Türkiye Büyük Millet Meclisi 96 yaşında...18

advertisement
Parlamento
TPB
Hakimiyet Milletindir
Nisan 2016 Sayı: 35
Ayl ı k sürel i yay ı n
Türkiye Büyük Millet Meclisi 96 yaşında...18
Tarihî, hukuki ve diplomatik boyutlarıyla 1915 Olayları...38
Türkiye-AB Liderler Zirvesi...14
Ahşap kokulu bir dünya mirası: Safranbolu...72
ISSN 2147-6616
9 772147 661000
35
Parlamento
TPB
Nisan 2016 Sayı: 35
Fiyatı: 20 TL/Kurum ve kuruluşlar için: 30 TL
Yerel süreli yayın
ISSN 2147-6616
Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti. adına
TPB Parlamento Dergisi Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü
Eren Safi
Yayın Koordinatörü
Erbay Kücet
Editör
Songül Baş
Yazı İşleri
Çağla Taşkın
Enver Uygun
Evren Özesen
Gökçe Doru
İrem Coşkunseven
Nehir Öztürk
Nil Özben
Orhan Gülenay
Pınar Çavuşoğlu
Zeynep Yiğit
Katkıda Bulunanlar
Dr. Ahmet Tetik
Hakan Arslanbenzer
Dr. Polat Safi
Tasarım
Evrim Uluçay
Sinan Günçiner
TÜRK PARLAMENTERLER BİRLİĞİ
GENEL BAŞKAN
Nevzat PAKDİL
22, 23, 24. Dönem Kahramanmaraş Milletvekili
YAYIN KURULU
Yahya AKMAN
21, 22, 23, 24. Dönem Şanlıurfa Milletvekili
Cahit BAĞCI
23, 24, 25. Dönem Çorum Milletvekili
Kadir Ramazan COŞKUN
Genel Sekreter
19. Dönem İstanbul Milletvekili
İlknur İNCEÖZ
Aksaray Milletvekili
Alpaslan KAVAKLIOĞLU
Niğde Milletvekili
Ömer Faruk ÖZ
Genel Sayman
23. ve 24. Dönem Malatya Milletvekili
Ramazan Kerim ÖZKAN
22, 23, 24. Dönem Burdur Milletvekili
Genel Koordinatör
İsmail Demir
Yayımlanan yazıların hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir. Makul alıntılar dışında izinsiz iktibas yapılamaz.
YAPIM
Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti.
Uğur Mumcu Cad. 89/8 Çankaya/ANKARA
T: 0312 446 15 72 F: 0312 446 15 82
www.buyukharf.com.tr
BASKI
Özel Matbaası
Basım Yeri: Matbaacılar Sanayi Sitesi 1514. Sokak No: 6
İvedik/Ostim/ANKARA
T: 0312 395 06 08
Basım Tarihi: 01.04.2016
NISAN 2016
İÇİNDEKİLER
38
TARIHÎ, HUKUKI VE
DIPLOMATIK BOYUTLARIYLA
1915 OLAYLARI
34 Vatanseverlik
lafla değil,
ülke menfaatlerini her şeyin
Orhan Kilercioğlu:
üzerinde tutmak, toplumun
birlik ve beraberliğini
muhafaza etmek, demokrasiye
sahip çıkmakla mümkün olur
78 Türkiye’de siyaset yapmak,
Prof. Dr. Ziya Gökalp Mülâyim:
içinde bulunduğumuz
coğrafya dolayısıyla hem
daha zordur hem de daha
fazla sorumluluk gerektirir
BÜYÜK MILLET MECLISI
18 TÜRKIYE
96 YAŞINDA
96 Şehirlerimizi
mevcut kimliklerini
koruyarak küresel ölçekte
Çiğdem Karaaslan:
söz sahibi yapmak ve tarihe,
ekolojiye, şehir belleğine
saygılı mekanlar oluşturmak
öncelikli hedefimizdir
14 TÜRKIYE-AB LIDERLER ZIRVESI
86 15-22 NISAN TURIZM HAFTASI
106 CHP İSTANBUL MILLETVEKILI ALI ÖZCAN ILE SOSYAL MEDYA SÖYLEŞISI
4
BAŞKAN’IN MESAJI
5 BIRLIK’TEN
7TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI’NDE MART 2016’DA KABUL EDILEN YASALAR
8 HABERLER
14 DÜNYADAN
82
TARIH SAHNESI - DÜNYA KİTAP GÜNÜ
100
ERBAY KÜCET: DELIKANLI TARIHÇILERIMIZ
102 KITAP
104 MÜZIK
105
FILM
107
SOSYAL MEDYA GÜNLÜKLERI
110 UNUTMAYACAĞIZ
DURMADAN YÜKSELEN
26 HİÇ
PARLAK, SARI YILDIZ
ÇİN HALK CUMHURİYETİ
KOKULU
72 AHŞAP
BİR DÜNYA MİRASI
SAFRANBOLU
GELECEĞE
92 GELENEĞI
TAŞIYAN SANATÇI
EROL AKYAVAŞ
BAŞKAN’IN MESAJI
MİLLÎ İRADENİN GÜCÜ
B
irinci Dünya Savaşı sonrasında tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalan Osmanlı Devleti arkasında büyük bir miras bıraktı. Bin yılı aşkın süredir Anadolu topraklarını vatan
edinen ecdadımız, bağımsızlık ve devlet geleneği miraslarından yararlanarak bu yıkımın
içinden sağ salim çıkmayı başardı. Savaşın ardından parça parça işgal edilen şehirlerimizde di-
reniş hareketleri başladı. Millet temsilcileriyle toplanan Erzurum ve Sivas kongrelerinde alınan
kararlar hem vatanın düşmandan temizlenmesi hem de ülkede millî iradenin hâkim olması
görüşlerine dayanıyordu. 23 Nisan 1920 tarihinde açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi bu iki
önemli görevi bünyesinde birleştirdi. Bu özelliğiyle TBMM savaş şartlarında bile demokrasiyi
işletmesiyle dünyaya örnek oldu.
Bu ay kuruluşunun 96. yıldönümünü kutlayacağımız Gazi Meclisimiz günümüzdeki sorunlar
konusunda da yolumuza ışık tutuyor. I. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni oluşturan kadronun
Nevzat Pakdil
Türk Parlamenterler Birliği
Genel Başkanı
22, 23, 24. Dönem
Kahramanmaraş Milletvekili
etnik, mezhepsel, siyasi ayrılıkları bir kenara bırakıp canla başla Türkiye’yi muasır medeniyet seviyesine ulaştırmak için çabaladığını biliyoruz. Tüm parlamenter arkadaşlarımın millî
iradenin üstünde hiçbir güç tanımadan milletin refahı uğruna çalışan Meclis’in bu tarihî misyonunu özümsediğine inanıyorum. Yanı başımızda süren iç savaş, topraklarımızda yaşanan
terör saldırıları, küresel krizler gibi etkenler karşısında TBMM’ye düşen görev, farklılıkları
ayrımcılık yönünde körükleyen odaklara karşı birlik duygusunu öne çıkarmaktır. Büyük devlet
olmanın yolu iç politikada birliği sağlamak, diğer ülkelerle ilişkilerde buradan gelen güvene
yaslanmaktan geçer.
Bilindiği gibi terör, en küçük ayrılıktan düşmanlık doğuran bir felakettir. Teröre zemin hazırlanmaması için farklılıkları bir arada, uyum içinde yönetmek TBMM’nin önemli görevleri arasındadır. 96 yılını dolduran Meclis’te bugün hizmet veren 26. Dönem milletvekilleri önlerinde
duran tarihî fırsatı iyi değerlendirmelidir. Günümüze kadar askerî darbeler sonrasında sipariş
edilerek yazılmış anayasa metinleriyle karşı karşıya kalan milletimize sivil bir anayasa yapmak
bu dönemin en önemli gündemi olmalıdır. Millî mutabakata dayanan, insan haklarına saygılı
ve teferruatları kanun ile yönetmeliklere bırakarak temel ilkeleri ortaya koyan bir anayasa,
günden güne büyüyen ülkemizin gücüne güç katacaktır.
Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Birinci Meclis’ten başlayarak bugüne kadar
TBMM’de görev yapmış ve ebediyete intikal etmiş tüm milletvekillerimizi, vatan savunması
uğrunda canını hiçe sayan aziz şehitlerimizi, hain saldırılarda hayatlarını kaybeden vatandaşlarımızı saygıyla anıyorum. Yüce Meclisimizin 96. yılını en samimi duygularımla kutluyorum.
4
96 YIL ÖNCE
KURULAN GAZI
MECLISIMIZ, SAVAŞ
ŞARTLARINDA
BILE DEMOKRASIYI
IŞLETMESIYLE
DÜNYAYA
ÖRNEK OLDU.
BİRLİK’TEN
TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI’NDEN
NEZAKET ZIYARETLERI
TÜRK Parlamenterler Birliği (TPB) Genel Başkanı ve 22, 23, 24. Dönem Kahramanmaraş Milletvekili Nevzat Pakdil, İstanbul Valisi Vasip Şahin’e nezaket ziyaretinde
bulundu. Ülke gündemindeki konuların değerlendirildiği görüşmede, 23, 24 ve 25.
Dönem Kayseri Milletvekili ve TPB Genel Başkan Yardımcısı Yaşar Karayel, 19. Dönem İstanbul Milletvekili ve TPB Genel Sekreteri Kadir Ramazan Coşkun, 23. ve 24.
Dönem Malatya Milletvekili ve TPB Genel Saymanı Ömer Faruk Öz, 19. ve 20. Dönem
İstanbul Milletvekili ve TPB İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi Yusuf Pamuk ile
24. Dönem Sivas Milletvekili ve TPB üyesi Ali Turan yer aldı.
Türk Parlamenterler Birliği, geçtiğimiz ay TED
Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanı Selçuk
Pehlivanoğlu’na da bir nezaket ziyareti gerçekleştirdi. Türk Parlamenterler Birliği heyetinde Genel Başkan Nevzat Pakdil’in yanı sıra Genel Sayman Ömer
Faruk Öz, Yönetim Kurulu Üyeleri Niğde Milletvekili
Alpaslan Kavaklıoğlu, 22, 23 ve 24. Dönem Burdur
Milletvekili Ramazan Kerim Özkan, Denetleme Kurulu Başkanı ve 24. Dönem Çankırı Milletvekili İdris
Şahin, Denetleme Kurulu Yedek Üyesi ve Burdur
Milletvekili Bayram Özçelik, Disiplin Kurulu Başkanı
ve 24. Dönem Muğla Milletvekili Ali Boğa, Yüksek
Danışma Kurulu Başkanı ve 22, 23. Dönem Sakarya
Milletvekili Recep Yıldırım ve TPB Parlamento Dergisi Yayın Koordinatörü Erbay Kücet yer aldı. 23. ve
24. Dönem Muğla Milletvekili, TED Üniversitesi Koordinatörü Yüksel Özden’in de katıldığı görüşmede,
eğitim başta olmak üzere ülke gündeminde yer alan
çeşitli konularla ilgili fikir alışverişinde bulunuldu.
5
“HER ZAMAN AHISKA TÜRKLERININ YANINDAYIZ”
TÜRK Parlamenterler Birliği Genel Başkanı Nevzat Pakdil, “Ahıskalı Türkler” isimli belgesel filmin Türkiye galasına katıldı. 1944
yılında SSCB tarafından anavatanlarından sürgün edilen Ahıska
Türklerinin yaşadığı acıları, o tarihte 19 yaşında olan Mert Ali
Aliyev’in öyküsü etrafında aktaran belgesel filmin galası, Yurtdışı
Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’nın evsahipliğinde gerçekleştirildi.
Katılımcıların duygu dolu anlar yaşadığı galada Yurtdışı Türkler
ve Akraba Topluluklar Başkanı Doç. Dr. Kudret Bülbül bir konuşma
yaptı. Ahıska’nın Türkiye için önemine işaret eden Bülbül, “Ahıska
gönlümüzün müstesna yerinde olan bir coğrafya. Türkiye her zaman farklı soydaş ve akraba toplulukların olduğu gibi Ahıskalıların
da yanında yer almıştır, binlerce Ahıskalıya vatandaşlık vermiştir.
Sayın Cumhurbaşkanımızın girişimleriyle 600 kadar Ahıskalı aileyi
Türkiye’ye yerleştirmiş durumdayız. Yurtdışı Türkler ve Akraba
Topluluklar Başkanlığı olarak her zaman Ahıskalıların yanında yer
almaktayız” dedi.
ERBAY KÜCET’E YENI GÖREVINDE
BAŞARI DILEĞI
TÜRK Parlamenterler Birliği Genel Başkanı Nevzat Pakdil, TBMM
Basın, Yayın ve Halkla İlişkiler Başkanı olarak atanan Erbay Kücet’i
tebrik ederek yeni görevinde başarı diledi.
TPB Parlamento Dergisi Yayın Koordinatörü Erbay Kücet, Eskişehir Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü ve Gazi Üniversitesi Eğitim
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. Kücet’in
İlerleyelim Beyler, Fıkır Fıkır Fıkralar, Şirin Şiirler, Yakalatan Şapka,
Güncelle Kendini, Hoca Nasreddin’i Nasıl Bilirdiniz?, Kafama Göre
Ayakkabı Bulamadım gibi mizah, kişisel gelişim ve çocuk edebiyatı
alanlarında pek çok kitabı bulunuyor.
6
BIRLIK’TEN
“Ahıskalı Türkler” belgeselinin yapımcılığını Kırgızistan-Türkiye
Manas Üniversitesi üstlendi. Rektör Prof. Dr. Sebahattin Balcı, “Biz
bu filmi yaparken dünyaya şunu göstermek istedik: Ne kadar zor durumda olursak olalım, bir olursak, beraber olursak, bir gün bize kucak
açacak bir kardeşimizi dünyanın bir yerinde bulabiliriz. Bu ruhu yeniden canlandırmak için filmde bu mesajları verdik” diye konuştu.
“HERKESI MEHMET ÂKIF ERSOY
KÜLTÜREVI’NI GEZMEYE
DAVET EDIYORUZ”
İSTIKLAL Marşı’nın yazarı Mehmet Âkif Ersoy’un anısı, TBMM
I. Dönem’de milletvekili olarak temsil ettiği Burdur’da yaşatılıyor.
Millî Şair’in adını taşıyan Mehmet Âkif Ersoy Üniversitesi’nin
eğitim verdiği şehirde, Baki Bey Konağı Mehmet Âkif Ersoy
Kültürevi de bulunuyor. 22, 23 ve 24. Dönem Burdur Milletvekili
ve Türk Parlamenterler Birliği Yönetim Kurulu Üyesi Ramazan
Kerim Özkan, Mehmet
Âkif Ersoy’un hayatı ve
eserleri hakkında yazılı ve
görsel materyallerin yer
aldığı Kültürevi’nde Millî
Şair’in balmumu heykelinin de büyük ilgi gördüğünü belirterek, “Herkesi
Burdurumuzu ve Baki Bey
Konağı Mehmet Âkif Ersoy Kültürevi’ni gezmeye
davet ediyoruz” dedi.
TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI’NDE
MART 2016’DA KABUL EDILEN YASALAR
KANUN
NUMARASI
KABUL
TARİHİ
BAŞLIĞI
6682
09/03/2016
2016 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu
6683
09/03/2016
2014 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu
6684
10/03/2016
11 Nolu Protokol İle Değişik İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmeye Ek 7
Nolu Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6685
10/03/2016
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, Bulgaristan Cumhuriyeti Hükümeti ve Yunanistan Cumhuriyeti
Hükümeti Arasında Polis ve Gümrük İşbirliği Ortak Temas Merkezi Kuruluş ve İşleyişi Hakkında
Anlaşma ile Notaların Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6686
10/03/2016
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü Arasında GTÖ Orta
Asya Alt Bölge Ofisine Dair Anlaşmaya Yönelik GTÖ Orta Asya Alt Bölge Ofisinin Güçlendirilmesi
Konulu Tamamlayıcı Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6687
10/03/2016
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Azerbaycan Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Elektrik Enerjisi
Mübadelesi İle İlgili Olarak Ortaya Çıkan Borca İlişkin Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6688
10/03/2016
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Sierra Leone Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Hava Ulaştırma
Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6689
10/03/2016
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Güney Sudan Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Hava Ulaştırma
Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6690
10/03/2016
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Ruanda Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Hava Ulaştırma
Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6691
10/03/2016
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Zimbabve Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Hava Ulaştırma
Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6692
10/03/2016
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Jamaika Hükümeti Arasında Hava Ulaştırma Anlaşmasının
Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6693
10/03/2016
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Zambiya Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Hava Ulaştırma
Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6694
10/03/2016
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Orta Afrika Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Hava Ulaştırma
Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6695
10/03/2016
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Fildişi Sahili Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Hava Ulaştırma
Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6696
10/03/2016
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Benin Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Hava Ulaştırma Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6697
10/03/2016
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Ekvator Cumhuriyeti Hükümeti Arasında İşbirliği Çerçeve
Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6698
24/03/2016
Kişisel Verilerin Korunması Kanunu
7
HABERLER
“ÇANAKKALE HEM
ISTIKLAL HEM ISTIKBAL
MÜCADELEMIZ OLDU”
“18 Mart Şehitleri Anma Günü ve Çanakkale Deniz Zaferi’nin 101. Yılı” nedeniyle Çanakkale 18 Mart Stadyumu’nda bir tören düzenlendi. Törene Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan’ın yanı sıra TBMM Başkanı İsmail Kahraman, Başbakan Yardımcısı
Yalçın Akdoğan, Gençlik ve Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç, Kültür ve Turizm Bakanı
Mahir Ünal, Gümrük ve Ticaret Bakanı Bülent Tüfenkci, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Sema Ramazanoğlu, Millî Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar
ve Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez katıldı.
Şehitler için saygı duruşunda bulunulması ve İstiklal Marşı’nın okunmasının ardından bir konuşma yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan, Çanakkale’de destan yazan
şehit ve gazilerimizi rahmet, minnet ve şükranla yâd ettiğini belirterek, “Aynı şekilde, binlerce kilometre öteden gelip burada hayatlarını kaybeden, o günden beri
topraklarımızda misafir ettiğimiz diğer ülke askerlerini de tazimle anıyorum” dedi.
8
Erdoğan, “Çanakkale Savaşları’nı ‘Bugünümüzü kurtaran, maziye kahramanlığını ve büyüklüğünü iade eden, bu toprakları bize sonsuz
vatan yapan bir mücadele’ olarak tanımlayan
Gazi Mustafa Kemal’i de rahmetle yâd ediyorum” sözleriyle devam ettiği konuşmasında
şu değerlendirmelerde bulundu: “Gazi’nin,
‘Tarihlerini bilmeyen milletler başka milletlerin
avı olurlar’ sözünün en müşahhas tezahürü
Çanakkale’dir. Çanakkale Zaferi’ni bilmeyenler, bu savaşın nerede, hangi şartlarda, hangi
fedakarlıkla yapıldığını anlamayanlar, bugün
yaşadıklarımızın manasını da kavrayamazlar.
Bunun için ülkemizde Çanakkale Savaşları’nın
gerçekleştiği mekanları görmeyen, o havayı
teneffüs etmeyen hiçbir evladımız kalmamalıdır. Çanakkale’nin anlamını öğretemediğimiz,
bu mücadelenin geçmişimiz, bugünümüz ve
geleceğimiz için ifade ettiği manayı zihnine
ve gönlüne nakşedemediğimiz her evladımızın
vebali, bu işin sorumlularının üzerindedir.”
Konuşmasında “Bundan 101 yıl önce, tarihe
gömülmek istenen, Balkan faciasının utancıyla
şaşkınlık içinde olan bir millet, Çanakkale’de
yeni bir dirilişin, yeni bir şahlanışın destanını yazmıştır” ifadelerini kullanan Erdoğan,
“Çanakkale’de verilen mesaj sadece milletimize
değil, bütün dünyaya hitap etmektedir. Dönemin tüm savaş yöntemlerinin, denizde, karada,
havada en üst düzeyde kullanıldığı Çanakkale Muharebeleri, asıl
gücün teknoloji değil, inanç olduğunu dünyaya bir kez daha göstermiştir. Yahya Çavuş bunun ispatıdır, Seyit Onbaşı bunun ispatıdır, ama gözü olup da bunu göremeyenler var. Bunlar bizi aldatmasın, biz aynı şekilde yürüyeceğiz” dedi. Erdoğan, Çanakkale’nin
hem istiklal hem de istikbal mücadelemiz olduğunu vurguladı.
“Söz konusu ülkemizin ve milletimizin bekası
olduğunda yapılması gerekeni yaparız”
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, vatanını ve hürriyetini canı
pahasına korumaya kararlı bir millet karşısında durabilecek hiçbir
kuvvetin olamayacağını ifade ederek, “Bu yönüyle Çanakkale, gözü
ve gönlü Türkiye’ye kilitlenmiş milyonlarca mazlum için de umudun
adı olmuştur” diye konuştu. İçinde bulunduğumuz bölgenin bugün
de tarihî bir yol ayrımında olduğuna işaret eden Erdoğan, “Bu
önemli süreçte gözler bir kez daha Türkiye’ye yönelmiş, ümitler bir
kez daha bize bağlanmıştır. Karşımızdaki zorluklar ne kadar büyük
olursa olsun, mücadele etmek ve başarıya ulaşmak, millet olarak
bizim en önemli vasfımızdır. Gençler sakın umudunuzu yitirmeyin.
Allah’ın izniyle bu millet güçlüdür; biz bir ölür, bin diriliriz, bunu böyle biliniz” dedi.
Konuşmasında terör olaylarına da değinen Cumhurbaşkanı
Erdoğan, şu değerlendirmelerde bulundu: “Söz konusu ülkemizin
ve milletimizin bekası olduğunda, hiç kimse kusura bakmasın, yapılması gerekeni yaparız. Bizim tarihimizde kıyım yoktur, bizim tarihimizde katliam yoktur, insanların ve toplumların iliğini sömürme
anlayışı hiç yoktur. Dolayısıyla bizim terörle mücadelemizin de bir
ahlakı, bir ölçüsü, bir meşruiyeti vardır. Birileri bizi zorladığı, birileri
bizden talep ettiği için değil, zaten kendi kültürümüzde var olduğu
için bu şekilde davranıyoruz, davranmayı da sürdüreceğiz. Türkiye
3 milyonu aşkın sığınmacıya evsahipliği yaparken bir avuç mülteciye yer bulamayıp Avrupa’nın ortasında bu mazlumları utanç
verici şartlara mahkum edenler önce dönüp kendilerine baksınlar.
Bizler Çanakkale’deki kahramanların evlatları olarak onların şanına,
şerefine, mücadelesine gölge düşürecek en küçük bir yanlışın içinde
olmayız. Şehitlerimizin ruhlarını muazzep etmedik, etmeyeceğiz.”
Çanakkale Şehitler Abidesi’nde tören düzenlendi
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “18 Mart Şehitleri Anma
Günü ve Çanakkale Deniz Zaferi’nin 101. Yılı” nedeniyle Çanakkale
Şehitler Abidesi’nde düzenlenen törene de katıldı. Cumhurbaşkanı
Erdoğan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar ve Çanakkale Valisi Hamza Erkal’ın Çanakkale Şehitler Abidesi’ne çelenklerini
sunmasıyla başlayan törende, saygı duruşu ve saygı atışı yapıldı,
İstiklal Marşı okundu. Konuşmaların ardından beraberindekilerle
birlikte donanma birliklerinin top atışları eşliğinde denizde gerçekleştirdiği geçit törenini ve Türk Yıldızları’nın terörle mücadelede
şehit düşenlerin isimlerinin yazılı olduğu uçaklarla yaptığı gösteriyi
izleyen Erdoğan, ayrıca şehit mezarlarını ziyaret etti ve anma etkinliği kapsamında düzenlenen hüsnühat sergisini gezdi.
9
TBMM BAŞKANI İSMAIL KAHRAMAN
VE GRUP BAŞKANVEKILLERI
“TERÖR” GÜNDEMIYLE TOPLANDI
Grup Başkanvekili İdris Baluken, toplantıda mevcut
sorunların çözümüne ve terör olaylarına yönelik somut bir gelişme kaydedilmediğine işaret etti. HDP
olarak Meclis’te dört siyasi partinin dahil olacağı bir
“Çözüm Komisyonu” kurulmasını teklif ettiklerini
dile getiren Baluken, “Parlamentonun çözüm konusunda irade ve inisiyatif sahibi olduğu vurgusunun ön plana çıkması gerektiğini ifade ettik” diye
konuştu. MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural ise
toplantıda siyasi partilerin teröre karşı bakışlarını,
tutumlarını ve davranışlarını ortaya koyduklarını
ifade ederek, teröre yönelik çok kapsamlı bir mücadele sürdürülmesi gerektiğinin altını çizdi.
TBMM Başkanı İsmail Kahraman, terör olayları konusunda bilgi ve fikir alışverişinde
bulunmak üzere Meclis’teki siyasi partilerin grup başkanvekilleriyle bir araya geldi.
Toplantıya Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) Grup Başkanvekili Naci Bostancı,
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Grup Başkanvekili Özgür Özel, Halkların Demokratik
Partisi (HDP) Grup Başkanvekili İdris Baluken ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Grup
Başkanvekili Oktay Vural katıldı.
Konuyla ilgili olarak TBMM Başkanlığı’ndan yapılan yazılı açıklamada, TBMM
Başkanı İsmail Kahraman’ın, Meclis’te grubu bulunan dört siyasi partinin liderlerine
mektup göndererek terör faaliyetleri ve tehdidi konusunda bilgi ve fikir alışverişinde
bulunulması amacıyla birer grup başkanvekilini toplantıya davet ettiği hatırlatıldı.
Toplantıda, grup başkanvekillerinin, partilerinin bakış açıları çerçevesinde görüş ve
önerilerini ifade ettikleri kaydedilen açıklamada, “Türkiye Cumhuriyeti büyük bir
devlettir. Devletimizin ve milletimizin bu ve benzeri badireleri aşacağına olan inancımız tamdır. Sorunların çözüm mercii millet iradesinin tecelligahı olan Türkiye Büyük
Millet Meclisi’dir” denildi.
Farklı öneriler dile getirildi
AK Parti Grup Başkanvekili Naci Bostancı, toplantının verimli geçtiğini belirterek,
“Dört grup başkanvekilinin TBMM Başkanı’nın mihmandarlığında bu konuları konuşması önemli ve demokrasimiz adına bir kazançtır. Bundan sonra da gerek duyuldukça bu tür toplantılar yapılacak” dedi. CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel, CHP
olarak bu toplantının bir “liderler zirvesi” şeklinde gerçekleşmesinin teröre karşı verilecek en net cevap, en değerli tavır olduğunu ifade ettiklerini hatırlattı. Söz konusu
önerilerini tekrarladıkları bu toplantının yansımalarının son derece önemli olduğunu
kaydeden Özel, “Ne konuşulacaksa Meclis çatısı altında konuşulmalıdır” dedi. HDP
10
HABERLER
“Barış ve huzurun tesis edilmesi için
herkese sorumluluk düşüyor”
Öte yandan, 13 Mart 2016 tarihinde Ankara
Kızılay’da gerçekleşen bombalı terör saldırısının
ardından AK Parti, CHP ve MHP tarafından ortak
bir bildiri yayımlandı. AK Parti Grup Başkanvekili
Naci Bostancı, CHP Grup Başkanvekili Levent Gök
ve MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural’ın imzasının
yer aldığı bildiride, “13 Mart’ta Ankara’da doğrudan
milletimize yönelmiş vahşi terör saldırısı, bir kez
daha milleti ve onun iradesinin temsilcisi olan bizleri derin bir üzüntüye sevk etmiştir” denildi.
Ortak bildiride şu ifadelere yer verildi: “Terörün
kanlı eylemleriyle yapmaya çalıştığı halkta bezginlik, karamsarlık doğurmak, ortak gelecek duygusuna darbe vurmaktır. Uzun tarih içinde her türlü
sorunu ortak dayanışma, kararlılık, cesaretle aşan,
kaderini kendi azim ve iradesiyle yazan milletimizin
terör karşısında da aynı kararlılıkla davranarak,
terörün amacını boşa çıkarttığını görmek bu derin
acımız karşısında en önemli teselli kaynağımızdır.
Millet iradesinin tecelligahı olan TBMM bu konuda
üstüne düşen millî sorumluluğun farkında ve şuurundadır.”
KADIN ERKEK FIRSAT EŞITLIĞI
KOMISYONU 7 YAŞINDA
TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nun 7’nci kuruluş yıldönümü Meclis’te düzenlenen bir toplantıyla kutlandı.
TBMM Başkanı İsmail Kahraman, toplantıda yaptığı konuşmada, Türkiye’de 2000’li
yılların başından itibaren kadın haklarının korunması ve kadın-erkek fırsat eşitliğinin sağlanması yolunda bir dizi reform gerçekleştirildiğini ifade etti. Kadın Erkek Fırsat Eşitliği
Komisyonu’nun kurulmasının da bu reformların ürünü olduğunu belirten Kahraman, “Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da Komisyon’un çalışmalarına ilk günkü heyecanla
devam edeceğine ve etkili olmayı, farkındalık üretmeyi sürdüreceğine inanıyorum” dedi.
Kahraman, parlamentoların, kadınların temsili ve taleplerinin karşılanması noktasındaki
sorumluluğunun demokrasinin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurguladı.
Toplantıya katılan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Sema Ramazanoğlu, Bakanlık olarak toplumda kadının güçlenmesi, her türlü imkandan eşit ve adil şekilde faydalanması
için gereken hassasiyeti gösterdiklerini söyledi. Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu
Başkanı Radiye Sezer Katırcıoğlu ise kadının toplumdaki önemine ve hayatın her alanında
sesini duyurması gerektiğine işaret etti. Katırcıoğlu, “Bilinmelidir ki hakkaniyet temelinde
yalnızca kadınları değil, ayrımcılığa maruz bırakılmış tüm kesimleri, insan odaklı bir yaklaşımla ele almak gerek. Ancak böyle bakıldığında toplumsal sorunlar kökten çözülür. Kadim
medeniyetimizin işaret ettiği yol da budur” dedi.
“Türkiye tarihinden, köklerinden, kadim
medeniyetinden ilham alarak yükseliyor”
Toplantıya Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun eşi Sare Davutoğlu da katıldı. Davutoğlu
yaptığı konuşmada dünyanın her yerinde savaş, terör, istismar, taciz ve şiddetin önce
kadın ve çocukları vurduğunu, onların
haklarını gasp ettiğini belirterek, “Oysa
annesinin kucağında ölen çocuklar, açlığa
teslim olan küçük bedenler, sahile vuran
evlatlarımız, insanlığın geleceğiydi. Türkiye bu karamsar tablonun göbeğinde, bu
değişim rüzgarlarının ortasında değerlerini kaybetmeden gelişmeye ve ilerlemeye
çabalıyor. Bütün dünyaya kendi değerlerinden, insani değerlerden vazgeçmeden
değişmenin mümkün olduğunu gösteriyor. Bugün Türkiye her alanda gelişirken,
tarihinden, köklerinden, kadim medeniyetinden ilham alarak yükseliyor” dedi.
Konuşmaların ardından başarılı çalışmalarıyla rol model olan ve toplumsal önyargıların yıkılmasına katkıda bulunan kadınlara “Farkındalık Plaketleri” verildi. Ayrıca
1869-1927 yılları arasında Türkiye’de yayımlanan kadın dergilerinden derlenen
karikatür ve fotoğrafların yer aldığı sergi
katılımcıların beğenisine sunuldu.
11
2016 YILI BÜTÇESİ TBMM GENEL
KURULU’NDA KABUL EDİLDİ
2016 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2014 Yılı
Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı TBMM Genel
Kurulu’nda kabul edildi.
2016 yılı bütçesi üzerindeki çalışmalar 26 Şubat’ta başladı.
Genel Kurul’un 13 gün ara vermeksizin süren bütçe mesaisi
9 Mart’ta sona erdi. TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın
yönettiği birleşimde, her iki tasarı için de 129 ret
oyuna karşılık 301 kabul oyu kullanıldı. Başta
milletvekilleri ve bürokratlar olmak üzere bütçe
çalışmalarında emeği geçen herkese teşekkür eden
Kahraman, 2016 yılı bütçesinin millet ve memleket
için hayırlı ve uğurlu olmasını diledi.
Başbakan Ahmet Davutoğlu, 2016 Yılı Merkezi Yönetim
Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2014 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap
Kanunu Tasarısı’nın kabulü dolayısıyla TBMM Genel Kurulu’nda bir
teşekkür konuşması yaptı. Davutoğlu, “Şundan emin olunuz ki,
bugün güvenoyunuza muhatap olan bütçemizin her kuruşu, her
PROF. DR. CEVDET ERDÖL ILE
“SAĞLIK” SÖYLEŞISI
kalemi bizim şerefimiz, onurumuzdur. Her kuruşu son noktasına
kadar korunacaktır. Allah bütçemizi bereketli, hayırlı kılsın, milletimize hizmet etme yolunda bizlere yardımcı olsun” dedi.
Davutoğlu konuşmasında milletvekillerine “Her birimiz farklı
illerden gelmiş olabiliriz, her birimiz farklı siyasi eğilimleri
temsil ediyor olabiliriz. Ama nihayetinde bu kürsü, nihayetinde bu yüce çatı, bizim milletimizin istiklalini,
istikbalini temsil ediyor. Onun onurunu korumak
hepimizin görevi. Bu onuru korumak için de hep
beraber Meclisimizin çalışmaları esnasında eleştiriye
açık, ama nezaket ve nezaheti de gözeten bir üslup
benimsememiz önem taşıyor” çağrısında bulundu.
“Geliniz, hangi görüşten olursak olalım, teröre karşı yekvücut olalım” diyen Davutoğlu, “Türkiye’nin her karış toprağında
kamu düzeni hâkim olana kadar, demokratik hak ve özgürlükler
her yerde egemen kılınıncaya kadar terörle mücadelemiz devam
edecektir” ifadelerini kullandı.
TBMM ILE BIRUNI ÜNIVERSITESI
ARASINDA SAĞLIK PROTOKOLÜ
TÜRKIYE Büyük Millet Meclisi’nin üniversitelerle imzaladığı
sağlık protokollerine bir yenisi daha eklendi. Milletvekilleri ve
ailelerine yönelik sağlık hizmetlerini kapsayan protokollerin
18’incisi İstanbul Biruni Üniversitesi ile gerçekleştirildi.
“Sağlık Hizmet Alım Protokolü”, TBMM Genel Sekreter Yardımcısı Dr. Muhammed Bozdağ ve Biruni Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Adnan Yüksel tarafından imzalandı. TBMM Milletvekili Hizmetleri Başkanlığı’nın çalışmalarıyla daha önce çeşitli
illerdeki 17 üniversiteyle sağlık protokolleri yapılmıştı.
22. ve 23. Dönem’de Trabzon Milletvekili, 24. Dönem’de ise Ankara
Milletvekili olarak görev yapan Sağlık Bilimleri Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Cevdet Erdöl, Birlik Vakfı Ankara Şubesi’nde düzenlenen
söyleşiye konuk oldu. Milletvekilliği döneminde TBMM Sağlık,
Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu Başkanlığı da yapan Erdöl,
Türkiye’de sağlık alanındaki gelişmelerden söz ettiği toplantıda,
geçtiğimiz yıl Mekteb-i Tıbbiyye-i Şahane Kampüsü’nde (Marmara
Üniversitesi Haydarpaşa Kampüsü) eğitime başlayan Sağlık Bilimleri Üniversitesi ile ilgili de bilgi aktardı. Söyleşiyi TBMM Başkanı
İsmail Kahraman da dinledi.
12
HABERLER
TURGUT ÖZAL’IN VEFATININ
23’ÜNCÜ YILDÖNÜMÜ
TÜRKIYE Cumhuriyeti’nin 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 17 Nisan’da vefatının
23’üncü yıldönümünde anılacak.
Türk siyasetinin unutulmaz isimleri arasındaki Turgut Özal, 1927 yılında
Malatya’da doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliği Bölümü’nü
bitirdikten sonra Elektrik İşleri Etüd İdaresi’nde görev yaptı. 1967-1971 yılları arasında Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı’nı üstlenen Özal, ayrıca Ekonomik
Koordinasyon Kurulu, Para ve Kredi Kurulu, RCD Koordinasyon Kurulu ve AET
Koordinasyon Kurulu başkanlıklarında bulundu. 1971-1973 yılları arasında Dünya
Bankası’nda danışmanlık yaptı. Türkiye’ye döndükten sonra çeşitli şirketlerde
yöneticilik görevini üstlenen Özal, 1979 yılı sonlarına doğru Başbakanlık Müsteşarı
olarak atandı. Aynı dönemde Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı görevini de
vekâleten yürüttü.
Turgut Özal, 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra kurulan hükümete Ekonomik İşlerden Sorumlu Başbakan Yardımcısı olarak atandı. 1982 yılında bu görevinden istifa etti ve 1983 yılında Anavatan Partisi’ni kurdu. Aynı yıl yapılan genel
seçimlerde partisinin birinci gelmesi üzerine hükümeti kurmakla görevlendirilen
Özal, Türkiye Cumhuriyeti’nin 19. Başbakanı oldu. 1987 seçimleri sonrasında tekrar
hükümeti kurup başbakan olarak görev yaptı. 31 Ekim 1989 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Türkiye Cumhuriyeti’nin 8. Cumhurbaşkanı seçilen
Özal, 9 Kasım 1989’dan vefat ettiği 17 Nisan 1993’e
kadar bu görevi yürüttü. Türk siyasetinde önemli
izler bırakan Turgut Özal’ın ismi, Türkiye’nin pek
çok alanda değişim ve dönüşüm geçirdiği yıllarla
birlikte anılıyor.
MUHSIN YAZICIOĞLU KABRI BAŞINDA ANILDI
BÜYÜK Birlik Partisi’nin (BBP) Kurucu Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, vefatının
7’nci yıldönümünde Taceddin Dergahı’ndaki kabri başında anıldı.
BBP Genel Başkanı Mustafa Destici, anma töreninde yaptığı konuşmada,
Muhsin Yazıcıoğlu’nun kendisinden önce vatanını, milletini, devletini, Doğu
Türkistan’da, Kafkaslar’da, Balkanlar’da, Filistin’de,
Suriye’de yaşayan mazlumları, Güneydoğu’daki
asker ve polisleri düşünen bir lider olduğunu ifade
etti. “Bizler şahidiz ki o bir şehittir. Bizler şahidiz ki
o tertemiz bir Müslüman’dır” diyen Destici, Muhsin
Yazıcıoğlu’nun dünya menfaati, kendisi ve ailesinin
istikbali için değil, inandığı değerler, davası, ülkesi
ve milleti için siyaset yaptığını söyledi. Destici,
Yazıcıoğlu’nu ve onunla beraber hayatını kaybedenleri rahmet, minnet ve şükranla andıklarını ifade etti.
Anma törenine Muhsin Yazıcıoğlu’nun eşi Gülefer
Yazıcıoğlu, yakınları, sevenleri, siyasetçiler ve partililer katıldı. Törende Yazıcıoğlu’nun kabrine kırmızıbeyaz karanfiller bırakıldı, Kuran-ı Kerim okundu.
Muhsin Yazıcıoğlu, 25 Mart 2009 tarihinde Kahramanmaraş’ın Göksun ilçesi yakınlarında helikopterin
düşmesi sonucu beraberindeki 5 kişiyle birlikte hayatını kaybetmişti.
13
DÜNYADAN
TÜRKİYE-AB LİDERLER ZİRVESİ’NDE
TARİHÎ KARARLAR
MÜLTECI sorunu ve Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki müzakere sürecinin masaya yatırıldığı Türkiye-AB Liderler Zirvesi
Belçika’nın başkenti Brüksel’de gerçekleştirildi. Başbakan Ahmet
Davutoğlu’nun AB üyesi 28 ülkenin liderleriyle bir araya geldiği
toplantılarda önemli kararlar alındı. Davutoğlu görüşmeler sonrası
14
yaptığı açıklamada, “Bugün (18 Mart) iki sebepten dolayı tarihî
bir gün. İlk olarak bugün Türkiye’de Şehitler Günü. Bugün tarihî
bir gün, çünkü Türkiye ve AB arasında bir anlaşmaya vardık” dedi.
Başbakan Ahmet Davutoğlu Brüksel’de ilk olarak AB Konseyi
Başkanı Donald Tusk, AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker,
AB Dönem Başkanı ve Hollanda Başbakanı Mark Rutte ile bir
araya geldi. Donald Tusk zirve öncesi yaptığı açıklamada 28 üye
devletin yanı sıra Türkiye’nin de kabul edebileceği bir anlaşmaya
ihtiyaç olduğunu, bu yolda atılan adımları olumlu bulduğunu ifade
etti. Tusk, “Üyelik süreci konusunda benim kanaatim, sığınmacı
krizinin ötesine geçen AB-Türkiye ilişkilerinin yeniden canlandırılması amacıyla sürecin kullanılması için bir yol bulmamız gerektiği”
dedi. Olumlu bir havada geçen toplantılar sonunda Davutoğlu ise
şu açıklamayı yaptı: “Birbirimizle görüşlerimizi, endişelerimizi,
perspektiflerimizi ve vizyonumuzu paylaştık. Şunu fark ettik ki
Türkiye ve AB’nin ortak kaderi, zorlukları vardır ve iki taraf aynı geleceği paylaşmaktadır. Türkiye ile AB arasında kriz yönetiminden
ibaret olmayan, daha stratejik bir işbirliğine ihtiyaç vardır.”
Türkiye’nin AB’ye entegrasyonunun derinleştirilmesi ve Suriye
mülteci krizinin mümkün olan en az hasarla atlatılması konularının masaya yatırıldığı zirvede Türkiye’nin getirdiği çözüm önerileri
beğeni kazandı. Müzakereler sonucunda Türkiye’nin şu anda Ege
adalarına yasa dışı yollarla ulaşan mültecileri geri alması, aynı
sayıda mültecinin de Avrupa ülkelerine gönderilmesi kararlaştırıldı. Başbakan Davutoğlu, maliyet ve yük paylaşımının adil bir
şekilde yapılması konusunda anlaşmaya varıldığını bildirdi. AB’nin
Türkiye’ye hibe ettiği 3 milyar avro ile 2018’de verilecek ek 3 milyar
avronun sadece Suriyeliler için kullanılacağını söyleyen Davutoğlu, hem Türkiye’de hem de Suriye içindeki güvenli bölgelerde
Türkiye’nin Suriyelilere yardımcı olacağını ifade etti.
Vize müjdesi
Mülteci sorununun yanı sıra zirvenin bir diğer gündem maddesi
olan Türkiye’nin AB üyeliği ve bu kapsamda Türk vatandaşlarının
Avrupa’da vizesiz seyahat hakkı konusunda da Türkiye için olumlu
kararlar alındı. Mültecilerin geri kabul süreciyle birlikte vize serbestisinin başlayacağı, uygulamanın Haziran ayından önce hayata
geçirileceği belirtildi.
Başbakan Ahmet Davutoğlu, zirvede AB entegrasyonu kapsamında “Mali ve Bütçesel Hükümler” başlıklı 33’üncü faslın açılmasının kararlaştırıldığını duyurdu. Bu gelişmenin Türkiye’nin AB
sürecinde atılan önemli bir adım olduğuna işaret eden Davutoğlu,
diğer fasılların açılmasının hızlandırılmasının da müzakerelerde
dile getirildiğini söyledi.
Davutoğlu’nun Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande ile
gerçekleştirdiği ikili görüşmede AB üyesi Güney Kıbrıs Rum
Yönetimi’nin enerji, yargı ve temel haklar, adalet, özgürlük ve
güvenlik, eğitim ve kültür ile dış güvenlik ve savunma politikaları
fasıllarına yönelik blokajı gündeme geldi. Davutoğlu ve Hollande,
AB mevzuatında aday ülkeler ile üye ülke arasındaki anlaşmazlıkta üye ülkenin tercih edilmesi formülünün üstesinden gelecek
çözümler üzerine çalıştı.
AB Konseyi Başkanı Donald Tusk ise Türkiye’nin üyelik sürecini
canlandırma, sığınmacı krizinde işbirliğini güçlendirme konularında anlaşmaya varıldığını ifade etti. Tusk, Türkiye’nin üyeliğiyle ilgili büyüklüklerine bakılmaksızın tüm AB ülkelerinin hassasiyetlerini dikkate alan dengeli bir öneri temelinde anlaşma sağlandığını
söyledi. Zirveye hazırlık kapsamında Güney Kıbrıs Rum Yönetimi
ve Türkiye’de temaslarda bulunduğunu belirten Tusk, “Üyelik süreci konusunda benim kanaatim, sığınmacı krizinin ötesine geçen
AB-Türkiye ilişkilerinin yeniden canlandırılması amacıyla sürecin
kullanılması için bir yol bulmamız gerektiği. Bu süreç aynı zamanda Kıbrıs görüşmelerini desteklemek için de bir imkan” ifadesini
kullandı. Tusk ayrıca, “Terörizmle mücadele, vize serbestisi ve dış
politika konularında işbirliğimiz devam ediyor. Bu da Türkiye ile
yapılan müzakerelerin ilerlemesi anlamına geliyor. AB ile Türkiye
arasında son derece önemli iki zirvenin tam ortasındayız” dedi.
AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker de yaptığı açıklamada,
Türkiye ile gelinen noktadan memnun olduğunu dile getirdi. Juncker,
“Son dönemde Türk dostlarımızla yoğun müzakereler yürüttük. Bu
görüşmelerimiz zorluydu ancak dürüst bir şekilde yürütüldü” dedi.
15
SLOVAKYA’DA KOALİSYON DÖNEMİ
SLOVAKYA’DA 5 Mart 2016 tarihinde gerçekleştirilen genel seçimde genel başkanlığını Başbakan Robert Fico’nun yürüttüğü Sosyal Demokrat Parti sandıktan
birinci sırada çıktı. Ancak partinin aldığı yüzde 28,2’lik oy oranı Fico’nun 2012’den
bu yana süren tek başına iktidar döneminin sonunun geldiğini gösteriyor.
Slovakya makamlarının açıkladığı seçim sonuçlarına
göre Sosyal Demokrat Parti yüzde 28,2, Özgürlük ve
Dayanışma Partisi yüzde 12, Sıradan Halk ve Bağımsız
Kişiler Partisi yüzde 11, Slovakya Halk Partisi yüzde 8,6,
Slovakya Bizim Halk Partisi yüzde 8, Biz Aileyiz Partisi
yüzde 6,6, Köprü Partisi yüzde 6,5 ve Ağ Partisi yüzde
5,5 oranında oy aldı. Bu sonuçlara göre hiçbir parti tek
başına hükümet kuracak çoğunluğu sağlayamıyor. Seçimin ilgi çekici sonuçlarından biri, ana muhalefet partisi
Hıristiyan Demokratik Hareketi’nin yüzde 5’lik ülke barajını aşamaması oldu. Slovak Demokratik ve Hıristiyan
Birlik-Demokratik Partisi de baraj altında kaldı.
2016’nın ikinci yarısında Avrupa Birliği Dönem Başkanlığını üstlenecek Slovakya’da Robert Fico’nun başbakanlığında merkez sol veya merkez sağ koalisyon
hükümeti kurulacağı düşünülüyor. Fico son dönemde
Avupa’ya gelen sığınmacılara karşı sert sözleriyle gündeme gelmişti.
KAZAKİSTAN’DA 3 PARTİ PARLAMENTODA
KAZAKISTAN’DA 20 Mart 2016 tarihinde gerçekleşen milletvekili seçimlerinin sonuçlarına göre yüzde 7 oranındaki seçim barajını
aşan üç parti mecliste temsil edilmeye hak kazandı. Ezici çoğunluğu elde eden Nur Otan Partisi yüzde 82,15, Demokrat Parti Ak Jol
yüzde 7,18 ve Kazakistan Komünist Halk Partisi yüzde 7,14 oranında
oy aldı. Seçime katılıp barajı aşamayan partiler ise şöyle sıralandı:
Avul Halkın Demokratik Yurtsever Partisi (yüzde 2), Ulusal Sosyal
Demokrat Parti (yüzde 1,18), Birlik Partisi (yüzde 0,29).
9 milyon 791 bin kayıtlı seçmenin bulunduğu Kazakistan’da
seçime katılma oranının yüzde 71 olduğu açıklandı. Seçmenler 65’i
yurt dışında olmak üzere 9 bin 840 sandıkta oy kullandı.
Kazakistan’da senato ve meclisten oluşan iki kanatlı bir parlamento yapısı bulunuyor. 5 yılda bir yenilenen mecliste 107 sandalye
yer alıyor. Milletvekillerinin yüzde 98’i seçim barajını aşan partilerin
listesinden seçilirken, 9 milletvekili de ülkedeki etnik unsurların
yönetimde temsilini sağlamak amacıyla oluşturulan Kazakistan
Halklar Asamblesi tarafından meclise gönderiliyor.
16
DÜNYADAN
İSPANYA’DA HÜKÜMET KURULAMADI
İSPANYA’DA 20 Aralık’ta yapılan genel seçimler sonrasında
sandıktan birinci çıkan Halk Partisi lideri ve Başbakan Mariano
Rajoy’un, kendisine destek veren hiçbir siyasi parti bulamadığından
hükümet kurma görevini kabul etmemesi üzerine Sosyalist İşçi
Partisi’nin lideri Pedro Sanchez’in giriştiği hükümet kurma çabaları
sonuçsuz kaldı. Sanchez’in hazırlayıp güvenoyuna sunduğu kabine
listesi iki tur oylamada da yeterli çoğunluğu sağlayamadı. Böylece
diktatör Franco’nun 1975 yılındaki ölümünden sonra gerçekleştirilen serbest seçimlerin ardından ilk kez ikinci tur sonunda bir hükümet parlamentodan güvenoyu alamadı.
350 sandalyeli İspanya Meclisi’ndeki ilk tur oylamada 130 “evet”,
219 “hayır” oyu ile bir “çekimser” oy çıktı. İkinci tur oylamada ise tek
oyu bulunan Kanarya Adaları Koalisyonu’nun çekimser oyunu “evet”e
çevirmesiyle sonuçlar, 131 “evet” ve 219 “hayır” olarak belirlendi.
İspanya Anayasası hükümet kurulamaması halinde sürecin
yönetimini Kral’a devrediyor. 19 Haziran 2014’te babası Juan
Carlos’un yerine tahta geçen 6. Felipe’nin, İspanya tarihinde ilk kez
genel seçimden sonra siyasi parti liderleriyle üçüncü tur görüşmeleri başlatacağı düşünülüyor. Liderlerin bir hükümet formülü
üzerinde anlaşamaması durumunda 26 Haziran’da erken seçim
yapılması planlanıyor.
DIŞİŞLERİ’NDEN ERMENİSTAN VE YUNANİSTAN’A TEPKİ
ERMENISTAN Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, Güney Kıbrıs Rum
Yönetimi ve Yunanistan’ı kapsayan bir dizi seyahat gerçekleştirdi.
Sarkisyan’ın, ziyaretlerinin önemli bir bölümü ile Rum ve Yunan
heyetleriyle düzenlediği basın toplantılarında 1915 Olayları’nı öne
çıkarması dikkat çekti.
Sarkisyan, Yunanistan’daki çalışmaları kapsamında Yunanistan
Başbakanı Aleksis Çipras ve Cumhurbaşkanı Pavlopulos ile bir araya geldi. Görüşmelerin ardından yapılan açıklamalarda, Sarkisyan,
Pavlopulos ve Çipras, 1915-1922 tarihleri arasında Anadolu’da yaşanan trajedilerin Türklerin sorumluluğunda olduğunu, bu dönemde
bir “soykırım” yaşandığını iddia etti.
Serj Sarkisyan’ın Güney Kıbrıs’taki temaslarına Rum Yönetimi
Başkanı Nikos Anastasiadis’in, “Kıbrıs ve Ermeni halkı aynı saldırganlığın kurbanı oldu, sözlüklerinden kadercilik kelimesini çıkardı ve
uluslararası sahnede hukuk ilkelerinin hüküm sürmesi için mücadele etti ve ediyor” sözleri damgasını vurdu. Sarkisyan’ın ErmeniRum dostluğunun nişanesi olarak Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ne
armağan ettiği anıtın açılışında konuşan Anastasiadis, daha sonra
Sarkisyan’ın “Ermeni soykırımı anıtı” ziyaretine eşlik etti.
Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Tanju Bilgiç, Ermenistan-Yunanistan
ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi arasındaki temaslara ilişkin sorulan
bir soruya, Bakanlık internet sitesinde de yayımlanan şu karşılığı
verdi: “Söz konusu açıklamalar Yunanistan ve Ermenistan arasındaki ilişkilerin ve dayanışmanın Türk kimliğine yönelik ortak bir
husumet ve karalama üzerine inşa edildiğini gösteren hastalıklı bir
anlayışın ürünüdür. Türkiye ve Türk milleti, hukuk dışı, gerçeklikten
kopuk, tek yanlı ve saplantılı bir tarih dayatmasını her fırsatta gündeme getirenlere hiçbir şekilde itibar etmeyecektir.”
17
TÜRKİYE BÜYÜK
MİLLET MECLİSİ
96 YAŞINDA
18
TÜRKIYE CUMHURIYETI’NIN YASAMA ORGANI TÜRKIYE BÜYÜK MILLET
MECLISI, 96 YILDIR TÜRK MILLETININ TEMSILCILERININ BIR ARAYA
GELDIĞI, ULUSLARARASI SAYGINLIĞA SAHIP BIR PARLAMENTO OLARAK
GÖREV YAPIYOR. MILLÎ MÜCADELE’YI YÖNETMESINDEN DOLAYI “GAZI
MECLIS” ADIYLA DA ANILAN TBMM, ÇAĞIN ŞARTLARINA UYGUN,
ÇAĞDAŞ DEMOKRASILERIN KAZANIMLARINI BENIMSEMIŞ YAPISIYLA
MILLETIMIZIN GELECEĞE GÜVENLE BAKMASINI SAĞLIYOR.
ENVER UYGUN
19
T
ürkiye’de halkın yönetimde temsili düşüncesi Osmanlı’nın
modernleşme tar tışmaları sırasında gündeme gelir.
23 Aralık 1876 tarihinde yürürlüğe giren Kanun-ı Esasi, o güne
dek sınırsız olan padişahın yetkilerini kısıtlayarak yasama sürecinde ikili parlamento yapısını devreye sokar. Seçimle belirlenen
parlamenterlerden oluşan, görev yaptığı 6 dönemde de farklı
yöntemlerle oluşturulmuş Meclis-i Mebusan ile üyeleri padişah
tarafından atanan, üst düzey devlet görevlileri ve yerel kanaat
önderlerinden oluşan Meclis-i Âyan, ülkemizdeki ilk meclis örnekleridir.
Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na katıldığı 1914 yılında
Meclis-i Mebusan’da İttihat ve Terakki Partisi parlamentodaki
87 sandalyenin tamamına sahipti. Bu dönemde Meclis-i Ayan’ın
yetkilerinden bir kısmı da Meclis-i Mebusan’a kaydırılmıştı.
Savaşın sonunda imzalamak zorunda kalınan Mondros Ateşkes
Antlaşması’nın ardından Padişah VI. Mehmed (Vahideddin), 21
Aralık 1918’de Kanun-ı Esasi’den aldığı salahiyetle yeniden seçim
yapılması amacıyla Meclis’i feshetti. Ancak savaş sonrası şartları, İstanbul’un işgali gibi sebepler yüzünden yeni bir parlamentonun oluşması uzun zaman aldı. “Son Osmanlı Mebusan Meclisi”
olarak da anılan, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin çekirdeğini
oluşturacak VI. Dönem Meclis-i Mebusan ancak 12 Ocak 1920
20
tarihinde toplanabildi. Bu süreçte İstanbul’daki işgal güçlerinin
baskıları Meclis’in çalışmasını engeller nitelikteydi.
19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a çıkan Mustafa Kemal
Paşa, İngiliz silahlarının gölgesindeki Meclis’in millî iradeyi
tecelli ettiremeyeceğine inandığından, daha o günlerde parlamentoyu Ankara’ya taşımanın uygun olacağını düşünüyordu.
İstanbul’daki oturumlara katılmasa da Son Osmanlı Mebusan
Meclisi’nde Erzurum Milletvekili olarak kayıtlı bulunan Mustafa
Kemal’in amacı, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın hemen ardından vatanın bağımsızlığını savunmak üzere Anadolu’nun
hemen her şehrinde ve Rumeli’de kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin Meclis’te çoğunluğunu sağlayarak Millî
Mücadele’yi buradan yönetmekti. Atatürk, başlangıçtan
itibaren Kurtuluş Savaşı’nın demokratik ilkelerden taviz vermeden, halkın görüşlerini göz ardı etmeden yürütülmesinden
yanaydı. 21-22 Haziran 1919 tarihli Amasya Genelgesi’nin üçüncü maddesinde “Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve
kararı kurtaracaktır” derken, başkanlığını üstlendiği Erzurum
Kongresi’nin (23 Temmuz-7 Ağustos 1919) kararları arasına
“Millî iradeyi hâkim kılmak esastır” yazdıracaktı. Aynı dönemde Balıkesir ve Alaşehir’de toplanan kongrelerde de millî irade
vurgusu ön plandadır. Sivas Kongresi’nde (4-11 Eylül 1919) ise
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN ÖNDERLIĞINDEKI KURTULUŞ
MÜCADELESININ DÖNÜM NOKTALARINDAN BIRI 21-22 HAZIRAN
1919 TARIHLI AMASYA GENELGESI’DIR. GENELGENIN ÜÇÜNCÜ
MADDESINDE “MILLETIN BAĞIMSIZLIĞINI, YINE MILLETIN
AZIM VE KARARI KURTARACAKTIR” IFADESI YER ALIR.
direniş güçlerinin Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti
adı altında birleştirilmesi ve başkanlığına Mustafa Kemal’in
getirilmesi kararlaştırılır.
Mustafa Kemal’e söz veren kimi milletvekillerinin karar değiştirmesi sonucu Müdafaa-i Hukuk Grubu, Meclis-i
Mebusan’da çoğunluğu sağlayamaz. Çoğunluktaki Felah-ı
Vatan Grubu ise işgal güçlerine karşı sesini yükseltmemektedir. Kurtuluş Savaşı’nın manifestosu kabul edilen Misak-ı
Millî’nin Mustafa Kemal’e gönülden bağlı genç milletvekillerinin
Gazi Meclis
baskısıyla 12 Ocak 1920 tarihinde bu mecliste kabul edilmesi
Çanakkale Savaşları’nda gösterdiği üstün başarılarla ordu
içinde ve halk arasında Anafartalar Kahramanı olarak tanınan
Mustafa Kemal Paşa, vatanın bağımsızlığı ve millet iradesinin
hâkim kılınması için toplum kesimlerini, askerî ve sivil bürok-
İngilizlerin tepkisini çeker. İstanbul’un 16 Mart 1920’de resmen
işgal edilmesinin ardından Meclis-i Mebusan İngiliz askerleri
tarafından basılır ve milletvekillerinin bir kısmı tutuklanır.
21
TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI, VATANI DÜŞMAN IŞGALINDEN
KURTARAN VE MILLETE BAĞIMSIZLIĞINI KAZANDIRAN MILLÎ
MÜCADELE’YI BAŞARIYLA YÖNETMESINDEN DOLAYI
“GAZI MECLIS” OLARAK DA ANILIR.
rasiyi, diplomatik kanalları, iletişim imkanlarını seferber eder. Lider kişiliği, askerî dehası, öngörüsü ve tarih bilgisi sayesinde Millî Mücadele’nin doğal önderi olur. Ancak o,
başarının tek kişiye bağlı olmayacağına inanır, özellikle milletin tamamını ilgilendiren
böyle bir konuda ortak iradenin karar mekanizmasında etkin olmasına önem verir.
İstanbul Hükümeti’nin işgali kabullenen tavrı karşısında Kurtuluş Savaşı’nın bu şehirden yönetilemeyeceği netleşince Ankara’da yeni bir meclis kurulması için çalışmalara
başlayan Mustafa Kemal, yol arkadaşlarıyla birlikte 23 Nisan 1920 tarihinde Büyük
Millet Meclisi’nin ilk oturumunu gerçekleştirir.
Vatanı düşman işgalinden kurtaran ve millete bağımsızlığını kazandıran Millî
Mücadele’yi yönetmesinden dolayı “Gazi Meclis” olarak da anılan I. Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nin ilk oturumu büyük bir coşkuya sahne olur. Hacı Bayram Camii’nde kılınan cuma
namazının ardından Ulus’ta toplanan milletvekilleri ile izleyiciler dualar eşliğinde Birinci
Meclis Binası’na girer. Oturumun başkanlığını en yaşlı üye sıfatıyla Sinop Milletvekili Şerif
Bey üstlenir. Bir kısmı Son Osmanlı Mebusan Meclisi Üyesi olan 115 milletvekilinin bu-
22
lunduğu toplantının açılış konuşmasında
Şerif Bey, “Hilafet ve hükümet merkezinin geçici kaydıyla yabancı kuvvetler
tarafından işgal edildiği, bağımsızlığın
her bakımdan kısıtlandığı bilinmektedir.
Bu vaziyette baş eğmek, milletimizin
kendisine teklif edilen yabancı esaretini
kabul etmesi demektir. Ancak tam bağımsızlık ile yaşamak kararlılığında olan,
ezelden beri hür ve bağımsız yaşayan
milletimiz bu esareti kesin ve kararlı bir
biçimde reddetmiş ve derhal vekillerini
toplamaya başlayarak yüce Meclisini
vücuda getirmiştir” ifadelerini kullanır.
Ertesi gün yapılan toplantıda Ankara
Milletvekili Mustafa Kemal oy birliğiyle
Meclis Başkanlığı’na seçilir.
I. TBMM Binası, dönemin Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın emriyle 1915 yılında
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin sosyal
tesisi olarak tasarlanır. I. Dünya Savaşı
ve sonrasındaki gelişmeler nedeniyle bitimine çok az kala durdurulan inşaat, yapının parlamento binası olarak kullanıma
uygunluğu nedeniyle 1920 yılında tekrar
başlar. I. Ulusal Mimarlık Akımı özelliklerini taşıyan binada en fazla dikkat
çeken mimari unsur pembe-mor renkli,
“Ankara taşı” olarak da bilinen andezitin
kullanılmasıdır. 23 Nisan 1920-15 Ekim
1924 tarihleri arasında I. Türkiye Büyük Millet Meclisi Binası olarak hizmet
veren ve Cumhuriyet’in ilanına tanıklık
eden yapı daha sonra Cumhuriyet Halk
Fırkası Genel Merkezi ve Hukuk Mektebi
olarak kullanılır. Ardından Millî Eğitim
Bakanlığı’na devredilen bina, 1957 yılın-
da başlayan çalışmalar sonucu 23 Nisan
1961’den bu yana Kurtuluş Savaşı Müzesi
adıyla ziyarete açıktır.
Türk Medeni Kanunu, Türk Ceza Kanunu,
kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanıyan kanun gibi Cumhuriyet tarihinin
önemli gelişmelerinin yaşandığı II. TBMM
Binası’nda ilk oturum 18 Ekim 1924 tarihinde gerçekleştirilir. Bu bina Cumhuriyet Halk
Fırkası Genel Merkezi olmak üzere tasarlanmış, ancak I. TBMM Binası yasama çalışmalarının yürütülmesi için yetersiz kalınca
Meclis’in taşınması söz konusu olmuştur.
Aynı cadde üzerindeki yapı 27 Mayıs 1960
askerî darbesine kadar parlamento binası
olarak hizmet vermiştir. 31 Ekim 1981’de
Cumhuriyet Müzesi’ne dönüştürülen bina,
günümüzde de aynı işlevle her gün yüzlerce
ziyaretçiyi ağırlar.
Demokrasi abidesi
Bugün kullanılan TBMM Binası 6 Ocak 1961
tarihinde hizmete girer. Binanın projesi
1937’de açılan bir yarışmayla kabul edilmiş,
eser 1938 yılında Atatürk’ten onay almıştır.
Binanın mimarı, aralarında Cumhurbaşkanlığı Köşkü, Kara Harp Okulu, Yargıtay
gibi genç başkent Ankara’nın önemli
yapılarına da imza atan Prof. Dr. Clemens
Holzmeister’dir. Binanın hemen her unsurunda Türkiye Cumhuriyeti’nin kudretini,
millî egemenliğin önemini, Türk tarihinin
şanlı sayfalarını hatırlatan sembolik yapı
elemanları bulunur.
Askerî darbe dönemlerinde çalışmaları kesintiye uğratılan TBMM her türlü olumsuz gelişmeye rağmen saygınlığını koruyabilmiş bir kurumdur. Geçmişin kötü deneyimlerinden ders çıkarmayı bilen milletle birlikte aynı olumsuzlukların yaşanmaması
için günden güne güçlenen bir yapı arz eden Meclis, sivil siyasetin önemini somut
bir şekilde gösterir.
Kuruluşundan günümüze kadar geçen 96 yılda TBMM, Türk bağımsızlık savaşının yönetilmesinden dünyada lider ülkeler arasında yer almaya uzanan büyük
gelişmenin yakın tanığı olmuştur. Meclisimiz, imzaladığı uluslararası antlaşmalar,
çıkardığı çağdaş kanunlar, yürütme organının daha sağlıklı denetlenebilmesi için
hayata geçirdiği düzenlemeler gibi uygulamalar sayesinde bugün dünyanın saygın
23
DÜNYANIN SAYGIN PARLAMENTOLARI ARASINDA YER ALAN
TBMM, MILLETIN KADERINI ETKILEYECEK KARARLARIN ANCAK
MILLET TEMSILCILERI TARAFINDAN ALINABILECEĞINI SAĞLAM
DURUŞUYLA ORTAYA KOYMAKTADIR.
parlamentoları arasında yer alır. Milletin kaderini etkileyecek
kararların ancak millet temsilcileri tarafından alınabileceğini
sağlam duruşuyla ortaya koyan Gazi Meclis’in günümüzdeki en
önemli hedeflerinden biri Türk milletine yakışır bir anayasanın
hazırlanabilmesidir.
1 Kasım 2015 tarihinde gerçekleştirilen milletvekili genel
seçimi sonucunda oluşan TBMM 26. Dönem’de Adalet ve
Kalkınma Partisi 317, Cumhuriyet Halk Partisi 133, Halkların
Demokratik Partisi 59, Milliyetçi Hareket Partisi 40 milletvekiliyle temsil edilirken 1 bağımsız milletvekili bulunuyor. İlk kez
5. Dönem’de kadın parlamenterlerle tanışan TBMM’de bugün
24
81 kadın milletvekili görev yapıyor. Kadınlara milletvekili seçme
ve seçilme hakkının verilmesinin ardından 1935 yılında Meclis’e
giren kadın milletvekili sayısı 17’ydi. Yapılan ara seçimle bu sayı
18’e yükselmişti.
26. Dönem TBMM’de kanun teklif ve tasarılarının sağlıklı
biçimde tartışılıp Genel Kurul’a sunulması için oluşturulmuş
18 ihtisas komisyonu bulunuyor. Uluslararası komisyonların
yaptığı çalışmalarla parlamenter diplomasi alanında da adından
söz ettiren Meclis’te ülkeler arasındaki ilişkilerin güçlenmesine
katkı sağlamak amacıyla 129 ülkeyle kurulmuş parlamentolararası dostluk grubu yer alıyor.
25
HIÇ DURMADAN YÜKSELEN
PARLAK, SARI YILDIZ
ÇIN HALK
CUMHURIYETI
26
DÜNYA DEMOKRASI TARIHI
YÜZÖLÇÜMÜ BAKIMINDAN DÜNYANIN EN BÜYÜK ÜLKELERINDEN BIRI
OLMA ÖZELLIĞI TAŞIYAN ÇIN, NÜFUSUYLA DA GÜÇLÜ BIR POTANSIYELI
ELINDE BULUNDURUYOR. TARIHINDE ILK DEFA MOĞOLLARIN IŞGALINE
UĞRAYAN, AVRUPALI MISAFIRLERI KABUL ETMESININ ARDINDAN DA
YÜZLERCE YIL SÜREN IÇ KARIŞIKLIKLARLA MÜCADELE EDEN ÇIN,
BUGÜN BATI’YA KARŞI ILIMLI BIR POLITIKA IZLIYOR, EKONOMISIYLE
ISE DÜNYAYA HÜKMEDIYOR ADETA. 1949 YILINDA KURULAN ÇIN
HALK CUMHURIYETI, KANLI EYLEMLERI, KARDEŞ KAVGALARINI VE
KARMAKARIŞIK BIR POLITIKA HAYATINI GERIDE BIRAKIP BAYRAĞINDAKI
SARI YILDIZI GÖKLERE TAŞIMAK IÇIN MÜCADELE VERIYOR ON YILLARDIR.
PINAR ÇAVUŞOĞLU
27
Ç
in medeniyetinin geçmişi MÖ 4000’li yıllara dayanır. Bazı toplulukların bölgede
doğu-batı yönünde uzanan Sarı Nehir’in kıyısında yerleşim kurması, bugünkü Çin’in
temellerini atar. Bu çamurlu, ancak büyük ve verimli ova bölgedeki topluluklara bol
tarım ürünü sunmakla kalmaz, kağıt, barut, pusula gibi insanlık tarihinin en önemli
buluşlarına evsahipliği yapar.
Çin’de kurulan ilk hanedanın Xia olduğu tahmin edilir. MÖ 16. yüzyıla kadar beş asır
boyunca varlığını sürdüren bu hanedanın merkezi, bugünkü Şensi ve Henan eyaletleri
arasındadır. Ancak bu kadar uzun süre ayakta kalmış Xia Hanedanı’na ait bulguların
yetersizliği nedeniyle Çin tarihinin Shang Hanedanı’yla başladığı kabul edilir. 600 yıl
boyunca hüküm sürmüş bu hanedana ait çok fazla arkeolojik veri bulunur. Örneğin,
Shangların at evcilleştirdiği; at arabası kullandığı; koyun, köpek ve tavuk beslediği bu
veriler ışığında ortaya konulan sonuçlardır.
28
DÜNYA DEMOKRASI TARIHI
Shang Hanedanı’nın yıkılmasının ardından, Batılı bazı bilim adamlarınca Türk
kökenli olduğu iddia edilen ve 1000 yıl
boyunca varlığını sürdüren Zhou Hanedanı
kurulur. Ülke topraklarının genişlediği ve
önemli gelişmelerin kaydedildiği bu dönemde fikirleriyle binlerce yıl sonrasında
bile etkili olacak Konfüçyüs, Lao-Tse,
Mengzi gibi filozoflar yaşar. Çin tarihinde
Derebeylik Çağı olarak da anılan Zhou
Hanedanı dönemi, Qin Hanedanı’nın kurulmasıyla son bulur. 43 yıl hüküm süren bu
hanedan derebeyliğe son verir, ülke topraklarını 36 eyalete böler. Kısa bir süre varlığını
sürdüren Qin (Çı-in) Hanedanı, ülkenin Çin
adıyla anılmasında etkili olur. Bu dönemde
ayrıca askerî ve ticari alanlarda gelişmeler
kaydedilir. Ordu güçlendirilir, ölçü ve para
birimlerinde düzenlemeler yapılır.
Daha önceki hanedanlar döneminde
bugün Çin Seddi’nin bulunduğu yere, olası
saldırılara karşı toprak tabyalar yaptırılmıştır. Qin Hanedanı döneminde ise tabyaların
olduğu yerlere boylu boyunca uzanan,
aşılmaz bir duvar örülmesi kararlaştırılır.
Qin Hanedanı MÖ 206’da son bulsa da Çin
Seddi’nin duvarları MS 1700’lere kadar
örülmeye devam eder.
MÖ 206’da yönetim Han Hanedanı’na
geçer. Bu dönemde iç savaş ve büyük göçler meydana gelir. MS 220’de hanedanın
yıkılmasının ardından Wei, Wu ve Shu
imparatorlukları kurularak ülke üçe bölünür.
Ülkedeki karışıklık MS 600’lü yıllara kadar
sürer. 618 yılında Tang Hanedanı’nın kurulması ülkeyi yeniden refaha kavuşturur.
Çin’i işgal eden ilk yabancı güç Moğollardır. Cengiz Han’ın 1206 yılından 1227’ye
kadar sürdürdüğü mücadele sonucu Moğollar, Sarı Nehir’in kuzeyini ele geçirir. 1271’de
ise Moğol Hanı Kubilay, Yuan Hanedanı’nı
kurar ve Pekin’i ülkenin başkenti ilan eder.
Moğollar tarafından tamamı ele geçirilen
Çin, pek çok alanda bu topluluğun kültüründen etkilenir. Bugün bile ülkede Moğolca
ÇIN HALKI, YABANCI DEVLETLERI KOVMAK IÇIN 1899 YILINDA
BAŞLATTIĞI BOKSÖR AYAKLANMASI’YLA DÜNYANIN BÜTÜN
BÜYÜK GÜÇLERINI KARŞISINA ALIR.
Kubilay Han
konuşan bir nüfus bulunur. Çin’de milliyetçilik duygularının ortaya
çıkışı da bu işgalin ardından meydana gelir. Öyle ki Moğolları
yenerek 1386’da ülkeye egemen olan Ming Hanedanı’nın ilk işi
Cengiz Han Kanunları’nı değiştirmek olur. 1644 yılına kadar süren
Ming Hanedanı döneminde Avrupalılar da Çin’i keşfederek yeni
pazarlar kurmak üzere bölgeye gelirler.
Avrupa zengin Çin’i keşfediyor
Ming Hanedanı’na son veren Qing Hanedanı veya Mançurlar, 1912
yılına kadar ülkede egemen olur. 1800’lü yıllarda İngilizlerin büyük
bir pazar olarak gördüğü Çin’e birtakım ürünler satmak istemesi
ve devletin buna karşı gelmesi Afyon Savaşı’nı başlatır. Çin’in
yenilgisiyle sonuçlanan bu savaş sonrası imzalanan antlaşmalarla Çin’de kapitülasyonlar dönemi başlar. Bu savaştan yaklaşık
14 yıl sonra II. Afyon Savaşı meydana gelir; İngiltere ve Fransa
Çin’e saldırır.
Qing Hanedanı zamanında devlet otoritesi son derece zayıf
duruma düşmüştür. İngiltere, Fransa, Rusya ve Amerika Birleşik
Devletleri’ne geniş imtiyazlar tanınmış, ülke tam bağımsızlığını
kaybetmiştir. 1894 yılında Çin’in Japonya’yla savaşı ise yalnızca
Kore’nin bağımsızlığının tanınması ve Tayvan’ın kaybedilmesiyle
sonuçlanmaz, Çinlilerde gurur incinmesi ve hayal kırıklığı gibi
duyguları had safhaya ulaştırır. Devletinin ne kadar güçsüz olduğunu Qing Hanedanı döneminde tecrübe eden Çin halkı, yabancı
devletleri ülkeden kovmak için kolları sıvar. 1870 yılında Qing
Hanedanı’na karşı kurulmuş olan Boksör Cemiyeti, 1899 yılında
Boksör Ayaklanması’nı başlatır. Bu ayaklanmada cemiyet ve
hanedan işgalcilere karşı birlikte mücadele verirler.
Cemiyet üyeleri, yabancı ülkelerin Çin’deki temsilciliklerine ve
bu ülkelerin Çin’de gerçekleştirdiği imar faaliyetlerine, dolayısıyla
burada çalışan kişilere saldırarak ayaklanmayı başlatır. Bu durum
başta İngiltere, Fransa, Rusya, ABD olmak üzere o dönemin
diğer etkin devletleri Almanya, İtalya, Japonya ve AvusturyaMacaristan’ı da rahatsız eder. Çin bu ayaklanmayla dünyanın
bütün güçlü ülkelerini karşısına alır adeta. Sekiz Devlet İttifakı’nı
kuran bu devletler çıkan ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırır.
On binlerce Çinli öldürülür. Üstelik bu ülkeler Çin’den bir de savaş
tazminatı talep edecektir. Bu da ancak Çin’in Avrupa’dan borç
almasıyla mümkündür.
29
Kore Savaşı
1911 YILINDA ÇIN’DE CUMHURIYET ILAN EDILDI. KUOMINTANG
LIDERI SUN YAT-SEN, HANEDAN HÜKÜMRANLIĞININ SONA
ERDIĞINI AÇIKLADI VE ÇIN’IN ILK HÜKÜMETINI KURDU.
Boksör Ayaklanması’nın başarısızlıkla sonuçlanması Çinlileri
ülkelerinin geleceği açısından daha büyük bir umutsuzluğa sevk
eder. Bölge bölge gerçekleşen, örgütsüz bir direnme, Avrupa ülkelerinin sistemli teşkilatlanması karşısında yenilmiştir.
1911’den 1949’a Çin Devrimi
olamadı; çünkü Cumhuriyet rejiminin arkasında ona umut bağlamış Çin halkı vardı.
1921 yılında Çin Komünist Partisi’nin kurulması, demokratikleşmenin de adımlarından biriydi. Mao Zedong önderliğinde kurulan
parti Marksist-Leninist bir çizgide ilerliyordu. Kuomintang’ın
başına ise Sun’un ölümünün ardından Çan Kay Şek geçmişti. Bu
Boksör Ayaklanması’nda 1894 yılında kurulmuş bir parti olan
iki parti ülkedeki zıt kutuplardı adeta. Rusya’dan da destek alan
Kuomintang (Çin Halk Canlanışı) etkin rol üstlenmişti. Qing
Çin Komünist Partisi’nin ülke genelinde önlenemez bir yükselişi
Hanedanı’nın ülke yönetiminde yetersiz kaldığı düşünülünce 1911
vardı. Çin’de kısa süreli de olsa birlik ve beraberliğin sağlanması
yılında Çin’de Cumhuriyet ilan edildi. Kuomintang lideri Sun Yat-
Japonya’nın saldırıları sonrasında oldu. Japonya, Sibirya-Mançurya-
sen, hanedan hükümranlığının sona erdiğini açıkladı ve Çin’in ilk
Vladivostok güzergahındaki Güney Mançurya Demiryolu’nun 1931
hükümetini kurdu. Binlerce yıl boyunca hanedanlar tarafından
yılında Mukden yakınlarındaki bölümünün havaya uçurulmasın-
yönetilmiş Çin’de yeni rejim ülkenin büyük ailelerini korkuttu. Bazı
dan Çin’i sorumlu tuttu, Mançurya’ya saldırarak burada Mançukuo
güçlü ailelerin bireyleri kendini imparator ilan ettiyse de başarılı
Devleti’ni kurdu. Çin üzerinde Japonya tehdidinin devam ettiği
30
DÜNYA DEMOKRASI TARIHI
Mao Zedong
menliğini sürdürdü. II. Dünya Savaşı’nın
patlak vermesi ve Japonya’nın zor duruma
düşmesiyle, yani Japonya’nın Çin üzerindeki tehdidinin sona ermesiyle ülkedeki
milliyetçiler ve komünistler de tekrar
kavgaya tutuştu. Çin Komünist Partisi’nin
ülkede egemen olmasıyla Kuomintang
dağılmaya başladı ve lider Çan Kay Şek
Tayvan’a kaçtı. 1947 yılında Mao Zedong
Çin Halk Cumhuriyeti’ni ilan etti. Fakat
Tayvan’da da Çan liderliğinde bir hükümet
vardı ve Çin’in meşru hükümeti olarak
ülkeyi 1970’e kadar Birleşmiş Milletler’de
temsil edecekti.
Savaş ve kavga nedeniyle
geciken reformlar
Kültür Devrimi’nde üniversiteli gençler
süre boyunca milliyetçiler ve komünistler birlikte hareket etti, ancak kendi aralarındaki
çatışmalar, güç gösterileri ve kavgalar hiç bitmedi.
Japonya’nın Mançurya’yı işgalinin ardından Milletler Cemiyeti, “Çin’in Mançurya üzerindeki egemenliğinin tanınması, Japon birliklerinin bu ülkeden çekilmesi” kararı aldı. Bu
konuda Batılı devletler resmen Çin’in yanındaydı. 1920’lerden itibaren ABD ve Avrupalı
devletlere kafa tutan Japonya, Milletler Cemiyeti’nden ayrılarak Mançurya’daki ege-
Çin Halk Cumhuriyeti’nde sosyalist rejim
egemendi ve bunda Rusya’nın katkıları
yadsınamazdı. Ancak Mao, Çin’in kalkınması için tek başına uğraş vermek
istiyordu. “Yol ne kadar uzun olursa olsun
ilk adım atılmalıdır” sözünün sahibi komünist lider, çok işinin olduğunu biliyordu ve
toprakların köylüye verilmesi, eğitimsiz
nüfus için okuma-yazma kampanyasının
başlatılması ilk adımları oldu. Büyük Atılım Hareketi adı altında gerçekleştirdiği
reformlar ise Çin’i sanayi alanında güçlü bir
ülke haline getirmek içindi. Bazı kaynaklar
milyonlarca Çinlinin zorla devlet çiftliklerinde çalıştırıldığını, komünist düzen sebebiyle halkın mutsuzluğa sürüklendiğini yazar. Elbette Mao, ülkesini ve halkını seven
bir lider olarak reformlarını Çin’i gelişmiş
ve zengin bir ülke yapmak için uygulamaya koymuştu. Fakat 1959 yılında ülke
genelinde büyük bir kıtlık yaşandı ve 40
milyondan fazla insan hayatını kaybetti.
Mao döneminde gerçekleşen olaylardan
biri de Kore Savaşı’ydı. Çin bu savaşta
Kuzey Kore’nin yanında yer aldı. Önceleri
savaşa ilgisiz kalmış, çoğunluğu ABD’li
olan Birleşmiş Milletler (BM) güçlerinin
savaşa müdahale etmesi ve Çin sınırına
31
1966 YILINA GELINDIĞINDE ÇIN KOMÜNIST PARTISI MERKEZ
KOMITESI BAŞKANI MAO, BÜYÜK PROLETER KÜLTÜR
DEVRIMI’NI BAŞLATTI. AMACI DEVLET KADEMELERINE SIZMIŞ
KAPITALISTLERIN ÇIN’E EGEMEN OLMASINI ÖNLEMEK
VE ÜLKEDE KOMÜNIZMI YAYMAKTI.
dayanmasıyla Kuzey Kore’nin yanında savaşa girme kararı vermişti. Mao döneminin en önemli dış amacı Tayvan’ı yeniden ülke
topraklarına dahil etmek iken ülke bir anda Kore Savaşı’na karıştı.
Hatta olaylar, bir Çin-ABD savaşı haline geldi. Çin Halk Gönüllü
Ordusu ve BM güçlerinin savaşması bir süre sonra masraflı ve
gelişme kaydedemez duruma geldi. 1953’teki barış anlaşmaları
neticesinde savaş kağıt üzerinde bitti. Güney Kore ve Kuzey Kore
arasındaki kavgalar ise devam etti.
1966 yılına gelindiğinde Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi
Başkanı Mao, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ni başlattı. Amacı devlet kademelerine sızmış kapitalistlerin Çin’e egemen olmasını önlemek ve komünizmi ülkede yaymaktı. Başta öğrenciler olmak üzere
tüm halkı mücadelesine ortak eden Mao, “Kalbimizdeki kıpkırmızı
güneş” hitabıyla selamlanıyordu. Öğrencilerin sokaklara dökülmesi
32
DÜNYA DEMOKRASI TARIHI
nedeniyle okullar kapatıldı; sanat eserleri ve tarihî binalara zarar
verildi; kitaplar yasaklandı, yakıldı; ibadethaneler yıkıldı… Mao’nun,
çoğunun yaşı 20’ye ulaşmamış öğrenci ve köylülerden kurduğu,
100 milyondan fazla kişiyi içeren, tabancalı-tüfekli Kızıl Muhafızlar’ı
Çin’in dört bir yanına dağıldı. Bu durum öyle kontrol edilemez bir du-
Başbakan Li Keqiang
Devlet Başkanı Xi Jinping
ruma geldi ki Mao, düzeni tekrar sağlamak için orduyu devreye soktu. 1969 yılında
devrimin bittiğini ilan etse de ülkedeki kargaşa uzun süre durulmadı. Eğitim sistemi, kültür ve bilim gibi ülke gelişimine çok önemli katkıları olan alanlar büyük zarar
gördü. Mao’nun 1976’daki ölümünün ardından partinin başına Deng Şiaoping geçti.
Devlette köklenmiş komünizm
Deng’in iktidar yılları, Çin’de ekonomik reformların büyük ilerlemeler kaydettiği
bir dönemdi. Yabancı yatırımlara olumlu bakılması ülkede ziraat alanında bir
ferahlama sağladı. Mao’nun hedefi olan endüstriyel gelişme Deng döneminde
mümkün oldu. Ancak ülkenin tek sorunu ekonomi değildi. Uluslararası gergin
ilişkiler, yoğun nüfusu idare etme zorluğu, daha önceki yıllarda kaybedilmiş topraklar Çin’in büyük sorunları olmaya devam ediyordu. Bununla birlikte Deng’in
ekonomik reformları, 1989 yılında Çin’de yaşanan kanlı olayların sebeplerinden
biri olarak gösterildi. Tiananmen Meydanı Olayları, hükümet ile üniversite
öğrencileri, ülkenin aydın kesimi ve fabrika işçileri arasında meydana gelen,
binlerce kişinin ölümüyle sonuçlanan, protestoların ancak ordu müdahalesiyle
sonlandığı bir ayaklanma olarak tarihe geçti.
1945’ten 1976’ya kadar politikada Mao’nun etkin olduğu dönemde ülkede
komünist bir düzen benimsenmişti. Ancak sonraları, bu düzenin Çin’in gelişimini
engellediği düşüncesi oluştu. Bu nedenle de 1982 yılında yeni anayasa kabul
edildi.
Çin Halk Cumhuriyeti’nin ilk anayasası 1954 yılında yürürlüğe girmişti. Sovyet
modelinin örnek alındığı bu anayasa, merkezci bir yönetim sistemi benimsiyordu. 1975 Anayasası ve ardından kabul edilen 1978 Anayasası da ihtiyaca cevap
vermeyince 1982 Anayasası yürürlüğe girdi. Ancak bu anayasanın da pek çok
maddesinde zaman içinde değişikliğe gidildi; Çin Halk Cumhuriyeti Anayasası
adeta yamalı bohçaya döndü.
Üniter devlet yapısını benimseyen 138 maddelik
1982 Anayasası’nın ilk maddesi “Çin Halk Cumhuriyeti işçilerin ve köylülerin ittifakı üstünde kurulan ve işçi sınıfı tarafından liderliği yapılan halkın
demokratik diktatörlüğü egemenliğinde sosyalist
bir devlettir” ifadesini içerir. Günümüz Çin Halk
Cumhuriyeti’nde bu anayasa yürürlüktedir.
Çin’de devletin merkez organları Ulusal Halk
Kongresi, Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanlığı,
Devlet Konseyi, Merkezî Askerî Komisyon, Yüksek
Mahkeme ve Başsavcılık’tır.
Yürütme erkinin en üst organı Devlet Konseyi’dir.
Başında devlet başkanının atadığı bir başbakanın
bulunduğu konsey; 4 başbakan yardımcısı, 4 konsey üyesi ve 25 bakandan oluşur. Devlet başkanı
eğer isterse başbakanı görevden alabilir. Ayrıca
Çin’de Devlet Konseyi’nden de üstün Politbüro
Daimi Komitesi bulunur. Komite, Çin Komünist
Partisi Merkez Komitesi’ne bağlıdır ve ülkeyi ilgilendiren önemli konularda son söz sahibidir. 7 üyeli
komitenin başkanı devlet başkanı, üyelerinden biri
de başbakandır. Ulusal Halk Kongresi’ndeki üyeler
ise Çin Komünist Partisi’nin seçtiği temsilcilerden
oluşur. Kongrenin 2 bin 987 üyesi bulunur.
Çin Halk Cumhuriyeti’nin devlet başkanı Xi
Jinping, başbakan ise Li Keqiang’dır.
33
ORHAN KILERCIOĞLU:
VATANSEVERLIK LAFLA DEĞIL, ÜLKE MENFAATLERINI
HER ŞEYIN ÜZERINDE TUTMAK, TOPLUMUN BIRLIK VE
BERABERLIĞINI MUHAFAZA ETMEK, DEMOKRASIYE
SAHIP ÇIKMAKLA MÜMKÜN OLUR
SÖYLEŞI: SONGÜL BAŞ - FOTOĞRAFLAR: EVREN ÖZESEN
DEVLET ESKI BAKANI ORHAN KILERCIOĞLU, GÜNÜMÜZDE SIYASET
DILININ ÇOK SERT OLDUĞUNU IFADE EDEREK, “SIYASETÇILER NE
SÖYLEDIKLERI KADAR NASIL SÖYLEDIKLERINE DE DIKKAT ETMELIDIR”
DIYOR. BUGÜNE KADAR KIBRIS KONUSUNDA ÖNEMLI ÇALIŞMALAR
GERÇEKLEŞTIREN KILERCIOĞLU, “KIBRIS BARIŞ HAREKATI, CUMHURIYET
TARIHIMIZDE SIVIL-ASKER IŞBIRLIĞININ ÇOK GÜZEL ÖRNEKLERINDEN
BIRINI TEŞKIL EDER” YORUMUNU YAPIYOR.
34
SÖYLEŞI
Asker kökenli siyasetçiler arasında yer
alıyorsunuz. Uzun yıllar Türk Silahlı
Kuvvetleri’nde görev yaptıktan sonra sizi
siyasete yönlendiren ne oldu? Siyaset
yolculuğunuza giden süreçle ilgili bilgi
verebilir misiniz?
1933 yılında İzmir’de doğdum. Ege’nin bir
çocuğuyum, ama Türkiye’nin her yerini dolaştım. Ülkemizin insanlarını, dağını taşını
yakından tanıdım. İlkokul, ortaokul ve lise
dönemim İzmir’de geçti. Çocukluk ve gençlik yıllarımda askerleri gördükçe onlar gibi
olmak isterdim, özellikle hâki üniformaları
çok hoşuma giderdi. Askerliğe duyduğum
ilgi nedeniyle İzmir Atatürk Lisesi’nde üçüncü sınıfı bitirdiğim yıl Kuleli Askerî Lisesi’nin
son sınıf imtihanına girdim ve kazandım.
Başarılı bir öğrencilik döneminin ardından
1953’te Kara Harp Okulu’nda eğitime başladım. O yıllardan unutamadığım bir anımı
sizinle paylaşmak isterim. Birinci sınıfın sonunda Bölük Komutanı Süleyman Sakaoğlu
beni çağırdı ve “Almanya Sefiri Hoffman,
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki gezilerinde askerî birliklerden çok yakınlık ve yardım
görmüş. Bu nedenle Harp Okulu’nda başarılı bir talebeye hediye vermek istiyormuş.
Okul da seni seçti” dedi. Hem çok şaşırmış
hem de mutlu olmuştum. Okulda düzenlenen bir törenle Almanya Sefiri tarafından
bir fotoğraf makinesiyle taltif edildim. 1956
yılında Kağıthane’deki İstihkam Okulu’nda
eğitime başladım. Başarılı bir talebe olmam
nedeniyle burada beni Yedek Subay Bölüğü
Komutan Yardımcısı olarak görevlendirdiler.
Aralarında üniversitelerin değişik fakültelerinden mezun olmuş tecrübeli bürokratların
da bulunduğu yedek subay adaylarından
çok şey öğrendim, onlardan feyzaldım.
27 Mayıs 1960 ihtilali olduğunda neredeydiniz? O döneme dair anılarınız var mı?
1960 yılının başında dil imtihanını kazanarak Harp Okulu’nun hemen yanındaki Tank
Okulu’nda eğitime başladım. Zaman zaman
kulağıma bazı sıkıntıların olduğu ve toplantıların yapıldığı haberi gelirdi, ama genellikle arkadaşlarımı sakin görürdüm. 26 Mayıs’ı 27 Mayıs’a bağlayan gece Ankara Koleji civarında
kiraladığım evdeydim. Daha gün doğmamışken silah sesleriyle uyandım. Kendi kendime
“İhtilal” dedim. Heyecanlanmıştım. Hemen giyinip dışarı çıktım. Harp Okulu’nun kapısına
vardığımda tutuklanan kişilerin getirilişine tanık oldum. İçeri girdiğimde revirde Orgeneral
Rüştü Erdelhun, Ethem Menderes ve diğerlerini gördüm. Oradan ayrılıp Sıhhiye’ye doğru
gittiğimde Orduevi’nin bahçesindeki kalabalık dikkatimi çekti. Bir masada oturan albaya
halk bazı isimler yazdırıyordu. Bu durum çok tuhafıma gitmişti. Dayanamayıp “Albayım
bu isimlere hiç iltifat etmeyiniz. Bir gün sizin de isminizi bu şekilde verebilirler” dedim
ve oradan ayrıldım. O gün yaşadığım olaylar beni çok rahatsız etmişti. Artık Ankara’da
kalamayacağıma karar verip İstanbul’daki birliğime döndüm. 1960 yılının Haziran ayında
ise ABD’ye eğitime gönderildim ve üç sene orada kaldım. 1963’te Türkiye’ye döndüğümde
Ardahan’a tayinim çıktı. Bu görevim sebebiyle henüz genç yaşımda Doğu Anadolu’yu
yakından tanıma fırsatı buldum. 1965 yılında Harp Akademileri imtihanını kazandım ve
eğitimimi tamamladıktan sonra kurmaylık stajı için Genelkurmay Harekat Başkanlığı Plan
Şubesi’ne gönderildim. Muhtelif dönemlerde olmak üzere Genelkurmay’da toplam sekiz
sene hizmet ettim. 1970-72 yılları arasında İtalya Afsouth NATO Karargahı’nda görev
yaptıktan sonra Türkiye’ye döndüm.
Kıbrıs Barış Harekatı’nın yapıldığı 1974 yılında Genelkurmay Başkanı İcra Subayı olarak
görevliydiniz. Harekat kararının ne zaman alındığı, nasıl uygulandığı gibi konuları yakından biliyor olmalısınız...
Evet, elbette. Hatırlanacağı gibi o dönemde Genelkurmay Başkanı Orgeneral Semih
Sancar’dı. 15 Temmuz 1974 sabahı Başbakan Bülent Ecevit’i Etimesgut Havaalanı’ndan
Afyon’a uğurladık. Rahmetli Ecevit’in Afyon’a gidişi haşhaş ekim alanlarının genişletilmesiyle ilgiliydi. Uçak Ankara semalarında henüz kaybolmamıştı ki araç telsizinden Kıbrıs’ta
Makarios’a karşı darbe düzenlendiği haberi duyuldu. Bu haberi hemen Orgeneral Sancar’a
ulaştırdım. Söz konusu gelişme üzerine saat 16:00’da karargahta toplantı yapıldı. Başbakan Ecevit de Afyon gezisini yarıda bırakarak toplantıya katıldı. Ertesi gün de karargah
çalışmalarıyla geçti. 17 Temmuz 1974 tarihinde saat 10:00’da Orgeneral Sancar Başbakanlık Konutu’na çıktı. Bülent Ecevit’in yanında Millî Savunma Bakanı Esat Işık bulunuyordu.
35
“ESERLERIMLE BAŞTA KIBRIS’TA YAŞANANLAR OLMAK ÜZERE
ÇEŞITLI KONULARLA ILGILI TARIHÎ GERÇEKLERIN ÖĞRENILMESINE
KATKI SAĞLAMAYA ÇALIŞIYORUM.”
Ecevit, Orgeneral Sancar’a “Öğleden sonra İngiltere’ye gideceğim.
Oradan hangi kararla döneceğimi bilmiyorum. Kıbrıs’a çıkabilir miyiz?” diye sordu. Orgeneral Sancar ayağa fırladı ve “Bana Ada’ya
çıkmak için 24 saat kazandırabilirseniz mesele yok” dedi. Bu cevap
Ecevit’i çok memnun etti. Baktım, birbirlerine sarıldılar. Böylece
müdahale kararı alındı ve ertesi gün kıtalar Taşucu’na inmeye
başladı. Kıbrıs Barış Harekatı, Cumhuriyet tarihimizde sivil-asker
işbirliğinin çok güzel örneklerinden birini teşkil eder.
Özgeçmişinize baktığımızda hem askerlik hem de siyaset yıllarınızda Kıbrıs’la yakından ilgilendiğinizi görüyoruz…
1978-1980 yılları arasında Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alay Komutanı olarak görev yaptım. Devlet Bakanlığım döneminde de sorumlu olduğum alanlardan biri Kıbrıs’tı. Hem asker hem siyasetçi olarak yavru
vatana hizmet etmekten büyük memnuniyet duyuyorum. Kıbrıs’la
bağlarım hiç kopmadı. Bugün de gerek yazdığım kitaplar gerekse
gerçekleştirdiğim ziyaretlerle Kıbrıs’a ilgim yakından devam ediyor.
Kitaplarınızla ilgili sorulara geçmeden önce siyaset yolculuğunuzu konuşmak istiyoruz. Siyaset ne zaman ve nasıl girdi
hayatınıza?
Kıbrıs’ta Alay Komutanlığı görevim sona erince Ağustos 1980’de
Türkiye’ye döndüm. Bildiğiniz gibi çok kısa bir süre sonra da 12 Eylül
ihtilali oldu. O dönemde ülkemizin kalkınma hamlesi, demokratik
yapılanması, parlamenter yaşamı sekteye uğradı ve zarar gördü.
Ben demokrasi âşığı bir insanımdır. O nedenle “12 Eylül döneminde ülkeyi içinde bulunduğu durumdan siyaset kurtarabilir miydi?
Ülkenin huzura kavuşması iktidar tarafından temin edilemez
miydi?” gibi soruları hâlâ soruyorum. Demokrasilerde çare tükenmeyeceğine göre, mutlaka bir çıkış yolu bulunacağına inanılması
gerektiğini düşünüyorum. Geçmişten ders almak büyük önem
taşır. Ne olursa olsun rejimi, demokrasiyi korumak tüm ulusa
düşen bir görevdir.
Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alay Komutanlığı’nın ardından 19. Piyade
Tugay Komutanlığı’na atanmıştım. 12 Eylül ihtilalinden yaklaşık
bir yıl sonra tekrar Genelkurmay Karargahı’nda görevlendirildim.
1982-1984 yılları arasında İtalya Afsouth NATO Karargahı’nda
İstihbarat Başkanı olarak Türkiye’yi temsil ettikten sonra emekliye ayrıldım.
1984 yılında Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı
Mehmet Yazar, beni TOBB’da görev yapmaya davet etti. “Askerlikten sonra özel sektör ortamına uyum sağlayabilir miyim?” diye
düşünsem de Sayın Yazar’ın nazik davetine “Hayır” diyemedim.
TOBB’da Genel Sekreter Yardımcılığı’na kadar yükselerek beş
seneye yakın hizmette bulundum. Buradaki en önemli uğraşlarımdan biri dış politika konusunda makaleler yazmak ve tebliğler vermek oldu. Bunları daha sonra Basında Dış Politika adlı ilk kitabımda
bir araya getirdim. 1988’de yayımlanan bu çalışmam 1984-1987
yılları arasındaki dış politika konularını kapsıyor.
TOBB’da göreve başladığım dönemde Türkiye’de siyasi yasaklar
devam ediyordu. Siyasi partilerin kapatılmasını ve siyasi yasakları
içime sindiremiyordum. Bir vatandaş olarak bu konudaki görüşlerimi ifade etmek ve siyasi yasakların kaldırılmasını sağlamak için
başta Cumhurbaşkanı olmak üzere ilgili kişileri ziyaret ettim. Bu
arada rahmetli Süleyman Demirel’le de görüşmeye başlamıştım.
Bu gelişmelerin ardından Doğru Yol Partisi’ne davet edildim ve
1991 seçimlerinde Ankara Milletvekili olarak parlamentoya girdim.
49. Hükümet’te Devlet Bakanı olarak görev yaptınız. Bakanlık
yıllarınızdan unutamadığınız anılar var mı?
1991 seçimlerinden önce Doğru Yol Partisi (DYP) meydanlarda “Yetim hakkı yiyenlerden hesap soracağız” sözünü vermişti. DYP’nin
birinci parti olarak seçimi kazanmasındaki en önemli etkenlerden
biri de bu vaattir. Hükümet kurulduğunda Devlet Bakanı olarak
36
SÖYLEŞI
yolsuzluk ve usulsüzlüklerin takibinden sorumlu oldum. Bakanlığım döneminde üç bakan Yüce Divan’a gitti. Elimde yolsuzluk ve
usulsüzlüklerle ilgili 11 dosya vardı. 50. Hükümet kurulduğunda
yolsuzlukların takibi görevi kaldırılınca maalesef dosyalar da
kapatılmış oldu. Devlet Bakanlığım döneminde reformların icrası
ile Kıbrıs, Balkanlar, Bosna-Hersek ve Türki Cumhuriyetler’den de
sorumluydum. Ayrıca Yüksek Denetleme Kurulu da bana bağlıydı.
Bakanlık yıllarımla ilgili olarak içim çok rahat ve huzurlu, çünkü
vazifemi her zaman en iyi şekilde yapmaya çalıştım.
Devlet Bakanlığı dönemimden unutamadığım bir anım, Bosna-Hersek Başbakan Yardımcısı rahmetli Hakkı Turayliç ile ilgili.
Bosna-Hersek’te çatışmaların şiddetli bir şekilde devam ettiği bir
günde, 20 Kasım 1992’de Saraybosna Havaalanı’na indik. Uçağımızda çocuk maması, serum, ilaç gibi çeşitli yardım malzemeleri
vardı. Sayın Turayliç bizi havaalanında karşıladı. Tam o sırada
civarımıza havan mermileri düşmeye başladı. Böyle bir ortamda
Hakkı Bey’le görüşmemizi yaptık ve Zagreb’e doğru yola çıktık.
Zagreb’e indiğimizde konsolosumuz “Efendim, Hakkı Turayliç
şehit edildi” dedi. Dünya adeta başıma yıkıldı. Kısa bir süre sonra
hedefin aslında bizim heyetimiz olduğu ve rahmetli Turayliç’in ben
zannedilerek katledildiği bilgisi geldi.
Siyaset yaparken nelere dikkat etmek gerekiyor? Tecrübeleriniz
ışığında bugünün siyasetçilerine neler söylemek istersiniz?
Söyleşimizin sonunda kitaplarınıza değinmek istiyoruz. Basında
Dış Politika’dan biraz önce söz ettik. İsterseniz ikinci kitabınızla
devam edelim...
Siyaset, vatana ve millete hizmet etmek için yapılan uğraşları
kapsar. Ülkenin kalkınmasını sağlamak, refah, huzur ve güvenliği
tesis etmek, demokrasiyi güçlendirmek, uluslararası alanda saygınlığı muhafaza etmek siyasetçinin görevleri arasındadır. Hükümetler gelip geçicidir, esas olan Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini
teşkil eden ilkelere bağlı kalarak geleceğe yürümektir. Ulu Önder
Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” ilkesi iç ve dış politikada yol
göstericimiz olmalıdır. Bugün maalesef Türkiye, komşularıyla sorunlu, neredeyse dostu kalmamış bir ülke konumundadır. Gerek iç
gerekse dış siyasette üslup büyük önem taşır. Siyasetçiler hem ne
söylediklerine hem de nasıl söylediklerine dikkat etmelidir. Bugün
siyaset dilinin çok sert olduğunu görüyoruz. Siyasetteki gerginliğin
topluma da yansıyacağı unutulmamalıdır. Ayrıca uluslararası ilişkilerde tek bir kelimenin bile ülke menfaatlerine zarar verebileceği
düşünülmelidir. Ben Dışişleri Komisyonu üyeliği de yaptım. Yabancı
heyetlerle gerçekleştirdiğimiz görüşmelerde onların düşüncelerine
katılmasak bile nezaketimizi muhafaza eder, kendi fikirlerimizi
diplomatik bir üslup içinde söylemeye özen gösterirdik. Bugün
ülkemizin en önemli meselelerinden biri terördür. Toplum olarak
birlik, beraberlik ve kardeşliğimizi muhafaza etmek için hepimize
görev ve sorumluluk düşmektedir.
1999 yılında Düşler ve Gerçekler-Kuleli’den Bakanlık Koltuğuna isimli
kitabım yayımlandı. Bu kitabı yazmaktaki amacım, hayat hikayemi anlatmaktan ziyade bir asker ve siyasetçi olarak yaşadığım
önemli olayları, çıkarılacak derslerle beraber okurlara sunmaktı. Ele
aldığım olaylar vasıtasıyla insanın kendine güvenini ve ümidini hiç
yitirmemesi, adil, dürüst ve merhametli olması gerektiğini, vatan
sevgisinin ve Atatürk Türkiyesi’ne sahip çıkılmasının önemini vurguladım. 2007 yılında yayımlanan Unutulan Bedel-Kıbrıs Türkü’nün
Acı ve Cesaret Dolu Günleri ile 2014 yılında çıkan Haykırış-Göç, Acı
ve Gözyaşı adlı kitaplarım Kıbrıs’la ilgilidir. Bu kitaplarda Ada’da
yaşanan olayları, Kıbrıs Türkü’ne yönelik “soykırım” olarak nitelendirdiğim katliamları belgelerle ortaya koydum. Geçen yıl Haykırış’ın
İngilizce baskısı yapıldı. Bir diğer kitabım Çöküş-Bir Devrin Dramı
ise 2011 yılında yayımlandı. Kitapta, tarihi şan ve zaferle dolu Osmanlı Devleti’ni çöküşe sürükleyen, ders alınması gereken olayları
anlattım. Şu sıralar Düşler ve Gerçekler adlı kitabımın genişletilmiş
baskısını hazırlıyorum. Kitaplarımı ticari bir kaygıyla yazmadığım
için piyasaya vermiyorum, onun yerine okullara, ilgili kurum ve
kuruluşlara gönderiyorum. Eserlerimle başta Kıbrıs’ta yaşananlar
olmak üzere çeşitli konularla ilgili tarihî gerçeklerin öğrenilmesine
katkı sağlamaya çalışıyorum.
37
TARIHÎ, HUKUKI VE
DIPLOMATIK BOYUTLARIYLA
1915 OLAYLARI
38
DOSYA: 1915 OLAYLARI
1915 OLAYLARI’NIN 101. YILINDA MILLETVEKILLERI,
AKADEMISYENLER VE ARAŞTIRMACILAR KONUNUN TARIHÎ
ARKA PLANI, BUGÜNÜ VE ULUSLARARASI BOYUTUNU
TPB PARLAMENTO’YA DEĞERLENDIRDI.
39
24 NİSAN 1915 GENELGESİ VE
İSTANBUL’DA TUTUKLANAN
ERMENİ KOMİTECİLERİ
PROF. DR. YUSUF SARINAY
TOBB ETÜ FEN EDEBIYAT FAKÜLTESI DEKANI VE TARIH BÖLÜM BAŞKANI
B
ilindiği gibi 24 Nisan, Ermenilerin “soykırım günü” olarak her yıl
andığı bir tarihtir. Hatta başta Amerika ve Avrupa ülkeleri olmak
üzere dünyanın birçok ülke parlamentosunun “soykırımı anma günü”
olarak kabul ettiği 24 Nisan 1915 tarihinde gerçekte ne olmuştur?
I. Dünya Savaşı’nın başlaması ve Osmanlı Devleti’nin İtilaf
Devletleri’ne karşı Almanya’nın yanında savaşa girmesi, amaçları bağımsız Ermenistan’ın kurulması olan Ermeni milliyetçileri tarafından
büyük bir fırsat olarak görülmüştür. I. Dünya Savaşı’na kadar büyük
ölçüde silahlandırılan Ermeniler, savaş başladığında vatandaşı oldukları Osmanlı Devleti’ne karşı mücadele ederek bağımsız Ermenistan’ı
kurmak amacıyla başta Rusya olmak üzere İtilaf Devletleri ile işbirliği
içine girmişlerdir. Osmanlı ordusunun Sarıkamış’ta yenilmesine ve
arkasından İngiltere ve Fransa’nın Çanakkale’ye saldırmasına paralel
olarak Ermeni komitecileri, Osmanlı ordusunu arkadan vurmak ve
ikmal yollarını kesmek için harekete geçmişler ve silahlı isyanlara
başlamışlardır.1
Genelge ve tutuklamalar
ERMENILERIN 24 NISAN’I
“SOYKIRIM GÜNÜ” OLARAK
ILAN ETMESININ TEMEL SEBEBI
ÜLKE IÇINDE ÖRGÜTLENMEYI
SAĞLAYAN, YURT DIŞI
BAĞLANTILARI VE IŞBIRLIĞINI
YÜRÜTEN LIDER KADRONUN
BU TARIHTE ETKISIZ HALE
GETIRILMIŞ OLMASIDIR.
40
DOSYA: 1915 OLAYLARI
Yapılan bütün ikazlara rağmen, gerçekleştirilen aramalarda Ermeni
örgütlerinin topyekûn bir isyan hazırlığı içinde oldukları anlaşılmış,
bunun üzerine Osmanlı Ordusu Başkumandanlığı’nın 27 Şubat 1915
tarihinde askerî birliklere verdiği talimatla “Ermenilerde yakalanan
silah, bomba ve birtakım şifre belgelerinin bir ihtilal hazırlığını gösterdiği, bu sebeple ordudaki Ermeni askerlerinin silahlı hizmetlerde
kullanılmaması, her yerde uyanık davranılarak gerekli tedbirlerin
alınması, ancak Ermeniler içinde devlete sadakatle bağlı olanlara
1 Ermeniler I. Dünya Savaşı’nın başlarında gönüllü birlikler oluşturarak Rus ordusuna
katılmışlar ve vatandaşı oldukları Osmanlı ordusuna karşı savaşmışlardır. Doğu Anadolu
Bölgesi’nde Müslümanlara karşı toplu katliamlar yapmışlardır. 1914 ve 1915 yılının ilk yarısında
Kars, Ardahan, Van, Bitlis vb. bölgelerde yapılan katliamlar için bkz. Ermeniler Tarafından
Yapılan Katliam Belgeleri C. I. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara,
2001. Ayrıca Ermenilerin Rusya, İngiltere ve Fransa ile işbirliği için bkz. Özdemir ve diğerleri,
a.g.e.¸s. 58-60; Recep Karacakaya, Türk Kamuoyu ve Ermeni Meselesi (1908-1923), İstanbul,
2005, s. 237-248.
zarar verilmemesi” emredilmiştir. 2 Osmanlı ordusunun Doğu
Anadolu’da Rusya karşısında yenilmesinden sonra Çanakkale
Savaşları’nın başladığı ve İstanbul’un tehlike altına girdiği bir
dönemde Ermeniler düşman saldırılarına paralel olarak eylemlerini genişletmişlerdir. Bu dönemde Zeytun, Bitlis, Muş ve
Erzurum’un ardından Van İsyanı patlak vermiş, Türklere yönelik
katliam artmıştır.
Osmanlı hükümeti seferberlik ilanından itibaren dokuz ay
dayandıktan sonra Ermeni komitelerinin faaliyetlerini kontrol
altına alarak olayları önlemek amacıyla tedbirler uygulama
yoluna gitmiştir. Ermeni erlerin silahsızlandırılmasından sonra,
Dahiliye Nezareti tarafından itimat edilmeyen ve olaylara karıştığı tespit edilen Ermeni polis ve memurların azledilmesi veya
Ermeni nüfusu bulunmayan vilayetlere gönderilmesi talimatı
verilmiştir.3 Ancak alınan bu tedbirlerin sonuç vermemesi üzerine Ermenileri silahlandıran ve isyanlara sevk eden komiteleri
kapatmak ve elebaşılarını tutuklamak yoluna gidilmiştir. Nitekim
Dahiliye Nezareti 14 vilayet ile 10 mutasarrıflığa 24 Nisan 1915
tarihinde meşhur genelgeyi yayımlamıştır. Bu genelgede Hınçak,
Taşnak ve benzeri Ermeni komitelerinin kapatılması, belgelerine
el konulması, liderleri ile zararlı faaliyetleri bilinen Ermenilerin
tutuklanması ve bunlardan bulundukları yerlerde kalmaları sakıncalı görülenlerin uygun yerlerde toplanması talimatı verilmiştir.4 Genelgede üzerinde hassasiyetle durulan bir konu da Bitlis,
Erzurum, Sivas, Adana ve Maraş gibi vilayetlerde Müslümanlar
ile Ermeniler arasında karşılıklı çatışmaya meydan verilmemesi
hususunun vurgulanmasıdır. Ermenilerin her yıl dünyanın birçok ülkesinde “soykırım günü” olarak andığı 24 Nisan, Dahiliye
Nezareti’nin bu genelgesinin yayımlandığı tarihtir. 26 Nisan 1915
tarihinde Başkumandanlık aynı nitelikte bir genelgeyi Harbiye
Nezareti ile ordu komutanlıklarına göndermiş, mülki memurlar
tarafından talep edilecek her türlü yardımın derhal yerine getirilmesi de istenmiştir.5
Osmanlı belgeleri incelendiğinde, Dahiliye Nezareti’nin
24 Nisan 1915 tarihli genelgesi üzerine İstanbul’da Taşnak, Hınçak
ve Ramgavar komitelerine mensup Ermenilerin tutuklandığı
görülmektedir. 1916 yılında yayımlanan bir Osmanlı yayınında
İstanbul’da ikamet eden 77 bin 735 Ermeni’den ihtilal hareketlerine iştirak eden 235 kişinin tutuklandığı, diğerlerinin huzur ve
rahat içinde iş ve güçleriyle meşgul oldukları belirtilmektedir.6
Ayrıca İstanbul’da 24 Nisan genelgesini takip eden günlerde
yapılan aramalarda 19 adet mavzer, 74 adet martin, 111 adet
vincester, 96 adet maniher, 78 adet gıra, 358 adet filovir silahları
ile 3 bin 591 adet tabanca, 45 bin 221 tabanca mermisi vb. çok
sayıda silah da yakalanmıştır. Bu silahlar daha sonra Osmanlı ordusunun ihtiyacına binaen askerî silah ve mühimmat depolarına
teslim edilmiştir.7
Çankırı’da zorunlu ikamete tâbi
tutulan Ermeni komitecileri
25 Nisan 1915 tarihinde Dahiliye Nezareti’nin Ankara Valiliği’ne
gönderdiği şifrede, o akşam Ankara’ya ulaşacak 164 numaralı
2 Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Sayı: 85 (Aralık-1985) belge no: 1999, s. 23-24.
3 Osmanlı Belgelerinde Ermeniler (1915-1920), Ankara, 1994, s. 7
4 BOA.DH.ŞFR.No. 52/96-97/98-Ek: 1
5 ATASE. BDH. Koleksiyonu Klasör No: 401, Dosya No: 1580, Fihrist No:1-2.
6 Ermeni Komitelerinin Amal ve Harekât-ı İhtilaliyyesi, İlan-ı Meşrutiyetten Evvel ve Sonra, İstanbul, 1332, s. 242.
7 BOA.DH.EUM. 2. Şb. 16/48.
41
trenle 15 polis, 2 subay, 1 komiser, 1 sivil memur ile vesaireden
oluşan 75 kişilik bir kuvvet refakatinde bölgeye 180 kadar Ermeni
komite reisi ve İstanbul’da kalması sakıncalı görülen Ermeni’nin
sevk olunacağı, bunlardan 60-70 kadarının Ayaş askerî deposunda tutuklu kalacağı, 100 kadarının da Ankara yoluyla Çankırı’ya
gönderilerek zorunlu ikamete tâbi tutulacağı belirtilmektedir.8
İstanbul’da tutuklanarak Çankırı’ya sevk edilen ve orada zorunlu ikamete tâbi tutulan Ermenilerin bizzat kendileri veya yakınları
hükümete dilekçe ile müracaat ederek suçsuz olduklarını beyan
edip affedilmelerini talep etmişlerdir.9 Osmanlı merkezî yönetiminin verilen bu af dilekçelerini büyük bir titizlikle inceleyerek
suçsuz bulunanları, içlerinde yabancı uyruklu olanları veya sağlığı elverişli olmayanları affettiğini görüyoruz. Nitekim Dahiliye
Nezareti’nin 8 Mayıs 1915 tarihli emri ile Vahram Torkumyan,
Agop Nargileciyan, Karabet Keropoyan, Zare Bardizbanyan,
Pozant Keçiyan, Pervant Tolayan, Rafael Karagözyan ve Vartabet Komidas serbest bırakılarak bu kişilerin tekrar İstanbul’a
dönmelerine izin verilmiştir.10 Bilindiği gibi ilk serbest bırakılan
grupta yer alan Vartabet Komidas tehcir sırasında hayatını
kaybeden Ermenilerden biri kabul edilerek Paris’te adına anıt
dikilmiştir. Halbuki Komidas’ın Çankırı’daki zorunlu ikameti 13
gün sürmüş, daha sonra İstanbul’da rahatsızlanarak tedavi
amacıyla Viyana’ya gitmek için 30 Ağustos 1917 tarihinde Dahiliye Nezareti’ne başvurmuştur. Komidas’a istediği izin verilerek
Eylül 1917’de Viyana’ya gitmiştir.11 Tekrar Türkiye’ye dönmeyen
Komidas yurt dışında ölmüştür.
Çankırı’daki Ermenilerden bazıları hapsedilmek üzere Ayaş,12
diğerleri de zorunlu ikamete tâbi tutulmak şartıyla Ankara, İzmit, Bursa, Eskişehir, Kütahya gibi yerlere gönderilmiştir. Geriye
kalanlar ise Dahiliye Nezareti emriyle tehcir bölgesi olan Zor’a
sevk edilmiştir.
Kastamonu Valiliği 31 Ağustos 1915 tarihinde 24 Nisan ve
takip eden günlerde İstanbul’da tutuklanarak Çankırı’da zorunlu
ikamete tâbi tutulan Ermenilerin isimleri ve yapılan işlemler hakkında Dahiliye Nezareti’ne ayrıntılı bir liste göndermiştir.13 Bu listede 24 Nisan-31 Ağustos 1915 tarihleri arasında kısa veya uzun
süreli olarak Çankırı’da zorunlu ikamete tâbi tutulan Ermenilerin
toplamı 155 kişi olarak verilmektedir. Daha önce de belirtildiği
gibi bunlardan 35 kişi suçsuz bulunarak serbest bırakılmış ve
İstanbul’a dönmüştür. İçlerinde suçlu bulunan 25 kişi Ankara ve
Ayaş hapishanelerine gönderilmiş, 57 kişi de Zor bölgesine sevk
edilmiştir. Yabancı uyruklu olan 7 kişinin bir kısmı sınır dışı edilmek üzere serbest bırakılmış, bir kısmı da tutuklanmıştır. Geriye
kalanların ise büyük bir kısmı affedilerek İzmit, İzmir, Eskişehir,
Kütahya, Bursa gibi yerlerde ikamet etmek üzere gönderilmiştir.
Ayaş’ta tutuklanan Ermeni komitecileri
Tehcir sonrasında İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından Ermeni komitecileri hakkında hazırlanan genel listede, Ayaş’ta,
tutuklanmak üzere gönderilen Ermenilerden 71 kişinin ismi
verilmektedir.14 Sayılardaki bu farklılığın en önemli sebebi
yargılanmak üzere başka vilayetlere gönderilenler olduğu gibi,
birkaç kişinin de serbest bırakılması, daha sonra İstanbul, Çankırı ve Ankara’dan tutuklanmak üzere Ayaş’a sevk edilenlerin
bulunmasıdır.
İstanbul’daki Ermeni komitecilerinin toplam sayısı
24 Nisan 1915 genelgesi üzerine İstanbul’da tutuklanarak
Çankırı’da zorunlu ikamete tâbi tutulanlar 155 kişiyi, Ayaş askerî
deposunda tutuklananlar ise 80 kişiyi geçmemektedir. Dolayısıyla İstanbul’da tutuklanarak Çankırı ve Ayaş’a gönderilen
Ermenilerin sayısı 235 kişiyi bulmaktadır. Bunların bir kısmı kısa
süre sonra serbest bırakılmış, diğerleri ise tehcir bölgesine sürülmüş veya suçu ağır olanların tutukluluk halleri I. Dünya Savaşı
boyunca devam etmiştir. Katliam, öldürme düşüncesi olsa idi,
önce hapishanedekiler bir şekilde öldürülürdü.
Osmanlı hükümeti Emniyet teşkilatının İstanbul’daki Ermeni
komiteleri ve komitecilerinin faaliyetlerini I. Dünya Savaşı başlarından itibaren yakından takip ettiği ve daha geniş bir liste
hazırladığı anlaşılmaktadır. Ağustos 1916 tarihinde hazırlandığı
tahmin edilen bu listede İstanbul’daki ileri gelen Ermeni komitecilerinin isimleri, mensup oldukları örgütler, meslekleri, örgütteki
görevleri ve haklarında yapılan işlemler konusunda detaylı bilgiler
yer almıştır. Emniyet teşkilatı tarafından tespit edilen bu listede
8 BOA.DH.ŞFR. No: 52/102.
9 Af dilekçelerinin büyük bir kısmı doğrudan Dahiliye Nezareti’ne ve Emniyet Genel Müdürlüğü’ne gönderildiği gibi, Çankırı Mutasarrıflığı’na verilen af dilekçeleri de bulun-
maktadır. Dilekçe örnekleri için bkz. BOA.DH.EUM. 2.Şb. 6/10, 7/22, 7/24, 7/56, 7/36, 7/38, 8/82, 9/122, 9/23, 9/46, 9/47, 9/60, 9/79, 10/4.
10 BOA.DH.ŞFR. No: 52/255.
11 BOA.EUM. 2.Şb. No: 42/69.
12 Mesela Taşnak Komitesi mensubu Hacı Hayk Tiryakyan. BOA. DH. ŞFR. No: 53/273
13 BOA. EUM. 2. Şube 20/73.
14 BOA.DH.EUM. 2. Şb. 67/31.
42
DOSYA: 1915 OLAYLARI
İstanbul merkezli Ermeni komitecilerinin sayısı
610 kişidir.15 Bunların 356’sı Taşnaksutyun, 173’ü
Hınçakyan, 72’si Ramgavar adlı Ermeni örgütlerine mensup olup, 9’u farklı komite ve Ermeni
cemaatine dahil kişilerdir.16 Yukarıda belirtildiği
gibi, 24 Nisan 1915 tarihli genelge üzerine önceden isim ve adresleri tespit edildiği anlaşılan 235
civarında örgüt mensubu tutuklanarak Çankırı
ve Ayaş’a gönderilmiştir.17 Bu listede yer alan
280 civarındaki Ermeni komite mensubunun
büyük bir kısmı yapılan aramalarda adresinde
bulunamamış, bir kısmının da yurt dışına kaçtığı
tespit edilmiştir.
Osmanlı hükümeti olayları önlemek amacıyla
24 Nisan 1915 tarihinde çıkardığı bir genelge
ile Ermeni komite merkezlerini kapatmış ve
elebaşılarını tutuklamıştır. Belgelerle ortaya
konulduğu gibi, 24 Nisan tutuklamaları sırasında
herhangi bir çatışma ve ölüm olayı söz konusu
olmamıştır. Ermeni olaylarında siyasi planlamanın yapıldığı komite merkezlerinin İstanbul’da bulunması sebebiyle tutuklamalar büyük oranda bu şehirde
gerçekleştirilmiş, diğer vilayetlerde daha az sayıda tutuklama olmuştur. İstanbul
dışında Aydın, Samsun, Kayseri, Sivas, Elazığ, Urfa, Diyarbakır ve Gaziantep gibi
şehirlerde komite mensubu 321 kişi tutuklanmıştır. Dolayısıyla 24 Nisan 1915
tarihinde İstanbul’da 235, diğer vilayetlerde de 321 olmak üzere toplam 556
komite mensubunun tutuklanmış olduğunu görmekteyiz.
Durum böyle olmasına rağmen, Ermeniler tarafından tehcir kanununun çıkarıldığı tarih olan 27 Mayıs 1915 değil de neden 24 Nisan 1915 tarihi “soykırım
günü” olarak ilan edilmiştir? Hiç şüphesiz Ermenilerin 24 Nisan’ı “soykırım günü”
olarak ilan etmesinin temel sebebi ülke içinde örgütlenmeyi sağlayan, yurt dışı
bağlantıları ve işbirliğini yürüten lider kadronun bu tarihte etkisiz hale getirilmiş
olmasıdır. Böylece amaçlarına ulaşma konusunda elebaşılık yapacak lider kadrodan büyük oranda yoksun kalan Ermeniler bu durumu bir türlü kabullenememiş
ve 24 Nisan’ı bütün dünyada “soykırım günü” olarak ilan ederek adeta bir sanal
bellek ve suni bir tarih yaratmışlardır. Ermenilerin kendilerini bağımsızlığa götüreceklerine inandıkları lider kadronun 24 Nisan’da tutuklanmasını tehcir olayından
daha önemli görmeleri oldukça anlamlıdır.
15 BOA. DH. EUM. 2. Şube No: 67/31.
16 Y.a.g, belge.
17 Bu liste hazırlandığı sırada Çankırı’da zorunlu ikamete tâbi tutulan Ermenilerin çoğu serbest bırakıldığı için listede 66 kişi gözükmekte olup, Ayaş’ta tutuklu bulunanların
sayısı 71 kişi olarak verilmektedir.
43
PROF. DR. YUSUF HALAÇOĞLU:
1915’TE MEYDANA GELEN OLAYLAR, ERMENI
DIASPORASI TARAFINDAN ÇARPITILARAK
DÜNYA KAMUOYUNA YANSITILMAKTA VE TARIHÎ
GERÇEKLER SIYASI ÇIKARLARA
KURBAN EDILMEKTEDIR
SÖYLEŞI: SONGÜL BAŞ
MHP KAYSERI MILLETVEKILI PROF. DR. YUSUF HALAÇOĞLU, SOYKIRIM
IDDIASINDA BULUNANLARIN KONUYU BILIMSEL BIR ÇERÇEVEDE
TARTIŞMAKTAN KAÇINDIKLARINI BELIRTEREK, “BIZIMLE MASAYA
OTURDUKLARINDA KAYBEDECEKLERINI BILIYORLAR. İDDIALARINI
KANITLAYACAK BELGELERI OLMADIĞI IÇIN MAHKEMEYE DE
BAŞVURAMIYORLAR. BU NEDENLE KONUYU SIYASALLAŞTIRARAK
GÜNDEMDE TUTMAYA ÇALIŞIYORLAR” DIYOR.
44
DOSYA: 1915 OLAYLARI
1915 Olayları çerçevesinde Türkler ve Ermenileri ele alırken elbette Osmanlı dönemine
odaklanıyoruz, ama aslında iki halk arasındaki ilişkiler çok daha eskilere dayanıyor.
Söyleşimizin başında Türk-Ermeni ilişkilerinin kökenine dair bilgi verebilir misiniz?
Türkler ve Ermeniler sadece Osmanlı döneminde bir arada yaşamadılar. Osmanlı’dan
önce Anadolu Selçuklu Devleti ve Büyük
Selçuklu Devleti dönemlerinde de bir aradaydılar. Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan,
Malazgirt Savaşı’ndan önce İran ve Azerbaycan bölgelerine hâkim olmuştu. O sırada
Ermeniler Bizanslılar tarafından Anadolu’nun
değişik yerlerine sürgüne gönderilmişti. Büyük Selçuklu Devleti döneminde Ermeniler
Bizans baskısından kurtarıldı, onlar için bir
eyalet kuruldu ve kendi kültürlerini yaşayabilecekleri bir hayat sürdürmelerine imkan
sağlandı. Yani I. Dünya Savaşı dönemine
kadar 850 yıl birlikte yaşamış iki halktan söz
ediyoruz. Haliyle birbirleriyle etkileşim içinde
olmuşlar, kültürel alışverişte bulunmuşlar.
Nitekim bugün beğenerek dinlediğimiz kimi
musiki eserlerinde Ermeni bestekarların
imzası vardır. Ermeniler Türkçe kelimelerin
sonuna Ermenicede “oğlu” anlamına gelen
“yan” kelimesini eklemek suretiyle Muratyan, Pastırmacıyan gibi soyadlar almışlardır.
Mutfak kültüründe de etkileşim olmuştur,
mesela Anadolu’dan yurt dışına göç etmiş
Ermenilerin kuru fasulye pişirdiğini görürsünüz. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Öte yandan, Ermeniler Selçuklu ve Osmanlı
dönemlerinde önemli devlet görevlerinde
bulunmuşlardır. Mesela Osmanlı’da devletin
en gizli belgelerinin yer aldığı, yazışmalarının
gerçekleştirildiği Tercüme Odası’nda Ermeni
mütercimler de görev yapmıştır.
Peki, bu yakın ve güvene dayalı ilişkilerin
seyri ne zaman değişiyor?
Osmanlı Devleti’ni yıkıp topraklarını paylaşmanın hesaplarını yapan ülkeler, Anadolu’ya
çeşitli misyonerler göndermiş ve bu misyo-
nerlerin açtıkları okullarda özellikle gayrimüslimler eğitilerek onlara milliyetçilik fikirleri
aşılanmıştır. Bu milliyetçilik fikirleri, özellikle Osmanlı’nın teba-i sadıka (sadık millet)
olarak tabir ettiği Ermeniler arasında yayılmaya başlamıştır. Yirmi civarında örgüt
kuran Ermeniler, Rusya ve Batılı devletler tarafından desteklenmiştir. Bu örgütler
isyanlar çıkarmış, suikastlar düzenlemiş, köyleri basarak masum insanları katletmiştir.
Sadece Müslümanları değil, kendilerine destek vermeyen Ermenileri de öldürmüşlerdir. İsyan ve suikastlar Osmanlı Devleti tarafından bastırılmaya çalışılmıştır. Ermeni
meselesinin uluslararası boyuta taşınması ise 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında imzalanan Ayastefanos Antlaşması’nın 16’ncı ve Berlin Antlaşması’nın 61’inci
maddeleriyle olmuştur. Bu maddelerde Osmanlı Devleti’nin Ermeniler lehine ıslahat
yapacağı yer almıştır. Bu tarihten sonra kurulan Ermeni örgütleri sistematik katliamlara başlamışlardır. 1878’de Van’da Ermeniler tarafından ırkçılık temeline dayalı Kara
Haç Cemiyeti kurulmuş ve bu cemiyet Ermeniliği kabul etmeyenlerin öldürülmesine
yönelik faaliyetler içinde bulunmuştur. 1881 yılında Cenevre’de Hınçak, 1889 yılında
ise Tiflis’te Taşnaksutyun teşkilatları kurulmuştur, ki Anadolu’da en büyük mezalimi
yapanlar bunlardır. Tabii Ermeni çeteleri bu olayları dünyaya farklı şekilde aksettirmek
istemiş, Ermeniler ve Hıristiyanların katledildiğini söyleyerek Batı’yı Osmanlı’ya karşı
harekete geçirmeye çalışmıştır.
İsyanlar ve katliamlar çeşitli bölgelerde devam ederken I. Dünya Savaşı dönemine
geliniyor. I. Dünya Savaşı’nın bu olayların seyrine ve tehcir sürecine ne gibi etkileri
bulunuyor?
Tedhiş hareketleri I. Dünya Savaşı’na Osmanlı Devleti’nin de girmesiyle birlikte biçim
değiştirmiştir. İsyan ve suikastlar neticesinde bir Ermeni devleti kurma düşüncesinin
ötesine geçilerek Osmanlı Devleti’ne karşı savaşan ülkelerin yanında yer alınmıştır.
Mesela Osmanlı Devleti’yle çarpışan Fransız kuvvetlerinin yarıya yakınını Ermeni gönüllüler oluşturmuştur. Yine Rusya İmparatorluk Ordusu’nda yaklaşık 150 bin Ermeni
yer almış, 17 Nisan 1915 tarihinde Van’ın kuşatılması Rus güçlerinin de yardımıyla
40 bin kişilik bir Ermeni kuvveti tarafından gerçekleştirilmiştir. Van, Mayıs ayının
45
“ERMENI ÇETELERININ I. DÜNYA SAVAŞI’NIN BAŞLAMASIYLA
BIRLIKTE İTILAF DEVLETLERI ILE IŞBIRLIĞINE GITTIĞININ EN SOMUT
ÖRNEĞI, ERMENI MILLÎ DELEGASYONU BAŞKANI BOGHOS NUBAR
PAŞA’NIN 3 KASIM 1918 TARIHLI MEKTUBUNDA YER ALMAKTADIR.”
başlarında düştükten sonra yaklaşık 80 bin kişi katledilmiştir.
Şunu da ifade etmek istiyorum, tehcir kararının alındığı 26 Mayıs
1915 tarihi öncesindeki son bir yıllık dönemde Ermeni çetelerinin
katlettiği Müslümanların sayısı 128 bindir. Bu çok büyük bir rakam.
40 bin kişilik Ermeni kuvvetinin komutanlığını yapan Andranik’in
hatıratında da yer aldığı gibi bu katliamları çocuk, kadın demeden
işkence yaparak gerçekleştirmişlerdir.
Ermeni çetelerinin I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte
İtilaf Devletleri ile işbirliğine gittiğinin en somut örneği, Ermeni
Millî Delegasyonu Başkanı Boghos Nubar Paşa’nın Fransa Dışişleri
Bakanı M. Gout’ya gönderdiği 3 Kasım 1918 tarihli mektupta yer
almaktadır. Boghos Nubar Paşa bu mektupta “Savaşın başından
beri sizin yanınızda savaşan tarafız” demektedir. Ayrıca Fransız
ordusunun yarısına yakınını Ermenilerin oluşturduğunu, İngiliz
ve Rus ordularının başarısında Ermeni gönüllülerin büyük payı
olduğunu bildirmektedir. Öte yandan, Ermenilerin I. Dünya Savaşı
boyunca İtilaf Devletleri’ne yardım için içeride isyanlar çıkardıkları,
telgraf tellerini kestikleri, tren yollarına sabotajlar düzenledikleri
arşivlerde yer almaktadır. Mesela İngilizler Çanakkale’den önce
46
DOSYA: 1915 OLAYLARI
İskenderun’a çıkarma yapmayı planlıyorlar. Bu noktada Boghos
Nubar Paşa devreye giriyor ve “Eğer çıkarma yaparsanız 30-40 bin
Ermeni gönüllü size destek olacaktır” diyor. Nitekim Zeytun İsyanı
bu desteğin bir örneğidir. 20 bin Türk askeri Zeytun Ermenilerinin
isyanını bastırmakla meşgul edilmiştir. Düşünün, sizin vatandaşınız düşmanınıza destek olmak için isyan çıkarıyor, onlarla işbirliği
yapıp insanlarınızı katlediyor, ordunun haberleşme kanallarını
kesiyor… Bunun adı ihanettir.
Tehcir kararı bu olayların ardından mı alınıyor?
Evet. Osmanlı Devleti bir taraftan I. Dünya Savaşı sırasında dört
cephede mücadele ederken diğer taraftan Anadolu’da 23 bölgede
Ermeni isyanlarıyla uğraşmıştır. Hal böyle olunca Osmanlı Devleti,
Ermeni ileri gelenlerine isyanlardan vazgeçmelerini, aksi takdirde
sert tedbirler uygulanacağını bildirmiştir. Bu ikazlar sonuçsuz
kalmış ve 24 Nisan 1915 tarihinde Ermenilerin beyin takımındaki
235 kişinin tutuklanmasına karar verilmiştir. Tamamı örgüt üyesi
180 kişi tutuklanarak Ayaş ve Çankırı cezaevlerine gönderilmiştir. Dolayısıyla Ermenilerin “soykırımı anma günü” ilan ettikleri
24 Nisan, Ermenilerin katledildiği bir gün değil, amaçlarına giden
yolun kesildiği tarihtir.
Osmanlı Devleti isyanlar, katliamlar, düşmanla işbirliği gibi olaylar neticesinde 27 Mayıs 1915 tarihinde Sevk ve İskân Kanunu’nu
çıkarmıştır. Osmanlı, topraklarında yaşayan Ermenilerin tümünü
bu kanun kapsamına almamış, isyan eden, düşman ülkelerle
anlaşan ve tehdit unsuru olan belli bir coğrafyadakileri “geçici”
olarak nakletmiştir. Osmanlı Devleti’ne karşı silahlı harekette
bulunmayan ve bu tür gruplarla işbirliği yapmayan Katolik ve
Protestanlar ile yaşlı, kadın ve çocuklardan büyük bir grup -300 ila
500 bin arasında- yerlerinde bırakılmıştır. Özellikle İstanbul, Edirne, Aydın, İzmir, Antalya, Kastamonu gibi şehirlerdeki Ermeniler,
komite üyesi olanlar hariç, sevk edilmemiştir. Burada altı çizilmesi
gereken bir başka nokta ise nakledilenlerin yine Osmanlı sınırları
içinde yer alan bir coğrafyaya göç ettirilmiş olmasıdır. O nedenle
bu durum “deportation” değil, “relocation” olarak adlandırılabilir
yabancı dilde.
Sevk ve İskân Kanunu’nun uygulandığı dönemdeki Ermeni
nüfusa ve tehcir sırasında hayatını kaybedenlere ilişkin farklı
rakamlar öne sürülüyor. Bu konuda bilgi verebilir misiniz?
Tabii bunlar, üzerinde en çok spekülasyon yapılan konular. Soykırım
iddiasında bulunanların en önemli tutarsızlıklarından biri, öldürüldüğünü ileri sürdükleri Ermenilerin sayısını devamlı farklı rakamlarla ifade etmeleri ve giderek yükseltmeleridir. 600 binlerden
başlayan rakamlar, günümüzde 1,5 milyona çıkarılmıştır. Halbuki
Osmanlı Arşivi, 1914 nüfus sayımlarına göre Osmanlı Devleti’nde
1 milyon 294 bin Ermeni’nin yaşadığını göstermekte, o tarihlerde
yabancı devletlerce yapılan nüfus araştırmaları ise bu rakamı ortalama 1,5 milyon olarak belirtmektedir. Ermeni Patrikhanesi bile
1 milyon 915 bin rakamını vermektedir. Pek çok kesim tarafından
güvenilir bulunan Patrik Malachia Ormanian’ın tespitlerinde ise
Ermeni nüfusu 1 milyon 895 bin 400 olarak yer almaktadır. Bu durumda en fazla 300-400 bin Osmanlı Ermenisi’nin hayatta kalması
gerekirdi. Oysa 1919 yılı itibarıyla -Osmanlı topraklarından diğer ülkelere gerçekleşen göçlere rağmen- Amerikan arşiv belgelerinde
ve Ermeni Patrikhanesi’nin kayıtlarında Anadolu’da yaşayanlar
ve evlerine geri dönenler 644 bin 900 olarak verilmektedir.
1922 yılında Birleşmiş Milletler adına Amerika ve İngiltere’nin yaptığı araştırma bütün dünyadaki Osmanlı Ermenileri’nin sayısını
1 milyon 200 bin olarak göstermektedir. Bu rapora göre dünyaya
dağılmış Ermenilerden 817 bin 873’ü Türkiye’den göç edenlerdir.
Ayrıca 95 bin Ermeni kadın ve çocuk Müslüman olmuştur ve bu
rakamlara dahil değildir. Aynı rapora göre Türkiye’de de Ermeni
kimliği altında 281 bin Ermeni yaşamaktadır. Peki, iddia edildiği
Zararlı faaliyetleri tespit edilen Ermenilerin tehcirine ilişkin vesika
BOA; DH. ŞFR, 54/287
gibi 1,5 milyon Ermeni katledildiyse 1 milyon 200 bin Osmanlı
Ermenisi nasıl olup da hayatta kalmıştır? Ayrıca, bu denli yüksek
sayıda Ermeni öldürülmüşse bu kişilere ait en az 3 bin ila 5 bin
arasında toplu mezar olması ve bunların bugüne kadar ortaya
çıkması gerekmez mi? Türk Tarih Kurumu (TTK) Başkanı olduğum
dönemde yabancı basının da bulunduğu bir ortamda “Ermenilere
ait bir toplu mezar gösterin, sizleri de çağırarak açalım” dedim.
Bunu söylediğimde 2003 yılıydı, üzerinden 13 sene geçti, niye bir
tane toplu mezar gösteremediler? Oysa TTK Başkanlığım sırasında
Tuzluca’da Ermeni çetelerince katledilmiş Müslümanlara ait toplu
mezar açtım; bu sadece bir tanesi. Ermeni çetelerinin Anadolu’da
katlettiği Müslümanların sayısı 518 bin 301’dir. Bunların her birinin
belgesi var. Ermenilerden özür dileyenler, onlara taziyede bulunanlar bu katliamları neden görmezden geliyorlar?
Peki, hayatını kaybeden Ermenilerle ilgili rakamlar ve bu ölümlerin nedenleri nedir?
Osmanlı Devleti Ermenilerin sevki nedeniyle çeşitli tedbirler almıştır. Mesela I. Dünya Savaşı’nda olunmasına rağmen gerekli
47
“SOYKIRIM TEZI DIASPORANIN ‘HAYAT DAMARI’ GIBIDIR.
BU ASILSIZ IDDIALAR GÜNDEMDE TUTULARAK SIYASI NÜFUZ
VE BIRTAKIM AVANTAJLAR ELDE EDİLMEKTEDIR.”
Ermeni hastalıktan hayatını kaybetmiştir.
Yani sevk sırasında meydana gelen olaylarda
devletin bir öldürme kastı söz konusu değildir.
Bunu yabancı arşivler de ortaya koymaktadır;
eşkıya gruplarının saldırılarına karşı kafilelerin
korunduğu bilgisi belgelerde yer almaktadır.
Tarihî gerçekler ortadayken soykırım iddiasının gündemde tutulmasının nedenleri
nelerdir?
ihtiyaçlar için Dahiliye Nezareti’nin bütçesine 68 milyon kuruş, Sıhhiye Nezareti’nin
bütçesine 13 milyon 500 bin kuruş ek ödenek konulmuş, vilayetlere nakit para gönderilmiştir. Yola çıkarılan kafiledeki büyüklere 60 para, küçüklere 20 para gündelik
verilmiştir. Yollarda fırınlar kurulmuş, hastalananlar hastanelerde tedavi edilmiştir.
Yabancı ülkelerin yardım kuruluşlarının destek talebi geri çevrilmemiştir. Aşiretlerin
ve sivil halkın saldırısına karşı kafilelerin korunması için jandarmalar görevlendirilmiş, suistimalde bulunan görevliler Divan-ı Harbe sevk edilmiş ve cezalandırılmıştır.
1915 yılında mahkemeye sevk edilenlerin sayısı 1673’tür. Yargılama neticesinde 67
kişi idama, 68 kişi kürek ve kalebent, 524 kişi ise iki, üç, beş senelik hapis cezalarına
çarptırılmıştır. Yani suçlular devlet tarafından cezalandırılmıştır. I. Dünya Savaşı’nın
sona ermesiyle birlikte “geri dönüş kanunu” çıkarılarak göçmenlerin evlerine dönmeleri sağlanmıştır. Ermeni Patrikhanesi’nin tespitlerine göre Sevr öncesinde, tehcir
kapsamı dışında kalanlarla evlerine geri dönenlerin sayısı 644 bin 900’dür. Şimdi
düşünün, eğer Ermeniler katledilmiş olsaydı bu insanlar geri gelir miydi? Elbette
gelmezdi. Dönüş sırasında göçmenlerin ihtiyaçları devlet tarafından karşılanmıştır.
Evleri ve eşyaları kendilerine iade edilmiş, dönüşten sonra yirmi gün müddetle iaşeleri
sağlanmış, vergi borçları ertelenmiş veya affedilmiştir. Tüm bu gerçekler soykırım
iddiasının asılsız olduğunu ortaya koymaktadır.
Sevk devam ederken bazı kafileler eşkıya gruplarının saldırısına uğramış, bu sırada gasp edilenler, kaçırılanlar, öldürülenler olmuştur. Hayatını kaybedenlerin sayısı
8 bin civarındadır. Biraz önce ifade ettiğim gibi Osmanlı Devleti, saldırılara karşı
kafilelerin korunması konusunda suistimali görülen görevlileri Divan-ı Harbe sevk
etmiş ve cezalandırmıştır. Eşkıya gruplarının saldırılarının dışında 38 bin civarında
48
DOSYA: 1915 OLAYLARI
1915’te meydana gelen olaylar, Ermeni diasporası tarafından çarpıtılarak dünyaya yansıtılmakta ve tarihî gerçekler siyasi çıkarlara
kurban edilmektedir. “Soykırım” tezi diasporanın “hayat damarı” gibidir ve bu asılsız iddiaları
gündemde tutarak siyasi nüfuz ve birtakım
avantajlar elde etmektedir. Ermeniler soykırım
iddiasını kanıtlayacak belgeleri olmadığı için
ne mahkemeye başvurabilmekte ne de “Gelin,
soykırım yapılıp yapılmadığını tartışalım” çağrımıza olumlu yanıt verebilmektedirler. Çünkü
bizimle masaya oturduklarında kaybedeceklerini biliyorlar. Bu nedenle bilimsel tartışmalardan uzak durup meseleyi siyasallaştırıyorlar.
Bunun neticesinde çeşitli ülke parlamentolarında “soykırım” kararları aldırdılar, ancak bu
kararların herhangi bir hukuki niteliği veya
yaptırım gücü bulunmamaktadır.
Geçtiğimiz sene 1915 Olayları’nın 100’üncü
yılıydı. Sizce soykırım iddiaları önümüzdeki
dönemde nasıl bir seyir izleyecek?
Ermeniler eğer sağlam delilleri olduğuna
inansalardı soykırım iddialarını bugüne kadar
çoktan yargıya taşırlardı. Geçmişte olduğu gibi
100’üncü yılda da meseleyi siyasi çerçevede
tuttular. Önümüzdeki süreçte de soykırım
iddialarını siyaseten devam ettireceklerdir,
ancak hukuki açıdan bir sonuç elde edemeyeceklerdir.
TARIHÎ VESIKALAR
ERMENILERIN ASKERÎ GEREKLILIKTEN DOLAYI SEVK EDILMELERI SIRASINDA DEVLET
MEMURLARI VE HALKTAN BIR KISMININ KANUN DIŞI UYGULAMALARININ VE
SUISTIMALLERININ GÖRÜLMESI ÜZERINE YERINDE SORUŞTURMA
GERÇEKLEŞTIRMEK VE SORUMLULARI DIVAN-I HARPLERE GÖNDERMEK
IÇIN ÜÇ AYRI HEYET OLUŞTURULMASIYLA ILGILI BIR VESIKA.
Bâb-ı Âlî
Dâhiliye Nezâreti
Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti
Umûmî: 14177
Husûsî: 27
Mahremâne
Huzur-ı Âlî-i Cenâb-ı Sadâret-penâhî'ye
Ma‘rûz-ı çâker-i kemîneleridir
Görülen lüzûm-ı askerî ve inzibâtî üzerine mahâll-i malumeye
sevkleri takarrür etmiş olan Ermenilerin esnâ-yı sevklerinde
bazı memûrîn ile ahali tarafından suistimâl ve hilâf-ı kanun
muamelât vuku‘a geldiği anlaşılarak mahallerinde tahkîkât
icrasıyla mütecâsirlerini Divan-ı Harblere tevdî‘ eylemek üzere
Hüdâvendigâr, Ankara Vilâyetleriyle İzmit, Karesi, Eskişehir,
Karahisar-ı Sahib, Kayseri, Niğde Livâlarına Mahkeme-i Temyiz
Reisi Hulusi Bey’in riyâsetinde olarak Şûrâ-yı Devlet azâsından
Seyyid Haşim ve Jandarma binbaşılarından Galib Beylerden ve
Adana, Haleb, Suriye Vilâyetleriyle Maraş, Urfa, Zor Livâlarına
Mahkeme-i İstînâf Reis-i Evveli Asım Bey riyâsetinde olmak
üzere İzmit Jandarma Mıntıka Müfettişi Kaymakam Hüseyin
Muhyiddin ve Ankara Vilâyeti Mülkiye Müfettişi Muhtar Beylerden ve Erzurum, Trabzon, Sivas, Mamuretülaziz, Diyarbakır,
Bitlis vilâyâtıyla, Canik Livâsı'na Bitlis Vali-i Sâbıkı Mazhar
Bey’in riyâsetinde İstanbul Bidâyet Müdde-i Umumîsi Nihat
Bey ile Jandarma binbaşılarından Ali Naki Bey’den mürekkeb
olmak üzere üç heyetin izâmı şifâhen arz olunduğu vechile münasib görülmüş ve mûmâileyhimin bir an evvel hareketleri mukarrer bulunmuş olduğundan masârıf-ı yevmiyeleri için muktezî
mebâliğin emsâli gibi masârıf-ı gayr-ı melhûze tertîbinden
tesviyesi menût-ı müsaade-i sâmiye-i fehîmâneleridir. Ol bâbda
emr u fermân hazret-i veliyyü’l emrindir.
Fî 19 Zilkade sene 333 ve fî 15 Eylül sene331 / 28 Eylül 1915
Dahiliye Nâzırı
Talât
Kaynak: Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA); Bab-ı Ali Evrak Odası (BEO), 328229/1
49
ERMENI SORUNU
HAKKINDA HER ŞEY
ermenisorunu.gen.tr
“ERMENI SORUNU”, DAHA ÇOK 1915 OLAYLARI ETRAFINDA TARTIŞILAN,
ERMENI LOBILERININ ÖNAYAK OLMASIYLA DÜNYA PARLAMENTOLARINDA
TÜRKIYE ALEYHINE GÜNDEME GELEN BIR KONU. 1915 YILINDA OSMANLI
DEVLETI’NIN ERMENILERE KARŞI BIR SOYKIRIM YAPTIĞI IDDIASININ TARIHÎ
BELGELERLE ÖRTÜŞMEDIĞI, ARŞIVLERIN BUNUN AKSINI SÖYLEDIĞI ISE
GÖRMEZDEN GELMEYE ÇALIŞILAN BIR GERÇEK. ERMENISORUNU.GEN.TR
SITESI, KONUYU ÇOK GENIŞ PERSPEKTIFLE, FARKLI GÖRÜŞLERI BIR ARAYA
GETIREREK DISIPLINLERARASI BOYUTTA ELE ALIYOR.
ENVER UYGUN
G
ünümüzde bilgiye ulaşmanın zahmetsiz
bir hal aldığı biliniyor. Televizyonun yaygınlaştığı 1970’li yıllardan internetin ve akıllı
cep telefonlarının neredeyse her eve girdiği
2010’lara kadar geçen süredeki gelişmeler
baş döndürücü bir hızla yaşandı. Teknoloji
bireysel hayatları etkilemekle kalmadı,
toplumsal dönüşümlerin, siyasi değişimlerin
de önünü açtı. Medya sayesinde siyasetçiler
istedikleri mesajları gerek kendi kamuoylarına gerekse dünyaya iletmenin kolay yoluna
kavuştular. Aynı şekilde muhalefet grupları
da basın-yayın yoluyla seslerini duyurarak
taraftar topladı. Bu durum gazetelerin dolaşıma girdiği ilk günlerden itibaren artarak
devam etti.
Savaş dönemleri medya yoluyla sistematik mesaj iletiminin en yoğun yaşandığı
50
DOSYA: 1915 OLAYLARI
zaman dilimleri oldu. İngiliz uçaklarından Arabistan çöllerine atılan gazeteler, Osmanlı
Devleti’nin yayımladığı Harp Mecmuası, çeşitli ülkelerin bastırdığı kartpostal ve afişler,
propagandanın I. Dünya Savaşı’ndaki örnekleridir. II. Dünya Savaşı ise basın yoluyla propaganda konusunda çığır açan gelişmelere sahne olur. Nazi Almanyası, dünyaya egemen
olmak üzere yola çıkarken yalnızca askerî teknolojide önemli gelişmelere imza atmaz, bir
Propaganda Bakanlığı kurarak ülke içinde ve dünya çapında büyük etki yaratır. Karşı saftaki
Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği de savaşı cepheler kadar medya alanında
da sürdürür. Soğuk Savaş dönemi kitle iletişim araçları üzerinden yürütülen çatışmanın
temelde olduğu bir süreç olarak anılır. 1990’lardan sonra ise içinde bulunduğumuz çağ artık
“iletişim çağı” adını alır.
Bilginin kütüphanelerden ceplere aktığı günümüz dünyasında doğru bilginin teyidi önemli
bir sorun teşkil ediyor. Bir kaynaktan çıkan ve jet hızıyla yayılan çoğu malumat, yaygınlık
kazanmasından dolayı hakikat addediliyor. Konu uluslararası ilişkileri ilgilendiren 1915 Olayları olduğunda iletişim kanallarının doğru kullanımının ne kadar önem arz ettiği bir kez daha
ortaya çıkıyor. Belirli tarzdaki mesajların sürekli tekrarıyla oluşturulan algının bir devleti
ve bir milleti dünyanın gözünde suçlu duruma düşürmeye çalıştığı ortadayken bununla
yalnızca siyaset sahnesinde değil iletişim düzleminde de mücadele etmek gerektiği açıktır.
Sitede, “Aynı Çatı Altında 700 Yıl”,
“Güneş Batıdan Doğuyor”, “Kılıçlar Çekilirken”, “Hürriyet Müsavat Uhuvvet”,
“Cihanı Tutan Umumi Acı”, “Geciken
Doğum Sancıları” ve “Sular Çekiliyor”
başlıklı bölümlerde Türklerin Anadolu’ya
girişinden Cumhuriyet dönemine kadar
uzanan süreçte Türk-Ermeni ilişkileri
konunun uzmanı akademisyenler tarafından ele alınıyor. Kronolojik sırayla
ilerleyen ve Ermeni meselesini olayların
yoğunluğuna göre tarihî periyotlara
ayıran bu bölümlerin öne çıkan özelliği,
akademisyenlerle yapılan röportajlara
ait videolara yer vermesi. Günümüzün
bilgiye ulaşma alışkanlıklarını göz önüne
alarak hazırlanan site, kullanıcıların sayfalarca yazı arasında kaybolmasına izin
vermeden ayrıntılı bilgiye ulaşmasını
sağlıyor. Ermenisorunu.gen.tr’de konuyu tarih, diplomasi, hukuk gibi disiplinler
çerçevesinde ele alan isimler ise şöyle:
Adem Ölmez, Akın Çelik, Alev Kılıç, Ayhan Aktar, Bekir Günay, Bilal Şimşir, Birsen Karaca, Bülent Bakar, Canan Seyfeli,
Cezmi Eraslan, David Leupold, Edward
J. Erickson, Emin Şıhayev, Enis Şahin,
Çok yönlü yaklaşım
Ermenisorunu.gen.tr sitesi “Ermeni soykırımı”, “1915 Olayları” veya “Ermeni meselesi”
olarak adlandırılan konuyu, tarih ve hukuk başta olmak üzere farklı disiplinlerden gelen
uzman görüşleriyle çok boyutlu ele alıyor. Farklı görüşlerden isimlerin katkı sunduğu sitede,
yaygın yapılan bir yanlışa düşülmeyip konu 1915 yılına sabitlenmiyor. 11. yüzyılda başlayan
Türk-Ermeni ilişkilerindeki tüm detaylar günümüze kadar mercek altına alınıyor.
51
Eric Weitz, Erol Kürkçüoğlu, Eugena Kermeli, Evgeni Radushev,
Eyyüp Altun, Ferudun Ata, Fikret Adanır, Fikrettin Yavuz, Gaffar
Mehdiyev, Hakan Kırımlı, Hakan Yavuz, Haluk Selvi, Hans Lukas
Kieser, Hasan Babacan, Hasan Oktay, Hikmet Özdemir, Hilmar
Kaiser, İbrahim Aykun, İbrahim Ethem Atnur, Jeremy Salt, Justin
McCarthy, Kamer Kasım, Kemal Çiçek, Masoumeh Daei, Mevlüt
Yüksel, Musa Şaşmaz, Mustafa Çolak, Mustafa Sarı, Mustafa Sıtkı
Bilgin, Natalia Chernicenkina, Nedim İpek, Nejla Günay, Norman
Stone, Oktay Özel, Ömer Engin Lütem, Ömer Turan, Ramazan
Erhan Güllü, Recep Karacakaya, Roland Grigor Suny, Sadi Çaycı,
Selçuk Ural, Serpil Atamaz, Süleyman Beyoğlu, Taha Niyazi Karaca, Taner Akçam, Temuçin Faik Ertan, Tetsuya Sahara, Vahdettin
Engin, Yusuf Halaçoğlu, Yusuf Sarınay, Zeynep İskefiyeli.
“Aynı Çatı Altında 700 Yıl” bölümünde 1071-1774 yılları arasındaki uzun döneme ilişkin röportajlar yer alıyor. Dönemle ilgili öne
çıkan konu başlıkları ise Türkler ile Ermenilerin birlikte sürdürdükleri yaşamın mahiyeti, “Pax-Ottomana” olarak adlandırılan süreç
boyunca Ermenilerin nasıl bir muamele gördükleri, Osmanlı’nın
“millet sistemi” içindeki hukuk anlayışı ile Ermeni tarihyazımında
geniş yer tutan Ermenilerin 11. yüzyıldan itibaren bağımsızlık
hareketleri içinde olup olmadığı ve Ermeni toplumunun Osmanlı
idaresinde zulüm ve baskı altında mı yoksa refah içinde mi yaşadığı soruları etrafında şekilleniyor. “Güneş Batıdan Doğuyor”
bölümü, birlikte yaşamaktan ayrılmaya giden yolun ilk aşamasını
oluşturan 1774-1878 dönemine odaklanıyor. Yüz yılı aşan bu süreçte Fransız İhtilali’nin bir yansıması olarak milliyetçi akımların giderek yayılması, Osmanlı idari sistemindeki sıkıntılar, Rusya’nın
Osmanlı vatandaşı Hıristiyanların hamisi durumuna gelmesi
ve Ermeni bağımsızlık hareketlerinin başlaması konu ediliyor.
1878-1908 dönemine odaklanan “Kılıçlar Çekilirken” bölümünde
Türk-Ermeni ilişkilerinde belirleyici rolü olan 93 Harbi ve Berlin
Antlaşması, nüfus meselesi, Ermeni devrimci örgütlerinin kurulması, II. Abdülhamid’in Ermeni meselesine yaklaşımı, Rusya
ve İngiltere’nin Osmanlı topraklarında Ermeniler üzerinden
yürüttüğü faaliyetler, artan bir hızla devam eden misyonerlik
etkinlikleri, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurulması, Cemiyet
ile Taşnakların II. Abdülhamid karşıtlığı zeminindeki ittifakı ve
II. Meşrutiyet’in ilanı ana başlıkları oluşturuyor. Türk-Ermeni
ilişkilerinde işbirliğinden çatışmaya giden seyrin başlangıcı kabul
edilen 1908-1914 dönemi sitenin “Hürriyet Müsavat Uhuvvet”
bölümünde ele alınıyor. Videolarda, Jön Türk-Taşnak ittifakı,
Hürriyet ve İtilaf-Hınçak yakınlaşması, 1908, 1912, 1913, 1914
seçimleri, komite ve gizli cemiyetlerin siyasal partilere dönüş-
52
DOSYA: 1915 OLAYLARI
mesi, Adana Olayları, Balkan Savaşları ve Yeniköy Anlaşması’nın
Ermeni sorununa etkileri masaya yatırılıyor.
Cihanı tutan umumi acı
Dünya kamuoyunda Ermeni meselesinin odağına yerleşen
1914-1918 dönemi sitenin “Cihanı Tutan Umumi Acı” bölümünde
inceleniyor. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla sonuçlanan I. Dünya
Savaşı yıllarını içine alan bu zaman diliminin öne çıkan başlıkları,
İtilaf Devletleri ordularında Ermeni gönüllüler, Ermeni isyanları,
Doğu Anadolu’da Rus etkinliği ve Ermeniler, Van isyanı, Sevk ve
İskân Kanunu ile kanundan önceki uyarılar, kararın alınma süreci,
kararın içeriği, kararın uygulamaya konulması ve yönetmelikler, sevk tarihi, sevkten önce tanınan süre, sevk güzergahları,
toplanma merkezleri, sevk yollarının durumu, iaşe ve barınma,
sevk esnasında güvenlik, sevk kafilelerine saldırı ve katliamlar,
Müslümanlara yapılan katliamlar, Teşkilat-ı Mahsusa ve çeteler,
kampların durumu, kamplarda hayat, yaşam standartları, yetim
ve dullar, göçmenler, Almanların tehcirdeki rolü, Amele Taburları,
24 Nisan 1915 olarak beliriyor. İlerleyen yıllarda Ermeni lobisinin
tüm argümanlarını üzerine kurduğu bu döneme ilişkin aydınlatıcı
videolar, Ermeni çalışmaları literatüründe büyük bir boşluğu kapatıcı nitelikte.
I. Dünya Savaşı’nın bitiminden Cumhuriyet’in ilanına kadarki
süreç, Mondros Mütarekesi ve 24. madde, “Geri Dönüş Kararnamesi”, savaş sonrası yargılamalar, Paris Barış Konferansı, Bogos
Nubar Paşa ve Ermeni Millî Heyeti, Ermenistan Cumhuriyeti ve
Avetis Aharonyan, Vilayet-i Sitte, Millî Mücadele’de Ermenilerle
ilişkiler, Londra Konferansı, Sevr Antlaşması, Gümrü Antlaşması, Moskova ve Kars Antlaşmaları, Lozan Konferansı, nüfus
mübadelesi, Ermeni Cumhuriyeti Heyeti ve Ermeni Millî Heyeti,
Malta sürgünleri, Ermeni suikastları ve Doğu Lejyonu başlıkları
altında “Geciken Doğum Sancıları” bölümünde ele alınıyor. “Sular Çekiliyor” başlıklı bölümde ise 1923 sonrası dönem, Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşu, Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık
Paktı, Sovyet Ermenistanına Ermenilerin davet edilmesi, Sovyetler Birliği’nin Doğu Anadolu’dan toprak talepleri, Montrö
Antlaşması, II. Dünya Savaşı ve Türkiye’nin tarafsızlığı, Eçmiyazin
Katogigosluğu, Potsdam Konferansı, Ermeni diasporası, Marshall
Planı, Truman Doktrini, NATO-Türkiye ilişkileri, Varşova Paktı,
soykırım tartışmalarının doğuşu, Ermeni terör örgütleri, Ermeni
propagandası, Soğuk Savaş ve Sovyetler Birliği’nin dağılması
konuları işleniyor.
Sitenin “Enstitü ve Vakıflar” bölümünde Ermeni çalışmaları
yürüten akademik kurumlar ile sivil toplum kuruluşlarının tanıtımına yer veriliyor. “Arşivler” bölümünde, konuyla ilgili araştırma
yapmak isteyenlerin mutlaka uğraması gereken resmî arşivlerin
kullanım şartlarıyla ilgili bilgiler yer alıyor. “Kaynaklar” başlığı
altında konuyla alakalı yazılmış tezlerin künye bilgileri ile özetleri
verilen sitenin “Belgeler” bölümünde Osmanlı döneminin resmî
belgelerinin orijinalleri ve çevirileri bulunuyor. Ermenisorunu.gen.
tr’nin “Güncel” bölümü ise yerli ve yabancı basında yer alan konuyla ilişkili haberlerin takipçilere aktarıldığı alanı oluşturuyor.
53
AHMET BERAT ÇONKAR:
TÜRKIYE’NIN 1915 OLAYLARI’NA YÖNELIK INSANI
YAKLAŞIMI VE YAPICI IRADESI ORTADAYKEN
ÜÇÜNCÜ ÜLKELERIN TEK TARAFLI, HAKSIZ VE
DAYANAKSIZ ERMENI TEZLERINI DESTEKLEMESI
SORUNUN ÇÖZÜMÜNE KATKI SUNMAYACAKTIR
SÖYLEŞI VE FOTOĞRAFLAR: ZEYNEP YIĞIT
AK PARTI İSTANBUL MILLETVEKILI VE TÜRKIYE-AB KARMA
PARLAMENTO KOMISYONU EŞ BAŞKANI AHMET BERAT ÇONKAR,
TÜRKIYE’NIN ULUSLARARASI PLATFORMLARDA 1915 OLAYLARI ILE
ILGILI ÖNYARGILI, BAĞNAZ VE TARAFGIR TÜM GIRIŞIMLERE KARŞI
GEREKLI CEVABI VERDIĞINI BELIRTIYOR. ÇONKAR, 24 NISAN 2015’IN
“SOYKIRIM” IDDIASINDA BULUNANLAR AÇISINDAN “DAĞIN FARE
DOĞURDUĞU” BIR “YÜZÜNCÜ YIL” OLDUĞUNU IFADE EDIYOR.
54
DOSYA: 1915 OLAYLARI
Gerek 26. Dönem’de gerekse geçmiş yasama dönemlerinde
uluslararası komisyonlarda görev almış bir milletvekili olarak
dış ilişkiler ve parlamenter diplomasi alanlarında önemli çalışmalarınız bulunuyor. Bu çerçevede 1915 Olayları da uluslararası
platformlarda görüşlerinizi ifade ettiğiniz konular arasında yer
alıyor. Söyleşimizin başında 1915 Olayları’na ilişkin değerlendirmelerinizi öğrenebilir miyiz?
Hemen sözlerimin başında belirtmem gerekir ki, yaşadığımız
süreçler, 1915 Olayları’na ilişkin tartışmanın ne salt Türkler ile
Ermeniler arasında ne de tarihî bir mesele olarak değerlendirilebileceğini göstermiştir.
Türkiye’nin karşısında geçmişten bugüne üçüncü ülkelerin
taraflı müdahaleleriyle “aşırı derecede siyasallaşmış ve uluslararasılaşmış” bir sorun bulunmaktadır.
1915 öncesi yakın tarihî arka plana bakacak olursak, I. Dünya
Savaşı gibi daha önce benzeri yaşanmamış bir felaket karşımıza
çıkıyor. En az 16 milyon insanın hayatını kaybettiği, 20 milyondan
fazla kişinin yaralandığı bir tarih dilimi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş süreci I. Dünya Savaşı’ndan
önce başlamıştır. Avrupa’nın sömürgeciliği, milliyetçilik akımları ve
sürekli savaş hali bu süreçte önemli unsurlardır. Rus yayılmacılığı
ve Batı’dan esen milliyetçilik rüzgarları, imparatorluğun batı vilayetlerinin ayrılmasına ve halihazırda güçsüz olan Osmanlı devlet
yapısının kaçınılmaz olarak daha da zayıflamasına yol açmıştır.
1864’ten 1922’ye kadar yaklaşık 4,5 milyon Osmanlı tebaası Müslüman ve sayıları bilinmeyen daha birçok insan hayatını kaybetmiştir. Ayrıca, imparatorluğun dağılma döneminde, yaklaşık 5 milyon
Osmanlı vatandaşı Balkanlar ve Kafkaslar’daki anayurtlarından
sürülmüş, Anadolu ile İstanbul’a yerleşmek zorunda kalmıştır. Bu
süreçte imparatorluğu oluşturan diğer topluluklar gibi Ermenilerin
de acılar yaşadığını söylemeliyiz.
Çarlık Rusyası’nın 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak
Osmanlı İmparatorluğu’nu zayıflatmaya ve parçalamaya matuf
gayretleri, bu çerçevede ayrılıkçı Ermeni faaliyetlerini ve isyanlarını
desteklemiş olmaları, özellikle çoğunluğun Osmanlı Müslümanlarından oluştuğu bölgelerdeki milliyetçi Ermeni grupları daha
fazla radikalleşme ve silahlanma yönünde teşvik etmeleri, önemli
sayıdaki silahlı Ermeni grupların etnik açıdan homojen bir Ermeni
yurdu yaratabilmek için işgalci Rus ordusunun saflarına katılmış
olmaları bu dönemi değerlendirirken sürekli aklımızda tutmamız
gereken hususlar olmalıdır kanaatindeyim.
Tüm bunlara karşılık, Osmanlı Hükümeti 1915 yılında savaş bölgesinde ya da stratejik bölgelerde ikamet eden Ermeni nüfusun
ikmal ve ulaşım hatlarından uzaklaştırılarak imparatorluğun güney
vilayetlerine sevk edilmesi talimatını veriyor.
Bakınız, o dönemle ilgili olarak Ermenistan’ın ilk Başbakanı
Hovhannes Kaçaznuni’nin yazdığı Taşnak Partisi’nin Yapacağı Bir
Şey Yok isimli bir kitap var. Kaçaznuni kitabında, özellikle Taşnakları
işaret ederek bazı tespitlerini sıralıyor. Bunlar arasında gönüllü
silahlı Ermeni birliklerin kurulmasının hata olduğu, “denizden
denize Ermenistan” gibi emperyalist bir talebe kapıldıkları, süreç
içerisinde kışkırtıldıkları ve Müslümanları katlettikleri, Türkiye’nin
savunma içgüdüsüyle hareket ettiği ve tehcir kararının amacına
uygun bir karar olduğu tespitleri var.
Avrupa Parlamentosu ve çeşitli ülke parlamentolarının 1915
Olayları’nı “soykırım” olarak nitelendiren kararları bulunuyor.
Siz parlamentoların bu yönde karar almasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ermenilerin yıllardır hazırlandıkları “24 Nisan Yüzüncü Yıl” kampanyası çerçevesinde Avrupa Parlamentosu ve çeşitli ülke parlamentoları bazı kararlar aldılar.
Ancak belirtmeliyim ki, bizim açımızdan en beklenmedik hamle
12 Nisan 2015 günü Papa Fransuva’nın Vatikan’da düzenlediği
ayinde yaptığı konuşma oldu. Bu tarihe kadar gayet olumlu giden
dengeler bu tarihten sonra aleyhimize bir çizgide ve her cepheden
üzerimize yönelen adeta büyük bir siyasi ve diplomatik savaşa
dönüştü. Papa’nın konuşmasının ana kurgusundaki “biz” ve “ötekiler” yaklaşımı, ortak paydayı din ve inanç birlikteliğinde belirlemesi büyük bir yanılgıydı. Papa’nın açıklamasının hemen ardından
TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanı olarak yaptığım basın açıklamasında, Fransuva’nın tarihî, hukuki ve bilimsel gerçeklerden uzak,
barış ve dostluğu tesis etme iddialarına rağmen çekilen acılar arasında ayrımcılık yapan, I. Dünya Savaşı sırasında hayatını kaybeden
Türk ve Müslüman halkların uğradığı mezalimi görmezden gelerek
acılar arasında hiyerarşi kuran ve Hıristiyan Ermenilerin acılarını ön
55
“AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESI’NIN VERDIĞI PERINÇEK KARARI
‘SOYKIRIM’ IDDIASINI TEK VE MUTLAK GERÇEK OLARAK KABUL
ETTIRME GAYRETLERINE, BU IDDIANIN SORGULANMASINI DAHI
YASAKLAYAN GIRIŞIM VE UYGULAMALARA KARŞI DEMOKRASI VE
HUKUK ILKELERINE DAYANAN ÇOK GÜÇLÜ BIR UYARI OLMUŞTUR.”
plana çıkaran tutumunu kabul etmediğimizi, bu yaklaşımın ülkemiz ve milletimiz nezdinde yok hükmünde olduğunu, bu tutumun
arkasındaki mantığın Hıristiyan dayanışması ve Türkiye’ye karşı
yürütülen entegre bir kuşatma operasyonunun parçası olmadığını
ümit ettiğimizi ve Papa’nın özür dilemesi gerektiğini paylaştım.
Biliyorsunuz, Papa 28-30 Kasım 2014 tarihleri arasında
Türkiye’ye bir ziyaret gerçekleştirmişti. Ziyaretinin sonunda, dönüş
yolunda 1915 ile ilgili olarak “her iki tarafın da iyi niyetli olduğunu,
uzlaşının gerçekleşmesi hususunda taraflara yardım edilmesi ve
halkların uzlaşması için dua edilmesi gerektiğini” belirten ifadeleri
oldu. Böyle bir yaklaşımın ardından 12 Nisan 2015 tarihinde yaptığı
konuşma oldukça manidardır. Papa’nın tutumundaki büyük çelişkiyi
görmek ve doğru anlamak gerekiyor.
Sonrasında, Kuzey Amerika ve Katolik ağırlıklı Latin Amerika’dan
Şili, Arjantin, Brezilya, Uruguay, Kanada, ayrıca bu kampanyaya
katılmak için zaten fırsat bekleyen Avusturya, Lüksemburg, Almanya, İtalya, Hollanda, Belçika ve Bulgaristan’ın da aralarında bulunduğu Avrupa ülkeleri ile Avrupa Parlamentosu’ndan çıkan siyasi
bildiriler, açıklamalar, kararlar, anma törenleri vb. girişimler birbiri
ardına geldi. Papa’nın çıkışının bu girişimlere hem zemin hazırladığını hem de bu girişimlerin görünürlüğünü artırdığını söyleyebiliriz.
Söz konusu girişimlere karşı bizim ülke ve millet olarak yaklaşımımızda en ufak bir zafiyet, pozisyonumuzda geriye dönüş
olmadı. Başta Vatikan olmak üzere Avusturya ve Lüksemburg
gibi bu konuda ilk kez karar alan ülkelerdeki büyükelçilerimiz derhal
Merkez’e çağrıldı ve diplomasinin müsaade ettiği en kuvvetli dilde
tepkilerimiz ortaya konuldu.
Sizce “soykırım” iddiası 1915 Olayları’nın 100’üncü yılında dünya
kamuoyunda ciddi bir yankı buldu mu?
Erivan’da 24 Nisan 2015 tarihinde düzenlenen 100. yıl törenlerine
katılım Ermeni tarafının beklentilerinin bir hayli gerisinde kaldı.
Fransa Cumhurbaşkanı Hollande ve Rusya Devlet Başkanı Putin’in
dışında sadece Sırbistan ve tanımadığımız Güney Kıbrıs Rum
Yönetimi devlet başkanı düzeyinde, 6 ülke ise bakan seviyesinde
temsil edildi. Bu anlamda Ermeniler uluslararası örgütlerden de
beklediklerini elde edemediler.
56
DOSYA: 1915 OLAYLARI
Esasen Ermenistan ve diasporanın yıllardır her şeyleriyle hazırlandıkları 24 Nisan 2015’in, “dağın fare doğurduğu” bir “yüzüncü
yıl” olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Ermenilerin en önemli hedefi olan ABD’de hem de Obama gibi
soykırıma kalpten inanmış bir Başkan’a yüzüncü yılda “soykırım”
dedirtememek, hatta bugüne kadar Kongre’den bir karar geçirtememek Ermeniler için büyük hayal kırıklığı yarattı. Keza Ermenilerin, 2011’den bu yana sürdürdükleri diplomatik seferberlik ve her
türlü meşru ve gayrimeşru girişime rağmen, parlamentolarında
“soykırım” tanımını daha önce kullanmış ülkelere sadece Avusturya, Lüksemburg, Brezilya ve Paraguay’ı ekleyebilmiş olmaları
da bu hayal kırıklığını artırdı.
Hatta bu ülkelerden Brezilya Dışişleri Bakanlığı’nca 9 Haziran
2015 tarihinde yapılan açıklamada, hükümetlerinin 1915 Olayları konusundaki pozisyonunun değişmediği açıkça belirtilerek,
Senato’da alınan kararın yürütme bakımından benimsenmediği
ortaya konulmuştur.
Hakeza Lüksemburg Dışişleri Bakanı Jean Asselborn, Avrupa
Birliği Gayriresmî Dışişleri Bakanları Toplantısı olan Gymnich Toplantısı vesilesiyle Dışişleri Bakanımızla 4 Eylül 2015 tarihinde gerçekleştirdiği görüşme sonrasında düzenlenen basın toplantısında,
“soykırım” teriminin uluslararası hukukta spesifik bir yasal tanımı
olduğunu ve bu tip suçlara ilişkin kararın yetkili bir mahkemede
alınması gerektiğini, Türk ve Ermeni tarihçilerin konu üzerine
çalışmalarının devam etmesini desteklediğini ve Sayın Cumhurbaşkanımız ile Sayın Başbakanımızın 1915 Olayları’nda hayatını
kaybeden Ermenilerin torunlarına taziyelerini iletmelerinin sorunun çözümü yolunda önemli sinyaller olduğunu dile getirmiştir.
Yine Avusturya Dışişleri Bakanı Sebastian Kurz da benzer
bir yaklaşımla, 19 Eylül 2015 tarihinde ülkemize gerçekleştirdiği
çalışma ziyareti sonrasındaki basın toplantısında, Avusturya
Parlamentosu’nda kabul edilen ortak bildirinin temsil edilen 6 siyasi partinin görüş açıklaması olduğunu, parlamento kararı olmadığını, mahkeme kararı niteliğini de taşımadığını belirtmiş, Avusturya
Hükümeti’nin pozisyonunun değişmediğini ifade etmiştir.
Paraguay’da da benzer bir durum söz konusu olmuştur. Paraguay Dışişleri Bakanı, Büyükelçimizi muhatap alan bir mektup yazmış
ve Bakanlığın Notası ile Paraguay Senatosu’nda
kabul edilen ve “Türkiye ile Paraguay arasındaki
ikili ilişkilere de zarar verebilecek olan deklarasyonun, Paraguay’ın konuya ilişkin resmî görüşlerini yansıtmadığı” vurgulanmıştır.
100. yılda bu konuyu provoke etmek isteyen
tarafların en büyük hayal kırıklığı ise Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi Büyük Dairesi’nin 15
Ekim 2015 tarihinde vermiş olduğu Perinçek
kararıdır. Karar, “soykırım” iddiasını tek ve mutlak gerçek olarak kabul ettirme gayretlerine, bu
iddianın sorgulanmasını dahi yasaklayan girişim
ve uygulamalara karşı demokrasi ve hukuk
ilkelerine dayanan çok güçlü bir uyarı olmuştur.
Benim de salonda takip ettiğim duruşmada,
1915 Olayları’nın meşru bir tartışma konusu olduğu belirtilerek, bu tarihte yaşananlara ilişkin
farklı görüşlerin ifade özgürlüğünün koruması
altında olduğu vurgulandı. Ayrıca Mahkeme’ye
göre, 1915’te yaşananların Holokost ile bir tutulmasının da asla mümkün olmadığına değinildi.
Bu karar, Avrupa insan hakları içtihadının önemli
bir parçası olarak mutlaka benzer vakalara da
emsal oluşturacaktır.
Katıldığınız uluslararası toplantılarda “soykırım” iddiası gündeme getirildiğinde Türk
delegasyonu olarak nasıl bir tavır ortaya
koyuyorsunuz? Örneğin geçen yılki AGİT-PA
toplantısında sözde soykırım iddiasının karar metnine eklenmesi girişimi, başkanlığını
üstlendiğiniz Türk delegasyonunun çabalarıyla engellenmişti. Bu çerçevede uluslararası
platformlarda etkili bir parlamenter diplomasi
ortaya koymanın önemine ilişkin değerlendirmelerinizi öğrenebilir miyiz?
Parlamenter diplomasi çok önemli tabii. Biliyorsunuz, uluslararası ilişkiler kapsamında parlamenter süreç ve metotların devreye sokulması,
milletvekilleri ve meclislere işlevler yüklenmesi
parlamenter diplomasi olarak adlandırılıyor. Bu
çerçevede parlamenter diplomasi yumuşak güç
araçlarından biri olarak yoğun biçimde kullanılıyor. Elbette bizler de Uluslararası Komisyonlarımızla, Dostluk Gruplarımızla bölgemizdeki ve
dünyadaki gelişmeleri yakından takip ediyor, üzerimize düşen görevleri yerine getirmeye çalışıyoruz. En üst seviyede Meclis Başkanlarımızca yürütülen parlamenter
diplomasi çalışmalarında, bizler de zaman zaman parlamentomuzda temsil edilen
parti gruplarımızın üyelerinden oluşan farklı çalışma gruplarıyla, planlı görevlerimize
ilave olarak ülkemiz ihtiyaçları ve menfaatleri çerçevesinde tezlerimizi ifade etmek
amacıyla lobi faaliyetleri yürütüyoruz.
Bahsettiğiniz hususla ilgili olarak, geçen yıl 5-9 Temmuz günleri arasında
AGİT-PA Genel Kurulu çalışmaları kapsamında, milletvekillerimiz Sayın Talip Küçükcan, Sayın Faruk Özlü, Sayın Mustafa İsen, Sayın Didem Engin, Sayın Metin
Lütfi Baydar ve Sayın Mehmet Günal’dan oluşan bir heyetle Finlandiya’nın başkenti
Helsinki’ye gitmiştik. İktidar ve muhalefet milletvekillerinden oluşan heyetimizin
ortak gayretleriyle sonuç alıcı bir çalışma yürütüldü. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği
Teşkilatı Parlamenter Asamblesi’nin Siyasi İşler ve Güvenlik Genel Komitesi Raportörü tarafından sunulan ve toplantının kapsamlı sonuç bildirgesine eklenecek olan
karar tasarısına Ermenistan heyeti tarafından asılsız soykırım iddialarına ilişkin
olarak dercedilmek istenen yazım önerilerinin reddedilmesi sağlandı. Heyetimiz
tarafından yapılan müdahaleyle, 1915 Olayları’na yönelik Ortak Tarih Komisyonu
oluşturulmasına ilişkin önerimizin hâlâ masada olduğu, keza arşivlerimizin açık
bulunduğu, öte yandan “soykırım” teriminin son derece dar tanımlanmış hukuki bir
terim olduğu ve bu tür asılsız iddiaların bu toplantının konusu olmadığı vurgulandı.
Neticede raportörün kendisi dahil, toplantıdaki parlamenterlerin çoğunluğu tarafından yaklaşımımız destek buldu ve Ermeni tarafının gayretleri boşa çıkarılmış oldu.
Önümüzdeki süreçte konunun geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Her şeyden önce tarihî ve siyasi bir sıkıntıyı aşmak için yürütülen çabalarda tüm
tarafların dürüst ve açık fikirli olması gerektiğini düşünüyorum. Bakınız, bugün 1915
57
Olayları Türkiye’de özgürce, açıkça tartışılan bir konudur. Asla tabu değildir.
Hatta Avrupa Birliği 2014 Türkiye İlerleme Raporu’nda da bu husus kayıt
altına alınmıştır.
Türkiye ile Ermenistan’ın ortak tarihini ilgilendiren 1915 Olayları’nın tarihçilerce incelenebilmesi için 10 Nisan 2005 tarihinde, o dönem Başbakanımız
olan Sayın Recep Tayyip Erdoğan tarafından Ermenistan Cumhurbaşkanı
Koçaryan’a bir mektup gönderildi. İki ülke tarihçilerinin bir araya gelmeleri, bu
tarihçilerden kurulacak bir ortak komisyonun söz konusu dönemi öncesi ve
sonrasıyla Türk, Ermeni ve ilgili üçüncü ülkelerin arşivlerini ele alarak incelemesi ve tespitlerini bütün dünyaya açıklaması teklifinde bulunuldu. Meclisimiz
de 13 Nisan 2005 tarihinde yayımladığı bir bildiriyle yapılan bu tarihî teklifi oy
birliğiyle desteklediğini ilan etti.
Bu bağlamda, yine Sayın Cumhurbaşkanımız, Başbakan olduğu dönemde,
23 Nisan 2014 tarihinde Ermeni vatandaşlarımıza ve tüm Ermenilere doğrudan
hitap eden bir taziye mesajı yayımladı. İncitici söylemlerden uzak durulması,
farklı görüşlere empatiyle yaklaşılması çağrısı dile getirildi ve 1915’in acısını
istismara dayanan politikalara karşı net bir tavır takınıldı.
Sayın Başbakanımız, 20 Ocak 2015 tarihinde Hrant Dink’in ölüm yıldönümü
vesilesiyle bir mesaj yayımlayarak konuya ilişkin yapıcı tutumumuzu bir kez
daha vurguladı. Bu mesajla, Ermeni halkına ve Türk-Ermeni dostluğuna inanan herkese çağrıda bulunularak, 1915 yılında yaşanan acıların paylaşıldığı bir
kez daha ifade edildi ve iki kadim halkın birbirini anlama ve birlikte geleceğe
bakma olgunluğuna ulaşmalarının mümkün olduğu dile getirildi. 20 Nisan
2015 tarihinde yayımlanan mesajda da I. Dünya Savaşı koşullarında hayatını
kaybeden masum Osmanlı Ermenileri’ne taziye sunulurken, dostluk ve barış
yolunda atılan adımların kararlılıkla sürdürüleceği hususu vurgulandı.
58
DOSYA: 1915 OLAYLARI
Şimdi Türkiye’nin, konuya yönelik insani yaklaşımını
ve normalleşme yönündeki yapıcı iradesini açıkça
ortaya koyduğu böyle bir dönemde üçüncü ülkelerin
Türkiye’nin bu yaklaşımını görmezden gelerek tek
taraflı, haksız ve dayanaksız Ermeni tezlerini destekleyen tasarruflarda bulunmalarının, Ermenistan’ı
ve diasporayı kışkırtarak çatışmayı körüklemelerinin
sorunun çözümüne ve barışa katkı sunmayacağını
herkes bilmelidir.
Rusya’nın Kafkaslar, Orta Asya ve Doğu Avrupa’da
yüz yıl boyunca gerçekleştirdiği kitlesel katliamlar,
sürgünler, toplu cezalandırmalar, özellikle Türk ve
Müslüman halklara yönelik insanlık dışı uygulamaları
bütün çıplaklığı ile ortadayken, Rusya’nın asılsız soykırım iddialarıyla yanlış ve tarafgir tutumunda ısrar
etmesi kabul edilemez ve ahlak dışı bir yaklaşımdır.
Aynı şekilde uluslararası mahkemelerce soykırım
olarak kabul edilen Ruanda ve Bosna’daki insan kayıplarını “kitle ölümleri” olarak zikreden Papa’nın, hiçbir
uluslararası mahkeme tarafından soykırım olarak
tanımlanmamış 1915 Olayları’nı “soykırım” olarak
tanımlaması da farklı bir garabettir.
Bugünlerde terörle mücadelemizi farklı boyutlara
çekmeye çalışan ve adeta terör örgütlerini destekler
bir görüntü veren, ifade ve basın özgürlüğü gibi bazı
alanlarda hakikate mugayir olarak Türkiye’yi sıkıştırmaya çalışan, 1987 yılından beri de bu meseleyi
istismar eden Avrupa Parlamentosu, sergilediği tek
yanlı ve ayrımcı yaklaşımla ayrı bir densizlik ortaya
koyuyor. Avrupa Parlamentosu varoluş nedenini oluşturan değerlerle uyuşmayan “dinsel” ve “kültürel” bir
bağnazlık içerisinde hareket ediyor.
Tabii, bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak bizler
Türkiye olarak bütün bu önyargılı, bağnaz ve tarafgir
girişimlere rağmen, Türkler ve Ermenilerin ortak
tarihlerinin adil ve açık görüşlülükle diyalog halinde
ele alınması için üzerimize düşeni yapmaya devam
ediyoruz, edeceğiz. Ermeni tarafına da 2009 yılındaki
protokollerin parlamento gündeminden çekilmesinde
olduğu gibi iki ülke ilişkilerinin normalleştirilmesi gayretinden kaçmak yerine, tezlerine hukuki ve akademik
boyutta destek aramak varken siyasi platformlarda
üçüncü ülkelerin desteklerini arayan bir ülke görüntüsü vermek yerine, bizler gibi açık ve yapıcı bir tavır
takınmalarını öneriyoruz.
TARIHÎ VESIKALAR
DÜNYADA “SOYKIRIM” PROPAGANDASINA KONU EDILEN 24 NİSAN 1915 TUTUKLAMALARININ,
SİLAHLI ERMENİ GRUPLARIN LİDER KADROSUNA YÖNELIK OLDUĞUNU GÖSTEREN VE BU
KIŞILERIN ÜLKE GÜVENLİĞİ İÇİN TUTUKLANMASI KARARINI IÇEREN VESİKA.
İçişleri Bakanlığı
Emniyet Genel Müdürlüğü
3052 Özel Kalemi
Osmanlı Ordusu Başkomutanlığına
Ermeni komitelerinin Osmanlı memleketlerindeki siyasî ihtilâl teşkilâtları
ile öteden beri kendilerine idarî bir özerklik teminine yönelik teşebbüsleri,
harbin ilânını takiben Taşnak Ermeni Komitesi’nin Rusya’da bulunan
Ermenilerin derhâl aleyhimize hareketine ve Osmanlı topraklarındaki
Ermenilerin de ordunun zayıf düşmesini bekleyerek o zaman bütün
kuvvetleri ile ihtilâle kalkışmalarına dair aldıkları kararları, her fırsattan
yararlanmak suretiyle vatanın hayatına ve geleceğine tesir edecek hain
hareketlere cür’etleri, özellikle devletin harp hâlinde bulunduğu şu sırada
Zeytûn ile Bitlis, Sivas ve Van’da meydana gelen son isyan hareketleri
ile bir kere daha kesinleşmiştir. Esas olarak merkezleri yabancı ülkelerde
bulunan ve bugün unvanlarında bile ihtilâlcilik sıfatını koruyan bütün
bu komitelerin çalışmalarının Osmanlı Devleti aleyhine olarak, her türlü
sebebe ve vasıtaya başvurmak suretiyle, son emelleri olan özerkliği
elde etmek amacı etrafında toplandığı, Kayseri, Sivas ve diğer yerlerde
ortaya çıkarılan bombalar, Rus ordusuna gönüllü alaylar teşkil ederek
Ruslarla birlikte memlekete saldıran, aslında Osmanlı uyruğundan olan
Ermeni komite başkanlarının harekâtı ve Osmanlı ordusunu arkadan
tehdit etmek suretiyle pek büyük ölçüde aldıkları tertipleri ve yayınları
ile meydana çıkmıştır.
Bunun üzerine devletin kendisi için duygusal bir mesele teşkil eden
bu cins tertipler ve teşebbüslerin devam etmesine hiçbir zaman göz
yummayacağı, hoş görmeyeceği ve fesat kaynağı olan komitelerin hâlâ
varlıklarını kanuna uygun kabul edemeyeceğinden, sözlü olarak da ifade
edildiği gibi, bütün siyasî teşkilâtların kaldırılmasını acil ihtiyaç olarak
hissetmiş ve gerekli tedbirleri almıştır. Nubar’ın Hınçak, Taşnak ve benzeri komitelerin gerek başkentte ve gerekse illerde bulunan şubelerinin
derhâl kapatılmaları, evrak vesairenin kesinlikle kayıp ve imhasına imkân
bırakmamak suretiyle alınması, komitelerin başkan ve üyelerinin, bu işe
teşebbüs eden şahıslar ile emniyet güçlerince tanınan önemli ve zararlı
Ermenilerin hemen tutuklanmaları, bulundukları yerlerde ikametlerinin
devamında sakınca görülenlerin il dâhilinde uygun görülecek yerlerde
toplattırılarak kaçmalarına meydan verilmemesi, gerekli yerlerde silâh
aramaya başlanarak, her türlü ihtimale karşı komutanlar ile
haberleşilerek kuvvetli bulunulması, uygulamaların iyi yapılmasının temini ve bitirilmesi ile ortaya çıkacak evrak ve belgelerin incelenmesi sonucunda tutuklanan şahısların askerî
mahkemeye verilmeleri uygun görülmüştür. Onaylandığı
takdirde, gereğinin yapılmak üzere durumun bildirilmesine
izin verilmesi konusu emirlerinize arz olunur.
24 Nisan 1915
Dahiliye Nazırı
Talât
Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri 1914-1918, C. I sf. 423
(Ankara: Genelkurmay ATASE ve Genelkurmay Denetleme Başkanlığı Yayınları, 2005)
59
DÜZMECE VE DÜZMECENIN
KULLANIMI: “ANDONYAN BELGELERI”
MAXIME GAUIN
ODTÜ TARIH BÖLÜMÜ - AVRASYA İNCELEMELERI MERKEZI (AVİM) UZMANI
G
ANDONYAN BELGELERININ
“ORIJINALLERINDEN” BIR
TANESI BILE HIÇBIR ZAMAN
ORTAYA KONULMAMIŞTIR.
BELGELER, GEÇERLI HIÇBIR
AÇIKLAMA OLMAKSIZIN
-SÖZDE- ORTADAN
KAYBOLMUŞTUR.
60
DOSYA: 1915 OLAYLARI
enellikle “Andonyan belgeleri” adıyla anılan belgeler, Dahiliye Nazırı
(1913-1917) ve daha sonra Sadrazam (1917-1918) olarak görev yapan
Talat Paşa başta olmak üzere İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yöneticileriyle
ilişkilendirilen “telgraf” ve “mektuplar”ın yanı sıra Naim Bey adında bir
Osmanlı memuruna atfedilen “anılar”dan meydana gelir. Görünen o ki bu
materyal, 1919 ilkbaharı veya yazında Aram Andonyan (1875-1951) tarafından bir araya getirilmiştir. Bu belgelerin Fransızca çevirisi 1920 yılında
Paris’te, kısaltılmış İngilizce versiyonu ise aynı yıl Londra’da yayımlanmıştır. (İki çeviri arasında bir dizi farklılık mevcuttur.) 1921 yılında suikast düzenleyerek Talat Paşa’yı öldüren terörist Soğomon Tehliryan’ın avukatları,
müvekkillerinin savunması için mahkemeye birtakım “telgraflar” sunma
niyetindeydi, fakat en ufak bir kanıt göstermeksizin iddia edilenin aksine
Tehliryan davasının mahkeme tutanağı, avukatların bunları kullanmaktan vazgeçtiğini ve Alman mahkemesinin bu belgelerin bir tanesinin bile
özgünlüğünü onaylamadığını ortaya koyar.1
Buna rağmen “Ermeni soykırımı” suçlamasının ortaya atılmasının
ardından 1965 yılında kamuoyunda çıkan tartışmalarda teröristlerin
[Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları ile Ermenistan’ın Kurtuluşu İçin
Ermeni Gizli Ordusu (ASALA)] davaları da dahil olmak üzere “Andonyan
belgeleri”ne sıklıkla başvuruldu ve bu durum 1980’li yılların ortalarına kadar devam etti.2 Doğrusu, bu belgeleri Osmanlı arşivlerindeki sahih belgelerle resmî nitelikleri (kağıt, numaralandırma, üslup, gramer, imzalar)
bakımından da karşılaştırarak analiz eden ve belgelerin sahte olduğunu
kesin bir şekilde ortaya koyan ilk çalışma, 1983 yılına kadar yapılmadı.3
Kitabın yayımlanmasının ardından “Andonyan belgeleri”nin referans
alınması geçersiz kabul edildi. Bununla birlikte 2000’li yıllardan itibaren
bu belgeler, başta Peter Balakian ve Taner Akçam tarafından olmak
1 Ara Krikorian (éd.), Justicier du génocide arménien. Le procès de Tehlirian, Paris, Diasporas, 1981.
2 Örneğin bkz. Armenian Terrorism and the Paris Trial/Terrorisme arménien et procès de Paris, An-
kara, Ankara Üniversitesi, 1984, s. 24 ve 48 ; Comité de soutien à Max Kilndjian, Les Arméniens
en cour d’assises. Terroristes ou résistants ?, s. 114 ve 201-202.
3 Şinasi Orel ve Süreyya Yuca, Ermenilerce Talat Paşa’ya Atfedilen Telgrafların Gerçek Yüzü, Ankara,
Türk Tarih Kurumu, 1983. 1986 yılında Fransızca ve İngilizceye çevrildi.
üzere yeniden ve gün geçtikçe daha çok kullanılmaya başladı.
Bu durum bilhassa 1986 yılında Vahakn N. Dadrian4 tarafından
yayımlanan bir makalenin hak ettiği sağlam bir cevabı 25 yıl
boyunca almamasından kaynaklanıyordu.5
Meselenin temel noktaları aşağıdaki gibidir:
1) Belgelerin “orijinalleri”: Bu “belgeler”in “orijinallerinden” bir
tanesi bile hiçbir zaman ortaya konulmamıştır. Belgeler, geçerli
hiçbir açıklama olmaksızın -sözde- ortadan kaybolmuştur.
Kaybolan belgelerden geriye kala kala kopyalarının 1920 yılında
yayımlanan fotoğrafları kalmıştır.
2)Kağıt: İki tanesi hariç Andonyan tarafından yayımlanan
“telgraflar”ın hiçbiri Dahiliye Nazırlığı’nın antetli kağıdına yazılmamıştır. Hatta üç tanesi okul defteri kağıdına yazılmıştır.
Vahakn N. Dadrian’ın bu duruma getirdiği açıklama Osmanlı
Dahiliye Nazırlığı’nın kağıdının olmadığı yönündedir. Ancak
iddiasını yalnızca eski bir Osmanlı memurunun 1945 yılında yayımlanan kitabına dayandırır. Bu delilin geç sunulması ve yazarın
İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne karşı bariz bir hınç duymasının
yanı sıra şunu da mutlaka belirtmek gerekir ki bu eski memur,
sıradan bir okul defteri kağıdının kullanılması meselesini asla
gündeme getirmeden, olası bir mektup (telgraf değil) kağıdı
yokluğundan bahsetmekle yetinir.6 Osmanlı arşivlerinde saklanan ve okul defteri kağıdına yazılmış bir telgraf bu zamana
kadar ortaya konulmamıştır.
3) Besmele simgeleri: Bu “telgraflar”da Osmanlı belgelerinde
bulunması zorunlu olan besmele simgesi yoktur. İki “mektupta” bu simge mevcuttur, fakat oldukça beceriksiz bir şekilde
karalanmıştır.
4) Şifre kodları: “Telgraflar”ın kopyalarının fotoğraflarından tespit edilebilen şifre kodlarının hiçbiri, Osmanlı Devleti tarafından
I. Dünya Savaşı’nda kullanılan kodlar arasında yer almaz. Vahakn
N. Dadrian buna yanıt olarak memurların “doğaçlamalara”
başvurmak zorunda kaldığını söyler, fakat bu iddiasını destekleyecek hiçbir kaynak göstermez. Dadrian, devlet kadrosunda
“sürekli bir karmaşa” olduğundan bahseden Philip H. Stoddard’ın
doktora tezinden de alıntı yapar, fakat aslında bu görüşün şifre
kodlarıyla doğrudan hiçbir alakası yoktur.7
5) İmzalar: Dahiliye Nazırı olarak görev yaptığı sıralarda Talat’ın
kendi imzası hususunda belirli alışkanlıkları vardı. Şöyle ki, bir
veya birden fazla astına çektiği bir telgrafı “Nazır” veya nadiren
de olsa “Nazır Talat” olarak imzalardı, fakat asla “Dahiliye Nazırı
Talat” olarak imzalamaz, bu imzayı yalnızca diğer nazırlarla
birlikte imza attığı kararnamelerde kullanırdı. Ancak Andonyan
tarafından Talat’a atfedilen telgrafların hepsi Talat’ın astlarına
gönderilmişti ve hepsi “Dahiliye Nazırı Talat” olarak imzalanmıştı. “Andonyan belgeleri”nin “özgünlüğünü” savunan kimse,
bu konuya hiçbir şekilde açıklama getirmemiştir.
Abdülhalik de aynı şekilde “Halep Valisi” unvanını kullanma
alışkanlığındaydı, fakat Andonyan’ın “telgraflarında” onun imzası da sadece “vali” olarak atılmıştı.
6) Üslup: Burada en bariz örneği ele alalım: “Andonyan
belgeleri”nde Ermenilere çoğunlukla “malum kişiler” olarak
atıfta bulunulur. Bu zamana kadar hiç kimse, kaynağı Osmanlı
arşivlerine dayanan ve Ermenilere bu şekilde hitap eden bir
belge ortaya koyamamıştır.
7) İçerik: Andonyan tarafından Talat’a isnat edilen 16 Eylül
1331 (29 Eylül 1915) tarihli “telgraf”, güya Halep vilayetindeki
Ermenilerin yok edilmesini emrediyordu. Ancak I. Dünya Savaşı
sırasında bu kentte yaşayan 22 bin Ermeni’den yalnızca altı
veya yedi aile tehcir edildi; geri kalanları ise ne tehcir edildi, ne
de katledildi. 8 “Andonyan belgeleri”nin hakiki olduğunu iddia
edenlerden hiçbiri bu muafiyeti tartışmaz. Hepsi bu meseleyi
ele almaktan kaçınır.
8) “İspatlar”: Örneğin Taner Akçam, Ahmet Emin Yalman
tarafından alıntılanan ve “Andonyan belgeleri”nin en azından
birkaçının içeriğini teyit eden bir “mektup”tan söz eder.9 Ancak
Taner Akçam tarafından verilen referansın doğruluğu kontrol
edilecek olursa ortada bir “mektubun” bulunmadığı, bunun
yalnızca isimleri bile verilmeyen İttihat ve Terakki yöneticileri
hakkında bir söylentiden ibaret olduğu görülür.10
Bu makalede sunulan liste tamamlanmaktan çok uzak olmakla birlikte sahte “belgelerle” karşı karşıya olduğumuzu
kanıtlamak için yeterlidir.
4 Vahakn N. Dadriyan, “The Naim-Andonyan Documents on the World War I Destruction of Ottoman Armenians: The Anatomy of a Genocide”, International Journal of Middle
East Studies, XVIII-3, Ağustos, 1986, s. 311-360.
5 Maxime Gauin, “Aram Andonyan’ın ‘Naim Bey’in Hatıraları’ ve ‘Hakikiliğini’ Savunmak İçin Yapılan Çağdaş Girişimler”, Ermeni Araştırmaları, 40, 2011, s. 133-201.
6 Ahmed Reşit Rey, Gördüklerim-Yaptıklarım (1890-1922), İstanbul, 1945, s. 117.
7 Philip H. Stoddard, The Ottoman Government and the Arabs. A Preliminary Study of the Teskilat-i Mahsusa, Doktora Tezi, Princeton University, 1963, s. 56.
8 Guenter Lewy, The Armenian Massacres in Ottoman Turkey, Salt Lake City, University of Utah Press, 2005, s. 191.
9 Taner Akçam, Ermeni Meselesi Hallolunmuştur, İstanbul, İletişim, 2008, p. 138.
10 Ahmet Emin [Yalman], Turkey in the World War, New Haven, Yale University Press, 1930, s. 220.
61
İNGILIZLER KUTÜ’L-AMÂRE’DE
ESIR DÜŞMEMEK IÇIN RÜŞVET
TEKLIF ETMIŞLERDI
MUSTAFA ARMAĞAN
ARAŞTIRMACI-YAZAR
K
KUTÜ’L-AMÂRE KAHRAMANI
HALIL (KUT) PAŞA, ILK
KEZ 1967 YILINDA BIR
GAZETEDE TEFRIKA OLUNAN
HATIRALARINDA RÜŞVET
HADISESINI DETAYLI BIR
ŞEKILDE ANLATIR.
62
DOSYA: 1915 OLAYLARI
utü’l-Amâre Zaferi’nin yüzünün 100. yılda şöyle böyle de olsa açılıyor
oluşuna sevinmek gerekir şüphesiz. Ancak Kut Zaferi’nin hem bugünkü
sınırlarımızın epeyce uzağında gerçekleşmesi hem de Çanakkale’nin gölgesinde kalması, öte yandan Cumhuriyet’in kurucu kadrosundan hemen hiçbir
üst düzeyden rical-i devletin bu zaferde hissesinin olmaması, zaferi kazanan
iki komutandan Sakallı Nureddin Paşa’nın Nutuk’ta hücuma uğramış olması, Halil Paşa’nın ise kabahatinin yeni rejimin dışlama uğraşı verdiği Enver
Paşa’nın amcası olması gibi sebepler bu zaferin gözden ırak bir yere itilmesini
getirmiştir.
Ayrıca literatürde bu zaferin zamanlamasının Ermeni tehcirinin hemen
arkasına rast gelmesi onun gölgede kalmasını katmerlendirmiştir.
Aradan bir asır geçtikten sonra da olsa Kutü’l-Amâre gibi bir zaferin hafızaya geri çağrılmasını önemli buluyorum ve halen çıkarmakta bulunduğum
Derin Tarih dergisinin Nisan 2016 tarihli 49. sayısında Edward Erickson, Şükrü
Hanioğlu, Nikolas Gardner, Mustafa Selçuk, Altay Cengizer, Necati Fahri Taş
ve fakirin katkılarıyla geniş kapsamlı bir dosya hazırladığımızı duyurmak
istiyorum. (Halil Kut Paşa’nın dostu Necdet Özgelen ile Halil Solak’ın yaptığı
söyleşi de ilgiyle okunacak güzellikte.)
Velhasıl bu yıl Kut’un dirilişine, yani ortak hafızamıza ve Çanakkale’nin yanı
başındaki hak ettiği yere yeniden oturmasına şahit olacağız.
Bizim kısaca “İngiltere” dediğimiz Büyük Britanya İmparatorluğu’nun komutanı Cornwallis’in kuvvetlerinin en son 1781’de Yorktown’da Amerikalılara
teslim oluşundan bu yana tam 135 yıl geçmişti. Üzerinde güneş batmayan
imparatorluk bu kadar uzun bir süre sonra ilk defa yabancı bir orduya bu kadar
kalabalık bir kuvvetini esir veriyordu.
Edward Erickson’un ifadesiyle, teslim olan bu en büyük kuvvet ile Kutü’lAmâre öncesindeki Selman-ı Pak’ta kaybettikleri asker sayısı toplandığında
İngiliz kuvvetleri açısından gerçekten de “çok utanç verici” bir durum ortaya
çıkmış oluyordu:
“Aşağı ırklar”ın kuşatmalarına başarıyla direnme geleneği içine işlemiş olan
bir ulus (İngiltere) için Kutü’l-Amâre fevkalade aşağılayıcıydı; çünkü birlikleri
Osmanlı ordusuna teslim olmuştu.1
1 Edward J. Erickson, I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu, Çev: Kerim Bağrıaçık, İstanbul, 2009,
Türkiye İş Bankası Yayınları, s. 103
Kutü’l-Amâre’de kapalı kapılar ardında neler olup
bittiği ortaya konulacaktır.
Çek ve para meselesi
Nitekim İngiliz tarihçi Jason Morris, Kutü’l-Amâre yenilgisini “İngiltere’nin askerî
tarihindeki en yüz kızartıcı teslimiyet” olarak tanımlamıştı.
Keza Londra Hükümeti, 6. Tümen’in bu yenilgisini, daha doğrusu toptan teslim
oluşunu hazmedemeyerek Mezopotamya Komisyonu’nu kurup yenilgiyi soruşturmuş ve suçlularını tespit için ayrıntılı bir rapor hazırlatmıştır. Ancak raporda
coğrafya, iklim ve ulaşımdan kaynaklanan problemler gündeme getirilirken, hatta
sağlık ve salgın hastalıklar dahi yenilgiye sebep olarak gösterilirken Osmanlı ordusunun başarısına hiç değinilmemiş olması da ilginç ve epeyce anlamlıdır.2
Raporda yer almayan bir başka nokta ise İngiliz hükümetinin Osmanlı komutanına askerlerini esir almamaları, daha doğrusu bu “utancı” kendilerine yaşatmamaları karşılığında teklif ettikleri rüşvetti.
Nitekim Osmanlı kaynakları ile bazı İngiliz kaynaklarında bahsi geçen bu rüşvet
teklifinin üzeri siyasi yetkili Sir Percy Cox tarafından usturuplu bir şekilde örtülecek, bir başka deyişle sansür edilecektir, ama başta David Fromkin olmak üzere
Crowley, Erickson, Scott Anderson, Howell, Wallach ve Rogan gibi müdakkik
araştırmacılarca doğrulanacak ve açıklanacaktır.
Burada söz konusu rüşvet teklifinin kaynakları üzerine kısa bir değerlendirme
yapılacak ve Osmanlı-İngiliz kaynaklarından hareketle 1916 yılı Nisan ayı sonlarında
Rüşvet hadisesini en detaylı anlatan kaynağımız,
Kutü’l-Amâre kahramanı Halil (Kut) Paşa’nın ilk
kez 1967 yılında bir gazetede tefrika olunan hatıralarıdır. Hatıratında Halil Paşa, 26 Nisan 1916’da
gıda yardımı getiren Julnar gemisinin de Dicle’deki
Osmanlı kuvvetlerinin eline geçmesiyle son ümidi
tükenen General Townshend’in, teslim olma teklifini değerlendirirken kendisine (şahsına) açıkça
rüşvet teklif ettiğinden şöyle bahseder:
Arzu edeceğim herhangi bir bankaya hitaben
şahsıma 1 milyon İngiliz liralık bir çek verilecekti
(bu çeki vermek için İngiliz hükümetinden mezuniyet (yetki) aldığını ayrıca beyan ediyordu).3
Halil Paşa rüşvet karşılığı serbest bırakılma
teklifini (ki bu ilk tekliftir ve ikincisi birazdan göreceğimiz gibi sürpriz bir kanaldan gelecektir) nasıl
geri çevirdiğini de şöyle anlatır:
Şahsıma teklif edilen 1 milyon İngiliz liralık çek
işine gelince, bunu ancak bir şaka, bir lâtife
olarak telâkki ettiğimi, vaktiyle Rus Çariçesi
Katerina’dan bazı hediyeler kabul ederek Çar Deli
Petro’yu harekâtında serbest bırakan Baltacı
Mehmed Paşa devrinde yaşamadığımızı da kendisine bildirdim.4
Halil Paşa’nın hatıratında teklifin tekrarlandığı
da kayıtlı. Ancak bu defa sözlü değil yazılı olarak…
Karargâhına dönen Paşa, bir “parlamenter”in ve
Birinci Dünya Harbi’nde şöhret yapmış bir “İngiliz
zabiti”nin getirdiği bir mektup alır. Mektupta teslim olacak kuvvetlerin harp devam ettiği sürece
Osmanlı aleyhine savaşmayacakları, ellerindeki 40
2 Geniş bilgi için bkz. Şükrü Hanioğlu, “İngiltere Yenilgiyi Nasıl Soruşturdu?”, Derin Tarih, sayı: 49, Nisan, 2016.
3 Kutü’l-Amâre Kahramanı Halil Kut Paşa’nın Hatıraları, Hazırlayan: Erhan Çiftçi, İstanbul, 2015, Timaş Yayınları, s. 160.
4 Halil Kut Paşa’nın Hatıraları, s. 161.
63
top ile bütün tüfek ve cephaneyi olduğu gibi teslim edecekleri
kabul olunduktan sonra 3. madde olan “çek ve para meselesi”
şekli değiştirilerek şöyle sunulmaktadır:
Bu yeni şekle göre çek şahsıma değil, fakat 2 milyon sterlin olarak
hükümetimiz adına teklif ediliyor ve tabîî İngiliz askerlerinin gene
esir edilmemesi isteniyordu.5
Halil Paşa’nın bundan sonra verdiği bilgi, bu karanlık meselenin
boyutlarını daha esrarengiz hale getiriyordu. Sözünü ettiği “İngiliz zabit” meşhur casus Lawrence’tır. Paşa, İngilizlerin silahlarına
da parasına da ihtiyaçları olmadığını “nezâketle” fakat “kesin
olarak” bildirmiştir. O geceden itibaren İngiliz cephesinden infilâk
sesleri duyulur. Teslim hazırlıkları başlamıştır, ellerindeki top
ve cephaneler Türklerin eline geçmesin diye imhâ edilmektedir.
Zaten 29 Nisan günü de General Townshend kılıcını Halil Paşa’ya
teslim edecektir.6
Rüşvet hadisesinin, birinci el kaynağımız olan Halil Paşa’nın
hatıralarında nasıl geçtiğini okuduktan sonra şimdi karşı cepheye
geçelim ve orada yazılanlarda bu bilginin doğrulanıp doğrulanmadığına bakalım.
Öncelikle ilk teklifi bizzat yapmış olan General Townshend’in
hatıralarında bu meselenin sessizlikle ve ustaca geçiştirildiğini
söyleyelim. Mağlup generalin 500 sayfaya yakın bir hacme ulaşan hatıratında rüşvet gibi alçaltıcı bir teklifin ketmedilmesine
şaşırmıyoruz nitekim. Olayın örtbas edilmesini anlayışla karşılıyoruz ama mızrak çuvala sığmıyor tabiatıyla.
General Townshend sessizlikle geçiştirse de rüşvet teklifi
olayını doğrulayan çok sayıda araştırmacı mevcut. İşte onlardan
biri olan Edward J. Erickson hadiseyi şöyle anlatıyor:
Townshend bizzat Halil Bey’le görüşerek ordusunu 1 milyon pound
(sterlin) değerinde altın vermek şartıyla esaretten kurtarmaya
çalıştı. Aslında (daha sonraları Arabistanlı Lawrence olarak da
bilinen) Thomas E. Lawrence da bu planın bir parçasıydı fakat
plan işlemedi.7
Lawrence’ın Bilgeliğin Yedi Sütunu adlı meşhur hatıralarında
kasten biraz muğlak bir şekilde anlattığı bir kısım vardır; bazı İngiliz subayları bu adice görevle Irak’a gönderilmelerine kızdıklarını
söylemiş, hatta iki İngiliz generali “böyle teşebbüslerin askerlik
şerefiyle bağdaşmadığını” ifade etmiştir kendisine. Lawrence’ın
açıkça itiraf etmediği “askerlik şerefiyle bağdaşmayan” işler
neler olabilir diye düşününce bu yüz kızartıcı ve alçaltıcı girişimin
mahiyeti hakkında bir miktar fikir sahibi olmak mümkün hale
geliyor.
Lawrence devrede
Oxford’dan Eugene Rogan, “muazzam miktarda” bir rüşvetin
Türklere sadece çekilip gitmeleri ve göz yummaları karşılığında
teklif edildiğini yazıyor.
Janet Wallach Desert Queen (Çöl Kraliçesi) adlı araştırmasında
Lawrence ile birlikte Halil Paşa’nın yanına giden kişinin Aubrey
Herbert olduğunu, üçüncü bir kişinin de (Albay Beach) yanlarında
bulunduğunu, fakat askerlerin teslim olduğundan habersiz bir
şekilde Halil Paşa’yı son bir kez ziyaret ettiklerini, Paşa’dan “iyi
bir öğle yemeği” ısmarlama dışında olumlu bir işaret alamadıklarını yazmakta ve bütün girişimin bir fiyaskoyla sonuçlandığını
vurgulamaktadır. Öte yandan ertesi günkü İngiliz gazeteleri
dünyaya İngiliz hükümetinin başarısız rüşvet girişimi öyküsünü
duyurmaktaydılar.8
Walter Reid’in Empire of Sand adlı kitabında ise mesele daha
ayrıntılı olarak ele alınır.
Reid’e göre en az teslimiyet kadar uğursuz ve utanç verici
olan rüşvet hadisesinde teklifi köşeye sıkışan General Townshend Londra’ya önermiş, onay alınca da Türk ordu kumandanına 1 milyon poundun sadece çekilip gitmeleri karşılığında
ödenmesini istemişti. Bu teklifin reddi üzerine Lawrence
aracılık etmişti rüşvet işine. Hadiseyi duyan siyasi görevli Cox
dehşete düşmüş, eğer bu entrika ortaya çıkarsa itibarlarının
5 Age, s. 161.
6 Age, s. 162.
7 Edward J. Erickson, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı 1914-1918, Çev.: S. L. Atalay, Timaş Yayınları.
8 Janet Wallach, Desert Queen, New York 2005, Anchor Books. .
64
DOSYA: 1915 OLAYLARI
zaten Townshend tarafından yapılmıştı. Kendilerine öğle yemeği ikram edilip gönderildiler.
Kutü’l-Amâre’deki utandırıcı esaretin üzerine
bu rüşvet skandalı tuz biber ekmişti. Fiyasko
içinde fiyasko yaşıyordu İngilizler. Utançları ikiye
katlanmıştı.
Rüşvet teklifi olayında “çöl kraliçesi” olarak
bilinen Gertrude Bell’in de katkısı olduğu anlaşılıyor. Georgina Howell’ın Queen of the Desert adlı
biyografisinde rüşvet teklifi görevinin Lawrence
ve Herbert’a tevdiine Bell’in evinde karar verildiğini öğreniyoruz. Kahire İstihbarat (Intelligence)
Bürosu’ndan 2 milyon pound teklif etme yetkisini
alan Lawrence’ın onca çabasının İngilizlerin Kut
yerle bir olacağını söylemişse de, Lawrence bizzat Herbert ile birlikte çoktan
Kut’a doğru yola çıkmıştı bile.
Üç kafadar Kutü’l-Amâre’ye ulaştıklarında 23 bin İngiliz askeri öbür dünyaya
çoktan göçmüştü ve General Townshend onların gelişinden önce zaferi satmalarını istemişti Halil Paşa’dan. Tabii Enver Paşa’ya sorulmuş ve kesin ret cevabı
alınmıştı. Sonuçta İngilizler esir olmalarını satın alamamışlardı ve rüşvet pazarlığı İngiltere’nin askerî rezaletini sadece artırmaya yardım etmişti.
“Lawrence’ın misyonu şimdi komediye dönmüştü” diyor Walter Reid. Ve
Herbert’ın hatıralarından yola çıkarak şunu ilave ediyor:
Lawrence, Herbert ve Albay Beach İngiliz askerlerinin teslim olduklarından bile
bihaberdiler. Siperlerden beyaz bir bayrakla çıktılar, Türklerle karşılaştılar ve de
gözleri bağlanarak karargâha götürüldüler. Ne var ki Halil Paşa’nın yanına alındıklarında rüşvet pazarlığı yapmakta çok geç kaldıklarını fark ettiler. Esir teatisiyle
ilgili bir şeyler konuşmaya çalıştılar vaziyeti kurtarmak için ama teslim anlaşması
felaketini engellemeye yetmediği anlaşılıyor.9
O kadar yüz kızartıcı mahiyetteki bu görevin
hakiki amacını Albay Beach asla açıklamadı. Lawrence gayet muğlak ifadelerle geçiştirdi. Aubrey
Herbert ise özel günlüğüne utana sıkıla şu satırı
yazmıştı:
Townshend’ın topları, Türk esirlerin teatisi ve
başka bir şey.
Savaştan sonra yayımlanınca Herbert’ın günlüğüne düştüğü “başka bir şey”in ne olduğu aşikâre
çıkacaktı.10
Böylece Halil Paşa’nın hatıralarında en derli toplu şekilde ifade edilen İngilizlerin zaferimizi veya
kendi açılarından yenilgilerini satın alma çabasının
düşman kampın kaynaklarınca doğrulandığını ve
olayın yeni ayrıntılarının ortaya çıktığını görüyoruz. Ve tabii neden üzerinin örtülmeye çalışıldığının sebeplerini de…
9 Georgina Howell, Queen of the Desert: The Extraordinary Life of Gertrude Bell, Don Macmillan, 2015.
10 Scott Anderson, Lawrence in Arabia, Atlantic Books, 2014.
65
FRANSA ANAYASA KONSEYİ: BİR FİİLİN
SOYKIRIM OLUP OLMADIĞI YETKİLİ
MAHKEME TARAFINDAN SAPTANIR
DR. ŞÜKRÜ M. ELEKDAĞ
EMEKLI BÜYÜKELÇI, DIŞIŞLERI BAKANLIĞI ESKI MÜSTEŞARI,
22. VE 23. DÖNEM CHP MILLETVEKILI
P
FRANSA ANAYASA
KONSEYİ’NİN
8 OCAK 2016’DA VERDİĞİ
KARAR, FRANSIZ
PARLAMENTOSU’NUN
BUNDAN BÖYLE “ERMENI
SOYKIRIMI”NIN INKÂRINI
SUÇ SAYAN BIR YASA
GEÇIREMEYECEĞINI
ORTAYA KOYMAKTADIR.
66
DOSYA: 1915 OLAYLARI
aris’te 5 Haziran 2015’te kurulan bir Türk-Fransız STK’sı olan “Okul Ders
Programlarında Türk Tarihi Eğitiminde Tarafsızlık Derneği” (TTETD)1,
Fransa Millî Eğitim Bakanlığı aleyhine açmış olduğu idari davayla kolejlerin 3. sınıflarında “Ermeni soykırımı” dersi okutulması talimatını veren
15 Temmuz 2008 tarihli kararnamenin iptali talebinde bulunmuş ve talebinin reddedilmesi üzerine “Öncelikli Anayasal Soru” (Question Prioritaire
Constitutionnelle) hakkından yararlanarak söz konusu kararnamenin varlık
nedeni olan ve 1915 Olayları’nı “soykırım” olarak tanıyan 29 Ocak 2001
tarihli yasanın iptali talebiyle Anayasa Konseyi’ne başvurmuştu. Bu tür
başvuruların ön denetimini (filtrage) yapan Danıştay (Conseil d’Etat) önce
TTETD’nin talebini kabul edilebilir bulmuş, ancak inceleme sonucunda
19 Ekim 2015 tarihinde hukuk dışı uydurma bir gerekçeyle talebi reddetmiş
ve Anayasa Konseyi’ne iletmemiştir. Bu gelişme, TTETD’nin 2001 tarihli
yasanın iptaline ilişkin girişimlerinin önüne ciddi bir engel çıkarmıştır.
Ancak, Danıştay’ın bu kararını açıkladığı tarihte Yüksek Temyiz
Mahkemesi’nin (Cour de Cassation), “Yahudi Holokostu’nun inkârını yasaklayan Gayssot Yasası’nın, yalnızca Yahudi Holokostu’nun inkârına ceza
öngördüğü, buna mukabil Fransa tarafından kanun ile tanınmış ‘Ermeni
soykırımı’ ve benzeri olayların inkârına herhangi bir ceza öngörmediği
için değiştirilmesi” talebiyle yapılan bir Öncelikli Anayasal Soru başvurusunu Anayasa Konseyi’ne havale etmesi, TTETD’ye yeni bir fırsat kapısı
açmıştır.
Gayssot davasına Fransa’daki Ermeni aktivistleri, iki ırkçılık ve antisemitizm karşıtı STK ve TTETD üçüncü taraf sıfatıyla müdahil olmuşlardır.
TTETD davaya müdahil olmak için Konsey’e yaptığı başvuruda, Türkiye’yi
Ermeni soykırımıyla suçlayan 2001 tarihli yasanın hukuki temelden yoksun
olduğunu ve Fransa Anayasası’nı ihlal ettiğini ileri sürerek iptali talebinde
bulunmuş, ayrıca Danıştay’ın 19 Ekim 2015 tarihli kararının doğru olup
olmadığını da sormuştur.
1 Association Pour La Neutralité De l’Enseignement De l’Histoire Turque Dans Les Programmes
Scolaires.
Makalemizin I. bölümünde, Anayasa Konseyi’nin Gayssot davasında verdiği karar ile ilgili değerlendirmelerimiz açıklanacak,
II. bölümünde ise Türkiye’yi soykırımla suçlayan 2001 tarihli yasanın iptali amacıyla kurulmuş olan TTETD’nin bu amaçla yaptığı
hukuki girişimler ve halen devam eden hukuki süreçten beklenen
sonuçlar izah edilecektir.
ANAYASA KONSEYİ’NİN
8 OCAK 2016’DA VERDİĞİ KARAR
Fransa Anayasa Konseyi, 8 Ocak 2016 tarihinde, uluslararası bir
ceza mahkemesi tarafından saptanmış olan suçların inkârının
cezalandırılmasını öngören Gayssot Yasası’nın Fransa Anayasası
ile çelişmediğine karar vermiştir. Konsey, kararında, bir fiilin soykırım olup olmadığının sadece bir yetkili mahkeme tarafından
saptanabileceğini ve yasama ile yürütme organlarının bir olayı
insanlığa karşı suç2 olarak tanımlama yetkisine sahip olmadıklarını da vurgulamıştır. Karar, aynı zamanda, Fransa Parlamentosu
tarafından 29 Ocak 2001 tarihinde kabul edilen ve 1915 Olayları’nı
“soykırım” olarak tanımlayan yasanın tüm potansiyel etkilerini
ortadan kaldırmış ve bundan böyle “Ermeni soykırımı”nın inkârını
suç sayan yasaların geçirilmesini yasaklamıştır.
Davacının iddiası ve amacı
Dava konusu, Fransız basını tarafından Neo-Nazi olarak nitelenen
Vincent Reynouard adlı bir Fransız vatandaşının, iki kere Yahudi
soykırımını inkâr etmesi nedeniyle mahkûm edilmesinin ardından,
Şubat 2015’te Gayssot Yasası’nın değiştirilmesi talebiyle mahkemeye başvurmasından kaynaklanmıştır. Gayssot Yasası’nın
24 bis maddesi, “bir Fransız mahkemesi veya uluslararası mahkeme tarafından saptanmış olan bir insanlığa karşı suçun”
(Holokost’u da kapsıyor) inkâr edilmesi fiilini suç sayarak cezalandırılmasını öngörmektedir.
Davacı Reynouard, “bir Fransız mahkemesi veya uluslararası
mahkeme tarafından saptanmış bir insanlığa karşı suç” ifadesiyle
yasanın uygulanma alanına getirilmiş olan kısıtlamanın, yasalar ve
adalet açısından eşitlik ilkesini ihlal ettiği gerekçesiyle metinden
çıkarılmasını istemiştir. Oysa, söz konusu kısıtlamanın metinden
çıkarılması halinde 24 bis maddesinin kapsamı büyük ölçüde
genişletilmiş olacaktır. Bu durumda 24 bis maddesi, sadece bir
mahkeme tarafından kanıtlanmış insanlığa karşı suçları değil, aynı
zamanda parlamentolar ile hükümetler tarafından da insanlığa
karşı suç olarak tanımlanmış suçların inkârını da kapsayacaktır.
Bu şekilde, Holokost ile “Ermeni soykırımı” iddiası arasında hukuki eşitlik sağlanacak ve “Ermeni soykırımı”nın inkârının da suç
sayılarak cezalandırılmasına yol açılacaktır.3 (Davacı Reynouard,
aynı zamanda, Gayssot Yasası’nın, Anayasa tarafından garanti
altına alınmış olan düşünce özgürlüğü ile ifade özgürlüğünü de
ihlal ettiğini iddia etmiştir.)
Davaya müdahil taraflar
Fransa’daki Ermeni aktivistler tezlerine güç kazandıracağı düşüncesiyle davaya üçüncü taraf sıfatıyla müdahil olmuşlar ve iki
Ermeni asıllı Fransız avukat tarafından temsil edilmişlerdir. Ne var
ki, Ermeni gruplar bu hareketleriyle Gayssot Yasası’nın içini boşaltma girişiminde bulunan bir Neo-Nazi ile aynı safta yer alarak itibar
kırıcı bir konuma düşmüşlerdir. Ermeni tarafı, Anayasa Konseyi’ne
başvurusunda, Holokost ile “Ermeni soykırımı”nın tarihsel açıdan
kanıtlanmış olaylar olmaları dolayısıyla eşdeğer olduklarını ve
eşit muameleye tâbi tutulmaları gerektiğini ileri sürmüş ve bu
nedenle her ikisinin inkârının da suç sayılarak cezalandırılmasını
talep etmiştir.
Irkçılık ve antisemitizm ile mücadelede Fransa ve Avrupa’da
tanınmış STK’lardan olan MRAP (Irkçılık Karşıtı Halklar Arasında Dostluk Hareketi) ve LICRA (Irkçılık ve Antisemitizme Karşı
2 Anayasa Konseyi’nin kararında kullandığı “insanlığa karşı suç” terimi, Holokost anlamına gelmekte ve soykırım suçunu da kapsamaktadır. Bunun nedeni, Holokost’un hukuki
temelinin 8 Ağustos 1945 tarihli Londra Anlaşması’na ekli Nürnberg Uluslararası Askerî Mahkemesi Statüsü’nün 6/II-c fıkrasından kaynaklanmasındandır. Bu fıkrada insanlığa
karşı suçlar şöyle tanımlanmıştır: “Mahkemenin yargılama yetkisine giren her bir suçun icrası için veya bu suçla ilgili olarak, savaştan önce veya savaş sırasında, herhangi bir
sivil nüfusa karşı işlenmiş insan öldürme, imha, köleleştirme, sürgün ve diğer tüm insanlık dışı fiiller veya siyasal, ırksal veya dinsel sebeplerle yapılan zulümler, işlendikleri
ülkenin iç hukukuna aykırılık oluştursun veya oluşturmasın insanlığa karşı suç olarak nitelendirilirler.” 1945 yılında henüz soykırım suçu Birleşmiş Milletler tarafından tanınmış
ve kodifiye edilmiş değildi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 11 Aralık 1946’da “Soykırım Suçu” başlıklı 96(1) sayılı kararıyla soykırımın uluslararası bir suç olduğunu kabul etmiştir.
3 Gayssot Yasası’nın 24 bis maddesi, “8 Ağustos 1945 tarihli Londra Anlaşması’nın eki olan Uluslararası Askerî Mahkeme Statüsü’nün 6. maddesinde tanımlanan, ya kriminel
olduğu açıklanmış bir örgütün mensupları tarafından söz konusu tüzüğün 9. maddesi uyarınca ya da bir Fransız veya uluslararası mahkeme tarafından suçluluğu saptanmış
kişi tarafından işlenmiş olan” insanlığa karşı suçları inkâr edenleri mahkûm etmektedir.
67
Uluslararası Birlik) davaya üçüncü taraf olarak katılmışlardır. Her
iki STK da başvurularında, Holokost’un inkârının antisemitizm
anlamına geldiğini ve bir uluslararası mahkeme kararıyla gerçekliği
saptanmış olan Holokost’un “Ermeni soykırımı”yla eşit değerde
tutulamayacağını vurgulayarak, Gayssot Yasası’nın 24 bis maddesinin aynen muhafazasını talep etmişlerdir.
Türk tarihi eğitiminde tarafsızlık için mücadele veren ve okul
kitaplarından “Ermeni soykırımı” iddialarının çıkarılmasını Fransız
Hükümeti’nden talep eden TTETD de davaya Gayssot Yasası’nın
Anayasa’ya uygunluğunu savunarak müdahil olmuş, fakat başvurusunda iki talepte bulunmuştur. Bunlardan birincisi, yukarıda
da belirtilmiş olduğu üzere, Türkiye’yi Ermeni soykırımıyla suçlayan 2001 tarihli yasanın hukuki temelden yoksun ve Fransa
Anayasası’na aykırı olması nedeniyle iptal edilmesi gerektiğine
ilişkindi. İkincisi ise TTETD’nin Öncelikli Anayasal Soru başvurusunu reddeden Danıştay’ın ret gerekçesinin haklı olup olmadığını
sorguluyordu.
Anayasa Konseyi, 8 Aralık 2015 tarihindeki duruşmasında,
davacı tarafın, Hükümet’in ve davaya katılan beş müdahil tarafın
savunmalarını dinledi. Anayasa Konseyi’nde TTETD’yi Fransa’nın
ünlü avukatlarından, “Danıştay’a ve Anayasa Konseyi’ne Akredite Avukatlar Barosu”nun Onur Başkanı Maitre Jean Barthélemy
temsil etti. Duruşma, TTETD’ye, Konsey’de ilk defa Türkiye’yi
soykırımla suçlayan 2001 tarihli yasanın Anayasa’ya ve uluslararası
hukuka aykırı olduğunu detaylı bir şekilde izah etme ve kayıtlara
geçirme fırsatını verdi.
Anayasa Konseyi kararı
Anayasa Konseyi, 8 Ocak 2016 tarihli kararında, Gayssot Yasası’nın
Anayasa’ya uygunluğunu teyit ederek davacının iddiasını reddetmiştir. Konsey, aynı zamanda, Fransız-Ermeni aktivistlerin Holokost ile “Ermeni soykırımı”nın tarihsel açıdan eşdeğer oldukları,
bu nedenle her ikisinin de inkârının cezalandırılacak fiiller oluşturduğu iddiasını, Holokost’un uluslararası bir mahkemenin kararına
dayanan bir gerçek olduğunu, buna mukabil Ermeni tezinin bir
mahkeme kararına dayanmadığını vurgulayarak reddetmiştir.
Konsey, aynı zamanda, bir insanlığa karşı suçun inkâr edilmesi
4 Commentaire – Décision No: 2015-512 QPC du 8 Janvier 2015, s. 17.
68
DOSYA: 1915 OLAYLARI
fiilinin suç sayılarak cezalandırılması için, söz konusu insanlığa
karşı suçun bir yetkili mahkeme kararıyla saptanmış olmasını şart
koşmuştur. Bu husus kararın 10. maddesinde şu şekilde yer almıştır:
“Bir Fransız mahkemesi kararı veya bir uluslararası mahkemenin Fransa tarafından tanınmış olan kararı gereğince, bir
fiilin inkârının insanlığa karşı suç olarak nitelenmesi, diğer bir
mahkeme veya yasa tarafından fiillerin inkârının insanlığa
karşı suç olarak nitelenmesinden farklıdır.”
Bunun anlamı, sadece birinci tip inkârların suç sayılacağıdır. Bu
bakımdan bu hükmün yaratacağı sonuç bellidir. Bundan böyle,
Fransız Parlamentosu “Ermeni soykırımı”nın inkârını suç sayan
bir yasa geçiremeyecektir.
Konsey kararının eki olan “Yorum” belgesindeki şu ifadeler de
bu değerlendirmemizi pekiştirmektedir:
“Gerçekte, 2012’deki iptal kararı (Boyer Yasası’nın Anayasa
Konseyi tarafından iptalinden söz ediliyor), kanun koyucunun,
kanunla oluşturulan bir tarihî gerçeğin inkârını cezalandırmasını yasaklamıştır.”4
Kararındaki bu hükümle Konsey, Fransız-Türk örgütü TTETD’nin
en önemli taleplerinden birini kabul etmiş olmaktadır. Bunun sonucu olarak, bundan böyle Fransız Parlamentosu, Türkiye’yi soykırımla suçlayan 2001 tarihli yasaya dayanarak, “Ermeni soykırımı”
iddiasının inkârını suç sayıp cezalandırılmasını öngören yasalar
çıkaramayacaktır. Konsey, bu kararıyla tarih ve hukukun siyasi saik
ve amaçlarla istismar edilmesine karşı çıkmıştır. Bu şekilde, Fransa
Anayasa Konseyi, Avrupa Birliği üyelerine ve uluslararası camiaya,
parlamentoların ve diğer siyasi organların tarihin tartışmalı dönemleri hakkında hüküm verecek forumlar olmadıkları ve bu işin
tarihçilerin serinkanlı ve tarafsız araştırma ve değerlendirmelerine
bırakılması hususunda açık bir mesaj vermiştir.
Anayasa Konseyi aldığı kararla, uluslararası hukukun Holokost’u
soykırım olarak tanıması nedeniyle, Holokost’un inkârının cezalandırılacak bir fiil oluşturduğunu vurgulamaktadır. Bu, hiçbir mahkeme kararına dayanmayan Ermeni iddialarıyla keskin bir tezat teşkil
etmektedir. Mahkeme bu farkın altını çizerek, bir fiilin soykırım
olup olmadığının yetkili mahkeme tarafından saptanabileceğini
ve yasama ile yürütme organlarının bir olayı insanlığa karşı suç
veya soykırım olarak tanıma yetkisine sahip olmadıklarını ortaya
koymuştur.
Anayasa Konseyi’nin, Ermenistan’ın 1915 Olayları’nı “soykırım”
olarak niteleyen iddiasının geçersizliğini vurgulayan bu kararı,
Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi’nin, herhangi bir soykırım
ithamının sadece Sözleşme’nin 6. ve 9. maddelerinde belirtilen
yetkili mahkemeler tarafından karara bağlanabileceği yolundaki
hükümleriyle tam bir uyum içindedir.
Anayasa Konseyi kararı ile AİHM’in
Perinçek kararının mukayesesi
Anayasa Konseyi kararı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin
(AİHM) Perinçek davasında vermiş olduğu kararla uyum halindedir. AİHM, bir insanlığa karşı suçun inkârının suç oluşturması
için, inkâr fiilinin ırkçı nefrete teşvik etmesini ana kriter olarak
saptamıştır. AİHM, Holokost ile 1915 Olayları arasında ciddi bir
fark olduğunu belirtmiş, Holokost’un inkârının, gerek tarihsel
gerek kontekstle ilgili nedenlerden dolayı daima nefrete ya
da hoşgörüsüzlüğe teşvik olarak anlaşıldığını, bu nedenle de
suç sayıldığını, buna mukabil Perinçek’in “Ermeni soykırımı
uluslararası bir yalandır” şeklindeki beyanının, İsviçre’de ırkçı
ve antidemokratik bir eyleme teşvik eden bir anlam taşımadığını kaydetmiştir. Bu nedenledir ki mahkeme, Ermenilerin 1915
Olayları hakkındaki görüşlerine karşıt bir fikir ileri sürülmesini
fikir özgürlüğü bağlamında değerlendirmiş ve cezayı gerektiren
bir suç saymamıştır.5
AİHM, İsviçre mahkemelerinin Perinçek’in cezalandırılmasının
haklılığını ortaya koymak amacıyla takip ettikleri yöntemi ve
yararlandıkları gerekçeleri ciddi şekilde eleştirmiştir. Bu bağlamda AİHM, İsviçre mahkemelerinin 1915 Olayları’nı “soykırım”
olarak tanımlarken İsviçre mevzuatının soykırımla ilgili düzenlemelerini, 1948 Soykırım Sözleşmesi’ni ve Uluslararası Ceza
Divanı Statüsü’nü dikkate almadıklarına, argümanlarını sadece
“Ermeni soykırımı”nı tanıyan İsviçre Parlamentosu ile bazı kitaplara ve bazı kuruluşların raporlarına dayandırdıklarına işaret
etmiş ve İsviçre mahkemelerinin Perinçek’i, İsviçre’de yerleşik
görüşten farklı bir görüş açıkladığı için cezalandırmış olduklarının görüldüğünü, bu tarz hareketin de demokratik toplumla
bağdaşmadığını belirtmiştir.6
Anayasa Konseyi: AİHM’in benzeri
bir mantığı benimsiyorum
Anayasa Konseyi, kararında, ifade özgürlüğü konusunda
AİHM’in benzeri bir mantığı kabul ettiğini açıklamıştır. Bu hususta Konsey kararının “Yorum” ekinde şu değerlendirme yer
almaktadır 7:
“Gayssot Yasası’nın 24 bis maddesindeki hükümler, bazı tarihsel olayları insanlığa karşı suç olarak tanımlamak amacıyla
Gayssot Yasası’ndan sonra çıkarılan ve ‘hafıza yasaları’ denilen yasalarınkinden değişiktir. Nitekim, 29 Ocak 2001 tarihli
Ermeni soykırımı ve 21 Mayıs 2001 tarihli köle ticareti hakkındaki yasalarda, kanun koyucunun bizzat kendisi, hiçbir
mahkeme kararına dayanmadan ve fiillerin zaman bakımından eskiliği ve faillerin hepsinin yaşamını yitirmesi nedeniyle
bir mahkeme kararı elde etme olasılığı da bulunmamasına
rağmen, Ermeni soykırımını alenen tanımakta ve zenci
ticareti ile köleliği insanlığa karşı suç olarak tanımlamaktadır. Bu durumda, Anayasa Konseyi’nin, Gayssot Yasası’nın
itiraz konusu olan ifade özgürlüğüne ilişkin hükmünü, kendi
içtihadı ışığında incelemesi gerekmiştir. Bu inceleme sonucunda, itiraz edilen hükmün ifade özgürlüğünü ihlal ettiğinin
Anayasa’ya uygunluğunun tayini için, ilk önce bu hükmün
‘kamu düzenini ve üçüncü kişilerin haklarını ihlal eden bir
ifade özgürlüğü ve iletişim suistimaline’ mani olduğunun, ve
ikinci olarak da gerekli olduğunun ve güdülen amaca uygun
ve orantılı olduğunun saptanması icap etmektedir.”
Burada bir parantez açarak, Anayasa Konseyi’nin, kararının
gerekçesi sayılan bir belgede, Fransa Parlamentosu’nun hiçbir
mahkeme kararına dayanmamasına ve fiillerin zaman bakımından eskiliği ve faillerin hepsinin yaşamını yitirmesi nedeniyle bir
5 AİHM’in “Perinçek-İsviçre Davası”nda 15 Ekim 2015 tarihli Büyük Daire Kararı, para. 234, 239.
6 Ibid, para. 269, 270, 271.
7 Commentaire, s. 17-18.
69
mahkeme kararı elde etme olasılığı da bulunmamasına rağmen,
29 Ocak 2001 tarihli yasa ile 1915 Olayları’nı “soykırım” olarak
tanımış olmasını, tamamen hukuk dışı ve meşruiyet yoksunu
bir işlem olarak vasıflandırdığının altını çizelim.
“Yorum” belgesine dönersek, belgede Anayasa Konseyi’nin
ifade özgürlüğü alanındaki içtihadı konusunda şu hususların
altı çizilmektedir:
“Gayssot Yasası’nın hazırlık çalışmalarındaki (travaux
prépatatoires) bulguları ve İkinci Dünya Savaşı’nda Avrupalı Mihver Devletleri’nin işledikleri insanlığa karşı suçları
dikkate alan Anayasa Konseyi şu sonuca varmıştır: ‘Kanun
koyucu, bu tür suçların mevcudiyetini inkâr eden ifadeleri
yasaklamak suretiyle, ırkçılığın ve antisemitizmin tahrikini
cezalandırmayı öngörmüştür.’8 Bunu takiben Anayasa Konseyi şu kararı almıştır: ‘İkinci Dünya Savaşı sırasında işlenen
ve insanlığa karşı suç olarak nitelenen ve bu nedenle bir
Fransız mahkemesi veya uluslararası mahkeme tarafından
cezalandırılan fiilleri inkâr eden ifadeler, ırkçılığa ve antisemitizme tahrik oluşturmuştur. (Gayssot Yasası’nın davacı
tarafından) itiraz edilen hükümleri ise kamu düzenini ve
üçüncü kişilerin haklarını ihlal edecek bir ifade özgürlüğü ve
iletişim suistimalini önleme amacını gütmüştür.’9
“Anayasa Konseyi bu şekilde Strasbourg Mahkemesi’ninkine
benzer bir mantığı kabul etmektedir. AİHM, Garaudy davasında verdiği kararda ‘İnsanlığa karşı suçların inkârı, Yahudilere karşı en sert hakaret tarzlarından biri ve onlar aleyhinde
nefrete tahrik olarak görünmektedir. Bu tipte tarihsel fiillerin inkârı veya revizyonu, ırkçılığa ve antisemitizme karşı
mücadelenin dayandığı değerleri tehdit etmekte ve kamu
düzenini bozucu bir nitelik arz etmektedir’ demektedir.”
Görüleceği üzere, Anayasa Konseyi, ifade özgürlüğü konusunda kendi görüşüyle AİHM’in Perinçek davasında verdiği karardaki görüş arasında mantıksal açıdan benzerlik olduğunu kabul
etmektedir. Ancak, yine de iki karar arasında bir fark vardır.
Zira AİHM, bir insanlığa karşı suçun inkârının suç oluşturması
için, inkâr fiilinin ırkçı nefrete teşvik etmesini ana kriter olarak
saptamıştır. Anayasa Konseyi’nin kararına göre ise bir insanlığa
8 Anayasa Konseyi kararının 6. maddesi.
9 Anayasa Konseyi kararının 7. maddesi.
10 Anayasa Konseyi kararının 3. maddesi.
70
DOSYA: 1915 OLAYLARI
karşı suçun inkârının suç sayılabilmesi için kriter, söz konusu insanlığa karşı suçun bir mahkeme kararıyla saptanmış olmasıdır.
Bu husus, Konsey kararının 7. maddesindeki,
“İkinci Dünya Savaşı sırasında işlenmiş olan ve insanlığa
karşı suç olarak tanımlanan ve bu nitelikleri nedeniyle
Fransa veya uluslararası yargı organları tarafından cezalandırılmış bulunan suçların varlığını tartışma konusu yapan
ifadeler, ırkçılığa ve antisemitizme teşvik oluşturur”
ifadesinde yer almaktadır.
Kanımızca, Konsey’in, Türkiye’nin hukuki yaklaşımıyla da
bağdaşan bu kararı, AİHM içtihadını tamamlamaktadır. AİHM
açısından bir insanlığa karşı suçun inkârı fiilinin suç sayılıp cezalandırılması ırkçı nefreti teşvik etmesi durumunda haklıdır;
Anayasa Konseyi kararına göre ise inkâr fiilinin suç sayılması
ancak insanlığa karşı suçun bir mahkeme kararıyla saptanmış
olması şartına bağlıdır. Yani Konsey, zihni unsuru (ırkçı nefrete
teşvik etmeyi), usul unsuruna (mahkeme kararı) bağlamaktadır.
Konsey kararı 2001 tarihli yasanın iptali
için TTETD’nin önünü açmıştır
Makalenin başında, TTETD’nin 2001 tarihli yasanın iptali amacıyla yapmış olduğu Öncelikli Anayasal Sorun başvurusunun
Danıştay tarafından reddedildiğini belirtmiştik. Anayasa Konseyi, kararında, her ne kadar bu aşamada TTETD’nin 2001 tarihli
yasanın iptali hakkındaki talebini kabul etmemiş ise de, bunu,
TTETD’nin bakılan davada üçüncü taraf olması nedeniyle söz konusu yasanın doğrudan kendine sunulmamış olması gerekçesiyle izah etmiştir.10 Bununla birlikte Konsey, TTETD’nin bu konuda
daha önce yapmış olduğu bir anayasal başvuru girişiminin kendisine intikalini hatalı ve tutarsız bir gerekçeyle engellemiş olan
Danıştay’ın bu kararındaki sakatlığı ortaya koyarak, 2001 tarihli
yasanın önüne getirilmesi için zımnen davetiye çıkarmıştır.
Makalenin “TTETD’nin 29 Ocak 2001 tarihli yasanın iptali için başlattığı
hukuki süreç” ile ilgili II. bölümü Mayıs 2016 sayımızda yayımlanacaktır.
TARIHÎ VESIKALAR
ERMENİLERİN I. DÜNYA SAVAŞI SIRASINDA İTİLAF DEVLETLERİ’NİN ORDULARIYLA BİRLİKTE
HAREKET ETTİĞİNİ, YALNIZCA ERMENİ ÇETELERİNİN DEĞİL, YABANCI DEVLETLERİN ORDULARINA
KATILAN ERMENİLERİN DE TÜRK ŞEHİRLERİNDE İŞGAL VE KATLİAMLARA GİRİŞTİĞİNİ GÖSTEREN
BELGELERDEN BİRİ, MERSİN’E YANAŞAN BİR İNGİLİZ GEMİSİNDEN INEN 1500 FRANSIZ VE
ERMENİ ASKERİN ŞEHRİ İŞGAL ETTİĞİNE İLİŞKİN 19 ARALIK 1918 TARİHLİ RAPORDUR.
Adliye ve Mezâhib Nezâreti
Teftiş Heyeti
Aded: 742
Çıkış Yeri: Mersin
Teftiş Heyeti Başkanlığı’na
İki gün önce üç İngiliz vapuru Mersin’e gelmiş, karaya bin beş yüz Fransız ve Ermeni askeri çıkarılmış, bunlar kasabayı askerî işgal altına
almışlardır. Bu işgalin vilayetin tümünü kapsayacağının söylendiği bilgilerinize arz olunur.
19 Aralık 1918
Adliye Müfettişi
İshak
Kaynak: BOA. HR. SYS. 2555-2/68
71
AHŞAP KOKULU BIR DÜNYA MIRASI
SAFRANBOLU
72
KÜLTÜR VARLIKLARI
ARNAVUT KALDIRIMLI SOKAKLARINDA YÜKSELEN BIRBIRINDEN
GÜZEL EVLERI, UFACIK DÜKKANLARIYLA ADETA BIR MAKETI
ANDIRIR SAFRANBOLU. BIR ZAMANLARIN SAFRAN KOKAN BU
ETKILI TICARET NOKTASI, ŞIMDI KLASIK OSMANLI MIMARISINI VE
GELENEKSEL EL SANATLARIMIZI MÜKEMMEL ŞEKILDE YANSITAN
EVLERIYLE BIR DÜNYA MIRASI.
ÇAĞLA TAŞKIN
debiyat betimlemeyi sever. Okuyucunun anlatılan kişiyi, olayı,
nesneyi daha iyi tahayyül edebilmesi için sık sık tanımlamala-
E
yayıldığı zaman cenaze ateşi yatıştı, alev düştü, rüzgarlar Thrakia
ra, benzetmelere başvurur. Bunu yaparken en iyi yardımcısı belki
Homeros’a rengiyle ilham veren bu kıymetli bitki, Safranbolu
de doğadır. Doğada bulunan renkler, sesler ve ahenk yazara hem
adının da kaynağı aynı zamanda. Bugün dünyanın en nadir bulunan
ilham verir hem de ilhamını kelimelere dökmesinde bir yardım eli
ve en pahalı bitkileri arasında yer alan safranın bölgede bir zaman-
uzatır. Gündoğumunu ele alalım mesela. Yeni bir günü müjdeleyen
lar çok görülmesinden geliyor Safranbolu’nun adı. Günümüzdeyse
bu anda beliren renk cümbüşünü tanımlamak için safranı seçmiştir
bölge safran zenginliğiyle değil, klasik Osmanlı mimarisini yansıtan
Homeros. Safranın kızıl ve sarının binbir tonunu barındıran bir bitki
iyi korunmuş evleriyle biliniyor daha ziyade. Karabük’te bulunan
olduğu düşünüldüğünde bu benzetmenin ne kadar isabetli oldu-
Safranbolu’nun yerleşim tarihinin Paleolitik Çağ’a kadar uzandığı
ğunun farkına varılır. Antik dünyanın büyük yazarı, meşhur İlyada
tahmin ediliyor. Safranbolu uzun tarihi boyunca birçok uygarlığa
destanında kahraman Akhilleus’un büyük dostu Patroklos’un
evsahipliği yapan bir yer olmuş. Kimlerin yolu geçmemiş ki bu
ölümünü anlattığı bölümde şöyle der: “(…) Sabah yıldızı doğup
bir zamanlar safran kokan şehirden… Dorlar, Kimerler, Lidyalılar,
yere ışığı müjdelediği ve arkasından safran elbiseli şafak denize
Persler, Romalılar, Selçuklular ve son olarak Osmanlılar. Osman-
yönüne doğru uzaklaştı…”
73
SAFRANBOLU’NUN EN ÖNEMLI ÖZELLIKLERINDEN BIRI,
EVLERIN BIRBIRININ MANZARASINI KESMEYECEK ŞEKILDE
KONUMLANDIRILMIŞ OLMASIDIR.
lıların bölgedeki Türk hakimiyetini kesin olarak tesis etmesinin
14. veya 15. yüzyılda gerçekleştiğine dair farklı görüşler olsa da
ortada şüphe götürmez bir gerçek var: Safranbolu’nun Osmanlı
döneminde önemini giderek artırdığı, refah seviyesini yükselttiği. Özellikle lonca örgütlenmesinin güç kazanmasıyla Osmanlı
hakimiyeti altındaki Safranbolu’da yemenicilik, demircilik, saraçlık
ve bakırcılık gibi zanaat kolları ilerlemiş; bölgenin meşhur safranı
özellikle 17. yüzyılda bu toprakları önemli bir ticaret noktası kılmış.
Safranbolu, adını günümüze taşıyan gelişmeleri ise 18. yüzyılda
yaşamış. Bölgede bu yüzyılda inşa edilmeye başlayan ve sonraki
yüzyılda da yapımına devam edilen evler, bugün bu küçük ilçenin
adının dünya çapında bilinmesinin en önemli nedeni. Oldukça iyi
korunmuş bu klasik Osmanlı evleri 1994 yılından beri UNESCO
Dünya Miras Listesi’nde yer alıyor.
74
KÜLTÜR VARLIKLARI
Ahşabın saltanatı
Safranbolu evlerinin en önemli özelliklerinden biri, evlerin birbirinin
manzarasını kesmeyecek şekilde konumlandırılmış olması. Eğimli
arazi üzerinde adeta kademeli şekilde yükselen evlerde Arnavut
kaldırımlı sokak hattı takip edilmiş, evle sokak arasında göz zevkini bozacak bir farklılık olmamasına dikkat edilmiş. Safranbolu
evlerinin tamamında mahremiyete oldukça önem verildiğini, iç ve
dış tasarımın bu unsur dikkate alınarak şekillendirildiğini açıkça
görmek mümkün. Her ev yüksekçe bir bahçe duvarıyla sokaktan
ayrılmış. Bazı bahçelerde sebze-meyve ekimi için ayrı bir alan
bulunurken bazılarında da çardak, havuz gibi ek unsurlar yer
alıyor. Taş, ahşap ve metalin bir arada kullanıldığı evlerin sokak
hizasındaki giriş katları penceresiz inşa edilmiş. Yine de “hayat”
adı verilen bu kısımların gün ışığı alması için odundan yapılma
kafesli küçük bölümler eklenmiş evlerin cephelerine. Geleneksel
Safranbolu evlerinde bu katlar genellikle ahır veya ambar olarak
değerlendiriliyormuş. Bazı evlerde ise misafirin çok olduğu günlerde kullanılmak üzere büyük ocaklar, kazanlar yer alıyormuş
bu katlarda. Safranbolu evlerinin üst katları ise gündelik yaşam
alanı olarak ve misafir ağırlamak için kullanılıyormuş. Genellikle
3 katlı olan ve 6-8 odası bulunan Safranbolu evlerinin en dikkat
çekici özelliklerinden biri her odanın ayrı bir işlevinin olması, başlı
başına bir yaşam ünitesi niteliği taşıması. Genellikle toplu oturma
alanı olarak nitelendirilebilecek, sedir ve minderlerle konforlu hale
getirilen merkezî konumdaki sofayı çevreleyen odaların her birinde
dolap, yüklük, sedir, ocak gibi temel unsurlar yer alıyor. Safranbolu
evlerinin bazılarındaki odalarda bir de silindir şeklinde ahşap bir
dönme dolap olduğu görülüyor. Odaya yapılan yemek servislerinde
kullanılan bu sistem hem işlevi hem de odayla sağladığı estetik
bütünlük bakımından oldukça ilginç. “İçeri” de denilen odaların
enteresan detaylarla zenginleştirildiğine de oldukça sık rastlıyoruz
Safranbolu evlerinde. Kimi odalarda görsel ve serinletici etkisinden
faydalanılan bir havuz, kimi odalarda “musandıra” adı verilen ve bir
tür küçük depo işlevi gören bir ek kısım, kimi odalarda da duvarlara
oyulmuş, içine dekoratif eşyaların koyulduğu “çiçeklik” denilen
süsleme unsurlarına denk geliniyor.
Safranbolu evlerindeki süslemeler bundan ibaret değil elbette.
Evlerin temel yapı unsuru olan ahşap, süslemede de kullanılmış.
Safranbolu evlerinin hemen her yerinde görmek mümkün ahşabın nasıl ince ince işlendiğini. Pencereler, parmaklıklar, çıkmalar,
tavanlar, kapılar, cumbalar… Geleneksel el sanatlarımız arasında
başı çeken, özellikle Selçuklular zamanında geliştirilen teknikler ve
75
ortaya çıkan yeni desenlerle büyük ivme kazanan ahşap işleme sanatının çeşitli uygulamalarına rastlamak mümkün Safranbolu’da.
Hiçbir yapıştırma veya çakma işleminin yapılmadığı, küçük ahşap
çıtaların birbirine geçirildiği, oldukça zahmetli ve sabır isteyen
kündekari, ahşap işleme sanatının şahı gibi adeta. Geometrik
motiflerin özellikle tercih edildiği bu yöntemin yanı sıra istenen
desenin ince çıtalarla işlendiği çıtakari, oyma, kakma, yontma ve
kalemişi de sıklıkla kullanılmış Safranbolu evlerinde. Bu zahmetli
süslemeleri tavan gibi geniş bir alanda da görmek mümkün,
pencere mandalı gibi küçücük bir yüzeyde de. Safranbolu evlerine
emek veren ustalar eserlerinin her noktasına terlerini akıtmış, her
santimetresine özenmiş diyebiliriz kısaca… Bu marifetli ustalar
eserlerini işlerken meşe, çam, karaağaç ve ceviz ağacı üzerinde
çalışmış; madalyondan yıldıza, lotustan ejderhaya birçok farklı
76
KÜLTÜR VARLIKLARI
motifle bezemişler gözlerinin nurunu. Kimisi bereketi simgelediği
düşünülen el figürünü işlemiş kapı tokmağına, kimisi uğur getirsin
diye çatı saçağına bir çift geyik boynuzu asmış. Böylece her biri
dışarıdan kusursuz bir aynılık arz eden ama içlerine girildiğinde
kendilerine has benzersiz cevherleriyle şaşırtan, aradan geçen
onca yıla meydan okuyan Safranbolu evleri çıkmış ortaya…
Her adımda tarihî bir değer
Özellikle Osmanlı döneminde büyük imar gören Safranbolu’nun
başka tarihî değerleri de var elbette. 18. yüzyılda Sultan III. Selim’in
sadrazamı İzzet Paşa tarafından yaptırılan ve kendisiyle aynı
adı taşıyan kesme taş cami ve 555 gibi oldukça eski bir zamana
tarihlenen bir kiliseden dönüştürülmüş Ulu Camii bu önemli değerlerden bazıları. Safranbolu’nun en kıymetli miraslarından biri de
17. YÜZYILDA SADRAZAM KÖPRÜLÜ MEHMET PAŞA TARAFINDAN
YAPTIRILAN CAMI, SAFRANBOLU’NUN EN KIYMETLI MIRASLARI
ARASINDADIR. OSMANLI’NIN HÂLÂ ÇALIŞIR DURUMDAKI EN ESKI
SAAT KULELERINDEN BIRI DE ILÇEDE YER ALIR.
17. yüzyılda ünlü sadrazam Köprülü Mehmet Paşa tarafından yaptırılan, kare planlı, tek şerefeli bir minaresi olan Köprülü Mehmet
Paşa Camii. Bu caminin kemerli bir kapıyla girilen avlusunda ise
başlı başına bir kültür hazinesi saklı. Avludaki küçük kitaplıkta el
yazması kitaplar yer alırken burada korumalı bir bölmede bir güneş
saati muhafaza ediliyor. Safranbolu’daki bir diğer kıymetli miras
ise yine III. Selim’in sadrazamı İzzet Paşa hamiliğinde inşa edilen
saat kulesi. Osmanlı’nın en eski saat kulelerinden olan 12 metre
yükseklikteki bu eser hâlâ çalışır durumda. Bölgenin safran ticaretiyle nam saldığı dönemde en şaşaalı günlerini yaşayan Cinci Hanı
ise restorasyon çalışmalarının tamamlanmasının ardından bugün
otel olarak hizmet veriyor. Yine bu dönemde büyük yoğunluk yaşayan Arasta, yani çarşı ise günümüzde birçok turistik dükkan ve
kafenin yer aldığı keyifli bir soluklanma yeri.
77
PROF. DR. ZIYA GÖKALP MÜLÂYIM:
TÜRKIYE’DE SIYASET YAPMAK, IÇINDE BULUNDUĞUMUZ
COĞRAFYA DOLAYISIYLA HEM DAHA ZORDUR HEM DE
DAHA FAZLA SORUMLULUK GEREKTIRIR
SÖYLEŞI: SONGÜL BAŞ - FOTOĞRAFLAR: EVREN ÖZESEN
1973-1979 YILLARI ARASINDA SAMSUN SENATÖRÜ OLARAK
GÖREV YAPAN PROF. DR. ZIYA GÖKALP MÜLÂYIM, “GEREK
ÜLKE DEMOKRASISINE GEREKSE SIYASETTEKI SERT ÜSLUBUN
YUMUŞAMASINA KATKI SAĞLAYACAĞINA INANDIĞIM IÇIN
CUMHURIYET SENATOSU’NUN TEKRAR OLUŞTURULMASI GEREKTIĞI
KANAATINI TAŞIYORUM” DIYOR. MÜLÂYIM, TARIMIN GELIŞMESI IÇIN
KOOPERATIFÇILIĞE ÖNEM VERILMESI GEREKTIĞINI DE IFADE EDIYOR.
78
SÖYLEŞI
Sizi siyasetçi, akademisyen ve ressam kimliklerinizle tanıyoruz. Her üç alandaki çalışmalarınızı
konuşmadan önce çocukluk ve gençlik yıllarınıza
gidelim. Hayat yolculuğunuzun ilk dönemleri
nerede ve nasıl geçti?
1932 yılında Ceyhan’da doğdum. Babam çiftçilikle
uğraşırdı, Dörtyol’da narenciye bahçemiz vardı.
1950’de Kabataş Lisesi’ni bitirdiğimde babam
ziraat eğitimi alıp bahçemizin başına geçmem
için beni İtalya’ya gönderdi. Floransa Üniversitesi
Ziraat Fakültesi üçüncü sınıfta okurken Tarım
Politikası dersi aldım. Bu ders kapsamında toprak reformu ve kooperatifçilik de anlatılıyordu.
O yıllarda İtalya, II. Dünya Savaşı’nın ardından
uygulamaya koyduğu toprak reformu ve kooperatifçilik sayesinde tarımını hızla kalkındırmaya
başlamıştı. Bu konuları genç yaşımda öğrenmiş ve
önemini kavramıştım. Ziraat Fakültesi’ni bitirince
Floransa Üniversitesi’nde kooperatifçilik alanında
doktora yaptım. Böylece 1953 yılında aldığım
Tarım Politikası dersi hayatımın yönünü değiştirdi. Artık Dörtyol’daki bahçemizin başına geçip
gelirini beş-on katına çıkarmaktan vazgeçmiştim.
Onun yerine Türkiye’de etkili bir toprak reformu
yapmaya ve tüm yurtta kooperatifçiliği yaymaya
karar vermiştim. Bunun için önce akademik kariyer
yapacak, sonra da siyasete atılarak büyük hayalimi
gerçekleştirmeye çalışacaktım.
Türkiye’ye dönünce 1957 yılında Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü’ne
asistan olarak girdim. Bu arada 1961 yılında Harvard Üniversitesi’nde ekonomik kalkınma üzerine
incelemelerde bulundum. Bu benim için çok önemli
bir deneyimdi. Ankara Üniversitesi’nde 1964’te doçent, 1970’te ise tarım ekonomisi profesörü oldum.
Kurultayı’nda Genel Sekreter seçildi. Kendisini tebrik etmek üzere CHP Genel
Merkezi’ne gittim. Sayın Ecevit’le daha önce tanışmamıştık, ismimi söyleyince,
“Aa, ben sizi tanıyorum. Gazetedeki yazılarınızı okudum. Toprak reformu, kooperatifçilik bizim tartıştığımız konularla da çok ilgili. Acaba partiye girmez misiniz?
Bizimle beraber çalışmanızdan memnun oluruz” dedi. Ben de zaten partiye girmeyi
düşünüyordum. Bülent Ecevit’e “Tabii, niye olmasın? Cumhuriyet Halk Partisi’ne
üye olurum, ama iki küçük şartım var” dedim. “Nedir?” diye sordu. “Ben ileride
siyaset yapacağım. Bu nedenle Cumhuriyet Halk Partisi’ne girdiğimi başta üniversite camiası olmak üzere tüm kamuoyunun duymasını istiyorum. Partiye girişimle
ilgili bir tören düzenlenmesini sağlayabilirseniz memnun olurum. İkinci isteğim ise
giriş beyannamemi CHP Genel Başkanı İsmet İnönü ile sizin imzalamanız” yanıtını
verdim. Ecevit “Olur” dedi ve 16 Kasım 1966’da CHP Genel Merkezi’nde benim için
bir tören tertip edildi. Gazeteciler ve törene katılanlar ayrıldıktan sonra İsmet İnönü
bana “Sen kal” dedi ve beni karşısına oturtup şunları söyledi: “Şu andan itibaren
sen Cumhuriyet Halk Partilisin, ben de Cumhuriyet Halk Partiliyim. Yani ikimiz de
CHP üyesiyiz. Üyelik bazında eşitiz. Bu parti bundan sonra benim kadar senin de.
CHP’nin ve memleketin sorunlarıyla ilgilenecek ve bir bilim adamı olarak partiye
katkıda bulunacaksın. Bundan sonra partide işler kötü giderse, olumsuz bir şey
olursa ‘İsmet Paşa şunu yaptı, İsmet Paşa bunu yaptı’ diyerek benim üzerime
atmayacaksın. Uğraşacaksın ve düzeltmeye çalışacaksın.” İsmet İnönü’nün bu
sözleri parti üyesi olmanın önemine ve sorumluluğuna işaret etmesi bakımından
çok güzel bir mesajdır. Ben bu yaşıma kadar İsmet Paşa’nın verdiği görevi en iyi şekilde yapmaya çalıştım ve Cumhuriyet Halk Partili olmaktan daima gurur duydum.
1973-1979 yılları arasında CHP Samsun Senatörlüğü yaptınız. Onun öncesinde
partide üstlendiğiniz görevler oldu mu?
Üyeliğimin ardından partiye oldukça sık gidip gelmeye başladım; bir nevi danışman
olarak. O sıralarda Deniz Baykal, Ahmet Yücekök, Vedat Dalokay, Saim Kendir, Tekin İleri Dikmen gibi arkadaşlar da benim gibi sık sık partide oluyorlardı. Bu şekilde
çalışmalarımızı sürdürürken Bülent Ecevit, “Bu böyle olmayacak, bir Yüksek Danışma Kurulu oluşturalım” dedi. Bir gün İsmet İnönü’den Yüksek Danışma Kurulu’na
seçildiğimi bildiren bir mektup aldım. İlk toplantısını 29 Ocak 1969’da yaptığımız
Kurul’da arkadaşlarımızla birlikte önemli çalışmalar gerçekleştirdik. 1970 ve 1971
Akademik kariyerin ardından sıra siyasete geldi
sanırım…
Siyasete girişim doçent olduktan sonradır. 1961
Anayasası’na göre öğretim üyeleri doçent olduktan
sonra politikayla uğraşabiliyor, siyasi partilere üye
olabiliyor ve gazetelerde yazı yazabiliyordu. Ben
de toprak reformu ve kooperatifçilik konusunda
gazetelerde yazı yazmaya başlamıştım. Bülent
Ecevit, 1966 yılında Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)
79
yıllarında Yüksek Danışma Kurulu Başkanlığı yaptım. Cumhuriyet Halk Partisi’nin
seçim bildirgesi ve programının hazırlanması sırasında bilhassa tarım, kooperatifçilik, toprak reformu gibi konularda katkılarım oldu. Partinin bugünkü programında
bile o günkü çalışmaların izleri vardır. Partideki faaliyetlerimi sürdürürken gazete
yazılarımı bir araya getirdiğim Tarımda Düzen Değişikliği isimli kitabımı Bülent
Ecevit’in önsözüyle yayımladım. Bu eser o dönemde gerçekten büyük sükse yaptı.
Çift meclisli bir dönemde görev yaptınız. Yakın tarihimizde önemli bir yeri
bulunan bu dönemle ilgili neler söylemek istersiniz?
Bilindiği gibi ülkemizde 1961-1980 yılları arasında çift meclisli sistem yürürlükteydi. TBMM, Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu olmak üzere iki meclisten
oluşuyordu. Cumhuriyet Senatosu’na aday olabilmek için 40 yaşını doldurmuş
ve yükseköğrenim yapmış olmak gerekiyordu. 1973 yılında kontenjandan aday
gösterildim ve 1979’a kadar CHP Samsun Senatörü olarak görev yaptım. Bugünün gençleriyle sohbet ettiğimde senatörün ne demek olduğunu bilmediklerini
görüyorum. Çift meclisli sistem Türkiye’nin tarihinde önemli bir yer teşkil eder,
bu nedenle gençlerimize o dönemi de anlatmamız gerekir. Hatırlanacağı gibi
çift meclisli sistemde Millet Meclisi’nden geçen bir yasa Senato’da da görüşülürdü. Böylece yürürlüğe konulacak yasanın daha detaylı ve objektif kriterlerle
değerlendirilmesi mümkün olurdu. Ben gerek ülke demokrasisine gerekse
siyasetteki sert üslubun yumuşamasına katkı sağlayacağına inandığım için
Cumhuriyet Senatosu’nun tekrar oluşturulması gerektiği kanaatini taşıyorum.
Çift meclisli sistemin dünyada örnekleri olduğu gibi bizim siyasi geleneğimizde
de yeri var. Hatırlanacağı gibi Osmanlı döneminde parlamento, Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Âyan’dan oluşuyordu.
Bugün ülkemizde başkanlık sistemi tartışılıyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Türkiye’de parlamenter sistem devam etmelidir. Başkanlık sistemi, bizim gibi de-
80
SÖYLEŞI
mokrasi kültürünün tam manasıyla yerleşmediği
ülkelerde çeşitli sıkıntıları beraberinde getirir. Öte
yandan, bana göre bugün siyasi partilerimizde bir
nevi başkanlık sistemi uygulanmaktadır. Bizim
zamanımızda milletvekili adayları ön seçimle belirlenirdi, günümüzde ise genel başkanların istediği
kişiler listeye yazılıyor. Bu durum milletvekili ile
seçmen arasındaki ilişkileri de olumsuz etkiliyor.
Milletvekilleri neredeyse seçim bölgelerinden
çok partinin genel merkezinde bulunuyor. Oysa
siyaset halkla iç içe yapılması gereken bir görevdir.
İsmet İnönü ile ilgili pek çok anınız var. Hatta
bunları kitap haline getirdiniz…
Evet. Anılarımı bir gün İsmet İnönü’nün kızı Özden
İnönü Toker’e anlattım. Kendisinin çok hoşuna gitti
ve “Bunları kayda alarak arşivleyelim” dedi. İsmet
İnönü ile 15 güzel anımı Pembe Köşk’te düzenlenen
ve büyük ilgi gören bir konferansta katılımcılara
anlattım. Daha sonra konuşmamın metnini İsmet
İnönü’den Siyaset Dersleri Niteliğinde Anılar isimli
kitapta yayımlayarak İnönü Vakfı’na armağan ettim. Bu anılarımdan biri “kuyudan adam çıkarma”
olayıdır. İsmet İnönü, Celal Bayar ve Demokrat
Partililerin siyaset yasağının kaldırılması için çalışacağını söylemiş, Celal Bayar’ı kastederek kuyuya
düşmüş bir adama elini uzatacağını ifade etmişti.
Bu demeci üzerine Türkiye’de ve partide kıyamet
koptu. Birçok Parti Meclisi üyesi “Siz bu kişileri nasıl
affedersiniz?” diye karşı çıktı. Bu tepkiler üzerine
İsmet İnönü, Parti Meclisi’ni topladı ve “Bir partide
genel başkan başka, Parti Meclisi başka bir şey
söylüyorsa o parti tutarlılığını kaybeder, vatandaş
‘Hangisine inanacağım?’ der. Onun için aramızda
uyum olması gerekiyor. Madem ki Parti Meclisi üyeleri bu demecime karşı çıkıyor, o halde konuyu Parti
Meclisi’nde tartışacağız” dedi. Nitekim kuyudan
adam çıkarma olayını iki gün kadar tartıştık. Bazı
üyelerin çok sert konuşmaları oldu. Neticede Bülent
Ecevit Genel Sekreter olarak Parti Meclisi’ne bir
önerge verdi. “Eski DP’lilerin siyasi haklarının iadesi
konusunda teşebbüse geçilmesinin memleket ve
rejim yararına olacağının” ifade edildiği bu önerge
oylanarak kabul edildi. Bunun üzerine bazı üyeler
Parti Meclisi’nden istifa etti. Bu olay genel başkan
“DÖRT BIR YANIMIZDA SORUNLARIN YAŞANDIĞI ZOR BIR
COĞRAFYADA YER ALIYORUZ. BU NEDENLE DIŞ POLITIKADA ÇOK
DIKKATLI OLMAMIZ VE ATATÜRK’ÜN ‘YURTTA BARIŞ DÜNYADA
BARIŞ’ ILKESINDEN AYRILMAMAMIZ GEREKIYOR.”
ile Parti Meclisi’nin uyumlu çalışmasının önemine ve parti içi
demokrasinin işleyişine güzel bir örnektir.
İsmet İnönü ile ilgili bir başka anım ise İtalya’da öğrenci
olduğum döneme aittir. Üniversitedeki Türk öğrenciler ders
çıkışında bir yerde oturur, sohbet ederdik. Bir gün Siyasal
Bilgiler Fakültesi’nde okuyan bir arkadaşımız “Bugün derste
çok enteresan bir şey oldu” dedi ve şunları anlattı: “Hocamız
‘II. Dünya Savaşı’nın en büyük siyaset adamı kimdir?’ diye sordu. Churchill, Roosevelt, Mussolini, Stalin, hatta Hitler diyenler
oldu. Hocamız ‘Hiçbiriniz bilemediniz. II. Dünya Savaşı’nın en
büyük siyaset adamı İsmet İnönü’dür. Çünkü sizin saydığınız
bütün siyaset adamları ülkelerini savaşa soktular, yüz binlerce insanın, vatandaşlarının ölümüne neden oldular. Yalnızca
İsmet İnönü bütün dayatmalara rağmen ülkesini savaşa
sokmadı, kimsenin burnunu kanatmadı ve böylece ulusunu
esenliğe çıkarttı’ dedi.” Tabii Türk öğrenciler olarak bundan
gurur duyduk.
Tecrübeli bir siyasetçi olarak sizce bugün ülke gündemindeki en önemli konular, çözüm bekleyen sorunlar nelerdir?
Dört bir yanımızda sorunların yaşandığı zor bir coğrafyada
yer alıyoruz. Bu nedenle dış politikada çok dikkatli olmamız
gerekiyor. Bugün maalesef komşularımızla ilişkilerimiz çok
sorunlu. Senato’da Dışişleri Komisyonu Başkanlığı da yapmış
bir kişi olarak dış politika konusunu yakından takip ediyorum
ve siyasetçilere Atatürk’ün “Yurtta barış dünyada barış”
ilkesinden ayrılmamaları gerektiğini hatırlatmak istiyorum.
Öte yandan, terör olayları ülkemizin en önemli sorunlarından
birini teşkil ediyor. İşsizlik, gelir dağılımındaki adaletsizlik gibi
konular da çözüm bekliyor. Ekonomimizin, özellikle de tarımımızın gelişmesi ve çağdaşlaşması için kooperatifçiliğe önem
verilmesi, okullarda kooperatifçilik dersi okutulması gerekiyor.
Ülke olarak laiklikten ödün vermeyerek, Cumhuriyet’in değerlerine, Atatürk ilke ve devrimlerine sahip çıkarak geleceğe
yürümemiz büyük önem taşıyor.
Geriye dönüp baktığınızda aktif siyasetin içinde yer aldığınız yıllar sizde ne gibi duygular uyandırıyor?
Siyaset, omuzlarınıza büyük bir sorumluluk yükleyen mukaddes bir
görevdir. Türkiye gibi zor bir coğrafyadaki ülkede siyasetçi olduğunuzda sorumluluğunuz ve yapmanız gerekenler bir kat daha artmaktadır.
Siyaset sanıldığı gibi kolay bir iş değildir. Rahmetli Süleyman Demirel,
“Fırat’ın kenarında bir çobanın koyunu kaybolsa bundan ben sorumluyum” derdi. Senatörlüğüm döneminde “Bu sorunları nasıl çözeceğiz?”
diye düşünmekten uyku uyuyamadığım çok gece oldu. Geriye dönüp
baktığımda siyasette yer almış olmaktan, ülkeme bir siyasetçi olarak
hizmet edebilmekten büyük memnuniyet duyuyorum. Gençlerimize
siyasete katılmaları, siyasi parti liderlerine de gençlere fırsat vermeleri
çağrısında bulunuyorum.
Söyleşimizin başında belirttiğimiz gibi ressam kimliğiniz de var. Ne
zamandır resimle ilgileniyorsunuz?
Çocukluğumdan beri resim yapıyorum. Emekli olduktan sonra resme
daha fazla zaman ayırmaya başladım. Resim yapmak beni dinlendiriyor
ve mutlu ediyor. Daha çok İstanbul, Bodrum, Datça, Marmaris peyzajları
yapıyorum. Anıtkabir resimlerimin de benim için özel bir yeri bulunuyor.
6 Mayıs’ta Ankara Çevre Sokak’taki Medya Sanat Galerisi’nde 15. kişisel
sergimi açacağım. TPB Parlamento dergisinin tüm okurlarını sergime
davet ediyorum.
81
4 Nisan 1953 -
Türk Deniz Kuvvetleri’ne ait
Dumlupınar adlı denizaltı, Çanakkale Boğazı’nda bir İsveç şilebiyle
çarpıştı ve kazada 81 Türk denizci
hayatını kaybetti. 4 Nisan, Deniz
Şehitlerini Anma Günü ilan edildi.
1 Nisan 1926-
30 Ağustos gününün Zafer Bayramı olarak
kutlanması hakkındaki kanun TBMM’de
kabul edildi.
NISAN
1
3
4
Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi’nde kabul edilen bir
kararla Körfez Savaşı’nın ateşkes hükümleri yürürlüğe girdi.
Buna göre Irak askerî harekata son verecek, Kuveyt’i ilhak
ettiğine dair kararını kaldıracak, elde ettiği tüm mülkleri ve
esirleri iade edecekti.
9
3 Nisan 1930
Belediyeler Kanunu’nun
yenilenmesiyle Türk kadını
belediye seçimlerinde seçme
ve seçilme hakkı elde etti.
12
12 Nisan 1961
Sovyetler Birliği, Vostok 1 adlı
uzay aracıyla atmosfer dışına ilk
insanı gönderdi. Araç Yuri Gagarin
komutasındaydı.
9 Nisan 1928
Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabulü,
halifeliğin kaldırılması, tekke, türbe ve
zaviyelerin kapatılması gibi laiklikle ilgili
adımların ardından Anayasa’nın ikinci
maddesinde yer alan “Devletin dini
İslam’dır” ifadesi çıkarıldı. “Laiklik”in
sözcük olarak Anayasa metninde yer
alması ise 1937’de mümkün oldu.
82
12 Nisan 1991 -
20 Nisan 1926 -
Türk karasularında her türlü
denizcilik işlerini Türk vatandaşlarına
tahsis eden Kabotaj Kanunu,
Meclis’te kabul edildi. Kanun
1 Temmuz’da yürürlüğe girdi.
29 Nisan 1916 -
I. Dünya Savaşı sırasında Dicle Nehri kıyısındaki Kutü’l-Amâre
kasabasında gerçekleşen muharebe Osmanlı ordusunun zaferiyle
sonuçlandı. İngiliz ordusundan aralarında yüksek rütbeli
subayların da bulunduğu binlerce askerin esir alındığı bu zafer günü,
Türkiye’de 1952 yılına kadar Kut Bayramı adı altında kutlanıyordu.
17
20
23
29
23 Nisan 1996 -
Dünya Kitap Günü ilk kez
kutlandı. Bu güne dair
karar, 25 Ekim-16 Kasım
1995 tarihleri arasında
düzenlenen UNESCO Genel
Konferansı’nda kabul edildi.
23 Nisan 1920 17 Nisan 1993 -
Türkiye Cumhuriyeti’nin 8’inci
Cumhurbaşkanı Turgut Özal, geçirdiği kalp
krizi sonucu hayata veda etti.
Millî iradenin tecelligahı ve
bağımsızlığın temsilcisi Türkiye
Büyük Millet Meclisi açıldı.
83
23 NISAN 1996
DÜNYA KITAP
GÜNÜ
PINAR ÇAVUŞOĞLU
“B
ir kitap okudum ve hayatım değişti” cümlesi bugüne kadar
binlerce kere söylenmiş olmalı. Burada iyi anlamda bir değişim söz konusu. Çünkü “Keşke o kitabı okumasaydım” sözünü
dile getiren pek nadirdir. Hayatın rutininden koparmak, sayfalar
arasında kaybolmayı sağlamak, dertleri unutturmak, her yeni
kitabın kapağı açıldığında bambaşka bir dünyanın içine sokmak,
öğretmek, duygulandırmak, heyecanlandırmak, hayal ettirmek
okumanın kişiye yaşattığı güzelliklerden bazıları. Kitapların meziyeti, en samimi arkadaşın bile bu güzelliklerin hepsini birden
sağlayamayacağı kadar çok. Katip Çelebi’nin dediği gibi “Böylesine
güzel bir dost görülmemiştir; ne incitir, ne
incinir…”
Etkileri insan hayatında bu denli büyük
olabilen kitaplar sentezleme ve yorumlama
yeteneği de kazandırıyor kişilere. Ayrıca
okumanın dil bilgisini geliştirdiği, anlama
ve ifade etme yeteneğine katkı sağladığı
biliniyor. Dil bilgisine faydaları şöyle dursun
kitapların birer öğretmen, hatta başlı başına
okul oldukları iddia edilebilir. “Çok okuyan mı
bilir, çok gezen mi” ikilemini çok gezen birinin ortaya attığı aşikar. Çünkü kitap zengini biri, Don Kişot yeldeğirmenleriyle savaşırken La Mancha’dadır; İnce Memed haksızlığa
ve zulme karşı durmak üzere planlar yaparken ona destek olmak
için Toroslar’dadır; yaşadığı vicdan azabı nedeniyle Raskolnikov’a
üzülürken 1866 yılının Rusyasındadır; Türk ordusu dünyanın tüm
büyük güçlerine karşı savaşırken, mavi deniz kızıla boyanmışken,
84
Çanakkale’de bir devir batıyorken tüm kalbiyle Mehmetçiğin yanı
başındadır…
“Her kitaba bir gül”
Para değil, kitaplardır insanı zengin yapan. Herkes zengin olmak
isterken dünyanın çoğu ülkesinde düzenli kitap okuyan kişilerin
oranı yüzde 1’in altında seyrediyor. Bu ülkelerde yaşayan insanların
kitap okumamalarına gösterdiği en büyük bahane ise “Vaktim
yok” oluyor. Halbuki teknolojik, ekonomik ve kültürel anlamda
gelişmiş ülkelerde, yani çalışkan ülkelerde bu oran yüzde 20’leri
buluyor.
İlan edilmesindeki en büyük amaç insanları kitap okumaya teşvik etmek olan Dünya
Kitap Günü, her yıl 100’ün üzerinde ülkede
kitap şenlikleri, okuma aktiviteleri, meşhur
yazarların imza günleri gibi etkinliklerle
kutlanıyor. Üstelik bu faaliyetler okullarla
sınırlı kalmıyor; yayınevleri, kütüphaneler ve
kurumlar bu güne özel organizasyonlar düzenliyor. Ayrıca insanlar Dünya Kitap Günü
olan 23 Nisan’da birbirlerine hediyelerin en
güzeli olan kitap alıyor.
Okuma alışkanlığı ve kitapların insan hayatındaki etkilerini dünya çapında vurgulamak; okumayan kesimi kitaplara yönlendirmek;
düşünce ve ifade özgürlüğüne, yazar ve yayıncı haklarına saygı
duymayı topluma benimsetmek; kitabın aynı zamanda bir kültür
elçisi olduğunun, uluslararası kültürel alışverişe katkı sunduğunun,
OKUMA ALIŞKANLIĞININ INSAN HAYATINDAKI ETKILERINI DÜNYA
ÇAPINDA VURGULAMAK, KITABIN AYNI ZAMANDA BIR KÜLTÜR
ELÇISI OLDUĞUNUN VE DÜNYA BARIŞINA HIZMET ETTIĞININ
ANLAŞILMASINI SAĞLAMAK DÜNYA KITAP GÜNÜ’NÜN
AMAÇLARI ARASINDA YER ALIR.
anlayış ve hoşgörü gibi duyguları geliştirerek
dünya barışına hizmet ettiğinin anlaşılmasını sağlamak Dünya Kitap Günü’nün amaçları
arasında sıralanıyor.
Peki, Dünya Kitap Günü neden 23 Nisan’da
kutlanıyor? Bu tarihi belirleyen kurum Uluslararası Yayıncılar Birliği’dir (IPA). IPA dünyanın beş kıtasından, aralarında Türkiye’nin
de bulunduğu elliden fazla ülkenin üye
olduğu saygın bir birlik olma özelliği taşıyor.
1896 yılında Paris’te kurulan IPA’nın merkezi İsviçre’nin Cenevre şehrinde yer alıyor.
Üyeleriyle her yıl çeşitli kolektif çalışmalar
yürüten IPA, 1995 yılında Barselona’da
düzenlenen Uluslararası Yayıncılar Birliği
Kongresi’nde 23 Nisan’ın Dünya Kitap Günü
olarak kutlanmasını kararlaştırdı. IPA’ya ilham veren şey, Katalonya’daki bir kitapçının
Don Kişot
Shakespeare
23 Nisan 1923’te “Her kitaba bir gül” kampanyası başlatarak kitap alanlara yanında bir
çiçek hediye etmesiydi. Kitap satıcısı bunu her yıl 23 Nisan’da yaptı.
Bu günün belirlenmesinin en önemli nedeni, tüm zamanların en iyi kurgusal eserlerinden biri kabul edilen Don Kişot’un yazarı Cervantes’in, edebiyat devi Shakespeare’in ve
İspanyol yazar ve tarihçi Inca Garcilaso de la Vega’nın 23 Nisan 1616 tarihinde hayatlarını
kaybetmiş olmaları. 23 Nisan’ın dünya edebiyat tarihi açısından önemi bunlarla sınırlı
değil. Fransız roman yazarı Maurice Druon, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi İzlandalı yazar
Halldór Laxness, Rusça ve İngilizce yazılmış pek çok eserin sahibi yazar ve edebiyat
profesörü Vladimir Vladimiroviç Nabokov ile Kolombiyalı yazar Manuel Mejía Vallejo 23
Nisan’da doğmuş. Dünya edebiyatına öykü, biyografi, antropolojik ve folklorik deneme,
gezi anıları ve politik konularda yazılmış pek çok eser armağan eden Katalan yazar
Josep Pla’nın 23 Nisan 1981 tarihinde ölmüş olmasının da bu günün seçilmesinde etkisi
bulunuyor.
Dünya Kitap Günü’nün daha büyük etkinliklerle ve daha fazla sayıda ülkede kutlanması ise UNESCO vasıtasıyla oluyor. 25 Ekim-16 Kasım 1995 tarihleri arasında Paris’te
gerçekleşen UNESCO Genel Konferansı’nda 23 Nisan’ın Dünya Kitap ve Telif Hakkı Günü
olarak kutlanması kararlaştırılıyor. Ertesi sene 23 Nisan’da bu güne özel etkinlikler
düzenleniyor. Bu günün adında “telif hakkı” ibaresi geçmesine rağmen genellikle tüm
dünyada 23 Nisan yalnızca Kitap Günü olarak kutlanıyor.
Türkiye’de Millî Eğitim Bakanlığı kararıyla Dünya Kitap Günü ve Kütüphaneler Haftası, 23 Nisan gününü içine alan hafta kutlanıyor. Bu haftada ufak çaplı kitap fuarları
kurulmasının yanı sıra Türk Edebiyatı’na katkıları olmuş yazar ve şairlerin eserlerinden
dinletiler, telif hakkının önemi ve korsan yayıncılığın zararlarıyla ilgili söyleşiler, köy
okullarına kitap yardımı kampanyaları gerçekleşiyor. Ayrıca kişilerin birbirine kitap
hediye etmesini sağlamak için pek çok yayınevi kitaplarda büyük bir indirime gidiyor.
85
15-22 NİSAN
TURİZM HAFTASI
86
ONLARCA MEDENIYET, YÜZLERCE KÜLTÜR VARLIĞI, BINLERCE
YILLIK TARIH... DÜNYANIN EN MAVI DENIZLERIYLE ÇEVRILI
IPEK KUMDAN PLAJLAR, YERYÜZÜNÜN EN SICAK GÜNEŞIYLE
AYDINLANMIŞ YEŞILIN HER TONU... TÜRKIYE’NIN KÜLTÜR MIRASI,
DOĞAL GÜZELLIKLERI VE TOPLUMUN KONUKSEVERLIĞI BIR
ARAYA GELEREK ÜLKEMIZI DÜNYADA EŞI BENZERI BULUNMAYAN
BIR TURIZM DESTINASYONU HALINE GETIRIYOR.
İREM COŞKUNSEVEN
1
254 yılında Venedikli bir tacirin oğlu olarak dünyaya gelmişti Marco Polo. Küçük
yaşlardan itibaren babası ve amcasıyla birlikte batıdan doğuya seyahat eden Marco
Polo’yu çağdaşlarından farklı kılan özelliği
tacir olması, bu vasıtayla Moğol Hükümdarı
Kubilay Han’la tanışması ya da dünyanın
birçok ülkesini dolaşması değildi. Onun farkı, bugünkü Türkiye, İsrail, Japonya, Hindistan, Çin, Sri Lanka, Rusya ve Afrika’nın bazı
ülkelerinin topraklarına yaptığı seyahatleri
kayıt altına almasıydı. Onun farkı, eskiden
hemen hemen herkes doğduğu topraklarda
ölürken, bu sözcüğü yaşadığı dönemde belki
hiç kullanmasa da dünyanın ilk turistlerinden biri olmasıydı.
Doğu’nun ipeğini, baharatını, porselenini
ve diğer zenginliklerini gözleriyle gören
Marco Polo, 20 yıl kadar seyahat ettikten,
Cenevizlilere esir bile düştükten sonra
Venedik’e geri dönmüş, anılarını anlatmaya başlamıştı. Yüzüne gülünmüş, sözüne
itibar edilmemiş, Venedikliler tarafından
yalancı, hatta deli addedilmişti. Öyle ki,
ölüm döşeğindeyken bir rahibin ondan attığı palavralar için af
dilemesini istediği, onun da “Gördüklerimin yarısını bile anlatmadım, çünkü kimse bana inanmazdı” diye yanıt verdiği rivayet
ediliyordu. Döneminde takdir edilsin edilmesin, Marco Polo’yla
ilgili söylentilerin arasında seyahatlerinin
Yeni Dünya’nın kaşifi Kristof Kolomb’a da
ilham verdiği yer alıyordu.
Marco Polo’dan yaklaşık yarım yüzyıl
sonra Tanca’da dünyaya gelen İbn Battuta
da Orta Çağ’ın en büyük gezginlerinden
olacak, dünyanın en eski seyahatnamelerinden birine imza atacaktı. Genç yaşında
Mekke’ye giderek hacı olan İbn Battuta,
ara sıra saldırıya uğramaktan korunmak
için kervanlara katılsa da herhangi birine
bağlı kalmadan, tek başına Afrika kıyılarını
gezecek, Avrupalıların adını bile telaffuz
edemeyeceği ülkelerde konaklayacaktı. Yolu
Arap Yarımadası’na, oradan Selçuklu kontrolündeki Anadolu’ya, Konstantinopolis’e,
Hindistan’a, Çin’e, Maldiv Adaları’na ve
İspanya’ya düşecek, buralardaki maceralarını daha sonra bir seyahatnamede bir
araya getirecekti. Bu konuda herhangi bir
bilgi mevcut olmasa da İbn Battuta’nın seyahatnamesi belki de 17. yüzyılın en büyük
Osmanlı gezgini Evliya Çelebi’ye ilham verecek, Evliya Çelebi, seyahatname denince
akla ilk gelen isim olacaktı, kim bilir...
“Meczup” denerek zamanında alay konusu olan Marco Polo;
seyahatleriyle yeni bir kıtayı bilmeden keşfeden Kristof Kolomb;
bölgenin yerlileri dışında kimsenin adını duymadığı topraklarda
87
MODERN ANLAMIYLA TURIZM SEKTÖRÜNÜN OLUŞMASI VE
GELIŞMESI 20. YÜZYILA TEKABÜL ETSE DE TURIZM KAVRAMININ
KÖKENI PARANIN ICAT EDILDIĞI VE TICARET FAALIYETLERININ
BAŞLADIĞI DÖNEMLERE KADAR DAYANDIRILABILIR.
cesaret gerektiren maceralara atılan İbn Battuta ve gezi türünün bilinen ilk örneklerinden
birini kaleme alan Evliya Çelebi... 13 ila 17. yüzyıllar arasında yaşayan bu isimlerin zamanında
ne lüks seyahat gemileri, ne seyahat acenteleri, ne de gidilen destinasyonlarda yapılması/
yapılmaması gerekenleri gösteren kılavuzlar mevcuttu. Fakat bu isimler, çağdaşları gibi
doğdukları bölgede ölmek yerine dünyayı keşfe çıkmış; yeni kültürler, yerler ve insanlar
tanıma güdüsüyle hareket eden günümüz turistlerinin ilk örneği olmuştur. Bugün macera
tutkusuyla çantalarını sırtlanan ve bilinmeyene doğru yol alan turistlere ilham vermiştir. Dönemlerinde turizm sektörü henüz oluşmamış, hatta belki de turizm kavramı bile
bugünkü anlamını yüklenmemişken bu isimler, sektörün gelişiminde lokomotif bir rol
üstlenmiştir.
Tarih öncesi dönemlerden günümüze
Modern anlamıyla turizm sektörünün oluşması ve gelişmesi 20. yüzyıla tekabül etse de
turizm kavramının kökeni paranın icat edildiği ve ticaret faaliyetlerinin başladığı dönemlere
kadar dayandırılabilir. Söz konusu çağlarda turizm kapsamında değerlendirilebilecek aktiviteler, daha çok mal satmak veya almak için yollara düşen tüccar ve kervanlarla sınırlı kalır.
Hıristiyanlık ve Müslümanlığın yayılmasıyla birlikte kutsal toprakları ziyaret etmek amacıyla
88
yapılan seyahatler de ileriki yüzyıllarda
turizm kapsamında değerlendirilen
aktiviteler arasında yer alır. Ancak
Latincede belirli bir eksen etrafında
dönmek anlamına gelen tornus kelimesinden türetilen, bugün “dinlenme,
eğlenme, görme, tanıma vb. amaçlarla
yapılan gezi” olarak ifade edilen turizm
kavramının doğuşu, teknoloji alanında
yaşanan gelişmelerle paralellik gösterir. Sanayi Devrimi’nin ardından buhar
gücüyle çalışan gemilerin icat edilmesiyle birlikte turizmin temelleri atılır.
1841 yılında İngiliz girişimci Thomas
Cook’un, 570 kişiyi komisyon karşılığında at yarışı izlemeye götürmesiyle
“organize tur” kavramı doğmuş olur.
I. Dünya Savaşı’ndan yorgun çıkan
halkın 1920’li yıllar boyunca kendini
eğlenceye verdiği, resim ve müzik gibi
kültürel alanlarda pek çok yeni akımın
ortaya çıktığı, “Caz Çağı” veya “Çılgın
Yirmiler” olarak adlandırılan dönem,
turizm alanında da gelişmelere sahne
olur. Konaklama tesislerinin inşa edilmesi, otomobillerin artması, ulaşım
altyapılarının gelişmesi, yolculukların
daha kolay hale gelmesi, boş zaman ve
tatil gibi kavramların oluşmasıyla birlikte modern anlamıyla turizm kavramı da
gün yüzüne çıkar. Aynı yüzyıl, sektörde
örgütlenmelerin başlamasına da tanıklık eder. İlk kez 1946 yılında Londra’da
bir araya gelen dünyadaki ulusal turizm
birlikleri, turizm alanında uluslararası bir
sivil toplum kuruluşunun oluşturulması
kararı alır. 1946 yılında başlayan bu
süreç, 1970 yılında Birleşmiş Milletler Dünya Turizm Örgütü’nün
(UNWTO) kurulmasıyla devam eder. 1970 yılından itibaren turizm
alanındaki pek çok uluslararası etkinlik, Dünya Turizm Örgütü’nün
çatısı altında yürütülür.
Türkiye’de turizmin gelişimi
Türkiye’de turizm sektörüne yönelik ilk kanuni düzenleme 1934
yılında yapılır. 1960 ve 1980 yılları arasında turizm, ülke ekonomisine katkıda bulunacak bir sektör olarak algılanmaya başlar. Aynı
dönemde Turizm Bakanlığı kurulur, turizme devlet eliyle yatırım
yapılır, altyapı ve fizibilite çalışmaları yürütülür. Turizmle ilgili ilk
örgütlenme, bazı aydınlar tarafından kurulan ve daha sonra Türkiye Turing Kulübü adını alan “Seyyahin Cemiyeti”yle başlar. 1972
yılında kurulan Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği (TÜRSAB) ile
sektördeki tüm kuruluşlar tek bir çatı altında toplanmış olur. 1982
yılında yürürlüğe giren, turizmin gelişmesini, kısıtlı doğal kaynakların etkin ve etkili kullanımını öngören 2634 Sayılı Turizmi Teşvik
89
Kanunu, turizmde bir dönüm noktası olur. Türkiye’nin uluslararası
arenada turizm gelirlerinden aldığı pay binde 3’lerle ifade edilirken
yüzdelerle hesaplanmaya başlar. Ayrıca, ilk kez 1976 yılında getirilen bir uygulama ile 15-22 Nisan günleri arası Türkiye’de Turizm
Haftası olarak belirlenir. Toplumda turizm konusunda farkındalık
yaratmak, bu farkındalığı artırmak, iç turizmi canlandırmak ve halkın turizm etkinliklerine katılımını teşvik etmek amacıyla hayata
geçirilen Turizm Haftası, konferans, seminer, sempozyum, panel,
haftanın önemini vurgulayan çeşitli yarışmalar, geziler ve defileler
gibi etkinlikler aracılığıyla ülke genelinde her yıl kutlanır.
81 il, 81 destinasyon
Türkiye denince akla hemen Asya ile Avrupa arasında bir köprü
görevi görmesi, üç kıtayı birbirine bağlaması, bin yıllardır medeniyetlere evsahipliği yapması gelir. Bu ifadeler belki dile pelesenk
olmuş, kulaklar bunları duymaya alışmıştır; fakat tam manasıyla
doğru ve geçerlidir. Hititler, Frigler, Urartular, Bizanslılar, bu
90
topraklarda evlenen, genç nesillerini yetiştiren, sanatlarını icra
eden medeniyetlerden yalnızca birkaçı. Her bir medeniyetin kendi kültürünü ve izini bıraktığı Anadolu toprakları doğanın eşsiz
güzellikleri ve renkleriyle taçlandırılınca Türkiye haliyle bir turizm
cenneti haline gelmiş.
Denizlerinin renginin dünya dillerine yeni bir sözcük hediye ettiği
-türkuaz-, incecik kumlarında Caretta carettaların yumurtalarını
bıraktığı, iliklere işleyen sıcak güneş ışınlarının her zaman bulutları
aşacak bir yol bulduğu Türkiye, üç tarafının denizlerle çevrili olması
sebebiyle deniz-kum-güneş turizminde dünyanın en çok tercih
edilen destinasyonları arasında yer alır. Bununla birlikte Türkiye’nin
turizm potansiyeli hem destinasyon, hem turizm çeşidi, hem de
yapılacak etkinlikler açısından deniz-kum-güneş üçlüsüyle sınırlı
kalmaktan çok uzaktır. Türkiye, mineral bakımından zengin, şifalı
sularıyla sağlık ve termal turizmi; zamana göğüs geren dorukları
kar kaplı dağlarıyla kış turizmi; yazın sıcağında serin bir sığınak
görevi gören yaylalarıyla yayla turizmi; dünya üzerindeki ilk insan
UNESCO DÜNYA MIRAS LISTESI’NDE 15 KÜLTÜR VARLIĞI, GEÇICI
LISTE’DE ISE 60 ADAY DOSYASI BULUNAN TÜRKIYE’NIN 81 ILININ
81’I DE AYRI BIR DESTINASYON OLMA ÖZELLIĞI TAŞIR.
yerleşimleri arasında sayılan mağaralarıyla mağara turizmi; alanında uzman isimlerin iş görüşmek, iş görüşürken tatil yapmak
amacıyla bir araya geldikleri kongre turizmi; Doğu ile Batı kültürlerinin birbiriyle buluştuğu İpek Yolu turizmi; üç semavi dinin
günümüze kadar ulaşan eserleri ve ibadet yerleriyle inanç turizmi;
insanlığın en büyük tutkularından biri olan “uçma”yı mümkün
kılan hava sporları turizmi; çağıldayan suların arasında adrenalin
peşinde koşan maceracılara sunduğu potansiyel ile akarsu-rafting
turizmi; Mavi Bayraklı yat limanları ve marinalarıyla yat turizmi;
hayatlarını bir sırt çantasına sığdırarak dünyayı keşfe çıkan maceracı ruhları ifade eden gençlik turizmi; dört mevsim çok çeşitli flora
ve faunanın yanı sıra endemik türler eşliğindeki kuş gözlemciliği
turizmi dahil olmak üzere akla gelebilecek her turizm çeşidinde bir
marka olmaya adaydır.
UNESCO Dünya Miras Listesi’nde 15 kültür varlığı, Geçici Liste’de
ise 60 aday dosyası bulunan Türkiye’nin 81 ilinin 81’i de ayrı bir
destinasyon olma özelliği taşır. Bu illerde medeniyetlerin izlerini
sergileyen müzeleri, ibadet yerlerini, antik kentleri, millî parkları,
sosyal tesisleri, yöresel lezzetleri, el sanatlarını, gelenekleri, plajları, yaylaları, doğal güzellikleri, mimari yapıları, sanat eserlerini tek
tek sıralamak, sayılarının çokluğundan dolayı mümkün değildir.
İster kültürü, ister tarihi, ister doğal güzellikleri, isterse kültürel
mirası bakımından olsun Türkiye, eşsiz bir turizm cenneti olma
sıfatını hakkıyla taşır.
91
GELENEĞİ GELECEĞE
TAŞIYAN SANATÇI
EROL
AKYAVAŞ
92
TÜRKIYE’NIN IKI YÜZYILI AŞAN BATILILAŞMA SERÜVENINDE SANAT
HAREKETLERI ÖNEMLI YER TUTAR. KIMI SANATÇI VE ÇEVRELERIN
SANATTA GELENEK-MODERNLIK EKSENINDE YÜRÜTTÜĞÜ
TARTIŞMALARIN ODAĞINDA BULUNAN “DOĞU-BATI SORUNU”,
EROL AKYAVAŞ’IN KONUYA GETIRDIĞI ÖZGÜN YAKLAŞIMLA
YENI BIR ANLAM KAZANIR. AKYAVAŞ, HAKIKATI YÖNLERE BÖLEN
DEĞIL, BÜTÜNÜ GÖREN, BÜTÜNLÜĞE ULAŞMA ÇABASINDA
KÜLTÜREL KÖKLERIYLE EVRENSEL KAZANIMLARI HARMANLAMAYI
BAŞARABILEN BIR SANATÇI OLARAK TARIHTEKI YERINI ALIR.
ENVER UYGUN
T
ürkiye’de bugünkü anlamıyla resim
sanatı; mimari, şiir, müzik gibi alanlara
oranla oldukça genç bir disiplindir. Osmanlı
Devleti’nin sanat anlayışı, klasik İslam
düşüncesinden beslenen ve ona büyük
katkılar sağlayan bir çizgide, resme yer
vermeden 18. yüzyılın sonuna ulaştı. Bu
süreçte İslam medeniyetinin görsel mirası,
minyatür, ebru ve hat ile geleneğin en üst
noktasına erişti. Dünyayı perspektifsiz
yansıtan minyatür, renkleri araç olarak
kullanmak yerine onları amaç edinen
ebru ve tarihin başlatıcısı yazının estetik
formlarına dayanan hat, sonradan “Doğu
dünyası” diye anılan medeniyet dairesinin
evreni yorumlama biçimleriydi. Osmanlı
Devleti’nin ekonomik ve askerî bozgunlar sonrasında toparlanmak
için seçtiği Avrupa devletlerine benzeme yolu; teknoloji, iktisat,
askerlik gibi alanların yanı sıra sanatı da kapsıyordu. III. Selim döneminden (1789-1807) itibaren bürokrasi, diplomasi ve eğitimde
köklü değişikliklere gidildi. İhdas edilen yeni kurumlar Avrupa’daki
örneklere göre şekillendi. Cumhuriyet’in de miras aldığı, bugün
hâlâ geçerliliğini ve etkisini sürdüren kimi düzenlemeler o dönemde Doğu-Batı sorunu çerçevesinde çok tartışıldı.
Osmanlı Devleti’nin III. Selim-II. Mahmud-Tanzimat çizgisinde
ilerleyen çağdaşlaşma anlayışının en somut göstergeleri eğitim
kurumlarında karşımıza çıkar. Ağırlıklı
olarak, modernize edilen orduya iyi donanımlı personel yetiştirmek için açılan
okulların müfredatında askerliğin dışında
temel bilimler ile sanat eğitimi de yer alır.
Batılı anlamda resmin Türk kültür hayatına girmesi de bu okullar aracılığıyla olur.
1795 yılında açılan Mühendishane-i Berr-i
Hümayun’da verilen resim dersleri, ardından bu okuldan yetişen öğrencilerin çeşitli
görevlerle gönderildikleri Avrupa’da resim
atölyelerine devam etmesi ilk Türk ressam
kuşağını doğurur. “Asker ressamlar” adıyla
anılan ve aralarında Şeker Ahmet Ali Paşa,
Süleyman Seyyid, Osman Nuri Paşa gibi
kişilerin yer aldığı bu kuşak, manzara ve
ölüdoğa resimleri yapar. Böylece Türkiye’de perspektif ve ışık ilk
kez resme girer. Figüratif resim ise 1882’de açılan Sanayi-i Nefise
Mektebi’nin ilk müdürü Osman Hamdi Bey ile topraklarımızda
boy gösterir.
Sanatta klasik anlayışın bir ihtiyaca karşılık gelip gelmediği,
yeni anlayışın zorunluluktan mı zorlamadan mı doğduğu soruları
hâlâ güncelliğini koruyor. Neredeyse tüm kurumlarıyla Batılı modeli benimseyen Türkiye’de minyatür, hat ve ebrunun “geleneksel
sanatlar” olarak kenara ayrıldığı biliniyor. Oysa mantıken yeni bir
yaklaşımı benimsemenin eskiye dair her şeyi silme anlamına gel-
93
memesi gerekir. Söz konusu olan sanatsa, yeni ürünlerin ortaya
çıkması için köklerden beslenmek mecburidir. Cumhuriyet’in ilk
dönemine damgasını vuran, sosyoloji ve edebiyat tartışmalarının
ana konusunu oluşturan Doğu-Batı ikilemi resimde farklı bir biçimde karşımıza çıkar. Resmin yalnızca Batılı form içinde mümkün
olabileceğini savunan görüş, uzun süre hakimiyetini korur. Bedri
Rahmi Eyüboğlu, Neşet Günal gibi sanatçıların yerel motiflere
eğildiği görülse de konuyu evrensel boyutta bir kültür tartışması
halinde ele almayı başaran isim Erol Akyavaş’tır.
94
Doğu ile Batı’nın ötesinde
Erol Akyavaş 1932’de İstanbul’da dünyaya gelir. İstanbul Devlet
Güzel Sanatlar Akademisi’nde mimarlık eğitimi görürken 19501952 yılları arasında Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun aynı akademideki
resim atölyesine misafir öğrenci olarak devam eder. Daha sonra
İtalya’da Floransa Güzel Sanatlar Akademisi’nde ve Fransa’da
André Lhote ve Fernand Léger atölyelerinde resim çalışmalarını
sürdüren Akyavaş, 1954 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ne
giderek Illinois Teknoloji Enstitüsü’nde mimarlık eğitimi görür.
Burada 20. yüzyılın önemli mimarlarından Ludvig Mies van der
Rohe’nin öğrencisi olur. Gerek resim gerekse mimarlık eğitimleri
boyunca dönemin usta isimleriyle çalışması, Akyavaş’ın sanat
hayatında önemli rol oynar.
Resimdeki özgün denemeleriyle ABD sanat camiası içinde genç
yaşlarında adından söz ettirmeyi başaran Erol Akyavaş’ın 1959’da
tamamladığı “Padişahların Zaferi” adlı tablosu, 1960 yılında New
York’taki Modern Sanatlar Müzesi (MoMA) tarafından satın alınarak müzenin daimi koleksiyonuna eklenir. Bir ressam için erken
sayılabilecek bu başarının ardından Akyavaş, üretiminde bireyin
iç dünyasına yönelen, kavramları ve imgeleri özgün bir üslupla tuvale aktaran çalışmalara ağırlık verir. Rene Magritte’in “İmgelerin
İhaneti” adlı tablosunda (1928-1929) pipo resminin altına “Bu bir
pipo değildir” yazmasıyla başlayan süreçte, yüzyıllar içinde plastik
sanatların doğanın veya yaşamın bire bir temsil edilmesini öne
çıkaran, perspektif ve ışığa dayalı resim geleneği sorgulanmaya
başlar. Minyatürün, perspektif bilgisinden yoksun olan bir medeniyetin ürünü değil, temsil kavramını farklı biçimlerde ele alan bir
sanat olduğu, hat sanatının yalnızca kutsal metinlerin daha şık
sunumu için tasarlanmadığı, ebrudaki renk anlayışının dünyayı
başka bir gözle okumayı mümkün kıldığı da Batı’nın 20. yüzyılın
ikinci yarısında keşfettiği olgulardır. Aynı dönemde Avrupa’da
Batı uygarlığının tıkandığı görüşleri sıklıkla dile getirilir. Plastik
sanatlarda Batılı olmayan geleneklerden yararlanma eğiliminin
ortaya çıktığı bu süreçte MoMA’nın Akyavaş’ın tablosuna ilgi
göstermesi Batı sanat tarihi için de önemli bir dönüm noktasıdır.
Erol Akyavaş’ın uzun bölümünü yurt dışında geçirdiği sanat
hayatı birçok sanatçıda olduğu gibi bölümlere ayrılarak incelenmez. Bunun en önemli sebebi olarak Akyavaş resminin gelişim
ve dönüşümünün çizgisel bir seyir izlememesi gösterilebilir. Kimi
zaman aynı temayı işleyen farklı üslupların kimi zaman da aynı
dönem içinde değişik anlayışların ürünü olan resimler ortaya koyar
Akyavaş. 1960’lı yıllarda tuvali belli simetrik düzenlerde bölerek
film veya fotoğraf karelerini andıran, resim kompozisyonu açısından bir arada bulunması bazen yadırgatıcı kabul edilen nesne veya
küçük portreleri yerleştirdiği tablolarla öne çıkan Akyavaş, daha
EROL AKYAVAŞ, ŞIIRDE YAHYA KEMAL, ROMANDA AHMET
HAMDI TANPINAR, MIMARIDE TURGUT CANSEVER’IN BAŞARDIĞI
GELENEĞIN TAKLITTEN UZAK BIR ÜSLUPLA GELECEĞE TAŞINMASI
DÜŞÜNCESININ TÜRK RESMINDEKI TEMSILCISIDIR.
sonraki dönemde onun sanatının belirleyici özellikleri arasına
girecek düşüncelerin işaretlerini verir. Akyavaş’ın soyut olana
yönelme veya nesneleri soyutlaştırmada gösterdiği başarı, Batılı eleştirmenlerin onun resmini okumak için İslam medeniyeti
üzerine çalışmalar yürütmesinin önünü açar.
1980’li yıllara gelindiğinde Erol Akyavaş’ın İslami kavram ve
unsurları doğrudan eserine taşıdığı görülür. Bu dönemde ürettiği “Hallac-ı Mansur”, “Kerbela”, “Hz. Ali”, “Kimya-i Saadet” ve
“Miraçname” serileri İslam tarihi ile tasavvuf anlayışlarından
beslenir. Tarihî bir arka plan üzerine inşa edilen bu resimlerde
Akyavaş, minyatür ve hat sanatlarına yaslanarak biçim ile
içerik arasında uyumu yakalar. 1400 yıllık İslam tarihinde derin
izler bırakan kişi, kavram ve olayların resim aracılığıyla ele alınması büyük ilgiyle karşılanır. Özellikle, Arap Yarımadası’ndan
Anadolu’ya, İran’dan Endülüs’e büyük bir coğrafyada yüzyıllar
içinde şiir ve müziğe konu olmuş Miraç mucizesinin, Batılı
teknikler de işin içine katılarak tuvale taşınması Erol Akyavaş
resminin farklılığını ortaya koymaya yeter. Akyavaş, birbirine
zıt, hatta düşman görülen iki kültür arasındaki ayrılığın, bir
olan Allah’ın varlığı karşısında ne kadar basit bir konu olduğunu
ortaya koyar. “Miraçname”, ressamın aynı dönemdeki arayışının ürünü sayılan “İnsan-ı Kamil” tablosu ve “Hallac-ı Mansur”
serisiyle birlikte ele alındığında, Akyavaş’ın iç yolculuğunda
doğu veya batı diye bir yön olmadığı, bu bölümlemenin yapaylığı ortaya çıkar. “Yol ne için vardır, bir yere gitmek için. O yolun
sonu bir yer, bir mevkidir. O mevkiye varmak için kullandığınız
yol farklıdır, fakat varılacak yer aynıdır” diyen Akyavaş’a göre
hakikat tektir ve onu arama yolunda kendini hakikatin enginliğinde kaybederek Tanrı’ya ulaşmak dünyevi, siyasi, kültürel
ayrımların erişemeyeceği bir noktadır.
Erol Akyavaş’ın Arapçada “Ne varsa içindedir” anlamına
gelen ve adını Mevlâna Celaleddin Rumi’nin bir eserinden
alan “Fihi Ma Mih” çalışması, 1990 yılında Berlin’de, aralarında
Pablo Picasso, Salvador Dali, Francis Bacon gibi isimlerin de
bulunduğu 20. yüzyılın en etkili 67 ressamının eserleriyle aynı
sergide izleyici karşısına çıkar. Ertesi yıl St. Petersburg’da
“İkonaklastlar için İkonalar” enstalasyonunu sergileyen sanatçı,
Soğuk Savaş’ın son dönemlerinde siyasi kutuplara ayrılmış dünyayı
medeniyet tarihi içinden sorguya çeker.
Amerika’da yaşadığı yıllar boyunca tablolarını düşük fiyatlara satarak, mimari projelerde fotoğrafçılık yaparak geçimini sağlamaya
çalışan Erol Akyavaş, bugün eserleri en pahalı 5 Türk ressamı arasında
bulunuyor. Şiirde Yahya Kemal, romanda Ahmet Hamdi Tanpınar,
mimaride Turgut Cansever’in başardığı geleneğin taklitten uzak bir
üslupla geleceğe taşınması düşüncesinin Türk resmindeki temsilcisi
Erol Akyavaş 1999 yılında hayata veda eder.
95
ÇIĞDEM KARAASLAN:
ŞEHIRLERIMIZI MEVCUT KIMLIKLERINI KORUYARAK
KÜRESEL ÖLÇEKTE SÖZ SAHIBI YAPMAK VE TARIHE,
EKOLOJIYE, ŞEHIR BELLEĞINE SAYGILI MEKANLAR
OLUŞTURMAK ÖNCELIKLI HEDEFIMIZDIR
SÖYLEŞI: NEHIR ÖZTÜRK
ADALET VE KALKINMA PARTISI’NDE ÇEVRE, ŞEHIR VE KÜLTÜRDEN
SORUMLU GENEL BAŞKAN YARDIMCILIĞI GÖREVINI YÜRÜTEN
SAMSUN MILLETVEKILI ÇIĞDEM KARAASLAN, “İÇINDE
BULUNDUĞUMUZ MEDENIYET HAVZALARI ILE KÜLTÜR VE SANAT
YOLUYLA BÜTÜNLEŞMEYI, KÜRESELLEŞEN DÜNYADA TEK TIPLILIĞI
ÖNGÖREN YAKLAŞIMIN AKSINE KÜLTÜREL DEĞERLERIMIZI
KORUYARAK GELIŞTIRMEYI ÖNEMSIYORUZ” DIYOR.
96
SÖYLEŞI
İki dönemdir Samsun Milletvekili olarak Meclis’te yer alıyorsunuz. Aynı zamanda AK Parti’de Çevre, Şehir ve Kültürden
Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı göreviniz bulunuyor. Bu
alanlara yönelik ilginiz ve tecrübenizin ardında neler yatıyor?
Almış olduğum eğitimin ve AK Parti teşkilatlarında Gençlik
Kolları’ndan başlayarak farklı kademelerde edindiğim siyasi tecrübelerimin bugün sorumluluk üstlendiğim alanlarda belirleyici
olduğunu düşünüyorum. Bilkent Üniversitesi Güzel Sanatlar Tasarım ve Mimarlık Fakültesi Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarlığı
Bölümü mezunuyum. Ankara Üniversitesi’nde “Tarihî Kentlerde
Kimliksizleşme Sorunu” üzerine yüksek lisans tezimi tamamladım. Akademik hayatıma Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Sosyal
Politikalar Bölümü’nde doktora eğitimimle devam etmekteyim.
Siyasete 10 Nisan 2005’te AK Parti Gençlik Kolları’nda başladım. 11 Kasım 2006 tarihinde yapılan AK Parti 2. Olağan Büyük
Kongresi’nde Ana Kademe Merkez Karar ve Yönetim Kurulu
Üyeliği’ne seçildim. Bu görevimi üç dönem sürdürdüm. Ayrıca
2010 yılından itibaren Genel Merkez Sosyal İşler Birim Başkan
Yardımcılığı görevime devam etmekte iken AK Parti 5. Olağan
Büyük Kongresi ile dördüncü kez MKYK üyeliğine seçildim. 25. ve
26. Dönem’de Samsun Milletvekili olarak TBMM’de yer almam ise
benim için büyük bir onur ve çok önemli bir sorumluluktur.
Ne zamandır Genel Başkan Yardımcılığı görevini yürütüyorsunuz?
12 Eylül 2015 tarihinde gerçekleşen 5. Olağan Büyük Kongremiz
ile Genel Merkez çatısı altında iki yeni genel başkan yardımcılığı
ihdas edildi. Bunlardan biri “İnsan Haklarından Sorumlu Genel
Başkan Yardımcılığı”, diğeri ise başkanlığını yürüttüğüm “Çevre,
Şehir ve Kültürden Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı”dır. Yeni
kurulan başkanlığımızın kurucu başkanı olarak 6 aydır görev
yapıyorum.
Çevre, şehir ve kültür alanlarında çalışmalar gerçekleştirirken
hangi temel ilke ve hedefler doğrultusunda hareket ediyorsunuz?
Biz iktidara geldiğimizde ülkemizde plansız, denetimsiz, altyapı
hizmetleri yetersiz, kontrolsüz nüfus artışıyla birlikte çarpık yapılaşmanın yoğun olarak yaşandığı şehirlerimiz vardı. Bu sorunlar
büyük oranda çözüme ulaştı, AK Parti belediyeciliği ile tanışan şehirlerimiz başta altyapı ve sosyal belediyecilik uygulamaları olmak
üzere hizmet kalitesinde büyük bir fark yaşadı. Mekansal yaşam
kalitesinin artması ekonomik ve toplumsal yapının güçlenmesine
vesile oldu. Fakat bugün, artan yaşam kalitesinin beraberinde yeni
sorunlar getirdiği şehirlerde hep birlikte yaşıyoruz.
AK Partimizin, Genel Merkez çatısı altında “Çevre, Şehir ve
Kültürden Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı”nı ihdas etmiş
olması bu alanda oluşturulacak politikalara verilen önemin somut
bir göstergesidir. Yapacağımız çalışmalarla şehirlerimizi, insanın
mekanla ve şehirle kurduğu ilişki üzerinden değerlendirmeyi ve
disiplinlerarası bir ekiple birlikte şehirlerimizin yaşam kalitesini ölçen ihtiyaçlarını, tehditlerini ve potansiyellerini anlamaya yönelik
bir faaliyeti öncelikli olarak gerçekleştirmeyi hedefliyoruz. İçinde
bulunduğumuz medeniyet havzaları ile kültür ve sanat yoluyla
bütünleşmeyi, Anadolu coğrafyası ile sınırlı olmayan kültür birikimimizin sürekliliğini sağlamak için yeni politikalar oluşturmayı
ve küreselleşen dünyada tek tipliliği öngören yaklaşımın aksine
kültürel değerlerimizi koruyarak geliştirmeyi önemsiyoruz.
Çevre, şehir ve kültür birbiriyle etkileşim halindeki alanlar.
Herhangi biriyle ilgili atılacak adımlar diğerlerine de çeşitli ölçülerde yansıyor. Bu bağlamda söz konusu alanlarla ilgili projeleri
ortaya koyarken dikkat edilmesi gereken hususlar ve ülkemizdeki uygulamalara yönelik değerlendirmeleriniz nelerdir?
Şehir ve medeniyet ilişkisi üzerinde büyük bir hassasiyetle duruyoruz. Şehirlerimizin mevcut kimliklerini koruyacak ve bu yolla
97
“KADIM ŞEHIRLERIMIZIN TARIHSEL BIRIKIMINI FIZIKSEL MEKANLAR
VE MANEVI DEĞERLER ÜZERINDEN GÜN YÜZÜNE ÇIKARMAYA
YÖNELIK ÇALIŞMALARIMIZI SÜRDÜRECEĞIZ.”
luşlarının ve akademisyenlerin katkılarını almak üzere çalıştaylar düzenleyerek başladık.
Toplumun farklı kesimlerinin beklentilerine
cevap verecek çözüm önerileri ortaya koymak
için katılımcı bir modelle politika belirlenmesi
ve mevcut politikalarımızın geliştirilmesi
süreçlerinin daha sağlıklı yürüyeceğine inanıyorum. Genel Merkez çatısı altında fikir
alışverişi toplantıları düzenlememizin yanı
sıra şehirlerimizin mevcut durumlarını yerinde, yerel aktörlerle birlikte tespit etmek için
ziyaretler gerçekleştiriyoruz.
Sorumlu olduğunuz alanlarla ilgili önümüzdeki döneme dair projeleriniz nelerdir?
onları küresel ölçekte söz sahibi yapacak politikaların geliştirilmesi, şehrin sahip
olduğu doğal, tarihî ve kültürel değerlerin belirlenerek gelecek vizyonuna yönelik
strateji ve önerilerin geliştirilmesi, tarihe, ekolojiye, şehir belleğine saygılı mekanların
belirlenen bu vizyon çerçevesinde kurgulanması öncelikli hedefimizdir.
Çevre, sadece şehrimizi ya da ülkemizi değil, tüm insanlığı ilgilendiren bir alandır.
İklim değişikliği, yeşil büyüme, geri dönüşüm, çevre hakları, biyoçeşitliliğin korunması gibi kavramlarla ilgili olarak ulusal ve uluslararası gelişmeleri takip edecek,
çalışmalara katkı verecek, ülkemizde bu konuda farkındalık oluşturmaya yönelik
proje ve kampanyalara imza atacağız.
Genel Başkan Yardımcılığı görevini üstlendiğiniz günden bu yana en çok üzerinde
durduğunuz konular neler oldu?
Çalışmalarımıza öncelikle ilgili olduğumuz alanlardaki uzmanların, sivil toplum kuru-
98
SÖYLEŞI
Önümüzdeki dönemde çevre alanında teşkilatlarımız vasıtasıyla toplumda farkındalık
oluşturacak çalışmalara ve kampanyalara
imza atacağız. “Şehirlilik” bilinci insanın yaşadığı şehri doğal, tarihî, kültürel değerleri ile
tümüyle tanımasını ve şehriyle ilgili sorumluluk hissetmesini de kapsamaktadır. Şehir ve
medeniyet ilişkisi çerçevesinde kadim şehirlerimizin tarihsel birikimini fiziksel mekanlar
ve manevi değerler üzerinden gün yüzüne
çıkarmaya yönelik çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Genel Merkezimiz, “Piri Reis’ten Kâtip
Çelebi’ye Osmanlı’nın Dünyaya Bakışı Harita
Sergisi” gibi sanatsal faaliyetlerin gerçekleştiği bir alan olmaya devam edecek. Milletvekillerimizin sanat alanında yaptığı faaliyetleri
değerlendirmek için bir çalışma başlattık.
Önümüzdeki dönemde programlarımızda
resim, fotoğraf, karikatür gibi sanatın farklı
alanlarında çalışmalar yapan milletvekillerimiz
ile kamuoyunu buluşturacağız. Tüm bunların
yanında başkanlığımız, çalışma alanımıza giren üç konuda da diyalog zemininin oluştuğu
bir adres olmaya devam edecek.
99
DELİKANLI
TARİHÇİLERİMİZ
ERBAY KÜCET
“T
arihini bilmeyen toplum, hafızasını yitirmiş bir insana benzer.” Dünyaca ünlü tarihçi
Bernard Lewis’e ait bu söz, tarih bilgisine sahip olmanın önemini en güzel ifade eden
cümlelerden biridir. Gerçekten de tarih bir milletin hafızasıdır. Vatan ve millet sevgisinin gelişmesi, geçmişten ders alarak geleceğe iyi bir şekilde hazırlanılması, ülkede ve dünyadaki gelişmelerin daha iyi anlaşılması ve doğru değerlendirilmesi ancak tarih bilgisiyle mümkün olur.
Bu yazımızda tarih bilgimize ve bilincimize önemli katkılarda bulunan tarihçilerimizden
söz etmek istiyorum. Prof. Dr. Halil İnalcık ve Prof. Dr. Kemal H. Karpat ile tanışmam, Türkiye
Büyük Millet Meclisi Başkanlığı tarafından “uluslararası alanda gösterdiği üstün başarılarla
Türkiye’nin temsiline ve tanıtımına katkı sağlayan kişilere” takdim edilen “TBMM Onur
Ödülleri” vesilesiyle oldu. Prof. Dr. İlber Ortaylı ile de Türkiye Yazarlar Birliği’nin düzenlediği
“Bilgi Şölenleri”ndeki görevim esnasında tanıştım.
Prof. Dr. Halil İnalcık, Osmanlı-Türk tarihi üzerine yayımlanmış birbirinden değerli eserleri
ile tarihimizin genç nesillere en doğru şekilde aktarılması konusunda büyük bir hizmette
bulunmuştur. İnalcık’ın çalışmaları sadece ülkemizde değil, uluslararası alanda da takdir
edilmiştir. Yurt içi ve yurt dışında birçok önemli ödüle değer görülen ve fahri doktora verilen
İnalcık, dünyada sosyal bilimler alanında sayılı 2 bin bilim adamı arasında gösterilmiş, Türk,
Amerikan, İngiliz, Sırp ve Arnavutluk akademilerine üye seçilmiştir.
Prof. Dr. Halil İnalcık’ın talebesi Prof. Dr. İlber Ortaylı, “Bilgisi açısından zaten bizim ara-
100
mızda hocanın lakabı Şeyh-ül müverrihin”
diyerek bir hakkı teslim etmektedir. Yine
İnalcık’ın talebelerinden Prof. Dr. Bülent
Arı, “Hocamız olmasaydı Osmanlı tarihinin
hakikatinden uzak kalacaktık. İdeolojiler
geldi geçti, Halil Bey hiçbirine prim vermeyerek altmış sene boyunca bir milim
sapmadan aynı yolda ilerledi. Filanca için ‘O
şimdi öyle düşünmüyor’ diyoruz, Halil Bey
onlar öyle düşünürken doğru bildiği yolda
ilerledi ve Osmanlı tarihine yönelik saptırmalara karşı belgelerle kale gibi direndi.
Hep tutarlı oldu” demektedir.
Merhum Prof. Dr. İhsan Doğramacı ise
Bilkent Üniversitesi’nde ders vermesi için
davet ettiği Prof. Dr. Halil İnalcık’la ilgili
şunları söylemektedir: “Bilkent’te hiçbir
bölümü, bölüm açayım da hocaları çağıra-
PROF. DR. HALIL İNALCIK, PROF. DR. KEMAL H. KARPAT VE
PROF. DR. İLBER ORTAYLI, TARIH BILGIMIZE VE BILINCIMIZE ÖNEMLI
KATKILARDA BULUNMUŞ DEĞERLI TARIHÇILERIMIZDIR.
yım diyerek açmadım. Bölümü açar, hoca ararsınız, mevcudun iyisini alırsınız,
bu bana yetmez. Bu yüzden bölümü açmadan önce dünya ölçüsünde birinci
sınıf birisini arar -ister Türk, ister yabancı olsun- ve sonra bölümü oluştururum.
Hoca gelene kadar Tarih Bölümümüz yoktu. Hocanın davetimizi kabulüyle
Tarih Bölümümüzü kurduk.”
Tarihçilerimizin eserlerinin daha geniş kitleye ulaşmasında önemli katkıları
bulunan Timaş Yayınları, tarih yazıcılığında çığır açan Prof. Dr. Halil İnalcık’ın
doğumunun 100’üncü yılını iki ciltlik Tarihe Düşülen Notlar adlı prestij kitabıyla
kutlarken yazımıza konu ettiğimiz Prof. Dr. Kemal H. Karpat ve Prof. Dr. İlber
Ortaylı’nın eserlerini de kütüphanelerimize kazandırmıştır.
Birkaç ömrü birden yaşayanlar
Prof. Dr. Kemal H. Karpat, 1967’den bu yana Amerika’nın çeşitli üniversitelerinde verdiği dersler, katıldığı seminerler, konferanslar, yayımladığı makaleler
ve kitaplarla verimli bir meslek hayatı geçirmiştir. Anadolu’nun birçok kasaba
ve köyünde saha çalışmaları yapan Karpat, toplumu kendi tarihî tecrübelerine
ve değerlerine, dünyayı algılama yöntemlerine uygun ele alarak “modern”i ve
“yerli geleneği” birleştirmiştir. Bilimsel çalışmalarıyla uluslararası alanda pek
çok ödüle layık görülen Karpat, tarih bilgimize ve bilincimize önemli katkılarda
bulunmuş değerli isimler arasında yer almaktadır.
Halen TBMM Millî Saraylar Bilim Kurulu’nda görev yapan Prof. Dr. İlber
Ortaylı, Türklerin Tarihi, İmparatorluğun Son Nefesi, Yakın Tarihin Gerçekleri,
Cumhuriyet’in İlk Yüzyılı (1923-2023) gibi son yıllarda
yayımlanan eserlerinin yanı sıra nice çalışmaya imza
atmış değerli bir tarihçimizdir. İleri seviyede Almanca,
Fransızca, İngilizce, İtalyanca ve Rusça, orta seviyede
Kırım Tatarcası, Slovakça, Romence, Sırpça, Hırvatça,
Boşnakça, Arapça, Farsça, Latince, İbranice, Antik Yunanca ve Yunanca bilen İlber Ortaylı pek çok ödül sahibidir. Ortaylı, kendisiyle yapılan bir röportajda gençlere
önerileri sorulduğunda ve “Bazılarının aklında tası tarağı
toplayıp gitmek var” denildiğinde şöyle demektedir:
“(…) Buranın şartlarına uymayan gitsin buradan. Yani
burayı soymak, kirletmek isteyen, burada insanların
hayatına karışmak, bir şeyler empoze etmek isteyen
gitsin. Ama diğerleri burada kalsın. Türkiye önemli ve
güzel bir memleket.”
Birkaç ömrü birden yaşayarak durmadan eser veren,
dolu dolu geçirilmiş yılları geride bırakan, fakat her daim
delikanlı kalan tarihçilerimize sağlık dileklerimle yazımı
noktalıyorum.
101
SAVAŞTAKİ İMPARATORLUKLAR 1911-1923
ROBERT GERWARTH-EREZ MANELA
İLETİŞİM YAYINCILIK
İSTANBUL, 2016
456 S.
Alman tarihinde uzmanlaşmış Avrupa tarihçisi Robert Gerwarth ve Harvard Üniversitesi’nde tarih profesörlüğü yapan Erez Manela, Savaştaki İmparatorluklar 1911-1923 adlı eserde birçok imparatorluğun yıkılmasıyla sonuçlanan I. Dünya Savaşı’nı daha geniş bir zaman aralığı ve daha geniş bir coğrafya bağlamında
ele alıyor. Gerwarth ve Manela, emperyalist güçlerin sömürgelerinin katılımıyla savaşın nasıl dünya harbi
niteliği kazandığını, savaş cephelerini, cephe gerisinde yaşananları, savaşın sonuçlarını, imparatorlukların
dağılmasıyla sömürge anlayışının yıkılmaya başlamasını ve Wilson’un “her ülkenin kendi kaderini kendinin
tayin etme hakkı bulunduğu” görüşünün dünyada popülerlik kazanmasını masaya yatırıyor.
TANPINAR’IN İZİNDE BEŞ ŞEHİR
ALBERTO MANGUEL
YAPI KREDİ YAYINLARI
İSTANBUL, 2016
104 S.
Arjantinli yazar Alberto Manguel’in büyükbabası, doğduğu topraklardan çok uzaklara, İstanbul’a gelir.
Pera Palas’ın balkonunda İstanbul’un batan güneşini izleyen büyükbaba, ilk önce bir yerde yangın var
zannettiği bu manzarayı torununa anlatacak, yıllar sonra torunu Alberto da kendi oğluyla birlikte bu
toprakları keşfe çıkacaktır. Ahmet Hamdi Tanpınar, farklı dönemlerde yaşadığı beş şehri (Ankara, Erzurum, Konya, Bursa, İstanbul) bir gezi rehberinden çok farklı bir üslupla, başyapıtı olarak nitelendirilen Beş
Şehir adlı deneme türündeki eserinde ele alır. Ondan bambaşka bir kültür ve coğrafyada doğan Alberto
Manguel, Tanpınar’ın rehberliğinde bu beş şehri yeniden ziyaret ederek kendi perspektifini sunuyor.
VAR OLMA EĞİLİMİ
E. M. CIORAN
METİS YAYINCILIK
İSTANBUL, 2016
200 S.
Rumen filozof ve yazar Emil Cioran Var Olma Eğilimi’nde tabiatı gereği yakıcı, tahrip edici bir bilgi üzerine
eğiliyor: Hayatın bir gün sona ereceği, ölümün gerçekliği... Bu bilgiden yola çıkarak kaleme aldığı 11 bölümlük kitapta yazar, “olmak” ile “bilmek” arasında kalıyor. Ölüm gerçekliğini inkar etmeden var olma eğilimi,
yazgı ve “soluğu kesilmiş bir uygarlık” olarak Batı gibi kavramlar üzerinde duran Cioran, felsefi arayışında
edebi kaygıyı elden bırakmıyor. Orijinal dili Fransızca olan eser, Kenan Sarıalioğlu’nun çevirisiyle Türk okuyucuyla buluşuyor.
102
SELÇUKLU DEVLETİ’NİN KURULUŞU – YENİ BİR YORUM
A. C. S. PEACOCK
İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI
İSTANBUL, 2016
272 S.
İngiltere’deki St Andrews Üniversitesi’nde Ortaçağ İslam tarihi üzerine dersler veren tarihçi Dr. Andrew C. S.
Peacock, Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu – Yeni Bir Yorum’da Batı Avrasya bozkırlarında göçebe bir toplulukken
İslam dünyasının en büyük imparatorluklarından biri haline gelen Selçuklu Devleti’nin kuruluş yıllarını ele alıyor.
Selçuklular üzerine Batı dillerinde yayımlanmış nadir çalışmalardan biri olma özelliği taşıyan eser, Ortadoğu’da
yerleşik düzende yaşayan halkların istilalardan nasıl etkilendiği, bölgenin demografik yapısının nasıl kalıcı
olarak değiştiği gibi noktaları da ele alıyor. Peacock, daha önce pek başvurulmamış Gürcüce, Ermenice, Arapça
ve Farsça kaynaklardan da faydalanarak Selçuklu Devleti’nin kuruluşuna farklı bir açıdan bakıyor.
KAFKAS CEPHESİ’NİN I. DÜNYA SAVAŞI’NDAKİ LOJİSTİK DESTEĞİ
TUNCAY ÖĞÜN
DERGAH YAYINLARI
İSTANBUL, 2015
502 S.
I. Dünya Savaşı’nın cephelerinden biri olan Kafkas Cephesi, Tuncay Öğün’ün Kafkas Cephesi’nin I. Dünya
Savaşı’ndaki Lojistik Desteği başlıklı çalışmasında Osmanlı ordusunun düşmana değil, açlık ve sefalete
karşı verdiği mücadele bağlamında ele alınıyor. Kafkas Cephesi’ne gönderilen askerin iaşesinin nasıl
sağlandığı, halkın ordunun erzak ihtiyacını karşılamak için ne gibi fedakarlıklar yaptığı, hangi ağır yükümlülükler altına girdiği gibi konulara da yer veren eser, savaşın askerî, toplumsal ve ekonomik boyutlarını ortaya koyuyor.
CAN PAZARI
CURZIO MALAPARTE
CAN YAYINLARI
İSTANBUL, 2016
424 S.
Bir subay olarak görev yaptığı II. Dünya Savaşı’na yakından tanıklık eden Curzio Malaparte, Can Pazarı’nda
Eylül 1943’ten Mayıs 1944’e kadar İtalya’nın Napoli şehrinde yaşananlara odaklanıyor. Bir yanda eli kolu
bağlı şekilde tarihin trajik akışına seyirci kalan subay kimliği, diğer yanda gözlemlerini ve acımasız çıkarımlarını esirgemeyen yazar kimliği... Malaparte, Alman ordusu ile “kurtarıcı” konumundaki Amerikan ve
İngiliz ordularının arasında sürüklenen halkının yazgısını kaleme alıyor. Bir savaşın kazananı ile kaybedeni
arasındaki ince çizgiye vurgu yapan yazar, savaşın neden olduğu sefaletin her kesime yayıldığını çarpıcı
üslubuyla okuyucuya aktarıyor.
103
CAN-I YUNUS
CAN ATİLLA
PERA MÜZİK
New Age tarzındaki müziğin en önemli temsilcilerinden kabul edilen Can Atilla, bu kez rotasını Türk tasavvuf dünyasına çeviriyor. Atilla, Yunus Emre’nin şiirlerini bestelemek yerine
onun üzerine yapılan çalışmalardan, özellikle de Nezihe Araz’ın Dertli Dolap isimli romanından
ilham aldığını ifade ediyor. Sanatçı, 13 parçadan meydana gelen “Can-ı Yunus” albümünü Yunus Emre’yi tanımak isteyenlere kılavuz niteliği taşıyacak soyut bir müzikal biyografi olarak
tanımlıyor.
BACH: ITALIAN CONCERTO, CHROMATIC FANTASY AND FUGUE
ALFRED BRENDEL
PHILIPS
Haydn, Beethoven, Mozart ve Schubert gibi isimleri en iyi yorumlayanlardan biri olarak kabul
edilen Avusturyalı piyanist Alfred Brendel, piyanosunda bu kez Klasik Batı Müziği’nde Barok dönemin en önemli temsilcilerinden Johann Sebastian Bach’ın bestelerine hayat veriyor. Bach’ın
“Italian Concerto” ve “Chromatic Fantasy and Fugue” adlı bestelerinden oluşan albüm, klasik
müzik tutkunlarının arşivlerinin vazgeçilmez bir parçası olmaya aday.
YOU AND I
JEFF BUCKLEY
SONY MUSIC
Rolling Stone dergisi tarafından tüm zamanların en iyi şarkıcılarından biri olarak nitelendirilen
ve 1997 yılında Mississippi Nehri’nde boğularak hayata veda eden Jeff Buckley, daha önce hiçbir
yerde duyulmamış şarkılarıyla ölümünün ardından bir kez daha hayranlarıyla buluşuyor. Ünlü
sanatçıların unutulmaz şarkılarına yaptığı coverlarla da ön plana çıkan Buckley’in “You and I”
adlı albümünde Bob Dylan’ın “Just Like a Woman” parçasının yeniden yorumlanmış versiyonu
da yer alıyor. 10 şarkıdan meydana gelen albüm, hem plak hem CD formatında dinleyicilerin
beğenisine sunuluyor.
104
KOR
YÖNETMEN: ZEKİ DEMİRKUBUZ
SENARYO: ZEKİ DEMİRKUBUZ
OYUNCULAR: ASLIHAN GÜRBÜZ, TANER BİRSEL, CANER CİNDORUK,
DOLUNAY SOYSERT
YAPIM: 2016, TÜRKİYE-ALMANYA
TÜR: DRAM
Eşi Cemal Romanya’ya kaçak işçi olarak gittikten sonra Emine evde dikiş dikerek hayatını
kazanır. Son çalışmasını göstermek için kapısını çaldığı bir giyim atölyesinde eski patronu
Ziya’ya rastlar. Emine’nin eşinin işsizlik ve depresyonun ardından Romanya’ya gittiğini, daha
sonra orada tutuklandığını, üç yaşındaki oğullarının da ameliyat olması gerektiğini öğrenen
Ziya, genç kadına yardım eli uzatır. Emine’ye yeni bir iş bulan ve çocuğunun tedavi masraflarını karşılayan Ziya’nın cömertliğinin ardındaki asıl niyeti kısa bir süre sonra ortaya çıkacak;
Emine, Cemal ve Ziya arasında yakıcı bir aşk üçgeni oluşacaktır.
2015 yılında “Bulantı” ile seyirciyle buluşan usta yönetmen Zeki Demirkubuz, 17 yıl önce proje
olarak geliştirdiği, çekimlerine 2006 yılında başladığı fakat ara verdiği “Kor” ile bir kez daha
yönetmen koltuğuna oturuyor.
ÖLÜM EMRİ EYE IN THE SKY
YÖNETMEN: GAVIN HOOD
SENARYO: GUY HIBBERT
OYUNCULAR: HELEN MIRREN, ALAN RICKMAN, AARON PAUL
YAPIM: 2016, İNGİLTERE
TÜR: GERİLİM, SAVAŞ, DRAM
İngiliz Albay Katherine Powell, Kenya’daki teröristleri ele geçirmek için yürütülen gizli bir drone
operasyonunun başındadır. Uzaktan ve olay yerinde yapılan incelemeler sonucunda teröristlerin bir canlı bomba saldırısı planladıkları ortaya çıkınca Powell’ın yönettiği operasyon bir anda
teröristleri “yakalama”dan “öldürme”ye dönüşür. Amerikalı pilot Steve Watts bölgeye müdahale edeceği sırada hedef noktada dokuz yaşında küçük bir kızın olduğunu fark eder. Bu kız
çocuğu, Amerikan ve İngiliz hükümetlerinin en üst düzey yetkililerinin karıştığı, modern savaşın
ahlaki ve siyasi sonuçlarına dair uluslararası bir tartışmayı körükleyecektir.
105
Ali Özcan
@chpaliozcan
CHP İstanbul Milletvekili ve Parti Meclisi Üyesi
Sosyal medyayı aktif biçimde kullanan siyasetçilerimiz arasında
yer alıyorsunuz. Sosyal paylaşım sitelerini ne zamandır ve gün
içinde hangi sıklıkta kullanıyorsunuz?
Birkaç yıldır sosyal medyayı etkin bir biçimde kullanmaya gayret
gösteriyorum. Çok yoğun da olsam vakit ayırmaya çalışıyorum.
Gün içinde en az bir kere sosyal paylaşım sitelerine göz gezdiriyorum. Gelen özel mesajları mutlaka okuyor ve cevap veriyorum.
Sizce siyasetçilerin sosyal paylaşım sitelerini etkin ve doğru bir
şekilde kullanması ne bakımdan önemli?
Normalde çok önemli olmayabilirdi. Ama Türkiye’de yaşıyoruz.
Gündemin olağanüstü bir hızla aktığı ve değiştiği bir ülkedeyiz. Bu
sebeple sosyal paylaşım siteleri zaman zaman en hızlı, en etkin
ve en özgür bilgi ve haber paylaşma olanağı sunuyor. Ben sokak
siyasetçisiyim. Vatandaşla iç içeyim. Daima halkın arasındayım.
Bu şekilde 40 yıldır siyaset yapıyorum. Eskiden bırakın sosyal
medyayı, normal medya olanaklarımız bile çok sınırlıydı. Medya,
gazete ve dergilerden ibaretti. Sonra televizyon kanalları açıldı.
Etkileri ve sayıları arttı. Siyasetçiler televizyonlarda yer almaya,
fikirlerini halka daha geniş olanaklarla aktarmaya başladı. Ancak
ne yazık ki son yıllarda o kanal da tıkanmış görünüyor. Bu durum
bizi sosyal medyayı etkin bir biçimde kullanmaya mecbur bırakıyor.
Sosyal medyanın gündemi doğru takip etme açısından yararlı
olduğunu düşünüyor musunuz?
Bu durum nereden baktığınıza göre değişir. Sosyal medyanın
herkesin özgürce yorum ve bilgi paylaşabildiği bir mecra olması
çok güzel. Ama bazen hatalı bilgiler de olabiliyor. Gündemi sadece
sosyal medyadan değil, farklı kanallardan da takip etmek ve doğru bilgiye bu şekilde ulaşmak gerekiyor. Ama şöyle bir şey var ki
sosyal medyayı vazgeçilmez kılıyor; belli nedenlerle sansüre yahut
106
medyanın otosansürüne uğrayan bazı konular sosyal paylaşım
ağları ile hızla yayılabiliyor. Ya da merkez medyanın atladığı veya
yer vermediği bazı çok önemli konularda haber alma ihtiyacımızı
sosyal paylaşım ortamının sağladığını söyleyebiliriz. Vatandaşın
haber alma hakkının daima sağlanması gerekir. Ülkenin herhangi
bir yerindeki bir olay medyada yer almasa bile sosyal paylaşımla
tüm yurda yayılabilir. Bir yerde vatandaş da artık sosyal ağların
muhabirliğini üstlenmiş gibi oldu. Üstelik bunu gönüllü ve karşılık
beklemeksizin yapıyor.
Sosyal paylaşım ortamında ilginç anılarınız oldu mu?
Özellikle seçim döneminde sıkça “Bu paylaşımları ve mesajları kim
yazıyor?” gibi sorularla karşılaştım. “Ben yazıyorum” dediğimde
şaşıranlar oluyordu. Bir soru sormak isteyip de çekinenler oluyor.
Buna gerek yok. Devletimiz halkımızı korkutmuş. Halbuki demokrasi devletlerin halktan çekindiği sistemin adıdır. Dolayısıyla
katılımcılığın en aktif icra edilmesi için sosyal paylaşım siteleri iyi
bir fırsat. Bir vatandaşımız çok çekinerek bir soru sormuştu, ertesi
güne Meclis makamımda randevu verdiğimde çok mutlu oldu.
Çayımızı içtik, sohbetimizi yaptık. Bence siyasetçi sosyal paylaşım
mecralarını böyle kullanmalıdır.
SOSYAL MEDYA
GÜNLÜKLERİ
Erdal Ataş @erdalatasdhf
Abdulhamit Gül @abdulhamitgul
New York 1857’den bugüne, selam olsun
emekçi kadınların geleceği kazanma
bilincine. Yaşasın 8 Mart Dünya Emekçi
Kadınlar Günü!
Terör bir insanlık suçudur. Dini, milliyeti
ne olursa olsun, kime yönelirse yönelsin
şiddetle lanetliyoruz.
Melike Basmacı @MelikeBasmac
Ahmet Selim Yurdakul @ahmet__yurdakul
Volkan Bozkır @volkan_bozkir
Bugün günaydın, genç enerjisiyle...
Günaydın...
Gece saat 01:30. Baki Ş. vekilimizle Kişisel
Verilerin Korunması Kanunu’ndaki konuşmalarımızın kontrollerini yapıyoruz.
Finlandiya’nın başkenti Helsinki’ye 23-24
Mart 2016 tarihlerinde gerçekleştirdiğim
resmî ziyaretten kareler...
Selçuk Özdağ @selcukozdag
Lütfiye İlksen Ceritoğlu Kurt
@ilksen_kurt19
Murat Emir @muratemirchp
Bugün Gölmarmara ilçemizde sıkılmadık
el, sorulmadık hatır bırakmadık. Hayırlı,
bol kazançlar olsun inşallah.
Güney Afrika-Zambiya’da Parlamenterler
Birliği kadın üyesi olarak Türkiye’yi temsilen bulunmaktayım.
Gönüldeki sevginin söze de göze de rehberlik ettiğini anlatan/yaşatan büyük
ozanımız #AşıkVeysel saygıyla anıyorum.
107
SOSYAL MEDYA
GÜNLÜKLERİ
Tahsin Tarhan @tahsintarhan
Meral Danış Beştaş @meraldanis
Sanayiciye verilecek her türlü destek,
üretime, ekonomiye verilmiş destektir.
“Seçimlerin umutlarını yansıtsın,
korkularını değil.” Nelson Mandela
Prof. Dr. Edip Semih Yalçın
@E_SemihYalcin
Baki Şimşek @bakisimsekmhp
Garo Paylan @GaroPaylan
İstiklal Marşımızın kabulünün 95. yıldönümü kutlu olsun.
Brüksel’de AB Türkiye Raportörü @KatiPiri
ile görüştük.
Aytuğ Atıcı @aytugatici
Gamze Akkuş İlgezdi @gamzeilgezdi
Bülent Turan @turanbulent
Karaduvar mahallesindeyiz. Değerlerimize
sahip çıkacağız ama barış ve kardeşlikten
asla ayrılmayacağız.
Halkın bütçesi için mücadelemiz 9 Mart’a
kadar sürecek. Bu yoğun maratonda kızım
Turnam’ı annesiz bırakmak olmazdı.
Yoğun programlarımız arasında en güzeli,
en içteni habersiz gittiğimiz köy ziyaretlerimiz :) #Çanakkale
İnançla bir ve beraber olmanın başarısıdır
Çanakkale... Aziz şehitlerimizi rahmet,
minnet ve saygıyla anıyoruz.
108
TÜRK
PARLAMENTERLER
BIRLIĞI’NDEN
- ÜYE AIDATLARIMIZ 17. OLAĞAN GENEL KURUL KARARIYLA 2016 YILINDA YILLIK 120 TL’DIR.
- BANKALAR TARAFINDAN MÜŞTERILERINE ULUSLARARASI BANKA HESAP NUMARASI (IBAN) VERILMEKTEDIR. ÜYELERIMIZIN AIDATLARINI YATIRIRKEN PROBLEM YAŞAMAMALARI IÇIN BIRLIĞIN IBAN NUMARASI AŞAĞIDA BELIRTILMIŞTIR.
- BILINDIĞI GIBI 2002’DE YILLIK 30 TL OLAN ÜYE AIDATLARI 2004 YILINDAN ITIBAREN 60 TL VE 2013 YILINDAN BERI
120 TL’DIR. GERIYE DOĞRU AIDAT BORÇLARININ BUNA GÖRE HESAPLANMASI VE TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI ZIRAAT BANKASI TBMM ŞUBESI IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001 HESAP NUMARASINA YATIRILMASI;
5253 SAYILI DERNEKLER KANUNU’NA GÖRE, ALINAN AIDATLARIN BELGESINE ÜYELERIN
TC KIMLIK NUMARALARININ YAZILMASI GEREKMEKTEDIR.
- ÜYELERIMIZIN TC KIMLIK NUMARALARINI MEKTUP VEYA TELEFONLA BIRLIĞE BILDIRMELERI RICA OLUNUR.
TPB HABER PORTALI www.tpb.org.tr
FAX HATTI: 0312 420 66 24
SAYIN ÜYELERIMIZ HER KONUDA BIZE ULAŞABILIRSINIZ.
TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI ANKARA KONUKEVI:
ANKARA HOTEL PİNO
BAYRAKTAR MAHALLESI VEDAT DALOKAY CADDESI
BAYRAKLI SOKAK NO: 35 GOP/ANKARA
TEL: 0312 446 36 86
TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI
TBMM Yeni Halkla İlişkiler Binası Zemin Kat No: 49-50 Bakanlıklar/ANKARA Tel: 0312 420 66 21 Fax: 0312 420 66 24
Türk Parlamenterler Birliği Ziraat Bankası TBMM Şubesi IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001
109
UNUTMAYACAĞIZ
Abdülgani Demirkol
Cumhuriyet Senatosu Şanlıurfa Üyesi Abdülgani Demirkol 1935 Şanlıurfa doğumludur. İstanbul Üniversitesi Hukuk
Fakültesi’nde eğitim gören Demirkol, serbest avukat olarak çalıştı.
Abdülgani Demirkol için 27 Mart 2016 tarihinde TBMM’de tören düzenlendi. Demirkol’un cenazesi Ankara Gölbaşı Merkez
Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi.
Halis Soylu
17. Dönem Kars Milletvekili Halis Soylu 1929 Ardahan doğumludur. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde eğitim gören Soylu,
aynı üniversitenin çeşitli departmanlarında asistanlık görevini yürüttü. Ardahan Sağlık Merkezi’nde tabiplik ve Ardahan Devlet
Hastanesi’nde operatörlük yapan Soylu, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Genel Şirürji Uzmanlığı ile İstanbul Merkez
Hükümet Tabipliği görevlerinde bulundu.
Cumhuriyet Senatosu Kars Üyeliği de yapan Halis Soylu’nun cenazesi 27 Mart 2016 tarihinde İstanbul Bakırköy Florya E-5
Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi.
Osman Yumakoğulları
20. ve 21. Dönem İstanbul Milletvekili Osman Yumakoğulları 1947 Yaka doğumludur. İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde
eğitim gören Yumakoğulları, İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü Talebe Derneği Başkanlığı, Millî Türk Talebe Birliği Merkez İcra
Konseyi Başkanlığı ve Genel Sekreterliği, Antalya Yüksek Tahsil Talebe Cemiyeti Başkanlığı, Beyoğlu Merkez Vaizliği, Bursa
Vakıflar Bölge Müdürlüğü Şefliği ve Müdürlüğü, Bölge Müdür Muavinliği ve Bölge Müdürlüğü, Bursa İlim Yayma Cemiyeti ve
Osman Gazi İlim Kültür Vakfı Başkanlığı, Bursa Marmara Gazetesi Genel Yayın Yönetmenliği, Avrupa Millî Görüş Teşkilatları
Genel Başkanlığı, Millî Gazete Avrupa Bölümü Genel Müdürlüğü görevlerinde bulundu.
Osman Yumakoğulları’nın cenazesi 22 Mart 2016 tarihinde İstanbul Fatih Camii’nde ikindi namazını müteakip kılınan cenaze
namazının ardından toprağa verildi.
110
Süleyman Sabri Öznal
16. Dönem Edirne Milletvekili Süleyman Sabri Öznal 1935 Keşan doğumludur. İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi’nde
eğitim gören Öznal, TC Karayolları Van Bölgesi Mühendisliği, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü Edirne Teşkilatı Sulama ve Barajlar
Mühendisliği, Devlet Su İşleri Trabzon, Rize ve Gümüşhane Başmühendisliği görevlerinde bulundu.
Süleyman Sabri Öznal’ın cenazesi 10 Mart 2016 tarihinde Edirne Keşan Çamlıca beldesinde toğrağa verildi.
Kaya Opan
18. Dönem Sivas Milletvekili Kaya Opan 1936 Sivas doğumludur. Hacettepe Meslek Yüksekokulu İnşaat Bölümü’nde eğitim gören
Opan, Kayseri ve Sivas Bayındırlık Müdürlüğü Yol İşleri Şefliği, İmar ve İskân Bakanlığı Afetler 8. Bölge Müdür Muavinliği, Sivas,
Erzincan ve Bursa İl İmar Müdürlüğü görevlerinde bulundu.
Kaya Opan’ın cenazesi 3 Mart 2016 tarihinde İzmir Gaziemir Meydan Camii’nde ikindi namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi.
Orhan Üretmen
15. Dönem Balıkesir Milletvekili Orhan Üretmen 1934 Edincik doğumludur. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Jeoloji Jeofizik
Bölümü’nde eğitim gören Üretmen, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü Yeraltı Suları Dairesi ile 1. Bölge ve 12. Bölge Müdürlüklerinde çalıştı.
Orhan Üretmen’in cenazesi 3 Mart 2016 tarihinde Balıkesir Edincik Camii’nde ikindi namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi.
MART AYINDA ARAMIZDAN AYRILAN ARKADAŞLARIMIZ IÇIN CENAB-I ALLAH’TAN
RAHMET DILIYOR, KEDERLI AILELERI IÇIN KALPTEN DUYGULARLA SABR-I CEMÎL NIYAZ EDIYORUZ.
111
TÜRK
PARLAMENTERLER
BIRLIĞI
SAĞLIK PROTOKOLÜ IMZALANAN HASTANELERDEKI TBMM HATTI
GAZI ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: .............................................................................................................................................0312 202 44 91
HACETTEPE ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ............................................................................................................................0312 305 32 62-63
ANKARA ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ....................................................................................................................................0312 508 30 03
EGE ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ................................................................................................................................................0232 390 41 06
AKDENIZ ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ...................................................................................................................................0242 249 65 91
GAZIANTEP ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ............................................................................................................................0342 360 95 05
MEDIPOL ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ..................................................................................................................................0212 534 86 86,
0212 631 20 50/4029,
0212 440 10 00/1212
İSTANBUL ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: .................................................................................................................................0212 414 22 27
İSTANBUL ÜNIVERSITESI CERRAHPAŞA TIP FAKÜLTESI HASTANESI:...............................................................................................0212 414 34 54
KONYA SELÇUK ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ....................................................................................................................0332 224 49 70
KARADENIZ TEKNIK ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI:..........................................................................................................0462 377 54 22
KONYA NECMETTIN ERBAKAN ÜNIVERSITESI MERAM TIP FAKÜLTESI HASTANESI:.............................................................................0332 223 79 79
YILDIRIM BEYAZIT ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ..............................................................................................................0312 291 27 01
AFYON KOCATEPE ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ............................................................................................................0272 246 33 36
İSTANBUL BEZMIALEM ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI:...................................................................................................0212 453 18 58
MARMARA ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI (PENDIK DEVLET HASTANESI):...................................................................................0216 625 47 16
YÜZÜNCÜ YIL ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: .......................................................................................................................0432 216 05 16
BIRUNI ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI........................................................................................................................................... 0212 411 39 00
SAĞLIK HATTI: SAĞLIK UYGULAMALARI, HASTANELER VE ANLAŞMALI ECZANELERE ILIŞKIN HER TÜRLÜ
BILGI IÇIN 0312 420 0 112 VE 0312 420 72 24 NUMARALI TELEFONU ARAYABILIRSINIZ.
TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI
TBMM Yeni Halkla İlişkiler Binası Zemin Kat No: 49-50 Bakanlıklar/ANKARA Tel: 0312 420 66 21 Fax: 0312 420 66 24
Türk Parlamenterler Birliği Ziraat Bankası TBMM Şubesi IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001
Download