akil insanlar heyeti`nin misyonu suriye`de tarih

advertisement
İ S L A M Î
F İ K İ R L E R E
D A Y A L I
A Y L I K
S İ Y A S Î
D E R G İ
CEMAZİYELAHİR•1434•MAYIS•2013•Sayı104•¨5
S u sk un lu ğ un k ı r ı l m a nok tası . . .
SURİYE’DE TARİH
TEKERRÜR EDİYOR!
ENGİN UYGUN
TC DEVLETİ’NİN
HİZB-UT TAHRİR’E
UYGULADIĞI İKİYÜZLÜ
POLİTİKALAR
MURAT SAVAŞ
AKİL İNSANLAR
HEYETİ’NİN MİSYONU
HALUK ÖZDOĞAN
TAKDİM
TEK ÇÖZÜM TEK YOL: İSLÂM
KöklüDeğişim
suskunluğun
mayıs’13
kırılma noktası…
Türkiye ve dünyada yaşanan gelişmeler ara vermeksizin birbirini takip ediyor. Bölgemizde ve coğrafyamızda çözüm süreci adı altında koparılan kuru gürültülerden tutun
da hemen yanı başımızda Suriye’de canlı canlı yaşanmaya
devam eden savaş ve katliamlara kadar yoğun bir gündem
ile altında kalmış durumdayız.
Bu yoğun gündemin içerisinde Türkiye’de 28 Şubat sürecinin aslında AKP Hükümeti eliyle devam ettirildiğini
gösteren 5 Hizb-ut Tahrir’li Müslüman kardeşimizin
tutuklanması bir takım yazılı-görsel medyada yer bulsada
genel olarak atlandı. Halbuki bu gelişme, birileri görmek
istemese de, artık herşeyin değiştiğini iddia etse de, muktedir olanların yanında saf tutma aşkı ile kör olsa da
göstermektedir ki, hiç bir suçları olmamasına rağmen, hiçbir
terör eylemine karışmamış Müslümanlar bu ülkede haksız
yere göz altına alınıp cezaevlerine gönderiliyorlar ve hukuk
dışı uygulamalara tabi tutuluyorlar.
İşte tüm bu seslerin, renklerin, fikirlerin birbirine karıştığı
bir zamanda KöklüDeğişim Tek Çözüm Tek Yol: İslam şiarıyla hakkın ve haklının yanında olmaya devam ediyor.
Murat Savaş, Müslümanlara yapılan haksızlık ve zulümden hareketle TC Devleti’nin Hizb-ut Tahrir’e uyguladığı iki
yüzlü politikaları deşifre etti.
Haluk Ö� zdoğan, bu toplumun içinden çıkmış gibi görünseler de halktan kopmuş, yabancılaşmış, halkın İ�slami inancıyla çelişen demokratik değerlerin çözüm adı altında topluma pazarlanma görevini ifa eden ‘akil insanlar’ heyetinin
misyonu yazdı.
İbrahim Er, beklentilere cevap veremediği gibi, büyük
hayal kırıklıklarının yaşanmasına da neden olan IV. Yargı
Paketi’ni Türkiye’de ki yargı gerçeği perspektifinden değerlendirdi.
Osman Yıldız, aslı demokrasi/eşit yurttaş adı altında
Müslüman Kürtleri sisteme entegre etme projesi olan
Çözüm Süreci’ni kaleme aldı.
Engin Uygun, Suriye’de 3. yılında olmasına rağmen
destansı bir direniş gösteren Müslüman Suriye halkının
direnişinin sahabe ve onların yolunu takip edenlere ne kadar
benzediğini Suriye’de Tarih Tekerrür Ediyor! başlığıyla değerlendirdi.
KöklüDeğişim bu sayısında da fikir, tefekkür ve okuyucudan gelen bölümleriyle İ�slami Ü� mmetin nabzını tutup
Tek Çözüm Tek Yol: İ�slam diyerek gerçek gündemini haykırmaya devam ediyor.
KöklüDeğişim
Suskunluğun Kırılma Noktası
1
mayıs’13
04
TC Devleti’nin Hizb-ut Tahrir’e
Uyguladığı İkiyüzlü Politikalar
Murat SAVAŞ
11
Suriye’de Tarih Tekerrür Ediyor!
Engin UYGUN
20
Akil İnsanlar Heyeti’nin Misyonu
Haluk ÖZDOĞAN
23
32
İbrahim ER
Öteki İle Birlikte Yaşama Ve
Çözüm Süreci
Osman YILDIZ
gündem
29
Türkiye’de Yargı, IV. Yargı
Paketi Ve Sonuçları
Âkil Tutulması
Emrah AKAY
Kuruluş: 2004
İslâmî Fikirlere Dayalı Aylık
Siyâsî Dergi
CemaziyelAhir 1434
Mayıs 2013
Sayı 104
Yerel-Süreli
ISSN 1304 - 8274
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Süleyman UĞURLU
Yönetim Merkezi
Mithatpaşa Cad. 47/B Kızılay/ANKARA
İletişim&Abonelik
Tel: (+90) 0 312 229 77 91
Faks: (+90) 0 312 229 77 92
www.kokludegisim.net
[email protected]
Kapak&Grafik Tasarım:
KöklüDeğişim
İrtibat Büroları
İstanbul (Avrupa Yakası):
Mahmut KAR
Kirmasti Mah. Kıztaşı Cad. 43/5
Fatih/İstanbul
Tel: 0212 631 65 26
İstanbul (Anadolu Yakası):
Genç Değişim Kitabevi
Abdurrahmangazi Mah. Emir Cad. 3/B
Sultanbeyli/İstanbul
Tel: 0 216 561 87 72
Şanlıurfa:
Hadarat Kitabevi
Atatürk Cd. Karakoyun İş Mrk.
mayıs’13
40
Hilafet Devleti’nin Uzay Siyaseti (1)
55
60
tefekkür
Esra DEMİR
fikir
51
Bekir KURTULUŞ
Emperyalizm’in Sömürme Taktiği
Ve İslam
okuyucudan
47
gündem
37
Kapitalizm’in Ve İslam’ın İktisat
Nizamına Bakışı Ve Milli Gelir
Aldatmacası
Erkan ALADAĞ
Demokrasi Serüvenimiz Ve
İki Sıcak Mesele
Mustafa KÜÇÜK
Ramazan El-Buti, Suriye Devrimi
Ve Ulemalar
Serdar YILMAZ
1453’ü Doğru Anlamak
Murat ALTIN
No:8/9 Merkez - Şanlıurfa
Tel: 0 542 334 87 87
Diyarbakır:
Ümmet Kitabevi
Kooperatifler Mah. Akkoyunlu 3. Sk. 4/A
Ofis/Diyarbakır
Tel: 0 533 026 95 07
Van:
Erkam Kitabevi
Ordu Cad. Ulu Cami Karşısı Medine Pasajı P-37
Zemin Kat Merkez / VAN
Tel: 0 538 087 35 78
Bursa:
Tayfun Üstünkaya
Kemalpaşa Mh. Atatürk Blv. Kaptan İşhanı Kat:4
No: 58 İnegöl / BURSA
Tel: 0 541 795 38 38
Abonelik ve Hesap Numaları
Yurtiçi: 6 Aylık: ₺30
Yıllık (12 Ay): ₺60
Yurtdışı 6 Aylık: €30
Yıllık: €60
Sesli Dergi / Online Okuma: ₺50
(Ahmet Sivren Adına)
* PTT Posta Çeki Hesabı: 1911803
* Ziraat Bankası TL Hesabı:
Başkent Şb. TR66000100 1683-47475782-5002
* Ziraat Bankası Euro Hesabı:
Başkent Şb. TR93000100 168347475782-5001 TCZBTR2A
Baskı: 01.05.2013
Rulo Ofset Matbaacılık•İskitler / Ankara Tel:
0 312 312 50 75
gündem
TC DEVLETİ’NİN HİZB-UT
TAHRİR’E UYGULADIĞI
İKİYÜZLÜ POLİTİKALAR
Murat SAVAŞ
Her toplumda devlet o toplumun dinamiklerinden bir
parça olup, toplumdan ayrı bir
yapılanma değildir. Devlet,
toplumun temel dinamiği olan
fikir ve duyguların bir neticesi/yansıması olarak toplumu
tamamlayan son kolon konumundadır. Zira toplum, insanlar, fikirler, duygular ve nizamlardan oluşan bir kompozisyondur.
Dolayısıyla her toplum fikirleriyle var olur ve alakalarını o fikirler çerçevesinde düzenler. Fakat hiçbir toplumda
bütün insanlar icmai olarak
aynı fikirler etrafında toplanmadığından, ya da cemai olarak birleşilen fikirlere tabi olmakla birlikte bazı kimseler
alakalarını o fikirler çerçevesinin dışına çıkarak kuracağından, tek başına fikirler toplumu oluşturmaya yeterli olmayıp, yine cemai olarak ortak
duyguların varlığı da bir kaçınılmazdır. Bu şekilde bir toplumda alakalardan doğan sorunlar toplumun temel dinamiği olan ortak fikirler çerçevesinde çözümlenir ve bu çö-
4
mayıs’13
zümler ya kişilerce ortak fikirlere olan bağlılıktan, ya da bu
olmazsa ortak duyguların
oluşturduğu –her ne kadar
öcü gibi gösterilse de- baskıdan dolayı hayata geçirilir.
Eğer bahsi geçen fikir ve
duygular �slam toplumunu
oluşturuyorsa bunun Türkçe
karşılığı; insanlar ya Allah
Subhanehu ve Teâlâ’tan korkarak ya da kuldan utanarak alakalarda fikirden kaynaklanan
çözümlerin dışına çıkmaz. Bütün bunlara rağmen hem her
toplumda “Allah’tan korkmaz,
kuldan utanmaz”, fikir ve duyguların dizginleyemeyeceği
fertlerinde
bulunmasından
dolayı, hem de fikirlerden kaynaklanan ihtilafların olması
muhtemel olduğundan dolayı,
hem bu ihtilafları ortadan kaldıracak hem de fikir ve duygulara boyun eğmeyen fertleri
kanun gücüyle boyun eğdirecek nizamın (devletin) varlığı
da kaçınılmazdır. Dolayısıyla
insanlarla birlikte bu üç (fikir,
duygu ve nizam) dinamiğin olması toplumu tamamlamakta
ve bu dört olgu olmadan bir
toplumun varlığı mülahaza
edilememektedir.
Bu kısa açıklamalar çerçevesinde bakıldığında devlet;
fikirleriyle insanların dâhili ve
harici alakalarını güden, asileri fikirlere boyun büktüren ve
o toplumu dünya siyasetinde
temsil eden yaptırıcı ve caydırıcı gücü olan siyasi bir varlıktır. Cemai olarak insanların
sahip olduğu fikirler üzerine
kurulmuş olmasından dolayı,
o fikirlerden taviz vermesi
mümkün olmadığı gibi, dünya
siyasetinde fikirler çerçevesinde kendi halkının maslahatını temin etmesi dışında başka bir toplumun ya da kişinin
çıkarlarını amaçlaması da düşünülemez. Dolayısıyla devlet
ve o devlette yönetici veya memur olarak görev alan herkesin toplumun hizmetkârı olması dışında bir fonksiyonu
bulunamaz.
Aksi takdirde, yani devletin
cemai olarak kabul edilen fikirlerin dışında başka fikirlerle insanların işlerini güttüğünde, ya da kendi halkı dışında
gündem
başka bir mercie hizmetkâr
olduğunda, kurulan bu dörtlü
mekanizma (insan, fikir, duygu ve nizam) çürük olacak ve
yıkılmaya mahkûm olacaktır.
Bir toplumun sağlıklı bir şekilde varlığını devam ettirmesi
ve dünya siyasetinde etkin bir
güç oluşturması ancak toplumun dinamikleri olan fikir,
duygu ve nizamların çoğunluk
insanların iman ettiği akidenin cinsinden olduğu zaman
mümkündür. Bu durumun neticesi şu Hadis-i Şerif ile ifade
edilmiştir:
“Size emîrlerinizin en hayırlıları kimlerdir, en şerirleri kimlerdir haber vereyim
mi? Onların en hayırlıları
sizlerin sevgisine mazhar
olanlar, sizleri sevenlerdir;
lehlerinde hayırla dua edersiniz, onlar da size hayır dua
ederler. Ümerânızın şerirleri
de sizin buğzettiklerinizdir,
onlar da size buğzederler, siz
onlara lânet edersiniz, onlar
da size lânet ederler.” (Tirmizî�,
2265)
Bugün “Arap Baharı” diye
isimlendirilen Tunus, Mısır,
Libya, Yemen ve Suriye’de gerçekleşen kıyamlar bu iddiamızın açık göstergesi olup, Türkiye, Pakistan, Ö� zbekistan ve diğer İ�slam coğrafyasında Osmanlı Hilafet Devleti enkazı
üzerine kurulmuş bütün devletler bundan nasibini alacaktır. Zira bu devletlerin hepsi
İ�slam toprakları üzerinde kurulmuş küfür fikirlerini Müslümanlar üzerine tatbik eden
ve halkının çıkarları dışında
ABD, �ngiltere ve Fransa gibi
Batı devletlerinin çıkarlarını
gözeten karton devletlerdir.
Bu devletler yukarıda da
açıklamaya çalıştığım fikir,
duygu ve nizamları gayet tabii
olarak Müslümanlar’ın iman
ettiği akidenin cinsinden olması için çalışanları baskı altına almakta ve onları sindirmek için her türlü üslubu denemektedirler. Başka bir ifadeyle inandığımız gibi yaşamamız için mücadele eden,
dörtlü mekanizmayı sağlıklı
bir şekilde kurarak İ�slam
Ü� mmeti’nin
kalkınmasını
hedefleyen ve Müslümanlar’ın
maslahatı için çalışan kişileri
ve hareketleri terörist ilan
edip onlara karşı acımasız bir
savaş açmaktadırlar.
Burada belki “Devletin
kendi bekası için tehdit olarak
gördüğü unsurlara bunu yapmasından daha tabii ne olabilir?” denilebilir. Fakat bu denklem ancak insanlar, fikirler,
duygular ve nizamların aynı
cinsten olduğu toplumlarda
geçerlidir. Burada doğal ve tabii olan Müslüman halka rağmen kurulmuş laik (dinsiz)
devletlerin yerine İ�slam’dan
kaynaklanan yönetim sistemi
olan Hilafet Devleti’ni kurmaya çalışmaktır.
Bu genel ve üzerinde herkesin düşünmesi gereken bilgiler çerçevesinde başlıktan
da anlaşılacağı üzere bu makaleyi TC Devleti’nin İ�slam Hilafet Devleti’ni kurmak için çalışan Hizb-ut Tahrir ve onun
gençlerine yönelik yaptığı zulümleri ve bu konudaki ikiyüzlülüğünü ifşa etmek kastıyla
kaleme alıyoruz. Ayrıca bu konuya girmeden önce bu kadar
mukaddime yazmamızın sebebi bazı hakikatlerin anlaşılması ve Müslümanlar’ın neticeyi şimdiden görebilmesi için
geleceğe bir ışık tutmaktan
başka bir şey değildir. Nitekim
er ya da geç Müslümanlar
iman ettikleri İ�slam’ın yönetim sistemi olan Hilafet ve arkasında korunup savaşacakları bir kalkan olan Halifelerine
kavuşacaklardır.
9 Nisan Salı günü sabahın
erken saatlerinde Erzurum’da
TEM şube ekipleri Hizb-ut
Tahrir üyesi olduğu iddia edilen Hacı KAYA, Ferhat İ�NCEKAN, Rıfat ESEN, İ�smail KAYA,
Erdem AYDIN, Cengiz KARAKUŞ, Mehmet Hanifi ERGİ�N,
Murat GENÇ ve Â� dem ve Ferhat isimli iki kişinin de aralarında bulunduğu toplamda on
kişiyi gözaltına aldı. Dört gün
süren gözaltılar sonrasında
şahıslar savcılıkça tutuklanma
talebiyle mahkemeye sevk
edildiler. Sanıkların nasıl ifade
verdiklerini bilmiyorum ancak
Hizb-ut Tahrir üyesi oldukları
ispatlı olmuş olsa bile mahkeme elinde bulunan örgütün
cebir ve şiddet eylemine başvurmadığını gösteren Emniyet
bilgi notuna rağmen Cengiz
KARAKUŞ, Mehmet Hanifi ERGİ�N ve Murat GENÇ’in tutuklanmasına, diğer şahısların
tutuksuz olarak yargılanmak
üzere serbest bırakılmasına
karar verdi. Fakat daha sonra
savcının 2 kişinin serbest bırakılmasına yaptığı itirazı değerlendiren mahkeme heyetinin
Rıfat ESEN ve Ferhat İ�NCEKAN
5
mayıs’13
gündem
hakkında tutuklama kararı çıkarmasının ardından Esen ve
İ�ncekan tutuklanarak cezaevine götürüldü. Böylece
Erzurum’da tutuklanan Müslümanların sayısı 5’e yükselmiş oldu.
Aynı hafta içerisinde hakkında Hizb-ut Tarir’e üye olmaktan mahkûmiyet kararı
bulunan dosyayı Yargıtay’ın
onaması sonucu Ankara’da
ikamet eden Yakup TOSUN
TEM şube ekiplerince gözaltına alınıp cezaevine gönderildi.
Daha öncede Hizb-ut Tahrir
üyesi olduğu gerekçesiyle İ�stanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi 19 sanık hakkında toplam 119 yıl, Ankara 11. Ağır
Ceza Mahkemesi 5 kişi hakkında 42,5 yıl ve yine Ankara
11. Ağır Ceza Mahkemesi dört
kişi hakkında toplam 30 yıl
mahkûmiyet kararı vermişti.
Şüphesiz ki Hizb-ut Tahrir
Türkiye’de 60’lı yılların başından beri faaliyet göstermekte
olup TC’den gördüğü zulümler
yeni değildir. Faaliyetinin başladığı günlerle beraber üye ve
sempatizanlarına yapılan zulümlerde başlamış ve halen de
devam etmektedir. Fakat harekete karşı zulüm ve hukuksuzlukta 2003 yılı itibariyle büyük bir artış yaşanmıştır. 2003
yılından itibaren nerdeyse her
yıl bu muhlis Müslümanlar şafak baskınları, gözaltılar ve tutuklama yoluyla sindirilmeye
çalışılıyor.
Daha önce defaten yazdığımız bir konu ve ilgilenenlerin
bildiği bir mesele olduğundan
kısaca bu hareketi anlatmakla
6
mayıs’13
iktifa edeceğim. Ellili yılların
başında mütefekkir şeyh ve
özellikle son asırlarda ulema
arasında ender rastlanan mutlak müçtehit Takıyyuddin en
Nebhani Rahmetullahi Aleyh
tarafından Filistin’de kurulan
bu parti, İ�slami hayatı başlatmak için İ�slam Hilafet Devleti
kurmaya çalışmakta ve 50 küsür ülkede faaliyeti bulunmaktadır. Hilafet Devleti’ni kurmak için maddi çalışmaların
ve dolayısıyla cebir ve şiddet
kullanmanın İ�slam’ın metodundan olmadığını savunmakla birlikte, Rasul Muhammed
SallAllahu Aleyhi Ve Sellem’in
Mekke’de başlayıp Medine’de
ilk İ�slam Devleti’ni kuruncaya
kadar izlediği 13 yıl süren ve 3
aşamalı fikri ve siyasi mücadelesini kendisine metod olarak
almakta ve faaliyetlerini bu çalışmalarla sınırlandırmaktadır. Nitekim faaliyet yürüttüğü
50 küsür ülkede, 60 küsür yıldır hiçbir şiddet eylemine
karışmamıştır. Bununla birlikte birçok ülkede tanınan
siyasi bir parti olarak çalışmalarını sürdürmektedir.
Bütün bu söylediklerimiz
Hizb-ut Tahrir’in neşriyatlarında yazılı olduğu gibi
Türkiye’de dâhil hiçbir ülkede
ona şiddet nispet edilmemiştir. Ö� zellikle mahkemeler örgüt hakkında bilgi istediğinde
Emniyet Genel Müdürlüğü
“örgütün hiçbir şiddet eylemine karıştığı görülmemiştir”
şeklinde bilgi notunu mahkemelere göndermiştir. Fakat
2007 yılında Yargıtay 9. Ceza
Dairesi; “terör örgütü olmaktan cezalandırılan örgüt üyele-
rinin dosyasını Cumhuriyet
Savcısı yasalara aykırı bulduğundan” temyiz başvurusunu
değerlendirdikten sonra; örgütün
“Raşid-i
Hilafet
Devleti’ni kurduktan sonra
Hristiyan devletlere karşı cihad başlatacağı” amaç edinildiğini tespit ederek dosyayı
onamış ve Hizb-ut Tahrir’i terör örgütü kapsamına almıştır.
O günden sonra mahkemeler
kararlarını Yargıtay’ın bu niyet okuyucu, işlenmemiş bir
faaliyet hakkındaki içtihadi
kararına dayandırmışlardır.
Başbakan Erdoğan geçen
ay katıldığı Kanal D’de yayınlanan “Başbakanla Ö� zel” programında, PKK militanlarının
çıkışı sırasında güvenlik kuvvetlerinin müdahale etmemesinin suç olup olmayacağı konusunda “Silahsız bir şekilde
sınırdan geçen insanların herhalde terörist olarak değerlendirilemeyeceğini” söyledi.
Yani yıllardır silahlı mücadele
eden, bu çerçevede kadın, çoluk-çocuk ve yaşlı demeden
insanları öldüren militanlar
silahı bıraktığı anda terörist
olmaktan çıkıyor. O zaman nasıl oluyor da eline hiç silah almamış bu Müslümanlar terörist olarak yargılanıp binlerce
yıl ceza alabiliyorlar. Nitekim
son on yılda bu muhlis
Müslümanlar’a
toplamda
1621 yıl ceza verilmiş ve devam eden yargılamalarda 994
yıl ceza istemi bulunmaktadır.
Bu ikiyüzlülük değil de nedir?
Daha önce birçok yazarımız
sormuştu, yine soruyoruz;
Hizb-ut Tahrir neyi bırakırsa
terör örgütü olmaktan çıkar?
gündem
Herhalde “fikirlerini” diyemezsiniz ancak lisan-ı haliniz
bunu söylüyor.
Zira Hizb-ut Tahrir’de fikirden başka hiçbir silah yoktur.
O halde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün sık sık söylediği;
“Artık ülkemizde her türlü fikir şiddeti içermediği takdirde
rahatlıkla söylenebiliyor” sözü
ne olacak? Bu sözün komünist
esaslı kurulan hareketleri,
misyonerlik faaliyeti yürütenleri ve maymundan geldiklerini söyleyenleri kapsayıp, İ�slami söylemleri kapsamaması
ikiyüzlülük değil de nedir?
Dün çocuk katili dediğiniz
Ö� calan ile kardeşlik türküleri
söylerken ve bir yandan “af
söz konusu değil” diyerek dolaylı özel af getirirken diğer
yandan Erzurum’da bu kardeşlerimize yaptığınız operasyon ve tutuklamalar hangi hukuka, hangi akla, hangi mizana
sığar?
Malumunuzdur daha önce
Erdoğan birçok Avrupa ülkesini suçluları kendilerine teslim
etmediğinden dolayı eleştiriyordu. Şimdi PKK militanlarını
İ�skandinav ülkelerine ya da
Irak, Suriye gibi komşu ülkelere elleriyle teslim etmek ikiyüzlülük değilde nedir? Buna
karşılık Hizb-ut Tahrir gençlerine yapılan bu hukuksuzluk
ve zulüm karşısında derin bir
sessizliğe gömülmek nedir?
Bütün bu soruların cevapları göstermektedir ki bu zulüm yargının tek başına işlediği bir cürüm değildir. Bilakis,
bu konuda yasal düzenlemelerin kaynağı olmasından dolayı
Zira Hizb-ut
Tahrir’de
fikirden başka
hiçbir silah
yoktur. O halde
Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül’ün
sık sık söylediği;
“Artık
ülkemizde her
türlü fikir
şiddeti
içermediği
takdirde
rahatlıkla
söylenebiliyor”
sözü ne olacak?
Bu sözün
komünist esaslı
kurulan
hareketleri,
misyonerlik
faaliyeti
yürütenleri ve
maymundan
geldiklerini
söyleyenleri
kapsayıp, İslami
söylemleri
kapsamaması
ikiyüzlülük değil
de nedir?
TBMM’nin ve Mecliste çoğunluğa sahip olan Ak Parti iktidarının, her bir vatandaşından
sorumlu olmasından dolayı
yasama, yürütme ve yargısıyla
halk adına halkı düşman gören bütün devletin ortak zulmüdür. Buradan bu muhlis
Müslümanlar için yasal bir
merhamet dilendiğimiz gibi
bir şey anlaşılmasın, bilakis
size söylenecek söz şöyle olmalıdır:
ِ ‫يد‬
َ‫ون فَال‬
ُ ‫ُق ِل ْاد ُعوْا ُش َرَكاء ُك ْم ثَُّم ِك‬
ِ ُ‫ت‬
ِ ‫نظ ُر‬
‫ون‬
“Deki: ‘Haydi çağırın o
ortaklarınızı, sonra bana istediğiniz tuzağı kurun ve
elinizden gelirse göz açtırmayın.” (Araf 195)
‫َوالَ تَ ْح َسَب َّن اللّهَ َغ ِافالً َع َّما َي ْع َم ُل‬
ِ ‫الظَّ ِالمون ِإَّنما يؤ ِّخرهم ِليوٍم تَ ْش َخص ِف‬
‫يه‬
ُ
َْ ُْ ُ َُ َ َ ُ
‫ص ُار‬
َ ‫األ َْب‬
“Sakın, Allah’ı zalimlerin
yaptıklarından gafil sanma!
Ancak Allah, onları (cezalandırmayı) korkudan gözlerin dışına fırlayacağı bir
güne erteliyor.” (İ�brahim 42)
Fakat bu zulüm ve hukuksuzluklar karşısında medya ve
STK’ların sessizliği bizlere dokunmaktadır. Ö� zellikle İ�slami
medya ve STK olarak bilinen
kuruluşların bu hukuksuzluklara sessiz kalması ne İ�slami
değerlere ne de kuruluş amaçlarına uymadığı gibi, her türlü
zulüm ve hukuksuzlukları,
özellikle 28 Şubat zulümlerini
her gün işlemeleri en hafif
şekliyle bir çifte standardın olduğunu gösteriyor. Nitekim bu
son operasyon ve daha önce
Hizb-ut Tahrir üyelerinin aldı-
7
mayıs’13
gündem
ğı cezaları Akit, Milli Gazete ve
Doğru Haber gibi gazetelerin,
bazı dergi ve haber portallarının dışında zulüm ve haksızlıkların takipçisi olduğunu
iddia eden medya kuruluşları
ve STK’lar 3. sayfadan dahi
dile getirmediler.
Yine bu durum da göstermektedir ki Hizb-ut Tahrir ve
üyelerine yapılan hukuksuzluklar sadece yargıdan kaynaklanan bir zulüm değildir.
Ak Parti iktidarına angaje olmuş medyanın sessizliği bunun bir devlet politikası olduğunu göstermektedir. 28 Şubat sürecinde ve öncesinde
Müslümanlar düşman olarak
görülürken, 28 Şubat’ın doğurduğu Ak Parti’nin iktidara
gelmesiyle devletin düşman
algısı değişmiş ve Müslümanlar’dan sadece devletin temel
dinamiklerinin değişmesi gerektiğini savunanlar düşman
görülmüştür. Zira İ�slami kılıfa
bürünmüş Ak Parti iktidarı
devletin tehdit algısından irticayı çıkarıp bunu sadece belirli Müslümanlar’a has kılmış,
Ağır Ceza Mahkemelerini kaldırıp Hilafet Devleti kurmak
isteyenlerinde yargılanacağı
terör mahkemeleri kurmuştur.
Devletin
Müslümanlar’a
getirdiği bu kısmi rahatlatma
operasyonu sadece ibadet, yeme-içme ve giyinme gibi laikliğe de aykırı olmayan bir takım
konuları
kapsamına
alıp
Müslümanlar’ın ağzına bir
parmak bal sürmekten başka
bir şey değildir. Bu fotoğrafı
okuyamayıp devletin tedricen
İ�slamileştiğini düşünen akım-
8
mayıs’13
Devletin
Müslümanlar’a
getirdiği bu
kısmi rahatlatma
operasyonu
sadece ibadet,
yeme-içme ve
giyinme gibi
laikliğe de aykırı
olmayan bir
takım konuları
kapsamına alıp
Müslümanlar’ın
ağzına bir
parmak bal
sürmekten başka
bir şey değildir.
Bu fotoğrafı
okuyamayıp
devletin
tedricen
İslamileştiğini
düşünen
akımların Suriye
konusunda da
bu yüzden
devletin
ihanetvari
politikalarına
sessiz kaldığı
görülmektedir.
ların Suriye konusunda da bu
yüzden devletin ihanetvari
politikalarına sessiz kaldığı
görülmektedir. Yapılan bu
haksız tutuklamalara ses çıkartmanın kendilerince bu
hassas sürece çomak sokmak
olacağını düşünmekteler. Zira
onlara göre akıllı olmak lazım.
Bir gün psikiyatri uzmanına iki kişi zorla bir hasta getirirler. Hasta “ben hasta değilim” diye direnmektedir. Doktor adamı sakinleştirdikten
sonra hemen birinci seansa
alır ve ne olduğunu sorar.
Adam yatağında bir timsah olduğunu fakat akrabalarının
kendisine inanmayıp kendisini doktora getirdiklerini söyler. Doktor yarım saatlik ilk
seansın ardından adamı yatağında bir timsah olmadığına
ikna ederek ikinci seans için
bir hafta sonraya randevu verir. Fakat bir hafta geçtiği halde hastası gelmeyince telefon
açtığında karşısına adamın
akrabaları çıkar. Doktor hastasını sorunca akrabaları bir
hafta önce timsah saldırısı sonucu adamın öldüğünü söylerler.
Bu hukuksuzluğa göz yuman
çevrelerin
halini
hikâyedeki akrabaların durumuna benzeterek birazda
TC’nin uyguladığı bu hukuksuzluk ve çifte standardın arkasındaki sebepleri incelemeye geçmek istiyorum.
Muhakkak ki bunun birtakım genel ve özel sebepleri
bulunmaktadır. Genel sebepler çerçevesinde Türkiye’nin
de ekseninde döndüğü bazı
gündem
Batılı devletlerin Müslümanlar’ın tekrar Hilafet çatısı altında birleşerek dünya üzerinde siyasi bir etkinlik oluşturmalarını, hakiki kalkınmayı
gerçekleştirmelerini, Ortadoğu, Afrika ve birçok yerde
Müslümanlar’ın Batı sömürüsünden kurtulmalarını sağlayacak olmasından dolayı Hizbut Tahrir’in projelerinin hayata geçmesinden korktuklarını
söyleyebiliriz. Bu korku onları
yerli müttefiklerine bu hareketi sindirmeleri için baskı
yapmaya sevk etmektedir.
Halkının çıkarlarından daha
çok Batı’nın çıkarlarını benimseyen yöneticilerde isteyerek
ya da istemeyerek kâfirlerin
direktiflerine boyun bükmeleri sonucu bu hukuksuzluğu
uygulayabiliyorlar. Bunun en
iyi kanıtı çözüm sürecinde neredeyse PKK militanlarının terörist olmadıklarını söyleyecek kadar ileri gitmeleri, yasal
olmasa da onlara fiili af vermeleri ve buna mukabil hiçbir
şiddet eylemine karışmadığı
halde sadece fikirlerinden dolayı muhlis Müslümanlar’ı tutuklamalarıdır.
Hem Batı’ya boyun eğmenin bir sonucu olarak hem de
kendi makam ve koltuklarını
korumanın bir refleksi olarak
Hizb-ut Tahrir’e hukuki, siyasi
ve sosyal çerçevede negatif ayrımcılık yapılmaktadır. Ö� zellikle Hizb-ut Tahrir’in metot
olarak benimsediği siyasi mücadele çerçevesinde yöneticilerin ihanetlerini, halkı üzerine yaptığı pazarlıkları ve başka komplolarını keşfedip insanlara ifşa etmesi, yöneticile-
Bununla birlikte
Hizb-ut
Tahrir’in ortaya
koyduğu Hilafet
projesi giderek
hayata geçme
aşamasına
geldiğinden
ellerinden gelen
her türlü
engellemeyi
yapmaktadırlar.
Bu da sanırım
Hilafet
projesinin hayalî
olduğunu
söyleyenlere
cevap
olmaktadır ki
devlet
hayalcileri sever
ve onları
rahatsız etmez.
ri kendi hukuklarını dahi çiğneyerek Hizb-ut Tahrir üyelerine kindarca zulüm yapmaya
mecbur bırakmaktadır. Bununla birlikte Hizb-ut Tahrir’in
ortaya koyduğu Hilafet projesi
giderek hayata geçme aşamasına geldiğinden ellerinden
gelen her türlü engellemeyi
yapmaktadırlar. Bu da sanırım
Hilafet projesinin hayalî� olduğunu söyleyenlere cevap olmaktadır ki devlet hayalcileri
sever ve onları rahatsız etmez.
Çünkü Hilafet görünen bir gerçek, Allah Subhanehu ve
Teâlâ’nın hak bir vaadi ve kapitalizmin bataklığa sürüklediği insanlığın yegâne ihtiyacıdır.
Bütün bu genel sebeplerin
yanında Hizb-ut Tahrir’e yapılan her operasyonun zamanlaması ve ölçüsü birtakım özel
sebepler çerçevesinde olmaktadır.
Buradan
hareketle
Erzurum’da yapılan son operasyonun özel sebebinin Suriye konusu olduğunu görebiliyorum. Zira Suriye’de başlayan İ�slami devrimi çalmak isteyen küresel güçlerin kirli
planlarını hayata geçirmede
en çok Türkiye’yi kullanmaktalar ve Türkiye’nin bu kirli
oyunlara alet olduğunu en çok
Hizb-ut Tahrir ifşa etmektedir.
Nitekim bununla ilgili tutuklanan bu Müslümanlar Erzurum’da geçen yıl büyük bir
konferans gerçekleştirdiler.
Halen bu konuda Hizb-ut
Tahrir’in Türkiye çapında
korkmadan, yılmadan faaliyetler yürüttüğü bilinmektedir.
Ayrıca belki başka bir ma-
9
mayıs’13
gündem
kalede kapsamlıca ele alınması gereken bir konu ancak
TC’nin Hizb-ut Tahrir dışında
Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde ve
Konya’da yaptığı operasyonlarında birebir Suriye ile alakalı
olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Geçtiğimiz günlerde 11 Nisan’da Reyhanlı’da
11 Müslüman Nusret Cephesi’ne bağlı olduğu iddiasıyla
gözaltına alınmış ve 5 kişi tutuklanmıştır. Yine Konya’da 10
Müslüman aynı iddialara benzer iddialarla 16 Nisan’da gözaltına alınmıştır. Bütün bu
gözaltına alınan ve tutuklanan
Müslümanlar’ın ortak noktasına baktığımız zaman, fikirlerinde farklı olmakla birlikte
Suriye halkına yardım edilmesi konusunda aynı düşündükleri ve bu kapsamda faaliyet
yürüttükleri göze çarpmaktadır. Şimdi Suriye halkının yanında olduğunu söyleyen Ak
Parti iktidarının, Suriye halkına maddi-manevi yardım eden
bu Müslümanları tutuklaması
ikiyüzlülük olmuyor mu?
Ö� zellikle Suriye konusunda
son seçenek olarak düşünülen
askeri bir müdahalede Türkiye
büyük bir rol üstlenecek ve bu
rolü gerçekleştirmesinde en
çok onu Hizb-ut Tahrir
zorlayacaktır. Bu nedenle Türkiye genelinde operasyonların
olması oldukça muhtemel olmakla birlikte daha önce Hizbut Tahrir üyelerinin almış olduğu hukuksuz cezalar Akit
Gazetesi ve benzeri medya kuruluşlarınca dile getirilmesinden dolayı devlet rahat hareket edemeyip kontrollü ve
temkinli davranmaktadır. Dev-
10
mayıs’13
Özellikle Suriye
konusunda son
seçenek olarak
düşünülen
askeri bir
müdahalede
Türkiye büyük
bir rol
üstlenecek ve bu
rolü
gerçekleştirmesinde en çok
onu Hizb-ut
Tahrir
zorlayacaktır.
let bu kapsamda Müslümanlar’ın tepkisini ölçme babından Erzurum’da Hizb-ut Tahrir’e operasyon düzenleyip
muhlis Müslümanlar’ın tutuklanmasını sağlamıştır. Bu da
sanırım bu hukuksuzluklara
“elimizden bir şey gelmez” diyerek susan kuruluşlara cevap
olmaktadır. Zira birkaç gazetenin dahi gündem yapmasıyla
devlet rahat hareket edememektedir. Buna mukabil devletin yine Suriye politikasına
karşı olan DHKP-C örgütüne
peş peşe ve rahatça operasyonlar yaptığını görmekteyiz.
Müslümanlar’ı
gücünün
farkında olmaya ve bu hukuksuzluklar karşısında duyarlı
olmaya davet ediyoruz. Siz istemezseniz devlet ne Müslümanlar’ı cezaevlerine atabilir,
ne Suriye devrimini çalması
için ABD’ye yardımcı olabilir
ne de İ�slam Hilafet Devleti’nin
kurulmasını
engelleyebilir.
Köklüdeğişim olarak fikirlerini tasvip ettiğimiz, etmediğimiz zulme uğrayan bütün
Müslümanlar’ın yanında yer
aldık ve almaya da devam ediyoruz. Hatta şimdiki zulümlere sessiz kalan kardeşlerimiz
dâhi yarın bir zulme uğrayacak olsalar öncelikle yanlarında bizi bulacaklardır. Bu konudaki ölçümüz zulme uğrayanların fikir ve düşünceleri değil,
zulme uğramış olmalarıdır.
Zira Allah Azze ve Celle şöyle
buyurmaktadır:
َِّ
ِ َّ
ِ
‫ظلَ ُموْا ِمن ُك ْم‬
َ ‫ين‬
َ ‫َواتَّقُوْا فتَْنةً ال تُص َيب َّن الذ‬
َّ ‫َخ‬
ً‫آصة‬
“Öyle bir fitneden sakının ki içinizden yalnızca zulmedenlere
dokunmakla
kalmaz.” (Enfal 25)
Ve şöyle buyurmaktadır:
َِّ
‫ظلَ ُموْا فَتَ َم َّس ُك ُم‬
َ ‫ين‬
َ ‫َوالَ تَْرَكُنوْا ِإلَى الذ‬
َّ
‫الن ُار‬
“Zulmedenlere meyletmeyin; sonra size de ateş
dokunur.” (Hud 113)
gündem
SURİYE’DE TARİH
TEKERRÜR EDİYOR!
Engin UYGUN
Bilinmektedir ki; insanlık
tarihi ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem ile başlamıştır.
Yine bilinmektedir ki, imanküfür, hak-batıl mücadelesi de
yine bu dönemde Hz. Adem’in
oğulları Habil ile Kabil
arasında yaşanan çatışmayla
başlamıştır ki, bu mücadele
kıyamet gününe kadar devam
edecektir. Bir tarafta Rasul’ler
ve Nebiler, Allah Subhanehu ve
Teâla’dan getirdikleri kitaplar
ve onlara iman edenler… Diğer
tarafta şeytanlar, onların uydurma dinleri ve onlara tabi
olan şeytanlaşmış insanların
mücadelesi.
Risaletin taşıyıcısı olan Rasuller ve onlara tabi olanlar,
insanları putları reddetmeye
ve tek bir ilaha iman etmeye
davet etmişler, az bir topluluğun dışında, çoğunluk iman
etmemiş, hakikatin karşısında
alternatif bir çözüm ortaya koyamamış ve bu çağrıya şiddetle karşılık vermişlerdir. Bu,
onların her dönemde başvurdukları üslupları olmuştur ki,
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve
Selem’in hayatı bunun en açık
şahitlerindendir.
Allah Rasulü SallAllahu
Aleyhi ve Selem İ�slam Risaletiyle görevlendirildikten sonra, insanları batıl akideyi
reddetmeye, putları inkâr
etmeye davet etmiş, onların
bozuk yaşantılarına çatarak,
tek bir ilaha iman etmeye
davet
etmiştir.
Mekke
müşrikleri Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Selem’in bu çağrısını başlangıçta önemsememişti. Ancak ne zaman ki, Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve
Selem toplumu değiştirecek
çalışmayı yapan sahabelerden
oluşan kitlesini açığa çıkarmış,
işte o zaman toplumda iman
ile küfrün, hak ile batılın, sahih fikirlerle fasid fikirlerin
kıran kırana mücadelesi başlamıştır. Hakkın karşısında
fikri olarak duramayan müşrikler, Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Selem’i yalanlamaya
ve ona düşmanlık yapmaya,
ashabına işkence etmeye başlamıştır. Nitekim Yasir ailesi,
Bilal-i Habeşi, Habbab b. Eret
ve diğer Müslümanlar müşriklerin işkence ve azabıyla karşı-
laşmışlardır. Nebî� SallAllahu
Aleyhi ve Selem ve tüm Müslümanlar kendi kavimlerinin himayelerinde olmalarına rağmen işkencelere maruz kalıyorlardı. Müşrikler, işkencenin
her çeşidini kullanıyorlardı.
Fakat bu, onların sebat ve
imanlarını artırmaktan başka
bir şey yapmadı. İ�şte böyle bir
ortamda Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Selem davası yolunda
ilerlerken, ilk adımlarını
Allah’tan başka ilah bulunmadığına şahadet etmeye davet
ederek atmış ve böylelikle
yüce Allah’ı insanlara tanıtarak, O’nun gücü ve kudretini
göstererek yalnızca O’na ibadet edileceğini ve yardımın
yalnızca O’ndan isteneceğini
öğreterek İ�slam akidesini onlara göstermiştir. Rasulullah
SallAllahu Aleyhi ve Selem ‘in
ortaya koyduğu hakikatler
karşısında sahabeler iman etmiş, bunun gereği olarak şer’i
hükümlere bağlanmaya hırs
göstermiş ve başlarına gelen
musibetlere sabrederek bu
yolda azim ve kararlılıkla mücadele etmişlerdir.
11
mayıs’13
gündem
Allah Subhanehu Ve Teâlâ
şöyle buyuruyor:
‫أ َْم َح ِس ْبتُ ْم أَن تَ ْد ُخلُوْا اْل َجَّنةَ َولَ َّما َيأْتِ ُكم‬
ِ
ِ
َِّ
‫ْساء‬
َ ‫َّمثَ ُل الذ‬
َ ‫ين َخلَ ْوْا من قَْبل ُكم َّمسَّتْهُ ُم اْلَبأ‬
َّ
ِ
‫ين‬
َّ ‫ول‬
َّ ‫َوالض‬
َ ُ‫َّراء َوُزْل ِزلُوْا َحتَّى َيق‬
َ ‫الر ُسو ُل َوالذ‬
ِ
ِ
َّ
‫ص َر اللّ ِه‬
‫ن‬
‫ن‬
‫إ‬
‫َال‬
‫أ‬
‫ه‬
‫ل‬
‫ال‬
‫ر‬
‫ص‬
‫ن‬
‫ى‬
‫ت‬
‫م‬
‫ه‬
‫ع‬
‫م‬
ّ
ْ َ
ُ ْ َ َ َ ُ َ َ ‫آمُنوْا‬
َ
‫يب‬
ٌ ‫قَ ِر‬
“Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler, sizin
de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Peygamber ve onunla
beraber mü’minler, “Allah’ın
yardımı ne zaman?” diyecek
kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı.
İyi bilin ki, Allah’ın yardımı
pek yakındır.” (Bakara-214)
Numan b. Beşir (ra) şöyle
demiştir: “Sizler dilediğiniz nimetler içerisindesiniz değil
mi? Allah’a yemin ederim ki,
Peygamberimizi görmüştüm.
Karnını doyuracak kötü hurma bile bulamıyordu.” Ü� ç gün
üç gece yemek yemeden aç
kalmaları, diğer taraftan karınlarına taş bağlamaları, karınlarını doyurabilmek için
deri ve ağaç yapraklarını yemeleri ve her türlü zorluğa
rağmen onların davalarından
vazgeçmemeleri onların davalarına karşı ne kadar da
sebatkâr olduğunu göstermektedir. Bu uğurda çekilen
ızdıraplar
sayılamayacak
kadar çoktur. Onları böylesi
ağır işkencelere ve çilelere
maruz bırakan davaları nasıl
bir şeydi, nasıl bir akideye
iman etmişlerdi?
O çölün kavurucu sıcağında Bilal (ra)’in üzerinde bir
kaya parçası olmasına rağmen
“Ehad” (Allah birdir) deyip, di-
12
mayıs’13
Bu akideyi
Müslümanlar o
dönemde öyle
anlamıştı ki:
Ammar’ın
babası Allah
yolunda ölmeyi
hoşça
karşılamıştı.
Annesi Sümeyye
Allah yolunda
kalbinden yediği
her darbeyi, bir
sevap sayarak
İslam’ın ilk
şehidi olmuştu.
ninden vazgeçmediğini, ayrıca
müşrikleri kızdırmak için bir
başka kelime bilseydi, eziyet
edilmesi pahasına da olsa bu
kelimeleri de söyleyeceğini
belirtmesi, onun İ�slam akidesine olan inancının bir göstergesi değil miydi?
Bu akideyi Müslümanlar o
dönemde öyle anlamıştı ki:
Ammar’ın babası Allah yolunda ölmeyi hoşça karşılamıştı.
Annesi Sümeyye Allah yolun-
da kalbinden yediği her darbeyi, bir sevap sayarak İ�slam’ın
ilk şehidi olmuştu. Bu akideyle
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve
Selem,
sahabelerine
Kureyş’ten gelen işkenceye karşı
dayanabilmesi için güç vermişti. Yasiroğulları (Allah onlardan razı olsun) işkence gördüğü bir anda yanlarından geçerken onlara şöyle dedi:
“Ey Yasiroğulları! Sabredin, size cenneti vaat ediyorum.”
Sahabe Abdullah b. Mesud
bu akideyi öyle anlamıştı ki,
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve
Selem ve ashabının: “Kureyş
bugüne kadar bu Kur’an’ı açıktan hiç duymamıştır. Ona kim
duyurur?” sözüne cevaben
“Ben duyururum” demişti. Bunun üzerine Ashab: “Korkarız
ki onlar sana kötülük yaparlar.
Biz onların kendisine herhangi bir kötülük yapmak istediklerinde onlardan korunabilecek güçlü birini istiyoruz.” demişlerdi. Fakat Abdullah b.
Mes’ud aldırış etmeyip; “Bırakın, Allah beni korur!” demişti.
Daha sonra Kâbe’ye giderek
müşriklerin saldırısına uğramasına rağmen okumasına
devam etmişti. Sonrasında Abdullah b. Mes’ud: “Allah’ın düşmanını önceden hiç bu kadar
güçsüz ve basit görmedim. Dilerseniz yarın da aynı şeyi yaparım.” demişti.
Cahiliyye devrinde putlara
tapmaktan nefret eden ve senelerden beri hakikati arayan
Ebu Zerr, duyduğu bir haber
üzerine Hak ve hakikatin peygamberine ulaşmak için çölle-
gündem
ri aşarak Mekke’ye doğru yola
çıkmıştı. Mekke’de Ebu Zerr
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve
Selem’e “Ya Rasulullah, bana
İ�slam’ı anlat.” dedi. Rasulullah
SallAllahu Aleyhi ve Selem,
İ�slam’ı
anlatınca
hemen
şehadet getirerek Müslüman
oldu. Ebu Zerr’e Rasulullah’ın
tavsiyesi şu oldu: “Ya Eba Zerr,
sen şimdilik bu işi gizli tut! Ve
memleketine dön, git! İ�şi açığa
vurduğumuzu haber aldığın
zaman gel!” Ebu Zerr: “Ya Rasulullah! Seni hak peygamber
olarak gönderen Allah’a yemin
olsun ki, ben bunu müşriklerin arasında açıkça ilan edeceğim.” Sonra da kalkıp doğruca
Kâbe’ye koştu ve müşriklere
karşı: “Ey Kureyş topluluğu!
Ben şehadet ederim ki,
Allah’tan başka ilah yok ve
Muhammed O’nun Rasulü’dür!” diye haykırdı. Bu kahramanca haykırış, müşrikleri
hiddetlendirdi. Hep birden
üzerine çullandılar ve onu bayıltıncaya kadar dövdüler. Ebu
Zerr ertesi gün aynı yerde yine
müşriklere karşı inancını haykırdı. Tekrar müşriklerin ağır
darbelerine maruz kaldı ve
araya Hz. Abbas girerek onu
müşriklerin elinden kurtardı.
Bu hadiseden sonra Hz. Ebu
Zerr kavim ve kabilesini hak
dine davet etmek için yola çıktı. İ�şte Allah Rasulü’nün daveti
Ebu Zerr’i yerinde durduramamış, başına gelecekleri bilmesine rağmen zaman kaybetmeden hakikati müşriklerin
yüzüne çarpmıştı.
Yine bu akide, Hz. Esved’i
öylesine etkilemişti ki; Allah
Rasulü’nün davetine hemen
icabet etmiş ve cihada katılarak şehid olmuştu. Hayber Yahudilerinin koyunlarını güden
Esved savaş sırasında Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve
Selem´in yanına gelerek: “Sizin
davanız nedir, ne için savaşıyorsunuz?” diye sordu. Allah
Rasulü: “Davamız İ�slam´dır.
Onun için savaşıyoruz.” cevabını verince Esved: “İ�slam nedir?” diye sordu. Rasulullah
SallAllahu Aleyhi ve Selem:
“Allah´ın birliğine ve benim
O´nun Peygamberi olduğuma
inanmandır.” Bu yanıtı alıp hidayete eren Esved: “Ya Rasulullah, bu sürü bana emanetti,
onu ne yapayım?” Allah Rasulü: “Onu yahudi kalelerine yanaştır, Allah´ın izniyle hepsi de
sahibini bulur.” Esved sürüyü
götürdü ve geri dönüp ”Ya
Rasulullah şimdi ne emredersin?” diye sordu. Allah
Rasulü tebessümle Esved´e
baktı sonra da eline bir kılıç
vererek, bir tek kelime ile cevap verdi: ”Cihad…” Esved (ra)
anahtarı yani Cennetin kapısını açacak kılıcı aldı, bir fırtına
gibi cihad meydanına daldı. İ�ki
güzelden birine koşuyordu; ya
şehitlik, ya gazilik! Çok kısa bir
süre sonra mücahidler Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve
Selem’in karargâhına bir ceset
getirdiler (ve o mübarek şehid
Esved (ra) idi). Allah´ın Rasulü
cesede baktı ve hemen başını
çevirdi. Ashab sordu. “Ya Rasulullah, cesetten niye yüzünü
çevirdin?” Rasul SallAllahu
Aleyhi ve Selem, şu cevabı verdi: “Şu anda Esved (ra)
Cennet’te iki hurisi ile oturuyor, onları rahatsız etmemek
için başımı çevirdim.”
Evet, Esved (ra) bir tek namaz kılmadı, adını bile duymadı namazın. Orucu hiç öğrenmedi… Hac’ın varlığından
habersizdi... Abdest dahi almasını bilmiyordu. Hayatında
hiç gusül almamıştı belki de…
Peki, ama Esved ne yaptı da
şehid olmuştu? Esved (ra)
bütün dünya güçlerini, ideolojilerini, tağutlarını, putlarını,
rejimlerini
inkâr
ederek
Allah´ın varlığına tereddüt etmeden iman etti ve ona itaat
edeceğine, yaşadığı sürece
ona teslim olacağına, kulluk
görevini yerine getireceğine
söz verdi. Ve sözünü de en güzel şekilde yerine getirdi. Zilletten, İ�zzete yükseldi... Belki
bugün Müslümanlar çok şey
yapıyor... Namaz kılıyor, oruç
tutuyor, zekât veriyor, Hac’ca
gidiyor... Yani bir Müslüman
olarak yaşıyor olabilirler. Belki
de Esved (ra)’dan çok daha
fazla şeyler yapıyorlar. Esved
sadece İ�slam’ın bir görevini
yerine getirdi ama şu hususlara dikkat etmemiz gereklidir
ki, o tam bir teslimiyet gösterdi ve bildiğiyle hemen amel
etti. Bugün bizler o kadar çok
şey biliyoruz ama ne yapıyoruz?
O güzide sahabeler (ra), İ�slam akidesini öyle anlamışlardı ki, uğrunda hayatlarını vermeye hazırdılar. Bunun nedeni
İ�slam akidesine olan sadakatleri, kararlılıklarıdır. Bu kararlılıkla ölüm uğruna bu denli
gösterilen ciddiyetle bağlılık,
aralarındaki rabıta ancak bu
akidenin derin ve aydın bir an-
13
mayıs’13
gündem
layışla akıllarına tam bir kanaat halinde oturmuş olmasıdır.
Bugünkü akide yine eksiksiz
ve tahrip olmamış, Allahû
Teâla tarafından korunmuş ve
elimizde ve zihnimizde olmasına rağmen, bizleri de ölümüne uğrunda hareket ettirebiliyor mu?
Bütün olumsuzluklara rağmen sahabeler, bu akide ve
onun davasını göz kamaştıran
bir hızla yeryüzünde yaydılar.
Ö� yle ki, ta Çin Setti’ne, Batı’ya
bu davayı bizzat o güzide sahabeler götürdü. Bu azim, bu
enerji, bu güç nereden geliyor,
yoksa onlar farklı mı yaratıldılar?! Bu akide bizlerden farklı
şeyi değil, aynı şeyi istiyor.
Aynı enerjik, coşkulu hareketi
bizden de bekliyor. Ama bizler
hâlâ yatıyorsak, hareket etmiyor, canla başla çalışmıyorsak
sebebi ne olabilir? Bu duruş
nedendir?
İ�şte, Asrı Saadet’in Müslümanları
yani
sahabeleri,
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve
Selem’in davetine icabet edişleri ile birlikte derin-aydın bir
iman ve bununla birlikte şer’i
hükümlere bağlılıktaki samimiyetleriyle bir tarih yazdılar
altın harflerle… Kendisinden
sonra gelen Müslümanlar da
bu yolu takip ederek, “La ilahe
illallah Muhammedun Rasulullah” hakikatine sımsıkı sarıldılar ve her şeylerini feda
ederek bu yola koyuldular. Tarih tekerrürden ibarettir. Bu
bir hakikattir.
İ�şte Ortadoğu’da ve özellikle de Suriye’de başlayan,
Müslümanların zalim yönetici-
14
mayıs’13
lere ve küfür nizamlarına karşı
kıyamları bizlere bir kez daha
Asrı Saadeti, o dönemdeki
Müslümanların müşriklere ve
onların ilahlarına karşı yapmış
oldukları kıyamları hatırlattı.
Ortadoğu’da 30 yıldır Müslümanların, diktatör yöneticilerin demir yumruk-larıyla
yönetimine maruz kalmalarıyla birlikte içlerinde oluşan
enerji, tarihte görül-memiş bir
kıyama sahne oldu. Tunus’da
başlayan kıyam dalga dalga
Ortadoğu ülkelerine yayıldı.
Son olarak Suriye’ye demir
atan bu kıyam, 3 yıldır devam
eden büyük bir enerjiye, kıyama dönüştü. Biladüş-Şam’ın
Müslümanları; bir insanın, bir
toplumun yaşam ile ölüm çizgisi arasında ölümün vesilesi
olabilecek her şeyin başına
geldiği, silah, tank, top mermisi, uçakların bombardımanı ve
kimyasal silahlar gibi, her türlü ağır silahlarla katledildiği,
ama buna rağmen ölümden
korkmayan, “ölümü, şehadeti
her şeyden daha çok arzulayan” bir ümmetin torunları
olarak kıyamlarını sürdürüyorlar. Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Selem, mübarek Şam
topraklarına işaret ettiği bir
hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor:
“Kıyamet günü imanları
şaşkınlık uyandıracak derecede olan bir takım kavimler gelecek. Ö� nlerinden ve sağ taraflarından nur (parıltı) onları
takip eder. Ve onlara, “Bugün
sizlere müjdeler olsun, selam
olsun sizlere, (işte bu cenneti
hak edecek) tertemiz bir hayat
yaşadınız. İ�şte şimdi sonsuza
dek kalmak üzere oraya giriniz” denecek. Allah Teâlâ’nın
onlara olan muhabbetinden
dolayı melekler ve nebiler onlara gıpta edecekler.” Ashab,
“Onlar kimler Ya Rasulullah?”
diye sordu. Bunun üzerine Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve
Sellem, “Onlar ne bizden ne de
sizden değildir. Sizler benim
Ashabımsınız, onlar ise kardeşlerimdir; onlar sizden sonra gelecek ve insanların Kitab’ı
(Kur’an’ı) geçersiz kıldıkları,
Sünnet’i öldürdükleri (değersizleştirdikleri) bir zamana tanık olacaklar ve (tekrar)
Kitab’a ve Sünnet’e yönelecekler, onu tekrar diriltecek,
okuyacak ve onu insanlara
öğretecekler. Onun uğrunda
sizin karşı karşıya kaldığınız
eziyetlerden daha şiddetli ve
daha ağır eziyetlerle (işkencelerle) karşılaşacaklar. Onlardan birinin imanı sizden kırk
kişinin imanına, onlardan birinin şehadeti sizden kırk kişinin şehadetine denktir. (Zira)
Sizler hakikat (din konusunda)
yardımcılar bulurken onlar
din konusunda onu da
bulamayacaklar, zalimler onları her taraftan çepeçevre kuşatmış olacak. (İ�şte) Onlar
Mescid-i Aksa’nın omuzlarında (Biladu’ş-Şam’da Suriye)
bulunacaklar. Tam da böyle bir
halde iken Allah’ın yardımı onlara gelecek ve İ�slam’ın izzeti
onların eliyle (çabalarıyla)
gerçekleşecek.” dedi ve sonra
şöyle dua etti: “Allah’ım! Onlara yardım et ve havuzun başında onları dostlarım kıl.”
Zeyd İ�bni Sabit (ra) anlatıyor: Bir gün Rasûlullah SallAl-
gündem
lahu Aleyhi ve Selem’in yanında idik. Parçalar üzerinde
Kur’ân (ayetlerini) tanzim ediyorduk. SallAllahu Aleyhi ve
Selem: “Şam’a ne mutlu!” buyurdular. Ben: “Bu mutluluk
nereden geliyor ey Allah’ın
Resûlü?” diye sordum. “Çünkü,
buyurdular, (Rahman’ın) melekleri onun üzerine kanatlarını geriyorlar!” (Tirmizi)
İ�bnu Havâle (ra) anlatıyor:
“Rasûlullah SallAllahu Aleyhi
ve Selem buyurdular ki: “Bu iş,
sizin bir kısım toplu gruplara
ayrılmanıza neden olacak:
Şam’da bir grup, Yemen’de bir
grup, Irak’ta bir grup!” Ben:
“Ey Allah’ın Rasûlü! dedim. O
güne erdiğim takdirde (bunlardan en hayırlısı hangisi ise
şimdiden) bana seçiverin!»
dedim. «Ö� yleyse dedi, sana
Şam›ı tavsiye ederim! Çünkü
orası, Allah›ın, arzında mümtaz kıldığı yerdir. Allah kulları
arasında seçkin olanları oraya
tahsis eder. Ancak (oraya gitmekten) imtina ederseniz, size Yemen›i tavsiye eder, (oradaki) havuzlarınızdan için derim. Zira Allah, Şam ve ahalisini (fitnelerden koruma hususunda) bana garanti ver-di.»
(Ebu Davud)
Abdullah b. Amr’ın bildirdiğine göre Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Selem, şöyle buyurdu: “Altımdan minderim
çekildi; gözlerim o minderimi izledi, baktım ki Şam’a
doğru yönelen bir nura dönüştü. Şunu iyi bilin ki, fitneler çıktığında iman Şam’da
olacaktır.” (Fezail’ü-Şam/Albani)
Seleme İ�bnu Nüfeyl el-
Kindî� (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve
Selem buyurdular ki: “Ümmetimden bir grup, hak yolunda mücadeleye (hiç ara
vermeden) devam edecek,
Allah da, onlar(la mücâdele
sebebi) ile bazı kavimlerin
kalplerini saptıracak ve bunlardan (alınanlarla) onların
rızkını sağlayacaktır, bu hal
kıyamet gününe, Allah’ın
va’dinin gelme anına kadar
devam edecektir... Mü’minlerin (fitne sırasında emniyette olacakları) asıl yerleri
Şam’dır.” (Nesâî�)
İ�şte Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Selem’in yukarıdaki
hadislerde de övdüğü BiladüşŞam’ın yiğit Müslümanlarının
Rablerine olan bağlılıklarında
“Tarih tekerrürden ibarettir”
hakikatinin gerçek olduğuna
şahit oluyoruz. Sahabenin başına gelen musibetlerin onların bu musibetler karşısındaki
sabırlarını, Rablerine olan
bağlılıklarını, şer’i hükümlere
bağlanmadaki hassasiyetlerini
artırmasını bugün de Suriye
Müslümanlarının amellerinde
görüyoruz. Sahabenin hayatını
bugün bir kez daha yaşıyoruz.
Çocuğu, kadını, yaşlısı ve cihad
meydanlarındaki mücahitleriyle Suriye halkı öyle bir kenetlendi ki Rabbisine, tüm dünyayı ve Müslümanları şaşkına
çevirdiler. Hiç kimsenin kendilerinden beklemediği tavrı
ortaya koydular. Allah’ın izni
ve yardımıyla öyle bir hale geldiler ki, Allah’ın rızasını kazanmak için her şeylerini feda
ettiler ve hâlâ da feda ediyorlar.
�lk
kıvılcımı
Dera’da
tutuşan Suriye kıyamı 26 aydır
sürüyor. Kıyamı bastırmaya
çalışan Suriye rejiminin sınır
tanımayan vahşiliğine rağmen, bir gün dahi ara verilmeden bu kadar uzun süren bir
direnişe tarihte rastlanmamıştır. 100 binlerce şehidi, on
binlerce yaralısı ve kayıpları, 1
milyonu aşan mültecisi, işkence görenleri, tecavüze uğrayanları ve harabeye çevrilen
şehirleriyle Suriye’de yaşanan
devrim süreci eşine az rastlanır bir durumdur. Kolay değil;
katledilen onca çocuğa, yetim
bırakılanlara, bütün ailesi boğazlananlara rağmen bir direnişi bu kadar uzun bir süre taşımak. Kolay değil; gözü dönmüş, barbarlıkta rakip tanımaz çetelere karşı, eldeki kısıtlı imkânlarla bir mücadeleyi
göğüslemek. Zordur açlığa,
soğuğa, yoksunluğa karşı mücadele etmek. Suriye halkı
bunu başardı. Aralıksız süren
katliamlara, bombardımana,
baskınlara, tutuklamalara rağmen 26 ay boyunca kesintisiz
bir direniş sergiledi ve hâlâ da
bu direniş devam ediyor. Yaşananlar göz önüne alındığında
şimdiye kadar çoktan bu halk,
“Bu felaketler, acılar sizin yüzünüzden başımıza geldi. Olmuyor, bu zalimleri devirmek
çok zor!” deyip direnişçilere
“yeter” demeliydi. “Bırakın artık bu silahı, teslim olalım,
daha fazla çocuğumuz ölmesin!” diyerek mücahitleri suçlamaya başlamalıydı. Ama hayır! Bu halk, bizzat direnişin
içinde yer aldı, silahlanan evlatlarını bağrına bastı, onları
15
mayıs’13
gündem
kurtuluşun yegâne temsilcisi
olarak gördü. Bu süreçte sahabe hayatını hatırlatan o kadar
çok örneklikler yaşandı ki. Bir
zamanlar miskinlikle suçlanıp
aşağılanan Suriye halkı, ortaya
koyduğu eşsiz cesareti ve
fedakârlığıyla artık imrenilen,
gıpta edilen, gurur duyulan bir
halk oldu. Evet, yalnız bırakıldı ve hatta yazdığı bu destana
rağmen ümmetin bir kısmı tarafından arkadan bıçaklandı
ama Allah’a olan güvenini kaybetmedi ve bu sayede müminlerin ve insanlığın kalbinde
büyük bir zafer kazandı.
Suriye kıyamı öyle kahramanlar doğurdu ki, belki birçoğunun ismini dahi duymak
mümkün olmayacak, birçoğu
zaten şehit düştü, ancak bu
kahramanların yaşanan süreçteki çabalarının bir halkı devrime katma başarısıyla neticelendiğine tanıklık ediyoruz. Bu
kahramanları çoğunlukla cihad meydanlarında düşmana
kök söktürürken, bazen Cuma
eylemlerinde kitlelere verdikleri coşku ya da eylemlerde
kontrolün sağlanmasındaki
rolleri ile görürüz. Bazen de
saldırı anlarını ve çatışmaları
ellerindeki kameralarıyla dünyaya taşımadaki cesaretlerini
sergilerken. Bazen yaralıları
tedavi etmedeki azimleri ile
karşımıza çıkarlar, kimi zaman
halkı motive eden zafer şarkılarıyla. Gerçek bir imam olma
adanmışlığını onlarda gördüğümüz gibi, bazen de ellerinde
silahları Baas çetelerine karşı
halkı savunma esnasında çıkarlar karşımıza.
16
mayıs’13
Suriye kıyamı
öyle
kahramanlar
doğurdu ki,
belki
birçoğunun
ismini dahi
duymak
mümkün
olmayacak,
birçoğu zaten
şehit düştü,
ancak bu
kahramanların
yaşanan
süreçteki
çabalarının bir
halkı devrime
katma
başarısıyla
neticelendiğine
tanıklık
ediyoruz.
Onlardan biri olan �brahim
Kaşuş’u unutmak elbette
mümkün değil. Hama’da kitleleri ayağa kaldıran alaycı şarkıları, boğazının kesilerek şehit edilmesine yol açtı ama en
çok sevilen “Yalla İ�rhal Ya Başşar” şarkısı, sadece Suriye’de
değil, tüm dünyada adeta bir
devrim şarkısı haline geldi.
Dr. Muhammed’i hatırla-
mayanımız yoktur. Hani, şu
Humus’un harabeye çevrilen
Baba Amr ve Halidiye semtlerinden tüm dünya Müslümanlarına seslenen doktoru. Ö� nüne gelen onlarca yaralıya, hastaneye çevrilmiş derme çatma
bir odada, ilaç ve teknik gereçlerden yoksun bir şekilde müdahale ederken, bir yandan da
sesi kısılıncaya kadar gözyaşları içinde bizlere seslenen
doktor...
Humus’u Baas ordusundan
koruyan genç teğmen Abdurrezzak Talas’ın namı da kısa
sürede tüm Suriye’ye yayılacaktı. Artık onu hep elinde silahı, halkın içinde, omuzlarda
taşınırken görecektik.
Suriye devriminin susmayan ve susturulamayan sesi
olan Abdulbasit Sarut. Bir zamanlar İ�brahim Kaşuş’un
Hama’da icra ettiği görevi
Humus’ta sergileyen kahraman… Sadece Humus’ta mı,
Suriye’nin sesi oldu Sarut.
Belki birçoğumuz ismini duymamışızdır ama onun sesini
duymayan, bilmeyen yoktur.
Literatürümüze “komplocuların ezberini bozan görüntü”
diye giren o meşhur videodaki
sloganları attıran cengâverin
ta kendisi. El-Cezire’nin: “ve
komplocuların ezberini bozan
görüntü... Mikrofonun başında
yine Sarut var” diye haber
yaptığı yiğit insan. Sarut’un
“İ�çinizde Obama’dan, Sarkozy’den, Erdoğan’dan, herhangi bir şahıstan ya da
meclisten veya Arap Ligi’nden
zafer/yardım bekleyeniniz var
mı?” sorusuna, topluluk hep
gündem
bir ağızdan “Hayır!” diyor ve
“Zafer Allah’tandır!” dedikten
sonra hep bir ağızdan Nasr
Suresi’ni okuyordu.
Abdulbasit Sarut, en çok
Humus’taki eylemleri yönetirken karşımıza çıkıyor. O güçlü
sesiyle binlerce kişiye verdiği
coşkunun içinde olmak şöyle
dursun, izlemek dahi o kadar
etkileyici ki. Kimi zaman yanında bir kız çocuğu, bazen
kucağında bebek ile attırdığı
sloganlarla Suriye direnişinin
İ�slami kimliğini öyle net vurgular ki, adeta kirli odakların
dezenformasyon çabaları ve
ithamları kulağına gelmiş de
onlara cevap verdiğini hissedersiniz.
Sarut, sadece slogan attırıp
eylem yönetmiyor. Çokça şarkı
söylüyor. Arapların aşina olduğu müziklere yazdığı devrimci
sözler, Esed rejiminin uçaklarından, bombalarından, tanklarından çok daha güçlüdür.
Suriye halkı o şarkılarla direniyor, o şarkılarla yürüyor, o
şarkılarla şehitlerini uğurluyor. Sarut, kimi zaman elinde
mikrofon bir şehit cenazesinde marşlar söylüyor. Bazen bir
evde mücahitlerle bir araya
gelmiş birlikte şarkılar söylüyor, onları motive ediyor. Sarut, devrim başlamadan önce
bir futbolcuydu. Suriye (23 yaş
altı) milli takımının kalecisiydi. Kardeşi Baas güçlerince şehit edildi. Kendisini devrime
adadığında henüz 19 yaşındaydı. Eski mesleği nedeniyle
rejimin öncelikli hedefleri
arasındaydı. Buna rağmen
sürekli meydanlarda, kürsüde
olmayı sürdürdü. Birkaç kez
ciddi şekilde yaralandı. Bazen
tedavisi
günlerce
sürdü.
İ�yileşti, koltuk değneklerine
yaslanarak yine meydanlara
çıktı, slogan attı, şarkı söyledi.
En son yine yaralandı. Yarasının verdiği acıyla şöyle
bağırıyordu: “Humus’ta kuşatma altında mahsur kalan aileleri kurtarın!” Canı yanarken
dahi çocukları, kadınları, yaşlıları düşünüyor; bu zulme
karşı harekete geçmek için
Müslümanlara sesleniyordu.
Sarut, mücahitlerin tarafında
yer aldığı için takımdan atıldı.
Rejim tarafından Selefi devleti
kurma gayreti içinde olmakla
itham edildi ve başına 2 milyon Suriye lirası ödül kondu.
Sarut, esprili kişiliğiyle rejimin bu iddialarıyla hep dalga
geçti.
Humus’lu gençler 21 yaşındaki Sarut’u her gördüğünde
“Allah seni korusun Abdulbasit!” sloganı atarken; çocuklar
da “Sevgilimiz Abdulbasit”
diye tempo tutuyorlar. Rejimin
yok etmek istediği isimlerin
başında geldiği için sürekli yer
değiştiren Sarut, mücahitlerin
kontrolü sağladığı bölgelerde
bir yandan protesto organizasyonlarına devam ederken
öte yandan omzunda silahıyla
Baas çetelerine karşı askerî�
bir direniş içinde yer alır. Demeçlerinde “şehadet” olgusuna sık vurgu yapar. “Zillet altında yaşamaktansa Allah yolunda ölümü göze aldığını”
ifade eden Sarut, kendisine
görmek nasip olmasa bile, zafere olan inancını ortaya koyar. Milli kaleci olması hase-
biyle yabancı medyanın da ilgi
odağı olan Sarut, verdiği demeçlerde, futbol kariyeri dolayısıyla dünyada her yere özgürce gidebildiğini söylüyor.
Fakat ona göre özgürlük bu
değil. Ö� zgürlük düşünceyi ve
fikir beyan etmeyi de kapsar.
Suriye’de 40 yılı aşkın süren
despotik rejimin tahammül
edilemez bir noktaya geldiğine dikkat çeken Sarut, “Ö� yle
bir rejim yarattılar ki oğul, annesiyle konuşamaz hale geldi.”
diyerek Suriye’deki rejimin
baskıcı karakterini oldukça
güzel bir şekilde tasvir eder.
Mütevazı kişiliğinin sonucu
olarak kendinden bahsetmeyi
pek sevmeyen Sarut, “Kardeşimi kaybettim ama on binlerce
insanın katledildiği gerçekliği
içinde bunu ifade etmenin
dahi önemi azalıyor. Katledilenlerin, gözaltında kaybedilenlerin hepsi kardeşimdir.
Her aileden bir kayıp vardır;
bu bizim için onurdur.” şeklinde konuşurken yaşına oranla
olgun bir mücadele insanı karakteri çizer.
Sarut’un dikkat çeken bir
diğer özelliği de birleştirici kişiliğidir. Kendisiyle özdeşleşen
“Ya Allah Menna Ğ� ayrak Ya Allah!” nidası Suriye’de bir gerçeğe tekabül etmektedir. Baas
diktasına karşı yalnız bırakılan Suriye halkını hep birlikte
mücadele etmeye çağırır. Israrla tek yardımcılarının Allah
olduğunu her ortamda vurgular. Kimi zaman bütün topluluğa kelime-i şahadet getirtirken arkasından Hz. İ�sa’nın da
Allah’ın nebisi olduğunu hatırlatarak Hıristiyanların da bu
17
mayıs’13
gündem
devrimde yer alması gerektiğine dikkat çeker. Aleviler
içinden devrime destek verenleri kürsüde konuşturarak Suriye kıyamının mezhebî� bir
karakter taşımadığının altını
çizer. Sanatın sokağa yansıyan
yüzü Sarut, Suriye devriminin
çığlığıdır. Bu çağın Ebu
Zerr’idir, Abdullah b. Mesud’udur. Rabbimiz onu ve onun gibileri korusun.
Esed askerlerinin tank saldırısına uğrayan Telbise beldesindeki cesur kadını da hatırlamak gerekir ki, babasını
şehit verdiğini, Esed askerlerinin evlerine tankla saldırdığını, elinin hafif yaralanması dışında bir zarar görmediğini,
bu saldırının ayakkabılarının
tozunu bile arttırmadığını
söylüyordu. Ayrıca, Suriye rejimini, İ�ran’ı, Çin’i, Hizbullah’ı,
Rusya’yı ve dünyanın diğer büyük güçlerini de zerre kadar
umursamadıklarını vurguladıktan sonra erkek gibi karşılarına çıkıp savaşmaya çağırıyor. Ardından Telbiseli kadınlarla birlikte silahlanıp Suriye’yi kurtaracaklarını ifade
ediyor. ‘Bizim ölülerimiz cennette, onlarınki ateşte’ diye
sözlerini sürdüren mücahide
kadın, Esad ailesine hitap ederek ‘size esed (aslan) denmesi
ayıptır, siz köpeksiniz’ diyor ve
kimseden korkmadığını da
sözlerine ekleyen cesur kadın,
‘Telbise’nin tamamını da yıksanız umurumuzda değil, yeniden imar ederiz, mağaralarda da yaşarız, ancak Telbise’yi
ve tüm Suriye’yi tağut
Beşşar’dan, insanları birbirine
kırdıran, başarısız, acımasız
18
mayıs’13
ve aptal rejiminden kurtaracağız. Biz kadınlar onlara meydan okuyacağız’ diyerek sözlerini bitiriyor.
şünüze devam edin...
Â� limlerin, hocaların sustuğu bir dönemde camide hutbe
veren komutanlara da şahit
oluyoruz: O yiğit komutan ki
şöyle diyordu: “Bu ümmetin
en büyük firavununa karşı
savaş veriyoruz. «Kim Allah›ın
kelimesinin yücelmesi için
savaşıyorsa o Allah yolundadır».
Allah
içimizden
gerçekten iman edenleri ayırt
etmektedir.
Devrimimizin
geciktiğini söyleyenler var...
Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi
ve Selem’in şu sözünü duymadınız mı?
Esed’in askerleriyle girdiği
çatışmada sol kolunu kaybeden mücahit komutan Ebu
Yahya’nın durumuna da şahit
olduk. O komutan ki, bir insan
olarak normal şartlarda acıdan feryad etmesi gerekirken,
bu onun hiç de umurunda değildi. Zira o tedavi esnasında
yüksek bir sesle Meryem
Suresi’ni okuyordu. Yahya komutan bizlere, cihad meydanında kolu kopan, ona rağmen
pazularıyla Hilafet sancağını
yere düşürmemek için acılarını unutan sahabeyi hatırlatıyor ve bir kez daha “tarih tekerrürden ibarettir” hakikatini gösteriyordu.
Çocukların İ�slam akidesine
nasıl bağlandıklarına da şahit
oluyoruz. Suriye direnişinden
şüheda Murabitin Komutanı
Abu Abdullah Al-Humsi anlatıyor: “Bombalamalar her gün
füze, tank ve uçaklarla devam
ediyor. Bombalar yağmaya
başladığında ben çocuklara
‘içeri girin, kaçın’ dedim. Onlar
da bana ‘korkma, Allah’ın dilediğinden başka bir şey bize
asla isabet edemez’ dediler.
Komutan biz Müslümanlara
şöyle diyor: “Gelin de, akidenin üzerinde cisimleştiği,
Şam’daki, Halep’teki çocukları
görün”
Esed’e ait savaş uçakların
bombardımanına uğrayan bir
beldeden yükselen nidalara da
şahit oluyoruz. Suriyeli bir yiğit şöyle diyordu: “Gökyüzünü
direksiz yükselten Allah’ın
hakkı adına! Ü� stümüze bütün
evleri yıksan da, dağları ve
ağaçları yerinden söksen de,
taşları yaksan da, Biz Allah-u
Teâla için ayakta kalacağız!
Her
nereyi
bombalasan
karşına çıkacağız, ey katil
Esed! Her nereyi bombalasan
biz ayakta kalacağız Allah’ın
yardımıyla..Allahu Ekber. Vallahi açtığın çukurların içinden
çıkıp karşına dikileceğiz. Biz
yerin altında ve üstündeyiz,
Allah da bizimle ve kimseden
korkmuyoruz.”
“Allah zalime hiçbir mazereti kalmayacağı güne kadar
mühlet verir.” “Zafer ancak Allah’tandır.” “Savaştığınızda siz
savaşmıyorsunuz, attığınızda
siz atmıyorsunuz...” Ey müslümanlar! Ü� mitsizliğe kapılmayın... Allah’ın adıyla yürüyü-
Suriye’de sahabeyi hatırlatan o kadar şey var ki; her şeyden önemlisi mücahitlerin cihad meydanlarındaki eşsiz cesaretleri, zalim bir rejimin
gündem
devrilmesi ve Hilafet’in tekrar
inşası adına ortaya koydukları
mücadeledir. Allah Subhanehu
Ve Teâlâ’nın izniyle Suriye’de
şartlar hazırlanıyor. Yüce Allah toplumun değişimi, diktatör yöneticiler ve rejimlerinin
tarihin çöplüğüne atılması için
tabiri caizse “düğmeye basmıştır”. Allah Subhanehu Ve
Teâlâ bir toplumu, Allah’ın şeriatını tatbik edecek bir toplumu hazırlıyor. Bir yandan
Müslümanlar ağır bir imtihandan geçirilerek saflar netleştirilirken, diğer taraftan ülkelerin, devletlerin, yöneticilerin,
cemai hareketlerin, alim(!)lerin.. maskeleri düşürülüyor,
diğer taraftan da Hilafet’in
maddi gücünü oluşturacak ihlaslı, samimi, bir kuvvet oluşturuluyor. Çünkü öyle bir kuvvet olmalıydı ki, bu, zalimlerin
kontrolündeki Müslüman orduların kaldırabileceği bir yük
değildi. Yüce Allah öyle bir
ordu inşa ediyor ki; akidesiyle,
Rabbine olan bağlılığıyla ihlaslı, musibetlere karşı sabırlı,
adeta piştikçe pişen, olgunlaşmış Muhammedi bir ordu olmalıydı. İ�şte Sünnetullah böyle işliyor Suriye’de. Bir yandan
mücahitlerin Esed ve Haçlı ordularına karşı her gün kazandıkları zaferler, diğer yandan
da şehadet aşkıyla yanıp tutuşan gönüller, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Selem ‘in Şam
beldesi ile ilgili hadislerini tefekkür ettiklerinde, bu durum
mücahitleri
kamçıladıkça
kamçılıyor ve zafere her gün
bir adım daha yaklaştıklarına
inanıyorlar ve kendilerini destekleyen ve takip eden dünya-
nın dört bir yanındaki Müslümanlara umut ışıkları saçıyorlardı.
Velhasıl kelam; asırlar geçse de İ�slam’ın karşısında fikren duramayanlar maddi kuvvete başvurarak İ�slam’ın yayılışını ve ilerleyişini durdurmak istemişler, kimi zaman
bunda başarılı olmuşlar, fakat
İ�slam, tüm engellemelere rağmen ilerleyişini ve yayılışını
sürdürmüştür. Ne zaman ki,
Müslümanlar üzerinde Mekke’de işkence ve zulüm artmış,
işte o zaman diğer toplumlar
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve
Selem ‘in davetinden haberdar
olmuş, toplumlar İ�slam’a girmiş ve İ�slam kendisini devlete,
Raşidi Hilafet Devleti’ne taşı-
Bir yandan
Müslümanlar
ağır bir
imtihandan
geçirilerek saflar
netleştirilirken,
diğer taraftan
ülkelerin,
devletlerin,
yöneticilerin,
cemai
hareketlerin,
alim(!)lerin
maskeleri
düşürülüyor.
yacak bir Ensar’a ulaşmış ve
Medine’de İ�slam Devlet’i kurulmuştur.
İ�şte dün, nasıl ki Rasulullah
SallAllahu Aleyhi ve Selem ‘in
davası, baskı ve zulmün neticesinde Arap kabilelerine ulaşarak İ�slam Devleti’ne taşındıysa, bugün de Müslümanlara
yapılan baskı ve şiddetin,
katliamın zirveye ulaştığı bu
dönemde,
insanlığın
ve
Müslümanların dünya ve
ahiret saadetinin garantisi
olan Hilafet düşüncesinin,
dünyanın dört bir yanına kök
salmasına vesile olacak, ve
böylece inşallah Suriye halkı
ve mücahitlerin öncülüğü ve
liderliğindeki şanlı Suriye
kıyamı, asrın firavunu ABD’nin
liderliğindeki haçlı kafirlere
ve onlara tabi olan Müslümanların başındaki zalim
yöneticilere son darbeyi vurarak, küfür ve kalıntılarını bir
daha geri dönmeyecek şekilde
tarihin çöplüğüne atacak ve
nihayetinde Allah Subhanehu
Ve Teâlâ’nın vaa’di, Rasulullah
SallAllahu Aleyhi ve Selem’in
müjdesi ve İ�slam ümmetinin
büyük arzusu olan Raşidi
Hilafet Devleti yüzbinlerce şehidin kanlarıyla sulanan Şam
beldesinde inşallah yeniden
kurulacak ve tarih yeniden tekerrür edecektir..
ٍِ
‫ون‬
َ ‫َوَي ْو َمئذ َي ْف َرُح اْل ُم ْؤ ِمُن‬
“İşte O gün müminler de
Allah’ın yardımıyla sevineceklerdir.” (Rum 4)
19
mayıs’13
gündem
AKİL İNSANLAR HEYETİ’NİN
MİSYONU
Haluk ÖZDOĞAN
2009 yılı Ağustos ayına girerken, hükümet “demokratik
açılım”I ilan etmişti. 2009
Ekim ayına gelindiğinde ise,
bu günlerdeki gibi esen bir
“barış(?)” havasında Habur Sınır Kapısı’ndan gelerek teslim
olanların karşılanış biçimi,
ilan edilen “açılım” sürecinin
ilk ciddi imtihanıydı ve “açılım” denilen süreç bir
“açmaz”a dönüşüvermişti. Ardından devlet “güvenlik eksenli” politika izlemeye başlamış, art arda KCK operasyonları yapılmıştı. Hükümetin
topluma duyurduğu eksen,
“terörle mücadele siyasetle
müzakere”ydi. 2011 seçimleri
sonrası atmosfer “demokratikleşme” sürecinin devam
edeceği yönündeydi. Yine
2009-2010 dönemine ait PKK
ile devletin Oslo’da yaptığı görüşmelerin basına sızdırılması
da, söz konusu sürecin ikinci
durak noktası olmuştur. Sonrasında tekrar atmosferin
sertleştiğine şahit olduk. Burada bunlardan bahsetme nedenim PKK ile yürütülen “barış/çözüm süreci” denilen işleyişin detaylı bir anlatımı de-
20
mayıs’13
ğil, sadece köşe başlarını ortaya koymaktır. Şimdi de “Akil
İ�nsanlar Heyeti”nin hükümet
tarafından belirlenip çalışmalarına başlamasıyla yeni bir
döneme girildiğini görmekteyiz. Burada mesele “Akil
İ�nsanlar Heyeti”ni oluşturan
fertler üzerinde seviyesiz değerlendirmeler yapmak değil,
bu heyetten gözetilen gayeyi,
çözüm süreci olarak adlandırılan süreçte üstleneceği rolü
idrak etmektir.
Ö� ncelikle dönem yeni bir
dönem olarak görünse de
“Akil İ�nsanlar Heyeti” fikri
yeni
değildir.
Ö� calan’ın
2007’de İ�mralı’da avukatları
ile yaptığı görüşmede gündeme gelen “Akil İ�nsanlar
Heyeti” düşüncesi, 2008’in
Ocak ayında ise DTP genel
başkanı sıfatıyla Ahmet Türk
tarafından grup toplantısında
meclis çatısı altında dillendirilmişti. 2012 yılı yaz
aylarında da CHP’nin 10
maddelik “çözüm öneri paketi” içinde de yine “Akil İ�nsanlar Heyeti” düşüncesine
rastlıyoruz.
Tabii ki AKP yönetimi “terörün sonlanması ve Kürt meselesinin çözümü” konusunda
muhtemel başarıyı kimseye
bırakmak
istememektedir.
Zira bir başarı olacaksa bu başarının kendi iradesiyle gerçekleşeceğine inanmakta, bu
inancına tüm toplum kesimlerini ortak etmek istemektedir.
Bu nedenle daha öncede gündeme gelen “Akil İ�nsanlar Oluşumu” fikri, bugüne kadar hayat bulmamış ya da AKP açısından bakarsanız; şartlar, ancak olgunlaşmış, direnç gösteren odaklar ancak şimdi sürece karşı koyamaz hale gelmiştir. Sonuçta AKP işler bu noktaya gelinceye kadar “cefasını
çekip”, “sefasını başkalarının
(CHP veya BDP öncülüğünde
bir çözüm) sürmesi”ni istemez. Ö� yle ki akademisyen, sanatçı, yazar ve sivil toplum
kuruluşu
temsilcilerinden
oluşan “Akil İ�nsanlar Heyeti”ni
dahi başbakanlık belirlemiştir.
“akil insanlar” vasfının kullanılmasıyla da, çözümü sanki
bu “akleden insanlar”ın üreteceği izlenimi veriliyor ki, zaten
ortalama vatandaşta oluştu-
gündem
rulmak istenen hava da bu
olsa gerek.
Peki ya bu heyetin görüştüğü kesimleri kim belirliyor
veya kimlerle görüşülüyor?
Türkiye’nin 7 bölgesinde
farklı toplum kesimleriyle bir
araya gelerek halkın “çözüm
süreciyle ilgili nabzını tutmak”
amacıyla ilk etapta iki aylık bir
program çerçevesinde oluşturulan bu heyet, bir iki yerde
hesap edilemeyen tepkiyle
karşılaşınca Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay söz veriyor; “Bundan sonra böyle şeyler olmayacak” diye. Demek ki
bu heyet, çalışmalarına aykırı
tazyik oluşturmayacak “sivil
toplum temsilcileri” ile bir
araya gelecek ve her kesimden
“olumlu” tepki geldiğine dair
bir kamuoyu oluşturulacak
(ki; gün be gün heyetin faaliyetleri veya görüşme ve toplantılarına ilişkin haberleriyle
medya, bu konuda üzerine düşeni yapıyor!) sonrasında halka kapalı olan “çözüm
süreci”nin farklı bir aşamasına
geçilecektir. Söz konusu “Çözüm Süreci”nin ne olduğu halka kapalı. Çünkü “Çözüm Süreci” topluma; “silahların susup,
Kürt meselesinin toplumsal
mutabakat çerçevesinde, “siyasi ve kültürel haklar” temelinde bir çözüme, bir sonuca
kavuşturulması” şeklinde genel ifadeler ve muğlak kavramlardan oluşan cümlelerle
ifade ediliyor. Hâlbuki meselenin sırf bir Kürt meselesi olmadığı halen hazırlanmakta
olan “yeni, özgürlükçü, demokratik ve sivil” anayasa sü-
“Çözüm
Süreci”nin ne
olduğu halka
kapalı. Çünkü
“Çözüm Süreci”
topluma;
“silahların
susup, Kürt
meselesinin
toplumsal
mutabakat
çerçevesinde,
“siyasi ve
kültürel haklar”
temelinde bir
çözüme, bir
sonuca
kavuşturulması”
şeklinde genel
ifadeler ve
muğlak
kavramlardan
oluşan
cümlelerle ifade
ediliyor.
reciyle birebir ilişkili olduğu
da siyasi bakışa sahip ve gelişmeleri yakından takip eden
herkesçe malumdur.
Heyetin yaptığı faaliyetleri
AKP’nin mecliste bulunan 327
milletvekili de yapabilirdi niçin “Akil İ�nsanlar”a ihtiyaç duyuldu? Çünkü toplum gerçekte
ne demokrasiyi ne de ona ait
değerleri benimsiyor ve kendilerine seçtirildiği halde, siyasilerle kendileri arasında
samimi bir lider-tebaa ilişkisi
olmadığını, kendilerine sadece seçim zamanlarında değer
verildiğini görüyor ve demokrat, makyavelist-menfaatçi siyasetçilere güvenmiyor. Ö� te
yandan
“Akil
�nsanlar
Heyeti”nde bulunan kişilerin
daha bağımsız daha samimi ve
tarafsız olarak konuya eğileceği izlenimini vermek de, bu
devrede güven artırıcı bir unsur olması bakımından önem
arz ediyor. Amaç toplumda
“katılımcı demokrasi” havası
estirmek, halka; “sizi dinliyoruz, size değer veriyoruz, sizi
akil insanlarla bir araya getiriyoruz, yönetimde size de söz
hakkı tanıyoruz” hissini tattırmaktır. Sonra AKP hükümeti
“halkın desteğiyle hareket ediyoruz” deyip yine bildiğini
okuyacaktır.
Ayrıca oluşturulan heyetin
işi sadece “çözüm süreci”nin
toplumda nasıl algılandığının
tespitini yapmakla sınırlı kalmayacaktır. Hazırlanacak raporda yeni anayasa çalışmalarına mutlaka atıfta bulunulacak ve heyet, AKP yönetiminin
yeni anayasa değişikliği teklif-
21
mayıs’13
gündem
leri ve başkanlık sistemi önerisi gibi “çözüm?” önerilerini,
kendi önerileri gibi “halka
anlatma”ya bir 2. Etap çalışması şeklinde devam edecektir. Zira Başbakan Erdoğan
başkanlığında, 15.04.2013 tarihinde gerçekleştirilen MKYK
toplantısında
Başbakan
Erdoğan’ın siyasi baş danışmanı Yalçın Akdoğan, “Akil İ�nsanlar Heyeti”nin görev süresinin
uzatılabileceğinin
işaretini vermiştir. Ö� te yandan
Başbakan Erdoğan’da, temel
haklar, özgürlükler başta
olmak üzere sunulan Anayasa
değişikliği tekliflerinde en
ileri önerilerin AK Parti›den
geldiğine dikkat çekerek, bu
önerilerin
arkasında
iyi
durulması ve başta başkanlık
sistemi olmak üzere halka bu
önerilerin iyi anlatılması
gerektiğine vurgu yapmıştır.
Değinilmesi gereken konulardan biri de, yine AKP’nin
bir önerisi olarak gündeme
gelen Meclis çatısı altında “Çözüm Sürecini İ�zleme Komisyonu” meselesidir. Bu komisyon,
mecliste grubu bulunan diğer
partileri
de
öncülüğünü
AKP’nin yaptığı bu “günaha”
ortak etmek ve “çözüm
süreci”ne ayak diretenleri hizaya getirmek içindir ki olumsuz bir sonuç karşısında tek
başına “günah keçisi” olarak
ortada kalmasın. Nitekim AKP,
bu komisyona katılmayacağını
açıklayan MHP’ye yönelik iktidara ortak olduğu dönemdeki
yolsuzlukları araştırmak için
de bir komisyon kurulacağını
ilan etti. CHP’nin böyle bir komisyona katılmaması ise; son-
22
mayıs’13
Başkanlık
sistemine geçişe
hazırlık gibi
görünen
bölgesel nitelikli
“Akil İnsanlar”
heyetlerinin
gerçek anlamda
topluma
kazandıracağı
bir çözüm
yoktur. Çünkü
bu kimseler, bu
toplumun
içinden çıkmış
gibi görünseler
de duygu olarak
halktan kopmuş,
başkalaşmış,
yabancılaşmış
sadece ünlü
simalardır.
rasında ayağına dolanacak bir
pranga olur. Zira CHP’nin geçen yaz meclise sunduğu on
maddelik çözüm önerisi paketi içinde söz konusu komisyonla aynı amacı güden bir
komisyon kurulması önerilmekteydi.
Başkanlık sistemine geçişe
hazırlık gibi görünen bölgesel
nitelikli “Akil İ�nsanlar” heyetlerinin gerçek anlamda topluma kazandıracağı bir çözüm
yoktur. Çünkü bu kimseler, bu
toplumun içinden çıkmış gibi
görünseler de duygu olarak
halktan kopmuş, başkalaşmış,
yabancılaşmış sadece ünlü simalardır. Fikir olarak da halkın İ�slami inancıyla çelişen
demokratik değerlerin yani
topluma yabancı fikirlerin kamuoyunun yapılması için çalışmaktadırlar. İ�slam sancağı
altında huzur içinde yüzyıllarca beraber yaşayan farklı etnik
kökene sahip Müslümanlar zaten bu yabancı fikirler nedeniyle birbirlerine düşman olmadı mı ki; şimdi bu yabancı
fikirler sayesinde kaynaşabilsinler?
gündem
TÜRKİYE’DE YARGI,
IV. YARGI PAKETİ VE
SONUÇLARI
İbrahim ER
Yasalarda değişiklik ve reform denildiğinde akla ilk gelen husus şüphesiz Sosyal Güvenlik alanında yapılan değişikliklerdir. Zira bu güne kadar
bu alanda irili ufaklı üç binin
üzerinde değişiklik meydana
gelmiştir. Son yıllarda ise bu
konudaki liderliği yargı eline
geçirmiştir. On yıldan beri yargı ile ilgili yasa ve kurumlarda
gerçekleştirilmeye çalışılan
değişiklikler bir türlü son bulmamıştır. Hal böyle olunca; bu
kadar çok revizyona rağmen
hâlâ istenilen noktaya gelmemiş bir yargı söz konusu ise ve
hâlâ başta anayasa değişikliği
olmak üzere çok köklü değişikliklerden bahsediliyorsa,
bundan önce hem de bağımsız
olarak yutturulup seksen yıl
boyunca uygulanmaya çalışılan şeyin adı neydi acaba?
Meseleye Türkiye’nin yargı
konusundaki doksan yıllık
geçmişini kısaca hatırlayarak
başlayabiliriz. Tek parti dönemini hatırlatmaya gerek bile
yoktur. İ�slam’la mücadelenin
en yoğun şekilde yaşandığı
dönem bu dönemdir. Bu dönemde yargının bütün İ�slami
değerleri yok etmek gibi özel
bir misyonu olmuştur. Sırf bu
gaye için İ�stiklal Mahkemeleri
kurulmuş, “Hıyanet-i Vataniye
Kanunu” çıkarılmış ve İ�slami
hayat için direnen Müslümanlar hedef tahtasına konulmuştur. Tek parti iktidarı boyunca
Kemalistlerin yumruğu Müslümanların ensesinden hiç inmemiştir. Bu yumruk görevini
de kolluk kuvvetleri ve yargı
üstlenmiştir.
Daha
sonraları
ise
Amerika’nın, İ�ngiliz yanlısı
Ulusalcıların egemen oldukları bu topraklarda egemenliği
ele geçirme faaliyetleri başlamıştır. Bu durum da arka arkaya Ulusalcıların yapmış oldukları darbeler meydana getirmiştir. Ö� zellikle darbe dönemlerinin ardından statüko/Ulusalcı varlık, yargı üzerinde
kendi bekasını tesis edecek
unsurları inşa etmek suretiyle
istediği gibi oynamıştır. Dolayısıyla statükonun mutlak
egemen olduğu dönemlerde
yargı “Laik, Kemalist” bir çizgide tesis edilmiştir. Bunun
anlamı, yargının öncelikli işinin devlet adı verilen bu varlı-
ğı Laik ve Kemalist çizgi doğrultusunda koruması ve bekası için tehdit oluşturacak unsurları da şiddetli şekilde defetmesidir. Buna özetle yargının siyasallaşması diyoruz. Bu
siyasi yön yargının bu zamana
kadar bu devlet içerisinde
üzerine oturtulduğu esasi
yöndür. Yargıdaki bu siyasi
yön, insanlar arasındaki problemlerin çözümleri hususunda bariz olmasına rağmen pek
hissedilmez. Neticede bir hırsızlık vakıasında veya işlenmiş
bir cinayetin aydınlatılmasında ya da miras paylaşımında
bu siyasi yönü kolayca anlayamazsınız. Zaten bu tür problemlerin nasıl çözüldüğü bu
konumdaki devletler için pek
te önemli değildir. Sonuçta hüküm insana ait olduğu için zulüm her alanda devam eder.
Yargıdaki siyasi yön, devlet ile
devletin çizgisi dışında bulunan devlet adamlarının hesaplaşmalarında ve devlet ile vatandaş arasındaki ilişkilerde
daha net biçimde ortaya çıkar.
Bu aşamada mesele; aradaki
bu problemi çözmeye değil,
otomatik olarak devleti ve
23
mayıs’13
gündem
egemen gücü korumaya yönelik bir hal alır. İ�şte bu, Türkiye’deki bağımsız(!) yargının
üzerine oturtulduğu temeldir.
Bu durum, İ�ngiliz sömürüsünün Türkiye üzerindeki
temsilciliğini yürüten Laik,
Kemalist, Ulusalcı varlığın
seksen yıllık mutlak hâkimiyeti boyunca bu şekilde devam etmiştir. Yargı, özellikle
1960 Darbesi’nin ardından
“Kuvvetler Ayrılığı Prensibi”
ile başlı başına bir kuvvet haline getirildikten sonra, devletin bekası adına önemli bir güç
haline gelmiştir. Zira yargı, siyasi otoriteden koparılarak,
siyasi otoriteye hâkim olabilecek farklı bir (Amerikancı) gücün yargı üzerindeki hâkimiyetinin önüne geçilmesi
sağlanmıştır. Dolayısıyla yargı,
kendi başına bir güç haline getirilerek, devlet içerisinde siyasi otoriteyi ele geçiren bir
gücün, kolay kolay elde edemeyeceği kurumsal bir yapı
haline getirilip koruma altına
alınmaya çalışılmıştır.
Bugün artık güç dengeleri
değişmiştir. Amerikan sömürüsünün Türkiye temsilciliğini
yürüten AKP iktidarı, Amerika’nın Türkiye üzerindeki
hâkimiyetini perçinlemesini
sağlayacak olan yargıya yönelik müdahalelerini devam ettirmektedir. Bunun ilk adımı
“AB Uyum Yasaları” ile gerçekleştirilmiş olsa da, asıl büyük
adım 12 Eylül 2010’da yapılan
referandumla atılmıştır. Bu referandumla, özellikle HSYK
(Hâkimler ve Savcılar Yüksek
Kurulu) ve Anayasa Mahkeme-
24
mayıs’13
si üzerindeki yapısal değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Bu
Anayasa referandumu sonrasında da yasa değişiklikleri,
bazı mahkemelerin lağvedilip
yerlerine yenilerinin kurulması, çok sayıda hâkim ve savcının ya emekli edilmesi, ya da
görev yerlerinin değiştirilmesi
gibi uygulamalar yargı üzerinde devam etmiştir. AKP, son
dönemde yargı üzerinde çok
ciddi değişikliklere imza atmış
ve Ulusalcılara ait emareleri
yargı üzerinden tamamen kaldırmıştır.
Eğer mesele yargı ve bu konuda yapılan pek çok reform
ise, bunları incelemeden önce
yargının Türkiye’deki vakıasını ve rolünü iyice anlamak da
kaçınılmazdır. Biz biliyoruz ki;
parlamenter bir sistemde yasama ve yürütmeyi tek başına
iktidara gelen hükümetler ellerinde tutarlar. Bugünkü AKP
iktidarının Türkiye’deki durumu da bu şekildedir. Dolayısıyla yasama ve yürütmeyi yani
devletin idaresini gerçek anlamda ele geçiren bir gücün,
yargıyı kendi haline/bağımsız
olarak bırakması mümkün değildir. Bu güç doğal olarak yargıyı ele geçirmek ve yargıda
kadrolaşmak için mücadele
edecektir. Çünkü bütün otorite
sahipleri, önlerinde duran büyük bir engeli, arkalarına aldıkları büyük bir güç haline
getirme gayreti içine girmek
zorundadırlar. Bu durum, ülkedeki gücü elinde tutanların
bekası ve işlerinin kolayca yürüyebilmesi için hayati bir meseledir. İ�şte bu vakıa, demokratik parlamenter sistemlerin
tatbiklerinden ortaya çıkan ve
bütün güç sahipleri için geçerli olan doğal bir sonuçtur. Bu
konu hakkında aksi bir düşünüşte bulunmak bile abesle
iştigal etmektir. Bu nedenle
her şeyden önce diğer bütün
alanlarda olduğu gibi yargıda
da büyük bir güç değişiminin
yaşandığını, Amerikan nüfuzunun AKP eliyle her geçen
gün daha da yerleştirilmeye
çalışıldığını göz önünde bulundurarak reformlar konusunu ele almak daha faydalı olacaktır.
11 Nisan 2013 günü “IV.
Yargı Paketi” olarak bildiğimiz, “İ�nsan Hakları ve İ�fade
Ö� zgürlüğü Bağlamında Bazı
Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı”
Meclis Genel Kurulu’nda oylanarak kabul edildi ve yasalaştı.
Ancak yasalaşan bu yargı paketi beklentilere cevap veremediği gibi, büyük hayal kırıklıklarının yaşanmasına da neden oldu. Zira bu reform paketi, daha önce de belirtmeye
çalıştığımız gibi bu ülkede şu
anda ve tüm ülke tarihi boyunca en çok mağduru olan bir
meselenin, yani terör meselesinin düzenlendiği bir yasa paketi olarak ortaya çıkmıştır. Bu
nedenle aileleri ve hatta bir
bölgeyi komple işin içine katıp
hesapladığımızda, bu yargı paketinden milyonlarca insanın
beklentisinin ve umudunun
olduğunu söyleyebiliriz. PKK
konusunda yaşanan barış sürecinin beklenenden hızlı seyretmesi de, bu beklentilerin ve
umutların artmasına neden
oldu. Barış sürecinin terör ko-
gündem
nusundaki yasal düzenlemeleri de beraberinde getirecek
olması, konuyu genel af kapsamına kadar sürüklemiş oldu.
Dolayısıyla beklentiler daha
da arttı.
Bu yasayla, daha önce de
belirtildiği gibi 3713 sayılı
TMK
(Terörle
Mücadele
Kanunu)’nın 6. ve 7. maddelerindeki hususları kapsayan
değişiklikler gerçekleşti. Buna
göre, terör örgütünün propagandasını yapan, örgütlerin
bildiri veya açıklamalarını basanlara veya yayınlayanlara
ceza verilmesinde, “cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösteren, öven ya
da bu yöntemlere başvurmayı
teşvik eden” şartı getirildi. Bu
doğrultuda, yasaya göre terör
örgütlerinin bildiri ve açıklamalarını basıp yayınlayanlara,
propaganda suçu işleyenlere
ve yasa dışı toplantı ve gösteri
yürüyüşüne katılanlara, bundan sonra ayrıca “terör örgütüne üye olmak” suçundan
ceza verilmeyecek.
Ancak, işlenen suçun; patlayıcı madde bulundurma,
mala zarar verme, kasten yaralama, görevi yaptırmamak
için direnme, genel güvenliği
kasten tehlikeye sokma gibi
cebir ve şiddet içermesi halinde, kişi ayrıca örgüt üyeliğinden cezalandırılacak. Ayrıca,
“terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen kişinin ayrıca örgüte üye
olmak suçundan da cezalandırılacağı” hükmü, sadece silahlı
örgütler hakkında uygulanacak. Silahsız bir örgüt veya çe-
11 Nisan 2013
günü “IV. Yargı
Paketi” olarak
bildiğimiz,
“İnsan Hakları
ve İfade
Özgürlüğü
Bağlamında
Bazı Kanunlarda
Değişiklik
Yapılmasına
Dair Kanun
Tasarısı” Meclis
Genel
Kurulu’nda
oylanarak kabul
edildi ve
yasalaştı. Ancak
yasalaşan bu
yargı paketi
beklentilere
cevap
veremediği gibi,
büyük hayal
kırıklıklarının
yaşanmasına da
neden oldu.
teye üye olmayan kişiler ise
sadece işledikleri suçlardan
ceza alacak.
İ�şte büyük bir merakla ve
umutla beklenen terör konusundaki düzenlemeler bunlardan ibarettir. Bu düzenlemeler
ışığında bu reform paketinin
sonuçlarına göz attığımızda:
Ö� ncelikle bu yargı reformu,
beklentilerin aksine Hükümetin PKK konusundaki barış
süreci bağlamında oluşturmayı planladığı PKK ve KCK
tutuklu ve hükümlülerinin
salıverilmesine ilişkin oluşturulmuş bir düzenleme değildir.
Ancak en başından beri böyle
bir hava oluşturularak çözüm
sürecine bağlı olarak ileride
böyle
bir
düzenlemenin
yapılabilirliğine ilişkin bir
yoklama yapılmıştır. Yoksa şu
an itibariyle barış sürecine
ilişkin bir düzenleme içermemektedir. Nitekim Meclis
Genel Kurulu’ndaki görüşmeler esnasında BDP milletvekillerinin en çok vurgu yaptıkları konu, KCK tutuklularının bu yasadan faydalanamayacak olmaları konusudur.
Ö� zellikle Şırnak Milletvekili
Hasip Kaplan bu konuyu açıkça dile getirmiştir. Aynı konuda Adalet Bakanı Sadullah Ergin de, “Ö� rgüt silahsızsa bu
örgüte üye olmadan suç işleyen, eyleminin cezasını alır
ama örgüt üyesi olmamakla
birlikte üyeymiş gibi cezalandırılmaz diyoruz. Silahlı ve silahsız şeklinde haklı bir ayrım
yapıyoruz. KCK tutukluları silahlı örgüt kurmak ve silahlı
örgüte üyeliği düzenleyen
25
mayıs’13
gündem
314. maddeden yargılanıyor.
Bu düzenlemenin kapsamında
değil” şeklinde konuşarak konuya son noktayı koymuştur.
Yargı reformuyla birlikte
silahlı ve silahsız ayrımı dikkati çekerken, cebir ve şiddeti
teşvik diye yeni bir kavram da
bu sürece dâhil edilmiştir. Bu
ise, yargılama ve örgütün niteliği ile şahsın üyeliği konularında meseleyi bulanık hale
getirmek için özellikle getirilmiş bir kavramdır. Eğer siz bir
yasaya cebir ve şiddeti teşvik
şeklinde bir detay ilave ediyorsanız, olayı tamamen soyut
hale getiriyorsunuz demektir.
Yine bu meseleyi yoruma açık
hale getirerek eğip bükmeye
elverişli bir ortam hazırlıyorsunuz demektir. Kısacası savcı
iddianamesinde, zorlama gerekçelerle ve tamamen kendi
yorumuyla “cebir ve şiddeti
teşvik” söz konusu diyerek yoruma dayalı bir iddianame hazırladığında, direkt olarak örgüt üyeliğinden yargılanabilecek ve bu yasadan asla faydalanamayacaksınız demektir.
Daha açık bir ifade ile Hilafet’i
istiyorsanız veya sahip olduğunuz kültür ve taşımış olduğunuz fikirler içerisinde “cihad” kavramı bulunuyorsa siz
direkt cebir ve şiddeti teşvik
ediyor olacaksınız. İ�şte bu yargı reformu içerisinde devlet
kendi bekasına yönelik en büyük yatırımı bu düzenlemeyle
yapmıştır.
Bu süreç, ileriki dönemde
ve barış süreci doğrultusunda,
PKK ve KCK’ya yönelik yapılacak tahliye düzenlemelerinden
26
mayıs’13
başta Hizb-ut Tahrir olmak
üzere, silahsız Müslümanları
beri tutmak için başlatılmış
bir süreçtir. Çünkü Müslümanların sahip oldukları kültür İ�slami kültürdür ve bu kültür
“Hilafetin ikamesi” ve “cihad”
gibi mevcut düzenlemeyle sistemin cebir ve şiddet olarak
değerlendirebileceği kavramları bünyesinde barındırmaktadır. Evet, bu düzenlemeye
göre ortada silah, cebir ve şiddet yoktur ancak, cebir ve şiddeti teşvik vardır.
Silahlı ve silahsız ayrımına
gelince; ister TMK’da, isterse
TCK’da olsun bu konuyla ilgili
zaten birçok madde bulunmaktadır. Böyle bir ayrıma gidilmesinin, özellikle de basınyayın yoluyla işlenen suçlar ve
propaganda nitelikli eylemler
açısından ele alınmasının da
sistem açısından haklı bir nedeni bulunmaktadır. Sonuçta
bu tamamen göstermelik bir
yaklaşımdır. Zira silahlı ve silahsız ayrımı sistem tarafından gerçekten örgütün silah
kullanıp kullanmamasına göre
değil, savcı ve hâkimlerin değerlendirmesine ve kanaatlerine göre yapılmaktadır. Bu
kanaatlerin nasıl oluştuğunu,
yargının siyasi olması konusunda belirtmeye çalıştık.
Türkiye’de Hizb-ut Tahrir
hakkında işletilen süreç bu konudaki tezimizi doğrulamaktadır. Başta İ�slam Beldeleri olmak üzere dünyanın hemen
her yerinde fikri ve siyasi çalışma yapan ve henüz dünyanın hiçbir noktasında silah
kullanmamış ve kullandığı da
tespit edilememiş bir kitlenin
mensuplarına, terör örgütü
üyeliğinden adeta kıyım yapılmaktadır. Gerekçe ise, bir Yargıtay hâkiminin yıllar önce bu
konuda vermiş olduğu bir karardır. İ�şte bu örnek yargının
siyasi hale gelmesine verilebilecek en çarpıcı örnektir. O nedenle devlet bu yargı reformuyla silahlı ve silahsız ayrımı
yaparak var olan bir adaletsizliğin önüne geçmek gibi bir niyet taşımamaktadır. Bundan
kasıt, Kürt meselesi ile ilgili
yürütülen barış süreci çerçevesinde, bu düzenleme kapsamında bulunan PKK ve KCK’lı
tutuklu ve hükümlüleri tahliye
etmek suretiyle süreç ile ilgili
iyi niyet mesajları vermek ve
bir sonraki adıma yatırım yapmaktır. Yoksa amaç, toplum
üzerinde var olan bir adaletsizliği gidermek ya da bir zulmü ortadan kaldırmak değildir. Son günlerde Ulusalcıların
dillerinden düşürmediği gibi:
“Bir taraftan Silivri’dekilere
gömülü silahlardan ömür
boyu hücre istenirken, diğer
taraftan Başbakan aracılığıyla
PKK’ya silahları gömün gidin”
diyen bir hükümetin yargıya
kattığı siyasi boyutu kolayca
görebilmekteyiz.
Hükümet,
Ulusalcılara karşı yargıyı bu
şekilde kullanarak Müslüman
halkın gözünü boyamaktadır.
Böylelikle; bir taraftan gayri
İ�slami hükümleri daha kolay
uygulama ortamı bulup halkı
sürekli zulme maruz bırakırken, diğer taraftan da adalet
naralarıyla İ�slam Davetini
yüklenmiş, cebir ve şiddetin
hiçbir türlüsüne bulaşmamış
gündem
Müslümanları terör ithamlarıyla zindanlara atarak adalet
anlayışını göstermektedir.
Bu yargı paketiyle birlikte
devlet açısından elde edilen
önemli kazanımlardan birisi
de; özellikle terör kapsamında
bulunan davalarda Aİ�HM tarafından, Türkiye aleyhine sonuçlanan ve bedelleri yüklü
seviyede tazminatlar olarak
ödenmek zorunda kalınan
yargı ihlallerinin önüne geçmek için yapılan düzenlemelerdir. Bu paket çerçevesinde
kanunla; Aİ�HM’nin terör örgütlerinin içeriği şiddet unsuru içermeyen bildirilerini yayınlayanların, sadece bu eylemleri nedeniyle cezalandırılmasını ifade özgürlüğünün ihlali olarak saymasına paralel
düzenlemeler
yapılacaktır.
Buna göre, terör örgütlerinin
bildiri veya açıklamalarını basanlara veya yayınlayanlara
bir yıldan üç yıla kadar hapis
cezası verilmesinde, “cebir,
şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösteren,
öven ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik eden” şartı getirilerek, suçun kapsamı Aİ�HM
standartlarıyla uyumlu hale
getirilecektir. Aynı düzenleme
basın açıklamaları için de geçerlidir. Aİ�HM’nin içeriğinde
şiddete başvurmayı cesaretlendirici ifadeler yer almayan
ya da kişileri silahlı isyana teşvik edici nitelikte olmayan
açıklamalar nedeniyle bireylerin
Terörle
Mücadele
Kanunu’nca cezalandırılmasını ifade özgürlüğüne aykırı
bulmaması için düzenleme yapılmaktadır. Buna göre, terör
Türkiye’de
Hizb-ut Tahrir
hakkında
işletilen süreç bu
konudaki
tezimizi
doğrulamaktadır. Başta
İslam Beldeleri
olmak üzere
dünyanın
hemen her
yerinde fikri ve
siyasi çalışma
yapan ve henüz
dünyanın hiçbir
noktasında silah
kullanmamış ve
kullandığı da
tespit
edilememiş bir
kitlenin
mensuplarına,
terör örgütü
üyeliğinden
adeta kıyım
yapılmaktadır.
örgütünün propagandasını yapan kişiye bir yıldan beş yıla
kadar hapis cezası verilmesinde suçun; “cebir, şiddet veya
tehdit içeren yöntemlerini
meşru gösterecek veya övecek
ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde olması” şartı getirilmektedir. Bu
suçun basın ve yayın yoluyla
işlenmesi halinde verilecek
cezanın yarı oranında arttırılması hükmü korunacaktır.
Bunlar da bu yargı reformu
çerçevesinde yapılması planlanan kanun değişiklikleridir.
Yasada terör dışında getirilen yeniliklerden bazıları da
şöyledir: İ�şkence suçlarında
zaman aşımı işlemeyecek.
Kamu düzeni açısından açık
ve yakın bir tehlikenin ortaya
çıkmaması halinde, yapılan
açıklamalar “suçu ve suçluyu
övme” suçunu oluşturmayacak. Halkı, askerlik hizmetini
yapanları firara sevk edecek
veya askerlik hizmetine katılacak olanları bu hizmeti yapmaktan vazgeçirecek şekilde
teşvik veya telkinde bulunanlara altı aydan iki yıla kadar
hapis cezası verilecek. Gözaltı
ve tutukluluk süresi başka bir
hükümlülüğünden indirilen
kişiler, tazminat isteyebilecek.
Ayrıca tasarının meclise geldiği halinden farklı olarak yalnızca ihaleye fesat karıştırma
suçu konusunda CHP’nin vermiş olduğu önerge ile AKP birlikte bir değişiklik yapılmıştır.
Yasada 12 Eylül darbesi mağdurlarının mağduriyetlerinin
giderilmesine yönelik, tüm
partilerin önerge ve desteğiyle
düzenleme de yapılmıştır.
27
mayıs’13
gündem
IV. Yargı Paketi bağlamında
yapılan düzenlemeler özetle
bu hususlardan ibarettir. Bu
düzenleme gündeme geldiği
günden itibaren hemen hemen sadece terör suçları açısından ele alınmış ve PKK,
KCK, Ergenekon ve diğerleri
açısından ne tür getirileri olacağı konuları konuşulmuştur.
Diğer hususlar ise arka planda
kalmıştır. Terör konusunda yapılan düzenlemeler elbette kamuoyundaki beklentileri karşılar nitelikte değildir. Ayrıca
bu gelişmelerin ardından, barış sürecinin baş döndüren hızına uygun bir yasa paketi
bekleyenler de yanılmış oldular.
Sonuçları açısından bu yargı paketinin PKK ile yürütülen
barış sürecinin ileride atılabilecek olumlu adımlarına yönelik bir kamuoyu yoklaması ve
altyapı çalışması olduğu açıktır. Yine bu pakette, Türkiye’nin
uluslararası arenada yargı konusunda bu güne kadar hiç olmamış olan prestijine temel
oluşturmak ve karşı karşıya
kaldığı yaptırımlara dur demek adına yapılmış olan iyileştirmeler bulunduğu da
açıktır. Ayrıca Ulusalcı statükonun yıllarca yapmış olduğu
çirkefliklerden dolayı mağdur
olmuş insanlara ve kendisine
destek veren halka karşı
popülist düzenlemeler bulunduğu da reddedilemez bir
gerçektir.
Bunların hepsi bu paketin
içeriğinde vardır ancak bizim
pakette dikkatimizi çeken bir
nokta var ki; o da cebir ve şid-
28
mayıs’13
Bu yargı
paketiyle birlikte
devlet açısından
elde edilen
önemli
kazanımlardan
birisi de;
özellikle terör
kapsamında
bulunan
davalarda
AİHM
tarafından,
Türkiye aleyhine
sonuçlanan ve
bedelleri yüklü
seviyede
tazminatlar
olarak ödenmek
zorunda kalınan
yargı ihlallerinin
önüne geçmek
için yapılan
düzenlemedir.
deti teşvik ile ilgili düzenlemedir. Bu apaçık bir tuzaktır.
Devletin barış sürecinde kat
edilmesi düşünülen mesafeye
binaen terör konusunda oluşturulacak yumuşatmaya karşılık, Müslümanların konumunu
sabit tutmak adına ortaya koyacağı yeni gerekçedir. Böylelikle İ�slam davetini yüklenen
Müslümanlar, yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi otomatik olarak cebir ve şiddete teşvik edici bulunarak terör kapsamında tutulmaya devam
edileceklerdir. � stelik yeni(!)
sistem sahipleri bunu yaparlarken, devletin yargı organları bu gerekçe doğrultusunda
çok ta fazla zorlama karar vermemiş olacaklardır. Çünkü
daha önceleri çok daha zorlamaya dayalı ve mesnetsiz kararlar vermek zorunda kalıyorlardı.
gündem
ÖTEKİ İLE BİRLİKTE YAŞAMA
VE ÇÖZÜM SÜRECİ
Osman YILDIZ
Allah’ın Rasulü SallAllahu
Aleyhi Ve Sellem’in ilk İ�slam
Devleti’nden son Osmanlı Hilafet Devleti’ne kadar olan
süre içerisinde, İ�slami fetihlerin gayesi oryantalistlerin ya
da onların görüşlerini yayanların aksine, İ�slam akidesini
halklara zorla benimsetmek
veya toprak ve ganimet için savaşmak değildi. İ�slami fetihlerin gayesi İ�slam’ın, onun tatbik, koruma ve yayma metodu
olan Hilafet nizamının egemenliğini sağlamaktı. Bundan
dolayı İ�slam’ın siyasal liderliğinin yeryüzünde ilahlık iddiasında bulunan ceberut idarecilerden ve tağutlardan alıp,
söz konusu yönetimi yeryüzünde bozgunculuk çıkartmayan, Allah’a ve ahiret gününe
inanan, bir gün tekrar dirilip
yeryüzünde yapmış olduğu fiillerden Allah’a hesap vereceğine iman eden insanlara teslim etmeye çalışan, ciddi bir
çaba olarak değerlendirilmesi
gerekmektedir.
�slami fetihlerin akabinde
yönetimler el değiştirmiş ve
halklar hiçbir baskı ve vesayet
altına alınmadan diledikleri
akideyi, inanç biçimini kabul
etme noktasında serbest
bırakılmışlardır. İ�slam akidesi;
dünya hayatına bakış açısı ve
kendisinden fışkıran hükümler ile hiçbir düşünce sistemi
ile mukayese edilemeyecek
derecede insan fıtratına uygun
ve onun ihtiyaçlarına cevap
veren tek düşünce sistemi
olunca, insanlar arasında hızla
yaygınlaşması ve gerek fert
fert, gerekse topluluklar halinde akın akın bu dine girmeleri
şeklinde gerçekleşmiştir.
İ�nsanlık tarihi boyunca
görülmemiş olan süratle, geniş
coğrafyaları hatta kıtaları
içerisine alan bu yayılma her
ne kadar şaşılacak bir durum
gibi gözükse de aslında olaya
derinlemesine
bakabilen,
aydın düşünenler için hiçte
şaşılacak bir durum değildir.
Şöyle ki; halkların topyekûn
İ�slam’a girmelerinde birinci
neden; bu dinin akidesinin
hayata yönelik bakış açısı, ona
ilişkin yorumu aynı zamanda
kattığı anlamın cazibesi ve
dayanılmaz çekiciliğinde gizlidir. Yine insanın içgüdü ve
uzvi ihtiyaçlarını karşılama,
onun problemlerini giderme
noktasında getirdiği adil,
dengeli ve çelişkili olmayan
çözümlerinde saklıdır. İ�şte
insanları kendisine böylesine
çeken farklı kıtalardaki, farklı
kültürlerdeki
ve
farklı
renklerdeki insanları kendi
potasında eriten ve onlardan
üstün bir şahsiyet çıkaran güç,
�slam akidesidir.
İ�slam’ın
fethettiği
coğrafyalarda öteki ile birlikte
yaşama noktasında en güzel
örnekler yaşanırken insanlığın
yaşadığı diğer coğrafyaları
inanç uğruna yapılan zorlama
ve baskılar kasıp kavuruyordu.
Yunan, Roma ardından Bizans
ve Fars imparatorlukları ile
başlayan
din
fanatizmi;
Avrupa’da yaşanan din savaşları ve engizisyon mahkemelerinin kurulduğu acılı
dönemlerle devam etmiştir.
Avrupa’nın sömürgeci kültüre
(Kapitalist-Demokratik) sahip
olmasından dolayı İ�slam ile
ilişkisi olan herkesi kıtadan
tasfiye etmiştir. Son olarak
Komünist rejimde Avrupa
engizisyon
mahkemelerini
aratmayacak
derecede
29
mayıs’13
gündem
Müslümanlara yönelik bir
vahşet sergilemiştir. Hilafet’in
ilgasıyla birlikte İ�slam ümmeti
parçalanmış aralarına tel örgüler, mayınlar döşemek suretiyle bölük pörçük olmuşlardır. Osmanlı Hilafet Devleti’nin
ilgasıyla birlikte yeni kurdurulan bu devletçiklerin hepsi de
İ�slam’a savaş açmışlardır. İ�ster
sömürgeci kapitalist ideoloji
olsun, isterse komünist ideoloji olsun artık İ�slam’a yaşama
hakkı tanımamış onu devlet,
toplum ve hayattan uzaklaştırmıştır. Allah Subhanehu Ve
Teâla’nın insanlığa göndermiş
olduğu hayat nizamı yerine
konulmak istenen her düşünce ve ideoloji insanlığa hüsrandan başka bir şey getirmemiştir. İ�nsanları insan seviyesinden hayvanlardan da aşağı
bir seviyeye çekmiştir. Nitekim ötekini kabul etme noktasında iki ayrı bakışın, iki ayrı
dünyanın çok derin farklılıklarının olduğunu görüyoruz.
Şayet İ�slam ötekine yaşam
hakkı tanımamış olsaydı
bugün ne Arap Hristiyanlarından ne de Osmanlı içerisinde yüzyıllarca yaşamış
diğer milletlerden bahsedilmezdi. Hz. Ö� mer (r.a.) Kudüs’ü
fethettiğinde şehrin kutsal
mekânlarını dönemin Kudüs
patriği ile beraber gezmişti.
Hz. Ö� mer (r.a.) Kıyame Kilisesi’ne geldiğinde namaz vakti
girdi. Patrik kendisine orada
namaz kılmasını tavsiye etti.
Ancak Hz. Ö� mer (r.a.) kendisinden sonra gelenlerin orasını mescide çevirecekleri endişesi ile bu teklifi reddetmiştir.
(Taberi Tarih)
30
mayıs’13
Diğer taraftan ise Endülüs’te Müslümanları Hıristiyanlaştırmak için öyle politikalar yürütülüyordu ki, din
değiştirmeyen Müslümanları
yakmakla tehdit ediyor, direnenleri yakıyorlardı. (İ�slam
Tarihine Giriş s.153)
Dominikli bir Rahip olan
Crucis Ricoldos 14. yüzyılın
başlarında doğu vilayetlerini
gezdiğinde Hıristiyanların ne
kadar müsamaha içerisinde
yaşadıklarını şu ifadelerle dile
getiriyor: “Müslümanların İ�slami yönetimin gölgesinde
Hristiyanlara
gösterdikleri
müsamahanın boyutlarını incelediğimizde şu hakikat tüm
çıplaklığı ile ortaya çıkmaktadır ki; kılıç, insanların bu dine
girmeleri noktasında kesinlikle etken olmamıştır. Bizler
gayrı Müslim herhangi bir taifenin İ�slam’ı kabul etmesi için
zorlandığı ya da Hristiyanlıktan vazgeçmesi için baskıya
maruz kaldığını işitmedik. Şayet Müslümanlar Ferdinant ve
İ�zabella’nın İ�spanya’da Müslümanlara karşı yaptıklarını XIV.
Louis’in Fransa’da Protestan
mezhebine mensup olanlara
yaptığını veya İ�ngiltere’nin Yahudileri 350 yıl topraklarından uzak yaşamaya mahkûm
ettiği gibi benzer yollara başvurmuş, ötekine yaşam hakkı
tanımamış olsalardı bu bölgelerde bir tek Hristiyan bırakmaz kolaylıkla köklerini kazıyabilirlerdi.” (İ�slam Tarihine
Giriş)
Hilafet’in enkazı üzerine
kurulan Cumhuriyet’te ise tüm
halk düşmandı. Bugüne kadar
da İ�slam’ı hayat nizamı olarak
talep eden herkes düşmandır.
Düşmana ne reva görülüyorsa
o yönde politikalar belirlenmiştir.
Eğitim-öğretimden,
ekonomiye, iç siyasetten, dış
siyasete, içtimaı hayattan, hukuka varana kadar bütün meselelerde sistem dinin hayattan ayrılması esası üzerine
kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin ötekine bakışı ise
kurulduğu günden beri İ�smet
İ�nönü’nün ifade ettiği; “Padişah düşman, yedi düvel düşman, kimse duymasın halk
düşman” anlayışıdır. Cumhuriyet’in yeni laik Türkiye’de
yaşayan fakat laik Türk olmayan unsurlarla olan ilişkisi,
hep sorunlu olmuştur. O dönemde modernleşme ile Türkleştirme politikası aynı anlamı
ifade etmekteydi. Şimdi ise
eşit yurttaş olma adı altında
Türkiyelileştirmek yani Türkleştirmek. Bu sorunlu halin sebeplerinden biri demokrasiyi,
laikliği içselleştirmeyen mugalata yolu ile Türk olmayan
toplulukların, öteki olarak algılanmasıdır. Cumhuriyet’in
kurucu kadrosu ve daha sonra
gelen tüm iktidar mekanizmaları, makbul vatandaş yaratma
çabasıyla, ötekinin statüsünü
kendi sübjektif kriterlerine
göre
değerlendirdi
ve
“öteki”lerin
toplumsal
statüsünü belirledi. Mustafa
Kemal’in yakın çalışma arkadaşlarından Adalet Bakanı
Mahmut
Esad
Bozkurt,
Türkiye’de Türk olmayanın
statüsünü “hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı” olarak belirledi. Şimdi ise mevcut ikti-
gündem
darın politikalarını kabul etmeyen, laikliği demokrasiyi
caiz görmeyenler, çözüm süreci diye ifade ettikleri sürecin
temeline demokrasinin konulmasını kabul etmeyenler
“öteki”lerdir ve marjinal bir
konumda tutulmaları gerekir.
Neye göre? Niçin?
İ�ktidarın
son
olarak
“çözüm süreci” diye isimlendirdiği süreci halka anlatma
ve olumlu hava oluşturma
görevi ise akil adamlara havale
edilmiş durumda. Bu adamların neye göre “akil adam”
olduğu ve meclistekilerin ne iş
yaptığı konusuna girmeyeceğim. “Akil adamlar” süreçle
ilgili olarak her ne kadar biz
hükümet
adına
hareket
etmiyoruz dese de, aslında
hükümetin çözüm sürecinden
başkasını dillendirmiyorlar.
Burada izah etmek istediğim
mesele “silahlı dönemin”
yanlış olduğunu ifade etmekle
birlikte, silahları bırakacakları
zeminin demokratik zemin
olmasının da yanlış olduğu
meselesidir. 2005 yılından
itibaren başlatılan ve günümüzde de birçok isim değişikliğinden sonra “çözüm süreci”
terimi ile ifade edilen sürecin
ana hedefi şudur: Kürt
kavminin/toplumunun inkâr,
iskan ve asimile yöntemiyle
sisteme entegre etme politikasının iflas etmesi, Kuzey
Irak ve Suriye’de ki gelişmeler
üzerine bu defa da demokrasi/eşit yurttaş adı altında Türkiyelileştirmek ya da sisteme
entegre etme projesidir. Sisteme entegre olma noktasında
direnen her kesimi ise öteki
olarak görmeye devam edeceklerdir.
Bu sürecin karşıt kutbu
gibi görünen iki temel yaklaşım vardır. Ulusal kanat, devletin güvenlik siyasetini bırakmasını eleştirirken diğer taraftan mücadeleyi siyasi zemine çekmek isteyen güçlü bir
irade ve taraflar vardır. Demokratik zemine çekmek isteyen taraflar ve aktörleri malumdur. Ulusalcı kesim ise şu
anda hiçbir kudrete sahip değildir. Demokratik zemine
çekmek isteyen hükümet, Ö� calan ve malum medya “akil
adamlarıyla” tüm becerilerini
de ortaya koyarak Kürt halkını, davul ve zurna ile oldubittiye getirip sisteme entegre etmek için çalışacaktır. Sisteme
entegre etme durumunun
daha net anlaşılması için bir
örnekle daha da somutlaştıralım. Tüm Müslümanların kalkansız bırakıldığı bir dönemi,
İ�slam’ın devlet, toplum ve hayattan uzaklaştırıldığı bir süreci Ö� calan’ın “Milli Kurtuluş
Savaşı” olarak göstermesi gibi.
Ö� calan, son Newroz’da ki
açıklamasında şöyle diyordu:
“Tıpkı yakın tarihte Misak-i
Milli çerçevesinde Türklerin
ve Kürtlerin öncülüğünde gerçekleşen
Milli
Kurtuluş
Savaşı’nın daha güncel, karmaşık ve derinleşmiş bir türevini yaşıyoruz. “ (haberler)
Başbakan Erdoğan ise,
04.04.2013 tarihli “akil adamlar” toplantısında şöyle diyordu: “Biz bu örselenmiş duyguları tamir etme çabasındayız.
Kurtuluş Savaşı’ndaki o özü
tesis etme çabasındayız. Hatalarımız olabilir. Yeni bir Cumhuriyet kurma çabasında değiliz. Dışlananların olduğu değil,
zulüm görenlerin değil, herkesin birinci sınıf olduğu bir Türkiye inşaa etme sevdası içindeyiz.” (haberler)
Cumhuriyetin kurucu kadrosu tüm Müslümanların arasındaki İ�slam bağını ve
Hilafet’i ilga ederek yerine laik
Türk milliyetçiliğini koymuştu. Böylece ümmetten bir ulus
yaratmak istiyorlardı. Şimdi
ise laik Türkiyeli olmayı vatandaşın üst kimliği haline getirmeye çalışıyorlar. Tüm bunlara karşı çıkanlar ise cadı kazanına atılacak. Aynen Cumhuriyet kurulduğunda karşı çıkan
Şeyh Said gibi Çapanoğlu gibi.
Cumhuriyet
kurulduğunda
kendisine belirlediği iki düşman vardı. Bunlardan birincisi
İ�slam diğeri ise Müslüman
Kürt halkıydı. Ak Parti ılımlaştırma yolu ile İ�slam problemini nasıl halının altına süpürdü
ise şimdi aynısını Kürt sorunu
ile alakalı yapmak istemektedir. Ancak daha sonra bu iki
mesele de tekrar gündeme gelecektir. Çünkü ortaya konulan
çözüm ne kadar güzel olursa
olsun insan aklının ürünü olması hasebiyle insan fıtratına
ters olacaktır. Türkiyeli olmak
ta meseleyi çözmeyecektir.
Cumhuriyet yine kendisine
ötekini yaratacak ve zulüm
yine devam edecektir.
31
mayıs’13
gündem
ÂKİL tUTULMASI
Emrah AKAY
Akliyet; davranış ile bütünleşirse o bireyde şahsiyet oluşur. Şahsiyeti oluşturan en
önemli unsur olan akliyet,
hangi ideolojinin cinsinden
olursa o kişi de o ideolojinin
şahsiyetine bürünmüş olur.
Şahsiyetini tamamlamış böylesi bir kişiye ‘âkil’ denilebilir.
Türk Dil Kurumu sözlüğünde
âkil, akıllı ve zeki demektir. Bir
akıl sahibinin herhangi bir eşyanın güzellik, çirkinlik, kemal
veya noksanlık sıfatlarını idrak etmesidir. Doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırabilen,
güzeli ise çirkinden ayırmayı
başarabilen akıl sahibi kimseye âkil denmektedir. Bu minvalde âkil insan, içinde bulunduğu toplumun gören gözü,
duyan kulağı ve idrak eden
hisleri olur, olmak zorundadır.
Böylesi bir misyonu taşıyan
bireyler kıvrak zekalı, basiretli, bağımsız düşünüp inisiyatif
alabilen bireyler olmak durumundadır. İ�şte çözüm süreci
olarak isimlendirilen ve terörün bitirilmesi düşünülen bu
süreçte topluma inerek halkın
nabzını ölçen, insanlara bu sü-
32
mayıs’13
recin maslahatlarını anlatmak
için yola çıkan ya da çıkartılan
seçkin zümreyi, konjoktürel
tarifle âkil insanları tanımlamak, sebep-sonuç ilişkisini tayin etmek ve gayelerini açığa
çıkarmak siyaseten daha doğru tahminler yürütmemizi
sağlayacaktır. Burada âkil insanların isimleri veya kimlikleri üzerinden yorum yapmak
meselenin analizini kısırlaştırmaktan başka bir şey ifade etmeyecektir.
Hükümetin ‘Milli Birlik ve
Kardeşlik Projesi’ diyerek başladığı ve beş yıla yakındır yürüttüğü açılımın son safhası
diyebileceğimiz Çözüm Sürecinde kullanılan son üsluplardan birisi de bahsi geçen âkil
insanlar çalıştayıdır. Başbakan
Erdoğan’ın 76 milyonun özeti
sayılabilecek bir tablo olarak
gördüğü âkil insanlar hakkında birçok yazar ve politikacıdan farklı tanımlamalar geldi.
Kimileri oluşturulan bu havuzun geneli temsil etmediğini
söyledi, kimileri kimlikleri
eleştirdi. Hakkın ve hukukun
üstünlüğüne inananların tü-
münü temsil ettiğini iddia
eden başbakan ile aynı dili
yani demokratik ve seküler
dili kullanmasına rağmen
eleştiri getiren Kemal Kılıçdaroğlu bu çalıştayı şu şekilde
açıkladı: ’’Görüşü ne olursa olsun, biz düşünen herkese saygılıyız. Ama kendisine ‘akil insan’ deyip siyasi otoritenin
propagandasını yapan kişi akil
insan değildir. Aklını kiraya
veren insandan akil insan olmaz. Başbakan Erdoğan, bu 63
kişiyi kendi milletvekili listesini belirler gibi belirledi. Bunlar nasıl akil adam? Konuyu
bilmiyorsun, çözümü bilmiyorsun, neye gidiyorsun. Ne
anlatacaksın şimdi sen? Neyi
tartışacağız bu ülkede?” Yine
aynı dili kullanmasına rağmen
ağır eleştiriler getiren Devlet
Bahçeli’nin ifadeleri şöyle
oldu: “Hayatlarında bir tek
defa şehide şükran duymamış
bedbahtlar bu 63’ün arasındadır. Hayatlarında bir tek gün
Türklüğü ağızlarına almamış,
vatan dememiş, bayrak diyememiş PKK havarileri bu
63’ün içindedir. Bunlar PKK
gündem
tetikçileridir, bunlar AKP propagandistidir
ve
bunlar
Türkiye’nin karşısındaki cephedir, Türk milletinin sırtındaki kamburlardır. Bunlar unvan
avcısıdır. Bunlar para ve şöhret takipçisidir. Bunların derdi
kanın durması, terörün bitmesi, anaların ağlamaması değil,
Türkiye’nin bölünmesi, bölücülüğün kurumsallaşması ve
PKK’nın
dağdan
inerek
Türkiye’yi esir almasıdır. “
MHP Grup Başkanvekili Oktay
Vural, çözüm sürecine yönelik
oluşturulan akil insanlar heyetinin, Mondros Mütarekesi
sonrası, işgal güçlerine karşı
Anadolu’da başlayan direnişi
engellemek amacıyla Damat
Ferit’in kurdurduğu Heyeti
Nasiha’nın ‘’AKP şubesinden’’
başka bir şey olmadığını iddia
etti.
Bu ve buna benzer birçok
eleştiri getirilmesine rağmen
bölgesel çalışmalarına devam
eden ve hükümet sözcülüğünden başka bir şey yapmayan
âkil insanlar; köy, kasaba,
şehir gittikleri yerlerde çözümün demokratik yöntemler ile
gerçekleşeceğini bangır bangır bağırır hale geldiler. Dillendirdikleri talepler Kürt halkının gerçek talepleri değildir,
çağırdıkları çözüm önerileri
de gerçek sorun için çözüm
kaynağı olamayacaktır. Bu zaviyeden bakacak olursak toplumun her kesimini ikna etmek zorunda olan âkil insanlar heyetinin henüz muhalefet
partilerini dahi ikna edemediği ve gittikleri bölgelerin birçoğunda tepkiyle karşılaştıkları da düşünüldüğünde gö-
Bu ve buna
benzer birçok
eleştiri
getirilmesine
rağmen bölgesel
çalışmalarına
devam eden ve
hükümet
sözcülüğünden
başka bir şey
yapmayan âkil
insanlar; köy,
kasaba, şehir
gittikleri
yerlerde
çözümün
demokratik
yöntemler ile
gerçekleşeceğini
bangır bangır
bağırır hale
geldiler.
revlerini yerine getirmelerinin zor olacağı gözüküyor. Hükümet bu aşamada bölgelere
dağılan heyetin uğradığı tepkileri kamuoyundan uzaklaştırıp tozpembe sahnelerle televizyon ekranlarına çıkarıyor.
Bu tepkileri minimuma indirmek için İ�ç İ�şleri Bakanı Mu-
ammer Güler, heyetlerin gidecekleri yerlerde karşılarına
akıllı ve muhalefet edebilecek
kimselerin
çıkmayacağını
vaad ederek adeta onları kucaklayan bir kalabalıkla buluşturacağının teminatını veriyor.
Zaten onlara da kimse bu çözüm süreci ile ilgili neyin nasıl
olacağını sormuyor, sorsa da
cevap alamıyor. Zira âkil insanlar arasında bu sürecin nasıl işletileceği ile alakalı net
bilgilere sahip kimse gözükmüyor. Aslında hükümet içerisinde de bu çözüm için atılacak ileriye dönük adımların
vakıasını kavrayamamış birçok politikacı bulunuyor. Herkes aynı sloganik cümleler
kurmayı şu an için yeterli
görüyor. ‘Silahların susması,
anaların ağlamaması, terörün
bitmesi vs...’ gibi söylemler
âkil insanların yanlarında
götürdükleri bir kaç söylem
biçimi olarak yeterli görülüyor. Buna mukabil heyeti temsil eden üyelere bakıldığında
içlerinde iş dünyasının büyük
patronlarından üniversitedeki
akademisyenlere,
sendika
başkanlarından STK liderlerine, gazeteci ve yazarlardan
ünlü sanatçılara kadar birçok
kişi kendilerine herhangi bir
dayatma olmadığını dillendirerek bu işi bağımsız ve hür
iradeleri ile yaptıklarını ifade
ediyorlar.
�ki ay boyunca temsil
ettikleri bölgelerde görüşmeler yapacak bu seçkin(!) gruba
‘heyet’ denilmesinin önemli
bir sebebi olmalıdır. 9 kişilik
gruplar şeklinde 7 coğrafi
bölgeye dağılmış olmaları ve
33
mayıs’13
gündem
her grupta bir başkan bir de
başkan vekili tayin etmeleri
bu grubun resmi bir statüde
ve devleti temsil eden ‘heyet’
mekanizmasına
dönüşmesi
için olabilir. İ�htiyaç hissedildiğinde aynı heyet yine
devreye girip hükümetin
düşüncelerini gittikleri yerlerde
dillendirme
görevini
üstlenebilir. Ö� rneğin başkanlık
sistemi konusunda heyete
bilgi verilerek kurulması an
meselesi olan yeni bir rejimi
halka indiren ve atmosferi
toplum nazarında olumlu bir
yöne çekmesi sağlanabilir. Bu
ve benzeri birçok konuda
hükümetin toplum mühendisleri, sosyologları bu heyet
ile istişare yapmaktadır, yapacaktır da.
Dedik ki bu heyetin süreç
ile ilgili sundukları çözümler
problemin bilinmeyenlerini
çözebilecek kapasitede değil.
Pe ki öyleyse neye çağırıyorlar? Toplumla hangi meseleler
üzerinde hasbihal ediyorlar?
Neden bölgesel çalışıyorlar?
Gerçekten samimiler mi? Â� kil
vasfını hak ediyorlar mı? Toplum tarafından kabul gören ve
benimsenen kişiler mi? Bu
mesele ile ilgili sorular böylece uzar gider. O halde biz
önemli gördüğümüz bu soruları cevaplamaya çalışalım.
Bu fikrin ilk ne zaman çıktığı, ilk kimin dillendirdiği gibi
sorular taşınan misyonun ne
olduğu sorusu yanında magazinsel kalabilir. Bu meselede
detaylar anlaşılması gereken
temel meseleleri örtmek için
çokça kullanılır hale geldi. Â� kil
34
mayıs’13
AKP-PKK
arasındaki
karşılıklı
mutabakata
varılan
maddeler hayata
indirilmeye
başlıyor.
Kürtlerin
mücadelesine
‘İslamcı
olacağına
Marksist olsun’
denilerek lider
yapılan
Abdullah
Öcalan Kandil’e
mektup
gönderip
silahların
susması
çağrısında
bulunuyor. Buna
mukabil Türk
Silahlı
Kuvvetleri de
sınırlarda dâhil
olmak üzere
silahlarını rafa
kaldırıyor.
insanlar heyetinin kurulma
amacının hükümet tarafından
atılacak her türlü adımın farklı
kimselerce
sahiplenilmesi,
oluşacak olumsuz havanın bu
örnek(!) kişiler sayesinde
olumluya evrilmesi ve sürecin
yumuşak bir şekilde nihayete
ulaşmasıdır. Bu senaryo büyük
devletlerin uyguladığı ‘soft power’ üslubunu anımsatıyor.
Yani Türkiye’deki iktidar Kürt
halkının İ�slami eğilimlerini,
İ�slami Devlet taleplerini tereyağından kıl çeker gibi demokratik istek ve eğilimlere
yönlendiriyor. Tamda bu aşamada AKP-PKK arasındaki
karşılıklı mutabakata varılan
maddeler hayata indirilmeye
başlıyor. Kürtlerin mücadelesine ‘İ�slamcı olacağına Marksist olsun’ denilerek lider yapılan Abdullah Ö� calan Kandil’e
mektup gönderip silahların
susması çağrısında bulunuyor.
Buna mukabil Türk Silahlı
Kuvvetleri de sınırlarda dâhil
olmak üzere silahlarını rafa
kaldırıyor. Yine PKK, şehir yapılanmasını hücrelere geri
göndermeyi içerideki KCK
zanlıların tahliye edilmesi şartına bağlıyor ve hükümet çıkarılan yasa paketleriyle birçok
zanlıyı tahliye ediyor. Hatta
devlet dairelerindeki TC üst
başlığı da kaldırılarak milliyet
kavramına vurgu yapılmak isteniyor. Yıllarca estirilen milliyetçi rüzgârlar yerini dinginliğe bırakıyor. Çünkü artık âkil
insanlar var ve onlar toplumu
sakinleştirip susturuyor. Onlar
gittikleri yerlerde sabır dağıtıyor, halkı sükûnete çağırıyor.
Başbakan Erdoğan’ın ‘‘Biz 10
gündem
yıl boyunca toplumdaki aşırılıkları törpüledik ve halkı uysallaştırıp onların gazını aldık’’ sözü âkil insanların toplum içindeki diyaloglarının
mihenk taşını oluşturuyor.
Bölgesel veya yerel çalışmaya gelince; bu politika nabza göre şerbet politikasıdır.
Bölgeler arası örfler, gelenekler ve hayat görüşleri farklı
olunca topluma inildiğinde
konuşulacak sözlerde, kullanılacak üslup ve argümanlarda
farklı ve o yöreye uygun olmalıdır. Bilinmelidir ki Anadolu
insanı kendisine uymayacak
veya kendisinden olmayan bir
şeyi almaktan imtina eder. Bu
sebeple lokalize olmuş, gidilecek yörelerdeki özelliklere uygun kimselerin bir araya gelmesi kaçınılmaz olacaktır. Şu
atasözü tamda bu niyeti açığa
vurmaktadır: ‘‘Kocana göre
bağla başını, harcına göre pişir
aşını.’’ Samimiyet meselesine
gelince; her ne kadar elimizde
samimiyeti ölçecek bir alet olmamasına rağmen âkil insanların kimliklerini ve düşüncelerini kendi söylemlerinden
hareketle bilmekteyiz. 63 kişilik heyetten gerek medya kanalıyla gerekse de menfaat yoluyla hükümeti kayıtsız şartsız
destekleyen en az 50 üye gösterebiliriz.
Â� kil vasfını hak etme
meselesine gelince; şunu kesinlikle bilmeliyiz ki, toplumu
temsil edecek âkil bireylerde
bulunması gereken en önemli
haslet toplumun maslahatları
için fikir üretmektir üretilmiş
fikirleri tüketmek değil. Bir
Devrin önemli
alim ve
müçtehitlerinden İmam
Azam Ebu
Hanife’nin âlim
taifesinin devlet
kadrolarında
bulunmaması
gerektiği
düşüncesinden
hareketle
dönemin
halifesinin
teklifini geri
çevirmiş ve
müstakil bir
şekilde
içtihatlarına
devam etmiştir.
Sürgün hayatı
bile onu
toplumsal
meseleleri İslam
akidesi içinde
çözme
mücadelesinden
alıkoyamamıştır.
yerde zulüm varsa onu önlemektir, düşünce ve eylemi birlikte yürütmektir, kültürlenmek ve kültür vermektir. Meselelere veyahut sıkıntılara
vakıacı olarak bakmak değil
aydın bir düşünce ile etraflıca
bakmaktır, yamalı çözümler
ile hastalığı geçiştirmek değil
köklü çözümler ile saadete
ulaştırmaktır.
� kil
insan
kendinden önce temsil ettiği
toplumu düşünür, fedakardır,
vefakardır ve cefakardır. Onda
hem üstün ve mümeyyiz bir
akıl, hem de mütevazılık birlikte cisimleşir. O günahı ve sevabı ile örneklik teşkil edeceğinin farkında hareket ederek
sapkınlığa ve telafisi mümkün
olmayan hatalara düşmez. Hal
böyle iken günümüz âkil insanlarının üstlerine yapıştırılan bu vasıfları hak edip etmediği yorumunu size bırakıyorum. Ama İ�slam Tarihi zaviyesinden bakarak üstlerine yapıştırılmaksızın bu vasfı sonuna hak etmiş nice âkillere örnek verebiliriz.
Devrin önemli alim ve
müçtehitlerinden İ�mam Azam
Ebu Hanife’nin âlim taifesinin
devlet kadrolarında bulunmaması gerektiği düşüncesinden
hareketle dönemin halifesinin
teklifini geri çevirmiş ve müstakil bir şekilde içtihatlarına
devam etmiştir. Sürgün hayatı
bile onu toplumsal meseleleri
İ�slam akidesi içinde çözme
mücadelesinden alıkoyamamıştır. Yine büyük İ�slam müçtehitlerinden Ahmed bin Hanbel de aynı feraset örneğini
görebiliriz. ’Kuran mahlûktur’
anlayışının hastalık haline gel-
35
mayıs’13
gündem
diği bir toplumda otorite tarafından büyük sindirme girişimlerine rağmen Kuran’ın
mahlûk olmadığını savunması, topluma sirayet eden diğer
hastalıklı ve uyuşturucu fikirler için tenkitler yazması, hadisleri toplayıp içinde bulunduğu ümmete doğru bakışların ulaşmasını sağlaması
âkillik değil de nedir? Moğollar
tarafından talan edilmekle
karşı karşıya kalmış bir devleti
büyük bir cehd ile harekete
geçiren İ�bni Teymiyye için de
aynı şeyi söyleyebiliriz. Bir
yandan sufizmle, bâtıl hint
felsefeleriyle ve sapkın kültürlerle gaflet uykusundaki Müslümanlara uyanıklık kazandırmak için durmadan yazan, anlatan ve çırpınan bir âlim, diğer yandan savaşan, topraklarını sömürgeci kafirlere bırakmayan bir yiğit.
Yakın tarihten de âkil insanlara örnek gösterebiliriz;
içinde bulunduğu Ortadoğu
coğrafyasında Avrupalı sömürgecilerin fikri ve fiili saldırıları karşısında hak bildiğini
hakkıyla haykıran Şehid Seyyid Kutub’un idamı pahasına
bu yolda ümmete gösterdiği
işaretler onun âkil olmasına
yetmez mi? Peki Şeyh Takıyyuddin en Nebhani yeterince
örnek değil midir ki O, Müslümanların kalkansız ve korumasız kaldığı bir vakıada sömürgeci vampirlerin Müslüman kanı içtiği ve izzetli topraklarına gasıp Yahudi varlığını soktuğunda herkese bu yıkımdan nasıl kurtulacağının
reçetesini sunmuştur. Müslümanlar için olmazsa olmaz
36
mayıs’13
olan Hilafetlerini yeniden ikame etme hedefiyle harekete
geçirmiştir. Hem fikir üretmiştir, hem eyleme dökmüştür. O
Rabbi’ni dost edinene dost,
düşman edinene düşman olacağına dair Rabbi’ne söz vermiş ve tüm gayri İ�slami
ideolojilere, fikirlere, yapılara
karşı İ�slam’ın saf-arı-duru
fikirlerini kınayıcının kınamasından korkmaksızın ümmete
göstermiştir.
ِ ‫ون ِم َن اْلمه‬
‫ين‬
َ ‫اج ِر‬
َ ُ‫ون األ ََّول‬
َ ُ‫َوالسَّابِق‬
َُ
َّ
ِ
ِ
ٍ ‫وهم بِِإ ْح َس‬
‫ان َّرض َي‬
ُ ‫ين اتََّب ُع‬
َ ‫َنص ِار َوالذ‬
َ ‫َواأل‬
ٍ ‫اللّه ع ْنهم ورضوْا ع ْنه وأَع َّد لَهم جَّن‬
‫ات‬
َ ُْ َ َ ُ َ ُ َ َ ُْ َ ُ
ِِ
‫ين ِفيهَا أََب ًدا َذِل َك‬
َ ‫تَ ْج ِري تَ ْحتَهَا األ َْنهَ ُار َخالد‬
ِ
‫يم‬
ُ ‫اْلفَ ْوُز اْل َعظ‬
“Sâbikunun
birincileri
Mühacirîn ve Ensar ve ihsan
ile onların ardınca gidenler,
Allah onlardan razı oldu onlar da Allahtan razı oldular
ve onlara altlarında nehirler akan, içlerinde ebedi kalacakları cennetler hazırladı. İşte büyük ve muhteşem
kurtuluş budur.’’ (Tevbe 100)
Velhasıl ; âkil olmak hür olmayı gerektirir, tutsak fikirler
çözüm üretemezler. Dinine,
ideolojisine sadık olamayan
bireyler ayakta bile duramaz
bir dayanak arar, dururlar.
Hele ki İ�slam toplumları içerisinde laik, demokratik fikirleri
pazarlayanlar, amelleriyle, duruşlarıyla, söylemleriyle hiç
bir şekilde İ�slam’ı temsil edemeyenler âkil olamazlar. Görüntüleri hoş olsa da içi çürümüş meyve misali tadı tuzu
olmayan bir eylemle toplumu
doğru bir istikamete sürükleyemezler. Bu düşünceler muhalefet partilerinin düşüncele-
riyle bir tutulmamalıdır aksine sistemin tüm kurumlarına
karşı söylenmiş bir düşünce
olarak bilinmelidir. Bir demokratik çözüm bir başka demokratik çözümden daha iyi
değildir, tıpkı ılımlı bir lâik düşüncenin katı bir seküler düşünceden daha iyi olamayacağı
gibi.
Bugün çözüm sürecini yönetenler bilmelidir ki, şu anda
sorun ve sıkıntı olarak görülen
her ne varsa bundan önceki
iktidarların çözüm olarak gördükleridir. Yarında oluşacak
her türlü sorun ve sıkıntı bugünün yöneticilerinin çözüm
olarak ortaya koydukları şeyler olacaktır. Nihayetinde hepsi beşerin aklından çıkan eksik-sınırlı-aciz çözümlemelerden başkası değildir. Zamanı
geldiğinde rafa kaldırılacak
yerine daha sonra yine rafa
kaldırılmak üzere geçici çözümler konacaktır.
ِ ِِ
‫َح َس ُن ِم َن‬
ْ ‫ون َو َم ْن أ‬
َ ‫أَفَ ُح ْك َم اْل َجاهليَّة َي ْب ُغ‬
ِ
ِّ
‫ون‬
َ ‫اللّه ُح ْك ًما لقَ ْوٍم ُيوِقُن‬
“Yoksa onlar cahiliye ile
mi yönetilmek istiyorlar?
Halbuki akıl sahipleri(iman
edenler) için Allah’tan daha
iyi kanun koyucu olabilir
mi?’’ (Maide 50)
gündem
KAPİTALİZM’İN VE İSLAM’IN
İKTİSAT NİZAMINA BAKIŞI VE
MİLLİ GELİR ALDATMACASI
Erkan ALADAĞ
�deolojiler siyasi olmak
zorundalar. Siyasi olmayan
ideoloji hayat sahasında yer
bulamaz ve zamanla tarihin
raflarında çürümeye mahkûmdur. İ�deolojiler siyasi olmakla;
insanın ve toplumun iktisadi,
içtimai, öğretim, ukubat, dâhili
ve harici siyasetine akidesinden fışkıran nizamlar doğrultusunda çözüm üreterek, yönetime talip olmaktadır. Bu
günün dünyasına egemen olan
kapitalist sistemde bir ideolojidir. Her ideolojide olduğu
gibi, bu ideolojinin bir akidesi,
akidesinden fışkıran bir nizamı ve bu akideye has bir de
metodu vardır. Şüphesiz onun
akidesi; laiklik, metodu ise
sömürüdür. Günümüz de
nerdeyse tüm dünya devletlerinin ideolojisi kapitalist
ideolojidir. Bu ideolojinin
metodu sömürü olması sebebiyle gittiği her beldeyi sömürmüş, o beldenin tüm yer üstü
yer altı kaynaklarını adeta
talan etmiş, hezimete uğratmıştır. Bu ideolojinin taşıyıcıları özellikle İ�slam beldelerinde sömürülerini daha da
genişletmek ve bekalarının
devamını sağlamak adına milyonlara varan Müslüman’ı katletmişlerdir.
Bundan dolayı yeryüzüne
hükümran olmuş kapitalist
ideoloji ve onun sömürüyü
esas alan menfaatçi anlayışından kaynaklanan iktisada olan
bakışını, içinde yaşadığımız
sisteminde kapitalist ideoloji
olması hasebiyle geçtiğimiz
ayda açıklanan ‘milli gelir aldatmacasını ve İ�slam’ın iktisada bakış açısını ele almaya çalışacağım.
Ö� ncelikli olarak kapitalist
ideolojinin İ�ktisada olan bakışını açıklamak gerekir.
Kapitalistlerce iktisat, iki
temel esas üzerine bina edilmiştir.
Bu esaslar şunlardır:
1. İ�nsanın ihtiyaçlarına
nispetle mal ve hizmetlerin
azlığı meselesi. Yani insanın
çeşitli ve değişen ihtiyaçlarına
karşı, tabiatın nispi olarak yetersiz kalması.
2. Fiyat mekanizması meselesi.
Kapitalizmin iktisat nizamının üzerine kurulu olduğu
bu iki esası şöyle bir gözden
geçirelim inşallah.
1. İ�nsanın ihtiyaçlarına
nispetle mal ve hizmetlerin
azlığı meselesi. Yani insanın
çeşitli ve değişen ihtiyaçlarına
karşı, tabiatın nispi olarak
yetersiz kalmasına meselesi;
kapitalistlerin iktisada olan
hatalı
bakış
açısından
kaynaklanmaktadır. Nitekim
kapitalist iktisadi sistemin
temel hedefi insanın temel
ihtiyaçlarının doyumu değil,
toplumun bir bütünde talep
ettikleri mal ve hizmetleri
artırmaktır. Kapitalist iktisatçılar, «mutluluk maddi hazlardan kaynaklanır» teziyle
insanın tüm isteklerinin doyurulmasıyla mutlu ve huzurlu
bir yaşam elde edeceğini
söylemişlerdir. İ�nsanın tüm
ihtiyaçlarını ise beka ve nevi
içgüdülerinin isteklerini doyurmakla sınırlamışlardır. Kapitalist-lerce insanın manevi
yönü yani, tedeyyün (kutsamatapınma) içgüdüsünün istekleri görmezden gelinmiştir.
37
mayıs’13
gündem
Çünkü onlara göre ihtiyaçlar;
gıda, giyim, ev, araba ihtiyaçları gibi elle tutulan somut ihtiyaçlar, hizmet alanında ise eğitim, sağlık, turizm ihtiyaçları
gibi soyut ihtiyaçlar olmaktadır. İ�nsanın bu ihtiyaçları doyuma ulaştırıldığında insan
mutlu olur. Ancak insanların
birçok ihtiyacı olmasından ve
bunları hep birden doyurmayı
istediğinden kapitalistler için
“ihtiyaçların çokluğu, kaynakların azlığı” meselesi ortaya
çıkmıştır. “İ�htiyaçların çokluğu, kaynakların kıtlığı” ile kapitalizm kıt olan kaynakların
üretimini artırmayı ve bu şekilde insanların ihtiyaçlarını
doyurmayı hedeflemiştir. Dolaysıyla kapitalizm bu tür uzak
bir hedefe ulaşmayı esas edinerek, bütünüyle mal ve hizmetleri artıracak unsurları
araştırmaya yönelmiştir. Bu
sebeple kapitalizm mal ve hizmetlerin üretiminin hesaplamasını ise; ülkenin bir dönem
boyunca ürettiği mal ve hizmetleri hesaplayarak belirlemektedir.
Kapitalist ekonomi; Kim
üretti? Ne üretti? Şeklinde bir
soru sormadan sadece bir yıllık dönemde ülkede üretilen
mal ve hizmetin hacmini hesaplar. Ardından mal ve hizmetleri artırmak temel esas
olduğundan, mal ve hizmeti
artıracak kim ise onun daha
çok üretim yapabilmesi için
teşvik edilmesine hükmeder.
Böylelikle kapitalizm fertlerin
temel ihtiyaçlarını veya fertlerin yoksulluğunu ortadan kaldırmak için ferdin üretimini
sorgulayıp bunu çözmez, kapi-
38
mayıs’13
Fiyat
mekanizması
meselesi;
Üretime
yöneltici,
dağıtımı tanzim
edici ve üretici
ile tüketici
arasındaki
ilişkiyi
belirleyici bir
vasıtadır. Burada
da kapitalist
iktisatçılar,
konuyu
bütünüyle arz ve
talep unsuruna
bağlamıştır.
Nitekim
piyasaya arz
edilen mal ve
hizmete talep
artarsa bu mal
ve hizmetin,
hem fiyatını
hem de arzını
olumlu etkiler.
talizm sadece ülkenin milli gelirini/mal ve hizmetlerin üretimini artırmayı hedef edinmiştir. Mal ve hizmetlerin dağılımının ise; fiyat mekanizması teorisiyle kendiliğinden
oluşan mesele olduğunu söylemişlerdir.
2. Fiyat mekanizması meselesi; Ü� retime yöneltici, dağıtımı tanzim edici ve üretici ile
tüketici arasındaki ilişkiyi belirleyici bir vasıtadır. Burada
da kapitalist iktisatçılar, konuyu bütünüyle arz ve talep unsuruna bağlamıştır. Nitekim
piyasaya arz edilen mal ve hizmete talep artarsa bu mal ve
hizmetin, hem fiyatını hem de
arzını olumlu etkiler. Dolaysıyla mal ve hizmetin arzı artar,
fiyatı ise yükselir. Bu durumun
zıttı olursa, piyasaya arz edilen mal ve hizmetlere talep
azalırsa bu, hem arzı hem de
fiyatı olumsuz etkiler. Mal ve
hizmetin fiyatı düşer, arzı ise
yavaşlar. Onların dünya görüşlerine göre; eğer içkiye ve domuz etine talep varsa üretilir.
Ancak talep olmazsa üretim
olmaz. İ�şte bu durum fiyat mekanizmasının üretimi yönlendirmesinden kaynaklanan bir
durumdur ve kapitalizmin
dünya görüşünün oraya attığı
bir teoridir. Yani insan neyi talep ederse o üretilir. Mesela
onlar için esrar ve eroin üretilmesi yasak değildir. Fakat insana zarar verdiğinden dolayı
yasaklanır.
Dağıtımı tanzim etme durumu ise; bizatihi kapitalizmin dünya görüşünden kaynaklanır. Kapitalistler için da-
gündem
ğıtım fertlerin emekleri karşılığında aldıkları ücretlerini,
üreticiler tarafından üretilen
mal ve hizmetler karşılığında
mübadele (değiştirerek) ederek oluşur. Dileyen emeğiyle
elde ettiği ücreti verip herhangi lüks bir malı elde edebilir,
dileyen sadece temel insanı
ihtiyaçlarını karşılamak için
elindeki ücretle yetinebilir.
Kapitalistlere göre insanlar
mülkiyet hürriyetine sahip olduğundan dileyen istediği şekilde istediği yoldan mal ve
hizmetlere sahip olabilir. Dağıtım meselesinin de ne kadar
çarpık ve insan vakıasına mutabık olmadığını, şu soruyu
sorarak çürütebiliriz: İ�nsanlar
çalışarak emekleri karşılığında elde ettikleri ücrete, üreticilerin ürettikleri mal ve hizmetleri elde etmek için verdikleri ücretle sahip oluyorlarsa, çalışma kudretine sahip
olmayan, dolaysıyla elinde ücreti olmayan insan aç mı kalacak? Kapitalist görüşe göre;
EVET!
İ�şte kapitalizmin iktisadi
nizamının böyle çarpık, insan
vakıasına zıt bir görüşü
bulunmaktadır. Bu kapitalist
nizamın gerçeğine ilişkin,
Türkiye ve benzeri kapitalist
ülkeler buna basit örneklerdir.
Misal olarak Türkiye istatistik kurumu (TUİ�K) tarafından geçtiğimiz Nisan ayının ilk
gününde açıklanan Türkiye’nin 2012 yılı 4. çeyrek Milli
geliri %9,2’lik artışla 1416817
Milyon TL olmuştur.
Kişi başına düşen hasıla ise
18 927 TL, ABD doları cinsin-
kapitalist nizam
insanları yakıp
kavuran bir
sistemdir. Onlar
için esas mal ve
hizmetleri
üretmek
olduğundan,
mal ve hizmeti
artıracak tüm
girişimleri
desteklerler. Bu
mal ve
hizmetleri
üreten ise
toplumun çok az
bir kesimidir,
toplumun
çoğunluk kesimi
ise onların
ürettiği mal ve
hizmetleri
emekleri
karşılığında
satın alırlar.
den 10504 dolar olarak açıklanmıştır. Bu açıklamalar, bütünüyle rakamlar üzerinde olmaktadır. Piyasada böyle bir
şey söz konusu değildir. Yani
bu milli gelir halkın cebindeki
parayı ifade etmiyor. Tümüyle
bir aldatmacadan ibarettir.
Peki, bu geliri kim artırdı?
Şeklindeki bir soruya ise; Ekonomist dergisinin Türkiye’nin
yüz zengini arasında bulunan
bir kaç aileyi açıklamakla cevap verilebilir. Bu ailelerden
hepimizin bildiği gibi; Koç ailesi (Koç Holding), Şahenk ailesi (Doğuş Holding), Ü� lker ailesi (Yıldız Holding) Erol Sabancı ve ailesi (Sabancı Holding)...
İ�şte bu sebeple kapitalist
nizam insanları yakıp kavuran
bir sistemdir. Onlar için esas
mal ve hizmetleri üretmek
olduğundan, mal ve hizmeti
artıracak tüm girişimleri
desteklerler. Bu mal ve hizmetleri üreten ise toplumun
çok az bir kesimidir, toplumun
çoğunluk kesimi ise onların
ürettiği mal ve hizmetleri
emekleri karşılığında satın
alırlar. Emeklerinin karşılığı
ise, hayatta kalabilmesi için
verilen asgari ücrettir.
Devam edecek...
39
mayıs’13
tefekkür
HİLAFET DEVLETİ’NİN UZAY
SİYASETİ (1)
Bekir KURTULUŞ
Müslümanların hayata bakış açısı ve akidesinden kaynaklanan çözümler üretme ihtiyacı her alanda olduğu gibi
Allah’ın izniyle kurulması yakın olan Hilafet Devleti’nin
uzay siyaseti/politikası hakkında da tefekkür etmemizi
gerektirmektedir.
UZAY/ K� �NAT HAKKINDA
TEFEKK� R
Bu kapsamda uzay politikasından bahsetmeden önce
uzay hakkında tefekkür etmenin ne anlama geldiği üzerinde biraz duralım. Fazla kelam
alanına girmeden vahyin/
Kur’an’ın gökyüzü / kâinat
hakkında dikkatimizi nelere
çektiğini gözden geçirelim.
Gökyüzü (sema) (‫)س َماء‬
َ kelimesi Kur’an’da 250’den fazla yerde geçiyor olup şu tarzlarda
kullanılmıştır: Allah’ın mülkü,
kudreti ve ilminin göstergesi,
kâinatın dengelerinde üstlendiği roller, Allah’ın varlığının
ve birliğinin delillerinden biri
olması, rızkın kaynaklarından
biri olması, bu devasa yapıyı
yaratanın ve onu tedbir ede-
40
mayıs’13
nin/ düzenini sağlayanın Allah
olması, burçlar/takımyıldızlar
ve gezegenlerin mekânı olması, hepsinin insanlığın hizmetinde ve emanetinde olması
gibi bilimsel ve akli anlamlarının dışında bazı mucizelerin
gerçekleştiği mekân, kâinatın
yaratılış sahneleri, kıyamet
sahneleri gibi akıl ve algı sınırları dışında olup aslı akıl yoluyla
ispatlanmış
olan
Kur’an’ın bize haber verdiği
anlamlarda da kullanılmıştır.
Uzay hakkındaki tefekkür
müneccimlik/astroloji değildir. İ�slam yıldızlara/burçlara
veya yıldıznamelere bakarak
bunları insanın geleceği, karakteri gibi konulara bağlama
hurafelerinden kesinlikle menetmiş hatta bunu şirke yakın
bir derecede zemmetmiştir.
Müslim’in rivayet ettiği bir hadiste Rasul SallAllahu Aleyhi
Ve Sellem şöyle buyurmaktadır:
“Kim müneccime gidip (öğrenmek için) ona bir şey sorarsa
kırk gece onun namazı kabul
olunmaz.”
İ�slam insanı her vesileyle
aklen tefekküre davet eder,
özellikle yaşadığı çevre ve
algıladığı idrak alanı olması
hasebiyle insan, hayat ve
kâinat üzerinde derin tefekkürlere dalmasını öğütler.
ِ َّ
َِّ
‫ودا‬
ً ‫اما َوقُ ُع‬
َ ‫ين َي ْذ ُك ُر‬
َ ‫الذ‬
ً ‫ون اللهَ قَي‬
ِ ‫ق السَّمو‬
ِ
َّ
ِ
ِ
ِ
‫ات‬
‫ل‬
‫خ‬
‫ي‬
‫ف‬
‫ون‬
‫ر‬
‫ك‬
‫ف‬
‫ت‬
‫ي‬
‫و‬
‫م‬
‫ه‬
‫ب‬
‫و‬
‫ن‬
‫ج‬
‫ى‬
َْ
َ ُ َ َ َ َ ْ ُ ُ َ‫َو َعل‬
ََ
ِ
ِ ‫و ْال َْر‬
‫ت َه َذا َباط ًل ُس ْب َح َان َك‬
َ ‫ض َربََّنا َما َخلَ ْق‬
َ
ِ
َّ ‫اب‬
‫الن ِار‬
َ ‫فَقَنا َع َذ‬
“Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine
yatarken Allah’ı anarlar.
Göklerin ve yerin yaratılışı
üzerinde tefekkür ederler.
‘Rabbimiz! Bunu boş yere
yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi
ateş azabından koru’ derler.” [Ali İ�mran 191]
Uzay hakkında tefekkür
onun sadece maddi yönü üzerinde tefekkür değildir. Bununla beraber sınırlı/muhtaç
oluşu ve bundan dolayı
mahlûk/yaratılmış
olması
hakkında tefekkürdür. İ�slam
diğer din ve din adamlarının
yaptığı gibi bilimsel tefekkürü
menetmemiş, bilakis düşün-
tefekkür
me alanını daraltmamış ve
mutlak bir şekilde düşünmeyi
talep etmiştir. İ�slam’ı kabulü
de akıldan kaynaklanan bir
imana bağlamıştır. Bu sayede
insan kendi varlığı, yaşadığı
hayatı ve kâinatı daha doğru
anlayabilecek, öncesi ve sonrası ile bağlantı kurup varlık
sebebini keşfedecektir. Böylece vahşi kapitalizmin mahkûm
ettiği hayvansal içgüdü ve şehvetinin esiri olmaktan kurtulup sadece bir olan Allah’ın
kulu olma şerefine nail olacaktır.
Avrupa Uzay Ajansı (European Space Agency) ESA Genel
Direktörü Jean-Jacques Dordain kendisiyle yapılan bir röportajda “Uzayın sınırı var mıdır?” sorusuna şöyle cevap
vermişti: “Galaksi, yıldızlar
bütünüdür. Dolayısıyla mutlaka bir sonu, bir sınırı vardır,
yani sınırsız olmaması anlamında… Ama belki de soru tamamen galaksiye dair değil,
galaksiler bütününden oluşan
evrenle alakalı. Evrenin sınırları yok, ama sonsuz da değil.
Bunu açıklamak pek kolay sayılmaz ama uzmanlar bana bir
balonun üzerine yürüyen bir
karınca hayal etmemi önermişlerdi. Karınca herhangi bir
sınırla karşılaşmaz ama sonu
olan bir yüzeyde gezinir. Bence de evreni böyle tanımlamak
gerek. Ancak sizi rahatlatmak
için söyleyeyim, daha evrenin
%97’sini tanımıyoruz. Evren
üzerine bilgimiz çok çok sınırlı.” [http://tr.euronews.com/2012/
11/14/ab-uzay-arastirmalarina-nasilbutce-ayiriyor/]
Uzay hakkında
tefekkür onun
sadece maddi
yönü üzerinde
tefekkür
değildir.
Bununla beraber
sınırlı/muhtaç
oluşu ve bundan
dolayı mahlûk/
yaratılmış
olması hakkında
tefekkürdür.
İslam diğer din
ve din
adamlarının
yaptığı gibi
bilimsel
tefekkürü
menetmemiş,
bilakis düşünme
alanını
daraltmamış ve
mutlak bir
şekilde
düşünmeyi talep
etmiştir.
UZAY ARAŞTIRMALARININ/ ASTRONOMİ�Nİ�N İ�SLAM
TAR�H�NDEK� YER�
Uzay siyaseti konusuna girmeden önce uzay araştırmalarının İ�slam tarihindeki yeri,
günümüz bilimine olan katkıları ve Müslüman bilim adamlarını bu konuda araştırma
yapmaya iten etkenleri kısaca
gözden geçirelim.
İ�bni Şebbe’ye dayanan
tarih kaynaklarında geçtiğine
göre Hz. Ö� mer ra gece ve gündüz zamanları ile ayın menzillerinin tespiti ve yıldızlardan
yol bulma gibi amelî� faydalara
yönelik olarak göklerin öğrenilmesini istemektedir. Müslümanlar için namaz, oruç, bayram, rüyet-i hilal vakitlerinin
tespiti için zaman belirleme
ihtiyacı, kıble tayini için yön
belirleme ihtiyaçları temel
olarak İ�slam tarihinde astronomi, coğrafya, bunlara paralel olarak da hesapların yapılabilmesi için cebir, geometri,
fizik, mekanik gibi alanların
gelişmesini sağlamıştır. Bunların yanında ticaret, davet ve
cihad amaçlı yolculuklarda
yön bulma, deniz ve çöl yolculuğu için hava ve iklim değişimleri ve cami inşaatları gibi
konular için de yıldız haritalarına ihtiyaç vardı.
Astronomi en eski bilim
dallarından biri olması hasebiyle “bilim tarihi” büyük ölçüde “astronomi tarihi”nden
oluşur. Astronomiye o dönem
(ilm-i ahkâm-ı nücum), güneş,
ay, gezegenler ve yıldızların
41
mayıs’13
tefekkür
görünür hareketlerini inceleyen konum astronomisine
(İ�lm-ül-eflak), ve zaman hesapları ile ilgili bilime (ilm-ülrukat) denirdi. Zaman hesabıyla uğraşanlara Muvakkit
denirdi. Büyük camilerin çoğunda Muvakkitler vardı ve
bunlar medreselerde yetiştiriliyordu. Eski Yunanlılar astronomik bilgileri gözlem yoluyla
değil de felsefi yollarla (güneş
mi dünya çevresinde döner,
dünya mı güneşin gibi) geliştirmeye çalışırken İ�slam bilginleri 5. Abbasi Halifesi Harun Reşid (763-809) döneminde günümüzdekilere benzer şekillerde rasathanelerde
gözleme dayalı bilimi geliştiriyorlardı. Bu gözlemleri daha
dakik bir şekilde yapabilmek
için ise en meşhurları usturlab
ve çeşitli güneş saatleri olan
birçok çeşit mekanizma ve
ölçü aletleri geliştirmişlerdir.
15. yüzyıla kadar Avrupa’da
astronominin adı bile geçmezken Arapça kaynaklarının Latinceye tercümesi ve İ�slam bilginlerinin pratik mirası ile Rönesans döneminde (1600’lü
yıllar) Müslümanlara ancak
yetişmeye başlamışlardır. Bunun en bariz göstergesi halen
uluslararası
terminolojide
kullanılan yıldız isimlerinin
200 den fazlasının [ ] ve zenit.
nadir, azimut, almukantar gibi
birçok astronomi tabirinin
Arapça olmasıdır.
� MMET UZAY AJANSININ
�DAR� YAPIDAK� YER�
Uzay siyasetinin detaylarına girmeden önce Uzay ajansı-
42
mayıs’13
nın Hilafet Devleti’nin idari cihazlarından hangi birime bağlı olacağı konusundan başlayalım. Tüm İ�slami beldelerin Hilafet Devleti’ne ilhak olmalarından önceki kısa dönemde
birleştirici ve bütüncül mesaj
barındırması amacıyla bu kurumun adı ilk etapta Ü� mmet
Uzay Ajansı olabilir. Bu ajans
doğrudan Halifeye bağlı olan
sanayi dairesinin idaresi altında olmalı zira sanayi dairesi;
ister motor ve makine sanayileri, araç gövde sanayiler,
(ham) madde sanayileri,
elektronik sanayileri gibi ağır
sanayi olsun, ister hafif sanayi
olsun, ister gerek genel mülkiyet kapsamına giren fabrika
türünden, gerekse özel mülkiyet kapsamına giren fabrika
türünden harp sanayileri ile
alakası bulunan fabrikalar olsun, isterse harbiye siyâseti
esası üzere kurulması gereken
türleri ile fabrikalar olsun, sanayi ile alakalı bütün işleri
üstlenen dairedir. Zira cihad
ve kıtal, orduya ihtiyaç duyar.
Ordunun savaşabilmesi için silahının bulunması ise kaçınılmazdır. Ordunun en üst düzeyde gelişmiş olarak eksiksiz
bir şekilde sahip olacağı silahın da devlet içindeki sanayi
ile, bilhassa cihad ile olan güçlü alakasından ötürü harp sanayisi ile üretilmesi kaçınılmazdır.
Devletin, tüm dış etkilerden uzak olarak kendi işinin
dizginlerini elinde tutabilmesi
için, kendi silahının sanayisini
kurması ve bizâtihi geliştirmesi kaçınılmazdır ki kendi ken-
disinin efendisi olarak kalmaya, en modern ve en güçlü silahların maliki olmaya devam
etsin ve silahlar ne kadar gelişirse gelişsin veya ne kadar
ilerlerse ilerlesin, kendisine
zahir olan açık düşmanlarının
tümünü ve muhtemel düşmanlarının tümünü korkutabilmek için ihtiyaç duyduğu
bütün silahlar daima kendi tasarrufu altında bulunsun. Aynen Allah Subhanehû ve
Teâlâ’nın buyurduğu gibi:
ِ
‫ط ْعتُ ْم ِم ْن قُ َّوٍة َو ِم ْن‬
َ َ‫است‬
ْ ‫َوأَع ُّدوا لَهُ ْم َما‬
ِ
ِ
ِ
‫ون بِ ِه َع ُد َّو اللَّ ِه َو َع ُد َّو ُك ْم‬
‫ب‬
‫ه‬
‫ر‬
‫ت‬
‫ل‬
‫ي‬
‫خ‬
َ ُ ُْ ْ َ ‫ِرَباط اْل‬
َّ
ِ
ِ
ِ
‫ونهُ ْم اللهُ َي ْعلَ ُمهُ ْم‬
َ ‫َو‬
َ ‫ين م ْن ُدونه ْم الَ تَ ْعلَ ُم‬
َ ‫آخ ِر‬
“Onlara karşı gücünüz
yettiğince kuvvetten ve (cihad için beslenen) savaş atlarından hazırlayın ki hem
Allah’ın düşmanlarını, hem
kendi düşmanlarınızı, hem
de onlardan başka sizin
bilmeyip de Allah’ın bildiği
diğerlerini korkutasınız.”
(el-Enfâl 60)
İ�şte böylelikle devlet, kendi
iradesinin maliki olur, ihtiyaç
duyduğu silahları üretir ve
geliştirir. Bu geliştirmeyi de,
imkânlar dâhilinde, sürekli en
üstün ve en güçlü silahlara
sahip
olabilecek
şekilde
sürdürür ki tüm görünür ve
muhtemel düşmanlarını bilfiil
korkutmaya güç yetirebilsin.
Bu nedenle devletin kendi
silahının sanayisini bizzat kurması vaciptir. Diğer devletlerden satın almaya bağımlı olması kesinlikle câiz değildir.
Çünkü bu, diğer devletlerin
devlete, iradesine, silahına,
tefekkür
harbine ve kitaline tahakküm
etmelerine yol açacaktır.
İ�şte bütün bunlar nedeniyle, devletin kendi silahını,
yedek parçasını ve harp araçlarından ihtiyaç duyduğu her
şeyi bizzat üretmesi vaciptir.
Devlet, ağır sanayi ile kuşanmadıkça ve harbiye ile gerek
doğrudan bağlantılı gerekse
dolaylı bağlantılı olsun, ağır
sanayiler üreten fabrikaları ilk
ve öncelikli olarak kurmaya
başlamadıkça muvaffak olamaz. Dolayısıyla atom silahlarının ve uzay araçlarının
üretimine yönelik fabrikaların, tüm türleri ile roketlerin,
uydu sistemlerinin, uçakların,
tankların, savunma sistemlerinin, savaş gemilerinin, zırhlı
araçların ve tüm türleri ile ağır
ve hafif silahların üretimine
yönelik fabrikaların, makinelerin, motorların, (ham)maddelerin ve elektronik sanayinin üretimine yönelik fabrikaların ve keza genel mülkiyet
ile alakası olan fabrikaların ve
Harp sanayileri ile alakası olan
hafif sanayi fabrikalarının
elinde bulunması kaçınılmazdır. Tüm bunlar, Müslümanlara farz kılınmış hazırlık vacibinin gereklerindendir. Allah
Subhanehû ve Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
ِ
‫ط ْعتُ ْم ِم ْن قُ َّوٍة‬
َ َ‫است‬
ْ ‫َوأَع ُّدوا لَهُ ْم َما‬
“Onlara karşı gücünüz
yettiği kadar kuvvet hazırlayın!” (el-Enfâl 60)
İ�slâmî�
Devlet;
İ�slâmî�
Dâveti, dâvet ve cihad metodu
5. Abbasi
Halifesi Harun
Reşid (763-809)
döneminde
günümüzdekilere benzer
şekillerde
rasathanelerde
gözleme dayalı
bilimi
geliştiriyorlardı.
Bu gözlemleri
daha dakik bir
şekilde
yapabilmek için
ise en
meşhurları
usturlab ve
çeşitli güneş
saatleri olan
birçok çeşit
mekanizma ve
ölçü aletleri
geliştirmişlerdir.
ile taşıyan devlet olduğuna
göre, cihad ile kaim olmak için
hiç şüphesiz sürekli hazırlıklı
bir devlet olacaktır. Bu ise harbiye siyaseti esası üzerine kurulu olarak, -gerek ağır gerekse hafif olsun- kendi sanayisinin bulunmasını gerektirir.
Ö� yle ki bu fabrikaları harp sanayisine dönüştürme ihtiyacı
duyduğu zaman, dilediği vakitte dönüştürebilmesi kolay
olsun. Bundan ötürü Hilâfet
Devleti’ndeki tüm sanayilerin
harbiye siyaseti esası üzerine
kurulması gerekir. Yine ister
ağır sanayiler üretenler olsun
isterse hafif sanayiler üretenler olsun, tüm fabrikaların da
bu siyaset esası üzerine kurulması gerekir ki devletin ihtiyaç duyduğu herhangi bir vakitte, üretimlerinin harbî�
(askerî�) üretime dönüştürülmesi kolay olsun.
UZAY ARAŞTIRMALARININ AMAÇ VE FAYDALARI NELERDİ�R?
Günümüz uzay ajanslarının kuruluş amaçlarına, stratejilerine ve politikalarına bakacak olursak kendileri şu şekilde tanımlarlar:
NASA: Vizyonumuz hortumların oluşumu gibi pratik,
ay kaynakları gibi cazip,
kâinatın başlangıcı gibi derin
soruları cevaplamayı kapsar.
Uzay programının gelecek nesillere başarıyla aktarılmasını
sağlamak için basit ama etkili,
uzun vadeli hedefler koymalı
ve onlara ulaşmak için tutarlı
akılcı planlar yapmalıyız.
43
mayıs’13
tefekkür
ROSCOSMOS: Giderek büyüyen küresel sosyo-ekonomik ihtiyaçlarına, bilim, savunma ve güvenlik alanlarında yerel uzay araçları ile küresel çapta bir başarıya ulaşmak.
Temel uzay araştırma konularında (gezegen bilimi, astrofizik, güneş-dünya etkileşim
araştırmaları) öncü olmak. Ay
araştırmalarının en önemli
alanlarında öncü olmak, diğer
gezegenlere yapılacak görevler dâhil olmak üzere uluslararası toplumun projelerine tam
katılımı temin etmek, fırlatma
araçlarında öncü bir konum
almak, bütün görev alanlarında kendi bölgemizden uzaya
bağımsız erişim sağlamak, yerel uzay araçlarına dünya
standartlarında teknik ve operasyonel özellikler sağlamak.
Verimli ileri teknoloji uzay sanayii sayesinde, küresel uzay
pazarında Rusya’ya sağlam bir
yer temin etmek.
ESA başkanı kendisi ile yapılan röportajda “Avrupa Uzay
Ajansı’nın günlük hayatımızdaki işlevi nedir?” sorusuna
verdiği cevapta şu noktalara
vurgu yapmıştır:
Ü� ç işlevi var:
1-İ�lki, bilginin sınırlarını
zorlamak. Gezegenlere, Mars’a
ya da Venüs’e baktığımızda,
bizi asıl ilgilendiren bu
gezegenlerin değil, dünyanın
geleceği. Dünya gezegenlerden
yalnızca bir tanesi ve Mars’ı ve
Venüs’ü inceleyerek dünya
üzerine daha çok bilgi
ediniyoruz. Sera etkisi, dünya-
44
mayıs’13
da anlaşılmadan önce, Venüs’ün atmosferinde keşfedildi.
Dolayısıyla öncelikle bilgi.
2-�kinci olarak rekabet.
Çünkü eşsiz teknolojiler üretiyoruz ve bu teknolojiler
sanayide rekabeti arttırıyor.
Son olarak,
3-Tüm vatandaşlara hizmet. Meteoroloji, yer bildirim
ve telekomünikasyon hizmetleri… Avrupa vatandaşları farkında olmasalar da uydular
olmadan yaşayamazlar. Bu da
uzayın çok işe yaradığını gösteriyor.”
Bu yüzdendir ki Avrupa
ekonomik kriz içinde çalkalanırken ESA’nın bütçesi 4 Milyar Euro ve buna ESA’nın 20
üyelerinin her biri itiraz etmeden üzerlerine düşen payları
her yıl ödüyorlar. Zira uzay çalışmaları her ülke için artık kaçınılmaz bir zorunluluk ve hayati ihtiyaçların karşılanmasında önemli bir yere sahiptir.
Ü� lkelerin diğer politik alanları
ile kesiştikleri bölgelere bakarak bunu daha iyi anlayabiliriz.
UZAY
� NEM�
ÇALIŞMALARININ
Eğitim/İ�letişim: İ�nternetin
gitgide eğitim alanında yaygınlaştığı günümüz şartlarında uydular internet erişimine
alternatifler sunar. Bu sayede
online eğitim, sağlık hizmetleri ve işadamlarının pazarları
ile daha sağlıklı iletişimi,
temin edilir. Geniş kapsama
alanlı televizyon ve radyo
yayınları, uluslararası telefon,
internet haberleşmeleri gibi
iletişim hizmetleri.
Çevre: Uzaydan yapılan
gözlemler sayesinde çevre düzenlemeleri ve çevre koruması ile ilgili hava durumu ve
iklim hakkında çok katmanlı
bilgiler sağlanır. Bunların
dışında okyanuslar, balıkçılık,
arazi kullanımı ve bitki örtüsü
ile ilgili detaylı bilgiler sağlanır. Bunlar sayesinde gittikçe
büyüyen bir felakete dönüşen
iklim değişiklikleri ve çevre
sorunları ile ilgili bilgiler elde
edilir (deprem, yangın, sel,
tsunami, hortum, ozon incelmesi, küresel ısınma, buzulların erimesi ve su seviyesinin
yükselmesi, hava kirliliği, petrol sızıntıları, manyetik ve
radyoaktif kirlilik, kuraklık
gibi). Çevre kirliliğinin gözlenmesi ve doğal felaketlerde daha hızlı yardım ulaştırma, doğal kaynakların daha verimli
kullanılması gibi konulara da
katkı sağlar. Sürdürülebilir tarım, ormancılık, yağmur ormanları, su ve enerji kaynaklarının gözlenmesi ve korunmsı
için hayati veriler temin eder.
Ulaşım/Lojistik: Giderek
kara ve demiryolu ulaşımında
yaygınlaşan navigasyon aletleri için daha yüksek çözünürlüklü/hassasiyetli konum bilgileri sağlar. GPS hizmeti kara
taşımacılığı için sadece bir takip ve kolaylık kapsamında
iken hava ulaşımı, deniz, orman, çöl geçişleri için hayati
öneme sahiptir. Ambulans, it-
tefekkür
Hilafet
Devleti’nin
sanayi dairesi
harb sanayisine
dayalı
olduğundan ve
bu da dış
siyasetle
yakından ilgili
olduğundan
dolayı uzay
siyaseti de
büyük oranda
dış siyasete göre
şekillenecektir.
Elbette ana
misyonu
yukarıda da
zikredilen
alanlar olup
bunların çoğu
sivil ve sulh
zamanı görevleri
olsa da, öncelik
sırası her zaman
askeri, harbi
ihtiyaçlardadır.
faiye, polis araçları gibi acil
servisler içinse destek bilgisi
mesabesindedir.
Bölgeler: Tartışmalı kırsal
bölgelerin sınır belirlemeleri,
ülkelerin ve idari bölgelerin
sınırlarının belirlenmesi (mülki, idari, kıta sahanlığı, uluslararası deniz sınırları, şehir içi
ve şehirlerarası yollar gibi görev sınırları vb.)
AR-GE/ Araştırma-Geliştirme: Uzay araştırma laboratuarları özel sektör ve üniversitelerin kendi başlarına yapamayacakları AR-GE deneyleri
ve laboratuar imkânları ile sanayi ve bilimsel çalışmalara
katkı sağlar.
İ�catlar/Inovasyon: Yüksek
katma değerli bir alan olan
uzay çalışmaları en düşük maliyetle en çok işi yapan, en verimli teknolojilerle en uzun
soluklu projelerin yürütüldüğü bir sektördür. Kendine has
sorunları çözmek için her
daim yeni yaklaşımlara/çözüm tekniklerine ihtiyacı vardır. Bunları gerçekleştirirken,
kamuya faydalı bilgi ve teknolojiyi de geliştirir. Bu kapsamda mucit olup da düşüncelerini gerçekleştirmeye güç yetiremeyen fert ve şirketlerin
hem ufkunu açmak, hem de
onlara pratik uygulama sahası
oluşturmak gibi bir misyonu
da üstlenir. Yeni motor çalışmaları, alternatif yakıt/enerji
üretme yöntemleri, enerji tasarrufu sağlayan sistemlerin
geliştirilmesi bunlara örneklerdir. Bu kapsamda sanayici,
girişimci/müteşebbis, üniversite ve enstitülerden oluşan
çalışma grupları oluşturulup
hem kendi sektörüne hem de
tüketici/ev aletleri, makine/
endüstri sektörüne katkılar
sağlar.
Güvenlik/Savunma/Askeri
Alan: Günümüzde güvenlik
tehditleri gitgide daha girift/
kompleks bir hal almış, eskiye
nazaran daha zor öngörülebilir bir duruma gelmiştir. Uzay
gözlemleri sayesinde daha
sağlıklı güvenlik önlem politikaları, daha dakik ve verimli
müdahale planları, daha hızlı
karar vermeye yardımcı olacak veri/bilgi sağlanabiliyor.
Modern tehditler artık daha
dinamik ve global ölçeklere
sahip. Artık önlemlerin ve ilk
müdahalelerin adresleri genelde ülke sınırlarının dışında
vuku buluyor. Uzay aletleri
görsel (uydu fotoğrafları),
iletişimsel (haberleşme) ve
konumsal (GPS) verilerle durumlara bariz bir katkı sağlar.
İ�ç güvenlik, dış güvenlik, sınır
güvenliği, sahil güvenliği için
sivil ve askeri havacılık birimlerini işbirliği içinde koordine
etmek bu alandaki en önemli
mevzulardandır.
H�LAFET
DEVLETİ�’Nİ�N
UZAY Sİ�YASETİ�NE Gİ�Rİ�Ş
Hilafet Devleti’nin sanayi
dairesi harb sanayisine dayalı
olduğundan ve bu da dış siyasetle yakından ilgili olduğundan dolayı uzay siyaseti de büyük oranda dış siyasete göre
şekillenecektir. Elbette ana
45
mayıs’13
tefekkür
misyonu yukarıda da zikredilen alanlar olup bunların çoğu
sivil ve sulh zamanı görevleri
olsa da, öncelik sırası her zaman askeri, harbi ihtiyaçlardadır. Zira artık eski klasik savaş
taktikleri ortadan kalkmış ve
ülke güvenliğinin ana tehdit
kaynaklarının şekilleri değişmiştir.
İ�nsan gücü, hat ve kol düzeni taktiklerine dayalı birinci
nesil savaş da, havan topu ile
uzak menzilli atışa dayalı olan
2. nesil savaş da, düşmanı
arkadan sarıp gücünü bölmeye
dayalı 3. nesil savaş tipi de
geride kalmış; artık 4. nesil
savaş denilen ve unsurları
maddi kuvvetten tamamen
farklı olan bir savaş dönemine
girilmiştir. Rus ve Batı eksenli
ülkelerdeki renkli Amerikan
devrimlerinde gözlediğimiz
bu savaş İ�slami beldelerden
Irak’ın işgali ve Arap baharı
sürecinde Tunus ve Mısır’da
da uygulanmıştır. NATO’nun
Libya’ya müdahalesi dışında
maddi unsur kullanmaya gerek kalmaksızın kâfirlerin lehinde sonuçlanan bu savaşların birini de günümüzde Suriye’de kâfirlerin müştereken
Haçlı seferi iştahıyla sürdürdüğünü acı içinde takip ediyoruz.
Bu 4. nesil savaş tipinde
ana unsurlar: Karmaşık ve
uzun dönemli çatışmalar, terörist eylemler, ulusal/milli karakterde olmayan bazan uluslararası, ekseriyetle de adem-i
merkeziyetçi, kültürü manipüle/ifsat eden, çok yönlü psiko-
46
mayıs’13
lojik savaş ve medya dezenformasyonu, hukuk manipülasyonu, politik, ekonomik, içtimai/sivil, askeri tüm işbirlikçi
şebekeler, tüm bu şebeke aktörleri ile düşük yoğunluklu
fakat uzun soluklu çatışmalar
olup; muharip olmayan unsurlar genelde ikilem ve yanıltmacalarda kullanılır, hiyerarşi
olmaması, boyut olarak küçük
fakat yaygın ağ ve dış finansal
destek, isyan ve gerilla taktiklerinin kullanımı, istihbarat ve
5. kol faaliyetleri de bu savaşın
diğer unsurlarıdır.
Harb hiledir hükmü gereğince savaş stratejisi olarak
şeri hükümlerden uzaklaşmamak ve aşırıya kaçmamak kaydıyla Hilafet Devleti de tüm bu
4. nesil savaş unsurlarını kullanabilir. Fakat anlaşmalı olan
ülke ve gruplarla ahdini bozmamak, kendi tebaasına karşı
tecessüs etmemek, esirlere iyi
muamelede bulunmak, düşmana işkence etmemek gibi
savaş hukuku ve savaş ahlakı
kabilinden olan hükümlere
muhalefet etmemeye aşırı
özen göstermelidir.
İ�şte dış siyasetinde süreklilik arz eden bu “Cihad
Vizyonu”na sahip olan İ�slam
Devleti; hem görünen ve görünmeyen düşmanlara karşı
ayetin gerektirdiği maddi güç
unsurlarını elde etmek ve bu
konuda dünyada lider olmak
için siyaset geliştirecek; hem
de savaşın diğer unsurlarını
doğru yönetebilmek için her
savaş unsuruna ihtiyacı olan
katkıları sağlayacak olan uzay
siyasetini ve teknolojisini
buna paralel olarak geliştirecektir.
Hilafet Devleti’nin dış siyasetinin ikinci yönü olan davet
yönü için de uzay ajansı önemli rol oynamaktadır. Zira mesajını tüm dünyaya beşeri ve karasal sınırlara takılmadan
ulaştırabilmenin en etkin yolu
uydu ve internet yayınlarıdır.
Tabii ki bunlar kitap, gazete,
dergi gibi konvansiyonel yayınları ve birebir canlı davetçilerin etkisini bertaraf etmez,
bilakis onlara destek malzemesi ve bilgi kaynağı sunarak
işlerini kolaylaştırır. Bu sayede davetçiler içeride kitleleri
eğitmek ve siyasi bilinç/duyarlılık kazandırmak için, dışarıda da küfür akide ve fikirlerinin çürütülmesi için zengin bir alana sahip olurlar. Bu
alanda film, belgesel, haber/
tartışma programları gibi çok
çeşitli
araçları
kullanma
imkânları olur.
İ�slam Devleti’nin iç ve dış
alandaki başarılarının ve
cephelerdeki
mücahidlerin
zaferlerinin kamuya mal edilmesi ve harbi devletlerin
oyunlarının deşifresi için de
TV ve internet yayınları vazgeçilmez birer unsurdur.
Bir sonraki yazımızda inşaAllah İ�slam beldelerinin mevcut uzay gücü potansiyelleri
nedir, bunlar kısa sürede etkin
uzay gücü olma yoluna nasıl
değerlendirilebilir, ideolojik
bakışın uzay yarışındaki rolü
gibi konulara değineceğiz.
tefekkür
EMPERYALİZM’İN SÖMÜRME
TAKTİĞİ VE İSLÂM
Esra DEMİR
Emperyalizm veya yayılmacılık, bir devletin veya ulusun başka devlet veya uluslar
üzerinde kendi çıkarları doğrultusunda etkide bulunmaya
çalışmasıdır. Etkileyen devlet,
etkilenen devletin kaynak
gücü, merkezî� hükümeti, keyfî�
yönetim metotları üzerinde
etkin anlamına gelmektedir.
Bu kullanımının dışında
Fransa’da 1830’larda Napolyon İ�mparatorluğu’na hayranlık
duyanları
nitelemek,
1848’den sonra ise III.
Napolyon’un kötü yönetimini
ifade etmek için kullanılmıştır.
1870’li yıllarda İ�ngiltere’de
Başbakan Benjamin Disraeli’nin sömürge imparatorluğunu güçlendirme ve genişletme politikalarını tanımlamak
için
emperyalizm
kavramına başvurulmuştur.
Böylece emperyalizm, sömürgecilikle eş anlamda kullanılmaya başlanmıştır.
Bu yaklaşıma göre emperyalizm, gelişmiş ülkelerde
mevcut durumun muhafaza
edilmesi için bir gereklilik ve
hak olarak görülmektedir. Em-
peryalizm “ekonomik yönden
az gelişmiş ülkelerin gelişmiş
olanlara tâbi olmasını sağlayan ekonomik, siyasal ve
askerî� ilişkileri nitelemektedir. Emperyalizm, dünya ekonomisindeki eşitsiz ilişkiler
sistemini tanımlayan en uygun
kelimedir.” Emperyalizm, gün
geçtikçe taktiklerini geliştirerek, sömürge kaynaklarını artırmıştır.
19. yüzyılda kapitalizmin
etkisi altına girmeyen, sömürgeci emperyalist ülkelerin
doğrudan veya ‘yarı-sömürgesi’ statüsüne indirgenmeyen
bir dünya ülkesi hemen hemen kalmamıştır. Asya’nın tamamı, Afrika, Latin Amerika
kapitalist ekonominin etkinlik
ve yayılma alanı haline gelmiş,
dünyanın görüntüsü değişmiş
ve yeniden biçimlenmiştir.
İ�ngilizler Güney Asya›yı
sömürgeleştirmişler, Çin’i silah zoruyla afyon ticaretine
zorlamışlardır. Hollandalılar
Doğu Hint adalarına yerleşmişler ve Rusya kuzeyde
Sibirya, doğuda Orta Asya’ya
doğru yayılmasını sürdür-
müştür.
Afrika
(Osmanlı
Devleti’nin biçimsel hâkimiyeti altındaki sınırlı bölgeler
dışında) Fransızlar, İ�ngilizler
ve Belçikalılar tarafından paylaşılmıştır. Latin Amerika
İ�spanyollardan ve Portekizlilerden biçimsel olarak bağımsızlaşmıştır ama bu bilinen
anlamda kurtuluş savaşı sonucu kazanılmış bir ‹bağımsızlık›
değildir. Yegâne değişiklik
‹beyaz
egemen
sınıfın›
yönetimi devralmasıdır. Zaten
Orta ve Güney Amerika önce
İ�ngilizlerin, arkasından da
ABD›nin nüfuz bölgesi (arka
bahçesi) durumuna gelmiştir.
Osmanlı Devleti de emperyalist Batı’nın bir yarı-sömürgesi haline gelmiştir. Bu dönemde dünya ölçeğindeki kutuplaşma, çevre-merkez, gelişmiş-azgelişmiş, sanayileşmişsanayileşmemiş ikilemi kesin
olarak yerleşmiştir. Dünya ticareti de önceki dönemlerde
olduğu gibi lüks mallar ticaretinden sanayi kapitalizminin
ürünleriyle hammadde ve tarım ürünlerinin yaygın ticaretine dönüşmüştür. Sanayileşmiş ülkeler sanayi ürünleri ih-
47
mayıs’13
tefekkür
raç etmekte bunun karşılığında hammaddeler ve tarım
ürünleri ithal etmekteydiler
ve bu eşit olmayan bir değişimdi. Başka türlü ifade etmek
istersek, emperyalist merkezlerle dünyanın geri kalanı arasındaki ticaret ve yatırım ilişkileri hâkim durumdaki ekonomiler lehine işlemekteydi.
Bu kan kaybının derinleşmesi
olarak da ifade edilebilir.
O dönemden sonra zenginlik-yoksulluk farkı sürekli derinleşmiştir. Nitekim 1800 yılında ‘zengin ülkelerle’ ‘yoksul
ülkeler’ arasındaki fark bire
iki (1’e 2) iken, şimdilerde bire
altmıştır (1’e 60) ve ‘modernleşme’, ‘kalkınma’ ‘küreselleşme’, vb. söylemine rağmen bu
fark hızla büyümeye devam
etmektedir. Dünyanın Batı Avrupalılar tarafından bu biçimde yağmalanması ve söz konusu halkların kendi kendilerine
yeterli olmaktan çıkarılması,
toplumsal-kültürel yapılarının
aşındırılması,
kültürlerinin
tahrip edilmesi, emperyalist
güçler ve onların sözcüleri tarafından uygarlaştırma misyonu olarak sunulmaktadır. Başlangıçta Amerika halklarını
Hıristiyanlaştıranlar, sanayi
kapitalizminin yerleştiği dönemde de uygarlaştırmaktaydılar.
19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başına gelindiğinde, sözünü ettiğimiz Kapitalizme
özgü merkezileşme ve yoğunlaşma eğiliminin bir sonucu
olarak, kapitalist işletmelerin
ölçeği büyümüş, karteller,
tröstler, konzernler biçimindeki büyük tekeller dünya pa-
48
mayıs’13
O dönemden
sonra zenginlikyoksulluk farkı
sürekli
derinleşmiştir.
Nitekim 1800
yılında ‘zengin
ülkelerle’ ‘yoksul
ülkeler’
arasındaki fark
bire iki (1’e 2)
iken, şimdilerde
bire altmıştır
(1’e 60) ve
‘modernleşme’,
‘kalkınma’
‘küreselleşme’,
vb. söylemine
rağmen bu fark
hızla büyümeye
devam
etmektedir.
zarında etkinliklerini artırmışlardır. İ�şte, tekellerin ortaya çıktığı bu döneme emperyalizm denmiştir. Bu dönemin
bir özelliği de mal ihracına
sermaye ihracının da eklenmesidir.
Elbette sermaye ihracı mal
ihracının yerini almıyordu,
tam tersine mal ihracı artmaya devam etmiştir. Sermaye
ihracı, hükümetlere borç verme bir yana bırakılarsa, daha
çok kapitalist hâkimiyeti pekiştirecek, sömürüyü derinleştirecek alt yapı yatırımlarına ve hammadde kaynaklarına (madenler, plantasyonlar,
vb.) yönelmiştir. Böylelikle
dünyanın tüm doğal ve beşeri
zenginliği emperyalist sömürüye açılmıştır. Dünya emperyalist güçler arasında paylaşılmıştır ama pastadan pay alamayan ‘yeni yetme güçler de
(Almanya, Japonya) ‘paylaşılanı yeniden paylaşmayı’ dayatıyorlardı. İ�şte bu emperyalistler arası savaşın gerçek nedenidir.
Emperyalist saldırı söz konusu olduğunda, saldırıya maruz kalanların bu saldırıyı ‘hayır duasıyla’ karşılamaları elbette mümkün değildir. Nitekim ilk emperyalist yayılmanın ardından saldırının ve kutuplaşmanın yıkıcı sonuçlarına karşı sayısız isyanlar olmuştur. Bu isyanların en çok
bilineni, 18. yüzyıl sonunda
San Domingo’daki (bu günkü
Haiti) köle devrimidir. Daha
sonra 1900’lerin başındaki
Meksika devrimini ve 1950’lerin sonundaki Küba devrimini
de aynı çizginin devamı say-
tefekkür
mak gerekmektedir.
İ�nsanların sistem tarafından dışlandığı, marjinalleştiği,
işsizliğin, yoksulluğun ve sefaletin büyüdüğü, doğal çevre
tahribatının derinleştiği, gezegen riskinin tehlikeli bir eşiğe
doğru ilerlediği, insani değerlerin aşındığı durumun, insanlığın nihai kurtuluşu olarak
sunulması ibret vericidir. Küreselleşme denilen mevcut süreç dar bir dünya elitini, küresel ayrıcalıklılar sınıfını hızla
zenginleştirmektedir. Zenginleşen bu kesime dünyanın ayrıcalıklı azınlıkları dâhildir.
Zaten dünyanın ‘egemenleri’
doğrudan emperyalizmin bu
ülkelerdeki
uzantılarından
başka bir şey değildir... Her
gün yoksulların sayısı artarken zenginlerin sayısı da artmaktadır. Her yıl yeni dolar
milyarderleri türemektedir ve
bunların ‘başarı öyküleri’ dilden dile dolaşarak destanlaşmaktadır.
Burada şu örnekleri vermek konuyu daha iyi anlamaya yardımcı olacaktır. ABD emperyalizmi Irak’ı işgal ettiğinde, bu emperyalist politikanın
uzantısı ve doğal sonucu olarak, başta ABD olmak üzere,
�ngiliz vb. petrol tekellerinin,
inşaat işleri ile ilgili tekellerin
vb. işin içine girmesi ile bu
kaynakların işletme hakkını
ellerine alarak, bu konuda Irak
içinde de tekel konumuna gelmişlerdir. Bunların üzerine silah tekellerini, inşaat tekellerini vb. de eklemek gerekmektedir. Bu emperyalist bir politikadır. Ama bu emperyalist politika, doğrudan doğruya ABD
ABD
emperyalizmi
Irak’ı işgal
ettiğinde, bu
emperyalist
politikanın
uzantısı ve doğal
sonucu olarak,
başta ABD
olmak üzere,
İngiliz vb. petrol
tekellerinin,
inşaat işleri ile
ilgili tekellerin
vb. işin içine
girmesi ile bu
kaynakların
işletme hakkını
ellerine alarak,
bu konuda Irak
içinde de tekel
konumuna
gelmişlerdir.
Bunların
üzerine silah
tekellerini,
inşaat tekellerini
vb. de eklemek
gerekmektedir.
tekelci kapitalizminin çıkarları üzerinde yükselmektedir ve
ABD Hükümeti’nin bu temeli
inkâr ederek, farklı bir politikayı “tercih etmesi” mümkün
değildir. Ama bu emperyalist
politikada bugün silahlı müdahalenin öne çıkması, yarın
“barışçıl” biçimlerin öne çıkması sorunun özünü değiştirmemektedir. Yani emperyalist
yayılma için illaki silahlı müdahale ve işgal gerekmemektedir. Emperyalizmin özü,
onun sürekli olarak yayılma ve
egemenlik kurma eğiliminde
düğümlenmektedir. Kesin hesaplaşmalar ise, ancak güçle,
silahların gücüyle yapılmaktadır.
Emperyalist politik müdahaleler, müdahalenin yapıldığı
ülkede kapitalist ilişkileri belirli oranda geliştirmektedir.
Kapitalist gelişmenin, emperyalizmi ihtiyaç olmaktan çıkaracağı ileri sürülemez. Aksine,
emperyalist askeri müdahale,
ya da sermaye ihracı, meta ihracı gibi “barışçıl” yöntemlerle
yapılan müdahalelerin, söz
konusu ülke ya da bölgede
emperyalist bağımlılık ilişkilerini geliştirmesi, bu ilişkilerin
söz konusu ülkenin tüm derinliklerine doğru ilerlemesidir.
Tarımın tasfiyesi, özelleştirmeler, içinden çıkılamayacak
borç sarmalı, emperyalist ülkenin üretiminin ihtiyaçlarına
göre şekillenen bir kapitalist
üretim yapısı vb. gibi sonuçlar
ortaya çıkarmaktadır. Bu da
yetmeyerek, emperyalist soygun için IMF, DB gibi özel kurumlar örgütlenmektedir. Yani
sorun, kapitalistlerin dünyayı
özgürce sömürmeleri ile sınır-
49
mayıs’13
tefekkür
lı değildir. Genel bir bağımlılık
ilişkisinin, bir ülkenin zenginliklerinin yağmalanması üzerine oturan bir sistemin kurulması söz konusudur.
Kendilerini “uluslararası
toplum” olarak tanımlayan çağın hâkim güçlerinin izledikleri politikaları meşrulaştırmak
ve hedefe yerleştirdiklerine
yönelik baskı uygulamalarını
haklı çıkarmak için en çok “insan hakları” ve “terör” kavramlarından yararlandıkları
bilinmektedir. Bu kavramların
her ikisinin de uygulanmasında sözde insana değer verilmektedir. Ancak kendi politikalarını kamufle etmede bu iki
kavramdan yararlanan söz konusu güçlerin Suriye’de üçüncü yılına girerken geniş çaplı
devlet terörü ve katliamlar
karşısında “insana değer verme” ilkesinden son derece
uzak durmaları samimiyetlerinin derecelerini göstermektedir. Kapitalistler, zulüm rejimine sürekli mühlet tanıma
yoluna giderken, onun hedefe
yerleştirdiklerini savunmak
için örgütlenenleri “terör listesi ”ne alma arsızlığını göstermektedirler.
Emperyalizmin çıkar çemberine aldığı ülkelerde, emperyalist dengeyi tehdit edenlerin etkisiz hale getirilmeleri
için belli bir yasal zemin oluşturulmuştur. Aslında bu yasal
zeminin sabit bir felsefesi ve
esas aldığı temel ilkeleri de
mevcut değildir. Temel ilkeler
gibi gösterilenler ise pratikte
uygulanan yasal sistemle çoğunlukla çatışmaktadır. Temel
ilkeler diye gösterilenler, esas
50
mayıs’13
Kendilerini
“uluslararası
toplum” olarak
tanımlayan
çağın hâkim
güçlerinin
izledikleri
politikaları
meşrulaştırmak
ve hedefe
yerleştirdiklerine yönelik
baskı
uygulamalarını
haklı çıkarmak
için en çok
“insan hakları”
ve “terör”
kavramlarından
yararlandıkları
bilinmektedir.
Bu kavramların
her ikisinin de
uygulanmasında
sözde insana
değer
verilmektedir.
itibarıyla uygulanan baskı ve
zulümleri kamufle etmekten
başka bir amaç taşımamaktadır. Bir yanda temel ilkelerde,
herkesin konuşma ve düşünce
hürriyetinden söz edilmektedir, öte yanda bir kişi, emperyalizmin yerleştirdiği siyasi
yapıyı benimsemeyen görüşler beyan ettiğinde, sözü edilen temel ilkeler üzerine oturtulmuş sistemi uygulayan kurumları karşısında bulmaktadır. Kısa süre önce Erzurum’da
tutuklanan Müslüman kardeşlerimizin durumu gibi yaptıklarına da bir gerekçe uydurmaktadırlar.
Ö� zellikle son dönemde
emperyalizmin saldırı politikasının temel ekseni sayılan
“teröre karşı savaş” iddiasının
dayanaklarının
oluşturulmasında cinayet stratejisinden
yararlanılması-nın örnekleri
artmıştır. Bu cinayetler ve
katliamlar
emperyalizmin
nazarında; insanın değerinin
ne kadar düşük olduğunu
göstermek-tedir.
Suriye’de
yapılan katliam, Almanya’daki
kundak-lamalar, Arakan’daki
Müs-lümanların yakılması da
en güncel örneklerdendir.
Emperyalizm, insanları çıkarları doğrultusunda bu şekilde hiçe sayarken, İ�slam insana gereken değeri veren ve
devlet eliyle canını, malını, namusunu, onurunu koruyan tek
dindir. �slam Dininde devlet,
ümmete hizmeti en üst seviyede tutuyorken, beşeri sistemin
emperyalist odakları insanları
ayaklar altına alıp her türlü
zulmü ve işkenceyi uygulamaktadırlar. Menfaatleri uğ-
tefekkür
runda, hiç acımadan insanları
diri diri yakmaktadırlar.
Başında halifesi olan bir
ümmet olmadığından, gerçek
anlamda bir İ�slâm Devleti bulunmadığından
kendisini
İ�slâm’a nispet ettiği halde
dâvâ bilincinden mahrum 1,5
milyardan çok Müslüman, genellikle izzetten uzak şekilde,
selin önündeki çer-çöp gibi
oradan oraya savrularak yaşamaktadırlar.
Bir musî�bet, bin nasihatten
iyidir, ama bin musî�betten bir
ders bile alamayanlar için maalesef dünyevî� cezalar, uhrevî�
büyük cezanın habercisidir.
Suriye’deki ve diğer Müslüman beldelerindeki, dıştaki ve
içteki zilletin en önemli sebeplerinden biri, İ�slâm âleminin
kırk küsür parçadan oluşan
yamalı bohça görüntüsüdür.
Avrupa ülkelerinin birbirleriyle her konuda ittifak yapıp Avrupa Birliği adı altında tek
devlet haline gelişi, küfrün tek
millet olarak gücünü birleştirmesi, emperyalizm ve fesadın
globalleşmesi, artık Müslümanların da bir çatı altında
toplanmasının acil gerekliliğini göstermektedir.
Toplumda kullanılan şöyle
bir söz vardır; Ya birleşeceksin, ya bir leşe döneceksin! Bir
leş olmaktan kurtulmak için
birleşmek, olmazsa olmaz
şartlardandır. Bir Allah’a inanan Müslümanlar olarak,
Allah’la ve birbirimizle bağımızı yeniden sağlamlaştırmakla işe başlamalıyız. Aynı
dinin, aynı davanın insanı olan
tüm ümmetle birleşmek, İ�slam Devleti’ni kurmak için en
büyük gerekliliktir.
Coğrafi ve kültürel bütün
işgalleri, özellikle Ortadoğu’daki vahşet ve zulümleri
kaldırmak için çalışmak, bütün Müslümanlara farzdır,
şarttır. Allah Subhanehu ve
Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
َِّ ِ ِ ِ‫وقَاتِلُوْا ِفي سب‬
‫ون ُك ْم‬
َ ُ‫ين ُيقَاتِل‬
َ ‫يل اللّه الذ‬
َ
َ
“Sizinle savaşanlarla, Allah yolunda siz de savaşın.”
(Bakara, 190)
Ve yine şöyle buyurmaktadır:
‫اعتَ ُدوْا َعلَ ْي ِه بِ ِم ْث ِل‬
ْ َ‫اعتَ َدى َعلَ ْي ُك ْم ف‬
ْ ‫فَ َم ِن‬
“O halde, size karşı
tecâvüz edenlere siz de aynıyla mukabele edin.” (Bakara,
194)
Zorbalıkları için makamlarına, silâh ve teknolojilerine
güvenenler bilmelidirler ki,
maddî� silâhlar dayanıksız ve
yetersizdir. İ�man silâhı ise ne
kadar yok edilmeye çalışılsa
daha da keskinleşmekte, Müslümanın elindeki ebâbil taşı,
Hak düşmanı zorbanın fil benzeri tankına gâlip gelebilmektedir. Allah Subhanehu ve Teâlâ
şöyle buyurmaktadır:
‫الَ ُي َغي ُِّر َما بِقَ ْوٍم َحتَّى ُي َغي ُِّروْا َما بِأ َْنفُ ِس ِه ْم‬
“Bir toplum, kendini değiştirinceye kadar Allah onlarda bulunanı değiştirmez.” (Ra’d, 11)
َّ
َِّ
َ‫نص ُروا الله‬
َ ‫َيا أَيُّهَا الذ‬
ُ َ‫آمُنوا ِإن ت‬
َ ‫ين‬
‫ام ُك ْم‬
ْ ‫نص ْرُك ْم َوُيثَب‬
ُ ‫َي‬
َ ‫ِّت أَ ْق َد‬
“Ey iman edenler! Eğer
siz Allah(ın dinin)e yardım
ederseniz, Allah da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar.” (Muhammed, 7)
‫َعلَ ْو َن ِإن‬
ْ ‫َوالَ تَ ِهُنوا َوالَ تَ ْح َزُنوا َوأَنتُُم األ‬
ِ
‫ين‬
َ ‫ُكنتُم ُّم ْؤ ِمن‬
“Gevşeklik göstermeyin,
üzüntüye kapılmayın. Eğer
gerçekten iman etmişseniz,
üstün gelecek olan sizsiniz.”
(Â� l-i İ�mrân, 139)
ِ ‫يا أَيُّها الَِّذين آمُنوْا‬
‫آمُنوْا‬
َ َ
َ َ
“Ey iman edenler, iman
edin!” (Nisâ, 136)
İ�nsanlık Kur’an’ın aydınlığına ve İ�slam’ın adaletine
muhtaç durumdadır. Tüm
dünya modern cahiliyenin kıskacında, zulüm, sömürü ve
adaletsizlik bataklığında çırpınmaktadır. İ�şgal, sömürü,
katliam ve despotluk her yanda egemen olmuştur. Demokrasi, kapitalizm, emperyalizm
adı her ne ile anılırsa anılsın
İ�slam dışı bütün sistemler
insanlığa her yanda kan
kusturmaktadırlar. Rabbine
yabancılaşıp fıtratını bozan
insan,
hayvandan
aşağı
konumlarda yer alarak �slami
ve insanî� değerleri tüketmektedir. Müslümanlar, kendilerine on yıllarca zulmedenleri
destekleyen emperyalizmin
rejimi olan demokrasinin peşinde koşmaktan vazgeçmeli,
gerçek kurtuluş olan şer’i
hükümlere sarılarak acilen
İ�slam Devletini kurmalıdırlar!
51
mayıs’13
tefekkür
DEMOKRASİ SERÜVENİMİZ
VE İKİ SICAK MESELE
Mustafa KÜÇÜK
Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif
ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?(M.Akif Ersoy)
İslam ümmetini yozlaştırma ve sömürgeleştirme projesi olan demokratlaştırma
süreci, maalesef tüm hızıyla
devam etmektedir.
Bu süreç bizi, Fukuyama’ya;
“Batı değerleri İslami değerlere sonsuza dek sürecek bir üstünlük sağlamıştır.” dedirtecek
bir duruma getirmiştir.
Bizi öz yurdumuzda parya
yapan bu kâbus dolu sürece
şöyle bir göz atalım:
1789 Fransız Devrimi’nin
etkisiyle yayılan özgürlükçü
düşünceler ve milliyetçilik akımı, her ülke gibi Osmanlı Hilafet Devleti’ni de etkiledi. 19.
yüzyılda, Balkanlar’da bağımsızlık talebiyle ayaklanmalar
baş gösterince Balkanlar’da ve
Ortadoğu’da çıkar çatışmaları
içindeki Avrupa devletleri ve
Çarlık Rusya bu hareketleri
desteklemekten geri durmadılar. Dahası Osmanlı sınırları
52
mayıs’13
içindeki gayrimüslim halkların durumlarının düzeltilmesi
gerekçesiyle, reformlar yapma yönünde Osmanlı Hilafet
Devleti üzerinde yoğun bir
baskı kurdular. Bu baskının
yansıması; 1839’da Tanzimat
Fermanı ile 1856’daki Islahat
Fermanı’nın ilan edilmesi şeklinde oldu.
Amaçları Osmanlı Hilafet
Devleti’ni tamamen ortadan
kaldırmak olan dış güçlerin
baskılarını durdurmaktı. Baskıları bertaraf etmek maksadıyla, 23 Aralık 1876’da
Kanun-i Esasi’yi ilan eden
Halife II. Abdülhamit, aynı
zamanda Meşrutiyeti ilan etmiş oluyordu. 1877-1878 Osmanlı Rus savaşı nedeniyle
bu süreci sonlandıran Halife
II. Abdülhamit, 29 yıl askıda
bıraktığı Kanun-i Esasi’yi dış
mihrakların fikir ajanlığını
yapan İttihat ve Terakki’nin
yoğun baskıları dolayısıyla 24
Temmuz 1908’de yeniden ilân
etti. 5 Kasım 1922’de Osmanlı
Devleti’nin tasfiyesini beraberinde getiren bu talihsiz süreç
İslam Ümmeti’nin tarihinde,
bizi bu günlere getiren kırılma
anına karşılık gelmektedir.
Gayri meşru sürdürülen işgaller, 3 Mart 1924’te
Hilafet’in ilgasıyla sürdürülebilir bir karaktere bürünmeye koyuldu. Böylece başta
İngiltere olmak üzere İtilaf
Devletleri’nin İslam coğrafyasındaki siyasi, kültürel ve
ekonomik istilaları kalıcı olma
imkânını elde etti. İslam coğrafyasının çoğu bölgelerinde,
adına Kurtuluş Savaşı denen
hadiseler yaşanmış olsa da, bu
istila, şu veya bu şekilde hala
devam etmektedir. İktidarların el değiştirmesi konjonktürel olup, sadece halk üzerinde kurulan baskının dozunu
ayarlamak için başvurulan bir
yöntemden öte bir mana ifade
etmemektedir.
Gerçek şu ki; bugün
Türkiye’de meydana gelen ve
bütün İslam coğrafyasının geleceğini ipotek altına almaya
namzet gelişmeleri anlamak,
Menderes ile başlayan süreci deşifre etmeye bağlıdır.
CHP’nin Türkiye üzerinde kur-
tefekkür
duğu hegemonya, halkta büyük bir infial uyandırınca, Laik
Demokratik
Cumhuriyet’in
sahipleri tarafından İstiklal
Mahkemeleriyle ve kanla bastırılmıştır. Halk yeni rejimi
bünyesine yabancı görmüş ve
şiddetli bir reaksiyon göstermiş, rejim sahipleri de devrimin yerleşmesi için katliam
dâhil, her türlü gayri meşru
yola başvurmaktan geri durmamışlardır.
Diğer taraftan Menderes
ile başlayan süreç; Laikliği,
Demokrasiyi ve Cumhuriyeti
topluma benimsetme hamlesi olmuştur. Bu, küfür kavramlarını, İslam Ümmeti’nin
öz malıymış gibi gösterme
hamlesinin, rejim sahiplerinin büyük planlarının bir
parçası olduğunun fark edilmemiş olması, İslam Ümmeti
adına sürüp gelen büyük bir
talihsizlik olmuştur. Zira Demokrat Parti’nin - kullandığı
üslup bir yana- temelde CHP
ile hiçbir farkı yoktu. DP’de
din ile devleti birbirinden ayıran bir anlayış üzerine kurulu
bir parti idi. Şu kadar ki; CHP
rejimi jakoben bir üslupla
uygularken, DP yumuşak bir
üslup kullanarak, aynı rejimi
halka benimseterek uygulama
yoluna gitmiştir. Aslında bu,
rejim sahiplerinin kendi alternatiflerini yine kendilerinin
ürettiği kadim bir İngiliz oyunu idi. Nitekim İngilizler, bir
ülkeyi işgal ettiklerinde, uşaklarından birini yönetime getirmekle kalmayıp, uşaklarından
birini de ana muhalefete lider
yapmakla ün kazanmışlardır.
İngiliz siyaset gizeminin sırrı
Zira Demokrat
Parti’nin
-kullandığı
üslup bir yanatemelde CHP ile
hiçbir farkı
yoktu. DP’de din
ile devleti
birbirinden
ayıran bir
anlayış üzerine
kurulu bir parti
idi. Şu kadar ki;
CHP rejimi
jakoben bir
üslupla
uygularken, DP
yumuşak bir
üslup
kullanarak, aynı
rejimi halka
benimseterek
uygulama
yoluna gitmiştir.
buradan gelmektedir.
Sonuç olarak, Laik Demokratik rejimi Türkiye halkının
başına musallat eden CHP’den
kaçan halk, DP ağlarına takılmıştır.
Bir sömürgeleştirme projesi olan halkı demokratlaştırma sürecinin ikinci ayağını,
kuşkusuz Adalet Partisi teşkil
etmektedir. Bu parti çeyrek
asır boyunca, ümmetin mesaisini gayri İslami hedefler
uğruna heba ederken, Müslüman halkın demokratik yaşam
tarzına ülfet peyda etmesini
sağlamıştır.
Gelişen süreç içerisinde
CHP ve darbeler, halka karşı
bir tehdit unsuru olarak kullanılırken, halk II. Menderes
diye anılan Özal etrafında toplatılarak, yeni bir demokratlaştırma aşamasına geçilmiştir. Zira demokrasi bir hayat
tarzı, bir yaşam felsefesi, bir
hayata bakış açısı idi ve sindire sindire millete mal edilmeliydi. Nitekim onlar da öyle
yapıyorlardı. Ölümü gösterip
sıtmaya razı ediyorlardı. Halk,
CHP’nin jakoben uygulamaları
ile usluca demokratlaştırma
seçeneğiyle karşı karşıya bırakılmıştır. Üçüncü bir seçeneği
denemeye kalkışan ümmet evlatları, bütün propaganda araç
ve üslupları kullanılarak, marjinal ilan edilerek, ağır cezalar
verilerek toplumdan tecrit
edilmiştir.
Telekomünikasyon ve iletişim alanında meydana gelen
devrim boyutundaki gelişmeler dünyayı büyük bir köy haline getirirken, İslam’ın mesajı
da evrensel ölçekte bir yankı
buldu. Böylece İslam coğrafyası üzerinde kurulan mahalli
rejimler için kara günler kapıya dayanmıştı. Bunu fark eden
rejim sahipleri ihtilafa düştüler. Bir kesim despot uygulamalara geri dönmeye teşebbüs ederken, diğer bir kesim
bunun bir intihar olacağı uya-
53
mayıs’13
tefekkür
rısında bulunup, bu dalganın
daha fazla demokrasi vadiyle,
daha geniş boyutta bir esneme
hamlesiyle atlatılabileceği öngörüsünde bulunup harekete
geçtiler. Neticede bulunmaz
Hint kumaşı AKP ve yağız atlı
süvari Erdoğan keşfedildi. Gelsin peşinden çıraklık, kalfalık
ve işte ustalık dönemleri!
Rejim sahiplerinin adına
gurur verici! Her şey ilk günkü gibi. Revaçta tarihi, ebedi
ve ezeli düşmanımız Batı’nın
kavramları! Avrupa’ya tam
entegrasyon, liberal ekonomi,
özelleştirme ve yabancı sermayenin önünü açan tahkim
yasası vs. Her derdin tek ve
yegane çaresi demokrasi, demokrasi, yine demokrasi ve
daha fazla demokrasi…
Sokaklar Sodom, Gomore,
halk eğitimden geçmiş cahil,
diplomalı işsiz, aç ve sefil asgari ücretli, dininden uzaklaştırlmış Müslüman, münkeri
hoş gören mü’min, laisizmin
işgali altında cami, faize bulaşmış esnaf, kartondan evlilikler,
gayri meşru ilişkiler diz boyu,
aile huzursuz, Avrupa tarzı cinayetler, intiharlar ve intiharlar…
Unutmayalım ki, şu demokrasi putuyla hesaplaşmadığımız sürece bize izzet
ve şeref yok. Haydi, gelin bu
uğursuz sürece bir dur diyelim. Dur diyelim de tarih tekerrür etmesin. Bu çağın Hübelü, Uzzası ve Menatı olan
laikliği, demokrasiyi ve cumhuriyeti elimizin tersiyle bir
tarafa atıp Allah Subhanehu Ve
Teâlâ’nın bize inzal buyurdu-
54
mayıs’13
ğu ve Rasul SallAllahu Aleyhi
Ve Sellem’in tatbik ettiği, ardından Raşid halifelerin adım
adım izinden giderek uyguladıkları Hilafet nizamını ikame
edelim. Hilafet’i ikame edelim
ki; Batı’nın siyasi, iktisadi ve
kültürel
hegemonyasından
kurtularak bir rahmet iklimine yelken açalım.
Bu çağın
Hübelü, Uzzası
ve Menatı olan
laikliği,
demokrasiyi ve
cumhuriyeti
elimizin tersiyle
bir tarafa atıp
Allah
Subhanehu Ve
Teâlâ’nın bize
inzal buyurduğu
ve Rasul
SallAllahu
Aleyhi Ve
Sellem’in tatbik
ettiği, ardından
Raşid halifelerin
adım adım
izinden giderek
uyguladıkları
Hilafet nizamını
ikame edelim.
Doksan yıllık Demokrasi
tecrübemizin bizi getirdiği
sonuç ortadadır. Halen 3. Erdoğan Hükümeti olarak 61.
Hükümet bizi laik demokratik yasalarla idare etmektedir. Evet! doksan yılda üç
darbe ve bir o kadar da
darbe teşebbüsü ve muhtıra
yaşanmışken, 60 Hükümet
kurulmuş ve dağılmıştır.
Her
kurulan
hükümetin
ömrü ortalama bir buçuk yıl
sürmüştür. Ne istikrar ama
değil mi? Dahası ben kendimi
bildim bileli hep söylenen şu:
“Aman ha dikkat edin! Kritik
bir süreçten geçiyoruz!” Evet!
İslam Ümmeti’nin, İslam dışı
rejimlerle yönetilmeye başlandığı günden beri, kritik
süreçlerin ardı arkası kesilmemiştir. Müslüman halklar, hem
dünya izzetinden hem de ahiret saadetinden mahrum bir
hale duçar olmuşlardır.
Bugün Türkiye ölçeğinde Ulusal Laik Demokratik
Cumhuriyet’in bizi sürüklediği
kanlı bir kardeş kavgası davası
ile meşgulüz. Bu davayı çözme
çabası içerisinde olan siyasi
irade, bugün bile meselenin
temeline inme cesaretini gösterememektedir. Müslüman
kardeş halkları birbirine düşman yapan amentülerle yola
çıkarak, sorunu çözeceklerini
iddia etmektedirler. İslam dinini de yedeğine alarak, halka
doğru iz üzerinde oldukları görüntüsünü vermek için,
arada sırada İslam kardeşliğinden dem vurmaktadırlar.
Hâlbuki daha fazla demokrasi
ile bu sorunu çözme azminde
olduklarını yüksek sesle ilan
tefekkür
etmişlerdir. Kaldı ki daha fazla
demokrasi demek daha fazla
küfür, daha fazla fesada uğramak demektir.
Eğer bu kardeş kavgasını
bitirmek konusunda samimi
iseler, neden zaten Müslüman
olan Türk ve Kürt halkının asla
reddetmeyeceği İslami çözümden söz etmemektedirler.
Yoksa ABD ve Avrupa gibi büyük küfür devletleri ve onların
kurduğu BM ve NATO gibi evrensel şer kurumlarının, buna
engel çıkaracaklarını mı düşünmektedirler? Eğer böylesi
hayati bir meselede bağımsız
hareket etmekten aciz iseler,
bunu millete itiraf etmek durumundadırlar. Boş yere halkı
umutlandırmamalıdırlar. Zira
bu halk, hayal kırıklığına uğramaktan bitap düşmüştür.
Şimdi sıra geldi Laik
Demokratik
Cumhuriyet’in
61. hükümeti olan 3. Erdoğan
hükümetinin işlemekle meşgul olduğu ve izi yıllarca
silinemeyecek
bir
siyasi
cinayetten söz etmeye. Elin
gâvurunun zorla bize yaşattığı
bir asra yaklaşan demokrasi
deneyimimizden, Allah aşkına
ne hayır gördük ki, bu melun
rejimi Müslüman Suriyeli kardeşlerimizin başına musallat
etmeye çalışıyoruz. Evet! Ey
İslam ümmeti! Sizi uyanık olmaya davet ediyoruz! Belki
sevdiğiniz, belki reyinizi verdiğiniz ve belki de sempatizanı olduğunuz Erdoğan ve AKP
Hükümeti, dünya ile birlikte
hareket etme mazeretine sığınarak, Suriye halkına demokrasiyi pazarlamaktadır. Zira
Allah aşkına ne
hayır gördük ki,
bu melun rejimi
Müslüman
Suriyeli
kardeşlerimizin
başına musallat
etmeye
çalışıyoruz.
Evet! Ey İslam
ümmeti! Sizi
uyanık olmaya
davet ediyoruz!
kâfir Batı, bu kadar ağır bedel
ödeyen Müslüman Suriye halkı için, İslam ile yönetilmeyi çok görmektedir. Kaldı ki;
halk sadece kan içici Esed’den
kurtulmak için hayatını feda
etmiyor. Aynı zamanda bir
daha dönmemek üzere küfür
rejiminden de kurtulmak için,
Allah yolunda seve seve canını
feda etmektedir. Şimdi Türkiye
gibi kardeş bir ülke, bu konuda ona yardımcı olmak yerine,
Suriye’de Batı müsveddesi laik
demokratik bir rejimin kurulmasına önayak olursa ve biz de
buna seyirci kalırsak, Allah’a
vereceğimiz hesabın altından
nasıl kalkacağız? Haydi, şimdi
hep beraber siyasi iradeyi bu
cürmü işlemekten men etmek
için bütün meşru yolları deneyelim. Kim bilir belki de bu
amelimiz mahşer günü bize
şefaatçi olur!
Allah
Subhanehu
Ve
Teâlâ’nın şu sözüne kulak verelim:
ُ‫َوَر ُسولُه‬
‫اْل َغ ْي ِب‬
‫اع َملُوْا فَ َسَي َرى اللّهُ َع َملَ ُك ْم‬
ْ ‫َوُق ِل‬
ِ‫واْلمؤ ِمُنون وستُرُّدون ِإلَى َع ِالم‬
َ َ َ َ َ ُْ َ
َّ ‫و‬
‫اد ِة فَُيَنبُِّئ ُكم بِ َما ُكنتُ ْم تَ ْع َملُون‬
َ َ‫الشه‬
َ
“De ki: Çalışın, yapın.
Yaptıklarınızı Allah da,
Resûlü de, mü’minler de
göreceklerdir. Sonra gaybı
da, görülen âlemi de bilen
Allah’ın huzuruna döndürüleceksiniz. O da size bütün
yapmakta olduğunuz şeyleri haber verecektir.” (Tevbe
105)
55
mayıs’13
fikir
RAMAZAN EL-BUTİ, SURİYE
DEVRİMİ VE ULEMALAR
Serdar YILMAZ
21 Mart 2013 günü Suriye
Devlet Televizyonu, başkent
Şam’ın merkezindeki “İ�man
Camii ”ne muhaliflerce yapılan bir bombalı saldırıda ülkenin en önde gelen “ulemalarından” Ramazan el-Buti’nin
hayatını kaybettiğini duyurdu.
Bu haber başta Türkiye olmak
üzere birçok İ�slami beldelerde
büyük yankı uyandırdı. Zira
Ramazan el-Buti başta Fıkhu’sSiyre olmak üzere birçok eseriyle tüm dünyada ki Müslümanlarca yakından tanınan
bir isimdir. Tabi ki Baasçı Esed
rejimi camiye yapılan bu saldırıyı ve Buti’nin öldürülmesini,
hemen Baasçı rejime karşı kıyama kalkan Müslümanların
üzerine atarak bir dezenformasyon harekâtına girişti. Saldırının Nusret Cephesi ve Ö� zgür Suriye Ordusunun adamları tarafından gerçekleştirildiği yaygarası ile lehine bir
kamuoyu oluşturmaya çalıştı.
Ancak Nusret Cephesi ve Ö� zgür Suriye Ordusu tarafından
yapılan açıklamalarda, bu saldırılarla hiçbir ilişkilerinin olmadığını, asla camilere saldırmadıklarını, her ne kadar el-
56
mayıs’13
Buti “sultanın davetçisi” olsa
da böyle bir saldırıyı şiddetle
kınadıklarını ifade ettiler. Akabinde Ramazan el-Buti’nin öldürülme anına ilişkin görüntü
kayıtlarının ortaya çıkmasıyla
bu işin Esed rejiminin işi olduğu gün yüzüne çıkmış oldu.
Aslında bu tip olaylar tağuti rejimlerce çok sık kullanılan
şeytani üsluplardandır. Ö� nce
düzmece olaylar tertiplenir,
bu bazen bir suikasttır bazen
de bombalama eylemleridir.
Ö� nemli olan kamuoyunda etki
oluşturabilecek kişi, kurum ve
mekânların seçilmesidir. Ardından bu düzmece olaylar
Müslümanlarla ilişkilendirilir
ve sözlü, fiili ya da askeri operasyonlar başlar. Böylelikle
kamuoyunda zalim, mazlum
olur ve mazlum da zalim durumuna düşürülür. Bunun değişik varyantlarda binlerce örneği vardır. Muhtemelen bu
olayda bunlardan birisidir.
Bundan dolayı Ramazan elButi’nin öldürülmesi olayının
siyasi arka planının deşifre
edilecek öneme sahip bir olay
olduğunu
düşünmüyorum.
Ancak öldürülmesi değil ama
kendisinin yani Ramazan elButi vakıasının ve onun şahsında günümüz âlimlerinin
durumunun, duruşunun, zihniyetinin ve etkisinin derin bir
şekilde tahlil edilmesi gerektiğine inanıyorum. Zira günümüzde sömürgeci kâfirler ve
onlarla kol kola yürüyen zalim
otoriteler ümmet nezdinde
“meşruiyetlerini” sağlama, koruma ve kollama görevinde en
çok bu “Ulema” sınıfını kullanmaktadır. Bu “Ulema” sınıfı da
kalemlerini ve dillerini siyasi
otoritelerin yanında ve samimi Müslümanların karşısında
kullanarak görevlerini layıkıyla yerine getirmektedirler.
RAMAZAN EL-BUT� ve SUR�YE ULEMASI
Muhammed Said Ramazan
el-Buti, 1929 yılında Türkiye’de Şırnak’ın Cizre ilçesinde
doğmuştur. Babası Molla Ramazan el-Buti ile beraber henüz dört yaşında iken Şam’a
göç etmiştir. İ�slami ilimler alanında “iyi bir eğitim almış”
olan Ramazan el-Buti özellikle
siyer ve kelam konusunda gö-
fikir
rüşleriyle öne çıkmıştır. Başta
Fıkhu’s –Siyre olmak üzere İ�slam Akâidi, İ�slam’a Davet Metodu gibi 60’tan fazla eseri bulunmaktadır. Buti, Hafız Esed
zamanından beri Esed ailesine
yakın isimlerden birisidir. Nitekim Hafız Esed’in cenaze namazını bizzat kendi kıldırmıştır. Oğul Beşar Esed ile de iyi
ilişkiler kurmuş ve bu yakınlık
neticesinde Suriye’de önemli
bir dini paye olarak görülen
Emevî� Camii imamlığına getirilmiştir. Baba Esed’in gerçekleştirdiği Hama katliamlarında da Baas rejiminin yanında
ve katledilen Müslümanların
karşısında bir tavır takınmıştır. En son 2011 yılının Mart
ayında “Halk İ�slami rejimin yıkılmasını istiyor” söylemleri
ile başlayan kıyamdan sonra
yine rejimin yanında ve Müslümanların karşısında ki söylemleriyle Esed’in şebbihalarının silahlarıyla yaptığına
Buti’de diliyle, kalemiyle destek vermiştir.
“Suriye’nin dört bir yanında barış ve güvenliğin sağlanması ve ülkenin vatan düşmanlarından, silahlı teröristlerden temizlenmesi için her
gün Allah’a dua ediyorum”
“Herkes kendi gücü oranında satılmış kuklaları bertaraf
etmek için Suriye ordusuna
yardım etmekle mükelleftir”
“Allah’a yemin ederim ki,
Suriye ordusunun askerleriyle, sahabe arasında hiçbir fark
yoktur”
“Suriye’nin bulunduğu bu
koşullar altında artık cihad,
farz-kifaye değil farz-ı ayn’dır.
Zira günümüzde
sömürgeci
kâfirler ve
onlarla kol kola
yürüyen zalim
otoriteler
ümmet
nezdinde
“meşruiyetlerini” sağlama,
koruma ve
kollama
görevinde en
çok bu “Ulema”
sınıfını
kullanmaktadır.
Bu “Ulema”
sınıfı da
kalemlerini ve
dillerini siyasi
otoritelerin
yanında ve
samimi
Müslümanların
karşısında
kullanarak
görevlerini
layıkıyla yerine
getirmektedirler.
Her kimin gücü yetiyorsa orduya yardım etmesi farzdır.”
İ�şte Suriye direnişinin
başladığı günden bu yana
Ramazan el-Buti’nin söylemlerinden bazıları. El-Buti bu
sözleriyle hem Suriye’de 2 yıldır on binlerce şehit vererek
tağuti nizama karşı direnen
Müslümanların hem de kalbi
Suriye ile atan İ�slam Ü� mmetinin öfke ve nefretini kazandı.
Suriye’nin birçok yerinde
Müslümanlar el-Buti’nin kitaplarını yakarak tepkilerini
ortaya koydular. Oysa el-Buti
bir kısım kitaplarında “İ�slami
bir toplum kurmak için çalışmanın farziyetinden, bu yolda
çekilecek tüm sıkıntı, işkence
ve çilelerin birer nimet olduğundan, ne pahasına olursa
olsun İ�slam toplumunu oluşturmak için çalışmaktan ve
davetten geri durulmamasını”
söylüyordu. Aslında Ramazan
el-Buti vakıası, zihniyetini ve
nefsiyetini İ�slam ile arındıramamış, İ�slami şahsiyetten
uzak, yazdıkları ile yaptıkları
arasında büyük bir fark olan,
ilmini dünyalık mal, makam ve
paye için kullanan, bundan dolayı da sistemi ve yöneticileri
asla eleştiremeyen günümüz
“ulemasının” tipik bir örneğidir.
Peki, sadece Buti mi? Keşke
öyle olsa! Geçen sene Ramazan ayında Hama’da katliamlar yaşanırken Esed’in verdiği
iftar yemeğine Suriye’nin farklı illerinden gelen çok sayıda
“ulema” Esed’e bağlılıklarını
bildirmişlerdi.
Baasçı
Suriye
57
mayıs’13
rejiminin
fikir
açıkça yanında olan bu kısım
ulemanın dışında bir de
Esed’in ve rejimin karşısında
olan ve muhalifleri desteklediğini belirten bir kısım ulema
daha vardır ki, bunlarda Esed
sonrası Suriye’de kurulacak
sistemin İ�slami bir devlet sistemi olmasına karşı çıkan, eşit
demokratik haklara sahip olunacak liberal bir rejimden
yana olduklarını ifade eden
kısımdır. Suriye’de ki en etkili
Nakşibendi şeyhi olan Muhammed Murad el-Haznevî� ve
Ramazan el-Buti’den önce
Emevî� Camii imamı olan Muaz
el-Hatip gibiler bu kısımdandır. Bu kısım ulemayı da ya demokrasi nutukları atarken ya
da Ulusal Konsey, Ulusal Koalisyon, geçici hükümet gibi
Batı’nın Esed sonrası Suriye
için çizdiği projelerde aktif rol
alırken görürsünüz. Aslında
bu ikinci kısım, açıkça Esed’in
yanında yer alan el-Buti, Abdüssettar es-Seyyid ve Suriye
Müftüsü Bedreddin Hassun
gibi isimlerden daha tehlikelidir. Çünkü bunlar devrimin
yanında ve Esed’in karşısında
olduklarını söyleyerek, devrimi ABD ve batı lehine çalmak
için büyük bir çaba harcamaktadırlar.
SADECE SUR�YE ULEMASI
MI? MAALESEF HAYIR..
Yukarıda Suriye için çizdiğimiz ulema profili aslında sadece Suriye’de değil İ�slami
beldelerin tümünde gördüğümüz bir profildir. Bu Ulema
profiline bizler Türkiye’de de
çokça şahit oluruz. Birçok konuda her biri farklı görüş ve
58
mayıs’13
söylemlere sahip olmakla birlikte ortak paydaları küresel
sistemin devamıdır. Cumhuriyetin fazilet olduğu, demokrasinin günümüz insanı için en
iyi yönetim biçimi olduğu,
İ�slam’ın bir devlet modeli olmadığı, hilafetin tarihte kalmış ve bu günün sorunlarına
çözüm üretemeyecek bir sistem olduğu, laikliğin sanıldığı
gibi dinsizlik olmadığı, kapitalist ideolojinin hürriyetler düşüncesinin tüm insanlığın üzerinde icmâ ettiği en yüce değerler olduğu vb. görüş ve söylemler günümüz ulemasından
duymaya alıştığımız sözlerdendir. Yine onları siyasi konjonktüre göre bazen batıcı, bazen ulusalcı ve milliyetçi,
bazen
gelenekçi,
bazen
mutasavvıf bazen de yenilikçi
ve reformist olarak görürüz.
Siyasi iktidar ve konjonktüre
göre hangi kılığa bürünürlerse
bürünsünler siyasi basiretle
bakıldığında onları tanımak
çok kolaydır. Yine onlar zayıf
ve güçsüz mustaz’af müminlere karşı mangalda kül bırakmaz iken, mevcut iktidara ve
yöneticilere karşı dilleri lal
olur.
İ�şte
bugün
�slam
Ü� mmetinin içinde bulunduğu
trajik
durumun
müsebbiplerinden en önemlisi
bu çeşit ulemalardır. İ�slami
literatürde bu ulemalara,
Ulema-i Su’(Kötü Ulema) denilmiştir. İ�mam Gazali İ�hya kitabında Ulema-i Su’ ile ilgili şu
ifadelere yer verir: “Dinin zaafa uğramasının önemli bir nedeni ulemanın sapmasıdır. Çağımızda ulema, müzmin hasta-
lığa yakalanmıştır. Yöneticilerin bozulmasının gerçek nedeni
de ulemanın bozulmasıdır.
Ulema-i Su’ olmasaydı, yöneticiler
kötülük
yapmaktan
çekinecek, zulüm ve ifsatları
azalacaktı. Dünyevi menfaatler
kendilerini
susturmuştur.
Hareket ve amelleri, sözlerini
yalanlamaktadır.”
Bu sözler İ�mam Gazali’nin
kendi zamanında ki âlimlere
yönelik söylediği sözlerdir.
Günümüz ulemasını görseydi
ne derdi acaba?
GERÇEK ULEMA
Rasulullah SallAllahu Aleyhi Ve Sellem’e biri âbid diğeri
âlim iki kişiden bahsedilmişti.
Rasulullah SallAllahu Aleyhi Ve
Sellem:
‫ضِلي َعلى‬
ْ َ‫ض ُل اْل َع ِالِم َعلى اْل َعابِِد َكف‬
ْ َ‫ف‬
‫ْأدَنا ُك ْم‬
“Âlimin âbide üstünlüğü,
benim sizden en basitinize
olan üstünlüğüm gibidir” buyurdu. [Tirmizî�, İ�lm 19,
(2686).]
� limler, Allah Subhanehu
ve Teâla’nın insanlara bir nimetidir. Onlar karanlıkların
lambaları, hidayetin öncüleri
ve yeryüzünde Allah’ın hüccetidirler. Fikrî� sapıklıklar, ancak
onlarla giderilir. Hatıra gelen
ve kalplerde doğan şüpheler
ancak onlarla dağıtılır. Onlar,
imanın sığınağı ve ümmetin
dayanağıdırlar. Onlar hak üzere sebat eden, iyiliği emredip,
kötülükten nehyeden, gerektiğinde yöneticileri en şiddetli
şekilde muhasebe eden ve bu
uğurda büyük sıkıntılara göğüs geren gerçek önderlerdir.
fikir
İ�slam tarihi hidayet önderleri
olan bu gerçek ulemanın örnekleri ile doludur. İ�şte onlardan bazıları;
� lim
Hadid
el-Ziyad,
zalimliği ile meşhur Haccac’ın
karşısına çıktığında, Haccac
ona “Benim hakkımda ne dersin?” diye sordu. Hadid hiç çekinmeden “Sen yeryüzünde
Allah’ın düşmanısın. Allah’ın
haram kıldığı şeyleri yapıyor,
zanni delillerle insanları öldürüyorsun” dedi. Haccac, “Müminlerin halifesi Abdulmelik
b. Mervan hakkındaki görüşün
nedir?” diye sordu. Hadid, “O,
senden daha suçludur. Sen
onun hatalarından yalnız birisin” dedi. Verdiği bu cevaplara
karşılık Haccac, O’na işkence
yapılmasını emretti ve Hadid
bu işkencede şehit oldu. Yine
Said b.Cubeyr’de Haccac’a hak
sözü söylediği için şehit edilen
büyük ulemadandır.
Yine İ�mam-ı Azam Ebu Hanife, zamanının yöneticisi Ebu
Cafer-i Mansur’u şiddetle muhasebe ettiği için kırbaçla dövülerek hapsedilmiştir.
Hanefi fakihlerinden büyük âlim İ�mam Serahsi, yöneticiyi muhasebe ettiğinden dolayı kuyu hapsiyle cezalandırılmış, 30 cilt olarak basılan
“Mebsud” isimli büyük eserini
bu kuyudan, yukarıdaki talebelerine yazdırarak telif etmiştir.
�bn-i
Teymiyye,
�bn-i
Kayyım, Ahmed b. Hanbel,
�bn-i Kuteybe, �bn- Nuceym,
İ�bn-i Rüşt (torun) ve daha
niceleri yöneticileri muhasebe
etmelerinden ve hakkı her or-
tamda açıkça ifade ettiklerinden dolayı zindanlara düşmüşlerdir. Yine asrımızın büyük âlimleri ve hareket önderlerinden Şeyh Takıyyuddin
En- Nebhani, Seyyid Kutub,
İşte Kitap ve
sünnette övülen
ulema, bu hal
üzere olan
ulemadır.
Nebilere varis
olabilecek
nitelikte olan
ulemalar her
dönemde var
olmuştur. Ancak
bazı dönemler de
sayıları çok
olmuş ve o
dönemlerde
İslam Ümmeti
her yönden
büyük fütuhatlar
gerçekleştirmiştir. Sayılarının
azaldığı
zamanlarda ise
ümmetin
üzerinde kara
bulutlar
dolaşmaya
başlamıştır.
Mevdudi ve onlar gibi niceleri.
Allah hepsinden razı olsun ve
rahmetiyle kuşatsın.
İ�şte Kitap ve sünnette
övülen ulema, bu hal üzere
olan ulemadır. Nebilere varis
olabilecek nitelikte olan ulemalar her dönemde var olmuştur. Ancak bazı dönemler
de sayıları çok olmuş ve o
dönemlerde İ�slam Ü� mmeti
her yönden büyük fütuhatlar
gerçekleştirmiştir. Sayılarının
azaldığı zamanlarda ise ümmetin üzerinde kara bulutlar
dolaşmaya başlamıştır. Onların yokluğunda meydan
Ulema-i Su’ ya kalır. Dilleri ve
kalemleriyle caka satarlar ama
kalplerinde ilimden eser yoktur. Kendileri yolu şaşırmış bu
kişiler, ümmete doğru yolu nasıl göstersinler? Ancak sırtlarını zalim otoritelere dayadıklarından ve iktidarların kendilerine imkân vermelerinden
dolayı sesleri gür çıkar ve
medyatiktirler. Bundan dolayı
insanların onlara aldanma ve
onların söylediklerini tasdik
etme tehlikeleri vardır.
Bütün bu tehlikeye rağmen
Allah’a hamd olsun ki, artık İ�slam Ü� mmeti yerinden kımıldamış ve bu “ahir zaman ulemasının” sahteliğini görmeye
başlamıştır. Gerçek âlimler ile
bunların arasını ayırt edecek
basirete ulaşmıştır. İ�nşallah
bu süreç hayır üzere devam
edecek, İ�slam Ü� mmeti gerçek
âlimlerin önderliğinde tekrar
eski gücüne ve konumuna yakın zamanda kavuşacaktır.
59
mayıs’13
okuyucudan
1453’Ü DOĞRU ANLAMAK
Murat ALTIN
Kuvvetle ihtimal ki geçen
yılları aratmayacak bu yılki
İ�stanbul’un fethinin 560. yıldönümü kutlama tören görüntüleri. Yine o bildik klasik karelerle fetih ve cihad ruhundan fersah fersah uzak bin bir
türlü marifetle izole edilerek
gerçeği yansıtmayan fetih kutlamaları... Fethin can damarı
cihadın kangren olmuş bir organ gibi kesilip atıldığı bu törenlerde bir zamanlar er meydanında intikale geçtiğinde
yeri göğü inleten, adeta gök
gürlemesini andıran mehteri
marşlarla, henüz savaşmadan,
kan dökmeden düşmanın dizinin bağını koparıp, savaş azmini kırarak Osmanlı önünde
diz çökmesini sağlayan mehteran bölüğünün, şimdilerde
tek amacı sadece sergilediği
bir dizi resitalle katılımcıları
mest etmek olmuştur. Tablo
aşağı yukarı geçen senelerin
tekrarı yine o bildik klasik karelerle, kuru, gönülsüz, soğuk
pozlar ve içi boş manasız mesajlar eşliğinde geçit töreni,
şölen havasında geçip gidecektir.
60
mayıs’13
Geçmişimizin ihtişamlı fetih ve zaferlerini, çağ kapayıp
çağ açan ceddimizin cihad
ruhunu: bugün ki zafiyete uğramış sönük ve cılız festivale
dönüşmüş fetih kutlamalarında aramak, anlamsız ve yersiz
olacaktır elbette. Binaenaleyh
Müslümanlar nezdinde hayat
memat meselesi olan fetih ve
cihad, bugün maalesef diğer
birçok İ�slami terim ve kavram
gibi içi boşaltılarak anlamını
yitirmiş, hatta ne yazık ki çoğu
Müslümanların
lügatinden
bile silinmiş durumdadır.
İ�şte anlamını yitirmiş,
inancıyla bağı koparılmış fetih
kutlamalarıyla ortaya çıkan bu
vahim tablonun müsebbibi
maalesef günümüz Müslmanlarının hayata bakış esaslarındaki İ�slami zafiyettir. Geçmişiyle bir türlü bağdaşmayan
akıbetini, gözler önüne seren
fethin yıldönümünün dünya
ve ahiret kaygısı, sorumluluk
bilinci taşıyan her Müslüman’ın belleğinde festival, eğlence kültürü yerine fetih ruhu, cihad bilinci şeklinde yer
etmesi bu yüzden elzemdir.
Bugün İ�slam’ın doğuşundan günümüze kadar kâfir batılılar ya da yerli müsteşrikler
eliyle fetih gibi kutlu bir müessese adeta ablukaya alınarak
şeytani planlarla yıpratılmakta, pek çok manayı içinde toplayan fetih ve cihada sadece
savaş manasını yüklenmekte,
diğer manaları göz ardı edilerek, geçmiş Müslüman ümmetler ‘alikıran baş kesen’
barbarlar olarak lanse edilmektedir. Bunun en son örneğini milyon dolarlık bütçesiyle
yeni vizyona giren Hollywood(!) tadında yerli yapım Fetih
1453 sinema filminde fetih ruhundan bariz bir biçimde
uzaklaştırılan senaryosundan,
kâfir Batı’nın emperyalizmine
arka planda meşru zemin hazırlanmak istenmesine kadar
esefle izledik.
Benzer sahneleri daha öncede gerçek kimliği, kirli yüzünü gizlemeye çalışan bunun
için bin bir türlü kılığa giren
koyun postlu kurt, günümüz
firavunu ABD’nin Irak ve
Afganistan’ı işgalinde de görmüştük. ABD kendi büyük
okuyucudan
düzenbazlığı olan yenidünya
düzeni,
özgürlükler
ve
demokrasi söylemiyle İ�slam
Ü� mmeti’ni uyutarak, topladığı
haçlı ordusunu tanrının ordusu
yalanıyla
taçlandırıp,
Ortadoğu’nun zengin petrol
yataklarını özgürleştirmeye
koşmuştu. Bugün gelinen son
noktada bölge Müslümanları
mevcut kötü yaşantılarını bile
bin kat daha yerin dibine sokan Batı emperyalizmini görünce uyanıp halkına kan kusturan diktatör Saddam’ı dahi
mumla arar olmuşlardır.
Oysa karşılaştırılmak, benzeştirilmek istenen İ�slami fethin işgalle, cihadın barbarlıkla
uzaktan yakından hiçbir alakası yoktur. Tarih bizzat bu
gerçeğin tanığı ve delilidir.
1453 kuşatmasında korkuya
kapılarak Konstantin’in fetih
olacağı ihtimaline karşı Bizanslı asiller halkı Avrupalı
dindaşları kardinallere sığınma tekliflerine karşı Bizans
halkı tarihe geçen şu sözleri
sarf eder: “Avrupalı Hristiyan
kardinal külahı yerine Müslüman Osmanlı sarığını görmeyi
yeğleriz.” O zamandan günümüze ibretiâlem olan bu mesaj, sanırım fetih ile emperyalizm arasındaki derin farkı ortaya koymak için yeterli olacaktır.
Bu bağlamda fetih ve cihad
nedir? İ�ç içe geçmiş bu iki kavram İ�slam ıstılahında ne anlam ifade eder? İ�slam ıstılahında fethin manası: Şehirleri
ve ülkelerin kapılarını sırf
Allah’ın ilahi kelimetullah mesajını yaymak gayesi ile İslam
Bu bağlamda
fetih ve cihat
nedir? İç içe
geçmiş bu iki
kavram İslam
ıstılahında ne
anlam ifade
eder(!)
uygulama
keyfiyeti Kuran
ve Sünnet ile
hayat sahasında
nasıl bir yer
bulmuştur.
İslam
ıstılahındaki
fetih ve cihadın
manası: Fetih
şehirleri ve
ülkelerin
kapılarını sırf
Allah’ın ilahi
kelimetullah
mesajını yaymak
gayesi ile İslam
iradesine
almaktır.
iradesine almaktır. Buna mukabil cihad ise Allah için yapılan maddi ve manevi küçük büyük tüm çabaları kapsamaktadır. Bu hususta Rasul SallAllahu Aleyhi Ve Sellem efendimiz
“Kim onlarla eliyle cihad
ederse o mümindir, kim onlarla diliyle cihad ederse o
mümindir, kim onlarla kalbiyle cihad ederse o mümindir.” (Müslim, İ�man, 80) buyurmuşlardır.
İ�şte bu minvalde âlemlere
rahmet olarak gönderilen Rasul SallAllahu Aleyhi Ve
Sellem’in asırlar önce, mucizevi bir biçimde hendekte müjdelediği fetihler bir bir Allah’ın
izniyle gerçekleşmiştir. İ�şte
hadiste müjdelenen fetihlerden bir tanesi de İ�stanbul’dur.
Muhammed b. Ebî� Seybe,
Zeyd b. el-Hubâb’dan, o, Velid
b. Mugire el-Meâfirî�’den işitmiş, Velid b. Mugî�re Abdullah
b. Bisr el-Has’amî�’den o da babasından işittiğine göre Nebi
SallAllahu Aleyhi Ve Sellem
söyle buyurmuştur:
‫ط ْن ِطينَِّيةُ َفلَنِ ْع َم ْال َِم ُير‬
َ ‫لَتُ ْفتَ َح َّن اْلقُ ْس‬
ِ
ِ‫أ‬
‫ش‬
‫ي‬
‫ج‬
‫ل‬
‫ا‬
‫ك‬
‫ل‬
‫ذ‬
ُ َْ ْ َ َ ‫ش‬
ُ ‫َم ُيرَها َولَنِ ْع َم اْل َج ْي‬
“Kostantiniye (İstanbul)
muhakkak fethedilecektir.
Onu fetheden emir ne güzel
emir; onu fetheden ordu ne
güzel ordudur.”
Rasulullah SallAllahu Aleyhi Ve Sellem tarafından Konstantin’in (İ�stanbul) fethine
dair bu müjdeyle, İ�stanbul’a
sevdalanan ümmetin gönlünde, önüne geçilemez bir cihad
ve fetih sevdası hâsıl olmuş ve
61
mayıs’13
okuyucudan
bu müjdeye mazhar olabilmek
için bizzat sahabe efendilerimizin de iştirak ettiği onlarca
kuşatma, 1453’e kadar süre
gelmiştir.
Osmanlı Sultanı II. Mehmet
(VI. Muhammet) han bu müjdeye daha çocukluğunda sevdalanıp olası İ�stanbul’u fetih
senaryoları ile meşgul olmuş,
Bizans’ın yıkılmaz diye övündüğü surları, bizzat kendi tasarlayıp döktürdüğü o güne
kadar görülmemiş atış tekniğine sahip heybetli şahi toplar
geçmiş, dünya tarihinde eşi
görülmemiş askeri bir deha
sonucunda karadan yürütülen
gemilerle Bizans’ın kırılamaz
zincirini aşarak, müjdelenen
kutlu fethe Allah’ın yardımıyla
ulaşmıştır.
Asırlar önce sevgili peygamberimizin haber verdiği
fetih vaadini, iman gücü, fetih
ruhunun azim ve aşkı ile İ�slam
tarihi
sayfalarına
altın
harflerle yazan emir ve kutlu
ordusu en az Bizans kadar
önemli bir başka fethi de
Rum(Pontus)
İ�mparatorluğu’nu tarihten silerek gerçekleştirmiştir. İ�şte fetih için çekilen zorlukları tarihi kaynaklar
şu şekilde nakletmektedir:
“Filhakika, gayretli ve
fedakâr sultan, dağın zorluğunu görünce hemen atından
inip, elbiselerini bellerine kadar toplayıp, dağa tırmanmaya başladı. Bazen elleriyle kayalara tutunuyor ve bazen de
büyük uçurumlardan atlayarak ilerliyordu!” Bu dağda çok
zahmet çeken sultanın bu halini gören Sare Hatun, Sultana:
62
mayıs’13
İstanbul’u fethi
sırasında
karadan
yürüttüğü
gemilerle
Bizans’ı şaşkına
çeviren Osmanlı
donanması
Trabzon’u
denizden
kuşatır. Rumlar
donanmaya
karşı müdafaada
bulunur,
donanmanın
denizde uzun
zaman
dayanamayıp
gideceğini
düşünür. Bu
sırada kara
ordusunun
dağlardan inerek
Trabzon’u
muhasara
edebileceğini
akıllarından
dahi
geçirmezler.
“Ey oğul, Trabzon nedir ki, ondan dolayı yüce hükümdarlığınızı paralarsınız, kendinizi yıpratırsınız!” demişti. Fatih, biraz da hışım ile Sare Hatun’a
bakarak: “Ey ana, bizim gayemizi anlamamışsın. Elimizde
tuttuğumuz İslam’ın kılıcıdır.
Maksadımız sadece kale fethetmek ve servet kazanmak değildir! Buraları Müslümanlara
vatan yapmak, aynı zamanda
Hazret-i Allah’ın rızasını ve cihad sevabını kazanmaktır.
Eğer bu zahmetlere katlanmaz
isek, bize gazi demek reva mıdır? Bundan dolayı çektiğimiz
sıkıntılardan daha fazlasını da
çeksek yine azdır!” şeklinde cevap vermiştir.
İ�stanbul’u fethi sırasında
karadan yürüttüğü gemilerle
Bizans’ı şaşkına çeviren Osmanlı donanması Trabzon’u
denizden kuşatır. Rumlar donanmaya karşı müdafaada bulunur, donanmanın denizde
uzun zaman dayanamayıp gideceğini düşünür. Bu sırada
kara ordusunun dağlardan
inerek Trabzon’u muhasara
edebileceğini
akıllarından
dahi geçirmezler. Fakat sarp
kayalıklı dağlardan inen kara
ordusu Trabzon önlerinde görününce Rum imparator ve ordusu bozguna uğrar. Şehir fetih olunur, İ�slam toprağına
katılır.
İ�slam tarihi gelmiş geçmiş
hiçbir ümmete nasip olmayan
bu ve benzeri zafer ve fetihlerle, kahramanlıklarla doludur.
Bunlardan fetih tarihine damgasını vurmuş, ecdadımızın
fethe bakış açısını ibretlik ders
okuyucudan
niteliğinde ibraz eden birkaç
örnek daha sunalım ki anlatmak istenilen fetih ruhu, cihad
bilinci daha da netleşip pekişsin.
Malazgirt fatihi Alparslan
bu kutlu yolda kurban olacağını kast ederek, kefeni andıran
beyaz elbiseler içeresinde savaşa tutuşmadan er meydanında ordusuna Cuma namazı
kıldırıp bütün İ�slam ümmeti
ve ordusu ile birlikte fetih için
dua eder. Sonrasında tarihe
geçecek şu sözleri sarf eder:
“Allah için savaşıp Allah için ölmek ve zafer kazanmak isteyenler benimle birlikte gelsinler.” İ�şte Alparslan’ın bu konuşması İ�slam ordusunun, fetih amacını ortaya koymaktadır.
Yine tek arzusu Allah ve
Rasul’ünün vaadi olan, Kur’an
ve Sünnetin rehberliğinde harekete geçen Filistin fatihi Selahaddin Eyyubi Filistin’i fetih
edinceye kadar gülmeyi unutup dünya lezzetlerinden haz
alamaz hale gelmiş, tüm enerjisini bu yüce hedef ve idealler
uğrunda harcamıştır. Vasiyeti
üzerine sancak direğine asılan
kefenine istinaden; “İşte şanlı
büyük komutan dünyadan
ahirete, göçerken yanında götürebildiği tek şey” diyerek ibretlik birçok mesajlar veren
büyük komutan Selahaddin
Eyyubi bugün kanayan yaramız Filistin meselesinin tek
çözümünün nerede bulunabileceğini İ�slami Ü� mmet’e göstermiştir.
İ�slam fetih tarihine gemileri yakmak deyimini yerleş-
tek arzusu Allah
ve Rasul’ünün
vaadi olan,
Kur’an ve
Sünnetin
rehberliğinde
harekete geçen
Filistin fatihi
Selahaddin
Eyyubi Filistin’i
fetih edinceye
kadar gülmeyi
unutup dünya
lezzetlerinden
haz alamaz hale
gelmiş, tüm
enerjisini bu
yüce hedef ve
idealler uğrunda
harcamıştır.
tiren Endülüs fatihi Tarık b.
Ziyad ve İ�slam ordusu ya şehadet ya zafer diyerek fetih için
kararlılık, sabır ve sebatlarını
ispat edip Allah’ın nusreti ile
zafer elde etmişlerdir. Böylelikle bu kutlu yolun yolcularına bu gün ve yarın, her daim
örnek olacak felaha erdirecek
yegâne dost ve yardımcının
âlemlerin rabbi olan yüce
Allah’tan başka kimse olmadığını O’ndan başka ne bir dost
ne bir yardımcı aranmayacağını göstermişlerdir.
Yukarıda belirttiğimiz gibi
�slam fetih tarihi boyunca
isimlerini dahi burada anmakta zorlanacağımız daha pek
çok kutlu fetih, şanlı komutan
ve muzaffer ordularımız bu
yüce hedefler doğrultusunda
hareket ederek dünya tarihine
altın harflerle kazınan, ibretlik, ders niteliğinde olan birçok fetihler gerçekleştirmişlerdir.
Görünen o ki Müslüman ecdadımız kendisinden sonraki
nesillere kılavuzluk ederek,
birbirleriyle yarışırcasına fetih ve cihad yolunda canlarını
ve mallarını Allah için feda etmekten geri durmamış, yaradılış gayeleri olan kulluğu yerine getirme çaba ve gayreti
içeresinde mütemadiyen bulunmuşlardır. Kutlu nebi
efendimiz Muhammed SallAllahu Aleyhi Ve Sellem’in getirdiği şer-i hükümlere sımsıkı
sarılarak, hendek günü vaad
edilen fetihleri birer birer gerçekleştirip Medine’de yükselen
ilahi
kelimetullah
sancağını at sırtında üç kıtada
şanla şerefle dalgalandırmışlardır.
Ancak günümüzde maalesef fetih ruhu ve anlayışı iflas
etmiş durumdadır. Eski bakiyenin üzerine herhangi bir
sermaye koyamadığımız gibi
fetihlerle elde edilen beldelerimize ve değerlerimize de ne
kadar sahip çıktığımız ortadadır. Bu sahipsizliği sırf Fatih’in
63
mayıs’13
okuyucudan
İ�stanbul fetih sembolü Ayasofya Camii’ne bakarak anlayabiliriz. Çünkü yarım asrı aşkın
bir süredir cemaatsiz, kametsiz mahzun bırakılmış hali bu
serzenişimize delil olacaktır.
Oysa Fatih’in fetihten hemen
sonra ilk işi, ilgisizlik ve bakımsızlıktan dolayı yıkılmaya
yüz tutmuş, damını örümceklerin mesken tuttuğu harabeye dönen Ayasofya kilisesini
kendi parasıyla imparatordan
satın alarak, camiye çevirmek
olmuştur. Adına vakıf kurup,
Müslümanlara vakfettiği Ayasofya’nın cami dışında kullanımına sebep olanlara lanet
eden Fatih, bunu tersine çevirmeyen Müslüman nesile de
hakkını helal etmemiştir. Bir
başka menfur olayda Konstantiniye surlarını döven, fetih de
önemli rol oynayan Şahi toplarının önemli bir kısmının ait
olduğu yerde değil İ�ngiltere ve
İ�talya müzelerinde sergilenmekte olmasıdır.
Son tahlilde, 21 yaşındaki
genç Fatih’in komutasındaki
�slam ordusu bu mukaddes
görevi yerine getirmiş ve böylece hadisteki büyük müjdeye
ulaşmıştır. Fethin maksat ve
hedefleri doğrultusunda hareket edenlerin bu büyük övgüden nasiplerini alacakları şüphesizdir. O halde iş, fethe ve
Fatih’e layık olmaya çalışmak,
Ayasofya dâhil fethe sahip çıkmaktır.
Fakat günümüz kamuoyu
öyle bir haldedir ki; Ü� mmetin
zulüm altındaki tüm mabetleri
ve acınası durumdaki günümüz Müslüman ümmetin du-
64
mayıs’13
Fatih’in
komutasındaki
İslam ordusu bu
mukaddes
görevi yerine
getirmiş ve
böylece
hadisteki büyük
müjdeye
ulaşmıştır.
Fethin maksat
ve hedefleri
doğrultusunda
hareket
edenlerin bu
büyük övgüden
nasiplerini
alacakları
şüphesizdir.
rumu ortadayken; bir tarafta
dini, imanı, namusu, canı, malı,
vatanı ve diğer dini sembol değerlerini tüm olumsuzluklara
rağmen savunmaya çalışanlar,
diğer tarafta fetih kutlamalarıyla mazlumun ahını, sağır
sultanın duyduğu çığlıklarını
duymamak için kulaklarını tıkayanlar. Yalnız dirilerine değil ölülerine dahi işkence görüntülerini görmemek için göz
kapaklarını sımsıkı kapayanlar, bütün yalnızlıklarına, kim-
sesizliklerine rağmen yedi düvele karşı cihat eden, ananın
kuzusuna kurban olduğu deyimini tam manasıyla yaşayan,
ateş püsküren savaş makineleri önünde göğsünü siper
edebilen mücahitleri terörist
olarak adlandırmaktan çekinmeyenler. İ�şte bütün bunlar
fetih ruhunu anlayamayanlardır. İ�şte bu acı tablo cihad ruhunun haşa acziyetini değil,
Müslümanların birliğinin ve
dinine, değerlerine sahip çıkacak herhangi bir ağırlığının olmayışının en mühim göstergesidir.
Velhasıl-ı kelam şanlı geçmişimizi boş laf, övünme
edebiyatından kurtararak, fethi sadece bir kelime olarak hafızalarda
bırakmadan
ve
Allah’ın ipine sımsıkı sarılıp,
ecdadımızın yolundan giderek, İ�slam’a ve kutsallarına
sahip çıkarak, yeniden büyük
insanlar gibi büyük hedefleri
idealleri kovalayıp gerçekleştirebiliriz.
İ�şte o zaman Fatih’ler,
Selahaddin’ler ve uğruna can
verdikleri değerler tarihin tozlu sayfaları arasında hapsolmaktan kurtulup, bu günümüzü ve yarınımızı aydınlatan
örnekler olacaklar ve fetih
ruhu o zaman anlaşılacaktır.
Mithatpaşa Cad. 47/B Kızılay/Ankara
Tel: 0312 229 77 91 Faks: 0312 229 77 92
[email protected] - www.kokludegisim.net
Download