Untitled

advertisement
Perspektif
!
Selamların en güzeli ile
ANADİLİ ÜZERİNE
Hemen hepimizin bildiği ve sıklıkla kullandığı bir
atasözünde eskiler, “bir lisan bir insan”dır der. Kanaatimizce, insanı insan yapan başlıca değerin dil (dolayısıyla düşünce) olduğu daha veciz bir şekilde ifade edilemez. Peki, dili (anadilini) bu denli önemli
kılan başat özelliği nedir? Cevabı Konfüçyus versin:
“Bir milletin bütün yönetimi bana bırakılsaydı, ilkin
dilini düzeltirdim. Çünkü, dil düzgün olmayınca ifade edilmek istenenler gereği gibi ifade edilemez, söylenen de anlaşılmaz ve yapılması gerekenler yapılmadan
kalır, böyle olunca töreler ve sanat geriler, adalet yoldan çıkar, halk çaresizlik içinde kalır. İşte bundan dolayı söylenmesi gereken başıboş bırakılamaz. Ve bu her
şeyden önemlidir.”
Dilbilimciler, dilin sadece düşünceyi ifade etme
aracı olmadığı, düşünce üzerindeki belirleyici etkisi, ve dahi düşünceyi şekillendirici gücü konusunda ünlü Alman dilbilimci Wilhelm von Humboldt’ten bu yana büyük ölçüde mutabakat halindedirler.
Ve dilin kişilik ve kimlik üzerindeki etkileri, dildeki değişimin kişilik, kimlik ve dünya görüşünü (Weltanschauung) de değiştireceği ve dönüştüreceği
gerçeği, sanıyoruz izahtan varestedir. Özellikle de
“din dili”nin anadilimize bu denli sirayet ettiği, sindiği bir dilin sahibi olan bizler için...
Anadilinin değerinin yanı sıra sorunları, azınlık
olarak yaşanılan toplumlarda ise şüphesiz çok daha
büyüktür. Ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde üç nesildir yaşamakta olan Türkiyeli göçmenler olarak, anadilimiz Türkçenin her geçen gün daha az kullanıldığı, kullanılan dilin kalitesinin her geçen gün daha
da düştüğü bir dönemde, dilin, Türkçemizin önemi konusu üzerinde ne kadar durulsa yeridir. Bu kaygı ve hissiyatla, koordinatörlüğünü sayın Yılmaz Bulut’un yaptığı, Avrupa çapındaki Türkiye kökenli göçmenlerin kurduğu hemen hemen bütün sivil toplum
örgütlerinin katıldığı ve desteklediği “Türkçem,
Anadilim, Geleceğim” çalıştayı da çok geç olmadan
alınması gereken tedbirler ve bundan sonra yapılması gerekenler adına önemli bir “ilk adım” idi.
Bizler de bu sayımızda, anadiline verilmesi gereken önemin altını bir kez daha çizmek adına konuyu farklı yönleriyle ele aldık. Uzun yıllardır konu
üzerinde düşünen ve çeşitli araştırmalar yapan Prof.
Dr. Cemal Yıldız ile anadilinin önemi ve mevcut sorunlar üzerine yaptığımız söyleşinin zihin açıcı ve özellikle Avrupa’da yaşayan Türkiyeli ebeveynler için yol
gösterici nitelikte olduğunu/olacağını düşünüyoruz.
Kapak konumuzun yanı sıra, Solingen katliamının Mayıs ayına tekabül ediyor olması dolayısıyla ve
gelecekte bazı şeylerin herkes için daha iyi olması
isteniyorsa, bu acı hatıraların unutulmaması gerektiği düşüncesiyle Solingen’den bu yana Avrupa’daki “yabancılara” bakışın aslında pek de değişmediğini, yazarlarımızdan Zekiye Topatan’ın kaleminden
gündemimize aldık.
Aziz İstanbul’un fethinin yine Mayıs ayında gerçekleşmiş olması da, faklılıkları zenginlik olarak
gören Fatih’in geniş vizyonunun hatırlanması için
önemli bir vesileydi. Bizden farklı düşünen, farklı olan
herkesin ve her şeyin tehlikeli olduğuna her geçen
gün daha çok ikna olan/edilen bizler ve ülke yöneticileri için asırlara şamil İstanbul kozmopolitliğinin
yeniden hatırlanması, farklılık ve çeşitlilikleri toplumlar için değeri telafi edilemez bir zenginlik kaynağı olarak görmek ve öyle kabul etmek adına
önemliydi.
Gelecek sayımızda buluşmak üzere, kalbî selamlarımla.
• Mustafa YENEROĞLU
i çi n d ekil er
dosya
Dilin Önemi ve Anadili Olarak Avrupa’da Türkçe
................
Anadilim, Türkçem, Geleceğim ....................................................................
6
10
Almanya’da Çok Dilliliğin ve
Anadilde Eğitimin Hukukî Çerçevesi ....................................................
Söyleşi: Prof. Dr. Cemal Yıldız ile Anadilin Önemine Dair......
Ulus-Devletin Kıskacında Anadili ............................................................
Arapça: Müslümanların “Anadili” .............................................................
14
16
20
22
10
ANADİLİM, TÜRKÇEM,
GELECEĞİΜ
gündem
Toulouse Olayları ve
Muhammed Merah’ı Tanı(mla)yabilmek! ........................................
24
Solingen Katliamı ile
Su Yüzüne Çıkan “Hatıralar” ...........................................................................
26
Bir Cahiliye Adeti:
Hindistan ve Çin’in “Kayıp” Kız Çocukları .....................................
28
16
kültür
İstanbul, Fatih Tarafından Şerhedilen Şehir ................................
Ecdadın Kabe Toprağı Saydığı Üsküdar’da Günbatımı .............
PROF. DR. CEMAL
YILDIZ İLE ANADİLİN
ÖNEMİNE DAİR
30
32
dünya
Global Sistemin Yeni Devleti: Belucistan .........................................
Kış ile Yaz Arasında Arap Baharı ................................................................
34
36
28
HİNDİSTAN VE ÇİN’İN
“KAYIP” KIZ ÇOCUKLARI
Perspektif • IGMG Aylık Yayın Organı
MAI / MAYIS 2012 • Yıl/Jg.: 18, Sayı/Nr.: 209
Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen, Deutshcland
Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555
www.igmg.de • E-Mail: [email protected]
Yayımlanan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. • Die in der Zeitschrift
veröffentlichten Meinungen binden die Autoren, nicht die IGMG.
YAYINCI HERAUSGEBER: IGMG-Islamische Gemeinschaft Millî Görüş e.V.
Amtsgericht Köln, VR 17018 adına Kurumsal İletişim Başkanlığı
Vertreten durch den Vorstand: Kemal Ergün, Vorsitzender; Oğuz Üçüncü,
Generalsekretär; Hakkı Çiftçi, stellv. Vorsitzender
ABONE SERVİSİ · ABONNEMENT: IGMG-Islamische Gemeinschaft Millî Görüş
Mitgliederbetreung: Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen
Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555 • E-Mail: [email protected]
Genel Yayın Yönetmeni / Chefredakteur:
Mustafa Yeneroğlu (V.i.S.d.P)
Editör: İlhan Bilgü
İLAN SERVİSİ · ANZEIGENSERVICE: Tel.: 02237/ 656-201
Fax: 02237/ 656 555 • E-Mail: [email protected]
Yıllık abone ücreti: Jahresabonnement: 59,-EURO • IGMG Genel Merkez Üyelerine
ücretsizdir. Der Bezugspreis ist für Vereinsmitglieder im Mitgliedsbeitrag enthalten.
HESAP NO · BANKVERBINDUNG: BANK AUSTRIA:
IBAN: AT 23 12 000 515 74 66 56 01 SWIFT: BKAUATWW
G Ü ND E M D EN
K ISA K ISA...
“İSLAM ALMANYA’YA AİT DEĞİLDİR’’
FRANSA’DAKİ MÜSLÜMANLAR ENDİŞELİ
Hristiyan Demokrat Partisinin parlamentodaki grup başkanı Volker Kauder, İslam’ın Almanya’da yeri olmadığını
söyledi. Kauder yaptığı açıklamada; ‘’İslam, Alman gelenek
ve kimliğinde yoktur, Almanya’ya ait değildir ifadesinde bulundu. Kauder, buna rağmen Müslümanların Almanya’ya
ait olduğunu, vatandaş olarak bütün haklardan yararlandıklarını,
ekledi. Eski Almanya Cumhurbaşkanı Christian Wulff, görev yaptığı dönemde, İslam‘ın Almanya’ya ait olduğu açıklamasında bulunmuş ve Wulff’un bu cümlesi ülkede tartışmalara
yol açmıştı.
26 Mart’ta da başkent Paris yakınındaki Juvisy sur Orge bölgesinde 18 yaşında başörtülü bir kız, İş Bulma Kurumu’ndan çıkarken saldırıya uğradı. Bıçaklı bir adamın, başörtüsünü çıkarmaya çalıştığını belirten genç kız, saldırganın kendisine hakaret ettiğini söyledi. Saldırganın, DNA testiyle saptanabileceği ancak savcılığın, ‘pahalı olacağı’ gerekçesiyle
buna izin vermediği belirtildi. Korsika’da ise İslam’ı seçen
4 çocuk annesi Sylvie Malabre çocuğunu okuldan almak isteyince diğer veliler tarafından engellenmeye calışıldı. Annenin “laikliğe aykırı giyindiği ve diğer çocukların psikolojilerini
etkilemeye çalıştığını” öne süren velilerin başvurusu, okul
yönetimince reddedildi.
BELÇİKA’DA İSLAM KARŞITI PROGRAM
Belçika’da Fransızca yayın yapan devlet televizyonunun ülkede yaşayan Müslümanları hedef alması tepki çekti. İslam hakkında olumsuz örnekler veren, “Günün başlıca sorunları” adlı
programda Belçika’da yaşayan Müslümanları hedef alan
RTBF’nin yayınını ırkçı bulduğunu söyleyen Valon Sosyalist
Partisi Başkan Yardımcısı Philippe Moureaux, devlet televizyonunda “Irkçı ve İslamofobik” söylemin kabul edilemez olduğunu
söyledi. Moureaux, “Müslümanlar hakkında olumlu tek bir görüntü bile kullanmıyorlar.Yasağa rağmen peçe takan birkaç
kadın bulup İslamcılığın yükselişte olduğunu söylemek manipülasyondan başka bir şey değildir. Bazılarının bugün Müslümanlara saldırdığı gibi,(Nazi Almanyası’nın Propaganda Bakanı) Goebbels de Yahudilere saldırmıştı” tespitinde bulundu. Brüksel Bölge Milletvekili Mahinur Özdemir de söz konusu programda korku müzikleri eşliğinde Belçikalı Müslümanların genelini yansıtmayan örneklerin ekrana taşınmasının tarafsızlıkla bağdaşmadığını söyledi.
ALMANYA’DAKİ DİN GÖREVLİLERİ DİYALOGA AÇIK
Almanya Federal Göç ve Mülteci Dairesi İslam din görevlilerini, Türkiye ve Uyum Araştırmalar Merkezi (ZfTI)
ise Almanya’daki İslamî Cemiyet Hayatı’nı konu edinen birer araştırma yaptı. Araştırma verileri 835 cami ve cem evinde görev yapan 821 din görevlisi ile yapılan bilimsel söyleşi neticesinde elde edilirken, İçişleri Bakanı Friedrich, “Araştırmanın ortaya koyduğu kapsamlı neticelerle elimizde ilk
defa siyaset ve toplumun çalışmalarını temellendirebileceği
veriler” olarak değerlendirdi.
DOMUZ ETİ SKANDALINA CEZA
Danimarka Eşit Muamele Kurulu, 2010’da Müslüman
öğrencileri domuz yemeyi reddettiği için okuldan atan meslek lisesine 75 bin kron (10 bin Euro) tazminat cezası verdi. Danimarka Eşit Muamele Kurulu, Müslüman öğrencilerin domuz yemeye zorlanması ‘ayrımcılık’ olarak değerlendirdi. “Yanlış bir şey yapmadık” diyen okul yönetimi ise
cezayı eleştirdi. Kurul sekreteri Erling Brandstrup, ilk kez
alınan bu kararın bundan sonraki olaylar için de emsal teşkil edebileceğini ifade etti.
FRANSA’DA CUMHURBAŞKANLIĞI
SEÇİMLERİ VE YÜKSELEN AŞIRI SAĞ
Fransa Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turu sonunda
açıklanan sonuçlara göre, sosyalist aday François Hollande oyların yüzde 29’unu alırken, mevcut Cumhurbaşkanı
Nicolas Sarkozy’nin oy oranı yüzde 27 civarında kaldı. Aşırı sağcı Marine Le Pen’in oyları ise beklenilenin üzerine çıkarak yüzde 18’e ulaştı.
Fransa'da siyasi gözlemciler, Le Pen'in özellikle 1824 yaş arası genç seçmenlerin oylarının yüzde 26’sını almasını “büyük başarı” olarak değerlendiriyor. Nitekim,
2002 seçimlerinde Marine Le Pen'in babası Jean-Marie
Le Pen yüzde 16 oy almıştı. İslâm ve yabancı düşmanlığının baş savunucusu haline gelen Marine Le Pen'in bu
başarısı Fransa'da yabancı düşmanlığının genç nesiller arasında da tırmandığını gösteriyor.
M AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 5
dosya
Dilin Önemi ve
Anadili Olarak Avrupa’da Türkçe
ve toplumsallaşır. Ayrıca, anadili aracılığıyla ilk toplumsal
kuralları kavrar, çevresi ile ilişki kurar. Bu noktada anadiline ve anadili eğitimini verecek kişilere büyük bir görev düşer. Zira çocuğun tüm gelişimi dil gelişimiyle doğrudan bağlantılıdır.3 Bütün bunların yanı sıra geçmiş kuşaklar gündelik hayatın yeniden üretiminde yaşam deneyimlerini yeni kuşaklara dil aracılığıyla aktarır. Dil bir
Dil kültürün aynasıdır ve toplumun sürekliliği ile kültoplumun değer yargılarını, duyarlılıklarını, öncelikletürün yeniden üretimini sağlamada en temel kurumlardan
rini ve farklılıklarını özünde taşır...
biridir. Dil yoksa bir kavramlar sistemi ve düşünce de
Anadili, insanın içinde doğup büyüdüğü aile ve
yoktur. Düşüncenin belirleyicisi dil, dilin belirleyicisi
toplum çevresinde, doğumundan 6 yaşına gelinceye kaise toplumdur. İnsan gerçekliğe dili kullanmaksızın adapdar öğrendiği, kendini ifade edebildiği, duygu ve düte olamaz. Reel dünya büyük ölçüde bilinçsiz bir biçimde
şüncelerini aktarabildiği dildir: Anadili eğitimi çocuk
dil alışkanlıkları üzerine inşa edilir. 1 Bir çocuk için dil,
6 yaşına gelene kadar büyük ölçüde tamamlanmaktaçocuğu egosundan uzaklaştırıp, onun sosyal bir kişi oldır ve bu yaştan sonra, öğrenilen bu dilin gelişmesi ile
masını sağlayan, kendisini kontrol ve takip ettirebilen,
ilgilenilmektedir.4 Yurtdışında çok dilli ortamlarda yedüşüncelerini, duygularını ve davranışlarını ifade etmesini
tişen bir çocuğun kimliğini koruyabilmesi, sağlıklı düadım adım geliştiren ve kendini güvende hissetmesine
şünme, doğru anlama, toplum içinde karşı karşıya gelyardımcı olan bir davranış türüdür.2 Dil çocuğun kendiği çeşitli durumlara uyum sağlayabilme yetenekleridisini anlatabilmesini sağlar ve ona birey olma yolunnin gelişmesi için ana dili ayrı bir anlam ve önem taşıdaki ilk adımını attırır. Dünyaya geldiğinde hiçbir şey
maktadır.5
bilmeyen çocuk anadiliyle kimlik kazanır, kültür edinir
Son yıllarda yapılan araştırmalar da ortaya koymaktadır ki; ana dili çocuğun kimlik ve zihin gelişiminde önemli bir rol oynar ve ilk
Ülke
Toplam Türkiye
Türkiye
AB
AB
önce öğrenilen ana dili, ikinci dilin ediVatandaşı
Vatandaşı
Vatandaşı
Vatandaşı Oranı
nilmesine de belirleyici bir zemin, bir alt
AB Ülkelerindeki Türkiyeli Göçmenler
yapı oluşturur. Bu bakımdan ikinci dil
Belçika
130.000
40.000
90.000
%69,2
olarak öğrenilen dilin yanında çocuğun biDanimarka
56.000
29.000
27.000
%48,2
rinci dilinin de desteklenmesi gerekir. Bu
Almanya
2.900.000 1.950.000 950.000
%35,1
görüş beyin üzerinde yapılan araştırmalarla
Fransa
450.000
270.000
180.000
%47,4
da desteklenmektedir. Araştırmalarda elHollanda
470.000
140.000
330.000
%72,8
de edilen bulgulara göre, birinci dilin ediİsveç
63.000
12.000
51.000
%80,9
nilmesinde beyindeki nöronlar (sinir hücBüyük Britanya
150.000
70.000
80.000
%62,5
Diğer AB Ülkeleri
130.000
120.000
10.000
%7,7
releri) arasında bir takım ilişki ağları kuTOPLAM
4.217.000
2.440.000 1.777.000
%42,1
rulduğu ve bunların daha sonra artık deTÜRK AZINLIKLAR
ğişmediği, diğer tüm öğrenme süreçlerinin
Yunanistan
150.000
150.000
bu ağlar üzerinden gerçekleştiği (yani
Bulgaristan
750.000
750.000
ikinci dil ve diğer öğrenme süreçleri) ve bunRomanya
70.000
70.000
lar üzerine kurulduğu belirtilmektedir.
TOPLAM
970.000
970.000
Durum böyle olunca, birinci dildeki geliAB’deki Türkiyeli Göçmen ve Azınlıklar
şim süreçlerinin ihmal edilmek hatta basAB TOPLAM
5.187.000
2.440.000 2.747.000
%53
tırılmak suretiyle tehlikeye atılmamasıKaynak: TAVAK 2011
Ömer Öksüz • [email protected]
sayfa 6 • Perspektif
nın gerektiği savunulmaktadır.6
T. C. Dışişleri Bakanlığı Verilerine Göre
Çocuğun dilsel ve zihinsel gelişimi ve
5 Temmuz 2011 İtibariyle Yurtdışında Bulunan
başarısı için öneminin yanı sıra, Avrupa’daki
Türkiye kökenli insanların toplumsal
Türkiye’den gönderilen öğretmen sayısı
1.479
yapısının analiz edilmesinin en önemli
Türkiye’den gönderilen din görevlisi sayısı
1.293
araçlarından biri de konuşulan dildir. Ve
bugün itibariyle, Türkçe Batı Avrupa’da
Türkiye’den gönderilen okutman sayısı
99
birçok ülkede 5 milyonu aşkın insan taTürkiye kökenli üniversite öğrencisi sayısı
130.000
rafından konuşulan en büyük azınlık dilidir. Aynı şekilde, batı Avrupa vatandaşları
İlköğretim-ortaöğretim öğrencisi sayısı
838.000
arasında en çok kullanılan ortak dil İngilizceden sonra Türkçedir, ancak bununla
Türkiyelilerin derneklerinin sayısı
3.900
birlikte anadile (Türkçeye) olan hakimiyetin birinci kuşaktan üçüncü kuşağa
sını ve sonrasında tüm eğitim hayatını etkileyecek
gelinceye kadarki süreçte kaybolmaya başlaması (ki, ilk
olumsuz sonuçların habercisi olarak değerlendirilkuşakta Almanca bilenlerin sayısı çok az iken, üçüncü
mektedir (nitekim, çocukların ergen oldukça ebekuşakta Türkçe bilenler gittikçe azalmaktadır), Türkiveynleri ve kendi yaşıtı diğer çocuklar ile arasındaki dilyeli göçmenlerin kültürel kimliğinin yaşatılması ve yesel boşluk, duygusal bir boşluğa dönüşür ve çocuklar ebeniden üretilmesi için bir tehdit unsuru olmaktadır. Ziveynlerine ve okula çok hızlı bir biçimde yabancılaşara dildeki dönüşüm, aslında toplumun kültürel yapısı7
bilirler).
nın dönüşümüdür.
Doğuştan itibaren aile çevresinde öğrendiği anadiAvrupa ülkelerinde yaşayan vatandaşlarımızın analinde
değil de sadece ikinci dilde desteklenen öğrencidili olarak kullandığı Türkçe, vatandaşlarımızın çoğunlukla
lerin büyük bölümü okul derslerinin kendileri için tüm
kırsal kesimden göç etmiş olmaları ve Türkiye’de kookul hayatı boyunca çok ağır olduğunu bildirmektedirler.
nuşulan Türkçenin geçirdiği gelişimi izleyememeleri giModern dönemde, eğitim sürecinde öğrencilerde “kenbi nedenlerden dolayı standart bir dil olmayıp; her bir
dine güven” ve “kendinden emin” olma duygularının gevatandaşımızın geldiği yörenin genel karakteristik ya8
liştirilmesi hedeflenmektedir. Uygulanan metotlar sopısını yansıtır. Ve bunun yanı sıra, sosyal ve kültürel
nucunda, göçmen öğrencilerde ise bunun yerine “aşaaçıdan fakir, nispeten kapalı bir çevrede, tekdüze yaşağılık” duygusu gelişmekte, bu da onların genel olarak
ma bağlı olarak Türkçenin iletişim dili olarak yeterinöğrenmelerini güçleştirmektedir. 10
ce ve etkin olarak kullanılamaması yeni kuşakların kuBatı Avrupa’da yaşanılan ülkenin dili ve anadili olarallara uygun bir Türkçe öğrenebilmesini engellemekrak
Türkçe öğrenimi ise çok karmaşık bir meseledir. Her
tedir. Ayrıca, Avrupa’da yetişen Türkiyeli göçmen çoşeyden önce yıllar boyunca anadili öğretimi yasaları sücuklarının büyük bir kısmının aile içinde sağlıklı dilsel
rekli olarak değişmiştir. İkinci olarak da anadili öğretietkileşim olanağı bulamaması konunun üzerinde durulması
mi konusunda Avrupa Birliği ülkeleri arasında bir uyuşgereken bir başka boyutudur. Çocuklar ev dışında,
ma söz konusu değildir. Belirsizlik ve tutarsızlık anadili
içinde bulundukları toplumun dilini konuşmakta, anaeğitimiyle ilgili politikaları tanımlamaktadır. Bununla
dillerini ise sadece ev içinde, ebeveyn (ve akrabaları)
birlikte, kaba hatlarıyla özetlendiğinde Batı Avrupa’da
ile temel iletişim gereksinimleri çerçevesinde, son deTürkçe, ya yabancı dil olarak ya da anadili olarak öğrece asgari bir seviyede kullanmaktadırlar. Ve çocuklarla
retilmektedir. 11
yetişkinler arasındaki iletişim, buyurgan ve daha çok teDaha önce de ifade edildiği gibi, Avrupa genelinde,
mel gereksinimleri karşılamaya yönelik bir özellik gösanadili
eğitimi ile ilgili çok farklı uygulamalar bulunmaktadır.
termektedir.
Örneğin İsveç, 1976 yılında Ev Dili Reformu’nu gerDolayısıyla, kapalı bir çevrede, kısır bir döngü içinçekleştirmiştir. Bu reform göçmen çocukların ikinci dil
de sürdürülen tekdüze yaşama bağlı olarak, Türkçenin
olarak İsveç eğitimine katılmalarını zorunlu kılmakla birde iletişim dili olarak yeterli oranda kullanılmaması nelikte, isterlerse kendi dillerinde eğitim hakkına sahip oldeniyle yeni yetişen kuşakların yeterli kalitede Türkçe
duklarını yasal olarak kabul etmiştir. Bu bakımdan İsöğrenmesi engellenmektedir. Ve bunun sonucunda
veç, kültür politikası ve iki dilli eğitim açısından kıta Avyarı dillilik gibi bir tehlike ile karşı karşıya kalınmaktarupa’sından farklı bir yapı göstermektedir. İsveç eğitim
dır. Yarı dillilik ise ancak dilsizlik olarak tanımlanabi9
sistemi, evde konuşulan dili eğitimde de geçerli dil olalir. Ve yarı dillilik veya dilsizlik bireyin ruhsal dünyaM AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 7
dosya
rak kabul etmekte ve en az 5 kişilik bir grup oluştuğunda
anadili eğitimi vermeyi belediyelere bir yükümlülük olarak şart koşmaktadır. Ve son yıllara ait verilere göre İsveç’te, Türkçe anadili eğitimine katılan çocukların sayısı toplam Türkiyeli göçmen çocukların nüfusunun %60’ını
oluşturmaktadır.
Göçmenlerin yoğunlukta olduğu bir başka ülke
olan Fransa, kültürel alanda göçmen örgütlerin sosyal
ve kültürel etkinliklerini desteklemenin yanında mütevazi
oranda anadili eğitimine de müsaade etmektedir. Bununla birlikte, Fransa Anayasasının 2. maddesine göre
Fransızca 1992 yılından bu yana tek resmi dildir. Fransa, anayasal nedenlerle, çeşitli kültürlere ve farklı anadillere sahip olan vatandaşlarını azınlık olarak tanımamaktadır, ki bu Fransa’nın azınlıklarla ilgili değişmeyen
politikasıdır. Bunlar bölge kültürleri ve dilleri çerçevesinde değerlendirilmek suretiyle anayasal engellelerin
aşılması amaçlanmaktadır. Ancak kendi iç mevzuatında yerel kültürlerin korunması için düzenlemeye gitmiş
ve bölgesel dil olarak kabul ettiği (Korsika, Bask dili gibi) bir takım dilleri okulların müfredatına konulmasını benimsemiştir.12
İsveç’ten farklı olarak Fransa’da anadili eğitimi göçmen grupların kendi ülkelerinin konsoloslukları tarafından organize edilmektedir. Ve son verilere göre, 400
binin üzerinde Türkiyeli göçmenin yaşadığı Fransa’da,
ilk ve orta öğretim düzeyinde 20 bini aşkın Türkiyeli öğrenci kendi konsolosluklarının düzenlediği bu eğitime
katılmaktadır.
Göçmenlerin anadili konusunda belirsizlik ve karmaşanın sürdüğü bir diğer batı Avrupa ülkesi olan
Hollanda’da anadili eğitimiyle ilgili 70’li yıllardan bu yana zikzaklı bir politika izlenmiştir. Hollanda, başlangıçta
anadili eğitimi konusunda en az İsveç kadar istekli ve
olumlu bir tavır sergilerken, sonraki yıllarda bu eğiti-
Telefonda
%5,0
mi “kırparak” neticede tümden kaldırma yoluna gitmiştir:
2004 yılında Yaşayan Yabancı Diller Eğitimi olarak adlandırılan anadili eğitimi tümüyle yürürlükten kaldırılmıştır.
Bu eğitimin kaldırılmasına gerekçe olarak söz konusu
eğitimin ve öğretmenlerin kalitesizliği yanında bütünleşme önünde bir engel olduğu belirtilmiştir. Ancak hükümetin bu eğitimi tasarruf politikaları çerçevesinde kaldırmış olması manidardır.Bu eğitimin kaldırılmasıyla binlerce yabancı kökenli çocuk anadillerini öğrenmekten
mahrum bırakılırken, yüzlerce öğretmen de işsiz kalmıştır.13
Özetle, Hollanda’da son durum, konunun uzmanlarından
Guus Extra ve Ludo Verhoeven’in belirttiği gibi14:
“Hollanda’daki yaygın kanı etnik azınlıkların anadillerini öğrenmeyerek sadece Hollandaca konuşmaları yönündedir; ve göçmen çocukları anadillerini öğrenmek
yerine tüm zaman ve enerjilerini Hollandaca öğrenmeye
vakfetmelidir. Bu anlayışta çok dillilik bir zenginlik/kaynak olarak değil, bir problem olarak görülmektedir.”
Yaklaşık 700 bin Türkiye kökenli öğrencinin bulunduğu
Almanya’da ise genel olarak dışlayıcı bir etno-kültürel
ulusçuluk hakim durumdadır. Bu hakim görüş, aynı zamanda devlet politikasıdır ve göçmenlerin dil ve dinleri başta olmak üzere kültürel değerlerini “tehdit”
olarak görmektedir. Bu nedenle Almanya, uyum ve entegrasyon için göçmenlerin ana dillerini sistemli ve düzenli olarak konuşmalarını ve öğrenmelerini desteklememekte, zaman içinde azalarak ortadan kalkmasını umarak, buna zemin hazırlamaktadır.15
2005’te yürürlüğe giren Göç Yasası’nı çıkarıncaya kadar göç ülkesi olduğunu kabul etmeyen Almanya, yaklaşık 50 yıldır birlikte yaşadığı göçmenleri “yabancı statüsüne tabi tutmuştur/tutmaktadır. Türkler ve diğer yabancılar “Alman ulusunun birliğini bozar” inancıyla dışlanmaktadır.16 Çok kültürlülüğe hala mesafeli duran Almanya, yıllardır aynı topraklarda birlikte yaşadığı Türkiye kökenlilerin ana
Çocuğunuz Günlük Yaşamında Türkçeyi Nerelerde Kullanıyor?
dillerini resmi okullarda öğrenme ve geliştirmelerinin önünü dolaylı olarak
Türkiye'de
Camide
Okulda
kesmektedir. Almanya Türk Toplu%10,9
%7,1
%10,5
mu Başkanı Kenan Kolat’ın ifadesiyle,
“Alman okul sistemi diğer dilleri ve kültürleri temelden reddetmekte ve küçümsemektedir. Asıl sorun saygı eksiklği,
yok sayma, kabul etmemedir.17
Evde %84,9
rıyla
a
l
ş
Bu genel devlet politikasının yanı sıda
Arka
,3
6
4
,
2
ra
göçmenlerin
anadili eğitimine olum2
%
%1
e
lu/ılımlı (yerel) yaklaşımlar da yok
d
er
ry
değildir. Örneğin; Kuzey-Ren Veste
H
falya Eyaletinde “misafir işçi” çocuklarının
anadili eğitimine yönelik ilk düzenlemeler 60’lı yılllarda yapılmıştır. O yıl-
sayfa 8 • Perspektif
larda çocukların ülkelerine döndüklerinde uyum
Çocuklar Evde Genellikle Hangi Dili Konuşuyorlar?
sorunu yaşamamaları düşüncesiyle açılan
Bulunulan Ülkenin Dili
anadili ve kültür dersleri, zaman içersinde ye%7,6
ni amaçlara hizmet edecek biçimde yeniden
Cevapsız
yapılandırılmıştır. Bugün Kuzey-Ren Vest%1,9
falya’da aralarında Türkçenin de bulunduğu
Türkçe
18 ayrı dilde anadili dersi verilmektedir.
%27,2
Türkçe orta dereceli okulların ilk kademesinde ikinci yabancı dil olarak seçilebilmekKarma
te, ikinci kademesinde lise bitirme sınavla%63,3
rında seçilebilecek dersler arasında yer almaktadır. Özetle, her ne kadar haftada iki saatle sınırlı tutulsa da, Kuzey-Ren-Vestfalya
Eyaletinde genel tutumdan farklı olarak
ılımlı bir dil politikası izlenmekte, Almanya’daki
diğer eyaletlere örnek olabilecek nitelikte uyöğretmenler anadilleri hakkında temel dilbilimsel bilgulamalara yer verilmektedir.
gilere sahip olmalıdır. Anadilinin Türkçe olması veya
Türkçe’ye Almanya’da (ve Avrupa genelinde) hak
sadece Türk dili ve edebiyatı bölümünden mezun olettiği değerin verilmesi Türkçe’nin kurumsallaşmasınmak Türkçe’yi öğretmeye yetmez. Bir diğer önemli kodan geçmektedir. Bunun için ise Türkçe için uzun vanu da; Türkçe’yi ikinci dil ortamında öğretecek öğretdeli planlar yapan kurumlar oluşturulmalıdır.18 Almenlerin anadili edinimi ve ikinci dil edinimi konusunda
manya özelinde, Türkçe’nin kurumsallaşmasına katkı
yüksek lisans düzeyinde programlarını takip etmesi gesağlayacak bir örnek olarak Duisburg-Essen Üniversirekliliğidir. En önemlisi de; bu öğretmenlerin tercihen
tesi Turkistik Bölümü gösterilebilir. Bu bölümde 1995
çalıştıkları ülkenin dilinde iletişimsel yeterliliğe sahip
yılından bu yana Almanya için Türkçe öğretmenleri yetiştirilmekte, mezunlar kendi ana dillerini Almanya’da,
olmaları gerekmektedir.19 “ana dili” dersi olarak öğretmektedir. Almanya’da en fazla konuşulan ikinci dil olan Türkçe’nin anaokulundan
1
üniversiteye kadar, eğitim müfredatının her aşamasınHüseyin Arslan, Epistemik Cemaat, Paradigma Yayınları
2
Yavuzer 1987, s. 46
da ana dili olarak yer alması, Avrupa’da yaşayan Tür3
Hilal Polat, Okul Döneminde Anadilin Önemi (http://www.atib.org)
kiyelilerin fiziksel varlıkları kadar dillerini de kalıcı kı4
Erkan Türkoğlu, Türkçe’nin Geleceği Paneli, DİTİB.
lacaktır. Türkçe’nin Batı Avrupa dilleri arasında kural5
Prof. Dr. Mustafa Çakır, Sosyal Bilimler Dergisi 2002-2003
6
lı, düzgün ve canlı bir biçimde varlığını sürdürebilmeProf. Dr. Cemal Yıldız. Kaynak: http://dobam.eu/downloads/cytuerkcev2.pdf
si için, Almanya ve Türkiye devletlerinin etkili bir
7
Yusuf
Adıgüzel, Almanya Türkleri’nde Dil Din Kimlik, Şehir Yaprogram uygulaması, sivil toplum kuruluşları, aileler ve
yınları
genç kuşakların da ana dillerine gereken hassasiyeti gös8
Prof. Dr. Mustafa Çakır, Sosyal Bilimler Dergisi 2002-2003
9
termeleri önem taşımaktadır.
Prof. Dr. Mustafa Çakır, Almanya’daki Çok Kültürlü Ortamlarda
Özetle, farklı Avrupa ülkelerinde farklı anadili eğiTürkçenin Ana dili olarak Kullanımı.
10
Prof. Dr. Cemal Yıldız. Kaynak: http://dobam.eu/downlotimi uygulamaları vardır. İngiltere gibi ülkelerde anaads/cytuerkcev2.pdf
dili eğitimi, ilgili toplumla yerel yönetim arasında çö11
Kutlay Yağmur, Batı Avrupa’da Türkçe Öğretiminin Sorunları ve
zülmesi gereken bir konu iken, İsveç, Hollanda ve DaÇözüm Önerileri
12
nimarka gibi ülkelerde sorumluluk eğitimle ilgili merSüleyman Terzioğlu, Uluslararası Hukukta Azınlıklar ve Anadilde Eğitim Hakkı. 2007
cilere aittir. Almanya (bazı eyaletleri hariç), Fransa ve
13
Yard. Doç. Dr. Kadir Canatan, Türkoloji Araştırmaları
Belçika gibi ülkelerde ise anadili eğitimi sorumluluğu
14
Extra & Verhoeven, 1993: 22-23.
göçmelerin geldiği ülkeye aittir. Bununla birlikte, bü15
Yusuf Adıgüzel, age.
16
tün bu ülkelerde, yani Avrupa genelinde anadili eğitiTalip Küçükcan, Almanya’da Türkler, Kimlik Arayışları ve İslam...
mi derslerinin kalitesi genellikle düşük olduğu için her
Orion Kitabevi
17
Tolga Korkut, Almanya’da Ana Dili Eğitimi Erdoğan’ın bildiği gigeçen gün anadili derslerine talep azalmaktadır.
bi
değil, tebliği.
Takdir edileceği üzere, Türkçe’nin öğretimi özel bir
18
Türkoğlu, Türkçe’nin Geleceği Paneli
uzmanlık alanıdır. Türkçe öğretmenleri de tıpkı Almanca,
19
Kutlay Yağmur, Batı Avrupa’da Türkçe Öğretiminin Sorunları ve
Fransızca ve İngilizce öğretmenleri gibi yabancı dil öğÇözüm Önerileri
retmeni olarak yetiştirilmelidirler. Her şeyden önce bu
M AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 9
dosya
Anadilim, Türkçem, Geleceğim
Fatih İnan • [email protected]
Avrupalı Türk Demokratlar Birliği (UETD), İşleri Türk
İslam Birliği (DİTİB), Avrupa Türk İslam Birliği (ATİB),
İslam Toplumu Milli Görüş (IGMG), İslam Kültür Merkezleri Birliği (VIKZ), Almanya Türk Öğrenci Veli Dernekleri Federasyonu (FÖTED), Almanya Türk Öğretmen
Dernekleri Federasyonu (ATÖF), Türk Federasyon ve Zaman Avrupa olmak üzere dokuz çatı kuruluşunun katıldığı,
Anadilim, Türkçem, Geleceğim çalıştayına UETD adına
Dr. Yılmaz Bulut’un yaptığı takdim ve teşekkür konuşması
ile başlandı. Bu denli geniş bir katılımın ilk defa sağlandığı çalıştayı destekleyen ve emeği bulunan herkese ayrı ayrı teşekkür eden Bulut, çalıştayın saha çalışmalarına dönüşmesi
ve kurumsallaşması için özellikle irade gösterileceğini ifade etti ve anadilin içinde yaşanılan topluma uyumu sağlama ve entegrasyonu desteklemede son derece önemli olduğunun altını çizdi.
IGMG adına bir selamlama konuşması yapan Genel
Sekreter Oğuz Üçüncü, kendi öğrencilik yıllarından ve
kişisel tecrübelerinden de hareketle, Türkçe konusunda
bugün itibariyle henüz arzu edilen ilerlemenin kaydedilemediğini ancak bu tarz girişimlerin gelecek için ümitvar olmak adına sevindirici olduğunu belirtti. Doğu Almanya’da yaşayan ve nüfusları yaklaşık 60 bin olan
Sorbların dahi Sorbçayı korumak adına devletten ciddi
katkı ve ödenek aldıklarını hatırlatan Üçüncü, 3 milyonun üzerinde nüfuslarıyla Türkiyeli göçmenlerin, Türkiye ve Almanya Devletleri ile işbirliği içinde anadilimizin daha fazla deformasyona uğramaması ve yok olmaması için yapabilecekleri ve yapmak zorunda oldukları
birçok şeyin olduğunu ifade etti.
Essen Başkonsolosu Şule Özkaya ve Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Mustafa Sinan Kaçalin’in selamlama konuşmalarının ardından, kimlik, dil ve din ilişkisi konulu bir konuşma yapan Yard. Doç. Dr. Necdet Subaşı ise özetle şunları kaydetti: Dil ile dinin ne diye bir
arada bulunduğu konusu garipsenebilir. Dili anladık ama
din nereden çıktı denilebilir. Çünkü din dilden biraz farklıdır. İnsan bir dilin içinde doğuyor ve o dil havuzu içerisinde yaşamını gerçekleştiriyor. Ama din bir tercihe dayanıyor. Bir kültür içinde bir dine dahil olsanız bile sonuçta belli bir yaştan sonra yaşam felsefenizi o din ile iliş-
sayfa 10 • Perspektif
kilendiriyorsunuz, gözden geçiriyorsunuz, sahipleniyor
ya da reddediyorsunuz. Yani bir tercih, irade ile alakalı
bir şey. Ama dil öğle bir şey değil. Dil kendinizi içinde
hazır bulduğunuz bir şey. Ne etnik gömleğinizi, ne de dil
gömleğinizi değiştirebilirsiniz. Bunlar sizin üzerinize
yapışmış şeylerdir. Mesela diaspora toplumlarını değerlendirdiğiniz zaman, diasporada varlıklarını sürdürmeye çalışan bu toplulukların iki önemli özellikleri vardır.
Bunlardan birisi dilleri, diğeri dinleridir. Bu iki nokta önemli ölçüde bu toplulukların reflekslerini de belirler. Buralara dokunduğunuz zaman, buralara ilişkin bir acıtma hissedildiği zaman o toplum akıl dışı yönelimlere de savrulabilir.
Zaten refleks dediğimiz şey akılcı bir yönelime sahip değildir. Refleksler kontrol edilemeyen davranışlardır. Bu
bağlamda ben kendi konuşmamı kimliğin kadim bileşenleri
dil ve din diye koyma gereği duydum. Çünkü kimlik nelerden ibaretdir sorusuna bir cevap aramaya çalıştığımızda,
öncelikle karşınıza gelecek şey dil ve dindir. Bir dil içinde yaşarsınız ve bir din içinde hayatı tanzim edersiniz, hayata bakış açısı geliştirirsiniz, epistemolijinizi ve ontolojinizi
onun üzerine kurarsınız, dünya o dinin bakış tarzının, hayat felsefesinin sunduğu bir çerçevede şekillenir ve öyle
görülmeye başlanır…
Bugün Avrupa’da, bütün örgütlerle, siyasi gruplarla
bir araya geldiğimizde hepsinin ortaklaşa ama birbirinden bağımsız bir şekilde vurguladıkları temel kaygıları dil
konusundaki kayıplardır. Çünkü dil o kadar hassas bir gerilim edebiyatına fırsat veriyor ki, vurguladığınız her an
asimilasyon kavramını hatırlatıyor. Dile vurgu yaptığınız
her seferinde, entegrasyon acaba bir
uyum politikası mı,
yoksa sinsi bir asimilasyon aracı mı gibi tartışmalarda
çok farklı seçenekleri önümüze getiriyorlar…
Bizler kimliğimizi ancak dil ve dini bir repertuvar
üzerinden canlı tutabiliriz. Eğer dili
IGMG Genel Sekreteri
ihmal edersek o zaOğuz Üçüncü
man kendi kimliği-
mize ilişkin çok ciddi kayıplarla karşı karşıya kalırız. Türkçe sadece bir dil midir, Fransızca sadece bir dil midir sorusunu yetkin bir şekilde sorduğunuz zaman
bunların sadece bir fonetikle, bir
lingusitikle alakalı olmadığını,
onun içinde olağanüstü bir şekilde içkin, ona dahil olmuş bir
kültürü taşıdığını da açıkça ifade etmek gerekir. Siz birisine “merhaba” dediğiniz zaman o merhaba
çok derinlerde, çok farklı kodları açığa çıkarmaya başlar.
Merhabanız sizin kimliğinizin en içli, en derin kodlarını açığa çıkarır. Bugün tabii ki bu kodlarda ciddi bir hasar var.
Özellikle yeni kuşak gençlerimiz bizim de ihmalkarlıklarımızın bir sonucu olarak yarım yamalak Almanca ve yarım yamalak Türkçe ile, kendi entellektüel zihnini herhangi
bir dil dünyası içinde ifade edememe kusurundan dolayı
ortaya çıkan tahribatın ürettiği bir yaşam karşısında zayıflık,
tedirginlik hissediyorlar. Bunu ben de hissediyorum, mesela havaalanında bir güvenlik görevlisi pasaportumla ilgili birkaç soru sorduğunda dil bilmememden dolayı huzursuzluk hissediyorum. Ne olacak türünden garip güvenlik
sorunları yaşıyorum. Zihnimde oluşmuş bir sürü önyargıyı da harekete geçirerek, sadece bir dile dahil olmamanın getirdiği korkuları ben bile yaşadığıma göre, burada yaşayan, kendi dillerinin zerafetini ortaya koyamamış, karşı dili yeteri kadar öğrenemiş insanların da, aynı sorunlarla,
aynı güvenlik endileleriyle yaşadığını tahmin etmek zor olmaz. Bu nedenle dilin bir kimlik siyaseti olarak yeniden gözden geçirilmesinin önemi büyüktür. Diplomatik kanalları da çok daha yetkin bir şekilde öne çıkararak dil konusunda gerçek bir siyasi tavır geliştirmemiz gerekir…
Bir dilin içinde sızmış, o kadar şey vardır ki (hüzün,
sevinç, türküler, hikayeler), eğer siz o dil dünyasından ciddi anlamda uzaklaşırsanız, buna bir başarı değil kayıp denilir. O zaman sizin kendi köklerinize ilişkin ciddi bir sorunuz olacak demektir. Bugün din de aynı sorunu yaşıyor. Bu noktada özellikle Avrupa’daki pek çok organizasyonun
dini hassasiyetlerini biliyoruz. İslam konusundaki vurgunun
çok yüceltildiğini biliyoruz. Dil ile din arasındaki farkın
da ortadan kalktığını, dile ilişkin her konuşmanın dine
ilişkin bir konuşmaya, dine ilişkin her konuşmanın da dile ilişkin bir konuşmaya döndüğünü, dolayısıyla dilin İslamlaştığı, İslam’ın Türkçeleştiği hepimizin kabulüdür.
Dil ile din arasında inanılmaz ortaklıkların olduğu bir yerde, her ikisi içinde ciddi anlamda operasyon yapmaya, her
ikisini korumaya yönelik bir yapı, bir heyecan üretmeye
ihtiyaç vardır.
Son olarak; din dediğimiz şey, sadece insanın herhangi
bir dine inanması ve o inanç üzerinden yaşamını formüle
etmesi değildir. Din bir perspektiftir. Siz bir dinin dünya görüşüne dahil olursunuz ve onun size kazandırdığı
bakış açısı içerisinde hayatı anlamlandırırsınız, hayata bir
yorum katarsınız. Bu tür bakış açılarının bile, dilin kendi zenginliği ile alakalı olduğunu ifade etmek isterim. Din
hasar görmeye başladıkça, artık dil de hasar görmenin ürünü olarak dini sekülerleştirir, dini yavaşlatır. Dinin sizi
belirleyen, besleyen o kimlik donanımı önemli ölçüde çökmeye başlar ve siz bu süreç içerisinde kamusal alanda kendi varlığınızı geri çekmeye başlarsınız…
Verilen aranın ardından ise Prof. Dr. Cemal Yıldız, 2011
yılında yaptığı bir araştırmanın sonuçlarını katılımcılar
ile paylaştı, Yıldız özetle şunları kaydetti: Öz kültür son
derece önemlidir ve dil öz kültürle yakından alakalıdır.
Dil kültür aktarıcılığı görevini üstlenir, dil kültür aktarıcılığı görevini üstlendiği için dil eğitimine devlet ve sivil
kitle örgütleri önem vermek durumdalar. Bugün burada,
ilk defa birçok kitle örgütünün bir çatı altında ortak değerleri olan anadili ve öz kültürü konusunda biraraya gelmesi son derece önemli bir başlangıçtır.
Bilim adamlarının sordukları sorulardan birisi şudur;
insan bildiği bir şeyi neden tekrar öğrenme ihtiyacı hisseder. Çünkü anadilimizi doğduktan sonra, yeni teorilere
göre ana karnında öğrenmeye başlıyoruz. Bebeğin o sesleri duyarak öğrenmeye başladığını
söylüyorlar. Çevresinde hangi sesleri
duymuşsa o seslere,
o dile karşı bir aşinalık oluştuğunu
söylüyorlar. 6 yaşına geldikleri zaman
çocuklar zaten ana
dillerini öğrenmiş
olarak okula geliyorlar. Peki kişilik
gelişiminde anadiTürk Dil Kurumu Başkanı
linin önemi nedir?
Prof.
Dr. Mustafa Sinan Kaçalin
Anadili çocuğun
M AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 1 1
dosya
bilinçsel yetilerinin gelişmesi ve olgunlaşması açısından
son derece önemlidir. Düşünmeyi yeniden yapılandıran
anadilidir. Yani dil, düşünceyi yanlızca taşıyan bir unsur
değil, ileten bir araç değil, Jean Piaget’nin de dediği gibi düşünceyi üreten de dildir. Dolayısıyla eğer biz sağlıklı düşünmek istiyorsak o zaman dilimizi geliştirmemiz
gerekiyor. Kişinin bilinçsel yetileri, dikkat, algılama, bellek, düşünme, öğrenme, yargılama ve gerçeği değerlendirme gibi yetileri bir toplumda anadilinin zenginliği ve
kullanılması oranında gelişiyor. Dil, kimliğin ayrılmaz bir
parçası olduğu gibi kişiliğin de vazgeçilmez bir parçasıdır.
Almanya’daki Türk çocuklarının eğitimi ile ilgilenen
bir akademisyen olarak, geçen sene Milli Eğitim Bakanlığı ve Deutsche Akademische Austauschdienst’in desteği ile Almanya’da bir araştırma gerçekleştirdim, 3 aylık bir araştırma yaptım. Bu araştırmanın ilk sonuçlarını
sizinle paylaşmak istiyorum: Araştırmada dört ayrı anket yaptım. Hepsi başlı başına bir araştırma olarak dizayn
edilebilirdi ama ben toplu olarak genel resim nasıldı onu
görmeye çalıştım. 580 öğrenciye bir anket uyguladık. Eyaletlerde farklı uygulamalar olduğu için bütün eyaletlere
ulaşmaya çalıştım. Öğrencilerin yaşları 6-10 yaş arası 176,
11-15 yaş arası 367, 16 üstü 42 olmak üzere toplam 580’di.
İlk soru şuydu: Evde genellikle hangi dili konuşuyorsunuz?
Cevaplar; Almanca konuşan öğrenci sayısı %8, Türkçe
konuşan %27, karma ise %63 idi. Bu noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Evde %63 karma ve %8 oranında
da Almanca konuşuluyor. Yani çocuklarımız yüzde 70 oranında artık Türkçe konuşmuyorlar.
Türk arkadaşlarla hangi dili konuşuyorsunuz sorusununun sonucu ise şöyle: Almanca %25. Türkçe konuşma
oranında dikkat ederseniz bir düşme var. Ailede bu %27
idi. Bu, ailelerin evde bir çaba sarfettiği anlamına gelir. Çocuğunuz günlük yaşamda Türkçeyi nerelerde kullanıyor,
sorusuna aldığımız cevaplar şöyle: Evde %84,9. Her yerde cevabı ise %12. Arkadaşları ile konuşurken şeklindeki
cevap %24 ve camide %7. Burada, şuna dikkatinizi çek-
sayfa 12 • Perspektif
mek istiyorum. Camide Türkçe konuşma! Biraz önce Necdet Subaşı Hocam dil-din ilişkisinden bahsetti. Kültür aktarımında din ve dilin ne kadar önemli olduğuna değindi.
Camiler Avrupa’da çok farklı bir işlev görüyor: Camiler bir
külliye olarak, yaşam alanı fonksiyonu icra ediyor. Yani cami gidip namaz kılınıp oradan ayrılınan bir yer değildir. Geleneksel Türk kültürüne baktığınız zaman da cami, hayatın birebir yaşandığı bir yerdir. Ancak çocuklar camilerde
çok düşük oranda Türkçe konuştuklarını beyan ediyorlar.
Bu veri bizim için önemli ve düşündürü mahiyettedir.
Diğer bir sorumuz da çocuğunuzla hangi dilde konuşuyorsunuz idi. Genellikle Almanca konuşanlar %8,4,
genellikle Türkçe %40, sadece Türkçe %17, karma konuşanların oranı ise %32. Bakın, aile de artık çocukla yavaş yavaş karma bir dil konuşmaya başladı. Ve şu anda
3-4. nesilden bahsediyoruz.
Çocuklarınız kendi aralarında hangi dili konuşuyor
sorusu da son derece önemli bir soru idi. Genellikle Almanca %33, sadece Almanca %3; karma %36, toplam %72.
Görülüyor ki kardeşler de kendi aralarında artık Türkçe
konuşmuyorlar.
Çocuklarınızın Türkçeyi öğrenirken karşılaştığı zorluklar nelerdir sorusuna ise değişik cevaplar verildi. Sorun yok diyenler kadar, bu zorluklardan haberi olmayanlar
da vardı. Verilen cevaplar arasında şunlar bulunuyor; Türk
alfabesine hakim değil, kelime hazinesi eksik, eğitimi yetersiz, telaffuz sorunu var, Türkçe yazma ve anlama, dilbilgisi konusundaki yetersizlikleri var, velilerin ilgisizliği, özgüven eksikliği, Türkçe’nin önemsiz bulunması ve
pratik yapma olanakları az…
Alman öğretmenlerin Türkçe öğretimine bakışı nasıl? Eskiden çocukların Türkçe konuşması tavsiye edilmiyordu. Türkçe konuşan çocukların Almancası zayıflıyor ve bu da okul başarısına etki ediyor diyenler vardı,
bakınız araştırmamızda Alman öğretmenler %33,9 oranında Türkçe öğretimine olumlu bakıyor bugün ve anadili eğitimi şart diyenler var. Olumsuz bakanlar da var;
%22 oranında Almanca daha önemli diyenler var. Kısa-
ca, bazıları olumlu, bazıları olumsuz diyorlar. Çocukların asimile olmalarını isteyenler de var; %1.3…
Bir diğer soru: Çocuğunuzun Türkçe dersine devam
etmesini istemenizdeki amacınız nedir? %88.7 oranında
aileler kendi anadilini, kültürünü ve tarihini tanıması için
Türkçe derslerine gönderiyorum diyor. Yani bir istek var.
Çocuğunuzun Türkçeyi daha iyi öğrenmesi için okul dışında neler yapıyorsunuz sorusuna; hiçbir şey diyenler
%5 (bunların böyle bir kaygısı yok). Kitap-gazete okunmasını sağlamak %47. Evde Türkçe konuşmak %51. Ayrıca Türk Tv’si izlemek, okul dışında çocukla Türkçe konuşmak, kitap gazete okumak vs.’yi bir dil eğitimi için önemli görüyor aile. Aralarında özel ders verdirenler var, sosyal faaliyetlere katılmasını sağlayanlar var. Camiye/derneğe gönderenler ve Türkiye’deki akrabaları ile iletişim
kurmak, Türkçe oyunlar oynatmak ve tatilde Türkiye’ye gitmeye çalışanlar var.
Bir de öğretmenlere bakalım: 92 öğretmenle bir
araştırma yapmış bulunuyoruz. Türkçe dersi yeterli mi
diye sorduk bu öğretmenlere. AB’ye üye ülkeler kendi ülkelerindeki azınlıklara, dillerini öğretmek için haftada 25 saat ders vermekle yükümlüler, yani bunun için yer bulmak zorundalar. Ancak burada velinin talebi önemli; bu
zorunlu değil. Ne seçmeli olarak, ne de anadili dersi olarak zorunlu. Aile talep edecek. 10 kişi olduğu zaman bir
sınıf açmak durumundalar.
Öğretmenlere sorduğumuzda, %78,3 oranında, haftada iki saat Türkçe yetersiz diyorlar. Haftada iki saat ders
bilimsel araştırmalara göre de yetersizdir. Tabii burada
öğretmen kalitesini de sorgulamak lazım. Haftada iki saat hem Türkçe anadili dersi, hem de orada öğrenilen sosyal bilgiler, coğrafya, tarih, din kültürü vb. bunlar haftada iki saat ile verilir mi? Ve bu dersler %64 oranında birleştirilmiş sınıflarda veriliyor. Ben bir eğitim bilimci
olarak, birleştirilmiş sınıflarda eğitimin çok az faydası olduğunu biliyorum. Burada, 1., 2., 3. ve 4. sınıf öğrencileri biraraya getiriliyor, öğretmen
onlarla haftada
iki saat uğraşıyor. Bu dersten
verim beklenebilir mi?
Eğitimde son
derece önemli 3
unsur vardır. Bir
tanesi müfredat,
ikincisi müfredata göre materyal
hazırlığı, üçüncüsü ise öğretIGMG Genel Başkan Yardımcısı
Mustafa Yeneroğlu
men, yani uygu-
lama. Üç unsurdan bir tanesi eksik olursa o başarısız olur, başarısızlığa mahkumdur bu eğitim.
Dolayısıyla bu
derslerin organizasyon biçimi ile
bu dersler daha
baştan başarısız
olmaya mahkum. Öyleyse ne
yapmak lazım?
Yardımcı Doç. Dr. Necdet Subaşı
Her şeyden önce bu derslerin yasal bir güvence altına alınması gerekir.
Bunun için de sivil kitle örgütlerine görevler düşüyor. İkincisi seviyelere göre ders materyallerinin hazırlanması lazım: Birleştirilmiş sınıflarda ders yapmaktan vaz geçmek
lazım.
Öğretmenlere Türk öğretimindeki genel sorunlar nelerdir diye sorduğumuzda: Dilbilgisi eksik, ders saati çok
az, ders saati öğleden sonra, ailelelerin Türkçeye önem
vermiyor vs. diyorlar. Diğer taraftan, veliler (%88 oranında)
diyorlar ki, çocuğum Türk kültürünü öğrensin, Türkçe
ile irtibatını kopartmasın diye okula gönderiyorum. Yani burada bir tezat var. Okul yönetiminin ilgisizliği, materyal eksikliği, iki dilliliğin faydalarının bilinmemesi, devamsızlık sorunu vs. Birleştirilmiş sınıflar, iletişimsizlik,
ders notunun karneye geçmemesi, bunlar önemli; iki saat birleştirilmiş sınıflarda ders yapıyorsunuz, bu ders notu da sınıf geçmeye etki etmeyince sonuç olarak öğrenciler derse önem vermiyor. Yani siz daha baştan uygulama şeklinizle çocuklarınızın bu derse önem göstermemesini
bütün gücünüzle istiyorsunuz adeta, hem okula git, hem
de buna önem gösterme diyorsunuz.
Peki iki dilliliğin okul başarısına etkisi nedir? Bizde
tabî olarak iki dillilik var. Anadili olarak öğretmeye çalışıyoruz ve ondan sonra biraz önce bahsettiğimiz gibi bütün gayretimizle çocuk başarısız olsun diye uğraşıyoruz.
Halbuki iki dillilik önemli bir avantajdır. Çocuklarına bir
yabancı dil öğretmek için insanlar binlerce dolar para veriyor, yurtdışına gönderiyorlar. Burada ise tabii bir ortam
olduğu halde onu olumluya çeviremiyoruz. Sonuç: Çocuklarımız için Avrupa’da iki dilli anaokullarının, iki dilli eğitim kurumlarının açılmasını sağlamamız lazım. Tek
çare bu.
IGMG Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Yeneroğlu’nun da, Almanya’da Çok Dilliliğin ve Ana Dilde Eğitimin Hukuki Çerçevesi başlıklı bir sunum yaptığı çalıştay daha olumlu gelişmeler ve çalışmalar için başlangıç
olması temennisi ile son buldu. M AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 1 3
dosya
Almanya’da Çok Dilliliğin ve Anadilde Eğitimin
Hukukî Çerçevesi
Mustafa Yeneroğu • [email protected]
Dil hakkı her şeyden önce, aynı dili konuşan, en azından anlayan insanlar arasındaki iletişimi korur. Ancak
dil sadece anlık yatay iletişimi mümkün kılmaz, aynı zamanda tarihi sürecin kültür taşıyıcısıdır. Milletlerin tarih ve kültürleri kullandıkları dilde kayda alınmıştır, yani dil bir yönüyle hafızadır. İnsan dünyayı anadilinin penceresinden görür, ana dilinin kavramlarıyla evreni biçimlendirir. Dolayısıyla insanın benliğini, bireysel bilincini,
kimliğini ve kişiliğini belirleyen temel bir unsurdur
anadili. Bu nedenle kişinin anadiliyle ilgili ayrımcılığa maruz kalması, sadece benliğinin özünü vurmamakta, aynı zamanda kültürü, kökeni ve ortak dil toplumuyla irtibatını da koparmaktadır. Bu açıdan dil hakkı insanın
onurunu, kimliğini, kişinin manevi varlığını ve onunla
birlikte mensup olduğu dil toplumunu da korumaktadır. Dil hakkı aynı zamanda iletişim haklarının kullanımının da temel şartıdır. Düşünceyi ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, sanat özgürlüğü ve din özgürlüğü gibi temel hakların ortak gayesi, bireyin kişiliğini serbestçe geliştirmesi ve bu doğrultuda toplumla iletişim kurabilmesidir.
Bununla birlikte Almanya Anayasası’nda dil haklarına ilişkin bir düzenleme yer almamıştır. Anayasal dogma’ya göre dil hakkı insan
onurunun ve kişisel gelişim
özgürlüğünün gereği olarak
koruma altındadır (Art. 2 I
iVm Art. 1 I GG). Bu özgürlük hakkının öneminin altı,
ayırım yasağıyla da çizilmiştir.
Anayasanın 3. maddesine göre hiç kimse cinsiyeti, soyu, ırkı, dili, yurdu ve kökeni, inancı, dini veya siyasi görüşleri do-
sayfa 14 • Perspektif
layısıyla mağdur edilemez ve hiç kimseye imtiyaz tanınamaz (Art. 3 III 1 GG). Anayasadaki dil tabiriyle tabii
ki anadili kastedilmektedir. Anayasadaki temel haklar sübjektif bireysel haklardır. Her ne kadar anayasa azınlıkların korunmasıyla ilgili bir ilke ihtiva etmese de, bireyin korunmuş olması, etnik azınlığın kimliğine saygıyı
da içerir.
Alman Anayasa metninde resmi dilin Almanca olduğuna
dair herhangi bir ibare bulunmamaktadır. Zira Almanya’nın dilsel bütünlüğü ve tekliği itibariyle pozitif bir tanıma ihtiyaç duyulmamıştır. Buna mukabil Almancanın
resmi dil olarak kamu makamları arasında ve idari makamlarla vatandaşlar arasındaki iletişim dili olduğu
mülkilik prensibi gereği kabul edilmiş anayasa hukukudur. Almanca devlet ve toplum dili olarak, bireyin Almanya’nın Hukuk ve Kültür Birliğine uyum sağlamasının aracı olarak teşvik edilmektedir. Anayasa mahkemesinin
içtihadına göre toplum dilinin muhafazası ve kullanımının
teşviki bir anayasal kültür görevidir. Buna mukabil diğer dillere mensup kişilerin kendi dillerini muhafaza etmesi ilkesinin, bireysel özgürlük hakları (Art. 2 I; 5 I, 6,
3 III GG) bağlamında yeterince korunmuş olduğu kabul edilmektedir.
Genel kanaate göre, dil birliği, başka anadile mensup
kişileri tercih ettikleri yaşam merkezinin bir parçası olarak Almanca dilini öğrenmelerini gerekli kılar. Kişisel gelişim hakkı devlet tarafından belirlenmiş dil standardına imkan tanımamakla birlikte, Alman ulusunun genel
menfaati ve Almanca dilinin korunması gerekçesiyle yabancıların uyum sağlaması gerektiği belirtilmektedir. Bu
açıdan yerli olmayan, yani
göçle Almanya’ya yerleşen yabancıların topluma eklemlenme (Anpassungs-Assimilations-pflicht) zorunlulukları olduğu görüşü hakimdir. Dolayısıyla alokton azınlıkların dilleri özel koruma ve teşvike tabi değildir. Bunun asıl sebebi
azınlıkların dillerinin uluslararası hukukun azınlık
tanımı kapsamında değerlendirilmemelerinde yatmaktadır. Uluslararası belgelerde ise anadilden bahsedilmekle birlikte anadilin
tanımı yapılmamakta, anadili neyin oluşturduğu
açıklanmamaktadır. Devletler azınlık dili politikasını
oluştururlarken uluslararası normları dikkate alsalar
dahi, kullanılan dilin ağız, şive, lehçe, bölge dili, azınlık
dili veya ulusal dil olup olmadığına dair üzerinde mutabakat sağlanan ölçütlerle tanımlama yapılmadığından
kendilerine ayrım konusunda geniş bir takdir yetkisi alanı bırakılmıştır. Sadece bölgesel dil ve azınlık dili kavramları, resmi dil ve bir dilin lehçesinin ne olduğuna ilişkin tanımlama yapılmaksızın, Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartında tanımlanmıştır. Şartın 1. maddesine göre, bölgesel diller veya azınlık dilleri, bir devletin
toprakları içinde bu devletin çoğunluk nüfusundan sayıca daha az bir grup oluşturan vatandaşları tarafından
geleneksel olarak kullanılan ve devletin resmi dil(ler)inden farklı olan diller olup, devletin resmi dilinin lehçeleri ve göçmen dillerinin lehçeleri kapsam dışındadır.
Bu doğrultuda Bölgesel ve Azınlık Dilleri Avrupa Şartı ve Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme’ye taraf bir ülke olarak Almanya yaptığı bildirimlerde
ülkede yaşayan birtakım azınlıkların bulunduğunu ve taraf olduğu sözleşmeleri bu gruplara uygulayacağını bildirmiştir. Almanya, Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı’nın onaylamış ve onaya ek olarak yaptığı 16 Eylül 1998 tarihli bildirimde şu hususları belirtmiştir:
“Federal Almanya Cumhuriyeti Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı’nın anlamı çerçevesinde Danca, Yukarı
Sorbca (Upper Sorbian), Aşağı Sorbca (Lower Sorbian), Kuzey Frizonca (North Frisian) ve Sater Friesce (Sater Frisian) dilleri ile Roman dilini azınlık dilleri olarak;
Aşağı Alman dilini (Low Germen language) bölgesel dil
olarak kabul eder.”
Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve
Sözleşme’yi onaylayan Almanya, yaptığı 10 Eylül 1997
tarihli bildirimde ise şu hususları belirtmiştir: “Çerçeve Sözleşme ulusal azınlıklar kavramının tanımını içermemektedir. Bu nedenle, Sözleşme hükümlerinin onaydan sonra uygulanacağı grupları belirlemek
Sözleşmeye taraf devletlerin kendilerine kalmıştır. Federal Almanya Cumhuriyeti’ndeki ulusal
azınlıklar Alman vatandaşı Danlar ve Alman vatandaşı Sorb halkının üyeleridir.
Çerçeve Sözleşme, geleneksel olarak Almanya’da
oturan etnik grup üyeleri
olan Alman vatandaşı Friesler ve Alman vatandaşı Romanlara da uygulanacaktır.”
Adı geçen azınlık gruplardan Danlar 50.000, Kuzey Friesler 50.000, Doğu Friesler 100.000, bunlardan
Frizonca’yı konuşan 1.500, Sorblar 70.000 kişidir. Yerli azınlılardan Danların 53 okulu ve 63 kreşi bulunmaktadır.
Frieslerin okullarında Frizonca ders verilmektedir. Bu
azınlıkların tamamı eyalet anayasalarında özel olarak zikredilip, milli kültürlerinin, dillerinin ve dini inançlarının
korunup teşvik edilmesini devletin sorumluluğuna vermektedir.
Almanya bu ‘yerli azınlıkları’ kendi ‘ulusal’ kimliği veya hakim kültürü için hiçbir zaman tehdit olarak görmediği için gayet hoşgörülü davranıp, varlıklarını ve kültürel
kimliklerini koruyup teşvik etmektedir. Bireysel ve grup
hakları ihtiva eden azınlık statüsü devlet tarafından olası
asimilasyon politikasına karşı en önemli korumadır. Diğer
tarafta, ülkeye sonradan göç etmiş azınlıkları uluslararası
hukuka göre koruyucu azınlık statüsü kapsamı dışında tutup, kalıcı göçmenin üzerinde asimilasyon baskısının sürdürülmesi gerektiği belirtilip, aksi takdirde çok kültürlü bir
toplum tasavvuruyla Almanya’nın ‘ulusal devlet’ niteliğinin zedeleneceği sıkca belirtilip bu şekilde anayasanın içinin boşaltılmasının yasak olduğu vurgulanmaktadır.
1974 tarihli aktif iki dillilikle ilgili Avrupa Topluluğu Üyeleri anlaşması, 1977 tarihli ve 3. ülkelerden gelip çalışanların çocuklarının okul eğitimi ile ilgili Avrupa Konseyi talimatnamesi, 1992 tarihinde Almanya’da
da yürürlülüğe giren Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi‘ne rağmen, Almanya Kültür Bakanları
Konferansı 70’li yıllardaki kararları doğrultusunda
göçmen çocuklarının misafir olarak görülmesi ve ülkelerine
döndüklerinde uyum zorluğu çekmemeleri için anadili
eğitimi verilmesi kararı zamanla ve nihai olarak 25 Mayıs 2000 kararıyla kaldırılıp 24 Mayıs 2002 kararıyla yeni bir düzenlemeyle değiştirilmiştir. Ve neticede, artık
geri dönüş söz konusu olmadığı için Almanya’da almancadan
sonra en fazla konuşulan türkce anadili eğitiminin de artık gereksiz olduğu savı doğrultusunda politika belirlenip, uyumu
engeller gerekçesiyle korunmamaktadır. M AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 1 5
söyleşi
Prof. Dr. Cemal Yıldız ile Anadilin Önemine Dair
İlhan Bilgü • [email protected]
Anadilim, Türkçem, Geleceğim çalıştayında görüşme fırsatı bulduğumuz Prof. Dr. Cemal Yıldız* ile anadilin önemini
ve mevcut sorunları konuştuk.
- Hocam, çocuklar ya da insanlar belli bir dili nasıl öğrenir? Doğuştan gelen faktörler (fizyolojik faktörler) nelerdir? Çevresel faktörler nelerdir? Ve bilingual
(iki dilli) olan ailelerde ve çocuklarda durum nasıldır?
- Her şeyden önce, iki dillilikle anadili öğrenimini ayrı ayrı ele almak lazım. Bilindiği gibi, insanların doğuştan
getirdiği bir dil yetisi vardır; ancak bu yetinin çocuğun içinde bulunduğu ortam tarafından (bir dil ile) aktive edilmesi
gerekir; çocukla konuşulmalı ki, çocuk dili edinebilsin. Dil
ediniminin bazı aşamaları vardır. Çocuk ilk sözcüklerini
9-10 aydan itibaren söylemeye başlar, daha sonra sırasıyla çift sözcük dönemi ve çok sözcük döneminden geçerek,
aşağı yukarı 6 yaşına kadar anadilinin temellerini atmış olur;
ancak dil edinimi 6 yaşında sona eren bir süreç değil, insanın bütün hayatı boyunca devam eden bir süreçtir. Bugün biliyoruz ki, ergenlik dönemine kadar insanın yoğun
bir dil algılama kapasitesi vardır, ergenlik çağından sonra
bu kapasite yavaş yavaş azalmaya başlasa da, öğrenme hayat boyu devam eder.
İlk 6 yıl dendiğinde ise akla, sorunuzun ikinci kısmı geliyor: İki dillilik. İki dilliğin en açık tanımı; çocuğun doğuştan itibaren iki dilli bir ortamda büyümesi olarak ifade edilebilir. Ailede konuşulan dil ile çevrede konuşulan
dil farklı olduğunda biz buna iki dillilik diyoruz. Bazen anne baba farklı diller konuşabilir; bazen anne baba aynı dili konuşurken, çocuk dışarıda sosyal çevresinde, okulda ikinci bir dille karşılaşabilir. Bu gibi durumlarda biz iki dillilikten bahsediyoruz. Özellikle Avrupa’daki Türk çocukları
böyle bir ortamda büyüyorlar. İki dillilik konusu çok hassas ve önemli bir konu, zira biz biliyoruz ki, bugün dil bilimciler iki dilliliği iki başlı bir buz dağına benzetirler; buz
dağı görünen bir kısımdan ve bunun altındaki çok daha büyük ve ortak bir kökten oluşmaktadır. İki dillilikte de durum budur, yani aynı kökten beslenen iki ayrı dil vardır.
Dolayısıyla ilk 6 yıl birincil dilin oluştuğu süreçtir ki, bu
süreçte çocuk henüz anadilini edinmeden, ikinci bir dille
karşılaştığı zaman ikinci dili de, birinci dil gibi, yani aynı
yöntem ve stratejilerle öğrenir. Bu nedenle mümkün ol-
sayfa 16 • Perspektif
duğu kadar çocukları, özellikle de Avrupa’daki çocukları
iki dilli yetiştirmek gerekir. Fakat iki dillilik statik bir durum da değildir. Ailelerin de, okulların da, çevrenin de bunu desteklemesi gerekir, eğer desteklemezse çift yarım dillilik dediğimiz bir zemin oluşur ki, bu çocuğun her iki dilde de kendini geliştiremediği anlamına gelir. Bunun sonucunda
ise çocuk ileride çok ciddi sorunlarla karşılaşabilir. Dolayısıyla her iki dilin de desteklenmesi, programlı bir şekilde geliştirilmesi gerekir.
- Her iyi bilenin, iyi öğretemeyeceğini söylüyorsunuz.
Ebeveynler öğretmeyi öğrenmeye nereden/nasıl başlamalı ve çocuklarına düzgün bir Türkçeyi nasıl öğretmeliler?
- Bizde bilen öğretir anlayışı vardır; ancak her bilen öğretemez. Bir şeyi çok iyi bilen, aynı zamanda çok iyi bir öğretmen değildir. Örneğin yurtdışındaki bir Türk’ün Türkçesinin çok iyi olduğunu düşünelim, bir Alman gelip ondan kendisine Türkçe öğretmesini istese, bunu iyi bir şekilde yapabilir mi? Hayır! Dolayısıyla bu işin bir eğitim yönü vardır. Eğitimcinin farklı bir formasyondan geçmesi gerekir, burada da öğretmen ve eğitim metotları işin içerisine giriyor. Özellikle okullarda yapılan eğitimlerde, gerek
anaokullarında gerekse diğer okul türü ve kademelerinde
iyi yetişmiş, dil eğitiminde uzman öğretmenlerden dil eğitimi almak gerekiyor.
Ailenin ise böyle bir eğitim/öğretmenlik formasyonu
yok, bu durumda ailelere şunu tavsiye edebiliriz; iyi ve ilgili birer anne baba olmak, daha iyi bildikleri dili çocuklarına öğretmek ve o dille çocuklarıyla konuşmak. “Çocuğuma Almanca öğreteceğim” düşüncesiyle, yarım yamalak
bildikleri Almancayla bu işe hiç kalkışmamaları gerekir, zira çocuk onu zaman içinde öğrenecektir. Çocuğu bu konuda kendi haline bırakmak lazım. Ebeveynlere, çocuklarıyla birlikte konuşmaya yönelik oyunlar oynamaları, onlara sürekli hikaye kitapları okumaları vs. önerilebilir. Zira dilin kültür aktarımı işlevi de olduğu için, kendi kültürümüzün kahramanlarını, tarihsel figürlerini anlatmak, onların hayatlarını okumak, masallar/hikayeler okumak son
derece önemlidir; fakat bununla birlikte çocuklarla bunlar üzerine çalışmak da gerekir. Sadece okuyup bırakmamak, sorular sorarak ya da onun duygusal dünyasına girerek çocuğun anladığını, çocukla paylaşmak gerekiyor. Dolayısıyla öğretmenlik eğitimi almamış olan ailelere hitap
ettiğimizde yapmamız gereken tavsiye; iyi bir anne baba
modeli olsunlar çocuklarına, onlarla düzgün bir Türkçe ko-
nuşmaya gayret etsinler. Bu noktada anne baba kendi üzerine düşen görevi yaptığında iş okula kalıyor. Okullar da
uygun tekniklerle pedagoji biliminin bize göstermiş olduğu
yöntemlerle, iyi materyallerle ve sabırla, çocukların dünyasına hitap ederek, onların algılayabilecekleri şekilde bir
yöntem kullanarak öğretmek ile başarılı bir sonuç elde edilebilir.
- Bir dil öğrenmek, diğer bir dilin altyapısını destekler diyorsunuz. Ancak, bugün ebeveyn olan ya da
olacak olan nesil çoğunlukla Almanya’da doğmuş büyümüş, şu anda 20’li yaşlarda olan bir nesil ve Türkçeleri çok iyi sayılmaz. Ve genelde kendi aralarında olduğu gibi, yeni doğan çocukları ile de Almanca konuşuyorlar. Hal böyleyken ne yapılabilir? Nereden başlanabilir? Çocukluk çağını çoktan geride bırakmış
olan yeni anne babalar için anadilin geliştirilmesi için
yapılacak bir şey var mı? Ya da
sadece durumun daha kötüye gitmesini mi engelleyebiliriz ve bunun için alınması gerekli önlemler nelerdir?
- Almanya’da tabii sıkıntılı
bir durum söz konusu, söylemiş
olduğunuz konu da çok önemli ve meselenin özünü yansıtan
da bir durum. Az önce söylediğimiz gibi, çocuklara iyi bir dil
eğitimi verebilmek için iyi rol model olmak gerekiyor. Yani çocuğa
şunu şöyle yap demek yetmez,
çocuğa davranışlarla da örnek
olmak gerekir. Anne ve baba düzgün konuşursa çocuk da düzgün
konuşmayı öğrenir. Peki bahsettiğiniz, Avrupa’daki 20’li yaşlardaki kuşak, çocuklarına nasıl iyi örnek olabilecekler? Bu çok
sıkıntılı bir durum. Yapılabilecek olan husus şu; mümkün
olduğu kadar, daha en baştan insanları eğitimsiz bırakmamak.
İnsan ticaret yapar, zarar eder. Onun zararını bir süre görür, sonra bu zararı telafi edebilir ama bir insanı eğitimsiz
bırakırsanız, onun zararını hayatı boyunca görür ve bunun
telafisi olmaz.
Sizin bahsetmiş olduğunuz kuşak, 20’li yaşlardaki ebeveynler henüz hayatın başında sayılır. Dolayısıyla onların
kendilerinin de çaba göstermesi gerekir. Özellikle, insan
kendisi anne baba olduktan sonra çocuğunu iyi yetiştirmek
için yolları kendisi de bulabilir. Kendisini teşvik etmesi, kendisine emek vermesi gerekiyor. Kendisinin okumasını, öğrenmesini, araştırmasını ve kendi Türkçesini geliştirerek
çocuğuna iyi örnek olmasını önerebiliriz ama bunu yapamıyorsa, o zaman çocuğunun iyi ortamlarda bulunması-
nı sağlamalı. Zira bunu yapan kurumlar var; kültür merkezleri, okullar, anaokulları, hem Türkçenin, hem Almancanın geliştirildiği iki dilli anaokulları vs. gibi akranlarının da onlara iyi örnek teşkil edebileceği eğitim kurumlarına
çocuklarını göndererek bu sorunu giderebilirler. Hiçbir şey
yapamıyorlarsa, en azından bu söylediklerimizi yapabilirler.
- Entegrasyon ya da asimilasyon politikalarıyla
belli başlı Avrupa ülkelerinin anadili öğrenimini dolaylı da olsa engellemeye/zorlaştırmaya çalıştığını biliyoruz. Bu politikalara karşı ne yapılabilir, göçmenler bu kıskaçtan nasıl kurtulabilir?
- Ben bir bilim adamı olarak konuşuyorum tabii ki, Avrupa’daki entegrasyon ya da asimilasyon politikalarının bilimsel
altyapısını bilmiyorum. Basından bildiğim kadarıyla söyleyebilirim
ki, entegrasyon diyerek aslında bazı ülkelerin asimilasyonu hedefledikleri açıkça görülüyor. Zira, eğer çocuklara anadili eğitimi imkanı sağlanmıyorsa, hatta çocuklara okulda, okul bahçesinde dahi anadillerini konuşmaları yasaklanıyorsa bu çok açık
bir şeyin göstergesidir; bu o çocukları asimile etmek istiyorsunuz
demektir. Bu yaklaşımı zaman zaman görüyoruz biz... Ancak bir tarafta asimile etmek isteyen bir toplum varsa, diğer tarafta asimile olmak istemeyen, asimilasyona direnen bir toplum olmak zorundadır. Sonuçta siz isterseniz asimile olursunuz, istemezseniz
kimse sizi asimile edemez. Bunun
için en önemli unsurlardan biri,
kendi kültürel değerlerini de öğrenmektir. Bakın, burada içinde
yaşanılan toplumun normlarına
ayak uydurmamaktan, dilini öğrenmemekten, okullarında başarılı
olmamaktan vs. bahsetmiyorum. Bunlar çok önemli, bir
toplumda yaşıyorsanız, o topluma bir şekilde ayak uyduracaksınız.
Uyum farklı, asimilasyon daha farklıdır. Uyum, şayet ben toplumun kurallarını çiğnemiyorsam, iyi bir vatandaşsam, vergimi veriyorsam, konuşulan dili öğrenmişsem, çevreyle de problemim yoksa, ben uyum sağladım demektir. Asimilasyon ise
farklı bir olgudur. Asimilasyon insan haklarına aykırı bir durumdur, kişinin öz kültürüne sahip çıkma hakkını elinden alır.
Dolayısıyla bir devlet bunu resmi bir politika olarak ileri süremez ama örtük olarak bunu hedefleyebilir. O zaman asimile
olmak istemeyen toplumun da kendi argümanlarını, kendi davranış biçimlerini geliştirmesi gerekir. Dolayısıyla siz bilinçli olduktan sonra sizi kimse asimile edemez, ancak şunu da maalesef görüyoruz ki, özellikle Avrupa ülkelerinde yaşayan vatandaşlarımız bu konuda kendilerinde eksik olan bilinçten doM AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 1 7
söyleşi
layı birçok olumsuz durumla karşı karşıya kalmaktadır.
- Türkçenin birkaç nesil sonra şöyle ya da böyle yok
olacağını düşünenler/savunanlar var. Siz bu konuda ne
düşünüyorsunuz? Bu durum kaçınılmaz değil ise, yapılması gerekenler nelerdir?
- Şimdi, tarih boyunca bu durumun pek çok örneği var.
Kendi ülkelerinden gelmiş ya da getirilmiş topluluklar, bir süre sonra kendi kültüründen uzaklaşmış, nereli oldukları ancak soy isimlerinden anlaşılır hale gelmiştir. Ancak ben bu kanaatte değilim. Benim bizzat yaptığım araştırma sonuçlarına göre, özellikle çocukların kendi anadillerini kullanma oranında bir azalma görülüyor. Dil çok önemlidir; dili kaybederseniz,
birçok şeyi kaybedersiniz; dil kültürün taşıyıcı unsurudur. Bunun yanında yan unsurlar da var tabii. Kendi kanaatimi söylüyorum; dili meydana getiren önemli bir unsur da dindir. Dolayısıyla din eğitimi üzerinden de dil ile, kültür ile bir bağlantı sağlanıyor. Benim kanaatime göre, mümkünse, yapılabiliyorsa ve yasalara uygunsa din eğitiminin de Türkçe yapılması
gerekiyor. Bizim millet olarak İslam dinine katmış olduğumuz
çok önemli unsurlar var, biz dini dil üzerinden yaşıyoruz. Şimdi, dilinizi değiştirdiğiniz zaman, dini konuşma biçiminiz de
değişir ve din de değişime uğrayabilir. Dolayısıyla iş dönüp
dolaşıp dilde düğümlenir. Yani dili kaybedince kültürün
hangi unsuru kalıyor? Din kalıyor. Din de zamanla değişince ne kalıyor?
Kısaca, ben bu sürecin bizde biraz daha farklı gelişeceğini düşünüyorum. Özellikle Avrupa’daki sivil toplum örgütlerinin, göçmen hukukundan kaynaklanan bir takım hakları
var, bireysel özgürlükleri var. Avrupa çok dilliliği bir yandan
öneriyor ve teşvik ediyor. Avrupa birliğinin temelinde bu var
zaten. Avrupa, bir yandan Avrupa Birliği’nin de temelini oluşturan çok dilliliği ve çok kültürlülüğü destekliyor ve teşvik edi-
sayfa 18 • Perspektif
yor, diğer yandan ise Almanya’daki 3 milyon Türk dil kaybı
üzerinden asimile edilmeye çalışılıyor. Bu aslında Avrupa Birliği politikalarına da ters bir durum. Dolayısıyla, burada yaşayan insanlarımızın, sivil kitle örgütleri olarak, hukuki zeminde
var olan hakları için biraz çaba sarf etmeleri gerekiyor. Siz çaba gösterirseniz, sonuç elde edebilirsiniz. Ama siz pasif kalırsanız, siyaset üzerinizde her türlü oyunu oynayabilir.
Dolayısıyla, bir şeyin kaçınılmaz olması için, o konuda hiçbir şey yapmamamız gerekir. Siz bir şeyler yaparsanız kaçınılmaz diye bir şey olamaz. En azında şunu söyleyebiliriz, bu çabalar olursa, belki bir nesil sonra kaybolacak dil, üç nesil sonra kaybolacaktır. Daha sonra ne olacağını kestiremiyoruz tabii ki. Ancak Türkçe öyle kolay kolay kaybolacak, silinecek bir dil değildir.
Ayrıca durum eskisi gibi de değildir, 40 sene önce neredeyse hiçbir iletişim aracı yoktu. Gazeteler dahi yoktu,
ya da Almancaydı. Bugün ise, her gün internetten, televizyon
kanallarından, yayınevlerinden birçok materyalle, basılı malzemeyle insanların kendi kendilerini geliştirebilmeleri
mümkün. Bütün bu kanalları bu doğrultuda kullanmak gerekiyor. Çaba sarf etmek, bunu kendine misyon edinmek
gerekiyor. Türkçe kaybolacak diye yakınmanın bir anlamı yoktur, bir şeyler yapmak lazım. O çaba gösterilirse, ben
başarılı olunacağına inanıyorum. 3 milyon nüfus az değildir
ve artık burada iki dilli entelektüeller oluşuyor. İki dillilik
çok büyük bir zenginliktir esasen, ben yakinen biliyorum
ki, Türkiye’de çocukları iki dilli büyüsün diye ebeveynler
bir sürü para harcıyorlar. Zira çok dilliliğin, çok kültürlülüğün insana yeni bir ufuk kazandırdığını, insanın hayat boyu başarısını arttırdığını biliyorlar...
- Avrupa’daki göçmenlerin kendi okullarını açmaları
(lise gibi), özellikle okul öncesi döneme yönelik (Kindergarten tarzı) eğitim kurumları açmaları,
içinde yaşadıkları topluma olan uyumlarını olumsuz etkiler mi? Bu tür okulların çoğalmasının avantajları ve olası dezavantajları nelerdir?
- Bence uyumu kesinlikle olumsuz etkilemez. Bilakis, göçmenlerin kendi okullarını açmaları uyumu destekler. Zira ana
dili kaynak dildir, referans dildir, anadili üzerinden dünya bilimi kavranır, anadilini iyi
bilen insanlar matematiği dahi daha iyi kavrar. Anadili olmazsa olmaz, çok önemli bir
kaynaktır.
Şimdi, siz iki dilli okullar açarsanız,
orada çocuklar hem kendi dillerini hem içinde bulundukları toplumun dilini öğrenecekler.
Bu tarz okullara velilerin çocuklarını ısrarla
göndermesi gerekir ki, bu okulların prestiji yükselsin. Ancak bunu iyi öğretmenlerle
yapmak gerekir. Başarılı sonuçlar alırsanız
teşvik edilirsiniz. Dolayısıyla her şeyden önemli olan, kaliteli eğitim verebilmektir. Bu okullar iyi eğitim verirlerse tercih edilen okullar olurlar. Ben bu zamana kadar neden bu
tarz modeller denenmedi diye soruyorum
bazen, zira bu model dünyada uygulanmış
iyi bir modeldir, buna “immersiyon modeli”
deniliyor. Bu tarz iki dilli eğitimden geçen
öğrencilerin, tek dilli eğitimlerden geçenlerden daha başarılı olduklarını biz biliyoruz. Amerika ve özellikle Kanada’da bu tarz
okullardan çok vardır (Fransızca-İngilizce
olarak). Ancak Türkçe sosyal açıdan prestijli olmayan bir dil, onu prestijli hale getirmek bizim elimizde...
- Peki, anadilinin korunması için, yazılı ve görsel medyaya ne gibi görevler
düşmektedir. Medyanın olumsuz tesirlerini bertaraf edip, dil gelişiminde
olumlu bir etkisi olması için ebeveynler
neler yapmalı, nelere dikkat etmelidir?
- Yazılı ve görsel medya her konuda olduğu gibi, bu konuda da aracı olma görevi üstlenebilir. Aslında medyadaki dil kirliliği başlı başına başka bir sorun olmasına rağmen,
medya Türkçenin gelişmesine katkı sağlamaktadır. Orijinal kaynaklara ulaşım açısından önemli bir katkı sağlıyor.
Medya, hem dil gelişimi açısından, hem de Türkiye’deki
eğilimleri takip etme açısından faydalı olabilir Bu şekilde
siyasetten edebiyata, modaya kadar ülkelerindeki eğilimleri
takip edebilirler. Böylece ortak gündem oluşuyor. Medyanın bunun gibi katkıları olabilir; ancak şunu da belirtmek gerekiyor. Yurtdışındaki çocukların Türkçesini geliştirmek
için özel programların yapılmasının faydalı olacağını düşünüyorum. Çünkü çocukların Türkçelerini geliştirelim derken onların psikolojik dengesini bozacak programlara da
maruz bırakmamak gerekir.
Bununla birlikte ben şahsen, en iyi televizyon programı olsa da, çocukların televizyondan mümkün olduğunca uzak tutulması gerektiğini savunuyorum. Zira çocuklar ekran karşısında pasif algılayıcı konumunda oluyorlar,
orada onlara her şeyi yükleyebilirsiniz ve bu başlı başına
bir problemdir zaten; ancak hem Türkçe, hem Almanca
eğitim programlarından faydalanılabilir. Bütün olarak
baktığımız da ise, en iyi eğitim programı bile, iki çocuğun
bir arada bulunup konuşmasından daha faydalı değildir.
- Son olarak, Türkçenin unutulmaması ve muhafaza
edilmesi için Türkiye Cumhuriyeti Devletine ve Avrupa’daki
sivil toplum kuruluşlarına hangi görevler düşüyor?
- Türkiye Cumhuriyetinin yapabileceği çok şey var bence, birincisi yurtdışındaki Türklerin eğitim ve kültür problemleriyle biraz daha yakından ilgilenmesi gerekir. Eğitim
alanında müfredat, ders kitabı ve öğretmen sorunlarına yo-
ğunlaşabilir. Yurt dışına kaliteli öğretmenlerin gönderilmesi gerekiyor. İyi ders kitaplarıyla uygun bir müfredat hazırlanmalı ; ancak bu sadece Türkiye’den gönderilecek öğretmenlerle halledilebilecek bir şey değil, Alman makamları ile de işbirliği yapmak gerekiyor. Çünkü siz en iyi eğitimi yapsanız bile, ders saatini okul en sona koyduğunda
bunun hiçbir değeri kalmaz, başarılı olamazsınız. Çocuğun
ders programında ekstra bir şişme olmamalıdır. Ayrıca kültür merkezleri aracılığıyla, bölgelerde çekim merkezleri oluşturulabilir.
Sivil toplum kuruluşları da velileri bilinçlendirerek, makul ve haklı taleplerini yönlendirmeleri gerekir. Velileri okullara yönlendirerek, çocuklarına anadilleri için ders konulması
sağlanabilir. Bununla da kalmamalı, bunları takip etmeliler, dersler nasıl veriliyor, çocukların başarısı ve katılımı nasıl vs. gibi... Ayrıca hukuki altyapının oluşturulması için,
sivil toplum kuruluşları sadece bu konuda uzmanlar çalıştırarak
çocukların genel başarı durumunu izleyebilmelidir. Veliler bu işten anlamayabilir, sonuçta onlar uzman değiller,
ama velilerin ihtiyaç duyduklarında başvurabilecekleri, yardım alabilecekleri merkezler olmalı. Bunu ataşelikler de yapabilir, sivil toplum kuruluşları da... Ben o zaman başarının artacağına inanıyorum... * Prof. Dr. Cemal YILDIZ, Marmara Üniversitesi Atatürk
Eğitim Fakültesi Dekan Yardımcısı ve Yabancı Diller Eğitimi Bölümü Başkanıdır. Başlıca araştırma alanları dilbilim,
dil edinimi, yabancı dil ve ana dili öğretimidir. Yayımlanmış birçok ulusal ve uluslararası kitabı ve makalesi mevcuttur. [email protected]
M AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 1 9
dosya
Ulus-Devletin Kıskacında Anadili
Veysel Kurt • [email protected]
Küreselleşme süreci ile birlikte etkin olarak kullanılmaya
başlanan kitle iletişim araçları, kitlelerin mobilize olmasında
önemli bir rol oynamakla birlikte, özellikle aynı aidiyet duygusunu paylaşan insanların bir araya gelmesinde ve her türlü taleplerini dile getirme ve bu konuda kamuoyu oluşturma
noktasında çok işlevsel bir özelliğe sahip olmuştur. Son yirmi yılı aşkın bir süredir politik eksende yürüyen –ve kimi
zaman silahlı mücadeleye ya da iç savaşa yol açan kimlik
talepleri- kimliğe ilişkin tartışmaların en somut ve en kilit noktası anadili olmuştur. Anadilinin hem eğitim hem
de toplumsal düzeyde serbestçe kullanılmasına ilişkin
tartışmalara girişmeden önce, anadilinin kullanımını ulusdevlet mantığı bağlamına ve ulus-devletin aşındığı sürece göz atmak gerekir.
Ulus-devlet literatürünü tartışmak bu çalışma bağlamında
mümkün olmasa da ana hatlarıyla ortaya koymak mümkündür. Avrupa’da XV. ve XIX. yüzyıllar arasında, geleneksel
toplum yapısının nihayetlenmesiyle sonuçlanan bir süreç
yaşanmıştır. Bu süreçte -bilhassa sanayi devriminin etkisiyle- sosyal hayatta homojenlikten uzak sınıf esaslı “topluluk” görünümünden, güçlü milli bütünlüğe doğru bir değişim gerçekleşmiştir. Niteliksel değişimlerin yaşandığı bu
süreç “modernleşme” olarak ifade edilmiştir. Bu süreç içe-
sayfa 20 • Perspektif
risinde ulus, modern Batı dünyasının akılcılaşması ve bürokratikleşmesi süreçlerinden ve daha genel olarak toplumsallaşması sürecinden doğmuş tarihsel bir oluşumdur.
Ulus-devlet ise çıkar çatışmalarını ve etnik tutkuları denetim
altında tutan siyasi bir entitedir.
Ulus-devlet kavramının içeriği aslında basitçe ulusunu yaratmış bir devlettir. Modern devlet bir yandan toplumun (yurttaşların) katılım taleplerine kanal açarak yurttaşlarını tanımlamaya çalışırken, öte yandan topluma nüfuz ederek onları kontrol altına almaya çalışır. Resmi milliyetçilik bu durumun her iki yüzünde de işlevsel bir role
sahiptir. Resmi milliyetçiliğin ulus-devlet açısından taşıdığı önem, yurttaşların sahip olduğu farklı kültürel, etnik
ve dinsel unsurlarının devletin öngördüğü şekilde aynı pota içinde eritilmesi olarak özetlenebilir. Farklı tarih ve kültürden beslenmiş de olsa farklı topluluklar, bu tarih ve kültür kullanılarak milliyetçiliğin birleştirici ideolojik karakteri sayesinde yeniden inşa edilen ulus, böylece ulus-devletin en önemli figürü olmuştur. Sağlam bir devlet geleneğinin
şekillendirmesi sonucu, modern milletlerin kuruluşunda
önemli birer etken olan ortak paydaların bir süreklilik taşıması gerekmez, hatta; süreklilikmiş gibi gözüken tarihsel süreç çoğu zaman yapay varsayımlar ve zayıf kanıtlara
dayanır. Sonuç olarak devlet ile milletin, resmi milliyetçilik yoluyla bütünleşmesinin yolu da açılmış olmaktadır. Dolayısıyla ulus-devlet ile resmi milliyetçilik birbirini besleyen iki olgu olarak anılır.
Son dönemlerde ise ulus-devleti aşındıran kimlik talepleri yüksek sesle dile getirilmeye başlanmıştır. Kimliğe ilişkin siyasal hak taleplerinin teorik tartışmanın merkezine yerleşmesinin temeli, günümüz
çoğulcu toplumlarında kültürel açıdan
homojen bir ulus-devlet modelinden gittikçe uzaklaşan güncel gerçeklerle iç içe yaşıyor olmamızdır. Hükümetlerin, etnik
grupların, mezheplerin ve çeşitli kültürel
grupların siyasal hak taleplerinden kaçınması imkansızdır. Ulus-devletlerin siyaset
sahnesinin temel figürü olmasıyla birlikte oluşan azınlıklarla birlikte diğer kimlik
biçimlerinin siyasal hak talebinde bulunması Fuat Keyman’ın deyişiyle, “sistem-
kurucu ve sistem-dönüştürücü bir toplumsal gerçeklik” olarak değerlendirilmelidir.
Peki bu dönüşen sistem neydi ve nereye doğru dönüşmektedir. Dönüşen sistem, şüphesiz ki
katı ulus-devlet mantığına dayalı, ulusal ve uluslararası düzeyde işleyen ulus-devlet sistemidir.
Buna karşın kimlik taleplerinin bu derecede
önemli bir konum elde etmesinin arka planındaki gelişmeler üç temel başlık altında değerlendirilebilir. İlk olarak dengesiz değişimlerin sonucu olarak ülkeler arası çok yoğun biçimde gerçekleşen göç sonucunda aynı kültürel temelleri paylaşan bireylerin birer topluluk oluşturmasına neden oldu. İkincisi ise, Modernliğin insanlara
vaat ettiği rahatlık ve güven duygusunun reel olarak gerçekleşmemesinin bir sonucu olarak hak ve özgürlüklerin
gerek bireysel gerekse topluluk bazında yüksek sesle dillendirilmesidir. Üçüncüsü; “Devletlerin kontrol gücü ve
kabiliyetini yitirmesi, karar mekanizmalarında meydana gelen meşruiyet eksikliği ve devletin meşruiyet temin edici
idari düzenlemelerdeki yetersizliği” ile açıklanan, yeni kimlik ve yurttaşlık taleplerinin gündeme gelmesi ile yakından
bağlantılıdır.
Kuruluşlarından bu yana, ulus-devletin benimsediği biçimsel eşitlik ve kültürel homojenliğin ifadesi olan yurttaşlığın aynı zamanda derin bir çeşitlilik duygusunu içerdiği görmezden gelindi. Devletin farklılıkları önemsiz kılmaya eğilimli olduğu ve biçimsel eşitlik mantığının daima
aynılaştırma mantığına dönüşme potansiyeli taşıdığı bir gerçektir. Bu bağlamda, aynı ulusa ait bireylerin aynı dili (resmi dili) konuşması, bu aynılaştırma projesinin en önemli enstrümanı olmuştur.
Oysa günümüzde bireyler ve topluluklar bu aynılaştırma
projesinden rahatsız olmuş ve kendi anadillerini konuşma
özgürlüğüne sahip olmak için siyasal bir mücadelenin içine girmişlerdir. Gerek azınlık olarak görülmeyen fakat farklı bir anadile sahip topluluklar (mesela Türkiye’deki Kürtler) gerekse bir ülke içindeki azınlıklar kendi ana dillerini
hem eğitim hem de sosyolojik düzlemde engel olmaksızın kullanmak için haklı taleplerde bulunmaktadırlar. Bunun yanında hukuki statüleri bu iki örneğe uymayan ve ne
azınlık ne de kurucu unsur olarak kabul edilen ve hala “geçici işçi” gibi müphem isimlendirmelerle anılan topluluklar (mesela Almanya’daki Türkler), bu noktada en zor koşullara sahip ve en acil çözüm gerektiren bir konumdadırlar.
Anadilinin serbestçe kullanımına ilişkin talepler aynılaştırma (tektipleştirme) projesine karşı ulus-devlete bir
meydan okuma olarak belirmektedir. Ancak ulus-devleti
oluşturan tarihsel, siyasi, ekonomik ve sosyolojik düzlemdeki
tüm koşulların değişmiş olduğu gerçeğini göz önünde tutmak gerekir. Dolayısıyla, hangi hukuki statüye ve hangi aidiyeti taşıyor olursa olsun, hükümetlerin anadilinin (Tür-
kiye özelinde en başta Kürtçe’nin) kullanımına ilişkin talepleri meşru birer talep olarak karşılaması gerekmektedir.
Bu taleplerin on yıllardır yapıldığı gibi, ayrıştırıcı, bölücü
projelerin bir parçası olarak algılamak, bu meselenin çözümünü daha da zorlaştırmakta ve farklı kültürel toplulukları
marjinalleştirmektedir.
Halbuki anadilini kullanan insanlar, meşru bir talepleri karşılanmış olmanın psikolojik rahatlığıyla bir yandan
kendi kültürel zenginliklerini yaşatırken, öte yandan içinde yaşadıkları topluma daha kolay entegre olmaya başlarlar.
Siyasal, sosyal ve kültürel hakların karşılandığı toplumlarda
belli bir sayısal bir ağırlığa sahip bireyler aynı zamanda siyasal bir ağırlığa da sahiptirler. Meşru talepleri karşılanan
bireyler, elde ettikleri hakların devamı için, siyasal ağırlıklarını
yönetildikleri hükümetlere karşı muhalefet için değil destek olmak için kullanmak durumunda kalırlar. Görüldüğü gibi bu durum hem bireyler hem de hükümetler için çift
taraflı bir kazanca dönüşmektedir. Bununla birlikte farklı dilleri konuşan bireyler, ekonomik, siyasi ve sosyal düzlemdeki rekabet koşulları içinde varolabilmek için, kendi
anadillerini konuşurken, içinde yaşadıkları toplumun resmi dili de öğrenmek ve kullanmak zorundadırlar.
Sonuç olarak kapıdan kovulan değerlerin bacadan girmek için şartları zorladığı (özellikle Türkiye’deki) günümüz
koşullarında hükümetlerin, kendi toplumlarının güvenliğini elden bırakmaksızın, daha kapsayıcı ve daha özgürlükçü
entegrasyon modellerini benimsemesi gerekmektedir. İnsanların güvenliğini ve varoluş koşullarını tehdit etmeyen her türlü farklılık gibi anadilin kullanımı da bir tehlike değil bir zenginliktir. Özellikle de, yüz yıllardır aynı
topraklarda yaşadığımız, aynı dertlerle dertlenip, aynı sevinçleri paylaştığımız milliyetleri ve dilleri farklı kardeş
ya da komşularımızın kendi anadillerini kullanmak için
mücadele etmek zorunda olmaları herkes için utanılacak
bir durumdur. Azınlık ya da asli unsur, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, her topluluğun/milletin en tabii hakkı olan
anadilini konuşma/kullanma hakkı engellenemez/engellenmemelidir. M AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 2 1
dosya
Arapça: Müslümanların “Anadili”
Mustafa Duman • [email protected]
Arapça, doğu ve batı diye iki kısma ayrılan Sami diller
ailesinin batı kolunun en büyük dilidir ve İslamiyet öncesi
Arap yarımadasının muhtelif bölge ve kabilelerinde, birçok
lehçelerle konuşuluyordu. Ancak Arapça’nın esası olarak kabul edilen Kureyş lehçesi, lehçelerin en fasihi ve edebisi olarak kabul gördü.
“Araplar eski Cahilliye çağlarından beri dilleriyle çok öğünür ve gurur duyarlardı. Bir kıta şiirle övülen bir kabile yücelir, yerilen de alçalırdı. Edebi ürünlere son derece önem
veren Araplar, dillerinin büyüleyici etkisi ve ses ahenginin
güzelliğine kendileri de hayranlık duyarlardı. Bu ise; Arapçada kaidelerin matematiksel bağlantı, mantıklı düzen ve belagatının duyguları kendisine bağlayan ve başka bir dilde olmayan güzelliğinden doğuyordu.”1
Arapçanın başlı başına bir mucize olduğunu söylemek
mübalağa sayılmamalıdır. Kur’an-ı Kerim’in insan duyularına yansımasında görev yapan tek araç olarak Arapça gerçekten de mucizevidir. Bunu Arap olmayan yabancılar, özellikle oryantalistler de teslim etmiştir. Zira Batılı oryantalistler
kendi ifadeleriyle, Arapçaya karşı duydukları hayranlık ve
merakı başka hiçbir dile ve kültüre karşı duymamışlardır. Hatta denebilir ki onlar, başlangıçta İslam’ı çok merak etmiş olsalar bile, hedefleri doğrultusunda yola çıktıktan sonra İslam’ı ve Arapçayı araştırma konusunda zaman zaman bir
gel-git yaşamış, ama yolculuklarının ileri bir durağında İslam’dan çok Arapça üzerinde yoğunlaşmışlardır.” 2
sayfa 22 • Perspektif
Cahiliye döneminde önem kazanan Arap edebiyatı İslamiyetle birlikte zirveye ulaşmıştır. Kur’an-ı Kerim’in inzali ile yüksek belağatı ve icazı, cahiliye döneminin dil edebiyatçılarını hayrete düşürmüş, şairlerini aciz bırakmıştır. Ve
ayetlerin edebi mükemmeliyeti tartışmasız kabul görmüştür. İslamiyet ile birlikte günümüze kadar fasih Arapçanın
esaslarını ve edebiyatını oluşturan en mükemmel metin münakaşasız Kur’an-ı Kerim olmuştur. Kur’an’ın ezberlenerek
ve yazılarak muhafazasına paralel olarak anlaşılmasının da
muhafazası gerekince, Arapçanın bütün özellikleri günümüze
kadar korunmuştur.
İslam’ın evrensel bir din ve Peygamberimizin (sav) bütün insanlığa gönderilmiş son peygamber oluşu, kısa zamanda
İslam’ın birçok kavimin dini olmasına vesile olmuştur.
Arap olmayan diğer milletlerden yeni Müslüman olanların,
İslam’ın ana kaynaklarını anlamak için gayret sarfetmeleri
Arapçanın bütün özelliklerinin yazılı hale gelmesini sağlamıştır. Ve Arapça çok geçmeden, başka dillerin konuşulduğu
ülkelere hızla yayılmıştır. Böylece İslamiyet’in Arapça üzerinde büyük tesiri olmuş ve onu zenginliğinin zirvesine ulaştırmıştır.
İslam’ın yayılmasıyla Kur’an-ı Kerim’i doğru anlama eksenli ihtiyaçların başını da Arapça öğrenimi çekmiştir. İlk mühim gramer çalışması, Ebu’l Esved ed Duvelî’nin Kur’an’ın
kelime sonlarının harekelenmesi ile olmuştur. Hedef
Kur’an’ın her türlü bozulma tehlikesine karşı korunmasıdır.
İslam ile başlayan bu süreç içerisinde Arap edebiyatının
filoloji çalışmaları çok erken bir devirde başlamış ve neticesinde
birçok ilim dalı meydana gelmiştir. Akabinde klasik Arapçanın zengin kelime hazinesini derleme faaliyetleri devam
etmiş ve meşhur Arapça sözlük olan “Lisan’ül Arab”da geçen kelime adedi 4 milyon 493 bin 934’e ulaşmıştır. Bununla beraber kısa zamanda Arapçanın öğretimi sistemleşmiş ve her bir ilim dalında birçok
ekoller oluşmuştur, böylece Arapça kemale eren ilk
ilim dalı olmuştur.
Tabii ki, İslam’ın ana kaynaklarını anlama çerçevesindeki ihtiyaçlar Arapçayla sınırlı kalmamıştır; İslam’ın tefsir, hadis, siyer, fıkıh, kelâm gibi kendine özgü ilim dallarını doğurmuştur. Bütün bu ilimler aynı çerçevede dallanıp budaklanarak yüzlerce
dal olgunlaşmış, gelişmiştir. Ve tabiî ki, genel itibari
ile İslamî ilimlerin, özel itibari ile de dil bilimlerinin doğuşu ve gelişimin asıl etkeni, Kur’an-ı Kerim
ve Hadis-i şeriflere hizmettir.
Böylece Arapça, İslamî ilimlerin tahsili için öğrenilmesi gereken zorunlu alet ilimlerinin başında
yer almıştır.İmam Şatibî, İslamî ilimlerdederinleşmek
isteyenlerin seviyesini, Arapçayı anlayış derecesine
göre şöyle sıralar: “Arapçayı anlamakta mübtedi olan
kimse, şeriati anlamakta da mübtedir. Arapçayı anlamakta mutevassıt (orta) olan kimse, şeriati anlamakta da mutevassıttır ki, bu, son dereceye ulaşmamıştır.
Arapçada son dereceye ulaşan kimse, şeriati anlamakta da son dereceye ulaşır...”3
İslam dininin, bilim ve sanatın gelişmesini teşvik etmesi Müslümanlara has ilim dallarının yanında;
matematik, astronomi, haritacılık, coğrafya, fizik, kimya, tıp, jeoloji, mimari, sosyologi,veterinerlik, biyoloji,
tercüme faaliyetleri, devletlerarası hukuk gibi birçok ilim ve
sanat dallarında gelişimi de sağlamış ve Müslümanlar bu alanlarda ya ilk mucitler olmuşlar ya da onlara yenilik katmışlardır. Ve farklı milletlere mensup alimler, kaleme aldıkları
ilmi eserlerinin nerdeyse tamamını Arapça yazmışlardır.
Tarih boyunca milyonlarca elyazması ve kaynak eserlerin Arap asıllı olmayan binlerce alim tarafından Arapça
olarak kaleme alınmış olması, Arapçayı Müslümanların ortak ilim dili haline getirmiştir. İslam coğrafyasının aslen Arap
kökenli olmayan en ünlü medreselerini tarih serüveni içerisinde incelediğimizde, Arapçanın hem yabancı dil, hem de
öğretim dili olarak kullanıldığını görmekteyiz. Şu an dünya kütüphanelerinin en kıymetli eserleri konumunda olan
Arapça elyazmalarının ancak cüzi bir kısmı yayımlanmıştır.
Vahiy merkezli bir medeniyet inşa eden Müslümanlar,
kıyamete kadar bâki tek mucize olan Kur’an’-ı Kerim’in dili, Peygamber (s.a.v.)’imizin dili ve ibadet dili olan Arapçayı geçmişin, günümüzün ve geleceğinin tek ortak din ve medeniyet dili yapmışlardır. 14 asırlık raflarda tozlanan ilim ve
bilim müktesebatımızın ve medeniyyetimizin dili olması dolayısıyla bu dile şiddetli bir şekilde muhtaç olduğumuzu beyan etmek malûmu ilâm etmektir.
Tarihte birçok medeniyet yok olduğu gibi, medeniyet dilleri de yok olmuştur. Örneğin Batı medeniyetinin ortaçağda bilim dili Latince idi ve dolayısıyla ilmi eserler Latince olarak yazıyorlardı. Ancak günümüzde Latince ölü diller kategorisinde yer almaktadır. Arapça da diğer medeniyet dilleri
gibi yok olabilir ya da pasif hale gelebilirdi veya temel özelliklerini kaybebilirdi, ancak Arapça hayatiyetini İslam sayesinde devam ettirebilmiştir. Ve Arapçanın tüm zenginliği ile
tarih boyunca korunmuş olduğu gibi, gelecekte de korunacağının garantisi kuşkusuz din dili olmasından dolayıdır.
İslam medeniyetinin ve ümmetinin zenginliğinde, üretken olmasında ve devamlılığında farklı milletler tarafından
ortak bir ilim dili olarak kullanımı en önemli etken olmuştur. Ortak bir ilim dili kullanımı, çeşitli kültürler ve yerel dillere sahip olan alimlerin bilgi alış verişini kolaylaştırmıştır.
Onlar, yüzlerce yıllık ilmi mirasdan faydalandıkları gibi ay-
nı asırda yaşayan farklı ülkelerin alimlerinin bakış açıları, eleştirileri ve katkılarından da istifade etmişlerdir.
Bugün itibariyle Arap dili pek çok Müslüman halkın dillerini etkisi altına almıştır ve birçok kelime ve dini kavramlar bu dillere karışmış durumdadır: “Yapılan araştırmalarda da Arapça’nın Doğu Asya dillerine çok önemli etkisinin
olduğu ortaya çıkmıştır. Yakın zamanda yapılan bir araştırmaya göre, Arapçadan doğu dilleri olan Farsça’ya (%60,67),
Türkçe’ye (%65,30), Urduca’ya (%41,95), Tacikçe’ye
(%46,39), Afganca’ya (%56,99) oranında (Arapça kökenli) kelimenin girdiği belirlenmiştir.4
Arapça, birçok dil gibi bizim dilimizin de (hala) önemli bir bileşeni olduğundan ve yüzyıllar içinde şekillenmiş İslam medeniyetini sağlıklı bir şekilde anlamak ancak sağlıklı bir Arapça bilgisi ile mümkün olduğundan, ayrıca gelecekte
iddia sahibi olmak ancak geçmişi anlamakla mümkün olacağından Arapçanın sadece ilmi/entellektüel ilgi sahibi insanlar tarafından değil, yediden yetmişe her Müslümanın
öğrenmesi gereken bir ilim, kültür ve medeniyet dili ve dahi “Müslümanların anadili” olduğu hatırlanmalıdır.
Merhum Muhammed Hamidullah Hoca, Arapçanın sadece mecazi olarak değil, hakikat olarak da Müslümanların
anadili olduğunu şu şekilde ifade eder: “Arapça Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in zevceleri Müslümanların anneleri olduğundan Arap
dili de her Müslümanın anadilidir. Arapça her Müslümanın
anadili olduğundan, onu öğrenmesi, hiç olmazsa alfabesini öğrenmesi bir vazifedir. Bu suretle Müslümanlar en
azından Kur’an’ı asıl metninden okumak kabiliyetini elde
etmiş olurlar.”5 1
el-Lugatu’l-‘Arabiyye ve‘l-‘Alamu’l-Cemahiri-,Zeki el-Cabir,Tunus 1990,
s. 305.
2
Arapça’nın Önemi ve Türkiye’de Karşılaştığı Sorunlar, AYDIN Ferit
,İst., 2003.
3
el-Muvafakat, Şatibi ,Kahire c. 4. s. 114.
4
Alemiyyetu’l – Luğati’l Arabiyye, El- Hac Muhammed, 1990, Tunus,
s. 263
5
İslama Giris, Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, Nur Yay., Ank., s.280
M AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 2 3
islam ve hayat
Toulouse Olayları ve
Muhammed Merah’ı Tanı(mla)yabilmek!
Mahmut Aydınel • [email protected]
Cezayir medyasının “bir Fransız vatandaşı”, Fransız medyasının ise “Cezayir asıllı radikal bir Müslüman” tanımlaması yaptığı Muhammed Merah’ın kim olduğunu anlamak
gerçekten de zor. 3 askeri, 3 çocuğu ve bir hahamı soğuk
kanlılıkla öldüren Muhammed Merah’ın kimliği henüz su
yüzüne çıkmadığı dönemde kendisi “antisemitist bir katil” iken, olayların faili olduğunun anlaşılmasının akabinde, Cezayir kökenli bir Müslüman olması sebebiyle birden
“İslamcı terörist” haline dönüştü.
10 Ekim 1988 tarihinde Toulouse’da doğan Muhammed Merah’ı tanıyabilmek ya da tanımlayabilmek için kendisine verilen isimler/sıfatlar bu kadarla
sınırlı değil kuşkusuz. Meselâ Muhammed Merah’ı Muhammed Merah yapan etkenlerin ne olduğunu ortaya
koymak için sorulan; “Ayırımcılığın, yoksulluğun ve adaletsizliğin ektiği tohumlar mı?”1, yoksa “Terörizmin nefret tohumlarını ektiği aşırı dinci bir zihniyet mi?”2 soruları, cevaplanmaya çalışılan, olayı anlamaya yönelik
çaba sarfeden uzmanların ortaya attığı sorular. Bu soruların hemen hiçbirinin, cevapları üzerinde ittifak edilmesi mümkün olmayan sorular olması bir yana, olaya
kimin, hangi amaçla, nereden baktığını gözlemlemek
adına zikretmeye değer görünüyor. Ve farkedileceği üzere, soruların ilk bölümü İslamî hassasiyet sahibi olanların sorularını, ikinci bölümü ise İslam ile “problemi”
olanların ya da İslam’ı bir problem olarak görenlerin
sorularını özetliyor.
Almanya, İngiltere, Hollanda
derken şimdi de Fransa, ülkenin temel sosyal sorunlarının faturasını
ülkedeki (Müslüman) göçmenlere ve onların kültürlerine kesip,
problemi çözmeye çalışıyorlar.
Öyle ki, süregelen sosyal bunalımların çok kültürlülükten kaynaklandığı iddiası, “çok kültürlü-
sayfa 24 • Perspektif
lük artık ölmüştür” denilerek resmî söyleme dönüştürülmek isteniyor. Müslümanların eşit haklara sahip olması bir tarafa, en temel insani hakları dahi yasal düzenlemelerle kısıtlanıyor. Artık her şeçim kampanyasının
temel konusunu neredeyse, “Müslümanların haklarını
nasıl daha çok kısarız?” sorusuna cevap bulma yarışı oluşturuyor. Türkiye’nin önde gelen sosyologlarından olan
ve şu anda Paris’te öğretim görevlisi olarak bulunan Prof.
Dr. Nilüfer Göle bu gelişmeleri, “Avrupa’nın bir İslam
meselesi var, iki taraf da birbirinin tolerans eşiğini sınıyor. Müslümanlar o eşiği aslında pek sınamadı, daha
çok boyun eğdi”3 şeklinde yorumluyor.
Müslümanlar bu ve benzer durumlar sonrası takınılan
tavırdan, çeşitli bahanelerle ayrımcılığa ve adaletsizliğe uğradıkları sonucunu çıkarırken, meseleyi temelde
“İslam’ın bir din olarak kendi hastalığı” olarak görenler de sadece önlem aldıklarını ileri sürüyor. Nitekim,
Muhammed Merah’ın saldırılarının sonrasında Fransa
Cumhurbaşkanı Nikolas Sarkozy’nin bizzat kendi talimatı ile, önlem olarak Yusuf el Kardavi, Kudüs Müftüsü İkrime Sabri, meşhur kârilerden Abdullah Basfar gibi Müslüman alimlerin “Fransa’da yeri olmadığı” gerekçesi
ile ülkeye girişlerinin yasaklanması, Avrupa’nın genç nesil Müslüman düşünürlerinden, Mısır kökenli ancak İsviçre’de doğup eğitim gören Prof. Tarık Ramazan’ın, “gelmese daha iyi olur” denilerek Paris’teki bir toplantıya
katılmasının engellenmeye çalışılması ve nihayet tam
da seçim öncesinde “radikal İslamcıların” evlerine baskınlar yapılarak göz altına alınmaları, probleme bu tarz
‘‘önlemler’’ ile çözüm bulunacağı inancını taşıyan “resmî” görüşü yansıtıyor. Ve her ne
kadar, olur olmaz ve bazen profesyonelce organize edilen her
olay sonrasında büyük baskıya
maruz kalan Müslümanlar, “İslam
terör ile bağdaşmaz” diyerek, bu
tarz kişilerin “İslamcı terörist” sıfatını almalarını kabullenmese
de, bu Müslümanların üzerindeki sosyal ve siyasal baskının şiddetini
değiştirmiyor.
Toulouse olayının ayrıntılarına dönecek olursak; hikaye o ki, 23 yaşındaki Muhammed Merah, son yıllarını çeşitli suçlardan dolayı hapiste geçirmiştir. Fransa ordusuna asker olarak girmek ister, fakat, sicilinde “kabarık bir
suç zinciri” olduğu için orduya alınmaz. Birçok iş başvurusu sonuçsuz kalır. Ve Merah en
sonunda, uzun süre işsiz kalması sebebiyle parasız olmasına (?) rağmen hayatını değiştirecek bir yolculuğa başlar. Türkiye, Suriye, Mısır, Ürdün, Tacikistan, Afganistan, biri “terörist
eğitimi” almak için olmak üzere iki kere Pakistan ve ardından nihayet İsrail’e gider. 4
Bu uzun ve sır dolu yolculuğun ardından, dönüşünü müteakip, 3 Kasım’da Toulouse’da hepatit hastalığına yakalandığı için bir hastanede tedavi görür. Tedavisinin ardından, silah ve motosiklet temin ettikten sonra
da, önce 3 askeri, arkasından 3’ü çocuk, birisi de haham olmak
üzere bir Yahudi okulu çıkışında 4 kişiyi öldürür. Üstelik eylemlerini de kameraya alır. “Önümde diz çöktüreceğim” dediği Fransa’nın güvenlik güçleri tarafından öldürülen Merah’ın
bu filmi, daha sonra Al Jazeera televizyonunun Paris bürosuna gönderilir (gönderilen görüntüler, Sarkozy’nin özel ricası
ile yayınlanmamış olsa da).
Merah’ın elini kolunu sallayarak gezdiği, istihbarat
birimleri ile telefon konuşması yaptığı ülkelerin “güvenlik
histerisi” içerisinde hareket ederek, uçan kuştan bile şüphelendikleri göz önünde bulundurulduğunda, hele hele Pakistan Talibanı’nın “evet onu biz eğittik” itirafında bulunması dikkate alındığında, Merah’in gerçekten
de gereğinden fazla “şanslı” olduğu ortaya çıkıyor.
Gezdiği o o kadar ülkeden sonra, İsrail’e giriş hikayesindeki o problemsizliği bir tarafa, Taliban kamplarında ismini dahi değiştirmeden eğitim yapması bile, olayların göründüğü kadar açık olmadığını ortaya koymaya yetecek cinsten. Bölgeyi iyi bilenler, Merah’ın, herhangi bir şüpheyi üzerine çekmeden, bu gencecik ve “Arap
görünümlü” haliyle daha önce 13 Kasım 2010’da Kabil’e, oradan da 22 Kasım’da Kandahar’a nasıl ulaştığını merak etmekten kendini alamıyor.5 Uluslararası yardım kuruluşlarını dahi, binbir sorgulamadan geçirmeden bölgeye girmelerine izin vermeyen Pakistan istihbaratı, nasıl oluyor da Merah’ın cebinde pasaportu ve
elinde uluslararası telefonu ile geçişine ve “terörist
eğitimi” almasına müsaade ediyor? Buna benzer sorular uzayıp gidiyor. Ve özel eğitimli polislerin nedense
kafasından vurarak etkisiz hale getirmeyi tercih ettiği,
yaklaşık bir yıldır telefonu polis tarafından dinlendiği
iddia edilen, Fransız istihbaratının eski başkanının
“polis ajanı” olduğunu söylediği ve nedense sadece olay
günü polis tarafından takip edilmeyen Merah’ın işlediği
iddia edilen cinayetlerin ardından zaten ayakta olan Fransız sağı elbette şaha kalkmış bulunuyor.
Peçesinden minaresine kadar yasaklarla görünmez
kılınmaya çalışılan, “helal et” gibi suni tartışmalarla sindirilen Müslümanlar, şimdilerde Merah olayının ardından
bir kez daha hedef tahtasına konmuş durumda.6 Kanaatimizce, asıl üzerinde durulması gereken konu da bu:
Farz edelim ki fark edilen ve zikredilen bütün o ayrıntılardaki tutarsızlıklar/çelişkiler/şüpheler spekülatif,
sivri zekalı bir takım zevatın komplo teorilerinden ibaret, ve yine farz edelim ki, bu saldırıları tüm profesyonelliği ve bireysel çabaları ile Muhammed Merah planladı ve yaptı, bu durumda bütün Müslümanların ve İslam’ın sanık sandalyesine oturtulmasının anlamı nedir?
Münferit bir olay nedeniyle bütün bir dinin mensuplarının
ve Fransa’daki Müslüman göçmenlerin töhmet altında
bırakılması (en çok) kimin işine yarar? Anlaşılan o ki,
soğuk savaş sonrasında yeni öteki/düşman ilan edilen,
11 Eylül saldırıları sonrasında bu düşmanlığın alenen
ifade edilmeye başlandığı oyunun son perdesi Toulouse’da
sergileniyor. Ve İslam dininin sürekli suretle terör ve terörist vb. kelime ve sıfatlarıyla anılma çabası konusundaki ısrar uzunca bir süre daha devam edeceğe benziyor. Dolayısıyla yapılması gereken, -akl-ı selim ve soğukkanlılıkla gelişmeleri izleyip-, bu algının oluşmasına razı olamayacak Müslümanlar tarafından da aynı ısrarın gösterilmesi. 1
http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=24.03.2012&y=AyseBohurler
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1083008&Yazar=EZGI-BASARAN&CategoryID=97
3
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1082906&Yazar=EZGI-BASARAN&CategoryID=97
4
http://www.jpost.com/Defense/Article.aspx?id=263485
5
http://tempsreel.nouvelobs.com/monde/20120328.OBS4777/mohamed-merah-s-est-il-forme-lors-de-ses-voyages-a-l-etranger.html
6
http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=09.04.2012&y=HilalKaplan
2
M AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 2 5
gündem
Solingen Katliamı ile
Su Yüzüne Çıkan “Hatıralar”
Zekiye Topatan • [email protected]
Almanya gündeminin en popüler ve dolayısıyla en çok
istismar edilen konularından birisi ırkçılık kavramı kuşkusuz.
Tarihi zulüm kokan kimi gelişmeleri barındıran ve halkının bunun sonuç ve faturalarını ağır ödemiş olduğu bir devlette bu konunun hala güncel ve tartışılır olması şaşırtıcı
olduğu kadar üzücü de. Fakat birçok araştırmanın tespit
ettiği üzere, Avrupa genelinde olduğu gibi Almanya’da da
ırkçılık her geçen yıl ile birlikte biraz daha artan ve genç
nesiller arasında gittikçe daha az ürkütücü bulunan bir kavram. Özellikle ikinci dünya savaşından sonra hızla apolitikleşen ve idealsiz yaşayan bir Almanyalı/Avrupalı nesilden sonra, çığ gibi büyüyen bir tehlike bizi, belki de çocuklarımızı beklemekte. (!) Kuşkusuz bu kuşkuya ve hatta korkuya kapılmamıza neden olan önemli faktörlerden
birisi son dönemlerde ortaya çıkan ve devlet içi kimi kişi
ya da kurumlar tarafından da desteklenmiş olduğu anlaşılan göçmen cinayetleri. Fakat ırkçılık ve göçmen cinayetleri
-şu an basında da yer aldığı gibi- sadece son birkaç yılı kapsamamakta kuşkusuz…
Unutulmamalıdır ki, 29 Mayıs 1993 tarihinde Almanya’nın Solingen şehrinde 18 ile 24 yaş arası dört neonazi genç tarafından göçmen bir Türk ailesine karşı
kundaklama girişiminde bulunulmuş ve bu ırkçı gençler
eylemlerinde başarılı da olmuşlardı. Bu katliamı planlayıp ugulayan aşırı sağcı
dört Alman genci, Genç ailesinin evini kundaklamakla kalmayıp evde bulunan Gülsün İnce (28), Hatice Genç
(18), Gülistan Öztürk (12),
Hülya Genç (9) ve Saime
sayfa 26 • Perspektif
Genç’in (5) feci şekilde yanarak can vermelerine sebep olmuşlardı. Aynı ailenin o dönem 15 yaşında olan oğulları
Bekir Genç ve üç yaşındaki torunları Güldane İnci ise ağır
yaralı olarak kurtarılabilmişti. Vücudunun üçte birinden
fazlası yanan ve bugüne kadar 30’dan fazla nakil ameliyatı
geçirmek zorunda kalan Bekir Genç hala sağlığına tam olarak kavusabilmiş değil. O günkü korkunç yangında iki kızlarını, iki torunlarını ve bir yeğenlerini kaybeden Mevlüde ve Durmuş Genç çifti ise, pencereden atlayarak yangından
kurtulabilmişlerdi. Bugün itibariyle bedenen ciddi sağlık
problemi çekmeyen çift (!), o günden bu yana psikolojik
tedavi ile ayakta durmaya çalışmaktalar.
Bu faciaya sebebiyet veren dört Alman gencin ise, olaydan kısa süre sonra yakandıklarında, aşırı sağcı gruplarla
irtibatta oldukları anlaşılmıştı ve 24 yaşındaki Markus G.’ye
15 yıl olmak üzere, diğer üç suçlu Felix K. (18), Christian R. (19) ve Christian B. (22) onar yıl hapse mahkum edilmişti. Ayrıca -olaydan sonra hala sağlığına kavuşamayanBekir Genç’e 250.000 Mark ödemek üzere tüm mahkumlar
para cezasına çarptırıldı. Fakat bu ödeme -katliamdan 19
yıl geçmiş olmasına rağmen- mahkumların paraları olmadığı
gerekçesiyle tabii ki gerçekleştirilemedi. Ürkütücü olan, Solingen katliamının 19. yılının anılacağı şu günlerde, mahkumların dördünün de serbest bir şekilde Solingen şehrinde yaşamaya devam etmekte olmaları. Üstelik mahkumlardan ikisi cezaları bitmeden ‘‘iyi halden‘‘ serbest bırakıldılar.
Bu feci saldırıdan sonra her sene, 29 Mayıs’da kundaklamanın gerçekleştigi
Wernerstraße’de kundaklanan evin önünde bu katliamı unutmamak adına kurbanları anma törenleri düzenleniyor. Mevlüde ve
Durmuş Genç çifti Solingen şehrinde yaşayan Almanlar ve aynı şehirde yaşayan
Türkiyeli göçmenler için bir
köprü görevi gördüğünden
birçok Alman ve Türk sivil
toplum kuruluşu ile birlikte
ırkçılığa karşı düzenlenen seminer ve sempozyumlarda yer
alıp, bir nebze de olsa acılarını dindirmeye çalışıyorlar. Ayrıca, Solingen Belediyesi ve birçok sivil toplum kuruluşunun ortak çalışmalarıyla bu ırkçı katliamda ölenlerin unutulmaması adına Solingen şehrinde anıtlar ve FrankfurtBockenheim’ın bir alanına -kundaklamada çoçuk yaşta hayatını kayıp eden- Hülya Genç’in ismi verilerek „HülyaPlatz“ yapıldı.
O günden bugüne kısa bir ufuk turu yapıldığında 19
yıl içerisinde aslında Almanya’daki göçmen tasavvurununun pek de değişmediğini ve o dönem tartışılıp gündemden düşmeyen konuların bugün için de aktuel olduğunu
rahatlıkla söyleyebiliriz. Günümüzde sosyal hayatta sıkça
yaşanan dışlanmalar ve ayrımcılıklar dışında son günlerde patlak verip, ‘‘kazara‘‘ ortaya çıkan Neonazi cinayetleri, Alman medyası tarafından verilen ismiyle „döner cinayetleri“ -ki bu verilen isim bile göçmenlere karşı uygulanan önyargının bir sembolüdür- ırkçılığın hala çok canlı
olduğunu ve hatta geçmiş senelere oranla artışta olduğunu göstermektedir.
2009 yılında Dresden kentinde mahkeme salonunda
bir neonazi tarafından ve herkesin
gözü önünde 18 yerinden bıçaklanarak şehit edilen üç aylık
hamile Merve El Şerbini cinayetini
gözlerimizin önüne getirdiğimizde de, ırkçılık kavramının
tarihte kalmayı beceremeyen ve
günümüzde hala kötü sonuçlar
doğuran bir konu ve kavram olduğunu herhalde görmezlikten
gelemeyiz.
Peki bizler bu olumsuz gidişatın seyircileri olarak kalmakla
mı yetinmeliyiz? Bazı göçmen kökenli kişilerin de ifade ettikleri gi-
bi; kendimizi savunmaya geçmek, korumak
ve aynı şekilde cevap vermek en tabiî hakkımız değil midir? Bu soruları kendimize
sormadan önce gidişatımıza adeta ışık tutacak ve ırkcılığın hayatımızdaki yerinin ne
olması gerektiğini bize gösterecek olan Allah Rasülü’nun (s.a.v.) Veda Hutbesi’nde
bahsetmiş olduğu evrensel ve herkesi kuşatıcı sözlerini hatırlamakta ve hatırlatmakta
yarar olacak: ‘‘Arab’ın Aceme, Acemin Arab’a,
hiçbir beyazın siyaha, hiçbir siyahın da beyaza üstünlüğü yoktur. Allâh-u Teâlâ katında üstünlük ancak takva iledir.“ Efendimizin (s.a.v.) bu sözlerinden de anlaşılacağı üzere hiçbir ırk ya da millet, diğer
bir ırktan sadece isimleri, mensubiyetleri, derilerinin renkleri farklı olduğu için daha üstün değildir. Üstünlüğün sadece takva da olması ve aranması gerekliliği hasebiyle bizler, insanları ve sosyal çevremizi şekillendirirken ırkçılığa asla yer vermemeye özellikle özen göstermeliyiz. Bize yapılan haksızlıklara, aynı şekilde adaletsiz biçimde cevap vermek, rasyonel bir hareket olmayacağı gibi, bir dinin, kültürün,
dünya tasavvurunun taşıyıcıları ve temsilcileri olarak bizlere yakışmayacaktır da.
Solingen katliamının 19. yılı dolayısıyla Alman-Türk
ilişkilerinde bize düşen görevleri tekrar gözden geçirip elimizden geleni yapmaya özen göstermeliyiz. Bununla birlikte, bizlere yapılan haksızlıklara –başka insanların hakkını çiğnemeden- karşı durmalıyız ki, yapılan saldırıların
önüne geçilsin ve teşvik edilmesin. Yükselen aşırı sağcı ve
dahi ırkçı tutum ve davranışlara karşı soğuk kanlılığımızı
yitirmeden, akl-ı selim ile hareket etmek yapılması gereken en başat vazifemiz olmalıdır. Solingen’lerin ya da ‘‘Döner Cinayetleri‘‘nin tekrar edilmemesinin en önemli şartı, yeni nesillere çok kültürlülüğün bir tehlike değil, bir zenginlik olduğunun öğretilmesinden geçmektedir. M AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 2 7
gündem
Bir Cahiliye Adeti:
Hindistan ve Çin’in “Kayıp” Kız Çocukları
Fatma Çamur • [email protected]
“Onlardan birine Rahman olan Allah’a isnat ettikleri bir
kız evlâd müjdelense içi öfkeyle dolarak yüzü simsiyah kesilirdi.” (Zuhruf Sûresi, [43:17]),
“Diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun hangi suçla
öldürüldüğü sorulduğu zaman.” (Tekvir Sûresi, [81:8-9]),
“Ortak koştukları şeyler, müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi süslü gösterirdi.” (En’âm Sûresi, [6:137])
Yukardaki ayetler cahiliye devrindeki Araplar için inmişti.
Kız çocuklarını diri diri toprağa gömen Araplar bu şekilde
uyarılmıştı. Aradan 1400 yıl geçmiş olmasına rağmen kız çocuklarına yönelik olan o dehşet verici yaklaşım ve davranış
şu anda bizden binlerce kilometre uzakta da olsa hala güncelliğini koruyor.
Bir cahiliye geleneği olan kız çocuklarının öldürülmesi,
yazılım ve teknoloji devi Hindistan’da ve hızlı bir ekonomik
gelişme yaşayan Çin’de hala ve tüm şiddetiyle devam ediyor. Milyonlarca kız çocuğu diri diri toprağa, kuyulara gömülüyor veya kürtajla öldürülüyor.
Aile planlama kanunlarına göre birden fazla çocuk sahibi olmanın 1997 yılından beri yasak olduğu Çin’de bebek
kıyımları cinsiyet farkı gözetilmeden yapılmasına rağmen,
kız çocukları daha sık feda ediliyor. Hindistan’da doğumdan önce bebeğin cinsiyetinin öğrenilmesi yasak. Nitekim
Times Of India Gazetesinde yayımlanan bir habere göre,
“bebeklerin cinsiyetinin önceden tespit edilebilmesi, erkek
sayfa 28 • Perspektif
çocuğunun özellikle tercih edildiği Hindistan’da milyonlarca
kız bebeğinin gün ışığı görmeden öldürülmesine yol açıyor.”
Bu vahşetin en ürkütücü örneği, 71 ceninin içine atıldığı bir
kuyunun 12 Ağustos 2006 günü Hindistanın kuzeyindeki
Puncab eyaletinde bir hastanenin yakınında bulunması olmuştu. Hastanede görevli doktorların yasa dışı kürtaj yaptığı düşünülüyordu. Ve Times of India Gazetesinin haberine göre daha önce o bölgede başka bir kuyu daha bulunmuştu.
Esasen Hindistan’da konu ile alakalı çok sıkı kanunlar
var: Kürtaj sadece sağlık problemleri olduğunda veya tecavüz durumunda mümkün. 20. haftadan sonra ise kürtaj yasak. Cinsiyet sebebiyle kürtaj yaptıranlar 5 yıl hapis cezasına çarptırılıyor. Çin’de kürtaja karşı açık bir kanun yok, ama
cinsiyet sebebiyle yapılan kürtaj Hindistan’da olduğu gibi
orada da yasak.
Bilindiği gibi, ultrason cihazlarının 1985 yılında kullanıma girmesinden bu yana aileler doğacak çocuklarının cinsiyetini öğrenebiliyorlar. Ve tabii, bu teknolojik gelişme birçok sorunu da beraberinde getirdi. Çocuklarının cinsiyetini öğrenen ailelerin istemezlerse kürtaj yapmaları artık
mümkün. Hindistan ve Çin’deki doktorlar için kanunen yasaklanmış olmasına rağmen, ultrasonla ailelere çocuklarının
cinsiyetlerini bildirmek büyük bir para kaynağı.Ve tahmin
edileceği üzere, iki ülkeye de her yıl binlerce ultrason cihazları
satılıyor.
Hintli aktivist Ranjana Kumari’ye göre ise zengin ve akademik ailelerde kürtaj daha yaygın, çünkü maddi durumları buna el veriyor. Ultrasonla bebeğin cinsiyetini anlamanın mümkün olmadığı zamanlarda da kız çocuklarının ayrımcılığa uğramadan rahat büyüdüklerini söylemek tabii ki
çok zor. “Doğma şansına sahip olabilmiş” kız çocuklarını “bakımsızlıktan” hastalanıp öldüğü acı bir gerçek.
Bununla birlikte, son yıllarda sıkça rastlanılan ceni kuyuları
artık hem Hindistan’da hem de tüm dünyada sayıları az da
olsa vicdan sahibi bir avuç insanı harekete geçirmiş görünüyor.
Hükümetin kız çocuğu cinayetlerine karşı kampanyalar sürdürüyor olmasına ve birçok kadının kürtaj yaptırmak istememesine rağmen, bu hamile kadınlar ailelerinin ve özellikle
kocalarının kararlarına karşı gelemiyorlar.
Bu vahşi tutum ve anlayışa karşı çıkan ve bütün gücüyle
bu durumu değiştirmek isteyen kadınlardan biri Meethu Khurana. Meethu doktor ve ikiz çocuk annesi, 7 yıl önce kendi-
si de doktor olan eşiyle evlendiğinde ve çocuk sahip
olacaklarını öğrendiğinde eşinin zengin ve okumuş ailesi bebeğin cinsiyetini öğrenmek istemiş. Hem kanunen
yasak olmasından hemde başına gelecekleri sezdiğinden
dolayı Meethu bunu istememiş. Ama torunlarının erkek olmasını dileyen ailesi Meethu’nun yemeğine yumurta katmış ve yumurtaya karşı alerjisi olan Meethu’yu böylelikle doktora götürebilmişler. Doktorda ikiz
çocukların kız olacağını öğrenen aile hamile kadını odaya kilitlemiş, yemek vermemiş ve düşük yapması için
merdivenden atmış. O da kız çocuklarını öldürmek isteyen kocasına dava açmış. Yıllardır bu dava ile uğraşan Meethu hala bir sonuca varabilmiş değil, buna rağmen başlatmış olduğu cesur başkaldırış Hindistanlı kadınlar için ilham kaynağı.
Meethu kadar cesur olamayan veya hiçbir eğitim görmemiş olduğundan dolayı eli kolu bağlı olan kadınların bir
başka problemi ise, kız çocuklarının ve genel olarak kadınların fazlalık olarak görüldüğü bir toplumda yaşamanın beraberinde getirdiği psikolojik travmalar. Buna ilaveten kürtajın bir anne üzerindeki ruhsal tahribat da üstesinden gelinmesi zorunlu problemlerden biri olarak kendisini gösteriyor. Kendi bebeklerini canlı canlı öldürmüş olmanın oluşturduğu ruhsal bozukluklar kadınları intihara kadar sürükleyebiliyor. Ve en fazla kadın intiharı Dünya Sağlık Örgütü’ne göre Çin’de yaşanıyor. 15-34 yaşları arasında kırsal kesimde yaşayan kadınlar genellikle ucuz olan tarım ilaçlarından
içip hayatlarına veda ediyorlar.
Peki bu tutum ne zamandan beri mevcut ve nereden kaynaklanıyor? Kız çocuklarına karşı bu yaklaşım çok eski geleneklere dayansa da, modern hayatın zorlukları ve modern
toplumun beklentileride bu tutumun giderek yaygınlaşmasına
yol açıyor. Bunun dışında ilerleyen teknoloji sayesinde kürtaj her geçen gün daha da kolaylaştırılıyor. Aileler, herhangi bir ticari avantaj sağlamayan ve ceyiz masrafları çok fazla olan kızlara karşı, güzel düğünler yapalabilecek erkekler
tercih ediyorlar ve erkek çocuk sahibi olmak toplumda daha itibarlı olarak görülüyor. Zira ailenin soyunu erkek çocuğun devam ettirdiği düşünülüyor ve erkek çocuğu olmayan babanın soyunun kesileceği inancı birçok babayı tedirgin
ediyor. Yani sadece ataerkil düşünceler ve cahillik değil, Asya’nın gelişen ekonomisi ve insanların yaşam tarzı da sebep
oluyor bu cinayetlere. Hindistan da Çin gibi “Batı”yı örnek
aldığı için, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi yavaş ilerleyen nufüsu gelişmişlik göstergesi olarak görüyor ve bu yüzden Çin’de
olduğu gibi kanunlar çıkartıyor.
Tüm bunların sonucu ise çok büyük facialara yol açacak düzeyde: Hindistan ve Çin’de her yıl toplam 85 milyon kız çocuğu dünyaya gelmiyor/getirilmiyor. Ve bu kızların yokluğu farklı birçok sorun ortaya çıkarıyor: Nüfuslardakı erkek ve kız oranında dengesizlik ortaya çıkıyor. Bu
iki ülkenin dünya nüfusunun %40’ını oluşturduğu göz önün-
de bulundurulsa, bu dengesizliğin bütün dünya için ne kadar büyük bir önem taşıdığı ortada. Normal şartlarda ancak savaş gibi olağanüstü hallerde değişen nüfustaki cinsiyet oranları günümüzde toplumların kendi eliyle değiştiriliyor.
Ayrıca, kadın nufüsünun düşük olduğu bölgelerde organize suçlar, fuhuş, kriminel gruplar ve insan ticareti artıyor. Bunun dışında bekar erkek nüfusu hızla ilerliyor. Evlenecek kadın bulamayan erkekler ailelerine fakir bölge ve
ülkelerden para karşılığı gelin getiriyorlar. Vietnam’da fakir
insanlar kızlarını zenginlere satmayı çoktan bir geçim kaynağı haline getirmiş durumda. Bu nedenle Vietnam’da
özellikle fakir bölgelerde erkek nüfusu kadın nüfusunun bir
kaç katı.
Hindistan da yapılan araştırmalara göre en fazla cinayet
oranı fakir insanların yaşadığı bölgelerde değil, kadın nufüsun
az olduğu bölgelerde gerçekleşiyor. Ve daha da ürkütücü olanı, toplumda itibar sahibi olabilmek için zengin aileler sadece kürtaja başvurmuyor; Hindistan’ın Indore şehrinde 300
kıza cinsiyet değiştirme operasyonu yaptığı söyleniyor. Ülkedeki kadın ve çocuk hakları dernekleri ise kişi başı yaklaşık 3000 Dolara mal olan bu operasyonlarının artık “sosyal
bir çılgınlık” haline geldiğini öne sürüyor.
Bütün bu “cahilliğe” bir de batıl inançlar eklenince ortaya kelimenin tam anlamıyla dehşet verici sonuçlar da çıkabiliyor. Örneğin, Ocak ayında 7 yaşındaki bir kız çocuğunun Hindistan’da bol hasat için kurban edilmesi ve karaciğerinin tanrılara sunulması bu sonuçlardan biri. Cinayet,
küçük bir kız kurban etmenin daha çok mahsul getireceği hurafesine inanan orman kabilesinin iki üyesi tarafından işlenmiş... Kısaca, Hindistan ve Çin de yaşanan bu olayların bize gösterdiği şu: Cahiliye devrinin birçok özelliğini her çağda olduğu gibi bugün de, hemen her toplumda
bulmak mümkün. Ve sorun biraz da, bu insanların “modern” cahiliye içinde yaşamalarının rahasız/huzursuz etmediği, kendini bu durumdan sorumlu hissetmeyen bizlerde... M AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 2 9
kültür
İstanbul,
Fatih Tarafından Şerhedilen Şehir
İlhan Bilgü • [email protected]
İstanbul’un fethinin kutlanması artık hem Türkiye’de
hem de Türkiye dışında yaşayan Türkiyeliler arasında neredeyse bir gelenek haline geldi. Mayıs ayının son haftalarında düzenlenen programlarda fetih çeşitli yönleri ile
anılır oldu. Şimdilerde Türkiye ve Türkiye dışında tartışmalara maruz kalan ‘‘Fetih 1453’’ filmi ile de konu çok daha güncel bir hale geldi. Bununla birlikte, İstanbul’un 1453
yılında fethedilmesine rağmen bu fethin ancak 1910 yılında
ilk kez kutlanmaya başlanması gerçekten de ilginç ve zikredilmeye değerdir. 457 sene sonra ilk defa gündeme gelen fetih kutlamalarının, sosyal, siyasal, askeri ve ekonomik bunalımlara sahne olan bir ülkede, yeni bir “millî” heyecan ve kimlik oluşturma çabası olup olmadığı elbette ki
sosyologların ve tarihçilerin incelemesi ve analiz etmesi gereken önemli ve hala güncel bir tarihsel gelişmedir. Ancak
bu kutlamaların bugün de sürüyor olması, malum sosyal
ve siyasal bunalımların bir yönüyle hala devam ediyor olduğunu göstermektedir (!).
İstanbul’un fethi, “onu fetheden kumandan ve ordunun” şahsiyeti, kimliği, hedef ve ufku ile ilgili ipuçları da
verir kuşkusuz. Her şeyden önce, fâtihine, “ya ben onu alı-
sayfa 30 • Perspektif
rım, ya da o beni alır” ifadesini kullandıran bir kent ya da
ülkenin, kuşkusuz “düşmanını” cezbeden bir yer olması gerekir. Sadece, jeopolitik konumu bir beldenin fethedilme
isteğini açıklayamayacağı gibi, “Bizans’ın kokuşmuşluğu
ve entrikaları” da bu ülkenin fethedilebilme sebebinin açıklayıcısı olmaktan uzaktır. Napolyon’un asırlar sonra İstanbul
için söylediği, ‘‘si le monde était un seul pays, puis Istanbul serait sa capitale’’ (dünya tek bir ülke olsaydı, o ülkenin başkenti İstanbul olurdu), cümlesi, İstanbul’un neredeyse bir şehir olarak kuruluşundan bu yana küresel ve kültürel bir merkez olduğunun ispatlarından biridir. Nitekim
şehrin kendini teslimiyetinin hemen arkasından “Ebu’l Feth:
Fethin Babası” olacak olan II. Mehmet daha sonra “Fâtih”
olarak karşımıza çıkacak ve bu şehri, yok etmekten ziyade ve fethedip ‘‘yoluna devam etmekten’’ çok öte, onu gerektiği/hak ettiği gibi okuyacak, şerh edecek, ihya edecek,
canlandıracaktır ve pek çok yönüyle sadece dünyanın değil, ‘‘alem’’in merkezi kılacaktır. Öyle ki, bu dillere destan,
hadislere konu olan şehrin resmî adı uzun zaman konulamayacak, Fatih tarafından dahiyane ve daha sonra neredeyse tüm Osmanlı sultan ve yöneticilerince ilmek ilmek
işlenecek ve yorumlanacak olan şehirde Müslümanı, Rumu, Ermenisi, Yahudisi, kim olursa olsun herkes kendi İstanbul’unu uzun süre arayacak ve sonunda da bulacaktır.
Bu anlamda Fâtih, pek çok yeri fethetmesine ve devletlere galib gelmesine rağmen fâtihliğini İstanbul ile kazanacaktır ve Fâtih, farklı, zaman zaman birbirine zıt şahsiyetler
olarak karşımıza çıkacaktır. Fethi “ölüm-kalım” mücadelesi olarak görürken, muhteşem gemileri ile “şahiyane” toplarına güvenip “maddî” olarak kendinden emin olmasına rağmen, uzayıp giden savaş esnasında “Ak Hoca”dan, fethin ne
zaman müyesser olacağına dair, “manevî’ bir işaret aldıktan
sonra net bir vakit bildirmesini isteyecektir. Fâtih’in bu tutumu onun çok yönlü kişiliğini ortaya koyar: “Maddî ve manevî” dünyası hep yan yanadır, birbirinden ayrılmaz. Şehre
ve zenginliklerine verdiği önem dolayısıyla askerlerine verdiği üç günlük yağmanın süresini kısar, yağmalamalara kısıtlama getirir; fethi, savaşın en büyük acısını çeken, her şeyini kaybeden yerli halk ile birlikte kutlarken, bu insanlara
yeniden canlanma ufku açar: Artık herkes eski haline, işine
dönecektir. Mağluplar aşağılanmayacak, savaş öncesinde şehri terkedenler de dahil, Rumu, Ermenisi, Yahudisi ile yeni
bir İstanbul kurulacaktır ve Venedikliler, Cenevizliler ile çev-
redeki “Bizans kalıntıları” dahi bu yeni dünyada yerini alacaktır. Gelenler, daha önce kendi mülkleri ise hemen bu mülklere tekrar sahip olacakları gibi, diğerleri Rum, Ermeni, Yahudi de olsalar, eğer bu şehre yerleşmek istiyorlarsa, boş olan
yerleri ücretsiz olarak mülk edineceklerdir. Bir zamanların
adaleti ile ünlü hakimi Yorgo Skolaris (Georgios Kourtesios Scholarios) II. Gennadius olarak Patrikliğini kuracak, kendisi yeni İstanbul’da “Vezir” makamında itibar sahibi olacak, şehrin fâtihi ile Hristiyanlık tartışmaları yapacak ve bunları bir kitap haline getirecektir. Akabinde, Bursa Metropolit
Pisikoposu Hovakim, Ermeni Patrikliğini kuracak, Edirne’den
Moşe Kapsali de İstanbul’da Havrasını kurarak Başhaham
olarak görevine başlayacaktır. Nitekim Fatih, farklılıkların
ancak zenginlik olduğunu ve olacağını yeterince erken keşfetmiş, farklılıkların çoğalması için saltanatı boyunca çaba
sarfetmiştir. (Ve bu tavrıyla, bugünün kısır ve dar siyasi anlayışlarına söyleyecek çok şeyi vardır.)
Fethedilen İstanbul, Bizans’tan uzaklaşır uzaklaşmasına
ancak, bu sefer Bizanslık İstanbul’da fâtihinin şahsiyet ve
karakterine uygun şekilde yeniden dirilir: Fâtih, Kayzeri Rum olur, Bizans devlet geleneği, yeni bir kanunname ile,
idarî işleyişinden tutun da, maliye ve adalet teşkilatından
sosyal güvenliğe kadar yep yeni bir şekle ve karaktere bürünür; böylece kesin ve açık kurallara göre işleyebilen bir
müsseseye dönüştürülür. Konstantipol’ün ilim ve irfanı,
mimarisi bu ruhla yeniden dirilir. Ayia Sofia (Kutsal Hikmet), Aya Sofya olarak kalır, ama “onu fetheden kumandan ve onu fetheden asker”e göre yeniden şekillenir.
Muhteşem Bizans sarayları yok olur ve bir daha dirilmez,
ancak Aya Sofya yeniden dirilir; hattâ, “Mekteb-i Becce”leri
(çocuk okulları) daha sonra, “Mekteb-i Sibyan” (anaokulu/ilkokul) da dahil olmak üze Sahn-ı Seman (8 kısımlık)
adıyla bir ilim, irfan ve hikmet yuvası olan bir külliyeye dönüşür. İmarethane (aşevi), darüşşifa (hastane), hamam,
kervansaray gibi birimleri barındıran bu külliye, şehrin fâtihinin sadece ahaliye bir hediyesi değil, bu ahaliye yep yeni ufuklar açacak bir merkez haline gelir.
Bu şehrin fâtihi, fiziksel olarak yıktığı, ortadan kaldırdığı
Bizans’ın tarihî köklerini, eski Yunan’ı, eski Roma’yı tarihi ile, felsefesi ile, ressamlık gibi sanatlarıyla talim edecek, Arabça ve Farsçanın yanı sıra, Yunanca, Latince, İbranice, Keldanice ve Slavca öğrenecek, bu alanda uzmanlaşacak ve kendi dilinde de Avnî olarak edebiyatını
ortaya koyabilecektir. Ünlü matematikçi ve astronomi bilgini Ali Kuşçu’yu bu beldeye özel çabalarla getirttiği gibi, daha sonra oğlu Bayezid’in tepkilerine maruz kalacak
olan İtalyan ressam Gentile Bellini’yi de yanına alacaktır. Molla Hüsrev, Molla Gürani, Molla Yegân, Hocazade Muslihiddin gibi devrinin büyük alimlerinin yanı sıra Akşemseddin, Şeyh Vefa ve Emir Buharî gibi, hem maddî hem de manevî ilimlerde önder olan tasavvuf erbabını da dünyanın bu yeni merkezinde toplayacaktır. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) mihmandarı ve yoldaşı Hz.
Eyyûb el Ensarî’nin kabrinin yerini, bizzat kendi rüyasından
hareketle tesbit ettirecek ve tesbit edilen yere bir türbe
ve caminin de içinde yer aldığı bir külliye yaptırarak vefakârlık örneği gösterecektir.
Ömrünün sonuna doğru “kendi alnunun teri’’ ile kazandıkalarını da bu şehre vakfadecek ve şöyle buyuracaktır, şehrin fâtihi: “İş bu gayr-i menkulatumdan gelecek gelirlerden
İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tayin eyledum. Bunlar, ellerine bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü karışımı olduğu halde günün müteaddit saatlerunde sokakları gezeler.
Tükrüklerin üzerine bu tozu dökeler ki, yirmişer akçe alalar…
Ayrıyeten, on cerrah, on tabip ve üç de yara sarıcı tayin eyledum. Bunlar dahi, ayın belli günlerinde İstanbul’a çıkalar, istisnasız her kapuyu vuralar ve hastaları şifası mümkin ise tedavi edeler; değilse kendulerunden hiçbir karşıluk beklemeksizin darülacezeye kaldırarak orada iyileştireler.”
Ve o Fâtih, 29 Mayıs 1453 günü, aşılmaz surları aşan
bir savaşcı olduğu için Fâtih olmamış; şehri ve geleceğini
gerektiği gibi okuduğu/şerhettiği için, şehrin kültürel hayatını ve insanlarını yeniden canlandırıp şekillendirdiği için
Fâtih olabilmiştir. M AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 3 1
kültür
Ecdadın Kabe Toprağı Saydığı
Üsküdar’da Günbatımı
Emine Medik • [email protected]
Bilinmeyeni anlatmak ve sevdirmek belki de daha kolaydır, dillere düşmüş güzelliğin sırlarını açıklamaktansa…
Binlerce şiire mısra, daha fazla gönle nida ve bilen her kalbe bir sevda olan İstanbul, meğer ne kadar da zormuş esşizliğini kağıda dökmek... Binbir masal anlatır her sokağını ve binbir rüyaya dalar her hisseden kalb tepelerinin arasında dolaştıkça… Peki ne kadar hatırlanır, seni sen yapanların
sana adım adım işlediği izler?
Hava serin, güneş batmak üzere, önümde nazenin bir
çiçek gibi sırrını vermeyen nazlı Kız Kulesi… Dinlesek ne
anlatır acaba; mavinin ortasına konmuş beyaz bir inci gibi duran güzelliğine hayran olan aşıklarına. Üsküdar’ı anlatır mı ki, Üsküdar’ın İstanbul’u ecdadla birlikte neredeyse
yüzyıl bekleyişini? İnsanlar günbatımının ihtişamını seyretmek için Üsküdar’a gelirken, onun surları hasretle gözleyişini anlatır mı bize, Üsküdar’daki Bizans’ın son hatırası olan ezelden Istanbullu güzel; Kız Kulesi. Ve gün geldiğinde, o kutlu ferman gerçekleştiğinde, sadece bir şehirden
öte olan İstanbul’un Üsküdar’a kattığı değeri paylaşır mı
bizlerle… Üsküdar’daki
Harem’e neden harem
denmiştir sizce?
Şair İzzet Efendi’nin,
“Tevbe it varma Harem iskelesi canibine, Saklasun
herkesi na-mahrem olandan Tevvab.” (Tevbe et varma Harem iskelesi tarafına, Korusun herkesi haram
olandan Tevvab)* diye
uyardığı Harem iskelesinin
sadece birbirinden güzel,
fakat bir o kadar da helalinden başkasına gizli ve haram olan Osmanlı kızları-
sayfa 32 • Perspektif
nın geçtikleri yol olmasından ibaret mi Harem’in sırrı? Yoksa yalnız eski bir kalenin adının dile yatkın hale getirilmesinden
ibaret mi?
Usulca kıyıya vuran dalgalar mı hatırlatsa yoksa, bizim
unutup da tarihin unutmadığı kıymeti bizlere… Yankılanmasıyla hala uyanık gönülleri irkilten ezanlar mı sırdaş
yoksa, şimdiki zamana küs Üsküdar’ın, kıymetinin bilindiği devirleri. Şimdi düşünün bize yabancı, fakat özümüze has olan o günleri.
Hani o kutlu Fatih ayrı zannedileni tekrar bir etmiş ve
uzak sanılanı yakın etmişti. Hani İstanbul’un iki yakasını
bir araya getirirken sadece Peygamber’in izinden gitmişti ya; o günleri ve sonrasını… Hani izinin yoluna yüz sürmekteydi şanlı dava ve O (s.a.v.) dediği için bu fetih mübarekti… Seyredin şimdi gönlünüzde: Hızla yürüyen delikanlının aceleyle düşen al fesini kaldırışını izleyin. Karacaahmet mezarlığının ortasından geçişini, onca kalabalığın arasında… Sahi ölümün bu kadar hayat d/olması varmıydı İslam’dan başkasında? Yemyeşil ağaçların ortasından yürürken, selamlıyor sanki onu mezar taşları. Dimdik
ayakta, biz de varız, bizden de selam götür o kutlu diyarlara dercesine...
Tatlı bir tebessüm beliriyor dudaklarında delikanlının,
ortalıkta bir bayram havası. Adım adım ilerliyor Hareme
doğru. Sahi nereye gidiyor böyle, elinde çanta? Yavaş yavaş devasa bir kalabalığa
yaklaşıyor, yabancı dillerde kelimeler geliyor kulağına, kardeşlerine kavuşmanın sevincini yaşıyor
tekrar, gülümsüyor ışıldarcasına. Kervana yetiştiği için yavaşlıyor. “Edep”
diyor kendi kendine, “Harem’e geldin.” Sahi bu
topluluk nereye gidiyor? Padişah ve Paşazadeler de oradalar, defler çalınıyor bir
yanda, diğer yandan mehterin gürüldercesine sesleri
geliyor. Sanki Osmanlı-
nın Avrupa kısmından ve İstanbul yakınlarından herkes gelmiş bu kutlu kervana katılmaya...
Kız kulesi bir başka ışık saçıyor, uğurlarcasına gidenleri,
“Yine gelin!” diyor sahile çarpan dalgalar, ezelden Osmanlı
Üsküdar gururla yolcu ediyor hacılarını… Evet, Hac yolculuğu Harem’de başlıyor. Dokuz ay sürecek bu zorlu ve
bir o kadar da kıymetli yolculuğu uğurluyor tüm saray hanedanı . Saçının teline nice canların pay biçildiği Peygamberin
ümmeti bir oluyor İstanbul’da, Hac Harem’de başlıyor,
edep Harem’de, saygı Harem’de, vuslata ilk adım Harem’de
başlıyor çünkü. Üsküdar Kabe toprağı oluyor bir nebze,
Beytullah’a varacak o mübarek kervanın yolu burada başlıyor çünkü. Birbirinden değerli hediyeler yolluyor padişah. Osmanlı karşılık beklemiyor bu hizmetten, hesap
biçilmez ki bir olan için yapılana. Dil, ırk ayrımı kalkıyor
bu yolculukta. Ben demenin son bulduğu, fakirlerin ihtiyaçlarının en öne konduğu mübarek kervanda Fahr-i Kainatin (s.a.v.) bir mucizesi daha gözler önüne seriliyor. Aklın sadece bir
nebze tatmin edebildiği
“benlik” susuzluğunu O
(s.a.v.) ümmet bilinci ile
dindiriyor. Bir bütünün bir
parçası olarak belki de
her halden daha değerli olduğunu, kainat narının
milyarlarca yakutundan
biri olmayı öğretiyor.
Uhuvvet pınarından müminlere kana kana içirten iki cihan serveri
(s.a.v.), benlik pınarını
her sene yeniden „biz/rlik okyanusuna akıtıyor El-Vedudun
tesiriyle.
Ağır ağır yol almaya başlıyor binlerce kişilik kervan. Seyyar satıcıların rengarenk sesleri ayrı bir neşe katıyor havaya.
Genç delikanlı hiç tanımadığı bir dedenin koluna giriyor
yardım etmek için. Gerçi Padişah sırf fakirler için yüzlerce deve katıyor kervana, ama aksakalıyla dimdik bir asilzade gibi duran dede istemiyor Rabbin evini ziyarete giderken yolculuğa deve üzerinde başlamayı, “yürüyeceğim”
diyor. Delikanlı acaba hangimizin yüreği daha genç diye
düşünmeden edemiyor koyulaşan sohbete dalmadan.
Muhteşem bir dönüşle karşılanacak kervan, yine bayram
havasında bekleyecek İstanbul onları, bunu hepsi biliyorlar. Yine de ıslak birkaç mendil sallanıyor arkalarından. Ne
yazık ki ayrılık olmadan vuslat olmuyor. Mırıldanan dualarla inliyor dudaklar. Gidip de dönemek, karınca misali
bu yolda ölmek de var; kimse söze dökmüyor, vedalaşıyorlar.
Damla damla bir yağmur
başlıyor günümüz İstanbul’unda, eski anılarını hatırlayıp hüzünlenen Kız Kulesi’nin gözyaşlarını ifade
edercesine. Söylenecek onca şeyi varken susan veli
misali, suskunluğa gömülüyor sahil, martılar uçuşuyor semada ve güneş batıyor
İstanbul’un üzerinden yıllar
öncesinde olduğu gibi... Ve
gün batımı hala en güzel
Üsküdar’dan izleniyor. Ecdanın Kabe toprağı saydığı,
mübarek Üsküdar’dan. M AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 3 3
dünya
Global Sistemin Yeni Devleti: Belucistan
Hakkı Yazar • [email protected]
Dona Rohrabacher başkanlığındaki 4 Amerikan Kongre üyesi, 9 Ocak 2012 tarihinde Berlin’de, Afganistan’lı
“muhalif”lerle bir araya geldiğinde bu toplantının aslında
Pakistan ve İran için tehlike içerebilecek gelişmelere gebe bir toplantı olacağı tahmin edilmiyordu. Zira, toplantının asıl amacı, Pakistan veya İran’ı doğrudan ilgilendirmiyordu. Aksine, Afganistan’ın muhtariyet kazanmış çeşitli eyaletlere bölünerek idare edilmesi tartışılıyordu bu
toplantıda. Fakat toplantının Pakistan ve İran’ın önemli
bir bölümünü de içine alan yeni bir “devletçik” kurulması yolundaki ilk adımlardan birisi olduğu, Kongre Dışililişkiler Alt Komitesi’nde, İran ve Pakistan’da resmen bir
eyalet, Afganistan’da ise etnik kabilelerin yaşadığı bir bölge olan “Belucistan”1 için “bağımsızlık” anlamına gelecek
bir tavsiye kararının çıkması ile kesinlik kazandı.
Etnik karmaşıklıklarla tarihî problemlerin konuyu çetrefilli hale getirdiği bölgede, gelişmeler öylesine karmaşık
ki, olacakları önceden tahmin etmek imkansız. Ancak konuya daha iyi anlamak için ilkin Afganistan’a bakmak gerekiyor: Ocak ayı başında Amerikan Temsilciler Meclisi
Üyesi Dona Rohrbacher, Berlin’de, Afganistan Cephe-i Millî üyeleri ile bir araya geliyor ve Afgan heyetinin başkanlığını, Sovyet işgaline karşı ülkede bir efsane haline gelen
Ahmed Şah Mesud’un kardeşi Ahmed Ziya Mesud ile birlikte, Afganistan’da sadece bir kısım Özbekler arasında “itibar” sahibi olan ve zâlimliği ile tanınan Reşid Dostum yapıyordu. Ahmed Ziya Mesud daha birkaç sene öncesine
kadar ise Cumhurbaşkanı Hamid Karzaî’nin yardımcısıydı.
Ziya Mesud’un yakın dostu ve Karzaî’nin en ciddî muha-
Öldürülen Belucî lider Akbar Bugtî’nin kardeşi basın toplantısında
sayfa 34 • Perspektif
liflerinden eski Dışişleri Bakanı, İtilaf-ı Millî Başkanı Dr.
Abdullah Abdullah ise Ziya Meud’un öncülük ettiği, ülkenin
özerk bölgelere bölünme senaryolarına şiddetle karşı çıkıyor. Tacikleri temsil ettiği söylense de Ahmet Ziya Mesud’a Tacikler arasında da güçlü bir muhalefet oluşmuş durumda. Öte yandan, Berlin görüşmelerinde, Afganistan etnik ve muhtar eyaletlere ayrılırken “Belucistan” kısmının
büyük ihtimalle Peştulara bırakılması sözkonusu oldu. Fakat bu durumda, 1993 yılında son bulan Durand Hattı2
sözleşmesinin kaldırılması da gündeme gelecek ve işte o
zaman, kurulacak olan “Belucistan” ile, Afganistan ve Pakistan’ın Hayber-Pahtunva eyaleti arasında bir çatışma çıkması kaçınılmaz görünüyor. Çünkü Pakistan’da, Belucistan’ın şimdiki başkenti Kuetta olmak üzere özellikle kuzey/kuzey doğu bölgelerinde Peştular da hak iddia etmekte.
Bundan dolayı pek çok silahlı çatışma da yaşandı. Hatta,
Amerikan işgali sonrasında (büyük oranda Peştulardan oluşan) Taliban hareketi, “Kuetta Şurası” adı altında Pakistan Belucistanı’nın başkenti Kuetta’dan yönetildi. Pakistan Belucistanı’nda isyan çıkaran aşiretler ise Afganistan’ın
Kandahar çevresinde kamplar kurdu. Bununla birlikte, Amerikan işgal kuvvetleri için dezavantaja dönüşme ihtimaline karşı, Afganistan açısından Belucistan meselesinin
“şimdilik” buz dolabına kaldırılması da söz konusu.
O zaman geriye sadece Pakistan ve İran Belucistanlarının birleştirilerek bağımsız bir devlet kurulması planı kalıyor. Nitekim, 8 Şubat 2012 tarihinde başlayan Belucistan soruşturması, Temsiciler Meclisi Üyesi Dona Rohrabacher tarafından 17 Şubat’ta Kongre’ye “Belucistan’ın bağımsızlığının tanınması” şeklinde bir tavsiye kararına dönüştü. Belucistan’dan gelen çeşitli “özgürlük liderleri”nin dinlendiği soruşturma sonrasında, karar olarak kongreye sunulan tasarı ise, Obama tarafından tanınmıyor. Fakat, artık Pakistan ve İran bakımından okun yaydan çıktığından
da kimse şüphe etmiyor.
Pakistan-Beluc Problemi
Bugün, İslamabad’daki merkezî yönetimin tüm muhalif
partileri de bir araya getirerek çözüm bulmak istediği Belucistan sorunu General Perviz Muşerref zamanında içinden çıkılmaz hale gelmişti. Ordunun yaptığı pek çok operasyon, isyan hareketlerini artırırken, ordu ile istihbarat tarafından kaçırıldığı sanılan kayıp insanların sayısı şimdilerde binleri buluyor. Bir operasyon sonrasında, 26 Ağus-
tos 2006’da Navab Ekber Han Bugtî gibi eyalette valilik
ve başbakanlık da yapan önde gelen siyasetçilerin öldürülmesi
gibi pek çok olay, eyaletin bağımsızlık istekleri karşısında
Pakistan’ı çaresiz bırakıyor. Aslında gelişmelerin temelinde,
Pencab hariç Pakistan’da eyaletler ile federal hükümet arasında tartışmalara neden olan “Pencabî” hakimiyeti yatıyor. Zira Pakistan ordusu neredeyse Penjabî generaller tarafından idare ediliyor.
Tarihî süreçte Pakistan ile Belucistan arasındaki problem, ülkenin 14 Ağustos 1948’de bağımsızlık kazandığı günlerde başlıyor. Nitekim o dönemde, Kalat Han’ı (Belucistan
bu isim ile anılıyordu) Mir Ahmed Yar Khan’ın Pakistan
ordusunun baskısı ile Hanlığını Pakistan ile birleştirmesi
karşısında kardeşi Veliaht Abdulkerim Han isyan etmişti. Daha sonraları, 1958 yılında Navab Nevruz Han’ın aşiret mensuplarının devlet dairelerinde, sadece aşiretlerinden dolayı görevlendirilmelerine getirilen kısıtlamalar
sonrasında isyan etmesi ile devam eden problem, nihayet
2004 yılındaki son isyana kadar çeşitli aralıklarla devam etti. Ve Navab Ekber Han Bugtî’nin 2006 yılında öldürülmesi ile mevcut durum daha da karmaşıklaştı. Navab Ekber Han Bugtî, 1980 yılında Generel Ziya ul Hak’ın özel
affı ile hapisten kurtulan liderler arasında yer alıyordu. İşin
ilginç tarafı zaman zaman silaha sarılsa da Navab Ekber Han
Bugtî’nin bağımsızlık hareketlerine yakın durmamasıydı.
Hatta son isyana kalkışmadan önce hükümete, şimdiki hükümetin dört elle sarıldığı çözüm önerilerini o sunmuştu.
Şimdi oğlu Navabzade Talal Ekber Bugtî ve torunu Navabzade Şahzeyn Bugtî tüm baskılara rağmen soğukkanlılıkla hareket ederek olayları yatıştırmaya çalışıyorlar. Ne
var ki, eski Kalat hanlarının soyundan gelen Mir Davud Süleyman Han Ahmedzayî, 12 Ağustos 2009 tarihinde kendisini Belucistan hakimi ve Kalat Han’ı 3 olarak ilan ederek “Sürgün Hükümeti” kurdu. Süleyman Han’ın isminden de anlaşılacağı gibi, kendisi sadece Belucî değil, aynı
zamanda Peştu kökene de sahip. Tabîi bu durum, çoğunluğu Peştulardan oluşan Afganisan ile Pakistan’ın HayberPahtunva eyaletini rahatsız ediyor.
Bir başka ilginç yön de, bugünkü Pakistan Cumhurbaşkanı
Asaf Ali Zerdarî’nin aşireti olan Zerdarîlerin de bir Beluc
aşireti olması. Gerçi Zerdarîler daha çok Sind eyaletine yerleşmiş durumdalar, fakat Ali Zerdarî’nin, Belucistan ile en
çok çatışan lider olan Zulfikar Ali Butto’ya damat olması
Belucîler arasında umut olmaktan öte güvensizliği arttırıyor. Yine de mevcut Pakistan yönetiminin, en azından Zerdarî’nin kökeni sebebiyle soruna makul yaklaşma çabaları söz konusu.
İran-Belucistan Problemi
Bilindiği üzere, Belucistan’ın bir kısmı da İran’da bulunuyor. “Sistan u Belucistan” eyaleti olarak bilinen eyalette Belucîler çoğunlukta bulunuyor. “Cundullah” isimli bir örgüt, çeşitli terör eylemleri ile İran Belucistan’ının
Pakistan ve Afganistan Cumhurbaşkanları Zerdarî ile Karzaî
bağımsızlığı için mücadele verdiğini iddia ediyor. Nihayet
2010 yılında örgüt lideri Abdulmelik Rigî’nin idam edilmesi, konuyu uluslararası kamuoyunun gündemine taşımıştı. Ve Fedayiin-i İslam adını da kullanan bu örgütün Pakistan tarafından desteklendiğine dair işaretler de var. Cundullah, sadece Belucîleri değil, aynı zamanda İran Şiîliğine karşı Sünnîliği de koruduğunu iddia ediyor.
İşin bir başka ilginç yanı da, hem İran hem de Pakistan’daki Belucî isyan hareketlerinin, 1970’lerde Suriye ve
Irak tarafından da destekleniyor olmasıydı. Bu destek Saddam tarafından da sürdürülmüştü. Hatta Şah Rıza Pehlevî, isyanları bastırmak üzere Pakistan ordusuna savaş uçakları dahi göndermişti.
Pakistan ve İran için Belucistan problemi aslında,
merkezî hükümetlerin pek çok dışlayıcı, baskıcı, tabiî
kaynakları bölgeden alıp merkezin istifadesine sunması, eğitim ve sağlık hizmetlerinin eksikliği gibi temel meselelerden kaynaklanıyor. Öte yandan, bölgede geçerli ve adına
Serdârlık denilen aşiret sistemi bu problemlerin daha da
yaygınlaşmasına sebep oluyor. Devlet, bir iş yapacağı zaman mutlaka, ya aşiret liderlerinin isteklerini yerine getiriyor ya da orduyu bölgeye göndererek çözeceğini sanıyor.
Pakistan tarafında, General Perviz Müşerref döneminden
sonra buna bir de adam kaçırma ve sokakta infaz gibi eylemler karışınca, bağımsızlık isteklerinin, ABD Kongresi
gibi dış mihraklar tarafından desteklenmesi gündeme gelmiş bulunuyor. Bu da gösteriyor ki, global sistem, her dönem uğraşacak yeni problemlerin oluşmasından geri durmayacağı gibi, bu şartlarda Afganistan, Pakistan ve İran’da
olduğu gibi, zaten asırlardır süregelen etnik problemlerden faydalanmaktan ve bu problemleri kendi çıkarları mecrasına çekmekten uzak kalmayacaktır. 1
Aslında Beluçistan olması gerekirse de Türkçe’de Belucistan diye telaffuz edilmektedir. Belucîler, Suriye-Irak kökenli ve Kürtlerle en azından
dil bakımından çok yakın bir etnik gruptur. Bu yüzen Beluc dili, Kürtçe’nin yanı sıra Farsça, Darîce ve Pestuca dilleri ile benzerlikler taşır.
2
Zamanın Afgan Kralı Emir Abdurrahman ile İngiliz sömergesindeki Hindistan’ın Dışişleri Bakanı Henry Mortimer Durand arasında 1893 yılında
imzalanan anlaşma ile çizilen Afganistan-Pakistan sınırı.
3
Kalat Hanları, 1700’lerin ortalarından itibaren Hanlar Hanı anlamında
ama Türkçe’deki anlamından farklı olarak Beylerbeyi sıfatını da kullanıyorlar.
M AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 3 5
dünya
Kış ile Yaz Arasında Arap Baharı
Mustafa Özcan • [email protected]
İslamî hareketler bir gün hilafeti geri getireceklerini
ummuş veya düşünmüş olabilirler. Lakin Arap dünyasında,
tektonik bir biçimde, yani yer sarsıntısı şeklinde gelişen
bir halk hareketi dalgasını kim umuyordu acaba? Belki
de Hizbu’t Tahrir gibi, bir yerde pekalâ bir ‘hilafet devleti kurulur ve iltihaklar veya ilhaklar şeklinde genişler ve
yoluna devam eder’ şeklinde mütalaa yürütenler çıkabilir. Lakin, domino taşları gibi rejimlerin bir bir yerinden
oynadığını ve devrildiğini tasavvur etmek, hayali bile aşan
bir gelişme olmalı. Esasen İslamî hareketler “Şeyhûhet”,
yani ihtiyarlama hali yaşıyordu. Türkiye’de en yeni kurulan İslamî hareketler veya yapılar bile kırkını devirmişti.
Kemâl yaşından zevâl yaşına doğru gidiyor, hattâ akıyordu.
Aynı şekilde, Müslüman Kardeşler 1928 yılında kurulmuş, bu hareket içinde yer alan ve sadece başkalaşarak
yoluna devam eden Sudan’lı Hasan Turabî, 1989 yılında “İnkaz: Uyarış” darbesini veya devrimini gerçekleştirmeyi
başarmışsa da, başarılı bir model olmaktan uzak kalmış
ve İslamî hareket mensuplarının umutları neredeyse
solmuştu. 1990’lı yıllarda Türkiye, Mısır ve Cezayir başta olmak üzere belli başlı İslam ülkelerindeki İslamî hareketlerin tamamı darbe üzerine darbe almışlardı. 2000’li
yıllar ise Türkiye’de 11 Eylül’ün yaşandığı ve İslamî ha-
sayfa 36 • Perspektif
reketlerin sindiği yıllardı. Birden Tunus’la birlikte beklenmeyen bir şey oldu ve sanki İslamî hareketlere bugüne kadar engel olan yapılar birer ikişer yıkılmaya ve tarumar olmaya başladı. Bir sel gelmişcesine, önündeki bütün bentleri ve setleri yıkmıştı.
Hareketin ilki Tunus’ta başladı ve Ahmet Taner Kışlalı’nın ifadesiyle Tunus, Türkiye’ye en fazla benzeyen
ülkeydi. Hattâ ikiz kardeşiydi. Ve Burgiba ile Bin Ali de
ilhamlarını Kemalizm’den alıyorlardı. Tacikistan gibi sakallı gençlerin takip edildiği ve cami ve ibadet yerlerinin
sıkı denetim altına alındığı garip bir yerdi. Başörtüsü yasağı da cabası! Devrimin ilk kıvılcımı burada çakıldı ve
Tunus “Yasemin Devrimi” Arap Baharı’nın tetikleyicisi,
merkezi oldu. Bazı yerlerde belki de İslamî kesimlere karşı baskı Tunus’tan kötüydü. Ne var ki, Tunus’un farkı şuydu: İslamî sembollerin görünür olmasına izin verilmiyor
ve başörtüsü ve cemaatle namaz gibi şeâir-i İslamîye tabir edilen İslam’ın görünür yüzüne set çekiliyordu. Bundan dolayı neden devrim kıvılcımı Tunus’da yakıldı sorusuna cevap verenlerden bir kısmı bunu dile getiriyor.
Tunus’ta başlayan devrim en hızlı bri şekilde yine Tunus’ta toparlandı. İslamî kesimler yüzde 50’ye yakın oy
aldılar. Nahda Hareketi ise bu oyların yaklaşık yüzde 40’ını
alarak bir yıllık geçici ve anayasayı hazırlamakla mükellef hükümetin büyük kurucu ortağı oldu. Muhammed Haşimî Hamidî’nin Nahda’dan kopma “Halk Dilekçesi” adlı partisi ise yüzde 10 düzeyinde bir oy potansiyeline ulaştı. Lakin Nahda Partisi, millhi mutabakat veya ulusal bir
hükümet kurmak istedi ve özellikle de Cumhuriyet Kongresi Partisi ile koalisyona gitmeyi seçti. Ilımlı bir solcu
olan Muncef Marzukî’yi de uzlaşma ile cumhurbaşkanı
seçtiler. Nahda hareketinin lideri Raşid Gannuşî hem feragat örneği göstererek ve hem de yaşının ilerlemiş olmasını ileri sürerek başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı koltuğuna başka isimleri teklif ve tevdi etti. Başbakanlık da
altıncı hilafetten bahsettiği için epey gürültü koparan cemaatin kıdemli üyelerinden Hammadî Cibalî’nin uhdesine verildi. Böylece Tunuslular özledikleri reşid bir idareye kavuşmuş veya en azından yaklaşmış oldu. Elbette
önlerinde yığılı sorunlar var. Ve bunlarla boğuşuyorlar. Bunların en temellilerinden birisi istihdam sorunu.
Zira, Tunus’ta işsizlik oranı had safhada ve Avrupa’daki durgunluktan çok etkileniyor. Tunus’ta hükümetin ku-
rulması aşamasında İslamî kesimler ile bikini veya içki meselesi
arasında kriz çıkarmak istedilerse
de, İslamî hareket ikna yöntemini
ve tedriciliği seçerek ve esas alarak
kışkırtmalara prim vermedi. Elbette
ikinci kademede en önemli meselelerden birisi de anayasanın hazırlanması. Otantizm ile çağdaşlık
arasında bir denge ve köprü kurulması gerekiyor. Lakin sorunlar
ne kadar büyük olursa olsun Tunus’un
bazı avantajları da var. Bunlardan birisi siyasî erk arasında çekişmeden
ziyade uyum olmasıdır. Bu uyum, sol kökenli Cumhurbaşkanı
Marzukî ile Hammadî Cibalî arasında da görülüyor. Sözgelimi, Marzukî İslamî bir çizgiden gelmemesine karşılık
“çözüm İslam”dadır diyebiliyor. Tunus’un ikinci avantajı, halkının okumuş olması ve İslamî referansa karşı çıkmamasıdır. Bundan dolayı Libya gibi Tunus da yasamanın kaynakları arasında İslam hukukunun olduğunu deklare etmiştir. Bu, Arap dünyasında laikliğin kalesi olan Tunus açısından önemli bir gelişmedir.
Mısır’a gelince: İslamî hareketlerin mensupları beklentilerin
üzerinde tulum bir sonuç almışlardır. Ancak, burada sürpriz olan Selefî kanadın İhvan-ı Muslimin’in (Müslüman Kardeşler) ardından hemen ikinci gelmesidir. Bu durum herkesi şaşırtmış ve Mısır’ın gizli gücünün sanildıği gibi İhvan olmayıp, daha ziyade Selefîlerin olduğunu göstermiştir.
Mısır, Arap dünyasının en modern ülkesi olmasına rağmen Selefîlerin bu kadar tabana sahip olması şaşırtıcıdır.
Bunun temel nedenlerinden birisi İhvan’a yönelik baskıdır. İhvan’ın hapiste olduğu yıllarda Selefîler, dindarlar olarak toplumla ilişki kurabilme imkanına sahip olup büyümüşlerdir. Geçmişte, apolitik, neredeyse politika karşıtı tutumlarından dolayı da rejimle çatışmamışlar, bu da toplum arasında gelişmelerine müsait bir ortamı sağlamıştır.
Bununla birlikte İhvan, 2005 yılında girmiş olduğu seçimlerin ilk turunda yüzde 20 kadar oy almıştı. Seçimlerin birinci turu usûlüne uygun geçmiş, lakin İhvan’ın
ikinci turla birlikte yüzde 40 civarında oy alacağını anlayan ve hesaplayan Mübarek yönetimi ile Ulusal Demokratik
Parti’nin ileri gelenleri seçimlerin ikinci turunu fixlemişlerdi.
Fakat, devrimden sonra ise Müslüman Kardeşler ilk serbest seçime damgasını vurmuş ve seçimlerden Mısır’ın
en büyük partisi olarak çıkmıştır. İslamî kesimlerin dışındaki bütün klasik partiler yerlerinde saymış ve bir varlık gösterememişlerdir. Mübarek döneminde dekor olmasından dolayı müsaade edilen bazı sol partiler de bir
varlık gösteremedi. İhvan’ın bu kadar varlık göstermesinin arkasında parlak geçmişi ve tarihi ile ayrıca sıkı örgütlenmesi yatmaktadır.
Mısır’da demokrasi geleneği olmadığından dolayı, demokratik sürecin kırılgan bir yapısı var. Hâlâ ordunun bir
şekilde Hüsnü Mübarek’e vekalet ettiği söylenebilir.
Münir Şefik’e göre ise ABD, yeni aktörler üzerinden eski sistemi yeniden üretmeye çalışmaktadır. İhvan ise, sütten ağzı yandığından dolayı yoğurdu üfleyerek yemektedir. Doğrudan çatışma ortamlarından kaçınmaktadır.
Bundan dolayı yeni cumhurbaşkanının uzlaşma ile seçilmesini
de arzu etmektedir. Fakat, son sıralarda uzlaşma adayının İslamî referansa ve evsafa uygun olmasını da talep etmeye başlamıştır.
Genç kuşaktan Abdulmünim Ebu’l Futuh cumhurbaşkanlığına kendi insiyatifiyle adaylığını koyduğunda İhvan’ın ak saçlıları buna itiraz etti. Önüne engel koysalar
ve cemaatle ilişkisini kesseler de zamanla Ebu’l Futuh’a
karşı yumuşamışlardır. Elbette İhvan arasında da zaman
zaman genç kuşakla yaşlılar arasında anlayış farkı çıkabiliyor. Bundan dolayı kimi zaman İhvan’ın ak saçlıları
gerontokratlar olarak anılıyorlar. Arap Baharı’ndan önce ise eski yöntemin faydasızlığına veya bazı yanlışlarına dair genç kuşakla yaşlı kuşak arasında bakış açısında
farklılıklar oluşmuş ve Abdussettar Milicî gibi kimi genç
kuşak temsilcileri cemaatin siyasetten davete dönüş
yapması gerektiğini savunmuşlardı. Zaman zaman ihtiyatlı tutumundan dolayı devrim gençliğiyle ters düştükleri vaki olsa da İhvan, ordunun pozisyonunu ve ABD ile
ilişkilerini de sorgulamakta ve bu ilişkilere balans ayarı
yapmaktadır. Türkiye’de bazı kesimler devrimden sonra İhvan’ı Amerikan ajandasının parçası olmakla suçlamışlardır. Ulusalcı kesimler arasında böyle düşünenler
olsa da İhvan, halkın yanında duruyor ve gücünü ne ordudan ne de ABD’den alıyor.
Mısır’da en önemli ikinci grubu Selefîler temsil ediyor. Selefîler geçmişe siyasetten uzak olmalarına rağmen
son dönemlerde siyasî sürece katılmışlardır. Samir al Arakî adlı Al Misruyyun yazarı, bu nedenle İslamî kesimlerin veya bahusus Selefîlerin yeni dönemde pragmatik hale geldiklerini savunmuştur. 1 Arap Baharı setleri ve taM AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 3 7
dünya
buları yıktı. Fas’daki Adalet ve Kalkınma Partisi de uzun
yıllar siyasî katılımı tartışma konusu yapmış ve ilk dönemlerinde sadece pilot bölgelerde seçimlere katılmıştı. Lakin Arap Baharı tufanıyla birlikte o da kendisini bir
şekilde iktidarda buldu. Fas’ta bahar olmadan bahar gelmişti. El Adlu ve’l İhsan cemaati başta Adalet Ve Kalkınma
Partisinin iktidara gelmesine gösterilerle karşılık verse de
sonrasında muhalefetinin keskinliğini ve hiddetini düşürmüştür. Fas’ta yıllarca siyasî katılım tartışılmış ve sonuçta, maslahatın mefsedete ağır bastığı görüşü rüçhaniyeti ağırlık kazanmıştır..
Bununla birlikte siyasî tecrübeden yoksun ve mahrum
olan İslamî kesimler zaman zaman yalpalama emareleri gösterebiliyorlar. Sözgelimi Mısırlı Selefîler meclis çatısı altında ve bazı uygunsuz davranışlar sergileyebilmişlerdir.
Mısır’da Selefîler ile ötekiler arasında ezan ve şehitlik tartışması yaşandı ve yeni döneme damgasını vurdu. Şöyle ki:
Selefî Nur Partisi milletvekili
Memduh İsmail, ikindi namazı vaktinin geldiğini söyledi ve
ezan okumaya başladı. Memduh İsmail’e uyarı, Meclis Başkanı Muhammed Saad Katatnî‘den geldi. Müslüman Kardeşlerin kurduğu Hürriyet ve
Adalet Partisi üyesi olan Katatnî,
“Burada ezana karşı olan birinin olduğunu düşünmüyorum. Ezan, zaten camide okunuyor. İbadet yerimiz var, lütfen ezan okumayı bırakın. Burası sadece tartışmalar içindir.
Sen ne bizden daha dindar, ne
de namaz konusunda daha ihtiyatlısın” diyerek Selefî vekile uyarıda bulundu. Bu uyarıya Memduh İsmail’in tepki göstermesi üzerine, Meclis Başkanı arasında tartışma yaşandı. Katatnî bu kez de “Medyaya mı çıkmak istiyorsun?
Sen saygın bir avukatsın, reklama ihtiyacın mı var? Konuşmana
izin vermiyorum. Otur yerine” diyerek sert bir uyarıda daha bulundu. Selefî vekilin tepkisi devam edince mikrofonu kısıldı. Memduh İsmail’in tepkisi, oturum sonunda da
sürdü. İsmail, “Burası Vatikan değil. Müslüman bir ülke.
Zamanında ezana ihtiyaç var. Birçok milletvekili namazı
kaçırıyor. Başkan’a defalarca söyledim, ‘şu oturumları namaza göre ayarla’ diye ama yapmadı” diye konuştu. Abdulmanim Şahat isimli bir başka Selefî milletvekili de stadta ölenlerin şehit olmadıklarını söyleyerek gereksiz başka
bir tartışmaya kapı aralamıştır. Bundan dolayı gelecekte
Mısır’da kurulacak koalisyon hükümeti, İhvan ile Selefîler arasında değil, Vefd gibi diğer partiler arasında olabilir. Hüsnü Mübarek’in iktidardan indirilmesinden sonra
sayfa 38 • Perspektif
Mısır’da yapılan ilk özgür seçimlerde 508 sandalyeli Meclis’te, Müslüman Kardeşler’in Hürriyet ve Adalet Partisi
235, Selefî Nur Partisi de 123 sandalye kazanmıştı.
Bu süreçte zaman zaman İslamî kesimler de zaaflarına yenilebiliyorlar. Bunlardan birisi yine Mısır’da Selefî Nur Partisi’nin milletvekili Enver el-Belkimî’nin kamuoyuna
yansıyan ameliyatıdır. Enver el-Belkimî, gizlice burun estetiği ameliyatı yaptırdığı ortaya çıkınca istifa etmek zorunda kaldı. İstifasını sunan Belkimî’nin istifası partisi tarafından kabul edildi. Milletvekili el-Belkimî’nin, estetik
ameliyatını gizlemek amacıyla, kimliği belirlenemeyen kişilerce dövüldüğünü ve parasının gasp edildiğini ileri sürmesi üzerine savcılık tarafından yapılan incelemede,
milletvekilinin saldırıya uğramadığı, yüzündeki bandajların da geçirdiği burun ameliyatını gizleme amacıyla takıldığı belirlenmişti. Bu durum ülkede bir skandala dönüşmüştü. El-Belkimî’nin
mensub olduğu Selefîlerin
Nur Partisi estetik operasyonlara dinî gerekçelerle karşı çıkıyor.
Arap Baharı’na kimileri, İslam İşbirliği Teşkilatı Genel
Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu örneğinde olduğu gibi,
diktatörlerin sonbaharı diyor, kimileri de Suriye ve Libya ve Yemen’de yaşananlar dolayısıyla kış diyor. Arap baharı
elbette zorlu bir süreci temsil
ediyor. Bununla birlikte,
2011 yılı için İhvan yılı denmiştir. Kimileri de gün olur yüzyıl olur ifadesinden yola çıkarak
21’inci yüzyılın en azından Arap ülkeleri açısından İhvan
yüzyılı olacağını düşünüyor. Coğrafî olarak da ‘Şiî ekseni’
deyiminin hilafına şimdi bir İhvan yayından veya ekseninden bahsediyorlar. Bununla birlikte, Yemen’de Ebyey
gibi şehirlerin Kaide’nin kucağına düştüğü de söyleniyor.
Bu eski rejimin abartması mı, yoksa Amerikan imalatı
mı pek bilinmiyor. Suriye’de ise Rusya ve ABD, el- Kaide edebiyatının üzerine benzinle gidiyor. Onun ötesinde Rusya, Suudî Arabistan’ı Suriye’de el- Kaide hareketine destek vermekle suçluyor. Dolayısıyla Arap Baharı
uluslararası bir çekişme alanına da dönmüş bulunuyor. Suriye’de rejim ile muhalifler arasında mücadele daha kanlı bir safhaya girdi ve buradaki kriz derinleşerek yoluna devam ediyor. Arap Baharının istikametini ve akıbetini Suriye tayin edecek gibi görünüyor. 1
http://www.egyig.com/Public/articles/recent_issues/14/27221010.shtml
Download