İ S L A M Î F İ K İ R L E R E D A Y A L I A Y L I K S İ Y A S Î D E R G İ CEMAZİYELAHİR•1434•MAYIS•2013•Sayı104•¨5 S u sk un lu ğ un k ı r ı l m a nok tası . . . SURİYE’DE TARİH TEKERRÜR EDİYOR! ENGİN UYGUN TC DEVLETİ’NİN HİZB-UT TAHRİR’E UYGULADIĞI İKİYÜZLÜ POLİTİKALAR MURAT SAVAŞ AKİL İNSANLAR HEYETİ’NİN MİSYONU HALUK ÖZDOĞAN TAKDİM TEK ÇÖZÜM TEK YOL: İSLÂM KöklüDeğişim suskunluğun mayıs’13 kırılma noktası… Türkiye ve dünyada yaşanan gelişmeler ara vermeksizin birbirini takip ediyor. Bölgemizde ve coğrafyamızda çözüm süreci adı altında koparılan kuru gürültülerden tutun da hemen yanı başımızda Suriye’de canlı canlı yaşanmaya devam eden savaş ve katliamlara kadar yoğun bir gündem ile altında kalmış durumdayız. Bu yoğun gündemin içerisinde Türkiye’de 28 Şubat sürecinin aslında AKP Hükümeti eliyle devam ettirildiğini gösteren 5 Hizb-ut Tahrir’li Müslüman kardeşimizin tutuklanması bir takım yazılı-görsel medyada yer bulsada genel olarak atlandı. Halbuki bu gelişme, birileri görmek istemese de, artık herşeyin değiştiğini iddia etse de, muktedir olanların yanında saf tutma aşkı ile kör olsa da göstermektedir ki, hiç bir suçları olmamasına rağmen, hiçbir terör eylemine karışmamış Müslümanlar bu ülkede haksız yere göz altına alınıp cezaevlerine gönderiliyorlar ve hukuk dışı uygulamalara tabi tutuluyorlar. İşte tüm bu seslerin, renklerin, fikirlerin birbirine karıştığı bir zamanda KöklüDeğişim Tek Çözüm Tek Yol: İslam şiarıyla hakkın ve haklının yanında olmaya devam ediyor. Murat Savaş, Müslümanlara yapılan haksızlık ve zulümden hareketle TC Devleti’nin Hizb-ut Tahrir’e uyguladığı iki yüzlü politikaları deşifre etti. Haluk Ö� zdoğan, bu toplumun içinden çıkmış gibi görünseler de halktan kopmuş, yabancılaşmış, halkın İ�slami inancıyla çelişen demokratik değerlerin çözüm adı altında topluma pazarlanma görevini ifa eden ‘akil insanlar’ heyetinin misyonu yazdı. İbrahim Er, beklentilere cevap veremediği gibi, büyük hayal kırıklıklarının yaşanmasına da neden olan IV. Yargı Paketi’ni Türkiye’de ki yargı gerçeği perspektifinden değerlendirdi. Osman Yıldız, aslı demokrasi/eşit yurttaş adı altında Müslüman Kürtleri sisteme entegre etme projesi olan Çözüm Süreci’ni kaleme aldı. Engin Uygun, Suriye’de 3. yılında olmasına rağmen destansı bir direniş gösteren Müslüman Suriye halkının direnişinin sahabe ve onların yolunu takip edenlere ne kadar benzediğini Suriye’de Tarih Tekerrür Ediyor! başlığıyla değerlendirdi. KöklüDeğişim bu sayısında da fikir, tefekkür ve okuyucudan gelen bölümleriyle İ�slami Ü� mmetin nabzını tutup Tek Çözüm Tek Yol: İ�slam diyerek gerçek gündemini haykırmaya devam ediyor. KöklüDeğişim Suskunluğun Kırılma Noktası 1 mayıs’13 04 TC Devleti’nin Hizb-ut Tahrir’e Uyguladığı İkiyüzlü Politikalar Murat SAVAŞ 11 Suriye’de Tarih Tekerrür Ediyor! Engin UYGUN 20 Akil İnsanlar Heyeti’nin Misyonu Haluk ÖZDOĞAN 23 32 İbrahim ER Öteki İle Birlikte Yaşama Ve Çözüm Süreci Osman YILDIZ gündem 29 Türkiye’de Yargı, IV. Yargı Paketi Ve Sonuçları Âkil Tutulması Emrah AKAY Kuruluş: 2004 İslâmî Fikirlere Dayalı Aylık Siyâsî Dergi CemaziyelAhir 1434 Mayıs 2013 Sayı 104 Yerel-Süreli ISSN 1304 - 8274 Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Süleyman UĞURLU Yönetim Merkezi Mithatpaşa Cad. 47/B Kızılay/ANKARA İletişim&Abonelik Tel: (+90) 0 312 229 77 91 Faks: (+90) 0 312 229 77 92 www.kokludegisim.net [email protected] Kapak&Grafik Tasarım: KöklüDeğişim İrtibat Büroları İstanbul (Avrupa Yakası): Mahmut KAR Kirmasti Mah. Kıztaşı Cad. 43/5 Fatih/İstanbul Tel: 0212 631 65 26 İstanbul (Anadolu Yakası): Genç Değişim Kitabevi Abdurrahmangazi Mah. Emir Cad. 3/B Sultanbeyli/İstanbul Tel: 0 216 561 87 72 Şanlıurfa: Hadarat Kitabevi Atatürk Cd. Karakoyun İş Mrk. mayıs’13 40 Hilafet Devleti’nin Uzay Siyaseti (1) 55 60 tefekkür Esra DEMİR fikir 51 Bekir KURTULUŞ Emperyalizm’in Sömürme Taktiği Ve İslam okuyucudan 47 gündem 37 Kapitalizm’in Ve İslam’ın İktisat Nizamına Bakışı Ve Milli Gelir Aldatmacası Erkan ALADAĞ Demokrasi Serüvenimiz Ve İki Sıcak Mesele Mustafa KÜÇÜK Ramazan El-Buti, Suriye Devrimi Ve Ulemalar Serdar YILMAZ 1453’ü Doğru Anlamak Murat ALTIN No:8/9 Merkez - Şanlıurfa Tel: 0 542 334 87 87 Diyarbakır: Ümmet Kitabevi Kooperatifler Mah. Akkoyunlu 3. Sk. 4/A Ofis/Diyarbakır Tel: 0 533 026 95 07 Van: Erkam Kitabevi Ordu Cad. Ulu Cami Karşısı Medine Pasajı P-37 Zemin Kat Merkez / VAN Tel: 0 538 087 35 78 Bursa: Tayfun Üstünkaya Kemalpaşa Mh. Atatürk Blv. Kaptan İşhanı Kat:4 No: 58 İnegöl / BURSA Tel: 0 541 795 38 38 Abonelik ve Hesap Numaları Yurtiçi: 6 Aylık: ₺30 Yıllık (12 Ay): ₺60 Yurtdışı 6 Aylık: €30 Yıllık: €60 Sesli Dergi / Online Okuma: ₺50 (Ahmet Sivren Adına) * PTT Posta Çeki Hesabı: 1911803 * Ziraat Bankası TL Hesabı: Başkent Şb. TR66000100 1683-47475782-5002 * Ziraat Bankası Euro Hesabı: Başkent Şb. TR93000100 168347475782-5001 TCZBTR2A Baskı: 01.05.2013 Rulo Ofset Matbaacılık•İskitler / Ankara Tel: 0 312 312 50 75 gündem TC DEVLETİ’NİN HİZB-UT TAHRİR’E UYGULADIĞI İKİYÜZLÜ POLİTİKALAR Murat SAVAŞ Her toplumda devlet o toplumun dinamiklerinden bir parça olup, toplumdan ayrı bir yapılanma değildir. Devlet, toplumun temel dinamiği olan fikir ve duyguların bir neticesi/yansıması olarak toplumu tamamlayan son kolon konumundadır. Zira toplum, insanlar, fikirler, duygular ve nizamlardan oluşan bir kompozisyondur. Dolayısıyla her toplum fikirleriyle var olur ve alakalarını o fikirler çerçevesinde düzenler. Fakat hiçbir toplumda bütün insanlar icmai olarak aynı fikirler etrafında toplanmadığından, ya da cemai olarak birleşilen fikirlere tabi olmakla birlikte bazı kimseler alakalarını o fikirler çerçevesinin dışına çıkarak kuracağından, tek başına fikirler toplumu oluşturmaya yeterli olmayıp, yine cemai olarak ortak duyguların varlığı da bir kaçınılmazdır. Bu şekilde bir toplumda alakalardan doğan sorunlar toplumun temel dinamiği olan ortak fikirler çerçevesinde çözümlenir ve bu çö- 4 mayıs’13 zümler ya kişilerce ortak fikirlere olan bağlılıktan, ya da bu olmazsa ortak duyguların oluşturduğu –her ne kadar öcü gibi gösterilse de- baskıdan dolayı hayata geçirilir. Eğer bahsi geçen fikir ve duygular İ�slam toplumunu oluşturuyorsa bunun Türkçe karşılığı; insanlar ya Allah Subhanehu ve Teâlâ’tan korkarak ya da kuldan utanarak alakalarda fikirden kaynaklanan çözümlerin dışına çıkmaz. Bütün bunlara rağmen hem her toplumda “Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz”, fikir ve duyguların dizginleyemeyeceği fertlerinde bulunmasından dolayı, hem de fikirlerden kaynaklanan ihtilafların olması muhtemel olduğundan dolayı, hem bu ihtilafları ortadan kaldıracak hem de fikir ve duygulara boyun eğmeyen fertleri kanun gücüyle boyun eğdirecek nizamın (devletin) varlığı da kaçınılmazdır. Dolayısıyla insanlarla birlikte bu üç (fikir, duygu ve nizam) dinamiğin olması toplumu tamamlamakta ve bu dört olgu olmadan bir toplumun varlığı mülahaza edilememektedir. Bu kısa açıklamalar çerçevesinde bakıldığında devlet; fikirleriyle insanların dâhili ve harici alakalarını güden, asileri fikirlere boyun büktüren ve o toplumu dünya siyasetinde temsil eden yaptırıcı ve caydırıcı gücü olan siyasi bir varlıktır. Cemai olarak insanların sahip olduğu fikirler üzerine kurulmuş olmasından dolayı, o fikirlerden taviz vermesi mümkün olmadığı gibi, dünya siyasetinde fikirler çerçevesinde kendi halkının maslahatını temin etmesi dışında başka bir toplumun ya da kişinin çıkarlarını amaçlaması da düşünülemez. Dolayısıyla devlet ve o devlette yönetici veya memur olarak görev alan herkesin toplumun hizmetkârı olması dışında bir fonksiyonu bulunamaz. Aksi takdirde, yani devletin cemai olarak kabul edilen fikirlerin dışında başka fikirlerle insanların işlerini güttüğünde, ya da kendi halkı dışında gündem başka bir mercie hizmetkâr olduğunda, kurulan bu dörtlü mekanizma (insan, fikir, duygu ve nizam) çürük olacak ve yıkılmaya mahkûm olacaktır. Bir toplumun sağlıklı bir şekilde varlığını devam ettirmesi ve dünya siyasetinde etkin bir güç oluşturması ancak toplumun dinamikleri olan fikir, duygu ve nizamların çoğunluk insanların iman ettiği akidenin cinsinden olduğu zaman mümkündür. Bu durumun neticesi şu Hadis-i Şerif ile ifade edilmiştir: “Size emîrlerinizin en hayırlıları kimlerdir, en şerirleri kimlerdir haber vereyim mi? Onların en hayırlıları sizlerin sevgisine mazhar olanlar, sizleri sevenlerdir; lehlerinde hayırla dua edersiniz, onlar da size hayır dua ederler. Ümerânızın şerirleri de sizin buğzettiklerinizdir, onlar da size buğzederler, siz onlara lânet edersiniz, onlar da size lânet ederler.” (Tirmizî�, 2265) Bugün “Arap Baharı” diye isimlendirilen Tunus, Mısır, Libya, Yemen ve Suriye’de gerçekleşen kıyamlar bu iddiamızın açık göstergesi olup, Türkiye, Pakistan, Ö� zbekistan ve diğer İ�slam coğrafyasında Osmanlı Hilafet Devleti enkazı üzerine kurulmuş bütün devletler bundan nasibini alacaktır. Zira bu devletlerin hepsi İ�slam toprakları üzerinde kurulmuş küfür fikirlerini Müslümanlar üzerine tatbik eden ve halkının çıkarları dışında ABD, İ�ngiltere ve Fransa gibi Batı devletlerinin çıkarlarını gözeten karton devletlerdir. Bu devletler yukarıda da açıklamaya çalıştığım fikir, duygu ve nizamları gayet tabii olarak Müslümanlar’ın iman ettiği akidenin cinsinden olması için çalışanları baskı altına almakta ve onları sindirmek için her türlü üslubu denemektedirler. Başka bir ifadeyle inandığımız gibi yaşamamız için mücadele eden, dörtlü mekanizmayı sağlıklı bir şekilde kurarak İ�slam Ü� mmeti’nin kalkınmasını hedefleyen ve Müslümanlar’ın maslahatı için çalışan kişileri ve hareketleri terörist ilan edip onlara karşı acımasız bir savaş açmaktadırlar. Burada belki “Devletin kendi bekası için tehdit olarak gördüğü unsurlara bunu yapmasından daha tabii ne olabilir?” denilebilir. Fakat bu denklem ancak insanlar, fikirler, duygular ve nizamların aynı cinsten olduğu toplumlarda geçerlidir. Burada doğal ve tabii olan Müslüman halka rağmen kurulmuş laik (dinsiz) devletlerin yerine İ�slam’dan kaynaklanan yönetim sistemi olan Hilafet Devleti’ni kurmaya çalışmaktır. Bu genel ve üzerinde herkesin düşünmesi gereken bilgiler çerçevesinde başlıktan da anlaşılacağı üzere bu makaleyi TC Devleti’nin İ�slam Hilafet Devleti’ni kurmak için çalışan Hizb-ut Tahrir ve onun gençlerine yönelik yaptığı zulümleri ve bu konudaki ikiyüzlülüğünü ifşa etmek kastıyla kaleme alıyoruz. Ayrıca bu konuya girmeden önce bu kadar mukaddime yazmamızın sebebi bazı hakikatlerin anlaşılması ve Müslümanlar’ın neticeyi şimdiden görebilmesi için geleceğe bir ışık tutmaktan başka bir şey değildir. Nitekim er ya da geç Müslümanlar iman ettikleri İ�slam’ın yönetim sistemi olan Hilafet ve arkasında korunup savaşacakları bir kalkan olan Halifelerine kavuşacaklardır. 9 Nisan Salı günü sabahın erken saatlerinde Erzurum’da TEM şube ekipleri Hizb-ut Tahrir üyesi olduğu iddia edilen Hacı KAYA, Ferhat İ�NCEKAN, Rıfat ESEN, İ�smail KAYA, Erdem AYDIN, Cengiz KARAKUŞ, Mehmet Hanifi ERGİ�N, Murat GENÇ ve Â� dem ve Ferhat isimli iki kişinin de aralarında bulunduğu toplamda on kişiyi gözaltına aldı. Dört gün süren gözaltılar sonrasında şahıslar savcılıkça tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk edildiler. Sanıkların nasıl ifade verdiklerini bilmiyorum ancak Hizb-ut Tahrir üyesi oldukları ispatlı olmuş olsa bile mahkeme elinde bulunan örgütün cebir ve şiddet eylemine başvurmadığını gösteren Emniyet bilgi notuna rağmen Cengiz KARAKUŞ, Mehmet Hanifi ERGİ�N ve Murat GENÇ’in tutuklanmasına, diğer şahısların tutuksuz olarak yargılanmak üzere serbest bırakılmasına karar verdi. Fakat daha sonra savcının 2 kişinin serbest bırakılmasına yaptığı itirazı değerlendiren mahkeme heyetinin Rıfat ESEN ve Ferhat İ�NCEKAN 5 mayıs’13 gündem hakkında tutuklama kararı çıkarmasının ardından Esen ve İ�ncekan tutuklanarak cezaevine götürüldü. Böylece Erzurum’da tutuklanan Müslümanların sayısı 5’e yükselmiş oldu. Aynı hafta içerisinde hakkında Hizb-ut Tarir’e üye olmaktan mahkûmiyet kararı bulunan dosyayı Yargıtay’ın onaması sonucu Ankara’da ikamet eden Yakup TOSUN TEM şube ekiplerince gözaltına alınıp cezaevine gönderildi. Daha öncede Hizb-ut Tahrir üyesi olduğu gerekçesiyle İ�stanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi 19 sanık hakkında toplam 119 yıl, Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi 5 kişi hakkında 42,5 yıl ve yine Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi dört kişi hakkında toplam 30 yıl mahkûmiyet kararı vermişti. Şüphesiz ki Hizb-ut Tahrir Türkiye’de 60’lı yılların başından beri faaliyet göstermekte olup TC’den gördüğü zulümler yeni değildir. Faaliyetinin başladığı günlerle beraber üye ve sempatizanlarına yapılan zulümlerde başlamış ve halen de devam etmektedir. Fakat harekete karşı zulüm ve hukuksuzlukta 2003 yılı itibariyle büyük bir artış yaşanmıştır. 2003 yılından itibaren nerdeyse her yıl bu muhlis Müslümanlar şafak baskınları, gözaltılar ve tutuklama yoluyla sindirilmeye çalışılıyor. Daha önce defaten yazdığımız bir konu ve ilgilenenlerin bildiği bir mesele olduğundan kısaca bu hareketi anlatmakla 6 mayıs’13 iktifa edeceğim. Ellili yılların başında mütefekkir şeyh ve özellikle son asırlarda ulema arasında ender rastlanan mutlak müçtehit Takıyyuddin en Nebhani Rahmetullahi Aleyh tarafından Filistin’de kurulan bu parti, İ�slami hayatı başlatmak için İ�slam Hilafet Devleti kurmaya çalışmakta ve 50 küsür ülkede faaliyeti bulunmaktadır. Hilafet Devleti’ni kurmak için maddi çalışmaların ve dolayısıyla cebir ve şiddet kullanmanın İ�slam’ın metodundan olmadığını savunmakla birlikte, Rasul Muhammed SallAllahu Aleyhi Ve Sellem’in Mekke’de başlayıp Medine’de ilk İ�slam Devleti’ni kuruncaya kadar izlediği 13 yıl süren ve 3 aşamalı fikri ve siyasi mücadelesini kendisine metod olarak almakta ve faaliyetlerini bu çalışmalarla sınırlandırmaktadır. Nitekim faaliyet yürüttüğü 50 küsür ülkede, 60 küsür yıldır hiçbir şiddet eylemine karışmamıştır. Bununla birlikte birçok ülkede tanınan siyasi bir parti olarak çalışmalarını sürdürmektedir. Bütün bu söylediklerimiz Hizb-ut Tahrir’in neşriyatlarında yazılı olduğu gibi Türkiye’de dâhil hiçbir ülkede ona şiddet nispet edilmemiştir. Ö� zellikle mahkemeler örgüt hakkında bilgi istediğinde Emniyet Genel Müdürlüğü “örgütün hiçbir şiddet eylemine karıştığı görülmemiştir” şeklinde bilgi notunu mahkemelere göndermiştir. Fakat 2007 yılında Yargıtay 9. Ceza Dairesi; “terör örgütü olmaktan cezalandırılan örgüt üyele- rinin dosyasını Cumhuriyet Savcısı yasalara aykırı bulduğundan” temyiz başvurusunu değerlendirdikten sonra; örgütün “Raşid-i Hilafet Devleti’ni kurduktan sonra Hristiyan devletlere karşı cihad başlatacağı” amaç edinildiğini tespit ederek dosyayı onamış ve Hizb-ut Tahrir’i terör örgütü kapsamına almıştır. O günden sonra mahkemeler kararlarını Yargıtay’ın bu niyet okuyucu, işlenmemiş bir faaliyet hakkındaki içtihadi kararına dayandırmışlardır. Başbakan Erdoğan geçen ay katıldığı Kanal D’de yayınlanan “Başbakanla Ö� zel” programında, PKK militanlarının çıkışı sırasında güvenlik kuvvetlerinin müdahale etmemesinin suç olup olmayacağı konusunda “Silahsız bir şekilde sınırdan geçen insanların herhalde terörist olarak değerlendirilemeyeceğini” söyledi. Yani yıllardır silahlı mücadele eden, bu çerçevede kadın, çoluk-çocuk ve yaşlı demeden insanları öldüren militanlar silahı bıraktığı anda terörist olmaktan çıkıyor. O zaman nasıl oluyor da eline hiç silah almamış bu Müslümanlar terörist olarak yargılanıp binlerce yıl ceza alabiliyorlar. Nitekim son on yılda bu muhlis Müslümanlar’a toplamda 1621 yıl ceza verilmiş ve devam eden yargılamalarda 994 yıl ceza istemi bulunmaktadır. Bu ikiyüzlülük değil de nedir? Daha önce birçok yazarımız sormuştu, yine soruyoruz; Hizb-ut Tahrir neyi bırakırsa terör örgütü olmaktan çıkar? gündem Herhalde “fikirlerini” diyemezsiniz ancak lisan-ı haliniz bunu söylüyor. Zira Hizb-ut Tahrir’de fikirden başka hiçbir silah yoktur. O halde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün sık sık söylediği; “Artık ülkemizde her türlü fikir şiddeti içermediği takdirde rahatlıkla söylenebiliyor” sözü ne olacak? Bu sözün komünist esaslı kurulan hareketleri, misyonerlik faaliyeti yürütenleri ve maymundan geldiklerini söyleyenleri kapsayıp, İ�slami söylemleri kapsamaması ikiyüzlülük değil de nedir? Dün çocuk katili dediğiniz Ö� calan ile kardeşlik türküleri söylerken ve bir yandan “af söz konusu değil” diyerek dolaylı özel af getirirken diğer yandan Erzurum’da bu kardeşlerimize yaptığınız operasyon ve tutuklamalar hangi hukuka, hangi akla, hangi mizana sığar? Malumunuzdur daha önce Erdoğan birçok Avrupa ülkesini suçluları kendilerine teslim etmediğinden dolayı eleştiriyordu. Şimdi PKK militanlarını İ�skandinav ülkelerine ya da Irak, Suriye gibi komşu ülkelere elleriyle teslim etmek ikiyüzlülük değilde nedir? Buna karşılık Hizb-ut Tahrir gençlerine yapılan bu hukuksuzluk ve zulüm karşısında derin bir sessizliğe gömülmek nedir? Bütün bu soruların cevapları göstermektedir ki bu zulüm yargının tek başına işlediği bir cürüm değildir. Bilakis, bu konuda yasal düzenlemelerin kaynağı olmasından dolayı Zira Hizb-ut Tahrir’de fikirden başka hiçbir silah yoktur. O halde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün sık sık söylediği; “Artık ülkemizde her türlü fikir şiddeti içermediği takdirde rahatlıkla söylenebiliyor” sözü ne olacak? Bu sözün komünist esaslı kurulan hareketleri, misyonerlik faaliyeti yürütenleri ve maymundan geldiklerini söyleyenleri kapsayıp, İslami söylemleri kapsamaması ikiyüzlülük değil de nedir? TBMM’nin ve Mecliste çoğunluğa sahip olan Ak Parti iktidarının, her bir vatandaşından sorumlu olmasından dolayı yasama, yürütme ve yargısıyla halk adına halkı düşman gören bütün devletin ortak zulmüdür. Buradan bu muhlis Müslümanlar için yasal bir merhamet dilendiğimiz gibi bir şey anlaşılmasın, bilakis size söylenecek söz şöyle olmalıdır: ِ يد َون فَال ُ ُق ِل ْاد ُعوْا ُش َرَكاء ُك ْم ثَُّم ِك ِ ُت ِ نظ ُر ون “Deki: ‘Haydi çağırın o ortaklarınızı, sonra bana istediğiniz tuzağı kurun ve elinizden gelirse göz açtırmayın.” (Araf 195) َوالَ تَ ْح َسَب َّن اللّهَ َغ ِافالً َع َّما َي ْع َم ُل ِ الظَّ ِالمون ِإَّنما يؤ ِّخرهم ِليوٍم تَ ْش َخص ِف يه ُ َْ ُْ ُ َُ َ َ ُ ص ُار َ األ َْب “Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından gafil sanma! Ancak Allah, onları (cezalandırmayı) korkudan gözlerin dışına fırlayacağı bir güne erteliyor.” (İ�brahim 42) Fakat bu zulüm ve hukuksuzluklar karşısında medya ve STK’ların sessizliği bizlere dokunmaktadır. Ö� zellikle İ�slami medya ve STK olarak bilinen kuruluşların bu hukuksuzluklara sessiz kalması ne İ�slami değerlere ne de kuruluş amaçlarına uymadığı gibi, her türlü zulüm ve hukuksuzlukları, özellikle 28 Şubat zulümlerini her gün işlemeleri en hafif şekliyle bir çifte standardın olduğunu gösteriyor. Nitekim bu son operasyon ve daha önce Hizb-ut Tahrir üyelerinin aldı- 7 mayıs’13 gündem ğı cezaları Akit, Milli Gazete ve Doğru Haber gibi gazetelerin, bazı dergi ve haber portallarının dışında zulüm ve haksızlıkların takipçisi olduğunu iddia eden medya kuruluşları ve STK’lar 3. sayfadan dahi dile getirmediler. Yine bu durum da göstermektedir ki Hizb-ut Tahrir ve üyelerine yapılan hukuksuzluklar sadece yargıdan kaynaklanan bir zulüm değildir. Ak Parti iktidarına angaje olmuş medyanın sessizliği bunun bir devlet politikası olduğunu göstermektedir. 28 Şubat sürecinde ve öncesinde Müslümanlar düşman olarak görülürken, 28 Şubat’ın doğurduğu Ak Parti’nin iktidara gelmesiyle devletin düşman algısı değişmiş ve Müslümanlar’dan sadece devletin temel dinamiklerinin değişmesi gerektiğini savunanlar düşman görülmüştür. Zira İ�slami kılıfa bürünmüş Ak Parti iktidarı devletin tehdit algısından irticayı çıkarıp bunu sadece belirli Müslümanlar’a has kılmış, Ağır Ceza Mahkemelerini kaldırıp Hilafet Devleti kurmak isteyenlerinde yargılanacağı terör mahkemeleri kurmuştur. Devletin Müslümanlar’a getirdiği bu kısmi rahatlatma operasyonu sadece ibadet, yeme-içme ve giyinme gibi laikliğe de aykırı olmayan bir takım konuları kapsamına alıp Müslümanlar’ın ağzına bir parmak bal sürmekten başka bir şey değildir. Bu fotoğrafı okuyamayıp devletin tedricen İ�slamileştiğini düşünen akım- 8 mayıs’13 Devletin Müslümanlar’a getirdiği bu kısmi rahatlatma operasyonu sadece ibadet, yeme-içme ve giyinme gibi laikliğe de aykırı olmayan bir takım konuları kapsamına alıp Müslümanlar’ın ağzına bir parmak bal sürmekten başka bir şey değildir. Bu fotoğrafı okuyamayıp devletin tedricen İslamileştiğini düşünen akımların Suriye konusunda da bu yüzden devletin ihanetvari politikalarına sessiz kaldığı görülmektedir. ların Suriye konusunda da bu yüzden devletin ihanetvari politikalarına sessiz kaldığı görülmektedir. Yapılan bu haksız tutuklamalara ses çıkartmanın kendilerince bu hassas sürece çomak sokmak olacağını düşünmekteler. Zira onlara göre akıllı olmak lazım. Bir gün psikiyatri uzmanına iki kişi zorla bir hasta getirirler. Hasta “ben hasta değilim” diye direnmektedir. Doktor adamı sakinleştirdikten sonra hemen birinci seansa alır ve ne olduğunu sorar. Adam yatağında bir timsah olduğunu fakat akrabalarının kendisine inanmayıp kendisini doktora getirdiklerini söyler. Doktor yarım saatlik ilk seansın ardından adamı yatağında bir timsah olmadığına ikna ederek ikinci seans için bir hafta sonraya randevu verir. Fakat bir hafta geçtiği halde hastası gelmeyince telefon açtığında karşısına adamın akrabaları çıkar. Doktor hastasını sorunca akrabaları bir hafta önce timsah saldırısı sonucu adamın öldüğünü söylerler. Bu hukuksuzluğa göz yuman çevrelerin halini hikâyedeki akrabaların durumuna benzeterek birazda TC’nin uyguladığı bu hukuksuzluk ve çifte standardın arkasındaki sebepleri incelemeye geçmek istiyorum. Muhakkak ki bunun birtakım genel ve özel sebepleri bulunmaktadır. Genel sebepler çerçevesinde Türkiye’nin de ekseninde döndüğü bazı gündem Batılı devletlerin Müslümanlar’ın tekrar Hilafet çatısı altında birleşerek dünya üzerinde siyasi bir etkinlik oluşturmalarını, hakiki kalkınmayı gerçekleştirmelerini, Ortadoğu, Afrika ve birçok yerde Müslümanlar’ın Batı sömürüsünden kurtulmalarını sağlayacak olmasından dolayı Hizbut Tahrir’in projelerinin hayata geçmesinden korktuklarını söyleyebiliriz. Bu korku onları yerli müttefiklerine bu hareketi sindirmeleri için baskı yapmaya sevk etmektedir. Halkının çıkarlarından daha çok Batı’nın çıkarlarını benimseyen yöneticilerde isteyerek ya da istemeyerek kâfirlerin direktiflerine boyun bükmeleri sonucu bu hukuksuzluğu uygulayabiliyorlar. Bunun en iyi kanıtı çözüm sürecinde neredeyse PKK militanlarının terörist olmadıklarını söyleyecek kadar ileri gitmeleri, yasal olmasa da onlara fiili af vermeleri ve buna mukabil hiçbir şiddet eylemine karışmadığı halde sadece fikirlerinden dolayı muhlis Müslümanlar’ı tutuklamalarıdır. Hem Batı’ya boyun eğmenin bir sonucu olarak hem de kendi makam ve koltuklarını korumanın bir refleksi olarak Hizb-ut Tahrir’e hukuki, siyasi ve sosyal çerçevede negatif ayrımcılık yapılmaktadır. Ö� zellikle Hizb-ut Tahrir’in metot olarak benimsediği siyasi mücadele çerçevesinde yöneticilerin ihanetlerini, halkı üzerine yaptığı pazarlıkları ve başka komplolarını keşfedip insanlara ifşa etmesi, yöneticile- Bununla birlikte Hizb-ut Tahrir’in ortaya koyduğu Hilafet projesi giderek hayata geçme aşamasına geldiğinden ellerinden gelen her türlü engellemeyi yapmaktadırlar. Bu da sanırım Hilafet projesinin hayalî olduğunu söyleyenlere cevap olmaktadır ki devlet hayalcileri sever ve onları rahatsız etmez. ri kendi hukuklarını dahi çiğneyerek Hizb-ut Tahrir üyelerine kindarca zulüm yapmaya mecbur bırakmaktadır. Bununla birlikte Hizb-ut Tahrir’in ortaya koyduğu Hilafet projesi giderek hayata geçme aşamasına geldiğinden ellerinden gelen her türlü engellemeyi yapmaktadırlar. Bu da sanırım Hilafet projesinin hayalî� olduğunu söyleyenlere cevap olmaktadır ki devlet hayalcileri sever ve onları rahatsız etmez. Çünkü Hilafet görünen bir gerçek, Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın hak bir vaadi ve kapitalizmin bataklığa sürüklediği insanlığın yegâne ihtiyacıdır. Bütün bu genel sebeplerin yanında Hizb-ut Tahrir’e yapılan her operasyonun zamanlaması ve ölçüsü birtakım özel sebepler çerçevesinde olmaktadır. Buradan hareketle Erzurum’da yapılan son operasyonun özel sebebinin Suriye konusu olduğunu görebiliyorum. Zira Suriye’de başlayan İ�slami devrimi çalmak isteyen küresel güçlerin kirli planlarını hayata geçirmede en çok Türkiye’yi kullanmaktalar ve Türkiye’nin bu kirli oyunlara alet olduğunu en çok Hizb-ut Tahrir ifşa etmektedir. Nitekim bununla ilgili tutuklanan bu Müslümanlar Erzurum’da geçen yıl büyük bir konferans gerçekleştirdiler. Halen bu konuda Hizb-ut Tahrir’in Türkiye çapında korkmadan, yılmadan faaliyetler yürüttüğü bilinmektedir. Ayrıca belki başka bir ma- 9 mayıs’13 gündem kalede kapsamlıca ele alınması gereken bir konu ancak TC’nin Hizb-ut Tahrir dışında Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde ve Konya’da yaptığı operasyonlarında birebir Suriye ile alakalı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Geçtiğimiz günlerde 11 Nisan’da Reyhanlı’da 11 Müslüman Nusret Cephesi’ne bağlı olduğu iddiasıyla gözaltına alınmış ve 5 kişi tutuklanmıştır. Yine Konya’da 10 Müslüman aynı iddialara benzer iddialarla 16 Nisan’da gözaltına alınmıştır. Bütün bu gözaltına alınan ve tutuklanan Müslümanlar’ın ortak noktasına baktığımız zaman, fikirlerinde farklı olmakla birlikte Suriye halkına yardım edilmesi konusunda aynı düşündükleri ve bu kapsamda faaliyet yürüttükleri göze çarpmaktadır. Şimdi Suriye halkının yanında olduğunu söyleyen Ak Parti iktidarının, Suriye halkına maddi-manevi yardım eden bu Müslümanları tutuklaması ikiyüzlülük olmuyor mu? Ö� zellikle Suriye konusunda son seçenek olarak düşünülen askeri bir müdahalede Türkiye büyük bir rol üstlenecek ve bu rolü gerçekleştirmesinde en çok onu Hizb-ut Tahrir zorlayacaktır. Bu nedenle Türkiye genelinde operasyonların olması oldukça muhtemel olmakla birlikte daha önce Hizbut Tahrir üyelerinin almış olduğu hukuksuz cezalar Akit Gazetesi ve benzeri medya kuruluşlarınca dile getirilmesinden dolayı devlet rahat hareket edemeyip kontrollü ve temkinli davranmaktadır. Dev- 10 mayıs’13 Özellikle Suriye konusunda son seçenek olarak düşünülen askeri bir müdahalede Türkiye büyük bir rol üstlenecek ve bu rolü gerçekleştirmesinde en çok onu Hizb-ut Tahrir zorlayacaktır. let bu kapsamda Müslümanlar’ın tepkisini ölçme babından Erzurum’da Hizb-ut Tahrir’e operasyon düzenleyip muhlis Müslümanlar’ın tutuklanmasını sağlamıştır. Bu da sanırım bu hukuksuzluklara “elimizden bir şey gelmez” diyerek susan kuruluşlara cevap olmaktadır. Zira birkaç gazetenin dahi gündem yapmasıyla devlet rahat hareket edememektedir. Buna mukabil devletin yine Suriye politikasına karşı olan DHKP-C örgütüne peş peşe ve rahatça operasyonlar yaptığını görmekteyiz. Müslümanlar’ı gücünün farkında olmaya ve bu hukuksuzluklar karşısında duyarlı olmaya davet ediyoruz. Siz istemezseniz devlet ne Müslümanlar’ı cezaevlerine atabilir, ne Suriye devrimini çalması için ABD’ye yardımcı olabilir ne de İ�slam Hilafet Devleti’nin kurulmasını engelleyebilir. Köklüdeğişim olarak fikirlerini tasvip ettiğimiz, etmediğimiz zulme uğrayan bütün Müslümanlar’ın yanında yer aldık ve almaya da devam ediyoruz. Hatta şimdiki zulümlere sessiz kalan kardeşlerimiz dâhi yarın bir zulme uğrayacak olsalar öncelikle yanlarında bizi bulacaklardır. Bu konudaki ölçümüz zulme uğrayanların fikir ve düşünceleri değil, zulme uğramış olmalarıdır. Zira Allah Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır: َِّ ِ َّ ِ ظلَ ُموْا ِمن ُك ْم َ ين َ َواتَّقُوْا فتَْنةً ال تُص َيب َّن الذ َّ َخ ًآصة “Öyle bir fitneden sakının ki içinizden yalnızca zulmedenlere dokunmakla kalmaz.” (Enfal 25) Ve şöyle buyurmaktadır: َِّ ظلَ ُموْا فَتَ َم َّس ُك ُم َ ين َ َوالَ تَْرَكُنوْا ِإلَى الذ َّ الن ُار “Zulmedenlere meyletmeyin; sonra size de ateş dokunur.” (Hud 113) gündem SURİYE’DE TARİH TEKERRÜR EDİYOR! Engin UYGUN Bilinmektedir ki; insanlık tarihi ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem ile başlamıştır. Yine bilinmektedir ki, imanküfür, hak-batıl mücadelesi de yine bu dönemde Hz. Adem’in oğulları Habil ile Kabil arasında yaşanan çatışmayla başlamıştır ki, bu mücadele kıyamet gününe kadar devam edecektir. Bir tarafta Rasul’ler ve Nebiler, Allah Subhanehu ve Teâla’dan getirdikleri kitaplar ve onlara iman edenler… Diğer tarafta şeytanlar, onların uydurma dinleri ve onlara tabi olan şeytanlaşmış insanların mücadelesi. Risaletin taşıyıcısı olan Rasuller ve onlara tabi olanlar, insanları putları reddetmeye ve tek bir ilaha iman etmeye davet etmişler, az bir topluluğun dışında, çoğunluk iman etmemiş, hakikatin karşısında alternatif bir çözüm ortaya koyamamış ve bu çağrıya şiddetle karşılık vermişlerdir. Bu, onların her dönemde başvurdukları üslupları olmuştur ki, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Selem’in hayatı bunun en açık şahitlerindendir. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Selem İ�slam Risaletiyle görevlendirildikten sonra, insanları batıl akideyi reddetmeye, putları inkâr etmeye davet etmiş, onların bozuk yaşantılarına çatarak, tek bir ilaha iman etmeye davet etmiştir. Mekke müşrikleri Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Selem’in bu çağrısını başlangıçta önemsememişti. Ancak ne zaman ki, Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Selem toplumu değiştirecek çalışmayı yapan sahabelerden oluşan kitlesini açığa çıkarmış, işte o zaman toplumda iman ile küfrün, hak ile batılın, sahih fikirlerle fasid fikirlerin kıran kırana mücadelesi başlamıştır. Hakkın karşısında fikri olarak duramayan müşrikler, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Selem’i yalanlamaya ve ona düşmanlık yapmaya, ashabına işkence etmeye başlamıştır. Nitekim Yasir ailesi, Bilal-i Habeşi, Habbab b. Eret ve diğer Müslümanlar müşriklerin işkence ve azabıyla karşı- laşmışlardır. Nebî� SallAllahu Aleyhi ve Selem ve tüm Müslümanlar kendi kavimlerinin himayelerinde olmalarına rağmen işkencelere maruz kalıyorlardı. Müşrikler, işkencenin her çeşidini kullanıyorlardı. Fakat bu, onların sebat ve imanlarını artırmaktan başka bir şey yapmadı. İ�şte böyle bir ortamda Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Selem davası yolunda ilerlerken, ilk adımlarını Allah’tan başka ilah bulunmadığına şahadet etmeye davet ederek atmış ve böylelikle yüce Allah’ı insanlara tanıtarak, O’nun gücü ve kudretini göstererek yalnızca O’na ibadet edileceğini ve yardımın yalnızca O’ndan isteneceğini öğreterek İ�slam akidesini onlara göstermiştir. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Selem ‘in ortaya koyduğu hakikatler karşısında sahabeler iman etmiş, bunun gereği olarak şer’i hükümlere bağlanmaya hırs göstermiş ve başlarına gelen musibetlere sabrederek bu yolda azim ve kararlılıkla mücadele etmişlerdir. 11 mayıs’13 gündem Allah Subhanehu Ve Teâlâ şöyle buyuruyor: أ َْم َح ِس ْبتُ ْم أَن تَ ْد ُخلُوْا اْل َجَّنةَ َولَ َّما َيأْتِ ُكم ِ ِ َِّ ْساء َ َّمثَ ُل الذ َ ين َخلَ ْوْا من قَْبل ُكم َّمسَّتْهُ ُم اْلَبأ َّ ِ ين َّ ول َّ َوالض َ َُّراء َوُزْل ِزلُوْا َحتَّى َيق َ الر ُسو ُل َوالذ ِ ِ َّ ص َر اللّ ِه ن ن إ َال أ ه ل ال ر ص ن ى ت م ه ع م ّ ْ َ ُ ْ َ َ َ ُ َ َ آمُنوْا َ يب ٌ قَ ِر “Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler, sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Peygamber ve onunla beraber mü’minler, “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı pek yakındır.” (Bakara-214) Numan b. Beşir (ra) şöyle demiştir: “Sizler dilediğiniz nimetler içerisindesiniz değil mi? Allah’a yemin ederim ki, Peygamberimizi görmüştüm. Karnını doyuracak kötü hurma bile bulamıyordu.” Ü� ç gün üç gece yemek yemeden aç kalmaları, diğer taraftan karınlarına taş bağlamaları, karınlarını doyurabilmek için deri ve ağaç yapraklarını yemeleri ve her türlü zorluğa rağmen onların davalarından vazgeçmemeleri onların davalarına karşı ne kadar da sebatkâr olduğunu göstermektedir. Bu uğurda çekilen ızdıraplar sayılamayacak kadar çoktur. Onları böylesi ağır işkencelere ve çilelere maruz bırakan davaları nasıl bir şeydi, nasıl bir akideye iman etmişlerdi? O çölün kavurucu sıcağında Bilal (ra)’in üzerinde bir kaya parçası olmasına rağmen “Ehad” (Allah birdir) deyip, di- 12 mayıs’13 Bu akideyi Müslümanlar o dönemde öyle anlamıştı ki: Ammar’ın babası Allah yolunda ölmeyi hoşça karşılamıştı. Annesi Sümeyye Allah yolunda kalbinden yediği her darbeyi, bir sevap sayarak İslam’ın ilk şehidi olmuştu. ninden vazgeçmediğini, ayrıca müşrikleri kızdırmak için bir başka kelime bilseydi, eziyet edilmesi pahasına da olsa bu kelimeleri de söyleyeceğini belirtmesi, onun İ�slam akidesine olan inancının bir göstergesi değil miydi? Bu akideyi Müslümanlar o dönemde öyle anlamıştı ki: Ammar’ın babası Allah yolunda ölmeyi hoşça karşılamıştı. Annesi Sümeyye Allah yolun- da kalbinden yediği her darbeyi, bir sevap sayarak İ�slam’ın ilk şehidi olmuştu. Bu akideyle Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Selem, sahabelerine Kureyş’ten gelen işkenceye karşı dayanabilmesi için güç vermişti. Yasiroğulları (Allah onlardan razı olsun) işkence gördüğü bir anda yanlarından geçerken onlara şöyle dedi: “Ey Yasiroğulları! Sabredin, size cenneti vaat ediyorum.” Sahabe Abdullah b. Mesud bu akideyi öyle anlamıştı ki, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Selem ve ashabının: “Kureyş bugüne kadar bu Kur’an’ı açıktan hiç duymamıştır. Ona kim duyurur?” sözüne cevaben “Ben duyururum” demişti. Bunun üzerine Ashab: “Korkarız ki onlar sana kötülük yaparlar. Biz onların kendisine herhangi bir kötülük yapmak istediklerinde onlardan korunabilecek güçlü birini istiyoruz.” demişlerdi. Fakat Abdullah b. Mes’ud aldırış etmeyip; “Bırakın, Allah beni korur!” demişti. Daha sonra Kâbe’ye giderek müşriklerin saldırısına uğramasına rağmen okumasına devam etmişti. Sonrasında Abdullah b. Mes’ud: “Allah’ın düşmanını önceden hiç bu kadar güçsüz ve basit görmedim. Dilerseniz yarın da aynı şeyi yaparım.” demişti. Cahiliyye devrinde putlara tapmaktan nefret eden ve senelerden beri hakikati arayan Ebu Zerr, duyduğu bir haber üzerine Hak ve hakikatin peygamberine ulaşmak için çölle- gündem ri aşarak Mekke’ye doğru yola çıkmıştı. Mekke’de Ebu Zerr Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Selem’e “Ya Rasulullah, bana İ�slam’ı anlat.” dedi. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Selem, İ�slam’ı anlatınca hemen şehadet getirerek Müslüman oldu. Ebu Zerr’e Rasulullah’ın tavsiyesi şu oldu: “Ya Eba Zerr, sen şimdilik bu işi gizli tut! Ve memleketine dön, git! İ�şi açığa vurduğumuzu haber aldığın zaman gel!” Ebu Zerr: “Ya Rasulullah! Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin olsun ki, ben bunu müşriklerin arasında açıkça ilan edeceğim.” Sonra da kalkıp doğruca Kâbe’ye koştu ve müşriklere karşı: “Ey Kureyş topluluğu! Ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yok ve Muhammed O’nun Rasulü’dür!” diye haykırdı. Bu kahramanca haykırış, müşrikleri hiddetlendirdi. Hep birden üzerine çullandılar ve onu bayıltıncaya kadar dövdüler. Ebu Zerr ertesi gün aynı yerde yine müşriklere karşı inancını haykırdı. Tekrar müşriklerin ağır darbelerine maruz kaldı ve araya Hz. Abbas girerek onu müşriklerin elinden kurtardı. Bu hadiseden sonra Hz. Ebu Zerr kavim ve kabilesini hak dine davet etmek için yola çıktı. İ�şte Allah Rasulü’nün daveti Ebu Zerr’i yerinde durduramamış, başına gelecekleri bilmesine rağmen zaman kaybetmeden hakikati müşriklerin yüzüne çarpmıştı. Yine bu akide, Hz. Esved’i öylesine etkilemişti ki; Allah Rasulü’nün davetine hemen icabet etmiş ve cihada katılarak şehid olmuştu. Hayber Yahudilerinin koyunlarını güden Esved savaş sırasında Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Selem´in yanına gelerek: “Sizin davanız nedir, ne için savaşıyorsunuz?” diye sordu. Allah Rasulü: “Davamız İ�slam´dır. Onun için savaşıyoruz.” cevabını verince Esved: “İ�slam nedir?” diye sordu. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Selem: “Allah´ın birliğine ve benim O´nun Peygamberi olduğuma inanmandır.” Bu yanıtı alıp hidayete eren Esved: “Ya Rasulullah, bu sürü bana emanetti, onu ne yapayım?” Allah Rasulü: “Onu yahudi kalelerine yanaştır, Allah´ın izniyle hepsi de sahibini bulur.” Esved sürüyü götürdü ve geri dönüp ”Ya Rasulullah şimdi ne emredersin?” diye sordu. Allah Rasulü tebessümle Esved´e baktı sonra da eline bir kılıç vererek, bir tek kelime ile cevap verdi: ”Cihad…” Esved (ra) anahtarı yani Cennetin kapısını açacak kılıcı aldı, bir fırtına gibi cihad meydanına daldı. İ�ki güzelden birine koşuyordu; ya şehitlik, ya gazilik! Çok kısa bir süre sonra mücahidler Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Selem’in karargâhına bir ceset getirdiler (ve o mübarek şehid Esved (ra) idi). Allah´ın Rasulü cesede baktı ve hemen başını çevirdi. Ashab sordu. “Ya Rasulullah, cesetten niye yüzünü çevirdin?” Rasul SallAllahu Aleyhi ve Selem, şu cevabı verdi: “Şu anda Esved (ra) Cennet’te iki hurisi ile oturuyor, onları rahatsız etmemek için başımı çevirdim.” Evet, Esved (ra) bir tek namaz kılmadı, adını bile duymadı namazın. Orucu hiç öğrenmedi… Hac’ın varlığından habersizdi... Abdest dahi almasını bilmiyordu. Hayatında hiç gusül almamıştı belki de… Peki, ama Esved ne yaptı da şehid olmuştu? Esved (ra) bütün dünya güçlerini, ideolojilerini, tağutlarını, putlarını, rejimlerini inkâr ederek Allah´ın varlığına tereddüt etmeden iman etti ve ona itaat edeceğine, yaşadığı sürece ona teslim olacağına, kulluk görevini yerine getireceğine söz verdi. Ve sözünü de en güzel şekilde yerine getirdi. Zilletten, İ�zzete yükseldi... Belki bugün Müslümanlar çok şey yapıyor... Namaz kılıyor, oruç tutuyor, zekât veriyor, Hac’ca gidiyor... Yani bir Müslüman olarak yaşıyor olabilirler. Belki de Esved (ra)’dan çok daha fazla şeyler yapıyorlar. Esved sadece İ�slam’ın bir görevini yerine getirdi ama şu hususlara dikkat etmemiz gereklidir ki, o tam bir teslimiyet gösterdi ve bildiğiyle hemen amel etti. Bugün bizler o kadar çok şey biliyoruz ama ne yapıyoruz? O güzide sahabeler (ra), İ�slam akidesini öyle anlamışlardı ki, uğrunda hayatlarını vermeye hazırdılar. Bunun nedeni İ�slam akidesine olan sadakatleri, kararlılıklarıdır. Bu kararlılıkla ölüm uğruna bu denli gösterilen ciddiyetle bağlılık, aralarındaki rabıta ancak bu akidenin derin ve aydın bir an- 13 mayıs’13 gündem layışla akıllarına tam bir kanaat halinde oturmuş olmasıdır. Bugünkü akide yine eksiksiz ve tahrip olmamış, Allahû Teâla tarafından korunmuş ve elimizde ve zihnimizde olmasına rağmen, bizleri de ölümüne uğrunda hareket ettirebiliyor mu? Bütün olumsuzluklara rağmen sahabeler, bu akide ve onun davasını göz kamaştıran bir hızla yeryüzünde yaydılar. Ö� yle ki, ta Çin Setti’ne, Batı’ya bu davayı bizzat o güzide sahabeler götürdü. Bu azim, bu enerji, bu güç nereden geliyor, yoksa onlar farklı mı yaratıldılar?! Bu akide bizlerden farklı şeyi değil, aynı şeyi istiyor. Aynı enerjik, coşkulu hareketi bizden de bekliyor. Ama bizler hâlâ yatıyorsak, hareket etmiyor, canla başla çalışmıyorsak sebebi ne olabilir? Bu duruş nedendir? İ�şte, Asrı Saadet’in Müslümanları yani sahabeleri, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Selem’in davetine icabet edişleri ile birlikte derin-aydın bir iman ve bununla birlikte şer’i hükümlere bağlılıktaki samimiyetleriyle bir tarih yazdılar altın harflerle… Kendisinden sonra gelen Müslümanlar da bu yolu takip ederek, “La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah” hakikatine sımsıkı sarıldılar ve her şeylerini feda ederek bu yola koyuldular. Tarih tekerrürden ibarettir. Bu bir hakikattir. İ�şte Ortadoğu’da ve özellikle de Suriye’de başlayan, Müslümanların zalim yönetici- 14 mayıs’13 lere ve küfür nizamlarına karşı kıyamları bizlere bir kez daha Asrı Saadeti, o dönemdeki Müslümanların müşriklere ve onların ilahlarına karşı yapmış oldukları kıyamları hatırlattı. Ortadoğu’da 30 yıldır Müslümanların, diktatör yöneticilerin demir yumruk-larıyla yönetimine maruz kalmalarıyla birlikte içlerinde oluşan enerji, tarihte görül-memiş bir kıyama sahne oldu. Tunus’da başlayan kıyam dalga dalga Ortadoğu ülkelerine yayıldı. Son olarak Suriye’ye demir atan bu kıyam, 3 yıldır devam eden büyük bir enerjiye, kıyama dönüştü. Biladüş-Şam’ın Müslümanları; bir insanın, bir toplumun yaşam ile ölüm çizgisi arasında ölümün vesilesi olabilecek her şeyin başına geldiği, silah, tank, top mermisi, uçakların bombardımanı ve kimyasal silahlar gibi, her türlü ağır silahlarla katledildiği, ama buna rağmen ölümden korkmayan, “ölümü, şehadeti her şeyden daha çok arzulayan” bir ümmetin torunları olarak kıyamlarını sürdürüyorlar. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Selem, mübarek Şam topraklarına işaret ettiği bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor: “Kıyamet günü imanları şaşkınlık uyandıracak derecede olan bir takım kavimler gelecek. Ö� nlerinden ve sağ taraflarından nur (parıltı) onları takip eder. Ve onlara, “Bugün sizlere müjdeler olsun, selam olsun sizlere, (işte bu cenneti hak edecek) tertemiz bir hayat yaşadınız. İ�şte şimdi sonsuza dek kalmak üzere oraya giriniz” denecek. Allah Teâlâ’nın onlara olan muhabbetinden dolayı melekler ve nebiler onlara gıpta edecekler.” Ashab, “Onlar kimler Ya Rasulullah?” diye sordu. Bunun üzerine Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, “Onlar ne bizden ne de sizden değildir. Sizler benim Ashabımsınız, onlar ise kardeşlerimdir; onlar sizden sonra gelecek ve insanların Kitab’ı (Kur’an’ı) geçersiz kıldıkları, Sünnet’i öldürdükleri (değersizleştirdikleri) bir zamana tanık olacaklar ve (tekrar) Kitab’a ve Sünnet’e yönelecekler, onu tekrar diriltecek, okuyacak ve onu insanlara öğretecekler. Onun uğrunda sizin karşı karşıya kaldığınız eziyetlerden daha şiddetli ve daha ağır eziyetlerle (işkencelerle) karşılaşacaklar. Onlardan birinin imanı sizden kırk kişinin imanına, onlardan birinin şehadeti sizden kırk kişinin şehadetine denktir. (Zira) Sizler hakikat (din konusunda) yardımcılar bulurken onlar din konusunda onu da bulamayacaklar, zalimler onları her taraftan çepeçevre kuşatmış olacak. (İ�şte) Onlar Mescid-i Aksa’nın omuzlarında (Biladu’ş-Şam’da Suriye) bulunacaklar. Tam da böyle bir halde iken Allah’ın yardımı onlara gelecek ve İ�slam’ın izzeti onların eliyle (çabalarıyla) gerçekleşecek.” dedi ve sonra şöyle dua etti: “Allah’ım! Onlara yardım et ve havuzun başında onları dostlarım kıl.” Zeyd İ�bni Sabit (ra) anlatıyor: Bir gün Rasûlullah SallAl- gündem lahu Aleyhi ve Selem’in yanında idik. Parçalar üzerinde Kur’ân (ayetlerini) tanzim ediyorduk. SallAllahu Aleyhi ve Selem: “Şam’a ne mutlu!” buyurdular. Ben: “Bu mutluluk nereden geliyor ey Allah’ın Resûlü?” diye sordum. “Çünkü, buyurdular, (Rahman’ın) melekleri onun üzerine kanatlarını geriyorlar!” (Tirmizi) İ�bnu Havâle (ra) anlatıyor: “Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Selem buyurdular ki: “Bu iş, sizin bir kısım toplu gruplara ayrılmanıza neden olacak: Şam’da bir grup, Yemen’de bir grup, Irak’ta bir grup!” Ben: “Ey Allah’ın Rasûlü! dedim. O güne erdiğim takdirde (bunlardan en hayırlısı hangisi ise şimdiden) bana seçiverin!» dedim. «Ö� yleyse dedi, sana Şam›ı tavsiye ederim! Çünkü orası, Allah›ın, arzında mümtaz kıldığı yerdir. Allah kulları arasında seçkin olanları oraya tahsis eder. Ancak (oraya gitmekten) imtina ederseniz, size Yemen›i tavsiye eder, (oradaki) havuzlarınızdan için derim. Zira Allah, Şam ve ahalisini (fitnelerden koruma hususunda) bana garanti ver-di.» (Ebu Davud) Abdullah b. Amr’ın bildirdiğine göre Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Selem, şöyle buyurdu: “Altımdan minderim çekildi; gözlerim o minderimi izledi, baktım ki Şam’a doğru yönelen bir nura dönüştü. Şunu iyi bilin ki, fitneler çıktığında iman Şam’da olacaktır.” (Fezail’ü-Şam/Albani) Seleme İ�bnu Nüfeyl el- Kindî� (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Selem buyurdular ki: “Ümmetimden bir grup, hak yolunda mücadeleye (hiç ara vermeden) devam edecek, Allah da, onlar(la mücâdele sebebi) ile bazı kavimlerin kalplerini saptıracak ve bunlardan (alınanlarla) onların rızkını sağlayacaktır, bu hal kıyamet gününe, Allah’ın va’dinin gelme anına kadar devam edecektir... Mü’minlerin (fitne sırasında emniyette olacakları) asıl yerleri Şam’dır.” (Nesâî�) İ�şte Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Selem’in yukarıdaki hadislerde de övdüğü BiladüşŞam’ın yiğit Müslümanlarının Rablerine olan bağlılıklarında “Tarih tekerrürden ibarettir” hakikatinin gerçek olduğuna şahit oluyoruz. Sahabenin başına gelen musibetlerin onların bu musibetler karşısındaki sabırlarını, Rablerine olan bağlılıklarını, şer’i hükümlere bağlanmadaki hassasiyetlerini artırmasını bugün de Suriye Müslümanlarının amellerinde görüyoruz. Sahabenin hayatını bugün bir kez daha yaşıyoruz. Çocuğu, kadını, yaşlısı ve cihad meydanlarındaki mücahitleriyle Suriye halkı öyle bir kenetlendi ki Rabbisine, tüm dünyayı ve Müslümanları şaşkına çevirdiler. Hiç kimsenin kendilerinden beklemediği tavrı ortaya koydular. Allah’ın izni ve yardımıyla öyle bir hale geldiler ki, Allah’ın rızasını kazanmak için her şeylerini feda ettiler ve hâlâ da feda ediyorlar. İ�lk kıvılcımı Dera’da tutuşan Suriye kıyamı 26 aydır sürüyor. Kıyamı bastırmaya çalışan Suriye rejiminin sınır tanımayan vahşiliğine rağmen, bir gün dahi ara verilmeden bu kadar uzun süren bir direnişe tarihte rastlanmamıştır. 100 binlerce şehidi, on binlerce yaralısı ve kayıpları, 1 milyonu aşan mültecisi, işkence görenleri, tecavüze uğrayanları ve harabeye çevrilen şehirleriyle Suriye’de yaşanan devrim süreci eşine az rastlanır bir durumdur. Kolay değil; katledilen onca çocuğa, yetim bırakılanlara, bütün ailesi boğazlananlara rağmen bir direnişi bu kadar uzun bir süre taşımak. Kolay değil; gözü dönmüş, barbarlıkta rakip tanımaz çetelere karşı, eldeki kısıtlı imkânlarla bir mücadeleyi göğüslemek. Zordur açlığa, soğuğa, yoksunluğa karşı mücadele etmek. Suriye halkı bunu başardı. Aralıksız süren katliamlara, bombardımana, baskınlara, tutuklamalara rağmen 26 ay boyunca kesintisiz bir direniş sergiledi ve hâlâ da bu direniş devam ediyor. Yaşananlar göz önüne alındığında şimdiye kadar çoktan bu halk, “Bu felaketler, acılar sizin yüzünüzden başımıza geldi. Olmuyor, bu zalimleri devirmek çok zor!” deyip direnişçilere “yeter” demeliydi. “Bırakın artık bu silahı, teslim olalım, daha fazla çocuğumuz ölmesin!” diyerek mücahitleri suçlamaya başlamalıydı. Ama hayır! Bu halk, bizzat direnişin içinde yer aldı, silahlanan evlatlarını bağrına bastı, onları 15 mayıs’13 gündem kurtuluşun yegâne temsilcisi olarak gördü. Bu süreçte sahabe hayatını hatırlatan o kadar çok örneklikler yaşandı ki. Bir zamanlar miskinlikle suçlanıp aşağılanan Suriye halkı, ortaya koyduğu eşsiz cesareti ve fedakârlığıyla artık imrenilen, gıpta edilen, gurur duyulan bir halk oldu. Evet, yalnız bırakıldı ve hatta yazdığı bu destana rağmen ümmetin bir kısmı tarafından arkadan bıçaklandı ama Allah’a olan güvenini kaybetmedi ve bu sayede müminlerin ve insanlığın kalbinde büyük bir zafer kazandı. Suriye kıyamı öyle kahramanlar doğurdu ki, belki birçoğunun ismini dahi duymak mümkün olmayacak, birçoğu zaten şehit düştü, ancak bu kahramanların yaşanan süreçteki çabalarının bir halkı devrime katma başarısıyla neticelendiğine tanıklık ediyoruz. Bu kahramanları çoğunlukla cihad meydanlarında düşmana kök söktürürken, bazen Cuma eylemlerinde kitlelere verdikleri coşku ya da eylemlerde kontrolün sağlanmasındaki rolleri ile görürüz. Bazen de saldırı anlarını ve çatışmaları ellerindeki kameralarıyla dünyaya taşımadaki cesaretlerini sergilerken. Bazen yaralıları tedavi etmedeki azimleri ile karşımıza çıkarlar, kimi zaman halkı motive eden zafer şarkılarıyla. Gerçek bir imam olma adanmışlığını onlarda gördüğümüz gibi, bazen de ellerinde silahları Baas çetelerine karşı halkı savunma esnasında çıkarlar karşımıza. 16 mayıs’13 Suriye kıyamı öyle kahramanlar doğurdu ki, belki birçoğunun ismini dahi duymak mümkün olmayacak, birçoğu zaten şehit düştü, ancak bu kahramanların yaşanan süreçteki çabalarının bir halkı devrime katma başarısıyla neticelendiğine tanıklık ediyoruz. Onlardan biri olan İ�brahim Kaşuş’u unutmak elbette mümkün değil. Hama’da kitleleri ayağa kaldıran alaycı şarkıları, boğazının kesilerek şehit edilmesine yol açtı ama en çok sevilen “Yalla İ�rhal Ya Başşar” şarkısı, sadece Suriye’de değil, tüm dünyada adeta bir devrim şarkısı haline geldi. Dr. Muhammed’i hatırla- mayanımız yoktur. Hani, şu Humus’un harabeye çevrilen Baba Amr ve Halidiye semtlerinden tüm dünya Müslümanlarına seslenen doktoru. Ö� nüne gelen onlarca yaralıya, hastaneye çevrilmiş derme çatma bir odada, ilaç ve teknik gereçlerden yoksun bir şekilde müdahale ederken, bir yandan da sesi kısılıncaya kadar gözyaşları içinde bizlere seslenen doktor... Humus’u Baas ordusundan koruyan genç teğmen Abdurrezzak Talas’ın namı da kısa sürede tüm Suriye’ye yayılacaktı. Artık onu hep elinde silahı, halkın içinde, omuzlarda taşınırken görecektik. Suriye devriminin susmayan ve susturulamayan sesi olan Abdulbasit Sarut. Bir zamanlar İ�brahim Kaşuş’un Hama’da icra ettiği görevi Humus’ta sergileyen kahraman… Sadece Humus’ta mı, Suriye’nin sesi oldu Sarut. Belki birçoğumuz ismini duymamışızdır ama onun sesini duymayan, bilmeyen yoktur. Literatürümüze “komplocuların ezberini bozan görüntü” diye giren o meşhur videodaki sloganları attıran cengâverin ta kendisi. El-Cezire’nin: “ve komplocuların ezberini bozan görüntü... Mikrofonun başında yine Sarut var” diye haber yaptığı yiğit insan. Sarut’un “İ�çinizde Obama’dan, Sarkozy’den, Erdoğan’dan, herhangi bir şahıstan ya da meclisten veya Arap Ligi’nden zafer/yardım bekleyeniniz var mı?” sorusuna, topluluk hep gündem bir ağızdan “Hayır!” diyor ve “Zafer Allah’tandır!” dedikten sonra hep bir ağızdan Nasr Suresi’ni okuyordu. Abdulbasit Sarut, en çok Humus’taki eylemleri yönetirken karşımıza çıkıyor. O güçlü sesiyle binlerce kişiye verdiği coşkunun içinde olmak şöyle dursun, izlemek dahi o kadar etkileyici ki. Kimi zaman yanında bir kız çocuğu, bazen kucağında bebek ile attırdığı sloganlarla Suriye direnişinin İ�slami kimliğini öyle net vurgular ki, adeta kirli odakların dezenformasyon çabaları ve ithamları kulağına gelmiş de onlara cevap verdiğini hissedersiniz. Sarut, sadece slogan attırıp eylem yönetmiyor. Çokça şarkı söylüyor. Arapların aşina olduğu müziklere yazdığı devrimci sözler, Esed rejiminin uçaklarından, bombalarından, tanklarından çok daha güçlüdür. Suriye halkı o şarkılarla direniyor, o şarkılarla yürüyor, o şarkılarla şehitlerini uğurluyor. Sarut, kimi zaman elinde mikrofon bir şehit cenazesinde marşlar söylüyor. Bazen bir evde mücahitlerle bir araya gelmiş birlikte şarkılar söylüyor, onları motive ediyor. Sarut, devrim başlamadan önce bir futbolcuydu. Suriye (23 yaş altı) milli takımının kalecisiydi. Kardeşi Baas güçlerince şehit edildi. Kendisini devrime adadığında henüz 19 yaşındaydı. Eski mesleği nedeniyle rejimin öncelikli hedefleri arasındaydı. Buna rağmen sürekli meydanlarda, kürsüde olmayı sürdürdü. Birkaç kez ciddi şekilde yaralandı. Bazen tedavisi günlerce sürdü. İ�yileşti, koltuk değneklerine yaslanarak yine meydanlara çıktı, slogan attı, şarkı söyledi. En son yine yaralandı. Yarasının verdiği acıyla şöyle bağırıyordu: “Humus’ta kuşatma altında mahsur kalan aileleri kurtarın!” Canı yanarken dahi çocukları, kadınları, yaşlıları düşünüyor; bu zulme karşı harekete geçmek için Müslümanlara sesleniyordu. Sarut, mücahitlerin tarafında yer aldığı için takımdan atıldı. Rejim tarafından Selefi devleti kurma gayreti içinde olmakla itham edildi ve başına 2 milyon Suriye lirası ödül kondu. Sarut, esprili kişiliğiyle rejimin bu iddialarıyla hep dalga geçti. Humus’lu gençler 21 yaşındaki Sarut’u her gördüğünde “Allah seni korusun Abdulbasit!” sloganı atarken; çocuklar da “Sevgilimiz Abdulbasit” diye tempo tutuyorlar. Rejimin yok etmek istediği isimlerin başında geldiği için sürekli yer değiştiren Sarut, mücahitlerin kontrolü sağladığı bölgelerde bir yandan protesto organizasyonlarına devam ederken öte yandan omzunda silahıyla Baas çetelerine karşı askerî� bir direniş içinde yer alır. Demeçlerinde “şehadet” olgusuna sık vurgu yapar. “Zillet altında yaşamaktansa Allah yolunda ölümü göze aldığını” ifade eden Sarut, kendisine görmek nasip olmasa bile, zafere olan inancını ortaya koyar. Milli kaleci olması hase- biyle yabancı medyanın da ilgi odağı olan Sarut, verdiği demeçlerde, futbol kariyeri dolayısıyla dünyada her yere özgürce gidebildiğini söylüyor. Fakat ona göre özgürlük bu değil. Ö� zgürlük düşünceyi ve fikir beyan etmeyi de kapsar. Suriye’de 40 yılı aşkın süren despotik rejimin tahammül edilemez bir noktaya geldiğine dikkat çeken Sarut, “Ö� yle bir rejim yarattılar ki oğul, annesiyle konuşamaz hale geldi.” diyerek Suriye’deki rejimin baskıcı karakterini oldukça güzel bir şekilde tasvir eder. Mütevazı kişiliğinin sonucu olarak kendinden bahsetmeyi pek sevmeyen Sarut, “Kardeşimi kaybettim ama on binlerce insanın katledildiği gerçekliği içinde bunu ifade etmenin dahi önemi azalıyor. Katledilenlerin, gözaltında kaybedilenlerin hepsi kardeşimdir. Her aileden bir kayıp vardır; bu bizim için onurdur.” şeklinde konuşurken yaşına oranla olgun bir mücadele insanı karakteri çizer. Sarut’un dikkat çeken bir diğer özelliği de birleştirici kişiliğidir. Kendisiyle özdeşleşen “Ya Allah Menna Ğ� ayrak Ya Allah!” nidası Suriye’de bir gerçeğe tekabül etmektedir. Baas diktasına karşı yalnız bırakılan Suriye halkını hep birlikte mücadele etmeye çağırır. Israrla tek yardımcılarının Allah olduğunu her ortamda vurgular. Kimi zaman bütün topluluğa kelime-i şahadet getirtirken arkasından Hz. İ�sa’nın da Allah’ın nebisi olduğunu hatırlatarak Hıristiyanların da bu 17 mayıs’13 gündem devrimde yer alması gerektiğine dikkat çeker. Aleviler içinden devrime destek verenleri kürsüde konuşturarak Suriye kıyamının mezhebî� bir karakter taşımadığının altını çizer. Sanatın sokağa yansıyan yüzü Sarut, Suriye devriminin çığlığıdır. Bu çağın Ebu Zerr’idir, Abdullah b. Mesud’udur. Rabbimiz onu ve onun gibileri korusun. Esed askerlerinin tank saldırısına uğrayan Telbise beldesindeki cesur kadını da hatırlamak gerekir ki, babasını şehit verdiğini, Esed askerlerinin evlerine tankla saldırdığını, elinin hafif yaralanması dışında bir zarar görmediğini, bu saldırının ayakkabılarının tozunu bile arttırmadığını söylüyordu. Ayrıca, Suriye rejimini, İ�ran’ı, Çin’i, Hizbullah’ı, Rusya’yı ve dünyanın diğer büyük güçlerini de zerre kadar umursamadıklarını vurguladıktan sonra erkek gibi karşılarına çıkıp savaşmaya çağırıyor. Ardından Telbiseli kadınlarla birlikte silahlanıp Suriye’yi kurtaracaklarını ifade ediyor. ‘Bizim ölülerimiz cennette, onlarınki ateşte’ diye sözlerini sürdüren mücahide kadın, Esad ailesine hitap ederek ‘size esed (aslan) denmesi ayıptır, siz köpeksiniz’ diyor ve kimseden korkmadığını da sözlerine ekleyen cesur kadın, ‘Telbise’nin tamamını da yıksanız umurumuzda değil, yeniden imar ederiz, mağaralarda da yaşarız, ancak Telbise’yi ve tüm Suriye’yi tağut Beşşar’dan, insanları birbirine kırdıran, başarısız, acımasız 18 mayıs’13 ve aptal rejiminden kurtaracağız. Biz kadınlar onlara meydan okuyacağız’ diyerek sözlerini bitiriyor. şünüze devam edin... Â� limlerin, hocaların sustuğu bir dönemde camide hutbe veren komutanlara da şahit oluyoruz: O yiğit komutan ki şöyle diyordu: “Bu ümmetin en büyük firavununa karşı savaş veriyoruz. «Kim Allah›ın kelimesinin yücelmesi için savaşıyorsa o Allah yolundadır». Allah içimizden gerçekten iman edenleri ayırt etmektedir. Devrimimizin geciktiğini söyleyenler var... Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Selem’in şu sözünü duymadınız mı? Esed’in askerleriyle girdiği çatışmada sol kolunu kaybeden mücahit komutan Ebu Yahya’nın durumuna da şahit olduk. O komutan ki, bir insan olarak normal şartlarda acıdan feryad etmesi gerekirken, bu onun hiç de umurunda değildi. Zira o tedavi esnasında yüksek bir sesle Meryem Suresi’ni okuyordu. Yahya komutan bizlere, cihad meydanında kolu kopan, ona rağmen pazularıyla Hilafet sancağını yere düşürmemek için acılarını unutan sahabeyi hatırlatıyor ve bir kez daha “tarih tekerrürden ibarettir” hakikatini gösteriyordu. Çocukların İ�slam akidesine nasıl bağlandıklarına da şahit oluyoruz. Suriye direnişinden şüheda Murabitin Komutanı Abu Abdullah Al-Humsi anlatıyor: “Bombalamalar her gün füze, tank ve uçaklarla devam ediyor. Bombalar yağmaya başladığında ben çocuklara ‘içeri girin, kaçın’ dedim. Onlar da bana ‘korkma, Allah’ın dilediğinden başka bir şey bize asla isabet edemez’ dediler. Komutan biz Müslümanlara şöyle diyor: “Gelin de, akidenin üzerinde cisimleştiği, Şam’daki, Halep’teki çocukları görün” Esed’e ait savaş uçakların bombardımanına uğrayan bir beldeden yükselen nidalara da şahit oluyoruz. Suriyeli bir yiğit şöyle diyordu: “Gökyüzünü direksiz yükselten Allah’ın hakkı adına! Ü� stümüze bütün evleri yıksan da, dağları ve ağaçları yerinden söksen de, taşları yaksan da, Biz Allah-u Teâla için ayakta kalacağız! Her nereyi bombalasan karşına çıkacağız, ey katil Esed! Her nereyi bombalasan biz ayakta kalacağız Allah’ın yardımıyla..Allahu Ekber. Vallahi açtığın çukurların içinden çıkıp karşına dikileceğiz. Biz yerin altında ve üstündeyiz, Allah da bizimle ve kimseden korkmuyoruz.” “Allah zalime hiçbir mazereti kalmayacağı güne kadar mühlet verir.” “Zafer ancak Allah’tandır.” “Savaştığınızda siz savaşmıyorsunuz, attığınızda siz atmıyorsunuz...” Ey müslümanlar! Ü� mitsizliğe kapılmayın... Allah’ın adıyla yürüyü- Suriye’de sahabeyi hatırlatan o kadar şey var ki; her şeyden önemlisi mücahitlerin cihad meydanlarındaki eşsiz cesaretleri, zalim bir rejimin gündem devrilmesi ve Hilafet’in tekrar inşası adına ortaya koydukları mücadeledir. Allah Subhanehu Ve Teâlâ’nın izniyle Suriye’de şartlar hazırlanıyor. Yüce Allah toplumun değişimi, diktatör yöneticiler ve rejimlerinin tarihin çöplüğüne atılması için tabiri caizse “düğmeye basmıştır”. Allah Subhanehu Ve Teâlâ bir toplumu, Allah’ın şeriatını tatbik edecek bir toplumu hazırlıyor. Bir yandan Müslümanlar ağır bir imtihandan geçirilerek saflar netleştirilirken, diğer taraftan ülkelerin, devletlerin, yöneticilerin, cemai hareketlerin, alim(!)lerin.. maskeleri düşürülüyor, diğer taraftan da Hilafet’in maddi gücünü oluşturacak ihlaslı, samimi, bir kuvvet oluşturuluyor. Çünkü öyle bir kuvvet olmalıydı ki, bu, zalimlerin kontrolündeki Müslüman orduların kaldırabileceği bir yük değildi. Yüce Allah öyle bir ordu inşa ediyor ki; akidesiyle, Rabbine olan bağlılığıyla ihlaslı, musibetlere karşı sabırlı, adeta piştikçe pişen, olgunlaşmış Muhammedi bir ordu olmalıydı. İ�şte Sünnetullah böyle işliyor Suriye’de. Bir yandan mücahitlerin Esed ve Haçlı ordularına karşı her gün kazandıkları zaferler, diğer yandan da şehadet aşkıyla yanıp tutuşan gönüller, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Selem ‘in Şam beldesi ile ilgili hadislerini tefekkür ettiklerinde, bu durum mücahitleri kamçıladıkça kamçılıyor ve zafere her gün bir adım daha yaklaştıklarına inanıyorlar ve kendilerini destekleyen ve takip eden dünya- nın dört bir yanındaki Müslümanlara umut ışıkları saçıyorlardı. Velhasıl kelam; asırlar geçse de İ�slam’ın karşısında fikren duramayanlar maddi kuvvete başvurarak İ�slam’ın yayılışını ve ilerleyişini durdurmak istemişler, kimi zaman bunda başarılı olmuşlar, fakat İ�slam, tüm engellemelere rağmen ilerleyişini ve yayılışını sürdürmüştür. Ne zaman ki, Müslümanlar üzerinde Mekke’de işkence ve zulüm artmış, işte o zaman diğer toplumlar Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Selem ‘in davetinden haberdar olmuş, toplumlar İ�slam’a girmiş ve İ�slam kendisini devlete, Raşidi Hilafet Devleti’ne taşı- Bir yandan Müslümanlar ağır bir imtihandan geçirilerek saflar netleştirilirken, diğer taraftan ülkelerin, devletlerin, yöneticilerin, cemai hareketlerin, alim(!)lerin maskeleri düşürülüyor. yacak bir Ensar’a ulaşmış ve Medine’de İ�slam Devlet’i kurulmuştur. İ�şte dün, nasıl ki Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Selem ‘in davası, baskı ve zulmün neticesinde Arap kabilelerine ulaşarak İ�slam Devleti’ne taşındıysa, bugün de Müslümanlara yapılan baskı ve şiddetin, katliamın zirveye ulaştığı bu dönemde, insanlığın ve Müslümanların dünya ve ahiret saadetinin garantisi olan Hilafet düşüncesinin, dünyanın dört bir yanına kök salmasına vesile olacak, ve böylece inşallah Suriye halkı ve mücahitlerin öncülüğü ve liderliğindeki şanlı Suriye kıyamı, asrın firavunu ABD’nin liderliğindeki haçlı kafirlere ve onlara tabi olan Müslümanların başındaki zalim yöneticilere son darbeyi vurarak, küfür ve kalıntılarını bir daha geri dönmeyecek şekilde tarihin çöplüğüne atacak ve nihayetinde Allah Subhanehu Ve Teâlâ’nın vaa’di, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Selem’in müjdesi ve İ�slam ümmetinin büyük arzusu olan Raşidi Hilafet Devleti yüzbinlerce şehidin kanlarıyla sulanan Şam beldesinde inşallah yeniden kurulacak ve tarih yeniden tekerrür edecektir.. ٍِ ون َ َوَي ْو َمئذ َي ْف َرُح اْل ُم ْؤ ِمُن “İşte O gün müminler de Allah’ın yardımıyla sevineceklerdir.” (Rum 4) 19 mayıs’13 gündem AKİL İNSANLAR HEYETİ’NİN MİSYONU Haluk ÖZDOĞAN 2009 yılı Ağustos ayına girerken, hükümet “demokratik açılım”I ilan etmişti. 2009 Ekim ayına gelindiğinde ise, bu günlerdeki gibi esen bir “barış(?)” havasında Habur Sınır Kapısı’ndan gelerek teslim olanların karşılanış biçimi, ilan edilen “açılım” sürecinin ilk ciddi imtihanıydı ve “açılım” denilen süreç bir “açmaz”a dönüşüvermişti. Ardından devlet “güvenlik eksenli” politika izlemeye başlamış, art arda KCK operasyonları yapılmıştı. Hükümetin topluma duyurduğu eksen, “terörle mücadele siyasetle müzakere”ydi. 2011 seçimleri sonrası atmosfer “demokratikleşme” sürecinin devam edeceği yönündeydi. Yine 2009-2010 dönemine ait PKK ile devletin Oslo’da yaptığı görüşmelerin basına sızdırılması da, söz konusu sürecin ikinci durak noktası olmuştur. Sonrasında tekrar atmosferin sertleştiğine şahit olduk. Burada bunlardan bahsetme nedenim PKK ile yürütülen “barış/çözüm süreci” denilen işleyişin detaylı bir anlatımı de- 20 mayıs’13 ğil, sadece köşe başlarını ortaya koymaktır. Şimdi de “Akil İ�nsanlar Heyeti”nin hükümet tarafından belirlenip çalışmalarına başlamasıyla yeni bir döneme girildiğini görmekteyiz. Burada mesele “Akil İ�nsanlar Heyeti”ni oluşturan fertler üzerinde seviyesiz değerlendirmeler yapmak değil, bu heyetten gözetilen gayeyi, çözüm süreci olarak adlandırılan süreçte üstleneceği rolü idrak etmektir. Ö� ncelikle dönem yeni bir dönem olarak görünse de “Akil İ�nsanlar Heyeti” fikri yeni değildir. Ö� calan’ın 2007’de İ�mralı’da avukatları ile yaptığı görüşmede gündeme gelen “Akil İ�nsanlar Heyeti” düşüncesi, 2008’in Ocak ayında ise DTP genel başkanı sıfatıyla Ahmet Türk tarafından grup toplantısında meclis çatısı altında dillendirilmişti. 2012 yılı yaz aylarında da CHP’nin 10 maddelik “çözüm öneri paketi” içinde de yine “Akil İ�nsanlar Heyeti” düşüncesine rastlıyoruz. Tabii ki AKP yönetimi “terörün sonlanması ve Kürt meselesinin çözümü” konusunda muhtemel başarıyı kimseye bırakmak istememektedir. Zira bir başarı olacaksa bu başarının kendi iradesiyle gerçekleşeceğine inanmakta, bu inancına tüm toplum kesimlerini ortak etmek istemektedir. Bu nedenle daha öncede gündeme gelen “Akil İ�nsanlar Oluşumu” fikri, bugüne kadar hayat bulmamış ya da AKP açısından bakarsanız; şartlar, ancak olgunlaşmış, direnç gösteren odaklar ancak şimdi sürece karşı koyamaz hale gelmiştir. Sonuçta AKP işler bu noktaya gelinceye kadar “cefasını çekip”, “sefasını başkalarının (CHP veya BDP öncülüğünde bir çözüm) sürmesi”ni istemez. Ö� yle ki akademisyen, sanatçı, yazar ve sivil toplum kuruluşu temsilcilerinden oluşan “Akil İ�nsanlar Heyeti”ni dahi başbakanlık belirlemiştir. “akil insanlar” vasfının kullanılmasıyla da, çözümü sanki bu “akleden insanlar”ın üreteceği izlenimi veriliyor ki, zaten ortalama vatandaşta oluştu- gündem rulmak istenen hava da bu olsa gerek. Peki ya bu heyetin görüştüğü kesimleri kim belirliyor veya kimlerle görüşülüyor? Türkiye’nin 7 bölgesinde farklı toplum kesimleriyle bir araya gelerek halkın “çözüm süreciyle ilgili nabzını tutmak” amacıyla ilk etapta iki aylık bir program çerçevesinde oluşturulan bu heyet, bir iki yerde hesap edilemeyen tepkiyle karşılaşınca Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay söz veriyor; “Bundan sonra böyle şeyler olmayacak” diye. Demek ki bu heyet, çalışmalarına aykırı tazyik oluşturmayacak “sivil toplum temsilcileri” ile bir araya gelecek ve her kesimden “olumlu” tepki geldiğine dair bir kamuoyu oluşturulacak (ki; gün be gün heyetin faaliyetleri veya görüşme ve toplantılarına ilişkin haberleriyle medya, bu konuda üzerine düşeni yapıyor!) sonrasında halka kapalı olan “çözüm süreci”nin farklı bir aşamasına geçilecektir. Söz konusu “Çözüm Süreci”nin ne olduğu halka kapalı. Çünkü “Çözüm Süreci” topluma; “silahların susup, Kürt meselesinin toplumsal mutabakat çerçevesinde, “siyasi ve kültürel haklar” temelinde bir çözüme, bir sonuca kavuşturulması” şeklinde genel ifadeler ve muğlak kavramlardan oluşan cümlelerle ifade ediliyor. Hâlbuki meselenin sırf bir Kürt meselesi olmadığı halen hazırlanmakta olan “yeni, özgürlükçü, demokratik ve sivil” anayasa sü- “Çözüm Süreci”nin ne olduğu halka kapalı. Çünkü “Çözüm Süreci” topluma; “silahların susup, Kürt meselesinin toplumsal mutabakat çerçevesinde, “siyasi ve kültürel haklar” temelinde bir çözüme, bir sonuca kavuşturulması” şeklinde genel ifadeler ve muğlak kavramlardan oluşan cümlelerle ifade ediliyor. reciyle birebir ilişkili olduğu da siyasi bakışa sahip ve gelişmeleri yakından takip eden herkesçe malumdur. Heyetin yaptığı faaliyetleri AKP’nin mecliste bulunan 327 milletvekili de yapabilirdi niçin “Akil İ�nsanlar”a ihtiyaç duyuldu? Çünkü toplum gerçekte ne demokrasiyi ne de ona ait değerleri benimsiyor ve kendilerine seçtirildiği halde, siyasilerle kendileri arasında samimi bir lider-tebaa ilişkisi olmadığını, kendilerine sadece seçim zamanlarında değer verildiğini görüyor ve demokrat, makyavelist-menfaatçi siyasetçilere güvenmiyor. Ö� te yandan “Akil İ�nsanlar Heyeti”nde bulunan kişilerin daha bağımsız daha samimi ve tarafsız olarak konuya eğileceği izlenimini vermek de, bu devrede güven artırıcı bir unsur olması bakımından önem arz ediyor. Amaç toplumda “katılımcı demokrasi” havası estirmek, halka; “sizi dinliyoruz, size değer veriyoruz, sizi akil insanlarla bir araya getiriyoruz, yönetimde size de söz hakkı tanıyoruz” hissini tattırmaktır. Sonra AKP hükümeti “halkın desteğiyle hareket ediyoruz” deyip yine bildiğini okuyacaktır. Ayrıca oluşturulan heyetin işi sadece “çözüm süreci”nin toplumda nasıl algılandığının tespitini yapmakla sınırlı kalmayacaktır. Hazırlanacak raporda yeni anayasa çalışmalarına mutlaka atıfta bulunulacak ve heyet, AKP yönetiminin yeni anayasa değişikliği teklif- 21 mayıs’13 gündem leri ve başkanlık sistemi önerisi gibi “çözüm?” önerilerini, kendi önerileri gibi “halka anlatma”ya bir 2. Etap çalışması şeklinde devam edecektir. Zira Başbakan Erdoğan başkanlığında, 15.04.2013 tarihinde gerçekleştirilen MKYK toplantısında Başbakan Erdoğan’ın siyasi baş danışmanı Yalçın Akdoğan, “Akil İ�nsanlar Heyeti”nin görev süresinin uzatılabileceğinin işaretini vermiştir. Ö� te yandan Başbakan Erdoğan’da, temel haklar, özgürlükler başta olmak üzere sunulan Anayasa değişikliği tekliflerinde en ileri önerilerin AK Parti›den geldiğine dikkat çekerek, bu önerilerin arkasında iyi durulması ve başta başkanlık sistemi olmak üzere halka bu önerilerin iyi anlatılması gerektiğine vurgu yapmıştır. Değinilmesi gereken konulardan biri de, yine AKP’nin bir önerisi olarak gündeme gelen Meclis çatısı altında “Çözüm Sürecini İ�zleme Komisyonu” meselesidir. Bu komisyon, mecliste grubu bulunan diğer partileri de öncülüğünü AKP’nin yaptığı bu “günaha” ortak etmek ve “çözüm süreci”ne ayak diretenleri hizaya getirmek içindir ki olumsuz bir sonuç karşısında tek başına “günah keçisi” olarak ortada kalmasın. Nitekim AKP, bu komisyona katılmayacağını açıklayan MHP’ye yönelik iktidara ortak olduğu dönemdeki yolsuzlukları araştırmak için de bir komisyon kurulacağını ilan etti. CHP’nin böyle bir komisyona katılmaması ise; son- 22 mayıs’13 Başkanlık sistemine geçişe hazırlık gibi görünen bölgesel nitelikli “Akil İnsanlar” heyetlerinin gerçek anlamda topluma kazandıracağı bir çözüm yoktur. Çünkü bu kimseler, bu toplumun içinden çıkmış gibi görünseler de duygu olarak halktan kopmuş, başkalaşmış, yabancılaşmış sadece ünlü simalardır. rasında ayağına dolanacak bir pranga olur. Zira CHP’nin geçen yaz meclise sunduğu on maddelik çözüm önerisi paketi içinde söz konusu komisyonla aynı amacı güden bir komisyon kurulması önerilmekteydi. Başkanlık sistemine geçişe hazırlık gibi görünen bölgesel nitelikli “Akil İ�nsanlar” heyetlerinin gerçek anlamda topluma kazandıracağı bir çözüm yoktur. Çünkü bu kimseler, bu toplumun içinden çıkmış gibi görünseler de duygu olarak halktan kopmuş, başkalaşmış, yabancılaşmış sadece ünlü simalardır. Fikir olarak da halkın İ�slami inancıyla çelişen demokratik değerlerin yani topluma yabancı fikirlerin kamuoyunun yapılması için çalışmaktadırlar. İ�slam sancağı altında huzur içinde yüzyıllarca beraber yaşayan farklı etnik kökene sahip Müslümanlar zaten bu yabancı fikirler nedeniyle birbirlerine düşman olmadı mı ki; şimdi bu yabancı fikirler sayesinde kaynaşabilsinler? gündem TÜRKİYE’DE YARGI, IV. YARGI PAKETİ VE SONUÇLARI İbrahim ER Yasalarda değişiklik ve reform denildiğinde akla ilk gelen husus şüphesiz Sosyal Güvenlik alanında yapılan değişikliklerdir. Zira bu güne kadar bu alanda irili ufaklı üç binin üzerinde değişiklik meydana gelmiştir. Son yıllarda ise bu konudaki liderliği yargı eline geçirmiştir. On yıldan beri yargı ile ilgili yasa ve kurumlarda gerçekleştirilmeye çalışılan değişiklikler bir türlü son bulmamıştır. Hal böyle olunca; bu kadar çok revizyona rağmen hâlâ istenilen noktaya gelmemiş bir yargı söz konusu ise ve hâlâ başta anayasa değişikliği olmak üzere çok köklü değişikliklerden bahsediliyorsa, bundan önce hem de bağımsız olarak yutturulup seksen yıl boyunca uygulanmaya çalışılan şeyin adı neydi acaba? Meseleye Türkiye’nin yargı konusundaki doksan yıllık geçmişini kısaca hatırlayarak başlayabiliriz. Tek parti dönemini hatırlatmaya gerek bile yoktur. İ�slam’la mücadelenin en yoğun şekilde yaşandığı dönem bu dönemdir. Bu dönemde yargının bütün İ�slami değerleri yok etmek gibi özel bir misyonu olmuştur. Sırf bu gaye için İ�stiklal Mahkemeleri kurulmuş, “Hıyanet-i Vataniye Kanunu” çıkarılmış ve İ�slami hayat için direnen Müslümanlar hedef tahtasına konulmuştur. Tek parti iktidarı boyunca Kemalistlerin yumruğu Müslümanların ensesinden hiç inmemiştir. Bu yumruk görevini de kolluk kuvvetleri ve yargı üstlenmiştir. Daha sonraları ise Amerika’nın, İ�ngiliz yanlısı Ulusalcıların egemen oldukları bu topraklarda egemenliği ele geçirme faaliyetleri başlamıştır. Bu durum da arka arkaya Ulusalcıların yapmış oldukları darbeler meydana getirmiştir. Ö� zellikle darbe dönemlerinin ardından statüko/Ulusalcı varlık, yargı üzerinde kendi bekasını tesis edecek unsurları inşa etmek suretiyle istediği gibi oynamıştır. Dolayısıyla statükonun mutlak egemen olduğu dönemlerde yargı “Laik, Kemalist” bir çizgide tesis edilmiştir. Bunun anlamı, yargının öncelikli işinin devlet adı verilen bu varlı- ğı Laik ve Kemalist çizgi doğrultusunda koruması ve bekası için tehdit oluşturacak unsurları da şiddetli şekilde defetmesidir. Buna özetle yargının siyasallaşması diyoruz. Bu siyasi yön yargının bu zamana kadar bu devlet içerisinde üzerine oturtulduğu esasi yöndür. Yargıdaki bu siyasi yön, insanlar arasındaki problemlerin çözümleri hususunda bariz olmasına rağmen pek hissedilmez. Neticede bir hırsızlık vakıasında veya işlenmiş bir cinayetin aydınlatılmasında ya da miras paylaşımında bu siyasi yönü kolayca anlayamazsınız. Zaten bu tür problemlerin nasıl çözüldüğü bu konumdaki devletler için pek te önemli değildir. Sonuçta hüküm insana ait olduğu için zulüm her alanda devam eder. Yargıdaki siyasi yön, devlet ile devletin çizgisi dışında bulunan devlet adamlarının hesaplaşmalarında ve devlet ile vatandaş arasındaki ilişkilerde daha net biçimde ortaya çıkar. Bu aşamada mesele; aradaki bu problemi çözmeye değil, otomatik olarak devleti ve 23 mayıs’13 gündem egemen gücü korumaya yönelik bir hal alır. İ�şte bu, Türkiye’deki bağımsız(!) yargının üzerine oturtulduğu temeldir. Bu durum, İ�ngiliz sömürüsünün Türkiye üzerindeki temsilciliğini yürüten Laik, Kemalist, Ulusalcı varlığın seksen yıllık mutlak hâkimiyeti boyunca bu şekilde devam etmiştir. Yargı, özellikle 1960 Darbesi’nin ardından “Kuvvetler Ayrılığı Prensibi” ile başlı başına bir kuvvet haline getirildikten sonra, devletin bekası adına önemli bir güç haline gelmiştir. Zira yargı, siyasi otoriteden koparılarak, siyasi otoriteye hâkim olabilecek farklı bir (Amerikancı) gücün yargı üzerindeki hâkimiyetinin önüne geçilmesi sağlanmıştır. Dolayısıyla yargı, kendi başına bir güç haline getirilerek, devlet içerisinde siyasi otoriteyi ele geçiren bir gücün, kolay kolay elde edemeyeceği kurumsal bir yapı haline getirilip koruma altına alınmaya çalışılmıştır. Bugün artık güç dengeleri değişmiştir. Amerikan sömürüsünün Türkiye temsilciliğini yürüten AKP iktidarı, Amerika’nın Türkiye üzerindeki hâkimiyetini perçinlemesini sağlayacak olan yargıya yönelik müdahalelerini devam ettirmektedir. Bunun ilk adımı “AB Uyum Yasaları” ile gerçekleştirilmiş olsa da, asıl büyük adım 12 Eylül 2010’da yapılan referandumla atılmıştır. Bu referandumla, özellikle HSYK (Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu) ve Anayasa Mahkeme- 24 mayıs’13 si üzerindeki yapısal değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Bu Anayasa referandumu sonrasında da yasa değişiklikleri, bazı mahkemelerin lağvedilip yerlerine yenilerinin kurulması, çok sayıda hâkim ve savcının ya emekli edilmesi, ya da görev yerlerinin değiştirilmesi gibi uygulamalar yargı üzerinde devam etmiştir. AKP, son dönemde yargı üzerinde çok ciddi değişikliklere imza atmış ve Ulusalcılara ait emareleri yargı üzerinden tamamen kaldırmıştır. Eğer mesele yargı ve bu konuda yapılan pek çok reform ise, bunları incelemeden önce yargının Türkiye’deki vakıasını ve rolünü iyice anlamak da kaçınılmazdır. Biz biliyoruz ki; parlamenter bir sistemde yasama ve yürütmeyi tek başına iktidara gelen hükümetler ellerinde tutarlar. Bugünkü AKP iktidarının Türkiye’deki durumu da bu şekildedir. Dolayısıyla yasama ve yürütmeyi yani devletin idaresini gerçek anlamda ele geçiren bir gücün, yargıyı kendi haline/bağımsız olarak bırakması mümkün değildir. Bu güç doğal olarak yargıyı ele geçirmek ve yargıda kadrolaşmak için mücadele edecektir. Çünkü bütün otorite sahipleri, önlerinde duran büyük bir engeli, arkalarına aldıkları büyük bir güç haline getirme gayreti içine girmek zorundadırlar. Bu durum, ülkedeki gücü elinde tutanların bekası ve işlerinin kolayca yürüyebilmesi için hayati bir meseledir. İ�şte bu vakıa, demokratik parlamenter sistemlerin tatbiklerinden ortaya çıkan ve bütün güç sahipleri için geçerli olan doğal bir sonuçtur. Bu konu hakkında aksi bir düşünüşte bulunmak bile abesle iştigal etmektir. Bu nedenle her şeyden önce diğer bütün alanlarda olduğu gibi yargıda da büyük bir güç değişiminin yaşandığını, Amerikan nüfuzunun AKP eliyle her geçen gün daha da yerleştirilmeye çalışıldığını göz önünde bulundurarak reformlar konusunu ele almak daha faydalı olacaktır. 11 Nisan 2013 günü “IV. Yargı Paketi” olarak bildiğimiz, “İ�nsan Hakları ve İ�fade Ö� zgürlüğü Bağlamında Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” Meclis Genel Kurulu’nda oylanarak kabul edildi ve yasalaştı. Ancak yasalaşan bu yargı paketi beklentilere cevap veremediği gibi, büyük hayal kırıklıklarının yaşanmasına da neden oldu. Zira bu reform paketi, daha önce de belirtmeye çalıştığımız gibi bu ülkede şu anda ve tüm ülke tarihi boyunca en çok mağduru olan bir meselenin, yani terör meselesinin düzenlendiği bir yasa paketi olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle aileleri ve hatta bir bölgeyi komple işin içine katıp hesapladığımızda, bu yargı paketinden milyonlarca insanın beklentisinin ve umudunun olduğunu söyleyebiliriz. PKK konusunda yaşanan barış sürecinin beklenenden hızlı seyretmesi de, bu beklentilerin ve umutların artmasına neden oldu. Barış sürecinin terör ko- gündem nusundaki yasal düzenlemeleri de beraberinde getirecek olması, konuyu genel af kapsamına kadar sürüklemiş oldu. Dolayısıyla beklentiler daha da arttı. Bu yasayla, daha önce de belirtildiği gibi 3713 sayılı TMK (Terörle Mücadele Kanunu)’nın 6. ve 7. maddelerindeki hususları kapsayan değişiklikler gerçekleşti. Buna göre, terör örgütünün propagandasını yapan, örgütlerin bildiri veya açıklamalarını basanlara veya yayınlayanlara ceza verilmesinde, “cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösteren, öven ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik eden” şartı getirildi. Bu doğrultuda, yasaya göre terör örgütlerinin bildiri ve açıklamalarını basıp yayınlayanlara, propaganda suçu işleyenlere ve yasa dışı toplantı ve gösteri yürüyüşüne katılanlara, bundan sonra ayrıca “terör örgütüne üye olmak” suçundan ceza verilmeyecek. Ancak, işlenen suçun; patlayıcı madde bulundurma, mala zarar verme, kasten yaralama, görevi yaptırmamak için direnme, genel güvenliği kasten tehlikeye sokma gibi cebir ve şiddet içermesi halinde, kişi ayrıca örgüt üyeliğinden cezalandırılacak. Ayrıca, “terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen kişinin ayrıca örgüte üye olmak suçundan da cezalandırılacağı” hükmü, sadece silahlı örgütler hakkında uygulanacak. Silahsız bir örgüt veya çe- 11 Nisan 2013 günü “IV. Yargı Paketi” olarak bildiğimiz, “İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Bağlamında Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” Meclis Genel Kurulu’nda oylanarak kabul edildi ve yasalaştı. Ancak yasalaşan bu yargı paketi beklentilere cevap veremediği gibi, büyük hayal kırıklıklarının yaşanmasına da neden oldu. teye üye olmayan kişiler ise sadece işledikleri suçlardan ceza alacak. İ�şte büyük bir merakla ve umutla beklenen terör konusundaki düzenlemeler bunlardan ibarettir. Bu düzenlemeler ışığında bu reform paketinin sonuçlarına göz attığımızda: Ö� ncelikle bu yargı reformu, beklentilerin aksine Hükümetin PKK konusundaki barış süreci bağlamında oluşturmayı planladığı PKK ve KCK tutuklu ve hükümlülerinin salıverilmesine ilişkin oluşturulmuş bir düzenleme değildir. Ancak en başından beri böyle bir hava oluşturularak çözüm sürecine bağlı olarak ileride böyle bir düzenlemenin yapılabilirliğine ilişkin bir yoklama yapılmıştır. Yoksa şu an itibariyle barış sürecine ilişkin bir düzenleme içermemektedir. Nitekim Meclis Genel Kurulu’ndaki görüşmeler esnasında BDP milletvekillerinin en çok vurgu yaptıkları konu, KCK tutuklularının bu yasadan faydalanamayacak olmaları konusudur. Ö� zellikle Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan bu konuyu açıkça dile getirmiştir. Aynı konuda Adalet Bakanı Sadullah Ergin de, “Ö� rgüt silahsızsa bu örgüte üye olmadan suç işleyen, eyleminin cezasını alır ama örgüt üyesi olmamakla birlikte üyeymiş gibi cezalandırılmaz diyoruz. Silahlı ve silahsız şeklinde haklı bir ayrım yapıyoruz. KCK tutukluları silahlı örgüt kurmak ve silahlı örgüte üyeliği düzenleyen 25 mayıs’13 gündem 314. maddeden yargılanıyor. Bu düzenlemenin kapsamında değil” şeklinde konuşarak konuya son noktayı koymuştur. Yargı reformuyla birlikte silahlı ve silahsız ayrımı dikkati çekerken, cebir ve şiddeti teşvik diye yeni bir kavram da bu sürece dâhil edilmiştir. Bu ise, yargılama ve örgütün niteliği ile şahsın üyeliği konularında meseleyi bulanık hale getirmek için özellikle getirilmiş bir kavramdır. Eğer siz bir yasaya cebir ve şiddeti teşvik şeklinde bir detay ilave ediyorsanız, olayı tamamen soyut hale getiriyorsunuz demektir. Yine bu meseleyi yoruma açık hale getirerek eğip bükmeye elverişli bir ortam hazırlıyorsunuz demektir. Kısacası savcı iddianamesinde, zorlama gerekçelerle ve tamamen kendi yorumuyla “cebir ve şiddeti teşvik” söz konusu diyerek yoruma dayalı bir iddianame hazırladığında, direkt olarak örgüt üyeliğinden yargılanabilecek ve bu yasadan asla faydalanamayacaksınız demektir. Daha açık bir ifade ile Hilafet’i istiyorsanız veya sahip olduğunuz kültür ve taşımış olduğunuz fikirler içerisinde “cihad” kavramı bulunuyorsa siz direkt cebir ve şiddeti teşvik ediyor olacaksınız. İ�şte bu yargı reformu içerisinde devlet kendi bekasına yönelik en büyük yatırımı bu düzenlemeyle yapmıştır. Bu süreç, ileriki dönemde ve barış süreci doğrultusunda, PKK ve KCK’ya yönelik yapılacak tahliye düzenlemelerinden 26 mayıs’13 başta Hizb-ut Tahrir olmak üzere, silahsız Müslümanları beri tutmak için başlatılmış bir süreçtir. Çünkü Müslümanların sahip oldukları kültür İ�slami kültürdür ve bu kültür “Hilafetin ikamesi” ve “cihad” gibi mevcut düzenlemeyle sistemin cebir ve şiddet olarak değerlendirebileceği kavramları bünyesinde barındırmaktadır. Evet, bu düzenlemeye göre ortada silah, cebir ve şiddet yoktur ancak, cebir ve şiddeti teşvik vardır. Silahlı ve silahsız ayrımına gelince; ister TMK’da, isterse TCK’da olsun bu konuyla ilgili zaten birçok madde bulunmaktadır. Böyle bir ayrıma gidilmesinin, özellikle de basınyayın yoluyla işlenen suçlar ve propaganda nitelikli eylemler açısından ele alınmasının da sistem açısından haklı bir nedeni bulunmaktadır. Sonuçta bu tamamen göstermelik bir yaklaşımdır. Zira silahlı ve silahsız ayrımı sistem tarafından gerçekten örgütün silah kullanıp kullanmamasına göre değil, savcı ve hâkimlerin değerlendirmesine ve kanaatlerine göre yapılmaktadır. Bu kanaatlerin nasıl oluştuğunu, yargının siyasi olması konusunda belirtmeye çalıştık. Türkiye’de Hizb-ut Tahrir hakkında işletilen süreç bu konudaki tezimizi doğrulamaktadır. Başta İ�slam Beldeleri olmak üzere dünyanın hemen her yerinde fikri ve siyasi çalışma yapan ve henüz dünyanın hiçbir noktasında silah kullanmamış ve kullandığı da tespit edilememiş bir kitlenin mensuplarına, terör örgütü üyeliğinden adeta kıyım yapılmaktadır. Gerekçe ise, bir Yargıtay hâkiminin yıllar önce bu konuda vermiş olduğu bir karardır. İ�şte bu örnek yargının siyasi hale gelmesine verilebilecek en çarpıcı örnektir. O nedenle devlet bu yargı reformuyla silahlı ve silahsız ayrımı yaparak var olan bir adaletsizliğin önüne geçmek gibi bir niyet taşımamaktadır. Bundan kasıt, Kürt meselesi ile ilgili yürütülen barış süreci çerçevesinde, bu düzenleme kapsamında bulunan PKK ve KCK’lı tutuklu ve hükümlüleri tahliye etmek suretiyle süreç ile ilgili iyi niyet mesajları vermek ve bir sonraki adıma yatırım yapmaktır. Yoksa amaç, toplum üzerinde var olan bir adaletsizliği gidermek ya da bir zulmü ortadan kaldırmak değildir. Son günlerde Ulusalcıların dillerinden düşürmediği gibi: “Bir taraftan Silivri’dekilere gömülü silahlardan ömür boyu hücre istenirken, diğer taraftan Başbakan aracılığıyla PKK’ya silahları gömün gidin” diyen bir hükümetin yargıya kattığı siyasi boyutu kolayca görebilmekteyiz. Hükümet, Ulusalcılara karşı yargıyı bu şekilde kullanarak Müslüman halkın gözünü boyamaktadır. Böylelikle; bir taraftan gayri İ�slami hükümleri daha kolay uygulama ortamı bulup halkı sürekli zulme maruz bırakırken, diğer taraftan da adalet naralarıyla İ�slam Davetini yüklenmiş, cebir ve şiddetin hiçbir türlüsüne bulaşmamış gündem Müslümanları terör ithamlarıyla zindanlara atarak adalet anlayışını göstermektedir. Bu yargı paketiyle birlikte devlet açısından elde edilen önemli kazanımlardan birisi de; özellikle terör kapsamında bulunan davalarda Aİ�HM tarafından, Türkiye aleyhine sonuçlanan ve bedelleri yüklü seviyede tazminatlar olarak ödenmek zorunda kalınan yargı ihlallerinin önüne geçmek için yapılan düzenlemelerdir. Bu paket çerçevesinde kanunla; Aİ�HM’nin terör örgütlerinin içeriği şiddet unsuru içermeyen bildirilerini yayınlayanların, sadece bu eylemleri nedeniyle cezalandırılmasını ifade özgürlüğünün ihlali olarak saymasına paralel düzenlemeler yapılacaktır. Buna göre, terör örgütlerinin bildiri veya açıklamalarını basanlara veya yayınlayanlara bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası verilmesinde, “cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösteren, öven ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik eden” şartı getirilerek, suçun kapsamı Aİ�HM standartlarıyla uyumlu hale getirilecektir. Aynı düzenleme basın açıklamaları için de geçerlidir. Aİ�HM’nin içeriğinde şiddete başvurmayı cesaretlendirici ifadeler yer almayan ya da kişileri silahlı isyana teşvik edici nitelikte olmayan açıklamalar nedeniyle bireylerin Terörle Mücadele Kanunu’nca cezalandırılmasını ifade özgürlüğüne aykırı bulmaması için düzenleme yapılmaktadır. Buna göre, terör Türkiye’de Hizb-ut Tahrir hakkında işletilen süreç bu konudaki tezimizi doğrulamaktadır. Başta İslam Beldeleri olmak üzere dünyanın hemen her yerinde fikri ve siyasi çalışma yapan ve henüz dünyanın hiçbir noktasında silah kullanmamış ve kullandığı da tespit edilememiş bir kitlenin mensuplarına, terör örgütü üyeliğinden adeta kıyım yapılmaktadır. örgütünün propagandasını yapan kişiye bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası verilmesinde suçun; “cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde olması” şartı getirilmektedir. Bu suçun basın ve yayın yoluyla işlenmesi halinde verilecek cezanın yarı oranında arttırılması hükmü korunacaktır. Bunlar da bu yargı reformu çerçevesinde yapılması planlanan kanun değişiklikleridir. Yasada terör dışında getirilen yeniliklerden bazıları da şöyledir: İ�şkence suçlarında zaman aşımı işlemeyecek. Kamu düzeni açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkmaması halinde, yapılan açıklamalar “suçu ve suçluyu övme” suçunu oluşturmayacak. Halkı, askerlik hizmetini yapanları firara sevk edecek veya askerlik hizmetine katılacak olanları bu hizmeti yapmaktan vazgeçirecek şekilde teşvik veya telkinde bulunanlara altı aydan iki yıla kadar hapis cezası verilecek. Gözaltı ve tutukluluk süresi başka bir hükümlülüğünden indirilen kişiler, tazminat isteyebilecek. Ayrıca tasarının meclise geldiği halinden farklı olarak yalnızca ihaleye fesat karıştırma suçu konusunda CHP’nin vermiş olduğu önerge ile AKP birlikte bir değişiklik yapılmıştır. Yasada 12 Eylül darbesi mağdurlarının mağduriyetlerinin giderilmesine yönelik, tüm partilerin önerge ve desteğiyle düzenleme de yapılmıştır. 27 mayıs’13 gündem IV. Yargı Paketi bağlamında yapılan düzenlemeler özetle bu hususlardan ibarettir. Bu düzenleme gündeme geldiği günden itibaren hemen hemen sadece terör suçları açısından ele alınmış ve PKK, KCK, Ergenekon ve diğerleri açısından ne tür getirileri olacağı konuları konuşulmuştur. Diğer hususlar ise arka planda kalmıştır. Terör konusunda yapılan düzenlemeler elbette kamuoyundaki beklentileri karşılar nitelikte değildir. Ayrıca bu gelişmelerin ardından, barış sürecinin baş döndüren hızına uygun bir yasa paketi bekleyenler de yanılmış oldular. Sonuçları açısından bu yargı paketinin PKK ile yürütülen barış sürecinin ileride atılabilecek olumlu adımlarına yönelik bir kamuoyu yoklaması ve altyapı çalışması olduğu açıktır. Yine bu pakette, Türkiye’nin uluslararası arenada yargı konusunda bu güne kadar hiç olmamış olan prestijine temel oluşturmak ve karşı karşıya kaldığı yaptırımlara dur demek adına yapılmış olan iyileştirmeler bulunduğu da açıktır. Ayrıca Ulusalcı statükonun yıllarca yapmış olduğu çirkefliklerden dolayı mağdur olmuş insanlara ve kendisine destek veren halka karşı popülist düzenlemeler bulunduğu da reddedilemez bir gerçektir. Bunların hepsi bu paketin içeriğinde vardır ancak bizim pakette dikkatimizi çeken bir nokta var ki; o da cebir ve şid- 28 mayıs’13 Bu yargı paketiyle birlikte devlet açısından elde edilen önemli kazanımlardan birisi de; özellikle terör kapsamında bulunan davalarda AİHM tarafından, Türkiye aleyhine sonuçlanan ve bedelleri yüklü seviyede tazminatlar olarak ödenmek zorunda kalınan yargı ihlallerinin önüne geçmek için yapılan düzenlemedir. deti teşvik ile ilgili düzenlemedir. Bu apaçık bir tuzaktır. Devletin barış sürecinde kat edilmesi düşünülen mesafeye binaen terör konusunda oluşturulacak yumuşatmaya karşılık, Müslümanların konumunu sabit tutmak adına ortaya koyacağı yeni gerekçedir. Böylelikle İ�slam davetini yüklenen Müslümanlar, yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi otomatik olarak cebir ve şiddete teşvik edici bulunarak terör kapsamında tutulmaya devam edileceklerdir. Ü� stelik yeni(!) sistem sahipleri bunu yaparlarken, devletin yargı organları bu gerekçe doğrultusunda çok ta fazla zorlama karar vermemiş olacaklardır. Çünkü daha önceleri çok daha zorlamaya dayalı ve mesnetsiz kararlar vermek zorunda kalıyorlardı. gündem ÖTEKİ İLE BİRLİKTE YAŞAMA VE ÇÖZÜM SÜRECİ Osman YILDIZ Allah’ın Rasulü SallAllahu Aleyhi Ve Sellem’in ilk İ�slam Devleti’nden son Osmanlı Hilafet Devleti’ne kadar olan süre içerisinde, İ�slami fetihlerin gayesi oryantalistlerin ya da onların görüşlerini yayanların aksine, İ�slam akidesini halklara zorla benimsetmek veya toprak ve ganimet için savaşmak değildi. İ�slami fetihlerin gayesi İ�slam’ın, onun tatbik, koruma ve yayma metodu olan Hilafet nizamının egemenliğini sağlamaktı. Bundan dolayı İ�slam’ın siyasal liderliğinin yeryüzünde ilahlık iddiasında bulunan ceberut idarecilerden ve tağutlardan alıp, söz konusu yönetimi yeryüzünde bozgunculuk çıkartmayan, Allah’a ve ahiret gününe inanan, bir gün tekrar dirilip yeryüzünde yapmış olduğu fiillerden Allah’a hesap vereceğine iman eden insanlara teslim etmeye çalışan, ciddi bir çaba olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. İ�slami fetihlerin akabinde yönetimler el değiştirmiş ve halklar hiçbir baskı ve vesayet altına alınmadan diledikleri akideyi, inanç biçimini kabul etme noktasında serbest bırakılmışlardır. İ�slam akidesi; dünya hayatına bakış açısı ve kendisinden fışkıran hükümler ile hiçbir düşünce sistemi ile mukayese edilemeyecek derecede insan fıtratına uygun ve onun ihtiyaçlarına cevap veren tek düşünce sistemi olunca, insanlar arasında hızla yaygınlaşması ve gerek fert fert, gerekse topluluklar halinde akın akın bu dine girmeleri şeklinde gerçekleşmiştir. İ�nsanlık tarihi boyunca görülmemiş olan süratle, geniş coğrafyaları hatta kıtaları içerisine alan bu yayılma her ne kadar şaşılacak bir durum gibi gözükse de aslında olaya derinlemesine bakabilen, aydın düşünenler için hiçte şaşılacak bir durum değildir. Şöyle ki; halkların topyekûn İ�slam’a girmelerinde birinci neden; bu dinin akidesinin hayata yönelik bakış açısı, ona ilişkin yorumu aynı zamanda kattığı anlamın cazibesi ve dayanılmaz çekiciliğinde gizlidir. Yine insanın içgüdü ve uzvi ihtiyaçlarını karşılama, onun problemlerini giderme noktasında getirdiği adil, dengeli ve çelişkili olmayan çözümlerinde saklıdır. İ�şte insanları kendisine böylesine çeken farklı kıtalardaki, farklı kültürlerdeki ve farklı renklerdeki insanları kendi potasında eriten ve onlardan üstün bir şahsiyet çıkaran güç, İ�slam akidesidir. İ�slam’ın fethettiği coğrafyalarda öteki ile birlikte yaşama noktasında en güzel örnekler yaşanırken insanlığın yaşadığı diğer coğrafyaları inanç uğruna yapılan zorlama ve baskılar kasıp kavuruyordu. Yunan, Roma ardından Bizans ve Fars imparatorlukları ile başlayan din fanatizmi; Avrupa’da yaşanan din savaşları ve engizisyon mahkemelerinin kurulduğu acılı dönemlerle devam etmiştir. Avrupa’nın sömürgeci kültüre (Kapitalist-Demokratik) sahip olmasından dolayı İ�slam ile ilişkisi olan herkesi kıtadan tasfiye etmiştir. Son olarak Komünist rejimde Avrupa engizisyon mahkemelerini aratmayacak derecede 29 mayıs’13 gündem Müslümanlara yönelik bir vahşet sergilemiştir. Hilafet’in ilgasıyla birlikte İ�slam ümmeti parçalanmış aralarına tel örgüler, mayınlar döşemek suretiyle bölük pörçük olmuşlardır. Osmanlı Hilafet Devleti’nin ilgasıyla birlikte yeni kurdurulan bu devletçiklerin hepsi de İ�slam’a savaş açmışlardır. İ�ster sömürgeci kapitalist ideoloji olsun, isterse komünist ideoloji olsun artık İ�slam’a yaşama hakkı tanımamış onu devlet, toplum ve hayattan uzaklaştırmıştır. Allah Subhanehu Ve Teâla’nın insanlığa göndermiş olduğu hayat nizamı yerine konulmak istenen her düşünce ve ideoloji insanlığa hüsrandan başka bir şey getirmemiştir. İ�nsanları insan seviyesinden hayvanlardan da aşağı bir seviyeye çekmiştir. Nitekim ötekini kabul etme noktasında iki ayrı bakışın, iki ayrı dünyanın çok derin farklılıklarının olduğunu görüyoruz. Şayet İ�slam ötekine yaşam hakkı tanımamış olsaydı bugün ne Arap Hristiyanlarından ne de Osmanlı içerisinde yüzyıllarca yaşamış diğer milletlerden bahsedilmezdi. Hz. Ö� mer (r.a.) Kudüs’ü fethettiğinde şehrin kutsal mekânlarını dönemin Kudüs patriği ile beraber gezmişti. Hz. Ö� mer (r.a.) Kıyame Kilisesi’ne geldiğinde namaz vakti girdi. Patrik kendisine orada namaz kılmasını tavsiye etti. Ancak Hz. Ö� mer (r.a.) kendisinden sonra gelenlerin orasını mescide çevirecekleri endişesi ile bu teklifi reddetmiştir. (Taberi Tarih) 30 mayıs’13 Diğer taraftan ise Endülüs’te Müslümanları Hıristiyanlaştırmak için öyle politikalar yürütülüyordu ki, din değiştirmeyen Müslümanları yakmakla tehdit ediyor, direnenleri yakıyorlardı. (İ�slam Tarihine Giriş s.153) Dominikli bir Rahip olan Crucis Ricoldos 14. yüzyılın başlarında doğu vilayetlerini gezdiğinde Hıristiyanların ne kadar müsamaha içerisinde yaşadıklarını şu ifadelerle dile getiriyor: “Müslümanların İ�slami yönetimin gölgesinde Hristiyanlara gösterdikleri müsamahanın boyutlarını incelediğimizde şu hakikat tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmaktadır ki; kılıç, insanların bu dine girmeleri noktasında kesinlikle etken olmamıştır. Bizler gayrı Müslim herhangi bir taifenin İ�slam’ı kabul etmesi için zorlandığı ya da Hristiyanlıktan vazgeçmesi için baskıya maruz kaldığını işitmedik. Şayet Müslümanlar Ferdinant ve İ�zabella’nın İ�spanya’da Müslümanlara karşı yaptıklarını XIV. Louis’in Fransa’da Protestan mezhebine mensup olanlara yaptığını veya İ�ngiltere’nin Yahudileri 350 yıl topraklarından uzak yaşamaya mahkûm ettiği gibi benzer yollara başvurmuş, ötekine yaşam hakkı tanımamış olsalardı bu bölgelerde bir tek Hristiyan bırakmaz kolaylıkla köklerini kazıyabilirlerdi.” (İ�slam Tarihine Giriş) Hilafet’in enkazı üzerine kurulan Cumhuriyet’te ise tüm halk düşmandı. Bugüne kadar da İ�slam’ı hayat nizamı olarak talep eden herkes düşmandır. Düşmana ne reva görülüyorsa o yönde politikalar belirlenmiştir. Eğitim-öğretimden, ekonomiye, iç siyasetten, dış siyasete, içtimaı hayattan, hukuka varana kadar bütün meselelerde sistem dinin hayattan ayrılması esası üzerine kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin ötekine bakışı ise kurulduğu günden beri İ�smet İ�nönü’nün ifade ettiği; “Padişah düşman, yedi düvel düşman, kimse duymasın halk düşman” anlayışıdır. Cumhuriyet’in yeni laik Türkiye’de yaşayan fakat laik Türk olmayan unsurlarla olan ilişkisi, hep sorunlu olmuştur. O dönemde modernleşme ile Türkleştirme politikası aynı anlamı ifade etmekteydi. Şimdi ise eşit yurttaş olma adı altında Türkiyelileştirmek yani Türkleştirmek. Bu sorunlu halin sebeplerinden biri demokrasiyi, laikliği içselleştirmeyen mugalata yolu ile Türk olmayan toplulukların, öteki olarak algılanmasıdır. Cumhuriyet’in kurucu kadrosu ve daha sonra gelen tüm iktidar mekanizmaları, makbul vatandaş yaratma çabasıyla, ötekinin statüsünü kendi sübjektif kriterlerine göre değerlendirdi ve “öteki”lerin toplumsal statüsünü belirledi. Mustafa Kemal’in yakın çalışma arkadaşlarından Adalet Bakanı Mahmut Esad Bozkurt, Türkiye’de Türk olmayanın statüsünü “hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı” olarak belirledi. Şimdi ise mevcut ikti- gündem darın politikalarını kabul etmeyen, laikliği demokrasiyi caiz görmeyenler, çözüm süreci diye ifade ettikleri sürecin temeline demokrasinin konulmasını kabul etmeyenler “öteki”lerdir ve marjinal bir konumda tutulmaları gerekir. Neye göre? Niçin? İ�ktidarın son olarak “çözüm süreci” diye isimlendirdiği süreci halka anlatma ve olumlu hava oluşturma görevi ise akil adamlara havale edilmiş durumda. Bu adamların neye göre “akil adam” olduğu ve meclistekilerin ne iş yaptığı konusuna girmeyeceğim. “Akil adamlar” süreçle ilgili olarak her ne kadar biz hükümet adına hareket etmiyoruz dese de, aslında hükümetin çözüm sürecinden başkasını dillendirmiyorlar. Burada izah etmek istediğim mesele “silahlı dönemin” yanlış olduğunu ifade etmekle birlikte, silahları bırakacakları zeminin demokratik zemin olmasının da yanlış olduğu meselesidir. 2005 yılından itibaren başlatılan ve günümüzde de birçok isim değişikliğinden sonra “çözüm süreci” terimi ile ifade edilen sürecin ana hedefi şudur: Kürt kavminin/toplumunun inkâr, iskan ve asimile yöntemiyle sisteme entegre etme politikasının iflas etmesi, Kuzey Irak ve Suriye’de ki gelişmeler üzerine bu defa da demokrasi/eşit yurttaş adı altında Türkiyelileştirmek ya da sisteme entegre etme projesidir. Sisteme entegre olma noktasında direnen her kesimi ise öteki olarak görmeye devam edeceklerdir. Bu sürecin karşıt kutbu gibi görünen iki temel yaklaşım vardır. Ulusal kanat, devletin güvenlik siyasetini bırakmasını eleştirirken diğer taraftan mücadeleyi siyasi zemine çekmek isteyen güçlü bir irade ve taraflar vardır. Demokratik zemine çekmek isteyen taraflar ve aktörleri malumdur. Ulusalcı kesim ise şu anda hiçbir kudrete sahip değildir. Demokratik zemine çekmek isteyen hükümet, Ö� calan ve malum medya “akil adamlarıyla” tüm becerilerini de ortaya koyarak Kürt halkını, davul ve zurna ile oldubittiye getirip sisteme entegre etmek için çalışacaktır. Sisteme entegre etme durumunun daha net anlaşılması için bir örnekle daha da somutlaştıralım. Tüm Müslümanların kalkansız bırakıldığı bir dönemi, İ�slam’ın devlet, toplum ve hayattan uzaklaştırıldığı bir süreci Ö� calan’ın “Milli Kurtuluş Savaşı” olarak göstermesi gibi. Ö� calan, son Newroz’da ki açıklamasında şöyle diyordu: “Tıpkı yakın tarihte Misak-i Milli çerçevesinde Türklerin ve Kürtlerin öncülüğünde gerçekleşen Milli Kurtuluş Savaşı’nın daha güncel, karmaşık ve derinleşmiş bir türevini yaşıyoruz. “ (haberler) Başbakan Erdoğan ise, 04.04.2013 tarihli “akil adamlar” toplantısında şöyle diyordu: “Biz bu örselenmiş duyguları tamir etme çabasındayız. Kurtuluş Savaşı’ndaki o özü tesis etme çabasındayız. Hatalarımız olabilir. Yeni bir Cumhuriyet kurma çabasında değiliz. Dışlananların olduğu değil, zulüm görenlerin değil, herkesin birinci sınıf olduğu bir Türkiye inşaa etme sevdası içindeyiz.” (haberler) Cumhuriyetin kurucu kadrosu tüm Müslümanların arasındaki İ�slam bağını ve Hilafet’i ilga ederek yerine laik Türk milliyetçiliğini koymuştu. Böylece ümmetten bir ulus yaratmak istiyorlardı. Şimdi ise laik Türkiyeli olmayı vatandaşın üst kimliği haline getirmeye çalışıyorlar. Tüm bunlara karşı çıkanlar ise cadı kazanına atılacak. Aynen Cumhuriyet kurulduğunda karşı çıkan Şeyh Said gibi Çapanoğlu gibi. Cumhuriyet kurulduğunda kendisine belirlediği iki düşman vardı. Bunlardan birincisi İ�slam diğeri ise Müslüman Kürt halkıydı. Ak Parti ılımlaştırma yolu ile İ�slam problemini nasıl halının altına süpürdü ise şimdi aynısını Kürt sorunu ile alakalı yapmak istemektedir. Ancak daha sonra bu iki mesele de tekrar gündeme gelecektir. Çünkü ortaya konulan çözüm ne kadar güzel olursa olsun insan aklının ürünü olması hasebiyle insan fıtratına ters olacaktır. Türkiyeli olmak ta meseleyi çözmeyecektir. Cumhuriyet yine kendisine ötekini yaratacak ve zulüm yine devam edecektir. 31 mayıs’13 gündem ÂKİL tUTULMASI Emrah AKAY Akliyet; davranış ile bütünleşirse o bireyde şahsiyet oluşur. Şahsiyeti oluşturan en önemli unsur olan akliyet, hangi ideolojinin cinsinden olursa o kişi de o ideolojinin şahsiyetine bürünmüş olur. Şahsiyetini tamamlamış böylesi bir kişiye ‘âkil’ denilebilir. Türk Dil Kurumu sözlüğünde âkil, akıllı ve zeki demektir. Bir akıl sahibinin herhangi bir eşyanın güzellik, çirkinlik, kemal veya noksanlık sıfatlarını idrak etmesidir. Doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırabilen, güzeli ise çirkinden ayırmayı başarabilen akıl sahibi kimseye âkil denmektedir. Bu minvalde âkil insan, içinde bulunduğu toplumun gören gözü, duyan kulağı ve idrak eden hisleri olur, olmak zorundadır. Böylesi bir misyonu taşıyan bireyler kıvrak zekalı, basiretli, bağımsız düşünüp inisiyatif alabilen bireyler olmak durumundadır. İ�şte çözüm süreci olarak isimlendirilen ve terörün bitirilmesi düşünülen bu süreçte topluma inerek halkın nabzını ölçen, insanlara bu sü- 32 mayıs’13 recin maslahatlarını anlatmak için yola çıkan ya da çıkartılan seçkin zümreyi, konjoktürel tarifle âkil insanları tanımlamak, sebep-sonuç ilişkisini tayin etmek ve gayelerini açığa çıkarmak siyaseten daha doğru tahminler yürütmemizi sağlayacaktır. Burada âkil insanların isimleri veya kimlikleri üzerinden yorum yapmak meselenin analizini kısırlaştırmaktan başka bir şey ifade etmeyecektir. Hükümetin ‘Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi’ diyerek başladığı ve beş yıla yakındır yürüttüğü açılımın son safhası diyebileceğimiz Çözüm Sürecinde kullanılan son üsluplardan birisi de bahsi geçen âkil insanlar çalıştayıdır. Başbakan Erdoğan’ın 76 milyonun özeti sayılabilecek bir tablo olarak gördüğü âkil insanlar hakkında birçok yazar ve politikacıdan farklı tanımlamalar geldi. Kimileri oluşturulan bu havuzun geneli temsil etmediğini söyledi, kimileri kimlikleri eleştirdi. Hakkın ve hukukun üstünlüğüne inananların tü- münü temsil ettiğini iddia eden başbakan ile aynı dili yani demokratik ve seküler dili kullanmasına rağmen eleştiri getiren Kemal Kılıçdaroğlu bu çalıştayı şu şekilde açıkladı: ’’Görüşü ne olursa olsun, biz düşünen herkese saygılıyız. Ama kendisine ‘akil insan’ deyip siyasi otoritenin propagandasını yapan kişi akil insan değildir. Aklını kiraya veren insandan akil insan olmaz. Başbakan Erdoğan, bu 63 kişiyi kendi milletvekili listesini belirler gibi belirledi. Bunlar nasıl akil adam? Konuyu bilmiyorsun, çözümü bilmiyorsun, neye gidiyorsun. Ne anlatacaksın şimdi sen? Neyi tartışacağız bu ülkede?” Yine aynı dili kullanmasına rağmen ağır eleştiriler getiren Devlet Bahçeli’nin ifadeleri şöyle oldu: “Hayatlarında bir tek defa şehide şükran duymamış bedbahtlar bu 63’ün arasındadır. Hayatlarında bir tek gün Türklüğü ağızlarına almamış, vatan dememiş, bayrak diyememiş PKK havarileri bu 63’ün içindedir. Bunlar PKK gündem tetikçileridir, bunlar AKP propagandistidir ve bunlar Türkiye’nin karşısındaki cephedir, Türk milletinin sırtındaki kamburlardır. Bunlar unvan avcısıdır. Bunlar para ve şöhret takipçisidir. Bunların derdi kanın durması, terörün bitmesi, anaların ağlamaması değil, Türkiye’nin bölünmesi, bölücülüğün kurumsallaşması ve PKK’nın dağdan inerek Türkiye’yi esir almasıdır. “ MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural, çözüm sürecine yönelik oluşturulan akil insanlar heyetinin, Mondros Mütarekesi sonrası, işgal güçlerine karşı Anadolu’da başlayan direnişi engellemek amacıyla Damat Ferit’in kurdurduğu Heyeti Nasiha’nın ‘’AKP şubesinden’’ başka bir şey olmadığını iddia etti. Bu ve buna benzer birçok eleştiri getirilmesine rağmen bölgesel çalışmalarına devam eden ve hükümet sözcülüğünden başka bir şey yapmayan âkil insanlar; köy, kasaba, şehir gittikleri yerlerde çözümün demokratik yöntemler ile gerçekleşeceğini bangır bangır bağırır hale geldiler. Dillendirdikleri talepler Kürt halkının gerçek talepleri değildir, çağırdıkları çözüm önerileri de gerçek sorun için çözüm kaynağı olamayacaktır. Bu zaviyeden bakacak olursak toplumun her kesimini ikna etmek zorunda olan âkil insanlar heyetinin henüz muhalefet partilerini dahi ikna edemediği ve gittikleri bölgelerin birçoğunda tepkiyle karşılaştıkları da düşünüldüğünde gö- Bu ve buna benzer birçok eleştiri getirilmesine rağmen bölgesel çalışmalarına devam eden ve hükümet sözcülüğünden başka bir şey yapmayan âkil insanlar; köy, kasaba, şehir gittikleri yerlerde çözümün demokratik yöntemler ile gerçekleşeceğini bangır bangır bağırır hale geldiler. revlerini yerine getirmelerinin zor olacağı gözüküyor. Hükümet bu aşamada bölgelere dağılan heyetin uğradığı tepkileri kamuoyundan uzaklaştırıp tozpembe sahnelerle televizyon ekranlarına çıkarıyor. Bu tepkileri minimuma indirmek için İ�ç İ�şleri Bakanı Mu- ammer Güler, heyetlerin gidecekleri yerlerde karşılarına akıllı ve muhalefet edebilecek kimselerin çıkmayacağını vaad ederek adeta onları kucaklayan bir kalabalıkla buluşturacağının teminatını veriyor. Zaten onlara da kimse bu çözüm süreci ile ilgili neyin nasıl olacağını sormuyor, sorsa da cevap alamıyor. Zira âkil insanlar arasında bu sürecin nasıl işletileceği ile alakalı net bilgilere sahip kimse gözükmüyor. Aslında hükümet içerisinde de bu çözüm için atılacak ileriye dönük adımların vakıasını kavrayamamış birçok politikacı bulunuyor. Herkes aynı sloganik cümleler kurmayı şu an için yeterli görüyor. ‘Silahların susması, anaların ağlamaması, terörün bitmesi vs...’ gibi söylemler âkil insanların yanlarında götürdükleri bir kaç söylem biçimi olarak yeterli görülüyor. Buna mukabil heyeti temsil eden üyelere bakıldığında içlerinde iş dünyasının büyük patronlarından üniversitedeki akademisyenlere, sendika başkanlarından STK liderlerine, gazeteci ve yazarlardan ünlü sanatçılara kadar birçok kişi kendilerine herhangi bir dayatma olmadığını dillendirerek bu işi bağımsız ve hür iradeleri ile yaptıklarını ifade ediyorlar. İ�ki ay boyunca temsil ettikleri bölgelerde görüşmeler yapacak bu seçkin(!) gruba ‘heyet’ denilmesinin önemli bir sebebi olmalıdır. 9 kişilik gruplar şeklinde 7 coğrafi bölgeye dağılmış olmaları ve 33 mayıs’13 gündem her grupta bir başkan bir de başkan vekili tayin etmeleri bu grubun resmi bir statüde ve devleti temsil eden ‘heyet’ mekanizmasına dönüşmesi için olabilir. İ�htiyaç hissedildiğinde aynı heyet yine devreye girip hükümetin düşüncelerini gittikleri yerlerde dillendirme görevini üstlenebilir. Ö� rneğin başkanlık sistemi konusunda heyete bilgi verilerek kurulması an meselesi olan yeni bir rejimi halka indiren ve atmosferi toplum nazarında olumlu bir yöne çekmesi sağlanabilir. Bu ve benzeri birçok konuda hükümetin toplum mühendisleri, sosyologları bu heyet ile istişare yapmaktadır, yapacaktır da. Dedik ki bu heyetin süreç ile ilgili sundukları çözümler problemin bilinmeyenlerini çözebilecek kapasitede değil. Pe ki öyleyse neye çağırıyorlar? Toplumla hangi meseleler üzerinde hasbihal ediyorlar? Neden bölgesel çalışıyorlar? Gerçekten samimiler mi? Â� kil vasfını hak ediyorlar mı? Toplum tarafından kabul gören ve benimsenen kişiler mi? Bu mesele ile ilgili sorular böylece uzar gider. O halde biz önemli gördüğümüz bu soruları cevaplamaya çalışalım. Bu fikrin ilk ne zaman çıktığı, ilk kimin dillendirdiği gibi sorular taşınan misyonun ne olduğu sorusu yanında magazinsel kalabilir. Bu meselede detaylar anlaşılması gereken temel meseleleri örtmek için çokça kullanılır hale geldi. Â� kil 34 mayıs’13 AKP-PKK arasındaki karşılıklı mutabakata varılan maddeler hayata indirilmeye başlıyor. Kürtlerin mücadelesine ‘İslamcı olacağına Marksist olsun’ denilerek lider yapılan Abdullah Öcalan Kandil’e mektup gönderip silahların susması çağrısında bulunuyor. Buna mukabil Türk Silahlı Kuvvetleri de sınırlarda dâhil olmak üzere silahlarını rafa kaldırıyor. insanlar heyetinin kurulma amacının hükümet tarafından atılacak her türlü adımın farklı kimselerce sahiplenilmesi, oluşacak olumsuz havanın bu örnek(!) kişiler sayesinde olumluya evrilmesi ve sürecin yumuşak bir şekilde nihayete ulaşmasıdır. Bu senaryo büyük devletlerin uyguladığı ‘soft power’ üslubunu anımsatıyor. Yani Türkiye’deki iktidar Kürt halkının İ�slami eğilimlerini, İ�slami Devlet taleplerini tereyağından kıl çeker gibi demokratik istek ve eğilimlere yönlendiriyor. Tamda bu aşamada AKP-PKK arasındaki karşılıklı mutabakata varılan maddeler hayata indirilmeye başlıyor. Kürtlerin mücadelesine ‘İ�slamcı olacağına Marksist olsun’ denilerek lider yapılan Abdullah Ö� calan Kandil’e mektup gönderip silahların susması çağrısında bulunuyor. Buna mukabil Türk Silahlı Kuvvetleri de sınırlarda dâhil olmak üzere silahlarını rafa kaldırıyor. Yine PKK, şehir yapılanmasını hücrelere geri göndermeyi içerideki KCK zanlıların tahliye edilmesi şartına bağlıyor ve hükümet çıkarılan yasa paketleriyle birçok zanlıyı tahliye ediyor. Hatta devlet dairelerindeki TC üst başlığı da kaldırılarak milliyet kavramına vurgu yapılmak isteniyor. Yıllarca estirilen milliyetçi rüzgârlar yerini dinginliğe bırakıyor. Çünkü artık âkil insanlar var ve onlar toplumu sakinleştirip susturuyor. Onlar gittikleri yerlerde sabır dağıtıyor, halkı sükûnete çağırıyor. Başbakan Erdoğan’ın ‘‘Biz 10 gündem yıl boyunca toplumdaki aşırılıkları törpüledik ve halkı uysallaştırıp onların gazını aldık’’ sözü âkil insanların toplum içindeki diyaloglarının mihenk taşını oluşturuyor. Bölgesel veya yerel çalışmaya gelince; bu politika nabza göre şerbet politikasıdır. Bölgeler arası örfler, gelenekler ve hayat görüşleri farklı olunca topluma inildiğinde konuşulacak sözlerde, kullanılacak üslup ve argümanlarda farklı ve o yöreye uygun olmalıdır. Bilinmelidir ki Anadolu insanı kendisine uymayacak veya kendisinden olmayan bir şeyi almaktan imtina eder. Bu sebeple lokalize olmuş, gidilecek yörelerdeki özelliklere uygun kimselerin bir araya gelmesi kaçınılmaz olacaktır. Şu atasözü tamda bu niyeti açığa vurmaktadır: ‘‘Kocana göre bağla başını, harcına göre pişir aşını.’’ Samimiyet meselesine gelince; her ne kadar elimizde samimiyeti ölçecek bir alet olmamasına rağmen âkil insanların kimliklerini ve düşüncelerini kendi söylemlerinden hareketle bilmekteyiz. 63 kişilik heyetten gerek medya kanalıyla gerekse de menfaat yoluyla hükümeti kayıtsız şartsız destekleyen en az 50 üye gösterebiliriz. Â� kil vasfını hak etme meselesine gelince; şunu kesinlikle bilmeliyiz ki, toplumu temsil edecek âkil bireylerde bulunması gereken en önemli haslet toplumun maslahatları için fikir üretmektir üretilmiş fikirleri tüketmek değil. Bir Devrin önemli alim ve müçtehitlerinden İmam Azam Ebu Hanife’nin âlim taifesinin devlet kadrolarında bulunmaması gerektiği düşüncesinden hareketle dönemin halifesinin teklifini geri çevirmiş ve müstakil bir şekilde içtihatlarına devam etmiştir. Sürgün hayatı bile onu toplumsal meseleleri İslam akidesi içinde çözme mücadelesinden alıkoyamamıştır. yerde zulüm varsa onu önlemektir, düşünce ve eylemi birlikte yürütmektir, kültürlenmek ve kültür vermektir. Meselelere veyahut sıkıntılara vakıacı olarak bakmak değil aydın bir düşünce ile etraflıca bakmaktır, yamalı çözümler ile hastalığı geçiştirmek değil köklü çözümler ile saadete ulaştırmaktır. Â� kil insan kendinden önce temsil ettiği toplumu düşünür, fedakardır, vefakardır ve cefakardır. Onda hem üstün ve mümeyyiz bir akıl, hem de mütevazılık birlikte cisimleşir. O günahı ve sevabı ile örneklik teşkil edeceğinin farkında hareket ederek sapkınlığa ve telafisi mümkün olmayan hatalara düşmez. Hal böyle iken günümüz âkil insanlarının üstlerine yapıştırılan bu vasıfları hak edip etmediği yorumunu size bırakıyorum. Ama İ�slam Tarihi zaviyesinden bakarak üstlerine yapıştırılmaksızın bu vasfı sonuna hak etmiş nice âkillere örnek verebiliriz. Devrin önemli alim ve müçtehitlerinden İ�mam Azam Ebu Hanife’nin âlim taifesinin devlet kadrolarında bulunmaması gerektiği düşüncesinden hareketle dönemin halifesinin teklifini geri çevirmiş ve müstakil bir şekilde içtihatlarına devam etmiştir. Sürgün hayatı bile onu toplumsal meseleleri İ�slam akidesi içinde çözme mücadelesinden alıkoyamamıştır. Yine büyük İ�slam müçtehitlerinden Ahmed bin Hanbel de aynı feraset örneğini görebiliriz. ’Kuran mahlûktur’ anlayışının hastalık haline gel- 35 mayıs’13 gündem diği bir toplumda otorite tarafından büyük sindirme girişimlerine rağmen Kuran’ın mahlûk olmadığını savunması, topluma sirayet eden diğer hastalıklı ve uyuşturucu fikirler için tenkitler yazması, hadisleri toplayıp içinde bulunduğu ümmete doğru bakışların ulaşmasını sağlaması âkillik değil de nedir? Moğollar tarafından talan edilmekle karşı karşıya kalmış bir devleti büyük bir cehd ile harekete geçiren İ�bni Teymiyye için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Bir yandan sufizmle, bâtıl hint felsefeleriyle ve sapkın kültürlerle gaflet uykusundaki Müslümanlara uyanıklık kazandırmak için durmadan yazan, anlatan ve çırpınan bir âlim, diğer yandan savaşan, topraklarını sömürgeci kafirlere bırakmayan bir yiğit. Yakın tarihten de âkil insanlara örnek gösterebiliriz; içinde bulunduğu Ortadoğu coğrafyasında Avrupalı sömürgecilerin fikri ve fiili saldırıları karşısında hak bildiğini hakkıyla haykıran Şehid Seyyid Kutub’un idamı pahasına bu yolda ümmete gösterdiği işaretler onun âkil olmasına yetmez mi? Peki Şeyh Takıyyuddin en Nebhani yeterince örnek değil midir ki O, Müslümanların kalkansız ve korumasız kaldığı bir vakıada sömürgeci vampirlerin Müslüman kanı içtiği ve izzetli topraklarına gasıp Yahudi varlığını soktuğunda herkese bu yıkımdan nasıl kurtulacağının reçetesini sunmuştur. Müslümanlar için olmazsa olmaz 36 mayıs’13 olan Hilafetlerini yeniden ikame etme hedefiyle harekete geçirmiştir. Hem fikir üretmiştir, hem eyleme dökmüştür. O Rabbi’ni dost edinene dost, düşman edinene düşman olacağına dair Rabbi’ne söz vermiş ve tüm gayri İ�slami ideolojilere, fikirlere, yapılara karşı İ�slam’ın saf-arı-duru fikirlerini kınayıcının kınamasından korkmaksızın ümmete göstermiştir. ِ ون ِم َن اْلمه ين َ اج ِر َ ُون األ ََّول َ َُوالسَّابِق َُ َّ ِ ِ ٍ وهم بِِإ ْح َس ان َّرض َي ُ ين اتََّب ُع َ َنص ِار َوالذ َ َواأل ٍ اللّه ع ْنهم ورضوْا ع ْنه وأَع َّد لَهم جَّن ات َ ُْ َ َ ُ َ ُ َ َ ُْ َ ُ ِِ ين ِفيهَا أََب ًدا َذِل َك َ تَ ْج ِري تَ ْحتَهَا األ َْنهَ ُار َخالد ِ يم ُ اْلفَ ْوُز اْل َعظ “Sâbikunun birincileri Mühacirîn ve Ensar ve ihsan ile onların ardınca gidenler, Allah onlardan razı oldu onlar da Allahtan razı oldular ve onlara altlarında nehirler akan, içlerinde ebedi kalacakları cennetler hazırladı. İşte büyük ve muhteşem kurtuluş budur.’’ (Tevbe 100) Velhasıl ; âkil olmak hür olmayı gerektirir, tutsak fikirler çözüm üretemezler. Dinine, ideolojisine sadık olamayan bireyler ayakta bile duramaz bir dayanak arar, dururlar. Hele ki İ�slam toplumları içerisinde laik, demokratik fikirleri pazarlayanlar, amelleriyle, duruşlarıyla, söylemleriyle hiç bir şekilde İ�slam’ı temsil edemeyenler âkil olamazlar. Görüntüleri hoş olsa da içi çürümüş meyve misali tadı tuzu olmayan bir eylemle toplumu doğru bir istikamete sürükleyemezler. Bu düşünceler muhalefet partilerinin düşüncele- riyle bir tutulmamalıdır aksine sistemin tüm kurumlarına karşı söylenmiş bir düşünce olarak bilinmelidir. Bir demokratik çözüm bir başka demokratik çözümden daha iyi değildir, tıpkı ılımlı bir lâik düşüncenin katı bir seküler düşünceden daha iyi olamayacağı gibi. Bugün çözüm sürecini yönetenler bilmelidir ki, şu anda sorun ve sıkıntı olarak görülen her ne varsa bundan önceki iktidarların çözüm olarak gördükleridir. Yarında oluşacak her türlü sorun ve sıkıntı bugünün yöneticilerinin çözüm olarak ortaya koydukları şeyler olacaktır. Nihayetinde hepsi beşerin aklından çıkan eksik-sınırlı-aciz çözümlemelerden başkası değildir. Zamanı geldiğinde rafa kaldırılacak yerine daha sonra yine rafa kaldırılmak üzere geçici çözümler konacaktır. ِ ِِ َح َس ُن ِم َن ْ ون َو َم ْن أ َ أَفَ ُح ْك َم اْل َجاهليَّة َي ْب ُغ ِ ِّ ون َ اللّه ُح ْك ًما لقَ ْوٍم ُيوِقُن “Yoksa onlar cahiliye ile mi yönetilmek istiyorlar? Halbuki akıl sahipleri(iman edenler) için Allah’tan daha iyi kanun koyucu olabilir mi?’’ (Maide 50) gündem KAPİTALİZM’İN VE İSLAM’IN İKTİSAT NİZAMINA BAKIŞI VE MİLLİ GELİR ALDATMACASI Erkan ALADAĞ İ�deolojiler siyasi olmak zorundalar. Siyasi olmayan ideoloji hayat sahasında yer bulamaz ve zamanla tarihin raflarında çürümeye mahkûmdur. İ�deolojiler siyasi olmakla; insanın ve toplumun iktisadi, içtimai, öğretim, ukubat, dâhili ve harici siyasetine akidesinden fışkıran nizamlar doğrultusunda çözüm üreterek, yönetime talip olmaktadır. Bu günün dünyasına egemen olan kapitalist sistemde bir ideolojidir. Her ideolojide olduğu gibi, bu ideolojinin bir akidesi, akidesinden fışkıran bir nizamı ve bu akideye has bir de metodu vardır. Şüphesiz onun akidesi; laiklik, metodu ise sömürüdür. Günümüz de nerdeyse tüm dünya devletlerinin ideolojisi kapitalist ideolojidir. Bu ideolojinin metodu sömürü olması sebebiyle gittiği her beldeyi sömürmüş, o beldenin tüm yer üstü yer altı kaynaklarını adeta talan etmiş, hezimete uğratmıştır. Bu ideolojinin taşıyıcıları özellikle İ�slam beldelerinde sömürülerini daha da genişletmek ve bekalarının devamını sağlamak adına milyonlara varan Müslüman’ı katletmişlerdir. Bundan dolayı yeryüzüne hükümran olmuş kapitalist ideoloji ve onun sömürüyü esas alan menfaatçi anlayışından kaynaklanan iktisada olan bakışını, içinde yaşadığımız sisteminde kapitalist ideoloji olması hasebiyle geçtiğimiz ayda açıklanan ‘milli gelir aldatmacasını ve İ�slam’ın iktisada bakış açısını ele almaya çalışacağım. Ö� ncelikli olarak kapitalist ideolojinin İ�ktisada olan bakışını açıklamak gerekir. Kapitalistlerce iktisat, iki temel esas üzerine bina edilmiştir. Bu esaslar şunlardır: 1. İ�nsanın ihtiyaçlarına nispetle mal ve hizmetlerin azlığı meselesi. Yani insanın çeşitli ve değişen ihtiyaçlarına karşı, tabiatın nispi olarak yetersiz kalması. 2. Fiyat mekanizması meselesi. Kapitalizmin iktisat nizamının üzerine kurulu olduğu bu iki esası şöyle bir gözden geçirelim inşallah. 1. İ�nsanın ihtiyaçlarına nispetle mal ve hizmetlerin azlığı meselesi. Yani insanın çeşitli ve değişen ihtiyaçlarına karşı, tabiatın nispi olarak yetersiz kalmasına meselesi; kapitalistlerin iktisada olan hatalı bakış açısından kaynaklanmaktadır. Nitekim kapitalist iktisadi sistemin temel hedefi insanın temel ihtiyaçlarının doyumu değil, toplumun bir bütünde talep ettikleri mal ve hizmetleri artırmaktır. Kapitalist iktisatçılar, «mutluluk maddi hazlardan kaynaklanır» teziyle insanın tüm isteklerinin doyurulmasıyla mutlu ve huzurlu bir yaşam elde edeceğini söylemişlerdir. İ�nsanın tüm ihtiyaçlarını ise beka ve nevi içgüdülerinin isteklerini doyurmakla sınırlamışlardır. Kapitalist-lerce insanın manevi yönü yani, tedeyyün (kutsamatapınma) içgüdüsünün istekleri görmezden gelinmiştir. 37 mayıs’13 gündem Çünkü onlara göre ihtiyaçlar; gıda, giyim, ev, araba ihtiyaçları gibi elle tutulan somut ihtiyaçlar, hizmet alanında ise eğitim, sağlık, turizm ihtiyaçları gibi soyut ihtiyaçlar olmaktadır. İ�nsanın bu ihtiyaçları doyuma ulaştırıldığında insan mutlu olur. Ancak insanların birçok ihtiyacı olmasından ve bunları hep birden doyurmayı istediğinden kapitalistler için “ihtiyaçların çokluğu, kaynakların azlığı” meselesi ortaya çıkmıştır. “İ�htiyaçların çokluğu, kaynakların kıtlığı” ile kapitalizm kıt olan kaynakların üretimini artırmayı ve bu şekilde insanların ihtiyaçlarını doyurmayı hedeflemiştir. Dolaysıyla kapitalizm bu tür uzak bir hedefe ulaşmayı esas edinerek, bütünüyle mal ve hizmetleri artıracak unsurları araştırmaya yönelmiştir. Bu sebeple kapitalizm mal ve hizmetlerin üretiminin hesaplamasını ise; ülkenin bir dönem boyunca ürettiği mal ve hizmetleri hesaplayarak belirlemektedir. Kapitalist ekonomi; Kim üretti? Ne üretti? Şeklinde bir soru sormadan sadece bir yıllık dönemde ülkede üretilen mal ve hizmetin hacmini hesaplar. Ardından mal ve hizmetleri artırmak temel esas olduğundan, mal ve hizmeti artıracak kim ise onun daha çok üretim yapabilmesi için teşvik edilmesine hükmeder. Böylelikle kapitalizm fertlerin temel ihtiyaçlarını veya fertlerin yoksulluğunu ortadan kaldırmak için ferdin üretimini sorgulayıp bunu çözmez, kapi- 38 mayıs’13 Fiyat mekanizması meselesi; Üretime yöneltici, dağıtımı tanzim edici ve üretici ile tüketici arasındaki ilişkiyi belirleyici bir vasıtadır. Burada da kapitalist iktisatçılar, konuyu bütünüyle arz ve talep unsuruna bağlamıştır. Nitekim piyasaya arz edilen mal ve hizmete talep artarsa bu mal ve hizmetin, hem fiyatını hem de arzını olumlu etkiler. talizm sadece ülkenin milli gelirini/mal ve hizmetlerin üretimini artırmayı hedef edinmiştir. Mal ve hizmetlerin dağılımının ise; fiyat mekanizması teorisiyle kendiliğinden oluşan mesele olduğunu söylemişlerdir. 2. Fiyat mekanizması meselesi; Ü� retime yöneltici, dağıtımı tanzim edici ve üretici ile tüketici arasındaki ilişkiyi belirleyici bir vasıtadır. Burada da kapitalist iktisatçılar, konuyu bütünüyle arz ve talep unsuruna bağlamıştır. Nitekim piyasaya arz edilen mal ve hizmete talep artarsa bu mal ve hizmetin, hem fiyatını hem de arzını olumlu etkiler. Dolaysıyla mal ve hizmetin arzı artar, fiyatı ise yükselir. Bu durumun zıttı olursa, piyasaya arz edilen mal ve hizmetlere talep azalırsa bu, hem arzı hem de fiyatı olumsuz etkiler. Mal ve hizmetin fiyatı düşer, arzı ise yavaşlar. Onların dünya görüşlerine göre; eğer içkiye ve domuz etine talep varsa üretilir. Ancak talep olmazsa üretim olmaz. İ�şte bu durum fiyat mekanizmasının üretimi yönlendirmesinden kaynaklanan bir durumdur ve kapitalizmin dünya görüşünün oraya attığı bir teoridir. Yani insan neyi talep ederse o üretilir. Mesela onlar için esrar ve eroin üretilmesi yasak değildir. Fakat insana zarar verdiğinden dolayı yasaklanır. Dağıtımı tanzim etme durumu ise; bizatihi kapitalizmin dünya görüşünden kaynaklanır. Kapitalistler için da- gündem ğıtım fertlerin emekleri karşılığında aldıkları ücretlerini, üreticiler tarafından üretilen mal ve hizmetler karşılığında mübadele (değiştirerek) ederek oluşur. Dileyen emeğiyle elde ettiği ücreti verip herhangi lüks bir malı elde edebilir, dileyen sadece temel insanı ihtiyaçlarını karşılamak için elindeki ücretle yetinebilir. Kapitalistlere göre insanlar mülkiyet hürriyetine sahip olduğundan dileyen istediği şekilde istediği yoldan mal ve hizmetlere sahip olabilir. Dağıtım meselesinin de ne kadar çarpık ve insan vakıasına mutabık olmadığını, şu soruyu sorarak çürütebiliriz: İ�nsanlar çalışarak emekleri karşılığında elde ettikleri ücrete, üreticilerin ürettikleri mal ve hizmetleri elde etmek için verdikleri ücretle sahip oluyorlarsa, çalışma kudretine sahip olmayan, dolaysıyla elinde ücreti olmayan insan aç mı kalacak? Kapitalist görüşe göre; EVET! İ�şte kapitalizmin iktisadi nizamının böyle çarpık, insan vakıasına zıt bir görüşü bulunmaktadır. Bu kapitalist nizamın gerçeğine ilişkin, Türkiye ve benzeri kapitalist ülkeler buna basit örneklerdir. Misal olarak Türkiye istatistik kurumu (TUİ�K) tarafından geçtiğimiz Nisan ayının ilk gününde açıklanan Türkiye’nin 2012 yılı 4. çeyrek Milli geliri %9,2’lik artışla 1416817 Milyon TL olmuştur. Kişi başına düşen hasıla ise 18 927 TL, ABD doları cinsin- kapitalist nizam insanları yakıp kavuran bir sistemdir. Onlar için esas mal ve hizmetleri üretmek olduğundan, mal ve hizmeti artıracak tüm girişimleri desteklerler. Bu mal ve hizmetleri üreten ise toplumun çok az bir kesimidir, toplumun çoğunluk kesimi ise onların ürettiği mal ve hizmetleri emekleri karşılığında satın alırlar. den 10504 dolar olarak açıklanmıştır. Bu açıklamalar, bütünüyle rakamlar üzerinde olmaktadır. Piyasada böyle bir şey söz konusu değildir. Yani bu milli gelir halkın cebindeki parayı ifade etmiyor. Tümüyle bir aldatmacadan ibarettir. Peki, bu geliri kim artırdı? Şeklindeki bir soruya ise; Ekonomist dergisinin Türkiye’nin yüz zengini arasında bulunan bir kaç aileyi açıklamakla cevap verilebilir. Bu ailelerden hepimizin bildiği gibi; Koç ailesi (Koç Holding), Şahenk ailesi (Doğuş Holding), Ü� lker ailesi (Yıldız Holding) Erol Sabancı ve ailesi (Sabancı Holding)... İ�şte bu sebeple kapitalist nizam insanları yakıp kavuran bir sistemdir. Onlar için esas mal ve hizmetleri üretmek olduğundan, mal ve hizmeti artıracak tüm girişimleri desteklerler. Bu mal ve hizmetleri üreten ise toplumun çok az bir kesimidir, toplumun çoğunluk kesimi ise onların ürettiği mal ve hizmetleri emekleri karşılığında satın alırlar. Emeklerinin karşılığı ise, hayatta kalabilmesi için verilen asgari ücrettir. Devam edecek... 39 mayıs’13 tefekkür HİLAFET DEVLETİ’NİN UZAY SİYASETİ (1) Bekir KURTULUŞ Müslümanların hayata bakış açısı ve akidesinden kaynaklanan çözümler üretme ihtiyacı her alanda olduğu gibi Allah’ın izniyle kurulması yakın olan Hilafet Devleti’nin uzay siyaseti/politikası hakkında da tefekkür etmemizi gerektirmektedir. UZAY/ KÂ� İ�NAT HAKKINDA TEFEKKÜ� R Bu kapsamda uzay politikasından bahsetmeden önce uzay hakkında tefekkür etmenin ne anlama geldiği üzerinde biraz duralım. Fazla kelam alanına girmeden vahyin/ Kur’an’ın gökyüzü / kâinat hakkında dikkatimizi nelere çektiğini gözden geçirelim. Gökyüzü (sema) ()س َماء َ kelimesi Kur’an’da 250’den fazla yerde geçiyor olup şu tarzlarda kullanılmıştır: Allah’ın mülkü, kudreti ve ilminin göstergesi, kâinatın dengelerinde üstlendiği roller, Allah’ın varlığının ve birliğinin delillerinden biri olması, rızkın kaynaklarından biri olması, bu devasa yapıyı yaratanın ve onu tedbir ede- 40 mayıs’13 nin/ düzenini sağlayanın Allah olması, burçlar/takımyıldızlar ve gezegenlerin mekânı olması, hepsinin insanlığın hizmetinde ve emanetinde olması gibi bilimsel ve akli anlamlarının dışında bazı mucizelerin gerçekleştiği mekân, kâinatın yaratılış sahneleri, kıyamet sahneleri gibi akıl ve algı sınırları dışında olup aslı akıl yoluyla ispatlanmış olan Kur’an’ın bize haber verdiği anlamlarda da kullanılmıştır. Uzay hakkındaki tefekkür müneccimlik/astroloji değildir. İ�slam yıldızlara/burçlara veya yıldıznamelere bakarak bunları insanın geleceği, karakteri gibi konulara bağlama hurafelerinden kesinlikle menetmiş hatta bunu şirke yakın bir derecede zemmetmiştir. Müslim’in rivayet ettiği bir hadiste Rasul SallAllahu Aleyhi Ve Sellem şöyle buyurmaktadır: “Kim müneccime gidip (öğrenmek için) ona bir şey sorarsa kırk gece onun namazı kabul olunmaz.” İ�slam insanı her vesileyle aklen tefekküre davet eder, özellikle yaşadığı çevre ve algıladığı idrak alanı olması hasebiyle insan, hayat ve kâinat üzerinde derin tefekkürlere dalmasını öğütler. ِ َّ َِّ ودا ً اما َوقُ ُع َ ين َي ْذ ُك ُر َ الذ ً ون اللهَ قَي ِ ق السَّمو ِ َّ ِ ِ ِ ات ل خ ي ف ون ر ك ف ت ي و م ه ب و ن ج ى َْ َ ُ َ َ َ َ ْ ُ ُ ََو َعل ََ ِ ِ و ْال َْر ت َه َذا َباط ًل ُس ْب َح َان َك َ ض َربََّنا َما َخلَ ْق َ ِ َّ اب الن ِار َ فَقَنا َع َذ “Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler. ‘Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru’ derler.” [Ali İ�mran 191] Uzay hakkında tefekkür onun sadece maddi yönü üzerinde tefekkür değildir. Bununla beraber sınırlı/muhtaç oluşu ve bundan dolayı mahlûk/yaratılmış olması hakkında tefekkürdür. İ�slam diğer din ve din adamlarının yaptığı gibi bilimsel tefekkürü menetmemiş, bilakis düşün- tefekkür me alanını daraltmamış ve mutlak bir şekilde düşünmeyi talep etmiştir. İ�slam’ı kabulü de akıldan kaynaklanan bir imana bağlamıştır. Bu sayede insan kendi varlığı, yaşadığı hayatı ve kâinatı daha doğru anlayabilecek, öncesi ve sonrası ile bağlantı kurup varlık sebebini keşfedecektir. Böylece vahşi kapitalizmin mahkûm ettiği hayvansal içgüdü ve şehvetinin esiri olmaktan kurtulup sadece bir olan Allah’ın kulu olma şerefine nail olacaktır. Avrupa Uzay Ajansı (European Space Agency) ESA Genel Direktörü Jean-Jacques Dordain kendisiyle yapılan bir röportajda “Uzayın sınırı var mıdır?” sorusuna şöyle cevap vermişti: “Galaksi, yıldızlar bütünüdür. Dolayısıyla mutlaka bir sonu, bir sınırı vardır, yani sınırsız olmaması anlamında… Ama belki de soru tamamen galaksiye dair değil, galaksiler bütününden oluşan evrenle alakalı. Evrenin sınırları yok, ama sonsuz da değil. Bunu açıklamak pek kolay sayılmaz ama uzmanlar bana bir balonun üzerine yürüyen bir karınca hayal etmemi önermişlerdi. Karınca herhangi bir sınırla karşılaşmaz ama sonu olan bir yüzeyde gezinir. Bence de evreni böyle tanımlamak gerek. Ancak sizi rahatlatmak için söyleyeyim, daha evrenin %97’sini tanımıyoruz. Evren üzerine bilgimiz çok çok sınırlı.” [http://tr.euronews.com/2012/ 11/14/ab-uzay-arastirmalarina-nasilbutce-ayiriyor/] Uzay hakkında tefekkür onun sadece maddi yönü üzerinde tefekkür değildir. Bununla beraber sınırlı/muhtaç oluşu ve bundan dolayı mahlûk/ yaratılmış olması hakkında tefekkürdür. İslam diğer din ve din adamlarının yaptığı gibi bilimsel tefekkürü menetmemiş, bilakis düşünme alanını daraltmamış ve mutlak bir şekilde düşünmeyi talep etmiştir. UZAY ARAŞTIRMALARININ/ ASTRONOMİ�Nİ�N İ�SLAM TARİ�Hİ�NDEKİ� YERİ� Uzay siyaseti konusuna girmeden önce uzay araştırmalarının İ�slam tarihindeki yeri, günümüz bilimine olan katkıları ve Müslüman bilim adamlarını bu konuda araştırma yapmaya iten etkenleri kısaca gözden geçirelim. İ�bni Şebbe’ye dayanan tarih kaynaklarında geçtiğine göre Hz. Ö� mer ra gece ve gündüz zamanları ile ayın menzillerinin tespiti ve yıldızlardan yol bulma gibi amelî� faydalara yönelik olarak göklerin öğrenilmesini istemektedir. Müslümanlar için namaz, oruç, bayram, rüyet-i hilal vakitlerinin tespiti için zaman belirleme ihtiyacı, kıble tayini için yön belirleme ihtiyaçları temel olarak İ�slam tarihinde astronomi, coğrafya, bunlara paralel olarak da hesapların yapılabilmesi için cebir, geometri, fizik, mekanik gibi alanların gelişmesini sağlamıştır. Bunların yanında ticaret, davet ve cihad amaçlı yolculuklarda yön bulma, deniz ve çöl yolculuğu için hava ve iklim değişimleri ve cami inşaatları gibi konular için de yıldız haritalarına ihtiyaç vardı. Astronomi en eski bilim dallarından biri olması hasebiyle “bilim tarihi” büyük ölçüde “astronomi tarihi”nden oluşur. Astronomiye o dönem (ilm-i ahkâm-ı nücum), güneş, ay, gezegenler ve yıldızların 41 mayıs’13 tefekkür görünür hareketlerini inceleyen konum astronomisine (İ�lm-ül-eflak), ve zaman hesapları ile ilgili bilime (ilm-ülrukat) denirdi. Zaman hesabıyla uğraşanlara Muvakkit denirdi. Büyük camilerin çoğunda Muvakkitler vardı ve bunlar medreselerde yetiştiriliyordu. Eski Yunanlılar astronomik bilgileri gözlem yoluyla değil de felsefi yollarla (güneş mi dünya çevresinde döner, dünya mı güneşin gibi) geliştirmeye çalışırken İ�slam bilginleri 5. Abbasi Halifesi Harun Reşid (763-809) döneminde günümüzdekilere benzer şekillerde rasathanelerde gözleme dayalı bilimi geliştiriyorlardı. Bu gözlemleri daha dakik bir şekilde yapabilmek için ise en meşhurları usturlab ve çeşitli güneş saatleri olan birçok çeşit mekanizma ve ölçü aletleri geliştirmişlerdir. 15. yüzyıla kadar Avrupa’da astronominin adı bile geçmezken Arapça kaynaklarının Latinceye tercümesi ve İ�slam bilginlerinin pratik mirası ile Rönesans döneminde (1600’lü yıllar) Müslümanlara ancak yetişmeye başlamışlardır. Bunun en bariz göstergesi halen uluslararası terminolojide kullanılan yıldız isimlerinin 200 den fazlasının [ ] ve zenit. nadir, azimut, almukantar gibi birçok astronomi tabirinin Arapça olmasıdır. Ü� MMET UZAY AJANSININ İ�DARİ� YAPIDAKİ� YERİ� Uzay siyasetinin detaylarına girmeden önce Uzay ajansı- 42 mayıs’13 nın Hilafet Devleti’nin idari cihazlarından hangi birime bağlı olacağı konusundan başlayalım. Tüm İ�slami beldelerin Hilafet Devleti’ne ilhak olmalarından önceki kısa dönemde birleştirici ve bütüncül mesaj barındırması amacıyla bu kurumun adı ilk etapta Ü� mmet Uzay Ajansı olabilir. Bu ajans doğrudan Halifeye bağlı olan sanayi dairesinin idaresi altında olmalı zira sanayi dairesi; ister motor ve makine sanayileri, araç gövde sanayiler, (ham) madde sanayileri, elektronik sanayileri gibi ağır sanayi olsun, ister hafif sanayi olsun, ister gerek genel mülkiyet kapsamına giren fabrika türünden, gerekse özel mülkiyet kapsamına giren fabrika türünden harp sanayileri ile alakası bulunan fabrikalar olsun, isterse harbiye siyâseti esası üzere kurulması gereken türleri ile fabrikalar olsun, sanayi ile alakalı bütün işleri üstlenen dairedir. Zira cihad ve kıtal, orduya ihtiyaç duyar. Ordunun savaşabilmesi için silahının bulunması ise kaçınılmazdır. Ordunun en üst düzeyde gelişmiş olarak eksiksiz bir şekilde sahip olacağı silahın da devlet içindeki sanayi ile, bilhassa cihad ile olan güçlü alakasından ötürü harp sanayisi ile üretilmesi kaçınılmazdır. Devletin, tüm dış etkilerden uzak olarak kendi işinin dizginlerini elinde tutabilmesi için, kendi silahının sanayisini kurması ve bizâtihi geliştirmesi kaçınılmazdır ki kendi ken- disinin efendisi olarak kalmaya, en modern ve en güçlü silahların maliki olmaya devam etsin ve silahlar ne kadar gelişirse gelişsin veya ne kadar ilerlerse ilerlesin, kendisine zahir olan açık düşmanlarının tümünü ve muhtemel düşmanlarının tümünü korkutabilmek için ihtiyaç duyduğu bütün silahlar daima kendi tasarrufu altında bulunsun. Aynen Allah Subhanehû ve Teâlâ’nın buyurduğu gibi: ِ ط ْعتُ ْم ِم ْن قُ َّوٍة َو ِم ْن َ َاست ْ َوأَع ُّدوا لَهُ ْم َما ِ ِ ِ ون بِ ِه َع ُد َّو اللَّ ِه َو َع ُد َّو ُك ْم ب ه ر ت ل ي خ َ ُ ُْ ْ َ ِرَباط اْل َّ ِ ِ ِ ونهُ ْم اللهُ َي ْعلَ ُمهُ ْم َ َو َ ين م ْن ُدونه ْم الَ تَ ْعلَ ُم َ آخ ِر “Onlara karşı gücünüz yettiğince kuvvetten ve (cihad için beslenen) savaş atlarından hazırlayın ki hem Allah’ın düşmanlarını, hem kendi düşmanlarınızı, hem de onlardan başka sizin bilmeyip de Allah’ın bildiği diğerlerini korkutasınız.” (el-Enfâl 60) İ�şte böylelikle devlet, kendi iradesinin maliki olur, ihtiyaç duyduğu silahları üretir ve geliştirir. Bu geliştirmeyi de, imkânlar dâhilinde, sürekli en üstün ve en güçlü silahlara sahip olabilecek şekilde sürdürür ki tüm görünür ve muhtemel düşmanlarını bilfiil korkutmaya güç yetirebilsin. Bu nedenle devletin kendi silahının sanayisini bizzat kurması vaciptir. Diğer devletlerden satın almaya bağımlı olması kesinlikle câiz değildir. Çünkü bu, diğer devletlerin devlete, iradesine, silahına, tefekkür harbine ve kitaline tahakküm etmelerine yol açacaktır. İ�şte bütün bunlar nedeniyle, devletin kendi silahını, yedek parçasını ve harp araçlarından ihtiyaç duyduğu her şeyi bizzat üretmesi vaciptir. Devlet, ağır sanayi ile kuşanmadıkça ve harbiye ile gerek doğrudan bağlantılı gerekse dolaylı bağlantılı olsun, ağır sanayiler üreten fabrikaları ilk ve öncelikli olarak kurmaya başlamadıkça muvaffak olamaz. Dolayısıyla atom silahlarının ve uzay araçlarının üretimine yönelik fabrikaların, tüm türleri ile roketlerin, uydu sistemlerinin, uçakların, tankların, savunma sistemlerinin, savaş gemilerinin, zırhlı araçların ve tüm türleri ile ağır ve hafif silahların üretimine yönelik fabrikaların, makinelerin, motorların, (ham)maddelerin ve elektronik sanayinin üretimine yönelik fabrikaların ve keza genel mülkiyet ile alakası olan fabrikaların ve Harp sanayileri ile alakası olan hafif sanayi fabrikalarının elinde bulunması kaçınılmazdır. Tüm bunlar, Müslümanlara farz kılınmış hazırlık vacibinin gereklerindendir. Allah Subhanehû ve Teâlâ şöyle buyurmuştur: ِ ط ْعتُ ْم ِم ْن قُ َّوٍة َ َاست ْ َوأَع ُّدوا لَهُ ْم َما “Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın!” (el-Enfâl 60) İ�slâmî� Devlet; İ�slâmî� Dâveti, dâvet ve cihad metodu 5. Abbasi Halifesi Harun Reşid (763-809) döneminde günümüzdekilere benzer şekillerde rasathanelerde gözleme dayalı bilimi geliştiriyorlardı. Bu gözlemleri daha dakik bir şekilde yapabilmek için ise en meşhurları usturlab ve çeşitli güneş saatleri olan birçok çeşit mekanizma ve ölçü aletleri geliştirmişlerdir. ile taşıyan devlet olduğuna göre, cihad ile kaim olmak için hiç şüphesiz sürekli hazırlıklı bir devlet olacaktır. Bu ise harbiye siyaseti esası üzerine kurulu olarak, -gerek ağır gerekse hafif olsun- kendi sanayisinin bulunmasını gerektirir. Ö� yle ki bu fabrikaları harp sanayisine dönüştürme ihtiyacı duyduğu zaman, dilediği vakitte dönüştürebilmesi kolay olsun. Bundan ötürü Hilâfet Devleti’ndeki tüm sanayilerin harbiye siyaseti esası üzerine kurulması gerekir. Yine ister ağır sanayiler üretenler olsun isterse hafif sanayiler üretenler olsun, tüm fabrikaların da bu siyaset esası üzerine kurulması gerekir ki devletin ihtiyaç duyduğu herhangi bir vakitte, üretimlerinin harbî� (askerî�) üretime dönüştürülmesi kolay olsun. UZAY ARAŞTIRMALARININ AMAÇ VE FAYDALARI NELERDİ�R? Günümüz uzay ajanslarının kuruluş amaçlarına, stratejilerine ve politikalarına bakacak olursak kendileri şu şekilde tanımlarlar: NASA: Vizyonumuz hortumların oluşumu gibi pratik, ay kaynakları gibi cazip, kâinatın başlangıcı gibi derin soruları cevaplamayı kapsar. Uzay programının gelecek nesillere başarıyla aktarılmasını sağlamak için basit ama etkili, uzun vadeli hedefler koymalı ve onlara ulaşmak için tutarlı akılcı planlar yapmalıyız. 43 mayıs’13 tefekkür ROSCOSMOS: Giderek büyüyen küresel sosyo-ekonomik ihtiyaçlarına, bilim, savunma ve güvenlik alanlarında yerel uzay araçları ile küresel çapta bir başarıya ulaşmak. Temel uzay araştırma konularında (gezegen bilimi, astrofizik, güneş-dünya etkileşim araştırmaları) öncü olmak. Ay araştırmalarının en önemli alanlarında öncü olmak, diğer gezegenlere yapılacak görevler dâhil olmak üzere uluslararası toplumun projelerine tam katılımı temin etmek, fırlatma araçlarında öncü bir konum almak, bütün görev alanlarında kendi bölgemizden uzaya bağımsız erişim sağlamak, yerel uzay araçlarına dünya standartlarında teknik ve operasyonel özellikler sağlamak. Verimli ileri teknoloji uzay sanayii sayesinde, küresel uzay pazarında Rusya’ya sağlam bir yer temin etmek. ESA başkanı kendisi ile yapılan röportajda “Avrupa Uzay Ajansı’nın günlük hayatımızdaki işlevi nedir?” sorusuna verdiği cevapta şu noktalara vurgu yapmıştır: Ü� ç işlevi var: 1-İ�lki, bilginin sınırlarını zorlamak. Gezegenlere, Mars’a ya da Venüs’e baktığımızda, bizi asıl ilgilendiren bu gezegenlerin değil, dünyanın geleceği. Dünya gezegenlerden yalnızca bir tanesi ve Mars’ı ve Venüs’ü inceleyerek dünya üzerine daha çok bilgi ediniyoruz. Sera etkisi, dünya- 44 mayıs’13 da anlaşılmadan önce, Venüs’ün atmosferinde keşfedildi. Dolayısıyla öncelikle bilgi. 2-İ�kinci olarak rekabet. Çünkü eşsiz teknolojiler üretiyoruz ve bu teknolojiler sanayide rekabeti arttırıyor. Son olarak, 3-Tüm vatandaşlara hizmet. Meteoroloji, yer bildirim ve telekomünikasyon hizmetleri… Avrupa vatandaşları farkında olmasalar da uydular olmadan yaşayamazlar. Bu da uzayın çok işe yaradığını gösteriyor.” Bu yüzdendir ki Avrupa ekonomik kriz içinde çalkalanırken ESA’nın bütçesi 4 Milyar Euro ve buna ESA’nın 20 üyelerinin her biri itiraz etmeden üzerlerine düşen payları her yıl ödüyorlar. Zira uzay çalışmaları her ülke için artık kaçınılmaz bir zorunluluk ve hayati ihtiyaçların karşılanmasında önemli bir yere sahiptir. Ü� lkelerin diğer politik alanları ile kesiştikleri bölgelere bakarak bunu daha iyi anlayabiliriz. UZAY Ö� NEMİ� ÇALIŞMALARININ Eğitim/İ�letişim: İ�nternetin gitgide eğitim alanında yaygınlaştığı günümüz şartlarında uydular internet erişimine alternatifler sunar. Bu sayede online eğitim, sağlık hizmetleri ve işadamlarının pazarları ile daha sağlıklı iletişimi, temin edilir. Geniş kapsama alanlı televizyon ve radyo yayınları, uluslararası telefon, internet haberleşmeleri gibi iletişim hizmetleri. Çevre: Uzaydan yapılan gözlemler sayesinde çevre düzenlemeleri ve çevre koruması ile ilgili hava durumu ve iklim hakkında çok katmanlı bilgiler sağlanır. Bunların dışında okyanuslar, balıkçılık, arazi kullanımı ve bitki örtüsü ile ilgili detaylı bilgiler sağlanır. Bunlar sayesinde gittikçe büyüyen bir felakete dönüşen iklim değişiklikleri ve çevre sorunları ile ilgili bilgiler elde edilir (deprem, yangın, sel, tsunami, hortum, ozon incelmesi, küresel ısınma, buzulların erimesi ve su seviyesinin yükselmesi, hava kirliliği, petrol sızıntıları, manyetik ve radyoaktif kirlilik, kuraklık gibi). Çevre kirliliğinin gözlenmesi ve doğal felaketlerde daha hızlı yardım ulaştırma, doğal kaynakların daha verimli kullanılması gibi konulara da katkı sağlar. Sürdürülebilir tarım, ormancılık, yağmur ormanları, su ve enerji kaynaklarının gözlenmesi ve korunmsı için hayati veriler temin eder. Ulaşım/Lojistik: Giderek kara ve demiryolu ulaşımında yaygınlaşan navigasyon aletleri için daha yüksek çözünürlüklü/hassasiyetli konum bilgileri sağlar. GPS hizmeti kara taşımacılığı için sadece bir takip ve kolaylık kapsamında iken hava ulaşımı, deniz, orman, çöl geçişleri için hayati öneme sahiptir. Ambulans, it- tefekkür Hilafet Devleti’nin sanayi dairesi harb sanayisine dayalı olduğundan ve bu da dış siyasetle yakından ilgili olduğundan dolayı uzay siyaseti de büyük oranda dış siyasete göre şekillenecektir. Elbette ana misyonu yukarıda da zikredilen alanlar olup bunların çoğu sivil ve sulh zamanı görevleri olsa da, öncelik sırası her zaman askeri, harbi ihtiyaçlardadır. faiye, polis araçları gibi acil servisler içinse destek bilgisi mesabesindedir. Bölgeler: Tartışmalı kırsal bölgelerin sınır belirlemeleri, ülkelerin ve idari bölgelerin sınırlarının belirlenmesi (mülki, idari, kıta sahanlığı, uluslararası deniz sınırları, şehir içi ve şehirlerarası yollar gibi görev sınırları vb.) AR-GE/ Araştırma-Geliştirme: Uzay araştırma laboratuarları özel sektör ve üniversitelerin kendi başlarına yapamayacakları AR-GE deneyleri ve laboratuar imkânları ile sanayi ve bilimsel çalışmalara katkı sağlar. İ�catlar/Inovasyon: Yüksek katma değerli bir alan olan uzay çalışmaları en düşük maliyetle en çok işi yapan, en verimli teknolojilerle en uzun soluklu projelerin yürütüldüğü bir sektördür. Kendine has sorunları çözmek için her daim yeni yaklaşımlara/çözüm tekniklerine ihtiyacı vardır. Bunları gerçekleştirirken, kamuya faydalı bilgi ve teknolojiyi de geliştirir. Bu kapsamda mucit olup da düşüncelerini gerçekleştirmeye güç yetiremeyen fert ve şirketlerin hem ufkunu açmak, hem de onlara pratik uygulama sahası oluşturmak gibi bir misyonu da üstlenir. Yeni motor çalışmaları, alternatif yakıt/enerji üretme yöntemleri, enerji tasarrufu sağlayan sistemlerin geliştirilmesi bunlara örneklerdir. Bu kapsamda sanayici, girişimci/müteşebbis, üniversite ve enstitülerden oluşan çalışma grupları oluşturulup hem kendi sektörüne hem de tüketici/ev aletleri, makine/ endüstri sektörüne katkılar sağlar. Güvenlik/Savunma/Askeri Alan: Günümüzde güvenlik tehditleri gitgide daha girift/ kompleks bir hal almış, eskiye nazaran daha zor öngörülebilir bir duruma gelmiştir. Uzay gözlemleri sayesinde daha sağlıklı güvenlik önlem politikaları, daha dakik ve verimli müdahale planları, daha hızlı karar vermeye yardımcı olacak veri/bilgi sağlanabiliyor. Modern tehditler artık daha dinamik ve global ölçeklere sahip. Artık önlemlerin ve ilk müdahalelerin adresleri genelde ülke sınırlarının dışında vuku buluyor. Uzay aletleri görsel (uydu fotoğrafları), iletişimsel (haberleşme) ve konumsal (GPS) verilerle durumlara bariz bir katkı sağlar. İ�ç güvenlik, dış güvenlik, sınır güvenliği, sahil güvenliği için sivil ve askeri havacılık birimlerini işbirliği içinde koordine etmek bu alandaki en önemli mevzulardandır. Hİ�LAFET DEVLETİ�’Nİ�N UZAY Sİ�YASETİ�NE Gİ�Rİ�Ş Hilafet Devleti’nin sanayi dairesi harb sanayisine dayalı olduğundan ve bu da dış siyasetle yakından ilgili olduğundan dolayı uzay siyaseti de büyük oranda dış siyasete göre şekillenecektir. Elbette ana 45 mayıs’13 tefekkür misyonu yukarıda da zikredilen alanlar olup bunların çoğu sivil ve sulh zamanı görevleri olsa da, öncelik sırası her zaman askeri, harbi ihtiyaçlardadır. Zira artık eski klasik savaş taktikleri ortadan kalkmış ve ülke güvenliğinin ana tehdit kaynaklarının şekilleri değişmiştir. İ�nsan gücü, hat ve kol düzeni taktiklerine dayalı birinci nesil savaş da, havan topu ile uzak menzilli atışa dayalı olan 2. nesil savaş da, düşmanı arkadan sarıp gücünü bölmeye dayalı 3. nesil savaş tipi de geride kalmış; artık 4. nesil savaş denilen ve unsurları maddi kuvvetten tamamen farklı olan bir savaş dönemine girilmiştir. Rus ve Batı eksenli ülkelerdeki renkli Amerikan devrimlerinde gözlediğimiz bu savaş İ�slami beldelerden Irak’ın işgali ve Arap baharı sürecinde Tunus ve Mısır’da da uygulanmıştır. NATO’nun Libya’ya müdahalesi dışında maddi unsur kullanmaya gerek kalmaksızın kâfirlerin lehinde sonuçlanan bu savaşların birini de günümüzde Suriye’de kâfirlerin müştereken Haçlı seferi iştahıyla sürdürdüğünü acı içinde takip ediyoruz. Bu 4. nesil savaş tipinde ana unsurlar: Karmaşık ve uzun dönemli çatışmalar, terörist eylemler, ulusal/milli karakterde olmayan bazan uluslararası, ekseriyetle de adem-i merkeziyetçi, kültürü manipüle/ifsat eden, çok yönlü psiko- 46 mayıs’13 lojik savaş ve medya dezenformasyonu, hukuk manipülasyonu, politik, ekonomik, içtimai/sivil, askeri tüm işbirlikçi şebekeler, tüm bu şebeke aktörleri ile düşük yoğunluklu fakat uzun soluklu çatışmalar olup; muharip olmayan unsurlar genelde ikilem ve yanıltmacalarda kullanılır, hiyerarşi olmaması, boyut olarak küçük fakat yaygın ağ ve dış finansal destek, isyan ve gerilla taktiklerinin kullanımı, istihbarat ve 5. kol faaliyetleri de bu savaşın diğer unsurlarıdır. Harb hiledir hükmü gereğince savaş stratejisi olarak şeri hükümlerden uzaklaşmamak ve aşırıya kaçmamak kaydıyla Hilafet Devleti de tüm bu 4. nesil savaş unsurlarını kullanabilir. Fakat anlaşmalı olan ülke ve gruplarla ahdini bozmamak, kendi tebaasına karşı tecessüs etmemek, esirlere iyi muamelede bulunmak, düşmana işkence etmemek gibi savaş hukuku ve savaş ahlakı kabilinden olan hükümlere muhalefet etmemeye aşırı özen göstermelidir. İ�şte dış siyasetinde süreklilik arz eden bu “Cihad Vizyonu”na sahip olan İ�slam Devleti; hem görünen ve görünmeyen düşmanlara karşı ayetin gerektirdiği maddi güç unsurlarını elde etmek ve bu konuda dünyada lider olmak için siyaset geliştirecek; hem de savaşın diğer unsurlarını doğru yönetebilmek için her savaş unsuruna ihtiyacı olan katkıları sağlayacak olan uzay siyasetini ve teknolojisini buna paralel olarak geliştirecektir. Hilafet Devleti’nin dış siyasetinin ikinci yönü olan davet yönü için de uzay ajansı önemli rol oynamaktadır. Zira mesajını tüm dünyaya beşeri ve karasal sınırlara takılmadan ulaştırabilmenin en etkin yolu uydu ve internet yayınlarıdır. Tabii ki bunlar kitap, gazete, dergi gibi konvansiyonel yayınları ve birebir canlı davetçilerin etkisini bertaraf etmez, bilakis onlara destek malzemesi ve bilgi kaynağı sunarak işlerini kolaylaştırır. Bu sayede davetçiler içeride kitleleri eğitmek ve siyasi bilinç/duyarlılık kazandırmak için, dışarıda da küfür akide ve fikirlerinin çürütülmesi için zengin bir alana sahip olurlar. Bu alanda film, belgesel, haber/ tartışma programları gibi çok çeşitli araçları kullanma imkânları olur. İ�slam Devleti’nin iç ve dış alandaki başarılarının ve cephelerdeki mücahidlerin zaferlerinin kamuya mal edilmesi ve harbi devletlerin oyunlarının deşifresi için de TV ve internet yayınları vazgeçilmez birer unsurdur. Bir sonraki yazımızda inşaAllah İ�slam beldelerinin mevcut uzay gücü potansiyelleri nedir, bunlar kısa sürede etkin uzay gücü olma yoluna nasıl değerlendirilebilir, ideolojik bakışın uzay yarışındaki rolü gibi konulara değineceğiz. tefekkür EMPERYALİZM’İN SÖMÜRME TAKTİĞİ VE İSLÂM Esra DEMİR Emperyalizm veya yayılmacılık, bir devletin veya ulusun başka devlet veya uluslar üzerinde kendi çıkarları doğrultusunda etkide bulunmaya çalışmasıdır. Etkileyen devlet, etkilenen devletin kaynak gücü, merkezî� hükümeti, keyfî� yönetim metotları üzerinde etkin anlamına gelmektedir. Bu kullanımının dışında Fransa’da 1830’larda Napolyon İ�mparatorluğu’na hayranlık duyanları nitelemek, 1848’den sonra ise III. Napolyon’un kötü yönetimini ifade etmek için kullanılmıştır. 1870’li yıllarda İ�ngiltere’de Başbakan Benjamin Disraeli’nin sömürge imparatorluğunu güçlendirme ve genişletme politikalarını tanımlamak için emperyalizm kavramına başvurulmuştur. Böylece emperyalizm, sömürgecilikle eş anlamda kullanılmaya başlanmıştır. Bu yaklaşıma göre emperyalizm, gelişmiş ülkelerde mevcut durumun muhafaza edilmesi için bir gereklilik ve hak olarak görülmektedir. Em- peryalizm “ekonomik yönden az gelişmiş ülkelerin gelişmiş olanlara tâbi olmasını sağlayan ekonomik, siyasal ve askerî� ilişkileri nitelemektedir. Emperyalizm, dünya ekonomisindeki eşitsiz ilişkiler sistemini tanımlayan en uygun kelimedir.” Emperyalizm, gün geçtikçe taktiklerini geliştirerek, sömürge kaynaklarını artırmıştır. 19. yüzyılda kapitalizmin etkisi altına girmeyen, sömürgeci emperyalist ülkelerin doğrudan veya ‘yarı-sömürgesi’ statüsüne indirgenmeyen bir dünya ülkesi hemen hemen kalmamıştır. Asya’nın tamamı, Afrika, Latin Amerika kapitalist ekonominin etkinlik ve yayılma alanı haline gelmiş, dünyanın görüntüsü değişmiş ve yeniden biçimlenmiştir. İ�ngilizler Güney Asya›yı sömürgeleştirmişler, Çin’i silah zoruyla afyon ticaretine zorlamışlardır. Hollandalılar Doğu Hint adalarına yerleşmişler ve Rusya kuzeyde Sibirya, doğuda Orta Asya’ya doğru yayılmasını sürdür- müştür. Afrika (Osmanlı Devleti’nin biçimsel hâkimiyeti altındaki sınırlı bölgeler dışında) Fransızlar, İ�ngilizler ve Belçikalılar tarafından paylaşılmıştır. Latin Amerika İ�spanyollardan ve Portekizlilerden biçimsel olarak bağımsızlaşmıştır ama bu bilinen anlamda kurtuluş savaşı sonucu kazanılmış bir ‹bağımsızlık› değildir. Yegâne değişiklik ‹beyaz egemen sınıfın› yönetimi devralmasıdır. Zaten Orta ve Güney Amerika önce İ�ngilizlerin, arkasından da ABD›nin nüfuz bölgesi (arka bahçesi) durumuna gelmiştir. Osmanlı Devleti de emperyalist Batı’nın bir yarı-sömürgesi haline gelmiştir. Bu dönemde dünya ölçeğindeki kutuplaşma, çevre-merkez, gelişmiş-azgelişmiş, sanayileşmişsanayileşmemiş ikilemi kesin olarak yerleşmiştir. Dünya ticareti de önceki dönemlerde olduğu gibi lüks mallar ticaretinden sanayi kapitalizminin ürünleriyle hammadde ve tarım ürünlerinin yaygın ticaretine dönüşmüştür. Sanayileşmiş ülkeler sanayi ürünleri ih- 47 mayıs’13 tefekkür raç etmekte bunun karşılığında hammaddeler ve tarım ürünleri ithal etmekteydiler ve bu eşit olmayan bir değişimdi. Başka türlü ifade etmek istersek, emperyalist merkezlerle dünyanın geri kalanı arasındaki ticaret ve yatırım ilişkileri hâkim durumdaki ekonomiler lehine işlemekteydi. Bu kan kaybının derinleşmesi olarak da ifade edilebilir. O dönemden sonra zenginlik-yoksulluk farkı sürekli derinleşmiştir. Nitekim 1800 yılında ‘zengin ülkelerle’ ‘yoksul ülkeler’ arasındaki fark bire iki (1’e 2) iken, şimdilerde bire altmıştır (1’e 60) ve ‘modernleşme’, ‘kalkınma’ ‘küreselleşme’, vb. söylemine rağmen bu fark hızla büyümeye devam etmektedir. Dünyanın Batı Avrupalılar tarafından bu biçimde yağmalanması ve söz konusu halkların kendi kendilerine yeterli olmaktan çıkarılması, toplumsal-kültürel yapılarının aşındırılması, kültürlerinin tahrip edilmesi, emperyalist güçler ve onların sözcüleri tarafından uygarlaştırma misyonu olarak sunulmaktadır. Başlangıçta Amerika halklarını Hıristiyanlaştıranlar, sanayi kapitalizminin yerleştiği dönemde de uygarlaştırmaktaydılar. 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başına gelindiğinde, sözünü ettiğimiz Kapitalizme özgü merkezileşme ve yoğunlaşma eğiliminin bir sonucu olarak, kapitalist işletmelerin ölçeği büyümüş, karteller, tröstler, konzernler biçimindeki büyük tekeller dünya pa- 48 mayıs’13 O dönemden sonra zenginlikyoksulluk farkı sürekli derinleşmiştir. Nitekim 1800 yılında ‘zengin ülkelerle’ ‘yoksul ülkeler’ arasındaki fark bire iki (1’e 2) iken, şimdilerde bire altmıştır (1’e 60) ve ‘modernleşme’, ‘kalkınma’ ‘küreselleşme’, vb. söylemine rağmen bu fark hızla büyümeye devam etmektedir. zarında etkinliklerini artırmışlardır. İ�şte, tekellerin ortaya çıktığı bu döneme emperyalizm denmiştir. Bu dönemin bir özelliği de mal ihracına sermaye ihracının da eklenmesidir. Elbette sermaye ihracı mal ihracının yerini almıyordu, tam tersine mal ihracı artmaya devam etmiştir. Sermaye ihracı, hükümetlere borç verme bir yana bırakılarsa, daha çok kapitalist hâkimiyeti pekiştirecek, sömürüyü derinleştirecek alt yapı yatırımlarına ve hammadde kaynaklarına (madenler, plantasyonlar, vb.) yönelmiştir. Böylelikle dünyanın tüm doğal ve beşeri zenginliği emperyalist sömürüye açılmıştır. Dünya emperyalist güçler arasında paylaşılmıştır ama pastadan pay alamayan ‘yeni yetme güçler de (Almanya, Japonya) ‘paylaşılanı yeniden paylaşmayı’ dayatıyorlardı. İ�şte bu emperyalistler arası savaşın gerçek nedenidir. Emperyalist saldırı söz konusu olduğunda, saldırıya maruz kalanların bu saldırıyı ‘hayır duasıyla’ karşılamaları elbette mümkün değildir. Nitekim ilk emperyalist yayılmanın ardından saldırının ve kutuplaşmanın yıkıcı sonuçlarına karşı sayısız isyanlar olmuştur. Bu isyanların en çok bilineni, 18. yüzyıl sonunda San Domingo’daki (bu günkü Haiti) köle devrimidir. Daha sonra 1900’lerin başındaki Meksika devrimini ve 1950’lerin sonundaki Küba devrimini de aynı çizginin devamı say- tefekkür mak gerekmektedir. İ�nsanların sistem tarafından dışlandığı, marjinalleştiği, işsizliğin, yoksulluğun ve sefaletin büyüdüğü, doğal çevre tahribatının derinleştiği, gezegen riskinin tehlikeli bir eşiğe doğru ilerlediği, insani değerlerin aşındığı durumun, insanlığın nihai kurtuluşu olarak sunulması ibret vericidir. Küreselleşme denilen mevcut süreç dar bir dünya elitini, küresel ayrıcalıklılar sınıfını hızla zenginleştirmektedir. Zenginleşen bu kesime dünyanın ayrıcalıklı azınlıkları dâhildir. Zaten dünyanın ‘egemenleri’ doğrudan emperyalizmin bu ülkelerdeki uzantılarından başka bir şey değildir... Her gün yoksulların sayısı artarken zenginlerin sayısı da artmaktadır. Her yıl yeni dolar milyarderleri türemektedir ve bunların ‘başarı öyküleri’ dilden dile dolaşarak destanlaşmaktadır. Burada şu örnekleri vermek konuyu daha iyi anlamaya yardımcı olacaktır. ABD emperyalizmi Irak’ı işgal ettiğinde, bu emperyalist politikanın uzantısı ve doğal sonucu olarak, başta ABD olmak üzere, İ�ngiliz vb. petrol tekellerinin, inşaat işleri ile ilgili tekellerin vb. işin içine girmesi ile bu kaynakların işletme hakkını ellerine alarak, bu konuda Irak içinde de tekel konumuna gelmişlerdir. Bunların üzerine silah tekellerini, inşaat tekellerini vb. de eklemek gerekmektedir. Bu emperyalist bir politikadır. Ama bu emperyalist politika, doğrudan doğruya ABD ABD emperyalizmi Irak’ı işgal ettiğinde, bu emperyalist politikanın uzantısı ve doğal sonucu olarak, başta ABD olmak üzere, İngiliz vb. petrol tekellerinin, inşaat işleri ile ilgili tekellerin vb. işin içine girmesi ile bu kaynakların işletme hakkını ellerine alarak, bu konuda Irak içinde de tekel konumuna gelmişlerdir. Bunların üzerine silah tekellerini, inşaat tekellerini vb. de eklemek gerekmektedir. tekelci kapitalizminin çıkarları üzerinde yükselmektedir ve ABD Hükümeti’nin bu temeli inkâr ederek, farklı bir politikayı “tercih etmesi” mümkün değildir. Ama bu emperyalist politikada bugün silahlı müdahalenin öne çıkması, yarın “barışçıl” biçimlerin öne çıkması sorunun özünü değiştirmemektedir. Yani emperyalist yayılma için illaki silahlı müdahale ve işgal gerekmemektedir. Emperyalizmin özü, onun sürekli olarak yayılma ve egemenlik kurma eğiliminde düğümlenmektedir. Kesin hesaplaşmalar ise, ancak güçle, silahların gücüyle yapılmaktadır. Emperyalist politik müdahaleler, müdahalenin yapıldığı ülkede kapitalist ilişkileri belirli oranda geliştirmektedir. Kapitalist gelişmenin, emperyalizmi ihtiyaç olmaktan çıkaracağı ileri sürülemez. Aksine, emperyalist askeri müdahale, ya da sermaye ihracı, meta ihracı gibi “barışçıl” yöntemlerle yapılan müdahalelerin, söz konusu ülke ya da bölgede emperyalist bağımlılık ilişkilerini geliştirmesi, bu ilişkilerin söz konusu ülkenin tüm derinliklerine doğru ilerlemesidir. Tarımın tasfiyesi, özelleştirmeler, içinden çıkılamayacak borç sarmalı, emperyalist ülkenin üretiminin ihtiyaçlarına göre şekillenen bir kapitalist üretim yapısı vb. gibi sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. Bu da yetmeyerek, emperyalist soygun için IMF, DB gibi özel kurumlar örgütlenmektedir. Yani sorun, kapitalistlerin dünyayı özgürce sömürmeleri ile sınır- 49 mayıs’13 tefekkür lı değildir. Genel bir bağımlılık ilişkisinin, bir ülkenin zenginliklerinin yağmalanması üzerine oturan bir sistemin kurulması söz konusudur. Kendilerini “uluslararası toplum” olarak tanımlayan çağın hâkim güçlerinin izledikleri politikaları meşrulaştırmak ve hedefe yerleştirdiklerine yönelik baskı uygulamalarını haklı çıkarmak için en çok “insan hakları” ve “terör” kavramlarından yararlandıkları bilinmektedir. Bu kavramların her ikisinin de uygulanmasında sözde insana değer verilmektedir. Ancak kendi politikalarını kamufle etmede bu iki kavramdan yararlanan söz konusu güçlerin Suriye’de üçüncü yılına girerken geniş çaplı devlet terörü ve katliamlar karşısında “insana değer verme” ilkesinden son derece uzak durmaları samimiyetlerinin derecelerini göstermektedir. Kapitalistler, zulüm rejimine sürekli mühlet tanıma yoluna giderken, onun hedefe yerleştirdiklerini savunmak için örgütlenenleri “terör listesi ”ne alma arsızlığını göstermektedirler. Emperyalizmin çıkar çemberine aldığı ülkelerde, emperyalist dengeyi tehdit edenlerin etkisiz hale getirilmeleri için belli bir yasal zemin oluşturulmuştur. Aslında bu yasal zeminin sabit bir felsefesi ve esas aldığı temel ilkeleri de mevcut değildir. Temel ilkeler gibi gösterilenler ise pratikte uygulanan yasal sistemle çoğunlukla çatışmaktadır. Temel ilkeler diye gösterilenler, esas 50 mayıs’13 Kendilerini “uluslararası toplum” olarak tanımlayan çağın hâkim güçlerinin izledikleri politikaları meşrulaştırmak ve hedefe yerleştirdiklerine yönelik baskı uygulamalarını haklı çıkarmak için en çok “insan hakları” ve “terör” kavramlarından yararlandıkları bilinmektedir. Bu kavramların her ikisinin de uygulanmasında sözde insana değer verilmektedir. itibarıyla uygulanan baskı ve zulümleri kamufle etmekten başka bir amaç taşımamaktadır. Bir yanda temel ilkelerde, herkesin konuşma ve düşünce hürriyetinden söz edilmektedir, öte yanda bir kişi, emperyalizmin yerleştirdiği siyasi yapıyı benimsemeyen görüşler beyan ettiğinde, sözü edilen temel ilkeler üzerine oturtulmuş sistemi uygulayan kurumları karşısında bulmaktadır. Kısa süre önce Erzurum’da tutuklanan Müslüman kardeşlerimizin durumu gibi yaptıklarına da bir gerekçe uydurmaktadırlar. Ö� zellikle son dönemde emperyalizmin saldırı politikasının temel ekseni sayılan “teröre karşı savaş” iddiasının dayanaklarının oluşturulmasında cinayet stratejisinden yararlanılması-nın örnekleri artmıştır. Bu cinayetler ve katliamlar emperyalizmin nazarında; insanın değerinin ne kadar düşük olduğunu göstermek-tedir. Suriye’de yapılan katliam, Almanya’daki kundak-lamalar, Arakan’daki Müs-lümanların yakılması da en güncel örneklerdendir. Emperyalizm, insanları çıkarları doğrultusunda bu şekilde hiçe sayarken, İ�slam insana gereken değeri veren ve devlet eliyle canını, malını, namusunu, onurunu koruyan tek dindir. İ�slam Dininde devlet, ümmete hizmeti en üst seviyede tutuyorken, beşeri sistemin emperyalist odakları insanları ayaklar altına alıp her türlü zulmü ve işkenceyi uygulamaktadırlar. Menfaatleri uğ- tefekkür runda, hiç acımadan insanları diri diri yakmaktadırlar. Başında halifesi olan bir ümmet olmadığından, gerçek anlamda bir İ�slâm Devleti bulunmadığından kendisini İ�slâm’a nispet ettiği halde dâvâ bilincinden mahrum 1,5 milyardan çok Müslüman, genellikle izzetten uzak şekilde, selin önündeki çer-çöp gibi oradan oraya savrularak yaşamaktadırlar. Bir musî�bet, bin nasihatten iyidir, ama bin musî�betten bir ders bile alamayanlar için maalesef dünyevî� cezalar, uhrevî� büyük cezanın habercisidir. Suriye’deki ve diğer Müslüman beldelerindeki, dıştaki ve içteki zilletin en önemli sebeplerinden biri, İ�slâm âleminin kırk küsür parçadan oluşan yamalı bohça görüntüsüdür. Avrupa ülkelerinin birbirleriyle her konuda ittifak yapıp Avrupa Birliği adı altında tek devlet haline gelişi, küfrün tek millet olarak gücünü birleştirmesi, emperyalizm ve fesadın globalleşmesi, artık Müslümanların da bir çatı altında toplanmasının acil gerekliliğini göstermektedir. Toplumda kullanılan şöyle bir söz vardır; Ya birleşeceksin, ya bir leşe döneceksin! Bir leş olmaktan kurtulmak için birleşmek, olmazsa olmaz şartlardandır. Bir Allah’a inanan Müslümanlar olarak, Allah’la ve birbirimizle bağımızı yeniden sağlamlaştırmakla işe başlamalıyız. Aynı dinin, aynı davanın insanı olan tüm ümmetle birleşmek, İ�slam Devleti’ni kurmak için en büyük gerekliliktir. Coğrafi ve kültürel bütün işgalleri, özellikle Ortadoğu’daki vahşet ve zulümleri kaldırmak için çalışmak, bütün Müslümanlara farzdır, şarttır. Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır: َِّ ِ ِ ِوقَاتِلُوْا ِفي سب ون ُك ْم َ ُين ُيقَاتِل َ يل اللّه الذ َ َ “Sizinle savaşanlarla, Allah yolunda siz de savaşın.” (Bakara, 190) Ve yine şöyle buyurmaktadır: اعتَ ُدوْا َعلَ ْي ِه بِ ِم ْث ِل ْ َاعتَ َدى َعلَ ْي ُك ْم ف ْ فَ َم ِن “O halde, size karşı tecâvüz edenlere siz de aynıyla mukabele edin.” (Bakara, 194) Zorbalıkları için makamlarına, silâh ve teknolojilerine güvenenler bilmelidirler ki, maddî� silâhlar dayanıksız ve yetersizdir. İ�man silâhı ise ne kadar yok edilmeye çalışılsa daha da keskinleşmekte, Müslümanın elindeki ebâbil taşı, Hak düşmanı zorbanın fil benzeri tankına gâlip gelebilmektedir. Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır: الَ ُي َغي ُِّر َما بِقَ ْوٍم َحتَّى ُي َغي ُِّروْا َما بِأ َْنفُ ِس ِه ْم “Bir toplum, kendini değiştirinceye kadar Allah onlarda bulunanı değiştirmez.” (Ra’d, 11) َّ َِّ َنص ُروا الله َ َيا أَيُّهَا الذ ُ َآمُنوا ِإن ت َ ين ام ُك ْم ْ نص ْرُك ْم َوُيثَب ُ َي َ ِّت أَ ْق َد “Ey iman edenler! Eğer siz Allah(ın dinin)e yardım ederseniz, Allah da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar.” (Muhammed, 7) َعلَ ْو َن ِإن ْ َوالَ تَ ِهُنوا َوالَ تَ ْح َزُنوا َوأَنتُُم األ ِ ين َ ُكنتُم ُّم ْؤ ِمن “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten iman etmişseniz, üstün gelecek olan sizsiniz.” (Â� l-i İ�mrân, 139) ِ يا أَيُّها الَِّذين آمُنوْا آمُنوْا َ َ َ َ “Ey iman edenler, iman edin!” (Nisâ, 136) İ�nsanlık Kur’an’ın aydınlığına ve İ�slam’ın adaletine muhtaç durumdadır. Tüm dünya modern cahiliyenin kıskacında, zulüm, sömürü ve adaletsizlik bataklığında çırpınmaktadır. İ�şgal, sömürü, katliam ve despotluk her yanda egemen olmuştur. Demokrasi, kapitalizm, emperyalizm adı her ne ile anılırsa anılsın İ�slam dışı bütün sistemler insanlığa her yanda kan kusturmaktadırlar. Rabbine yabancılaşıp fıtratını bozan insan, hayvandan aşağı konumlarda yer alarak İ�slami ve insanî� değerleri tüketmektedir. Müslümanlar, kendilerine on yıllarca zulmedenleri destekleyen emperyalizmin rejimi olan demokrasinin peşinde koşmaktan vazgeçmeli, gerçek kurtuluş olan şer’i hükümlere sarılarak acilen İ�slam Devletini kurmalıdırlar! 51 mayıs’13 tefekkür DEMOKRASİ SERÜVENİMİZ VE İKİ SICAK MESELE Mustafa KÜÇÜK Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?(M.Akif Ersoy) İslam ümmetini yozlaştırma ve sömürgeleştirme projesi olan demokratlaştırma süreci, maalesef tüm hızıyla devam etmektedir. Bu süreç bizi, Fukuyama’ya; “Batı değerleri İslami değerlere sonsuza dek sürecek bir üstünlük sağlamıştır.” dedirtecek bir duruma getirmiştir. Bizi öz yurdumuzda parya yapan bu kâbus dolu sürece şöyle bir göz atalım: 1789 Fransız Devrimi’nin etkisiyle yayılan özgürlükçü düşünceler ve milliyetçilik akımı, her ülke gibi Osmanlı Hilafet Devleti’ni de etkiledi. 19. yüzyılda, Balkanlar’da bağımsızlık talebiyle ayaklanmalar baş gösterince Balkanlar’da ve Ortadoğu’da çıkar çatışmaları içindeki Avrupa devletleri ve Çarlık Rusya bu hareketleri desteklemekten geri durmadılar. Dahası Osmanlı sınırları 52 mayıs’13 içindeki gayrimüslim halkların durumlarının düzeltilmesi gerekçesiyle, reformlar yapma yönünde Osmanlı Hilafet Devleti üzerinde yoğun bir baskı kurdular. Bu baskının yansıması; 1839’da Tanzimat Fermanı ile 1856’daki Islahat Fermanı’nın ilan edilmesi şeklinde oldu. Amaçları Osmanlı Hilafet Devleti’ni tamamen ortadan kaldırmak olan dış güçlerin baskılarını durdurmaktı. Baskıları bertaraf etmek maksadıyla, 23 Aralık 1876’da Kanun-i Esasi’yi ilan eden Halife II. Abdülhamit, aynı zamanda Meşrutiyeti ilan etmiş oluyordu. 1877-1878 Osmanlı Rus savaşı nedeniyle bu süreci sonlandıran Halife II. Abdülhamit, 29 yıl askıda bıraktığı Kanun-i Esasi’yi dış mihrakların fikir ajanlığını yapan İttihat ve Terakki’nin yoğun baskıları dolayısıyla 24 Temmuz 1908’de yeniden ilân etti. 5 Kasım 1922’de Osmanlı Devleti’nin tasfiyesini beraberinde getiren bu talihsiz süreç İslam Ümmeti’nin tarihinde, bizi bu günlere getiren kırılma anına karşılık gelmektedir. Gayri meşru sürdürülen işgaller, 3 Mart 1924’te Hilafet’in ilgasıyla sürdürülebilir bir karaktere bürünmeye koyuldu. Böylece başta İngiltere olmak üzere İtilaf Devletleri’nin İslam coğrafyasındaki siyasi, kültürel ve ekonomik istilaları kalıcı olma imkânını elde etti. İslam coğrafyasının çoğu bölgelerinde, adına Kurtuluş Savaşı denen hadiseler yaşanmış olsa da, bu istila, şu veya bu şekilde hala devam etmektedir. İktidarların el değiştirmesi konjonktürel olup, sadece halk üzerinde kurulan baskının dozunu ayarlamak için başvurulan bir yöntemden öte bir mana ifade etmemektedir. Gerçek şu ki; bugün Türkiye’de meydana gelen ve bütün İslam coğrafyasının geleceğini ipotek altına almaya namzet gelişmeleri anlamak, Menderes ile başlayan süreci deşifre etmeye bağlıdır. CHP’nin Türkiye üzerinde kur- tefekkür duğu hegemonya, halkta büyük bir infial uyandırınca, Laik Demokratik Cumhuriyet’in sahipleri tarafından İstiklal Mahkemeleriyle ve kanla bastırılmıştır. Halk yeni rejimi bünyesine yabancı görmüş ve şiddetli bir reaksiyon göstermiş, rejim sahipleri de devrimin yerleşmesi için katliam dâhil, her türlü gayri meşru yola başvurmaktan geri durmamışlardır. Diğer taraftan Menderes ile başlayan süreç; Laikliği, Demokrasiyi ve Cumhuriyeti topluma benimsetme hamlesi olmuştur. Bu, küfür kavramlarını, İslam Ümmeti’nin öz malıymış gibi gösterme hamlesinin, rejim sahiplerinin büyük planlarının bir parçası olduğunun fark edilmemiş olması, İslam Ümmeti adına sürüp gelen büyük bir talihsizlik olmuştur. Zira Demokrat Parti’nin - kullandığı üslup bir yana- temelde CHP ile hiçbir farkı yoktu. DP’de din ile devleti birbirinden ayıran bir anlayış üzerine kurulu bir parti idi. Şu kadar ki; CHP rejimi jakoben bir üslupla uygularken, DP yumuşak bir üslup kullanarak, aynı rejimi halka benimseterek uygulama yoluna gitmiştir. Aslında bu, rejim sahiplerinin kendi alternatiflerini yine kendilerinin ürettiği kadim bir İngiliz oyunu idi. Nitekim İngilizler, bir ülkeyi işgal ettiklerinde, uşaklarından birini yönetime getirmekle kalmayıp, uşaklarından birini de ana muhalefete lider yapmakla ün kazanmışlardır. İngiliz siyaset gizeminin sırrı Zira Demokrat Parti’nin -kullandığı üslup bir yanatemelde CHP ile hiçbir farkı yoktu. DP’de din ile devleti birbirinden ayıran bir anlayış üzerine kurulu bir parti idi. Şu kadar ki; CHP rejimi jakoben bir üslupla uygularken, DP yumuşak bir üslup kullanarak, aynı rejimi halka benimseterek uygulama yoluna gitmiştir. buradan gelmektedir. Sonuç olarak, Laik Demokratik rejimi Türkiye halkının başına musallat eden CHP’den kaçan halk, DP ağlarına takılmıştır. Bir sömürgeleştirme projesi olan halkı demokratlaştırma sürecinin ikinci ayağını, kuşkusuz Adalet Partisi teşkil etmektedir. Bu parti çeyrek asır boyunca, ümmetin mesaisini gayri İslami hedefler uğruna heba ederken, Müslüman halkın demokratik yaşam tarzına ülfet peyda etmesini sağlamıştır. Gelişen süreç içerisinde CHP ve darbeler, halka karşı bir tehdit unsuru olarak kullanılırken, halk II. Menderes diye anılan Özal etrafında toplatılarak, yeni bir demokratlaştırma aşamasına geçilmiştir. Zira demokrasi bir hayat tarzı, bir yaşam felsefesi, bir hayata bakış açısı idi ve sindire sindire millete mal edilmeliydi. Nitekim onlar da öyle yapıyorlardı. Ölümü gösterip sıtmaya razı ediyorlardı. Halk, CHP’nin jakoben uygulamaları ile usluca demokratlaştırma seçeneğiyle karşı karşıya bırakılmıştır. Üçüncü bir seçeneği denemeye kalkışan ümmet evlatları, bütün propaganda araç ve üslupları kullanılarak, marjinal ilan edilerek, ağır cezalar verilerek toplumdan tecrit edilmiştir. Telekomünikasyon ve iletişim alanında meydana gelen devrim boyutundaki gelişmeler dünyayı büyük bir köy haline getirirken, İslam’ın mesajı da evrensel ölçekte bir yankı buldu. Böylece İslam coğrafyası üzerinde kurulan mahalli rejimler için kara günler kapıya dayanmıştı. Bunu fark eden rejim sahipleri ihtilafa düştüler. Bir kesim despot uygulamalara geri dönmeye teşebbüs ederken, diğer bir kesim bunun bir intihar olacağı uya- 53 mayıs’13 tefekkür rısında bulunup, bu dalganın daha fazla demokrasi vadiyle, daha geniş boyutta bir esneme hamlesiyle atlatılabileceği öngörüsünde bulunup harekete geçtiler. Neticede bulunmaz Hint kumaşı AKP ve yağız atlı süvari Erdoğan keşfedildi. Gelsin peşinden çıraklık, kalfalık ve işte ustalık dönemleri! Rejim sahiplerinin adına gurur verici! Her şey ilk günkü gibi. Revaçta tarihi, ebedi ve ezeli düşmanımız Batı’nın kavramları! Avrupa’ya tam entegrasyon, liberal ekonomi, özelleştirme ve yabancı sermayenin önünü açan tahkim yasası vs. Her derdin tek ve yegane çaresi demokrasi, demokrasi, yine demokrasi ve daha fazla demokrasi… Sokaklar Sodom, Gomore, halk eğitimden geçmiş cahil, diplomalı işsiz, aç ve sefil asgari ücretli, dininden uzaklaştırlmış Müslüman, münkeri hoş gören mü’min, laisizmin işgali altında cami, faize bulaşmış esnaf, kartondan evlilikler, gayri meşru ilişkiler diz boyu, aile huzursuz, Avrupa tarzı cinayetler, intiharlar ve intiharlar… Unutmayalım ki, şu demokrasi putuyla hesaplaşmadığımız sürece bize izzet ve şeref yok. Haydi, gelin bu uğursuz sürece bir dur diyelim. Dur diyelim de tarih tekerrür etmesin. Bu çağın Hübelü, Uzzası ve Menatı olan laikliği, demokrasiyi ve cumhuriyeti elimizin tersiyle bir tarafa atıp Allah Subhanehu Ve Teâlâ’nın bize inzal buyurdu- 54 mayıs’13 ğu ve Rasul SallAllahu Aleyhi Ve Sellem’in tatbik ettiği, ardından Raşid halifelerin adım adım izinden giderek uyguladıkları Hilafet nizamını ikame edelim. Hilafet’i ikame edelim ki; Batı’nın siyasi, iktisadi ve kültürel hegemonyasından kurtularak bir rahmet iklimine yelken açalım. Bu çağın Hübelü, Uzzası ve Menatı olan laikliği, demokrasiyi ve cumhuriyeti elimizin tersiyle bir tarafa atıp Allah Subhanehu Ve Teâlâ’nın bize inzal buyurduğu ve Rasul SallAllahu Aleyhi Ve Sellem’in tatbik ettiği, ardından Raşid halifelerin adım adım izinden giderek uyguladıkları Hilafet nizamını ikame edelim. Doksan yıllık Demokrasi tecrübemizin bizi getirdiği sonuç ortadadır. Halen 3. Erdoğan Hükümeti olarak 61. Hükümet bizi laik demokratik yasalarla idare etmektedir. Evet! doksan yılda üç darbe ve bir o kadar da darbe teşebbüsü ve muhtıra yaşanmışken, 60 Hükümet kurulmuş ve dağılmıştır. Her kurulan hükümetin ömrü ortalama bir buçuk yıl sürmüştür. Ne istikrar ama değil mi? Dahası ben kendimi bildim bileli hep söylenen şu: “Aman ha dikkat edin! Kritik bir süreçten geçiyoruz!” Evet! İslam Ümmeti’nin, İslam dışı rejimlerle yönetilmeye başlandığı günden beri, kritik süreçlerin ardı arkası kesilmemiştir. Müslüman halklar, hem dünya izzetinden hem de ahiret saadetinden mahrum bir hale duçar olmuşlardır. Bugün Türkiye ölçeğinde Ulusal Laik Demokratik Cumhuriyet’in bizi sürüklediği kanlı bir kardeş kavgası davası ile meşgulüz. Bu davayı çözme çabası içerisinde olan siyasi irade, bugün bile meselenin temeline inme cesaretini gösterememektedir. Müslüman kardeş halkları birbirine düşman yapan amentülerle yola çıkarak, sorunu çözeceklerini iddia etmektedirler. İslam dinini de yedeğine alarak, halka doğru iz üzerinde oldukları görüntüsünü vermek için, arada sırada İslam kardeşliğinden dem vurmaktadırlar. Hâlbuki daha fazla demokrasi ile bu sorunu çözme azminde olduklarını yüksek sesle ilan tefekkür etmişlerdir. Kaldı ki daha fazla demokrasi demek daha fazla küfür, daha fazla fesada uğramak demektir. Eğer bu kardeş kavgasını bitirmek konusunda samimi iseler, neden zaten Müslüman olan Türk ve Kürt halkının asla reddetmeyeceği İslami çözümden söz etmemektedirler. Yoksa ABD ve Avrupa gibi büyük küfür devletleri ve onların kurduğu BM ve NATO gibi evrensel şer kurumlarının, buna engel çıkaracaklarını mı düşünmektedirler? Eğer böylesi hayati bir meselede bağımsız hareket etmekten aciz iseler, bunu millete itiraf etmek durumundadırlar. Boş yere halkı umutlandırmamalıdırlar. Zira bu halk, hayal kırıklığına uğramaktan bitap düşmüştür. Şimdi sıra geldi Laik Demokratik Cumhuriyet’in 61. hükümeti olan 3. Erdoğan hükümetinin işlemekle meşgul olduğu ve izi yıllarca silinemeyecek bir siyasi cinayetten söz etmeye. Elin gâvurunun zorla bize yaşattığı bir asra yaklaşan demokrasi deneyimimizden, Allah aşkına ne hayır gördük ki, bu melun rejimi Müslüman Suriyeli kardeşlerimizin başına musallat etmeye çalışıyoruz. Evet! Ey İslam ümmeti! Sizi uyanık olmaya davet ediyoruz! Belki sevdiğiniz, belki reyinizi verdiğiniz ve belki de sempatizanı olduğunuz Erdoğan ve AKP Hükümeti, dünya ile birlikte hareket etme mazeretine sığınarak, Suriye halkına demokrasiyi pazarlamaktadır. Zira Allah aşkına ne hayır gördük ki, bu melun rejimi Müslüman Suriyeli kardeşlerimizin başına musallat etmeye çalışıyoruz. Evet! Ey İslam ümmeti! Sizi uyanık olmaya davet ediyoruz! kâfir Batı, bu kadar ağır bedel ödeyen Müslüman Suriye halkı için, İslam ile yönetilmeyi çok görmektedir. Kaldı ki; halk sadece kan içici Esed’den kurtulmak için hayatını feda etmiyor. Aynı zamanda bir daha dönmemek üzere küfür rejiminden de kurtulmak için, Allah yolunda seve seve canını feda etmektedir. Şimdi Türkiye gibi kardeş bir ülke, bu konuda ona yardımcı olmak yerine, Suriye’de Batı müsveddesi laik demokratik bir rejimin kurulmasına önayak olursa ve biz de buna seyirci kalırsak, Allah’a vereceğimiz hesabın altından nasıl kalkacağız? Haydi, şimdi hep beraber siyasi iradeyi bu cürmü işlemekten men etmek için bütün meşru yolları deneyelim. Kim bilir belki de bu amelimiz mahşer günü bize şefaatçi olur! Allah Subhanehu Ve Teâlâ’nın şu sözüne kulak verelim: َُوَر ُسولُه اْل َغ ْي ِب اع َملُوْا فَ َسَي َرى اللّهُ َع َملَ ُك ْم ْ َوُق ِل ِواْلمؤ ِمُنون وستُرُّدون ِإلَى َع ِالم َ َ َ َ َ ُْ َ َّ و اد ِة فَُيَنبُِّئ ُكم بِ َما ُكنتُ ْم تَ ْع َملُون َ َالشه َ “De ki: Çalışın, yapın. Yaptıklarınızı Allah da, Resûlü de, mü’minler de göreceklerdir. Sonra gaybı da, görülen âlemi de bilen Allah’ın huzuruna döndürüleceksiniz. O da size bütün yapmakta olduğunuz şeyleri haber verecektir.” (Tevbe 105) 55 mayıs’13 fikir RAMAZAN EL-BUTİ, SURİYE DEVRİMİ VE ULEMALAR Serdar YILMAZ 21 Mart 2013 günü Suriye Devlet Televizyonu, başkent Şam’ın merkezindeki “İ�man Camii ”ne muhaliflerce yapılan bir bombalı saldırıda ülkenin en önde gelen “ulemalarından” Ramazan el-Buti’nin hayatını kaybettiğini duyurdu. Bu haber başta Türkiye olmak üzere birçok İ�slami beldelerde büyük yankı uyandırdı. Zira Ramazan el-Buti başta Fıkhu’sSiyre olmak üzere birçok eseriyle tüm dünyada ki Müslümanlarca yakından tanınan bir isimdir. Tabi ki Baasçı Esed rejimi camiye yapılan bu saldırıyı ve Buti’nin öldürülmesini, hemen Baasçı rejime karşı kıyama kalkan Müslümanların üzerine atarak bir dezenformasyon harekâtına girişti. Saldırının Nusret Cephesi ve Ö� zgür Suriye Ordusunun adamları tarafından gerçekleştirildiği yaygarası ile lehine bir kamuoyu oluşturmaya çalıştı. Ancak Nusret Cephesi ve Ö� zgür Suriye Ordusu tarafından yapılan açıklamalarda, bu saldırılarla hiçbir ilişkilerinin olmadığını, asla camilere saldırmadıklarını, her ne kadar el- 56 mayıs’13 Buti “sultanın davetçisi” olsa da böyle bir saldırıyı şiddetle kınadıklarını ifade ettiler. Akabinde Ramazan el-Buti’nin öldürülme anına ilişkin görüntü kayıtlarının ortaya çıkmasıyla bu işin Esed rejiminin işi olduğu gün yüzüne çıkmış oldu. Aslında bu tip olaylar tağuti rejimlerce çok sık kullanılan şeytani üsluplardandır. Ö� nce düzmece olaylar tertiplenir, bu bazen bir suikasttır bazen de bombalama eylemleridir. Ö� nemli olan kamuoyunda etki oluşturabilecek kişi, kurum ve mekânların seçilmesidir. Ardından bu düzmece olaylar Müslümanlarla ilişkilendirilir ve sözlü, fiili ya da askeri operasyonlar başlar. Böylelikle kamuoyunda zalim, mazlum olur ve mazlum da zalim durumuna düşürülür. Bunun değişik varyantlarda binlerce örneği vardır. Muhtemelen bu olayda bunlardan birisidir. Bundan dolayı Ramazan elButi’nin öldürülmesi olayının siyasi arka planının deşifre edilecek öneme sahip bir olay olduğunu düşünmüyorum. Ancak öldürülmesi değil ama kendisinin yani Ramazan elButi vakıasının ve onun şahsında günümüz âlimlerinin durumunun, duruşunun, zihniyetinin ve etkisinin derin bir şekilde tahlil edilmesi gerektiğine inanıyorum. Zira günümüzde sömürgeci kâfirler ve onlarla kol kola yürüyen zalim otoriteler ümmet nezdinde “meşruiyetlerini” sağlama, koruma ve kollama görevinde en çok bu “Ulema” sınıfını kullanmaktadır. Bu “Ulema” sınıfı da kalemlerini ve dillerini siyasi otoritelerin yanında ve samimi Müslümanların karşısında kullanarak görevlerini layıkıyla yerine getirmektedirler. RAMAZAN EL-BUTİ� ve SURİ�YE ULEMASI Muhammed Said Ramazan el-Buti, 1929 yılında Türkiye’de Şırnak’ın Cizre ilçesinde doğmuştur. Babası Molla Ramazan el-Buti ile beraber henüz dört yaşında iken Şam’a göç etmiştir. İ�slami ilimler alanında “iyi bir eğitim almış” olan Ramazan el-Buti özellikle siyer ve kelam konusunda gö- fikir rüşleriyle öne çıkmıştır. Başta Fıkhu’s –Siyre olmak üzere İ�slam Akâidi, İ�slam’a Davet Metodu gibi 60’tan fazla eseri bulunmaktadır. Buti, Hafız Esed zamanından beri Esed ailesine yakın isimlerden birisidir. Nitekim Hafız Esed’in cenaze namazını bizzat kendi kıldırmıştır. Oğul Beşar Esed ile de iyi ilişkiler kurmuş ve bu yakınlık neticesinde Suriye’de önemli bir dini paye olarak görülen Emevî� Camii imamlığına getirilmiştir. Baba Esed’in gerçekleştirdiği Hama katliamlarında da Baas rejiminin yanında ve katledilen Müslümanların karşısında bir tavır takınmıştır. En son 2011 yılının Mart ayında “Halk İ�slami rejimin yıkılmasını istiyor” söylemleri ile başlayan kıyamdan sonra yine rejimin yanında ve Müslümanların karşısında ki söylemleriyle Esed’in şebbihalarının silahlarıyla yaptığına Buti’de diliyle, kalemiyle destek vermiştir. “Suriye’nin dört bir yanında barış ve güvenliğin sağlanması ve ülkenin vatan düşmanlarından, silahlı teröristlerden temizlenmesi için her gün Allah’a dua ediyorum” “Herkes kendi gücü oranında satılmış kuklaları bertaraf etmek için Suriye ordusuna yardım etmekle mükelleftir” “Allah’a yemin ederim ki, Suriye ordusunun askerleriyle, sahabe arasında hiçbir fark yoktur” “Suriye’nin bulunduğu bu koşullar altında artık cihad, farz-kifaye değil farz-ı ayn’dır. Zira günümüzde sömürgeci kâfirler ve onlarla kol kola yürüyen zalim otoriteler ümmet nezdinde “meşruiyetlerini” sağlama, koruma ve kollama görevinde en çok bu “Ulema” sınıfını kullanmaktadır. Bu “Ulema” sınıfı da kalemlerini ve dillerini siyasi otoritelerin yanında ve samimi Müslümanların karşısında kullanarak görevlerini layıkıyla yerine getirmektedirler. Her kimin gücü yetiyorsa orduya yardım etmesi farzdır.” İ�şte Suriye direnişinin başladığı günden bu yana Ramazan el-Buti’nin söylemlerinden bazıları. El-Buti bu sözleriyle hem Suriye’de 2 yıldır on binlerce şehit vererek tağuti nizama karşı direnen Müslümanların hem de kalbi Suriye ile atan İ�slam Ü� mmetinin öfke ve nefretini kazandı. Suriye’nin birçok yerinde Müslümanlar el-Buti’nin kitaplarını yakarak tepkilerini ortaya koydular. Oysa el-Buti bir kısım kitaplarında “İ�slami bir toplum kurmak için çalışmanın farziyetinden, bu yolda çekilecek tüm sıkıntı, işkence ve çilelerin birer nimet olduğundan, ne pahasına olursa olsun İ�slam toplumunu oluşturmak için çalışmaktan ve davetten geri durulmamasını” söylüyordu. Aslında Ramazan el-Buti vakıası, zihniyetini ve nefsiyetini İ�slam ile arındıramamış, İ�slami şahsiyetten uzak, yazdıkları ile yaptıkları arasında büyük bir fark olan, ilmini dünyalık mal, makam ve paye için kullanan, bundan dolayı da sistemi ve yöneticileri asla eleştiremeyen günümüz “ulemasının” tipik bir örneğidir. Peki, sadece Buti mi? Keşke öyle olsa! Geçen sene Ramazan ayında Hama’da katliamlar yaşanırken Esed’in verdiği iftar yemeğine Suriye’nin farklı illerinden gelen çok sayıda “ulema” Esed’e bağlılıklarını bildirmişlerdi. Baasçı Suriye 57 mayıs’13 rejiminin fikir açıkça yanında olan bu kısım ulemanın dışında bir de Esed’in ve rejimin karşısında olan ve muhalifleri desteklediğini belirten bir kısım ulema daha vardır ki, bunlarda Esed sonrası Suriye’de kurulacak sistemin İ�slami bir devlet sistemi olmasına karşı çıkan, eşit demokratik haklara sahip olunacak liberal bir rejimden yana olduklarını ifade eden kısımdır. Suriye’de ki en etkili Nakşibendi şeyhi olan Muhammed Murad el-Haznevî� ve Ramazan el-Buti’den önce Emevî� Camii imamı olan Muaz el-Hatip gibiler bu kısımdandır. Bu kısım ulemayı da ya demokrasi nutukları atarken ya da Ulusal Konsey, Ulusal Koalisyon, geçici hükümet gibi Batı’nın Esed sonrası Suriye için çizdiği projelerde aktif rol alırken görürsünüz. Aslında bu ikinci kısım, açıkça Esed’in yanında yer alan el-Buti, Abdüssettar es-Seyyid ve Suriye Müftüsü Bedreddin Hassun gibi isimlerden daha tehlikelidir. Çünkü bunlar devrimin yanında ve Esed’in karşısında olduklarını söyleyerek, devrimi ABD ve batı lehine çalmak için büyük bir çaba harcamaktadırlar. SADECE SURİ�YE ULEMASI MI? MAALESEF HAYIR.. Yukarıda Suriye için çizdiğimiz ulema profili aslında sadece Suriye’de değil İ�slami beldelerin tümünde gördüğümüz bir profildir. Bu Ulema profiline bizler Türkiye’de de çokça şahit oluruz. Birçok konuda her biri farklı görüş ve 58 mayıs’13 söylemlere sahip olmakla birlikte ortak paydaları küresel sistemin devamıdır. Cumhuriyetin fazilet olduğu, demokrasinin günümüz insanı için en iyi yönetim biçimi olduğu, İ�slam’ın bir devlet modeli olmadığı, hilafetin tarihte kalmış ve bu günün sorunlarına çözüm üretemeyecek bir sistem olduğu, laikliğin sanıldığı gibi dinsizlik olmadığı, kapitalist ideolojinin hürriyetler düşüncesinin tüm insanlığın üzerinde icmâ ettiği en yüce değerler olduğu vb. görüş ve söylemler günümüz ulemasından duymaya alıştığımız sözlerdendir. Yine onları siyasi konjonktüre göre bazen batıcı, bazen ulusalcı ve milliyetçi, bazen gelenekçi, bazen mutasavvıf bazen de yenilikçi ve reformist olarak görürüz. Siyasi iktidar ve konjonktüre göre hangi kılığa bürünürlerse bürünsünler siyasi basiretle bakıldığında onları tanımak çok kolaydır. Yine onlar zayıf ve güçsüz mustaz’af müminlere karşı mangalda kül bırakmaz iken, mevcut iktidara ve yöneticilere karşı dilleri lal olur. İ�şte bugün İ�slam Ü� mmetinin içinde bulunduğu trajik durumun müsebbiplerinden en önemlisi bu çeşit ulemalardır. İ�slami literatürde bu ulemalara, Ulema-i Su’(Kötü Ulema) denilmiştir. İ�mam Gazali İ�hya kitabında Ulema-i Su’ ile ilgili şu ifadelere yer verir: “Dinin zaafa uğramasının önemli bir nedeni ulemanın sapmasıdır. Çağımızda ulema, müzmin hasta- lığa yakalanmıştır. Yöneticilerin bozulmasının gerçek nedeni de ulemanın bozulmasıdır. Ulema-i Su’ olmasaydı, yöneticiler kötülük yapmaktan çekinecek, zulüm ve ifsatları azalacaktı. Dünyevi menfaatler kendilerini susturmuştur. Hareket ve amelleri, sözlerini yalanlamaktadır.” Bu sözler İ�mam Gazali’nin kendi zamanında ki âlimlere yönelik söylediği sözlerdir. Günümüz ulemasını görseydi ne derdi acaba? GERÇEK ULEMA Rasulullah SallAllahu Aleyhi Ve Sellem’e biri âbid diğeri âlim iki kişiden bahsedilmişti. Rasulullah SallAllahu Aleyhi Ve Sellem: ضِلي َعلى ْ َض ُل اْل َع ِالِم َعلى اْل َعابِِد َكف ْ َف ْأدَنا ُك ْم “Âlimin âbide üstünlüğü, benim sizden en basitinize olan üstünlüğüm gibidir” buyurdu. [Tirmizî�, İ�lm 19, (2686).] Â� limler, Allah Subhanehu ve Teâla’nın insanlara bir nimetidir. Onlar karanlıkların lambaları, hidayetin öncüleri ve yeryüzünde Allah’ın hüccetidirler. Fikrî� sapıklıklar, ancak onlarla giderilir. Hatıra gelen ve kalplerde doğan şüpheler ancak onlarla dağıtılır. Onlar, imanın sığınağı ve ümmetin dayanağıdırlar. Onlar hak üzere sebat eden, iyiliği emredip, kötülükten nehyeden, gerektiğinde yöneticileri en şiddetli şekilde muhasebe eden ve bu uğurda büyük sıkıntılara göğüs geren gerçek önderlerdir. fikir İ�slam tarihi hidayet önderleri olan bu gerçek ulemanın örnekleri ile doludur. İ�şte onlardan bazıları; Â� lim Hadid el-Ziyad, zalimliği ile meşhur Haccac’ın karşısına çıktığında, Haccac ona “Benim hakkımda ne dersin?” diye sordu. Hadid hiç çekinmeden “Sen yeryüzünde Allah’ın düşmanısın. Allah’ın haram kıldığı şeyleri yapıyor, zanni delillerle insanları öldürüyorsun” dedi. Haccac, “Müminlerin halifesi Abdulmelik b. Mervan hakkındaki görüşün nedir?” diye sordu. Hadid, “O, senden daha suçludur. Sen onun hatalarından yalnız birisin” dedi. Verdiği bu cevaplara karşılık Haccac, O’na işkence yapılmasını emretti ve Hadid bu işkencede şehit oldu. Yine Said b.Cubeyr’de Haccac’a hak sözü söylediği için şehit edilen büyük ulemadandır. Yine İ�mam-ı Azam Ebu Hanife, zamanının yöneticisi Ebu Cafer-i Mansur’u şiddetle muhasebe ettiği için kırbaçla dövülerek hapsedilmiştir. Hanefi fakihlerinden büyük âlim İ�mam Serahsi, yöneticiyi muhasebe ettiğinden dolayı kuyu hapsiyle cezalandırılmış, 30 cilt olarak basılan “Mebsud” isimli büyük eserini bu kuyudan, yukarıdaki talebelerine yazdırarak telif etmiştir. İ�bn-i Teymiyye, İ�bn-i Kayyım, Ahmed b. Hanbel, İ�bn-i Kuteybe, İ�bn- Nuceym, İ�bn-i Rüşt (torun) ve daha niceleri yöneticileri muhasebe etmelerinden ve hakkı her or- tamda açıkça ifade ettiklerinden dolayı zindanlara düşmüşlerdir. Yine asrımızın büyük âlimleri ve hareket önderlerinden Şeyh Takıyyuddin En- Nebhani, Seyyid Kutub, İşte Kitap ve sünnette övülen ulema, bu hal üzere olan ulemadır. Nebilere varis olabilecek nitelikte olan ulemalar her dönemde var olmuştur. Ancak bazı dönemler de sayıları çok olmuş ve o dönemlerde İslam Ümmeti her yönden büyük fütuhatlar gerçekleştirmiştir. Sayılarının azaldığı zamanlarda ise ümmetin üzerinde kara bulutlar dolaşmaya başlamıştır. Mevdudi ve onlar gibi niceleri. Allah hepsinden razı olsun ve rahmetiyle kuşatsın. İ�şte Kitap ve sünnette övülen ulema, bu hal üzere olan ulemadır. Nebilere varis olabilecek nitelikte olan ulemalar her dönemde var olmuştur. Ancak bazı dönemler de sayıları çok olmuş ve o dönemlerde İ�slam Ü� mmeti her yönden büyük fütuhatlar gerçekleştirmiştir. Sayılarının azaldığı zamanlarda ise ümmetin üzerinde kara bulutlar dolaşmaya başlamıştır. Onların yokluğunda meydan Ulema-i Su’ ya kalır. Dilleri ve kalemleriyle caka satarlar ama kalplerinde ilimden eser yoktur. Kendileri yolu şaşırmış bu kişiler, ümmete doğru yolu nasıl göstersinler? Ancak sırtlarını zalim otoritelere dayadıklarından ve iktidarların kendilerine imkân vermelerinden dolayı sesleri gür çıkar ve medyatiktirler. Bundan dolayı insanların onlara aldanma ve onların söylediklerini tasdik etme tehlikeleri vardır. Bütün bu tehlikeye rağmen Allah’a hamd olsun ki, artık İ�slam Ü� mmeti yerinden kımıldamış ve bu “ahir zaman ulemasının” sahteliğini görmeye başlamıştır. Gerçek âlimler ile bunların arasını ayırt edecek basirete ulaşmıştır. İ�nşallah bu süreç hayır üzere devam edecek, İ�slam Ü� mmeti gerçek âlimlerin önderliğinde tekrar eski gücüne ve konumuna yakın zamanda kavuşacaktır. 59 mayıs’13 okuyucudan 1453’Ü DOĞRU ANLAMAK Murat ALTIN Kuvvetle ihtimal ki geçen yılları aratmayacak bu yılki İ�stanbul’un fethinin 560. yıldönümü kutlama tören görüntüleri. Yine o bildik klasik karelerle fetih ve cihad ruhundan fersah fersah uzak bin bir türlü marifetle izole edilerek gerçeği yansıtmayan fetih kutlamaları... Fethin can damarı cihadın kangren olmuş bir organ gibi kesilip atıldığı bu törenlerde bir zamanlar er meydanında intikale geçtiğinde yeri göğü inleten, adeta gök gürlemesini andıran mehteri marşlarla, henüz savaşmadan, kan dökmeden düşmanın dizinin bağını koparıp, savaş azmini kırarak Osmanlı önünde diz çökmesini sağlayan mehteran bölüğünün, şimdilerde tek amacı sadece sergilediği bir dizi resitalle katılımcıları mest etmek olmuştur. Tablo aşağı yukarı geçen senelerin tekrarı yine o bildik klasik karelerle, kuru, gönülsüz, soğuk pozlar ve içi boş manasız mesajlar eşliğinde geçit töreni, şölen havasında geçip gidecektir. 60 mayıs’13 Geçmişimizin ihtişamlı fetih ve zaferlerini, çağ kapayıp çağ açan ceddimizin cihad ruhunu: bugün ki zafiyete uğramış sönük ve cılız festivale dönüşmüş fetih kutlamalarında aramak, anlamsız ve yersiz olacaktır elbette. Binaenaleyh Müslümanlar nezdinde hayat memat meselesi olan fetih ve cihad, bugün maalesef diğer birçok İ�slami terim ve kavram gibi içi boşaltılarak anlamını yitirmiş, hatta ne yazık ki çoğu Müslümanların lügatinden bile silinmiş durumdadır. İ�şte anlamını yitirmiş, inancıyla bağı koparılmış fetih kutlamalarıyla ortaya çıkan bu vahim tablonun müsebbibi maalesef günümüz Müslmanlarının hayata bakış esaslarındaki İ�slami zafiyettir. Geçmişiyle bir türlü bağdaşmayan akıbetini, gözler önüne seren fethin yıldönümünün dünya ve ahiret kaygısı, sorumluluk bilinci taşıyan her Müslüman’ın belleğinde festival, eğlence kültürü yerine fetih ruhu, cihad bilinci şeklinde yer etmesi bu yüzden elzemdir. Bugün İ�slam’ın doğuşundan günümüze kadar kâfir batılılar ya da yerli müsteşrikler eliyle fetih gibi kutlu bir müessese adeta ablukaya alınarak şeytani planlarla yıpratılmakta, pek çok manayı içinde toplayan fetih ve cihada sadece savaş manasını yüklenmekte, diğer manaları göz ardı edilerek, geçmiş Müslüman ümmetler ‘alikıran baş kesen’ barbarlar olarak lanse edilmektedir. Bunun en son örneğini milyon dolarlık bütçesiyle yeni vizyona giren Hollywood(!) tadında yerli yapım Fetih 1453 sinema filminde fetih ruhundan bariz bir biçimde uzaklaştırılan senaryosundan, kâfir Batı’nın emperyalizmine arka planda meşru zemin hazırlanmak istenmesine kadar esefle izledik. Benzer sahneleri daha öncede gerçek kimliği, kirli yüzünü gizlemeye çalışan bunun için bin bir türlü kılığa giren koyun postlu kurt, günümüz firavunu ABD’nin Irak ve Afganistan’ı işgalinde de görmüştük. ABD kendi büyük okuyucudan düzenbazlığı olan yenidünya düzeni, özgürlükler ve demokrasi söylemiyle İ�slam Ü� mmeti’ni uyutarak, topladığı haçlı ordusunu tanrının ordusu yalanıyla taçlandırıp, Ortadoğu’nun zengin petrol yataklarını özgürleştirmeye koşmuştu. Bugün gelinen son noktada bölge Müslümanları mevcut kötü yaşantılarını bile bin kat daha yerin dibine sokan Batı emperyalizmini görünce uyanıp halkına kan kusturan diktatör Saddam’ı dahi mumla arar olmuşlardır. Oysa karşılaştırılmak, benzeştirilmek istenen İ�slami fethin işgalle, cihadın barbarlıkla uzaktan yakından hiçbir alakası yoktur. Tarih bizzat bu gerçeğin tanığı ve delilidir. 1453 kuşatmasında korkuya kapılarak Konstantin’in fetih olacağı ihtimaline karşı Bizanslı asiller halkı Avrupalı dindaşları kardinallere sığınma tekliflerine karşı Bizans halkı tarihe geçen şu sözleri sarf eder: “Avrupalı Hristiyan kardinal külahı yerine Müslüman Osmanlı sarığını görmeyi yeğleriz.” O zamandan günümüze ibretiâlem olan bu mesaj, sanırım fetih ile emperyalizm arasındaki derin farkı ortaya koymak için yeterli olacaktır. Bu bağlamda fetih ve cihad nedir? İ�ç içe geçmiş bu iki kavram İ�slam ıstılahında ne anlam ifade eder? İ�slam ıstılahında fethin manası: Şehirleri ve ülkelerin kapılarını sırf Allah’ın ilahi kelimetullah mesajını yaymak gayesi ile İslam Bu bağlamda fetih ve cihat nedir? İç içe geçmiş bu iki kavram İslam ıstılahında ne anlam ifade eder(!) uygulama keyfiyeti Kuran ve Sünnet ile hayat sahasında nasıl bir yer bulmuştur. İslam ıstılahındaki fetih ve cihadın manası: Fetih şehirleri ve ülkelerin kapılarını sırf Allah’ın ilahi kelimetullah mesajını yaymak gayesi ile İslam iradesine almaktır. iradesine almaktır. Buna mukabil cihad ise Allah için yapılan maddi ve manevi küçük büyük tüm çabaları kapsamaktadır. Bu hususta Rasul SallAllahu Aleyhi Ve Sellem efendimiz “Kim onlarla eliyle cihad ederse o mümindir, kim onlarla diliyle cihad ederse o mümindir, kim onlarla kalbiyle cihad ederse o mümindir.” (Müslim, İ�man, 80) buyurmuşlardır. İ�şte bu minvalde âlemlere rahmet olarak gönderilen Rasul SallAllahu Aleyhi Ve Sellem’in asırlar önce, mucizevi bir biçimde hendekte müjdelediği fetihler bir bir Allah’ın izniyle gerçekleşmiştir. İ�şte hadiste müjdelenen fetihlerden bir tanesi de İ�stanbul’dur. Muhammed b. Ebî� Seybe, Zeyd b. el-Hubâb’dan, o, Velid b. Mugire el-Meâfirî�’den işitmiş, Velid b. Mugî�re Abdullah b. Bisr el-Has’amî�’den o da babasından işittiğine göre Nebi SallAllahu Aleyhi Ve Sellem söyle buyurmuştur: ط ْن ِطينَِّيةُ َفلَنِ ْع َم ْال َِم ُير َ لَتُ ْفتَ َح َّن اْلقُ ْس ِ ِأ ش ي ج ل ا ك ل ذ ُ َْ ْ َ َ ش ُ َم ُيرَها َولَنِ ْع َم اْل َج ْي “Kostantiniye (İstanbul) muhakkak fethedilecektir. Onu fetheden emir ne güzel emir; onu fetheden ordu ne güzel ordudur.” Rasulullah SallAllahu Aleyhi Ve Sellem tarafından Konstantin’in (İ�stanbul) fethine dair bu müjdeyle, İ�stanbul’a sevdalanan ümmetin gönlünde, önüne geçilemez bir cihad ve fetih sevdası hâsıl olmuş ve 61 mayıs’13 okuyucudan bu müjdeye mazhar olabilmek için bizzat sahabe efendilerimizin de iştirak ettiği onlarca kuşatma, 1453’e kadar süre gelmiştir. Osmanlı Sultanı II. Mehmet (VI. Muhammet) han bu müjdeye daha çocukluğunda sevdalanıp olası İ�stanbul’u fetih senaryoları ile meşgul olmuş, Bizans’ın yıkılmaz diye övündüğü surları, bizzat kendi tasarlayıp döktürdüğü o güne kadar görülmemiş atış tekniğine sahip heybetli şahi toplar geçmiş, dünya tarihinde eşi görülmemiş askeri bir deha sonucunda karadan yürütülen gemilerle Bizans’ın kırılamaz zincirini aşarak, müjdelenen kutlu fethe Allah’ın yardımıyla ulaşmıştır. Asırlar önce sevgili peygamberimizin haber verdiği fetih vaadini, iman gücü, fetih ruhunun azim ve aşkı ile İ�slam tarihi sayfalarına altın harflerle yazan emir ve kutlu ordusu en az Bizans kadar önemli bir başka fethi de Rum(Pontus) İ�mparatorluğu’nu tarihten silerek gerçekleştirmiştir. İ�şte fetih için çekilen zorlukları tarihi kaynaklar şu şekilde nakletmektedir: “Filhakika, gayretli ve fedakâr sultan, dağın zorluğunu görünce hemen atından inip, elbiselerini bellerine kadar toplayıp, dağa tırmanmaya başladı. Bazen elleriyle kayalara tutunuyor ve bazen de büyük uçurumlardan atlayarak ilerliyordu!” Bu dağda çok zahmet çeken sultanın bu halini gören Sare Hatun, Sultana: 62 mayıs’13 İstanbul’u fethi sırasında karadan yürüttüğü gemilerle Bizans’ı şaşkına çeviren Osmanlı donanması Trabzon’u denizden kuşatır. Rumlar donanmaya karşı müdafaada bulunur, donanmanın denizde uzun zaman dayanamayıp gideceğini düşünür. Bu sırada kara ordusunun dağlardan inerek Trabzon’u muhasara edebileceğini akıllarından dahi geçirmezler. “Ey oğul, Trabzon nedir ki, ondan dolayı yüce hükümdarlığınızı paralarsınız, kendinizi yıpratırsınız!” demişti. Fatih, biraz da hışım ile Sare Hatun’a bakarak: “Ey ana, bizim gayemizi anlamamışsın. Elimizde tuttuğumuz İslam’ın kılıcıdır. Maksadımız sadece kale fethetmek ve servet kazanmak değildir! Buraları Müslümanlara vatan yapmak, aynı zamanda Hazret-i Allah’ın rızasını ve cihad sevabını kazanmaktır. Eğer bu zahmetlere katlanmaz isek, bize gazi demek reva mıdır? Bundan dolayı çektiğimiz sıkıntılardan daha fazlasını da çeksek yine azdır!” şeklinde cevap vermiştir. İ�stanbul’u fethi sırasında karadan yürüttüğü gemilerle Bizans’ı şaşkına çeviren Osmanlı donanması Trabzon’u denizden kuşatır. Rumlar donanmaya karşı müdafaada bulunur, donanmanın denizde uzun zaman dayanamayıp gideceğini düşünür. Bu sırada kara ordusunun dağlardan inerek Trabzon’u muhasara edebileceğini akıllarından dahi geçirmezler. Fakat sarp kayalıklı dağlardan inen kara ordusu Trabzon önlerinde görününce Rum imparator ve ordusu bozguna uğrar. Şehir fetih olunur, İ�slam toprağına katılır. İ�slam tarihi gelmiş geçmiş hiçbir ümmete nasip olmayan bu ve benzeri zafer ve fetihlerle, kahramanlıklarla doludur. Bunlardan fetih tarihine damgasını vurmuş, ecdadımızın fethe bakış açısını ibretlik ders okuyucudan niteliğinde ibraz eden birkaç örnek daha sunalım ki anlatmak istenilen fetih ruhu, cihad bilinci daha da netleşip pekişsin. Malazgirt fatihi Alparslan bu kutlu yolda kurban olacağını kast ederek, kefeni andıran beyaz elbiseler içeresinde savaşa tutuşmadan er meydanında ordusuna Cuma namazı kıldırıp bütün İ�slam ümmeti ve ordusu ile birlikte fetih için dua eder. Sonrasında tarihe geçecek şu sözleri sarf eder: “Allah için savaşıp Allah için ölmek ve zafer kazanmak isteyenler benimle birlikte gelsinler.” İ�şte Alparslan’ın bu konuşması İ�slam ordusunun, fetih amacını ortaya koymaktadır. Yine tek arzusu Allah ve Rasul’ünün vaadi olan, Kur’an ve Sünnetin rehberliğinde harekete geçen Filistin fatihi Selahaddin Eyyubi Filistin’i fetih edinceye kadar gülmeyi unutup dünya lezzetlerinden haz alamaz hale gelmiş, tüm enerjisini bu yüce hedef ve idealler uğrunda harcamıştır. Vasiyeti üzerine sancak direğine asılan kefenine istinaden; “İşte şanlı büyük komutan dünyadan ahirete, göçerken yanında götürebildiği tek şey” diyerek ibretlik birçok mesajlar veren büyük komutan Selahaddin Eyyubi bugün kanayan yaramız Filistin meselesinin tek çözümünün nerede bulunabileceğini İ�slami Ü� mmet’e göstermiştir. İ�slam fetih tarihine gemileri yakmak deyimini yerleş- tek arzusu Allah ve Rasul’ünün vaadi olan, Kur’an ve Sünnetin rehberliğinde harekete geçen Filistin fatihi Selahaddin Eyyubi Filistin’i fetih edinceye kadar gülmeyi unutup dünya lezzetlerinden haz alamaz hale gelmiş, tüm enerjisini bu yüce hedef ve idealler uğrunda harcamıştır. tiren Endülüs fatihi Tarık b. Ziyad ve İ�slam ordusu ya şehadet ya zafer diyerek fetih için kararlılık, sabır ve sebatlarını ispat edip Allah’ın nusreti ile zafer elde etmişlerdir. Böylelikle bu kutlu yolun yolcularına bu gün ve yarın, her daim örnek olacak felaha erdirecek yegâne dost ve yardımcının âlemlerin rabbi olan yüce Allah’tan başka kimse olmadığını O’ndan başka ne bir dost ne bir yardımcı aranmayacağını göstermişlerdir. Yukarıda belirttiğimiz gibi İ�slam fetih tarihi boyunca isimlerini dahi burada anmakta zorlanacağımız daha pek çok kutlu fetih, şanlı komutan ve muzaffer ordularımız bu yüce hedefler doğrultusunda hareket ederek dünya tarihine altın harflerle kazınan, ibretlik, ders niteliğinde olan birçok fetihler gerçekleştirmişlerdir. Görünen o ki Müslüman ecdadımız kendisinden sonraki nesillere kılavuzluk ederek, birbirleriyle yarışırcasına fetih ve cihad yolunda canlarını ve mallarını Allah için feda etmekten geri durmamış, yaradılış gayeleri olan kulluğu yerine getirme çaba ve gayreti içeresinde mütemadiyen bulunmuşlardır. Kutlu nebi efendimiz Muhammed SallAllahu Aleyhi Ve Sellem’in getirdiği şer-i hükümlere sımsıkı sarılarak, hendek günü vaad edilen fetihleri birer birer gerçekleştirip Medine’de yükselen ilahi kelimetullah sancağını at sırtında üç kıtada şanla şerefle dalgalandırmışlardır. Ancak günümüzde maalesef fetih ruhu ve anlayışı iflas etmiş durumdadır. Eski bakiyenin üzerine herhangi bir sermaye koyamadığımız gibi fetihlerle elde edilen beldelerimize ve değerlerimize de ne kadar sahip çıktığımız ortadadır. Bu sahipsizliği sırf Fatih’in 63 mayıs’13 okuyucudan İ�stanbul fetih sembolü Ayasofya Camii’ne bakarak anlayabiliriz. Çünkü yarım asrı aşkın bir süredir cemaatsiz, kametsiz mahzun bırakılmış hali bu serzenişimize delil olacaktır. Oysa Fatih’in fetihten hemen sonra ilk işi, ilgisizlik ve bakımsızlıktan dolayı yıkılmaya yüz tutmuş, damını örümceklerin mesken tuttuğu harabeye dönen Ayasofya kilisesini kendi parasıyla imparatordan satın alarak, camiye çevirmek olmuştur. Adına vakıf kurup, Müslümanlara vakfettiği Ayasofya’nın cami dışında kullanımına sebep olanlara lanet eden Fatih, bunu tersine çevirmeyen Müslüman nesile de hakkını helal etmemiştir. Bir başka menfur olayda Konstantiniye surlarını döven, fetih de önemli rol oynayan Şahi toplarının önemli bir kısmının ait olduğu yerde değil İ�ngiltere ve İ�talya müzelerinde sergilenmekte olmasıdır. Son tahlilde, 21 yaşındaki genç Fatih’in komutasındaki İ�slam ordusu bu mukaddes görevi yerine getirmiş ve böylece hadisteki büyük müjdeye ulaşmıştır. Fethin maksat ve hedefleri doğrultusunda hareket edenlerin bu büyük övgüden nasiplerini alacakları şüphesizdir. O halde iş, fethe ve Fatih’e layık olmaya çalışmak, Ayasofya dâhil fethe sahip çıkmaktır. Fakat günümüz kamuoyu öyle bir haldedir ki; Ü� mmetin zulüm altındaki tüm mabetleri ve acınası durumdaki günümüz Müslüman ümmetin du- 64 mayıs’13 Fatih’in komutasındaki İslam ordusu bu mukaddes görevi yerine getirmiş ve böylece hadisteki büyük müjdeye ulaşmıştır. Fethin maksat ve hedefleri doğrultusunda hareket edenlerin bu büyük övgüden nasiplerini alacakları şüphesizdir. rumu ortadayken; bir tarafta dini, imanı, namusu, canı, malı, vatanı ve diğer dini sembol değerlerini tüm olumsuzluklara rağmen savunmaya çalışanlar, diğer tarafta fetih kutlamalarıyla mazlumun ahını, sağır sultanın duyduğu çığlıklarını duymamak için kulaklarını tıkayanlar. Yalnız dirilerine değil ölülerine dahi işkence görüntülerini görmemek için göz kapaklarını sımsıkı kapayanlar, bütün yalnızlıklarına, kim- sesizliklerine rağmen yedi düvele karşı cihat eden, ananın kuzusuna kurban olduğu deyimini tam manasıyla yaşayan, ateş püsküren savaş makineleri önünde göğsünü siper edebilen mücahitleri terörist olarak adlandırmaktan çekinmeyenler. İ�şte bütün bunlar fetih ruhunu anlayamayanlardır. İ�şte bu acı tablo cihad ruhunun haşa acziyetini değil, Müslümanların birliğinin ve dinine, değerlerine sahip çıkacak herhangi bir ağırlığının olmayışının en mühim göstergesidir. Velhasıl-ı kelam şanlı geçmişimizi boş laf, övünme edebiyatından kurtararak, fethi sadece bir kelime olarak hafızalarda bırakmadan ve Allah’ın ipine sımsıkı sarılıp, ecdadımızın yolundan giderek, İ�slam’a ve kutsallarına sahip çıkarak, yeniden büyük insanlar gibi büyük hedefleri idealleri kovalayıp gerçekleştirebiliriz. İ�şte o zaman Fatih’ler, Selahaddin’ler ve uğruna can verdikleri değerler tarihin tozlu sayfaları arasında hapsolmaktan kurtulup, bu günümüzü ve yarınımızı aydınlatan örnekler olacaklar ve fetih ruhu o zaman anlaşılacaktır. Mithatpaşa Cad. 47/B Kızılay/Ankara Tel: 0312 229 77 91 Faks: 0312 229 77 92 [email protected] - www.kokludegisim.net