Başkan`dan - Stratejik Düşünce Enstitüsü

advertisement
Başkan’dan
Demokrasi, sadece işleyen bir seçim sistemine ve parlamenter yönetime dayanmaz. Kuşkusuz bunlar
demokrasinin önemli saç ayaklarıdır ancak demokrasinin kurumsallaştığı, bu kurumsallaşmanın geneli
kapsayacak, şeffaf ve hukuki bir zemine dayandığı, yani muhtevasının da demokratikleştirildiği bir düzen
demokratik olarak kabul edilebilir. Bu bağlamda Türkiye’deki demokratikleşme süreci tam da kurumların
muhtevası itibariyle demokratikleştirilmesine dayanmaktadır. Üst bir denetimden yoksun, kendi iç
teamüllerine göre işleyen, diğer kurumlarla olan ilişkilerinde toplumsal yarardan ziyade kurumsal çıkarları
öne çıkaran ve şeffaf olmayan kurumların Türkiye’deki demokratikleşme sürecine katkıda bulunmalarını
beklemek zor.
Türkiye’deki demokratikleşme süreci devletin niteliksel yapısını ve kurumlarını kısmen dönüştürdü ve
dönüştürüyor. Ancak bu dönüşüme bütün kurumların aynı hızda ayak uydurmaması sistem içinde bazı
uyumsuzluklara yol açabiliyor. Yeni Türkiye’nin zaman zaman “eski türkiye”ye ait bazı krizlerle sarsıntılar
geçirmesi bu çaptaki dönüşümlerin rutinleri arasında bile sayılabilir. İstanbul Savcılığının KCK soruşturması
kapsamında eskisi ve yenisiyle dört MİT görevlisini ifadeye çağırmasıyla ortaya çıkan kriz bu bağlamda
değerlendirilebilir. Kriz görüntüsü eski Türkiye’den manzaraları andırdı. Siyasete ait olan bir alana yargının
yeniden vesayet kurma teşebbüsü izlenimini açıkça veren bu hamle bir anda demokraikleşme sürecinin
nasıl bir kazayla savrulabileceği hususunda önemli bir uyarıda bulundu. Siyasal alanın güç bela yeni bazı
vesayet unsurlarından arındırıldığı bir ortamda siyasetin kendi alanına güçlü bir biçimde sahiplenmekten
başka yolu olamazdı. Hatta bir açıdan MİT krizi siyasetin kendi alanının güvenliğini sağlamak açısından bir
fırsat olarak değerlendirilmiş oldu. SD’nin bu sayısında iç politikadaki bu önemli gündem maddesi uzman ve
yazarlarımızca farklı yönleriyle değerlendiriliyor.
Dış politikada ise Ortadoğu maalesef önceliğini hiç yitirmeyen gündem maddemiz... Özellikle BM Güvenlik
Konseyi’nin Suriye’ye yönelik müdahale talebinin Rusya ve Çin tarafından veto edilmesi ve diğer taraftan
İran’a yönelik yakın gelecekte muhtemel bir müdahaleye karşı devletlerin kutuplaşması Ortadoğu’daki krizin
uluslararası bir krize dönüşmesine yol açtı. Bu kriz Türkiye’yi de sarsabilir. Hatta ülkemizin tehdit algılarını
dahi değiştirebilir. Birol Akgün’ün “Üç buçuk tehdit algısı” konulu yazısını bu kapsamda herkesin okumasında
fayda var.
Avrupa’da ise ekonomik kriz devam ediyor. Bu kriz bir taraftan Avrupa Birliği’nin yapısını sarsarken diğer
taraftan AB ülkelerinin dış politikasını da doğrudan etkiliyor. Çok başlı ve çok vitesli bir Avrupa, Muhsin
Kar’ın ifadesiyle “Brüksel Mızıkacıları”na dönmüş durumda. “Borçlular ve Alacaklılar” olarak bölünen
Euro Bölgesi’nin durumunu Kıvılcım Metin Özcan, “Tek Avrupa idealini yaşatması artık ciddi şekilde
sorgulanmaktadır” diyerek özetliyor.
Dergimizin Mart sayısı görüldüğü gibi daha çok krizlere ilişkin makalelerin ağırlıkta olduğu bir sayıya
dönüştü. MİT Krizi, Global Ekonomik Kriz ve Ortadoğu Krizi. Mart ayının şiddetli geçeceğine ilişkin sarfedilen
“Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır” metaforunu doğrularcasına krizlerle giriyoruz bu aya. Ancak
krizleri arızi dönemler olarak görmek ve umutlu olmak krizlerin üstesinden gelmenin en önemli yollarından
biri. Dolayısıyla bizde Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Ortadoğu’daki kardeş kanının durması, barışın ve
esenliğin hüküm sürmesi adına umutlarımızı hiç yitirmedik.
Krizlere rağmen ümitlerimizi kaybetmemek dileğiyle…
Prof. Dr. Yasin Aktay
SDE Başkanı
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
1
STRATEJİK DÜŞÜNCE
Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı
İktisadi İşletmesi Adına Sahibi
Dr. Nurol Canbolat
Genel Yayın Yönetmeni
Prof. Dr. Yasin Aktay
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Yasin Aktay
Prof. Dr. Birol Akgün
Prof. Dr. Aytekin Geleri
Prof. Dr. Muhsin Kar
Doç. Dr. Murat Çemrek
Doç. Dr. Levent Korkut
Doç. Dr. Yusuf Tekin
Doç. Dr. Bekir Berat Özipek
Dr. Murat Yılmaz
Aydın Bolat
Ahmet Ünal
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Tayyar Arı
Prof. Dr. Mustafa Aydın
Prof. Dr. İbrahim S. Canbolat
Prof. Dr. Şaban H. Çalış
Prof. Dr. Beril Dedeoğlu
Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu
Prof. Dr. Cihat Göktepe
Prof. Dr. Talip Özdeş
Prof. Dr. Ali Şafak
Prof. Dr. Mehmet Şişman
Prof. Dr. Ertan Beşe
Doç. Dr. Yaşar Akgün
Doç. Dr. Caner Arabacı
Dr. Zafer Aydın Ecemiş
Mehmet Akif Ak
Bayram Girayhan
Veli Şirin
Yazı İşleri Müdürü
Ahmet Ünal
Yayın Asistanları
Feyzan Ece Çapa, Yasemin Küçer, Bedir SALA
Reklam Sorumlusu
Özlem Pınar ORAN
Grafik ve Sayfa Tasarımı
OMEDYA - www.omedya.com
Uzayçağı Cad. Uzayçağı Tic. Mrk. 29/47 Ostim ANKARA
T: 0312 385 58 20-21 F: 0312 385 18 37
Fotoğraflar
AA, Cihan, ShutterStock
Baskı Yeri
Özyurt Matbaacılık
Büyük Sanayi 1. Cadde Süzgün Sok.No:7 İskitler Ank.
Tel : 0.312 384 15 36 - Fax : 0.312 384 15 37
Stratejik Düşünce Entitüsü Çetin Emeç Bulvarı
A. Öveçler Mah. 4. Cad.1330 Sok.
No: 12 Çankaya / ANKARA / Türkiye
T: 0312 473 80 45 - F: 0312 473 80 46
www.sde.org.tr
Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce
Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat
Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek
kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin
alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden
yayımlanamaz. Bu dergide yer alan SDE’nin
kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli’nin
çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler,
yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır;
SDE’nin kurumsal
görüşünü DÜŞÜNCE
temsil etmemektedir.
| MART 2012
2 STRATEJİK
30
Kıvılcım METİN ÖZCAN
Euro Bölgesi Bölündü:
Borçlular ve Alacaklılar
Küresel ekonomik kriz, Eylül 2008’de Lehman
Brothers’ın ardından büyük borç yükü
bırakarak batışının ardından domino etkisi ile
Avrupa Birliği krize yakalandı. ABD ile büyük
bir finansal bütünleşme yaşayan Avrupa
Birliği ülkeleri ABD bankalarındaki batık
kredilere yüklüce yatırım yapmışlardı.
100
Erkin EKREM
Tayvan’da Seçim ve Çin’in
Demokratikleşmesi
14 Ocak 2012’de Tayvan’da gerçekleşen
başkanlık seçimi bu ülkenin
demokratikleşmesi yolunda önemli bir
aşamayı tamamlamıştır. ABD ve Avrupa
ülkeleri dâhil 60’a yakın ülke Tayvan’ı tebrik
etmiştir. Aslında, Tayvanlılar için seçim
yabancı değildi, seçimle Japonya’nın Tayvan’ı
yönettiği dönemde (1895-1945) tanışmışlardı.
19
Murat YILMAZ
MİT Tartışmaları
ve Siyaset
MİT Müsteşarı Hakan Fidan, emekli
MİT Müsteşarı Emre Taner, emekli MİT
Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş ve kimliği
bilinmeyen iki MİT mensubunun KCK
soruşturmasını yürüten İstanbul Özel Yetkili
savcısı tarafından ifade vermeye çağrılması
kamuoyundaki tartışmaların çok ötesinde,
kırılmalara ve sonuçlara yol açabilecek bir
eşiğe gelindiğini gösteriyor.
22
Mustafa ÖKMEN
Açık Toplum Olabilmek ve
Ergenekon’dan Çıkış
Toplumların dışa kapalı ve açık olma
durumuna vurgu yapan yaklaşımlardan
önemli bir tanesi de “Hür ToplumlarOtoriter Toplumlar” şeklindeki
sınıflandırmadır. Totaliter düzenlerin sürekli
olarak yeni baskı yöntemleri doğuracağına
vurgu yapan K. Popper, özgür toplumdaki
bu türlü eğilimlerin önlenmesi gerektiğine
dikkat çekmektedir .
İÇİNDEKİLER
25
05 MİT’e Dair Şehir Mitleri
11 MİT Krizi: Değişim Sürecine Sabotaj
İspanya Tecrübesi Işığında
Demokratikleşme Sürecinde Ordu
İspanya’da 1939’da bir iç savaş
sonucunda başlayan baskıcı Franco
dönemi, bu dönemin kudretli lideri
General Franco’nun 20 Kasım 1975’te
ölmesiyle birlikte sona erdi. Bu otokratik
dönemin sona ermesiyle birlikte
İspanya’nın demokratikleşme süreci de
başladı.
53
Yasin AKTAY
Ertan BEŞE
Aydın BOLAT
15 Şubat Soğuğu
Alper TAN
19 MİT Tartışmaları ve Siyaset
Murat YILMAZ
22 Açık Toplum Olabilmek ve Ergenekon’dan Çıkış
Mustafa ÖKMEN
25
İspanya Tecrübesi Işığında Demokratikleşme Sürecinde Ordu
Ertan BEŞE
30 Euro Bölgesi Bölündü: Borçlular ve Alacaklılar
Ahmet ÜNAL
İran Satrancında
Gizli Hamleler
Süper güçlerin en önemli paylaşım
kavgası 1. Dünya Savaşı sonrasında
Osmanlı topraklarında yaşandı. Balkanlar,
Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da kurulan yeni
manda devletlerin Avrupalı hangi devletin
nüfuz alanında kalacağı tartışmaları 2.
Dünya Savaşı sonrasında sona erdi.
Kıvılcım Metin ÖZCAN
34 Kemer Sıkma ve Büyüme İkileminde AB
Dilek YİĞİT
38 Brüksel Mızıkacıları
Muhsin KAR
41 Avrupa ve İki Yanılsama
Zeynep SONGÜLEN İNANÇ
44 Global Ekonomik Kriz ve Türkiye’ye Yansımaları Paneli
SD Haber
48 Türkiye’nin Üç-Buçuk Savaş Stratejisi
59
Birol AKGÜN
53 İran Santrancında Gizli Hamleler
Ahmet UYSAL
Kuzey Afrika’da
Arap Baharı’nın Birinci Yılı
Arap baharı diye adlandırılan süreç en
büyük etkisini Kuzey Afrika’da gösterdi.
Bir bölge ülkesi olan Tunus’ta sürpriz bir
şekilde başlayan sürecin üzerinden, Bin
Ali ve Mısır’da Mübarek’in devrilmesinden
ayrıca Kaddafi’ye karşı isyanların
başlamasından bu yana bir yıl geçti ve
şu ana kadar en kanlı değişim süreci
Libya’da yaşandı.
82
Ahmet ÜNAL
59 Kuzey Afrika’da Arap Baharının Birinci Yılı
Ahmet UYSAL
63 Dünya Suriye Üzerinden Yeniden Kutuplaşıyor
Amine YAZICI
66 Afganistan, Pakistan ve İran Zirvesinden ABD’ye Mesaj
Khalilullah RASULİ
70 Balkanlara Bahar Gelecek mi?
Selvet ÇETİN
75 Avrupa Yabancı Düşmanlığını Nasıl Aşacak?
SD Haber
82 Din ve Dindarlık Meselesi
Talip ÖZDEŞ
Talip ÖZDEŞ
Din ve Dindarlık
Meselesi
87 “Bilginin Korunması Ülke Güvenliği Kadar Önemlidir”
Başbakanın dindar nesiller yetiştirmeye
yönelik ifadeleri, bir müddetten beri
laiklik, din ve dindarlık konusu ile ilgili kış
uykusuna girmiş reflekslerin uyanmasına
vesile olmuştur. Konu etrafında medyaya
da yansıyan birtakım farklı açıklamalar,
yorum ve değerlendirmeler yapılmıştır.
94 Türkiye’de Yazılım Sektörü Konferansı’nın Ardından
Bakan Binali YILDIRIM ile röportaj
Derya FINDIK
98 Akaryakıt Dağıtım Firmaları Çalıştayı
SD Haber
100 Tayvan’da Seçim ve Çin’in Demokratikleşmesi
Erkin EKREM
109 Osmanlı Devlet Yönetiminde Kadın Veya Harem...
Hasan Tahsin FENDOĞLU
MİT KRİZİ
4
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
MİT’e Dair
Şehir Mitleri
Olayda yetkili olan
herkes hükümetin bir
kararnamesine bakacak
yetkiye sahip. Bu
yetkidekilerin toplamı
bir cemaat içinde
örgütlenmiş olsa bile
bunların hükümetin dengi
bir güç sayılabilmesi zor.
Demokratik toplumlarda
sivil toplum yapılarının,
cemaatlerin, grupların
kendi güçleri nispetinde
bir demokratik güç talep
etmelerinden, bu güç
nispetinde bürokraside
temsil yolu arama çabası
içinde olmalarından daha
doğal bir şey olmaz.
G
eçtiğimiz Şubat ayının kuşkusuz en önemli konusu
KCK davasına bakan İstanbul Cumhuriyet Savcılığının MİT
mensuplarını ifade vermeye çağırması, MİT görevlileri yetki aşımı
değerlendirmesiyle ifade vermeye
gitmeyince de arkalarından yakalama kararı vermesi oldu. Bu gelişme
siyasi sahnemizde geçmişte bıraktığımızı düşündüğümüz türden olağanüstü bir durum yaratmış oldu.
12 Eylül referandumuyla birlikte
geride bıraktığımızı düşündüğümüz bu türden yargı vesayeti girişimlerinin veya “olağanüstülüğün”
mümkün olması ve bunun hemen
giderilemiyor olması bir yerde sözkonusu mahkemelerin sahip olduğu “özel yetki”nin “özel bir güç” de
oluşturabilmesinden kaynaklanıyor. Bir bakıma Kuvvetler ayrılığı
ilkesinin ideal bir uygulamasıyla
karşı karşıyayız. Yargı erki, kendi ku-
Yasin AKTAY*
rallarına göre ve kendi iç belirlenimiyle o kadar özerk hatta bağımsız
bir biçimde çalışıyor ki, “bu kadarı
da fazla” dedirtiyor. Çünkü bir yandan siyasete ait olması gereken
alandan bir yer iddiasında bulunuyor bir yandan da bu yere girmek
için destur bile beklemeden zücaciyeci dükkânına dalar gibi giriyor,
siyaset-hukuk dengesini bir anda
altüst ediyor.
Gerçekten de MİT-yargı geriliminde olayın bir görüntüsü hukukun
siyasetten ne kadar da bağımsız
hareket edebildiğine dairdi. Bir kaç
yıldır yargının hükümetin emrine
girmiş olduğuna dair giderek güçlenen algının tam tersi bir görüntü
var ve aslında bu görüntünün izleri
epeydir kendini gösteriyordu. Bir
ay kadar önce Cumhurbaşkanlığı
köşkünde yargıdaki sorunların görüşüldüğü ve bu konuda toplumda
giderek artan bir hoşnutsuzluğun
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
5
Kuvvetler ayrılığı ilkesinin
ideal bir uygulamasıyla
karşı karşıyayız. Yargı erki,
kendi kurallarına göre
ve kendi iç belirlenimiyle
o kadar özerk hatta
bağımsız bir biçimde
çalışıyor ki, “bu kadarı da
fazla” dedirtiyor.
giderilmesi hususunun konuşulduğu bir erkler zirvesi yapıldı. Özellikle
yargı ile ilgili sorunların görüşüldüğü bu zirvede ele alınan başlıca hususlardan biri tutukluluk ve
yargılama sürelerinin uzunluğu ile
tutuklama kararının çok kolay veriliyor olmasıydı. Bu durum demokratikleşme, adalet ve insan haklarına her zamankinden kuşkusuz
daha büyük bir vurguya sahip olan
hükümetin iddialarıyla görünürde
çelişen durumlar yaratıyor. Dünyadan nasıl göründüğü de önemli olması bir yana bundan daha
önemlisi adalet terazisinde bunun
nasıl bir vicdan rahatsızlığı yapıyor
olması. Bu yüzden zaman zaman
Başbakan’ın da Cumhurbaşkanı’nın
da hatta Adalet Bakanı’nın da yargıdaki bu uygulamalardan şikayetçi
olduğu görülüyor. Buna mukabil
etkili bir adımın atılmıyor olması sadece yasal durumla ilgili değil biraz
da yargı takdir ve uygulamalarıyla
ilgili olsa gerek. Bu konuda ise yargının hükümetin kaygılarını paylaşmıyor olması bir açıdan özerkliği
anlamında rüştünün ispatı, ama
demokratik yönetimlerde adaletten yana sorunların fatura edildiği,
toplumca hesabının sorulduğu
6
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
makam siyasettir. Bu durumda hep
yapılan tartışmaya tekrar geri dönmek gerekiyor. Yargı sağlıklı işleyen
bir siyasetten, yani askeri vesayetten veya yargı vesayetinden bağımsız olarak, kuralına göre işleyen
bir siyasetten ne kadar özerk olmak
durumundadır?
“Siyasetin alanı” dediğimiz şeyi tabii
ki basite alamayız, o bizatihi toplumun kendisi, toplumun kendi hayat alanını akıl ve izan ölçüsünde ve
belli kurallarla düzenleme iradesidir. Demokratik yönetimlerde toplum bu iradeyi seçimler yoluyla özgür bir biçimde ortaya koyar. Hukuk
da bu alandan tamamen bağımsız
değil. Salt kendi mekanizmalarıyla
hareket ettiğinde sonuçlarını da
değerlendirmek gibi bir zahmetle hiç yükümlü saymıyor kendini.
Oysa yaptığı her icraatı “millet adına” hareket etmekle haklılaştırıyor.
Çünkü aslında yine normal şartlar
altında o da bir şekilde adına hareket ettiği millete hesap vermek
durumundadır. Daha iyi bir yargı
yönetimi yargıçların da doğrudan
halk tarafından seçilmesini öngörür
de bizimkisi biraz daha aşağı seviyede olmak üzere milletin seçtiği
temsilciler tarafından denetlenmek
gibi bir hesap verirlik düzenine ta-
Demokrasi tarihimiz,
hukukun üstünlüğünün
“hukukçunun üstünlüğü”
şeklinde anlaşılması ve
uygulanmasının sayısız
örnekleriyle dolu. Daha
yakın zamanlarda
hukukçunun aktörü
olduğu birçok kriz yaşadık.
bidirler. 12 Eylül referandumundan
önce yargı kurumunun millet tarafından denetlenebilirliği tamamen
eksik bir halkaydı ve bu halka tam
bir vesayet düzenini kaim kılıyordu.
Demokrasi tarihimiz, hukukun
üstünlüğünün “hukukçunun üstünlüğü” şeklinde anlaşılması ve
uygulanmasının sayısız örnekleriyle dolu. Daha yakın zamanlarda
hukukçunun aktörü olduğu birçok
kriz yaşadık. Bu krizlerde hukukçuların kendi yetki alanlarını kullanma
tarzında, bazen arka planında derin
komplolar varsayıldıysa da, çoğu
kez hiç bir fiili komploya yer olmaksızın hukukçunun zihniyet dünyasından başkası da yoktu. Özellikle
eski kuşak hukukçuların zihniyet
dünyasına dair yapılmış nadir sosyolojik incelemeler (Mithat Sancar
ve arkadaşlarınınki mesela) bu zihniyet dünyasından insan hakları
lehine bir içtihadın sadır olmasının
istisnai olabildiğini göstermişti.
Nuh Mete Yüksel yakınlarda Ankara
DGM Başsavcısı iken yaptığı soruşturmalarla ilgili anılarını “Nuh’un
Gemisi” başlığı altında bir kitapta
yayımlamış. Kitabın tanıtımı için
Habertürk TV’de konuk olduğu
Belkıs Kılıçkaya’ya anlattıklarını dinlediğimde hukukçu zihniyetinin ne
kadar naifleşebildiğini, naifleştikçe
de ne kadar tehlikeli hale gelebildiğini görüyorsunuz. Naifliği kitabına seçtiği başlık da yeterince ifade
ediyor olmalı. Baksanıza, soruşturarak hayatlarını kararttığı insanların
hepsini “Nuh’un Gemisi”ne bindirdiğini düşünmüş. Nuh’un gemisine
herhalde kurtulmak üzere binilir,
ama Nuh Mete Yüksel’in gemisi
hayatları kendisi tarafından karartılanlar tarafından doldurulmuş. O
kadar ki, bugün bile yaşanan onca
şeyden sonra yaptığı her şeyin gerekli olduğu inancından en ufak bir
kuşkuya kapılmamış. Kendini savunma tarzı, hiç bir hukuk nosyonu
bulunmayan bakış açısıyla kendini
ifade etme biçimindeki basitliğin
yargıç kesiminde bir istisna olmasını umardık, ama yukarıda değindiğimiz araştırmalar bu kadar iyimser
konuşmaya imkan vermiyor.
Türkiye’de hukukçuların epeydir
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
7
çok daha iyisini yaptıklarını da
biliyoruz. Hukukun milletle olan
bağı özellikle son referandumdaki
anayasal düzenlemelerle epeyce
düzeldi. Hukukun bağımsızlığı ve
üstünlüğünün gerçek anlamda
gerçekleştirimine dair ciddi mesafeler alındı. Ancak bu, hukukla ilgili
bütün sorunların çözülmüş olduğu
anlamına gelmiyor.
Burada sorunun içinden çıkmanın
çok basit bir yolu yok. Sorunun bir
8
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
yanında, tabii ki devam etmekte
olan ve başladığından beri hiç kimsenin durdurmaya güç yetiremediği bir terör sorunu var. Bu sorunu
ölerek ve öldürerek çözemeyeceğimize dair neredeyse toplumsal bir
konsensüse varmış bulunuyoruz.
O yüzden MİT temsilcilerinin PKK
temsilcileriyle Oslo görüşmelerini
sızdıranların hedeflediğinin aksine
büyük bir infialle karşılanmadı. Aksine şiddeti sona erdirecek her çeşit
girişime toplumda alabildiğine geniş bir kredi alanı açılmış durumda.
Buna mukabil, bu sorunun çözümü için harekete geçen her iradeye
karşı her seferinde engelleyici bir
hamlenin harekete geçmesi de neredeyse bu işin rutini haline gelmiş
durumda. Bu sorunu çözme iradesi
belirdikçe sorunu daha da derinleştirecek bir provokasyonla karşılaşmamız an meselesi oluyor.
MİT temsilcilerinin PKK
temsilcileriyle Oslo
görüşmelerini sızdıranların
hedeflediğinin aksine
büyük bir infialle
karşılanmadı. Aksine
şiddeti sona erdirecek her
çeşit girişime toplumda
alabildiğine geniş bir kredi
alanı açılmış durumda.
Aslında bu süreç de nerede baltalanacak diye bakarken bu sefer ilk
sabotajın bizzat Abdullah Öcalan’a
karşı PKK tarafından yapılmış olması ilginç olanıydı. Temmuz ayında
savaşı bitirme yönünde mesajlar
veren Öcalan, PKK’nın anlam verilemeyen saldırıları sonucunda resmen devre dışı bırakılmış oldu. Buradan anlaşılmış oldu ki, Öcalan’a
tanınan otorite savaşı sürdürdüğü
ölçüde geçerli olan bir otorite. Barışa karar verme yetkisinin olmadığı
anlaşıldı ve kazara bu yönde bir teşebbüste bulunduğunda bir anda
devre dışı kaldı.
Türkiye tarafında ise çatışma ortamını bitirme ve sorunu çözme
yönünde sergilenen iradeyi sekteye uğratma hususunda seri adımlar atıldığını görüyoruz. Reşadiye
saldırısından itibaren alın, Silvan
saldırısına kadar, arkasından Oslo
görüşmesinin sızdırılması ve Uludere saldırılarına kadar bütün bu
hamlelerin aynı amaca hizmet ettiğini ve Hakan Fidan’ın şahsında hükümetin barışçı yönelimini hedef
aldığını görürsünüz. Çok daha açık
bir ifadeyle MİT görevlilerinin ifadeye çağrılmasının asıl sebebinin Oslo
görüşmelerine dayandırılmış ol-
ması, çözümü istemeyen, çatışma
ortamının devam etmesini isteyenlerin bu sefer ete kemiğe bürünüp
savcılık suretinde görünmüş olduğunu görmüş olduk. Böylece derin
devletin binbir suratından biriyle
daha ilginç bir bağlamda yüzleştik.
Olayın bir de MİT’in doğasıyla ilgili
boyutu var. Doğrusu MİT’in başına
Hakan Fidan’ın getirilmiş olması
kurumun geçmişe dönük bütün
şaibeli sicilini aklamaya elbette
yetmeyecektir. Ülkede onca darbe veya darbe teşebbüsü olurken,
bütün bu girişimler esnasında ülke
kan gölüne çevrilirken olaylarda
rolü olduğu için bugün yargılanan
siyasetçisinden askerine, polisinden akademisyenine herkesin yanısıra bu tür işlerde en fazla rolü
olmuş bir kurumdur MİT.
Bütün bu olaylar olurken MİT sadece seyir mi etti? Yoksa bütün bu
olayların planlaması ve uygulamasında yer aldı mı? Halen bunlarda
MİT’in rolünün ve bilgisinin ne olduğunu tam olarak biliyor değiliz
ama MİT’in herkesten çok fazla şey
bildiğini de herkes biliyor. MİT’in bu
temizlenme sürecinde yargıdan ve
hesap verirlikten muaf olması tabii
ki düşünülemez. Ancak bu durumda bile, yani MİT’te bir temizlikten
bahsedilecekse işe zaten bu işi yapmak üzere herkesin olumlu beklentiler içinde olduğu ve muhtemelen
MİT’in bu konulardaki dahiline
karışmaya vakti bile olmamış, taze
müsteşar Hakan Fidan’dan mı başlamak gerekiyor? PKK veya KCK’nın
geçmişinde MİT’in efsanevi rolünü,
en karanlık ilişki ağlarıyla üstlenmiş
daha olağan şüphelilere ne oldu?
Üstelik öyle görünüyor ki, Fidan’ın
MİT’in başına geçmesine karşı en
büyük direniş bizzat MİT’in içinden olmuştur. Muhtemelen Fidan’ı
eleştirilerin hedefine oturtan bütün
bu belgeler de kurum içinden ve
kendisini zora düşürmek üzere sızdırılmıştır. Tıpkı daha önce Oslo görüşmelerini basına sızdıranlar gibi.
Fidan’ın isminin MİT’in başına ge-
çeceği duyulduğu andan itibaren
aniden harekete geçen muhalefet
bloğuna bakıldığında, Fidan isminin neyi temsil ettiği hususunda
çok açık bir görüntü şekilleniyor.
Birincisi, Fidan konsept olarak MİT’i
iç istihbarattan ziyade dış istihbarat alanına kaydırmaya çalışan
bir reform anlayışı içinde ve bu da
MİT’teki bir çok kişiyi rahatsız ediyor. Çünkü şimdiye kadar bütün
faaliyetini ülke vatandaşları arasındaki muhbirlik çalışmalarına hasretmiş bir çalışma tarzından uluslararası kalitede analitik bir istihbarat
faaliyetine geçiş doğaldır ki birçok
kişinin yetki ve uğraş alanını boşa
çıkaracaktır. İşin sosyolojik tabiatı
da böylesi bir dönüşümün dirençsiz gerçekleşemeyeceğini söyler zaten. Fidan MİT’i yasaların sınırlarına
çekmeye çalışan bir yaklaşım içinde
ve tam da o noktadan vurulmaya
çalışılıyor.
İkincisi, MİT’in ulusaldan uluslararasına yönelik bu ilgi kayması
sadece ülke içinde bir dirence yol
açmıyor. İsrailli yetkililerin ismini
anarak “İrancı bir adam” olarak nitelemek suretiyle rahatsızlıklarını
bildirmeleri, Fidan’ı hedef alanların
herhangi bir görevi kendi adlarına
yürüttüklerine inandırmayı iyiden
iyiye zorlaştırıyor. Bu uluslararası
boyutlarda ısınmakta olan Arap
Baharı ve Suriye bağlamında MİT’in
sergileyeceği ilk büyük imtihanlardan birine çelmelenerek çıkması da
hedeflenmiştir.
Üçüncüsü, herkesin yargılanabilmesinden söz edilen bir ortamda
MİT başkanı veya görevlisinin de bir
muafiyetini talep etmek gerekmiyor elbet. Lakin bu hareket bir hayli
kusurlu ve doğrudan şahsa yönelik.
Ama bu şahıs kuşkusuz, Fidan’ın
kendisi değildir. Fidan, bütün boyutlarıyla sadece siyaseti temsil ediyor. Otuz yıldır bilinen yöntemlerle
bitirilememiş bir soruna siyasetin
ilk defa devreye girerek yaptığı en
meşru, en doğal müdahaleyi temsil
ediyor. Bugün için bu müdahaleye
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
9
Fidan’ın MİT’in başına
geçmesine karşı en
büyük direniş bizzat
MİT’in içinden olmuştur.
Muhtemelen Fidan’ı
eleştirilerin hedefine
oturtan bütün bu belgeler
de kurum içinden ve
kendisini zora düşürmek
üzere sızdırılmıştır.
toplumun yetkili kıldığı siyasi lider
Başbakan Erdoğan’dır ve MİT’in bu
en olağan faaliyetinden dolayı maruz kaldığı bu muamele Başbakanın
temsil ettiği siyasi duruşa yönelik
haddini aşan bir müdahale olmuştur. Müdahalenin haddini aşıyor
olduğu mesajını siyasetin ani bir
refleksle MİT yasasını değiştirmeye
yönelmesi de çok net bir biçimde
vermiştir. İşin doğrusu eski yasada
da bu müdahaleyi gerektirecek bir
boşluk var sayılmazdı. Ama yasanın
anlamının daha da pekiştirilmesi
siyasetin yargı vesayetine karşı kendi duruşunu sergilemesi açısından
münasip olmuştur. Bununla ülkede “sorgulanamaz-denetlenemez”
bir alan oluşturulduğu düşüncesi
tamamen yersiz bir düşüncedir.
Siyaset seçimler yoluyla en kolay
denetlenen ve hesap sorulan bir
kurumdur, bizatihi halkın denetimi
altındadır.
Dördüncüsü, bu olay dolayısıyla
gündeme gelen hükümet-cemaat
gerilimine dair söylenceler. Bir defa
olayın sonucunda görüldüğü gibi
olayda yetkili olan herkes hükümetin bir kararnamesine bakacak bir
yetkiye sahip. Bu yetkidekilerin toplamı bir cemaat içinde örgütlenmiş
olsa bile bunların hükümetin dengi
10
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
bir güç sayılabilmesi
zor. Demokratik toplumlarda sivil toplum
yapılarının, cemaatlerin, grupların kendi
güçleri nispetinde bir
demokratik güç talep etmelerinden, bu
güç nispetinde bürokraside temsil yolu
arama çabası içinde
olmalarından daha
doğal bir şey olmaz.
Haddi zatında bu durum yadırganamaz.
Sosyal sermaye tartışmalarında demokrasi teorisyenlerinin
üzerinde durduğu
konulardan biri de
bu tür oluşumların
kendi aralarındaki
dayanışma ağlarının
ülkenin geri kalanı
aleyhine işleyip işlemeyeceğidir. Bu da
muhtemeldir, ancak
bu sosyal sermaye
ağlarının bu halleriyle bile toplumdaki
olumlu işlevlerinden
vazgeçmeyi gerektirmez.
Diğer yandan MİTyargı krizinde olayı
“cemaat” adına birilerinin üstlenmesi de söz konusu olmadığı gibi,
genellikle cemaat adına konuştuğu
düşünülen Zaman Gazetesi yazarı
Hüseyin Gülerce’nin bu olayda bir
MOSSAD parmağı da olabileceğine
dair tahmini analizi, olayın cemaate
mal edilmesi hususunda ilk başta
oluşan netliği muğlâklaştırdı. Ne
savcılar ne de konuyla ilgili bütün
bir yargı ve emniyet sürecinde cemaatin bir sorumluluk üstlenmesi
teknik olarak mümkün olabilirdi.
Bu biraz da emniyet-yargı ve cemaat arasında bir tür şehir miti olarak
dillendirilen ilişkinin doğru varsayılmasıyla ilerleyebilecek bir yargı
olabilirdi. Oysa varsayımsal olma-
yan başka bir görüntü, neredeyse
cemaate yakın bilinen isimlerin
tamamının bu süreçte MİT karşıtlığında ve savcı lehine birleştikleri
pozisyon. Bu pozisyonun kendisi
cemaat ile savcının eylemi arasında bir sorumluluk ilişkisini fiili bir
durum haline getirdi. Kuşkusuz bu,
başından itibaren demokratikleşme sürecinde ülkenin hayrına işleyen bir ittifakı zedeleyen bir durum
yaratmış görünüyor. Bunun nasıl
bir gerçekliğe tekabül ettiği, kuşkusuz, ayrı ve önemli bir konu ama
demokrasi bloğundaki bu çatırdamanın birilerini fena halde umutlandırdığı, sevindirdiği de çok açık.
SDE Başkanı, Prof. Dr.*
MİT Krizi:
Değişim Sürecine Sabotaj
Aydın BOLAT*
Fotoğrafa derinlemesine
bakıldığında, aktörler,
faktörler ve dinamikler
irdelendiğinde, Türkiye’nin
geleceği için önemli ve
ciddi bir operasyonla
karşı karşıya olduğumuz
anlaşılacaktır. Kişilerle ilgili
sadece hukuki bir durum
yok ortada. Demokratik
hukuk devletinde hiç
kimse yargılamadan muaf
tutulamaz. Ama öyle bir
süreçten geçiyoruz ki görev,
yetki ve hukuk suiistimal
edilebiliyor.
Ne Oldu?
Şubat ayına MİT krizi damgasını
vurdu. KCK soruşturmasını yürüten İstanbul Özel Yetkili Savcılığı,
Norveç’in başkenti Oslo’da, devletPKK görüşmesinde, Başbakan
Erdoğan’ın özel temsilcisi olarak yer
alan, dönemin Başbakan Müsteşar
Yardımcısı Hakan Fidan, o dönemin
MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş ve o dönemde MİT Müsteşarı
olan Emre Taner’le birlikte iki üst
düzey MİT mensubu ifade vermeleri için savcılığa davet edildi. Daveti; soruşturma dosyasını hazırlayan
savcı Bilal Bayraktar bir süredir görevli olarak Amerika’da bulunduğu
için onun yerine KCK soruşturmasını yürüten diğer savcı Sadrettin
Sarıkaya yaptı.
Aynı anda soruşturma dosyasında
bulunan MİT-KCK ilişkileri ile ilgili
iddialar basına sızdırıldı. MİT, savcılığa ifade vermelerinin ve yaptıkları
görevlerden dolayı soruşturulmalarının özel MİT kanununun 26.
Maddesine göre Başbakan’ın iznine bağlı olduğunu bildiren bir yazı
gönderdi. Bu aşamada MİT Başkanı Hakan Fidan Cumhurbaşkanı
ve Başbakan’la ayrı ayrı görüştü.
MİT’in gönderdiği yazıyı dikkate almayan savcı Sarıkaya, mahkemede
adı geçen kişiler hakkında yakalama kararı çıkarttı. İstanbul Valisi, soruşturma dosyasını hazırlayan Emniyet İstihbarat Şube Müdürü’nü ve
Terörle Mücadele Şube Müdürü’nü
görevden aldı. Kriz karşılıklı ataklarla derinleşiyordu. Savcı meşhur
gazetecileri davet ederek soruşturma belgelerine onları ikna etmeye
çalışırken hükümet MİT mensuplarının ve özel görevlendirilen kişilerin soruşturmalarını Başbakan’ın
iznine bağlayan MİT Kanunu’nu
kuvvetlendirecek tek maddelik yasayı TBMM’den çıkartarak soruşturmayı durdurdu. Sonrasında savcı
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
11
Batı ekonomik krizle bir
refah çökmesi yaşarken
bunun sonucu olarak
siyasi ve sosyal kaoslarla
sarsılıyor. Arap dünyası
ve Ortadoğu, diktatörlere
ve baskıcı rejimlere karşı
isyanlarla sarsılarak
büyük bir bölgesel siyasi
kriz yaşıyor. Türkiye’de bu
krizler yaşanmıyor.
Sarıkaya bu soruşturmadan alındı
ve HSYK, savcı hakkında inceleme
başlattı. Devlet krizine yol açan bu
soruşturma dosyasını hazırlayan
polis müdürleri dosyadan İstanbul
Emniyet Müdürü’nü, Vali’yi ve İçişleri Bakanı’nı haberdar etmediler.
Yine ilgili savcı Sarıkaya’nın da bu
dosyadan Başsavcılığı haberdar etmediği anlaşıldı.
Ayrıca MİT krizi Başbakan
Erdoğan’ın ikinci ameliyat için hastaneye yattığı bir zamana denk gel-
12
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
di! Kriz başlangıcında polisin KCK
Operasyonları ve PKK saldırıları birden hızlandı.
Olayın zahiri görüntüsü böyleydi. Ancak fotoğrafa derinlemesine bakıldığında, aktörler, faktörler ve dinamikler irdelendiğinde,
Türkiye’nin geleceği için önemli ve
ciddi bir operasyonla karşı karşıya
olduğumuz anlaşılacaktır. Kişilerle
ilgili sadece hukuki bir durum yok
ortada. Demokratik hukuk devletinde hiç kimse yargılamadan muaf
tutulamaz. Ama öyle bir süreçten
geçiyoruz ki görev, yetki ve hukuk
suiistimal edilebiliyor.
Türkiye’nin Değişimi
2000 yılının başından itibaren Türkiye, “Demokratik Değişim” sürecini
yaşamaktadır. Demokrasi içerisinde
kalarak siyasi, ekonomik ve sosyal
sistemini dönüştürmeye çabalamaktadır. Halk iradesinin egemen
olduğu, sivil siyaset kurumunun
güçlendiği, hak ve özgürlüklerin
genişlediği bir dönem yaşanıyor.
Köhnemiş statüko sarsılıyor, vesayet rejimi yıkılıyor. Milletin hakkına, hukukuna ve devletine tasallut
eden derin yapılardan hesap soruluyor. Demokrasiye, halk iradesine
yönelen darbelerle, darbe teşebbüsleriyle ve devlet içindeki kirlen-
miş yapılarla yüzleşiliyor ve hesaplaşılıyor. Türkiye, toplumsal barış
ortamını yıllardır zehirleyen PKK
terörünü bitirmek ve Kürt meselesini çözmek için politikalar üretiyor.
Nihayet insan onuruna yaraşan ve
bütün Türkiye’yi kucaklayan ‘Yeni
Anayasa’ ile demokratik dönüşüm
hamlesini taçlandırmak istiyor. İçeride kendini yenileyen Türkiye dışarıda da yeni bir vizyon ortaya koyarak medeniyet coğrafyasına halkların egemenliği ve insan hakları
taleplerinin karşılanması için büyük
bir çaba ortaya koyuyor. Kendine
güvenen, bağımsız, bölgesiyle barışık ve proaktif bir dış politika vizyonu; Türkiye’nin uluslararası profilini
büyütüyor, Türkiye’yi yükselen bir
bölgesel güç ve küresel aktör olarak ortaya çıkartıyor.
Amerika güç kaybederken, Avrupa
global ekonomik krizle boğuşurken içindeki iflasları ertelemeye
çalışırken Türkiye, kriz sendromunu atlatarak, ekonomisini güçlendirerek büyüme rekorları kırıyor.
Hak talepleri, özgürlük ve demokrasi istekleriyle ayağa kalkan Arap
toplumlarına ilhan kaynağı oluyor.
Müslüman bir toplumdaki demokrasi deneyimi ve ekonomik kalkınma başarısıyla özenilen bir model
çiziyor.
MİT soruşturması, Yeni
Türkiye’nin gidişatını hedef
almaktadır. Dikkatleri
Suriye üzerinden ve
PKK’dan uzaklaştırmak,
böylece Türkiye’nin dış
politika ve güvenlik
inisiyatiflerini baltalamak
amaçlanmış olmalıdır.
Özetle, Batı ekonomik krizle bir refah çökmesi yaşarken bunun sonucu olarak siyasi ve sosyal kaoslarla
sarsılıyor. Arap dünyası ve Ortadoğu, diktatörlere ve baskıcı rejimlere
karşı ayaklanarak büyük bir bölgesel siyasi kriz yaşıyor. Türkiye’de bu
krizler yaşanmıyor. Bilakis evinin
içini düzene koyarak, bölgesel güç
konumuna ulaşması, bağımsız politikaları ve ‘oyun kurucu’ rolü ile
öncelikle İsrail ve ABD’nin neo-con
derin yapıları ile onların içimizdeki
uzantılarını bunalıma sokuyor.
Aktörler, Faktörler ve
Dinamikler
Yükselen güç Türkiye, doğal olarak
küresel güçlerinde, çevresinin de
hasedini, kıskançlığını ve düşmanlığını davet ediyor. İşte dananın
kuyruğu da burada kopuyor. Türkiye üzerine senaryolar yazılıyor.
Operasyon projeleriyle Türkiye’nin
tüm dinamik güç dengelerini, yeni
vizyon ve politikalarını hedef haline
getiriyorlar. İçerideki değişim koalisyonunun dinamik güçlerinin arasına nifak sokarak ve her türlü fitneyi
harekete geçirerek en zayıf halkayı
koparmaya çabalıyorlar. Güvensiz-
liği, istikrarsızlığı derinleştirerek değişim iradesinin direncini kırmaya,
Türkiye’nin iyi gidişatını durdurmaya, engellemeye çalışıyorlar. Bunlar
Türkiye’nin düşmanlarından daima
beklenir. İçimizdeki iliştirilmişleri,
köstebekleri ve yabancı muhiplerinin yaptıklarını ve yapacaklarını
da biliyoruz artık. Ancak, içimizdeki gafilleri, grup taassubuyla taht
kavgasına girişenleri, dün beraber
olduklarına bugün silah doğrultanları, ABD’nin İsrail’in küresel ve bölgesel otoritelerini kutsayarak onları
karşı çıkılmaz olarak gören ancak
kendi siyasi otoritesine kafa tutan
safdillerimize ne demeli bilemiyoruz. Bir işi yaptığınızda kimin safına
ve kimlerin yanına düşüyorsunuz
bir onu görmek lazım bir de yaptığınız iş sonuç olarak kimlerin değirmenine su taşıyor, elini güçlendiriyor ve kimlerin amaçlarına hizmet
ediyor onu görmek gerekiyor.
mücadelenin siyasi ve stratejik boyutuna darbe indirmiştir. “Terörle
mücadele siyasetle müzakere”
stratejisi geçersiz kılınarak PKK terörünün bitirilmesi ve bağlantılı
olarak Kürt meselesinin çözümü
engellenmek istenmiştir. İç ve dış
odaklar Türkiye’nin bu sorunu çözmesini istememektedirler. Hükümete bu sorunu çözme payesini
verirlerse onu daha da yıkamayacaklarını düşünmektedirler. Bunun
için hükümetin terörle mücadelesini Uludere örnekleriyle engellemeye, Kürt barış girişimlerini de
MİT krizi üzerinden bloke etmeye
çalışıyorlar.
Uludere olayı terörle mücadelenin
askeri boyutuna, MİT krizi de terörle
Genelde Kürt sorunu, Yeni Anayasa
süreci ve Yeni Türk Dış Politika viz-
MİT krizi üzerinden amaçlananlardan biri de Uludere olayının perde
arkasının aydınlatılmasını engellemek ve Dink cinayetinin arkasındaki karanlık derin yapıların ortaya
çıkmasına mani olmaktır.
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
13
vardı. Ama yazının başında açıklanan yolu hem de inatlaşarak uygulamak, eğer safdillik, ufuksuzluk
değilse dışarıdan ve içeriden planlanan büyük bir stratejik oyunun
zavallı figüranı olmaktır.
Kriz’in Verdiği Dersler ve Sonuç
Artık bu safhadan sonra herkes durumunu gözden geçirmeli kişisel
ve kurumsal hatalar ortadan kaldırılmalıdır. Kimler töhmet ve itham
altında kalmışsa onlar, bugün olan
biten daha netleşmiş durumda olduğuna göre kendilerini çek etmelidirler.
yonu MİT operasyonunun hedefleridir. Daha kısa olarak MİT soruşturması, Yeni Türkiye’nin gidişatını
hedef almaktadır. Dikkatleri Suriye
üzerinden ve PKK’dan uzaklaştırmak böylece Türkiye’nin dış politika
ve güvenlik inisiyatiflerini baltalamak amaçlanmış olmalıdır.
MİT’in Yeni Vizyonu ve Yeni
Yapılanması
Ayrıca; Türkiye’de MİT’in dönüşüm
sürecindeki özel rolüne de dikkat
etmek gerekiyor. Kolonyal derin
yapıların oluşturduğu statüko ve
vesayet rejimi bütün devlet kurumlarında kirlenmelere neden
oldu. MİT de bu durumdan azade
değildi. Ancak MİT, içerisindeki
temizliği en erken yapan kurum
oldu. Elbette pir-u paktır demek
istemiyorum. İşte bu özelliği ile MİT
2007’de müsteşarı Emre Taner tarafından açıklanan yeni vizyonu ile
içte ve dışta Türkiye’nin değişiminin
ana dinamiklerinden biri belki de
başlıcası olmuştur. 2002 yılından itibaren peş peşe hazırlanan Sarıkız,
Ayışığı, Balyoz v.s. darbe teşebbüslerinin akim kalmasında en önemli
rolü MİT oynamıştır. İçeriden ve
dışarıdan tepkilere rağmen Hakan
14
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
Fidan müsteşar olarak hem Emre
Taner döneminin devamını, hem
de siyasi irade ile güven ilişkisi kurarak bu yılın başında MİT’in yeniden
yapılanmasını devlete, basına ve
kamuoyuna açıklamıştır. Bu aşamada Genelkurmay’ın uluslararası
dinleme üssü GES (Genelkurmay
Elektronik Sistemler) Komutanlığı yeniden yapılandırılarak MİT’e
bağlanmıştır. Bütün bunlar Yeni
Türkiye’nin inşasında MİT’in yeni
vizyonunu güçlendiren sonuçlar
doğurmuştur.
İşte bunun için MİT hedef alındı,
MİT Müsteşarı ve eski üst düzey MİT
mensupları hedef yapıldı. Bir sorun
varsa neden daha alt düzeyde MİT
mensupları değil de direkt olarak
MİT’in en tepe yöneticilerine soruşturmalar yöneltildi? Anlamak fazla
zor değil sanırım. Öyle bir iddia ki:
“MİT ülke aleyhine çalışıyor”, o
halde kurum ve yöneticileri acele
linç edilmeli! Bunun o kadar kolay
olmadığı anlaşılmış olmalı.
Varsa bir şüphe, delil, bilgi ve belge bunu Türkiye’nin hassas iç ve
dış dengeleri dikkate alınarak idari
ve hukuki olarak halledebilecek,
birden çok yolu da yordamı da
Kriz bir yönüyle aşılmış sayılsa da
bu büyük depremin artçı sarsıntılarının daha bir süre devam etmesi beklenebilir. Farklı noktalardan
başka operasyonlar ve onlara karşı
da operasyonlar yapılabilir. Sadece
kişileri, kurumu değil hükümet politikalarını, siyasi iradeyi, hükümeti
ve Türkiye’nin yeni gidişatını hedef
alan bir hamle püskürtülmüştür.
Demokratik dikkati ve konsantrasyonu kaybetmemek, çok uyanık
olmak gerekiyor.
Güven duygusunun yeniden kazanılabilmesi için bu olaydan çok büyük dersler çıkarılmalıdır. Değişimin
aktörleri ve Yeni Türkiye hedefinin
merkez güçleri, koalisyon ortaklarını ve ittifaklarını yeniden gözden
geçirerek ana stratejiye göre herkes
baştan hizaya gelmelidir. Demokratik değişim sürecinin selameti için
derin davaların emanet edildiği
kadrolar yeniden değerlendirilerek
yetki ve görevlerini suiistimal edenler ayıklanmalıdır.
Türkiye, bu neviden krizleri aşa aşa
yeni yoluna devam edecektir. Bu
krizler, bazen demokratik hukuk
devleti hedefini erteler bazen de
çok önemli fırsatlar yaratarak değişimi hızlandırır. Türkiye, soğukkanlılığını yitirmeden, demokratik dikkatini kaybetmeden yoluna devam
etmelidir.
SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı*
Şubat
Soğuğu
Alper TAN*
Şubat ayında MİT’e
karşı planlanmış olan
“operasyon”un göründüğü
kadar masum ve sadece
hukuk ve adalet arayışına
dayanan bir olay olduğunu
kesinlikle düşünmüyorum.
Operasyonun gerçek
hedefinde ne Hakan Fidan,
ne Emre Taner, ne KCK, ne
de PKK var. Operasyonun
gerçek hedefi Yeni
Türkiye’dir. Yeni Türkiye’nin
iç ve dış politikasıdır.
Geçen ay 7 Şubat tarihinde İstanbul
Özel Yetkili savcılığı, MİT Müsteşarı
Hakan Fidan’la birlikte kurumun
bir önceki müsteşarı Emre Taner
ve onun yardımcısı Afet Güneş, ani
şekilde ifadeye çağrıldı. Bu beklenmedik gelişme, Şubat ayı boyunca
tartışıldı. Hadiseyi, Yargı ve polis ile
MİT arasındaki çatışma olarak gören de oldu, seçilmişlerle atanmışlar arasındaki kavga olarak ele alanlar da. Ama genel olarak toplumda
bu konu, bir dini cemaatin, bürokrasi içindeki mensuplarını kullanarak hükümete karşı bir operasyonu
gibi yorumlandı.
Kanaatime göre bu yorum ve değerlendirmelerin hiçbiri olayların
arka planını anlamamıza yardımcı
olmadığı gibi, kafa karışıklığının
daha da artmasına, ortamın daha
da sisli ve bulanık hale gelmesine
yol açıyor. Bu kısa makalede hadisenin arka planını, detaylarını anlat-
mak mümkün değil. Ancak gerçek
büyük fotoğrafın görülebilmesi ve
operasyonun hedefinin anlaşılabilmesi için bazı ipuçları verebileceğimizi düşünüyorum. Yazımın sonunda birkaç satır da olsa açıklayıcı bazı
genel tespitlerimi paylaşacağım.
Ama onun öncesinde uzun bir alıntı yaparak meramımın anlaşılmasını sağlamak istiyorum. Aşağıdaki
satırlar okunursa büyük resmi anlatmak daha kolay olabilir.
MİT’in kuruluşunun 80. yıldönümü
vesilesiyle 6 Ocak 2007 tarihinde
yani bundan 5 sene önce, dönemin
MİT Müsteşarı Emre Taner, yazılı bir
açıklama yapmıştı. Savcının, geçen
ay tutuklayarak cezaevine atmaya
çalıştığı Emre Taner, o açıklamasında, önce bir durum tespiti ve özeleştiri yapıyor ve şunları söylüyor:
“Dünyadaki tüm değerlerin, ilişkilerin, sistemlerin ve düzenlerin,
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
15
Yeni sorun ve tehditler
siz kalmışlardır.”
doğrultusunda 21.
Emre Taner’in 6 Ocak 2007 tarihli
açıklamasının ikinci aşamasında
ise Türkiye’nin neler yapması gerektiğine odaklanılıyor, bir gelecek
vizyonu ve perspektifi sunuluyor.
Dünyada ve bölgemizde olabilecek
gelişmelere dikkat çekiliyor:
yüzyılda doğuya doğru
genişleyen dinamik bir
alan sözkonusu olmakta
ve bu durum Türkiye’nin
gittikçe genişleyen bir
alanda merkezi pozisyon
kazandığını/kazanacağını
göstermektedir.
ister sosyal -ekonomik- siyasi ister
ahlaki-dini olsun yeniden şekillendiği ve hatta tanımlandığı bir süreç
içinde bulunmaktayız. Yaşadığımız
bu süreç, aynı zamanda, parçası
olduğumuz uluslararası sistemin
de kuralları, başrol oyuncuları ve
figüranlarıyla mevcut olandan çok
farklı bir boyutta yeniden belirlenmeye ve hatta doğmaya çalıştığı bir
döneme kaynaklık etmektedir.”
“Tarihi yakından incelediğimizde
görüyoruz ki uluslararası sistemde istikrar hiçbir zaman uzun süre
mevcudiyetini
koruyamamıştır.
…20. yüzyılın ikinci yarısında kurulan iki kutuplu dünya düzeninin
uzun süre devam etmeyeceği önceden öngörülebilir bir olgu olmakla birlikte 1990 ve sonrasındaki
sürece hazırlıksız yakalanılmıştır.
Elbette bunun en önemli nedeni,
sistem içindeki yapılanmaların ve
analizlerin statükocu yaklaşıma
koyu bir muhafazakârlıkla sahip
çıkmalarıdır. Bu nedenle de geleceğe yönelik tahminler bu katı/kuralcı
yaklaşım içinde başarısız olmuştur.
Dünyadaki istihbarat teşkilatları da
sistemin birçok aktörü ya da oyuncusu gibi bu yeni “belirsizlikler”
dünyasını öngörememiştir. …Soğuk Savaş döneminin ortaya çıkardığı katı kurallarla işleyen istihbarat
teşkilatları da ortaya çıkan bu yeni
ve inanılmaz derecede oynak ortam karşısında ister istemez yeter16
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
“İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılın ilk çeyreği, uluslararası ilişkiler ve güvenlik alanında yüzyıl
boyunca önemli değişimlere
yol açacak parametrelerin gelişmekte olduğu bir evreyi de işaret etmektedir. Bulunduğumuz
dönem, gelecekte birçok ulusdevlet ve milletin hızlı bir şekilde
tarih maratonunu kaybetmeye
başladığı süreci anlatacaktır. Bu
devletler sadece gelişememekle
ve dünya yönetiminde söz sahibi
olanlar arasına dâhil olamamakla
kalmayacak; aynı zamanda birçoğu, günümüz teknolojik devriminin
ve küresel ekonominin rekabetine
dayanamayıp ulusal egemenliklerini de büyük ölçüde yitireceklerdir.”
“Gerek ulusal güvenliğin sağlanmasında gerekse dış ve iç politikaların
yürütülmesinde güvenlik ortamını
şekillendiren pek çok yeni yöntem,
aktör ve vasıtanın görünür görünmez etkisi hissedilmektedir. …21.
yüzyıl güvenlik ortamı, istihbarat
fonksiyonlarının önemi ve etkinliğini hiç olmadığı kadar arttırmıştır.”
“Önümüzdeki dönemde de uluslararası sistemin, kuralları belirlenmiş stabil bir yapıya kavuşacağını
ummak ve bu yönde tanımlamalar geliştirmek faydasız bir uğraş
olacaktır. Son derece kaygan bir
zemin üzerine oturmuş uluslararası ortamda Türkiye, bir yandan
yakın zamana kadar değişik çap
ve karakterde savaşların yer aldığı
ve halen potansiyel çatışma tehditlerinin bulunduğu Balkanlar,
diğer yandan birçok bakımdan
sürtüşmelere sahne olan ve çeşitli
istikrarsızlık potansiyelleri taşıyan
Kafkaslar ile yaklaşık 40 yıldır fiili
çatışmalar ve terörist faaliyetlerle
yoğrulmuş Ortadoğu’nun arasında
bir iç hat pozisyonuna sahip halde
bulunmaktadır. Ayrıca bu pozisyon
kademeli olarak Orta Asya’ya açılan
alanlarla da bağlantılıdır.”
Bu üç bölgenin ve Orta Asya’nın birçok bakımdan küresel politikaların
ve “rol” savaşlarının belirli açılardan
yoğunlaştığı alanları oluşturduğu
da bir gerçektir. Dolayısıyla yeni sorun ve tehditler doğrultusunda 21.
yüzyılda doğuya doğru genişleyen
dinamik bir alan sözkonusu olmakta ve bu durum Türkiye’nin gittikçe
genişleyen bir alanda merkezi pozisyon kazandığını/kazanacağını
göstermektedir.”
“Bu süreç içinde Türkiye, gerek
stratejik gerekse jeopolitik önemi
nedeniyle kendisini hiçbir zaman
olayların akışına bırakma ya da
“bekle-gör-tavır al” taktiği ile sınırlama lüksüne sahip değildir. Uluslararası sistemi ayrıntılı ve isabetli
bir tanımlamayla (Türkiye,) taktik,
stratejik ve yüksek stratejik tutumlara sahip olmak zorundadır. Yalnız
savunma pozisyonunda olmak
Türkiye’ye haiz şartlar nedeniyle
kabul edilemez bir davranış olacaktır. Bu nedenle de Türkiye tüm
kartlarını/avantajlarını maksimum
düzeyde bir verimlilikle değerlendirmek durumundadır. Elbette
bunu gerçekleştirebilmesi hiç de
kolay değildir.”
“Ulusal gücü sağlamanın ve korumanın en etkili yolu, istihbarat
fonksiyonlarımızın ulusal güvenlik politikalarımızı ve ulusal
çıkarlarımızı destekleyecek şekilde yapılandırılması ve geliştirilmesidir.”
“Öte yandan jeopolitik ve stratejik
konumu itibariyle oldukça zor bir
coğrafya üzerinde bulunan Türkiye için güçlü bir ekonomi, kusursuz bir dış politika ve caydırıcı
bir askeri yapılanma şeklinde
adlandırabileceğimiz çok sağlam
üç ayağa sahip olmak bir zorun-
Operasyonu
planlayanların
MİT dışında başka
hedeflerinin de olduğunu
tahmin ediyorum. O
hedeflerden birinin
de göreve geldiği
günden bu yana halkla,
hükümetle ve diğer
devlet kurumlarıyla
gayet uyumlu çalışan
Genelkurmay Başkanı
Necdet Özel olduğu
kanaatindeyim.
luluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu üç ayağın ifade edilen
özellikleri içinse güçlü, dinamik,
etkin, esnek, hareket kabiliyeti
yüksek ve yaratıcı bir istihbarat
yapılanmasına ihtiyaç vardır.”
Emre Taner, açıklamasının son bölümünde ise MİT’in rolü ve bundan
sonraki pozisyonuna vurgu yapıyor, stratejik istihbarat üzerinde
duruyor:
“Ülke olarak içinden geçmekte olduğumuz bu zorlu dönemde, özellikle merkezinde bulunduğumuz
ve bir parçası olduğumuz uluslararası sistemin gelişim süreci, Milli
İstihbarat Teşkilatı olarak duyduğumuz sorumluluğu en üst seviyeye çıkarmış durumdadır. Ulusal
güvenliğimizin ve ulusal çıkarlarımızın gelişimine katkıda bulunacak bir stratejik istihbarat yaklaşımı
bağlamında, Teşkilatımızın mevcut
yapısının yukarıda ifade edilen ihtiyaçlara cevap verecek şekilde hem
organizasyon şeması bakımından
hem de sözkonusu şemaya işlerlik
kazandıracak/hayat verecek organizasyon kültürü açısından revize
edilmesine yönelik 2006 yılında
başlattığımız çalışmaları 80. yılımızı
da kutlayacağımız 2007 yılı içinde
sonuçlandırmak amacındayız. Böylece 21. yüzyılın beraberinde getir-
diği koşullarla Türkiye için taşıdığı
özel önem doğrultusunda, ulusal
çıkar ve ulusal güvenlik politikalarımız bağlamında Milli İstihbarat
Teşkilatı üzerine düşen görevi en
mükemmel şekliyle yerine getirebilecektir.”
“Milli İstihbarat Teşkilatı olarak vizyonumuz, birlik ve beraberlik içinde ülkemizi içinden geçilmekte
olan bu muğlak ve tehlikeli dönemden başarıyla daha da güçlenmiş
olarak çıkarmak ve çocuklarımıza
gurur duyacakları bir gelecek bırakmaktır.”
Böyle kısa bir makale için çok uzun
bir alıntı olduğunun farkındayım.
Ancak ülke gündeminin bazen 24
saatte birkaç kez değiştiği bir ülkede yaşanan her şey çok çabuk
unutulabiliyor. Emre Taner’in 5 sene
önceki bu açıklamasından birkaç
gün sonra da bu açıklamanın tarihi nitelikte olduğunu yazmıştım.
Ülkemizdeki birçok önemli kurumda olduğu gibi, MİT’in geçmişinin
de ne kadar karanlık ve gayri milli
olduğunun elbette farkındayız. Bu
açıklamalar ışığında, 2007 öncesi
ve sonrası, kurumda yaşanan köklü
değişimleri bilmeden, yaşanan son
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
17
uykudan uyanışın engellenmesi girişimidir. Bu operasyonda rol alan figürler, yahut tarafmış gibi görünen
veya gösterilenler, operasyonun
esas tarafı olmayıp sadece gerçeği
perdeleme, topluma operasyonu
şirin gösterme, Yeni Türkiye sürecini destekleyenleri ayrıştırma, ülkeyi zafiyete düşürme ve girişimi bir
“meşruiyet” kılıfına sokma amacıyla
seçilmişlerdir.
Bu büyük tablodan baktığımızda,
operasyonu planlayanların MİT
dışında başka hedeflerinin de olduğunu tahmin ediyorum. O hedeflerden birinin de göreve geldiği
günden bu yana halkla, hükümetle
ve diğer devlet kurumlarıyla gayet
uyumlu çalışan, sadece işini yapan,
ilgili kurumlarla ortaklaşa olarak terör örgütleriyle mücadelede tarihi
başarılara imza atan Genelkurmay
Başkanı Necdet Özel olduğu kanaatindeyim. Öte yandan önemli
kurumların arasındaki uyum ve diyalog ortamını sabote etmek için
başka manipülasyonlar da yapılabilir. Bunlara karşı da hazırlıklı olalım.
olayları anlamlandırmaya çalışmak
bizleri çok yanlış noktalara götürebilir. Türkiye’nin 2007’den bu yana
gelişen iç ve dış siyaseti göz önüne
alınırsa, son 5 yıl içindeki bütün bu
gelişmelerin, Emre Taner’in ortaya
koyduğu vizyona uygun ilerlediği
görülecektir.
Şubat ayında MİT’e karşı planlanmış olan “operasyon”un göründüğü kadar masum ve sadece hukuk
ve adalet arayışına dayanan bir olay
olduğunu kesinlikle düşünmüyorum. Emre Taner’in bundan 5 sene
önce açıkladığı vizyona ve MİT’in,
18
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
bu yılın ilk haftası 85. yıl münasebetiyle topluma açıkladığı yeni yapılanmasına karşı bir operasyonla
karşı karşıyayız. Kısacası operasyonun gerçek hedefinde ne Hakan
Fidan, ne Emre Taner, ne KCK, ne de
PKK var. Operasyonun gerçek hedefi Yeni Türkiye’dir. Yeni Türkiye’nin
iç ve dış politikasıdır.
Bazıları bunu abartılı bir yorum
olarak görebilir. Ancak eminim ki,
Emre Taner’in ağzından yukarıda
ifade ettiğim Yeni Türkiye hedefinin sonuçsuz bırakılma girişimidir.
Türkiye’nin içine kapatılması, asırlık
Gelişen hadiseler karşısında hükümetin, kinle, öfkeyle, rövanş duygusuyla ve aceleyle değil, ölçüp-tartarak, belli bir stratejiyle teenniyle ve
hassasiyetle adımlar atması gerekir.
Kurumların da nereden çıkacağı
belli olmayan şoklara karşı hazırlıklı
olmaları beklenir.
Bir “Şubat soğuğu” daha yaşadık.
Türkiye bu güne kadar çok daha
büyük salvoları ve saldırıları başarıyla püskürttü ve akim bıraktı.
Bunlar da geçer. Eskiden gerçekler
zamanla anlaşılırdı. Şimdi anında
anlaşılıyor. Gerçekler anlaşıldıkça
kimlerin yüzü kızarır, kimlerin yüzü
güler? Onu da bekleyip görmek gerekir.
SDE Medya Konseyi Başkanı*
MİT Tartışmaları
ve Siyaset
Türkiye’de bilinen
MİT ve Yargı
örneklerden farklı
MİT Müsteşarı Hakan Fidan, emekli
MİT Müsteşarı Emre Taner, emekli
MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş ve kimliği bilinmeyen iki MİT
mensubunun KCK soruşturmasını
yürüten İstanbul Özel Yetkili savcısı
tarafından ifade vermeye çağrılması kamuoyundaki tartışmaların çok
ötesinde, kırılmalara ve sonuçlara
yol açabilecek bir eşiğe gelindiğini
gösteriyor. Bu eşik, taraflarca ancak
hali hazırdaki hararet ve toz duman
kalktığında fark edilebilecek. Fark
ettikleri anda taraflar galibi olmayan bir mücadeleye girdiklerini ve
kaybettiklerini görecekler. Bu şekilde Eski Türkiye’nin bürokratik vesayeti tasfiye edilirken Yeni Türkiye’nin
kurulma aşamasında siyasetin bıraktığı boşluğu doldurmak üzere
bürokratik kurum ve hiziplerin yeni
bürokratik özerklik ihdas edilmesi
gayretleri başarısızlıkla sonuçlanacak. Ancak AK Parti’nin siyasi aklı
berraklaşmadığı ve güvenlik alanı-
bir seyirde gelişen bu
değişim süreci, zaman
zaman öngörülmeyen
mecralara girmektedir.
Değişim, dönüşüm ve
devrim dönemlerinde
süre uzadıkça korku ve
umut makasının siyaseti
ve iktidarı zorladığı
görülmüştür. Bu zorluk
siyaseti, siyasi partileri
ve siyasi grupları,
ittifaklarını gözden
geçirmeye götürmektedir.
Türkiye’deki son MİT
krizi bu çerçevede
değerlendirilebilir.
Murat YILMAZ*
nın demokratik denetimi reformu
tamamlanmadığı sürece benzeri
yeni çatışmaların ve kazaların yaşanması kuvvetle muhtemeldir.
Gelinen yer, MİT’e gelen bir ihbarla
başlayan 10 yıl önce Ergenekon soruşturmasının geldiği son noktayı
ifade etmektedir.
Reformların İstikameti ve
Takvimi
Türkiye’de demokratikleşme ve sivilleşme istikametindeki reform süreci
ivmesini ve bütünlüğünü kaybetmiş bir şekilde zamana yayılarak
devam ediyor. Bu sürecin güvenlik
ve istihbarat ayağının uzun bir zaman alması ve fikri takip gerektirdiği başka örneklerden de biliniyor.
Mesela İspanya’da Savunma Bakanlığı yapan ve güvenlik alanındaki
reformları yürüten Serra, 15-20 yıllık
bir süreden bahsediyor. Türkiye’deki
problem sadece sürenin uzunluğundan değil, reformun istikamet
ve uzun da olsa bir takviminin olmamasından kaynaklanıyor. Bu
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
19
Yasama ve yürütmenin
bıraktığı boşluk, yargı
ve bürokrasi tarafından
doldurulmaya çalışılıyor.
Yargı ve bürokrasi ise
ideolojisi her ne olursa
olsun kendi alanını
yasama ve yürütme
aleyhine genişletmek
istidadı taşımaktadır.
belirsizlik, reform dönemlerinde artan umutları ve depreşen korkuları
tahrik ediyor. Buna bir de reformu
yönetmesi gereken iktidarın görüşünün berrak olmadığı endişesi eklenince, hükümet dışındaki aktörlerin yeni dönemde rol ve güç kapma
yarışı kontrolden çıkabiliyor.
Demokratikleşmeye Direniş
Türkiye’deki muhalefet ise, reformu
20
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
zorlamak yerine veya demokratik
modeller üretmek yerine anti-AK
Parti politikaları yürütmeyi tercih
ediyor. Bu şekilde eski tasfiye
edilirken yeni, demokratik bir model
ekseninde inşa edilemiyor. Yasama
ve yürütmenin bıraktığı boşluk,
yargı ve bürokrasi tarafından
doldurulmaya çalışılıyor. Yargı
ve bürokrasi ise ideolojisi her ne
olursa olsun kendi alanını yasama
ve yürütme aleyhine genişletmek
istidadı taşımaktadır. Bu alanda
eskiden ordunun kurduğu hiyerarşi
yıkıldığından ve halen hiyerarşik
bir ilişki kurulamadığından çatışma
kaçınılmaz oluyor. Çatışma, bu
hiyerarşiyi kurmak isteyenlerin
mücadelesini de ifade ediyor.
Eğer mesele, bu zaviyeden
değil bir kişinin tasfiyesi veya
PKK ile mücadele konusundaki
farklı stratejilerden kaynaklanan
hiziplerin çatışmasından ibaret
görülürse, doğru teşhis edilemez ve
çözüm üretilemez. Mesele, esasen
siyasidir ve siyasetin bıraktığı
boşluk üzerinde gelişmektedir.
Siyasetin bıraktığı boşluk, askersivil bürokrasi, istihbarat ve yargı
tarafından işgal edilerek siyasetin
denetimi dışında özerk alanların
inşa edildiği ve anti-demokratik
odaklanmaların gelişip serpildiği
problemlere yol açmaktadır.
Stratejik Boşluk
Demokrasi tarihi, bürokrasinin
denetlenmesinin ve özerk alanların
ortadan
kaldırılmasının
hayati olduğunu birçok örnekle
ortaya koymuştur. Türkiye içinde
bulunduğu reform sürecinde
bir yandan bürokratik vesayet
kurumlarının karıştığı suçlarla
hesaplaşıyor, diğer yandan darbe ve
vesayet döneminin uygulamalarına
son veriyor. EMASYA’dan milli güvenlik dersine, Genelkurmay Başkanlığı SAREM Komutanlığı’ndan
TBMM Muhafız Taburuna kadar…
Ancak bunların kaldırılma tarzlarının bir strateji, kavram ve halkla
ilişkiler çerçevesinden, daha da
önemlisi bir meşruiyet tartışmasından uzak bir şekilde yapılıyor. Yeni
Anayasa yapım süreci bu bakımdan
bir yandan avantaj diğer yandan
dezavantaj yaratıyor. Yeni Anayasa
sürecinin avantajı, bu tartışmaların
yapılabileceği bir çerçeve sunmasıdır. Yeni Anayasa sürecinin dezavantajı ise bu tartışmaların zaten
yapılacağı düşüncesiyle reformları
ve tartışmaları erteleme eğilimidir.
Hâlbuki Yeni Anayasa’dan bağımsız
olarak güvenlik ve istihbaratın demokratik denetimi tartışmaları yürütülebilir. Son MİT krizi, bu tartışmanın kaçınılmazlığını gösteriyor.
AK Parti, üç dönemdir iktidarda
olmanın, bürokratik vesayetin asker ve yargı ayaklarının bertaraf
edilmesi ve güvenilir bürokratları
bu kurumların başına atamanın
başarısının getirdiği bir yanılsama
içine girmiş durumda. Her şeyden
evvel birkaç iyi adam bu kurumların oyunlarını bozmaya yeter ama
bu kurumları rehabilite etmeye
yetmez. Hatta birkaç kişiyi aşan
yeni personelle dahi bu problem
aşılmaz. Çünkü bu sektör ve kurumların tabiatından kaynaklanan
problemler birkaç iyi adamla
değil, yeni normlara dayanan sistematik reformlarla
çözülebilir.
süreci devam ediyor. Bu süreçte
son MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın
rolü fevkalade ehemmiyetlidir. Fidan, Başbakan Erdoğan’ın güvendiği bir bürokrat olarak temayüz etmektedir. MİT’teki değişimin Müsteşar Fidan’ın inisiyatifine bırakıldığı
anlaşılıyor. Fidan, kamuoyuna
da yansıdığı şekilde MİT’te bir
yeniden yapılanma ve zihniyet
dönüşümünü
gerçekleştirmeye
çalışıyor. Üstelik Genelkurmay’ın
elindeki dinleme ve takip
teknolojisinin personeliyle beraber
MİT’e devredilmesi, MİT’in güvenlik
sektöründeki ağırlığını arttırmıştır.
Buna mukabil MİT’in tarihi ve bu
tarihin aktörü olan personelin
faaliyetleri, idari ve adli olarak
soruşturulmuş değildir. Bürokratik
vesayet ve darbe dönemlerinde
MİT’in üstlendiği rol dikkate alınırsa,
bu hesaplaşmanın kaçınılmaz
olduğu da anlaşılacaktır. Hükümet,
bu hesaplaşmayı tesadüflere,
askerin kurumsal
denetiminin dışına
çıkarılan MİT’in,
hükümete bağlı bir
kuruma dönüşmesi süreci
devam ediyor. Bu süreçte
son MİT Müsteşarı Hakan
Fidan’ın rolü fevkalade
ehemmiyetlidir.
Sonuç
MİT personeli hakkındaki soruşturma, 10 yıl önce MİT Müsteşarlığına
gelen Ergenekon istihbaratıyla başlayan sürecin yeni aşamasını ifade
ediyor. Meselenin şahsileştirilmesi
bütün boyutlarıyla görülmesini engellemektedir. Problem arızi değil,
sistematiktir. Sistematik bir reformla güvenlik ve istihbarat sektörü
demokratik ve sivil bir denetim altına alınmadıkça da
sular durulmayacaktır.
MİT’in Dünü,
Bugünü
Bürokratik vesayetin
asker ve yargı gibi
temel ayaklarından
biri de istihbarat
kuruluşlarıdır. MİT,
uzun yıllar askerin
denetimi altında faaliyette bulunmuştur.
Hatta sicil amiri Genelkurmay olan muvazzaf bir
korgeneralin MİT Müsteşarı
olması teamül haline gelmişti.
Bu teamül, ancak 1990’larda sivil
MİT Müsteşarı atanabilmesiyle ortadan kalkmıştır. Sivilleşme çalışmalarıyla askerin kurumsal denetiminin dışına çıkarılan MİT’in, hükümete bağlı bir kuruma dönüşmesi
Sivilleşme çalışmalarıyla
MİT Kanunu’nda yapılan değişiklikle kriz
şimdilik
ortadan
kalkmış durumda.
Bu bağlamda AK
Parti Hükümeti’nin
yeni reform paketleriyle meseleye siyasi
çözümler üretmesi gerekmektedir.
Bürokratik
mücadele ve yargının denetimi, özünde siyasi olan bu konuyu
çözmeye ve demokratik bir norma
bürokrasiye veya yargıya bırakmak
yerine bir strateji dâhilinde kendi
gerçekleştirmezse bu tür krizlerin
yaşanması kaçınılmazdır.
bağlamaya yetmeyecektir.
SDE İç Politika ve Demokratikleşme
Koordinatörü, Dr. *
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
21
Açık Toplum Olabilmek ve
Ergenekon’dan Çıkış
Mustafa ÖKMEN*
Açık Toplum, karşıt
tavsiyelerin de ortaya
atılabileceği, bunların
tartışılabileceği bir
toplum demektir. Bir
politika, gerçekliğin
önünde denenmesi
ve deneyin ışığında
düzeltilmesi gereken bir
varsayım niteliğindedir.
Bu varsayımın
yanlışlarının ve içerdiği
tehlikelerin, uygulamaya
konulmadan önce
eleştirel incelemetartışma yoluyla açığa
çıkarılmasının akılcı ve
tutarlı bir süreç olacağı
söylenebilir.
22
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
Toplumların dışa kapalı ve açık
olma durumuna vurgu yapan yaklaşımlardan önemli bir tanesi de
“Hür Toplumlar- Otoriter Toplumlar”
şeklindeki sınıflandırmadır. Totaliter
düzenlerin sürekli olarak yeni baskı yöntemleri doğuracağına vurgu
yapan K. Popper, özgür toplumdaki bu türlü eğilimlerin önlenmesi
gerektiğine dikkat çekmektedir ve
bu anlamda Açık Toplum’un (Open
Society) en iyi toplum düzeni olduğunu savunur. Bu yaklaşım aslında
demokratik toplumu anlama, tanımlama yolunda bir adım olarak
da görülebilir.
Açık Toplum, her şeyden önce, “sorun çözme”ye elverişli toplumlar
demektir. Çünkü yaşamak en başta
bir sorun çözme sürecidir. Sorun
çözme ise, çözümlerin ortaya atılmasını, sonra da bu çözümlerin
eleştirilmeye ve elemeye tabi tutulmasını gerektirir. Açık Toplum, karşıt
tavsiyelerin de ortaya atılabileceği,
bunların tartışılabileceği bir toplum
demektir. Bir politika, gerçekliğin
önünde denenmesi ve deneyin ışığında düzeltilmesi gereken bir varsayım niteliğindedir. Bu varsayımın
(politikanın) yanlışlarının ve içerdiği
tehlikelerin, uygulamaya konulmadan önce eleştirel inceleme- tartışma yoluyla açığa çıkarılmasının
akılcı ve tutarlı bir süreç olacağı söylenebilir. Popper, her politikanın yürütülmesinin denenmesi gerektiğini
söylerken, bunun nasıl yapılacağını
da belirtir; Bu deneme, harcanan
çabaların istenilen sonuçları sağladığını gösteren deliller arayarak değil, sağlamadığını gösteren deliller
arayarak yapılmalıdır.
Akılcılık, mantık ve bilimsel yaklaşımın, bir bütün olarak merkezi biçimde örgütlenmiş, planlanmış ve
düzenlenmiş bir toplum getirdiği
şeklindeki düşünceye karşı çıkan
Popper, bunun hem otoriterce olduğunu, hem de yanlış ve aşılmış bir
Osmanlıdan Cumhuriyete
İttihat ve Terakki’nin
oluşturduğu cenderenin
devamında, Tek Parti
Dönemi’nin birçok alanda
oluşturduğu açmazların,
çok partili siyasal
hayata geçiş sonrasında
da, toplumun bütün
katmanlarında devam
ettirilmeye çalışıldığı bir
gerçektir.
bilim anlayışına dayandığını söyler.
Popper’e göre, “akılcılık, mantık ve
bilimsel bir yaklaşımın hepsi de, birbirleriyle bağdaşmayan görüşlerin
ileri sürülebildiği ve çatışan gayelerin izlenebildiği “açık” ve çoğulcu
bir topluma işaret etmektedirler;
içinde, herkesin sorun durumlarını
araştırmakta ve çözümler önermekte ve başkalarının –en önemlisi de iktidarın- önerdiği çözümleri
eleştirmede özgür olduğu bir toplum; her şeyin üstünde de hükümet
politikalarının eleştirilerin ışığında
geliştirildiği bir toplum. Dolayısıyla,
hükümetten farklı politikaları olanların da kendilerini alternatif olarak
ortaya koymaları gerekmektedir.
Bir başka deyişle, iktidara muhalif
olanların örgütlenebilmesi, konuşabilmesi, yazabilmesi ve kendilerini iktidara getirebilecek anayasal
teminat taşıyan bir yolun mevcudiyeti sağlanmalıdır. Demokrasi de
aslında budur.
Türkiye’de dünden bugüne yaşadığımız ve yaşamakta olduğumuz
güncel sosyo-kültürel, siyasal ve
idari nitelikli pek çok sorunun temelinde aslında bu “Açık Toplum”
olamama keyfiyeti ve sorunsalı yatmaktadır. Konuyu, Türkiye özelindeki yansımaları ve izdüşümü bağlamında ele alarak, hangi sorunlara
ne şekilde sirayet ettiği noktasında
irdeleyebilmek için, Ergenekon davaları ile billurize olan gelişmeleri
biraz daha yakından mercek altına
almakta yarar vardır. Zira bir başlangıç, bir dönüm noktası olarak
ele alınabileceği gibi, aynı zamanda bir sonuç olarak da değerlendirilebilecek bu gelişmeler zinciri,
Türkiye’nin Açık Toplum olma serüveninin somut bir aşamasına tekabül etmektedir.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e İttihat ve Terakki’nin oluşturduğu
cenderenin devamında, Tek Parti
Dönemi’nin birçok alanda oluşturduğu açmazların, çok partili siyasal
hayata geçiş sonrasında da, toplumun bütün katmanlarında devam
ettirilmeye çalışıldığı bir gerçektir.
27 Mayıs askeri darbesiyle somutlaşan, 1971-73 muhtıralarıyla perçinlenen, 12 Eylül 1980 müdahalesiyle gelenekselleşen, 28 Şubat
post-modern darbesiyle şirazeden
çıkan ve nihayet 27 Mart bildirisiyle
aymazlaşarak cami duvarına toslayan bu “Kapalı Toplum” üretme
çabaları, kendi içinde bir sürekliliğe
ve bütünselliğe sahiptir. Toplum
kesimlerini sürekli olarak ötekileştiren, sanal düşmanlar üreten ve
kendi çıkarlarının sürekliliği için
Makyavelist bir yaklaşımla her türlü yol ve yöntemi meşru gören bu
“Şirzime-i Kalil”, karanlık odalarda
ve belirsiz dehlizlerde bu ülkenin
güçlü geleceğinin önüne sürekli
engeller oluşturma peşinde koştu.
Üstelikte bunu da hep vatanseverlik ve ulusal çıkarlar kisvesi arkasına
saklanarak yaptı. Soğuk Savaş dönemi konseptinde, halktan, toplumdan kopuk, üstelik sürekli onu
küçümseyen ve vesayet altında tutmaya çalışan bu otoriter ve totaliter
zihniyet, demokrasiye hiçbir zaman
inanmadığı gibi, değişik görünümler sergileyerek Türkiye’nin açık
toplum olmasının önünde on yıllardır takoz olmaya devam ediyor.
Çünkü onu anlamıyor, anlamaya
gayret etmiyor ve yalnızca “adam
etmeye” çalışıyor. İstediği gibi davranmadığı, öngörülerinin ötesinde
hareket ettiği zaman da onu aşağılıyor, hakaret ediyor ve demokrasiyi anlamamakla suçluyor. Aslında
onun derdi demokrasi ya da halkın katılımı değil, vesayet rejiminin
devamına halkın vize vermemesi
ancak hiçbir zaman da bunu itiraf
edemiyor.
Oysa köprünün altından çok sular
aktı. 1927 yılında yüzde 70’i kırsal
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
23
alanlarda, yüzde 30’u ise kentlerde
yaşayan 13 milyonluk bir toplum
olan Türkiye, özellikle kentleşme
hareketiyle realize olan birçok aktörün etkisiyle bugün çok değişmiş
ve gelişmiş bulunmaktadır. Bu değişimi salt nüfusun kırdan kente yer
değiştirmesi olarak algılamak hem
eksik hem de yanıltıcı olur. Bugün
nüfusunun yüzde 75’i kentlerde yaşayan ve kabına sığmayan bir enerjiyle sürekli gelişme istidadı gösteren bu toplum, teknolojik, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi-idari
yeni açılımlar arefesindedir. Ekonomiden eğitime, sağlıktan sosyal
politikalara kadar geniş yelpazede
bir dönüşüme tekabül eden bu süreç, ancak sözü edilen gelişmeleri
iyi okumak, iç ve dış faktörleri reel
olarak bir arada değerlendirmek ve
küresel ile yereli birlikte analiz edebilmek suretiyle sağlıklı bir şekilde
anlaşılabilir. Yoksa geçtiğimiz yüzyılın üç tarz-ı siyaset yaklaşımlarıyla
Yarınki Türkiye’nin anlaşılması ve
buna karşılık gelen ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi-idari açılımların hayata geçirilebilmesi mümkün
değildir. Bu reel durumu analiz edemeyen, küresel ile yereli bir arada
değerlendiremeyen, değişim ve
dönüşümün iç-dış faktörlerini birlikte okuyamayan bireylerin, toplulukların, partilerin ve de kurumların
bu konuda katkı sağlamaları ve
toplum sorunlarına ilişkin isabetli
çözümler üretebilmeleri mümkün
değildir. Bundan öte çözüm sanılan
yaklaşımlar, ortaya konulan politikalar ve toplumun yarınına ilişkin
projelerin akim kalması, başarısızlıkla sonuçlanması adeta kaçınılmazdır.
Açık toplum olabilmenin yolu, ülkenin ve toplumun yüz elli yıldır
yaşadığı değişim ve dönüşümü
bütün bileşenleriyle çok iyi analiz
edebilmekte olduğu kadar, bütün
kurum ve yöntemleriyle yerelden
genele demokrasinin inşa edilebilmesinden, katılımcı anlayışların yaygınlaştırılabilmesinden ve
24
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
ötekileştirmeden birlikte yaşama
kültürünün içselleştirilebilmesinden geçmektedir. Sürekli sanal
düşmanlar üreterek, ötekileştirerek
ve küçük olsun benim olsun tarz-ı
siyasetiyle fildişi kulelerde halktan,
toplumdan kopuk yaşayarak demokrasi kültürü yerleşemez ve bu
çerçevede bir açık toplum inşası
mümkün değildir.
2003 yılından beri devam eden ve
belli bir aşamaya gelen Ergenekon
davalarını da tam bu noktada değerlendirmek gerekiyor. Değişen
ve dönüşen dünyaya paralel olarak,
ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasiidari bir değişimi yaşayan Türkiye,
bu davaların realize ettiği arınma
atmosferinde aynı zamanda Açık
Toplum olma fırsatını da yakalayacaktır. Küçük ama benim olsun
mantığıyla sürekli önü kesilen ve
gelenekselleşen askeri darbelerle
dünya gerçeklerinden uzak, kapalı bir toplum olmaya zorlanan
Türkiye’nin bu vesayetçi, müdahaleci yapıdan kurtulmasında sözü
edilen davaların çok önemli bir
adım olacağını belirtmek gerekiyor.
Türkiye, Ergenekon davaları süreciyle yakaladığı bu “Ergenekon’dan
Çıkış” ve “Açık Toplum” olabilmek ve
de kalabilmek fırsatını çok iyi değerlendirmelidir. Türkiye’nin kendi
olabilmesi bağlamında çok önemli
fırsatlar sunan bu süreç, sulandırma ve itibarsızlaştırma çabalarına
kurban edilmeden, iktidarıyla, muhalefetiyle ve sivil toplum kuruluşlarıyla bütün toplum kesimlerince
sahiplenilmelidir. Bu temizlenme
ve kendi olma süreci tamamlanamazsa, yüz elli yıldır kendi toplumuna yabancı yaşayan otoriter zihniyetle hesaplaşma fırsatı kaçırılmış
olacaktır.
Hukukun üstünlüğü düşüncesi çerçevesinde, evrensel standartlarda
bir demokrasi pratiğinin hayata
geçirilebilmesi ve vesayetçi zihniyetin tasfiye edilebilmesi açısından
bu sürecin tamamlanması büyük
önem taşımaktadır. Bunun o kadar
kolay olmayacağı, yüz elli yıllık bir
merkeziyetçi geleneğin bir çırpıda
devre dışı bırakılmasının zorlukları
ise herkesin malumudur. Bu noktada, toplumun demokratikleşmesinin yavaşlatılması ve evrensel standartlarda bir hukuk devleti olmanın
içini boşaltacak adımlardan, duygusallıklardan ve bencilliklerden
bütün toplum kesimlerinin uzak
durması gerekmektedir. Bu sürecin
akamete uğratılmasına sebebiyet
verecek birey, topluluk ve toplum
kesimlerinin gelecek nesiller karşısında büyük bir veballe karşı karşıya kalacaklarında ise şüphe yoktur.
Bu demokratik bilinç ve sorumluluk çerçevesinde bu sürecin sivil,
demokratik ve vesayetçi anlayıştan
uzak bir anayasa ile taçlandırılması
gerekmektedir. Bu noktada halkın
2010 referandumu ve son seçimlerde değişim, sivilleşme ve hukukun
üstünlüğü yönündeki iradesi iyi
okunmalıdır. Bu bağlamda siyasi iktidara verilen kredinin neye tekabül
ettiği ve ne anlama geldiği konusu
iyi irdelenmelidir. Bir demokrasi
hikâyesi olan bu süreçte, bireylere,
toplum kesimlerine, siyasal partilere, sivil toplum kuruluşlarına ve
özellikle de yapabilirliği noktasında
büyük bir kredi verilen siyasi iktidara büyük görevler düşmektedir.
Demokratikleşme ve açık toplum
olma mücadelesinde bu sorumluluklar hayati bir önem taşımaktadır.
Bu nedenle Açık Toplum olmanın
yolu Ergenekon’dan çıkışla yakından alakalıdır. Demokratik, açık bir
toplum olabilmenin yolu vesayetçi
Ergenekon zihniyetinin on yıllardır
örmeye çalıştığı “kapalı toplum”
projesinin demokratik hukuk devleti anlayışına dönüştürülebilmesinden geçmektedir. Kanaatimce
Açık Toplum ya da içe dönük, dünyadan soyutlanmış kapalı bir toplum olma yönünde bir tercihle de
karşı karşıyayız.
Celal Bayar Üniversitesi
İİBF Öğretim Üyesi, Prof. Dr. *
İspanya Tecrübesi Işığında
Demokratikleşme Sürecinde Ordu
Ertan BEŞE*
Statükonun devamı
için siyasete müdahale
hakkını kendinde gören
ordunun, demokratik bir
toplum ve devlet olmanın
gerektirdiği sivil denetim
ve hükümet politikalarına
tâbi olmak için köklü bir
zihniyet değişimine ihtiyaç
vardı. Bu zihniyet değişimi
gerçekleşene kadar İspanya,
1980’li yılların başlarında
imtiyazlı durumun devamını
isteyen askerlerin darbe
teşebbüsleriyle karşılaştı.
İ
spanya’da 1939’da bir iç savaş sonucunda başlayan baskıcı Franco
dönemi, bu dönemin kudretli lideri General Franco’nun 20 Kasım
1975’te ölmesiyle birlikte sona erdi.
Bu otokratik dönemin sona ermesiyle birlikte İspanya’nın demokratikleşme süreci de başladı. Ne var
ki bu süreç kolay ve sancısız olmadı. Franco döneminin geleneksel
kurumları, yeni sürece bir taraftan
uyum göstermeye çalışırken, diğer
taraftan da bu kurumlar içerisinden
bazı gruplar da bir takım çabalar
içerisine girmeye başladı. Franco,
bir general olarak gücünü İspanya ordusundan almıştı. Ordu da
İspanya’da imtiyazlı bir yere sahip
oldu ve kendisini İspanya’nın adeta
tek sahibi ve hâkimi saydı.
Dolayısıyla Franco’nun ölümünün
ardından siyasetin her alanında etkinliklerini korumak isteyen askerler, demokratikleşme yolunda atılan
adımların sahip oldukları iktidar
ve etki alanlarını daraltmasına büyük bir direniş sergiliyordu. Mevcut
statükonun devamı için siyasete
müdahale hakkını kendinde gören,
kendisini ‘imtiyazlı’ bir kesim olarak
kabul eden ordunun, demokratik
bir toplum ve devlet olmanın gerektirdiği sivil denetime ve hükümet
politikalarına tâbi olmak için köklü
bir zihniyet değişimine ihtiyaç vardı.
Bu zihniyet değişimi gerçekleşene
kadar İspanya, 1980’li yılların başlarında imtiyazlı durumu sağlayan
statükonun devamını isteyen askerlerin darbe teşebbüsleriyle karşılaştı.
General Franco, kendi ölümünden
sonra ülkeyi Kral Don Juan Carlos’un
yönetmesini istemişti. Juan Carlos,
İspanya’nın kademeli bir biçimde
demokrasiye geçmesine önderlik
etti. İspanya’nın demokrasiye geçiş
süreci, Franco’nun 1975’de ölümünMART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
25
“Demokratikleşme
Sürecinde Ordu:
Silahlı Kuvvetlerin
Demokratik Reformu
Üzerine Düşünceler”
başlıklı kitabında
Serra, Bakanlık yaptığı
dönemdeki (1982–1991)
tecrübe ve gözlemlerini
teorik çerçeve ile
birleştirerek, İspanya’nın
demokratikleşmesinde
önemli bir rol oynayan
ordunun reform sürecini
anlatmaktadır.
den başlayarak, İspanya’nın yeni
demokratik anayasasının halk tarafından kabul edildiği Aralık 1978’e
kadar ki dönemi kapsar. İspanya’da
‘Demokrasiye Geçiş’ (Transición
Democrática) olarak adlandırılan
bu dönemde yeni anayasa hazırlama süreci çok hızlı bir şekilde gerçekleştirildi. Öyle ki hazırlık süreci
15 Haziran 1977 tarihinde başlamış,
31 Ocak 1978 tarihinde Senato’da
kabul edilmiş ve 07 Aralık 1978 tarihinde Kral Juan Carlos tarafından
onaylanarak yürürlüğe girmiştir.
1.Narcis SERRA Demokratikleşme Sürecinde
Ordu: Silahlı Kuvvetlerin
Demokratik Reformu Üzerine
Düşünceler
1
İspanya’nın demokratikleşme sürecinin en önemli ve aynı zamanda
en problemli kısmı silahlı kuvvetlere yönelik reformlardı. Bu reformlarda önemli bir rol oynamış olan
Narcis Serra’nın 2008’de yayınlanan
“Demokratikleşme Sürecinde Ordu:
Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Reformu Üzerine Düşünceler” başlıklı kitabı bu reform sürecinde yapılanları
konu edinmektedir. Bu kitabında
Serra, Savunma Bakanlığı yaptığı
dönemdeki (1982–1991) tecrübe
ve gözlemlerini teorik çerçeve ile
26
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
birleştirerek, İspanya’nın demokratikleşmesinde önemli bir rol oynayan ordunun reform sürecini anlatmaktadır.
Bir iktisat profesörü olan Narcis Serra, 1979–1982 yılları arasında Barselona Belediye Başkanlığı görevini yürütürken, 1982’de Savunma
Bakanı olarak görevlendirilmiştir.
Serra, sekiz yıl kaldığı bu görevde
özellikle sivil-asker ilişkileri konusunda yürütülen reformlarda büyük rol oynamış ve Franco rejiminin
ardından İspanya’da demokrasinin
yerleşmesinde büyük çaba ve katkıları olmuştur. 1991’de Başbakan
Yardımcısı olan Serra, 1996–2000
yılları arasında ise Katalonya Sosyalist Partisi Genel Sekreterliği’ni
yürütmüş ve 1986’dan 2004’e kadar
milletvekili olarak mecliste bulunmuştur.
Serra kitabında, General Francisco Franco’nun 1975’te ölümünün
ardından faşizmden kurtulup demokrasi sürecine giren İspanya’da,
‘demokratik geçiş’ ve ‘demokrasisinin sağlamlaştırılması’ hususlarındaki en temel ve belirleyici alan
olan ‘askeri reform’ ya da diğer bir
tabirle silahlı kuvvetlerin demokratik reformu sürecini anlatmaktadır.
Yazar bunu yaparken, özellikle ABD
ve çeşitli Latin Amerika ülkeleriyle
de mukayeseli olarak ülkelerin ‘demokratikleşme’ süreçlerinde ve ‘demokratik süreklilik’ aşamalarında
‘ordu’nun durumuna ve konumuna
ilişkin önemli tespitlerde bulunmaktadır.
İspanya’nın demokratikleşme sürecinde edinilen tecrübeler ışığında
‘sivil-asker ilişkileri’ni, ‘silahlı kuvvetlerin siyasete müdahale çabası’nı ve
‘demokratik yönetimlerde ordunun
konumu’nu anlatan Serra okuyucuya, Avrupa kıtasında yer alan ve
yıllarca diktatörlükle yönetilen bir
ülkenin demokratik bir sisteme geçiş ve Avrupa Birliği’ne üye oluş sürecinde yaşananlara ilişkin önemli
bilgiler vermektedir.
Demokratik sürekliliğin gerçekleştiği sağlam bir demokrasinin, “ancak
ordunun demokratikleştirilmesiyle
mümkün olabileceğini” vurgulayan
Serra; ayrıca, İspanya’daki demokratikleşme sürecini anlatılırken, başta
Latin Amerika ülkeleri olmak üzere,
Türkiye’nin de aralarında bulunduğu çeşitli ülkelerdeki demokratikleşme süreçlerine de, başta seçilmişlerle askerler arasındaki ilişkiler
olmak üzere, değindiği görülmektedir.
2.Temel Tecrübeler
‘Demokrasiye Geçiş’ Dönemi: Demokratik yollardan seçilen sivillerin,
askerlerin siyaset yapımı sürecine
müdahale etmesini, hükümet işlerine katılımlarını sona erdirerek ya
da seçilmiş otoritelerin faaliyetlerini
veto etme veya baskı altına alma
yönündeki tüm etkilerini ortadan
kaldırarak önlemeyi başardıkları süreçtir. Bu dönemde icraatlar, silahlı
kuvvetlerin siyasete karışmasını önlemeye, çatışma seviyelerini düşürmeye ve muhtemel darbeleri önlemeye odaklanmalıdır. Demokrasiyi
meşrulaştırmak, iç çatışmaların varlığı, dış etkiler, tutarlı hükümet faaliyeti, temel siyasi aktörlerin tutumu
gibi hususlar da orduyla çatışma
düzeyini ya da ordunun reform süreçlerini kabulünü etkileyen temel
faktörlerdir.
Demokrasiye geçiş döneminde
ulusal savunmayla ilgili mevzuatın
değiştirilmesi, yönetimin polis ve
istihbarat örgütleri gibi sivil sektörlerinde askeri varlığın azaltılması gibi adımlar, ordunun siyasete
karışma kapasitesini azaltmak için
alınabilecek önlemler arasında yer
almaktadır. Bu aşamada, askerlik
mesleğinin demokrasi kültürüne
uygun bir biçimde dönüştürülmesi
gerekmektedir.
Bu amaca yönelik önlemler ise, askeri personelin politikaya askerlik
mesleği dışında seçilmiş bir görevle
ya da bir siyasi partiye üyelik yoluyla girişinin düzenlenerek, politika ile
askerlik mesleğinin kesin bir şekilde
birbirinden ayrılması; harp okullarının müfredatına insan hakları
derslerinin eklenmesi; demokratik
ülkelerin ordularıyla etkileşimin ve
bölgesel güvenlik organlarına katılımın teşvik edilmesi, silahlı kuvvetlerin boyutunun küçültülmesi gibi
hususları içermektedir.
‘Demokratik
Sağlamlaştırma’
Aşaması: Seçilmiş sivil hükümetin
askeri politikalar ve savunma politikaları oluşturabildiği, bunların
uygulanmalarını sağladığı ve silahlı
kuvvetlerin faaliyetlerini yönettiği
bir aşamadır. Bu safha; sivil - asker
ilişkileri perspektifinden, ordunun
siyasete müdahaleci tutumu etkisiz
kılındıktan sonra, seçilmiş hükümetin askeri politikayı ve savunma
politikasını oluşturduğu, silahlı kuvvetlere liderlik ettiği bir safhadır.
Demokratik sağlamlaştırma aşamasında gerçekleştirilen askeri
reformlar; demokratik çoğulculuk,
hoşgörü ve özgürlüğe dayalı bir
sistemin ordunun kurumsal karakterine ve askerlik mesleğine ait
değer ve prensiplerde değişime yol
açmalıdır. Demokrasiyi yerleştirecek yasal reformlar, askeri politikayı
tasarlamak, sivil ve güçlü bir savunma bakanı, Savunma Bakanlığı’nı
güçlendirmek, genel hükümet politikasına entegrasyon, parlamento
ile ilişkilerin düzenlenmiş olması,
askeri imtiyazların ortadan kaldırılması, askeri yargı sisteminde reform yapmak, silahlı kuvvetlerin
sahip olduğu şirketler konusu ve
benzeri politika ve uygulamalar, bu
aşamada askeri özerkliği azaltmaya
yönelik politika ve uygulamalar olmuştur.
3.Kitapta Türkiye ile İlgili Bazı
Tespitler:
“Türkiye yıllardır NATO’ya üyedir fakat bu hiçbir zaman reform için bir
talebe yol açmamıştır. Buna karşın,
AB’nin entegrasyon görüşmelerinin başlatılması için sunduğu önkoşullar, Silahlı Kuvvetlerin siyasete
karışması konusunda kısmi de olsa
2
önemli reformları teşvik etmişti”
‘Türk Çözümü’: “… İspanya’daki demokratik geçiş, bir ‘Türk
çözümü’nün ortaya çıkması için
çok umut vaat edici bir şekilde gelişiyordu. Türk çözümü ile,
“Genelkurmay’ın sivil bakanlığın üstünde olduğu ve askeri ‘Kurum’un
devletin diğer siyasi kurumlarıyla
diyalog içine girdiği, hatta onlar
arasında arabuluculuk yaptığı ya da
anayasanın koruyucusu olarak dav3
randığı bir durumu kastediyorum.”
‘İç Çatışmaların Varlığı’: “Ülke içinde silahlı kuvvetlerin harekete geçmesini gerektiren açık bir çatışma
varsa, askeri reform için potansiyel
ve sınırlar çok dikkatli değerlendirilmelidir. Ordunun müdahalesini gerektirmiş olan, devam eden ya da
yeni silahlı çatışma, orduyu sivil hükümetle ilişkilerde güçlü bir konuma getirir. Söz konusu çatışmaların
varlığı yüzünden, bu ilişki sağlam
temellere sahip olamaz. Balkan ülkelerinde, Türkiye ve Kolombiya’da
yaşananlar bu açıdan öğreticidir:
Eğer toplum ciddi çatışmalarla yıpranmışsa, hukuksal reform
ekseninde, ordunun siyasete
karışmasının
azaltılmasında
ve profesyonel
değişim ekseninde
ilerlemek neredeyse
4
imkânsız olur.”
Demokrasiye geçiş
döneminde ulusal
savunmayla ilgili
mevzuatın değiştirilmesi,
yönetimin polis ve
istihbarat örgütleri gibi
sivil kurumlarda askeri
varlığın azaltılması gibi
adımlar, ordunun siyasete
karışma kapasitesini
azaltmak için alınabilecek
önlemler arasında yer
almaktadır.
politikaların ve savunma politikalarının hükümet tarafından belirlenmesi, Savunma Bakanlığı’nın ve
özelde de savunma bakanının daha
da güçlendirilmesi, İspanya örneğindeki LODNOM 84 gibi, “Ulusal
Savunma ve Askeri Organizasyonun Temel Kriterlerini Düzenleyen
Çerçeve Yasa”nın hazırlanması, TSK
İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesinin gözden geçirilmesi, Askeri yargı
sisteminde reform, Askeri alandaki
iş ve işlemlerde teamüllerin yasal
Kitapta anlatılan
İspanyol tecrübesinden hareketle, Türkiye’de
ordunun konumuna ilişkin olarak gündeme
gelebilecek ve
dolayısıyla gözden geçirilmesi
gerekecek alanlardan bazıları
şunlardır: Askeri
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
27
Serra, ‘Türk çözümü’ ile
“Genelkurmay’ın sivil
bakanlığın üstünde
olduğu ve askeri
‘Kurum’un devletin
diğer siyasi kurumlarıyla
diyalog içine girdiği,
hatta onlar arasında
arabuluculuk yaptığı
ya da anayasanın
koruyucusu olarak
davrandığı bir durumu”
kastediyor.
düzenlemelerin önüne geçmesine
müsaade edilmemesi, Silahlı kuvvetlerin boyutunun küçültülmesi ve
profesyonelleşme, iç güvenlikte ve
terörle mücadelede inisiyatifin hükümet ve sivil makamlarda olması, askeri
okullardaki müfredatın gözden geçirilmesi, silahlı kuvvetlerin sahip olduğu şirketler konusunda düzenlemeler
yapılması, askeri harcamaların mümkün olduğunca sivil gözetim ve denetime açık olması ve şeffaflık.
Kitabın Türkiye’deki Etkileri ve
Kamuoyuna Yansımaları: Narcis
Serra ve kitabı, Türkiye kamuoyunda oldukça ilgi çekmiştir. Serra, TÜSİAD tarafından 40. Yıl faaliyetleri
kapsamında 23 Mart 2011 tarihinde İstanbul’da düzenlenen “21. Yüzyılda Devlet ve Birey” konulu foruma katılmış ve Güney Afrikalı insan
hakları savunucusu Avukat Brian
Currın ve eski İspanya Başbakanı
(1982–1996) ve AB Bilge Adamlar
Grubu Başkanı Felipe Gonzalez ile
birlikte forumun ilk bölümünde bir
5
konuşma yapmıştır.
1.
2.
3.
4.
5.
28
Konuşmasında Serra, askeri reformların ve demokratikleşmenin sağlıklı bir şekilde gerçekleşmesi için
güçlü bir hükümete ihtiyaç olduğunu, özgürlükler ve refah devleti
konusunda halkın istekli olmasının,
reformları kolaylaştırdığını vurgulamıştır. Serra’ya göre, demokrasi
kalitesinin artması, ordunun demokratikleşmesiyle paralellik arz
etmektedir. Zira “Orduyu profesyonel olarak değişime ikna etmek
gerekir. Sadece ordu değil, toplum
da değişmelidir. Hatta güvenlik ve
savunma alanlarında gazeteci, uzman, akademisyenler yetiştirmek
gerekir.”
Serra’nın vurgu yaptığı diğer hususlar ise; savunma ve güvenlik politikalarına tamamen sivillerin karar
vermesi gerektiğiydi. Bu noktada,
bütün stratejik kararların siviller
tarafından alınmasını ‘demokrasiyi
sağlamlaştırma’ olarak gören yazar,
kitabında darbe tehlikesinin ortadan kalkmasının bir anlam ifade
etmediğini, askerin rolünün tamamen demokratik zemine çekilmesi
gerektiğine vurgu yapıyordu.
Narcis Serra’nın konuşmasından
dikkat çekici diğer bir husus da,
orduda reform için askerin yeni sistemde daha iyi ve demokratik bir
duruma kavuşacaklarına ilişkin olarak ikna edilmesinin yararlı olacağıdır. Bunun da özellikle askeri eğitim
sistemiyle yapılabileceğini, bu şekilde ordunun içindeki zihniyetin
değişeceğini ve demokrasiye olan
talebin artacağını söylemektedir.
Güvenlik Bilimleri Fakültesi Öğretim
Üyesi, Prof. Dr. *
Kitabın Künyesi: (Orijinal Adı) La Transicion Militar-Reflexiones en torno a la reforma democratica de las fuerzas armadas; (İngilizce Adı) The Military Transition-Reflections on
the Democratic Reform of the Armed Forces; (Kitabı İngilizcesinden Çeviren) Şahika TOKEL; (Kitabın İspanya’daki Yayın Yılı) 2008; (Kitabın Türkiye’deki Baskı Yılı) 2011; (Kitabı
Yayınlayan) İletişim Yayıncılık, İstanbul.
Serra, Narcis, Demokratikleşme Sürecinde Ordu: Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Reformu Üzerine Düşünceler, (Çev.) Şahika Tokel, İletişim Yayınları, 2011, İstanbul, s. sayfa 86,
dipnot 4.
a. g. e., s. 178.
a. g. e., s. 85
http://www.haber365.com/Haber/Ispanyanin_Eski_Savunma_Bakanindan_Oneriler/ (E. T. 03.01.2011).
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
GLOBAL
EKONOMİK KRİZ
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
29
Euro Bölgesi Bölündü:
Borçlular ve Alacaklılar
Güney Avrupa’dan
başlayan ekonomik
kriz, Avrupa Birliği’nin
geleceğini ciddi bir
biçimde tehlikeye düşürdü.
17’si Euro, 10’u ise kendi
ulusal parasını kullanan
27 üyeli AB’nin küresel
krizle de birleşen ağır
ekonomik yıkım karşısında,
“Tek Avrupa” idealini
yaşatması artık ciddi
şekilde sorgulanmaktadır.
Yunanistan, İtalya, İspanya,
Portekiz, İrlanda gibi Euro
Bölgesi’nin kriz yaşayan
ülkelerinin varlığı bu
ortaklığın yıkılabileceğini
akıllara getirmektedir.
30
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
Küresel ekonomik kriz, Eylül
2008’de Lehman Brothers’ın
ardından büyük borç yükü bırakarak batışının ardından domino etkisi ile Avrupa Birliği
krize yakalandı. ABD ile büyük
bir finansal bütünleşme yaşayan Avrupa Birliği ülkeleri ABD
bankalarındaki batık kredilere
yüklüce yatırım yapmışlardı.
ABD finansal sisteminde biriken riskler Avrupa bankalarının bilançolarında önemli yer
tutuyordu.
2009 yılında Yunanistan’da
ortaya çıkan bütçe açığının
GSYİH’a oranı %13’e ulaşması
ve kamu borcunun ise %125’e
dayanması AB içinde tam bir
kaosa yol açtı. Hatta Almanya
ve Fransa gibi merkez ülke-
Kıvılcım METİN ÖZCAN*
ler Yunanistan’ın kontrolden
çıkmış maliye politikasını krizin sorumlusu ilan ederek
Yunanistan’a yardım konusunda isteksiz davrandılar. Güney
Avrupa’dan başlayan ekonomik kriz, Avrupa Birliği’nin
geleceğini ciddi bir biçimde
tehlikeye düşürdü. 17’si Euro,
10’u ise kendi ulusal parasını
kullanan 27 üyeli AB’nin küresel krizle de birleşen ağır ekonomik yıkım karşısında, “Tek
Avrupa” idealini yaşatması
artık ciddi şekilde sorgulanmaktadır. Yunanistan, İtalya,
İspanya, Portekiz, İrlanda gibi
Euro Bölgesi’nin kriz yaşayan
ülkelerinin varlığı bu ortaklığın yıkılabileceğini akıllara
getirmektedir. Gerçekten “Tek
Ekonomistler, Almanya
ekonomisinin, Euro
Bölgesi’ndeki borç krizi
nedeniyle yılın dördüncü
çeyreğinde daralacağını
tahmin ediyor. Bu dönemde
Almanya %0,5 ve Fransa
%0,4 oranında büyüyerek
ortalamanın üzerinde bir
performans sergiledi.
Avrupa” hayalini yıkan küresel
kriz, öncelikle Euro Bölgesi’nin
17 üye ülkesini “alacaklılar ile
borçlular” olarak ikiye böldü.
Geride kalan 10 AB üyesi ülke
ise bu sınıflamanın dışında bir
yerde kaldı. Euro Bölgesi’nin
17 ülkesi, Euro temelli bir birlikteliği kolay sürdüremiyorlar
ve özellikle Güney Avrupa ülkeleri Euro ile ekonomilerini
büyütmekte zorlanıyorlardı.
Euro’ya geçişe durumları henüz uygun bulunmayan 7 AB
üyesinin Orta ve Doğu Avrupalı ülkeler olduğu görülüyor. Bu
ülkeler, küresel kriz ile karşılaşınca IMF ile anlaşmalar yaptılar. IMF’den kredi kullanıp kriz
hasarlarını azalttılar. Polonya
ve Çek Cumhuriyeti’nin başını
çektiği bu gruptaki ülkelere,
Almanya ve Fransa bazı sanayi yatırımları yaptılar. AB üyesi
olup da Euro Bölgesi’nin dışında kalan varlıklı bir grubu da
İngiltere, Danimarka ve İsveç
oluşturuyor. Bunlardan Danimarka ve İsveç, küresel krizle
en başarılı biçimde baş etmiş
ülkeler. AB dışında duran Norveç ve Euro Bölgesi’nin üyele-
rinden Finlandiya’yı da dikkate
alırsak İskandinav ülkelerinin,
Avrupa’nın krizden uzak ülkeleri olduğunu söyleyebiliriz.
Euro Bölgesi’nde İktisadi
Büyüme
Avrupa Birliği’ne üye 27 ülkenin büyüme rakamlarına göre,
Avrupa, 2011 Temmuz, Ağustos ve Eylül aylarında mevsim
etkisinden arındırılmış olarak
%1’in de altında sadece %0,2
oranında büyüdü. 27 üyeli
AB, dünya hâsılasının %25’ini
üretirken Almanya, özellikle
Euro’ya geçişle hızla büyüdü
ve tek başına AB hâsılasında
yüzde 21 ve dünya hâsılasında
%5,2’lik paya sahip oldu. Küresel krizi hızla aşan Almanya,
Avrupa’nın cari fazla veren
en büyük ekonomisi olarak,
Avrupa’yı yeniden tasarlama
gücüne sahip aktörlerin başın-
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
31
da geliyor. Almanya İstatistik
Ofisi’nin (Destatis) verilerine
göre, gayrisafi yurtiçi hâsılası
(GSYH) Temmuz-Eylül dönemini kapsayan üçüncü çeyrekte
bir önceki çeyreğe göre %0,5
oranında büyüme gösterdi.
Ülke ekonomisinin söz konusu
dönemde büyümesinde hane
halkı tüketim harcamalarındaki artış etkili oldu. Almanya’nın
GSYH’si üçüncü çeyrekte geçen
yılın aynı dönemine göre ise
%2,6 artış kaydetti. Ekonomistler, Almanya ekonomisinin,
Euro Bölgesi’ndeki borç krizi
nedeniyle yılın dördüncü çeyreğinde daralacağını tahmin
ediyor. Bu dönemde Almanya
%0,5 ve Fransa %0,4 oranında
büyüyerek ortalamanın üzerinde bir performans sergiledi.
Buna karşılık Yunanistan’da ise
ekonomi %5,2 gerileme gösterdi. Elde edilen bu büyüme
32
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
rakamları yıllık hesap edildiğinde, AB’nin ortalama büyüme
hızı %1,4 oldu. Almanya %2,5,
Fransa’da da %1,6 oranında
büyüdü.
Euro Bölgesi’nde Enflasyon ve
İşsizlik
Euro Bölgesi’nde enflasyon
2011 sonu itibariyle ciddi
bir artış göstererek %3’e çıktı. Euro Bölgesi’nde Merkez
Bankası’nın enflasyon hedefi
%2 iken yıllık enflasyon yılın
üçüncü çeyreğinde %2,5 olmuştu. Avrupa Merkez Bankası
yükselen fiyatlarla mücadele
amacıyla faiz oranlarını geçen
Temmuz’da %1,25’ten, %1,5’e
çıkarmıştı. Bu durum fiyatlardaki hızlı artış da faizlerin düşürülmesi ya da borç krizinden
çıkış yollarından biri olarak sunulan para basılması olasılıklarını azaltıyor.
Eurostat’a
göre
Euro
Bölgesi’nde
işsizlik
oranı
ise %10’da durağan kaldı.
Avrupa’da işsizliğin en fazla olduğu ülke olan İspanya’da işsizlik oranı biraz artarak %21,2’ye,
gençlerde işsizlik %46,2’ye çıktı. Ancak Euro Bölgesi genelinde 25 yaş altı işsizlik oranı az da
olsa düştü ve %20,4 oldu. 2011
sonu itibariyle İtalya durgunluğa girmiş gibi gözükmektedir. Ayrıca, İtalya’nın 10 yıllık
devlet tahvillerinin faiz oranı
%6.68’e yükseldi. Yüksek oranlar İtalya’nın faiz yükünü artırarak ülkenin borçlarını aksatmaya itebilir. Eğer İtalya’da faiz
oranları yükselirse bu ellerinde
olan tahvillerin değerini düşürür. Yaklaşık %7’lik bir oran herhangi bir ülkenin uluslararası
kurtarma planına başvurmasını gerektiren oran sınırı oluyor. Bu sınırı geçen Yunanistan,
borçlusu İtalya, İspanya, Belçika borçlarını ödeyemez duruma gelirlerse Avrupa Para Birliği sürdürülemez hale geldiği
için dağılabilir. 2007-2008’de
ABD ile birlikte, finans krizini
en derinden yaşayan İngiltere,
Euro krizinin dışında olmaktan memnun görünmektedir.
Fakat İngiltere, küresel kriz ile
baş etmeye çalışırken yaşadığı
daralma ile ortaya çıkan bütçe
açıkları ve borç yükünü düşürmeye de çalışmaktadır.
İrlanda ve Portekiz kurtarma
planı istemek zorunda kalmıştı. O seviyede borçlanmak
İtalya’nın ve diğerlerinin borçlarını ödemek için yeni fonlar
oluşturmasını güçleştiriyor. 6
Kasım 2011 günü Yunanistan
Parlamentosu, Avrupa Birliği
ve IMF’den gelecek 179 milyar
dolarlık bir yardımla ilerleme
kararı aldı. Ülkenin ulusal borç
dertlerine karşı cankurtaran
görevi görecek bu yardım,
devlet harcamalarında büyük
kesintiler yapılması karşılığında verildi. Pek çok ekonomist,
İtalya’da 8 Kasım 2011 günü
parlamentonun mevcut borç
krizini aşmak için Avrupa Birliği
tarafından talep edilen kemer
sıkma politikalarını onaylamasının ardından, Yunanistan’da
da borç sürecini yürütecek bir
geçiş hükümetinin atanması
durumunda ve halk yardım paketine ret oyu verdiği takdirde
bu sonucun Yunanistan’ın iflası
olacağına dair endişelerini dile
getirmektedirler. Yunanistan’ın
Euro Bölgesi’nden çıkarılmasının gündeme gelmesi, borçlar ve olası bir durgunluğa
dair endişeler, Avrupa Merkez
Bankası’nın gösterge faiz oranını %1.25 düzeyine indirmesine yol açtı.
Euro Bölgesi’nde Borç Yükü
Euro Bölgesi’nde yer alan Portekiz, İrlanda, İtalya ve İspanya hatta Belçika yüksek kamu
borç yükü ve bütçe açığı problemlerini çözebilmek için hala
yardım bekliyorlar. Bunun en
çarpıcı örneği bu ülkelere, IMF,
AB ve AB Merkez Bankası’nın
koşulsuz olarak sırasıyla 229
milyar Euro, 83 milyar Euro ve
35 milyar Euro aktarmasıdır.
IMF Yunanistan, Portekiz ve
İrlanda’dan borçlarını ödemeleri için “faiz dışı fazla” ayırmasını istemiyor. Sadece aşırı lüks
harcamalarını kısmalarını öneriyor.
İlerde Portekiz, Yunanistan,
İrlanda hatta muhtemel IMF
Euro Bölgesi’nden bakıldığında birliğin ortak para birimini
sürdürülebilir kılmak için daha
fazla siyasal bütünleşme, vergi, maliye ve bütçe politikası
gibi alanlarda daha fazla uyum
ve bütünleşme sağlaması gerekmektedir. Son ekonomik
kriz Euro Bölgesi’nin sorunlu
kurumsal yapısını açıkça ortaya
çıkarmıştır.
Türkiye ise 2011’in ilk altı ayında ortalama %10,2 oranında
büyüdü. Türkiye’nin yılsonunda büyüme hızının %7,5 olacağı tahmin ediliyor. Eğer tahminler tutarsa 2011’de Türkiye,
Avrupa’dan 5 kat daha hızlı
büyüyecek. İşte bu nedenle
Türkiye’nin gelişmesi ve ihracat
yapabilmesi için kendisi gibi
hızlı büyüyen örneğin Asya-Pasifik ülkeleri gibi yeni pazarlara
ihtiyacı var. Türkiye’nin acilen
yeni bir dış ticaret stratejisi
belirlemesinde fayda var. Aksi
takdirde Avrupa’da yaşanacak
uzun süreli durgunluk bizim
büyümemizi ve 2023 hedeflerine ulaşmamızı engeller.
SDE Ekonomi Programı
Koordinatörü, Doç. Dr.*
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
33
Kemer Sıkma ve
Büyüme İkileminde AB
2009 yılının sonundan
itibaren küresel ekonomide
iyileşme sürecine girilmiş
olmasına rağmen,
özellikle gelişmiş ülkelerin
istihdam piyasalarında
canlanmanın başlamadığı
gözlemlenmiştir. Üstelik
2012 yılında küresel
ekonominin yeni bir
durgunluk dönemine
gireceğine yönelik
tahminler, küresel istihdam
piyasasındaki durumun
daha da kötüleşebileceğine
işaret etmektedir
34
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
K
üresel ekonomik kriz, ticaret
ve finans kanalları aracılığıyla yayılma etkisi göstererek,
gelişmiş ekonomiler ile yükselen
ve gelişmekte olan ekonomilerde
resesyona neden olmuş ve işsizlik
oranları hızla artmıştır. 2009 yılının
sonundan itibaren küresel ekonomide iyileşme sürecine girilmiş olmasına rağmen, özellikle gelişmiş
ülkelerin istihdam piyasalarında
canlanmanın başlamadığı gözlemlenmiştir. Üstelik 2012 yılında
küresel ekonominin yeni bir durgunluk dönemine gireceğine yönelik tahminler, küresel istihdam
piyasasındaki durumun daha da
kötüleşebileceğine işaret etmektedir. Zira, Birleşmiş Milletler’in
(BM) ve Uluslararası Para Fonu’nun
(IMF) tahminleri uyarınca; küresel
ekonomik krizin etkisinden kurtulmaya çalışan dünya ekonomisi,
işsizlik sorunu ile etkili mücadele
Dilek YİĞİT*
edilmemesi, Avro alanında yaşanan borç krizi ve mali sektörün
kırılgan yapısı nedeniyle yeni bir
durgunluk dönemine doğru ilerlemektedir. Ayrıca, küresel ekonomik kriz sonucu uygulanan kemer
sıkma politikaları daha fazla büyüme ve istihdam beklentilerini zayıflatmaktadır. 1
Grafik 1’de, Uluslararası Para Fonu
tahminlerine göre gelişmiş ekonomiler ile yükselen ve gelişmekte olan ekonomilerde büyüme
oranları gösterilmektedir. Anılan
grafikte, gelişmiş ekonomilerin,
gelişen ve yükselen ekonomilere
kıyasla küresel ekonomik krizden
daha fazla etkilenmekte olduğu
görülmektedir.
Grafik 2’de ise, farklı senaryolar
uyarınca Dünya Gayri Safi Hasılası’ndaki (World Gross Product
GRAFİK 1
fazla artarak 2011 yılı itibarıyla 74.8
milyona ulaşmıştır. 2012 yılında
dünya çapında işsiz sayısının 200
milyonu aşacağı tahmin edilmektedir. 3
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün
“World of Work Report 2011” başlıklı raporuna göre, küresel ekonomik kriz öncesi istihdam oranlarının yakalanabilmesi için, iki yıl
içinde yaklaşık 80 milyon yeni işin
yaratılması gerekmektedir. Ancak
ekonomik faaliyetlerdeki yavaşlama dikkate alındığında, dünya
ekonomisinin gerekli yeni iş sayısının sadece yarısını yaratabileceği
Kaynak:
Outlook,
International
Monetary
Fund,
24 January
Kaynak:World
World Economic
Economic Outlook,
International
Monetary
Fund,
24 January
2012. 201 tahmin edilmektedir. Gelişmiş ülkelerdeki istihdam oranının, 2016
yılından evvel kriz öncesi seviyesiWGP) değişim gösterilmektedir. nomik resesyon, istihdam piyasası- ni yakalaması beklenmemektedir.4
Grafik 2’de görüldüğü üzere, an- nı olumsuz etkilemiştir. Kriz öncesi
cak iyimser senaryo kapsamında, % 5.5 olan küresel işsizlik oranı, Dünya ekonomisinin genelinde
dünya ekonomisinin kriz öncesi 2009 yılında %6.2’ye çıkmış; ge- olduğu gibi, küresel ekonomik
büyüme oranını 2013 yılında ya- lişmiş ekonomilerde işsizlik oranı kriz Avrupa Birliği’nde (AB) de eko2
kalayabileceği öngörülmektedir; aynı yıl % 8.3’e ulaşmıştır. 2011 nomik resesyona sebep olurken,
ancak iyimser senaryonun gerçek- yılı itibarıyla dünya çapında 197 ekonomik faaliyetlerin azalmasıyla
milyondan fazla işsiz bulunmakta- AB’nin tümünde ve Avro alanında
çiliği tartışılmaktadır.
dır. 15-24 yaş grubunda işsiz sayı- işsizlik oranlarının hızla yükselmeKüresel krizin neden olduğu eko- sı 2007’den itibaren 4 milyondan sine neden olmuştur.
GRAFİK 2
Kaynak: World Economic Situation and Prospects 2012, United Nations.
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
35
AB (27) Büyüme Oranı-bir önceki yıla göre yüzde değişim (Real GRAFİK 3
GDP growth rate – volume, Percentage change on previous year)
Kaynak: eurostat, Real GDP growth rate – volume, Percentage change on previous year
Grafik 3’de 2000 yılından itibaren,
AB’nin Gayri Safi İç Hasılası’nda5 artış oranlarındaki değişim ile 2011
ve 2012 yılları için tahmini büyüme oranları gösterilmektedir.
Grafik 3’de görüldüğü gibi, 2008
yılında AB’nin tümünde bir önceki yıla göre % 0.3 olan Gayri Safi
İç Hasıla artışı, krizden hemen
sonra 2009 yılında eksi değerlere
düşmüş, 2010 yılında ise % 2 oranında bir büyüme gerçekleşmiştir.
Ancak, 2011 ve 2012 yılına ilişkin
tahminler, ekonomik büyümenin
2010 yılında yakalanan % 2’nin
altında kalacağına işaret etmektedir. Özellikle Avro alanı ekonomilerinin 2012 yılı içinde resesyona
gireceği ve bu durumun Avro alanına dahil olmasalar da, Avro alanı
ekonomileri ile sıkı ticari ilişkiler
ve mali bağlantıları olan Orta ve
Doğu Avrupa ülkelerini de etkileyeceği tahmin edilmektedir.
Küresel ekonomik krizi takiben
Avro alanındaki borç krizi ile mücadele etmeye çalışan AB’de istihdam piyasasındaki durum kötüleşmeye devam etmektedir. Aralık
2010’da % 9.5 olan AB’nin tümün-
Avro alanında (AB 17) ve AB’nin tümünde (AB 27) işsizlik oranları
GRAFİK 4
deki (AB 27) işsizlik oranı, Aralık
2011’de % 9.9’a yükselmiştir. Aralık
2010’da % 10 olan Avro alanında
(AB 17) işsizlik oranı ise Aralık 2011
tarihi itibarıyla % 10.4’e yükselmiştir. Gençler arasında işsizlik oranı
ise Aralık 2010 itibarıyla AB’nin tümünde % 21, Avro alanında % 20.6
iken, Aralık 2011’de anılan oranlar
Avro alanında %21.3’e, AB’nin tümünde %22.1’e yükselmiştir. Hatta
gençler arasında işsizlik oranları
İspanya, İrlanda ve Yunanistan’da
krizin etkisiyle iki katına çıkarken,
İspanya’da bu oran % 48.7’ye,
Yunanistan’da % 47.2’ye ulaşmıştır.6 Eurostat’ın Ocak 2012’de açıkladığı tahminlerine göre, 16.469
milyonu Avro alanında olmak üzere AB’nin tümünde 23.816 milyon
kişi işsizdir. 7
AB’de artan işsizlik nedeniyle, 30
Ocak 2012 tarihinde gerçekleştirilen Zirve’de, Mali Antlaşmanın
yanı sıra Birlik içindeki işsizlik sorunu başlıca gündem konuları
arasında yer almıştır. Zirve toplantısı sonrası AB liderleri tarafından
yapılan açıklamada;8 ekonomik
büyümedeki gelişmelere rağmen,
işsizlik oranların düşmediğinin altı
çizilerek, işsizlik ile mücadele için
istihdam piyasalarında reform yapılması gibi somut adımların atılması gerektiği belirtilmiştir. Açıklamada, üye devletler tarafından
istihdamın, eğitimin ve becerilerin
artırılması için kapsamlı girişimlerin başlatılması gerektiği ifade edilirken, üye devletlerin girişimlerinin Birlik tarafından destekleneceği belirtilmektedir. Dolayısıyla
AB’de işsizlik sorunu ile mücadele
için hem ulusal hem de uluslararası düzeyde önlemlerin alınması
planlanmaktadır.
İşsizlik sorunu ile mücadele edilmesi için üye devletlerin ulusal düzeyde alacakları önlemlere destek
verilmesi amacıyla, AB tarafından
aşağıda sıralanan önlemlerin alınması öngörülmektedir.
Kaynak: Euro area unemployment rate at 10.4%, eurostat newsrelease, 31 January 2012
36
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
 AB fonlarının, gençlerin işgücü
piyasasına girmelerine destek
amacıyla kullanılması için, gençler arasında işsizlik oranlarının
en yüksek olduğu üye devletler
ile işbirliği yapılması,
 Leonardo da Vinci programı
kapsamında öğrencilerin hareketliliğinin artırılması,
 Genç işadamları ve girişimcileri
desteklemeye ve çıraklık eğitim
programları oluşturmaya yönelik girişimlere Avrupa Sosyal
Fonu aracılığıyla destek verilmesi,
 Mesleki niteliklerin karşılıklı tanınmasına ilişkin Birlik kurallarını gözden geçirmek suretiyle, sınır-ötesi işgücü hareketliliğinin
artırılması
Ocak ayında gerçekleştirilen
Zirve toplantısında, Avrupalı liderler istihdam yaratılması için
sürdürülebilir büyümenin şart
olduğunu belirtmişlerdir; bu
durum AB’nin kemer sıkma politikasından büyüme odaklı ekonomi politikalarına yönelmekte
olduğunun işareti olarak değerlendirilebilir mi? Zirve toplantısında işsizlik sorununa özellikle
vurgu yapılması, Avrupa ekonomisinin iyileşme sürecinin nasıl
gerçekleştirilmesi gerektiği üzerine sürdürülmekte olan tartışmaları yoğunlaştırmıştır. Zira işsizlik sorununun sadece ekonomik büyüme ile çözülebileceğini
ve artan kamu borcunun başlıca
nedeninin de ekonomik büyümenin gerçekleşmemesi olduğunu savunanlar, ekonomi politikalarının ilk önceliğinin ekonomik büyüme olması gerektiğini
ileri sürmektedir. Uluslararası
Çalışma Örgütü de, AB ekonomileri dahil gelişmiş ekonomilerde,
krizin etkisiyle kemer sıkma poli1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
9.
10.
11.
12.
13.
tikalarına yönelişin ve kamu harcamalarında yapılan kesintilerin
istihdam piyasasındaki sorunları
artırma riski taşıdığının altını çizmektedir. 9
Ancak kemer sıkma politikalarını savunanlar ise, kamu borcunun ekonomik büyüme üzerine
olumsuz etkilerinin ve piyasada
güveni zayıflattığının altını çizerek, ekonomik iyileşme için öncelikli olarak borç sorunlarının
çözümlenmesi gerektiğini ileri
sürmektedir.
AB’de Sağlıklı ve Zayıf
Ekonomi Ayrımı
Dolayısıyla, artan işsizlik oranları
da dikkate alınırsa, AB üyelerinin
kemer sıkma politikası ile büyüme
odaklı ekonomi politikaları arasında bir ikilem içinde bulundukları
görülmektedir. Uluslararası Para
Fonu tarafından, kemer sıkma politikaları ile büyüme odaklı ekonomi politikaları arasında ikilem yaşayan Birlik üye devletleri arasında
“zayıf” ve “sağlıklı” ekonomi ayrımına gidilerek, İtalya ve İspanya
gibi “zayıf” ekonomilerde aşırı kemer sıkma önlemlerinden kaçınılması gerektiği belirtilmiştir.10 Zira,
tarihsel analizlerde, mali kriz sonrası başvurulan mali konsolidasyonun daha az başarılı olma eğilimi
gösterdiği anlaşılmaktadır. Uluslararası Para Fonu’nun çalışmalarında da, kemer sıkma politikalarının
kısa vadeli olumsuz etkilerinin
mevcut koşullarda daha şiddetli
olabileceği ifade edilmektedir.11
Mevcut ekonomik koşullarda,
kemer sıkma ve ekonomik büyüme ikilemine karşı Birliğin
tutumu ne yönde olacaktır? Avrupa Komisyonu, Kasım 2011 tarihinde açıkladığı Yıllık Büyüme
Değerlendirmesi’nde, üye devletlerin ekonomik durumlarındaki farklılıklar nedeniyle, ülkelere
özgü ekonomik ve mali riskler
dikkate alınarak, ortak bir çerçeve
altında farklı stratejilerin uygulanmasının uygun olacağını ifade
etmiştir.12 Bu ifadeden, Uluslararası Para Fonu’nun tavsiyesinde
olduğu gibi, üye devletlerin mevcut ekonomik koşullarının gerektirdiği şekilde kemer sıkma ya da
büyüme odaklı ekonomi politikalarından birine öncelik tanıyabilecekleri sonucu çıkarılabilmektedir.
Komisyon Başkanı Barroso ise, Zirve toplantısının ardından yaptığı
açıklamada, kriz ile mücadelede
mali konsolidasyonun gerekli olduğunu, aksi takdirde kalıcı bir
ekonomik iyileşmenin gerçekleşemeyeceğini, ancak mali konsolidasyonun önemine yapılan
vurgudan, mali konsolidasyonun
büyümeye tercih edildiği sonucunun çıkarılmaması gerektiğini
belirtmiştir. Barroso, ayrıca, AB’de
gençlerin neredeyse dörtte birinin işsiz olmasının kabul edilemez
olduğunun altını çizerek, işsizlik
ile mücadele için, Komisyon, üye
devletler ve ulusal paydaşlar arasında “ortak eylem grubu” oluşturulması önerisinde bulunacağını
açıklamıştır.13 Dolayısıyla, AB’nin,
kemer sıkma politikaları ve ekonomik büyümenin sağlanması ile
istihdamın artırılmasına yönelik
politikalar arasında denge arayışında olduğu gözlemlenmektedir.
Hazine Müsteşarlığı, Dr.*
United Nations, World Economic Situation and Prospects 2012
International Labour Office, Global Employment Trends 2012: Preventing a deeper jobs crisis, Geneva, 2012
A.g.e.
International Labour Organization, World of Work Report 2011: Making markets work for jobs, Geneva, 2011
AB’nin tümü için kullanılan “EU(27) Gross Domestic Product- GDP” kavramının, AB “devlet” niteliğini haiz olmadığından “Gayri Safi Yurtiçi Hasıla” olarak değil, “Gayri Safi İç
Hasıla” olarak tercüme edilmesinin daha uygun olacağı düşüncesiyle, yazıda AB (27) için “Gayri Safi İç Hasıla” kavramı kullanılmıştır.
Euro area unemployment rate at 10.4%, eurostat newsrelease, 31 January 2012
A.g.e.
Statement of the Members of the European Council, 30 January 2012, Brussels.
International Labour Office, Global Employment Trends 2012...
Europe’s big division:growth vs. austerity:IMF shift focus, says extreme cuts hurt the economy, The Boston Globe, 25 January 2012, www.bostonglobe.com
Cambridge Journal of Economics, Special Issue on Austerity: Making the Same Mistake Again?, www.oxfordjournals.org
European Commission, Communication fron the Commission:Annual Growth Survey 2012, Brussels, 23.11.2011.
European Commission President Jose Manuel Barroso, Informal European Council, 30 January 2012.
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
37
Brüksel
Mızıkacıları
Avrupa’dan her geçen
gün kötü haberler
gelmeye devam ediyor.
Alınan bütün önlemlere
rağmen, ekonomik kriz
Avrupa’yı adım adım
çöküşe sürüklemekte.
Geçtiğimiz haftalarda
kredi derecelendirme
kuruluşlarından S&P,
Fransa ve Avusturya
dâhil olmak üzere Avrupa
Birliği’nin dokuz üyesinin
ve hatta Avrupa Finansal
İstikrar Fonu’nun (EFSF)
kredi notlarını düşürdü.
Almanya şimdilik not
indiriminden yırtmış gibi.
38
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
Y
unanistan ile başlayan
ekonomik kriz Avrupa’da
evrilerek devam ediyor.
Avrupa Birliği (AB) üyeleri ve
kurumları ise, krizi bertaraf etmek için alınacak ciddi önlemler konusunda uzlaşamadıkları
için palyatif çözümlerle zaman
kazanmaya çalışmaktadırlar. AB,
krizin ekonomik mi, yoksa siyasi mi, yoksa ikisinin birleşimi mi
olduğu konusunda bir karar verebilmiş değil ve dolayısıyla tüm
taraflar böylesi bir teşhis üzerinde henüz anlaşabilmiş değil.
Avrupa’dan her geçen gün
kötü haberler gelmeye devam
ediyor. Alınan bütün önlemlere rağmen, ekonomik kriz
Avrupa’yı adım adım çöküşe
sürüklemekte. Geçtiğimiz haftalarda kredi derecelendirme
kuruluşlarından S&P, Fransa ve
Avusturya dâhil olmak üzere
Avrupa Birliği’nin 9 üyesinin ve
Muhsin KAR*
hatta Avrupa Finansal İstikrar
Fonu’nun (EFSF) (European Financial Stability Facility) kredi
notlarını düşürdü. Almanya şimdilik not indiriminden yırtmış
gibi. Ancak böyle devam ederse
not indirimleri Almanya’yı da
içine alacak şekilde daha uzun
süre devam edecek gibi. 130
milyar Avroluk (yaklaşık 170 milyar dolar) ikinci kurtarma paketini büyük bir kamuoyu baskısı
altında imzalayan komşumuz
Yunanistan yangın yerine dönmüş durumda. Avro Grubu maliye bakanları da bu paketi ek
önlemlerle desteklemeyi kabul
etti. Ancak Avrupa’da kriz hala
devam edecek gibi. Nitekim
yakın gelecekte İrlanda içinde
yeni bir ek kurtarma paketinin
gerekli olacağı piyasalara fısıldanmaya başladı bile. Benzer ek
kurtarma paketlerinin Portekiz
ve İspanya için de istenmeyeceğini kimse garanti edemez.
Her kafadan bir sesin
çıktığı, yüksek sesle
konuşanın haklı olacağını
sandığı, kimsenin kimseyi
dinlemediği ve herkesin
birbirine şüphe ile baktığı
bir ortam var. Ortada bir
çeşit “Avrupa’dan Sesler
Korosu” var: Brüksel
Mızıkacıları.
AB ise, hantal yapısı ile olayları ancak geriden takip ediyor.
İçinde bulunduğu vahametin
boyutunun farkında değil. Örneğin, önceleri Yunanistan’ı
kendi haline bırakmayı tercih
etti. Alman ve Fransız bankalarının Yunanistan’a borç verenlerin
başını çekenler olduğu anlaşılınca, kurtarma gündeme geldi.
Tabi bu arada uzun bir süre geçti
ve daralan Yunan ekonomisinin
borçluluğu daha da arttı. Bu arada İrlanda’da, Amerika’ya benzer, emlak balonu patladı ve bu
bankacılık krizine dönüştü. Ardından Portekiz ve İspanya’nın
durumunun iyi olmadığı gün
yüzüne çıkmaya başladı. Derken
AB’nin en büyük ekonomilerinden biri olan İtalya’nın borçluluk
oranlarının arttığı ve buna bağlı
olarak ta borçlanma faizlerinin
yükseldiği görüldü. Almanya’nın
borçlanma faizleri ile İtalya’nın
borçlanma faizleri arasındaki
makas açılmaya başladı. Aynı
durum önümüzdeki günlerde
kredi notları düşen ülkelerde de
risklilikleri oranında görülecek.
Bu durum, kredi notu indiriminden şimdilik kurtulan Almanya
üzerinde de ilerleyen aylarda
baskı oluşturacağı bir gerçektir.
Bu gelişmeler, AB’nin ve Avro
Bölgesi’nin geleceğini tehdit
etmeye başlayan krizden nasıl
çıkılabileceği tartışmalarını da
beraberinde getirdi. Tartışma
Yunanistan’ın kurtarılıp kurtarılmayacağı ile başladı. Almanya,
Yunanistan’ın doğrudan desteklenmesine “ahlaki tehlike”
yaratacağı için karşı çıktı. Ama
krizin kendini de etkileyeceğini
anlayınca oluşturulan Avrupa
Finansal İstikrar Fonu üzerinden
desteklemeye karar verdi. Benzer bir kurtarma paketi İrlanda ve
Portekiz içinde benimsendi. Bu
kurtarma planlarına Almanya’nın
ısrarı üzerine IMF’de katıldı. Kurtarma fonundaki kredi limitleri,
IMF’in izleme ve değerlendirme
raporlarının ardından serbest
bırakılmaya başlandı. Buraya
kadar her şey normal gibi gözükmektedir. Ancak kriz İtalya
ve İspanya’ya yayılınca Finansal
İstikrar Fonu’nun kaynaklarının
yetmeyeceği de görülünce etekler tutuşmaya başlandı.
Yaşlı Kıtanın Sorunu
Kriz derinleştikçe ve yayıldıkça,
AB üyesi ülkeler sıklıkla bir araya
gelmeye başladılar. Ancak yapılan her toplantıda alınan önlemler, piyasalar tarafından “çok
küçük ve çok geç (too little too
late)” olarak algılandı. AB, hem
krizin büyüklüğünü ve derinliğini anlamakta geç kalıyordu hem
de alınan önlemler piyasalar tarafından “derde deva sadra şifa”
olmaktan uzak olarak algılanmaktaydı.
Tek bir para politikasına karşın,
17 farklı maliye politikasının uygulandığı karmaşık yapının koordine edilmesinin ve bu heterojenliğin yönetilmesinin kolay
olmadığı açıktı. Buna rağmen,
gözler 9 Aralık 2011’de yapılan
Devlet ve Hükümet Başkanları
Toplantısı’na çevrildi. Şimdilik
toplantıdan bir fire (İngiltere) ile
çıkılmış gözüküyor. Ancak Birliğin
ve Avro Bölgesi’nin geleceğinin
“daha derin bir mali (fiscal) entegrasyon” ile aşılabileceğine ilişkin tartışmalar sürmekte. Burada
asıl korkulan, “kurtarılamayacak
kadar büyük” olan İtalyan ekonomisinin batması. Bu noktada
Avrupa Merkez Bankası’nın İtalyan hazine bonolarını almaması, borçlanma faizlerinin artması
yönünde baskı kurması ve hatta
Berlusconi’nin koltuğunu bırakmasına neden olduğunu unutmamak gerekir. Avrupa Merkez
Bankası, politik bir aktör haline
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
39
dönüşerek, Birliğin geleceğini aktif olarak şekillendirmekte. Banka, Almanya gibi mali disiplini
ve daha da ilerisi için mali birliği
dillendirmekten kaçınmıyor. Bu
bağlamda, Yunanistan’a da eski
Başkan Yardımcılarından (Lucas
Papademos) birinin Başbakan
olarak atanması tesadüf olmasa
gerekir.
IMF’nin Yeni Rolü
Gelişmekte olan bir ülke krize
girdiğinde kurtarmanın yolu
belliydi. Piyasalardan borçlanamayan ülke, IMF’nin kapısını
çalar ve yapılan anlaşma gereği
IMF, “en son borç verme mercii
(lender of last resort)” olarak
işlev görürdü. Verdiği borçların
karşılığında yapılacak reformları da adım adım izler ve kredi
limitlerini ona göre bırakırdı. Bu
durum, çoğu zaman, davul ülkenin boynunda ve çomak ise
IMF’nin elinde yorumlarına neden olurdu.
Asya
krizini
öngöremeyişi
(1997), kendisinin desteklediği
programı uygularken Türkiye’yi
(2001) krize sürüklemesiyle
ve Arjantin (2002) krizindeki
rolüyle karizmayı iyice çizdiren IMF, krizdeki AB üyelerinin
kurtarılmasında da devreye
girdi. Almanya’nın mali disiplin
konusundaki hassasiyeti ile şekillenen kurtarma paketlerini
uygulamak IMF için zor olmasa
gerek. Ne de olsa IMF bildiği işi
yapıyor. Kemer sıkma programı
uygulamak IMF’in en iyi bildiği
bir şey. Ancak durum bu defa
çok farklı. IMF ilk defa gelişmiş
ülkelerin yardımına koşuyor ve
bu ülkeleri kurtaracak bir fona
da sahip değil. Amerika ısrarla
fona ekstradan para veremeyeceğini vurgulamakta. Tasarruf
ve dış ticaret fazlası olan (Çin,
Brazilya, Suudi Arabistan gibi)
ülkelerin bu fona katkı da bulunması beklenmektedir. Bu
yöndeki gayretler henüz çok
zayıf. Öyle anlaşılıyor ki, pazarlıklar arka planda devam ediyor.
Çin’in Avrupa piyasalarına imti40
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
yazlı olarak girmek ve piyasa
ekonomisi statüsünün tanınmasını istediği ifade edilmektedir.
Kriz derinleştikçe ve
Ayrıca Almanya’nın ısrarı ve
IMF’nin gözetiminde uygulanacak kurtarma paketlerinin, mevcut dengesizlikleri gidermek bir
yana, krizi daha da derinleştirme riski söz konusudur. Krizdeki ülkelerin tekrar rekabetçiliklerini kazanarak büyüme trendine girmeleri mevcut kemer
sıkma paketleri ile neredeyse
imkânsız hale gelmektedir.
Avro’dan dolayı devalüasyona
gidemeyen krizdeki ülkelerin
mevcut programlarla nasıl rekabetçi hale dönüşecekleri tam
bir muammadır. Gerçi, IMF’in
girdiği hemen her ülke zaten
eninde sonunda zaten batmaktadır. Dolayısıyla, sonunda bir
“IMF klasiği” görme olasılığı da
yüksek.
ülkeler sıklıkla bir araya
Bu noktada sendikal ve örgütlenmelerin yüksek olduğu ve demokrasinin kurumsallaşmış olduğu bu ülkelerde kemer sıkma siyaseten zor olacak. Yunanistan ve
İtalya’da başa getirilen teknokrat
hükümetlere karşı gösteriler yavaş yavaş hızlanmaya başlamıştır.
IMF ilk defa demokrasi standartları ve değerleri bu kadar yüksek
bir bölgede kemer sıkma paketini desteklemeye çalışıyor. Ancak
paketlerdeki uygulamalara karşı
oluşacak toplumsal direncin hem
programlarının başarısını hem de
IMF’in geleceğini nasıl etkileyeceği belirsizliklerle dolu. Malum IMF
programları askeri müdahaleler
altında (Türkiye’nin 12 Eylül askeri darbesiyle serbest piyasa ekonomisine baskı altında geçmesi
gibi) veya otoriteryen eğilimler
gösteren ülkelerde daha kolaylıkla uygulanmaktadır. Sendikal
hakların ve siyasal özgürlüklerin
baskı altında olduğu yerlerde IMF
politikalarına karşı direnç kanalları kontrol altında tutulabiliyor.
Müzikalde Son Perde
Avro Bölgesi’nin borç krizinin
yayıldıkça, AB üyesi
gelmeye başladılar. Ancak
yapılan her toplantıda
alınan önlemler, piyasalar
tarafından “çok küçük ve
çok geç” olarak algılandı.
boyutu ve krizdeki ülkeleri kurtarma programlarının yönetişimi
oldukça karmaşık ve çetrefillidir.
Ancak, mevcut haliyle, davul, Yunanistan ile İtalya’nın boynunda
ve Fransa’nın da bu gruba eşlik
etmesi için basıklar artmakta; çomak, Almanya’nın elinde; zurna,
Avrupa Merkez Bankası’nın dudağında. İngiltere ise, detone bir
sesle “ben artık yokum!” diyen ve
oyun bozanlık yapan çocuk psikolojisinde. Kenarda duran kredi
derecelendirme kuruluşları ise,
hemen her gün bir bankanın veya
bir ülkenin notunu düşürerek bu
çok sesli orkestraya (!) tempo tutmaktadır. Bu curcunaya ise, beş
parasız 65’lik IMF, son bir hamleyle kuyruğu dik tutup şeflik yapmaya çalışıyor.
Her kafadan bir sesin çıktığı, yüksek sesle konuşanın haklı olacağını sandığı, kimsenin kimseyi
dinlemediği ve herkesin birbirine
şüphe ile baktığı bir ortam var.
Ortada bir çeşit “Avrupa’dan Sesler Korosu” var: Brüksel Mızıkacıları. Eğer Brüksel Mızıkacıları,
akıllarını başına alıp bir an önce
ve yeterli önlemler almazlarsa,
tarihi Bremen Mızıkacıları’na
rahmet okutturabilirler.
SDE Ekonomi Uzmanı, Prof. Dr.*
Avrupa ve
İki Yanılsama
Avrupa projesinin
kurulmasında etkili olan
faktörler bugün aynı
şekilde geçerli değil. Yeni
koşullara ve ihtiyaçlara
göre yeniden tasarlanan bir
kurumsal, siyasi ve sosyal
yapıdan söz edilebilir.
Küreselleşme sürecine bir
cevap niteliği taşıyan ve
buradan hareketle yeni bir
yönetim ve yaşama biçimi
ortaya koymaya çalışan
Avrupa’da bunun ne ölçüde
başarıldığı tartışılmaya
devam ediyor.
İ
kinci Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan Avrupa bütünleşmesi fikri her ne kadar farklı
perspektiflerden beslense de genel
geçer itibarıyla kabul gören bir projeye karşılık geldi. İngiltere Başbakanı Churchill’in Avrupa vizyonu ve
gerekçeleri ile Fransa Dışişleri Bakanı Schuman’ınkinin veya Almanya Başbakanı Adenauer’inkinin
benzer olduğunu söylemek pek
mümkün değil. Ancak yaklaşımlar
arasındaki ortak nokta Avrupa’da
yeniden ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklarla karşılaşılmaması ve bu
sayede savaş ihtimallerinin bertaraf
edilmesi olarak ifade edilebilir. Buradan hareketle eskiye geri dönme
korkusundan beslenen Avrupa
projesinin, acıların yeniden yaşanmasını engellemeyi hedeflediği
söylenebilir.
Avrupa projesinin kurulmasında
etkili olan faktörler bugün aynı şe-
Zeynep SONGÜLEN İNANÇ*
kilde geçerli değil. Yeni koşullara ve
ihtiyaçlara göre yeniden tasarlanan
bir kurumsal, siyasi ve sosyal yapıdan söz edilebilir. Küreselleşme sürecine bir cevap niteliği taşıyan ve
buradan hareketle yeni bir yönetim
ve yaşama biçimi ortaya koymaya
çalışan Avrupa’da bunun ne ölçüde
başarıldığı tartışılmaya devam ediyor. Sermayenin küreselleşmesine
dayalı bu süreçte yeni bir sosyal
ve siyasi model yaratma iddiasıyla
hareket eden Avrupa’nın vaat ettikleri ile gerçekleştirdikleri arasındaki
makasın açıldığı gözleniyor. Bu
makasın açılması sonucunda baştaki korkuların yeni korkularla yer
değiştirdiği ve istikrar sağlama çabasının bu yeni korkular üzerinden
ortaya konulduğu bir dönemden
geçiliyor. Buna göre yeni Avrupa
modelinden söz etmek yerine eski
modelin zorunluluklar temelinde sürdürüldüğü bir süreçten söz
edilebilir. Zira kuruluş aşamasında
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
41
tasarlanan ve yeniden düşünülmesine ihtiyaç duyulan yapının zaafları
ve eksikleri Avrupa sisteminin sorgulanmasını beraberinde getiriyor.
Avrupa eski korkularını yeni korkularla değiş tokuş ederken “korku”
nosyonu yeni içeriklerle tanımlanıyor. Geçmiş korkuların yerini bugün
Müslümanlar, göçmenler ve yabancılar üzerinden tanımlanan korkuların aldığı görülüyor. Korku temelli
sosyal yapının nefret ürettiği bu
ortamda tespitlere ilişkin bir yanılsamadan bahsedilebilir. Nitekim
Avrupa’nın siyasi ve sosyal alanlara ilişkin ortaya koyduğu gelecek
perspektifinin hazırlanması aşamasında isabetsiz ve talihsiz saptamalardan yola çıkıldığı anlaşılıyor.
Avrupa’da sosyal alanın düzenlenmesine ilişkin ilk yanılsama sosyal
etkileşim süreçleri sonucunda sosyal bütünleşmenin sağlanacağına
dair ön kabule dayanıyor. Halklar
ve bireyler arasında ayrışma yeri-
42
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
ne ortaklaşmanın teşvik edilmesi
amacıyla hazırlanan projelerin,
Avrupa’daki karşılıklı tanıma ve tanınma süreçlerini hızlandıracağı ve
bu suretle sosyal eklemlenmeye
katkıda bulunacağı düşünüldü. Bu
çerçevede birbirini daha yakından
tanıyan ve anlayan bireylerin birbirlerine karşı önyargılardan, nefretten ve düşmanlıktan vazgeçeceği
varsayıldı. Bunun ilk adımı olarak
tarihsel düşmanlıkları bir tarafa bırakarak Fransızların ve Almanların
yakınlaşmaları öngörüldü. Bunun
devamında Avrupa çemberi genişledikçe karşılıklı sosyal etkileşim
yoluyla Portekizli ile İsveçli, Yunan
ile Letonyalı arasında etkin sosyal
bağlar kurulacağı tahmin edildi.
Böylelikle sosyal yakınsama süreçlerinin sosyal kaynaşmaya ön ayak
olacağından yola çıkılarak eğitim,
turizm gibi alanların harekete geçirilmesine çalışıldı. Ancak Finlerle
İspanyollar beklendiği ölçüde ve
derinlikte kaynaşamadı ve ulusal
Genişleme politikası
çerçevesinde Avrupa
alanına dâhil olan
yeni vatandaşların
kabullenilmesinde
yaşanan zorluklar
beklenen sonuca
ulaşılamayacağını
gösterdi. Böylelikle
Avrupa içerisinde
hem ulusal hem ulusaltı düzeylerde kendi
muhitinde yaşayan
topluluklar ortaya çıktı.
seviyede ayrışma süreçleri işledi.
Ulus-altı seviyeye bakıldığında farklı etnik, dini, vb. özellikleri paylaşanların kendi alanlarında yaşadıkları
bir gerçeklikle karşı karşıya kalındı.
II. Dünya Savaşı ertesinde ekono-
Avrupa projesinin
temellerinden birini
oluşturan sosyal
bütünleşmeye ilişkin dile
getirilen yanılsamaların
aslında geçmişten beri var
olan ve fakat baskı altında
tutulan duygulardan
ve düşüncelerden
kaynaklandığı ileri
sürülebilir.
mik ve demografik gerekçelerle
başlayan göç dalgası Avrupa’da
farklı dini, etnik, vb. gibi toplulukların oluşmasında etkili oldu.
Bu toplulukların farklılıklarından
dolayı Avrupa’daki ötekiler haline gelmeleri etkileşim süreçleriyle sosyal bütünleşme arasındaki
ilişkinin doğrusal olmadığını
ortaya koydu. Ayrıca genişleme
politikası çerçevesinde Avrupa
alanına dâhil olan yeni vatandaşların kabullenilmesinde yaşanan
zorluklar beklenen sonuca ulaşılamayacağını gösterdi. Böylelikle Avrupa içerisinde hem ulusal
hem ulus-altı düzeylerde kendi
muhitinde yaşayan topluluklar
ortaya çıktı.
Avrupa’daki sosyal etkileşim
süreçlerinin sosyal bütünleşmeyle sonuçlanabileceği yolundaki fikrileri haksız çıkaran pek
çok örnek bulunuyor. İlk örnek
Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy
ile Almanya Başbakanı Merkel
arasındaki yakınlıktan verilebilir.
Merkozy ikilisinin arasındaki yakınlığın eleştirilmesi, Fransız kamuoyunda Alman düşmanlığının
yeniden uyandırılması endişesiyle karşılandı. Fransa’da bu tür bir
yatkınlığın olmaması durumunda Alman düşmanlığının yeniden
gündeme gelmesinin söz konusu
olmayacağı öne sürülebilir. Bir
başka örnek, Hollanda’daki ırkçı
parti Özgürlük Partisi’nin lideri
Geert Wilder’ın demeçlerine işaret ediyor. Kuran’ın yasaklanmasını ve başörtüsü takanlardan vergi alınmasını öneren Wilders’ın
Müslüman, göçmen ve yabancı
tanımlarını son derece geniş bir
tabana dayandırdığı ve Avrupa
vatandaşlarını da yabancı olarak sınıflandırdığı ortaya çıkıyor.
Orta ve Doğu Avrupa’dan gelenleri ve özellikle Polonyalıları, Romenleri ve Bulgarları hedef alan
bu yaklaşımın Avrupa Komisyonu tarafından eleştirilmesi üzerine Wilders, dışlayıcı ve ayrımcı
söylemini tüm Avrupa düzeyine
taşıyarak “Avrupa defolsun!”
diye açıklamada bulundu. Kuzey
Afrikalılarla,
Uzakdoğulularla,
Müslümanlarla yetinmeyen nefret söyleminin Avrupa’nın “bazı”
vatandaşlarına yöneldiği anlaşılıyor.
Avrupa’nın sosyal alanın düzenlenmesine ilişkin ikinci yanılsaması ekonomik referansların
sosyal konularla ilişkisine dair ortaya çıkıyor. Avrupa’daki yaygın
kanı refah seviyesinin artmasıyla
doğru orantılı biçimde ayrımcı ve dışlayıcı bakış açılarının ve
uygulamaların gerileyeceği yolundaydı. Zenginleşen ve hayat
standardı yükselen bireylerin bu
tür nefret odaklı yaklaşımlardan
uzaklaşacakları, daha kapsayıcı
ve içerici bir tutum sergileyecekleri ve siyasi tercihlerini bu yönde
kullanacakları düşünülüyordu.
Buradan hareketle dışlayıcılığın
ve ayrımcılığın yoksulların işi olduğu varsayılıyordu. Oysa gelir
düzeyinden bağımsız olarak bireylerin, korkudan kaynaklanan
nefret temelli politikaları benimseyebilecekleri ortaya çıktı. Bunun en önemli göstergesi aşırı
sağcı ve radikal siyasi partilerin
Avrupa genelindeki ve özellikle Fransa’daki, Finlandiya’daki,
Hollanda’daki ve Macaristan’daki
yükselen grafikleri olarak belirti-
lebilir. 1990’lı yıllarda seçim barajlarını geçmekte zorlanan ve
oy oranlarındaki artışların sürpriz
olarak karşılandığı bir ortamdan
2000’li yıllarda aşırı sağın ve radikalizmin meşruiyet zeminin
genişlettiği bir gerçekliğe geçildi. Üstelik aşırı sağcı ve radikal
partiler yalnızca hükümet ortağı
haline gelmekle yetinmediler ve
iktidar dengeleriyle oynamaya
muktedir roller üstlendiler. Bu
çerçevede aşırı sağcı ve radikal
söylemlerin güç kazanması
kendi başına bir soruna karşılık
gelirken buna yeni bir sorun
daha eklendi. Bu yeni sorun söz
konusu söylemlerin merkez sağ
ile bütünleşmesi ve aşırılıkçılığın
ve radikalliğin merkezde yer bulması olarak işaret edilebilir. Bu
noktada ırkçılık, İslam korkusu,
yabancı düşmanlığı, göçmen karşıtlığı odaklı tavırların ekonomik
unsurlardan bağımsız biçimde
toplumun farklı katmanları tarafından benimsendiği saptanıyor.
Avrupa projesinin temellerinden
birini oluşturan sosyal bütünleşmeye ilişkin dile getirilen yanılsamaların aslında geçmişten beri
var olan ve fakat baskı altında tutulan duygulardan ve düşüncelerden kaynaklandığı ileri sürülebilir.
Buradan hareketle Avrupa’daki
sosyal dokunun son derece manipüle edilebilir ve hassas dengelere dayandığı anlaşılıyor. Avrupa’da
nefret, ırkçılık, ayrımcılık, vb. uygulamalara karşı önemli bir kurumsal ve hukuki altyapı sağlanmış olmasına rağmen toplumsal
ve siyasi düzeylerde yetersiz bir
çabayla karşılaşılıyor. Bu ortamda
kozmopolit ve değer odaklı beklentiler, maalesef geleceği belirsiz
bir zamana erteleniyor.
SDE Uzmanı*
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
43
SD Haber
Global Ekonomik Kriz ve
Türkiye’ye Yansımaları Paneli
SDE’de, Başbakan
Yardımcısı Ali Babacan’ın
katılımlarıyla “Global
Ekonomik Kriz ve Türkiye’ye
Yansımaları” konulu bir
panel düzenlendi. Açılış
konuşmasını Prof. Dr.
Yasin Aktay’ın, sunumunu
Prof. Dr. Muhsin Kar’ın
ve Moderatörlüğünü
Doç. Dr. Kıvılcım Metin
Özcan’ın yaptığı Panelin
konuşmacıları, IMF Türkiye
Daimi Temsilcisi Mark
Lewis, Merkez Bankası
Başkan Yardımcısı Doç. Dr.
Mehmet Yörükoğlu ve Yrd.
Doç. Dr. Bedri Kamil Onur
Taş oldu.
44
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
S
DE Konferans Salonunda 10
Şubat 2012 tarihinde gerçekleşen panelin açılış konuşmasını SDE Başkanı Prof. Dr. Yasin Aktay yaptı. Aktay, “Bugün dünya bir
ekonomik krizin içinden geçiyor.
Bu kriz modern dünya tarihindeki diğer krizlerle karşılaştırılıyor ve
değerlendirmeler yapılıyor. Ayrıca
bütün krizler sadece ekonomik olarak değil toplumsal ve siyasal etkiler de oluşturabiliyor. Örneğin 1929
Krizi ortaya çıktığında liberalizmin
bir krizi olarak adlandırıldı ve buna
göre tedbirler alındı. Bazı rivayetlere göre bu ekonomik kriz İkinci
Dünya Savaşı’nın ortaya çıkmasına
neden olmuştur. Daha sonraki krizlerde toplumsal ve siyasal etkileri
itibariyle bu şekilde değerlendirilebilir. Türkiye bütün bu krizlerden
etkilenmiştir ve şu anda da teğet
geçen mevcut krizin etkisindedir.
Fakat bütün bu krizler bir yönüyle
yarattığı ekonomik ve toplumsal
değişim için bir fırsat alanı olarak ta
görülebilir” dedi.
SDE olarak bir süredir mevcut ekonomik krizle ilgilendiklerini dolayısıyla bu çerçevede bu panelin krizin
gerçek boyutlarıyla kavranmasına
vesile olmasını temenni ettiklerini
belirten Aktay, sözü sunuş konuşması için SDE Ekonomi Programı
Uzmanı Prof. Dr. Muhsin Kar’a bıraktı.
Prof. Dr. Muhsin Kar, “Dünya ekonomisinin ciddi bir krize girdiği görülmektedir. Gelişmekte olan ülkeler
bu dönemde küresel ekonominin
motoru olmuşken gelişmiş ülkelerdeki sorunun devam etmesi krizin
aşılmasını zorlaştırmaktadır. Gelişmiş ülkelerdeki ekonomik büyümenin daralması risklerin daha da
artmasına neden olmaktadır. Bu
durum ancak koordineli eylemlerle
aşılabilir. Ayrıca krizin aşılması için
sadece G-7 ülkeleri değil G-20 ülke-
sa ve Almanya Maastricht kuralını
bir kere bozunca sonrasında kimse
uymadı. AB’de güven ortamı o kadar sarsılmış ki 25 ülkenin liderleri
çıkıp biz bu işi yapacağız dediğinde piyasalarda herhangi bir değişiklik olmuyor. Güven zor kazanılır
ancak sarsılması çok çabuk oluyor.
Yunanistan’da yıllardır ne olup bittiğini herkes biliyordu ama problemlerin üzerine gitmeyince bu hale
geldi.”
“Bizim dört yılda yaptığımızı hiçbir
AB ülkesi yapamaz. Türkiye’de bankacılık alanında görülen herhangi
bir risk merkez bankası tarafından
bankalara iletiliyor. Sağolsun onlar
da bu uyarıları dikkate alıyor. Özellikle 2001 Krizi sonrası banka sektörü bunları daha çok dikkate almaktadır. Bu krizde tek bir bankaya kredi verme gereği duymadık. Türkiye
bu konuda istisnadır.”
lerinin kararları da önemlidir. Ancak
bu ülkelerin ana konular üzerinde
belli bir mutabakata varamamaları
sıkıntıya yol açıyor” diyerek başladığı konuşmasında, küresel yavaşlamanın ekonomik düzeni sarstığını
ifade etti. Küresel krizin aşılabilmesi
için “daha demokratik ve katılımcı bir düzen için çaba harcanması
önem kazanmaktadır” ifadesini
kullanan Kar sözlerini şöyle sonlandırdı: “Cumhuriyet tarihimizin en
büyük krizinde görev yapmış olan
Bakanımızın görüşleri bizim için
önemlidir.”
“ABD Türkiye Gibi Yapsa Kriz
Yaşamazdı”
Kar’dan sonra kürsüye gelen Başbakan Yardımcısı Ali Babacan konuşmasında şunları söyledi:
“Dünyanın 2008 yılından itibaren
yaşadığı kriz değişerek devam etmektedir. Bu krizin nedenleri çok
konuşuldu ancak kriz öncesine bakıldığında tedbirlerin alınmaması
önemli nedenlerden biridir. Burada
iki önemli problem var biri bankacılık sektörü diğeri de kamu maliyesi.
2003 ve 2004 yıllarında bankaların
kredi hacimlerinin hızlı bir şekilde
arttığı ve kamu borçlarının arttığı
yıllardır. Bankaların alabildiğine kredi hacmini genişlettiği dönemde
sub-prime krizin tetikleyicisi oldu.”
“Türkiye’nin bu konudaki en önemli tedbiri, problem çıkmadan müdahale etmesi oldu. Yeni bir bankacılık
yasası çıkardık. Yasal düzenlemeler
yaptık. Eğer ABD bizim gibi davransaydı kriz bu aşamaya gelmezdi.
ABD’nin bastığı paralar hala rezerv
olarak görüldüğünden ABD’nin
durumu henüz tetikleyici olmamıştır. 2014 sonuna kadar ABD bastığı
paraları çekmeyeceğini belirtmiştir.
Eğer ABD krizin genişlemesini istemiyorsa 2014’te ciddi bir tedbir
alması gerekir. G-20 üyesi olarak
bunu söylemek bizim doğal hakkımızdır.”
“AB’de problemler daha acil. Fran-
“Bizim için istikrar her şeyin başı.
Eğer istikrar adına o ülkede hiçbir
şeyden korkmadan çalışılıyorsa
ondan korkmayınız. Önümüzdeki
dönemde yapısal reformlar yapacağız. AB’nin düştüğü tuzaklara
düşmeyeceğiz.”
Babacan yapılacak reform alanlarını şu şekilde sıraladı:
- Çalışanların haklarını koruyacak
ve dengeleri dikkate alacak şekilde
reformlar
- İstanbul’un finans merkezine dönüştürme
- Türkiye’yi yatırımcılar için kolay
hale getirmek
- İthalatın yüksek olduğu ancak
rekabet gücüne sahip olduğumuz
alanlarda yatırım teşviki yapmak
- Eğitim konusunda reformlar yapmak
Babacan konuşmasını şu ifadelerle
sürdürdü: “Biz AB’ye korkmadan
gereğini yapın krizde olan ülkelerin
neyi eksik az çok bellidir. Sadece o
gerekenleri yapacak siyasi irade ve
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
45
cesaret lazım. AB’de de bu yok. Bu
konuda siyasi irade önemlidir. Ge-
niş toplumsal kesimleri ikna etmek
ve korkmadan yapmak gerekir.”
Panelistler Türkiye İçin Umutlu
Konuştu
Açılış konuşmalarının ardından
“Global Ekonomik Kriz ve Türkiye’ye
Yansımaları” konulu panelin moderatörlüğünü SDE Ekonomi Programı Koordinatörü Doç. Dr. Kıvılcım
Metin Özcan yaptı. Panelde IMF
Türkiye Daimi Temsilcisi Mark Lewis
“The Outlook For The Global Economy”, T.C. Merkez Bankası Başkan
Yardımcısı Doç. Dr. Mehmet Yörükoğlu “Kriz Sonrasında Yükselen
Piyasa Ekonomilerinde Makroekonomik Politikalar”, TOBB Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Bedri
Kamil Onur Taş “Ekonomik Durgunluk Nasıl Sonlandırılır” konularında
sunumlarını gerçekleştirdiler.
Mark Lewis İngilizce yaptığı konuş46
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
masında, küresel krizin etkilerine,
krizin farklı bölgelerdeki, özellikle
Avro bölgesindeki, görünümüne
ve küresel sermaye akımlarının
durumuna değindi. Lewis, özetle,
“Avro bölgesinde giderek artan gerilimler nedeniyle küresel iyileşme
tehdit altındadır. Avro bölgesi krizi
muhakkak sınırlanmalı. Gelişmiş
ekonomilerde, mali konsolidasyon
uygun bir hızda devam etmeli;
güvenilir orta-vadeli mali planlar
gereklidir. Ayrıca yükselen/gelişen
ekonomiler daha zayıf yurtdışı ve
yurtiçi talebe karşılık vermeli. Küresel aktivite 2011 yılının üçüncü çeyreğinde güçlüydü fakat durum dördüncü çeyrekte kötüleşti zira Avro
bölgesi krizi şiddetlendi. Sıkılaşmış
kredi verme koşulları bilanço küçültmeye yönelik baskıyı artırmakta özellikle gelişmiş ekonomilerde
kararlı ve tutarlı politikalara acilen
ihtiyaç duyuluyor. Yükselen ve gelişen ekonomiler küresel ekonomiyi
yeniden dengelemek için kendi
üzerlerine düşeni yerine getirmeliler” şeklinde konuştu.
Doç. Dr. Mehmet Yörükoğlu, gelişmiş ve gelişen ülkelerin ayrışması,
kriz sonrası Türkiye ekonomisi ve
bankacılık sektörünün göreli performansı hakkında bilgiler verdi.
Yörükoğlu: “Gelişmiş ve gelişmekte
olan ülkeler arasındaki ayrışma artmaktadır. Gelişmiş ülkeler için öncelik, büyüme ve işsizliktir. Yükselen
piyasa ekonomileri için öncelik, enflasyon ve finansal istikrardır. Ayrıca
enerji, gıda ve emtia fiyatlarındaki
artış, bu ayrışmayı kuvvetlendiriyor.
Gelişmekte olan ülkeler ile diğer
ülkeler arasındaki enflasyon oranlarında fark var. Gelişmekte olan
ülkeler hızlı büyüyorlar fakat enflasyon oranları arasındaki farkta devam ediyor. Bununla birlikte yüksek
büyüme potansiyeli, sağlıklı kamu
maliyesi, güçlü bankacılık sektörü,
azalan risk primleri ve azalan gelir
dağılımı dengesizliği Türkiye ekonomisinin krizden daha avantajlı
çıktığını gösteriyor.
Yrd. Doç. Dr. Bedri Kamil Onur Taş
da, makroekonomik politika eylemlerinin durgunluk süreleri üzerine etkileri ve durgunlukların sona
erdirilmesinde makro ekonomik
politikaların ne kadar etkili olduklarına dikkat çekti. Taş konuşmasını
şöyle tamamladı: “Genişleyici para
politikası durağanlıkları sonlandırmakta etkilidir. Genişleyici mali politikanın durağanlık süresini uzatıcı
negatif etkisi vardır. Döviz kuru rejimi değişikliklerinin durağanlık süreleri üzerinde etkisi yoktur. Küresel ekonomi ile daha entegre olan
ülkeler daha uzun süre durağanlık
yaşamaktadırlar. Genişleyici para
politikası durağanlıkları sonlandırmada etkilidir. Genişleyici mali politika istenmeyen sonuçlara neden
olmaktadır.”
Program soru cevap kısmıyla son
buldu.
DIŞ POLİTİKA
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
47
Türkiye’nin Üç-Buçuk
Savaş Stratejisi
Türkiye kendisini, komşu
üç ülkeyle aynı anda
kısmi çatışmaya veya
savaşa girme riskine karşı
hazırlamak zorunda
hissediyor. İç politikada ise
Kürt sorununa siyasi bir
çözüm bulma konusunda
ümitler azalmaktadır.
Başka bir deyişle, Türkiye
on yıl önce başarıyla
savuşturduğu iki-buçuk
savaş riskini, bu kez “üçbuçuk savaş riski” olarak
yeniden düşünmek
zorundadır.
48
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
Emekli bir diplomatımızın 1990’lı
yıllarda kaleme aldığı ve o zamanlar oldukça ses getiren bir makalesinde, Türkiye’nin iki buçuk savaşı
eş zamanlı olarak yürütebilecek
bir savunma politikasına ihtiyaç
duyduğunu yazmıştı. Öngörülen
savaşlardan birincisi Yunanistan ile
diğeri Suriye ile devletlerarası savaşı ifade ederken, yarım savaş olarak
ise içerideki Kürt sorununa işaret
ediliyordu. O kehanet çok şükür
gerçekleşmedi. Küçük bazı krizlerle
atlatıldı.
Yunanistan ile Kardak krizini yaşadık, ama ABD’nin bastırmasıyla iki
ülke arasındaki savaş olasılığı hızla
savuşturuldu. Kardak krizinden alınan dersle, 1999 depremi sonrasında biraz da İsmail Cem ve Yorgo
Papandreou’nun özel gayretleriyle
Türk Yunan ilişkilerinde ciddi bir
yakınlaşma dönemi başladı. Suriye
ile ilişkilerimiz ise giderek gerildi.
Birol AKGÜN*
Hafız Esat yönetiminin teröre destek verdiği ve PKK’nın kurucusu Abdullah Öcalan’ı Şam’da barındırdığı
için Türkiye, önce Suriye’yi kuşatma
adına İsrail ile gizli-açık pek çok askeri antlaşma imzaladı; ardından
da 1998 yılında zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in ağzından Şam’a karşı savaş açma tehdidinde bulunuldu. Sınıra askeri yığınak yapıldı. Öcalan’ın Suriye’den
çıkarılması ve iki ülke arasında imzalanan Adana mutabakatı ile ilişkilerde yeni bir dönem başladı. PKK
terörüne dayalı iç savaş tehdidi ise
1999 yılında Öcalan’ın yakalanması
sonrasında bir süre tavsadı; ayrılıkçı
şiddet 2004’e kadar derin dondurucuda kaldı. Böylece iki buçuk savaş
stratejisi izlenmesini gerektiren iç
ve dış şartlar ortadan kalktı. Türkiye
için, 2000’li yılların başında çevre
ülkelerle barış projelerinin tartışılacağı yeni bir tarihsel konjonktür
başladı.
Türkiye, sabırla tek başına
hareketlerden kaçınmalı
ve bir yandan diplomatik
gücünü ve enerjisini
uluslararası toplumun
ikna edilmesi için
kullanırken, diğer yandan
muhtemel güvenlik
sorunlarıyla (sınır
çatışması, göç, terör gibi)
yüzleşmek için zihinsel ve
operasyonel olarak hazır
olmalıdır.
Bugünlerin Türkiye’si elbette ne
ekonomik, ne kültürel ne de siyasi
açıdan 1990’ların Türkiye’si değil.
On yıldır güçlü bir siyasi istikrar,
büyüyen bir ekonomi ve iç ve dış
kaynaklı siyasi provokasyonlara
karşı hiç olmadığı kadar bilinçli ve
tecrübeli bir kamuoyu var. 2002’de
iktidara gelen Ak Parti hükümeti
Türkiye’nin iç ve dış politikadaki
temel paradigmalarını yeniden tanımlamaya çalıştı. İçeride biraz da
Avrupa Birliği sürecinin etkisiyle, askeri-güvenlikçi politikalar terk edildi. Yerine, insana güveni önceleyen,
insan haklarını geliştirmeyi ve özgürlükçü demokrasiyi derinleştirmeyi hedefleyen yeni bir siyasi strateji ikame edildi. Dış politikada ise
Ahmet Davutoğlu’nun geliştirdiği
“stratejik derinlik” kavramı çerçevesinde komşularla sıfır sorun, vizelerin kaldırılması, bölge ülkeleriyle
ekonomik entegrasyon gibi barışçı
formüller uygulamaya konuldu. Bu
sayede Türkiye yakın çevresindeki
ülkelerle çok boyutlu ilişkiler ağını
hızla derinleştirdi. On yıl içinde Suriye ile ilişkiler Osmanlı’dan bu yana
ilk kez bu kadar gelişti. İki ülke ortak
kabine toplantısı yapacak seviyeye
geldi. İran ile yapılan enerji anlaşmaları sayesinde iki ülke arasında-
ki ticaret hacmi 15 milyar dolara
yaklaştı. En büyük ticari ortağımız
Almanya’nın yerini Rusya aldı. Böylece Türkiye sürdürülebilir ekonomik gelişmesinin önünü açacak ve
kalıcı barışa hizmet edecek olan
çok boyutlu bir dış politikanın temellerini attı.
Gerçekten de gerek ülke içindeki
kamuoyu yoklamalarında gerekse
dış dünyadaki Türkiye analizlerinde
hükümetin on yıllık icraatları içinde en başarılı bulunan alanlardan
birinin dış politika olduğu ortaya
çıkıyor. Buna rağmen, son bir yıldır
Ortadoğu’da yaşanmakta olan bazı
gelişmeler ne yazık ki Türkiye’de
unutulmaya yüz tutan şiddet ve
“savaş” politikalarını yeniden gündemimize sokmaya başladı. Zira
uluslararası politikada sizin dış politika ilkelerinizi ve anlayışınızı tek
başınıza değiştirmeniz kalıcı sonuçlar doğurmuyor. Bölgesel ve küresel
düzeyde diğer aktörler de kendi dış
politikalarını sizinle aynı paradigmatik düzleme taşımadıkça, ülkeler
arasında savaş hala ciddi bir olasılık
olarak kalıyor. Bu nedenle son aylarda dünyada ve Türkiye’de yeniden savaş konuşulmaya başlandı.
Yaz ayları yaklaşırken, özellikle Ortadoğu birbiriyle kısmen bağlantılı
üç büyük savaş olasılığını tartışıyor.
Bir tarafta Suriye’de her geçen gün
tırmanan Baas şiddeti bu komşumuza karşı uluslararası toplumun
müdahalesini meşrulaştıracak siyasi bir zemin hazırlıyor. Öte yandan İran’ın nükleer faaliyetleri nedeniyle Tahran ve Washington (ile
Tel Aviv) arasındaki çatışma riski
giderek artıyor. Bölgedeki Suriye
ve İran olaylarının yarattığı siyasi
ve askeri gerginliklerin bir diğer
yansıması ise ABD-sonrası Irak’ında
yaşanıyor. Irak’taki mezhep ve etnik
temele dayalı iç çatışmanın tüm
Ortadoğu’ya yayılması olasılığının
Türkiye’yi bu ülkeye müdahale etMART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
49
Esat’ın ölümü gibi
olağanüstü nitelikte
bazı gelişmeler olmadığı
sürece, birkaç ay içinde
uluslararası toplum
Suriye’ye müdahaleyi
gündemine alacaktır.
Artık tartışma Suriye’ye
yönelik böyle bir “insani
müdahalenin” olup
olmayacağı konusu
olmaktan çıkmıştır; soru
müdahalenin şekli ve ne
zaman olacağıdır.
meye zorlayabileceği konuşuluyor.
Böylece Türkiye kendisinin dışında
gelişen olaylara bağlı olarak, komşu üç ülkeyle aynı anda kısmi çatışmaya veya savaşa girme riskine
karşı ciddi olarak hazırlık yapmak
zorunda hissediyor. Üstelik iç politikada Kürt sorununa siyasi bir
çözüm bulma konusunda ümitler
azaldıkça, çatışmacı dilin ve askeri
yöntemlerin kaçınılmaz olarak geri
gelme olasılığı da artmaktadır. Başka bir deyişle, Türkiye on yıl önce
başarıyla savuşturduğu iki-buçuk
savaş riskini, farklı bir ortamda ve
farklı nedenlere dayalı olarak bu
kez “üç-buçuk savaş riski” olarak yeniden düşünmek zorundadır.
Savaş Senaryoları 1: Suriye’ye
Müdahale
Çok değil bir yıl önceye kadar Suriye ve Türkiye arasındaki ilişkiler
bölgede örnek gösterilecek kadar
iyiydi. Beşşar Esad’ın ailecek tatil
yapabildiği tek ülke Türkiye idi.
Ancak Arap Baharı’nın Suriye’yi etkilemeye başladığı 2011 Mart ayından bu yana ilişkiler hızla geriledi.
Türkiye’nin Esat yönetimine reform
yaparak geçiş sürecini yönetmesi
gerektiği; aksi halde iç çatışmanın
kaçınılmaz olacağına yönelik uyarılarına rağmen Suriye lideri Esat
50
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
babadan kalma askeri yöntemleri
kullanmayı tercih etti. Sivil halkın
demokratik taleplerine tanklar ve
mermilerle cevap verdi.
Türkiye, Şam ile köprüleri çoktan atmış olmasına rağmen diğer
devletlerin aynı şekilde kararlı
duruşunu göremedi. Uluslararası
toplumun sergilediği kararsızlık
Suriye’deki gelişmelerden en çok
etkilenen ülke olarak Türkiye’yi rahatsız ediyor. Suriye konusu iki kez
gündemine gelmesine rağmen Çin
ve Rusya’nın ikili vetosu nedeniyle
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi
karar alamadı. Bunun üzerine Türkiye Arap Birliği ile birlikte farklı inisiyatifler geliştirme yoluna gitti. Libya
örneğinde olduğu gibi Suriye’nin
dostları grubunun kurulmasına
öncülük etti. Tunus toplantısı dönüşünde Dışişleri Bakanı Davutoğlu,
Suriye’de yaşanan insani trajediye
uluslararası toplumun sessiz kalamayacağını ve gerekirse müdahale
dâhil her türlü seçeneğin masada
olduğunu, ilk kez bu kadar açık
bir dille belirtti. Biz 2003’te “Irak’ta
yoktuk, Suriye’de olacağız. İran ve
Rusya’yı uyardık artık gelişmelerden biz sorumlu değiliz” şeklinde
tarafları ciddi biçimde uyardı.
Esat’ın bir yandan isyan eden şehirleri kitlesel olarak cezalandırırken,
diğer yandan göstermelik Anayasa
reformları yapmasının bu ülkedeki
iç barışı yeniden tesis etmede başarılı olma şansı artık zor görünüyor.
Kendi halkının güvenini kaybettiği rejimin kamu düzenini restore
etme olasılığı neredeyse imkânsıza
yakın. Bir anlamda artık Suriye’deki
rejimin yıkımına giden süreçte kritik eşik aşılmış durumda. Özellikle
3 Şubat’ta başlayan saldırıda Humus’taki toplu öldürmelerden sonra, Beşşar Esat ve Suriye ordusunun
üst yönetiminin Uluslararası Ceza
Mahkemesi Savcılığı’nca insanlığa
karşı suç işlemekle itham edilmeleri
ve muhtemelen tutuklanma kararıyla karşılaşmaları hayli yüksek olasılıktır. Bu durumda Beşşar Esat’ın
ülke içindeki muhalif gruplarla uzlaşma yerine giderek artan ölçüde
şiddet kullanması beklenmelidir.
Bu da birkaç ay içinde uluslararası
toplumun Suriye’ye müdahalesini
meşru hale getirecektir. Dolayısıyla
şu andan itibaren Suriye’de Beşşar Esat’ın ölümü gibi olağanüstü
nitelikte bazı gelişmeler olmadığı
sürece, birkaç ay içinde uluslararası toplum Suriye’ye müdahaleyi
gündemine alacaktır. Artık tartışma
Suriye’ye yönelik böyle bir “insani
müdahalenin” olup olmayacağı
konusu olmaktan çıkmıştır; soru
müdahalenin şekli ve ne zaman
olacağıdır.
Türkiye ise böyle bir müdahalenin
içinde olmak zorunda kalacaktır.
Zira en başta sivil halkın Esat yönetiminin zulmünden kurtarılması
olmak üzere, Türkiye’nin Suriye’ye
yönelik birçok uluslu gücün içinde olmasını gerekli kılan pek çok
faktör vardır. Bunların başında güvenlik boşluğu olması durumunda
Suriye’nin kuzeyindeki bölgelerin
PKK için yeni hareket alanı haline gelmesi olasılığıdır. Yeni Kuzey
Irak’lar yaratmama adına dahi olsa,
Türkiye ne yazık ki Suriye olayında
tarafsız ve hareketsiz kalma lüksüne sahip değildir. Bu niyet, Dışişleri
Bakanı’nın ağzından artık tüm dünyaya açıkça deklare edilmiş bulunmaktadır.
Çatışma Riski 2: İran ve ABD
Gerginliği
İran ve Türkiye arasındaki diplomatik ilişkiler oldukça sağlamdır ve
tarihsel olarak ülke içindeki siyasi
rejim değişiklikleri ve köklü devrimlerden dahi minimum düzeyde
etkilenmektedir. Bugün de iki ülke
arasında siyasi istişare mekanizmaları her seviyede işlemektedir.
Ancak son bir yıldır İran’ın üçüncü ülkelerle yaşadığı gerginlikler
Türkiye’yi yakından ilgilendirmeye
başlamıştır. Özellikle İran’ın nükleer
faaliyetlerini, kendisinin de taraf olduğu nükleer silahların yayılmasını
Özellikle güvenlik
stratejisinin önemli
bir parçası olan
istihbarat kaynaklarının
güçlendirilmesi, farklı
birimlerin koordinasyonu
ve stratejik istihbaratın
anlık değerlendirilmesi
önümüzdeki aylarda
Türkiye’nin en acil
konularından biri
olacaktır.
önleme antlaşmasına (NPT) rağmen uluslararası atom enerjisi kurumunun denetimine açmaması,
Batılı ülkelerde İran’ın nihai amacının nükleer silah üretmek olduğuna ilişkin şüpheleri artırmaktadır.
Bu nedenle ABD, İsrail ve diğer Batılı ülkeler İran’a karşı, başta petrol
ambargosu olmak üzere ağır yaptırımlar uygulamaya başlamışlardır.
Buna karşın İran ise bir yandan Hürmüz Boğazı’nı kapatmakla tehdit
ederken, diğer yandan bir saldırı ihtimaline karşı yeni silah sistemlerini
denediği bir dizi askeri tatbikatlar
yapmaya başlamıştır.
Arap Baharı’nın da etkisiyle kendi
içindeki muhalefeti susturmayı da
amaçlayan İran, Batıyla ciddi bir
gerginlik politikası izlemektedir.
Bölgede bu kadar askeri yığınağın ve hareketliliğin yaşandığı bir
ortamda küçük bir hata veya provokasyon işleri geri dönülmez ve
kontrol edilemez bir noktaya geti-
rebilir. Bu durumda NATO’nun füze
kalkanı projesinin parçası olan Türkiye de İran’daki radikal unsurların
saldırısına maruz kalabilir ve Türkiye istemese de İran ile karşı karşıya
gelebilir. Üstelik Suriye konusunda
da zaten karşı karşıya gelen İran
ve Türkiye, Türkiye’nin tüm iyi niyet
çabalarına ve bölgedeki denge politikasına rağmen çatışma olasılığı
ciddidir ve yakından izlenmelidir.
Çatışma Riski 3: Kaos İçindeki
Irak
Dokuz yıllık Amerikan işgali sonrasında Irak’ta iç barış, düzen ve istikrar sağlanabilmiş değildir. Ülkenin
2005 tarihli Anayasası Irak’taki farklı
etnik, mezhepsel ve bölgesel güçler arasında siyasi güç paylaşımı ve
ekonomik kaynakların kontrolü sorununu çözememiştir. Kuzey Irak’ta
Kürt gruplardan oluşan ittifak, bölgesel Kürdistan yönetimini oluşturdu. Ülke nüfusunun çoğunluğunu
oluşturan Şia nüfus ise merkezi
hükümet üzerindeki kontrolünü giderek güç tekeline dönüştürmeye
çalışmaktadır. Eski Baas rejiminin
sahibi olan Orta bölgedeki Sünni
Arap nüfus ise, Irak siyasetinde Şia
nüfuzunun artışından ve kendilerinin iktidardan dışlanmasından ciddi rahatsızlık duymaktadır ve kendi
federe yönetimlerini kurma arayışına girmişlerdir.
Türkiye için ise 2003 işgalinden
bu yana en büyük öncelik, Irak’taki tek devlet yapısının korunması,
merkezi hükümetin güçlenmesi
ve ülkedeki tüm siyasi grupların
demokratik süreçte adil bir şekilde
temsil edilmesinin sağlanmasıdır.
Bu amaçla Türkiye, Irak’taki tüm
gruplarla sağlıklı iletişim kurmaya
çalışmaktadır ve özellikle son aylarda Şii ve Sünni gruplar arasında tırmanan gerginlikten rahatsızlık duymaktadır. Amerika’nın çekilmesinin
ardından, Maliki yönetiminin İran’ın
desteğini arkasına alarak Sünnileri
yönetimden tamamen dışlamaya
başlaması ve Türkiye ile yakın bağları bulunan Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sünni lider Tarık Haşimi’nin
tutuklanması yönünde karar çıkartılması ülkede giderek ciddi anlamda bir iç çatışma riski yaratmaktadır.
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
51
Özellikle Suriye’ye yönelik bir müdahale olması durumunda, İran’ın
bölgedeki stratejik dengeleri kendi
lehine çevirmek için kaybedeceği
Suriye yerine Irak’ı yanında tutmak
adına Bağdat’taki merkezi hükümetle antlaşma yaparak bu ülkeyi
Lübnanlaştırması olasılığı vardır. Bu
durumda Kuzey Irak’ın bağımsızlığını ilan etmesi gibi oldu bittilerle
karşılaşılabilir. Bunun iç politikadaki
yansımalarını da önlemek ve Sünni-Şii dengesini sağlamak adına, istemese dahi Türkiye kendisini bazı
güvenlik kaygılarıyla Irak’ın belli
bölgelerini askeri olarak kontrol altına almak zorunda hissedebilir.
dahi, iki yıllık süreç henüz bu konuda tüm ilgili aktörlerin (özellikle
PKK’nın) nihai bir çözüme hazır olmadığını göstermektedir. Dolayısıyla önümüzdeki bahar ve yaz aylarında Türkiye’nin yeniden terörle
mücadelede geleneksel yöntemlere dayalı politikasını sürdürmesi
beklenmelidir. Burada konuyu akut
kriz haline getirecek olan şey ise
daha çok dış dinamikler olacaktır.
Yukarıda da tartışıldığı üzere, Suriye
krizi ve Irak’taki gelişmeler içeride
Kürt sorununu olumsuz etkilemektedir ve şiddet sarmalını yeniden
tetikleme riski taşımaktadır.
Çatışma Riski 4: Terör ve
Şiddetin Tırmanma Olasılığı
Sonuç olarak yukarıdaki değinilen
“üç buçuk savaş riski” yalnızca bir
olasılığı ifade etse de, söz konusu
sorunların 2012 yılında derinleşmesi ve sıcak kriz ve çatışmalara
dönüşmesi potansiyeline karşı ülke
olarak hazırlıklı olma zorunluluğu
vardır. Burada Türkiye’nin en büyük
şansı bölge ülkelerini iyi tanıması,
tüm aktörlerle diyalog içinde olması ve bölge ülkeleriyle olan güçlü
kültürel, siyasi, ekonomik ve ticari
ilişkileridir.
Siyasi iktidar, demokratikleşme,
insan haklarının iyileştirilmesi ve
sivil anayasanın yapımı amacından
ve sürecinden vazgeçmeden, farklı senaryolara karşı esnek ve yeni
güvenlik stratejileri geliştirmelidir. Özellikle güvenlik stratejisinin
önemli bir parçası olan istihbarat
kaynaklarının
güçlendirilmesi,
farklı birimlerin koordinasyonu ve
stratejik istihbaratın anlık değerlendirilmesi önümüzdeki aylarda
Türkiye’nin en acil konularından
biri olacaktır. Bunu fark eden bazı
güçlerin içeride siyasi iradeyi zayıflatmak için özellikle istihbarat
birimlerini hedef alan yeni operasyonlarına karşı da hazırlıklı ve duyarlı olunmalıdır. Uludere hadisesi
ve son MİT olayı bu anlamda ders
çıkarılması gereken önemli birer
örnek olarak bu gözle yeniden incelenmelidir.
Türkiye, sabırla tek başına hareketlerden kaçınmalı ve bir yandan dip-
SDE Uluslararası İlişkiler Programı
Koordinatörü, Prof. Dr. *
İç politikada siyasi istikrarı tehdit
eden en önemli güvenlik sorunu
şiddeti terk etmeyen PKK örgütünün faaliyetleridir. Zaman zaman
eylemsizlik dönemleri yaşansa da
Kürt sorununa siyasi olarak kalıcı bir
çözüm bulunmadan Türkiye’nin iç
istikrarının kalıcı olarak sağlanması
kolay değildir. 2009 yılında başlayan demokratik açılım politikası
devlet aklının konuya yaklaşımın
değiştiğini göstermesi bakımından
önemli bir gelişme olarak okunsa
52
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
Sonuç
lomatik gücünü ve enerjisini uluslararası toplumun ikna edilmesi için
kullanırken, diğer yandan muhtemel güvenlik sorunlarıyla (sınır çatışması, göç, terör gibi) yüzleşmek
için zihinsel ve operasyonel olarak
hazır olmalıdır.
İran Satrancında
Gizli Hamleler
Süper güçler uluslararası
terör ve mezhep çatışması
maskeleriyle bölgedeki
ekonomik paylaşımlarını
perdelemektedir. İranİsrail askeri restleşmeleri
dünyanın tansiyonunu bir
alçaltıp bir yükseltirken,
bu iniş kalkışlar tulumba
işlevi görmekte ve bölge
ülkelerinin kaynakları, her
iki tarafın güçlerini sözde
dengelemeye çalışanların
kasalarına akmaktadır.
Süper güçlerin en önemli paylaşım
kavgası 1. Dünya Savaşı sonrasında
Osmanlı topraklarında yaşandı. Balkanlar, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da
kurulan yeni manda devletlerin Avrupalı hangi devletin nüfuz alanında kalacağı tartışmaları 2. Dünya
Savaşı sonrasında sona erdi. Ancak
bu tarihten itibaren başlayan İran’ın
paylaşımı konusundaki anlaşmazlık
bir türlü bitmek bilmedi. Anlaşılan
paylaşım savaşları, dünyanın en
büyük doğalgaz ve petrol rezervlerine sahip ülkelerinden biri olan
İran üzerinden yaşanmaya devam
edecek.
Paylaşım ve nüfuz kavgalarında
kullanılan yöntemler dönemlere
göre farklılaşmaktadır. Önceleri
askeri güç kullanarak resmen işgal
yolu seçilirken, son zamanlarda BM
ve uluslararası anlaşmaların bağlayıcı hükümleri sebebiyle artık sadece ekonomik ve stratejik ablukalarla yetinilmektedir.
Ahmet ÜNAL*
Geçtiğimiz asrın başlarında al-sat
tarzı ticaret ve yükte hafif pahada
ağır madenler rağbet görüyordu.
Zamanla hidrokarbon kaynakları
değerlenirken petrol ve doğalgazın
geçeceği güzergahların güvenliği
ve kontrolü ayrı bir önem kazandı.
Süveyş ve Çanakkale boğazları,
kontrol edenlere savaşlarda kesin
bir üstünlük, barışta ise gümrük kesintileri ve vergilerle muhteşem bir
gelir kapısına dönüşüyordu. Boğazları denetimine alan Akdeniz’de söz
sahibi olabiliyordu. Ayrıca Akdeniz
kıyıları ve boğazları, jeostratejik
önemlerinin yanısıra turistik kıymetleriyle de önplana çıktı. Fakat
dünya petrolünün yaklaşık yüzde
40’ının taşındığı Hürmüz boğazı
yeniden dünyanın ilgi odağı olmayı
haketmektedir.
Basra Körfezi’nin ise bir yakasını
İran, öteki yakasını ise Irak, Kuveyt,
Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar,
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
53
İran-İsrail ikilemi
üzerinden kurulan
denklem eski dünyanın
merkezini ateş topuna
döndürürken süper güçler
bu sayede zenginliklerini
katlamaktadır. İsrail ve
İran silahlanma yarışına
girerken, her iki ülkenin
düşmanları da bu
yarıştan geri kalmamak
için savaş yeteneklerini
artırmaktadır.
Birleşik Arap Emirlikleri ve Oman
(Umman) tutmaktadır. Petrol ambargosuna maruz kalan İran’ın
Batıya karşı en büyük kozlarından
biri körfezdeki bu konumudur. AB
ülkelerinin ambargo kararı ve savaş
gemilerinin gönderilecek olmasıyla
yükselen tansiyon, şimdiden petrol
varil fiyatlarını yaklaşık 10 dolar artırmış durumda.
54
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
Bu durum 2005 yılı itibariyle dünyada ispatlanmış petrol rezervi
ömrünün 40 yıl ve doğalgazın ise
65 yıl olarak tahmin edildiği verileriyle birleştirildiğinde daha bir
önem kazanmaktadır. ABD Enerji
Enformasyon İdaresi (EIA) ve İngiliz
petrol şirketi BP’nin verilerine göre,
2009 yılı sonu itibariyle dünyada
ispatlanmış 1 trilyon 333 milyar
varil petrol rezervinin yüzde 56,6’sı
Ortadoğu’dadır. Bunda da ilk sırayı
(yüzde 19,8) Suudi Arabistan alırken, bu ülkeyi Venezuela, Kanada,
İran, Irak ve Kuveyt takip etmektedir. Bu listede, rezerv konusunda dünyanın en büyük ekonomisi
olan ABD 12’inci, Çin ise 13’üncü
sıradadır.1Dünya petrol piyasasında yüzde 9.3’lük paya sahip olan
İran’ın OPEC ülkeleri arasında payı
ise yüzde 12. OPEC’te Suudilerden
sonra ikinci büyük ham petrol üreticisi olan İran’ın günlük üretimi 3.7
milyon varil. Bu da yeryüzündeki
toplam petrol üretiminin yüzde
5’ine karşılık geliyor.
Rusya kendi yakıt tüketimini karşılamanın yanısıra ihraç da edebilmektedir. Ancak petrol üretimleri
ve rezervleri yüksek olsa da dünyanın en fazla petrol tüketen ülkeleri olan ABD ve Çin Basra Körfezi
petrollerine şiddetle ihtiyaç duymaktadır. Rezervlerin tükenmesi
sorunu şimdilik bir yana bırakılsa
bile petrol fiyatlarındaki küçük oynamalar dahi uluslararası piyasaları
alt üst edebilme potansiyelindedir.
Ekonomik ve siyasi koşullar süper
güçleri karşı karşıya getirirken aynı
zamanda birlikte hareket etmeye
zorlamaktadır.
İran Satrancı Yarım Kaldı
2. Dünya Savaşı sırasında İngiltere
ve Rusya İran’ı resmen işgal ederek
tam ortadan bölmüşlerdi. İran’ın
suçu savaşta Almanya’nın yanında
yer almasıydı. Savaş sonrası ikiye
ayrılan Almanya kendi derdiyle
boğuşurken petrol bölgesine ulaşma hevesi de kursağında kalmıştı.
SSCB’nin ise sınır komşusu İran’dan
Bir yanda İran
öbür yanda İsrail
tehdidiyle korkutulan
Ortadoğu ülkeleri
kurtarıcı olarak eski
patronlarının himayesine
sığınmaktadır. Güvenlik
endişeleriyle demokrasiye
geçemeyen ülkeler
refaha eremedikleri
gibi istismarları
sorgulayabilecek bir
devlet düzenine de
kavuşamamaktadır.
de Şii yayılmacılığı hususları gündemde ön sıralara tırmandırılıyor.
Hollywood destekli psikolojik harekat teknikleriyle dünya kamuoyunun algıları yönetiliyor. Örneğini,
Türkiye’de 28 Şubat sürecinde Ali
Kalkancı – Müslim Gündüz tiyatrolarıyla yaşadığımız, kendi içinde
dahi tutarsız onlarca konu film şeridi gibi art arda gösterime sokuluyor.
biri Azeri diğeri Kürt iki devlet daha
çıkarma çabaları başarısızlıkla sonuçlansa da Rusların ilgileri hiç kesilmedi. Şimdi İngiltere – ABD ikilisine karşı güç dengesini, ucuz hammadde kaynaklarına aşırı bağımlı
hale gelen Çin’le birlikte hareket
ederek kurmaya çalışıyor.
Sıcak savaşların ağır faturası sebebiyle doğrudan cepheleşmeyi göze
alamayan uluslararası güçler bu kez
Soğuk Savaş ve belirsizlik dönemleri tecrübelerinden de yararlanarak
yeni yöntemler geliştirmektedir.
Strateji satrancındaki en çetin ve
girift oyunlardan biri de İran üzerinden sahnelenirken, birkaç adım
ilerisini kestiremeyenlerin anlaya-
mayacağı hamleler birbiri ardına
atılmaktadır.
Taraflar bu kez doğrudan işgal yerine sahada kontrolü ele geçirmek
için taktik alanda göz dolduran manevralar yapıyor. İlerleyişlerini örtmek için de seyircilerin dikkati başka noktalara kaydırılıyor. Bunun için
İran’ın bütün dünyanın güvenliğini
tehdit eden tehlikeli bir ülke olduğu temalı kurgular sahneleniyor. Bu
senaryoya kimsenin itiraz etmemesi için her kesimin bilinçaltındaki
korkulara göndermeler yapılıyor.
Batılıları dehşete düşürmek amacıyla islamofobi ekseninde radikal
terör eylemleri, Sünni İslam dünyasının hassasiyetlerini deşmek için
Ambargolar ve yaptırımlarla en
temel zenginliklerini değerlendiremeyen Tahran ise ne kendi halkını
ne de İran’la dev enerji yatırımları
yapmak isteyen Moskova ve Pekin’i
memnun edebiliyor. Washington
ve Brüksel kaynaklı abluka kararları
ilginçtir ki, bütün küresel ve bölgesel güç merkezlerini de bağlamaktadır.
Satrançta Kazananlar!
Bölgenin enerji kaynaklarına göz
diken süper güçlerin (Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya ve
Çin) arasındaki kavgalar için İran ve
Körfez ülkeleri, mükemmel bir harp
oyunları platformu fırsatı sunmaktadır. Bu fırsatlar şöyle sıralanabilir:
Süper güçler diplomatik ve askeri
rekabet alanlarını kendi sınırları dışında, Bush’un ifadesiyle ‘şer
ekseni’nde seçmektedir. Hemen
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
55
Ortadoğu’nun yer altı
zenginlikleri paylaşılırken
istikbalde bölge
halklarının muhtemel
bir hak arayışı halinde
istismar edilebilecek Şii –
Sünni çatışmalarına zemin
hazırlanmaktadır. Hilal
kırılacak ve parçaları bir
hançer gibi kullanılacaktır.
her gün patlayan bombalarla Irak
eskisinden daha güvenli olmadığı
halde Irak artık ‘şer ekseni’nden çıkarılmış ve ‘dost ülkeler’ kategorisine yerleştirilmiştir. Ancak bundan
sonra Irak’ın kaynakları üzerinde
İngiltere ile birlikte ABD de önemli bir hak sahibi olmuştur. Anglo-Sakson ittifakı diğer ülkelere,
hâkimiyetlerini tanımaları kaydıyla
bir miktar sus payı vermektedir.
İran’ın en büyük ticari partneri
Amerika’dır. ABD’yi İngiltere, Kanada ve Hollanda izlemektedir. Esasen İran’ın ittifak arayışındaki Venezuela ekonomisi de en az İran kadar
Amerika’yla bağlantılıdır. İran’a uygulanan ambargo ise en çok bu ülkeye yatırım yapmak isteyen diğer
süper güçleri sınırlamaktadır.
ENI (İtalya), Elf (Fransa), Norsk
Hydro (Norveç), Statoil (Norveç) ve
Sheer Energy (Kanada) İran’ın başlıca enerji ortaklarıdır. LG (Güney
Kore) ve Inpex (Japonya) yanısıra
Yadavaran petrol ve doğalgaz rezervleri konusunda 30 yıllığına 70
milyar dolarlık bir anlaşma yapmak
isteyen Sinopec (Çin) ve ONGC
(Hindistan) ortaklığı ise projelerini
sürekli ertelemek zorunda kalmaktadır. İran’la nükleer enerji santralı
kurmak konusunda anlaşan Rusya
da bekle-gör taktiğiyle gelişmeleri
izlemektedir.
56
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
İran’ın toplam ihracatının yüzde
80’ini petrol ürünleri oluşturuyor.
2010 yılında petrol ihracatı bir önceki yıla göre yüzde 23 oranında
arttı. Türkiye, Çin, Hindistan ve
Güney Kore İran’dan petrol ithalatını artıran ülkelerin başında geliyor. Ambargo kararının İtalya ve
İngiltere’ye yapılan ihracatı büyük
oranda düşürdüğü ileri sürülüyor.
Dünyanın en büyük enerji tüketimine sahip olan Çin, İran’ın ihracatında yüzde 22 ile en önemli ülke
konumunda. Petrol ihtiyacının
yüzde 30.6’sını İran’dan karşılayan
Türkiye’nin payı ise yüzde 7. İran
petrolün yüzde 18’ini başta İtalya
olmak üzere AB üyesi ülkelere ihraç
ediyor.
İran petrolüne en fazla ilgi gösterenlerden biri ise Yahudi asıllı bir
İngiliz tarafından kurulan ve Hollanda merkezli olarak faaliyet gösteren Royal Dutch Shell şirketidir.
Shell kendi ülkesinde dahi İran’la
geliştirdiği derin ekonomik ilişkileri sebebiyle eleştirilmektedir.2 Kâr
hırsı çoğu kez ideolojik veya dini
engelleri rahatlıkla aşabilmektedir.
İran’dan ham petrol çıkararak bu ülkeye işlenmiş petrol ürünleri satan
Shell, çıkarları için Nazi asıllılar tarafından kurulan şirketlerle işbirliği
yapmakla dahi suçlanmaktadır.3
NPT’yi İmzalamayan İsrail
Sorgulanamıyor
İran tehdidi sebebiyle hiçbir ülke,
189 ülke tarafından kabul edilen
Nükleer Silahsızlanma Anlaşması’nı
(NPT) İsrail’in niçin imzalamadığını
sorgulayamamaktadır. (Anlaşmayı
imzalamayan diğer ülkeler: Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore.) Anlaşmaya imza attığı halde İran, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’na
engel çıkardığı için yaptırımlara
muhatap kalmaktadır. Buna karşılık
Tahran, nükleer programının elektrik enerjisi üretmeyi hedeflediğini
ısrarla tekrarlamaktadır.
Hilal Bölünmek İsteniyor
Bölgede Türkiye hariç bütün ülkeler
eski sömürge geleneğinden yeni
yeni kurtulmaya çalışan ülkelerdir.
Bunların kaynaklarını ve konumlarını sömüren güçler açısından, eski
sömürgelerin tam bağımsızlığa kavuşmaları ve demokratik denetim
mekanizmalarını çalıştırmaları ciddi bir sorundur. Bu yüzden olağanüstü halin devamına ve varlığı ile
korkutulacak gulyabanilere ihtiyaç
duymaktadırlar!
Böylece, bir yanda İran öbür yanda
İsrail tehdidiyle korkutulan Ortadoğu ülkeleri kurtarıcı olarak eski patronlarının himayesine sığınmaktadır. Güvenlik endişeleri(!) ile demokrasiye geçemeyen ülkeler bir
türlü refaha eremedikleri gibi istismarları sorgulayabilecek bir devlet
düzenine de kavuşamamaktadır.
Müslüman ülke halklarının bilinçaltındaki Şii-Sünni ihtilafları mevcut
kurguyu güçlendirmek için istismar
edilmektedir. Ortadoğu’nun yer altı
zenginlikleri paylaşılırken istikbalde
bölge halklarının muhtemel bir hak
arayışı halinde istismar etmek için
Şii –Sünni çatışmalarına zemin hazırlanmaktadır. Yani ‘hilal’ kırılacak
ve parçaları bir hançer gibi kullanılacaktır…
Irak’tan Hindistan’a kadar uzanan
coğrafyada özellikle Şiilere yönelik
eylemler gerçekleştirilirken kendi
ülkelerinde canlarının tehlikede olduğunu hisseden Şii azınlıklar kurtarıcı olarak İran’a yönelmektedir.
Böylece İran’ın Sünni çoğunluktaki
ülkelerdeki Şii azınlıkları silahlandırmasına yahut hiç olmazsa siyasi
destek vermesine uygun ortam
oluşturulmaktadır.
Aslında İslam’ın Kuzey’e ve Uzak
Doğu’ya yayılma süreci incelenirse,
Şii mezhebinin siyasi olarak güçlenmesiyle duraklama yaşandığı görülür. Maalesef Şiilik İslam’ın yayılmasında bir dalgakıran rolü oynamıştır, korkarız ki uzun vadeli hesaplar
da bunun üzerine yapılmaktadır.
Maksadımız tarihteki hataların faturasını günümüz yöneticilerine
kesmek değil. Ancak hataların tekrarlanmaması için ders çıkarmamız
gerekmektedir.
1979’daki ‘İslam Devrimi’nin hemen ardından 1980’da başlayıp 9
yıl süren İran - Irak Savaşı Şii veya
Sünni bütün Müslümanların başını
yere eğen bir utanç savaşıdır. Bu
savaşta İran’ın haklı olması sonucu
değiştirmez, nihayetinde her iki
ülke perişan bir duruma düşmüş
ve İslam düşmanlarının ve silah tüccarlarının yüzü gülmüştür. Süreci
yönetemeyen liyakatsiz idareciler
yüzünden Müslüman halklar perişan edilmiştir.
ABD İşgalleri İran’a Yaradı!
Tahran yönetiminin ABD’nin uluslararası teröre karşı yürüttüğü işgal politikasından rahatsız olduğu
söylenemez. Aksine, İran’la siyasi
alanda adeta stratejik ortaklık yürütmekte, ekonomik yönden zayıflattığı İran’ı moral yönlerden takviye etmektedir. Başta Irak olmak
üzere İran’ı çevreleyen düşmanlarını bertaraf ederek Şiileri yönetime
getirmektedir. Afganistan’da da
İran’ı memnun eden uygulamalar
gerçekleştirilmektedir.
İran’ın 10 yıl boyunca savaştığı
Irak’taki Saddam rejimi ve savaş
noktasına varacak şekilde gerginlik yaşadığı Afganistan’daki Taliban
yönetimi ABD tarafından devrildi.
1998’de Taliban güçleri Mezar-ı
Şerif’te İranlı diplomatları öldürdüğünde İran – Afganistan savaşına
ramak kalmıştı. Buna karşılık Tahran, yeni Afganistan yönetimine
destek mesajları vermekle kalmadı
Karzai hükümetinin kurulmasına
maddi ve manevi yardımda da bulundu. Irak için de benzer durumlar
sözkonusuydu. İmam Humeyni’nin
1982’deki Hama katliamı sırasında
Hafız Esad rejimini desteklemesi de
unutulmuş değildi.
Ancak manipülasyonların etkisiyle
Batı kamuoyları İran’ı, El Kaide ve
Taliban’ın destekçisi gibi algılamaktadır. Oysa Şii İran’ın Sünni tabana
dayanan Taliban hareketi ve El Kaide terör örgütü ile işbirliği yapması,
mezhep bazlı ayrılıklar nedeniyle
neredeyse imkansızdır.
Öte yandan İran, devrim ihracı politikalarını yıllar önce terk etmek zorunda kalmıştır. Doğu Akdeniz hattında Suriye’deki Esad rejimini ve
Lübnan’da Hizbullah’ı desteklemesi
Hürmüz Boğazı’nda sıkışan İran için
klasik bir müttefik arayışı ve hayat
alanı açma mücadelesi olarak ele
alınabilir.
İran Bağımsız Bir Ülke mi?
İran’ın durumu zengin varlıklarına
rağmen iyi yönetilemediği için iflasa doğru giden bir holdinge benzemektedir. Fakat kapıları mafya
tarafından tutulmuştur. Mafya dilediğine geçiş izni vermekte, beğenmezse engellemektedir. Bu örnekten yola çıkarsak, ABD İran’la enerji
ortaklığı kurmayı planlayanlar için
yıllık 20 milyon dolarlık bir üst yatırım limiti belirlemiştir. D’Amato
Yasası olarak bilinen bu yaptırıma
ilginçtir ki, bütün devletler sanki
uluslararası bir anlaşma gibi uymaktadır. ABD’den teknoloji satın
alan şirketler bilerek veya bilmeyerek bu kanunu da kabullenmiş
olmaktadır.
Nitekim, Türkiye’nin Pars doğalgaz
yataklarındaki 4 milyar dolarlık yatırımı bu yüzden nihai aşamada engellenmiştir. Bir tür “patent kelepçesi” sayesinde Türkiye, Amerika’dan
ithal ettiği teknoloji ürünlerini
İran’da kullanmamaktadır. Artık
1964’teki Johnson Mektubu’nun
benzerleri lisans ve patent sözleşmeleri ile gönderilmektedir. Böylece taraflar arasında diplomatik
skandallar da yaşanmamaktadır!
İran’ın Gerçek Müttefiki Var mı?
İran’ı sözde destekleyen Rusya ve
Çin BM ambargolarını resmen taMART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
57
nımak zorunda kalmıştır. İran’la dev
enerji anlaşmaları imzalayacaklarını
açıklayan iki ülke şimdilerde zevahiri kurtarmaya çalışmaktadır. Anlaşılan Çin, Batı ittifakının çıkarlarıyla
ters düştüğü Libya’da yaşadığı hayal kırıklığını İran’da tekrarlamaktan
kaçınmaktadır. Batının nüfuz alanındaki bir ülkeye destursuz girip
de, sonuçta başarısızlığa uğrayıp
tamamen devre dışı kalmaktansa
dağıtılacak pastadan daha fazla
pay istemeyi makul görmektedir.
Türkiye ise kendi aleyhine dönebileceği halde İran’ı nükleer enerji
projesinde destekledi. Çin ve Rusya yalnız bırakırken BM Güvenlik
Konseyi’nde İran’a yaptırım kararında ‘hayır’ oyu kullandı. NATO Füze
Kalkanı Projesi’nde tehdit listesinden İran’ın çıkarılması için gayret
gösterdi. Ahmet Davutoğlu’nun
2012’nin ilk dış ziyaretini Tahran’a
yapması da önemli bir mesajdı. Fakat tüm bunlara karşılık Tahran’dan
gelen cevap “NATO radarına saldırırız” tehdidi oldu.
AB dışişleri bakanları, 23 Ocak
2012’de, Brüksel’de nükleer programı nedeniyle İran’a petrol ambargosu uygulanmasında uzlaştı. Karar
İran’la yeni petrol sözleşmesi yapılmasının yasaklanmasını öngörüyor.
Daha önce sözleşme imzalamış ülkeler de İran’dan en son 1 Temmuz
2012’ye kadar petrol alabilecek. Avrupa Birliği, petrol ihtiyacının yaklaşık yüzde 18’ini İran’dan karşılıyor.
Aynı tarihte Fransa Cumhurbaşkanı
Nicolas Sarkozy, İngiltere Başbakanı David Cameron ve Almanya
Başbakanı Angela Merkel’in ortak
imzasını taşıyan bildiride, nükleer silaha sahip olmasının kabul
edilmeyeceği belirtilerek, İran’dan
nükleer faaliyetlerini hemen askıya
alması istendi. Açıklamada, İran’ın
uluslararası yükümlülüklerini yerine getirmediği, şimdiden şiddet
yaydığı ve tüm bölgeyi tehdit ettiği
öne sürüldü.
Füze Kalkanı Kime Karşı?
İran satrancı süper güçler arasındaki asıl savaşları da örtmektedir.
Mesela Malatya Kürecik’e radarları
konuşlandırılan Füze Kalkanı’nın
asıl hedefi İran mıdır yoksa Rusya
mıdır? İran’ın elindeki füzelerin en
gelişmiş olanların menzili Yunanistan sınırlarına ancak ulaşabilmektedir. Menzil içindeki İsrail ise
NATO üyesi değildir. Üstelik İsrail’e
yönelecek olası bir İran füze saldırısının güzergâhında Irak ve Ürdün
bulunmaktadır ve bu ülkeler ABD
ve İsrail’in zaten gönüllü müttefikleridir. Öyleyse?
Rusya, Füze Kalkanı projesine öteden beri itiraz etmektedir. “Eğer,
Kalkan kendilerine karşı değilse”
yönetim mekanizmasında bulunmayı istemektedir. ABD’nin
NATO şemsiyesi altında kurduğu
füze Kalkanı’na karşı güvenliğinin
tehdit altında olduğunu savunan
Rusya, buna karşılık yeni bir ön
uyarı radar sistemi kurmaktadır.
Rusya Devlet Başkanı Dimitri
Medvedev kendi projelerinin, “bir
ikaz” olarak algılanmasını da üstüne basa basa vurgulamaktadır.
Anlaşmaya varılırsa gelecekte kalkan projelerinin birleşebileceğini
söyledikten sonra inceden inceye
ABD ile dalga geçen Medvedev,
“Bize diyorlar ki bu sistem size
karşı değil. Değerli arkadaşlarım,
o zaman bugün başlatılan radarlar da size karşı değil!”4 demektedir.
1.
http://www.sabah.com.tr/Ekonomi/2011/03/03/en_cok_petrol_nerede#
2.
“Royal Dutch Shell and Iran Oil”, http://royaldutchshellplc.com/2012/01/12/royal-dutch-shell-and-iran-oil/
3.
“Royal Dutch Shell Iranian treachery”, http://royaldutchshellplc.com/2010/11/20/royal-dutch-shell-iranian-treachery/
4.
http://www.internethaber.com/rusya-fuzeleri-natoya-cevirdi-387045h.htm
58
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
Sonuç
Süper güçler uluslararası terör ve
mezhep çatışması maskeleriyle
bölgedeki ekonomik paylaşımlarını
perdelemektedir. İran- İsrail askeri
restleşmeleri dünyanın tansiyonunu bir alçaltıp bir yükseltirken, bu
iniş kalkışlar tulumba görevi yapmakta ve bölge ülkelerinin kaynaklarını, her iki tarafın güçlerini sözde
dengelemeye çalışanların kasalarına
akıtmaktadır.
Ortadoğu’da İran-İsrail ikilemi üzerinden kurulan denklem eski dünyanın
merkezini ateş topuna döndürürken
süper güçler bu sayede zenginliklerini katlamaktadır. İsrail ve İran birbirine karşı silahlanma yarışına girerken, her ikisiyle sorunlu ülkeler de
bu yarıştan geri kalmamak için savaş
yeteneklerini artırmaktadır. Örneğin
bu kapsamda Suudi Arabistan Krallığı ABD ile 60 milyar dolarlık bir silah
anlaşmasında görüş birliğine varmıştır. Bu kapsamda ilk aşamada Boeing
firması, Krallığa 30 milyar dolar değerinde 84 adet F-15 jet satacak ve
70 uçağı da yenileyecektir.
Peki bölgedeki aktif politikayla gücünü hissettiren yeni Ankara’nın
karşısına hem İsrail hem de İran
engeli çıkarken, ABD’nin Şii yönetimlere ilgisinin sebebi nedir? Bu
sorunun cevabı, “bir yandan Doğu
ile Batı arasında dinler ve medeniyetler arası çatışmalara zemin hazırlanırken, bir yandan da İslam dünyasında mezhep çatışmasına açılabilecek kapıları aralamak” şeklinde
verilebilir. Ola ki, Türkiye kontrol
edilemeyecek kadar çok güçlenirse, hilal şeklindeki bir hançer sırtına
saplanmaya hazır bekletilmektedir… Umarız ki, bölge ülkelerinin
yöneticileri bu tezgaha düşmezler.
SD Yazı İşleri Müdürü*
Kuzey Afrika’da
Arap Baharı’nın Birinci Yılı
Arap baharı diye
adlandırılan süreç en
büyük etkisini Kuzey
Afrika’da gösterdi. Bir
bölge ülkesi olan Tunus’ta
sürpriz bir şekilde başlayan
sürecin üzerinden, Bin Ali
ve Mısır’da Mübarek’in
devrilmesinden ayrıca
Kaddafi’ye karşı isyanların
başlamasından bu yana
bir yıl geçti ve şu ana
kadar en kanlı değişim
süreci Libya’da yaşandı.
Cezayir’de fazla bir
hareketlenme olmadı.
Fas’ta ise sorunsuz bir
değişim süreci yaşandı.
A
rap baharı diye adlandırılan süreç en büyük etkisini
Kuzey Afrika’da gösterdi. Bir
bölge ülkesi olan Tunus’ta sürpriz
bir şekilde başlayan sürecin üzerinden, Bin Ali ve Mısır’da Mübarek’in
devrilmesinden ayrıca Kaddafi’ye
karşı isyanların başlamasından bu
yana bir yıl geçti ve şu ana kadar en
kanlı değişim süreci Libya’da yaşandı. Cezayir’de fazla bir hareketlenme olmadı. Fas’ta ise sorunsuz bir
değişim süreci yaşandı. Bu yazıda
siyasi reformlar, güvenlik ve ekonomik düzelme gibi temel açılardan
Kuzey Afrika ülkelerinde Arap Baharı ile gelen değişim sürecini ele
alacağız.
Mısır
Nüfus, entellektüel ve jeostratejik
ağırlığı ile bölgenin en önemli ülkesi olan Mısır’daki değişim zor ve
sorunlu geçmektedir. Değişimin
kolay gerçekleşeceğini beklemek
Ahmet UYSAL*
de naiflik ve fazla iyimserlik olur.
Mübarek’in devrilmesi Kaddafi’nin
yıkılması ile karşılaştırıldığında görece kolay olmuştu ama zamanla
değişimin kolay olmayacağı anlaşıldı. Mısır ordusu Mübarek’in devrilmesinde halktan ve devrimden
yana tavır koymuş Mübarek’in yıkılmasına yardımcı olmuş ve onun
görevlerini devralarak demokrasiye
geçiş sürecini başlatmıştır. Ancak
aradan geçen süre içinde bu sürecin o kadar kolay ve sancısız olmayacağı anlaşıldı.
Devrimin amacına yönelik olarak ilk
etapta kısmi bir anayasa değişikliği
yapıldı. Özellikle Mübarek’in uzun
süre başta kalmasını ve sistemi manipüle etmesini sağlayan maddeler
değiştirildi. Laik grupların istediği
yeni bir anayasa yapma yerine İhvan, Mübarek’in partisi Ulusal Demokratik Parti ve askeriyenin desteklediği değişiklik üçte iki ağırlıkla
halk tarafından onaylandı. Bu duMART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
59
Mısır’da reformların yavaş
gerçekleşmesi, seçimlerin
uzaması, Mübarek’in
yargılanmasının
sürüncemeye bırakılması,
ekonominin devrim
öncesinden daha da
kötüye gitmesi ve
arada Müslümanlar ve
Hıristiyanlar arasında
çıkan çatışmalar zamanla
geleceğe dair ciddi
karamsarlık oluşturmaya
başladı.
rum değişimin devrim ruhuyla değil yumuşak geçiş ve daha çok reform tarzında olacağının işaretiydi.
yanında ciddi ekonomik faaliyetleri de vardır. Özellikle geçiş sürecini
kurumsal gücünü ve ayrıcalıklarını
korumak üzerine kurmaktadır. Bir
yandan İslamcılar’a karşı bir fren
rolü oynaması istendiği için batı
tarafından da desteklenmektedir.
Diğer yandan yeni anayasa yazımı
ve yeni devlet başkanı seçimlerinde
etkili olması beklenmektedir. Her iki
olay ülkenin geleceği ve yeni sistem
içinde ordunun yerini tanımlayacağı için üzerinde çok durulmaktadır.
Özellikle İhvan-ı Müslimin’in orduya karşı daha anlayışla yaklaşması
önümüzdeki süreçte de ordunun
etkili olmaya devam edeceği tahminlerini desteklemektedir.
2011 yazı boyunca Mısır’da üç temel siyasi güç olduğu anlaşıldı:
Devrimci gençler, İslamcılar ve
Ordu. Devrimci gençler daha çok
laik gruplardan oluşmakta ama
aralarında belirli oranda İslamcı
eğilimlerde bulunmaktaydı. Tahrir gençleri diye adlandırılan bu
gençler devrimi başlatan ve yapan,
hem rejimden hem de statik grup
yapılarından rahatsız olan gruplardı. İnternet jenerasyonu olarak da
alandırılabilecek gençler hem rejim
tarafından dışlanmaktan hem de
eski nesil siyaset ortamı ve hatta
dini cemaatler tarafından dinlenilmemekten rahatsız oldukları için
Tahrir Meydanı’nı kendilerini ifade
etmek için ana zemin olarak kullanmak istiyorlardı. Devrimci gençler
arasında ciddi bir örgütlenme ve
liderlik sorunu bulunmaktadır. Siyasette tecrübesizlikleri de güçlü ve
ortak bir stratejisi geliştirmelerine
engel olmaktadır. Bu altyapılar yeni
oluşmakta olduğundan şu aşamada çok etkili olamamaktadırlar.
Devrim sonrası Mısır’ın en önemli aktörü ise İhvan-ı Müslimin ve
Selefilerin öncülüğünde ve birçok
küçük fraksiyondan oluşan İslamcılardır. Kurulduğu zamandan bu
yana bastırılmasına rağmen hem
genel olarak dindar olan Mısır toplumunda rolleri azalmamış hem
de toplumun son 20-30 yılda daha
dindarlaşmasına yardımcı olarak
bu konumlarını da güçlendirmişlerdir. İhvan’ın Mısır’dan yola çıkarak
bütün Arap Dünyası’ndaki ağırlığı
bilinmekteydi. Devrimi başlatmamakla beraber Mübarek’in düşmesi
için darbeyi vurmakta etkili oldular.
Ancak devrim sonrasında askeriye ile fazla iddialı olmayacakları ve
hatta Cumhurbaşkanı adayı göstermeyecekleri konusunda anlaştıkları söylendi. Devrim yerine reform
mantığı ile hareket ettiği ve diğer
grupları dikkate almadıkları konusunda İhvan’a Tahrir gençlerinden
ve diğer laik gruplardan ciddi eleştiri gelmektedir. Ancak sonuçta Aralık ve Ocak aylarında devam eden
parlamento seçimlerinde yüzde
elliye yakın oy alarak ciddi bir başarı
göstermiştir.
Kurumsal yetkisi ve ülkenin geleceğini şekillendirmedeki etkisi açısından ordu, Mısır’da önemli olmaya
devam etmektedir. Ülke yönetiminde ve siyasette büyük ağırlığı
Ancak devrim sonrasında sürpriz
bir şekilde gün yüzüne çıkan Selefilerin gücü oldu. Özellikle Körfez
sermayesi ile fakir kırsal bölgelerde
aktif şekilde faaliyet gösterdikle-
60
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
ri ve apolitik tutumları dolayısıyla
rejim tarafından İhvan’ın gücünü
kırmak için zımnen göz yumulmaktaydı. İş imkânları dolayısıyla birçok
Mısır’lı körfez ülkelerine çalışmaya
gitmektedir. Burada bulundukları
ortamdan etkilenerek Mısır’a dönmektedirler. Özellikle son yıllarda
Körfez sermayesi desteği ile ortaya
çıkan çok sayıdaki dini kanalın selefi anlayışın Mısır’da yayılmasında
ciddi rol oynadığı düşünülmektedir. Selefi gruplar İhvan’a göre daha
radikal tutum sergiliyorlar. Kadın
hakları ve Hristiyan grupların Mısır’daki konumu konusunda daha
tavizsiz tutum benimsedikleri için
ciddi kaygı uyandırmaktadırlar. Son
parlamento seçimlerinde ise birçok
köklü laik partiden fazla oy alarak
yaklaşık yüzde 25 kamuoyu desteğine ulaşmışlardır. Bu durum özellikle batı ve laik kesimlerinde kaygı
uyandırmaktadır.
Reformların yavaş gerçekleşmesi,
seçimlerin uzaması, Mübarek’in
yargılanmasının sürüncemeye bırakılması, ekonominin devrim öncesinden daha da kötü gitmesi ve
arada Müslümanlar ve Hıristiyanlar
arasında çıkan çatışmalar zamanla geleceğe dair ciddi karamsarlık
oluşturmaya başladı. Bu da Tahrir
gençlerini orduya karşı daha radikal
ama şiddete varmayan bir tutum
takınmaya itti. Ekim ayında Hıristiyan göstericilerden otuza yakını öldürüldü. Aralık ayında devam eden
ve ordunun yönetimi sivillere bırakmasını isteyen gösterilerde onlarca
gösterici öldürüldü. Şubat 2012 başında El-Mısri ve El-Ehli takımlarının
seyircileri arasında çıkan çatışmada
74 kişi hayatını kaybetti. Siyasi gözlemciler, bu olayları rejimin bilinçli
olarak güvenlik zaafı oluşturma çalışmasına bağladılar.
Aradan bir yıl geçmesine rağmen
Mısır’da en ciddi gelişme parlamento seçimlerinin yapılmasıdır. Diğer
süreçler oldukça yavaş işlemektedir. Milyarlarca dolar yolsuzluk yapan ve göstericilere öldürme emri
veren Mübarek ve adamlarının
yargılanmasında çok yol alınamamıştır. Otuz yıldır süregelen olağanüstü hal kanunu kısmen değişmiş,
tamamen ortadan kaldırılmamıştır.
Ayrıca, Mısır ekonomisi kötü durumda olduğu için devrim gerçekleşmişti ancak bugünkü ekonomik
durum devrim öncesinden daha
kötü durumda. Değişim sürecinin
yavaş yürümesi ve gösterilerin sürmesi ülke geleceğine yönelik belirsizlikler hem turizmi hem de yatırımı geciktirmektedir. Mısır’ın her
ikisine de çok ihtiyacı vardır.
Bütün gecikmenin ve olumsuzlukların iç ve dış sebepleri vardır. İç sebeplerden en önemlisi Mısır’da ciddi bir liderlik sorunu bulunmasıdır.
Mübarek döneminde bütün potensiyel liderler bastırıldığı için halka
umut ve yön verecek lider yoktur.
Bu durum kafa karışıklığına ve zaman kaybına ve hatta umutsuzluğa
yol açmaktadır. Değişimin yavaş
ilerlemesi esas olarak dış faktörlerle
de ilgilidir. İsrail’in komşusu ve bölgedeki önemi dolayısıyla Mısır’daki
gelişmeler bölgeyi yakından etkileyeceği için ABD ve Körfez ülkeleri
tarafından devrimin başarılı olması
istenmemektedir. Diğer bir ifade ile
rejim değişimi yerine yönetim değişikliği ile geçiştirilmeye çalışılıyor.
Ama artık taşlar yerinden oynadığı
için gecikse de değişimi durdurmak
kolay değil.
Libya
Arap baharı patlak verdiğinde Bin
Ali ve Mübarek’in ardından kimse
sıranın Muammer Kaddafi’de olduğunu tahmin etmiyordu. Arap baharının en fırtınalı günleri Libya’da
yaşandı. Devlet kurmadan kırk
yıldır ülkeyi demir yumrukla ve
keyfine göre yöneten Kaddafi bir
anda gösterilerle sarsıldı. Diğer petrol ülkeleri görece sakin dururken
Libya’nın karışmasında üç temel
neden görülmektedir. Birincisi, bölgenin en zengin petrol ülkelerinden birisi olması gerekirken petrol
paralarını Batı bankalarına yatırması ve Afrika’da “krallar kralı” ünvanı
almak için birçok ülkeye milyarlarca dolar para dağıtmasıdır. İkincisi,
baskıcı yönetimi yanında yapay nehir oluşturmak gibi bir sürü abartılı,
pahalı ve başarısız kalkınma programına girişmesi ve halkını özellikle de doğu Libya’yı ihmal edip geri
bırakmasıdır. Üçüncüsü de, petrolü
olması dolayısıyla dış müdahale
için iştah kabartmış olmasıdır.
Kaddafi, kendisine doğrudan bağlı
ve dışardan getirdiği özel ordusu ve
petro-dolarları ile içerden yıkılması
kolay olmayacağı için dış destekle
yıkılmıştır. Yedi sekiz ay sonunda
koltuğundan düşmüş ve askerlerinin teslim olması bir kaç ay daha
almıştır. Bu süre içinde ortaya çıkan
çatışmalarda 50 bin kişi hayatını
kaybetmiştir. Kaddafi’nin devrilme-
Kaddafi yıkıldıktan
sonra kurulan geçici
hükümet ülkeye
tam hâkim olmakta
zorlanmaktadır. Tecrübe
ve lider eksikliği Libya’da
da karşımıza çıkmakta ve
genel bir uzlaşı ile geçiş
sürecinin yönetilmesi
ve ilerleme sağlanması
güçleşmektedir.
si bir petrol ülkesi olarak Libya’yı
Arap baharı sürecinde bir ilk yapmıştır. Mısır ve Tunus’ta barışçıl
gösterilerle yönetim düşerken Arap
baharında daha kanlı bir seçeneğin
önplana çıkmasına yol açmıştır.
Birçok açıdan Libya’da ortaya çıkan
silahlı ve kanlı süreç devrimler için
ve diğer Arap toplumları için çıtayı
yükseltmiştir. Bir yandan Beşar Esad
gibi protestolarla devrilmek istenen liderlere kötü bir örnek olmuş
ve sonlarının kötü olmaması için
daha fazla direnç göstermelerine
yol açmıştır. Aynı şekilde protestocular için de maliyet yükselmiş,
diktatörlerin geniş kapsamlı barışçıl
protestolarla değil ancak silahlı çatışmayla ve dolayısıyla büyük can
ve mal kaybı ile olacağı fikrini yaydığı için Arap baharının rüzgârını kesmiştir. Özellikle terörden ve keyfi
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
61
Tunus küçük olduğu
için kendi sorunlarını
kendisinin çözmesi
de zordur. Ekonomik
kaynakları sınırlı olduğu
gibi gelişmek için dış
yardım ve dış yatırıma
muhtaçtır. Bu açıdan
Tunus, dış dünya ile iyi
geçinmek durumundadır
ve bu ihtiyacını yeni
yöneticiler iyi anlamış
durumdadırlar.
öldürmelerden bıkan Arap halklarını devrim konusunda tereddüte
itmiştir.
Kaddafi yıkıldıktan sonra kurulan
geçici hükümet ülkeye tam hâkim
olmakta zorlanmaktadır. Tecrübe
ve lider eksikliği Libya’da da karşımıza çıkmakta ve genel bir uzlaşı
ile geçiş sürecinin yönetilmesi ve
ilerleme sağlanması güçleşmektedir. Kaddafi’nin Libya’da sistem
kurmaması dolayısıyla kurumsallaşma ve demokratikleşme aynı
anda beklenmektedir bu da zordur.
Ayrıca, kabilecilik de belli ölçüde
devam ettiği için toplum kesimleri
arasında diyalog ve uzlaşma zorlaşmaktadır. Diğer bir sorun ise silahlı
mücadele esnasında ortaya çıkan
bütün topluma yayılan silahlı grupların varlığıdır. Bu gruplar bazen
kabileciliğe göre hareket etmekte
ve silah bırakmak istememekte, bazen de Kaddafi’yi devirmek için can
ve mal kaybı yaşadıkları için hak ve
ayrıcalık isteyerek silah bırakmayı
reddetmektedir. Bu durum merkezi hükümetin ülkenin her tarafında gücünü hissettirmesine engel
olmakta ve sık sık silahlı gruplar
arasında çıkan çatışmalar ülkede
istikarın sağlanmasını zorlaştırmaktadır.
Tunus
Arap baharının öncüsü herkesi
şaşırtan Tunus olmuştur. Mısır ve
62
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
Libya’ya göre demokrasi yürüyüşünde aldığı yol ile bu özelliğini sürdürmektedir. Mısır’dan farklı olarak
Tunus Ekim 2011’de parlemanto
seçimlerini başarıyla tamamladı.
Burada İslamcı el-Nahda seçimlerden birinci parti olarak çıktı diğer
laik partilerle koalisyon kurdu. Ayrıca, başkanlık seçimi yapıldı ve laik
kimliği ile bilinen Mouncif Marzouki başkan seçildi. Mısır’a görece
hem süreç işlemekte hem de laik ve
İslamcı kesimler arasında kopukluk
ve uçurum aşılmaz düzeyde değildir.
Tunus’ta ayrıca güvenlik düzelmeye başladığı için istikrarın gelmekte
olduğu yönünde beklentiler artmaktadır. Bu da ekonomik faaliyetleri artırarak düzelme işareti olarak
görülmektedir. Ancak işlerin tamamen yoluna girdiği anlamı çıkarmak için henüz çok erken. Ancak
bir dahaki seçimde yaptıklarından
hesaba çekilebilecek sivil yöneticiler görevi devralmış durumdadırlar.
Peki, Tunus’u Mısır’dan farklı kılan
nedir?
Mısır’da olduğu gibi Tunus’ta güçlü
bir ordu yoktur. Zeynelabidin bin Ali
kendisi darbe ile geldiği için darbe
olur diye düzenli orduyu çok güçlendirmemiştir. Bu açıdan eski sisteme sahip çıkan bir askeriye kurumu
devrimin karşısına çıkmamıştır. Diğer taraftan, Tunus, Mısır’a göre çok
daha küçük ve küresel ekonomisiyasi düzende daha önemsiz bir
konumdadır. Güçlü bir Mısır’ın dün-
yanın en kritik bölgesi Ortadoğu’da
yapacağı etki ile Tunus’un yapacağı
etki kesinlikle aynı değildir. Ayrıca,
devrim öncesinde Tunus yalnızca
Fransız nüfuz alanında olduğu için
ABD bu rejimin yıkılmasından çok
rahatsız olmamıştır. Ancak 1970’lerden beri Amerikan nüfuzu altında
olan Mısır’daki değişim ABD, İsrail
ve Avrupa’yı ciddi şekilde rahatsız
edeceği için Tunus’a daha az müdahale edilmektedir.
Ancak Tunus küçük olduğu için
kendi sorunlarını kendisinin çözmesi de zordur. Ekonomik kaynakları sınırlı olduğu gibi gelişmek için
dış yardım ve dış yatırıma muhtaçtır. Bu açıdan Tunus dış dünya ile iyi
geçinmek durumundadır ve bu ihtiyacını yeni yöneticiler iyi anlamış
durumdadırlar. İsabetli bir şekilde
dış dünyaya sert tepkiler vermekten kaçınmaktadırlar. İşsizlik ve
yoksulluk seviyeleri hala çok yüksektir ve bu sorunların çözülmesi
de zaman alacaktır. Ayrıca, yeniden
yazılacak anayasa, toplumsal fay
hatlarının çatlamasına (özellikle
İslamcılar ve laikler arasında) yol
açabilir. Hükümetteki el-Nahda, insanları dine zorlamak yerine özgürlüklere önem verdiğini söylemekte
ve sosyal hizmetlere ve ekonomiye
yoğunlaşacağını vurgulamaktadır.
Anayasa yazım süreci sorunsuz atlatılabilirse Tunus önemli bir gelişme süreci yakalayabilir.
SDE Uzmanı, Doç. Dr. *
Dünya Suriye Üzerinden
Yeniden Kutuplaşıyor
Baas rejimine karşı
gösterilerin başladığı ilk
günlerde halkın talebi
demokratikleşme yolunda
reformlar yapılması iken
bugün muhalifler artık
reform değil Esad’sız bir
Suriye için mücadele
etmektedir. Gelişmeler
bölge ve dünya ülkelerinin
sessiz kalamayacağı bir
durum ortaya çıkarmış,
başta Arap Birliği olmak
üzere BMGK Suriye’ye
yönelik bir dizi kararlar
almıştır.
Arap baharının en zor duraklarından biri olan Suriye’de bir yıl önce
başlayan ve her geçen gün şiddetini arttıran olaylar artık geri dönülmez bir yola girmiş bulunmaktadır. Baas rejimine karşı gösterilerin
başladığı ilk günlerde halkın talebi
demokratikleşme yolunda reformlar yapılması iken bugün muhalifler
artık reform değil Esad’sız bir Suriye için mücadele etmektedir. Baas
yönetiminin muhaliflere yönelik
uyguladığı sert politikalar bölge ve
dünya ülkelerinin bu durum karşısında sessiz kalamayacağı bir durum ortaya çıkarmış, başta Arap Birliği olmak üzere Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyi (BMGK) Suriye’ye
yönelik bir dizi kararlar almıştır. Bu
yazıda Arap Birliği ve BMGK’nın Suriye yönetimine karşı aldığı kararlar,
bu kararların Rusya ve Çin’in vetoları neticesinde uygulanamaması ve
bunun yansımaları incelenecektir.
Amine YAZICI*
BM’nin Veto Edilen Tasarısı
Arap Birliği’nin önerisi ile hazırlanan BMGK kararı, Konseyin daimi
üyelerinden Rusya ve Çin’in red oyu
kullanması nedeniyle kabul edilemedi. Güvenlik Konseyi’ne sunulan
taslakta Suriye’ye askeri operasyonla ilgili herhangi bir teklif yer almıyordu. Tasarı, Suriye’de demokratik
ve çoğulcu siyasi geçiş sürecini kolaylaştırmayı, Devlet Başkanı Beşşar
Esad’ın yetkilerini yardımcısına bırakmasını, güvenlik güçlerinin sivillere karşı orantısız güç kullanımını,
keyfi adam öldürmeleri, tutuklamaları, infazları, işkence ve kötü muamele gibi işlenen tüm insan hakları
ihlallerine derhal son verilmesini ve
Suriye’de silahlı gruplar da dâhil olmak üzere bütün taraflara, tüm şiddet eylemlerinin sona erdirilmesini
öngörüyordu.1
Rusya ve Çin’in Batı dünyasına karşı
Suriye’nin yanında takındıkları bu
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
63
Rusya’nın ABD ve
AB’nin aksine Suriye’de
yönetimden yana tavır
sergilemesinin nedeni
sadece Tartus Limanı’nda
bulundurduğu üssü değil
şüphesiz. Rusya, bölgede
Suriye üzerinden kurduğu
etkinliği kaybetmek
istemiyor.
tutum bir Soğuk Savaş dönemi kutuplaşmasının sinyallerini vermektedir.
Rusya Neden Veto Etti?
Rusya ve Suriye arasındaki ilişkiler
Sovyetler döneminden bu yana
aslında iyi ilişkiler olarak tanımlanabilir. Ancak 1999 yılında Putin’in
iktidara gelmesinden 2005 yılında
Beşşar Esad’ın Moskova ziyaretine
kadar geçen dönemde ilişkiler bir
tür askıda kalmıştır. Esad’ın ziyaretiyle birlikte tarihsel yakınlık yeniden başlamış, Suriye ve Rusya silah
64
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
satışı ve petrol anlaşmaları dâhil birçok anlaşma imzalamışlardır. Yine
bu ziyaret sonrası Rusya, Suriye’nin
Sovyetler döneminden kalma borcunun yüzde 73’ünü silmiştir.
Suriye’nin Lazkiye’den sonra ikinci büyük limanı olan Tartus Limanı, Şam’ın kuzeybatısından 220
km uzaklıkta stratejik bir bölgede
1971’den beri Sovyet/Rus deniz üssüne ev sahipliği yapmaktadır. Sovyetler Birliği zamanında liman daha
çok Sovyet donanmasına madditeknik, ikmal/donanım ve gemi
onarımı için kullanılmış ve üsse
olan yatırım sınırlı kalmış olsa da,
2008’deki Rusya-Gürcistan Savaşı
sonrası üsteki Rus donanmasının
durumu iyileştirilmeye başlanmış
ve Akdeniz’deki tek Rus askeri deniz
2
üssü olarak önemi artmıştır. Moskova, Şam’a yönelik tutum değişikliği sayesinde Rusya’nın Akdeniz’de
donanma bulundurmasını isteyen,
Ortadoğu’da gerçekten güvenilir
bir müttefike sahip olmuştur.
Rusya’nın ABD ve AB’nin aksine
Suriye’de yönetimden yana tavır
sergilemesinin nedeni sadece Tartus Limanı’nda bulundurduğu üssü
değil şüphesiz. Rusya, bölgede Suri-
ye üzerinden kurduğu etkinliği kaybetmek istemiyor. Libya’ya yönelik
operasyon hakkında 2011 Mart
ayında BM Güvenlik Konseyi’nde
kabul edilen kararda veto hakkını
kullanmayan Moskova, Suriye için
aynı tutumu göstermeyecektir.
Kremlin, Suriye’ye yönelik herhangi
bir yaptırım kararına itiraz etmektedir. Moskova’nın bu tutumunda,
Libya ve Suriye’nin Rusya açısından
öneminin farklılık arz etmesi de
önemli bir rol oynamaktadır. BM İnsan Hakları Komisyonu’nun raporlarına rağmen Moskova Suriye’deki
olayları henüz uluslararası barış ve
güvenliğe bir tehdit olarak görmemektedir. Suriye’nin Ortadoğu’nun
en önemli ülkelerinden biri olduğunu vurgulayan Moskova, bu
ülkedeki bir istikrarsızlığın bütün
Ortadoğu’ya yayılabileceğini ileri
sürmekte ve sorunun ülke içinde
bütün kesimlerin birlikte yer alacağı
diyalog ile çözülmesini istemektedir. İran ve Lübnan hariç bölge ülkelerinin Suriye konusundaki tavırlarına rağmen Moskova’nın tutumunda ısrarcı olması Şam’ın stratejik
açıdan Rusya için ne kadar önemli
olduğunu göstermektedir. BM’nin
ve Batı’nın Suriye’ye yönelik tavrını
ülkenin iç işlerine karışmak olarak
niteleyen Rus yetkililer Esad’ın söz
verdiği reformları yapmaması halinde bu veto kararının arkasında
uzun süre duramayacaktır. Nitekim
4 Şubat’ta kararın veto edilmesinin
ardından Suriye’ye giden Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, Esad’ın şiddet
olaylarını durduracağını söylemiş
olsa da, ziyaret sonrasında Şam yönetimi saldırılarına devam etmiştir.
Çin Neden Veto Etti?
Çin’in BM’nin Suriye’ye yönelik karar tasarısını veto etmesinin gerekçeleri Rusya’nın endişeleriyle benzeşmektedir. Çin Hükümeti de Libya örneğinden sonra Suriye’ye olası
bir müdahalenin bölgesel denklemleri olumsuz etkileyeceğinden
endişe etmektedir. Suriye’ye düzenlenecek askeri müdahalenin
sonraki adımında İran’a bir müdahale olması ihtimali Çin’in İran’la
enerji ithalatı ilişkisini sekteye uğratacağından bu riske karşı temkinli
davranmaktadır.
İran’ın nükleer faaliyetlerini durdurması için yaptırım uygulama konusunda ABD’nin başını çektiği Batı
dünyası Ocak ayı içerisinde, AB ülkelerinin de Ağustos 2012 itibariyle
İran’dan petrol ithalatını durdurmaya yönelik bir karar almıştı. Ancak
AB ülkeleri de kendi içlerinde alınan
bu karar konusunda anlaşmazlığa
düşmüşler özellikle İran petrolünün önemli alıcılarından olan ve
şu anda AB’deki ekonomik krizin
en derin hissedildiği Yunanistan,
İspanya ve İtalya, İran’a yönelik bu
ambargo kararına soğuk bakmışlardır. Çin’de bu ambargo kararının
uygulanmaması gerektiğini belirtmiştir.
Suriye’de yaşanacak bir iktidar değişikliği İran’ı da bölgesinde yalnızlaştıracak ve Batı’nın baskısının art-
masına neden olacaktır. Çin’in Ortadoğu özel temsilcisi Wu Sike, Çin’in
amacının “diktatör rejime” destek
vermek değil, Suriye halkının temel
çıkarlarını korumak ve Suriye’deki
değişimi yabancılar değil, Suriyeliler tarafından yapılması gerektiğine
inandıkları için BM Kararı’nı veto ettiklerini söylemiştir.3
Çin’in aldığı bu veto kararı Suriye’de
yaşanan karışıklığı durdurmaya
muktedir olamayacaktır. Esad’ın
muhaliflere yönelik politikalarının
gün geçtikçe sertleşmesinin bir
nedeni olarak Çin ve Rusya, Batı
tarafından suçlanacak ve yaşanan
katliamların bir ortağı olarak nitelendirilecektir.
Suriye Üzerinden Yeni Bir
Kutuplaşma
Suriye’de yaşanan krizi Ortadoğu’daki nüfuzlarını artırmak için
kullanan Rusya, Çin ve İran eksenli
Doğu Bloğu olarak nitelendirebileceğimiz ülkelere karşı ABD öncülüğündeki Batı’nın Şam üzerinden
derinleşen gerginliği yeni bir ‘Soğuk Savaş’a kapı aralamaktadır. Bölgesinde yaşanan sorunun çözümü
için diplomatik yolların tamamını
deneyen Türkiye bu kutuplaşmadan dolayı oldukça zor durumda
kalmaktadır. Oluşan bu yeni Soğuk
Savaş atmosferinde öncekinden
farklı olarak ekonomik çıkarlar ideolojik sebeplerin önüne geçmiş durumdadır.
Kutuplar arasındaki denklemden
kendi yaşam alanını oluşturan Esad
rejiminin devamı, şüphesiz en çok
sınır komşusu Türkiye’yi etkilemektedir. Suriye’de orantısız, düzenli
saldırılara maruz kalan Türk nüfusunun yanında, sınır köylerine sınırın
karşı tarafından mermi düşmeye
başlaması ve çatışmaların şiddetlenip iç savaşa dönüşmesi hâlinde
mülteci akınına maruz kalacağını
Suriye’de yaşanan krizi
Ortadoğu’daki nüfuzlarını
artırmak için kullanan
Rusya, Çin ve İran eksenli
Doğu Bloğu olarak
nitelendirebileceğimiz
ülkelere karşı ABD
öncülüğündeki Batı’nın
Şam üzerinden derinleşen
gerginliği yeni bir ‘Soğuk
Savaş’a kapı aralamaktadır.
hesap eden Ankara, güney sınırının birkaç farklı noktasında mülteci kampları oluşturmaya başladı.
Hâlihazırda 16 bin kadar Suriyeli,
Türkiye’ye sığınmış bulunmaktadır.
Irak tecrübesinden hareketle muhtemel mülteci akını, Türkiye’nin iç
istikrarı açısından oldukça tehlikeli
bir durum ortaya çıkarabilir.
Suriye’de Mart 2011’den beri yaşananlar Esad rejiminin sonunun geldiğinin en açık göstergesidir. Rejim
karşıtları 4 binden fazla destekçisini
yitirse de gösterilerin dozajını her
geçen gün artırmaktadırlar. Baas
rejimi, tarihî bağlar ve bölgesel
çıkarlar neticesinde oluşan Rusyaİran-Çin denkleminden güç alıp
ömrünü uzatsa da başta Türkiye
olmak üzere bölgedeki etkili diğer
aktörler Esad’ın devrilmesi noktasında kararlı ve geri adım atmayacak gibi görünüyorlar. Ordudan kopuşun yanında Baas’ın zayıflamaya
başladığı göz önüne getirilip Rusya
ve Çin’in çıkara dayalı Suriye denklemlerinin her an değişebileceği
hesaba katıldığında, Esad rejiminin
2013’ü göremeyeceğini söylemek
kehânet olmayacaktır.
SDE Asistanı*
1.
http://www.turkrus.com/haber-hatti/23973-rusya-ve-cin-veto-silahini-kullandi-suriyeye-yeni-bm-baskisi-kabul-edilmedi.html
2.
http://www.usak.org.tr/hyazdir.asp?id=989
3.
http://www.sde.org.tr/tr/kose-yazilari/1092/cinin-veto-karari-ve-suriye-endiseleri.aspx
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
65
Afganistan, Pakistan ve İran
Zirvesinden ABD’ye Mesaj
İslamabad’da gerçekleşen
üçlü zirve Afganistan
Devlet Başkanı
Hamid Karzai, İran
Cumhurbaşkanı Mahmud
Ahmedinejad ve Pakistan
Devlet Başkanı Asıf Ali
Zerdari’nin katılımıyla
gerçekleştirildi. Sonuçlarına
dikkat edildiğinde,
Üçlü Zirve’nin ABD’ye
karşı gerçekleştirildiği
değerlendirilmesi
yapılabilir. Zirveye katılan
liderler konuşmalarında
ABD’ye mesaj veren ifadeler
kullanmıştır.
66
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
A
BD açısından, özellikle son
dönemlere
bakıldığında
dünyada İran-AfganistanPakistan üçlüsünün kapsadığı
coğrafya kadar sorunlu bir bölge
yoktur. Nükleer programı dolayısıyla ABD, yıllardır İran’a siyasi ve
ekonomik yaptırım uygulamaktadır. ABD, Afganistan ve Irak savaşlarında, işgal öncesi yaptığı hesapları
tutturabilseydi, yani bu savaşları
nispeten daha ucuz bir şekilde atlayabilseydi İran’ı da işgal girişiminde
bulunabilirdi. ABD ile Afganistan
arasındaki sorunların en önemlisi
ise, ABD’nin 11 Eylül sonrası işgal
ettiği Afganistan’da askeri mücadeleyi kazanamamış olmasıdır. 10
yıldır bu ülkeye sözde istikrar getirmek için savaşan ABD, bu hedefine ulaşamamakla birlikte, 2012’de
başlayıp, 2014 yılı sonuna kadar
Afganistan’dan çekilmeyi planlıyor. Washington yönetimi, çekilme
Khalilullah RASULİ*
öncesi Taliban’la barış imzalayarak
bölgeyi kontrolü altında tutmaya
çalışıyor.
Bölgede ABD ile sıcak ilişkilere sahip olduğu düşünülen ülkelerin
başında Pakistan gelmekteydi.
Ancak ABD’nin insansız hava araçlarıyla Taliban güçlerinin saklandıklarını iddia ettiği Pakistan sınırları
içerisindeki bazı bölgelere saldırılar
düzenlemesi, Pakistan tarafında
huzursuzluk oluşturmaktadır. Pakistan, ABD’nin insansız uçaklarla
topraklarına saldırı düzenlemesine
son vermesini talep etmektedir.
Geçtiğimiz yıl ABD’nin insansız
hava araçlarının 24 Pakistanlı askeri
öldürmesinin ardından Washington ile İslamabad’ın ilişkileri donma
noktasına gelmişti. Bu bağlamda
ABD’nin, Afganistan, Pakistan ve
İran’ın en üst düzeydeki toplantısını
özenle izlediği düşünülmektedir.
Üçlü Zirve’den Doğan Gerçekler
Pakistan, Afganistan ve İran arasında üçüncüsü yapılan zirvenin ilk iki
toplantısı Mayıs 2009 ve Haziran
2011’de Tahran’da yapıldı. Ancak
sözü geçen zirvelerin sonucunda
göze çarpacak önemli bir gelişme
olmadı. Son zirvenin daha önceki
zirvelerden farkı, İran ve İsrail arasında bir savaş olasılığının geçmiş
dönemlerde bugünkü kadar büyük
olmamasıdır. Pakistan’ın ABD’ye
karşı çıkması ilişkileri donma noktasına getirmiştir. ABD ve Afganistan
hükümeti arasındaki fikir ayrılıkları
ise özellikle Taliban konusundaki
farklı düşüncelerinden kaynaklanmaktadır. Bahsi geçen konular dikkatte alındığında 17 Şubat 2012’de
gerçekleşen zirvenin geçmişteki
zirvelerden farklı olduğunu göstermektedir. Resmi programa bakıldığında üç lider, ticari ilişkilerini
geliştirmenin yanı sıra uyuşturucuyla mücadele ve terörü masaya
yatıracaklardı. Ancak bahsi geçen
gelişmeler ve zirve sonucunda üç
liderin açıklamalarına bakıldığında, farklı bir durumun ortaya çıktığı
gözlenmektedir.
Pakistan’ın başkenti İslamabad’da
gerçekleşen üçlü zirveye Afganistan Devlet Başkanı Hamid Karzai,
İran Cumhurbaşkanı Mahmud
Ahmedinejad ve Pakistan Devlet
Başkanı Asıf Ali Zerdari’nin yanı
sıra üç ülkeden çeşitli düzeylerden
personel ve her üç ülkenin de içişleri, dışişleri ve ekonomi bakanları
katılmıştır. Pakistan’da sivil iktidar
ve askerî bürokrasi arasında sorun
yaşanan bir döneme rast gelen
üçlü zirveye Pakistan Ordu Komutanı Eşvak Kayhani’nin de katılması
anlamlı bir gelişme olarak yorumlandı.
rece yardım etmesinin bu temasları
daha başarılı sonuçlandıracağını
düşündüğünü kaydetti. Bilindiği
gibi, Afganistan Cumhurbaşkanı
Karzai Pakistan’ın sivil yöneticileri
ile iyi ilişkiler içinde olmuştur, fakat
Taliban’a destek vermekle suçladığı
Pakistan ordusu ve Inter-Services
Intelligence (ISI) ile arasında genellikle gerginlikler yaşanmaktadır.
Afganistan Cumhurbaşkanı Hamid Karzai, Pakistan’a gitmeden
önce yaptığı açıklamalarda, Pakistan hükümeti ile görüşüp onların
arabuluculuğu ile Taliban’ın en üst
düzey üyeleri olan Şura-i Quite ile
görüşebileceğini ifade etmiştir.
Karzai, Taliban’ın barış sürecine katılması üzerine Pakistan’a gitmiştir.
Pakistan hükümetinden yetkililerle görüştüğünde isteğini ileten
Karzai’nin teklifi reddedilmiş; Pakistan bir kez daha Taliban’ın en üst
düzey üyeleri olan Şura-i Quite’yin
Pakistan’da bulunmasını reddetmiştir. Karzai’nin söz konusu isteğinin Pakistan tarafından reddedilmesi üzerine Afganistan hükümeti
Taliban’la barış konusunda Pakistan
hükümetinden umutlarını kesmiş;
bu çerçevede Pakistan’daki dini
liderlerle ve özellikle Taliban’ın manevi babası olarak tanınan Mevlana
Fezelhak ile görüşmüştür. Fezelhak Taliban’la görüştüğünü kabul
ederek “Eğer Afganistan hükümeti
Taliban’la görüşmenin amacını açık
Resmi programa
bakıldığında üç
lider, ticari ilişkilerini
geliştirmenin yanı sıra
uyuşturucuyla mücadele
ve terörü masaya
yatıracaklardı. Ancak
bahsi geçen gelişmeler
ve zirve sonucunda üç
liderin açıklamalarına
bakıldığında, farklı bir
durumun ortaya çıktığı
gözlenmektedir.
bir şekilde dile getirirse bu görüşmelerin gerçekleşmesi için çabalayacağım” demiştir. Fezelhak’a göre
Taliban’ın isteği yabancı güçlerin
Afganistan’dan geri çekilmesi ve
Taliban esirlerinin serbest bırakılmasıdır.
Zirve sonucunda konuşan Karzai
ise İslamabad’ın ve Tahran’ın Kabil’e
Washington’dan daha yakın olduğunu belirterek, “bölgede kargaşa
çıkmasına izin vermeyeceğiz” açıklamasında bulundu. Karzai, Taliban
ile görüşmeler konusunda ise bir
kez daha “Katar’ı istemediklerini”
ifade ederek “Eğer görüşmeler yapılacaksa bunun ya Türkiye’de ya
da Suudi Arabistan’da yapılmasını
Karzai Pakistan’a gitmeden önce
Wall Street Journal’da Taliban’la
barış görüşmelerine başlanmış
olduğunu açıklamıştır. Karzai, ayrıca, Taliban’ın ABD ve Afganistan
hükümeti ile teması olduğunu da
iddia etti. Karzai, Pakistan’ın bu süMART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
67
Karzai, Taliban ile
görüşmeler konusunda
ise bir kez daha “Katar’ı
istemediklerini” ifade
ederek “Eğer görüşmeler
yapılacaksa bunun ya
Türkiye’de ya da Suudi
Arabistan’da yapılmasını
istiyoruz” açıklamasında
Üçlü Zirve’nin Ortak Açıklaması
bulundu.
istiyoruz. Afganistan’da Taliban ile
barışın sağlanmasında Pakistan’ın
başlıca rolü oynamasını istiyoruz”
diyerek açıkladı. Zirve sonucunda
konuşan Zerdari de “olası ABD ve
İran çatışmasında Pakistan’da kara
ve hava sahasının ABD’ye açılmasına izin verilmeyeceğinin” altına
çizdi. İran ile Pakistan arasında yapılacak doğalgaz boru hattının inşası
için ABD’yi kastederek dış dayatmaları kabul etmediklerini söyleyen Zerdari, “İran gazının Pakistan’a
ulaşması konusunda kimsenin iznine bakmıyoruz ve kimseden korkmuyoruz” dedi.
İsrail ile arasında tırmanan gerginliğe karşı bölgesel destek arayan
İran lideri üçlü görüşmeyi sadece
ticaret ve uyuşturucu trafiğiyle mücadele konularıyla sınırlamamıştır. İran Cumhurbaşkanı Mahmud
Ahmedinejad yaptığı açıklamada
“Afganistan, İran ve Pakistan’daki
tüm sorunların dışarıdan kaynaklandığı” belirtti. Ahmedinejad, “Biz
her konuda, Pakistan’ın yanındayız. Üç komşu ülke olarak tüm
sorunları dış müdahale ve dayatma olmadan kendimiz çözebiliriz.
Bölgesel barışın sağlanması için
bunu yapacağız” diye konuştu.
Zirvenin dördüncüsünün Kabil’de
yapılması planlanıyor.
68
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
1-Afganistan, Pakistan ve İran Cumhurbaşkanları Arasında İşbirliği
Belgesi 17 Şubat 2012’da imzalanmıştır.
2-Üç ülkenin cumhurbaşkanları
kendilerini halkın taleplerine bağlı
hissederek, barış, güvenlik, istikrar
ve ekonomik refah gibi konularda
açıklanan hükümleri ülkelerinde
uygulayacaktır.
3-Tahran’da Mayıs 2009 ve Haziran
2011’de gerçekleşen zirvelerde alınan kararların uygulamaya geçirilmesi gerekmektedir. Buna göre;
• BM Şartı çerçevesinde üç ülkenin
de egemenlik haklarına, bağımsızlık, birlik ve toprak bütünlüğüne
saygı gösterilmesi,
• Sosyal ve ekonomik kalkınma alanında işbirliğine öncelik vermek.
• Üçlü ticaret ve mal ile serbest ticareti arttırma ve vergide
kolaylıklar
sağlamak.
• Üç ülkede de özel sektörü teşvik
etmek amacıyla ticaret ve yatırımı
artırmak için taahhütte bulunmak.
• Ulaştırma, karayolları ve demiryolları inşa etmekle iletişimi güçlendirmek.
• Enerji, madencilik, tarım ve benzeri dâhil olmak üzere çeşitli alanlarda
işbirliğini geliştirmek.
• Afgan mültecilerine saygı gösterilerek, güvenli bir şekilde topraklarına dönmelerini sağlamak için
işbirliği yapmak.
• İçişlerine karışmama ilkesine riayet
konusunda hassasiyet gösterilmesi,
• Özellikle BM şartında uluslararası
düzeyde işbirliği ve sinerji güçlendirilmesi.
• Herhangi bir ülkenin toprakları
başka bir ülkeye karşı tehdit olarak
kullanılmaz. Bu üç ülke, bu konuda
sözleşme imzalanması hususunda
anlaşmışlardır.
• Bir sonraki zirve konferansı için
üçlü işbirliği mekanizmalarını oluşturmak ve düzenlemeleri görüşmek görevi dışişleri bakanları tarafından yapılacaktır.
• Afganistan’ın yeniden yapılanmasına ve kalkınmasına yardım etmek.
• İçişleri ve Güvenlik bakanlıkları işbirliği çerçevesinde, altı
ay içinde özellikle terörle ve
uyuşturucu
ile
mücadelede
kendi alanlarındaki sınırı belirlemek için görevlendirilmiştir.
• Ekonomi ve üç ülkenin maliye bakanları üçlü ekonomik işbirliği için
teklifler hazırlamak ve sunmak zorundadır.
•Aşırıcılık, terörizm ve şiddeti ortadan kaldırmak için işbirliğini güçlendirmek, terörü kınayarak sivilleri
öldürmekten kaçınmak.
• Uyuşturucu üretimi ve kaçakçılığı
ve organize suçlarla mücadelede
işbirliği yapmak.
• Hükümetin üst düzey yetkilileri
(dışişleri bakan yardımcıları) zirvede alınan üç ülke kararlarının uygun bir şekilde yürütülmesine nezaret edecektir.
• Zirvenin dördüncüsü bu yılın sonuna kadar Kabil’de yapılacaktır.
4- İran ve Pakistan İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanları Afganistan’da
güvenlik ve barış için gerekli her
türlü yardımı sağlama taahhüdünü yineledi. Bu konuda Afganistan
Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’na
güvence verdiler.
5- Afganistan İslam Cumhuriyeti
Başkanı Hamid Karzai, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, üçüncü toplantıya ev sahipliği
için Cumhurbaşkanı Asıf Ali Zerdari
ve Pakistan Başbakanı Yusuf Raza
Gilani’ye teşekkür ettiler.
6- Üç Cumhurbaşkanı tanık olarak
bu belgeyi imzalayacaktır.
7- İslamabad’da imzalanan bildiri,
17 Şubat 2012’de İngilizce, Dari ve
Farsça hazırlanmıştır ve her üç dilde
de aynı anlamı taşımaktadır.
Sonuç
Pakistan’ın Başkenti İslamabad’da
gerçekleşen üçlü zirve Afganistan
Devlet Başkanı Hamid Karzai, İran
Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad ve Pakistan Devlet Başkanı
Asıf Ali Zerdari’nin katılması ile gerçekleştirildi. Üçlü Zirve’nin sonuçlarına dikkat ettiğimizde, sanki bu
zirve ABD’ye karşı gerçekleşmiştir.
Bu bağlamda zirveye katılan liderlerden her birinin farklı bir şekilde ABD’ye mesaj vermeleri dikkat çekicidir. Karzai, Afganistan’ın
ABD’den ziyade İran ve Pakistan’a
yakın olmasını istemekte, Taliban’la
görüşmelerde Pakistan hükümetinden ve dini liderlerden yardım
talep etmekte, ABD ve Taliban’ın
görüşmelerinin merkezi haline gelen Katar’ın başkenti Doha yerine
Türkiye veya Suudi Arabistan’ı tercih etmektedir.
Pakistan Devlet Başkanı Zerdari olası ABD ve İran çatışmasında
Pakistan’da kara ve hava sahasının
ABD’ye açılmasına izin verilmeyeceğini ifade ederek, İran ile Pakistan
arasında yapılacak doğalgaz boru
hattının inşası için ABD’yi kastederek dış dayatmaları kabul etmediklerini, İran gazının Pakistan’a ulaşması konusunda kimsenin iznine
bakmadıklarını ve kimseden korkmadıklarını açıklamıştır.
Ahmedinejad ise, Afganistan, İran
ve Pakistan’daki tüm sorunların dışarıdan kaynaklandığının, her konuda Pakistan’ın yanında olacaklarının ve üç komşu ülke olarak tüm
sorunları dış müdahale ve dayatma
olmadan çözebileceklerinin altını
çizmiştir. Üçlü Zirve’lerin 2009 ve
2011’de gerçekleştirilen ilk ikisinin
icraattan ziyade gösterişe dayalı bir
nitelik arzettiği söylenebilir.
Pakistan sivil hükümetinin ve dini
lideri Fezelhak’ın açıklamalarını
dikkatte aldığımızda, Afganistan
hükümetinin Taliban’la görüşmesi
imkânsız gözükmektedir. Pakistan
yetkilileri ve dini liderlerin açıklamalarındaki çelişkilerinden ötürü Afganistan hükümeti yine de
Taliban’la görüşme ve barışa varmak için yönünü ABD’ye çevirmek
zorunda kalabilir.
İran ve Pakistan arasındaki sorunlara bıkıldığında, her iki liderin birbirlerine vermiş olduğu sözleri yerine
Karzai, Afganistan’ın
ABD’den ziyade İran ve
Pakistan’a yakın olmasını
istemekte, Taliban’la
görüşmelerde Pakistan
hükümetinden ve dini
liderlerden yardım
talep etmekte, ABD ve
Taliban’ın görüşmelerinin
merkezi haline gelen
Katar yerine Türkiye veya
Suudi Arabistan’ı tercih
etmektedir.
getirmeleri, Afganistan’da barış ve
istikrarın sağlanması konusunda
Pakistan’ın destekte bulunması gibi
inandırıcılığı şüpheli açıklamalar
olarak görülmektedir.
Birbiriyle hiç bağdaşmayan konularda taahhütlerin verildiği zirvede,
Afganistan hükümeti ABD ile stratejik işbirliği imzalamanın hazırlığı
içinde, Pakistan ABD ile ilişkilerini
düzeltme çabasında, İran ise bu iki
ülke ile ABD’ye karşı bir birlik kurma çabasındadır. Sözü geçen üçlü
zirvenin politik açıdan kayda değer
bir sonuç vermesi beklenmemektedir. Ancak ekonomik açıdan, özellikle Pakistan-İran ekonomik ilişkileri için bir gelişme sayılabilir.
SDE Afganistan Uzmanı*
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
69
Balkanlara Bahar
Gelecek mi?
Selvet ÇETİN*
Balkan ülkelerinin AB’yi
adeta sihirli bir değnek
gibi görmeleri yanıltıcı
bir siyasi refleks olarak
nitelendirilmektedir.
Dolayısıyla AB’deki derin
siyasi ve ekonomik krizin
Birlik ülkelerinde meydana
getirdiği hoşnutsuzluk bir
yana, Balkan ülkelerindeki
yapısal sorunlar şayet iç
siyasi dinamikler yoluyla
çözülemez ise bölgesel
gerilimin boşaltılması zor
görünmektedir.
70
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
S
on iki yılda dünyada büyük
yankı uyandıran ve İslam coğrafyasındaki otoriter rejimlerin
çöküşünü hızlandıran Arap halk
isyanları devam ederken, Balkan
ülkelerindeki siyasi ve ekonomik istikrarsızlıkların yaygın düzeyde toplumsal hoşnutsuzluğa yol açmasıyla birlikte muhalif oluşumların kitleleri harekete geçirerek köklü siyasi
değişimlerin gerçekleşmesine ön
ayak olacağı bir sürece girildiği sıklıkla ifade edilmektedir. Peki Balkan
Baharı olarak adlandırılabilecek ve
bütün bölgeyi kuşatacak ölçüde bir
sistem değişikliğinin yaşanmasına
neden olacak halk hareketlerinin
yaşanma olasılığı nedir?
Siyasi, dini ve etnik çekişmenin hiç
bitmediği ve bu ihtilafların birçok
kez kanlı savaş ve çatışmalara zemin hazırladığı Balkanlar’da 19901995 döneminde yaşanan büyük
trajediden sonra aralarında Sırbis-
tan, Bosna-Hersek, Makedonya ve
Bulgaristan’ın da bulunduğu birçok ülke demokratik sisteme geçişi hızlandırmak için AB ile üyelik
müzakerelerine başlamıştır. Esasen
Avrupa’nın ortasında bir daha 1992
Savaşı’na benzer ağır yıkımların
tekrarlanmasını istemeyen Birliğin söz konusu riskleri azaltmak
amacıyla Batı Balkan ülkelerini
ilerleme sürecine dahil etmek istediği bilinmektedir. Bulgaristan ve
Hırvatistan’ın ardından diğer ülkelerin de ev ödevlerini yerine getirerek birliğe katılmak istemeleri, bölgede dinamik bir AB müzakere sürecinin yaşandığını göstermektedir.
Bununla birlikte nüfus yoğunluğu
ve ekonomik yapısı itibariyle AB’nin
yapısı bakımından önemli bir risk
oluşturmayan Balkan ülkelerinin
Birliği adeta sihirli bir değnek gibi
görmeleri ise yanıltıcı bir siyasi refleks olarak nitelendirilmektedir.
Dolayısıyla AB’nin içinde bulundu-
Avrupa Komisyonu
tarafından hazırlanan
raporda Bulgaristan’ın
makroekonomik
dengelerindeki
sağlıksız duruma dikkat
çekilmekte ve en riskli
AB ekonomilerinden
biri olarak
nitelendirilmektedir.
ğu derin siyasi ve ekonomik krizin
Birlik ülkelerinde meydana getirdiği hoşnutsuzluk bir yana, Balkan
ülkelerindeki yapısal sorunlar şayet
iç siyasi dinamikler yoluyla çözülemez ise bölgesel gerilimin boşaltılması zor görünmektedir.3
Bulgaristan’ın Kabusu:
Yolsuzluk
Totaliter rejimin karanlık sayfalarını kapatmak ve geçmişle yüzleş-
mek adına önemli adımlar atan
Bulgaristan’da gerçekleşen reform
süreci, ülkeyi AB üyeliğine taşımakla birlikte azınlıklarla ilgili çerçeve
yasalar hala uluslararası hukuki
standartları
karşılamamaktadır.
Geçmişte Türk azınlığa karşı işlenen
suçların soruşturulmasında yasal
süre aşımı ve cezasızlık sorunu gibi
önemli hukuki problemler güncelliğini korumaktadır. Her ne kadar
Bulgaristan hükümetinin geçmişle
yüzleşme kararı alması memnuniyet verici olsa da bu yüzleşme süreci azınlıkların ihlal edilen haklarının,
mülklerinin ve diğer kayıplarının
iadesini kapsayacak şekilde ilerlemek zorundadır. Ülkedeki etnik
Türk toplumunun siyasi haklarını
korumak üzere kurdukları Haklar
ve Özgürlükler Hareketi’nin varlığı
önemli bir güvence olmakla birlikte
son yıllarda Bulgar milliyetçi gruplarının yürüttükleri ırkçı kampanyaların yaygınlaştığı ve Türk azınlığa
karşı şiddet eylemlerinin artmakta
olduğu dikkatlerden kaçmamaktadır. Bulgaristan uluslararası hukukta öngörülen azınlık reformlarına
devam ederek farklı etnik ve dini
azınlık gruplarının haklarını yasal
güvenceyle korunma altına alma
başarısını göstermelidir.
Bulgaristan’ın yolsuzlukla mücadele konusunda sınıfta kaldığı ve bu
konuda Birlik içindeki kötü sicilini
koruduğu bilinmektedir. AB’nin yolsuzlukla mücadele kurumu OLAF’ın
açıkladığı 2010 yılı raporuna göre
yolsuzluk konusunda en çok soruşturma açılan Birlik üyesi ülkeler
arasında Bulgaristan 81 soruşturma
ile ilk sırayı almaktadır.1Yolsuzluk ve
buna bağlı suçlarla mücadelede
başarılı olamadığı gerekçesiyle AB
Komisyonu Bulgaristan’a yönelik
kalkınma amaçlı yardım fonlarını
sık sık askıya almaktadır. Komisyon ülkedeki tarım ve ulaşım gibi
sektörlerin altyapısını geliştirmeye
yönelik yatırımlara ayrılan bütçenin
amacına uygun kullanılıp kullanılamayacağından emin olamadığı
gerekçesiyle yardımları dondurduğunu açıklamaktadır.
Avrupa Komisyonu tarafından
hazırlanan bir başka raporda ise
Bulgaristan’ın
makroekonomik
dengelerindeki sağlıksız duruma
dikkat çekilmekte ve en riskli AB
ekonomilerinden biri olarak nite-
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
71
Bölgenin en önemli
sorunlarından biri olan
yolsuzluk konusunda
sağlam bir yasal
çerçeveye sahip olmasına
rağmen Kosova’nın
siyasi kurumları
arasındaki iletişim ve
koordinasyon eksikliği
yolsuzlukla mücadeleyi
güçleştirmektedir.
lendirilmektedir. Kamu ve özel sektör borçları, sermaye akışı, yatırımlar ve ihracat gibi birden fazla faktörün ele alındığı raporda Bulgaristan
ekonomisi “aşırı dengesiz” olarak
görülmektedir.
Bosna-Hersek’te Ekonomik ve
Siyasi Kriz
Siyasi belirsizlikten kurtulmaya çalışan Bosna-Hersek bir yandan Sırp
etnik milliyetçilerinin bölünme tehditleriyle uğraşırken diğer taraftan
mali sorunlarla mücadele etmeye
çalışmaktadır. Sırp Cumhuriyeti
yetkililerinin kuzeydeki ayrışmayı
derinleştirmekte ısrarcı olmaları,
ülkenin zaten pamuk ipliğine bağlı
siyasi yapısını gittikçe zora sokmaktadır. Ocak 2012’de yayınlanan verilere göre Bosna-Hersek’teki toplam
işgücünün yüzde 43,5’inin işsiz
olduğu ve bu oranın son dört yılın
en yüksek seviyesini oluşturduğu
ifade edilmektedir.2
Siyasi çekişmenin sonuçlarından
biri olan katı bürokratik uygulamalar nedeniyle ekonominin sağlıklı olarak gelişemediği ülkede iş
yapmak isteyen şirketler büyük
sorunlarla karşılaşmaktadır. Hem
Bosna-Hersek Federasyonu ve
hem de Sırp Cumhuriyeti’nde iş
yapmaya çalışan ticari işletmelerin
aylarca izin almak için beklediği ve
yatırım maliyetlerinin çok yüksek
72
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
olduğu dile getirilmektedir. 2008
yılında imzalanan İstikrar ve Ortaklık Anlaşması ülkenin tek bir ekonomik saha olarak AB’ye katılmasını
öngördüğü halde idari bütünlük
sağlanamadığı için bu öngörünün
gerçekleşmesi oldukça zor görünmektedir.3
Kısacası, Bosna-Hersek’te siyasi
kutuplaşmaya kalıcı çözüm bulunmadığı takdirde ekonomik göstergelerin iyileşme ihtimali de oldukça
zayıftır. Bu durum toplumsal hoşnutsuzluğun artmasına yol açabileceği gibi sadece yönetime karşı
değil, etnik kesimlerin birbirlerine
karşı olan öfkesinin de kabarmasına neden olacaktır.
Kosova’yı Zorlayan Sorunlar
Henüz bağımsızlığının 4. yılını
kutlayan genç bir devlet olarak
Kosova’nın Sırbistan ile yaşadığı sı-
nır sorunları çözülmeyi beklerken,
Sırp azınlığın Priştine yönetimini tanımama yönündeki kararı ülkedeki
Arnavut-Sırp restleşmesini her an
sıcak bir çatışmaya dönüştürebilir.
Siyasi belirsizlikle ve yükselen etnik
milliyetçi dalgayla baş etmek, Kosova yönetimi için en öncelikli konu
gibi görünse de yüksek işsizlik oranı
ve yoksulluk sorunu ülkeyi kritik bir
sürece sokmaktadır.
Kosova diasporasını oluşturan Avrupa’daki işçilerin ülkeye gönderdikleri dövize bağımlı hale gelen
ekonomik yapının uluslararası yardımlar olmadan ayakta durması
imkansız gibi görünmektedir. Hukuki ve siyasi karmaşa aynı zamanda kötü bir altyapıya sahip olan
Kosova’ya dış yatırımların gelmesini ve istihdama yönelik üretim
alanları oluşturulmasını engellemektedir. Büyük çoğunluğu düşük
eğitimli gençlerden oluşan işsizlik
oranının yüzde 45 seviyesinde olduğu Kosova’da yüksek gıda fiyatları ve tüketim vergilerine yapılan
fahiş zamlar halkın ve esnafın belini
bükmektedir. İthalat ve ihracat arasındaki büyük açığın kapatılması
bakımından ciddi önlemlerin alınması gerektiği ifade edilmektedir.4
Bölgenin en önemli sorunlarından
biri olan yolsuzluk konusunda sağlam bir yasal çerçeveye sahip olmasına rağmen Kosova’nın siyasi kurumları arasındaki iletişim ve koordinasyon eksikliği yolsuzlukla mücadeleyi güçleştirmektedir. Özellikle kamu kurumlarında yaygın
olan yolsuzluğun temizlenebilmesi
için kararlı bir siyasi iradeye ihtiyaç
duyulmaktadır. Bosna-Hersek’te
yaşanmakta olan siyasi ve ekonomik sorunlarla benzerlik gösteren
Kosova’daki mevcut koşulların yakın vadede düzelmemesi halinde
Priştine yönetimini zor günler beklemektedir.
Sırbistan: İki Arada Bir Derede
Dayton Anlaşması’nın imzalanmasından 16 yıl sonra Sırbistan hala
çözülmesi gereken önemli sorunlarla karşı karşıyadır. Bosna savaşında yaşanan insani felaket nedeniyle özür dileyen, savaş suçlularını
Lahey mahkemesine teslim eden
Belgrat yönetiminin Bosna-Hersek
ve Kosova ile ilişkilerini normalleştirme yönünde daha fazla çaba harcaması gerekmektedir. AB ile üyelik
müzakerelerini yürütmekte olan
Sırbistan’ın, savaş sonrası dönemde
bölge ülkeleriyle kalıcı barışın sağlanması bakımından ağır sorumluluğu bulunmaktadır. Özellikle Sırp
azınlık toplumlarının her iki ülkeyi
siyasi kaosa sürükleyecek eylemlerine karşı Belgrat yönetiminin kilit
bir rolü söz konusudur.
Bunun yanı sıra bölgedeki sınırların uluslararası hukuk çerçevesinde
hala belirlenememiş olması, ulusal
mahkemelerin önüne gelen savaş
suçu davalarının işleme konmasında yaşanan güçlükler ve savaş
öncesi mülklerin sahiplerine iade
edilmesi gibi bir dizi önemli konu
çözülmeyi beklemektedir. Sınır
sorunları yüzünden üç ülke arasındaki malların serbest dolaşımında büyük zorluklar yaşandığı gibi
kimlik ve pasaport kullanımındaki
ağır bürokratik kısıtlamalar üç ülke
vatandaşlarının günlük yaşamlarını
karmaşık hale getirmektedir. Sırbistan Cumhurbaşkanı Boris Tadiç
ve Bosna-Hersek Cumhurbaşkanlığı Temsilcisi Haris Silayciç’in 2010
yılında imzaladığı İstanbul Deklarasyonu, bölgenin çok dinli ve çok
kültürlü karakterinin korunması yönünde adım atılmasını öngörmesine rağmen Belgrat yönetiminin
Bosna-Hersek politikalarında ciddi
tutarsızlıklar yaşanmaktadır.
2001 yılında Yolsuzlukla Mücadele
Konseyi’ni oluşturan Sırbistan’da
yargı kurumlarının suça karışan
kamu yöneticilerine karşı etkin bir
soruşturma yürütmesine siyasi güç
merkezlerince engel olunmaktadır.
Uyuşturucu trafiğini ve yasadışı yollardan elde edilmiş para transferini
kontrol eden mafyaya karşı Belgrat
yönetimi giderek daha etkisiz bir
mücadele sergilemektedir. İşsizlik,
hayat pahalılığı ve üretim kayıpları
gibi temel ekonomik sorunlar Sırp
toplumunu daha milliyetçi bir çizgiye doğru itmektedir. Dolayısıyla
Belgrat yönetiminin gerçekleştirmek zorunda olduğu reformların
sadece ülkedeki durumu değil bölgeyi de kapsayan bir etki meydana
getireceği söylenebilir.
Makedonya’da İşsizlik ve
Milliyetçilik Yükseliyor
Makedonya’nın Yunanistan ile arasındaki isim sorunu dışında uğraşması gereken çok daha önemli
konuların sayısı hızla artmaktadır.
Ülkedeki en büyük azınlık toplumunu oluşturan Arnavutlarla ilişkilerde sürekli bir tedirginlik yaşayan
Makedonlar, Kosova’nın bağımsızlığıyla birlikte derinleşen bölünme
kaygılarına daha çok sahip olmaya
Tiran yönetimi, Türkiye
ve İsrail arasındaki
gerginliğin Ankara ile
olan geleneksel ilişkilere
zarar vermeyeceğini
açıklamak zorunda kalsa
da ortaya çıkan tablonun
pek iç açıcı olduğu
söylenemez.
başlamıştır. Böyle olunca da farklı etnik gruplar arasında milliyetçi
duyguların yükselmeye başladığı
yeni bir döneme girilmektedir. Benzer şekilde Türk azınlık toplumu da
temel hak ve özgürlükler kapsamında taleplerini ifade etmekte ve
çeşitli alanlarda gündeme gelen
ayrımcılığa karşı çıkmaktadır.
Resmi kayıtlara göre ülkedeki işsizlik oranı %30 olarak ifade edilse de
işsizlerin büyük kısmı gençlerden
oluşmakta ve kayıt dışı ekonomide istihdam edilmektedir. Meslek
edindirme kurslarıyla vasıfsız genç
nüfusa iş alanı açmaya çalışan Üsküp yönetimi belli başlı sektörlerde
iş gücü ihtiyacını karşılamak istemektedir. Bununla birlikte ülkeye
yasadışı yollardan ciddi miktarlarda kara para transferi yapıldığı ve
kayıt dışı sektörlerde bu paraların
aklandığı ifade edilmektedir. Makedonya yönetiminin 2002 yılında kurduğu Yolsuzlukla Mücadele
Komisyonu’nun soruşturma yetkisi
olmaması ve sadece ilgili kurumlara
tavsiyelerde bulunabilmesi, organize suçlarla mücadeleyi işlevsiz hale
getirmektedir.
Arnavutluk-İsrail İlişkisinde
Ekonomik Boyut
Arnavutluk son dönemde yaşadığı
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
73
Sonuç
Arap Baharı’yla birlikte yeniden
gündeme gelen ve adalet, özgürlük ve toplumsal refahın gerçekleşmesi doğrultusunda ortaya çıkan
taleplerin rejim değişiklikleriyle
sonuçlandığı günümüzde çalkantılı
bir geçiş süreci yaşayan Batı Balkan
ülkelerinin siyasi ve ekonomik göstergeleri, son derece sağlıksız ve
istikrarsız bir duruma işaret etmektedir. Temel sorun alanlarını oluşturan; hukuk düzeninin sağlanamayışı, etnik ve dini kutuplaşmanın
derinleşmesi ve milliyetçiliğin yükselmesi gibi etkenler, Balkanlar’daki istikrar arayışlarını umutsuzluğa
sürüklemektedir.
iç siyasi bunalımı aşmaya çalışırken İsrail ile siyasi yakınlaşma politikalarına hız vermektedir. Geçen
yıl gerçekleşen karşılıklı ziyaretlerin ardından Başbakan Sali Berişa,
Filistin Yönetimi’ni tek taraflı bağımsızlık çabaları nedeniyle eleştirmiştir. Şüphesiz iki ülke arasındaki yakınlaşmadan en çok istifade
edecek olan güç İsrail olacak ve
Balkanlar’daki ekonomik çıkarlarını
korumak için işbirliği alanını genişletmeye devam edecektir. Enerji,
tarım, güvenlik, turizm ve bilgi teknolojileri sektörlerinde yapılacak
yatırımlar için Arnavutluk makamlarının İsrail firmalarına oldukça
cazip fırsatlar sundukları bilinmektedir. Yakın tarihte Arnavutluk’un
Adriyatik denizindeki karasularında
1 milyar varil petrol elde edilebilecek rezervlerin keşfedildiği iddia
edildiğine göre bu yakınlaşmanın
nedenleri daha iyi anlaşılmaktadır.
Balkan coğrafyasında etnik olarak
önemli bir ağırlığı bulunan Arna1.
2.
3.
4.
74
vutların ana vatanı konumundaki
Tiran yönetimi, Türkiye ve İsrail arasındaki gerginliğin Ankara ile olan
geleneksel ilişkilere zarar vermeyeceğini açıklamak zorunda kalsa da
ortaya çıkan tablonun pek iç açıcı
olduğu söylenemez. Dolayısıyla
Türkiye’nin Arnavutluk yönetimiyle
ilişkilerinde İsrail faktörünü dikkate
alarak bir strateji belirleyecek olması gayet normaldir. Öte yandan
Arnavutluk, tüm bölgenin ortak
sorunu olan yüksek işsizlik ve yoksulluk sorunu ile baş edebilmek için
dış yatırımlara ihtiyaç duymaktadır.
Ancak ulusal ekonomik göstergeler
bu tür yatırımların beklenenden
çok daha az gerçekleştiğini göstermektedir. Şu sıralar “Balkanlar’ın
Kuveyt’i” olacağına dair senaryolar
üretilen Arnavutluk’ta şayet kısa
vadede siyasi ve ekonomik iyileşme sağlanamaz ve yolsuzlukla mücadeleden sonuç alınamazsa, katı
milliyetçi akımların hızla güçleneceği ve bölgede yeni krizlerin yaşanacağı öngörülmektedir.
Ülkelerdeki yetersiz siyasi ve ekonomik alt yapının tekrar güçlü biçimde oluşturulabilmesi için dış
desteklerden ziyade iç dinamiklere
dayalı siyaset üretilmelidir. Eşitlik,
şeffaflık ve katılımcılık ilkelerine
dayanmayan yönetimler, imtiyazlı
sınıfların oluşmasına çanak tutarak
fırsat eşitliğinin sağlanmasını engellemektedir. AB’nin süreklilik halindeki dış yardımları, uluslararası
ölçekte rekabet şansı pek olmayan
Batı Balkan ülkelerinin ekonomilerini daha da bağımlı hale getirmektedir. Yolsuzluk, işsizlik ve organize
suçlarla mücadele edebilecek yöntemler hayata geçirilmediği sürece
bölge ülkelerindeki siyasi çürümenin önü alınamayacaktır. Bu yüzden bölgedeki yönetimlerin Arap
Baharı isyanlarından ders çıkararak
toplumsal talepleri karşılamak üzere reform süreçlerini hızlandırmaları ve demokratik işleyişi güçlendirmeleri gerekmektedir.
Araştırmacı*
http://www.euractiv.com.tr/yazici-sayfasi/article/ab-yolsuzluk-raporunda-bulgaristan-ve-italya-liste-basi-021920
Bakınız.Bosna-Hersek Ulusal İstatistik Bürosu. http://www.bhas.ba/index.php?lang=en
Bakınız: International Alert. “Bosnia and Herzegovina: Doing Business to Cement Peace / Bosna-Hersek:Barışı Pekiştirmek İçin Ticaret” http://www.international-alert.org/sites/
default/files/publications/12_section_2_Bosnia_Herzegovina.pdf
http://www.setimes.com/cocoon/setimes/xhtml/tr/features/setimes/articles/2009/05/18/reportage-01
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
SD Haber
Avrupa Yabancı
Düşmanlığını Nasıl Aşacak?
Stratejik Düşünce
Enstitüsü’nde Başbakan
Yardımcısı Prof. Dr. Beşir
Atalay’ın katılımıyla
“Medeniyetler İttifakı Yol
Ayrımında mı? Avrupa’da
Yükselen Yabancı
Düşmanlığı, Irkçılık ve
İslamofobi” baslıklı bir
sempozyum düzenlendi.
Sempozyuma CHP Bursa
Milletvekili Doç. Dr. Aykan
Erdemir de konuşmacı
olarak katıldı.
16 Şubat 2012 tarihinde SDE Konferans Salonunda gerçekleştirilen
Sempozyumun açılış konuşması
SDE Başkanı Prof. Dr. Yasin Aktay
tarafından yapıldı. Aktay konuşmasında özetle şunları söyledi:
“Yaklaşık yirmi yıl önce Samuel
Huntigton’ın “Medeniyetler Çatışması” makalesi yayınlandı. Yine
benzer bir şekilde Francis Fukuyama dünya tarihinin son bulduğunu
açıklamıştı. Tarih, Huntigton’u biraz
haklı çıkardı çünkü ABD dünyayı bir
medeniyetler çatışmasına doğru
sürükledi. SDE olarak biz yeni bir
Türkiye ve yeni bir dünya vizyonuna sahibiz. Dolayısıyla medeniyetler ittifakı projesine öncülük etmiş
bir ülke olarak Türkiye’nin dünya
barışına katkı sağlaması bizim vizyonumuza uygundur.”
“Tarihsel
olarak
bakıldığında
Avrupa’nın kendi içinde farklı kül-
türleri bir arada tutması bir başarıdır. Avrupa Birliği projesini de çokkültürlülüğü başarabildiği ölçüde
gelecek için olumlu, ümit verici
bir proje olarak gördük. İçinde bir
Müslüman ülkeyi veya toplumu
barındırabilme kapasitesi veya performansı AB için asıl büyük başarıyı
oluşturacaktır.”
“SDE’deki uzman arkadaşlarımız
Avrupa’daki durumu “Avrupa’nın
kendine dönen silahı” başlığı altında ifade ettiler. Avrupa’da yükselen dışlayıcılık ve ayrımcılığın AB
için ne tür riskler içerdiğini tespit
etmek ve uyarmak görevini yerine
getiriyorlar. Amaç zaten yeterince
kaygı verici boyutlara ulaşmış olan
içe kapanmacı eğilimleri daha da
beslemek değil sadece bir parçası
olduğumuz AB sürecinin bizim tarafımızdan görünen ve yaşanmakta olan yanına ışık tutmaktır.”
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
75
SDE Uzmanı Zeynep Songülen
İnanç ise sunumda, Araştırmacı
Selvet Çetin ile birlikte hazırladıkları
“Avrupa’nın Kendine Dönen Silahı:
Dışlayıcılık ve Ayrımcılık” analizinin
tanıtımını yaptı. İnanç konuşmasında şu noktalara değindi:
“Temmuz ayında Norveç’te yaşanan Breivik katliamından sonra
Avrupa’da nefret suçlarının tekrar
ortaya çıktığını görüyoruz. Bu durum korkulardan beslenmektedir.
Biz çalışmamızda bu korkuların nedenlerini ortaya koymaya çalıştık.
11 Eylül sonrası ayrımcılık islamofobi üzerinden yükseldi. Özellikle Van
Gogh cinayeti gibi olaylar İslam’la
ilgili korkuların ortaya çıkmasına
neden oldu. İslam korkusu, öteki76
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
leştirme politikalarının sonucunda
bir güvenlik sorunu olarak ortaya
çıktı. Avrupa’da son derece yapısal
bir sorunla karşı karşıyayız. Buradaki sorun aşırı sağın merkeze kaymasıdır. Çok kültürlülük söylemsel
düzeyde kalmaktadır. Ayrımcılık
ve dışlayıcılığın Avrupa’da özellikle
toplumsal alanda kabul ediliyor olması sorun teşkil etmektedir. Burada siyasal iradeye önemli bir görev
düşmektedir”
Atalay: Medeniyetler İttifakı,
Dünyanın Barış Güvencesidir
Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Beşir Atalay ise açılış konuşmasında
medeniyetler ittifakı projesi ve bu
projede Türkiye’nin oynadığı rolü
anlattı. Atalay, ‘’Bu dönem, tabula-
rın, yasakların kalktığı, her düşüncenin, her inancın kültürün değerli
olduğu, saygı gördüğü ve herkesin
devletine güvendiği bir yapıyı inşa
dönemidir.’’ dedi.
Projenin
eş
başkanlarından
İspanya’da yeni bir hükümetin kurulduğunu, bu hükümetin de ajandasında medeniyetler projesinin
yer aldığını ifade eden Atalay, ‘’Bu
projeye yeni dönemde öncekinden daha fazla ağırlık vereceğiz. Şu
anda projeyi 110 ülke destekliyor.
Proje kapsamında kurulan dostluk
grubunda uluslararası önemli 20
kuruluş da rol almıştır. Türkiye bu
projeye eşbaşkanlık yapıyor. Bu,
Türkiye için önemli bir misyondur’’
diye konuştu.
Farklılıkları bir çatışma gerekçesi
olarak görmenin, bunlar üzerinden
siyaset üretmenin medeniliğe aykırı olduğunu vurgulayan Atalay,
‘’Türkiye kaynağı ne olursa olsun,
terörün her türlüsüne karşıdır’’ dedi.
Atalay, ‘’Türkiye’de dar bakışları,
kavgaları, tabuları, yasakları ortadan kaldıracak büyük adımlar attık.
Her şeyiyle açık topluma ulaşmayı,
ileri demokrasiyi hedef olarak aldık,
çünkü özgür insan ancak açık toplumda kendini gerçekleştirebiliyor.
Çok sesliliği, çok renkliliği korumak
bizim misyonumuz oldu. Bunu başaran ülkeler güçlü ülkeler, güçlü
toplumlardır’’ dedi. Türkiye’de, geçmiş dönemde devletin toplumun bazı kesimlerine karşı
güven sarsıcı tutum içerisinde olduğunu, hak ve hukuka bazen riayet edilmediğini ifade eden Atalay,
şöyle devam etti:
Farklı dinlere, kültürlere ve etnik yapılara mensup kişiler arasındaki bilgi eksikliğinin, korkuya ve şüpheye
düşürebildiğini, hatta dünyayı en
korkunç silahlar kadar tehdit edebildiğini kaydeden Atalay, Medeniyetler Arası ittifak projesiyle Batılı
ülkelerle İslam ülkeleri arasında
korkuların ve şüphelerin ortadan
kaldırılarak, diyalog yolunun açılmasının amaçlandığını dile getirdi.
Türkiye’nin eş başkanlığını yaptığı Medeniyetler Arası İttifak
Projesi’nin, dünyanın en önemli barış güvencesi olduğuna işaret eden
Atalay, projenin Türkiye için çok
önemli bir misyon olduğunu, bu
konuda birçok toplantı yapıldığını
anlattı.
‘’Şimdi tekrar bu dönem, tabuların,
yasakların kalktığı, her düşüncenin
her inancın kültürünün değerli olduğu, saygı gördüğü ve herkesin
devletine güvendiği bir yapıyı inşa
dönemidir. Gerçekten vatandaşın
devletine güveni artıyor. Biz bunları
pek çok araştırmayla da test ediyoruz. Her icraatımızı, her gelişmeyi
kamuoyuyla paylaşıyoruz. Ulusal
düzeyde insan haklarının genişletilmesi, temel hak ve özgürlüklerin
güvence altına alınması en önemli
hedefimiz oldu. Bölgesel ve küresel
düzeyde medeniyetler arası ittifak
girişimlerinde üstlendiğimiz öncü
rol tek bir amaca matuftur; insan
onuruna ve izzetine yakışır bir hukuk, siyaset, toplum ve kültür düzenini inşa etmek. Türkiye, bölgesinde
ve uluslararası alanda demokratikleşme adımları atarak adeta model
ülkelerden biri olmuştur.’’ Anayasa Çalışmaları Anayasa çalışmalarının tüm hızıyla devam ettiğini bildiren Atalay,
‘’Bu anayasa çalışması, başarıya
ulaşmak zorunda. Tabii Stratejik
Düşünce Enstitüsü de bu konuda
çalışmalar yaptı. Bütün sivil toplum
kuruluşları katkı vermeye çalışıyor.
Meclis, şu anda bu konuda koordinasyonu yürütüyor. Partide de bir
ekibimiz var, Anayasa çalışmasını
desteklemek amacıyla. Biz bu çalışmanın motoru olmak durumundayız’’ diye konuştu.
12 Haziran seçimi öncesinde bütün
partilerin anayasa değişikliği vaat
ettiğini anımsatan Atalay, şunları
kaydetti:
‘’Toplumda bütün kesimlerde ilk
defa böyle güçlü bir umut gelişti.
24. Dönem Parlamento, anayasayı
yapacak. Bu değiştirme değil, yeni
bir anayasa yapmaktır. Şu anda
düşünce hayatında, düşünceyi ifadede toplumsal hayatın her kesiminde büyük bir rahatlama var. AK
Parti iktidarları döneminde birçok
yasal düzenleme de yapıldı, ama
bu rahatlamanın önemli bir kısmı
halen uygulamayla ilgilidir. Çok
sesliliği, çok renkliliği, insan haklarını güvence altına almak, ileri düzenlemeyi gerçekleştirmek için bu
Anayasa değişikliğinin yapılması
lazım. Bunu hepimiz önemseyelim,
vatandaşlarımız da partilerine bu
hedefleri asla unutturmasınlar.’’
İnsan Hakları Kurulu’nun kurulmasıyla ilgili de 60. hükümet döneminde çalışma yapıldığını hatırlatan Atalay, kurulun oluşturulmasıyla ilgili tasarının daha önce Meclis’e
ulaştığını, ancak seçimler dolayısıyla gerçekleşmediğini, bu yüzden
tasarının yenilenmesi için çalışma
yapıldığını bildirdi.
Atalay, ‘’İnsan Hakları Kurulu’nu
kuracağız. Bu konuda da çalışmalarımız devam ediyor. Burada ombudsmanlığın ülkemizde büyük
önemi var. Ombudsmanlığın esas
yasası çıkmadı, bu yasanın üzerinde
de çalışmalar yapıyoruz. Çok önemli gördüğümüz Ayrımcılıkla Mücadele Kurulu’nun kurulması için de
geçen dönem İçişleri Bakanıyken
çalışmalarını bitirip Başbakanlık’a
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
77
sunmuştuk. Bu dönem bunun üzerinde de çalışılıyor’’ ifadelerini kullandı.
‘’Avrupa Kendi İçinde Darlık
Yaşıyor’’
AB ile ilgili de değerlendirmede bulunan Atalay, ‘’AB, bu konuda iyi bir
model ortaya koyabilirdi. Onu başaramadı, ama halen elinde fırsat var.
Başbakanımızın ifade ettiği gibi AB,
bir din birliği değildir. Türkiye’nin
oraya girmesi çok önemli. Çünkü
AB’ye yeni bir yapı ve yeni bir anlam
yükleyecek’’ diye konuştu.
Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinde
bir yavaşlama olduğunu ve Türkiye
olarak bu süreçte gereken çabayı
gösterdiklerini vurgulayan Atalay,
‘’Önümüzde Kıbrıs’tan dolayı bir
siyasi sıkıntı var. Bu bizim sorumuz
değil, AB’nin sorunudur. Dolayısıyla onlar bu tıkanıklığı aşmak durumundadır’’ tesbitinde bulundu.
AB’nin Türkiye için daima önemli
bir konu olduğunu dile getiren Atalay, sözlerini şöyle sürdürdü:
‘’Biz 2002’de hükümet olduğumuzda önümüze koyduğumuz en
hızlı projelerden birisi AB projesi
olmuştur. AB ile ilgili süreçlere çok
hızlı başladık. AB’ye şöyle de baktık; AB süreci Türkiye’nin demokratikleşmesinde olumlu bir rüzgar
olmuştur. Biz o zaman da bunu
düşünüyorduk. Türkiye’deki demokratikleşme adımlarını kendi iç
mekanizmalarımızla atmakta zorlanabilirdik. AB rüzgarı bize destek
vermiştir. Bu manada biz AB’den
çok faydalandık, çok faydasını gördük. AB sürecini Türkiye olarak yürütüyoruz ve biz burada ortaya bir
mazeret koymayacağız. Çalışmalarımızı titizlikle sürdürüyoruz. Umarız Avrupa’da giderek artan ırkçılık,
dar bakış yasaklar, korkular bunlara
engel olmaz. Avrupa kendi içinde
daralma yaşıyor, hem ekonomik
daralma yaşıyor hem demokratikleşme konusunda gerçekten daralmalar yaşıyor. Bu konularda Türkiye,
78
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
Avrupa’dan daha ileri adımlar atıyor
ve atacağız, biz devam edeceğiz. Bu
konularda asla daralma olmayacak.’’
“Dünya, tabulardan, yasaklardan
ve korkulardan kurtulduktan sonra
rahatlayacaktır. ‘Türkiye’de de iktidarımızın en önemli hedefleri, en
önemli adımları bu sayede gerçekleşmiştir. Tabular kalktıkça korkular da kalkmaktadır. Bu adeta ikisi
birbirini besliyor. Anlama artıkça,
korkular azalıyor. Türkiye bu süreci
sürdürecek. Güvenli bir yerdeyiz,
olumlu bir yerdeyiz. Demokrasi
açısından, insan hakları açısından,
özgürlükler açısından biz şu anda
iyi bir yerdeyiz. İnsanı merkeze alan
bir sistemi giderek geliştiriyoruz. Bu
konuda hem ülkemizde hem de
dünyada çabalarımızı sürdüreceğiz.’’
Toplumsal Barış Aracı Olarak
Siyaset
Açılış konuşmalarının ardından
“Toplumsal Barış Aracı Olarak Siyaset” konulu ilk oturuma geçildi.
Bu oturumu SDE Uluslararası İlişkiler Koordinatörlüğü, Koordinatör
Yardımcısı Doç. Dr. Murat Erdoğan
yaptı. Oturumda Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı Başkan Vekili
Mehmet Altuntaş, CHP Bursa Milletvekili Doç. Dr. Aykan Erdemir ve
İnsan Hakları İnceleme Komisyonu
Başkanvekili ve AK Parti Amasya
Milletvekili Prof. Dr. Naci Bostancı
birer konuşma yaptılar.
Doç. Dr. Murat Erdoğan çok kültürlülüğün evrensel gerekliliği ve ülkemiz için önemi bunun yanında Avrupa’daki göçmenlerin durumuna
başladı. Başkanlığın kuruluşu, faaliyetleri, başkanlığın mevzuatına ilişkin son yıllarda yapılan değişikliklerin neler olduğu, il ve ilçelerdeki faaliyetlerinin nasıl işlediği hakkında
kısa bir bilgi verdi. İnsan hakları ve
özgürlüklerin önündeki engelleri
ortadan kaldırmak için Başbakanlık
İnsan Hakları Başkanlığının 10 yıl
önce kurulduğunu belirten Altuntaş başkanlığın görevlerini dört ana
başlık altında topladı:
- İnsan hakları kuruluşlarıyla koordinasyon içinde bulunmak
- Mevzuat hükümlerini izlemek ve
aksaklıları gidermek
- Eğitim konusu
- Başkanlığa gelen başvuruları incelemek ve değerlendirmek.
kısa bir şekilde değindikten sonra
sözü Prof. Dr. Naci Bostancı’ya bıraktı.
Prof. Dr. Naci Bostancı şunları kaydetti: “Oturumun konusu toplumsal barış olarak siyaset. Burada üç
temel kavram var. Toplum, siyaset
ve barış. Toplum, çıkarları itibariyle
birbirleriyle çelişen ancak sonuçta ortak çıkarlar için bir araya gelen topluluktur. Toplumdaki farklı
kesimlerin birbirleriyle çatışması
ve çelişmesi bir realitedir. Sadece
maddi hayat tarzları, insanları benzer veya farklı kılmıyor. Kurulan
hayaller ve düşünceler de önemlidir. Toplumu sürekli güncellenen
bir birlik olarak görmek önemlidir.
Siyaset burada önemli rol oynamaktadır. İnsanların toplumsal ve
politik gelecekleri dikkate alınma-
dan barışı konuşmanın imkânı yok.
Siyasetin bir tarafı soyluluk, bir tarafı da soysuzluktur. Ayrıca siyasetsiz
toplum yoktur. Siyasetin temelinde toplumsal eşitsizlikler vardır ve
siyaset eşitsizliğin bir neticesidir.
Siyasetin konusu maddi ve moral
kaynakların dağılımının kim tarafından ve nasıl yapılacağı sorularıdır. Türkiye’nin demokratikleşme
mücadelesi ve sürecinde istikamet
daha tekâmül etmiş bir demokrasi doğrultusundadır. Türkiye’nin
toplumsal yapısı da bunu tahkim
etmeye yöneliktir. Duracağımız yer
kimin daha iyi olduğu değil kimin
daha az kusurlu olduğudur. Bunun
üzerinde siyaset yapılmalıdır.”
Mehmet Altuntaş ise konuşmasına
Başbakanlık İnsan Hakları Kurumu
Başkanlığı hakkında bilgi vererek
Doç. Dr. Aykan Erdemir de konuşmasında özetle şu konulara değindi: “Antropologlara medeniyetler
ittifakı mı veya medeniyetler çatışması mı diye sorduğunuzda muzip
bir cevap alırsınız. Ben de bir antropolog olarak aynı cevabı veriyorum.
Bana göre bilimsel ve felsefi olarak
dünyaya medeniyetler çerçevesinde bakmak bir haktır ancak ben bu
şekilde bakmıyorum. Bu konuda iki
temel soru sorulabilir: biri medeniyet olarak zannettiğimiz çerçevenin
içinde çok önemli çatışma yaşanabilir mi? Diğeri de farklı kimliklerin
ne şekilde bir araya geldiği sorusu.
Dolayısıyla bu iki soru çerçevesinden hareketle mevcut medeniyet
çerçevesine katılmıyorum. Bugün
Türkiye-AB ilişkilerinde bir medeniyet ittifakı veya çatışmasına doğru
gidiyor muyuz diye sorarsanız ben
böyle bir durumun olduğuna inanmıyorum.”
İlk oturumun konuşmacısı olarak
duyurulan MHP Isparta Milletvekilli
Süleyman Nevzat Korkmaz mazeret bildirerek toplantıya katılamadı.
“Avrupa Projesinin Müslüman
Göçmenlerle Sınanması”
“Avrupa Projesinin Müslüman GöçMART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
79
menlerle sınanması” başlıklı ikinci
oturumun moderatörlüğünü SDE
Uluslararası ilişkiler Koordinatörü
Prof. Dr. Birol Akgün yaptı. Oturumun konuşmacıları ise SDE Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Beril
Dedeoğlu, Hacettepe Üniversitesi
Öğretim Üyesi Doç. Dr. M. Murat Erdoğan, Diyanet İşleri Başkanlığı/Dış
İlişkiler Daire Başkanı Prof. Dr. Mehmet Paçacı ve Başbakanlık Kamu
Diplomasisi Direktörü Ahmet Demirhan oldu.
ise AB’dir. AB’nin kurulmasındaki
amaçlardan biri serbest dolaşım
hakkının sağlanmasıyla beraber bir
kaynaşma ortamının oluşturulmasıydı ancak süreç tersinden işledi
ve bir ötekileştirme süreci başladı.
Hükümetlerin de bu ötekileştirme
sürecini körüklediği anlaşıldı. Irkçılık kendine her zaman bir hedef
bulur mesele sadece dini ya da etnik unsurlar değildir. Bu noktadan
hareketle AB’nin kendini diğer tüm
unsurlarla sınaması gerekmektedir.”
Prof. Dr. Beril Dedeoğlu dünyadaki
ırkçı eğilimlerin arttığını ve bilhassa
Avrupa’da ırkçılığın devlet boyutu
ve toplumsal boyut olmak üzere iki
düzeyde geliştiğini belitti. Dedeoğlu şunları kaydetti: Doç. Dr. M. Murat Erdoğan ise
AB’nin İslam’la tanışmasının üç aşamada gerçekleştiğini ifade etti ve
bunları “Endülüs dönemi, Osmanlı İmparatorluğu dönemi ve 60’lı
yıllarda yaşanan göç hareketleri”
olarak sıraladı. Erdoğan konuşması
sırasında “Almanya’da ırkçı neo-nazi
cinayetleri: Türklerin görüş ve duyguları araştırması”nın sonuçlarına
da yer verdi. Erdoğan şöyle devam
etti:
“Irkçılığın devlet düzeyinde gelişmesi o devletin vatandaşlarına
sert uygulamalarda bulunması
anlamına geliyor. Devletlerin bir
takım politik uygulamaları vardır.
Irkçılık devletlerin mevzuat yoluyla
bu politikayı uygulaması şeklinde
meydana gelir. Toplumsal düzeyde
meydana gelen ırkçılıkta ise insanlar birbirlerini “benden olan” veya
“benden olmayan” şeklinde ayırır.
Siyasi kriz ortamlarında bu durum
daha yüksek sesle dışa vurulur.
Çünkü rasyonel gerekçeler kriz
ortamlarında fazlalaşır. Hükümetlerde bunu iyi tahlil ederler ve ona
göre bir politika benimserler.”
“Bugün Avrupa’ya baktığımızda
sağ kanatta ırkçılığa yakın partiler
artmıştır. Romanlara ve Müslümanlara karşı ciddi bir ayrımcılık söz
konusudur. Son zamanlarda burada farklı bir siyasi mantık gelişti.
Önce cami üzerinden ardından da
başörtüsü üzerinde bir takım tartışmalar yaşandı. Müslümanlara
yapılan ırkçılık; orada yaşayan, vatandaş olmuş Müslümanlar üzerinden geliştirilen ırkçılık ve göçmen
Müslümanlar üzerinden geliştirilen
ırkçılık olarak iki türlü gelişti. 2004
yılından itibaren Avrupa’da islamofobinin arttığını gözlemliyoruz.
Avrupa’ya özgü bir diğer durum
80
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
“Teknolojinin ve iletişim kanallarının gelişmesiyle birlikte az gelişmiş
ülkelerden gelişmiş ülkelere doğru
göç hareketleri katlanarak artıyor
ve bu da klasik kimlik tanımlarını
yerle bir ediyor. Almanya’da ülkenin battığını ve bunun sebebinin
Türkler olduğunu konu alan bir kitap yayınlandı ve bir buçuk milyon
satış yaptı. Asıl mesele bu kitabın
yayınlanması değil bu kadar rağbet
görmesidir.”
“Avrupalı politikacılar Müslüman
göçmenler için açılım yapmanın sıkıntısını yaşıyorlar. Ancak Avrupa’da
Korsanlar partisi gibi yeni siyasi oluşumlarda mevcut. Bu partiler mikro
sorun alanlarına yönelerek taraftar
topluyorlar. Bunun dışında makro
alanlara yönelen ve insanları korkuyla yöneten partiler de mevcudiyetini koruyor.”
Prof. Dr. Mehmet Paçacı, Entegrasyon, asimilasyon ve kimlik kavramlarının şu sıralar Avrupa’da çok
moda kavramlar olduğunun altını
çizdi. Paçacı, bu kavramların çok
yeni kavramlar olmadığını ve Endülüslere kadar dayandığını da ilave
etti. Paçacı şunları kaydetti:
“Avrupa’da toplumu tek-tipleştirme
siyaseti var ve tarihe baktığımızda
bunun epeyce derinlere gittiğini
görürüz. Seküler döneme geldiğimizde ise bu tek-tipleştirme, ulusdevlet ve ulus kimliğinin tanımı
ile gündeme geliyor. İkinci dünya
savaşı sonrası Avrupa’da oluşan refah seviyesi yabancı işçi ihtiyacını
beraberinde getirdi ve göçmenler Avrupa’ya gitti. Göçmenlerin
Avrupa’da yalnızca bir-iki nesil kalması planlanıyordu. Ancak bu sürecin uzaması ve Avrupa’nın kültüründeki ulusçuluk ve ırkçılık kodları
bu yapıdaki ciddi bir gerilim olarak
ortaya çıktı. Ben entegrasyon ve
uyum gibi kavramları, insanların
karşısına çıkarmanın ters tepki yarattığını düşünüyorum. Avrupa için
bunu aşmanın yolu, evrensel değerleri hatırlamak ve uygulamaktır.”
Ahmet Demirhan, Avrupa’da ırkçılık
ve nefret söylemi ile ilgili bir arşiv
oluştuğunu vurguladı ve şunları
kaydetti:
“Avrupa’da ırkçılık ve nefret söylemi
ile ilgili bir arşiv oluşuyor. Ben bunun Kuzey Avrupa’da daha yaygın
olduğunu düşünüyorum. Almanya’daki neo-naziler, Norveç’teki
Breivik katliamı ve Hollanda’daki
ırkçı Geert Wilders partisi gibi oluşumları buna örnek olarak verebiliriz. Kuzey Avrupa’da ırkçılığın bu
kadar yaygın olması kendilerini
nasıl toplumsallaştırdıkları ile ilgilidir. Irkçılığın teolojik, felsefik, politik nedenleri üzerinde çok fazla
durmamız gerekiyor. Göçmenlerin
20- 30 yıldır bu statüden neden çıkamadığını göçmenler üzerinden
değil Avrupalılık kimliği üzerinden
değerlendirmek gerekir.”
Toplantı soru-cevap kısmı ile son
buldu. İÇ POLİTİKA
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
81
Din ve Dindarlık
Meselesi
Yönetimin bütün inanç
ve din mensuplarına eşit
bir mesafede bulunma
yükümlülüğü, dindarlığı
teşvik etmesinin önünde
bir engel oluşturmaz.
Ancak devletin meselelere
ideolojik olarak yaklaşması,
bir çeşit toplum
mühendisliği anlayışından
hareketle tek tip insan
yetiştirmeye yönelik
politikalar artık devrini
tamamlamıştır.
82
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
Başbakanın dindar nesiller yetiştirmeye yönelik ifadeleri, bir müddetten beri laiklik, din ve dindarlık
konusu ile ilgili kış uykusuna girmiş
reflekslerin uyanmasına vesile olmuştur. Konu etrafında medyaya
da yansıyan birtakım farklı açıklamalar, yorum ve değerlendirmeler
yapılmıştır. Bunlar dikkate alındığında, din ve dindarlık olgusunun
algılanması, din-siyaset ilişkisinin
yerine oturtulması konularında zihinlerde ciddi karışıklık ve tıkanmaların yaşandığı görülmektedir.
Aydınlanma ve modernitenin İslam
dünyasına ve daha özelde ülkemize olan yansımalarının, yaşanan değişim ve dönüşüm süreçlerinin söz
konusu karışıklık ve tıkanmaların
oluşumuna önemli derecede etki
eden faktörler olduğunda şüphe
yoktur. Türkiye’de hâlâ Aydınlanma,
pozitivizm, modernite ve katı laikçilik anlayışının etkisi altında kalarak
Talip ÖZDEŞ*
konuya ideolojik yaklaşanlar ve
dine karşı tamamen olumsuz tavır
alanlar olduğu gibi, özgürlükleri,
demokrasiyi ve çoğulculuğu esas
alarak yaklaşanlar da vardır. Bu bağlamda fikir ve yazılarından istifade
etmekte olduğum Roni Margulies,
Taraf gazetesinde yayınlanan “Yehova ve Enkidu” başlıklı yazısında,
“Dinsiz insan çok, ama dinsiz toplum dünyada hiç yok. Tarihte de
bildiğimiz kadarıyla hiç olmamış”1
derken önemli bir gerçeğe işaret
etmiştir. Yazar, dinin insanın ölüm
karşısındaki çaresizliğine, korkusuna, bilinmezlik paniğine bir çözüm
sunduğuna; evrenin ve insanın
nasıl ortaya çıktığı, nereden geldik
nereye gidiyoruz gibi varoluşsal
sorulara cevap verdiğine, ahlaka ve
hukuka getirdiği prensiplerle insan
ilişkilerinin kurulmasında önemli
fonksiyon icra ettiğine dikkat çekmiştir.
Varoluşsal Sorgulamanın
Dışında Kalınamaz
Dinin ne olduğu ve tanımı üzerinde Batı’da ve Doğu’da birbirinden
farklı yaklaşım ve yorumlar vardır.
Çoğu defa din kavramından, Müslümanlık, Hıristiyanlık, Musevilik,
Zerdüştilik, Budizm, Hinduizm gibi
kurumsallaşmış dinler anlaşılmaktadır. Ancak akıl sahibi hiçbir insanın Yaratıcı, evren, insan ve ölüm
ötesi ile ilgili varoluşsal sorgulamanın dışında kalamadığı, bu sorgulamanın sonucunda sahip olduğu
kanaatlerin, inanç ve ideolojilerin
onun psikolojik, sosyal ve kültürel
dünyasının oluşumunda önemli
derecede belirleyici olduğu dikkate
alındığında, aslında hiçbir insanın
din olgusundan bağımsız olamadığı sonucuna varırız. Bu bağlamda örneğin dine alternatif olarak
getirilen Ateizmin veya ideolojik
anlamda laisizmin de aslında kendine özgü birer din olduğunun fark
edilmesi zor değildir.
İnanç ve din olgusu sadece insan
için söz konusudur. Bilim ve teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin,
insanın fiziki âlemle ilgili sorgulamalarının yanında metafizik âlemle
ilgili sorgulamaları da değişik şartlar ve etkenler altında devam edecektir. Fikir, inanç için gerekli ise de,
inançlar genellikle aklın nüfuz edebileceği sahayı aşan bir mahiyete
sahiptir. Dinler ve inanışlar insan
doğasından ayrı olarak düşünülebilecek, insan tabiatına sonradan
eklemlenen olgular değildir. Tarihin
hangi dönemine gidilirse gidilsin,
orada toplumların psikolojik, sosyal
ve kültürel yapılarında önemli fonksiyonlar icra eden birbirinden farklı
din ve inanışları, değer sistemlerini
görmek mümkündür.2
Bilim ve teknolojinin gelişmesiyle insanın dine ve Tanrı’ya ihtiyacı
kalmayacağı ve dinlerin zamanla
elimine olacağı şeklindeki paradigma, artık günümüzün şartları
dikkate alındığında bir anlam ifade
etmemektedir. Böyle bir paradig-
ma,3 çok boyutlu insan gerçeğinin
bütünlük içerisinde kavranılmamış
olunmasının bir sonucu olmalıdır.
Günümüz dünyasına yön veren
sosyo-kültürel, ekonomik, politik
vb. şartların etkisi altında ortaya çıkan ahlaki çöküntü, stres ve intiharlar, kumar, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı gibi durumlar İslam başta
olmak üzere dinlere olan temayülü
artırmaktadır. Ekolojik dengeler
dâhil diğer bütün dengelerin insan
eliyle bozulması, terör ve harp durumlarının getirdiği yıkımlar insanların içerisinde yaşadıkları dünyayı
ve olayları sorgulamalarına neden
olduğu gibi, onların dine ve manevi
değerlere yönelmelerine de vesile
olmaktadır. Ayrıca modern fizikte
kuantum mekaniği ve izafiyet teorisi alanlarında Newtoncu mekanist
dünya görüşünün değişmesiyle sonuçlanan transformasyon, bilimin
detaylanarak gittikçe daha kompleks bir yapıya doğru gelişmesi, belirsizlik durumlarının ortaya çıkması
katı determinizmin hakimiyetine
son vererek insan bilgisinin rölatif
konumunu öne çıkarmıştır.4 Teori,
bilimsel kanun veya başka hangi
terimle ifade edilirse edilsin, gelişmeci, ihtimalli ve izafi/rölatif insan
bilgisinin mutlaklaştırılması, bilginin doğasına aykırı bir durum oluşturmaktadır.
Sosyolojik bir söylemle dinleri
Tanrı’nın/tanrıların değil insanların
yarattığı şeklindeki algıya gelince, bunun üzerinde biraz durmak
gerekir. İnsanın ebedi olma, ölüp
yok olmama, dünyayı anlama, eşit
ve adil bir toplumda yaşama özlemlerinin olduğu ve bu özlemlerinin dinle ifade bulduğu ne kadar
gerçekse, bu özlemlerin gerek bu
âlemde gerekse ölüm ötesi âlemde
tekabül ettiği durumların da o kadar gerçek olması gerekir. Tıpkı tat
alma duygumuzun fizyolojik ve
biyolojik âlemde birbirinden farklı
meyve, sebze ve hayvansal gıdalardan oluşan nimetlere tekabül
etmesi gibi. Tıpkı canlı varlıktaki
İnsanın ebedi olma, ölüp yok
olmama, dünyayı anlama,
eşit ve adil bir toplumda
yaşama özlemlerinin olduğu
ve bu özlemlerinin dinle
ifade bulduğu ne kadar
gerçekse, bu özlemlerin
gerek bu âlemde gerekse
ölüm ötesi âlemde tekabül
ettiği durumların da o kadar
gerçek olması gerekir.
neslini devam ettirme içgüdüsünün yaşadığımız dünyada olgusal
karşılık bulması gibi. Bir an için insandaki ebedi olma duygusunu
ve adalet özlemini insanın kendisinin yarattığını, bunların sadece
ifadesini boş inançlarda bulan özlemlerden ibaret olduklarını, bir
gerçekliğe tekabül etmediklerini
düşündüğümüzde; ne evrenin, ne
hayatın, ne içerisinde yaşadığımız
dünyanın, ne de adalet ve yargının
bir anlam ve değeri kalır mı?
Din olgusunun insan ve toplumda
gerçekliğini bulması, dinin insan
tarafından yaratıldığı anlamına gelmez. Evet, din insan içindir, ama bu
duyguyu insan ruhuna kodlayan
o ruhu yaratandır. İnsan, fizyolojik
ve biyolojik varlığını kendisi yaratmadığı gibi ruhunu da kendisi
yaratmış değildir. İnsanın fizyolojik
ve biyolojik varlığını yaratan, aynı
zamanda onu psikolojik ve sosyal
boyutlu bir varlık olarak da yaratmaktadır. İnsanın haz alma duygularının değişik boyutlarıyla kendisinde tezahür etmesi, bu hazların
insan tarafından yaratılıyor olduğu
anlamına gelmez. Ancak, bir an
için damak zevkimizin olmadığını,
nimetlerden haz alma duygumuzun olmadığını düşündüğümüzde,
yemek yemenin ne büyük bir işkenceye dönüşebileceğini tasavvur
edebiliyor muyuz? Sevgi ve merMART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
83
Din ve inanışlar arasında
doğru olup olmama,
sahih olup olmama
açısından bir kıyaslama
yaparken, kaynağından
çıkan tertemiz berrak
suyla, içerisine birçok
yabancı maddenin
karışmasıyla safiyeti
bozulan suyun aynı
değerde olmadığının
altını çizmeliyiz.
hamet gibi duygularımız hiç olmasaydı, bireysel ve sosyal hayatımızın
nasıl bir yapıya dönüşebileceğini
tasavvur edebiliyor muyuz? İnsanın
fizyolojik hazlarını yaratan, onların
tekabül ettiği olgusal gerçeklikleri
de yaratmaktadır. İneğin sütünün
ineğin bünyesinde oluşuyor olması, sütü ineğin yarattığı anlamına
gelmez. Atomları ve evreni yaratanla, en basitinden en kompleks
ve gelişmiş olanına kadar cansız
atomlardan hücre ve organizmaları, canlı türlerini yaratan aynı Zat’tır.
Kur’an’da da ifade edildiği gibi ölü
topraktan diriyi çıkaran, ölümü
yaratan, öldükten sonra diriltecek
olan O’dur.
Din konusunu değerlendirirken dinin mahiyetiyle ilgili bazı noktaların
dikkate alınması gerekmektedir.
İnanç ve itikatlar mahiyet olarak
fizik âlemle değil, fizik ötesi (gayb)
âlemin insana anlatılması ve insan
tarafından algılanmasıyla ilgilidir.
Yaratıcı’nın zatı ve sıfatları, ölümden
sonra diriliş, ölüm ötesi hayat (ahret), melekler, vahiy ve peygamberlik konusu fiziki olgular gibi insanın
84
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
bu dünyada somut olarak algılayabileceği cinsten şeyler değildir. Bu
konuların dinlerin temelinde yer
alan iman ve itikada nesne olmaları, aşkın/müteal/fizik ötesi/gayb
olmalarından dolayıdır.5 Çünkü ontolojik anlamda fiziki olan herhangi
bir şey, aslında imana konu değildir.
İşte bu noktada imana esas olan
gayb konularının insana, Yaratıcı
tarafından yine insanın diliyle anlatımı gündeme gelmektedir. Çünkü
insanın başka türlü anlaması mümkün değildir. Kur’an’da müteşâbih
olarak isimlendirilen ayetlerin6 işaret ettiği gaybi konuların hakikat
ve mahiyetlerinin insan tarafından
bilinmesi muhaldir. Soyut konuların teşbihlerle, istiare, kinaye veya
mecaz yoluyla anlatımın amacı, sadece manaları zihne yaklaştırmak
içindir. Örneğin Kur’an’da ahret sahneleri anlatılırken dünya bahçeleri,
köşkler, altlarından ırmaklar akan
bahçeler zikredilerek muhatabın
zihninde bir cennet tasavvuru oluş-
turulmaya çalışılır. Ancak cennetin
gerçek bilgisi ve mahiyetinin ne olduğu ancak Allah’ın katındadır.
Yaratıcı tarafından metafizik dünyanın beşer diliyle insana anlatımı
(müteşâbihlik) sadece Kur’an’a özel
bir durum olmayıp, peygamberler
aracılığı ile insanlığa gönderilen
bütün ilahi mesajlar için geçerli bir
durumdur. İnsanların bu mesajlara
yaklaşırken, onları somutlaştırmaya, nesnelleştirmeye, kendi dünyalarına indirmeye gayret etmeleri fıtratları gereğidir. İşte bu noktada, saf
vahyin rehberliğine ihtiyaç vardır.
Çünkü bu rehberlik olmadığında,
zaaflarla malul insanın yanlış anlama, yorumlama ve uygulamaları
devreye girebilir, gerçekle hurafeler
birbirine karışabilir.
Putperest Roma’nın ve Yunanistan’ın tanrılarını temsil eden
heykellerde, bir zamanların cahiliye
Araplarının Kâbe’nin içerisine doldurdukları putlarda, dünyamızın
Yaşamakta olduğumuz
şartlar ve durumlar
içerisinde insanla ilgili diğer
konularda olduğu gibi,
dini anlayışın da eleştiri ve
tecrübelere açık olması,
kendisini yenilemesi,
dönüştürüp geliştirmesi
önemlidir.
doğusunda veya batısında değişik
kültür ve medeniyet ortamlarında
ibadethaneleri süsleyen tasvir ve
heykellerde bu insani/beşeri durumu müşahede edebiliyoruz. Bu
bize, vahyin özünden ve rotasından
sapıldığında, Yaratıcı tarafından vahiy ve peygamberler aracılığı ile insana anlatılan gaybi konuların nasıl
tekrar insanın elinde birbirinden
farklı mitolojilere dönüşmüş olabildiğini bir dereceye kadar açıklayabilir.
Bütün Dinler Tek Tanrı’ya İşaret
Eder
Birçok dinin bünyesinde vahiy
kaynaklı olduğu anlaşılabilen, insanlığın evrensel değerleriyle de
bütünleşen inanç, ibadet, ahlak ve
hukuk ilkelerinin, tarihi kıssaların,
kozmik anlatımların bulunmasının
yanında; akla mantığa uymayan
inançların, hurafe ve efsanelerin de
bulunması bu noktayla bağlantılıdır. Ancak dikkatli, araştırıcı, deruni
ve analitik bir bakış, bütün bu dini
gelenek ve anlatımların içerisindeki ortak ve asli noktaların tespitine,
Allah’ın birliğini, eşsiz ve ortaksız
olduğunu esas alan tevhit çizgisinin keşfine imkân tanır. Sümerlerin
Enkidu’su, Musevilerin Yehova’sı, Hıristiyanların “Baba” olarak tasavvur
edilen tanrısı ve nihayet Kur’an’da
en saf ve net bir şekilde bütün noksan sıfatlardan münezzeh olarak
isim ve sıfatlarıyla “Allah” olarak zikredilen İslâm’ın Tanrı’sı, dil, kültür ve
medeniyetlerin farklılığından dolayı değişik isimler altında âlemleri,
evreni ve insanı yaratan tek bir
Tanrı’ya, yer ve göklerin gerçek sahibi Allah’a işaret etmiyor mu?
İnsan sürece dâhil olmadığında
arının ürettiği balın safiyetinde bir
problem yaşanmamaktadır. Ancak
bu üretim halkasının bir yerinde
insan varsa, o balın ne gibi şekillere
dönüşebileceği, safiyetinin nelere
maruz kalabileceği herkesin ma-
lumudur. Bu bağlamda din ve inanışlar arasında doğru olup olmama,
sahih olup olmama açısından bir
kıyaslama yaparken, kaynağından
çıkan tertemiz berrak suyla, içerisine birçok yabancı maddenin karışmasıyla safiyeti bozulan suyun aynı
değerde olmadığının altını çizmeliyiz. Ancak şu var ki, inançlar, ideolojiler ve dinlerin seçimi konusunda
insanların tamamen özgür olduklarının, kimsenin dini inançlarını veya
ideolojisini zorla başkalarına kabul
ettirmek gibi bir ayrıcalığının veya
özgürlüğünün olmadığının, herkesin hukuk önünde eşit konumda
olması gerektiğinin, yönetimin herkese eşit mesafede olması gerektiğinin de bilinmesi önemlidir.
“İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir
halde iken bizim, onları birbirinden
kopardığımızı ve her canlı şeyi sudan
yarattığımızı görüp düşünmezler
mi? Hâlâ inanmazlar mı?”7, “O gün
göğü, kitap sahifelerini dürer gibi dürecek, ilk yaratışta başladığımız şekle
iade edeceğiz…”8 diyerek evrenin
başlangıcına ve sonuna özel bir dil
ve üslupla sarih olarak işaret eden
Allah’ın evreni ve canlıları nasıl yarattığının, yerde ve göklerde olan
her şeyde hükümlerini nasıl icra
ettiğinin mahiyetine ulaşmak gaybi bir konu olarak insanı aşan bir
boyuta sahiptir. Ancak bunun tezahürlerini her an müşahede etmekte
olduğumuz da bir vakıadır.
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
85
Yine bal yapması için “Dağlardan,
ağaçlardan ve insanların kuracakları kovanlardan göz göz evler edin!
Sonra meyvaların hepsinden ye de,
Rabbinin (sana) kolay kıldığı yollara
gir!”9 buyruğu ile bal arısına yapılan
vahyin mahiyetini beşer olarak idrak etmemiz mümkün değil. Ancak
Yaratıcı’nın büyüklüğünü, ilim ve
kudretinin sınırsızlığını, yaratılanlara olan merhametinin ve “Razzâk”
ismiyle rızık vermesinin tecellilerini,
o bal yapan arının akılları hayrete
düşüren müthiş dizaynında, icra
ettiği fonksiyonlarda ve ürettiği
balda açıkça göremiyor muyuz?
İnsanı balçıktan (toprak ve sudaki elementlerden) yaratmak, İsa’yı
babasız dünyaya getirmek, ölüleri
diriltmek biz yaratılan aciz insanlar
için makul görünmeyebilir. Çünkü
bizler akıl sahibi olmamıza, bütün
imkân ve çabalarımıza rağmen tek
bir atomu veya cansız atomları kullanarak tek bir hücreyi bile yaratamıyoruz. Ama atomları, içerisinde
milyarlarca yıldız ve gezegenin yer
aldığı evreni, cansız ve ruhsuz maddeden hücreyi ve bütün canlıları
yaratan Zat için ölen insanı tekrar
diriltmek hiç de zor olmasa gerektir.
Dindarlık meselesine gelince, dinin
temel ve asli kaynaklarının belirleyiciliği yanında, bu konu büyük ölçüde İslamiyet dâhil belirli bir dine
yaklaşan mümin veya müminlerin
o dine yaklaşımlarıyla, onu algılayıp
yorumlamalarıyla, hayata geçirmeleriyle bağlantılı bir durumdur.
İşte bu noktada algılama, anlama
ve yorumlamaya etki eden birçok
faktörler devreye girmektedir. Dini
metinlere yaklaşım yöntemlerinin
birbirinden farklı olmasının yanın1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
9.
10.
86
da, değişik boyutlarıyla insan ve
toplumun içerisinde yaşadığı şartlar ve durumlar, ihtiyaç ve talepler,
örf, gelenek ve teamüller, yaygın
zihniyetler, kurumsallaşmış yapılar,
disiplinler, insanın eğilimleri, zaaf
ve ihtirasları anlama ve yorumlama
süreçlerine doğrudan etki etmektedir. Buradan hareketle, gerek tarihi
geçmişte ve gerekse günümüzde
Müslüman toplumlarda farklı İslamî
anlayışların mevcut olduğu, hatta
zamanla bunların ideolojik ve politik karakter kazanarak mensuplarının birbirleriyle çatışma durumuna
gelebildikleri bir vakıadır.
Aslında daha geniş çerçevede insanlara gönderilen din, ortaya
koyduğu prensip, hüküm ve değer
yargılarıyla tek olmasına rağmen,
insanların aralarında ihtilafa düşmeleri, Allah’ın onlara delillerini
göndermelerinden sonra gerçekleşen bir durumdur.10 İhtilafların
kaynağında ise beşeri zaaflar, yanlış
anlamalar, cehalet, dünyevileşme,
kıskançlık, taassup, çıkarcılık, saltanat düşkünlüğü, hedonizm, şehvet
ve ihtiraslar yatmaktadır. Buradan,
İslam’ın bizzat kendisi ile Müslüman
birey ve toplumun İslam anlayışının
birbiriyle özdeş olmadığının bilincinde olunması, İslam’la ilgili değerlendirmelerde yanlışlara düşmeme
açısından son derece önemlidir.
Yaşamakta olduğumuz şartlar ve
durumlar içerisinde insanla ilgili
diğer konularda olduğu gibi, dini
anlayışın da eleştiri ve tecrübelere
açık olması, kendisini yenilemesi,
dönüştürüp geliştirmesi önemlidir.
Kabile mantığının, etnik milliyetçiliğin, cemaatçilik ve hizipçiliğin, mezhebi taassubun ilahi mesajın aslını
ve özünü gölgelediği, Müslüman’ın
kardeşlik, hak ve hukuk zemininde
birbiriyle kaynaşmasına engel olduğu gibi evrenselle bütünleşmesinin de önünü kestiği bir ortamda
bu yenileşme ve döşümün gerçekleştirilmesi elzem gözükmektedir.
Tek Tip İnsan Yetiştirme
Politikaları…
Dindarlıkta şekilcilikten çok samimiyetin, güzel ahlakın, kardeşliğin,
başkalarının özgürlüklerine, hak ve
hukuka saygının öne çıkarılması
talep edilen bir durumdur. Yani dinin özüne uygun, riya ve taassuptan uzak, çıkarcılığa bulanmayan,
ideoloji ve politikanın aracı haline
gelmeyen, bölücülüğe, kutuplaştırmaya, diktatörlüğe ve militarizme
pirim vermeyen bir dindarlaşma
sadece ülkemiz insanının değil,
bütün İslam dünyasının özlemini duyduğu bir şeydir. Yönetimin
bütün inanç ve din mensuplarına
eşit bir mesafede bulunma yükümlülüğü, bu tip bir dindarlığı teşvik
etmesinin önünde bir engel oluşturmaz. Ancak devletin meselelere
ideolojik olarak yaklaşması, bir çeşit
toplum mühendisliği anlayışından
hareketle tek tip insan yetiştirmeye yönelik politikalar artık devrini
tamamlamıştır. Devletin özgürlükleri geliştirmesi, bilgi ve çalışmayı
teşvik etmesi, demokrasiyi yerleştirmesi, insan haklarının güvencesi
olacak şekilde hukukun üstünlüğünü ikame etmesi gerek ülkemiz,
gerek İslam dünyası ve insanlık için
birçok olumlu gelişmeleri de beraberinde getirecektir.
SDE Uzmanı, Prof. Dr. *
Roni Margulies, “Yehova ve Enkidu”, Taraf, 8 Şubat 2012, s. 5
Bk. P. A. Sorokin, Çağdaş Sosyoloji Teorileri, (çev. M. Münir Raşit Öymen), Ankara 1974, s. 196-236; Mehmet Taplamacıoğlu, Din Sosyolojisi, 2. Baskı, Ankara 1968, s. 43-87; Günay TümerAbdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara 1993, s. 27-34
Laikliği bir ideoloji olarak benimseyerek dine karşı topyekun menfi tavır alan kesimlerin etkisi altında kaldıkları bu paradigmanın felsefi altyapısını oluşturan pozitivizmin “din” anlayışı için bk.
E. Boutroux, Çağdaş Felsefede İlim ve Din, (çev. Hasan Kâtipoğlu), İstanbul 1997, s. 49-95; A. Adnan Adıvar, Bilim ve Din, İstanbul 1980, s. 331-340
Geniş değerlendirme için bk. Adıvar, a.g.e., s. 419-438Necip Taylan, İlim-Din (İlişkileri-Sahaları-Sınırları), İstanbul 1979, s. 321-338
“Ellezîne yu’minûne bi’l-gayb…”: O muttakiler gaybe iman ederler, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarf ederler. (Bakara, 2/3)
Ali İmran, 3/7
Enbiya, 21/30
Enbiya, 21/104
Nahl, 16/68-69
Bk. Beyyine, 98/1-5
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
Röportaj
Bakan Yıldırım: Bilginin Korunması
Ülke Güvenliği Kadar Önemlidir
Ulaştırma Denizcilik ve
Haberleşme Bakanı Binali
Yıldırım, entegre ulaşım
projeleri, 2003 yılında
başlatılan Acil Eylem Planı,
siber ortamın güvenliği,
Elektronik Haberleşme
Kanunu, TRACECA ve
Marmaray Projeleri,
kombine taşımacılık ve
tehlikeli taşımacılık, ulaşım
ve terör ilişkisi konuları
ile ilgili SD’nin sorularını
cevaplandırdı.
SD: Anadolu Medeniyeti’nin başkentlerini birleştirdiniz. Türk dünyasının başkentlerini ne zaman
birleştireceksiniz? Marmaray ile
TRACECA ne zaman buluşacak?
Ülkemizde özellikle 1950 yılından sonra yeni demiryolu inşası
faaliyetlerinin neredeyse bitme
noktasına geldiği biliniyor. Sizin
döneminizde ise tekrar eski hızına
ulaştı. Önceki ve şimdiki politika
değişikliklerinde amaç neydi? Her
iki politikanın yararları ve zararları
konusunda bir çalışmanız var mı?
Demiryolu yapımından vazgeçilmesinde yabancı etkiler söz konusu mudur?
Türk Demiryolları 155 yıllık köklü
bir geçmişe sahip güzide bir kuruluşumuz. Kurtuluş Savaşı’nda demiryollarının önemini anlayan Ulu
Önder Atatürk, demiryolları seferberliği başlattı ve 20 yılda yaklaşık
4 bin km’lik demiryolu hattı inşa
edildi. Bu demiryolu rüzgarı ne yazık ki, 1950’li yıllarından sonra ters
esmeye başladı. Dünyadaki gelişmelere paralel olarak karayolu yatırımları ön plana geçti.1950-2003
yılları arasındaki dönemde sadece
1.700 km demiryolu yapıldı. Demiryolları adeta unutuldu. “Kara
tren” imajıyla nostaljik bir ulaşım
aracı olarak görüldü.
2003 yılı ise demiryollarımız için
bir milat oldu. Hükümetin siyasi ve
mali desteği sonucu yüksek hızlı
tren projeleri, mevcut sistemin
modernizasyonu, ileri demiryolu
sanayisinin geliştirilmesi ve daha
dinamik bir kurum için yeniden
yapılanma temelinde, onlarca
proje üretilerek, demiryolları büyük bir değişim ve gelişim süreci
içerisine girdi. Bu önemi rakamsal
olarak ifade edersek; 2003 yılında
Demiryolu sektörüne tahsis edilen
ödenek 837 Milyon TL iken 2011
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
87
Avrupa ile Asya arasında
bir köprü vazifesi gören
ve çağlar boyunca önemli
medeniyetlere ev sahipliği
yapan ülkemiz; dünyanın
önemli üretim ve tüketim
merkezlerinin geçiş
yolu üzerinde adeta bir
köprüdür.
yılında 7,5 kat artarak 6,3 Milyar TL
ye ulaşmıştır. Son 9 yılda ise demiryoluna ayrılan toplam ödenek 24,7
milyar TL olmuştur. Bu sene ise;
şehir içi demiryolu yatırımları dâhil
2012 yılında demiryolları yatırımlarına ayrılan ödenek 7 milyar 100
milyon TL’yi buldu.
İpek Demiryolu: TRACECA
Bu kapsamda da söylediğiniz gibi
Anadolu Medeniyeti’nin başkentlerini birleştirecek yatırımları gerçekleştirdik. Tarihi “İpek Yolu”nu demiryolu ağlarında yeniden canlandıracağı için “İpek Demiryolu” olarak
nitelenen TRACECA projesiyle de
dünya başkentlerini birleştiriyoruz.
Batıda Boğaz geçişli Marmaray demiryolu tüneliyle Avrupa demiryolu ağına, doğuda da Kazakistan ve
Çin demiryolu hatlarına bağlanacak. 400 milyon dolar harcanarak
gerçekleştirilecek proje tamamlandığında, İngiltere’den hareket eden
bir trenin kesintisiz bir biçimde Çin’e
kadar gidebilmesi öngörülüyor.
TRACECA’ya üye ülkeler arasında
Avrupa Komisyonu, Azerbaycan,
Bulgaristan, Ermenistan, Gürcistan,
İran, Kazakistan, Kırgızistan, Litvanya (gözlemci), Moldova, Romanya,
Tacikistan, Türkiye, Türkmenistan,
Özbekistan, Ukrayna bulunuyor. Bu
projenin Türkiye tarafı olarak hızlı
tren yatırımları olsun, duble demiryolları hattı olsun, Bakü-Tiflis-Kars
88
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
Ulaştırma Denizcilik
ve Haberleşme Bakanı
Binali Yıldırım, Stratejik
Düşünce Enstitüsü’nü
ziyaret ederek SDE
koordinatörleri ve
uzmanlarında çalışma
alanlarıyla ilgili ayrıntılı
bilgi aldı. Bakan
Yıldırım’a Enstitümüzü
ziyaretleri anısına SDE
Başkanı Prof. Dr. Yasin
Aktay tarafından bir
plaket takdim edildi.
Projesi olsun, Marmaray olsun tüm
projelerimiz yavaş yavaş tamamlanıyor. Üye ülkelerde devam eden
projelerin tamamlanması ile tüm
başkentleri birleştirmiş olacağız.
Marshall Yardımı
Demiryolunun Hızını Kesti
Bundan önce demiryollarında yaşanan politika değişikliğine gelirsek; bunun ulusal ve uluslararası
birçok nedeni var. Ancak 1950’li yıllardan sonra karayolu ağırlıklı politikalar takip edilmesinde en büyük
etkenin, ABD’nin Marshall Planı çerçevesinde sağlanan yardımlar olduğunu tahmin ediyoruz. Karayolu
yapımı 1950’li yıllardan sonra hızlı
bir gelişim gösterdi ve demiryollarına ise mevcut sistemini koruyacak
kaynak dahi ayrılmadı.
1950’de demiryolunun ulaşım sis-
Ulaştırma Denizcilik ve
Haberleşme Bakanlığı
yapısı itibariyle
Türkiye’nin tüm ulaşım ve
iletişim altyapısını kuran
yatırımcı bir Bakanlık. Bu
nedenle yaptığımız her
yatırım büyük bir önem
taşıyor.
2003 yılına kadar devam etti.
Karayolu ağırlıklı politikalar sonucunda ulaşım sistemi dengeli ve
birbirini bütünleyen bir yapıdan
uzak kaldı. Sistemin temelini oluşturan ulaşımın tek bir sisteme, karayoluna bağımlı olması hem ülke
kaynaklarımızın rasyonel, etkin ve
verimli kullanımını engelledi hem
de maliyetler içerisinde önemli bir
yer tutan ulaşımın daha pahalı olmasına yol açtı hem de ulaştırma
maliyetlerini artırdı. Çünkü demiryolu yapım maliyeti ucuz kullanım
ömrü uzun, petrole bağımlı olmayan, çevre dostu bir sistemdir. Böylesine avantajları olan bir sistemin
ulaşım sisteminde zayıf kalması da
ülkemizi birçok yönden zarar görmesine yol açmış, hatta trafik kazalarında can ve maddi kayıpların
artmasına neden olmuştur.
temi içindeki payı yük taşımacılığında % 78, yolcu taşımacılığında
% 42 iken bu oranlar izlenen karayolu ağırlıklı politikalar sonucu yük
taşımacılığında % 5’e, yolcu taşımacılığında % 2’lere kadar geriledi.
Siyasi tercihlerin karayolu ağırlıklı
olması nedeniyle demiryolu ulaşım
alt sisteminin büyük ölçüde ihmal
edildiği, beklenen hedeflerin gerçekleşmediği dar boğazların oluş-
tuğu bir süreç yaşandı. 1983–1993
yıllarını kapsayan 10 yıllık ulaşım
master planı ise rafa kaldırıldı. Karayolu taşımacılığının transit bölümünü demiryolu ve limanlara
kaydırmak, öte yandan ulaştırma
sektöründe güvenilirlik, sürat ve
kalitenin sağlanması gibi amaçlar
bulunan ana planın uygulanması
ulaşım sisteminde bir milat oluşturacaktı. Karayolu ağırlıklı politikalar
Çarpık Ulaşım Sisteminin
Faturası
Karayolunda meydana gelen kazalarda binlerce vatandaşımız hayatını kaybetti ve binlercesi sakat
kaldı. Bu kazaların sebebi de çarpık
ulaşım sistemidir. Sonuç itibariyle,
sistemin en temel unsuru olan ulaşım hizmetlerinin sağlıklı, dengeli
birbirini bütünleyen bir yapıda olmaması birçok olumsuz sonuçlar
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
89
2003 yılında başlatılan
Acil Eylem Planı
kapsamındaki bölünmüş
yol çalışmalarında en
önemli amacımız; trafik
güvenliğini artırarak
kazaları azaltmak ve
kazalardaki “ölüm
oranını” düşürmektir.
doğurdu. Ekonomik, toplumsal faturalar ödemek zorunda kaldık.
Bu çerçevede, Avrupa Birliği’ne tam
üyelik sürecinde olan ülkemiz, 2003
yılında ulaşım politikalarında köklü
değişiklik yapmış, demiryollarına
öncelikli sektör olarak önemli kaynak ayırmaktadır. Bunun nedeni
güçlü ve kararlı bir siyasi iradenin
varlığıdır. 2003 yılından bu yana
tüm Hükümetlerimiz döneminde
demiryolu birinci olma önceliğini
korumuştur. Sonuç itibariyle, dengeli, sağlıklı birbirini bütünleyen
bir ulaşım sistemi Türkiye’yi bölgesinde daha da güçlü bir hale getirecek, Türkiye demiryolu sektöründe
bölgesinde öncü ve örnek bir ülke
olacaktır.
Niçin En Pahalı Taşımacılık
Seçildi?
SD: Denizlerle çevrili ülkemizde,
taşımacılığın en hesaplı yolu olan
denizyolu yerine en pahalı yöntemlerle yapılmasının sebebi nelerdir?
Ülkemizde, 1950’li yıllarda başlayan
karayolu ağırlıklı taşımacılık faaliyetleri 2003 yılında iç ticaret hacminin % 93’ü gibi büyük bir kısmını
taşır hale geldi. İç ticarette diğer
taşıma türleri ise % 6 - 7 seviyelerinde kalmıştı. Taşımacılık faaliyetlerini
düzenleyen mevzuat eksikliği ve
uyumsuzluğu, pazara ve mesleğe
giriş şartlarının olmayışı ve piyasa
yönetiminin etkin olmaması bu
90
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
duruma gelinmesinde büyük etken
olmuştu. Ancak, 2003 yılından sonra uygulanan “Yeni Ulaştırma Politikaları” sonucunda taşımacılıktaki
karayolunun hacmini % 89’a kadar
düşürdük, diğer taşıma türlerinin
toplam payını ise % 11 seviyesine
kadar çıkardık.
Cumhuriyet Döneminin en kapsamlı ve birbiriyle entegre ulaşım
projelerini hayata geçirdik. Bölünmüş yollarda rekor üzerine rekor
kırdık. Demiryollarında ülkemizi
yeniden ayağa kaldıran projeleri
yapıyoruz. Havayolunu halkın yolu
yaptık. Ülkemize bir deniz ülkesi olduğu kimliğini yeniden hatırlattık.
İletişim otobanlarını açtık.
Kısa süre zarfında, ülkemizin lojistik
alanda önemli bir noktaya gelmesini sağladık. Ancak, ülkemiz lojistik
alanda önemli bir noktaya gelmesine rağmen, sorunlar da devam
etmektedir. Küresel rekabetin artması, geleneksel lojistik işletmeciliği anlayışının sektörün ihtiyaçlarını
artık karşılayamaması ve modern
lojistik işletmeciliği anlayışının oluşması, pazarlama, hizmet, müşteri
ilişkileri gibi profesyonel iş kavramlarının yeterince oturmaması, lojistik sektörüne insan kaynağı yetiştirecek okulların geç açılmış olması
nedeniyle kalifiye insan gücünün
sınırlı sayıda olması bu konuda karşılaşılan sorunlardır.
Bu nedenle, 2023 yılına gelindiğinde, 500 milyar dolar ihracatı ve
dünyanın ilk 10 ekonomisinden birisi olmayı hedefleyen ülkemizin bu
hedefine ulaşmasında lojistik sektörünün ekonomimizin omurgasını
teşkil eden ve onu destekleyen itici
güç olmasında, ulaştırma türlerinin
teknik ve ekonomik açıdan en uygun yerlerde kullanıldığı dengeli,
akılcı ve etkin bir ulaştırma altyapısının oluşturulması gerekmektedir.
Dağıtım merkezlerinin yaygınlaştırılması, limanların etkin yönetimi
ve merkezler olarak geliştirilmesi,
sistemin bütüncül bir yaklaşımla
ele alınarak intermodal taşımacılığa
önem verilmesi, kombine taşımacılık ve tehlikeli madde taşımacılığı ile
ilgili yeni düzenlemelerin oluşturulması, geliştirilmesi ve uygulamaya
alınmaya başlaması, taşıma mod-
larında güvenliği öne çıkaran politikaların izlenmesi gibi adımların atılması önemlidir. Bu amaçla gerekli
tüm alanlarda çalışmalar yapmaktayız. Gerek Bakanlığımız gerekse
diğer kamu kuruluşları tarafından,
uluslararası taşımacılık ve lojistik
sektörümüzün faaliyetlerinin yasal
altyapısını sağlamlaştıracak ve bu
faaliyetleri kolaylaştıracak çalışmalar etkin olarak devam etmektedir.
SD: Kamudaki yatırımın yüzde 46’sı
sizin bakanlığınız kanalıyla yapılıyor. Bu yüksek oranın sizin açınızdan anlamı nedir?
Avrupa ile Asya arasında bir köprü
vazifesi gören ve çağlar boyunca
önemli medeniyetlere ev sahipliği
yapan ülkemiz; dünyanın önemli
üretim ve tüketim merkezlerinin
geçiş yolu üzerinde adeta bir köprüdür.
Bu konumuyla Türkiye; Avrupa,
Asya, Kafkasya, Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Rusya Federasyonu’nun da
yer aldığı yaklaşık 1,5 milyar nüfuslu
ve 24,5 trilyon dolarlık bir pazara giriş yapabilecek potansiyele sahiptir.
İşte bu noktada Bakanlığımızın vazifesi de bu pastadan alınabilecek
en büyük payı ülkemize kazandırmaktır. Ulaştırma sektörüne 9 yılda
yaklaşık 123 milyar TL tutarında
yatırım yapmamızın altında da bu
neden yatmaktadır. 2003-2011
yılları arasında ulaştırma ve haberleşme sektörlerinde yaptığımız
yatırımların % 87’sini özkaynaklarımız ile gerçekleştirirken, % 13’ünü
ise tüm dünyanın gıpta ile baktığı
“Türk Modeli” olarak ünlenen Yapİşlet-Devret Modeli ile yaptık. 2002
yılı sonrasında kamu yatırımlarına
önemli kaynaklar ayırarak, daha
önceki dönemlerde başlanılıp bitirilmeyen yatırımları süratle tamamladık. Bu çerçevede 2002 yılında
ortalama 9 yılda bitirilen kamu yatırımlarını, 2011 yılında 4,2 yılda bitirir hale geldik. Böylece, yatırımların
ekonominin ve vatandaşımızın hizmetine daha hızlı ve daha az mali-
yetle sunulmasını sağladık.
Bu sayede ulaştırma yatırımlarının
toplam kamu yatırımları içerisindeki payını da % 17 iken, sizin de söylediğiniz gibi 2011 yılsonu itibariyle
% 46’ya ulaştı. Bu tablo Bakanlığım
adına son derece gurur vericidir.
Çünkü ülkemizde yapılan her iki yatırımdan bir tanesi Bakanlığımız tarafından gerçekleştirildi. İşte bu yatırımlar neticesinde Türkiye, gerek
karayolunda, gerek demiryolunda,
gerek denizyolunda, gerek havacılık sektöründe ve gerekse bilişim
ve haberleşme sektörlerinde hem
yılların ihmalini telafi etmiş, hem de
bugün itibariyle Avrupa Birliği ortalamasının üzerinde bir gelişmişlik
düzeyini yakalamıştır.
SD: Yatırımların planlanması ve icraatların gerçekleştirilmesi konularında üniversitelerle gereken ölçüde
işbirliğini sağlayabiliyor musunuz?
Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı yapısı itibariyle
Türkiye’nin tüm ulaşım ve iletişim
altyapısını kuran yatırımcı bir Bakanlık. Bu nedenle yaptığımız her
yatırım büyük bir önem taşıyor. Bu
kapsamda da yaptığımız yatırımların gerçekleştirilmesinde hem
sivil toplum kuruluşlarıyla, hem
üniversitelerle, hem de diğer kamu
kurumlarıyla görüş alışverişinde
bulunmamız ve işbirlikler gerçekleştirmemiz zaruridir. Gerçekleştirdiğimiz bütün projelerimiz, ülkenin
geleceği açısından büyük öneme
sahip olduğu için bu kapsamda yatırımların planlanmasında, fizibilite
çalışmalarında üniversitelerimiz ile
önemli oranda işbirliğine gitmekteyiz.
SD: Doğu ve Güneydoğu bölgeleri
bakanlığınıza ayrılan yatırım oranından ne kadar pay almaktadır?
Ulaşım ve terör ilişkisi konusunda
medyada çeşitli spekülasyonlar yapılıyor. Terörle anılan bölgelere yol
yaparken amacınız nedir?
Terörle anılan bölgelerde terörün
beslendiği Sosyal, Ekonomik ve
Bireyler, kurumlar ve
devletler için de siber
ortamın güvenliği
hayati öneme sahiptir.
5809 sayılı Elektronik
Haberleşme Kanunu’nda,
bilgi güvenliği, şebeke
güvenliği, haberleşmenin
gizliliği, kişisel verilerin
işlenmesi, korunması ve
gizliliğinin sağlanması
konuları düzenlenmiştir.
Kültürel etkenlerin iyileştirilmesi
için yapılması gereken en önemli
kamu hizmeti ulaşım altyapısıdır.
Ulaşımın kolaylaşması ile her türlü
hizmetin gelmesi mümkün olmaktadır. Ülkemizin az gelişmiş bölgeleri için de bu gereklidir. Bu amaçla
ülkemizin her köşesini ulaşılabilir
yapmak bölgesel kalkınmışlık farklılığının giderilmesi, istihdamın
oluşturulması ve yatırımların teşvik
edilmesi için ulaşım altyapısının iyileştirilmesi en önemli etkenlerden
biridir.
Bu konuda Karayolları Genel
Müdürlüğü’ne düşen görev; karayolu altyapı hizmetini yurdumuzun
her tarafına, her bölgesine ayrım
yapılmaksızın tesis etmektir. Bugün
yoğun olarak yürüttüğümüz bölünmüş yol çalışmalarıyla, vatandaşlarımız Edirne’den çıkıp Doğubayazıt’a
kadar güvenli ve konforlu yollarla
seyahatlerini gerçekleştirmektedir.
Acil Eylem Planı kapsamında bir
program dahilinde yürüttüğümüz
bölünmüş yol çalışmalarında, son
9 yılda GAP Bölgesindeki illerimize
1.674 km bölünmüş yol yaparak
3,75 Milyar TL yatırım harcaması
gerçekleştirdik. 2003 yılı öncesinde
bu bölgedeki illerimizde toplam
288 km bölünmüş yol ağımız olduğu düşünülürse Cumhuriyetimizin
kuruluşundan bugüne kadar yapılan bölünmüş yol uzunluğunu 6
katına çıkardık.
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
91
Türk Boğazlarından
taşınan yük miktarı
yılda ortalama 360
milyon tonu aşıyor ve bu
miktarın 143 milyon tonu
tehlikeli yük kapsamında
taşınmaktadır. Bu nedenle
her konuda dikkatli
olmaya çalışıyoruz.
Aynı şekilde DAP (Doğu Anadolu
Projesi) yatırımları kapsamında Doğu
Anadolu Bölgemizdeki 16 ilimizde
2003 yılına kadar 263 km bölünmüş
yol ağımız mevcut iken, son 9 yılda
2.620 km bölünmüş yol yapılarak
bu ağımızın uzunluğu 2.883 km’ye
ulaşmıştır. Kısaca Cumhuriyetimizin
kuruluşundan bugüne kadar yapılan
bölünmüş yol yapım çalışmasının 10
katını yaptık. Son 9 yılda bu bölgede
bölünmüş yollara yapılan yatırım harcaması ise 6,25 Milyar TL’dir.
Yap-İşlet-Devret otoyol projeleri
kapsamında yapılacak olan 445 km
uzunluğundaki Şanlıurfa - Habur
Otoyolu (Diyarbakır Bağlantısı dâhil)
ve Kuzey-Güney aksı çalışmalarımızın
bir parçası olan 943 km uzunluğundaki Trabzon - Erzincan - Diyarbakır
- Mardin, 558 km uzunluğundaki
Rize - Erzurum - Bingöl - Diyarbakır Mardin, 516 km uzunluğundaki Artvin - Ardahan - Kars - Erzurum, 574
km uzunluğundaki Ağrı - Bitlis - Siirt
- Şırnak ve 756 km uzunluğundaki
Kars - Iğdır - Van - Hakkari yollarını
tamamlayarak; bölgeleri ve illerimizi birleştirmekteyiz. Bütün bu
çalışmalarımız ulaşımı kolaylaştırdığı gibi, ekonomik kalkınmayı da
hızlandırmaktadır.
SD: Bölünmüş yollar sayesinde trafik kazalarında azalma yaşandığını
belirtiyorsunuz? Güncel rakamlarla
bunu açıklayabilir misiniz?
92
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
2003 yılında başlatılan Acil Eylem
Planı kapsamındaki bölünmüş yol
çalışmalarında en önemli amacımız; trafik güvenliğini artırarak
kazaları azaltmak ve kazalardaki
“ölüm oranını” düşürmektir. 2003
yılından itibaren bugüne kadar
yapılan 15.126 km bölünmüş yol
ile birlikte toplamda bölünmüş yol
ağımız 21.227 km’ye ulaşmış ve 74
ilimizin birbiri ile bağlantısı sağlanmıştır.
2002 yılında 8.655. 170 adet olan
motorlu araç sayısının yaklaşık %
75 oranındaki artışla, 2010 yılında
15.095.603 adede ulaşmış olmasına rağmen, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Bölgeleri verileri esas alınarak şehir dışı yollarda
meydana gelen trafik kazalarında;
100 Milyon taşıt-km’ye düşen kaza
sayısı 2002 yılında 149 iken bu rakam 2010 yılında 105 olmuştur.
100 Milyon taşıt-km’ye düşen ölü
sayısı 2002 yılında 5,72 iken, bu
rakam 2010 yılında 3,68’e düşmüş,
başka bir deyişle 100 milyon taşıtkm’deki %55 artışa rağmen 1.629
vatandaşımızın hayatı kurtarılmış
anlamına gelmektedir.
100 Milyon taşıt-km’ye düşen yaralı
sayısı ise 2002 yılında 104 iken, 2010
yılında 116 olmuştur. Bu rakamlara
göre; her ne kadar yaralı sayısında
yaklaşık % 11 artış bulunsa da, kaza
sayısında % 30 ve ölü sayısında %
36 azalma meydana gelmiştir. Bölünmüş yol çalışması tamamlanan
bazı yol kesimlerindeki kaza verilerine göre; 2002 yılı kazaları ile 2010
yılı kazaları kıyaslandığında kaza
sayısında % 71 ve ölü sayısında %
60 azalma olduğu gözlenmiştir. Bu
istatistikî veriler; gerçekleşen karayolu projelerinin trafik güvenliğine
olan olumlu etkilerini göstermektedir.
SD: “Bilginin güvenliği ülke güvenliği kadar önemlidir” diyorsunuz.
Türkiye’de devletin güvenliği ile
ilgili haberleşme sistemlerinin güvenilir olduğunu söyleyebilir misi-
niz? Özellikle güvenlik alanındaki
haberleşme sistemleri ve bunların
şifrelendirilmesi yeterli midir? Bu
sistemlerde yerli sanayi oranı ne
kadardır? Bu konularda hangi çalışmaları yürütüyorsunuz?
Bilgi çağındayız ve bilgi günümüzün en değerli kaynağı. Bilginin bu
değeri, güvenli ve güvenilir olmasını
da gerektiriyor. Bilginin, erişilebilir,
bütünlüğü bozulmamış, değiştirilmemiş, yetkisiz erişimden korunmuş olması gerekir. Siber güvenlik,
kurum, kuruluş ve kullanıcıların bilgi
varlıklarını korumak amacıyla kullanılan yöntemler, politikalar, kavramlar,
kılavuzlar, risk yönetimi yaklaşımları,
faaliyetler, eğitimler, en iyi uygulama
deneyimleri ve kullanılan teknolojiler
bütünü olarak tanımlanıyor. Günümüzde hemen her türlü sistemin bilgi teknolojileri üzerinden yönetilmesi
sonucunda bu sistemler bir yandan
hayatımızı kolaylaştırmakta ancak
kontrollerini sağladıkları sistemlerin
kesintiye uğramasının ya da hatalı çalışmasının çok büyük etki yaratacak
bir gücünün olması sebebiyle de kaçınılmaz olarak birer hedef durumuna gelmektedirler.
Bireyler, kurumlar ve devletler için
de siber ortamın güvenliği hayati
öneme sahiptir. 5809 sayılı ile Elektronik Haberleşme Kanununda, bilgi
güvenliği, şebeke güvenliği, haberleşmenin gizliliği, kişisel verilerin
işlenmesi, korunması ve gizliliğinin
sağlanması konuları düzenlenmiştir.
Bu Kanuna da dayanarak Bakanlığımız ve Bilgi Teknolojileri ve İletişim
Kurumu ilgili kurumlarla koordineli
bir şekilde bilgi güvenliği konusunda
çalışmalar yapmaktadır.
Siber ataklardan korunma ve zarar
gördükten sonra kısa sürede saldırıların etkilerini yok etme de önemlidir
ancak, Siber güvenliğin temel hedefi; bilgi değerlerinin başına kötü bir
şeyler gelmeden korumaktır. Siber
güvenliğin sağlanmasında, en zayıf
halka kullanıcı olduğu için, bireysel ve
kurumsal kullanıcının farkındalığının
ve bilinç düzeylerinin yükseltilmesi
gerekmektedir.
Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu
ile TÜBİTAK işbirliğinde 25-28 Ocak
2011 tarihleri arasında Ulusal Siber
Güvenlik Tatbikatı gerçekleştirildi.
Ulusal Siber Güvenlik Tatbikatına; finans, elektronik haberleşme, eğitim
ve savunma sektörleriyle silahlı kuvvetler, adli ve kolluk birimleri ve çeşitli
bakanlıklar arasından 41 kamu ve
özel sektör kurum ve kuruluşu katıldı. Bu tatbikatta, katılımcı kurumların
siber saldırı durumunda verecekleri
tepkilerin gerçek ve simülasyon ortamındaki saldırılarla ölçülmesiyle,
kurumların hem teknik eksiklik/kabiliyetlerinin hem de kurumiçi/kurumlararası koordinasyon yetenekleri
değerlendirilmiş oldu. Tatbikatın sonuçları da kamuoyu ile paylaşıldı. Bu
yıl yapılacak tatbikatlara daha fazla
kurum ve kuruluşun katılarak, siber
güvenlik konusunda halihazırdaki
yetkinliklerini test etmelerini bekliyoruz.
Türksat 5A Uydusu TUSAŞ’ta
Üretilecek
SD: Türkiye’nin “ilk milli yer gözlem
uydusu” Rasat’tan alınan sonuçlardan memnun musunuz? Haberleşme ve güvenlik amaçlı milli uydularımız uzaya ne zaman atılacaktır?
e-devlet projesinin bütün devlet
kurumlarını kapsayacağı bir tarih
belirlenmiş midir?
Milli haberleşme uydumuzun
Türkiye’de Türk mühendis ve kaynakları ile yapılması için ülkemizde
çalışmalara bildiğiniz gibi başladık.
Bu ihtiyacı karşılayacak uydu montaj entegrasyon ve test tesisi de
Savunma Sanayi İcra Kurulunun 18
Aralık 2008’de aldığı karar ile TUSAŞ
arazisinde kurulmaya başlandı. Bu
uydu montaj, entegrasyon ve test
merkezi Gözlem uyduları yanında,
Türksat’ın ihtiyacı olan haberleşme
uyduları da üretilebilecektir. Tesis
2013 yılı başında hazır olacak. Uydu
üretim tesisleri, uyduların fabrikasyon olmaması, her bir uydunun
görevine göre özel üretim olması
sebebi ile tüm dünyada “Assembly
Integration and Test” yani montaj,
entegrasyon ve test tesisi olarak adlandırılır.
Türksat ile TUSAŞ, 5 Eylül 2011’de,
Türksat 5A uydusunun üretilmesine
yönelik bir işbirliği protokolü imzaladı. Türksat 5A uydusu, ülkemizde üretilen ilk haberleşme uydusu olacak ve
TUSAŞ arazisinde kurulan tesislerde
üretilecek. Türksat ve TUSAŞ bu işbirliği protokolünü ilerleterek, uydu
üretiminin detaylandırıldığı bir sözleşmenin yakında imzalanması planlanmaktadır. Türksat 5A haberleşme
uydusu, bu sözleşme kapsamında
üretilerek, 2015 yılında fırlatmaya
hazır olacak. Sonrasında Türksat 5A
uydusu, Entegrasyon tesisinden, fırlatma yerine gönderilecek.
SD: Kombine taşımacılık ve tehlike-
li taşımacılık konusunda Türkiye’nin
durumu nedir? Altyapı çalışmaları
ne zaman tamamlanacaktır?
Ülkemizde, doğu-batı yönleri doğrultusunda kesintisiz bir demiryolu
ana koridoru oluşturularak, gerek
ulusal gerekse Avrupa - Asya arasında transit ulaşım olanaklarının
artırılması ve kombine taşımacılığın
geliştirilmesi amacıyla demiryolu
yük taşımacılığı projelerine öncelik
verilmiş bulunmaktadır. Demiryollarında uzun mesafeli ve yüksek miktardaki yüklerin taşınması avantajlı
olduğundan, lojistik planlamada,
intermodal taşımacılık kapsamında özellikle uluslararası taşımalar
ile transit taşımalarda demiryolları
kullanıldığından TCDD, blok tren
işletmeciliğine geçmiş, lojistik merkezleri kurulmaya başlanmış, kombine taşımacılığına uygun vagon
imal edilmeye başlanmıştır. Ayrıca
Organize Sanayi Bölgelerinin demiryolu bağlantısı, konteyner, RO-LA,
otomobil taşımacılığı alanlarında
önemli gelişmeler kaydedilmiştir.
Can emniyeti açısından petrol ve diğer zararlı maddelerin taşınması, evrensel ve ulusal seviyelerde özellikle
dikkate alınan bir konudur. Öncelikli
olarak tehlikeli madde taşımasına
ilişkin mevzuat çalışmalarını tamamladık ve hayata geçirdik. Deniz emniyeti ve gemi kaynaklı kirlenmenin
önlenmesi konusunda da önlemlerimizi aldık. Hatta gemi kazalarını
önlemek ve olası kazalara müdahale edilerek deniz kirliliğini önlemek
amacıyla İstanbul Boğazı’nda bir
“felaket tatbikatı” dahi yaptık. Bu tatbikatlar ile bu konudaki eksiklerimiz
neler, daha neler yapmalıyız bunları
da görme fırsatı bulduk.
Boğazlardan 143 Milyon Ton
‘Tehlike’ Geçiyor
Türk Boğazlarından taşınan yük miktarı yılda ortalama 360 milyon tonu
aşıyor ve bu miktarın 143 milyon
tonu tehlikeli yük kapsamında taşınmaktadır. Bu nedenle her konuda
dikkatli olmaya çalışıyoruz. Hiç bir
zaman ne deprem, ne yangın, ne bir
deniz kazası yaşamayalım, ama yaşamamız halinde de şaşırıp ortada
kalmayalım. Ne yapacağımızı bilelim, tatbikatın asıl amacı da buydu.
Demiryollarında da tehlikeli madde
taşımacılığında bir ilki gerçekleştirdik. Tehlikeli madde taşımacılığına
uygun vagonları hem TCDD’ye imal
ettirdik, hem de özel sektörün bu tür
vagona sahip olmasına imkân tanınarak özellikle akaryakıt taşımasının
demiryoluna kaydırılması sağlayacak adım attık. Karayolu ile yapılan
tehlikeli madde taşımalarının azaltılması ile taşıma emniyetini artırdık,
kazaların önlenmesiyle, can ve mal
kaybını da en aza düşürdük. Ayrıca
akaryakıt taşıması yapılan istasyonlarımızda iltisak hattı bağlantısı yapılarak tesisler tehlikeli madde taşımacılığına uygun hale getirilmiştir.
Kurulmakta olan lojistik merkezlerde de tehlikeli madde taşımacılığına
yönelik yol ve alanlar oluşturulmakta söz konusu lojistik merkezlerinde
etaplar halinde 2019 yılına kadar tamamlanması planlanmaktadır.
Röportaj: Ahmet ÜNAL
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
93
Türkiye’de Yazılım Sektörü
Konferansı’nın Ardından
Derya FINDIK*
“Türkiye’de Yazılım Sektörü”
başlıklı konferansın birinci
oturumunda Türkiye’de
sektörün genel durumu,
sektörü bekleyen fırsatlar
ve karşılaşılan sorunlar
ele alındı. Takip eden
oturumda, uygulanan
teşvik politikalarının
sektör üzerindeki mevcut
etkileri tartışıldı. Üçüncü
oturumda, yazılım ihracatı
özelinde mevcut durum,
potansiyel fırsatlar
ve sorunlar üzerinde
durulurken; son oturumda
sektördeki işbirliği yapısı ve
modellerine değinilmiştir.
94
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
29 Aralık 2011 tarihinde Stratejik
Düşünce Enstitüsü (SDE) ve TEKPOL
(ODTÜ-Bilim ve Teknoloji Politikaları
Araştırma Merkezi) ortaklığı ile gerçekleştirilen “Türkiye’de Yazılım Sektörü” başlıklı konferansın birinci oturumunda Türkiye’de sektörün genel
durumu, sektörü bekleyen fırsatlar
ve karşılaşılan sorunlar ele alındı.
İzleyen oturumda, uygulanan teşvik politikalarının sektör üzerindeki
mevcut etkileri tartışıldı. Üçüncü
oturumda yazılım ihracatı özelinde
mevcut durum, potansiyel fırsatlar
ve sorunlar üzerinde durulurken;
son oturumda sektördeki işbirliği
yapısı ve modellerine değinilmiştir.
1600 firma içerisinde belirlenen 439
yazılım firmasında gerçekleşmiştir.
Çalışmada;
Konferansın birinci oturumunda yer
alan sunuşlar arasında 2004-2006
dönemini kapsayan ve sektördeki
firmaların işletme yetkinlik düzeylerini değerlendiren çalışmanın
sonuçları Dr. Nedim Alpdemir tarafından paylaşılmıştır. Bu çalışma,
Firmaların yüzde 42’sinin test yönetimi planı yapmadığı ve test yönetimini yürütecek bağımsız bir test bölümü olmadığı yönündeki hususlar
ele alınmıştır.
Katılımcı yazılım sektörü firmalarının yüzde 77’sinde tanımlanmış bir
“Kalite ve Güvence Grubu” olmadığı
ve bu sebeple sistematik bir kalite
yönetim anlayışının bu firmalarda
gelişmediği
Öte yandan gereksinim-istem kaydı-takip gibi süreçler dikkate alındığında yazılım sektörü firmalarının
yüzde 87’sinin izleme yaptığı fakat
gereksinim yönetimi için tekrarlanabilirliği sağlayan bir kural seti olmadığı
Özetle yazılım sektörünün kalite ve
güvence açısından zayıf, teknoloji
takibinde ise yetkin durumda olduğu tespit edilmiştir.
Bilişim teknolojilerinin toplumsal
alana yayılması bağlamında, yazılım
altyapısı kavramının pek gelişmemiş
olması ve “yazılım döngüsü”nün
sadece programlama olarak anlaşılması konferansta dinleyicilerin katkısı ile eklenen bir değerlendirme
olmuştur.
YASAD Yönetim Kurulu üyesi ve TEKİMED Genel Müdürü Gülara Tırpançeker, bir önceki sunuşa referansla,
Türkiye’deki yazılım firmalarının
sermaye yapılarının zayıf olduğunu vurgulayarak işletme içerisinde
test ya da kalite birimi olmayışının
ana nedenini yeterli kaynak olmamasına dayandırmaktadır. Yazılım
sektörünün hâlihazırda odaklandığı
alanlar arasında üretim, otomasyon,
otomasyon yan sanayi, elektronik
gibi sektörler bulunurken sağlık ve
turizmdeki çabaların henüz yeterli
düzeyde olmadığı vurgulanmıştır.
Yazılımın GSYİH, Ar-Ge, istihdam ve
ihracat gibi alanlardaki etkisine bakıldığında Türkiye’nin bu alanlarda
öncü Hindistan, İsrail, Japonya ve
AB ülkelerindeki düzeyin altında
olduğu belirtilmiştir. Bu ülkeler içe-
risinde İsrail Ar-Ge odaklı büyüme
stratejisi izlerken, Hindistan düşük
ücret avantajını kullanmakta, Brezilya ve Arjantin ise iç pazara yönelik
bir büyüme stratejisi uygulamaktadır. Türkiye’nin yazılım sektöründeki
mevcut stratejisi iç pazara yöneliktir.
Bununla birlikte genç nüfus ve işgücünün niteliği konusunda Türkiye
avantajlı konumdadır. Bu faktörlere yönelik geliştirilecek politikalar
Türkiye’nin yazılım sektöründe hem
iç hem de dış pazar odaklı olarak
büyümesini sağlayabilir. Ulaştırma
Şurası’nda alınan karara göre yazılım ihracat açısından stratejik sektör
olarak belirlenmiştir. Bundan yola çıkarak sektörde talep arttırılmalı, yerli
üretim ve girişimcilik desteklenmelidir.
“Bilgi Toplumuna Dönüşüm Süreci
ve Yazılım Sektörü” başlıklı konuşması ile konferansa katılan Kalkınma
Bakanlığı Bilgi Toplumu Dairesi Başkanı Emin Sadık Aydın, bilişimin son
yıllarda e-devlet, e-bankacılık, e-iş
ve e-eğitim gibi alanlardaki uygulamaları ile farklı alanları da dönüştürme özelliğine sahip olduğunu vurgularken, “google” ve “apple” uygulamaları dikkate alındığında bilişim
teknolojilerinin iktisadi hayatı çok
kısa sürede değiştirebilme niteliğine
sahip olduğunu belirtmiştir.
Bununla birlikte, yazılım harcamalarına kobilerin ayırdığı kaynak yeterli
değildir. Üretim süreçlerine dâhil
olmuş yazılıma ilişkin yatırımın olmaması dikkat çekici bir husustur.
Kamu yatırımları dikkate alındığında
ise e-devlet özelinde yapılan harcamaların artarak ilerlediği yönünde
bir değerlendirme yapılmıştır. Ek
olarak, kamudaki projelerin, doğru
bir proje fikri ile yola çıkarak daha
düzgün yapılması gereği vurgulanmıştır.
Büyük oyuncuların yer aldığı bir
dünyada daha dinamik ve sorunlara odaklı aynı zamanda kısa vadeli
çözümler üretebilen bir alan olarak
açık kaynak kodlu yazılım geliştirme önemi ortaya konmuştur. İnsan
kaynağında ise sayı sorunumuzun
olduğu ve örgün eğitimin kısıtları
vurgulanmıştır. Farklı ürünler ve fikirler geliştirerek talebi yönlendirecek
tarzda bir arz oluşturmalıdır. Bilişimin diğer sektörlerdeki kullanımı ile
toplumsal anlamda desteğe ihtiyacı
bulunmaktadır.
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
95
Bilişim teknolojilerinin
toplumsal alana
yayılması bağlamında,
yazılım altyapısı
kavramının pek
gelişmemiş olması ve
“yazılım döngüsü”nün
sadece programlama
olarak anlaşılması
konferansta dinleyicilerin
katkısı ile eklenen bir
değerlendirme olmuştur.
Bir diğer oturumda Ulaştırma
Bakanlığı’ndan Mustafa Canlı, yazılım ihracatında mevcut durum,
potansiyel fırsatlar üzerine şu değerlendirmelerde bulunmuştur:
Yazılım sektörünü paket ürün ve proje bazlı ürün olarak ayrıştırdığımızda,
proje bazlı üründe sürekli proje geliştirmek gerekmektedir. Paket üründe ise yabancı rekabete açılmak için
risk sermayesi önem taşımaktadır.
Fakat bu durum Türkiye’de istenilen
düzeyde
gerçekleştirilememiştir.
Platform bazlı yazılım sektörüne örnek olarak bulut üstünden yazılım
sürdürme ile veri merkezlerine cazibe artmıştır. Gömülü sistemler konusunda ise insan kaynağı önemli
ölçüde gelişmiştir.
Pazarlama sürecinde önemli olan bir
husus, paket ürünlerin geliştirilmesinde o bölgeye ya da ülkeye özgü
iş yapış şekli veya kültürel hususların
göz önünde bulundurulmasıdır.
Ayrıca satış sonrası destek hizmeti
sağlayacak kanalların oluşturulması
ve bunların etkin çalışması gerekir.
İş bitirme ve referans sürecinde açık
kaynak kodlu ürünler dikkati çekmekte, ana platform sahipliği ile
destek hizmetlerini satmak mümkün olmaktadır.
Kamu içerisinde birim oluşturularak
yurt dışına açılma stratejisi esastır.
Tüm bu adımların izlenebilmesi yö96
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
nünde bir bilişim sektörü yol haritası konmalı ve bu süreçte yer alacak
tüm muhatapların birarada bulunması gerekmektedir. Sivil toplum
kuruluşları, politika yapım sürecine
somut ve pozitif çözüm önerileri ile
katkıda bulunmalıdır. Ayrıca kamuda insan kaynağı yetkinliğinin arttırlması gereği vurgulanmıştır.
YASAD Yönetim Kurulu Üyesi Ertan
Barut yazılımda ihracat için potansiyel olduğundan bu sektöre yönelik
“dışarıdan getir, birleştir, ürün olarak
sat” şeklinde destekleyici politikaların mevcut olduğunu belirtmiştir. Buna karşın Türkiye’deki yazılım
firmaları için kendini tanıtma, pazarlama ve organize olma konularında yeterli düzeyde değillerdir.
Bu sektörde ihracatın geliştirilmesi
için ürün çeşitliğinin sağlanması,
teknoloji pazarlama boyutunda
ürünün sunulduğu ülke ile mevzuatın uyumlu hale getirilmesi ve tüm
bunları geliştirmek için bir ihracat
vizyonu oluşturulması ve yol haritası
belirlenmesi gereklidir.
Yazılım sektöründe işbirliği modelleri ve politika üretme paydaşları başlığı ile bu sektördeki işbirliği yapısını
inceleyen Türkiye Bilişim Vakfı Ankara Temsilcisi ve Verisis A.Ş. yöneticisi Aydın Kolat, bu sektörde neden
işbirliğine ihtiyaç duyduğumuzu
değerlendirmiştir. Bunun sebepleri
arasında;
Bölgesel rekabet içerisinde birlikte
hareket ederek birlikte iş yapmak
Global rekabete karşı birlikte hareket etmek
Maliyetleri düşürmek
Bilgi paylaşımı bir başka deyişle ilgili
bilgilerin bir araya getirilmesi
Özel konularda uzmanlık alanlarına
sahip olmak yer almaktadır.
farklı oyuncuların bu süreçte yerlerini alması).
Aynı zamanda yerel ortamın sektörün beklentilerine ilişkin arama görevini etkin bir şekilde yürütmesi.
Bunun yanı sıra ihtiyaca içerde nasıl
cevap verilebilir noktasına değinilmesi.
Ek olarak dağıtım, sinyal ve kodlama
işlerini yürütmesi bulunmaktadır.
Küme politikalarının oluşturulmasında tek tek firmaların değil bütün
ağın desteklenmesi, bölge içinde
altyapı kurularak dışarıda pazar araştırmaları yapılması, markalaşmak
için ne yapılması gerektiği yolunda
firmalara rehberlik edilmesi başarılı
bir kümenin özelliklerindendir.
Sunuş süresince işbirliği modellerinden kümeleşme üzerinde hayli
durulmuştur. Kümeleşme yapısının
başarı ölçütlerine bakıldığında; coğrafi kapsam, sektörün yoğunluğu,
sektörler arası işbirlikleri, yenilikçilik
kapasitesi, örgütlenme ve koordinasyon hususları ele alınmıştır.
Kümenin en önemli özelliği tepkime
yani sektördeki değişimlere anında
tepki gösterme yeteneği olduğu
vurgulanmıştır. Buna ek olarak, yenilikçi bir yerel ortamın önemi üzerinde durulmuştur. Yerel ortamın
yenilikçi özelliğinin olması için birtakım faktörler sıralanmıştır. Bunlar
arasında;
Küme elemanları arasında mekansal
yakınlık olması ve bu sayede enformel toplantılar aracılığıyla firmaların
birbirini tanıması.
Oyuncu çeşitliliğinin olması (Örneğin; özel sektör, STK, üniversite gibi
Küme politikaları ile ilgili bir başka
önemli husus rekabet öncesi işbirlikleridir. Örneğin birkaç rakip firmanın
birbirini tamamlayıcı belirli yetenekleri birleştirerek bir mal veya hizmet
üretmesi ve bunun sonucunda ortaya çıkan ürün ya da hizmeti kendi faaliyet alanlarında kullanma becerisi
rekabet öncesi işbirliğine örnektir.
Türkiye henüz know-how paylaşımı
konusunda yetersizdir. Bu sebeple
rakipler arasında bu türden işbirlikleri oldukça zordur.
Bir diğer sunuşta Microsoft Türkiye
ve Bilişim Derneği’nden Erdem Erkul, teknokentlerin birbiriyle işbirliği
içerisinde çalışmasının önemini vurgulamıştır. Bunun yanı sıra inovasyon merkezlerinin özellikle Ar-Ge
projelerinde yer almak isteyen girişimcilere yazılımların ücretsiz kullanılması gibi imkânlar sağladığından
bahsetmiştir. Bilişimin sosyal sorumluluk ayağı da bilgi toplumu oluşma
sürecinde önemli bir yere sahiptir.
Bugün UNDP, Kalkınma Bakanlığı
ve Microsoft işbirliği ile oluşturulan
projede 400 genç yazılımcı yetiştirilmiş, Türkiye’de 150.000 kişiye
bilgisayar okuryazarlığı eğitimi verilmiştir. Bu tür çabalar BİT kullanımının yaygınlaşması açısından önem
taşımaktadır.
Sunuş süresince
işbirliği modellerinden
kümeleşme üzerinde hayli
durulmuştur. Kümeleşme
yapısının başarı
ölçütlerine bakıldığında;
coğrafi kapsam, sektörün
yoğunluğu, sektörler arası
işbirlikleri, yenilikçilik
kapasitesi, örgütlenme ve
koordinasyon hususları
ele alınmıştır.
Kapanış oturumunda SDE Başkanı
Prof. Dr. Yasin Aktay, geleceğin Türkiye’sinde ekonomik büyümeyi sürdürebilmek için yazılımın stratejik bir
sektör olduğundan ve enstitü olarak
da bu sektöre eğilmenin öneminin
farkında olduklarından söz etmiştir.
Kapanış konuşmasını yapmak üzere
konferansa katılan Kalkınma Bakanı
Cevdet Yılmaz, yazılım sektörünün
9. Kalkınma Planı vizyonunun hayata geçirilmesinde kilit rol oynadığından bahsederken, kamu BİT yatırımlarının artış eğiliminde olduğunu
vurgulamıştır. Ana amacı insana
hizmet olan kalkınmanın, dayandığı
temel aracın da beşeri sermaye olduğunu belirtmiştir. Bir fırsat olarak
ortaya çıkan bu sektör hızla değişen
dinamik bir sektördür. Bu sebeple
ülkemizin kendini bu değişimlere
göre konumlandırması gerektiğinden söz etmiştir. Büyümenin etkin
olması kadar kapsayıcı (inclusive)
olmasının önemi vurgulanmıştır.
Son olarak 2012’de küresel kriz sonrası aynı zamanda iklim değişikliği,
yeşil büyüme gibi konuların da önplanda olduğu bir dünyada, Türkiye
için yeni bir bilgi toplumu stratejisi
oluşturulacağını duyurmuştur.
ODTÜ-Bilim ve Teknoloji Politikası
Çalışmaları*
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
97
SD Haber
Akaryakıt Dağıtım
Firmaları Çalıştayı
Stratejik Düşünce
Enstitüsü’nde 24 Şubat
2012 tarihinde “Akaryakıt
Dağıtım Firmaları”
başlıklı bir çalıştay
düzenlendi. SDE Ekonomi
Koordinatörlüğü’nden
Dr. Sıdıka Başçı’nın
moderatörlüğünde
gerçekleştirilen çalıştay
EPDK, Petrol İşleri,
Maliye Bakanlığı,
çeşitli üniversitelerden
akademisyenler ve SDE
uzmanlarının katılımı ile
gerçekleştirildi.
98
STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
Çalıştayda durum tespiti yapılması
ve önerilerin getirilmesi hedeflenen konular şöyle sıralandı:
- Rekabet ile akaryakıt dağıtım firmaları arasında daha homojen pazar payı oluşturulması,
- Sektör içerisine dağıtım firması ya
da istasyon sahibi olarak girişlerin
kolaylaştırılması ile rekabetin olumlu yansımalarının sağlanması,
- Halkın kullanım alışkanlıkları ve
alım durumunun iyileştirilmesi ile
kaçak kaynaklı kaybın azaltılması,
devletin vergi gelirlerinin arttırılması,
- Akaryakıt dağıtım firmalarının
rekabet edebilme gücünün arttırılması ile dağıtım ağlarının ülke
genelinde daha homojen dağılması, hizmet kalitesinin arttırılması ve
son kullanıcı ve sektör için durumun iyileştirilmesi.
Dr. Sıdıka Başçı’nın açılış konuşmasının ardından sözü alan EPDK
Petrol Piyasası Daire Başkanı Taner
Mutlu 2003 yılından itibaren uygulamaya konan 5015 sayılı Petrol
Piyasası Kanunu ile değişen piyasa
yapısını özetledi. Mutlu şunları kaydetti:
“En önemli değişiklik bu kanunun
yürürlüğe girmesi ile fiyatların serbest olarak belirlenmeye başlamış
olmasıdır. Bunun yanında piyasaya
girişlerde aranan bazı sayısal büyüklükler ve piyasadaki dağıtım şirketleri için sundukları akaryakıt arzının %60’nı TÜPRAŞ’tan sağlamak
zorunluluğu ortadan kalkmıştır. Bu
değişikliklerin neticesinde 2003 yılından bu yana dağıtım şirketlerinin
sayısı 23’ten 50’ye ve bayilerin sayısı 12,000’den 12,800’e yükselmiştir.
Ayrıca depolama kapasitesinde de
2 kat artış gözlenmiştir.”
Toplantıda bütün olumlu geliş-
melerin yanı sıra piyasada hala var
olan bazı sorunlar dile getirildi. Mesela, her ne kadar fiyatlar serbest
olarak belirlenebilir dense de piyasanın oligopolik yapısı ve fiyatların
%90’ını vergi ve üretim maliyeti
yansıtırken sadece %10’luk bir kısmının rekabet çerçevesinde belirlenmesi fiyatlarda çok da farklılık
görülmesini engellemektedir. Bu
noktada tüketici kullanım alışkanlıklarının rolü de bulunmaktadır.
Tüketici hala daha ucuz petrolün
kötü petrol olduğu inancındadır ve
bu yüzden ucuz petrol satan bayiyi
aramamaktadır. Bu inancın ortadan
kalkmamasındaki en büyük etken
kaçak petrolün varlığıdır.
Ülkemizde yılda 36 milyar dolarlık akaryakıt ithal edilmekte iken,
TBMM Kaçakçılık Komisyonu raporuna göre yaklaşık 4 milyar dolarlık
akaryakıt kaçak yollarla ülkemize
girmektedir. Ancak şu da belirtilmelidir ki, aslında kalitede çok
büyük bir farklılık yoktur. EPDK bu
alanda denetleme yapmakta ve
piyasaya satışa sunulan akaryakıt
ürünleri üzerinden numune alarak
inceleme yapmaktadır. Dile getirilen diğer önemli bir sorun
ise şu an uygulanan mevzuat çerçevesinde şirketlerin yılda 60 bin ton
satışı gerçekleştirememeleri halinde lisanslarının iptal edilmesidir. Bu
mevzuatın şartını yerine getirememekten ürktüklerinden dolayı küçük firmalar piyasaya girme noktasında çekimser davranmaktadır. Bu
da rekabet açısından olumsuz etki
yaratmaktadır. Buna rağmen EPDK
denetim açısından bu mevzuatın
belki de daha katılaştırılarak devam
etmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Piyasayı disipline etmek öncelikler arasındadır. Bu noktada katılımcılardan gelen bir öneri mevzuata bölgesel farklılıkların yansıtılması
yönünde oldu.
Çalıştayda ülkemizde var olan bir
eksikliğin ise ülke içi taşımacılıkta
sadece karayolunun kullanılıyor
olması. Dünya üzerinde pek çok
ülkede 9-10 dağıtım firması bir
araya gelerek boru hattı kuruyorlar ve petrolü bu yolla dağıtıyorlar.
EPDK’nın yaptığı bir araştırmaya
göre Kırıkkale’den Ankara’ya bir
boru hattı döşenirse ulaştırma maliyetinin %3 düşmesi mümkündür.
Çalıştayda piyasayı etkileyebilecek
diğer bir değişimin ise aşama aşama bio-yakıta geçilmesinin olabileceği belirtildi.
Bu bağlamda EPDK Tarım Bakanlığı
ile koordineli çalışmalarını sürdürmektedir. 2014 yılından itibaren
kademeli olarak bio-yakıta geçilmesi hedeflenmektedir. Bu hedef
doğrultusunda yerli tarımdan % 3
oranında etanol kullanılması söz
konusudur.
Çalıştay bütün bu tespitler çerçevesinde ileride yapılabilecek araştırmaların alt yapısını oluşturmasından dolayı başarı ile neticelenmiştir. MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
99
Tayvan’da Seçim ve Çin’in
Demokratikleşmesi
Erkin EKREM*
Tayvan’ın demokratikleşme
sürecinde ulusal kimliğini
yeniden tesis etmesi ile
birlikte Çin’den uzaklaşarak
Tayvanlaşma konusu farklı
bir sonuç doğurmuştu.
Tayvanlaşma olgusu
genellikle Pekin tarafından
eleştirilmekte ve Çin’in
bütünleşmesini sabote
ettiğini iddia etmektedir.
Tayvan tarafı da Çin’in
bu tutumunu Tayvan’ın
demokratikleşme sürecinin
en tehlikeli güvensizlik
nedeni olarak görmektedir.
100 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
14 Ocak 2012’de Tayvan’da gerçekleşen başkanlık seçimi bu ülkenin
demokratikleşmesi yolunda önemli bir aşamayı tamamlamıştır. ABD
ve Avrupa ülkeleri dâhil 60’a yakın
ülke Tayvan’ı tebrik etmiştir. Aslında,
Tayvanlılar için seçim yabancı değildi, seçimle Japonya’nın Tayvan’ı
yönettiği dönemde (1895-1945)
tanışmışlardı. Ancak, Tayvan’ın demokratikleşmesi açısından son seçim önemlidir: Uzakdoğu’da nadir
bulunan demokratik ülkelerden birinin olgunlaşma sürecine girmesi
ve Çin’in üzerindeki etkisi açısından
tarihî ehemmiyeti vardır.
Tayvan’da Seçim ve
Demokrasinin Olgunlaşması
Demokrasi, totaliter (totalitarianism) veya otoriter (authoritarianism) rejime karşı bir siyasî biçimdir.
Demokratikleşme veya demokratik
dönüşüm, totaliter veya otoriter
siyasî sistemden demokratik bir sisteme geçiş sürecidir. Çin siyasal bilimcisi Sun Liping, totaliter rejimin
özelliğini siyasî, ekonomik ve ideolojik olmak üzere üç gücün tek bir
merkezde tutulması olarak tanımlamaktadır. Bunların arasında siyasî
olan merkez konumda ve hâkim
durumdadır, bu da yüksek karar
alma sınıfını temsil etmektedir.
Hem sosyal kaynakların fiili yöneticileridir hem de politik kontrolün
uygulayıcısıdır. Aynı zamanda ideolojinin otoriter yorumcularıdır. Bir
anlamda Çin’in geleneksel yönetim
tarzını izah etmektedir. Aynı siyasal
kültüre sahip olan Çin ve Tayvan da
bu tarzdaki rejimi benimsemiştir.
Tayvan hükümeti, 1980’li yılların ortalarında zorunlu bir siyasal reform
yapmakla demokratikleşme sürecini başlatmış ve bugün demokratik
geçiş (democratic transition) döneminden demokratik konsolidasyon
(democratic consolidation) aşama-
Tayvan’ın devlet
statüsünü kaybetmesi
ile birlikte ağır darbe
alan Milliyetçi Çin
Hükümeti, bütün Çin’i
temsil eden yasal yönetim
yetkisini de yitirmiştir.
Bu durum Milliyetçi
Çin Hükümeti’nin
toplumdaki otoritesinin
sorgulanmasına yol
açmıştı.
sına geçmiştir.
Tayvan’ın demokratikleşmesi 1986
yılında başlamıştır. Ancak Çin ile
normalleşme sürecinden sonra ilk
başkanlık seçimi 21 Mart 1990’da
gerçekleşmiştir. İlk seçimden Mart
2012 yılına kadar toplam 6 defa seçim yapılmıştır. Başkanlık seçiminde muhalefet partisi olan Demokratik İlerleme Partisi, 2000 yılındaki
seçimi kazanırken, 2008 yılındaki
seçimi kaybetmesi sonucunda eski
iktidar partisi Milliyetçi Çin Partisi
iktidara yeniden gelmişti. Milliyetçi Çin Partisi, 2012 yılı seçiminde
iktidarını koruyabilmiştir. Genelde
demokratikleşmenin
başlangıç
dönemindeki demokratik geçiş
(democratic transition) dönemi ve
onun olgunlaşma dönemindeki
demokratik konsolidasyon (democratic consolidation) aşamasının tamamlanması gerekmektedir.
Tayvan’da gerçekleştirilen seçim süreci Huntington’un zikrettiği “iki kez
test” (two-turnover test) ölçüsüne
uymuştur. Arend Lijphart, seçim
dönüşüm süresinin 19 yılı geçmesi
durumunda ancak istikrarlı ve konsolide demokratik düzene sahip
olacağını ifade etmektedir. Bu bağlamda, Tayvan demokrasisi dönemindeki demokratik geçiş aşamasını tamamlayıp konsolidasyon aşamasına geçmiş durumdadır. Fakat
Tayvan siyasetinde iktidar partisi
ile muhalefet partisi arasında mevcut olan en önemli problem, milli
kimlik konusundaki farklı anlayış ve
bundan kaynaklanan demokratik
istikrarın olmayışıdır, yani, siyasette
kimlik ayrışması ve sivil toplumun
henüz olgunlaşmama sorunları yaşanmaktadır. Bu nedenle Tayvan’ın
demokrasisi tam anlamıyla gereken
kriterleri yerine getirememiştir. Ancak, 2012 yılı seçiminde milli kimlik
tartışması ve toplumsal ayrılıkçılık
konusunun ikinci planda kalması,
Tayvan’ın söz konusu problemi aşmaya çalıştığının göstergesidir.
Tayvan’da
Demokratikleşmenin Nedenleri
1949 yılında iç savaşı kaybeden
Kuo-min Tang (KMT), yani Milliyetçi Çin Partisi’nin yönettiği Milliyetçi
Çin Hükümeti, Tayvan’a taşınmış
ve Çin’den 1.5 milyon farklı sınıftan insan da Tayvan’a yerleşmiştir.
1895 yılında, Çin-Japon savaşından
sonra yapılan anlaşma gereği, Tayvan Adası sonsuza dek Japonya’ya
devredilmişti. İkinci Dünya Savaşı
sona erdiğinde, Japonya’nın daha
önce işgal ettiği toprakları geri vermesi kararıyla, Tayvan tekrar Çin’e
devredilmişti. Ancak, Tayvan aborijinleri dâhil ve 19. yüzyıl öncesinde Tayvan’a göç eden Tayvanlılar,
Japonya’nın yönetiminde 50 yıl
kalmış ve Japonya’nın etkisinde kaMART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
101
Siyasî ve ekonomik
başarısızlıktan
dolayı Milliyetçi Çin
Hükümeti’nin politikaları
etkisiz kalmıştır. ABD’nin
ticarette dengesizlik ve
insan hakları baskısı,
toplumsal ve hükümet
karşıtı faaliyetlerin
giderek etki kazanması
mevcut totaliter yönetimi
zor duruma bırakmıştı.
larak Çin’den uzaklaşmıştı. Milliyetçi Çin Hükümeti, 25 Ekim 1945’de,
Tayvan’ı devralması ile baskıcı uygulamalara karşı zaten yoksulluk
ortamında yaşayan Tayvan halkı
1947’de isyan etmiştir. 28 Şubat
1947 tarihinde meydana gelen
bu isyan, aborijinler ve kendilerini
Tayvanlı sayan halkın topyekûn iştirakiyle bütün Tayvan’a yayılmıştı.
Milliyetçi Çin Hükümeti, bu isyan’ı
Komünistlerin
kışkırtmasından
kaynaklandığını ileri sürerek sert
bir biçimde bastırarak katliam yapmıştı. Bu olay, Tayvanlıların bağımsız olma veya 1949 yılından sonra
Tayvan’a yerleşen Jiang Jieshi (Chiang Kai-shek, 1887-1975) başkanlığındaki Milliyetçi Çin Hükümeti’ne
karşı mücadelesinin başlangıç
noktasını oluşturmuştu. Böylece,
Tayvan toplumunda “yabancılar”
(Waisheng Ren, 1949 yılından sonra Tayvan’a göç edenler) ve yerliler
(aborijinler dahil Tayvanlılar) olmak
üzere iki gruba ayrılmasına neden
olmuştu. Tayvan’a yerleşen Milliyetçi Çin Hükümeti, Çin’de sürdürdüğü
despot yönetim tarzını Tayvan’da
da devam ettirmiş ve homojen olmayan Tayvan topluluğunu yeniden inşa etmek için bir dizi baskıcı
uygulamaları gerçekleştirmişti. Bu
durum, Jiang Jieshi’nin ölümünden sonra oğlu Jiang Jingguo’nun
(1910-1988) başkan olduğu dönemde (1975-1988), tek partili yönetim sistemini değiştirmiştir.
102 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
Tayvan’ın siyasal rejimini değiştiren unsurlar çok farklıdır. İlke olarak bu konjonktürel bir değişimdir.
1971’de, ABD-Çin stratejik yakınlaşmasından sonra, Çin’in, BM üyeliğine ve Güvenlik Konseyi Daimi üyeliğine kabul edilmesiyle Tayvan’daki
Milliyetçi Çin Hükümeti uluslararası
sistemdeki statüsünü kaybetmeye
başlamıştır. Ocak 1979’da, ABD-Çin
arasında diplomatik ilişkinin tesis
edilmesi ile birlikte Tayvan uluslararası sistemden tamamen dışlanmıştır. Gerçi Nisan 1979’da, ABD Kongresi Tayvan İle İlişkiler Yasası (Taiwan
Relations Act) ve bazı devletlerin
hala Milliyetçi Çin Hükümeti’ni tanıması, Tayvan’a yarı devlet statüsünü sağlamış ise de, artık Çin’i Pekin
Hükümeti temsil etmeye başlamıştır. Tayvan’ın jeopolitik konumunun
değişmesi ile ortaya çıkan uluslararası zorluklar Tayvan’ı siyasal reform
yapmaya zorlamıştır.
Pekin Hükümeti, bir yandan uluslararası arenada Tayvan’ı sıkıştırmaya
çalışırken, diğer yandan Tayvan’a
yönelik politikasını da geliştiriyordu. 1979 yılı başında, Çin Halk
Kongresi Daimi Komitesi, “Tayvan
Yurttaşlara Sesleniş”i beyan ederek, Tayvan halkının hassasiyetlerini
dikkate alacağını ve askerî karşılamasını kaldırarak iki tarafın doğrudan ilişkilerin tesis edilmesi gerektiğini açıklamıştı. 1 Ekim 1981’de,
Çin Halk Kongresi Daimi Komitesi
Başkanı Ye Jianying’in Tayvan’a
yönelik 9 maddeli çağrısında, “tek
devlet iki sistem” olarak tarif edilen
yönetim modelini önermişti. Pekin
Hükümeti, 1947-1949 yıllarında
kıta Çin’den Tayvan adasına kaçan
Çinlilerin memleketlerini ziyaret
edebileceğini ve Tayvanlı işadamlarının kendi yurdunda yatırım
yapması durumunda yasal olarak
bazı imtiyaz sağlanacağını da ilan
etmişti. Çin’in 1971-1972 yıllarında,
ABD ile stratejik müttefik ilişkilerini
tesis ederken Tayvan sorunu çözüme kavuşturulamamıştı. Ancak
İngiltere’nin sömürgesi olan Hong
Kong’un kıta Çin’e devredilmesinin
gündeme gelmesiyle Pekin hükümeti, Tayvan’a yönelik politikasına
hız vermişti. Eylül 1984 yılında, Çinİngiltere arasında, Hong Kong’un
Çin’e devredilmesi konusunda
müzakere başlamış ve Ocak 1985
yılında Çin lideri Deng Xiaoping
bir sonraki adımın Tayvan olacağını beyan etmişti. Böylece, devlet
statüsünü kaybeden Tayvan’ın Çin
egemenliğine girme tehlikesi giderek artmıştı.
Diğer bir neden ise toplumun değişim ve demokrasi talepleri ve Jiang
Jingguo’nun halkın bu taleplerine cevap vermesidir. Ancak, Jiang
Jingguo’nun toplumdaki reformu
ve demokrasi taleplerine cevap
vermesi onun demokrasi rejimi benimsediği için değil, daha çok pragmatistçe bir girişimdi. Tayvan’ın
devlet statüsünü kaybetmesi ile
birlikte ağır darbe alan Milliyetçi
Çin Hükümeti, bütün Çin’i temsil
eden yasal yönetim yetkisini de
yitirmiştir. Bu durum Milliyetçi Çin
Hükümeti’nin toplumdaki otoritesinin sorgulanmasına yol açmıştı.
Çin’den gelen çağrılar sonucunda,
1949 yılında Çin’den Tayvan’a kaçarak yerleşen Çinlilerin Çin’deki
yurdunu ziyaret etme akınına neden olmuştu. Bu gelişme Jiang
Jingguo’nun 1979 yılından sonra
Çin’e uyguladığı “üç hayır” politikası
(temas yok, müzakere yok ve uzlaşma yok) da sarsılmıştı. 1980 yılından itibaren ülke içinde başlayan
rejim karşıtı faaliyetler ve toplumda
siyasal reform talepleri ile birlikte
hükümete olan baskılar günden
güne artmıştı. 10 Aralık 1979 gününde, Meilidao (Güzel Ada) Dergisi çalışanları, insan hakları gününü
kutlama için Tayvan’ın Kaohsiung
şehrinde gösteri düzenlemişler ve
hükümete yönelik demokrasi ve
özgürlük taleplerinde bulunmuşlardı. Tayvan muhalifleri tarafından
“Meilidao Vakası” olarak adlandıran
bu olay bir çatışmaya dönüşmüş ve
hükümete karşı toplumdan büyük
destek almıştı. Yurtiçi ve yurtdışından gelen eleştiriler hükümeti
zor duruma bıraktığı gibi Başkan
Jiang Jingguo’nun kısmen siyasal
reform yapmasının bir başlangıç
noktasını oluşturmuştu.
Fakat
siyasî ve ekonomik başarısızlıktan
dolayı Milliyetçi Çin Hükümeti’nin
politikaları etkisiz kalmıştır. ABD’nin
ticarette dengesizlik ve insan hakları baskısı, toplumsal ve hükümet
karşıtı faaliyetlerin giderek etki kazanması mevcut totaliter yönetimi
zor duruma bırakmıştı. 1984 yılında California’nin Derry şehrinde
Tayvanlı rejim karşıtı yazar Jiang
Nan’ın Tayvanlı mafya tarafından
öldürülmesi ve olayın arkasında
hükümetin parmağının olması,
ABD-Tayvan ilişkilerini zedelediği
Şubat 1991’de, Tayvan
Hükümeti Ulusal
Birleşme Rehberi’ni kabul
etmişti rehberde şunlar
yazılmaktaydı: “Tayvan
tarafının amacı, Çin’in
aslında Tayvan ve kıta
Çin’i kapsayan birleşik bir
Çin’dir. Tayvan’ın amacı
demokratik, özgür, eşit
ve müreffeh bir Çin’in
kurulmasıdır.”
gibi Milliyetçi Çin Hükümeti’nin
imajına da zarar vermişti. 1985 yılındaki Taipei Onuncu Kredi Kooperatifi sorununu yaratan finansal
kriz, Taybey hükümetini yeniden
zor duruma sokmuştu. Hükümeti
kurtarmak için Başkan Jiang Jingguo siyasal reform yapma kararı
vermişti. Tayvan’daki demokratikleşme sürecinde ilk ve en önemli
gelişme ise 1986 yılında muhalefet
partisi olan Demokratik İlerleme
Parti’sinin (Democratic Progressive
Party) kurulması oldu. Başkan Jiang
Jingguo’nın 1988 yılındaki ölümüyle daha fazla reform gerçekleşememişti. Toplumun sosyalleştirilmesi,
tek partili yönetimden kurtulması,
siyasî partiler üzerindeki yasağın
kaldırılması ve sıkıyönetimin kaldırılması, Başkan Jiang Jingguo
döneminde gerçekleşmeye başlamıştı, ancak fikir ile medya özgürlüğü ve Kongre üyelerinin halk tarafından yeniden seçilmesi ise Jiang
Jingguo’nun ölümünden hemen
sonra gerçekleşmeye başlayacaktı.
Başkan Jiang Jingguo’nun Tayvan’ı
demokratikleştirme planı ile Tayvan uluslararası ve yurtiçi sorunlarına çözüm getirmeyi hedeflemiş
olabilir. Belki de yönetimi pekiştirmek ve toplumun desteğini
alabilmek için bu siyasal reformu
düşünmüştür. Bazı uzmanlar Başkan Jiang Jingguo’nun dünya siyasetinin değişimi ve Tayvan’ın takip
etmesi gereken yolu gördüğünü
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
103
Tayvan’ın BM üyeliğini
yeniden kazanma
faaliyetleri, Japonya
ile olan geleneksel
ilişkileri arttırmaları ve
1995 yılında Başkan Li
Denghui’in ABD’yi ziyaret
etmeleri bu çabaların bir
parçasıdır.
ve reformu seçtiğini ileri sürmektedir. Yani her şey değişti ve zaman
geçiyor, artık demokratikleşme
doğru seçenektir. Bazılarına göre,
Deng Xiaoping’ın Çin’de başlattığı
dışa açılma reformuna karşı Başkan
Jiang Jinggguo da bir tepki göstermesi gerekmekteydi ve demokratikleşmenin sonucunda hem Çin’in
Tayvan’ı izole etme politikasından
kurtulacak hem de bu demokratikleşme ile Çinlilerin komünist rejimini devirmesini istemekteydi. Bazı
uzmanlar Başkan Jiang Jingguo
Çin ile Tayvan arasındaki siyasî, ekonomik, sosyal ve kültürel mesafeyi
küçültmek için demokratikleşme
ile barışçı bütünleşmenin şartlarını
olgunlaştırma niyetinde olduğunu
ortaya koymaktadır. Her şeye rağmen Başkan Jiang Jingguo’nun demokratikleşme kararı yerine geçen
yeni Başkan Li Denghui tarafından
gerçekleştirilecektir. Uluslararası
siyasî ve ekonomik sisteminden
dışlanmış Tayvan, demokratikleşme sürecini başlatarak yeni bir döneme girmişti.
Tayvan’ın Demokratikleşmesi
ve Çin’in Endişeleri
Başkan Jiang Jingguo’nun başlattığı demokratikleşme süreci
Tayvan’da önemli bir gelişmeyi
tetiklemiştir. Jiang Jingguo demokratikleşme sürecini başarılı bir
şekilde sürdürebilmesi için ve kendi yönetimini sağlam tutmak için
104 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
Tayvan nüfusunun çoğunu temsil
eden Tayvanlıların desteğini almak zorundaydı. Bu girişim doğal
olarak Milliyetçi Çin Hükümeti’nin
“Tayvanlaşma” (Taiwanization) yani
yerlileşme sürecini de başlatmıştır.
Bunun sonucunda Tayvan’ı tarihsel
ve kültürel Çin’den kopardığı gibi
Milliyetçi Çin Hükümeti’nin de artık
kendisinin bütün Çin’in temsilcisi
olduğu iddiasından da uzaklaştıracaktır. Tersten okunduğunda Tayvan artık Çin Halk Cumhuriyeti’nin
bir parçası olmayacaktır. Nitekim
Jiang Jingguo’dan sonra yerine geçen Başkan Li Denghui, Tayvan’ın
demokratikleşmesinin amacının
“Tayvanlılaşma”
(Taiwanization)
olarak tanımlamasına yol açmıştır. Bunun sonucu ise bağımsız bir
Tayvan’ın ortaya çıkışı olacaktır.
Bu gidişata açıklık getirmek için Şubat 1991’de, Tayvan Hükümeti Ulusal Birleşme Rehberi’ni kabul etmiş-
ti rehberde şunlar yazılmaktaydı:
“Tayvan tarafının amacı, Çin’in aslında Tayvan ve kıta Çin’i kapsayan
birleşik bir Çin’dir. Tayvan’ın amacı
demokratik, özgür, eşit ve müreffeh
bir bütün Çin’in kurulmasıdır.” Yani
ilerde Tayvan ile Çin’in demokratik
bir rejimde bütünleşebileceğini
belirtmiştir. Bu da komünist Çin’in
demokratikleşmesi
durumunda
Tayvan’ın Çin ile birleşebileceği
anlamına gelmektedir. Ağustos
1992’de, Tayvan yönetimi “Tek Çin”
kavramına bir tanım yapmıştır:
Tayvan ile Çin “tek Çin” prensibini
benimsemektedir, ancak iki tarafın
yüklediği anlam ise farklıdır. Çin
yönetimi tek Çin’in Çin Halk Cumhuriyeti olarak kabul etmektedir,
ilerde, Tayvan ile Çin bütünleştiğinde Tayvan onun bir özerk yönetimi
olarak icrasını devam ettirecektir.
Tayvan tarafı ise, “Tek Çin”in, 1912
yılında kurulan Milliyetçi Çin olduğunu ve egemenliğinin bütün
Çin’i kapsayacağını ileri sürdü. Fakat mevcut idare kapsamı sadece
Tayvan, Penghu, Kinmen ve Matsu
adalarından ibarettir. Tayvan şüphesiz Çin’in bir parçasıdır, Çin Halk
Cumhuriyeti de Çin’in bir parçasıdır. Pekin ise bu görüşe tamamen
karşı çıkmaktadır. Çin’in endişesi
sadece Tayvan’ın bu açıklamalarla
bağımsızlık için yasal gerekçe araması değil, aynı zamanda Tayvan’ın
demokrasisi Çin rejimini etkileyerek
Çin Komünist Partisi’nin otoritesini
tehdit etmesi de söz konusudur.
Bu olumsuz gelişmeleri engellemek için Pekin yönetimi Tayvan’a
yönelik kuvvet kullanma veya abluka yapmaktan kaçınmayacağını
ileri sürmüştü. Bununla birlikte Çin
Hükümeti Tayvan ile ekonomi-ticaret ilişkilerini güçlendirerek siyasî
ilişkileri arttırmak ve topluluklar
arasındaki ilişkileri güçlendirerek
hükümetler arasındaki ilişkileri art-
tırmak stratejisini uygulamaya başlatmıştır. Pekin’in bu stratejisi aslında yoğunlaşan ekonomi-ticaret ilişkileriyle Tayvan’ın iktisadisini Çin’e
bağlama ve böylece Tayvan’ın siyasal gücünü acizleştirmesini amaçlamaktadır. Tayvan’daki Li Denghui
hükümeti bu stratejinin farkındadır
ve Tayvan’ın Pekin tarafından yutulmasının zamana bağlı olduğu
düşüncesindedir. Bu düşünce çerçevesinde Tayvan hükümeti pragmatik diplomasi uygulamaya başlamıştı. Ülke içi demokratikleşme
sürecini hızlandırmakla 1993 yılında Tayvan’ın tekrar BM üyeliğini kazanma faaliyetleri, Japonya ile olan
geleneksel ilişkileri arttırmaları ve
1995 yılında Başkan Li Denghui’in
ABD’yi ziyaret etmeleri bu çabaların bir parçasıdır. Neticede bu çabalar Çin’in 1995 ile 1996’da Tayvan’a
yönelik füze saldırı tehditlerinde
bulunmasına neden olmuştur. ABD
de, Tayvan İle İlişkiler Yasası gereğiyle Tayvan Boğazı’na iki uçak gemisi
göndermekle Tayvan’ın güvenliğini
korumak zorunda kalmıştır.
Tayvan’ın demokratikleşme sürecinde ulusal kimliğini yeniden tesis
etmesi ile birlikte Tayvan’ın Çin’den
uzaklaşarak Tayvanlaşma konusu
da ilgi çeken bir sonuç doğurmuştu.
Tayvanlaşma olgusu genellikle ÇinTayvan gerginliğinin yarattığı bir
unsur olarak Pekin tarafından eleştirilmekte ve Çin’in bütünleşmesini
sabote ettiğini iddia etmektedir.
Tayvan tarafı da Çin’in bu tutumunu
Tayvan’ın demokratikleşme sürecinin en tehlikeli güvensizlik nedeni
olarak görmektedir. Bunun üzerine
Pekin tarafı Tayvan’ın 2000 ve 2004
yılındaki başkanlık seçimine baskı
yapmakla Tayvan yerlilerin siyasî
temsilcisi olan Demokratik İlerleme Partisi’nin iktidara gelmesini
engellemeye çalışmıştır. Tayvan’ın
bağımsızlığını isteyen bu partiye
yapılan baskılar aksi tepkiler yaratmış ve Tayvan yerlilerinin ilk defa iktidara gelmesine neden olmuştur.
Çünkü Tayvan toplumunda ulusal
tehdidin Çin’den geldiği algısı vardı. Tayvan’da doğrudan başkanlık
seçimi 1996 yılında gerçekleşmişti,
Pekin aynı şekilde baskı yapmaya çalışmıştı. Ancak, Çin açısından
olumsuz sonuçları onun Tayvan
seçimlerine karşı farklı politika izlemesine sevk etmiştir. Tayvan’ın
2008 başkanlık seçiminde Pekin
baskısını azaltmış ve kendi tarafından kabul edilebilen Milliyetçi Çin
Partisi, 8 yıl sonra tekrar iktidara gelebilmiştir.
Tayvan’da 2000-2008 yılları arasında iktidarda olan Chen Shuibian’in
yolsuzluk skandalı, Demokratik
İlerleme Partisi’nin seçimi kaybetmesinin direkt nedenidir. Tayvan’ın
bağımsızlığı konusunda Demokratik İlerleme Partisi’ne nispeten
daha ılımlı tutumu olan Milliyetçi
Çin Partisi, Tayvanlaşma sürecinde
yerelleşme politikasını benimsemiş
olmasına rağmen, Çin ile de yakın
ilişkileri oluşturarak hem güvenlik
hem de ekonomi-ticaret çıkarları
sağlamaya çalışmaktadır. Ancak,
Demokratik İlerleme Partisi gibi Çin
ile bütünleşme konusunda uzak
durmaktadır ve Demokratik İlerleme Parti ile farklı olarak bütünleşmenin Çin’in demokratikleşmesine
bağlamaktadır. İktidardaki Milliyetçi Çin Partisi kökenli olan Başkan
Ma Yingjiu (Ma Ying-jeou) 20082012 yılları arasında Çin ile yaşanan
gerginliği azaltabilmiş ve TayvanÇin ilişkilerini yeni bir düzeye getirmiştir. Pekin de Tayvan’a yönelik
politikasını yumuşatmış, ikili ticaret
ve kültürel ilişkileri güçlendirmeye
çalışmış, ayrıca Tayvan işlerinden
sorumlu yetkililer ve orta düzeydeki devlet memurlarının Tayvan
ziyaretlerine izin vermiştir. TayvanÇin gerginliğini istemeyen ABD de,
Ma Yingjiu’yu dolaylı desteklemişti.
Ma Yinjiu’nun 2012 yılı seçimini tekrar kazanmasında bu konjonktürel
durumun katkısı vardır. Ancak, Tayvan ile Çin arasında karşılıklı siyasî
güveni henüz kazanamamıştır, güvenlik ve askerî alanında diyaloglar
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
105
hala gündemde değildir. ABD’nin
Tayvan İle İlişkiler Yasası’ndan dolayı, Tayvan’ın güvenliğinden sorumluluğu devam ediyor ve Çin’i
her zaman kızdıran Tayvan’a silah
satışı periyodik olarak yaşanmaktadır. En önemlisi ABD dâhil Batılıların
da desteklediği Tayvan’ın demokratikleşme süreci aslında Tayvan’ı
Çin’den daha da uzaklaştırmaktadır.
Bu durumda, Pekin’in ticaret ve kültürel ilişkileriyle Tayvan’ı kendisine
bağlama politikasının kısa vadede
sonuç alması kolay değildir.
Tayvan’ın
Demokratikleşmesinin Çin’e
Etkileri
Çince konuşanlar arasında bir fıkra dolaşmaktadır: Çinli ve Tayvanlı
işadamları Hong Kong’daki bir restoranda buluşmuşlar; Tayvanlı bir
işadamı sürekli kendi ülkesindeki
demokrasi sistemi övüp duruyormuş. Çinli işadamının biri merakından Tayvanlı işadamına sormuş:
“sizin demokrasinin özelliği nedir”?
Cevap: “biz serbest konuşabiliriz,
hatta Başkanımız Chen Shuibian’ı
bile eleştirebiliriz”. Çinli işadamı Tayvanlı iş adamının bu cevabına karşılık: “Allah Allah, o zaman demokrasi
bizde de var, sizin başkanınızı biz de
eleştirebiliriz!”.
106 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
Bu fıkra Çin ile Tayvan arasındaki
demokrasi anlayışını dolaylı olarak
anlatmaktadır. 30 yılık ekonomik
kalkınma ve hükümetin kurumsal
reformu, Çin’i dünyadaki en büyük
ülkeler arasına sokmuştur. Piyasa
ekonomisi anlayışını benimsemiş
olan Pekin yönetimi, paralel olarak
siyasal reformu yapamamıştı. Bundan dolayı toplum ve siyasal alanlarının farklı düzeylerinde yaşanan
yolsuzluklar, hukuk sisteminin yavaş ve eksik çalışmaları, sosyal ve
ekonomik gelişmenin dengesizliği
(gelir dağılımının dengesizliği, tekelleşmiş sektörler ile tekelleşememiş sektörler arasındaki gelir uçurumu, kentsel ve kırsal arasındaki
uçurum), sosyal güvenlik ağlarının
oluşturulamaması, sağlık hizmeti
ve sigortası uygulamalarının yetersizliği, çevre sorunları (su sıkıntısı
ve ciddi çevre kirlilikleri), suç işleme ve toplumsal çatışma oranının
artması, toplumsal ahlak çöküşü
ve tek çocuk politikasının yarattığı
erkek-kız nüfusunun dengesizliği
Çin’in kalkınmasıyla birlikte ortaya
çıkmıştır. Ayrıca Çin hükümetince
ifade edilen Tayvan, Tibet ve Doğu
Türkistan ayrılıkçı güçleri günden
güne güç kazandığı gibi uluslararası sorunların arasında yer almakla Çin diplomasisini zor durumda
bırakmaktadır. Bu problemlerin
önemli bir kısmına demokratikleşme ile çözüm getirebilmektedir ve
bunun örneği ise Tayvan’ın demokratikleşme sürecinde kazandığı tecrübelerdir.
Yükselen Çin’in mevcut hegemonya gücü, ABD ve bazı Batılı ülkeleri
endişeye sevketmektedir. Çin’in
yükselişi mevcut uluslararası sistemi ne derecede etkileyebilir ve
sonucunun ne olacağı konusu tartışılmaktadır. Keza, Çin’in komşu ülkeleri de bu endişeleri taşımaktadır.
Uluslararası kamuoyu, demokratik
ABD’nin dünyaya neler getirdiğine
göre demokratik olmayan Çin’in
dünyaya ne getirebileceği sorusuna cevap aramaktadırlar. Batı ülkeleri demokratik barış teorisi çerçevesinde demokrat ülkeler arasında
savaş yaşanmadığını saptamışlar
ve demokratik Çin’in tehdit yaratmayacağı görüşündedirler. Yükselen Çin artık ABD’nin çıkarlarını
tehdit eden bir ülke haline gelmiş
ve ABD Çin’e yönelik güvenlik tedbirleri almaya başlamıştır. Çin’in
komşu ülkeleri de Çin ile ekonomi
alanında işbirliği yaparken güvenlik
alanında ABD ile işbirliği yapmaktadır. Özellikle Japonya’nın yükselen
Çin’in bölgede yarattığı güvensizlik
ortamından endişelidir. Güneydoğu Asya ülkeleri bölgede yükselen
Çin’in askerî güçlerine karşı silahlanma yoluna gitmektedir. ABD ve
Batı ülkeleri Orta Asya bölgesinin
güvenliğini demokratikleşme süreci ile sağlanabileceğine inanmaktadır ve bölge ülkelerin siyasal reformunu desteklemektedirler.
Çin’in çevresel güvenliği onun
yükselişiyle birlikte giderek karmaşık bir hal almaya başlamıştır. Bu
problemin çözümlenebilmesi için
Çin’de siyasal reformun yapılması
durumun yumuşatılması konusunda yararlı olabilir. Bunun örneği ise, Tayvan’ın demokratikleşme
süreciyle ABD ve Batılı ülkelerin
beğenisini kazandığı gibi Tayvan’ın
güvenliği de dolaylı olarak sağlanmıştır. Bu sayede Tayvan’ın dünya
ile ticaret ilişkilerinin artmasına uygun zemin sağlanmış ve Tayvan’ın
teknoloji ürünleri dünya pazarında
rekabete girebilmiştir. Yani uluslararası sistemden dışlanmış bir ülke
olan Tayvan siyasal reform ve ekonomik kalkınma vasıtasıyla ayakta
kalmaya devam etmektedir.
Ancak, Çin’de siyasal reformun yapılması veya demokrasi sistemini
benimsemesi Çin yetkililerin mev-
cut çıkarlarına zarar verebilmektedir. Çinli yetkililer sadece sahip olduğu siyasî ve ekonomik çıkarlarını
kaybetmesinden endişe duymakla
kalmıyor, aynı zamanda Komünist
Parti’nin otoritesini kaybetmekle
Çin hâkimiyetinin renginin değişebileceği korkusu da söz konusudur.
Tayvan’da uzun süre iktidarda kalan
Milliyetçi Çin Hükümeti de 2000
yılındaki seçimi kaybetmişti, ancak
2008 yılındaki seçimi kazanarak
tekrar iktidara gelmeyi başarmıştır.
Uzmanlara göre, Asya’daki otoriter
sistemin
demokratikleşmesinin
bazı kolaylıklar sağladığını ve Çin’in
demokratikleşmesinin bazı zorlukları olmasına rağmen demokrasileşen birçok ülkelere göre ekonomik
ve toplumsal avantajları olduğunu
ileri sürmektedir. Bütün bunlar
Çin’in ilerde demokratikleşme sürecine girmek istediğinde referans
edilebilecek örneklerdir.
Samuel P. Huntington, 1970-1980
yıllarında dünyadaki bazı ülkelerin
demokratikleşme sebeplerini ekonomik kalkınma ve ekonomik kriz;
Yasal yönetim otoritesinin kaybedilmesi ve yönetim performansın
zayıflaşması; Din üzerinde tutum
değişimi; Güçlü ülkelerin ulusal
politika değişiklikleri; Kartopu
Etkisi’ne uğrama ve liderlerin karar
almasını göstermektedir. Tayvan’ın
demokratikleşme sürecinde bu sebeplerin büyük bir kısmı yaşanmıştır. Yine Huntington’a göre, demokratikleşmenin biçimi elit kesimin
otoritere karşı başlattığı dönüşüm
(transformation), muhalif grupların
başlattığı demokrasi hareketi ve
otoriter rejimin çöküşü ile iktidarı
devralmasında yaşanan değiştirme
(replacement) ve hükümet ve muhalefet grupları, demokratikleşmeyi ortak eylemle sonuçlanmasında
yaşanan değişim (transplacement/
ruptforma) olarak göstermektedir.
Bu biçimlerin bir kısmı da Tayvan’ın
demokratikleşme sürecinde meydana gelmiştir. Tayvan ile aynı siyasal kültürü paylaşan Çin’in de benzer sebeplerle demokrasi sürecini
başlatması muhtemel dışı değildir.
Huntington’a göre, bir toplumun
demokratikleşmenin sebepleri değişik olduğu gibi demokratikleşmenin modelleri de faklıdır. Bazı
uzmanlara göre, demokrasinin
farklı biçim ve modelleri vardır.
Çin’in demokratikleşmesi yaşanacaksa büyük ihtimalle Çin’e özgü
olan bir model yaratılabilir, aynen
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
107
layısıyla siyasal sorunları yaratabileceği uyarısını yapmaktadır. Bütün
bu gelişmelere karşı Xi Jinping’in
başkanlığındaki Çin’in beşinci nesil
liderleri söz konusu siyasal reformu
başlatabilir mi? Bu durum 20132023 yılları arasında netleşebilir.
Çin’e özgü sosyalizm sistemi gibi.
Hem Batılı düşünceyi benimsemiş
hem de kendi siyasal kültürüne
uygun bir sentez oluşturabilir. Çin’e
özgü demokrasi belki de Batılıların
demokrasi kriterlerine ve değerlendirme kriterlerine uymayabilir.
Huntington, bir toplumun demokratikleşme sürecini başlatanların
çoğunun iktidardaki elit kimseler
olduğunu ve genellikle ülke çıkarlarını korumak ve yönetimi sürdürebilmek gibi nedenlerin (causes/
causers) olması gerekmektedir.
Bunun tipik örneği ise Tayvan’da
cereyan etmiştir. Hu Jintao’nun
başkanlığındaki dördüncü nesil Çin
liderleri Çin’de çok ciddi problemler
yaşandığının ve halkın partiye olan
güvenin sarsılabileceğinin farkında
olmasına rağmen, siyasal reform
yapmadığı gibi demokratikleşmeyi, Çin’e karşı Batılı bir proje olarak
108 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
ifade etmiştir. Bu tür ifadeler Çin
liderlerin Batı karşıtı tutumu olarak
okunmuştur. Çin Başbakanı Wen
Jiabao birkaç kez Çin’de siyasal reform yapılmasının zorunlu olduğunu açıklamış olmasına rağmen
mevcut Çin siyasal yapısı buna izin
vermemektedir. Ancak, Çin Komünist Partisi’ne bağlı gazetelerde, siyasal ve toplumsal sorunlarla karşı
karşıya kalan Çin’in siyasal reform
yapılmasının bir zorunluluk olduğunu ve siyasal reform yapılmadığı
takdirde parti dâhil iktidarın da tehlikeye gireceğini ileri süren yazılar
vardır. Aynı şekilde uluslararası kamuoyu da Çin’in son 10 yıldan beri
ekonomik reformların tıkandığını
ve ciddi reformların başlamasını
önermektedir. Dünya Bankası’nın
raporu da Çin’de kapsamlı bir ekonomik reformun yapılması gerektiğini ve aksi halde toplumsal ve do-
Çin’in mevcut siyasî yapısına göre,
siyasal reform ya da demokratikleşme süreci ancak Komünist Parti
liderliğinde başlatılabilir. Aslında,
Çin’de bu değişim için kamuoyunu
hazırlamaya çalışmaktadır. Bu sürecin başlatılması için Çin’in elit kesimi ve yurtdışındaki muhaliflerin de
bu reforma katkıda bulunmasının
işi kolaylaştıracağı görülmektedir.
Huntington’a göre, demokratikleşmesinde, toplumun orta sınıfının
önemli rolü olmuştu ve Tayvan’ın
orta sınıfı kendi çıkarları nedeniyle
demokratikleşmenin ilerlemesine
katkıda bulunmuştur. Fakat bu görüşü kabul etmeyenler de vardır:
Tayvan’daki orta sınıf demokratikleşme sürecinin başlamasından
önce zaten belli sosyal statüye sahiptirler, onlar demokratikleşmeden daha çok mevcut durumun istikrarlı ve gidişatının öngörülebilirliği ile ilgilenmektedir. Çin’in son 30
yılda oluşan orta sınıfı toplam nüfusun yüzde 10’u oluşturmaktadır ve
hemen hemen hepsi söz konusu
sistem sayesinde zengin olmuştur.
Çin’de yaşanacak demokratikleşme doğal olarak mevcut sistemin
değişmesine neden olacak ve orta
sınıfın çıkarlarına zarar verecektir.
Bu nedenle Çin’in orta sınıfı, ülkenin
demokratikleşmesini ne derecede
destekleyebilecek şu anda tahmin
etmek güçtür.
SDE Uzmanı, Doç. Dr. *
(SD’nin Notu: Yazının orijinalindeki
çoğu Çince karakterler içeren 53 adet
dipnot, yazarımızın izniyle kullanılmamıştır.)
Osmanlı Devlet Yönetiminde Kadın
Veya Harem Dizileri “Hayal” midir?
Hasan Tahsin FENDOGLU*
İfade özgürlüğüne
sonuna kadar evet, ama
aşağılamaya, tahkir ve
tezyife hayır. Demokrasiye
ve insan haklarına sonuna
kadar evet, özel yaşamın
gizliliğini ihlale hayır.
İnsanlığa saygıya evet, her
tür sansüre hayır. İfade
özgürlüğüne sonuna
kadar evet, çocukların
izleyebileceği saatlerde,
onların ruhsal ve fiziksel
yapılarına aykırı TV
yayınlarına hayır. Tabuları
yıkmaya evet ama insanı
aşağılamaya hayır.
Televizyonlarda gösterime giren
tarihle ilgili diziler, genelde insanımıza tarihi sevdirdiği için sevindiricidir. Bununla birlikte bu tür diziler
içerisinde yer alan haremle ilgili
bölümler, kamuoyunda tartışılmaya devam etmektedir. “Harem’le
Hürrem arasındaki Kanuni”, “kendi
özel zevkine göre Harem oluşturan
şehzadeler”, “Cihan İmparatorluğunu yönetmekte etkin cariyeler” gibi
konular toplumun büyük bir kesimi
tarafından tartışılmaktadır. Konunun bilimsel yönü yurt içinde ve
dışında yıllardır işlenmektedir.1 Burada konuyu kısaca ve sadece “harem dizileri” etrafında irdelemeye
çalışacağız.
Haremle ilgili TV dizileri konusunda
iki farklı görüş vardır;
Birinci görüşe göre, bu tür diziler
belgesel değildir, sanaldır, kurgu-
dur, hayal ürünüdür; ancak bu TV
dizileri de genel kurallara uymalıdır; örneğin bu tür dizilerin baş tarafına, “bu dizide geçen özellikle
harem hayatı tamamen hayal
ürünüdür” gibi bir yazının yazılması gerekir.
İkinci görüşe göre, bu dizilerin gerçeğe uygunluğu hiç aranmamalıdır;
çünkü neticede bu tür diziler sanal
ve kurgudur; belgesel değildir. Bu
dizilerin baş tarafında “bu dizide geçen olaylar, özellikle harem hayatı
hayal ürünüdür” gibi bir yazının yer
alması da gerekmez. Bu tür dizilerde
hiçbir şekilde tarihi gerçeklikler de
aranmamalıdır, çünkü sonuçta bu
tür diziler kurgudur.2
Biz şahsen birinci görüşün daha
doğru olduğunu zannediyoruz.
Acaba haremle ilgili bu tür dizilerde
tarihi gerçeklik ters yüz ediliyor mu?
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
109
Özel hayatın gizliliği
tüm hukuk sistemlerinde
kabul edilmiş, korunması
gereken bir haktır. Hal
böyle iken, dizilerde,
ağırlıklı olarak olaylar,
harem dairesinde
geçmekte, diziler
mahremi sergilemektedir.
le Harem Bölümü’nün tamamen
hayal ürünü olduğu” belirtilmelidir; çünkü;
1. Bu dizilerle, Batıdaki “Doğu” algısına yani oryantalistlerin kafa
yapısına uygun olarak hazırlanan,
Batı’nın Doğu’da görmek istediği
gizemli “harem hayatı” televizyonlara taşınıyor olabilir. Böylece konu
bulmakta zorlanan TV’ler, Batı’nın
harem fantezilerini Ortadoğu ve
Batı dünyasının TV izleyicileri ile
buluşturmuş olabilir.
İşin bir başka boyutu ise çocuk ve
gençlerle ilgili olan yanıdır. Çünkü
6112 sayılı yasanın 8/2 maddesine göre, sabah 05 ile gece 24 arasındaki tüm televizyon ve radyo
programlarının çocukların fiziksel ve
ruhsal durumlarına uygun olması,
bu durumu ihlal etmemesi gerekir.
Acaba harem dizileri ile çocuk ve
gençlerin ruhsal durumları etkileniyor mu? Bu tür dizilerle oryantalistler tarafından fantezi olarak yazılmış kitaplarının dizi formatında
Türkiye’de uygulamaya geçirildiği
söylenebilir mi?
2. Bazılarına göre, bu dizilerin gösterilmesinin amacı, Hıristiyan cariyelerin Osmanlı’yı dize getirdiğini
kanıtlamaktır.
Bizce, bu tür dizilerde, aynen diğer
bazı dizilerde3 olduğu gibi, “özellik-
4. Her akşam kendisine sunulan
farklı bir cariyeyi bekleyen Osmanlı
110 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
3. “Çıplak cariyeler”, “kafa kopartan Osmanlılar”, “adaletin olmadığı bir Osmanlı yönetimi” ve “zulüm üzerine kurulu Osmanlı İmparatorluğu” algısı zihinlere kazınmış
olabilir. “Kukla devlet erkânı” ve
“entrika içerisindeki Saray” algısı
ile kültür ve medeniyetimizin bozukluğu bir algı olarak verilmek istenebilir.
Sultanı imgesi sergileniyor olabilir.
5. Özel hayatın gizliliği tüm hukuk sistemlerinde kabul edilmiş,
korunması gereken bir haktır. Hal
böyle iken, dizilerde, ağırlıklı olarak
olaylar, harem dairesinde geçmekte, diziler mahremi sergilemektedir.
Ölü Sultan da olsa, özel hayatın gizliliğini ihlal etmek, insan haklarına
uygun değildir. Kaldı ki Sultanların
özel hayatı bu şekilde değildi.
6. Herkesin bildiği gibi, Padişah
Divan-ı Hümayun’a (Fatih’ten sonra) iştirak etmez, kafes arkasından
Divanı izlerdi. Dizilerde ise Sultan,
Divan-ı Hümayun’a iştirak etmekte,
Divan başlar başlamaz, kimse ile
görüşmeksizin kararlarını açıklamaktadır.
7. Babasını yeni kaybetmiş olan
“çakma” Kanuni eğlence düzenlemektedir. Babasının ölümü üzerine
Başkent’e gelen “Çakma” Kanuni’ye,
“Çakma” Valide Sultan tarafından
sunulan cariyelerden oluşan bir eğlence düzenlenmesi olabilir mi?
8. “Cumhuriyet” ile “Osmanlı”nın barışmaya başladığı, tabuların yıkıldığı, Türkiye’nin bölgesinde etkisinin
arttığı bu dönem, “Osmanlı”yı pazarlamanın fırsatı” kabul edilmekte
ve reyting uğruna bazı değerler alt
üst ediliyor mu?
9. Bu tür TV dizileri, dış politikada
başarıların kazanıldığı bir dönemde Sultan’lara ve onların kişiliğinde
Osmanlı’ya karşı olan küresel hareketin bir yansıması olarak da kabul
edilebilir mi? Bu tür TV dizileri, daha
çok yabancı seyirciler için hazırlanmış, reyting amacıyla ve dışarıya
ihraç edilecek bir “mal” gibi mi duruyor?
10. Dünyanın adaletini ve üstünlüğünü kabul ettiği Kanuni Sultan
Süleyman, hiçbir belgeye dayanmadan açıkça yerilmekte, tarihteki
saygınlığı hiçbir gerçeğe dayanmadan yerle bir edilmektedir.
ğılamak, kasten kötü göstermek
doğru bir hareket midir? Bu tür yerli
ve yabancı dizileri izleyenler, bu tür
mesajların ne kadar ustalıkla verildiğini hatırlayabilirler.
2. Haremle ilgili dizilerin belgesel
değil de sanal olduğu ve tarihten
ilham alınarak yapıldığı tartışmasız
ise de,
(a) Zaman itibariyle gerçek gibi verilmektedir (1520-1566).
(b) Mekân itibariyle gerçek gibi
sunulmaktadır (Topkapı Sarayı, Eski
Saray ve diğerleri gibi).
(c) Tüm isimler gerçek olarak verilmektedir, Kanuni Sultan Süleyman, Sadrazam Pargalı İbrahim,
Hürrem Sultan, Hatice Sultan,
Şehzade Mustafa gibi.
11. RTÜK’e gelen ortalama şikâyet
sayısı (son 3 yılın ortalaması) yıllık
olarak 65 bindir. Oysa sadece “Muhteşem Yüzyıl” dizisi için gelen
şikâyetler 19 Ocak 2011 tarihi itibariyle 174.613 tür. Bu şikâyetlerin bir
değeri var mıdır?
(d) Gelen şikâyetlere göre, TV tarafından gerçek gibi algılanacak
şekilde sunulmakta ve halk da
“gerçek” gibi algılamaktadır. Bu
tür dizilerin hiçbir yerinde “bu dizi
hayal mahsulüdür” ifadesi kullanılmamaktadır.
Sonuç;
3. Yapılan araştırmalara göre, özellikle çocuklar, TV’de gördükleri harem hayatını gerçek sanmakta ve
hayatı boyunca unutamamaktadır.
1. Bu yazının amacı Osmanlı’yı
savunmak
değildir.
Esasen
Osmanlı’nın savunulmaya ihtiyacı
yoktur. Kaldı ki Osmanlı’yı savunmak bize düşmez. Ama bu tür dizilerin satır aralarında bir medeniyeti kötüleme tasavvuru olduğu
belirtilebilir mi? Bir medeniyeti kötüleme tasavvuru dünya görüşüyle
ilgilidir, ifade özgürlüğü konusudur;
bir medeniyet kuşkusuz ki kötülenebilir ama bazı verilere, kanıtlara
dayanmak koşuluyla. Yöntemine
uygun olarak ifade özgürlüğü çerçevesinde bir medeniyet tasavvuru
oluşturulabilir. Ancak hiçbir kanıt
göstermeden bir dönemin tarihini,
medeniyetini ideolojik olarak aşa1.
4. Tarihi gerçek şahsiyetlerin yaşamları elbette dizi yapılabilir, bunda kuşku yoktur. Fatih, Yavuz, Kanuni için olduğu gibi Lenin, Stalin ve
George Washington için de bu böyledir. Bu yapılanın gerçek olması da
aranmaz, gerçeğe yakın olması yeterlidir. Bununla birlikte yayın, hukuka, insan haklarına, genel ahlaka
ve kamu hizmeti anlayışına uygun
yapılmalıdır; özel hayatın gizliliği
korunmalıdır. Esasen günümüzde
tüm dünya ülkeleri, özel hayatın
gizliliğine saygı göstermektedir. Bir
başka deyişle özel hayata saygısız
Hiçbir kanıt göstermeden
bir dönemin tarihini,
medeniyetini ideolojik
olarak aşağılamak,
kasten kötü göstermek
doğru bir hareket midir?
Bu tür yerli ve yabancı
dizileri izleyenler, bu
tür mesajların ne kadar
ustalıkla verildiğini
hatırlayabilirler.
olan bir yapı günümüzde bilinmemektedir.
5. Kısaca AİHS’nde belirtilen ifade özgürlüğüne sonuna kadar
evet, ama aşağılamaya, tahkir ve
tezyife hayır. Demokrasiye ve insan haklarına sonuna kadar evet,
özel yaşamın gizliliğini ihlale hayır. İnsanlığa saygıya evet, her tür
sansüre hayır. İfade özgürlüğüne
sonuna kadar evet, çocukların izleyebileceği saatlerde, onların ruhsal
ve fiziksel yapılarına aykırı TV yayınlarına hayır. Tabuları yıkmaya evet
ama insanı aşağılamaya hayır.
Netice;
Haremi konu alan TV dizilerinde, bu
tür dizilerin baş tarafına “bu dizide
gösterilen olaylarda tarihten ilham
alınmışsa da Saray içerisinde geçen
olaylar ve özellikle de harem hayatı
tamamen hayal ürünüdür. Gerçekle ilgisi yoktur.” şeklinde bir ibarenin
yazılması gerçeklik açısından yerinde olacaktır.
Anayasa Hukukçusu, UNESCO İnsan Hakları
İhtisas Komitesi Üyesi, RTÜK Üyesi*
Bkz. Fendoglu, H. T. , Türk Kamu Hukuku Tarihinde Kölelik ve Cariyelik, Beyan Yayınları, İstanbul 1996. Daha detaylı bir çalışma için bkz. FENDOGLU, H.T. “Anayasal Derinlik, (Türkiye’nin Anayasal
Hafızası, Türk Anayasa Tarihi)”, Yetkin Yayınları, Ankara, 2012
2.
Gerçi belgeselin mahiyeti de tartışmalıdır. Belgesel nedir? Kim tarafından yorumlanır? Gerçeğe ne kadar uygundur? Bütün bunlar tamamen kişisel, öznel ve dolayısıyla da tartışmalı konulardır.
Biz burada bunu tartışmayacağız.
3.
Örneğin “Kurtlar Vadisi” isimli TV dizisi. Bu tür örnekler çoğaltılabilir.
MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
111
Ali Kocamaz
112 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012
karikadüş
Download