençlik Dernekleri paravan görev yapan
ve MHP'nin yan kuruluşları durumundadırlar. Piti ile yan kuruluşlar birlikte ve danışmalı olarak çalışırlar. Şevkat Çetin ve
Muhsin Yazıcıoğlu tüm Ülkücü Dernekleri
ve bunlara bağlı olan illegal örgütleri yönlendirip eyleme teşvik ederler. Ben, yukarıda
da anlattığım gibi Şevkat Çetin ile firar
olayından sonra temas kurdum, daha doğrusu o gelip beni buldu. Muhsin Yazıcıoğlu
ile temasım olmadı. Bütün teşkilat elemanları bu şahisların perde arkasından
olayları yönlendirdiklerini bildikleri gibi,
bu şahısların MHP ile de sıkı temas halinde
olduklarını bilmektedirler. MHP'nin yan
kuruluşları olan taümtüm dernekler legal
gibi görünsede illegal olarak faaliyet
gösterirler. Karapınar Kitaplık Kolu'nda bir
süre görev yaptıktan sonra ben, İsa ARMAĞAN, Haydar ŞAHİN, İsmail KÖKSAL,
Mehmet VARLIK, Sabahattin BAYRAK, Remzi AĞAÇBEKLER, Fehmi KANDAMlR. Kitaplık başkanlığından ayrılıp tamamen
Genel Merkezde Abdullah ÇATLI'nın emrine
girdik: Hepimiz bu şahsın emrinde illegal
olarak öldürme, yaralama eylemlerini
gerçekleştirdik. Abdullah ÇATLI, Isa ARMAĞAN'la temas kuruyor ve talimat veriyordu. Verilen bu talimatı ise Isa ARMAĞAN bize aktaryordu. Birlikte verilen talimat uyarınca eylemler yapıyorduk. Gerek
Şevkat ÇETİN gerek Muhsin YAZICIOĞLU
eylem yapan ülkücüleri saklıyorlardı. Akdaşlar arasındaki konuşmalardan Şevkat
ÇETİN'in halen Yozgat'ta olduğunu...." —
MHP ve Ülkücü Kuruluşlar İddianame Ankara,Çankırı, Kastamonu illeri Sıkıyönetim
Komutanlığı Askeri Savcılığı Esas No
1980/7040 Karar No 1981/600- Mustafa Pehlivanlı'nın İtirafları sayfa: 590-591—
-/5. KAYNAK:
"—...— Soruldu: Abdullah ÇATLI, Şevkat ÇETlN, Muhsin YAZICIOĞLU örgütün
en uçtaki şahıslarıdır.. Bu şahıslar MHP
Genel Merkezi'nde istişari taplantılar yapılıyordu. Bu toplantılara ben iki defa katıldım. Birisi, Bahçelievler Sondurak'taki Arı
Sineması ve diğeri MHP Genel Merkez Seminer Salonu'nda oldu. Bu seminer salonu
MHP'nin Genel Merkez eski binasındadır.
Bu toplantıya Agah Oktay Güner, ve Necati
Gültekin katıldılar. Bu toplantıda yan örgüt
başkanları Muhsin Yazıcıoğlu , Abdullah
ÇATLI, Şevkat ÇETtN ve Sekreter Kemal
vardı. Toplantıda oyların sağ bölüşümü
halka iyi davranma gibi konular konuşuldu.-...Soruldu: Şimde sorduğunuz gibi Oymak Obaların diğer bir ismidir. Soruldu:
Mücadele Komiteleri Ankara Ocağı'nın
Genel Merkezi ve mahalladeki Ülkücü teşakküllerin seçtikleri vurucu güçlerdir. Soruldu: olaylarda kullanılan silahlar teşkilatta pis silah olarak adlandırılmış, bu silahlar taşraya gider. Ankara dışında bulanan diğer örgütlerimize gönderilir. Oradan
bize Ankara'da kullanılmayan silahlar gelir.
Bu şekilde silahlar örgüt içerisinde devamlı dolaşır. Bu şekildeki silahların el değiştirmesi ve taşraya gidip gelmesi Genel Merkez'deki Genel Başkan'ın emir ve direktifleriyle yürütülür. Demin de arzettiğim gibi
bu emir ve direktifi verenler, eylemleri
yönlendirenler Abdullah ÇATLI, Muhsin
YAZICIOĞLU, Şevkat ÇETİN ve Esat BÜTÜN'dür. Örgütte daha ziyade Baretta ve
Brovvnig ile Map otomotik tabancalar kullanılıyor. Ancak son zamanlarda Smith Weson tabanca kullanılıyordu. Zira Smith Weson tabancalar boş kovan bırakmamaktadır." — Age Sayfa 593-594 Cunta tarafından idam edilen Mustafa Pehlivanoğlu'nun mahkemeye verdiği bilgiden.—
-/6. KAYNAK:
"—...— Hatta şunu da belirteyim Mamak Askeri Cezaevi'nde İsa ARMAĞAN ile
birlikte kaçtıktan sonra yanlış oldu. Balgat
olayı olduktan sonra benimle ismail KÖKSAL'ın Eskişehir'den Adapazarı'na götüren
06 plakalı lacivert renkte Renault marka
arabanın bir milletvekiline ait olduğunu
arabayı kullanan Şevkat Çetin söyledi. Şu
açıklayım. Bu araba MHP milletvekillerin
den bir tanesine aitmiş, ancak ismini bize
söylemedi. Yine ÜGD ile MHP arasında ba
ğı ortaya koyan bir husus da şudur —...—"
— Age sayfa 597- '22 Eylül 1980 günü geniş
açıklamalarda bulunan ölüm cezasına hü
kümlü Mustafa Pehlivanoğlu'nun yakınları
7 Ekim 1980 günü öğleden sonra yeniden
bazı açıklamalarda bulunacağını bildirdik
ten ve bu konu ile ilgili olarak Ankara Baro
su avukatlarından Seyfi SEYHAN da savcı
lığımıza başvurduğundan Mustafa PEHLlVANOĞLU avukatı huzurunda aşağıdaki
açıklamalarda bulunmuştur' İddianame
Sayfa 594- Yukarıdaki alıntı işte Mustafa
PEHLİVANOĞLU'nun savcılıktaki açıkla
malarında yer almıştır.—
-/-
7. KAYNAK:
"Okul acıldıktan sonra Şevkat ÇETİN beni buldu. Ankara şubesindeki ve Genel
merkezdeki Gazili öğrencilerin okula gitmesini istedi. —...— Devrimcilerin grubunu okula sokmayacaktık. Çok kalabalık
toplandık. Güvenlik kuvvetleri bizim çekilmemizi istedi. Okul müdür ve görevli albay
devrimcileri gruplar halinde okula almaya
başladı. Biz, bombalı ve silahlı saldırıya
geçtik. Bir kişi öldü. 10-15 kişi yaralandı. ...— Bu saldın okulda sevilen ve gözünü
budaktan esirgemeyen Hüseyin Özcan'ın
vurulmasının moral bozukluğu yaratacağı
düşünüldüğü için tezgahlandı. Saldın emri
Şevkat ÇETİN'den geldi."— İtiraflar- Ali
YURTSALAN Sayfa: 25-25—
-/8. KAYNAK:
"ÜGD eski Genel Başkam Şevkat ÇETÎN
Gazi'de bulunduğu sırada çeşitli gruplar
örgütlenmişti. Benim bu şahısla tanıştığım
yıl olan 1976'da Şevkat ÇETlN'in kurduğu
gruplardan biri de 'polis kordonunu yarma
grubu' idi" —Age Sayfa:25—
-/9. KAYNAK:
"Sıkıyönetimin ilanından sonra Şevkat
Çetin Genel Başkanlık görevini bırakmak
istiyordu. Sıkıyönetimin cinayet şebekelerinin üzerine gideceği düşünüldüğü ve
kendisini de bu şebekelerle ilişkisi olduğu
için resmi yöneticilik görevinden ayrılmayı
düşünüyordu. Bu şartlarda olağanüstü
kongre kararı alındı ve Şevkat ÇETlN görevi
Hasan ÇAĞLAYAN'a devretti." —age sayfa
47—
-/10. KAYNAK:
"Bu günlerde Ülkücü İşçiler Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Ekrem YÜKSEL Ülkücülerin davalanna bakan hakimlerin nitelikleri, zaafları vb. konularda araştırma yapıyordu. Kendisine bu konuda sınırsız tahsisat ayrılmıştı. Erdem — ŞENOCAK-bn.—
kızlara hakimlerle yatıp yatmayacaklarım
sordu. Kendilerine ev altlarına araba alınacağını, istediklerini sağlayacağını teklif etti.
Kızlar 'düşünelim' dediler. Birkaç gün
sonra da kabul ettiklerini bildirdiler.
Biz bunlan Ekrem YÜKSEL'le tanıştırdık. Serpil ve Türkan daha önce tanıştığımız Mine'yi ve H.B. isimli yeni bir kızı dereye soktular. Bu kızlarda aynı şirket hesabına çalışıyorlardı.
Ekrem kızlara Çankaya'da bir ev tuttu.
Dayadı döşedi. Bu ev Çankaya Karakolu'nun biraz üstünde bulunuyordu... Ekrem bu arada Avrupa'dan mikro film makinaları getirdi. Artık her şey tamamdı. Bundan sonra bir kaç hakime kanca atıldı.
1978'in Eylül-Ekim ve Kasım aylannda
bu kurduğumuz tezgahla bir çok hakim ve
savcıya kanca atıldı. Bunlann bir kısmı
tekliflerimizi kabul ettiler ve yukarıda
isimlerini belirttiğim kızlarla ilişki kurdular. Bunların kızlarla ilişkileri sırasında
filmleri çekildi ve sonra kendilerine şantaj
yapıldı. Tehditle yıldıramadığımız rüşvet
kabul etmeyen hakimler bile bu durumla
karşılaşınca isteklerimizi kabul etmek zorundakaldılar.
Hakim ve Savcıları pavyonlara götürme
işini de Ekrem YÜKSEL ayarlıyordu.
Ekrem YÜKSEL bunlardan başka Çeşme'de bir aynğına çok lüks bir villa kiralamıştı. Hakimleri üç dört kişilik gruplar
halinde buraya gönderecektik. Burada hem
dinlenecek hem de kızlarla ilişki
kurcaklardı.
Fakat kızlar bu sırada bizi terkettikleri için
bu planımız suya düştü.
Ekrem YÜKSEL bu işleri yaparken resmi
olarak Ükücü işçiler Derneği Teşkilatlandırma Sekreteri idi. Fakat hukuk masasına
bakıyordu. Daha sonra adam öldürmeye
teşebbüs suçundan cezaevine girdi. Kendine bu işlerde Ükücü İşçiler Derneği Yönetim Kurul Üyesi Vedat BACANLI yardım
ediyordu. Teşkilatta Abdullah ÇATLI'nın,
Şevkat ÇETlN'in, Erdem ŞENOCAK'ın Vedat ALAGÖZ'ün, Mustafa Sami BARSAN'ın
ve zannedersem Mete ŞEŞEN'in bu olanlardan haberi vardı." —Age sayfa 58,59,60,
61-/11. KAYNAK:
"Cezaevinden çıkanlar direk olarak
ÜGD Genel Merkezi'ne geliyordu. Burada
Şevkat ÇETİN veya Abdullah ÇATLI üe görüşüyorlardı. Bunlar kaçakları gönderiyordu.
Kaçacak şahısları Şevkat ÇETlN, Abdullah ÇATLI ve Ali KAÇAR tespit ediyordu.
Ben de sahte evrakı ibrahim SONGÜR'e
hatırlatıyordum"—Age sayfa 67—
-/12. KAYNAK:
"Cezaevinden ikinci olarak kaçırdığımız
şahıs Erdal Kabakum'dur.—...—
Ertesi sabah Genel merkeze gittik. ÜGD
Genel Yönetim Kurulu Üyesi Osman KATİPOĞLU ile Ali KAÇAR da orada bulunuyordu. Kabakum'u ne yapacağımızı konuştuk.
Şevkat ÇETlN, Kabakum'un Balıkesir'e
gönderilmesini ve orada çeşidi eylemlerde
sullanılmasını istedi.
Ben, Kabakum'u Genel Merkeze getirdim. Burada kendisine Şevkat ÇETlN ve
Osman KATlPOĞLU tarafından Ali adına
dizanlanmış bir sahte kimlik verdi. Daha
sonra Kabakum, Şevkat ÇETlN tarafindan
şimdi partide görevli olan gençlik kolan
eski başkanı Türkmen ONUR'un renault
marka arabasıyla Balıkesir'e gönderildi.
Arabayı ehliyeti olmadığı halde Şevkat ÇETİN sürdürüyordu." —age sayfa: 68-69—
-/13. KAYNAK:
"ÜGD Ankara Şubesi Yönetim Kurulu
Üyesi olan Burhan EMİŞTEKİN'in cinayet
şebekeleri ile ilişkisi vardı. Kendisi direkt
olarak Şevkat ÇETlN'e bağlıydı. Ankara'daki cinayetlerde önemli rol oluyordu.
Burhan birgün Dikimevi'nde yolda karısıyla giden Ali BAL adlı şahsı öldürdü....
Burhan hemen o gece yakalandı ve olayı itiraf etti...
Burhan'ın yakalanmasından sonra Şevkat ÇETlN beni çağırdı ve bu adamın
önemli olduğunu mutlaka çıkarılması gerektiğini söyledi. Gerekirse kaçın veya şahitleri temizleyin dedi. Ben de 'Peki Başkanım elimizden geleni yapanz.'dedim" —
Age sayfa:74—
14. KAYNAK:
"—...— Bu arada kaçak şahsın nereye ve
nasıl gideceği konusunda Şevkat ÇETÎN ve
Abdullah ÇATLI ile bir görüşme yapar. Kaçakların nasıl ve nerede saklanacaklanna
ve nasıl kullanılacaklanna bu şahıslar karar verir. Kaçak şahsın nereye gideceği ve
orada kimi göreceği Şevkat ÇETÎN veya
Abdullah ÇATLI tarafından Ali KAÇARI'ya
bildirilir." —Age sayfa:75—
"—...— Gerçekten onlar olduğunu öğrenince hemen eve giderek Şevkat ÇETlN'e durumu anlatım. Şevkat Veli CAN—
ODUNCU: Veli Can ODUNCU faşist hare-
ketin katliamcılarından birisidir. Yaşı küçük olmasına rağmen onlarca katliamda
yer almış ve 'canımız sıkıldıkça MHP'den
çıkıp sokakta adam öldürüyorduk.' diyerek
faşist hareketin felsefesini de özetlemiştirbn— Karadeniz Bölgesine Ferhat TÜYSÜZ'ün de Adana'ya gitmesini, Ferhat'ın
Adana'da Osman BALCI ile temas kurmasını söyledi. Bana da 'git Ankara şubesinden
referans ver' dedi. Ankara şubesinden
bunlar için iki referans yazdım. Şevkat da
onlaraonlarla görüşerek bibir miktar para
verdi." —Age sayfa 80—
15. KAYNAK:
"Edirne Cezaevi'nden firar emrini Şevkat ÇETİN vermiştir. Buranın kaçmaya
müsait olması dolayısıyla önce İstanbul
cezaevlerinde yatan büyükceza alan ülkücüler cezaevine toplandı. Şekat ÇETİN kaçacak olanları büyük ceza almış ve dışarıda
iş yapabilecek olanlardan seçilmesini
istedi. Sonra burada toplananlar birkaç kişilik gruplar halinde kaçmaya başladılar.
Bu kaçışlar 1979 yılının başlarından hemen
hemen sonuna kadar devam etti." —Age
sayfa 81—
-/16. KAYNAK:
"Şevkat ÇETİN önce Ahmet YILDIZ adlı
bir ülkücü vasıtasıyla ALPASLAN'ın naklini
Yozgat Cezaevi'ne aldırıyor, bu arada Ahmet YILDIZ'a Yozgat Cezaevi'ne naklini istediği ülkücülerle ilgili bir liste veriyor.
Bunlar ilk kaçma girişimlerinde tel örgüyü
geçerken askerlerce görülerek yakalanıyorlar. Arkasından sürgünleri çıkıyor fakat
sürgün işlemi hemen uygulanmıyor ve bir
hafta ongün kadar bekleniyor. Bu arada
kaçmaları sağlanıyor." —Age sayfa 82—
-/17. KAYNAK:
"Şevkat ÇETİN, Esat BÜTÜN döneminde araya kademe sokulması dolayısıyla bir
çok cinayetin açığa çıktığını önüne gelen
her şahsın beline silah sokulduğunu da
eleştiriyordu. Çetin şöyle diyordu: 'Esat cinayet emrini yönetim kurulundan birine
söylüyordu, o bölge başkanına, bölge
başkanı semt başkanına, semt başkanı da o
semtten birine böylece olay hemen açığa
çıkıyor. Abdullah ÇATLI ise öyle ypmıyordu. Direkt iş yapacağı adanaadama direkt
kendi veriyordu.' Bu eleştirilerle birlikte
Şevkat ÇETlN teşkilatın başkanlarım aradan çıkmasını ve hücreler kurulmasını
önerdi. Böylece ileride daha etraflı anlatacağı ETKO, TİT gibi örgütler ortaya çıktı." —
Age sayfa: 94—
-/18. KAYNAK:
"ETKO, TİT gibi gözle örgütler Şevkat
ÇETİN'in Esat BÜTÜN dönemindeki eylem çizgisini eleştirmesi üzerine kurulmuştur. Yukarıda da belirttiğim gibi yakalanmaların sıklaşması üzerine
Şevkat ÇETİN- ÜGD yöneticilerinin
aradan çekilmesini, eylemler için ayrıbir
grup kurulmasını savunuyordu.
Şevkat ÇETİN Genel Başkan olur olmaz,
bu amaçla Teşkilatlandırma Sekreterliği'nde çalışan Ali UZUNIRMAK'a Ankara
çapında bir anket düzenlemesi görevini
verdi.
Yapılan bu çalışmalardan sonra ETKO
kuruldu. Akara'da ETKO'nun kurucusu
ÜGD Ankara Şubesi Başkanı Salih Dayan'dır. Şevkat ÇETÎN'den aldığı emir üzerine ETKO'yu kurdu."—Age sayfa 102—
-/-
19. KAYNAK:
"Buların dışında Kıbrıs'tan deniz yoluyla silah geldiğini de biliyorum. Şevkat ÇETİN ve Erdem ŞENOCAK'la beraber Seyranbağları'ndaki evde kalırken bir gün
Şevkat bana gece saat dörtte ÜGD Genel
Merkezi'ne gitmemi ve orada bulunan bir
şahısla parolalı olarak görüşerek vereceği
şeyleri kendisine getirmemi istedi. Ben de
dörtte gittim...
Valizi açtık, içinden on tane Smith Weson tabanca, iki polis telsizi, çeşitli çap ve
markalarda tabancalar mermiler çıktı. Silahların kabzalarında halkalar vardı. Bir
kaç tanesinin de kabı vardı. Ben, Şevkat
ÇETÎN'e silahların ordu malına benzediğini
söyledim. O da Kıbrıs'tan deniz yoluyla
geldiğini söyledi." —Age sayfa 134—
-/20. KAYNAK:
"Anayasa Mahkemesi ve Danıştay'ın
bombalanması emrini Salih DAYAN vermiş. Planları Mehmet YANTARÇELİK yapmıştır. Fakat bombalama konusunda bunlara talimatın Şevkat ÇETİN'den geldiğini
tahmin ediyorum." —Age sayfa: 135—
-/21. KAYNAK:
"Maraş olayları sırasında K.Maraş ile
Gelen Merkez arasında sürelisürekli telefon görüşmesi yapılıyordu. Buradan konuşanlar Şevkat ÇETİN, ve Burhan KAVUNCU idi. Bu konuşmalarda Maraş'ta Cihat'ın
açıldığı inşallah ülküdaşlarımızın başaracağı söyleniyordu. İkinci gün telefon görüşmesi kesildi. Başkaca bilgi alamadık."
—Age sayfa :İ43—
-/22. KAYNAK:
"Balgat Katlimanı'nı planlayan Ethem
KISKIS değil Şevkat ÇETİN'dir. Bu katliamın amacı müslüman halkı komünistlere
karşı kışkırtmaktı. Bu amaçla camiden çıkan halk kurşunlandı. Daha sonra ÜGD tarafından büyük bir cenaze töreni düzenlendi. Ayrıca bu bölgede oturan müslümanların, sağcıların evleri kurşunlanarak
MHP'ye sempati duymaları sağlanmaya
çalışıldı. Hedef burayı MHP'nin kurtarılmış bölgesi yapmaktı.
Ancak, İsa ARMAGAN'ın yakalanmasıyla oyun bozuldu. Isa ARMAGAN'ın Şevkat
ÇETİN ile direkt teması vardı İsa yakalanıp
cezaeevine konduktan sonra Şevkat beni
İsa'ya gönderdi. Nasıl ifade verdiğini ve
öbür silahların nerede olduğunu öğrenmemi istedi. İsa bana, "Şevkat'ten başka kimseyi görmem Kendisi gelsin" dedi. Bunun
üzerine Şevkat cezaevine giderek İsa ile bir
görüşme yapü. Bu görüşmede ben de vardım. Şevkat, İsa'ya "Benim adımı verdiniz
mi?" diye sordu."—age sayfa: 139
-/23. KAYNAK:
"Yakalanan silahlar Adliye depolarına
götürülür. Buradan orduya verilir. Teşkilat
elindeki kirli silahları bu depolardaki temiz
silahlarla değiştirdi. Aynı şekilde boş kovanlar orduya verildi. Bunların eğitimde
kullanıldığına dair fezleke tutuldu ve yerine
doluları alındı.
Silah değiştirme işi başarıya ulaşınca
genel merkeze haber verildi. Genel Başkan
Şevkat ÇETÎN buna çok önem verdi ve başka
illerde de uygulanmasını istedi. Gerçekten
de uygulandı" —age sayfa: 142—
KONU: MHP UŞAK
Milletvekili ARMAĞAN
YILMAZ'ın Gazetemize
Gönderdiği
İHTARNAME'YE
CEVABEN İLGİLİ YAZIDA
AKTARILAN
GERÇEKLERİN ALINDIĞI
KİMİ KAYNAKLAR:
1. KAYNAK:
-"Armağan YILMAZ
Ali Yurtaslan'ın itiraflarına göre, '80 öncesinde Bahçelievler Emek Beştepe bölgesinde saldırılarda bulunan, Nenehatun Yurdu'ndaki ülkücü grubun ikinci başkanıydı.
Gruptaki diğer isimler Başkan Nidai SEVEN, Sekreter Mehmet BERK, Muhasip
Hanifi TOKGÖZ'dü. Bölgenin başkanı adı
daha sona Bahçelievler suikastine karışacak olan Mahmut KORMAZ'dı. -Yurtaslan'ın itirafları—" —Resmi Belgelerle ÇETELER; Siyaset, Mafya, bürokrasi ilişkilerinde kim kimdir? Doğan Yurdakul, Cengiz
Erdinç, Ümit Yayıncılık Sayfa: 316 2.Baskı—
2. KAYNAK:
Toplantı başladığında, ilgili herkes oradaydı: Ocak yönetimi, bölgede bulunan
okulların başkanları, ilgili semtte görevli
birkaç arkadaş ve yakın semtlerin başkanları. Çatlı Başkan, kısa bir konuşma yaparak toplantıyı açtı:
'Nenehatun Yurdu'na yerleşeceğiz. Bölgenin hassasiyetine binaen , sistemli ve
koordineli bir çalışma yürüteceğiz. Bu bölgede, koministlerin çok sayıda hücre evi
var; onları etkisiz hale getirmeliyiz. Şimdi
herkes neler yapmamız gerektiği konusundaki fikrini söylesin:'
Ben, iki saat kadar süren toplantıda fazla
konuşmadım. Benden tecrübeli ve yetkili
arkadaşlar meseleyi uzun uzun tartıştılar.
Ve fikirlerini söylediler. Başkan, arkadaşlar konuşurken müdahale etmiyor.
Önündeki bloknota kısa notlar alıyordu.
Toplantının sonuna doğru söz aldı. Maddelere döktüğü uygun fikirleri sıraladı ve
gerekli talimatları verdi. 21 yaşında olan
Abdullah Çatlı, tecrübeli bir komutan gibi
Ankara'daki onbinlerce ülkücüyü yönetiyor ama aldığı kararlar, hatırımda kaldığı
kadarıyla şöyleydi:
1-Vakit geçirmeden bölgede bir psikolojik savaş başlatılacak. Duvarlara sloganlar yazılacak ve afişleme yapılacak.
2-Solcuların devam ettikleri kahvehane
kafetarya gibi yerler belirlenecek bu yerler
enterne edilecek.
3-Yurda yerleşeceğiz gün, üç dört bir kişiyle bölgeye çıkarma yapılacak. Bölgede
toplanan arkadaşlar, aynı günün akşamına
kadar orada kalacaklar ve solcuların baskı
altına girmesi sağlanacak.
4-Yurda, ilk önce otuz kırk kişiden oluşan gönüllü bir grup yerleştirilecek. Bölge
iyice tanındıktan ve karşı taraf ölçüldükten
sonra, peyder pey diğer arkadaşların yerleşmesi sağlanacak.
5-Başkan, uygulamaları ve yapılanmaları bizat takip ve kontrol edecek, bölgeden
ve yurttan Ocak adına Kenan ağabey sorumlu olacak.
Bu konuma göre, nöbet yerlerini belirledik: ön tarafa iki, arka tarafaa ise bir nöbetçi koyarak güvenliğimizi sağlayabileceğimize karar verdik. Silahlarımızı saklamak
için 'zulalar' hazırladık. Bir toplantı yaparak genel stratejimizi semtteki davranış şekillerimizi, gidiş geliş yollarımızı halkla ve
esnafla kuracağımız diyaloğun esaslarını.."
—Zamanı Süzerken Hatıralar Haluk Kırcı
Burak Yayınevi Sayfa: 69-70-71—
-/3. KAYNAK:
Armağan YILMAZ:
Uşak MHP milletvekili
-"Nenehatun Yurdu'ndan Bahçelievler,
Emek, Beştepe bölgesine sayısız saldırılar
yapıldı.
Ben Nenehatun Yurdu'nda kalırken, bu
saldırıları düzenleyen belli bir grup vardı.
Başkanları Nidai SEVEN, ikinci başkanları
Armağan YILMAZ, Sekreter Mehmet BERK
ve Muhasip Hanifi TOKGÖZ'dü. Bu bölgenin
başkam o sırada Mahmut KORMAZ'dı.
Bunlar, yurt kapandıktan sonra da teşkilat
tarafından o bölgede tutuldular. Mahmut
KORKMAZ direkt olarak Abdullah ÇATIL'ya
bağlıydı." —İtiraflar Ali Yurtaslan sayfa37—
-/- .
4. KAYNAK;
-"Abdullah ÇATLI Ankara Şube Başkanı
iken Bahçelievler Emek bölgesinde bir kaç
cinayet işlendi. Bunlardan biri, ibrahim
BOZKURT'un öldürülmesi olayıdır. 1977
Aralık'ında veya 1978 Ocak ayında şimdi
halen İncibaba adlı Ankara mafyasının ele
başlarından birinin fedailiğini yapan Kemal BİLGİN elinde silahla yurda geldi. Ve
'komünistler bize saldırdı. Ateş edip kaçtım' dedi. Kemal BİLGİN Teknik Öğretmen
öğrencisiydi. Yurtta Hüdai SEVEN, Armağan YILMAZ ve bir kaç kişi daha buraya
açılan ateşe karşılık verdiler. Hanifi TOKGÖZ bu olaylarda yoktu.
—İtiraflar Ali Yurtaslan sayfa:39—
-/5. KAYNAK:
-"Armağan YILMAZ
Ali Yurtaslan'ın itiraflarına göre 80 öncesinde Bahçelievler Emek-Beştepe bölgesinde saldırlarda bulunan Nenehatun Yurdu'ndaki ülkücü grubun ikinci başkanıydı
gruptaki diğer isimler başkan Nidai SEVEN- Sekretek Mehmet BEREK, Muhasip
Hanifi TOKGÖZ. Bölgenin başkan adı daha
sona Bahçelievleri suikastine karşacak
olan Mahmut KORKMAZ'dı. —Yurtaslan'ın
itirafları—" —Resmi Belgelerle ÇETELER;
Siyaset, mafya, bürokrasi ilişkilerinde kim
kimdir? Doğan Yurdakul, Cengiz Erdinç,
Ümit Yayıncılık— sayfa:316, 2. baskı—
-"Armağan YILMAZ: Site Yurdu sorumlusuydu. Daha önce Nenehatun Yurdu'ndayken bir çok olaya karışmıştır. Site
Yurdu'nda denizciler bölgesi ülkücülerinden Ahmet Suat Güveren'e bomba vermekten aranıyordu. Örtbas edildi. Şu anda
İTİA'da okuyor." —İtiraflar Ali Yurtaslan
Sayfa:97—
-/6. KAYNAK:
-"Yine 1978 Haziran ayı içinde Emek
Muhtarı'nın evi bombalandı. Bu muhtar
Nenehatun Yurdu'nun boşaltılması için
mahallede imza toplamaya başlamıştı.
Bombalayanlar Ankara İTİA öğrencileri
Ahmet GÖMLEKÇİ ve Armağan YILMAZ'dır. Bu olayda açığa çıkmadı" —age
sayfa:42—
Çorum
halkı direnişi örgütlüyordu.
Faşistler Maraş'ta olduğu gibi
büyük çapta bir katliam
gerçekleştirmeyi başaramadılar. Ama
hınçlarını yalnız veya silahsız
buldukları insanlardan aldılar.
Çorum katliamı davasında verilen
gerekçeli kararda bunlardan birisi
şöyle anlatılıyordu:
"Hamza Kökmen, Çorum'un
Sarılık mahallesine dayıoğlu Elvan
Çağlar'ın şehir içi göçüne yardımcı
olmak için gelir. 15-20 kişi
tarafından karşı mezhepten (yani
alevi diye)
eşyasmı alelacele yüklemiş, çoluk
çocuğunu da bindirmişti. Kendisi de
tam kamyonun üzerine çıkacağı
sırada, yani kurtuluşun eşiğinde iken
avcılar geldiler. Ahmet Doğan'ı ve
arkadaşı Veli Solmaz'ı zorla
kamyondan indirdiler.... Mustafa
Bağcı, Şükrü Yalçın, Hayri Büyücü,
Mehmet Yılmaz da o saatlerde rehin
düştüler. Rehin alınan 8 kişi kolları
ayakları bağlı biçimde bir inşaatın
bodrum katına götürüldüler. Hava
kararmak üzereydi. ...
"Mahallenin oba başkanı Eyüp
yakalanır. Bir inşaata götürülmek
için çağrılan taksinin gelmesini
beklerken kaçmaya çalışır, yakalanır.
... Bir ağaca bağlanır, yüzü gözü
bıçakla kesilir, deşilir, kurşunlanır.
Bir ara öldü sanılarak bırakıldığı
yerden gözleri akmış biçimde
kaçmaya çalışırken yakalanır, 4 saat
işkence sonucu öldürülür. Muhtarın
da kararıyla gömülür.... Sanıklardan
birinin olaydan sonra kan tuttuğu
için 'ben adam kestim' diye
sokaklarda bağırıp çağırdığı görülür."
8 Haziran 1986 tarihli Nokta
dergisinde bir başka katliam şöyle
anlatılıyordu:
"4 Temmuz Cuma günü faşistler
bazı alevi yurttaşları rehin almaya
başladılar. Alevi Kartal ailesi o gün
kapılarını sıkı sıkıya kapattı, korku
içinde dışarıdan gelen sesleri dinledi.
Birden onların da kapısı çalındı. Bazı
kimseler 'dışarı çıkın, öldüreceğiz
sizi' diye bağırdılar. Satılmış Kartal
kapıyı kırılmak üzereyken açtı.
Kapıdan elleri sopalı bir grup içeri
dalmıştı. Satılmış Kartal o kargaşada
kendini dışarı atmıştı ve bitişik
apartmanda gizlenmeyi başarmıştı.
Ama karısı, Gökçen Kartal evde
kalmıştı. Kadının bağırmaları
duyuluyordu. Gökçen Kartal
sürüklenerek dışarı çıkarıldı. Orta
yaşlı kadın önce yakınlardaki başka
bir eve götürüldü. Aynı mahallede
oturan Emine Üreyen, saldırganların
bir ara Gökçen Kartal'ın külotunu
çıkararak değneğe takıp
salladıklarını, sonra urganla el ve
ayaklarım bağlayarak götürdüklerini
gördü. Gökçen Kartal'ın ardından
Emine Üreyen'in de kocasını rehin
aldılar.... Aynı saatlerde Ahmet
Doğan bu cehennemden
kurtulabilmek için göç hazırlığına
başlamıştı. Bir kamyon tutmuş,
Gül, ÜYD Çorum başkanı Seydi
Esenyel'i evinin önünde karşıladı.
'Başkan', dedi, 'Alevilere ait 30'u aşkın
ev ve işyerini tahrip ettirdim. Bir
yandan da devam ediyoruz ve 8 tane
rehinemiz var.'...
"... Maskeli faşistler, köylüler ve
rehinelerden oluşan topluluğa
Esenyel son bir konuşma yaptı ve
şunları söyledi: 'Yapılan her hareket,
Türk milletinin bölünmezliği ve
parçalanmaması içindir. Köylülerle
birlikte gideceksiniz bu işi
bitireceksiniz. Öldüreceksiniz.'
"... Ölüm mangası Çorum'a geri
döndüğünde ÜYD başkanı
kendilerine, 'Türk milliyetçiliği adına
yapılan eylemler için minnettar
olduğunu' söyledi."
Çorum katliamı davası Erzincan
Sıkıyönetim Mahkemesi'nde görüldü.
Devletin, esas kendisinin sorumlusu
olduğu bir katliamın gerçek faillerini
yargılayıp ceza vermeyeceği de açıktı.
Ancak her şey o kadar çıplak
yapılmıştı ki, bir iki tane kurban
vermeleri gerekiyordu.
Aradan 8 yıl geçmişti. Mahkeme
karar aşamasına gelmişti. 53 kişilik
davada 38 kişi daha önce beraat
etmişlerdi. Kalan 15 kişiden Seydi
Esenyel ve Recep Uslu adlı faşistler
önce idam cezası aldılar. Ama sonra
bu ceza 24 yıla indirildi. Diğer 13
faşist ise "yattıkları süre göz önünde
bulundurularak" serbest bırakıldılar.
Devletin davası böyle bitti.
Ama halkın açtığı dava sürüyor.
Halkın davasında yargılananlar
yalnız 53 kişi de değil. Bütün MHP
Genel Merkezi, MHP yöneticileri, ililçe yöneticileri, adı bilinen ve
bilinmeyen bütün katiller, emrin
çıktığı Amerikan büyükelçiliği ve
bizzat devletin kendisi halkın
davasında "sanık"tırlar.*
Katliamı
Kitle katliamları devam ediyordu.
Kahvehane baskınları, seri halde
çuval cinayetleri, işkenceyle adam
öldürmeler günlük yaşamın bir
parçası haline gelmişti.
Faşistlerin hedefinde, bu
katliamların alevi-sünni halkın yoğun
olarak yaşadığı yerlere
yaygınlaştırılması, böylelikle halkın
bölünüp parçalanarak iyice güçten
düşürülmesi vardı.
Maraş katliamıyla vahşi bir
başlangıç
yapmışlar,
Nazileri
aratmayacak cinayetler işlemişlerdi.
Sırada Çorum vardı.
Faşistler Çorum üzerine uzun
zamandır hesap yapıyorlardı.
Maraş Katliamının üzerinden uzun
bir zaman geçmemişti. Kitleler ve
devrimciler de faşistlerin niyetini
seziyor, ona uygun hazırlanmaya
çalışıyorlardı.
Nihayet katliam için beklenen
onay Amerikan büyükelçiliğinden
geldi. Büyükelçilikte görevli bir CIA
ajanı, bölgeye gezi yaparak bu tür
"hassas" bölgeler arasında Çorum'un
da bulunduğunu rapor etti.
Faşistlerin hazırlıkları hız kazandı.
Cinayetleriyle faşist hareket içinde
tanınmış, bu işi "en iyi"
yapabileceklerine inanılan MHP'liler
Çorum'a toplanmaya başladı. Bir
yandan da silah ve cephane sevkıyatı
yapıyorlardı.
Ama hiç beklemedikleri bir olay
planlarını at üt etti. Ülkedeki bütün
anti-faşistleri sevince boğan bir eylem
gerçekleşmiş, MHP'nin çekirdek
kadrosunda yer alan faşist şef Gün
Sazak, 27 Mayıs 1980'de devrimci
hareket tarafından cezalandırılmıştı.
Gün Sazak'ın cezalandırılması
faşistlerde tam bir panik havası
yarattı. Bu panik her an bozguna
dönebilirdi. Ağır prestij kaybını bir an
önce telafi etmeli, katliamlarla "Gün
Sazak'ın intikamını aldık" izlenimini
yaratmalıydılar.
Hazırlıklar, tamamlanmadığı halde
en uygun yer Çorum'du.
Faşistler 27 Mayıs'ta bir saldırı
denemesinde bulundular, ama
girişimleri Çorum sokaklarını
kaplayan barikatlara çarparak dağıldı.
Bu durum faşistlerdeki moral
bozukluğunu derinleştirdi. Saldırılar,
alevi-sünni çatışması yaratmaya
yönelik provokasyonlar arttı.
1 Temmuz'daki saldırılarında 4
CHP'liyi katlettiler. 2 ve 3 Temmuz'da
sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Ama
yasak faşistler için değil Çorum halkı
içindi. Faşistler sokaklardaydılar.
Bombalar ve silahlarla saldırıyorlardı.
Bu iki günde halktan 5 kişiyi
katlettiler, 11 kişiyi ağır yaraladılar, 50
işyerini kundakladılar.
4 Temmuz Cuma'ya denk
geliyordu. Bu, provokasyon için
uygun bir gündü. Faşistler, Cuma
vaazı sırasında bütün camilere
girdiler, "Komünistler Alaaddin
camisini bombaladılar, ne
duruyorsunuz" diye sünni halkı
galeyana getirmeye çalıştılar. Oysa bu
sırada Alaaddin camisi sapasağlam
duruyordu. Faşistler caminin yandığı
izlenimini yaratmak için çevresindeki
bazı binaları ateşe vermişlerdi.
Provokasyon girişimleri
kendilerine yakın olanlar dışında
umdukları etkiyi yaratmamıştı. Ancak
bu güruh demokrat-alevi mahallesi
olarak bilinen semtlere hücuma geçti.
Silah ve bomba sesleri susmak
bilmiyordu. Herkes, askerler, polisler,
hatta gazeteciler olan bitene tanıktı.
Bunlardan birisi, o zaman Hürriyet
gazetesi muhabiri olan Saygı Öztürk
faşistlerin elinden zor kurtulmuştu.
Polisler ve askerlerin bir kısmı
katillere yardımcı oluyordu. Özellikle
katliamla ilgili bütün ifadelerde bir
polis panzerinin faşistlerin
korumasını aldığı ve halka ateş açtığı
söyleniyordu. Vali, gözaltına alınan
faşistleri kabul etmiyordu; onları
getirenlere "götür bunları bana
Milönü semtinde sokağa çıkanları
getir" diyordu. Milönü devrimcilerin
ağırlıkta olduğu, direnişin güçlü bir
şekilde sürdüğü ve faşistlerin
giremediği bir mahalleydi.
Çorum adeta bir savaş kentiydi
artık. Silah sesleri altında Çorum
"Beklentim, devletin payıma düşen görevleri
belirlemesidir" (Öcalan)
İMRALI SAVUNMASI'NDA
NE SAVUNULDU?
calan'ın avukatlarıyla
yaptığı görüşmelere
ilişkin bilgiler,
savunmanın nasıl şekillendiğine
dair belli bir fikir veriyor.
Öcalan'ın avukatlarından Zeki
Okçuoğlu, ilk günlerdeki
görüşmelerine ilişkin şunu
aktarıyor:
"... başından itibaren bir iki
avukatın gösterdiği cansiperane
çaba Öcalan'ın 'Devletin ve
Başbakanlık Eşgüdüm Merkezi'nin
çizdiği çerçeve içinde savunma
yapacağım. Kimse benden başka
bir savunma yapmamı beklemesin.
Sizlerden de bu çerçevede savunma
yapmanızı istiyorum' sözleriyle ne
yazık ki bütünüyle çökmüştü."
(Serbesti, sayı: 4)
Okçuoğlu şöyle devam ediyor:
"Bu perspektif avukatlara savcı
yardımcılığı öneriliyordu."
Yargıcın, sanığın, tanığın,
avukatların, medyanın, kısacası
herkesin ne söyleyip yapacağı belli;
herkes üzerine düşeni yapıyor. İşte
böyle bir yargılamaya tanık olduk.
Çok demokratikti mahkeme. Çünkü
belliydi ki olumsuz herhangi bir
gelişme olmasından herhangi bir
kaygı duymuyorlardı.
Okçuoğlu, daha önce bir radyoyla
yaptığı röportajda da Öcalan'la
görüşmelerinin kontrgerillanın
denetiminde olduğunu söyleyerek,
bu görüşmelerden birinde Şeyh
Said'in nasıl aldatılarak idam
edildiğini anlattığını ve Öcalan'ın
bu anlatıma daha sonra şöyle bir
tepki gösterdiğini söylüyor:
"Şeyh Said hakkında bana
anlattığın hikaye yukarıdakilerin
hoşuna gitmemiş, dedi. Bundan
sonra da benimle konuşmalarına
dikkat etmelisin, böyle yanlış şeyleri
de bana anlatmamalısın, dedi. Ben
de bunları birilerinin hoşuna gitsin
diye anlatmadığımı ifade ettim ve
ben örnek olması, kendisinin de ders
çıkarması için anlattığımı
söyledim."
Anlatılanların eksiği olabilir,
fazlası olabilir. Ama zaten olan
biten bu anlatılanları fazlasıyla
doğruluyor. Ortada bunlara uygun
bir gelişme olmasa, spekülatif der
geçersiniz.
Ama savunma, ortadadır. Orada
devletin, MGK'nın, ABD'nin
görüşleri vardır, bunu daha önce
söylemişizdir.
Daha duruşmaların
başlangıcında "İmralı'da oligarşinin,
emperyalizmin duymak istedikleri
söyleniyor" dedik. Çünkü
söylenenlerin derin anlamı da,
çıplak anlamı da ortadaydı.
Yıllardır oligarşinin savundukları,
hatta ders kitaplarında yazdıkları,
bu defa Öcalan'ın ağzından tekrar
ediliyordu.
İşte tartıştığımız bu... Sol,
devrimcilik ne hale geldi?
Devletin görüşlerini, MGK'nın,
ABD'nin dediklerini tartışır hale
geldik. Bu görüşler devletin mi,
devrimcilik mi, fırtına burada
kopuyor.
Oysa savunmanın sahibi açıkça
söylüyor. Gerçek de bu. O savunma
devletindir. ABD'nindir.
Tekrar ediyoruz. Bu savunma
devletin, ABD'nin devrime,
sosyalizme saldırışıdır. Doğrudan
saldırıdır. Hiç bir uydurma teori, bu
gerçeği gizleyemez.
DEVLETİN DUYMAK
İSTEDİKLERİ SÖYLENMİŞTİR!
İMRALI SAVUNMALARI, ABD VE
MGK'NIN ÇÖZÜMÜ
DOĞRULTUSUNDADIR.
DEVLET SAVUNULMAKTADIR
VE DEVLETE TABİ OLUNMUŞTUR.
Bunları daha önce yazdık.
ABD'nin yıllardır Kürt sorunu
için "sorun Türkiye'nin
demokratikleşmesi sorunudur"
dediği biliniyordu. Öcalan'ın
savunmasının temel tezi de budur.
MGK, bu mücadeleyi siyasal,
askeri, ahlaki her açıdan gayrimeşru ilan ediyordu yıllardır.
Öcalan da bunu yapmıştır. Hatta o
MGK'nın beklediğinden de fazlasını
yapmış, tarihteki Kürt isyanlarını
bile mahkum etmiştir.
Bu savunmanın nasıl
biçimlendiğinin özel bir önemi
yoktur. Ancak artık orada, devletin
savunulduğu ortadadır. Bunu
herkes görmek zorundadır.
Zeki Okçuoğlu'nun sözleri
spekülatif bulunabilir. Hatta "yalan"
diyen de çıkabilir. Öyle bile olsa,
değişen hiç bir şey olmaz, çünkü
savunmanın kendisi ortadadır.
Çünkü Öcalan'ın mahkeme
boyunca tavır ve sözleri ortadadır.
Hepsine şu veya bu şekilde bir kulp
takıp onları doğru, eksiksiz, görmek
ve göstermek isteyenler, son olarak
Öcalan'ın kendi yazdığı mektuptaki
şu sözlere baksınlar:
"Umut ve beklentim
mahkemeden sonra
devletin -illa beni veya
PKK'yi resmen muhatap
kabul etsin demiyorumuygun bir yöntemle
gerçekten tüm sorunların
kilidi haline gelmiş bu
silahlı çatışmayı kalıcı
olarak sona erdirmek için,
duyarlı, bilimsel ve
durumumuzu bütün
boyutlarıyla göz önüne alan
bir planlamayla
gündemleştirmesi ve
payıma düşen görevleri
belirlemesidir. Şu anda
etkileme gücümüz sona
erdirmeye uygundur. Uzun
sürmesi kontrolü
kaybettirebilir. Çünkü çok
çıkar ve güç üzerinde
oynuyor."
(7 Temmuz 1999, Özgür Politika)
Ne söylüyor?
Devlet beni veya PKK'yi muhatap
alsın demiyorum.
Devlet, duyarlı, bilimsel ve
durumumuzu bütün boyutlarıyla
gözönüne alan bir planlama yapsın.
(Hangi devlet? Tabii ki sözü edilen
MGK'nın kurmaylığındaki faşist
devlettir. Türkiye'de bundan başka
devlet yok.)
Devlet, bu planlama
çerçevesinde benim payıma düşen
görevleri de belirlesin.
Öcalan devletin vereceği
görevleri kabul etmeye hazır.
Nasıl bir görev üstlenebileceğini
de açığa kavuşturuyor.
Şu anda sona erdirebilecek
gücüm var diyor. (Sona erdireceği
ne? PKK. Aynı kapsam içinde gerilla
savaşı. Kürt halkının ulusal
mücadelesi.)
Bu arada Öcalan devleti
UYARMAYI da ihmal etmiyor.
Şu anda diyor, bunları sona
erdirecek gücüm var, yani PKK
üzerinde kontrolüm var, hala
benim sözüm geçiyor, ama eğer geç
kalınırsa, kontrolümü
kaybedebilirim.
DEVLET PLANLAYACAK,
ÖCALAN'A BU PLAN
ÇERÇEVESİNDE GÖREV VERECEK,
ÖCALAN VERİLEN GÖREVİ YERİNE
GETİRECEK.
Bu bakış açısının yapacağı
savunma da elbette farklı
olmayacaktır.
Olmamıştır.
Bu devletten sözediyoruz ve
Öcalan bu devlete sık sık saygı ve
şükranlarını belirtiyor.
İmralı'daki duruşmanın başladığı
ilk günkü gibi.
"Türk devlet yetkililerine" yazdığı
son mektubu da aynı saygı ve
şükranla bitiriyor. Şöyle diyor:
"Devlet, İmralı'daki yargılamayı
dünyaya örnek olarak düşündü.
Bunun temel yargılananı olarak
saygı ve şükranla karşıladım."
îmralı'da hukuk yok diyor
dışarıdakiler, Öcalan bu örnek
yargılamaya saygı ve şükranlarını
sunuyor.
Öcalan'ın barış politikasını, hatta
"her dediğini" savununlar,
görmüyor bunları. Görmezden
geliyor.
Körler de gerçeklerden kaçamaz.
İmralı savunmasının niteliği en
becerikli demagoglar tarafından
bile gizlenemez.*
HEP KULLANMAYI DÜŞÜNENLER,
KULLANILMAKTAN KURTULAMAZLAR
Devrimci, yurtsever bir
örgüt kendini kullandırtır
mı? Kullandırtırsa, onun
devrimciliği nerede kalır?
Kürt Halkının Hedefi, Balkanlar'a, Kafkaslar'a,
Açılmak mı? Kürt Halkı, Başka Halklar Üzerinde Yayılmacı
Emellere Güç Vererek mi "Kurtulacak"?
muştur.
Bu politika Demirel'in dilinde "Adriyatikten Çin Şeddine" halini almıştır.
Demirel'in 'Adriyatikten Çin Şeddine"
deyişiyle, Öcalan'ın, PKK Başkanlık Konseyi'nin "Ortadoğu'ya, Balkanlar'a, Kafkaslar'a açılma" sözünün NE FARKI
VAR?
Bu politika daha sonra Özal tarafından savunulmuştur.
"Bir koyup üç alma" hesabı yapmıştır
Özal.
Pekala Özal'ın bir koyup üç alma hesabının özü neydi?
Özal ABD'nin, emperyalistlerin Irak'a
saldırısına daha aktif olarak katılacaktı.
YANİ, yani, yüzlerce halk çocuğunun,
"mehmetçik"lerin canını koyacaktı ortaya, karşılığında Musul, Kerkük petrollerinden pay istiyordu.
Halk çocuklarının canı ucuz; emperyalist yayılmacılık politikaları, onlar üzerine kuruludur hep. Ortadoğu'da halk çocuklarının kanı dökülecek, karşılığında
tekellerin kasaları dolacak KAZANAN
KİM, KAYBEDEN KİM?
İşte Öcalan'ın rüyası.
Öcalan "Türk devlet yetkililerine" son
yazdığı mektupta hayalini kurduğu ülkeyi
böyle anlatıyor.
Büyük Türkiye, büyük ulus, lider ülke...
Öcalan kendisine nerede yer arıyor?
Bu tabloda halk nerede? Halkın sorunlarının, ekonomik, siyasal, sosyal,
ulusal, kültürel taleplerinin çözümü nerede?
Ne anlama geliyor bütün bunlar?
Açıkça kapitalizm, yayılmacılık, emperyalisttik nasıl savunuluyor?
Emperyalizme bağımlılık nasıl övülüyor?
Türkiye nasü bir ülkedir ki, bu Türkiye'nin lider ülke olması için güç vermekten
sözediliyor?
Ne yapacak Türkiye lider ülke olunca?
Ortadoğu'ya, Kafkaslar'a, Balkanlar'a
yayılacak.
Peki halkın çıkarı ne olacak bundan?
Koç Kafkasya'da, Sabancı Balkanlar'da
oranın halkını da sömürecek diyelim,
peki halkın ne çıkarı olacak?
Bölgede lider ülke olması düşüncesini,
arzusunu ilk dile getirenler, Abdullah
Öcalan'lar, Duran Kalkan'lar değildir.
Daha Menderes zamanından oligarşi
niyetlenir buna.
Ortadoğu'daki ilerici, emperyalizmin
çıkarlarına zarar veren her gelişmeye,
emperyalizm adına müdahale etmek istemiştir. Daha o zamandan bu politika
gereği üsler cömertçe Amerika'ya sunul-
Peki PKK önderleri nasü yayılacaklar
Ortadoğu'ya, Balkanlar'a ve Kafkaslar'a?
Ne koyup ne almayı düşünüyorlar?
Menderes'in, Demirel'in, Özal'ın politikalarını savunmak, ne zamandan beri
ilericilik, yurtseverlik oldu?
Başkanlık Konseyi ve Öcalan,
ABD'ye karşı değiller. Emperyalizmin
bölgedeki
istikrarına,
oligarşinin
istikrarına karşı değiller. Düzene karşı
değiller. Düzenle birleşip yayılmacılık
peşindeler. O halde derdiniz nedir?
Savaş, mücadele, gerilla, barış, ne için
ve kime karşı?
"Bizi tanıyın, hangi halka ne yaparsanız yapın", "anlaşalım, birlikte yağmacılık yapalım, işgal edelim, bölgenin
lideri olalım"... ABD'ye ve oligarşiye
bunu söylüyorsunuz. Burdan, halka
anlatabilecek misiniz?
Emperyalizme ve oligarşiye yaptığınız bu "önerilerde" halk, ulus,
vatan, devrim, yurtseverlik, hatta
barışçılık nerede?
Bütün bunlarda KÜRT HALKININ
ÇIKARI NEREDE?
ANADOLU HALKLARI, İŞGALCİLİKLE, YAYILMACILIKLA MI KURTULACAK?
Menderes,
Demirel,
Özal,
emperyalistlerin sadık uşağı, tekelci
burjuvazinin en has adamlarıdır.
Savundukları
politikalar
da
emperyalistlerin
ve
oligarşinin
çıkarlarına uygundur.
Peki Öcalan ve PKK Başkanlık Konseyi, "bölgede lider ülke", "açılma" politikalarını, ne adına, kimin çıkarları
için savunuyorlar?*
Öcalan'ın, İmralı duruşmalarının
sonunda idam kararı verilmesinin
hemen ardından "Türk devlet
yetkililerine iletilmek üzere" yazdığı bir
mektup 7 Temmuz'da gazetelerde
yayınlandı. Öcalan'ın bu mektubunda
söylediklerinden biri şudur:
"... bu sefer Irak'ın Yugoslavya'nın
benzer birçok yerin başına gelen
Türkiye'nin başına gelecektir. Yine bana
göre birinci tamamlanmak üzere.
Bunda şüphesiz PKK ve beni görünür
hedef olarak kullanmak ve Türkiye'nin
özellikle 1993'lerden beri kilitlenmesi
önemli rol oynadı. Bunda bana göre
hem Türkiye'nin iç politik ve askeri
yapısında, hem de dışta bazı devlet
düzeyinde olsun başka düzeyde olsun
güçler ve kişiler kullanıldı, oyunu
bilerek veya bilmeyerek aleyhte
oynadılar."
Kullanmak ve kullanılmak... Bu iki
kelime, Kürt milliyetçiliğinin
literatüründe çok rahat kullanılabilen
iki kelimedir.
Öcalan, İmralı'daki savunmalarında
da Kürt sorununun, PKK'nın ve hatta
bizzat kendisinin çeşitli biçimlerde
kullanıldığını söylemekteydi.
"Eğer, dış oyunlardan bahsedeceksek,
temel amacın bu dönemeçte yüz geri
yapmak İstedikleri ve Kürt sorununu
da araç olarak kullanmakla bunu
başaracaklarına inandıklarıdır." (1.
Savunma)
Yine aynı süreçte PKK Başkanlık
Konseyi üyesi Osman Öcalan'la
yapılan bir röportajda şu cümle
sarfedilmişti:
"Türk devleti çözümleyici
yaklaşmazsa Kürt halkına da düşen
artık savaşı alabildiğine geliştirmek,
belki de onlarca yıl sürecek, dışarıdaki
güçlerin de katkılarıyla gelişecek ve
devam edecektir." (Özgür Politika, 17
Mayıs 1999)
Ne çıkıyor bu cümleden? Oligarşi, bak
bizle barışmazsan bizi destekleyecek
(yani kullanacak) çok güç var, ona göre
diye tehdit ediliyor.
Bunu söylerken çok rahatlar.
Kullanılmak adeta meşru görülüyor.
Aslında "adeta" falan değil, gerçekten
de Kürt milliyetçiliğinin politika
anlayışında kullanmak ve kullanılmak,
normaldir.
Son dönemde özellikle, oligarşiye
karşı bir tehdit olarak sürekli, eğer
barışmazsanız PKK'yı başka güçler
kullanır deniliyor. Öcalan karar sonrası
dilekçesinde şunu söylüyor:
"Olan da şimdiden bu, demin
söylediğim tüm stratejik güçler daha
şimdiden kendi Kürdünü, oluşumunu
yaratmış, hatta benim dışımda temel
güç olarak PKK'yi de parselleme
planlarını hazırlamışlardır. Bunun da
bilgileri fazlasıyla mevcut ve açıktır."
Barış olmazsa hep PKK'nın nasıl
kullanılacağı anlatılıyor. Bu nasıl bir
örgüt ki hep kullanılıyor?
Hal böyleyse, ideoloji yok demektir.
Örgüt iradesi yok demektir. Kendisine
ait bir politikası yok demektir.
Neden bu kadar kullanılma? Hangi
ideoloji bu hale getirdi? Bugün neden,
bütün bunlar bilindiği, görüldüğü,
açıkça söylendiği halde, bu konumdan
çıkılamıyor?
Kim nasıl bir örgütü
parselleyebilir?
Bu nasıl bir örgüt?
Emperyalistler nasıl olup da bir
örgütü bu kadar kullanabiliyor?
O çok övdüğünüz örgüt bu muydu?
Öcalan mahkemedeki ve diğer
çeşitli açıklamalarında (yine ABD'ye toz
kondurmadan) özellikle Avrupa'nın
kendisini, PKK'yı kullanmaya çalıştığını
söylüyor.
Öcalan bugün kullanılmaktan
şikayet etme hakkına sahip değil.
"Şeytanla dahi işbirliği yaparım"
diyen kendisidir.
İşte, emperyalistler şeytanın ta
kendisidir.
Emperyalistlerle işbirliğinin teorisini
yapan kendisidir. Hala da yapıyor.
O halde Öcalan dış güçleri kime
şikayet ediyor, dış güçlerden hangi
mantıkla şikayetçi oluyor? ABD çözsün,
Avrupa müdahale etsin diyen
kendisidir. Peki onlar, kendi çıkarları
yoksa ne için çözeceklerdi, ne için
müdahale edeceklerdi?! Öcalan bu
kadar saf mıydı?
Onlar Öcalan'ı, Öcalan onları
kullanmak istemiştir. Müliyetçi kafa
bunu yaptırdı. Tabii güçlü olan kazandı.
Öcalan güçsüzdü, çünkü büimsel ve
sınıfsal değildi. Devrimci ilkeleri
yokedip, burjuva politikasıyla, burjuva
taktikleriyle savaşmak istedi. Öcalan
bu noktada tabii bir taklitçi
durumundaydı; bu politikanın gerçek
sahipleri, yani burjuvazi kazandı. Her
taklit karikatürdür.
Burjuvazi, emperyalizm, bu ilişkiler
içinde kendi sınıfsal çıkarlarını en açık
ve tavizsiz biçimde savunurken,
Öcalan'ın tam olarak hangi sınıfın
çıkarlarını savunduğu belirsizdi.
Savaşta belirsizliklere yer yoktur.
Belirsizlik zayıflıktır. İki arada bir derede
olan kaybetmeye mahkumdur.
Şunun veya bunun, siyasi veya
askeri desteği karşısında kendinizi
kullandırtmak, üstelik bunu bir tehdit
aracı olarak kullanmak, asla ve asla
devrimci bir politika, taktik falan
değildir.
Gerek Öcalan, gerekse de PKK,
kullanmayı da, kullanılmayı da meşru
görüyorlar. PKK'nın başkaları tarafından
kullanılabileceğini kabul ediyorlar. Bu
bir örgüt için, devrimciler, yurtseverler
için, siyaset gerçeği olarak değil, ancak
bir onursuzluk olarak kabul edilebilir.
PKK veya kendine yurtseverim,
devrimciyim diyen herkes, kendini bu
onursuzluk batağından çıkartmalıdır.*
Aydın, (Bu Sıfatı Haketmek İçin)
Sormak Zorundadır Görmek
Zorundadır
Kürt milliyetçiliğinin teorileri,
düşünceleri, baş döndürücü bir
hızla değişikliklere uğruyor,
değişim hep geriye, aşağıya doğru...
Teori, politikalar, taktikler, çoktan
yere çakılmış durumda. Ama bu
düşünceler, politikalar
çerçevesinde ilginç bir başka
"destek teorisyenleri" halkası daha
var.
Onların tutumları, bu teorileri
yapanlardan, politikaları
üretenlerden daha da ilginç.
Teorinin, politikanın sahiplerinin
pragmatik de olsa, pazarlık sonucu
da olsa, bir yere gidiyorlar. Mesela
kendini ABD'ye, MGK'ya kabul
ettirmeyi önüne hedef koymuş, onu
göre teori ve politika üretiyor. Ama
ya milliyetçi hareketi desteklemeyi
bir "aydın" misyonu olarak görüp
veya, siyasi hareket olarak böyle
davrananlar?
Tablo son derece ilginçtir.
Öcalan yanlış yaptık diyor...
Takipçisi kimi aydınlar, kimi sol,
koro halinde bağırıyor, devam
devam diyorlar.
O, tekrar yanlış yaptık, 20 yıldır
yanlıştı diyor... Diğerleri bağırıyor...
evet evet, devam diyorlar.
O, Kürt isyanları bile yanlıştı...
MGK iyidir, demokrasiyi istiyor...
hatta Türkiye'de demokrasi zaten
esas olarak vardır diyor... Diğerleri
bu sözlerdeki "derin anlamları"
çözme taktiğiyle bu çıplak
anlamlan görmezden geliyor, ne
derin çözümlemeler, devam,
demeye devam ediyorlar.
O, ABD iyidir, zafer ABD'nin
demokrasisinindir diyor...
Diğerleri, onları görmeyin,
boşverin, zamanı değil... Barışa
devam diyorlar.
0, 21. Yüzyıl emperyalist
demokrasinin olacaktır diyor, 12
Eylül cuntasının anayasasını
övüyor... Diğerleri "Barış"ı
desteklemeyenlere küfrediyor ve
Öcalan'a devam diyorlar.
O, her şeyi red ve mahkum
etmişken, "Türk solu" diye hakaret
etmeyi sürdürüyor... Onlar, evet
evet diyor, bize hakaret et,
hakkımızdır diyor.
O, siz Türk solu, bunlar Kürt
solu, siz kötüsünüz, ben iyiyim, siz
amatörsünüz, ben taktik
ustasıyım... ben hergün değişsem,
her şeyi inkar etsem de siz yine
geri, kötü, işe yaramaz Türk
solusunuz diyor... onlar hala evet
evet, devam et biz öyleyiz, senin
yeni düşüncelerini de
destekliyoruz diyor.
Burada ne aydın misyonu
vardır.
Burada ne bir destek ve
dayanışma vardır.
Bu, bizim bildiğimiz, klasik
deyimle "hık deyicilik"tir.
Hık deyiciler, kimseyi
aydınlatamaz, kimseye herhangi
bir konuda destek de olamazlar.
Hıkdeyicilik"de bir
misyondur belki ama bir aydının,
halka karşı sorumluluk duyanların
misyonu olamaz.
Destekleyeceğim deyip
çırpınan, çırpındıkça batan bir
kısım aydınlar, çevreler tekrar
tekrar düşünmelidirler. Bir
hareketi savunmayı, düşünceleri ne
olursa olsun anlayabiliriz, destek
vermeyi de anlayabiliriz.
YAĞCILARIN KUYRUĞUNA BASTIK!
Yağcılıklarını sergiliyoruz ya.
Bize dil uzatmak için yazılarında
olmadık vesileler uyduruyorlar.
Bu şarlatanlardan bazıları,
sürekli 2-3 bin satan dergilerden
söz ediyorlar. Bunu bizim
görüşlerimizle birlikte anıyorlar
kimi zaman da. Hemen
belirtelim ki, bu yağcıların
ülkeden haberleri olmamakla
birlikte dergimizin ne kadar
sattığını bilirler. Çünkü bu
bilgiler gizli değildir. Defalarca
da açıklanmıştır. Ama onlar,
Amerikancı milliyetçilerin diliyle
konuşup göze girmek
istediklerinden başkasını
küçültme görevini
üstlenmişlerdir. Bunlar zavallı,
şarlatan tiplerdir. Hiç bir baltaya
sap olamamışlardır. Ona buna
erketelik yaparak yaşamaya
çalışırlar.
Kaç bastığımızı, kaç sattığımızı
merak edenler varsa, matbaamıza
lütfetsinler, ama onun için önce
ayaklarının ülkemiz
topraklarının üzerinde olması
gerekir... ki bu da zor. Ama
karşılaşırız bir gün. Diğer yalan
ve küfürleriyle birlikte o 2-3 bin
rakamını ikide bir telaffuz
etmelerini karşımızda hangi
yüzle savunacaklardır merak
ediyoruz, ama yüzsüzdürler.
Kızarmaz. Ama öyle yağma yok.
Yüzleri kızarsa da kızarmasa da
herkes yazdığı her kelimenin,
söylediği her sözün hesabını
vermeli tabii. Ya o 2-3 bin
rakamını yerler, ya burunlarından
fitil fitil gelir. Matematiksel
olarak başka bir ihtimal yok.
Çünkü yazdıkları yalan, dolan!
Herkes matematik hesabını iyi
yapsın.
Ama bir aydın kendi dengesini
koruyabilmeli. Bir siyasi hareket
kendi dengesini koruyabilmeli.
İdeolojik hattını koruyabilmeli.
Düşünün bir hareket Suriye'de
farklı, İtalya'da farklı, İmralı'da
farklı şeyler söylüyor... Nasıl oluyor
bu? Neden oluyor? Bir aydın da,
bir siyaset de bu soruyu sormalı.
Dünya ikide bir bu kadar bir uçtan
bir uca değişmiyor ki! Bir anda bir
insanın etrafında bütün
düşünceler, stratejiler
değişebiliyor. Peki o aydın buna
nasıl uyum sağlayabiliyor? Neden,
bu nasıl iştir diyemiyor?
O hareket kongre yapıyor, aydın
o kararlan hararetle savunuyor...
Kongre kararları bir anda yok
oluyor ve o aydın yine aynı şekilde
bu defa "yeni" görüşleri
savunmaya devam ediyor.
İşte bu durum bazı
aydınlarımızı adeta
dengesizleştirmiş, gözü kör bir
halde, şunları görmeyin, bunları
görmeyin sadece barışı görün diye,
veya demokratik devrim gereklidir
üzerine yazıyorlar. Anlamsızdır.
Ama artık barış denen şeyin hangi
politikalarla yapıldığını, ne anlama
geldiğini, nelere mal olduğunu ve
bugün ne yapılmak istendiğini
görmek durumundadırlar.
Gerçeğin ne olduğunu bilerek
savunmaya devam edenler,
MGK'nın, ABD'nin politikalarını
savunuyorlar demektir. Bu
politikanın özü ise Türkiye'deki
Kürt milliyetçi hareketleri dahil,
tüm devrimci hareketleri,
devrimci halk potansiyelini yok
etmeye yönelik büyük bir
operasyondur. Operasyonun
genelkurmayı Amerikadır.
Uygulayıcısı MGK'dır. Hala
gerçeğin farkında olmayanlar ise
beyinleri dumura uğramış,
görmüyor, duymuyor demektir.
Görmek zorundadırlar. Aksi halde
onlar da tarih önünde suçlu
duruma düşeceklerdir.
(*) Soruna, gelişmelere yanlış
bakanlarla tartışmayı, doğruları
göstermeyi görevimiz sayarız.
Mücadelemizin bir parçasıdır.
Ama bazı şarlatanlar var ki, onlarla
bu düzeyde bir ideolojik mücadele
yürütmek ne mümkün, ne de
gereklidir.
Bazı şarlatan köşe yazarları var
ki, onların soyunu, sopunu,
herşeylerini biliriz. Ahlakları
yoktur, dalkavuklukta,
provokatörlükte üzerlerine yoktur.
Onlarla sürekli uğraşamayız. Ama
merak etmesinler, yazılarını
"okuyoruz", gereken zamanda,
gereken cevabı vereceğiz.*
"Ekmek ve Barış"
"Türkiye'nin temel sorunu barış
sorunudur. Barış olmazsa ekmek
de olmaz"... Kürt milliyetçilerinin
işçi, memur sendikalarında
işledikleri temel tez bu.
Peki bu tezin açılımı nedir?
Kürt milliyetçiliği, bu tezi
açarken, hem tekelci burjuvaziye,
hem emekçilere "mavi boncuk"
dağıtan bir üslup kullanıyor.
Diyor ki, "Devlet, bütçenin
büyük bir kısmını savaşa ayırdığı
için yatırım yapılamaz
durumdadır, işçilere, memurlara
daha fazla maaş veremiyor!"
Tam bir aldatmaca.
Peki böyle bir savaşın olmadığı
diğer yeni sömürge ülkelere
bakalım.
Hangisinde memurlar, işçiler
daha fazla ücret alıyor acaba?
Hiçbirinde! Oralarda da IMF
heyetleri geliyor, ücretleri
belirliyor... Sık sık televizyonlardan
izliyoruz, oralarda da işçiler
alanlara, sokaklara çıkıyor, açlığa,
yoksulluğa, sefalete karşı gösteriler
yapıyorlar.
Onların ülkesinde böyle bir savaş
olmadığı için, onlar "barış" isteriz
diyemiyorlar. Peki ne diyecekler?
Kürt milliyetçiliğinin mantığına
göre, zaten böyle bir savaşın
olmadığı yerde, işçiler, memurlar,
halk, çok müreffeh bir durumda
olmalı.
Ama değil.
Öyleyse, Kürt milliyetçiliğinin
tezinde bir çarpıklık veya çarpıtma
var.
Mesela, bu ülkede 1980-1984
arasında ne dağlarda, ne şehirlerde
silahlı bir savaş mı vardı?
Oligarşinin, devletin bütçesini
akıttığı böyle bir savaş yoktu ama,
halkın alım gücü gün geçtikçe
düşüyor, işçinin, memurun maaşı
eridikçe eriyor, emekçilerin
demokratik hakları gasbediliyordu.
Niyeydi acaba? "Kirli savaş" da
yokken, o kadar parayı ne
yapıyorlardı acaba?
Tekelci burjuvazi, zaman zaman
TÜSİAD raporlarıyla dile getirildiği
gibi gerçekten de o savaşın belli bir
biçimde bitirilmesinden yanadır.
Savaşa harcanan bütçeyi tümüyle
kendi kullanacaktır çünkü.
Sömürüsünü büyütebileceği yeni
yatırımlar yapacak, dışa açılacaktır.
Ama emekçiye bir şey düşmez o
bütçeden.
Oligarşi, savaştan dolayı daha
fazla veremiyor değil; kapitalist
düzenin mantığı böyle gerektirdiği
için bu kadar vermektedir.
Egemen sınıflar, hiç bir koşulda,
halka kendiliğinden bir şey vermezler.
Halk, ne alıyorsa, ne alacaksa,
bunu ancak mücadelesiyle elde
eder.
Bunun içindir ki, emekçiler
İŞÇİNİN, MEMURUN,
TÜM HALKIMIZIN
SORUNU PATRONLARLA
BARIŞMAK DEĞİL,
AÇLIĞA, ZULME KARŞI
DİRENMEKTİR Hiç kimse
boşuna umutlanmasın veya
kimseyi kandırmaya kalkmasın; bu
ülkenin dağlarında, şehirlerinde
gerilla savaşı olsa da olmasa da,
egemen sınıflar, işçiyi, memuru,
karın tokluğuna çalıştırmaya
çalışacaktır.
Hatta bir ülkede devrimci
mücadele yoksa, devletin işçinin,
memurun ümüğünü daha fazla
sıktığı, ücretlerin o koşullarda daha
da fazla düştüğü, ülkemiz dahil
onlarca ülkenin yaşadığı
tecrübelerden bilinir.
SENDİKALARDA, KİTLE
ÖRGÜTLERİNDE
EMEKÇİLERİN
KÜRT-TÜRK DİYE
BÖLÜNMESİNE İZİN
VERMEMELİYİZ
Kürt milliyetçiliğinin "barış"
politikası, gerillayı dağdan indirip
gerilla mücadelesini tasfiye etmeye,
diğer alanlarda da halkı düzene
yedeklemeye yönelik bir barıştır.
Sendikalar, işçiler, memurlar,
DKÖ'ler, barış diyerek, ABD ve MGK
politikaları doğrultusunda
kullanılamaz.
Kitlelerin Kürt-Türk diyerek
parçalanmasına izin verilmemelidir.
Bu MGK'nın siyasetidir. ABD'nin
siyasetidir. Onların işine gelir.
Onların sınıfsal çıkarları, hak ve
özgürlükleri için birlikte mücadele
zaman zaman "EKMEKYOKSA
BARIŞ DA YOK" sloganını
atmışlardır.
Kapitalizmde işçiye, emekçiye,
halka ekmek yoktur.
O nedenle de emekçi,
kapitalizmde burjuvaziyle asla
BARIŞMAZ.
etmektedir.
Oligarşi Kürt işçiler için ayrı, Türk
işçiler için ayrı emeklilik yaşı tesbit
ediyor mu?
Benzin zammı Türkler için
geçersiz, Kürtler için geçerli diyor
mu?
Kürt memurlara başka bir zam
oranı, Türk memurlara başka bir
zam oranı mı uygulanıyor?
Hangi milliyetten olursa olsun,
emekçi halkın sorunları ortaktır;
mesleki örgütler olan sendikalarda,
odalarda, diğer kitle örgütlerinde
halkı Kürt-Türk diye bölmek,
mücadeleyi zayıflatmaktan başka
bir sonuç vermez, sorunlarımız,
taleplerimiz ortaksa, doğru olan
mücadelemizi ortaklaşa
yürütmektir.
KÜRT
MİLLİYETÇİLİĞİNİN
"BARIŞ" DEDİĞİ
EMPERYALİZMİ,
KAPİTALİZMİ KABUL
ETMEKTEN
BAŞKA BİR ŞEY
DEĞİLDİR
Bugün "Barış" maskesi altında
savunulan, emperyalizm ve
oligarşiye teslim olmaktır. Onların
düzenini kabul etmektir.
Kimsenin kimseyle barıştığı falan
yok. Hiç bir yerde de olmadı.
Uyduruluyor. Boş hayaller
kuruluyor. Egemen sınıfların,
emperyalistlerin kimseyle, hele de
halkla, kendisine karşı savaşanlarla
barıştığı falan yok. O ancak, halk
veya savaşanlar, teslim olunca,
tamam barıştım diyor.
Patron işçiyle, devlet memurla,
ancak "uslu" durduğu, hakları için
mücadele etmediği zaman "barış"
içinde ne güzel yaşıyoruz diyor, yok
eğer mücadele ediyorsa,
panzerleriyle, çevik kuvvetleriyle
işçiye, emekçiye karşı açık savaşını
yürütüyor.
Ekmeğini isteyen emekçi,
sömürüden kurtulmak isteyen halk,
patronlarla, onların devletiyle
savaşmak zorundadır. Bu savaş
onlarca biçimde olabilir, ama savaş
sürekli ve gereklidir.
Kürt milliyetçileri, baştan beri,
halkın ekonomik demokratik
sorunlarına, bu doğrultudaki
mücadelesine ilgisiz kalmışlar, hatta
küçümsemişler, engellemişlerdir.
Sendikalarda varlık nedenleri,
sendika yönetimlerini ele geçirmeye
çalışmaları, esas olarak 90'lardan
itibaren Kürt milliyetçilerinin barış
politikalarına destek sağlamak
içindir. Sendikaları sadece bu
konuda kullanmaya çalışmışlardır.
Şimdi Kürt milliyetçilerinin
silahlı yürüttüğü savaşın sonuna
gelinmiştir. Daha doğrusu artık
kendileri son noktayı koymak
istiyorlar.
Şimdi söylenenlerin esası da
budur; biz teslim olduk, oligarşi de
"barıştım" desin deniyor.
Barış değil, kapitalizme,
emperyalizme tabii olma var.
Barış değil, devrimi yok etmek
var.
Bu politikayı destekleyenler,
halka, devrime hesap vermek
zorunda kalacaklardır.
Tabii sendikalar yalnızca ekmek
mücadelesi verilen yerler değildir,
bu ekonomizmdir. Sendikalar
demokrasi mücadelesi de
vereceklerdir. Emperyalizmin
dünyadaki ve ülkemizdeki
saldırılarına karşı anti-emperyalist
mücadeleye de katılacaklardır.
Ülkemizde hangi uluslar, milliyetler,
mezhepler üzerinde ulusal, dinsel
baskılar varsa, onlara da karşı
çıkacaklardır. Ama bunu
Anadolunun tüm emekçileri olarak
birlikte yapacaklardır.
Oligarşiyle barış uğruna, tüm
diğer mücadelelerden vazgeçmenin,
ne işçinin, ne memurun, ne Kürt
halkının, ne de tüm Anadolu
halklarının çıkarlarıyla bir ilgisi
yoktur.
AÇLIĞIMIZIN,
YOKSULLUĞUMUZUN,
MARUZ
KALDIĞIMIZ HER
TÜRLÜ
ZULMÜN SORUMLUSU
ABD VE İŞBİRLİKÇİ
HÜKÜMETLERDİR
Emperyalizm IMF'sini ülkemize
gönderiyor, mezarda emekliliğimiz
üzerine karar çıkartıyor.
IMF ABD'dir.
Peki aynı ABD, Kürt sorununda
neden ve nasıl halkın çıkarını
düşünüyor olsun?
ABD ekonomik paket gönderiyor;
bu paketten halkımızı açlığa
mahkum eden kararlar çıkıyor. Ama
ABD'nin gönderdiği "Kürt sorununa
çözüm paketi"nden özgürlükler
çıkacak öyle mi?
Mümkün mü bu?
ABD.ABD'dir.
Onun, ne ekonomik, ne siyasal,
ne ulusal açıdan, halkların çıkarları
doğrultusunda hiç bir çözümü
yoktur.
HANGİ MİLLİYETTEN,
İNANÇTAN OLURSA OLSUN, TÜM
İŞÇİLER, MEMURLAR, KÖYLÜLER,
GENÇLİĞİMİZ, HALKIMIZ,
BİRLEŞELİM!
BİRLEŞELİM ve asü düşmanımız
olan
EMPERYALİZME VE
İŞBİRLİKÇİLERİNE KARŞI
DİRENELİM, SAVAŞALIM,
HAKLARIMIZI
GASBETTİRMEYELİM.
MÜCADELEMİZİ BÜYÜTÜP,
ÖNCE PARÇA PARÇA
HAKLARIMIZI,
ÖZGÜRLÜKLERİMİZİ
KAZANALIM,
orada bırakmayalım
mücadeleyi,
SAVAŞALIM, KENDİ
İKTİDARIMIZI KURALIM!
Çünkü tüm sorunlarımızın
çözümü bunda.*
ECEVİT'İN GENELGESİ
İŞKENCEYİ ÖNLEYECEKMİŞ(!)
Geçtiğimiz hafta içinde Vatan
Caddesi'ndeki İstanbul Emniyet
Müdürlüğü'nden yani işkenceden
çıkan bir kişiyle konuşuyoruz.
Anlattıkları, tanık oldukları ve
yaşadıkları daha önce binlerce kez
yaşananlardan hiç farklı değil.
Aklında kalanlardan biri de
işkencecilerin işkenceye başlamadan
önce söyledikleri "Bu memlekette
faşizm var, bize hiç kimse bir şey
yapamaz"şeklindeki sözleriydi.
İşkencecilerin pervasızlıkla bunları
söylediği günlerde ise başbakan
Ecevit; Birleşmiş Milletler tarafından
"İşkence Görenlere Destek Günü"
olarak ilan edilen 26 Haziran
vesilesiyle, insan hakları ve düşünce
özgürlüğü konusunda bir genelge
yayımladı. Genelgede daha önce
çıkarılan yönetmeliğe titizlikle
uyulması, başta valiler, kaymakamlar
ve cumhuriyet savcıları olmak üzere,
tüm mülki amirlerin "habersiz kontrol
ve teftişler" yaparak "kusurlu"
buldukları yetkiler hakkında işlem
yapmaları isteniyordu.
Genelge daha önceki hükümetlerin
de çıkardıkları gibi gözboyamaya,
devletin imajını tazelemeye
yöneliktir. Ama aynı zamanda bu
ülkede işkence yapıldığının da devlet
tarafından kabulü, itirafıdır. Tüm
valiliklere gönderilmiş olması da
işkencenin tüm ülke sathında, yaygın
ve sistematik olarak yapıldığının
kabulü ve itirafıdır. Ama bu genelge
de öncekiler gibi bir şeyi
değiştirmeyecektir. Çünkü; bu devlet
işkence yapmadan yaşayamaz. Halka
uyguladığı terörden, zordan, işkence
ve baskıdan başka ayakta duracak bir
araca sahip değildir. Bu nedenle de
Ecevit genelgesi suya yazılan yazı gibi
açıklandığı andan itibaren yok
olmuştur. İşkence tezgahları yine eski
hızıyla çalışmaya devam etmektedir.
Bugüne kadar işkenceyi önleme
demagojiyle kaç kez çıkarıldı bu
genelgeler? "Pembe karakollar"
demagojisi yapıldı. Göstermelik
teftişler, karakollara, şubelere
"baskınlar"da yapıldı. Tesadüf ki,
bunların hemen hepsi neredeyse
tertemizde, işkence yapıldığına ilişkin
bir iz, işaret yoktu. Hasbelkader bir iki
işkence aracına rastlanınca bunlar da
münferit sayılıp geçiştirildi. Ama
işkenceler bütün hızıyla devam etti.
Hiç kuşku yokki, bundan sonra da
devam edecektir.
Ecevit de kendisinden öncekiler ve
bütün devlet yetkileri gibi işkenceyi
utanmazca "münferit" göstermek
istiyor. Diyor ki; "işkenceyi yapan
devlet değil, birkaç kendi bilmezdir".
Bu da yapılacak denetimlerle
çözülecekmiş. Hem de
işkencehaneleri denetlemekle
görevliler her üç ayda bir yazılı olarak
Başbakanlık İnsan Hakları
Koordinatör Üst Kurulu'na bilgi
verecekmiş! Bravo Ecevit!. Bugüne kadar böylesi bir çözümü kimse akıl
edememişti(!) Oysa varolan durum tam tersini gösteriyor. İşkencecileriniz
şubelerde bir yandan işkence yapmaya devam ederken öte yandan "Burada
devlette biziz, Allah da", "Bizden hiç kimse hesap soramaz", "Cumhurbaşkanı
gelse seni kurtaramaz"diyorlar. Bu cesareti, pervasızlığı nereden alıyorlar
dersiniz?
Çünkü, onlarda çok iyi biliyorlar ki, bu genelgeler, göstermelik teftişler falan
hepsi gözboyamaya, imaj tazelemeye yöneliktir. Kısa bir süre sonra unutulup
gidecektir. Yıllardır bunu yaşıyor ve görüyoruz.*
YORGUNUM
ADI SOYADI: Eylem YEŞİLBAŞ
DOĞUM TARİHİ: 13.03.1975
MESLEĞİ: Gazeteci
GÖZALTINA ALINDIĞI YER VE TARİH: Elazığ,21 Mayıs 1996 GÖRDÜĞÜ
İŞKENCE TÜRLERİ: Askıya alma, elektrik verme, su dolu varillere
başaşağı batırma, kaba dayak, küfür... GÖZALTINDA KALDIĞI GÜN: 10
gün ŞU ANDA BULUNDUĞU YER: Malatya Hapishanesi
Aslen Dersim'liyim. '95 yılında İstanbul'a gelinceye kadar Dersim'de
oturuyordum. Kurtuluş Gazetesi'nin İstanbul'da bulunan merkez bürosunda
çalışıyordum. '96 Mayıs ayında gazetemizin Elazığ bürosu kapalı olduğu için
ilgilenmeye gittim. İstanbul'a geri döneceğim zaman Elazığ tren garında
şüpheli şahıs olarak gözaltına alındım.
Tren garından 1800 Evler işkencehanesine götürüldüm. Arabanın içinde
beni kimsenin görmemesi için kafama bir mont geçirdiler ve koltuklar arasına
sıkıştırdılar.
Şubeye gelince hemen askıya aldılar. Kim olduğumu bildiklerini ve
üzerimde bulunan kimliğin sahte olduğunu iddia ediyorlardı. Askıdayken
ayaklarımdan çekip konuşursam indireceklerini, aksi taktirde oradan sağ
inemeyeceğimi söylüyorlardı. Yine askıdayken önce başımdan ve el
parmağımdan sonra vücudumun değişik yerlerinden elektrik verdiler.
Sürekli küfür edip söylediklerini yapmazsam beni cumhurbaşkanın bile
kurtaramayacağını söylüyorlardı. Daha önce katlettikleri Sinan Demir'i
anlatıp ölümle tehdit ediyorlardı. Askıdan indirdikten sonra da içi su dolu
varile soktular.
Kimliğimin gerçek olduğunu öğrenmişlerdi. 2 gün sonra da İstanbul
Kurtuluş bürosunda çalıştığım için beni İstanbul'a götüreceklerini söylediler. Bir
taksiye bindirip İstanbul'a götürdüler. Yol boyunca kaba dayak, küfür, hakaret
sürdü. Mola verdikleri dinleme tesislerinde halka terörist olarak tanıtmaya
çalıştılar. Kışkırttıkları insanların tepki göstermesi üzerine tekrar arabaya
bindiriyorlardı. Yolun tenha yerlerinde arabadan indirip infaz denemeleri
yapıyorlardı.
Bu şekilde Vatan olarak bilinen İstanbul'un işkencehanesine getirildim.
İstanbul'un işkencecileri Elazığ polisi neden bunu sağ getirdi diye kızıyorlardı.
Burada bana TİM-1 işkence yaptı. Askı, kaba dayak, küfür, hakaret şeklinde üç
gün süren işkenceden sonra tekrar Elazığ'a getirildim. Burada rapor almak için
sağlık ocağına götürüldüm. Doktora şikayette bulunmama için tehdit
edildim. Doktora vücudumdaki morlukları gösterdiğim için şube gelince bu
yüzden askıya alındım. 11. gün çıkarıldığım mahkeme tarafından tutuklandım.
Bana işkence yapanların gerçek ismini bilmiyorum. Elazığ'da işkenceciler
birbirlerine Çorbacı, Cemşit, Kurt, Asker, Komutan diye hitap ediyorlardı.
İstanbul'daki işkenceciler ise sürekli değişen numaralarla birbirlerini
çağırıyorlardı.*
- Yarın dağıtmak için bir bildiri
hazırlaman gerekiyor. Kısa ve
etkileyici bir şey olsun. Fazla uzun
olmasına gerek yok. Sabah 08.00'de
getirirsin.
Off, olacak iş mi diye geçirdi
içinden. Şu anda saat akşamın
dokuzu. Daha eve gidecek, yazacağı
bildin üzerine düşünecek,
hazırlayacak. Üstelik sabahın köründe
de randevu mu olur? Ama bir şey
demedi, tamam diye geçiştirdi. Eve
girip sıcak çayı içince üstüne öyle bir
yorgunluk çöktü ki, uyuyup kaldı...
- Yarınki gösteriden önce en az 3
tane pankart hazırla ve bölgeye
erken sok. Mutlaka erken saat olsun,
yollar tutulmadan pankartların
girmesi gerekiyor. Gecikirse
sokmamız riskli olur.
Yine aynı şeyi yapıyor. Bütün gün
koşturduğumuz yetmezmiş gibi gece
pankart yazdırır. Sabaha kadar
pankart yaz, sabah beşte sokaklara
düş. Peki ben ne zaman
dinleneceğim?
Dinlenmek, sokaklarda
tabanlarımız patlayıncaya kadar
koşturduktan sonra eve gidip
ayaklarımızı şöyle uzatıp müzik
dinlemek ya da yumuşak ve sıcak bir
yatağa uzanmak... Tüm bunlar ne
kadar masum ve insanca istekler
değil mi? Saatlerce çalışan her insanın
dinlenmeye hakkı vardır. İnsan
makina değil ki. Hem makina bile
kapasitesinin üzerinde çalışırsa
bozulur, isyan eder...
... mi?
Evet, böyle diye düşünürüz çoğu
kez. Ve bu düşünceleri masum
görürüz.
Peki öyleyse, biz kimiz?
Bir mağazada tezgahtar mı? Ya da
devlet memuru mu? Bir fabrikada işçi
mi? Okula geliş gidiş saatleri belli bir
öğrenci mi?
Bir şirketin elemanının çalışma
saatleri bellidir. Sabah işbaşı yapar,
akşam evine döner. Bayram, yılbaşı,
yaz tatili vb. vardır.
Oysa biz devrimciyiz. Devrimcinin
kim olduğunu Mahir Çayan şöyle
tanımlıyor: "Devrimcinin görevi
devrim için çarpışmaktır, hem de tüm
olanakları ile. Büyük ustaların sık sık
belirttikleri gibi Devrim İçin
Savaşmayana Sosyalist Denmez'. Bu
nedenle devrimci kendini devrime
hazırlamalı, yeteneklerini geliştirmeli,
uzmanlaşmalıdır..."
Evet, biz devrimciyiz ve görevimiz
tüm enerjimizle devrim için
savaşmaktır.
Tezgahtar, memur, işçi, öğrenci,
işportacı, çiftçi de olsak en temel
niteliğimiz devrimciliğimizdir.
Verilen görevleri isteksiz yerine
getirmek, yorgunum, bu iş bugün
olmaz, yarın yapayım vb. gerekçeler
üretmek devrimciliği bir ruh, bir
coşku olarak görmeyen bir anlayıştır.
Bir şirkette çalışan eleman gibi ilişki
yürütmektir. Böyle bir anlayışta
yorgun olmak da meşrudur,
dinlenmek için görevlerini ertelemek
de.
Kontrgerilla cumhuriyeti haline
getirilmiş bir ülkede, halkın
günbegün açlığa-sefalete itildiği bir
ülkede yaşıyoruz. Böyle bir ülkede
bizlere çok masum gelen bu
gerçeklerin, küçük savsaklamaların
sonucu nedir? Sonuç, neticede
devrim sürecinin uzaması, zaferin
ertelenmesidir. Halkımızın her gün
daha fazla açlığa-sefalete itilmesi,
katliamların, işkencelerin artması
demektir.
SON TAHLİLDE böyledir bu, ama
değişir mi? Daha fazla yorularak da
olsa, daha fazla emek harcayarak,
kendimizi paralayarak da olsa
devrimin kazanımlarını bir gün, hatta
bir saat, bir dakika önce devrime
ulaşmaya değmez mi?
Kuşkusuz, devrimci de insandır
ama o sıradan bir insan değildir.
Sıradan bir insandan çok daha
güçlüdür o. Bu gücü inancından alır.
Dünya devrimleri ne olağanüstü silah
gücüyle başarılmıştır, ne de silahteknoloji üstünlüğüyle. Devrimi
başaran, zaferi kazanan bu güçtür.
Biz devrimciyiz. Bunun anlamı, bu
çürümüş-kokuşmuş düzeni yıkmak,
yeni bir toplum kurmak için yola
çıkmış insanlar olduğumuzdur. Bu
yolda yorulmaya hakkımız yoktur;
çoğu zaman dinlenmeye de
zamanımız olmayacaktır.
Haydi o zaman durmadan,
yorulmadan ileri... *
İdamların tarihi sınıflı
toplumların tarihi kadar eskidir.
Köleci toplumdan bugüne idam
ipini emekçi halkın öncülerinin
boynuna geçiren eller değişmiş,
ama her dönem darağacında
sallandırılan emekçi halklar
olmuştur. Çok nadir de olsa egemen
sınıfların kendi aralarındaki çıkar
çatışmaları, hesaplaşmaları sonucu
kurulan darağaçları istisnadır ve bu
gerçeği değiştirmemektedir.
Yüzyıllar boyunca halkın
mücadelesini baskıyla, zorla,
katliamlarla engellemeye çalışan
egemen sınıflar birçok infaz
yöntemini kullanmışlardır. Yeri
gelmiş kurşuna dizmişler, yeri
gelmiş çarmıhlara germişler, yeri
gelmiş giyotinler, darağaçları
kurmuşlar, elektrikli sandalyeleri,
zehirli iğneleri kullanmışlardır.
İdamlar egemen sınıfların
ihtiyaçlarına göre, bazen gizlice
hapishane avlularına kurulan
darağaçlarında alelacele
gerçekleştirilmiştir. Ama gün gelmiş
aynı darağaçları meydanlarda
kurulmuş ve halka zorla
seyrettirilmiştir. Daha fazla insanın
görmesi ve "ibret alması" için
cesetler günlerce darağaçlarında
sallandırılıp, teşhir edilmiştir.
İdamlar egemen sınıfların
hukuka, kitaba uydurulmuş
katliamlarıdır, idam cezalarının
bolca verilebilmesi ve rahatça
uygulanabilmesi için olağanüstü
mahkemeler kurulmuş,
egemenlerin kendi yasaları dahi
hiçe sayılarak düzmece tutanaklarla,
fetvalarla idam kararları alınmış ve
uygulanmıştır. Osmanlı'da padişah
buyruğuyla verdirilen fetvalarla
darağaçları kurulmuş, zulüm
düzenine başkaldıran Şeyh
Bedreddinler, Pir Sultan Abdallar ve
daha nice halk önderleri
darağaçlarına asılmışlardır.
Sultanahmet Meydanı'nda
yapılacak idamlar günler
öncesinden duyurulur, halk
toplamp seyretmesi için zorlanırdı.
Cumhuriyet döneminde fetvaların
yerini İstiklal Mahkemeleri almış,
bu kez darağaçları ulusal kimliği,
bağımsızlığı için ayaklanan Kürt
halkının önderleri için kurulmuştur.
12 Mart'ta, 12 Eylül'de devrimci
mücadelenin önünü almak için
kurulmuştur darağaçları.
Darağaçlarını kuranlar, Türkiye'de
işbirlikçi oligarşidir. Yunanistan'da
faşist cuntacılardır. Çekoslavakya'da
Nazilerdir. ABD'de karlarına kar
katmak isteyen tekelci burjuvazidir.
Sayımızda tanıtımını yaptığımız üç
kitap, darağaçlarının gölgesinde
yazılmıştır ve idamların çeşitli
boyutlarını ele almaktadırlar.
Kitabın Adı: DARAĞACINDAN
NOTLAR
Yazan: Julius Fuçik
Yayınevi: Oda Yayınları
"Yaşamımın filmini yüz kez
binlerce ayrıntılarıyla gördüm.
Şimdi onu yazmaya çalışacağım.
Celladın ipi ben bitirmeden
boğazımı sıkarsa geride filmin
mutlu sonunu
yazacak milyonlarca
insan var."(sf:14)
Julius Fuçik böyle
diyordu. Yaşamının son
anlarında geride
kalanlara birşeyler
bırakmaya çalışıyordu.
Devrimci iradeyi hiçbir
gücün yıkamayacağını,
ölüm korkusunun
devrimcileri teslim
alamayacağını tüm
dünyaya göstermek
istiyordu. Biliyordu ki,
tarihe yazılan her
direniş destanı gelecek
kuşaklara bir eğitim
aracı, savaşı geliştirmek
için bir güç kaynağı
olacak.
Julius Fuçik, bir
gazeteci, edebiyat
eleştirmeni, hepsinden
önemlisi bir komünist
önderdir. Yaşamını bir işçi olarak
sürdüren Fuçik, Nazi işgalinden
önce Çekoslovakya Komünist
Partisi'nin yayın organının
editörlüğünü yapıyordu. Nazi işgali
sırasında partinin yeraltına
geçmesiyle beraber Julius Fuçik de
yeraltına geçti. İdeolojik ve tarihsel
çalışmalara yoğunlaştı. Partinin
yeraltı merkezinin örgütlenmesinde
çalıştı. Ve merkez yayın organını
çıkarmaya devam etti.
24 Nisan 1942'de Gestapo
tarafından tutuklandı ve akılalmaz
işkencelerden geçirildi. Ölümü
pahasına inançlarını, siyasi
kimliğini savundu. Kendisinden
parti sırlarını isteyen, "Biz herşeyi
biliyoruz" diyen işkenceciye,
"Herşeyi biliyorsan sana neden
daha fazlasını anlatayım. Yaşamımı
boşuna harcamadım. Sonunu da
rezil edecek değilim" cevabını verdi.
İşkencede direnmekle de kalmadı,
Gestapo'nun işkencehanesinde
parti örgütlülüğünü yarattı. Ve
devrimci, yurtsever gardiyanlar
aracılığıyla dışarıyla haberleşmeyi
sağlayarak birçok parti kadrosunun
tutuklanmaktan kurtulmasını
sağladı. Tutuklanmasından ölüme
mahkum edildiği 23 Ağustos 1943
tarihine kadar kaldığı Gestapo
hücrelerinde sürekli işkence
altındaydı. Her an infaz için alınıp
götürülme riskini yaşıyordu. Ama
onun yaşamına, duygularına yön
veren yoldaşlarına ve partisine
duyduğu sorumluluk oldu. Dört
duvar arasındaydılar ama
kalpleriyle, beyinleriyle
mücadelenin ortasındaydılar. 1
Mayıs meydanlarında yürüyen
kitlelerin içindeydiler, Kızıl
Meydan'daydılar. Gestapo'nun
işkence merkezinde devrimci
yaratıcılıklarını kullanarak 1 Mayıs'ı
kutladılar. "Bugün 1 Mayıs
çocuklar, bugüne yeni bir
hareketle başlayalım. Gardiyan
ister baksın
ister
bakmasın.
İlki balyoz
sallama
hareketi,
bir iki, bir
iki. İkinci
olarak
ekinlerin
biçilmesi,
orak-çekiç
sallamaya
başlıyorlar.
Bu bizim 1
Mayıs
gösterimiz
çocuklar.
Bu sözsüz
oyun,
ölüme
doğru
yürüyen
bizlerin
bile
sarsılmadan dimdik kalacağımızı
anlatan 1 Mayıs andımız bizim."
(sf:47)
Aylar yıllar süren işkencelere
rağmen dimdik ayakta kaldılar.
Kadrosuyla, kitle ilişkisiyle; düşman
saflarında ölümü göze alarak
devrim için çalışan gardiyanlarla,
görevlilerle sarsılmaz, yıkılmaz bir
örgütlülük oluşturdular.
Kitap bu koşullarda, bir Çek
gardiyanın her türlü riski göze
alarak sağladığı kağıt ve kalemlerle
yazıldı. Ve sayfa sayfa dışarı
çıkarılarak saklandı. Yıllar sonra
saklandığı yerden çıkarılarak kitap
haline getirildi.
Julius Fuçik, hüküm giydikten
ondört gün sonra 8 Eylül 1943 günü
Berlin'de idam edildi. "Nöbeti
devrediyorum" diyerek bayrağı
"mutlu sonu" yazacak milyonlara
emanet ederek görevini layıkıyla
yerine getirmiş olmanın huzuru ile
ölümsüzleşti. Son dileği: "Ve
yineliyorum.
Biz
mutluluk
uğruna yaşadık. Bu uğurda
savaşa girdik, bu uğurda
ölüyoruz. Hüzün hiçbir zaman
adımızla anılmasm"dı.(sf: 66-67))
Kitabın Adı: İDAM GECESİ
ANILARI
Yazarı: Halit Çelenk
Yayınevi: Tekin Yayınevi
İdam Gecesi Anıları Deniz
Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf
Aslan'ın idamlarıyla ilgili belgelerin
ve anıların derlenmesinden
oluşuyor. Davanın avukatlarından
Halit Çelenk, tarihi bir davaya ve
infaza tanıklık etmenin
sorumluluğuyla hareket ettiğini
söylüyor. İdam kararının
verilmesindeki hukuksuzlukla ilgili
bütün belgeleri gözler önüne
seriyor. Egemen sınıfların kendi
Anayasa ve yasalarını hiçe sayarak
idam kararlarını çıkartmak için nasıl
uğraştıklarını en somut haliyle
görüyoruz.
Yazarın reformist bakış açısı,
kitaptaki yorumlara da damgasını
vuruyor. Denizler'in savaşçı
yanlarını değil de genç olmalarını,
idam cezalık(!) bir eylemde
bulunmadıklarını söylüyor. Siyasi
kimliklerini, silahlı mücadeleyi
savunan bir örgüt olmalarını
görmezden geliyor. Bu bakış açısı
ona; "Adam öldürmemişlerdi,
kimseyi yaralamamışlardı.
Kaçırdıkları Amerikalılara iyi
davranmışlardı. Bunu Amerikalılar
mahkemede açıklamışlardı. Olağan,
yansız, adil bir mahkemede
yargılamalardı bugün yaşıyor
olacaklardı."(Sf. l2l) dedirtebiliyor.
Oysa Denizler, halkın kurtuluşu için
silahlı bir savaşın başlatıcıları
olarak, oligarşinin idamları silahlı
devrim cephesini yok etmek için
gündeme getirdiğini ve infazların
yapılacağını biliyorlardı. Ve son
dakikalarına kadar yanlış
yorumların, spekülasyonların önüne
geçmek için çalışmışlardı. Deniz
Gezmiş, Avukat Halit Çelenk'le olan
son konuşmasında "Biz bu
gelişmeleri bekliyorduk, mesele
tamamen siyasi bir meseledir.
İnfazlar yapılacaktır. Bizler ölüme
hiç korkmadan, en küçük bir
endişe duymadan seve seve
gidiyoruz..."(S: 69) diyor. Ve son
isteklerini sıralarken af dilemeyi
küçüklük olarak gördüklerini,
akıllarından bile geçirmediklerini
söylüyorlar. "Başbakan dün bir
açıklama yaptı, dinledik ve
gazetelerden okuduk. (Konuşmayı
yapan Nihat Erim'dir) Bu
konuşmayla bizlerin
kendilerinden af dilememiz,
eylemlerimizden pişmanlık
duyduğumuzu açıklamamız
istenmektedir. Bizler böyle bir şey
düşünmüyoruz. Af dilemeyi
aklımızdan geçirmiyoruz. Ölüme
seve seve gideceğiz. Yurdumuzun
ve halkımızın yararına olduğuna
inandığımız bir
eyleme girdik. Af istemek sözkonusu
değildir. Böyle bir şey
yapmayacağız" diyorlar ve
ailelerinin de af istemesini
engellemesini rica ediyorlar. Kitap,
yazarın reformist bakış açısına
rağmen belgesel nitelikte
olduğundan okunmaya değer.
Özellikle Denizlerin idam
sehpalarındaki onurlu direniş
geleneğine yeni bir halka eklemeleri
çok canlı bir şekilde anlatılıyor.
İdam sehpalarındaki "Yaşasın
Tam Bağımsız Türkiye, Yaşasın
İşçiler, Köylüler, Kahrolsun
Emperyalizm"
"Ben ülkemin bağımsızlığı ve
halkımın mutluluğu için
şerefimle bir defa ölüyorum.
Sizler bizi asanlar (...) Biz
halkımızın hizmetindeyiz, siz
Amerika'nın hizmetindesiniz,
Yaşasın Devrimciler, Kahrolsun
Faşizm"
"Ben hiç bir şahsi çıkar
gözetmeden halkımın mutluluğu ve
bağımsızlığı için savaştım..." diyen
Deniz Yusuf ve Hüseyin, "Onlar
gençtiler, masumdular, yaşasaydılar
bugün belki farklı düşünebilirlerdi"
diyenlere son nefeslerinde en güzel
cevabı veriyorlar.
Kitabın Adı:DARAĞACINDA
YAPILAN SİYASET İDAM
Yayınevi:Haziran Yayınevi
"Darağacında Yapılan Siyaset
İdam" adlı kitap, 12 Eylül cuntası
sonrasında Nihat Erim ve Mahmut
Dikler davalarından yargılanan ve
idam cezasına çarptırılan Devrimci
Sol savaşçılarını anlatıyor. Nihat
Erim, 12 Mart döneminin
"balyozcu" Başbakanıdır. Mahmut
Dikler, 12 Eylül sonrasının
işkencelerinden, katliamlarından
sorumlu olan, İstanbul Emniyet
Müdür Yardımcısıdır. Mahmut
Dikler'in cezalandırılması
eyleminden sorumlu tutulan
devrimciler 12 Eylül
mahkemelerinin suçüstü ve
olağanüstü hal hükümlerine göre
yargılandılar. Eylemlerin yapılış
tarihlerinden çok sonra tutsak
edildikleri halde, resmi tutanaklarda
tahrifat yapılarak, eylemden hemen
sonra tutsak edilmiş gibi
gösterildiler. İddianamenin bile
verilmediği, savunma hakkının
tanınmadığı bir yargılama
sonucunda idam cezasına
çarptırıldılar.
5 ay içinde bütün formaliteler
tamamlanmıştı. Cunta acele
ediyordu. Kamuoyunda ses getiren
bu eylemlerin "sorumlularını"
cezalandırarak halka ve Devrimci
Sol'a gözdağı vermek istiyordu.
İdamlar politikası devrimci
harekette cunta arasında siyasal bir
hesaplaşmaydı. Bu tarihten şartlı
tahliye yasasının çıkmasına kadar
idamlar siyasi rehin tutma yöntemi
olarak kullanıldı. Hemen her
devrimci eylemden sonra idam
dosyalarının meclis gündemine
alınması önerildi. Yapılan siyasi bir
şantajdı. Bu yolla devrimci savaşın
engellenmesi amaçlanıyordu.
Elimizdeki kitap idam
hükümlüsü tutsaklarla yapılan
röportajlardan oluşuyor. Tutsakları;
yargılama süreçlerine, idamların
siyasal anlamına ilişkin sorulara
cevap veriyorlar.
İdam hükümlüsü tutsaklar, "peki
siz idamlara karşı mısınız?"
sorusuna, "Biz savaşlar bir daha
olmasın diye bugün nasıl
savaşların kaynağı emperyalizmle
savaşıyorsak, her birimiz silah aşığı
olmadığı halde düşmanla
savaşabilmek için silah kullanan
ellerimiz titremiyorsa, Devrimci
Halk İktidarı sürecinde de halk
düşmanlarına karşı bu silahı
kullanmak zorunda kalabiliriz.
Bunu anaların ebediyyen
ağlamayacağı bir düzen için,
sosyalizm ve sınıfsız toplum için,
idamsız bir düzene varmak için
yapmak zorunda
kalabiliriz."(Sî:136) diyorlar. İdamla
ilgili düşünceleri sorulunca "ölümün
biçimi önemli değil, bedelleri göze
almış bir savaşçı için ölümün hiç
bir biçimi korkutucu değil"
diyorlar. Bir ihtimal olarak, idam
öncesi son ana ilişkin duygu ve
düşünceleri sorulduğunda ise Aslan
Tayfun Özkök şöyle cevaplıyor;
"İdam sehpası son çatışma
yerimiz olacak. Devrimci
örgütümüze, misyonumuza,
emekçi halkımıza yakışır bir tavır
alınacak... 1972 geleneği
yaşatılacak, geleceğe, sınıf
mücadelesine örnek alınacak
miraslar bırakılacak. Son
anlarımızla ilgili başka
düşüncelerimiz bunlardır.
Mahkemelerde zindanlarda hep
yukarda tutmaya çalıştığımız
devrim bayrağını idam sehpasında
da düşürmemek... Bu son
çarpışmamızda da yükseklerde
dalgalandırmak... Darağacına
giderken bir eyleme gider gibi
hazırlanmak ve gitmek... İmama,
cellada iş bırakmamak ve elbette
ki, devrimi görememenin hüznü,
devrim için ölmenin coşkusu..."
(Sf:151)
Yani kısacası, darağacı karşısında
boyun eğilmiyordu. Tam tersine
ölüme meydan okunuyordu.
Mücadelenin gelişmesiyle birlikte
düşman idamlar politikasından bir
süre için vazgeçmek zorunda kaldı.
Ama sınıflar mücadelesinin geliştiği
ülkemizde tutsak düşmeler devam
ediyordu. Yeni kalemler kırılıyor,
yeni idam cezaları veriliyordu.
Oligarşi bugün de zaman zaman
"siyasi rehin tutma" ve şantaj
politikasını gündeme getiriyor. Ama
özgür tutsaklar da "Cesaretiniz
varsa asın" diyerek darağaçlarına
meydan okumaya devam
ediyorlar.*
Akit haddini bilsin!
Bizim anti-emperyalistliğimizi
sorgulamak
onun haddi değildir
Kontranın gönüllü
borazanlarından Akit yine
uydurup hayasızca
devrimcilere saldırıyor. 11
Temmuz tarihli Akit'in ikinci
sayfasında "Sivas Tahriki"
adıyla yayımlanan dizide
"Düzeysiz Küfürbazlar"
başlığıyla kontranın
kaleminden küfürler
sıralanıyor:
"Sivas'da 33 kişinin,
dumandan zehirlenerek
ölmesini bir intikam
vesilesi yapan malum
kesim, kinlerini düzeysizkalitesiz şarkı türkülerine konu
ederek, toplumsal bir yarayı
sürekli açık tutma çabası
gösteriyorlar."
Bakın gördünüz mü? Akit, Sivas'taki
katliamın gerçek suçlusunu bulmuş:
"Duman". 33 kişi dumandan
zehirlenerek ölmüş. Peki niye
dumandan zehirlenmiş bu 33 kişi?
Temmuz'un sıcağında sobada kömür
mü yakmışlar, ya da otel içinde
odalarında mangalla mı
uğraşıyorlarmış?
Oteli yakıp 33 insanın yanarak ya
da dumandan boğularak ölmesine yol
açan katiller için Akit ne diyor mesela?
İyi yaptılar, laikleri yaktılar diye
seviniyor mu?
Akit hep böyledir. Sürekli uydurur,
provoke eder.
İlkel, karanlık, devlete, kontraya
hizmet eden bir gazetedir işte.
Düşünce ve inanç özgürlüğünden
söz eder; ama kendisi gibi
düşünmeyeni ve inanmayanı
öldürmek ister. Katli vaciptir der.
Şöyle yazar Akit:
"GRUP YORUM; YERLİ RÜŞDİ,
EMPERYALİZMİN SÖZCÜSÜ."
Terbiyesizlik bu kadar olur. Akit
gibilerinin esamesi okunmazken Grup
Yorum'un takip ettiği geleneği
savunanlar emperyalizme karşı
ölüyordu bu ülkede. Akit de bilir, ama
bilmezden gelir.
"Grup Yorum'un yaptığı bir
şarkıda ise
'senin da dağların var Sivas,
senin de dağların
dağlarında sahanların...'
ifadeleriyle başlayan dizeler,
birden laik-kemalist bir tarz alıyor..."
diye yazar.
Bravo Akit'e. Nasıl da keşfetmiş
Grup Yorum'daki "kemalist tarzı".
Aferin.
"... ve 'Özgürlüğü yazan kalem
kırılır' cümlesiyle şarkı sürüyor.
Grup Yorum'un temsil ettiği siyasal
düzeyin, Aziz Nesin gibi halkın dini
değerlerine hayasızca saldıran ve sırf
bu arzusunu tatmin için
emperyalizm
tarafından üretilmiş Salman
Rüşti'nin gönüllü Türkiye şubesi
olarak çalışan ve böylece modernemperyalizmin taşeronu olma
vazifesini ifa eden kişiyi, 'özgürlüğü
yazan kalem' olarak nitelemesi,
savunduğu bazı ilkelerin iğdiş, ya
da tümden iptal olması yolunda
tehlikeye girmesine neden
olacaktır."
İşte böyle üçkağıtçı, yalancı,
takiyyecidir. Demagogluk ruhuna
işlemiştir. Sivas'ta katledilmek istenen
bir Aziz Nesin üzerinden demagoji
yapar hala, yalanlar uydurur.
Akit dönüp de kendine bakmalıdır
önce. O kimin taşeronluğunu
yapmaktadır? En adi pespaye kontra
haberler neden hep Akit'te çıkar?
Faşist bile diyemeyecek kadar
hesapçıdır. Öyle ya, belki MHP'liler
üzerlerine alınır. Bu rejimin polisinin,
kontrgerillasının kontra haberlerini
yayınlarken, onlarla işbirliği
yapmaktan hiç rahatsızlık
duymaz ama.
Grup Yorum'un temsil ettiği siyasal
çizgiyi takip eden insanlar
emperyalizme karşı savaşıyor bu
ülkede, bunun için şehitler veriyor.
Akit veya onun takip ettiği çizgi ne
yapar? Tek kurşun sıkar mı
emperyalistlere? Emperyalizme karşı
neyin mücadelesini vermiştir bugüne
kadar, neyin bedelini ödemiştir?
Devrimciler bağımsızlık için, halkın
kurtuluşu için savaşır, bedeller öder,
şehit düşer, Akit de yüzüne
müslümanlık maskesi takıp kcafreder
oradan.
Emperyalizme, faşizme karşı
savaşan, mücadele eden devrimcileri
ihbar eden, karalayan, çamur atan,
haklarında yalan, kontra haberler
yayınlayan Akit gibilerinden daha iyi
taşeron mu bulunur
Yazık, yazık... Kirin, pisliğin içine
gırtlağınıza kadar batmışsınız,
müslümanlığı ağzınıza alıp onu da
kirletmeyin bari.*
eskiden böyle bilmezdik falan diyor.
Annemden komşu kadınların ne
dediklerini, ne konuştuklarını
soruyorum, bazen ben de tanık
oluyorum hepsi zamlardan, geçim
Mektubunuzu aldım, sağolun.
derdinden adeta feryat ediyor. Şimdi
Gündüz ben işteyken gelmiş, ancak
bir de benzine, mazota, elektriğe
şimdi okuyabildim. Geçen
durmadan gelen bu zamların
mektubumda bu hafta işwe
başlayacağımı söylemiştim. Pazartesi ardından
herşeye zam gelecek. Herkes kara
başladım. Babamın sahibini tanıdığı, kara
düşünüyor ne olacak halimiz
giyim eşyası satan bir mağaza. Eve
diye.
de çok uzak sayılmaz, tek bir
Bu konuda mahallede bir şeyler
otobüsle gidip gelebiliyorum. Öyle
yapmayı düşündüğümüzü
büyük bir yer sayılmaz ama epey
söylemiştim. Zamlara, ÎMF'ye karşı
müşterisi oluyor. Benim dışımda iki
bir çalışma başlatma kararı almıştık.
arkadaş daha çalışıyor. Onlar da
Mahalle çalışmasına yönelik
bayan. Biri benden üç-dört yaş kadar deneyimimiz olmadığı için hafta
büyük o da müşterilere bakıyor.
sonunda bize yardımcı olabilirler mi
Diğeri orta yaşlıca, kasada duruyor.
diye Zeynep'le görüştüm. Onlar da
Genç olanın aklı biraz havada; öbür
mahallelerinde Halk meclisiyle böyle
abla evli, daha olgun aklı başında
bir çalışma başlatmışlar. Ellerinden
gözüküyor. Anladığım kadarıyla
geldiğince bize yardımcı olacaklar.
siyasi bir şeyleri de yok. Daha
Başlangıçta meseleye biraz dar
yakından tanımaya çalışıyorum.
bakıyorduk. Amacımız ortaya bir
Şimdilik bir sorun yok aramızda. İşi
tepki, protesto eylemi çıkarmaktı.
öğrenmem için bana yardımcı
Ancak arkadaşlarla yaptığımız son
oluyorlar. Yaptığımız iş ağır değil ama
toplantımızda soruna sadece bu
yanıyla bakmamızın yanlış olduğu,
8-10 saat ayakta kalmaktan olacak
mahallede kalıcı bir örgütlenmeyi
yine de eve geldiğimde yorulmuş
sağlamak için de çaba harcamamız
olduğumu hissediyorum. Ama bir
gerektiği sonucuna vardık. Zaten siz
süre sonra alışırım herhalde. Gerçi
çok daha ağır işlerde, kötü koşullarda de mektubunuzda benzer şeyleri
belirtip faaliyetimizin esas olarak
çalışan insanları düşününce şikayet
halkı örgütlemeyi temel alması
etmek de biraz ayıp oluyor
gerektiğini söylemişsiniz. Okullar
sanıyorum.
açılana kadar bu işe yoğunlaşırsak bu
Tatilde neler yapmamız gerektiği
yönde en azından bir temel atmış
konusunda uyarılarınızı dikkate
oluruz diye düşünüyoruz.
alacağım. Arkadaşlarla da zaten
Ancak biraz önce değindiğim gibi
benzer şeyleri konuşmuştuk. Hem
deneyimsiz oluşumuz, bir de bugüne
kendi eğitimimiz konusunda, hem
de okuldan arkadaşlarla kim kimlerle kadar mahalle halkıyla ilişkilerimizin
sınırlı olması, genç oluşumuz gibi
nasıl ilişkiyi sürekli tutacak, ne
nedenler insanları ikna etmede,
zamanlar biraraya gelebiliriz, neler
sözümüzü dinletebilmede bizi
yapabiliriz diye detaylandırıp bir
epeyce zorlayacak sanıyorum. Gerçi
program da çıkardık.
halk meclisinden arkadaşların
Siz de izliyorsunuzdur zaten,
yardımı olacaktır ama sonuç
Amerikancı hükümet tüm halka
alabilmemiz esas olarak bizim
birden saldırdıkça saldırıyor.
çabamıza bağlı, bunun da
Memuru, işçiyi vurdular, zamlar ise
farkındayız. Tabii sizin
istisnasız herkesi vuruyor.
söyleyeceklerinizin de büyük
Hükümetteki partilere oy verenlerin
faydasını göreceğimizden eminiz.
çoğu bile öfkeli. Daha önce
Pratiğe yönelik çalışmalara
sözetmiştim mahallede alış veriş
başladık. Yani bildiri, pul,
yaptığımız bakkal DSP'liydi. Bakkala
mücadeleye çağrı gibi klasik
gittikçe bak ben sana seçimlerden
faaliyetler. Bunları kendi
önce hiçbirinin birbirinden farkı
olanaklarımızla yapıyoruz. Zeynepler
olmadığını söylememiş miydim,
de yardımcı olacak. Bize, halka
senin karaoğlanın da farkı yok;
dağıtacağımız bildirilerde,
eskiden olduğu gibi enkaz devraldık
yapacağımız çağrılarda artık
edebiyatı da yapamıyorlar diye
klasikleşmiş, herkese hitap eden
takılıyorum. Bir şey söyleyemiyor
genel başlıklar ve içerik kullanmak
tabii. Ne bileyim kızım biz onu
Merhaba İbrahim
Ağabey;
yerine, doğrudan bulunduğumuz
mahalle ya da alandaki insanlara
hitap eden başlıklar kullanmamızın;
söyleyeceklerimizi onların somut
sorunları, talepleriyle bütünleşen
şekilde ele almamızın daha doğru
olacağını söylediler.
Hazırladıkları bir kaç örnek vardı.
Birinde doğudan mahalle halkına
seslenip "Şimdi bakkalın, manavın
önünden geçmekten daha çok
korkuyorsun. Acaba bir şey ister mi
diye çocuğunun gözüne bakmaktan,
birlikte çarşıya, pazara çıkmaktan
şimdi daha çok korkuyorsun.
Neden, sorumlusu kim?", "Birileri
dolarları, altınları havada
uçuşturarak düğünler, eğlenceler
yaparken, bizim çoluk-çocuğumuz
neden et-süt yüzü göremez?" gibi
sorular soruluyordu. Başka birinde ise
sorumlusu İMF, emperyalizm,
işbirlikçileridir gibi cevaplarla da
yetinmemişler. "Örgütlenmediğimiz,
sorunlarımıza yeterince sahip
çıkmadığımız, mücadele etmediğimiz,
düzen partilerine kandığımız için
bunların yaşanmasında bizim de
epeyce payımız var" diyerek insanları
kendileriyle hesaplaşmaya iten şeyler
de yazmışlardı.
Biz de böyle değişik şeyler üretmeye
çalışıyoruz. Mesela büyükçe pullar
yapıp üzerine sadece "İMF nedir?
Soframızdan ekmeğimizi çalandır",
"İMF nedir? İşimizi elimizden
alandır", "İMF nedir Türkiye'nin
maliye bakanlığıdır", "Hükümet
nedir? İMF'nin memurudur", "Hala
susacak mısın?" gibi şeyler yazarak
herkesin görebileceği çeşitli yerlere
yapıştırıyoruz. Bakalım ne kadar ilgi
çekecek, biz de merak ediyoruz, İşte
böyle İbrahim abi. Gerçi bunlar işin
kolay tarafı, esas mesele tek tek
herkese gidip örgütlemek.
Tanıdıklarımızdan başladık gerçi
ama gitmemiz gereken o kadar çok
insan var ki bakalım ne kadar
yapabileceğiz. Anneme, babama hadi
şu zamları, hükümeti protesto edelim
diyorum. Herkes katılırsa biz de
geliriz elbette diyorlar. Görebildiğim
kadarıyla çoğu insan böyle
düşünüyor, tepkisini göstermek için
önce başkalarının harekete geçmesini
bekliyor.
Benim anlatacaklarım şimdilik bu
kadar. Sizler de umarım iyisinizdir.
Herhalde bu aralar şehitlerimizi
anma çalışmaları epeyce zamanınızı
alıyordur. 12 Temmuzla ilgili bizde
okuldaki arkadaşlarla bir anma
toplantısı yaptık. Mahallede de
propagandaya yönelik bir faaliyet
yürüttük ama sınırlı kaldı. Ölüm
Orucu şehitlerimiz için daha yaygın,
etkili şeyler yapmayı düşünüyoruz.
Bu arada onları en iyi anmanın
yollarından biri de daha çok
çalışmamız, mücadeleyi yükseltmek
için vargücümüzle çalışmamız diye
düşünüyorum. Mutlaka böyle
yapmamızı isterlerdi. Mektubuma
son verirken hepinizi sevgiyle
kucaklıyorum. Hoşçakalın.
Kardeşiniz Meral
Sevgili Meral
Merhaba,
Önce yeni işinde başarılar
diliyoruz. Halkımızın deyimiyle
hayırlı uğurlu olsun.
Mahallede çalışma başlatmanız
elbette olumlu ve yapmamız
gerekendir. Devrimci bulunduğu
yerde propaganda yapan,
örgütleyendir. Gerçi bu konuda
genel olarak tüm solun, sendikaların
geç kaldığı bir gerçek. Elbette bunlar
nedensiz değil, ama şimdi asıl
yapmamız gereken bunun
nedenlerinden çok, bu süreci
mücadelenin yükseltilmesi ve halkın
örgütlenmesi açısından nasıl
değerlendirebileceğimiz üzerinde
kafa yormak ve hızla harekete
geçmek olmalıdır. Saldırılar
karşısında elbette öncelikli
görevlerimizden biri tepkileri açığa
çıkarmak, eyleme dönüştürmek
olacak. Bunun için herkes nerede
olursa olsun bunun için çaba
harcamalıdır. Zaten siz
başlatmışsınız, yalnız sadece
mahalleye çakılıp kalmamalısınız,
sendikalara, işçi, memur alanındaki
arkadaşlarla ilişki kurup
götürebileceğiniz ilişkilerinizle
birlikte onların eylemlerine de
destek olmaya çalışmalısınız. Yani
kendi alanımızda. çalışma yürütürken
bir yandan da eylemleri
ortaklaştırmak, daha da
kitleselleştirmek için çaba
harcamalıyız.
Çalışmanıza halk meclisinden
arkadaşların da yardımcı
olacaklarını söylüyorsun onun için
biz daha çok, halkı örgütleyebilmek,
kalıcı örgütlenme yaratabilmek için
nelere dikkat etmemiz gerektiği
konusu üzerinde durmak istiyoruz.
Söyleyeceklerimiz hiç bilmediğiniz
şeyler değil, daha önce çeşitli
defalar üzerinde durduk ama yine
de hatırlatmakta, daha bir sistemli
hale getirmekte fayda var diye
düşünüyoruz.
Örneğin mahalle çalışmasında
deneyimsiz olmanızın, halkı ikna
etmede, sözünüzü dinletmede genç
olmanızın sizin için dezavantaj
olduğunu söylüyorsun. Yeni çalışma
başlattığımız bir yerde başlangıçta
bunlar dezavantaj olarak görülebilir,
engel olarabilir. Ancak aynı
zamanda çok kolay aşılabilecek
şeylerdir. Dolayısıyla bu tür kaygılar
gereksizdir. Öncelikle kendimize
güvenmeliyiz. Halkı örgütlemek
istiyorsak önce kendimizi sıradan
bir taraftar gibi değil, bir önder, bir
örgütleyici, yönetici olarak
görebilmeliyiz. Önderimiz bak ne
diyor: "Gerçek bir önder, bırakın
yoğun devrimci potansiyel olmasını
hiçbir ilişkinin, hiçbir olanağın
olmadığı koşullarda dahi
yaşamanın ve kitlelere uzanmanın
yolunu bulan insandır. Nasıl
sorusunun reçetesi yoktur. Bunun
cevabı devrimci inanç, yaratıcılık,
disiplinli olmak ve engin halk
sevgisindedir."
Sorun halka nasıl gideceğiz, kitle
çalışması yaparken nelere dikkat
edeceğiz bunu bilmek, buna uygun
davranabilmektir. Bunu belli bazı
başlıklar altında toplamaya
çalışalım.
1- Halka güven vermek;
Bu senin sorun olarak gördüğün
şeylerin cevabıdır aynı zamanda.
Çünkü sorunun kaynağı deneyimsiz
olmak, genç olmak değil, halka
güven verebilmektir. Bu güveni
sağlayabildikten sonra gerisi çok
kolay aşılır. Şehit yoldaşlarımızla
ilgili anlatılanları
hatırlıyorsunuzdur. Genç yaşına
rağmen kitleleri örgütlemiş, halkın
mücadelesine önderlik yapmış pek
çok yoldaşımız vardır. Bugün de bir
çok yerde, alanda böyledir. 60'lı
yıllara, 70'li yıllara baktığımızda da
devrimci hareket çok daha gençtir.
Mücadele esas olarak genç
insanların omuzlarında
yükselmiştir. Ama yine de büyük bir
kitlesellik vardır, devrimcilerle halk
arasındaki bağlar bugünkünden çok
yaygın ve güçlüdür.
Ha o zaman demek ki bizim kafa
yormamız ve yapmamız gereken
halkın bu güvenini tekrar nasıl
sağlayacağız, bu güveni nasıl
büyüteceğiz noktasında olmalıdır.
Faşizmin halklar üzerinde
dizginsiz bir terör uyguladığı, en
sıradan demokratik bir protesto
eylemine dahi tahammül
edemediği, tüm şiddetiyle saldırdığı
ve devrimci mücadelenin ağır
bedeller gerektirdiği günümüz
koşullarında halk kitlelerini
mücadeleye, savaşa katmada bu
güveni sağlayabilmenin olgusunun
çok büyük önemi var.
Düzenin vahşeti, dayattığı
onursuzluk, namussuzluk
karşısında insanlar her geçen gün
düzene, onun adaletine ve
kurumlarına karşı güvensizleşiyorlar.
Sokakta gelişigüzel önümüze çıkan
insanlara düzen politikacılarına,
partilerine ilişkin düşüncelerini
sorduğumuzda büyük
çoğunluğunun "Hepsinin Allah
belasını versin, hepsi kendi
çıkarlarını düşünüyor, halkı
düşünen yok, TBMM'ye giden halkı
unutuyor" vb. şeyler olacaktır. Bu,
güvensizliktir. Halk artık düzen
partilerine ve onların liderlerine,
düzenin bürokratlarına kesinlikle
güvenmiyor. Düzen partilerine oy
verenler de, başkalarına karşı oy
verdikleri partileri savunuyor
görünenler de kesinlikle
güvenmiyor. Çünkü oy verdiği,
desteklediği partinin de yalan
söylediğini, dediklerini
yapmayacağını, yapamayacağını,
ilişkilerin çıkar üzerine
kurulduğunu biliyor.
Susurluk gibi devletin ipliğini
pazara çıkaran, düzenin pisliklerini
büyük ölçüde ortaya seren bir
sürecin yaşanmış olmasına, halkın
çok geniş kesimlerinin bunları
yakından görmesine rağmen
devrimci mücadele, örgütlenme
halk için bir çekim merkezi haline
gelmemişse, geniş kitleler açısından
sol düzene alternatif bir güç olarak
görülmüyorsa, düzenden
memnuniyetsizliğin bu kadar had
safhada olduğu, bunca baskının,
yoksullaşmanın, zulümün yaşandığı
bir süreçte kitleler hala devrimden,
devrimcilerden epeyce uzakta
duruyorsa bunun nedeni faşizmin
baskı ve teröründen çok halkın sola
da güven duymamasından
kaynaklanmaktadır.
Peki halk sola neden
güvenmemektedir?
Çünkü sol halktan kopmuştur.
Yaşamıyla, üslubuyla, pratiğiyle
kopmuştur. Halkın değerlerinden
uzaklaşmıştır. Bunu da
pratiğimizde içselleştirmek,
korumak, geliştirmek ve
bulunduğumuz her alanda, her
yerde halka taşımak, göstermek,
farklılığımızı ortaya koymak
durumundayız. Eğer bu farkı
koyamazsak en azından
bulunduğumuz yerde halkın genel
olarak sola bakışı ile bize bakışı da
çok farklı olmayacak, biz de onun
güvenini kazanamayacağız.
demektir.
Çünkü bir yerde çalışma
yürütüyorsak o yerde, hareketi biz
temsil ediyoruz demektir.
Dolayısıyla halk da esas olarak
bizim tavırlarımıza, ilişkilerimize,
pratiğimize bakarak bize güven
duyacak veya duymayacak,
reformistiyle, oportünistiyle, Kürt
milliyetçiliği ile devrimciliği
dejenere ederek başarmıştır. Halka
tepeden bakmak, emirlerle,
talimatlarla, emrivakilerle hareket
edecek sürü gibi görmek, söz verip
sözünde durmamak, tutarsızlık,
ciddiyetsizlik, yoz kadın-erkek
ilişkilerini meşrulaştırmaya
çalışmak, giyimde, kuşamda,
davranışlarda, üslupta burjuvaziye
özenti duymak, emeğe değer
vermemek yaşanan
dejenerasyonun, kirlenmenin
sonuçlarıdır. Düzenden, düzen
partilerinden uzaklaşan halk bu
durumda beklentilerine cevap
veremeyen, kendisinden
uzaklaşmış, düzenin bir çok
yozluğunu saflarına taşıyan sola
neden güvensin, neden onu
alternatif olarak görsün? O zaman
demek ki halkı örgütlemek
istiyorsak, halkın devrimcilere
güvenmesini istiyorsak, kalıcı
örgütlülükler yaratmak istiyorsak
halkın sola karşı bu güvensizliğini
güvene dönüştürmek, onun
güvenini kazanmak zorundayız.
Şunu çok açıkça ortaya
koyabiliriz ki bu yanıyla yani halkın
değerlerine, geleneklerine sahip
çıkma, halkla bütünleşme, güvenini
kazanma noktasında soldan her
zaman farklılığımız vardır. Halkla
aramızda köprü olan, bizi ona
bağlayan sağlam gelenekler,
değerler yaratmışız. Ama bunları
yeterli görmemeliyiz. Bunları her
birimiz kendi kişiliğimizde ve
devrimci hareketi tanıyacak,
hakkında olumlu ya da olumsuz
yargılara varacaktır.
2-Saygılı olacağız;
Halka, halkın değerlerine saygı
gösterme, halkla aramızda bağ
kurma, bu bağı geliştirme açısından
büyük öneme sahiptir. En
basitinden şöyle düşünelim: Bize
saygı göstermeyen, söylediklerimizi,
düşündüklerimizi kaale almayan,
dinlemeyen, önem vermeyenlere
biz saygı duyar, ona güvenebilir
miyiz? Elbette kim olursa olsun ona
saygı duymaz, güvenmeyiz. O
zaman biz de örgütlemek
istediğimiz, desteğini istediğimiz,
birlikte mücadele içinde yer almak
istediğimiz insanlara, halka saygı
göstermek, düşüncelerine,
geleneklerine, göreneklere, örf ve
adetlerine saygılı olmak
durumundayız.
3- Gittiğimiz insanların
geleneklerini, göreneklerini, örf ve
adetlerini bilecek, tanıyacağız;
Değişik mezhep, inanç
farklılıkları, milli özellikleri, hemen
her yöreye, bölgeye has gelenekleri,
görenekleri ile halkımız çok zengin
kültürel özelliklere sahiptir. Bunları
asgari ölçüde bilmek, en azından
çalışma yürüteceğimiz, örgütlemeye
gideceğimiz insanlar hakkında bu
yanıyla bilgi sahibi olmak
durumundayız ki istemeyerek de
olsa yanlış yapmayalım, saygıda
kusur etmeyelim.
Halkımızın olumlu, geliştirilmesi
gereken gelenekleri, kültürel
özellikleri olduğu gibi elbette
olumsuz, terkedilmesi gereken,
devrimci mücadelenin önüne engel
oluşturabilen alışkanlıkları, gelenek
ve görenekleri de vardır. Veya bizim
içinde yetiştiğimiz kültürden çok
daha farklı, bize aykırı veya
anlamsız gelen tavırlarla,
özelliklerle de karşılaşabiliriz. Ama
tüm bunlar saygı göstermemizin
önünde engel değildir. Kimde
olumlu ne varsa sahiplenip
geliştireceğiz, olumsuzluklar
karşısında ise kırıcı, dökücü
olmadan, incitmemeye çalışarak
bunları ikna yoluyla değiştirmeyi
esas alacağız
Dini bayram mı, bayramını
kutlayacağız, el öpülmesi gereken
yerde el de öpeceğiz, yaşlılar
yanlarında sigara içilmesinden
hoşlanmıyor mu içmeyeceğiz,
yaşlılar gençlerin yanlarında bacak
bacak üstüne atıp oturmasından
hoşlanmaz, bunu saygısızlık olarak
değerlendirir o zaman ona uygun
davranacağız, oturuşumuza,
kalkışımıza, yemek yiyişimize,
yatışımıza kalkışımıza, giyimimize
kuşamımıza, saçımızın başımızın
düzgünlüğüne, traşımıza kadar
herşeye dikkat edeceğiz.
Alevi halkımızın derneklerine,
cemevine nasıl gidiyorsak, yemek
veriyorsak, sünni halkımızın
derneklerine, gerektiğinde camisine
gideceğiz, mevlidine de katılacağız.
Elbette bunu kimliğimizi,
düşüncelerimizi gizleyerek
yapmayacağız. Birlikte olduğumuz
insanlar bizim aynı inancı, her
şeyde aynı düşünceleri onlarla
paylaşmadığımızı da bilirler,
bileceklerdir ama onların yanında
olmak, inançlarına saygı göstermek
bizim devrimciliğimizden bir şey
eksiltmeyeceği, bizi küçültmeyeceği
gibi karşımızdaki insanların da bize
saygı duymasını, değer vermesini
sağlar.
4-Dinlemesini Bileceğiz,
Küçümsemeyeceğiz, Düşüncelerine
Değer Vereceğiz;
Bizden bilgisiz olabilir,
okumamış, bizim kadar eğitim
görmemiş, öğrenmemiş, hatta cahil
olabilir ama öyle diye asla kimseye
üsten bakamayız, küçümseyenleyiz.
Doğaldır ki halkın çeşitli
kesimlerinin hatta tek tek herbirinin
bizden farklı düşünceleri, fikirleri
vardır, her zaman da olacaktır.
Devrimcilere, devrimci harekete
küfür, hakaret, aşağılama vb.
olmadığı sürece herkesin
düşüncesine saygı gösterip,
dinlemesini bilmeliyiz, değer
vermeliyiz. Yanlış, bize ters gelen
şeyler de söylense özellikle bizden
yaşça büyüklerin durmadan sözünü
kesip doğrusu bu diye bilgiçlik
taslayıp, ukalalık yapmayacağız.
Elbette yanlışları olduğu gibi
kabullenmeyeceğiz. Ama her şeye
hemen cevap vermemiz
gerekmediği gibi, bunu
karşımızdakini incitmeden, onu
küçük düşürmeden, yanlışını ortaya
çıkarmaya gayret ediyormuşuz
havası yaratmadan yapacağız. Bunu
hem saygının bir ifadesi olarak hem
de az ya da çok herkesten yeni bir
şeyler öğrenmenin mümkün ve
gerekli olduğu bilinciyle yapacağız.
Mütevazi olmayı, buna uygun
davranmamız gerektiğini
unutmayacağız.
Halk meclislerinin kendisi, halkın
Halk Meclislerinde örgütlenmesini,
kendini ifade etme olanağını
sağlamak aynı zamanda halka, onun
düşüncelerine verilen değerin,
saygının bir ifadesidir.
5-İlişki kurduğumuz, kurmak
istediğimiz kitleyi tanıyacağız;
Eğer ilişki kurduğumuz,
örgütlemeye çalıştığımız kitleyi,
insanları yakından tanıyamazsak,
sadece bize yakın duran değil,
bizden farklı düşünen insanların
neyi nasıl düşündüğünü bilmezsek,
onların ruh halini, dünyaya bakış
açılarını kavrayamazsak doğaldır ki
zaten onları anlayamaz, onlara nasıl
sesleneceğimizi, nasıl dünyalarına
gireceğimizi, nasıl eğiteceğimizi,
değiştirip dönüştürebileceğimizi de
bilemeyiz. Ya da bize göre doğru
sandığımızı yapar ama istediğimiz
sonuçları, verimi alamayız.
6-Sözümüzle, pratiğimizle tutarlı
olacağız; verdiğimiz sözü yerine
getireceğiz;
Halkımızın değerleri ve
gelenekleri güçlüdür. Halkımız
mertliği sever. Söylediğini yapanı
sevip arkasından gittiği gibi
sö yl edi ği n i n arkasında
durmayanlara güvenmez. "Sözünün
eri olmak", "Söz namustur", "Söz
ağızdan bir kere çıkar" gibi
belirlemeler, halkımızın verilen söze
verdiği önemi gösterir. Verilen sözü
tutmaya, sözünün eri olmaya
yiğitliğin, mertliğin, dürüstlüğün
ölçütü olarak bakar.
Yalanın dolanın geçer akçe haline
getirildiği günümüzde, halkımızın
bu değerine sahip çıkmak, verilen
sözde durmak, sözümüzle,
pratiğimizle tutarlı olmak halkın
güvenini kazanmak, açısından çok
daha büyük önemdedir. Bugüne
kadar hareketimizin en çok önem
verdiği konulardan biri olmuştur.
İdeolojimizle, teorimiz,
söylediklerimizle, pratiğimizle
bugüne kadar hep tutarlı
olmuşuzdur. Onun için de çok
rahatlıkla "söylediğini yapan,
yaptığını savunan" bir hareketiz
diyebiliyoruz. Genelde yaşanan tüm
dejenerasyona rağmen kitlelerde
yaratabildiğimiz güveni diyebiliriz ki
çok büyük oranda buna borçluyuz.
Çalışma yürüttüğümüz her yerde,
halkla ilişkilerimizde bu
geleneğimizi esas almak ona uygun
davranmak zorundayız.
Yapamayacağımız, yerine
getirmeyeceğimiz şeyler için halka,
tek bir kişiye de olsa söz vermemeli.
Kendimizi, gücümüzü,
yapabileceklerimizi abartmamalıyız.
Açık olmalı, neysek, ne
yapabileceksek onu ifade etmeliyiz
7- Halktan özür dilemesini,
özeleştiri vermesini bilmeliyiz;
Söz verdik mi de yerine getirmek
için tüm gücümüzü ortaya
koyacağız. Buna rağmen ister
bizden, ister bizim dışımızdaki
nedenlerden kaynaklansın
verdiğimiz bir sözü yerine
getiremedik mi, bunu da açıklıkla
ifade edebilmeli, halktan özür
dileyebilmeliyiz.
İstemeyerek de olsa halka, halkın
çıkarlarına zarar verdiğimizde veya
saflarımızdan biri halka, değerlerine
zarar veren bir yanlış yaptığında, bir
zaaf gösterdiğinde yine özür
dilemesini, özeleştiri vermesini
bilmeliyiz. Herkes tarafından
görülen bir yanlışı, verilen bir zararı
yok saymanın, üstünü küllemeye
çalışmanın kimseye faydası olmaz.
Özür dilemek, özeleştiri vermek bizi
küçültmez, aksine halkın gözünde
bir başka farklılığımızı ortaya koyar,
güven kazandırır. Tabii bu tür şeyler
de sık sık tekrarlanmamak kaydıyla.
Sık sık tekrarlandı mı, temcit pilavı
gibi durmadan söz verip sözünü
tutmayıp, durmadan zarar verip
sonra özür dilersen bunu yaratacağı
sonuç da yine güvensizlik olur.
Dolayısıyla bizlerin halkla
ilişkilerimizde en çok dikkat
etmemiz, üzerinde kılı kırk yararak
düşünüp, hareket etmemiz gereken
konulardan biri, yanlış
bulduğumuz, eleştirdiğimiz,
ayıpladığımız tavır ve
davranışlardan kaçınmak ve neyi
söylüyor ve nasıl savunuyorsak ona
göre hareket etmemiz gerektiğidir.
Tutarlılık sadece verilen sözlerin
yerine getirilmesiyle sınırlı değildir
elbette. Başkalarına şöyle
yapmalısınız, böyle yapmalısınız,
şöyle mücadele etmelisiniz derken
söylediklerimize önce kendimiz
uymuyorsak, yapmıyorsak, en önde
biz olmuyorsak orada tutarlılık
yoktur ve ciddiye alınmayız. Çünkü
halk böyle yapanları çok görmüş,
görmektedir. O noktada bizi de
diğerlerinden farklı görmeyecektir.
8-Emek harcayacak, emeğe
değer vereceğiz;
Emek harcamadan, emeğe değer
vermeden hiçbir şey olmaz. Ne
kendimizi eğitip geliştirebiliriz, ne
de halkı örgütleyebilir, değiştirip,
dönüştürebiliriz. Eğer bir şeyleri
değiştirmek, örgütlemek istiyorsak
halk öncelikle bunun için bizim ne
kadar emek harcadığımıza bakar.
Asalak, buyurgan, başkalarına iş
yaptırarak yaşamaya çalışan bir
devrimciliğe halk yüz vermez.
Ayrıca halkın emeğine de saygı
gösterecek, değer vereceğiz. Elbette
mücadeleye daha fazla katkı
sağlamasını, daha çok katılmasını,
doğrudan savaş içinde yer almasını
da isteyeceğiz ama küçük
yardımlarını, katkılarını da
küçümsemeyeceğiz, burun
kıvırmayacağız. Bir kap yemek, bir
bardak çaya bile değer vermeliyiz.
9- Halkı sevecek, paylaşacak, iyi
gününde de kötü gününde de
halkın yanında olacağız;
Halka sadece bir şeyler istemek,
gazete satmak için gitmemeliyiz.
Halkımızın dost olmanın en önemli
kıstaslarından biri olarak iyi günde
de kötü günde de birlikte olmayı,
acıyı da sevinci de birlikte
paylaşmayı görür. Bu nasıl olur.
Küçük büyük demeden her
sorununda yanında olmaya
çalışacak, paylaşıp yardımcı
olmaya, çözüm yolları bulmaya
çalışacağız. Özverili, fedakar
olacağız. İşimiz düştükçe
gitmeyeceğiz. Selamımızı, hal hatır
sormayı eksik etmeyeceğiz.
Bulabildiğimiz her fırsatta sohbet
etmek, çeşitli konularda
düşüncelerini öğrenmek, acısını,
sevincini, bir tas çorbasını
paylaşmak için de gideceğiz.
Halkı, insanları seviyorum
demekle kuru kuruya sevgi olmaz.
Halkı sevmek, halkın sorunlarına
sahip çıkmak, derdini, tasasını
paylaşmak, ona emek harcamak,
halkın çıkarları için mücadele
etmek, savaşmak demektir. Yoksa
öbürü laftadır, kendi kendini
kandırmaya çalışmaktır.
10- Ne istediğimizi, ne
isteyeceğimizi bileceğiz; planlı,
programlı, disiplinli olacağız;
Devrimcilik ne yaptığını, ne
yapacağını bilen. Devrimcilik
amaçları, hedefleri olan bilinçli bir
faaliyettir. Bu da bizim kısa, orta ve
uzun vadeli hedeflere, bu hedeflere
ulaşmak için bir programa sahip
olmamız, planlı, disiplinli
çalışmamız gerektiğini gösterir. Bu
her şey için, kitle çalışması,
örgütlenme faaliyeti yürütürken de
böyledir. Günlük, haftalık
çalışmamızı programlamamız, aylık
hatta üç aylık, altı aylık program ve
hedeflere sahip olmalıyız.
Bugün kimlere, kaç kişiye, nasıl
gideceğiz? Gittiğimiz insanların
yapısı, özellikleri, siyasal eğilimleri,
devrimcilere yaklaşımı nedir, ne iş
yapar, nasıl yaşar bunlar hakkında
önceden araştırma yapmaya, bilgi
sahibi olmaya çalışacağız.
Gittiğimizde neler söyleyecek, neler
anlatacağız, neler isteyeceğiz,
bugün ve yarın için beklentilerimiz
ne... bunları hep önceden
düşünmek, programlamak
durumundayız. Ama bunları
mekanik olarak da algılamamak
gerekir. Çok rahatlıkla hakkında pek
bir şey bilmediğimiz, hatta hiç
tanımadığımız insanlarla da bir
yolunu bulup ilişki kurabilmeli,
onlara gitmeli, tanımaya çalışmalı
ve mücadeleye çağırabilmeliyiz.
Halka nasıl gideceğimizin
yanında, ondan ne isteyeceğimizi de
bilmek, bunu iyi hesaplamak
durumundayız. Bu noktada iyi bir
gözlemci olabilmek, ilişkilerimizi
daha yakından, daha iyi
tanıyabilmek önemlidir. İnsanların
çeşitli kaygılarını, korkularını
gözönüne almadan, bunları
gidermek için çaba harcamadan,
bilinçlendirmek, kendilerine
güvenlerini sağlamak için emek
harcamadan, verebileceklerinden,
yapabileceklerinden fazlasını
istemek, bunun için gereksiz
zorlamalara girmek insanların
bizden uzaklaşmasına, kendisini
daha da geriye çekmesine neden
olur.
Bunun yanında, onları olduğu
gibi kabullenmek, daha fazla
mücadele içinde yer alması, daha
fazla mücadeleye katkı sağlamasını
uygun yol ve yöntemlerle
istememek, dahası fazlasını
yapabilecekken bunu görememek
de bizim eksik, zaaflı yanımızı
oluşturur.
Halk nezdinde kendimizi her
şeyimizle düzene alternatif olarak
sunuyoruz. O zaman her şeyimizle
düzenin karşısında olacağız. Halk
bizim davranışlarımızdan
etkilenmeli ve düzenin pislikleri
karşısında bizim alternatif
olabileceğimizi kendi gözleriyle
görmeli ve güven duymalı. Keza
polisiye durumlara karşı
ilişkilerimizi koruma yerine
kendimizi kurtarmaya bakarsak
bunun halkta yaratacağı
güvensizliğin ve zedelenen
ilişkilerin telafisi mümkün
olmayabilir.
Bizler devrimciyiz. Halkla
ilişkilerimizde halkımız bize
herhangi biri gibi değil, bir devrimci
olarak yaklaşacaktır. Bizi devrimci
olarak sahiplenecektir. Bu durumda
biz de bu misyonumuzun farkında
olarak hareket etmek zorundayız.
Yapacağımız olumluluklar devrimci
hareketin olumlulukları olacağı gibi,
sergileyeceğimiz yanlış, olumsuz
davranışlar da devrimci hareketin
prestijini zedeleyecektir. Çünkü halk
iyi ve olumsuz yanlarımızla bizi
devrimci biliyor ve öyle
değerlendiriyor. Bizler de bu bilinçle
hareket etmeli, devrimci hareketin
onurlu tarihine layık olduğu şekliyle
değer katmalı ve devrimci hareketi
halk nezdinde yüceltmeliyiz. İşte o
zaman halk hareketimize sonsuz bir
güven duyacak ve onun
öncülüğünde iktidar mücadelesine
katılacaktır.
Evet sevgili meral, bunları
Yazıyoruz zaman zaman, bu konuda
her türlü sorunu çözecek sihirli bir
reçete de yok. Gerisi bizzat kitle
faaliyetinin içinde tamamlanacaktır.
Mektubumu izninle burada
bitiriyorum. Sevgi ve selamlarımızı
yolluyor, gözlerinden öpüyoruz.
Hoşçakal,
Ağabeyin İbrahim
"Kalk Nine Bak,
Bizi Öldürmediler!"
Derin bir sessizliğe gömülmüş bekliyoruz. Onca kalabalığın içinde ilk bakışta
dikkatimi çeken üç kişilik bir aile. Aile
reisi oldukça yaşlı. Kim bilir neler yaşamış neler görmüş. Yılların kahrını beraberinde taşıyor adeta. Beli bükülmüş
elinde bastonuyla yola bakıyor. Sağ yanında ince bir ağaca omuzunu yaslamış, ninesinin kolunu sıkıca kavramış,
19-20 yaşlarında genç bir kız. Ağacın sol
yanında ise 12-13 yaşlarında küçük bir
çocuğu. Dokunsan ağlayacak gibi bir
hali var. Daha onlarca yaşlı, genç. Hepsinin gözleri yolda. Sessizliği yaşlı bir
traktörün motor sesi bozdu. Umutsuz
bakan gözler, kederli donuk yüzler, yaralı, acı içindeki yürekler, sesle birlikte
irkildi. Peşpeşe gelen traktörlere, kamyonetlere doğru bir hareketlilik başladı.
Bulunduğumuz yere yaklaşmasına
yaklaşık 150-200 metre kalmıştı ki yamaçtaki seyrek ağaçların arasından düşe
kalka bir insan seli gibi döküldük yola.
Gözüm o üç kişilik ailede. Tam yola
yaklaşıyorduk ki, yaşlı nine olduğu yere
yığılıp kaldı. Önümdeki insanları ite kaka koşmaya başladım. Yanlarına ulaştığımda yerde yatanın bir ölüden farkı
kalmadığını anladım. Yüzü sapsarı kesilmiş. Dudakları susuzluktan çatlak
çatlak olmuş. Çenesine hakim olamıyor, tir tir titriyor. Su kabımda yarım
bardak kadar su kalmıştı. Susuz kalmayı göze alarak uzattım suyumu. Yavaşça
gözlerini açtı ve: yavruma, torunuma
verirmisiniz? Ben istemiyorum, dedi.
Torunum ise:
- Hayır nine olmaz. O suyu sen iç,
derken kelimeleri yuvarlıyordu. Ninesinin göğsüne başını koymuş, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Ablası günlerdir yanlarında taşıdıkları ekmeklerden kalan kuru parçaları ninesine yedirmek için yalvarıyor. Bir yanda da: - Geldi nine, geldi.
Az daha dayan ne olur, diyerek umut
vermeye çalışıyor.
Gelen araç konvoyu iyice yaklaşmıştı. Nineyi kollarından tutup kaldırdık.
Traktörler ve kamyonetler önümüzde
durmak zorunda kaldı. Yol yaşlılar,
gençler ve çocuklar tarafından kapatılmış durumda. Gelen araçların hepsi insanlarla dolu. Araçlara yetişenler bir yerinden tutuyor ve bırakmıyor. Ben de
bu şansı kaçırmamak için kamyonetlerden birine atladım. Aile bir türlü araçlara
yaklaşamıyor. Vicdanım el vermiyor,
inmek istiyorum. Ama korkum da peşimi bırakmıyor. Umutlarını kesmiş çaresizlik içinde konvoya bakıyorlar. Bir ara
göz göze geldik nineyle. O an nasıl olduğunu anlayamadım. Kamyonetten atlamamla, nineyi kucaklayıp kamyonetin
kasasında küçük bir yere sıkışmamız bir
oldu. Tam araçlar harekete geçecekti ki,
uçak sesleri duyuluverdi. Kaçsak mı?
Kaçmasak mı? Herkes aynı soruyu bir
kaç saniye içinde soruyor kendisine.
Konvoydaki arabaların hepsi aceleyle
harekete geçti. Bir anda çocuğun yanımızda olmadığını fark ettim. Kalabalı-
ğın arasında onu kamyonete almayı
unutmuşum. Ninenin bunu fark etmesi
uzun sürmedi. Fark eder etmez feryada
başladı;
- Yavrum, torunum, çocuğum nerede? Büyük torunu kamyonetin ön tarafında olduğundan durumdan habersiz.
Donup kaldım. Ne yapabilirdim ki?
Kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim. Bombalar yağmaya başladı.
Birkaç saniye içerisinde ortalık savaş
alanına döndü. Yanan araçlar, parçalanmış cesetler, yerlerde inleyen yaralılar. Eşini, çocuğunu, dostunu kaybetmiş insanlar...
Bir an gözlerimin önüne Priştine'de
görev yaptığım okul geldi. Nasıl oldu?
Neydi bizim kaderimizi böylesine değiştiren şey? Düşünmek istemiyorum,
inanamıyorum, inanmak da istemiyorum ya. Değer verdiğim, çok sevdiğim
öğrencilerim, öğretmen arkadaşlarım...
Durup dururken birbirimize düşman
edildik. Karşılaştığımız her yerde, bulduğumuz her fırsatta birbirimizin gırtlağına sarılıyoruz. Çocuğumu, eşimi,
gelinimi kaybettim. Neden? Kimin için?
Bir anlam veremiyorum. Vatanımızı,
doğup büyüdüğümüz yerleri terk ediyoruz. Ettiriliyoruz. Kimden kaçıyoruz?
Bizi kim koruyor? Dostumuz kim? Düşmanınız kim? Günlerdir kahrolası
NA-TO
uçaklarının bombardımanı
altında-yız. Sözde bizi "kurtarmak" için
geldiler. Ama hepsinin amacı kendi
çıkarlarını korumak. Bizi birbirimize
düşman edenler de onlardı zaten.
Milliyetçiliği körükleyip durdular.
Şimdi
de
üzerimize
bomba
yağdırıyorlar...
Bu
konvoyda
Bruznic'den, Kosova Polje'den, Mala
Krusa'dan, Pudugeva'dan ve daha onlarca yerden her şeylerini kaybetmiş, terk
etmiş, yüzbinlerce insandan küçük bir
bölüm var. Burada da ölüm yakamızı
bırakmadı. Yapıştı kaldı kahrolası yakamıza. Ölüm de kötülerden yana diye
düşünüp, ürpertiyle kendime geldim.
Yaşlı nine ve büyük torunu kamyonette
yok. Sağıma soluma bakıyorum, yok.
Kamyonetten inerek konvoyun sonuna
doğru koşmaya başladım. Yaşlı nine torununun da yardımıyla yerde yatan
cansız çocuk bedenlerini tek tek çeviriyor, yüzlerinin kanını temizleyerek torunu mu değil mi diye bakıyor. Torunu
ise konvoyun sonlarında o da yerde yatan parçalanmış, kanlar içindeki yaşlı
bedenleri güçlükle çeviriyor, onu bırakıp diğerine koşuyor.
Bu arada Sırp askeri konvoyu ambulanslarla gelip ölüleri, yaralıları toplayarak gitti. Nineyle torunu bir an karşı
karşıya geldiler. Bastonuna sıkıca sarılmış, tek kelime etmeden torununa bakıyordu.
NATO bombardımanı sırasında yan
yatan bir traktör kasasının altına doluştuk. Tam bir can pazarı. NATO uçakları
tekrar bombalayacak diye, traktör kasasının altında değil de, açık arazide, yağmur altında kalmayı tercih edenlerin
sayısı da fazla. Yağmur bastırıyor, herkes birbirine sokularak ısınmaya çalışıyor. Neden? Daha dün, evet daha dün
Boşnak'ı, Hırvat'ı, Arnavut'u bir arada
yaşıyorduk. Neyi alıp veremiyorduk?
Toprak mı? Hepimizin değil miydi? Ekmek mi? Kardeşçe paylaşmıyor muyduk? İş mi? Birlikte yaratmıyor muyduk? Acı mı, sevinç mi, umut mu, özlem
mi? Onları da birlikte paylaşıyorduk.
Kulağıma gelen ses dikkatimi dağıtıyor.
Belli belirsiz;
- Tito varken yavrum... sesleri geli
yor.
- O zamanlar kardeştik dosttuk... Bi
raz daha kulak kabartıyorum. Ama duy
makta güçlük çekiyorum. Yanımda otu
ran bir teyzeye utana sıkıla yerini değiş
tirip değiştiremeyeceğini sordum. Usul
ca kalktı. Yerimizi değiştirdik. Nine ya
vaş yavaş konuşmaya devam etti.
- Komşumuzun oğlu vardı ya, işte o.
Bir de bizim okuldaki Felsefe öğretme
ni. Her geliş gidişlerin bize uğrarlar. Ça
yımızı içmeden, elimi öpmeden geç
mezlerdi. Daha dün gibi hepsiyle olan
dostluklarımız... Evet, çocukluklarını
bilirim onların. Hastayken, eğlenirken,
gülerken, ağlarken hep yanı başlarında
oldum. Onlar bizim dostlarımız, kardeşlerimizdi.
- Peki nine bizi çok seviyorlarsa ne
den evlerimizi yaktılar peki? İnsanlar
sevdiklerini öldürmek ister mi hiç? Be
nim bir sevdiğim öldüğünde ağlarım.
Sen ağlamaz mısın nine? Babamı öldür
düklerinde ağlamadın mı? Köyümüzü
terk ederken ağlamadın mı? Biliyorum
ağladın. Ben de çok ağladım. Ablam da
çok ağladı. Köyümüze de, tavuklarımıza
da, kuzularımıza da ağladım, diyerek
yeniden ağlamaya başladı. Sağında so
lunda oturan koca koca insanlar da
onunla birlikte ağlıyor, içini çekiyor.
Ama hiç birisi tek kelime konuşmuyor.
Sanki hepsi yemin etmiş konuşmama
ya. Kimi yağan yağmurdan biriken su
ya, kimi usanıp giden yola, kimi yağ
murla birlikte akıp gitmeye başlayan
kan birikintilerine, kimi de birbirini ko
valayan bulut kümelerine bakıyor. He
pimiz kederli, hepimiz çaresiz. Konuş
mak istiyorum ama mümkün olmuyor.
Hem ne konuşacağım ki? Üzülmeyin mi
diyeceğim? Boşverin mi diyeceğim? Ağ
lamayın mı diyeceğim? Ne diyeceğim?..
Ninenin sesiyle tekrar kendime geldim. - Yavrum bizim aramızda bu düşmanlığı yaratanlar halktan insanlar değil ki. Halka düşman olanlar bu ayrılıkları yaratıyor. Bizi birbirimize düşürüyor onlar. Her şeyi kendi çıkarları için
yaparlar. Bizi de birbirimize düşman ettiler. Hırvat olmayan herkese, Hırvatlar'ı düşman etmeye çalıştılar. Boşnaklar'ı, Sırplar'ı, Arnavutlar'ı... Ama bizler
arasında bir sorun yok. Bir düşmanlığımız yok. Neden olsun ki? Aynı tarlada
birlikte ter döktük. Aynı çeşmeden su
içtik. Evlerimiz yan yanaydı. Üst üsteydi. Kapımız herkese açıktı. Tito, bu halk-
lar arasındaki dostluğu kurmak için neler yapmıştı. Herkes kedi dilini öğrenesin diye bir okulda her dilde eğitim olanağı sağlamıştı. Herkes inancını özgürce yerine getiriyordu. Camide ya da kilisede isteyen ibadetini yerine getiriyordu. O zamanlar herkesin birbirine saygısı, sevgisi vardı. Bir keresinde bizim
köydeki kilisenin rahibi ramazan ayında
iftara davet etmişti. Bizim geleneklerimize, göreneklerimize, inancımıza
saygıları hazırladıkları yemeklerden ortaya çıkıyordu. "Bakın komşu bunlar tavuk eti, bunlar da zeytinyağı ile yapılmış dolma" diyerek aklımızdan geçmese
bile bizi rahatlatıyordu. Bu saygıdan
geliyordu yavrum, dedi. Sözüne devam
edecekti ki yine motor sesleriyle herkes
canlandı. Yeni bir konvoy geliyor. Herkes bulunduğu yerden yola çıkmaya
başladı.
Arabalara doluşuyoruz. Üst üste olsak da bu defa herkese yer var. Çünkü
çoğu insan yaşamını yitirdi, yaralandı.
Üzerimiz kan. Kan çamurla karışmış.
Hareket ediyoruz. Yağmur yağmaya devam ediyor. Kimin umurunda ki? Nereye gidiyoruz? Bundan sonra nasıl yaşayacağız? Vatanımıza kavuşabilecek miyiz? Yeniden kardeşçe birlikte yaşayabilecek miyiz? Yoksa ölüp gidecek miyiz?
Bilmiyorum. Yolda birkaç gazeteci de
arabaya biniyor. Ne oldu? Kim bombaladı? Kaç kişi öldü? Kaç kişi yaralandı.
Yaralılara ne oldu? Soruların hepsi cevapsız kalıyor. Kimse tek bir kelime konuşmuyor... Yaklaşık yarım saat sessizce
ilerledik. Tam bir köprüye yaklaşmıştık
ki, uçak sesleri kulağımızda çınlayıverdi. Bir anda herkes kendini giden araçlardan aşağıya attı. Nine ve büyük torunu da kendini attı. Küçük torunu da
atacakken yakaladım. - Bırak amca geliyorlar, diye ağlıyor, kurtulmaya çalışıyordu.
Evet gerçekten de geliyorlardı. Çocukla birlikte iyice yavaşlayan araçtan
atladım. Çocuk üzerime düştü. Toparlanıp kalktık. Yüz-yüzelli metre ilerde de
konvoy durdu. Ninenin ve torununun
kendilerini attıkları yere doğru ilerledik.
Yine çoğu insan yaralanmış. Acı bir feryat yükseliyor. Düşünüyorum acaba nineye bir şey oldu mu diye, ürperiyorum. Yanımdaki çocuğa bakıyorum. Elimi sıkıca tutmuş, titremesi elinden anlaşılıyor. Büyük torunu ninenin üzerine
kapaklanmış. Nineyi öpüyor. Başını dizlerinin üzerine almış, bir çocuk gibi okşuyor. Oturduğu yerde kan birikintisi
var. Anlıyorum. Cansız yatan beden buraya kadar dayandı. Yılların acısını, sevincini, mutluluğunu buraya kadar aynı
temizlikle, saflıkla taşıdı. Hiç ama hiç
düşmanlık beslemedi. Onun düşmanı
NATO'ydu. Torunlarına da NATO'yu
düşman belletti. Uçaklar üzerimizden
geçip gitti. İlerden patlama sesleri yükseldi. Kim bilir kaç insanın hayatı yok
olup gitmişti. Küçük kız; - Nine nine gittiler, bizi öldürmediler. Kalk nine kalk.
Bak gittiler, diye seslense de nineden
ses çıkmıyor.
- Nine, nine kalk bizi öldürmediler,
haykırışlarıyla sıkıca sarıldı ninesine.
Bir dost, bir evlat, bir ana, bir baba sıcaklığıyla kalbine gömdü. Ölüleri acıyla
gömüp, yeni ölülere gebe olan bir yolculuğa başlarken sıranın bize de geleceği gerçeğiyle defterimi cebime koyup
günlük tutmaktan vazgeçiyorum...*
Hamburg'da Devam Eden DHKP-C
Davasından Mahkeme, Savunmayı Baskı
Altına almak İçin Her Yolu Deniyor!.. İlhan
Yelkovan Davasındaki Son Gelişmeler!..
Hamburg Yüksek Eyalet mahkemesinde
her hafta salı ve çarşamba günleri saat 9.30'da
başlayan İLHAN Y. davasına devam ediliyor.
Bu hafta yaşananlar politik mahkemenin baskılarını açıkça ortaya koydu. Salı günü yapılan
oturum savcılığın satışması ile başladı. Olay
şöyle gelişti; savunma tanığı olarak mahkemeye daha önce isimi bildirilen bayan, mahkeme
salonondan BKA (Almanya Kriminal Bürosu)
polisleri tarafından gözaltına alındı. Bu arada
kendisine Anayasa'nın 129-a maddesinden
(Terör örgütü üyeliği) davası açıldığı bildirildi.
Bu gelişme üzerine İlhan Y. savunma tanıklarının ve dolayısıyla savunmanın açıkça baskı
altına alınmaya çalışıldığını belirterek, mahkeme başkanı Mentz ve diğer üyelere güvenmediğini açıklayarak mahkemeyi adil bulmadığını söyledi ve red etti. Mahkemeyi red dilekçesini okuyup bitirdiği sırada mahkeme salonunda bulunan 40 kadar izleyici alkışlarıyla
İlhan Y.'na destek verdiler. Bunu bir protesto
kabul eden mahkeme başkanı Mentz, İlhan Y.'
nın Türkiye'deki danışmanını izleyeci salonundan mahkeme kürsüsüne çağırarak, yaptığı alkışlı protestoya karşılık kendisine para
cezası verileceği tehditini savurdu. Bu sırada
İlhan Y. 'nin dilekçesinde neler yazılı olduğunu bilmiyordu. Bu nedenle danışmanı, neyin
alkışlandığını dahi bilmeyen mahkeme başkanının ön yargılı davrandığını açıkladı. Bunun üzerine mahkeme başkanı Mentz daha
da ileri giderek para cazasını 3 günlük hapis
cezasına çıkardığını söyleyerek hemen polisleri çağırdı. Bu arada izleyicilere dönerek tekrar
alkışlarsanız hepinizi tutuklarım tehditini
savurdu. Ne var ki, izleyiciler Başkan Mentz'in
tehditine aldırış etmeyerek danışmanın tutuklanmasını tekrar akışlarla protesto ettiler.
Bu kararlı tutum karşısında başkan Mentz,
danışmana "cezasını iki ay ertelediğini, gelişmelere
göre
belkide
para
cezasına
çevrilebileceğini" açıklayarak
geri adım attı. İzleyeciler
Mahkemenin geri adım atışını
bu sefer alkışlarıyla kutladılar.
Bütün bu olaylar yaşanırken
haksızlığa karşı çıkan savunma
avukatı
Schulz'a
başkan
Mentz sözlü saldırıda bulundu. Danışmanın tercümanı
olarak kürsünün önüne gelen
bayanı, erkek gardiyanlar zorla
dışarıya atmaya kalktı. Mahkeme başkanı, İlhan Y.'nin mahkemeyi RED dilekçesini kabul
etmedi. Sonuçta, bu haftaki
oturum savcılığın ve mahkemenin saldırısı, buna karşılık
savunmanın bu saldırıyı protestosu ile sonuçlandı. Haftaya
salı ve çarşamba günleri saat
9.30'da duruşmaya devam edilecek. Duruşmaların gerilimli
geçmesi bekleniyor. Bu nedenle, bütün duyarlı insanları
ve kurumları duruşmaları izle-
meye bekliyoruz. DAVA HAKKINDA BİLGİLER: İlhan Y, faşist Erol K.'nın öldürülmesinden sorumlu tutuluyor. Dosyadaki bilgilerden anlaşıldığı üzere, olay bir gazete satışı sırasında gerçekleşiyor. Gazete dağıtmak için
bir grup genç, MHP'li olarak tanınan Erol
K.'nin imbisini öğlen saatlerinde gazete alıp
almayacağını sormak için ziyaret ediyor. Erol
K. bunun üzerine gazete satıcılarına saldırıyor ve genç grup imbisde bulunanlar tarafından dövülüyor. Bu olay üzerine akşam saatlerinde bir grup insan imbise gelir. Erol K. yaptığı hatanın karşılığını alacağını düşünerek
kendisine bir silah alıp imbise döner. Erol K.
imbisde solcu olarak tanıdığı insanları görünce
silahını çeker. Bunun üzerine imbisin dışında
güvenlik için bekleyen bir kişi Erol K.'ya doğru
iki el ateş eder ve diğer insanlarla birlikte
oradan uzaklaşır. Mahkeme, bu şekilde
tamamen tesadüfi olarak gelişen bir olayda,
İlhan Y.'nin orada olup olmadığını zaten kanıtlayamazken, bu olayı DHKP-C yasağı için
politik bir dayatma olarak kullanmaya çalışmaktadır. Mahkeme, bu nedenle de olayın tesadüfi ve savunma kastıyla meydana gelmiş
olduğunu örtbas edebilmek için savunma delillerinin toplanmasını baştan beri engellemeye çalışmaktadır. Savunma avukatlarının
delil toplama talepleri ise "bu talebinizden
vazgeçmezseniz daha ağır cezalar vereceğiz"
şeklinde şantaj ve tehdite buşvurmaktadır. Bu
ilginç politik davayı izlemek her duyarlı insanın görevidir. Yargılamayı yürüten mahkeme
başkanı Mentz ise RAF davasının en tecrübeli
yargıcı olarak tanınıyor. Ayrıca RAF davaları
sırasındaki en politik yargıçlardan olup, en
babacan gibi görünüp en sert kararları verdiren kişi olarak da hafızalarda kalmayı
başaran biri.
DAVA İZLEME KOMİTESİ
İngiltere'de 12-14 Temmuz ve
Sivas Şehitleri İçin Anma ve
ABD Elçiliği Önünde Protesto
Gösterisi
1
1 Temmuz 1999 günü Londra'da 12 Temmuz şehitleri
ve 2 Temmuz'da Sivas'ta yakılarak katledilenlerin
anısına anma toplantısı yapıldı. Devrimci Halk
Güçleri tarafından yapılan taplantı, tüm devrim şehitleri için
bir dakikalık saygı duruşuyla başlandı. Ardından 12 Temmuz
şehitlerinin devrimci mücadeledeki yeri, anlamı ve çıkardığımız dersler anlatılarak; anti faşist ve anti-emperyalist mücadele veren, iktidarı hedefleyen bir savaş örgütünün savaşı savaş
içinde öğrenerek yolunda yürüdüğünü, bedeller ödeterek ve
ödeyerek bu yolda yürüneceği gerçekliğinin bilince çıkarılarak
bugünlere gelindiğini vurgulayan bir konuşma yapıldı.
Ardından Hasan Hüseyin'den emperyalizmi anlatan bir şiir
okundu.
2 Temmuz Sivas katliamı için ise; "Devrimci mücadelenin
yükseldiği dönemde, özellikle halk muhalefetinin yoğunlaştığı
dönemde, Susurluk devletinin Osmanlı'dan beri egemenlerin
kullandığı halkları böl parçala yönet politikasını, faşist ve gericiler eliyle yeniden uyguladığı taktikleridir.
Yakanların gerici ve faşistler yaktıranm TÜSİAD, MGK, tüm
siyasi partiler yani Susurluk devletidir. Bu kokuşmuş düzenlerinin devamını sağlamak için başta alevi halkı olmak üzere tüm
halkımıza gözdağı vermektir. Bu devletin oyununa çanak tutan
ve katliamına ortak olan Hızır Paşa'lara karşı uyanık olunması
gerekiyor. Görevin ise tüm halk kesimlerini kucaklayan, kardeşlik cephesini oluşturan örgütlüğü geliştirerek bu zulüm düzenine karşı devrimcilerin yamnda saf tutarak tarihimize, şehitlerimize ve önderlerimize layık olabiliriz. Baba îshak'lar, Pir
Sultanlara, Şeyh Bedrettin'lere, Mahir'lere, Deniz'lere, ancak
onların yollarında giderek layık olunur. On'lar 'birleşelim savaşalım kazanalım' diyorlar. Onların yolunda gitmeyen hangi
soydan soptan gelirse gelsin On'ları anlamıyor, sevmiyor demektir."
Toplantıda Susurluk devletinin, kayıp ve katliamlarını nasıl,
kimlere yaptırdığını anlatan ve halk düşmanı kontracı Turan
ÜNAL'ın cezalandırılmasına ilişkin DHKC Basın Bürosu'nun
90'Nolu açıklaması okundu.
12 Temmuz günü ise, Londra ABD elçiliğinin önünüde 1214 Temmuz şehitleri için protesto yapıldı. Gösteride, şehitlerimizin resimlerinin, dövizlerin yanısıra İngilizce CEPHE pankartı açıldı. "Kahrolsun ABD emperyalizmi", "Kahrolsun CIA,
Kontrgerila", "Yanki GO HOME" gibi Türkçe ve İngilizce sloganların atıldığı gösteride Gündoğdu marşı söylendi.*
Download