ISSN 1302-692X110 - Yeni Dünya İçin Çağrı

advertisement
AYLIK
SİYASİ
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
SA
l HE
J
AR
Nisan 2007/04 • FİYATI 2,00 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X110
YI
M
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
•
editörden - içindekiler
Editörden...
İçindekiler
AYLIK
SİYASİ
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
� HE
J
AR
SA
YI
M
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
Nisan 2007/04 • FİYATI 2,00 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X110
Değerli Okuyucu,
Mücadele açısından yoğun geçen
bir Mart ayını daha geride bıraktık.
Bu sayımızda değişik bölgelerden 8
Mart ve Newroz haberlerine geniş
yer verdik.
Önümüzde ise yine sıcak bir dönem
var. Egemenler kendi aralarında
Cumhurbaşkanlığı koltuğu için
kapışacaklar. İşçi sınıfının ve
emekçilerin ise bu seçimde bir
seçimi yok. İşçi sınıfının kendi
çıkarına olan tek seçimi devrim ve
sosyalizm mücadelesinde daha da
sıkı örgütlenerek yerini almaktır.
Sınıf mücadelesi açısından önemli
bir gün yaklaşıyor: İşçi sınıfının
birlik, dayanışma ve mücadele
günü 1 Mayıs. Bu 1 Mayıs’ı işçi
sınıfının sessizliğini bozmasının
gününe dönüştürmeliyiz. Bunun
için şimdiden güçlü ve devrimci
bir 1 Mayıs için hazırlıklarımızı
yapmalıyız, en geniş işçi ve
emekçi kesimlerin 1 Mayıs’ta sınıf
taleplerini haykırmak için alanlara
çıkması için çaba sarfetmeliyiz.
Geçen ay işçi sınıfının ve işçi
sendikalarının içinde bulunduğu
olumsuz durumu ele alan
sempozyumlar yapıldı. Bu
sayımızda bu sempozyumların
haberleri var.
Panorama bölümünde Afganistan
ve İran’daki son durumları
irdeledik. Yine Panorama
bölümünde bir Fransız-Alman
ortak projesi olan Airbus’ta işçilere
yönelen saldırıları ve bu saldırılara
karşı gelişen direnişi ele alan
yazımızı yayınlıyoruz.
Güncel yazılar bölümünde “Halkın
Kurtuluş Yolu” dergisinde çıkan
bir şovenist yazıdan sonra gelişen
olaylara ilişkin devrimci grupların
ortak açıklamasını ve bizim
tavrımızı yayınlıyoruz.
Okuyucu mektupları köşemizde
bir okurumuzun “dergimizde”
gördüğü bazı yanlışlara dikkat
çeken, “dergimizin gelişmesine ve
daha da güzelleşmesine katkıda
bulunabilecek” eleştirilerini
cevapsız olarak yayınlıyoruz.
Redaksiyon olarak gösterdiği
duyarlılık için dostumuza
teşekkür ederken, bu tavrının
tüm okurlarımıza örnek olmasını
istiyoruz.
Hatırlatmakta fayda var: Destek
kampanyamız sürüyor, Yeni Dünya
İçin Çağrı’yı güçlendirmek için ileri!
YDİ ÇAĞRI, 04 Nisan 2007 •
GÜNDEM
Cumhurbaşkanlığı seçimi: Emekçiler için seçim var mı? . . . . . . . . . . 3
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
Devlet operasyon sezonunu açtı... DTP kıskaç altında. . . . .
Milliyetçilik halkları birbirine boğazlatma siyasetidir! . . . . .
Washington-Ankara hattında soykırım tasarısı tartışmaları… .
Seçimler ve Aleviler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Tüm engellemelere rağmen Newroz coşkuyla kutlandı . . . .
Yaralı Kadının Yaralı Dizisi. . . . . . . . . . . . . . . . . .
İzmir Acil Hattan basın açıklaması . . . . . . . . . . . . . .
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
Bir çevre katili; Yatağan Termik Santrali . . . . . . . . . . . . . . . . . 10
Munzur özgür akacak! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10
YENİ İŞÇİ DÜNYASI
Sendikal kriz ve sendikal arayışlar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:1
Mersin Serbest Bölgede Emek Sömürüsü Serbest!. . . . . . . . . . . EK:3
SCT grevinin 1. yılını selamlıyoruz…. . . . . . . . . . . . . . . . . EK:4
Eğitim- Sen kundaklandı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5
İbrahim Etem ULUGAY İlaç Fabrikası’nda sendikalaşma mücadelesi . . EK:5
Koluman işçileri sendikalaşıyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5
“Sendikalar ve işçi sınıfının örgütlenme sorunları “ . . . . . . . . . . EK:6
Sağlık çalışanları alanlara çıktı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6
Alkoç’da sendikalaşma mücadelesi. . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6
4 – B Sendikasızlaştırmadır! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:7
Genel-İş Sendikası İst. 1 Nolu Şube Olağan Genel Kurulu. . . . . . . EK:7
“Carrefour’da 4 yıl yaşananlar örgütlenme değil, direnişti” . . . . . . . EK:8
YENİ KADIN DÜNYASI
8 Mart 2007: “Bursa’da yandık, Ceylanpınar’da boğulduk,
Novamed’de direniyoruz!” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Adana’da 8 Mart . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
İzmir’de 8 Mart. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Mersin’de 8 Mart . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Antalya‘da 8 Mart. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
8 Mart toplantıları . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
11
11
12
12
12
12
PANORAMA
Afganistan: NATO her “yön”de saldırıda… . . . . . . . . . . . . . . . 13
İran: Savaşa hazırlık hızlanarak sürüyor…. . . . . . . . . . . . . . . . 14
Fransalmanya: Airbus’ta “tasarruf” planı “Power 8”!. . . . . . . . . . . 15
“Sevr paranoyası” nerelere götürüyor!. . . . . . . . . . . . . . . . .
Halkın Kurtuluş Partisi’ne karşı ortak açıklamaya ilişkin tavrımız . . . . .
Kimi eleştirel notlar… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Müşteri değil, öğrenciyiz . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
• ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer
• Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir
• Yönetim Yeri ve Adresi:
Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sok., No: 8, Şişli - İstanbul
• Tel.: (0212) 235 35 70 • Fax: (0212) 253 19 27
• Banka Hesap:
Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654
• Sayı: 110 · Nisan 2007 • ISSN 1301-692X110
• Fiyatı: Türkiye: 2,00 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro
• Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09)
• Yayın Türü: Yaygın Süreli
[email protected] www.ydicagri.com
4
5
6
7
8
9
9
17
18
19
19
gündem
HARALA GÜRELE CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİNE…
Emekçiler için seçim var mı?
Bir cumhurbaşkanlığı seçiminin arifesindeyiz. Şimdiden burjuva basın-yayın
organları seçimin havasına girmiş durumda. Toplum Cumhurbaşkanlığı
seçimleri üzerinden de taraf olmaya, tepki vermeye; kendi aralarında iktidar
için çatışan hakim sınıfların kanatları altında toplanmaya çalışılıyor.
C
umhurbaşkanlığı için henüz
ortada resmi olarak bir aday
adayı yok. Ancak potansiyel
aday adayları var. Ve bunların içinde
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Recep Tayyip Erdoğan öne çıkan aday
adayı olarak üzerinde durulan en
önemli isim. Henüz Erdoğan konuyla
ilgili sorulan soruları çok resmi bir
şekilde “adayların açıklanacağı tarihe
daha çok var”, “zamanı gelince adaylar ortaya çıkar” türünden cümlelerle
geçiştirirken televizyon kanallarında
konuyla ilgili yorumlar yapılıyor, neredeyse Başbakanın söylediği her
sözcüğün altından bir mesaj çıkarılmaya çalışılıyor. Cumhurbaşkanının
Meclis’ten çıkarılacağını ısrarla söyleyen AKP’liler içinde aday adaylığı
için öne çıkarılan isimler birbirine
düşürülmek isteniyor.
Hükümet partisi kendi içinden anket yaptırıyor, partiye Köşk’te kimi
görmek istediğini soruyor. Ankette
verilen isimlerde “eksik” olanların
tepki vermesi, AKP içinde çatlak
oluşturması isteniyor. Ancak muhalif kesimin ve onların görüşlerinin
medyadaki uzantılarının tüm bu çabaları şimdilik böyle bir çatlağı, AKP
içindeki bütünlüğü bozmaktan hayli
uzak. Tüm çabalara karşın AKP’nin
en azından dışa karşı birlik sergile-
mesi ve 16 Nisan’dan sonra adayların
ortaya çıkacağı yönlü söyleminin kırılmamış olması muhalefeti daha da
saldırgan yapıyor.
Harala gürele bir durum yaşanıyor.
Muhalefetin Cumhurbaşkanlığı
seçimlerinde fazla bir şey yapamıyor olması, yaptıklarından sonuç
alamaması onları ciddiyetten uzak,
deyim yerindeyse belden aşağı vurmaya itiyor. Ana muhalefet partisi
CHP’nin Genel Başkanı Recep Tayyip
Erdoğan’ın sağlık sorunlarına atfen,
“Bel fıtığı olanların Çankaya’ya çıkmasının sakıncası” üzerinde duruyor! Kimi köşe yazarları Recep Tayyip
Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkması sonrasında parti içindeki dengelere işaret etmeye, Recep Tayyip Erdoğan’ın
ipleri elinde tutmak istemesini
vurgulamaya çalışırken, “Recep
Cumhurbaşkanı, Tayyip Başbakan,
Erdoğan Genelkurmay Başkanı” formülünü öneriyor. Cumhurbaşkanlığı
makamı için bu makama gelecek kişinin eşinin başının açık olması şartını ileri sürenler aday isimleriyle
birlikte parantez içinde adayın eşinin başının açık olduğu veya olmadığı notunu düşüyor; kimileri Recep
Tayyip Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkması sonrasında Çankaya yollarına
barikat kurmaktan, binlerce kişiyi
yollara yatırarak “Çankaya’ya girilmez” mesajı vermekten dem vuruyor… vs. vb.
Öyle harala gürele bir durum ki,
Metin Uca isimli bir televizyon şovmeni mevcut durumu ti’ye alan bir
davranışta bulunuyor ve cumhurbaşkanlığına adaylığını açıklıyor.
K ısac a çok önem l i bu lu na n
“Cumhurbaşkanlığı seçimi” için yapılan tartışmalarda, verilen mesajlarda bu makama uygun bir seviye(!)
tutturulmuş durumda. Bu seviye(!)
tam da bu burjuva siyasetçilere yakışıyor.
Tüm bu seviyesiz harala gürele
içinde ama aslında Türk hakim sınıfları açısından son derece önemli bir
iktidar dalaşı yürüyor. Türk büyük
sermayedarlarının istediği liberal değişimin savunucusu olarak iktidara
gelen AKP, devlet örgütlenmesini
alabildiğine değiştirmek, büyük Türk
sermayesinin isteklerine ve çıkarlarına uygun bir devlet yapılanmasına
yönelmek için iktidar olduğu günden
bu yana —AB üyeliği çalışmalarının
da etkisiyle— önemli bir çalışma yürütüyor. Devleti tamamıyla ele geçirmek, liberalleşmeyi tamamlamak
ve Türk büyük sermayesinin uluslararası alanda daha etkin hale gel-
mesinin yolunu açmak bu partinin
önüne koyduğu, büyük Türk sermayesinin de AKP iktidarından istediği
temel görev. Cumhurbaşkanlığı seçimi bu iktidar yürüyüşünde önemli
bir dönemeç. Bu “kale” de ele geçirildiğinde —ve bu yıl içinde yapılacak
genel seçimlerde seçmen AKP hükümetine bir kez daha hükümet olma
yetkisini verdiğinde— “normal seyri
içinde” siyasetin rengi değişecek.
Bugüne kadar AKP hükümetine en
fazla muhalefet yapan kurum olarak
Cumhurbaşkanlığı iktidar yürüyüşünde ele geçirilip bir anlamda devre
dışı bırakılacak; deyim yerindeyse
hükümetin “noteri” olacak. Bugüne
kadar Cumhurbaşkanının engellediği çeşitli kurumlar ele geçirilecek,
muhalif kurumlar birer ikişer düşecek. Süreç 80 küsur yıllık Kemalist
devlet örgütlenmesinin çözülmesi yönünde işliyor. Ancak AKP’nin kadrolarının din tacirliği yapan bir kökenden gelmesi bu partinin en yumuşak
karnı olarak muhalefete bir avantaj
sağlıyor ve muhalefet de bunu tepe
tepe kullanıyor.
Şüphesiz bu çözülmeye karşı direnen bir bürokrat burjuva kesim var.
Bu kesimin başını ordu çekiyor. CHP
ordunun Meclis sözcüsü konumunda
sanki. Andaki Cumhurbaşkanı,
YÖK, yargı kurumları, medyanın bir
bölümü… bu tarafta. Ve bu kesim,
mevcut AB üyeliği sürecinin de etkisiyle yapabilecek fazla araca sahip değil. Süreç aleyhlerine işliyor. Ancak
onlar yine de direniyor ve iktidar
dalaşını topluma “laik-dinci” çatışması olarak göstermek istiyorlar. Bu
yolla kendi kitle tabanlarını güçlendirmek, yanlarına almayı düşündükleri bu gücü —en azından genel seçimlerde— AKP’nin iktidar yürüyüşünün önüne engel olarak çıkarmak
istiyorlar. Fakat yapılan kimi seçim
anketlerinde AKP’nin hâlâ birinci
parti çıkması bu kesimleri daha da
saldırgan yapıyor. Şu ana kadar yaptıklarının pek de işe yaramadığını
gösteriyor. Tüm bu koşullar çerçevesinde Cumhurbaşkanlığı seçimi bu
kesimin elindeki en önemli kalelerden birisinin —normal koşullarda—
düşeceğini gösteriyor. Böylesi bir durum mevcut Kemalist bürokrat bur-
gündem
juva kesimini daha da hırçın yapıyor.
Tü rk büy ü k s er maye d a rla r ı
(TÜSİAD) bu aşamada mevcut hükümete verdikleri desteği sürdürüyorlar. Ancak onlar Recep Tayyip
Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkmasını “istikrarın bozulmaması”, andaki “dengelerin altüst olmaması” vs. gereği
doğru bulmuyorlar. Meclis içinden,
muhalefetin de fazla ses çıkaramayacağı bir cumhurbaşkanının seçilmesini, hükümetin Recep Tayyip
Erdoğan’ın liderliğinde sürmesini
istiyorlar. Onların seçimini belirleyen en önemli nokta azami sömürme
ve bu sömürüye meydan veren “istikrarlı bir ortam”…
Sermaye sahipleri sürece bilinçli
müdahale edip uzun vadeli çıkarları
gereği seçimlerini yaparken emekçiler açısından Cumhurbaşkanlığı ve
bu yıl yapılacak genel seçimler ne anlama geliyor?
EMEKÇİLER İÇİN SEÇİM
YOKTUR!
Emekçilerin bu dalaşta kazançları
nedir?
Sorulması gereken en temel sorulardan birisi budur emekçiler açısından…
Bu sorunun yanıtı çok açıktır:
Hiçbir şey!
Hiçbir şey, çünkü dalaş, en başta
emekçilerin çıkarları üzerine kurulu
bir dalaş değil. Dalaş; sermaye sahip-
lerinin daha fazla dünya ekonomik
sistemine bağlanması, dünyadaki gelişmelere bağlı olarak mevcut kimi
engellerin kaldırılması, bu temelde
bürokrat burjuvazinin iktidar tekeline son verilmesi, mevcut devlet iktidarının yenilenmesi hedefi ve istemi
ile, buna direnen ve iktidar tekelini
kaybetmek istemeyen bürokrat burjuvaların dalaşı… Bu dalaşta emekçilere biçilen rol en iyi haliyle dalaşan
kesimlerin birisinin ardında saf tutması, kitlesel gücünü onların çıkarları için ortaya koymasıdır. Gerek
devlet tekelini elinde bulunduranlar,
gerekse bu tekeli kırıp kendi hakimi-
da bu kesiminin peşine takılmak, sınıf kardeşleriyle boğaz boğaza getirilmek, kendi çıkarları yerine emekçileri hakim sınıfların hangi kesiminin sömürmesine, baskı altında tutmasına onay vermek, dahası bunun
için meydanlara dökülmek, seçimde
bulunmak emekçilerin tercihi olabilir mi? “Kırk katır ile kırk satır” arasında bir tercih, “veba ile sıtma” arasında bir tercih emekçilerin tercihi
olabilir mi?
Hayır! Bin kere hayır!
Emekçilerin kendilerine, kendi çıkarlarına karşı olan böyle bir durum
karşısında seçimde taraf olmasına ne
yeti altına almak isteyenler açısından
emekçilerden istenen budur.
Emekçilere biçilen bu rol emekçilere bir şey getirecek mi?
Hayır!
Ne emekçiler daha fazla kazanacak, ne yoksulluk son bulacak, ne
eğitim ve sağlık iyileşecek, ne ulaşım
düzelecek vs. vb. Olacak tek şey bir
kez daha emekçiler üzerinden iktidar
kavgalarını yürütecek, kazanacak,
kaybedecek… Bir kez daha emekçiler
hakim sınıfların oyuncağı olacak.
Bu durum emekçiler için seçim
olabilir mi? Hakim sınıfların şu ya
gerek vardır, ne de emekçiler açısından ihtiyaç vardır.
Emekçiler açısından bu anlamda
seçim yoktur, olmamalıdır.
Devlet operasyon sezonunu açtı...
DTP kıskaç altında
2
1 Mart Newroz kutlamalarının
yaklaşmasıyla birlikte Şubat
ayından başlayarak sürdürülen operasyonlarda bir buçuk ay içerisinde yaklaşık 300 kişi gözaltına
alındı, bunlardan 102’si tutuklandı.
DTP’nin 18 il ve ilçe binası polis tarafından basıldı, 35 yöneticisi tutuklandı. Birçok parti binası tahrip
edildi.
Parti başkanlarına Öcalan için “sayın” ifadesini kullandıkları gerekçesiyle “suçu ve suçluyu övmek” iddialarıyla davalar açıldı, para cezaları
verildi.
Gündem gazetesine, Abdullah
Öcalan’ın zehirlendiğine dair iddiaları haberleştirmesi gerekçesiyle 1 ay yayın durdurma cezası verildi. Gündem gazetesinin kapatılmasından sonra çıkarılan Yaşamda
Gündem gazetesi de kapatıldı.
Hemen hemen tüm Newroz başvuruları “Çanakkale Şehitlerini Anma”
törenleri gerekçe gösterilerek reddedildi veya ertelendi. Böylece Newroz
kutlamaları hafta içine denk gelen
21 Mart’a alındı. W harfi “Türkçe’de
yok” denilerek birçok başvuru geri
çevrildi.
Bir yandan bu saldırı dalgası estiri-
lirken diğer yandan Ankara Emniyet
Müdürlüğü DTP Başkanı Ahmet
Türk’e koruma gönderdi. Türk’e bir
“suikast” düzenleneceği endişesi varmış…
Kısaca Şubat ve Mart ayı içerisinde
askeri faşist yönetimleri aratmayan
bir tablo oluşturuldu.
Tek neden yaklaşan Newroz
değil!
Tüm bu saldırıların benzeri her
Newroz öncesi yaşanma ktaydı.
Ancak iktidar dalaşının iyice kızıştığı ve şiddetlendiği bu yıl geçen yıllardan farklı. Kemalist bürokrat burjuvazi ve özel sermayeli
büyük burjuvazinin andaki temsilcisi olan AKP Hükümeti arasında
Cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda kıyasıya mücadele sürüyor.
Genel seçimler yaklaşıyor. Her geçen
gün ya ordu cephesinden hükümeti
köşeye sıkıştırmaya yönelik açıklamalar ya da hükümetten orduya yönelik eleştiriler, açıklamalar geliyor.
Yeni andıçlar, yeni tehditler yağıyor
üzerimize.
İşte böyle bir ortamda DTP’nin 1.
Olağanüstü Kongresinde genel se-
EMEKÇİLER AÇISINDAN SEÇİM
VARDIR!
“Peki emekçiler onu seçmeyecek,
bunu seçmeyecek. Ne yapacak bu
emekçiler?”
Sıkça sorulan sorulardan birisi budur… Emekçiler seçmeyecek mi?
Emekçiler güçlerini göstermeyecekler mi? Emekçiler irade belirlemeyeçi m lere bağ ı msı z
adaylarla girme eğilimi ortaya çıktı.
İktidar dalaşının her
iki kesimi de parlamentoda DTP’yi görmek istemiyor, bağımsız adaylarla seçime girmesi halinde
DTP bir grup oluşturabilir vb.
Bu şartlar altında
devlet, Kürt hareketinin andaki en
büyük temsilcisi konumunda olan
DTP’yi tüm araçlarıyla etkisiz kılmak, sindirmek istiyor.
2007 Newroz’unun talebi hangi
demokrasi?
“Türkiye barışını arıyor” konferansında Yaşar Kemal’in söylediği “Ya
gerçek demokrasi ya hiç” sözü bu
yılki Newroz’un ana teması olarak
seçildi.
Peki anti-demokratik yasalarla yönetilen, her geçen gün ırkçı-şoven
dalganın yükseltildiği, demokratik
kurumların her türlü zorba yöntemlerle basıldığı, en basit hak mücadelelerinin dahi büyük bir savaşa dönüştüğü bir ülkede gerçek demokrasi
neyi ifade ediyor?
Elbette gerçek demokrasi düşüncenin 301 bahaneyle yargılanmadığı,
cekler mi?
Elbette, emekçiler güçlerini gösterecek, irade belirleyecek, siyasal sistemde ağırlıklarını koyacaklardır.
Bu gereklidir, bu zorunludur! Bunun
yolu ama şu ya da bu hakim sınıf
kanadının peşinden gitmek değildir. Bunun başka yolu yordamı vardır! Bunun yolu, emekçilerin kendi
sınıf çıkarları için biraraya gelmesinde, kendi sınıf çıkarları temelinde
örgütlenmesinde ve kendi sınıf çıkarları için mücadele etmesindedir.
Emekçiler için seçim budur, bu olmalıdır!
Seçim, işçilerin, emekçilerin kendi
mücadelesine sahip çıkma seçimi olmalıdır.
Seçim, işçilerin, emekçilerin sömürü üzerine kurulu iktidar tekeli
yerine kendi iktidar tekelini kurma
seçimi olmalıdır.
Seçim, devrimi ve sosyalizmi seçmesi olmalıdır.
Çeşitli ulus ve milliyetlerden işçiler, emekçiler; ancak bu seçimi yaptıklarında ve bu seçim temelinde
harekete geçtiklerinde kazanacaklardır! Bu seçim işçilere, emekçilere
halkların kardeşliği temelinde özgür,
sömürüsüz yeni bir dünya, bir yaşam
kazandıracaktır.
İşçiler, emekçiler; seçim sizin…
Karar sizin…
Ya faşizm, ya devrim…
Ya barbarlık, ya sosyalizm…
24 Mart 2007 ✓
öteki olanların susturulmaya çalışılmadığı, zindanlarda çürütülmediği,
susturulamayanların katledilmediği,
örgütlenmenin engellenmediği bir
sistemdir.
Gerçek demokrasi halkların kendi
kaderini tayin hakkı güvencesi altında, eşit ve özgür birlikteliği temelinde yaşamaları, ayrımcılığa uğramamalarıdır. Gerçek demokrasi yoksulluğun, işsizliğin, sömürünün kaldırılmasıdır.
Günümüz kapitalist emperyalist
dünyasında gerçek demokrasi olamaz. Ezenler, sömürenler ezilenlere
demokrasi getiremez.
Gerçek demokrasi sosyalizmdir
ve bu demokrasi işçi ve emekçilerin
ezenlere karşı bir devrimi ile mümkündür!
19.03.2007 ✓
halkların kardeşliği için
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
B
Milliyetçilik halkları birbirine
boğazlatma siyasetidir!
u sayımızda özellikle Hrant
Dink’in katledilmesi ile gündeme oturan milliyetçilik üzerinde duracağız. Milliyetçilik, feodalizm döneminde yoktu. Feodalizmin
bağrından yeşerip gelişen burjuvazi,
“eşitlik ve kardeşlik” adına ortaya
çıktığında, başlangıçta devrimci bir
rol oynamıştı. Sömürü ve baskı uygulamada kendinden önceki sınıflardan bir farkı olmayan burjuvazi,
ezilen, sömürülen yığınlara mensup olduğu ulusun diğer uluslardan
daha üstün olduğunu, diğer ulusların kendi ulusuna her zaman düşman olduğunu aşıladı. Burjuvazi, iktidarı boyunca yürüttüğü gerici haksız savaşlarda yığınların milliyetçilik
duygularını işledi ve kullandı.
Osmanlının son döneminde kapitalizmin gelişmesi ile başlayan uluslaşma süreciyle birlikte, milliyetçilikte gelişmeye başlamıştır. Egemen
ulus olan Türk ulusu ve egemen din
olan Müslümanlardan işçi ve emekçiler, diğer ulusa ve dine mensup olanlara karşı, Türk burjuvazisi tarafından kışkırtılarak baskı ve katliamlarda Türk burjuvazisinin yanında
yerini almıştır.
Milliyetçilik ideolojisinin temel karakterinin tanımı için, öncelikle Türk
Dil Kurumu sözlüğündeki milliyetçilik tanımına bakalım: Milliyetçilik,
“maddi ve manevi açılardan millet ve ülkesinin çıkarlarını her şeyin
üstünde tutma anlayışı” olarak tarif
ediliyor. Tüm ortak insanlık değerlerini bir çırpıda yok sayan bu tanımın günlük yaşamdaki karşılığı, demokrasinin ve sivil hakların unutulduğu, öldürmek dahil her tür şiddetin onaylandığı, sürekli düşman arayışında olunan bir kabustur. Ezilen
ulus milliyetçiliği, pozitif milliyetçilik, ırkçı olan ya da olmayan milliyetçilik gibi tanımlar milliyetçiliğin
ayrımcı olan temel karakterini değiştirmez.
Biz burada tabiî ki ezilen ulus milliyetçiliği üzerindeki ezen ulus milliyetçiliğinin baskısına, yani, milli
zulme karşı çıkar, ezilen ulus milliyetçiliğinin ezen ulus milliyetçiliğine
karşı mücadelesinde onun demokratik yanını destekleriz.
T.C. kurulduğundan bu yana, “tek
devlet, tek ulus, tek dil, tek din” üzerine kurulu bir devlet olarak, ülkelerimizde yaşayan Türk ulusu dışındaki ulusları yok saymıştır. Bunun
sonucu olarak ta gelişen ulusal hareketler her zaman kanla bastırılmış, yok edilmeye çalışılmıştır. Başta
Ermeni, Rum, Yahudi, Arap ve Kürt
ulusu olmak üzere, diğer azınlıklar üzerine “Türkün Türk’ten başka
dostu yoktur” ırkçı şoven siyaseti ile
Türk işçi ve emekçilerini ideolojik
olarak zehirleyerek eğitmiş ve kışkırtmıştır.
Türkiye’deki milliyetçiliğin ideolojik temeli Kemalizm’dir. Bu kendini
“Ne Mutlu Türküm Diyene”, “Bir
Türk Dünyaya Bedel”… gibi anlayışlarla göstermektedir. Tarih boyunca
“Türkün Türk ’ten Başka Dostu
Yoktur” anlayışı Türk işçi ve emekçileri üzerinde önemli ölçüde etkili olmuştur.
Milliyetçiliğin gerçek yüzü
Burjuvazinin iktidarını sürdürmesi
için en temel gıdası milliyetçiliktir.
Burjuvazi, kendi çıkarlarını tüm halkın çıkarlarıymış gibi gösterip yığınları kendi peşine takar. Her zaman iç
ve dış düşmanlar ile çevrili olan ülke
için, silahlanmak gerekir. Çünkü dış
tehditler bugün her zamankinden
daha fazla gündemdedir. Irak, Kuzey
Irak ve İran’daki gelişmeler tehdit
oluşturmaktadır. Ermeni soykırımını tanıyan ve bunu parlamentolarından geçiren veya geçirmeye hazırlanan ülkeler tehdit oluşturmaktadır. Dıştaki bu tehditlere bağlı olarak, “dış kaynaklı” olan iç tehditlerde
var. Kürtler, Ermeniler başta olmak
üzere, devrimci ve Komünistler de
tehdit olarak varlığını koruyorlar.
O zaman bu tehdit unsurlarının da ortadan kaldırılması gerekir.
Önce yasalarla bu tehdidi bertaraf
etmek gerekir. Kamuoyunda tartışıldığı biçimiyle TCK’nın 301. maddesi
Türklüğü aşağılayanlara karşı gündeme giriyor. Hrant Dink, Orhan
Pamuk davasında olduğu gibi, yalnız
yargılamakla yetinmiyor, mahkeme
salonlarında ve önünde linç girişimleri de devam ediyor. Bu girişimcilere
en ufak bir müdahale olmadığı gibi,
davada açılmıyor. Bu linç girişimleri
yalnız mahkeme salonları ile de sınırlı kalmıyor. “Halkımızın duyarlılığı adına” sokakta bildiri dağıtan
devrimcilere, hemen oracıkta toplanan, ağzı salyalı gözü dönmüş yüzlerce faşist saldırgan linç girişiminde
bulunuyor. Polis ve mülki amirler
“halkımızın tepkisi” diye saldırganları korurken, saldırıya uğrayanlar
mahkemeye verilerek yargılanabiliyor.
Bugüne kadar onlarca devrimciyi,
komünisti, aydını katleden bu faşist
çetelerin öne sürdükleri argüman
“Türklüğün haysiyetini korumak”tı.
Bu faşistler en son Hrant Dink’i kalleşçe katlederek amaçlarına ulaştılar.
Şunu belirtmekte yarar var; hiçbir
devrimci, komünist, aydın Türklüğü
veya herhangi bir başka ırkı aşağılama diye bir düşünceye sahip olamaz. Biz hangi ulus ve ırk olursa olsun, onların aşağılanmasına karşıyız.
Milliyetçi ve ırkçı temelde hareket
eden faşist örgütlenmelerde başka
ulusların aşağılanması olağan bir durumdur.
MHP’nin Mersin’in kurtuluşunun
85. yıldönümünde, 3 Ocak’ta düzenlediği mitingde; “Mersin’i Türk
şehri” yapacaklarını” açıklamaları,
“Mersin Türktür, Türklerindir, Türk
kalacak”, “Mersin Kürtlere mezar
olacak”, “Bayrağa uzanan eller kırılsın” diyerek Kürtlere karşı düşmanca tavır takınmaları cumhuriyet
savcıları tarafından suç olarak dahi
görülmedi. Vatansever Güç Birliği
Derneğinin Mersin’de yaptığı bir mitingde de; Kürtlere karşı ağza alınmayacak küfürlerle yürümeleri de
devleti rahatsız etmemişti.
Hrant Dink’in cenaze töreninde
yüz binlerin “Hepimiz Hrant Dink’iz,
Hepimiz Ermeniyiz” sloganı ile ırkçı
faşist gelişmeye dikkat çekmesinin
ardından ırkçılar boş durmadı. Önce
resmi ağızlarda “Hepimiz Ermeniyiz
demek hoş değildi” gibi açıklamalar,
futbol maçlarında seyircilerin birbirlerini Ermeni ve Kürt olmakla suçlaması, gemi kaçırmalar vb. eylemler
ile ırkçılığın yığınlar içindeki boyutu
kendini bir kez daha gösterdi.
Milyonlarca işçi ve emekçi bugün
açlık sınırının altında yaşıyor. Eğer
asgari ücretle iş bulabilirse kendini
şanslı hisseden milyonlarca işçi, aynı
zamanda milliyetçiliğin o zehirli
ağusuyla zehirlenerek ezilmesinin,
sömürülmesinin nedenini göremiyor. Eğer işsiz kalmışsa veya işi tehlikedeyse, yabancı işçileri “işini elinden alan” veya “tehlikeye sokan” olarak görüp, yabancı işçilere karşı düşmanca davranabiliyor. Patronlarda
bundan faydalanarak işçileri daha
fazla sömürerek karlarına kar katıyorlar.
Vatan elden gidiyor!
“Vatan elden gidiyor!” Burjuvazinin
en fazla sarıldığı paslı silahların başında geliyor.
Kuvayi Milliye Derneği Başkanı
Emekli Albay Fikri Karadağ, -bu şahıs aynı zamanda orduda NATO daire başkanlığı yapmış biri - üstünde
Türk bayrağı, dernek flaması, kuran
ve üç tabanca bulunan bir masanın etrafına topladığı yiğitlere ”bu uğurda
ölmek var, öldürülmek var ve öldürmek var” diye başlattığı yeminde;
Türkü şöyle tanımlıyordu: ..”Türk
anadan Türk babadan doğmuş, soyunda dönme olmayan Türk oğlu
Türk”. Dernek Başkanı, Türk milletini dünyanın efendisi yapmak için
yola çıkan faşist yiğitlerine seslendiği
konuşmasını “Ne mutlu Türküm”
diye bitiriyor. Bu emekli albayın sivil
ikizleri birkaç yıldan beri televizyon
kanallarında neredeyse her gün aynı
tehlike habercisi ve kurtarıcısı havarisi rolünü oynuyorlar. Bu anlayış
yalnız bu general, subay ve polis eskilerine ait olan bir şey de değil.
Bunlar, şimdiki Genelkurmay başkanının tesadüfen yakalanan “iyi
çocukları”nın yakalanmayan kesimi.
ABD gezisinde, basın mensuplarına
demeç veren Büyükanıt; “Türkiye’yi
bölmeyi rüyalarında görenler, bu
rüyanın sonunda kâbus görür.
Türkiye’yi koruyan o dinamik güçler
varolduğu sürece, o rüyayı görenler
kâbusla uyanır ve derslerini alır” diyordu. Kimle görüşülüp görüşülmeyeceği konusunda hükümetin verebileceği bir kararı kendi tasarrufunda
görmesi bir yana “dinamik güçler”
sözüyle ne demek istediği belliydi.
Bu “dinamik güçler” yemin törenleri
ile ve kurbanlarının listesini açıklayarak görevlerinin başında olduklarını açıklayanlardı.
Burjuvazi yüzyıllardan bu yana
ezilenleri, kendi çıkarlarını onlarında çıkarıymış gibi göstererek ezmeye, sömürmeye ve diğer sınıf kardeşlerini boğazlatmaya devam ediyor. Burjuvazinin bunun için en temel silahı milliyetçiliktir. Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halkları burjuvazinin bu paslı silahını terk etmediği sürece işçi ve emekçiler ve ezilen
halklar açısından değişen bir şey olmayacaktır. Dünyanın işçi ve emekçi
yığınları, ortak düşmanları olan burjuvaziye karşı birleşip, kapitalizmi
devrimle yerle bir edip kendi öz sistemleri olan sosyalizmi kurmadıkları sürece kurtuluş yoktur.
İşçi, emekçi ve ezilen halklar için
burjuva milliyetçiliğinin panzehiri
proletarya enternasyonalizmidir.
“Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen
halklar birleşiniz” şairi temel şiarımız olmalıdır.
Halkların kardeşliği için de tek yol
devrim!
22.02.2007 ✓
halkların kardeşliği için
Washington-Ankara hattında
soykırım tasarısı tartışmaları…
E
rmenilere yapılan soykırım
üzerine tartışmalar son ikiüç aydır yeniden yoğunlaşmış durumda. Bunu Türkiye’de ateşleyen olay, esasında Hrant Dink’in
katledilmesi olayı idi. Fakat, Dink’in
katledilmesi olayı üzerine “sıcak”
tartışmalar sürerken bile, ABD’de
Temsilciler Meclisi’ne soykırım ile ilgili bir karar tasarısı sunulacağı yönünde haber ve tartışmalar medyada
yer aldı.
Özellikle ABD’deki parlamento
seçimlerinde “Demokratlar”ın çoğunluğu ele geçirmesi ve ABD’deki
Ermenilerin soykırımın tanınması
isteğini destekleyen Nancy Pelosi’nin
Temsilciler Meclisi Başkanlığı’na gelmesi, Türk medyasında da soykırım
tasarısının gündeme geleceğinin garantisi olarak görüldü, gösterildi.
Gerçekten de Ocak ayı sonunda 30
maddeden oluştuğu söylenen “Birleşik
Devlet ler’ in Ermeni Soyk ırımı
Kayıtlarının Tasdiki Tasarısı” adlı
ve “HR 106” sayılı bir karar tasarısı Temsilciler Meclisi’ne sunuldu.
Sözkonusu tasarı “Demokrat” ve
“Cumhuriyetçi” milletvekilleri tarafından –üçer üye– sunulurken, tasarıyı 150 Temsilciler Meclisi üyesi
(milletvekili) tarafından imzalandığı
söyleniyor.
Bi r a z ge r i le re g it t i ğ i m i z d e
Ermenilere yönelik soykırım tartışmaları genelde ya soykırımın yıldönümü olarak kabul edilen 24 Nisan
öncesi, ya da gündeme gelen şu ya da
bu seçim öncesinde yürütülürdü. Son
yıllarda bunda değişmeler oldu ve
konu üzerine tartışmalar beş-on yıl
öncesine göre çok daha yoğunlaştı.
Bunun değişik nedenleri var, ama
bunlar başka bir yazının konusu.
Nasıl ki müslümanlar ibadet ederken “Kabe”ye dönüyorsa, Türkiye’de
de, hemen her 24 Nisan’da ABD’nin
Başkanı’nın konuşmasına yönelinir ve ABD Başkanı’nın ağzından
O, çokça korkulan kelimenin –soykırım– çıkıp çıkmayacağı korku ve
ümitle, daha doğrusu dua ile çıkmaması beklenir… Başkanın 24 Nisan’a
yönelik konuşması bittiğinde ve soykırım lafı söylenmediğinde derinden
bir ooooohh çekilir ve yine “başardık” diye zafer naraları atılır.
Şu ya da bu olay bağlamında bir
devletin ve toplumun bir başka devletin başkanının ağzından soykırım
kavramının çıkıp çıkmayacağına bu
kadar önem verdiği ve yapılan konuşmada söylenenlerin içerik olarak
soykırımdan başka anlama gelmediği halde, soykırım lafının telafuz
edilmemesine bu kadar sevindiği bir
başka örnek tanımıyoruz.
ABD eyaletlerinin büyük bölümünün soykırımı kabul ettiği koşullarda
–kimi verilere göre 38 eyalet, kimine
göre de 42 eyalet soykırımı tanımış
durumdadır–, başkanın söylediklerine yönelik bu tavır, aslında suçlu
olmanın kompleksinden, çaresizlikten de kaynaklanan bir tavırdır.
Temsilciler Meclisi’ne sunulan tasarının kendisi, ne bir yasa tasarısıdır, ne de kabul edildiğinde herhangi bir bağlayıcılığı vardır. Hatta
Temsilciler Meclisi kabul etse ve bu
bir yasa tasarısı da olsa, böylesi bir
durumda Senato ve Başkan tarafından kabul edilip imzalanmadığı sürece yasa haline de gelmeyecektir.
Bunu Türk devletinin yetkilileri de,
medyanın baş kalemşorları da bilmektedir. Buna rağmen ama büyük
bir rahatsızlık duyulmaktadır.
Duyulan bu rahatsızlığı, Temsilciler
Meclisi’ndeki dengelerin soykırımı
kabul edenler lehine değişmesi olgusu daha da yoğunlaştırıyor. Tasarı
2008 yılına ertelense de, bu sefer
Temsilciler Meclisi’nce kabul edileceği tahmin ediliyor.
Türkiye’nin dostu olarak da gösterilen eski ABD büyükelçisi Abramowitz,
Washington’da bulunan TBMM heyetine “Türkiye ABD’de tarih savaşını kaybetti. Kongre’yi ikna etmek
mümkün değil. Bu konudaki temel
argüman, Türkiye’nin ve Türkiye ile
ilişkilerin ne denli önemli olduğunu
anlatmak. Kongre üyeleri bunu anlamalı. Bence tek makul argüman budur.” (Hürriyet, 2 Mart 2007) diye
durumu ifade etti.
Türk medyasındaki genel kanı
da esasında ABD yönetimindekilerin büyük çoğunluğunun soykırımın olduğunu düşündüğü yönündedir. Bu yüzden de “biz soykırım yapmadık” biçiminde karşı çıkışlarla,
tehditli protestolarla Temsilciler
Meclisi’nin etkilenemeyeceği düşünülmektedir. Esas “silah”, ABD’nin
Irak, Afganistan, İran gibi ülkelere karşı savaş ve savaş hazırlığında
Türkiye’nin önemini anlatmak oluyor. Sonuçta kararı belirleyecek olanın Temsilciler Meclisi “üyelerinin vicdanları ile Ankara’yı kızdırmanın kaybettirecekleri arasındaki
muhasebe”dir denmektedir.
Bunun bilincinde olan Türk devlet yetkilileri, Dışişleri Bakanı Gül,
Genelkurmay Başkanı Büyükanıt,
değişik TBMM heyetleri ve TÜSİAD
heyeti gibi temsilcilerle ABD’ye çıkarma yaptı. Değişik biçimlerde
ya da değişik kurum ve temsilcilerle yapılan görüşmelerde temel
düşünce, tasarının çıkması durumunda ABD-Türk iye ilişk ileri-
nin çok büyük zarar göreceği idi.
Kuşkusuz ki açıkça olmasa da tehditler de savruldu. Dışişleri Bakanı
Gül, sanki Türkiye’de halk hükümeti yönetiyormuş gibi, “Ermeni tasarısı Temsilciler Meclisi’nde kabul
edilirse, Türkiye’de gerçek bir şok
yaşanır ve Türk Hükümeti, halkın
ABD ile işbirliğinin son bulması yönündeki taleplerini engelleyemez.”
açıklamasını yapıyor; ya da TBMM
Dışilişkiler Komitesi Başkanı Dülger,
ABD’nin “Ortadoğu’da faydalandığı
en önemli lojistik üslerden biri olan”
İncirlik’in kullanılmasına sınırlama
getirilebileceği tehditi gibi tavırlar
takınıldı, takınılıyor.
Bush yönetimi anda Türkiye ile
ilişkileri bozabilecek böylesi bir tasarının kabul edilmesine karşı görünüyor. Daha şimdiden en yüksek düzeyde, örneğin Dışişleri Bakanı Rice,
Savunma Bakanı Gates şahsında
Temsilciler Meclisi’ne mektup gönderilerek tavır takınılmış durumdadır.
Sözkonusu mektupta şunların da
yazıldığı söylenmektedir: “Bu tasarının kabul edilmesi, Türkiye ile
Ermenistan arasındaki uzlaşmayı
destekleme ve Türkiye’nin, Osmanlı
İmparatorluğu döneminde etnik
Ermeniler’in başına gelen bu trajik
olayları daha ileri düzeyde tanıması
yönündeki ABD çabalarına zarar
verecektir.” ve “ABD, Türkiye’deki
dostlarımızı, geçmişlerini dürüstlükle yeniden gözden geçirme ve
Ermenistan ile uzlaşma ve geniş
Ortadoğu’da ve Avrupa’da güvenlik ve istikrar yönünde cesaretlendiriyor.” Burada söylenenler ciddiye
alındığında, aslında ABD yönetiminin Türk devletinden beklentisinin
Temsilciler Meclisi’ne sunulan tasarıdan da öteye geçtiği görülmektedir.
“Soykırımı Osmanlılar yapmış, biz
modern Türkiye olarak yapılanlardan üzüntü duyuyoruz, ama bizim
Osmanlının mirasıyla ilgimiz yoktur” deyip sorunu çözme yaklaşımı
ve sorundan kurtulma önerisinin,
ABD tarafından bundan birkaç sene
önce yapıldığı da bilindiğinde, Türk
devletinin bu konuda köşeye sıkıştığı
tespit edilebilir.
Bu yüzden de anda tasarının kabul edilip edilmemesi esasında
ABD-Türkiye ilişkilerinin öne çıkarılmasına bağlıdır. Mehmet Ali
Birand’ın aktarımına göre yetkililer “Türkiye’nin lobisini Pentagon ve
CIA yapıyor” tespitinde bulunmaktadırlar.
Bu arada ABD askeri yetkililerin de
tasarıdan rahatsız olduğu, Türkiye ile
ilişkilerin askeri işbirliğini bozaca-
ğından endişe ettiği yönlü haber yayınlandı. Bu habere göre Irak’a sevkedilen teçhizatın %60’ı Türkiye havasahasından geçmiştir ve İncirlik’in
ABD için önemli bir ikmal ve kargo
üssü olduğu vurgulanmaktadır.
Bu yönlü çabalara tasarının kabulü durumunda Türkiye’de milliyetçiliğin daha da yükselebileceği ve
Kasım ayında yapılacak seçimlerde
ABD’ye göre milliyetçilerin seçimde
daha fazla oy alabileceği, ama bunun
ABD’nin çıkarlarına uygun olmadığı
yönlü tavırla; ABD’deki 2008 yılı
başkanlık seçimleri öncesinde tasarının kabul edilme olasılığının daha
da yüksek olacağı tahminleri birleştiğinde, sözkonusu tasarının ertelenebilme olasılığı büyüktür. Bu erteleme
hem Bush yönetiminin Türkiye’deki
seçimlerle ilgili beklentilerine, hesaplarına, hem de Temsilciler Meclisi
Başkanı Pelosi’nin tasarıyı kabul ettirme hesaplarına uygundur.
Temsilciler Meclisi’ne sunulan tasarı üzerine tartışmalar sürerken,
Senato’ya da bir tasarı sunuldu.
Bunların gündeme ne zaman alınacağı, belli değil. Açık olan bu konunun ABD-Türkiye arasında pazarlık
meselesi halini sürdürdüğü ve ABD
ile Türkiye’nin çıkarlarının çatışmasında da fillerin çatıştığı, çimlerin
ezildiği durum gibi Ermeniler arada
kalmaktadır. Türk şovenizminin
ağusu Ermenilere karşı kusulmakta,
Ermenilere karşı düşmanlık bu tasarı
vesilesiyle de kışkırtılmaktadır.
KİMİ TAVIRLAR…
Her şeyden önce ABD’nin dünyanın
jandarması olarak soykırım tasarısını kabul etmesinin, diğer devletlere
örnek olacağı ve çorap söküğü gibi
devamının geleceği yaklaşımı, soykırımın varlığını reddeden hemen herkesin temel korkularından biridir.
Medyada tavır takınanlar arasındaki genel kanılardan biri de,
Türkiye’nin artık şimdiye kadar takındığı tavrı sürdürmekle bu sorundan kurtulunamayacağı yaklaşımıdır. Bu noktada da farklı açıklamalara rağmen çoğunun üzerinde birleştiği “çözüm” önerisi, Türkiye’nin
Ermenistan ile sınır kapısı açması,
diyalog başlatmasıdır.
Açık Ermeni düşmanlığı yapan
ırkçı, şoven kesimin tavrı değişmemiş, tersine daha fazla saldırganlaşmıştır. Hepsi kendi başına makalelik
tavır olan yaklaşımları burada saymak mümkün değil.
Güya, ırkçı, şoven olmayanların
da, gerçekte beyinlerinin ne kadar
şovenizmle yoğrulduğunu gösteren
sorunlardan biri, yine Ermenilere
yönelik soykırıma karşı tavırdır. Bu
tavırlara bir örnek Oktay Ekşi’nin takındığı şu tavırdır:
“YILLARDIR sadece dilimizde,
kalemimizde değil, bu sütunda bile
‘soykırım iftirasına karşı’ tüm kurumlarımızla ve tüm olanaklarımızla mücadele etmeliyiz… Kitaplar
halkların kardeşliği için
yayımlamalı, uluslararası konferanslar düzenlemeli, filmler çevirtmeli,
yurtdışındaki öğrenci derneklerini,
öteki sivil toplum kuruluşlarını bilgilendirmeli, onlara lojistik destek
sağlamalı, savunma stratejisini terk
edip saldırı anlayışıyla ve tam bir
savaş mantığıyla mücadele etmeliyiz demekten tüy bitti.” (Oktay Ekşi,
Hürriyet 9 Şubat 2007)
Oktay Ekşi “tam bir savaş mantığıyla” davranılması gerektiğini yıllardır önerdiğini itiraf ediyor. Ekşi’nin
buradaki yakınması ama Türk devletinin savaş mantığıyla soruna yaklaşmadığı anlamına gelmiyor. Burada
sözkonusu olan esasında kim daha
çok Türkçü? yarışıdır…
Ekşi, bu yarışta yanlız değildir tabii ki. ABD’de soykırım tasarısı gündeme gelir, ABD’ye güçleri yetmez,
hedefe Ermeniler, Ermenistan konur.
Bunun en açık örneği Türk Tarih
Kurumu Başkanı Halaçoğlu’nun
tavrıdır. Hürriyet gazetesinin aktarımına göre Halaçoğlu, “Ermeni
Soykırımı tasarısının kabul edilmesi
halinde Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin sona ereceğini söyledi.” (16
Şubat 2007)
Durumu bilmeyenler de sanki
Türkiye-Ermenistan arasında çok
büyük ve ciddi ve de önemli ilişkiler varmış da, bunların sona ermesi
Ermenistan’a büyük zarar verecekmiş… diye düşünebilir. Kitlelerin bilinci böyle de karartılıyor!
Liberal demokrat görünen M. Ali.
Birand ise, bir çok şeyin yanısıra,
“Dünyayı şaşırtmaktan başka çaremiz kalmadı” başlığı altında, yapılması gerekenleri şöyle açıklıyor:
“Tercih çok açıktır. Ya bugünkü
politikalar aynen sürdürülecek (yani
bol laf üretilecek ve sadece Ermeni
lobisi suçlanacak) sonunda da soykırım duvarına sıkışılacak, veya bambaşka yaklaşımlar benimsenecek
ve insanların kafası karıştırılacak.”
(Hürriyet, 2 Şubat 2007)
Bunu nasıl yapacağından bağımsız,
insanların kafasını karıştırmaktan
başka çıkar yol göremeyen Birand,
aynı zamanda, “…kendi kendimi
‘Acaba için için, bizler de mi gizlice
soykırım olduğuna inanıyor da, bundan dolayı hiç hareket etmiyoruz?’
diye sorguladığım oluyor. Bunca yıldır böylesine pespayece davranmamızı, inandırıcı hiçbir şey yapmamamızı, kendime başka türlü anlatamıyorum.” (Milliyet, 7 Mart 2007) tavrını da takınıyor. Birand’ın çözümü
de esasta Ermenistan ile ilişkilerin
kurulmasıdır.
Tasarının kaderinin ne olacağını
önümüzdeki süreçte göreceğiz. Bu
tartışmaların tümünde de Ermeni
düşmanlığı körükleniyor. Soykırım
tartışması ve Ermeniler kendilerinin
çıkarlarının bir aracı olarak kullanılıyor. Buna rağmen Türkiye, şimdiye
kadarki tavrını sürdürmekte zorluk
çekmektedir ve bu tavır öyle ya da
böyle değişecektir…
21 Mart 2007 ✓
Seçimler ve Aleviler
2
007 yılı seçimleri yaklaşırken
bu konuda çok yazılıp çizildi ve
yazılıp çizilecek.
Özellikle son dönemlerde toplumun büyük bir bölümünü oluşturan
Türk, Arap ve Kürt kökenli Alevilerin
adına birileri televizyonlarda yaptıkları söyleşilerde ve gazetelerde yayınladıkları yazılarda görüşlerini açıklamaktadırlar.
Öncelikle bu konuda şunu söylemek gerekir:
Alevilerin tümü adına açıklama
yapmak kimsenin haddine değildir.
Çünkü Aleviler Türküyle, Kürdüyle,
Arabıyla, Boşnakıyla vb. yekpare değildir.
Alevilerin de her toplum kesiminde
olduğu gibi farklı politik görüşleri
olan, farklı inanış biçimleri olan bir
topluluk oluşturduklarını biliyoruz.
Tabii ki bünyesinde Alevi toplumunun belirli bir bölümünü oluşturanlar, kendi üyeleri adına bir açıklama
yapabilirler. Bu açıklamanın doğruluğu yanlışlığı bir tarafa bu açıklamalar kendi üyelerini bağlar.
Biz bu tavırların doğruluğu yanlışlığı konusunda bir değerlendirme yapabiliriz, yapmalıyız da!
Bu bağlamda Alevilerin bir bölümü
üzerine konuşan Almanya Alevi
Birlikleri Federasyonu adına Genel
Başkanları Turgut Öker’in Şubat sonunda yaptığı açıklamayı değerlendirmeye değer buluyoruz.
Çok eskilere gitmeden, 1500’lü yıllarda, Yavuz Sultan Selim zamanındaki Alevi toplumuna yapılan zulümleri yok saymadan, daha yakınlarda 12 Eylül faşizminin öncesinde
bu Kemalist devletin Alevi toplumu
üzerinde estirdiği faşist terörü unutmadık. 12 Eylül öncesinde de Alevi
toplumu adına konuşanlar vardı ve
hatta partilerini de kurmuşlardı.
Bunlar daha sonra CHP’ye avdet ettiler. Onların kullandıkları oyların
nasıl kurşun olarak Çorum, Sivas ve
Maraş’ta Alevi toplumundan emekçi
insanlara döndüğünü gördük. Bunu
görmeyenler, ya da hafızaları zayıf
olanlar bugün şunları söylüyorlar:
“Kimse heveslenmesin, söylediklerimden seçimleri boykot edeceğimiz sonucunu çıkarmasın. Aylardır,
Avrupa’da da, Türkiye’de de her konuşmamızda, her etkinliğimizde
Aleviler artık hiçbir şeye seyirci kalmayacağını, hayata dair ne varsa mü-
dahil olacağımızı söylüyoruz....” (alıntılar “Alevilerin Sesi”, 1.3.2007 tarihli
yazıdan)
Aslında Aleviler adına konuşma
hakkını kendisinde bulan Turgut
Öker hiç de yeni bir şey söylemiyor. Zaten Turgut Öker gibi önceki
Aleviler adına konuşan bir çok zat
aynı şeyi söylemişlerdi. “Biz seyirci
kalmayacağız, seçimlerde oy kullanacağız” demişlerdi.
İyi de sormazlar mı: Kullandığınız
oylar bugüne kadar ne getirdi Alevi
toplumuna, özellikle de Alevi işçi ve
emekçilerine?
Biz söyleyelim: Hiçbir şey!
Her seferinde Türk siyaseti açısından hiçbir şey değişmedi ve her seferinde de Alevi toplumuna saldırı
olarak döndü kullanılan oylar. En
sonu ise 1992 yılında Alevilerin büyük bölümünün oy verdiği SHP’nin
hükümet ortağı olduğu bir dönemde
Sivas’ta devletin tezgahladığı ve 37
canımızın katledildiği olay yaşandı.
Ne yaptı SHP? Başbakan yardımcısı
ünlü “solcu” sosyal demokrat Erdal
İnönü ve partisi seyretmekle yetindi. Üstüne üstlük Sivas valisinin
de sosyal demokrat olduğu söyleniyordu. Şimdi de yeni sinyaller var.
Erzincan’da Cemevi’ne saldırı gibi.
Peki bugün seçimlere katılıp oy
kullanılırsa ne değişecek? Yine hiçbir şey! Eğer 1986 Gölbaşı toplantısı
olmasaydı ve bazı Alevi “önder”leri İzzetin Doğan- bunlardan birileri, bu
toplantı sonucunda örtülü ödenekten nemalanmasalardı cemevleri bugün olur muydu? Hayır! Peki neden
Gölbaşı toplantısında Cemevlerine
yeşil ışık yakıldı? Çünkü amaç, Kürt
Ulusal Kurtuluş Hareketine özellikle
Kürt Alevilerin katılımını, desteğini
engellemekti. Bunun için de, onların
Alevicilik yanlarını kaşıyarak cemevlerinde eritmekti bu potansiyeli
ve bu yapıldı. AABK’de bu anlayışın sonucudur. Yani Turgut Öker de
bu siyasetin sonucu bugün başkan ve
konuşuyor.
Hayır bu iş o kadar kolay olmayacak! Alevilerin oyu Turgut Öker
ve diğerlerinin cebinde olmayacak!
“Eğer seçimler gerçekten bir şeyler
değiştirseydi, yasaklanırlardı” diye
bir ünlü doğru laf vardır. Seçimler
bir oyundur ve sermayenin yararına
bu oyun yüzyıllardır oynanmaktadır. Bu oyunu bozmanın yolu, Genel
Seçimleri bugünkü koşullarda boykot etmektir.
Seçimler demokratik değildir.
Seçimlerde konulan barajlar ve getirilen diğer yasaklar tamamen sermayenin lehine bir durum oluşturmaktadır. Komünist propaganda bin
bir türlü oyunla engellenmeye çalışılmaktadır. Seçimlere katılmak için
koydukları yasaklar kaldırılsın o zaman oy kullanalım. Ama oyları bu
burjuva meclisle işçilerin emekçilerin lehine bir düzen değişikliğini örgütlemek için kullanmak amacıyla.
Yoksa bu durumda burjuva meclis sadece sömürü sisteminin çirkin çarklarını gizlemek için kullanılmaktadır. Burjuva meclis o kadar yüce ise
Milli Güvenlik Konseyinin aldığı kararları uygulamasın da bakalım ne
olacak? Burjuva meclis burjuvazinin
sömürü sistemini düzenlemek için
kullanılan bir araçtır.
Dolayısıyla sermayenin düzenini
koruyan bir araçtır bu meclis.
Bunu değiştirmek için proletarya
bugün yeterli bir güce sahip değildir.
Bunun için daha çok örgütlenmemiz
lazımdır.
Bir şey daha belirtmek lazımdır:
Turgut Öker yaptığı bu açıklamada
şunları da söylemektedir:
“..Frankfurt’ta binlerce insanın
önünde söylediğim çok açık: Aleviyi
yok sayanlara, programlarında zorunlu din dersinin kaldırılması,
Madımak Oteli’nin müze olması,
Cemevlerinin inanç merkezi olarak
tanınması gibi taleplerine yer vermeyenlere, bunlara taraf olmayanlara
Aleviler tabiki artık oy vermeyecektir. ..”
Burada zorunlu din derslerinin kaldırılması, Cemevlerinin inanç merkezi olarak savunulması gibi demokratik talepleri biz de savunuyoruz.
Fakat bu yukarıdaki taleplerin bir an
kabul edildiğini ve Kemalist devletin
bu konularda bir adım attığını düşünelim, sorunlar bitecek mi?
Alevi toplumunun büyük bölümünü oluşturan işçilerin, emekçilerin sömürülmesi, işsizlik cenderesi
kıskacında inlemesi ortadan kalkacak mı? İşte Aleviler adına konuşanların tamamı bu sorunu yok saymaktadır. Bu ucuz politikacılıktır.
Bu burjuva demokratlarının politikasıdır. Ama Alevi işçileri, emekçileri, yoksul köylüleri çıkarlarının
yalnızca bu sömürü sisteminin son
bulması, sömürünün ortadan kalkmasında olduğunu biliyorlar. Bunun
için de onlar Alevicilik oynayanların
oyunlarına gelmeyeceklerdir!
Onlar bu sömürü sisteminin ortadan kaldırılması için devrimci saflarda yer alacaklardır.
Kurtuluş bu sömürü çarkının kırılmasındadır!
Kurtuluş kapitalist barbarlığa
karşı, özgürlüğün fışkırdığı sosyalizmdedir!
YDİ ÇAĞRI okuru,
15 Mart 2007 ✓
halkların kardeşliği için
B
Tüm engellemelere rağmen Newroz
coşkuyla kutlandı
u yıl Newroz öncesi kışkırtma
ve yıldırma üst boyutlara çıkarıldı. Provokasyon söylentileri yaygınlaştırıldı, Kürt başkanlar tutuklandı, Newroz’un haftasonunda kutlanması tüm Türkiye’de
yasaklandı. Bunun üzerine Newroz
birçok kentte hafta arası 21 Mart’ta
Çarşamba günü kutlanabildi.
İstanbul’da Newroz
İstanbul’da Newroz sabahın erken
saatlerinde gerilimli başladı, polisin saldırısı sonucu gözaltılar oldu.
Bütün baskılara ve yıldırma çabalarına karşın Kürt emekçileri sabahın erken saatlerinden başlayarak Zeytinburnu Kazlıçeşme’deki
alanı doldurmaya başladılar. Yine
Kürt emekçileri rengarenk yöresel giysileriyle, ulusal renkleriyle ve bayraklarıyla kutladılar Newroz’u. Baskılar
Kürt halkının Abdullah
Öcalan’ı “Sayın Öcalan”
sloganlarıyla benimsemesini engelleyemedi.
Kürsüden yapılan konuşma la rda ba r ışa
vurgu yapıldı, Abdullah
Öcalan’ın Kürt halkının
meşru önderi olarak kabul edilmesi savunuldu.
Konuşmacılardan Doğan
Erbaş ve Sırrı Sakık daha
sonra gözaltına alındılar.
Hafta arası olması nedeniyle kuşkusuz önceki
yıllara göre katılımda bir
düşüş olsa da, yine de onbinler Newroz’u müzikler
ve halaylar eşliğinde sadece
bir bayram havasında değil,
siyasal taleplerin öne çıktığı bir
etkinlik olarak kutlandı.
Etkinlik sonunda polisin kitleye
saldırarak bazı kişileri gözaltına
alma çabası sonucunda çatışmalar
yaşandı, gözaltılar oldu.
Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi olarak halkların kardeşliğini savunduğumuz ve çözümün devrimde olduğuna
vurgu yaptığımız pankartımızla, dövizlerimizle, kuşlamalarımızla ve
bildirimizle katıldık Newroz’a. Bu
yıl Çağrı kortejimiz alana girerken
Kürt emekçileri
tarafından, ama
özellikle de Kürt
gençleri tarafından büyük coşkuyla karşılandı,
Kü r t gençler i
pankartımızı ve
dövizlerimizi taşımada yardımcı
oldular. Arka kapağını Newroz’a
ayırdığımız der-
gimizden 60’ın üzerinde sattık.
Gerçek barış ve gerçek demokrasi
devrimle gelecek!
İzmir’de Newroz
Newroz, ulusal baskıya, sömürgeciliğe karşı başkaldırı ve isyan günüdür.
Bu yıl Newroz’un kitlesel olarak
kutlanmaması için egemen sınıflar
ellerinden geleni yaptılar.
İzmir özelinde, Newroz öncesi 17
DTP yöneticisi
ve üyesi
gözaltına alındı. 8 kişi, DTP İzmir İl
Başkanı ve yardımcısı, ilçe başkanları tutuklandı.
18 Mart tarihinde Gündoğan
Meyda nı nda yapı l ma k istenen
Newroz kutlamasına valilik tarafından izin verilmedi. 21 Mart
Çarşamba günü için Buca Hipodrom
yanında Newroz kutlamasına izin verildi. Amaç açıktı, Newroz’un kitlesel
olarak kutlanması istenmiyordu.
Newroz öncesi Kürt emekçilerinin
oturduğu mahalleler abluka altına
alındı. Devletin kolluk güçleri gövde
gösterisi yaptılar. Gövde gösterisi
Newroz günü de sürdü.
Bütün bunlara rağmen binlerce kişi
Newroz alanında toplanarak, çoşkulu
bir şekilde Newroz’u kutladı.
DTP, EMEP, SDP, EHP adına konuşmalar yapıldı.
Müzik, davul-zurna eşliğinde, binlerce kişi halaya durdu.
Grup Isuwa ve Servet Kocakaya
söyledikleri parçalarla binlerce kişiyi
coşturdu.
Alanda YDİ Çağrı’nın Newroz bildirisi dağıtıldı.
Antalya’da Newroz
Newroz 2007 devletin baskı ve zorlamalarına karşı Antalya’da oldukça coşkulu bir şekilde kutlandı.
25 Mart’ta Konyaaltı Açık Hava
Tiyatrosuna gelen binlerce kişi
tek bir ağızdan “Newroz Piroz
Be”, “Bıji Newroz” diyerek
haykırdılar. Bu ses yıllardır baskı altında yaşamış,
evleri yakılmış, çocukları
kurşuna dizilmiş bir halkın sesidir. Dilini, toprağını ve özgürlüğünü kaybetmiş bir halkın öfkesi
ve isyanı meşrudur, haklıdır.
Konyaaltı Açık Hava
Tiyatrosunda yapılan
Newroz etkinliğine sanatçı ve gruplardan Yücel
Arzen, Güneşe Yolculuk
ve Koma Gulen Xerzan
katıldı. Yücel Arzen’in
söylemiş olduğu “kimlik”
parçası kitleyi oldukça coşturdu. Gelenlerin büyük bir
bölümü kimliklerini havaya
kaldırarak, ben “şivan”, ben
“helin”, ben “civan”, ben “ze-
halkların kardeşliği için
lal” dercesine yok sayıldığı sömürü
düzenine karşı içlerindeki öfkeyi dile
getirdiler. DTP il başkanı yaptığı konuşmada, değişik illerdeki DTP yöneticilerinin haksız bir şekilde hapse
atılmalarının ve “Sayın Öcalan” diyen bazı parti yöneticilerinin ceza
almasının yanlış olduğunu belirterek bu seneki Newroz’un “ya gerçek
demokrasi, ya hiç” temelinde birleş-
tiğini vurguladı. Müzik gruplarının
söylediği şarkı ve marşlarla etkinlik
sona erdi.
Ne w r o z ; bu g ü n k ü D e m i rc i
K aw a’ l a r ı n , b u g ü n k ü Z a l i m
Dehak’lara karşı isyanının adıdır.
Newroz; çeşitli uluslardan işçi ve
emekçilerin, özgürlüğü haykırdığı
günün adıdır.
Newroz; devrim ocağının newroz
ateşiyle körüklendiği gündür…
Tüm uluslardan işçi ve emekçiler;
özgürlüğünüz için birleşin, halkların
kardeşliği için direnin!
Adana’da Newroz
Adana’da da barış talebini haykıran
on binlerce kişiyle kutlandı. Mimar
Sinan Açık Hava Tiyatrosu’nda düzenlenen kutlama saat 10’da başladı.
Devletin bütün engelleme girişimlerine rağmen kutlamalara çoğunluğunu DTP’nin çağrısıyla Kürtlerin
oluşturduğu, yaklaşık 30 bin kişi katıldı.
Newroz ateşlerinin yakıldığı, halayların çekildiği kutlamalarda Kürt
kadınlarının geleneksel giysileri yine
dikkat çekiciydi. Tiyatronun duvarlarına “Biz barış dedik siz zehirlediniz”,
“Türkiye’de ve Ortadoğu’da Barış,
Halklara Özgürlük”, “Unutmayalım
ki Barış için hala şans var” yazılı
afişler asılmıştı. Sürekli olarak Biji
Newroz ve Öcalan lehine sloganlar
atıldı.
Yapılan konuşmalarda halkın barış talebine karşı devletin operas-
Yaralı Kadının Yaralı Dizisi
Ü
lkemizde toplumu uyutma,
kendine yabancılaştırma, sömürü sistemini ayakta tutma
görevini üstlenen medyada töre dizileri çok yaygınlaşmıştır. Bu diziler
yıllardır bastırılan doğu (Kürt) kültürünün en gerici yönlerini bazen de
gerçekliğinden saptırarak hiçbir çıkış
yolu gösterme amacı olmayan, sadece
çıkar amaçlı yapımlardır.
Bunun son örneğ i çek imleri
Ş.Urfa’da başlayan ve Show TV’de
yayınlanan “Yaralı Yürek” dizisidir.
Dizinin başrolünde Vildan Atasever,
Serdar Özer ve Gökhan Atalay bulunup, yönetmenliğini Ömer Kızıltan
üstlenmiştir. Dizi, annesiyle birlikte
hizmetçilik yaptığı evde ağanın tecavüzüne uğrayan bir genç kızın töre,
ekonomik sorunlar, geri kalmışlıklar
içerisindeki dramını anlatıyor.
Bu dizi çekimleri başlamadan önce
ve çekimler sürerken AKP’li Belediye
Başkanı, iş adamları, yerel basın, çeşitli
parti ve sendikalar tarafından, Urfa
halkına hakaret ettiği gerekçesiyle hedef olarak gösterilmiştir. Son olarak
durumdan vazife çıkaran bir grup
MHP’li 24 Şubat’ta seti basarak yönetmen ve yardımcısını yaralamıştır.
Bu davranışın sorumlusu olan kişi
ve kurumlar yaptıkları bütün açıklamalarda; ülkede, özellikle de bölgede,
devlet tarafından korunmuş olan feodal gericiliğin, töre, aşiret, ağalık
sistemi gerçekliğinin üzerini kapatıp, yok gibi göstermişlerdir. Zaten
bu kişi ve kurumlardan tersini beklemek de ahmaklık olur. Çünkü zifiri
karanlığı özleyenler, en ufak ateş kıvılcımından bile korkarlar.
Yaralı Yürek setini basan ve bastıran zihniyet, kendi erkek egemen
sistemlerinin teşhirinden rahatsız olmuş ve varlıklarını bu şekilde
göstermişlerdir. Öte yandan Yaralı
Yürek ve benzeri töre dizileri kadın
sorununu konu edinmesine rağmen,
amaçları kadının kurtuluşu değildir.
Bu dizilerin amacı, kadınların acılarıyla toplumu ekrana bağlayarak rant
sağlamaktır.
Kadının kurtuluşu, ne şehirlerinin
ve kadınlarının haklarını savunduğunu iddia eden sözüm ona eşitlikçi
‘kurum’lardan ne de egemen sınıfların medyasından beklenebilir.
Keza her ikisi de erkek egemen sistemini ayakta tutmak için her türlü
savaşı vereceklerdir.
Kadının tek bir kurtuluşu vardır.
Bu da; kadınların toplumsal hayatta
üretime katılarak, kendinin farkına
varması ve örgütlenmesiyle mümkündür. Kadınların aktif olarak katılmadığı hiçbir kadın hareketi kurtuluşu sağlayamayacaktır.
İnsan bedensel, duygusal, zihinsel
ve sosyal bir varlıktır. İnsanın tüm
bu yönlerini gerçekten geliştirebileceği tek bir sistem vardır: Sosyalizm!
Kadın ve erkeğin sömürülmediği
tek sistem olan sosyalizm için; bütün
kadın ve erkek emekçiler el ele örgütlü sınıf mücadelesine!
Urfa’dan bir grup
YDİ Çağrı okuru ✓
yonları sürdürmesi, DTP’ye son aylarda yapılan saldırılar, Abdullah
Öcalan’ın zehirlendiği iddiasının
araştırılması için bağımsız bir tıbbi
heyetin oluşturulmamış olması eleştirildi. Newroz’un barış ve kardeşlik
bayramı olduğu, halkların tüm kışkırtmalara rağmen birlikte yaşamı
savunmaya devam ettikleri vurgulandı.
Konuşmaların ardından Kürt sanatçı Xero Abbas sahneye çıktı.
Kürtçe söylediği şarkılar eşliğinde
binlerce kişi halay çekti.
Alanda birçok PAJK bayrağı açıldı
ve bu bayraklar balonlara bağlanarak
uçuruldu. Bizler de alanda Newroz
için hazırlanan bildirilerimizden dağıttık.
Newroz nedeniyle polis sabahın erken saatlerinden itibaren Adana’nın
merkezi yerlerinde, Kürtlerin yoğun
yaşadığı mahallelerde ve kutlamanın
yapılacağı alan etrafında geniş güvenlik önlemleri aldı. Mimar Sinan
Tiyatrosu önünde binlerce polis kutlamalar boyunca bekletildi.
Devletin günler öncesinden giriştiği kışkırtma, Newroz’u provoke
etme çabaları da boşa çıktı. Ne kutlama anında ne de akşam saatlerinde
mahallelerde herhangi bir olay yaşanmadı. Ancak Newroz’dan birkaç
gün sonra bir kişinin gözaltına alındığı öğrenildi.
Bıji Aşiti, Bımre Koleti!
Bıji Newroz! Bıji Bıratiya Gelan!
Newroz ateşi ile devrim ocağını
körükleyeceğiz!
Mart 2007 ✓
İzmir Acil Hattan basın açıklaması
İ
zmir Acil Eylem Hattı, 23 Mart
tarihinde Konak Eski Sümer
Bank önünde yaptığı basın açıklaması ile Newroz öncesinde ve
Newroz günü İzmir polisinin saldırılarını ve gözaltıları protesto etti.
İzmir’de Newroz kutlamaları bu
yılda, yasaklara, keyfi engellemelere, gözaltı ve tutuklamalara maruz
kaldı.
Newroz öncesinde 17 DTP yöneticisi ve üyesi gözaltına alındı. 17 kişiden 8 kişi tutuklandı.
Newroz günü, Alınteri ve Mücadele
Birliği okurlarına miting alanına girişte polis saldırmış, 6 kişi ağır darp
ile yaralanmış, gözaltına alınmıştır. Miting alanında 3 kişi gözaltına
alınmış, bir süre arabada tutulduktan sonra serbest bırakılmıştır.
Newroz günü akşam saatlerinde
Yamanlar’da gerçekleşen Newroz
kutlamasına polis saldırmış, 8 kişi
gözaltına alınmıştır. Gözaltına alınanlar polis tarafından feci bir şe-
kilde dövülmüştür. 3 kişinin durumu
oldukça ağırdır. Kadifekale’den 4 kişi
gözaltına alınmış, sonrasında serbest
bırakılmışlardır. Buca Kuruçeşme’de
4 kişi gözaltına alınmıştır. Eski
Çamlık’ta 12’si çocuk olmak üzere 16
kişi gözaltına alınmıştır. Bu kişilerden 4 kişi 15 yaşından küçüktür.
B a sı n aç ı k la ma sı sı r a sı nd a ;
“Gözaltılar, baskılar, tutuklamalar bizi yıldıramaz!, Newroz piroz
be!, Yaşasın devrimci dayanışma!,
Gözaltılar serbest bırakılsın!, Devlet
terörüne son!” sloganları atıldı.
Basın açıklaması “Tüm bunlarla
birlikte bir kez daha diyoruz ki, her
şeyi yapabilirsiniz, ancak yüzyıllardır yanan Newroz ateşini söndüremezsiniz, söndüremeyeceksiniz.”
belirlemesi ile son buldu.
Gözaltına alınanlar serbest bırakılsın!
23 Mart 2007
YDİ Çağrı/İzmir ✓
yaşam temellerini koruma mücadelesi
Bir çevre katili: Yatağan Termik Santrali
Y
10
atağan Termik Santrali; yaptığı arızalarla, atmosfere saldığı zehirli gazlarla, bölgede kanser hastalığının artmasıyla,
Yatağanlıları evlerine hapsetmesi vb.
ile sık sık gündeme geliyor.
Termik Santralin havaya savurduğu zehirli gazlar, rüzgar esmediği
zaman Yatağanlıları evlerine hapsediyor. Yatağanlıları kükürtdioksit gazını solumaktan bazen rüzgar
kurtarıyor.
Türkiye’nin elektrik enerjisi ihtiyacının yüzde 1.6’sını karşılayan
Yatağan Termik Santrali 25 yaşında.
Üç üniteye sahip santralde, bir ünitesinde ancak 15 Kasım 2006’da filtre
sistemi devreye girdi. Filtre sisteminin santralin havaya saldığı zehirli
gazları sıfırlamadığı, sadece oranını
azalttığı bilince çıkarılmalıdır.
24 yılda ancak bir ünitede filtre
sistemi kurulmuştur. Diğer iki üniteye fitre sistemi kurulması planlanıyor. Bu gidişle belki 24 yıl sonra diğer ünitelere de filtre sistemi kurulacaktır!
Yatağan Termik Santrali, Yatağan
ovasında verimli tarım arazisi üzerine kurulmuştur. Santral bacalarından havaya karışan zehirli gazlar,
santral çevresinde tarım yapılmasını
olanaksız hale getirmiştir. Santral
bacalarından dışarı atılan kükürt ve
azot, atmosferdeki su buharı ile birleşerek, asit yağmuru şeklinde tekrar
toprağa dönmektedir. Asit yağmurları Yatağan’da olağan hale gelmiştir.
3x210 MW gücündeki santral,
Yatağan ilçe merkezine 3 km. mesafede kurulmuştur. Santral yılda 4.68
milyon ton kömür yakmakta ve yılda
400 milyar kwh enerji üretmektedir.
Santralde günde ortalama 18 bin
ton kömür yakılıyor. Kömürün yakılması ile çeşitli zehirli gazlar atmosfere salınıyor. Bu zehirli gazların
başında kükürtdioksit geliyor.
Santral hakkında kapatma kararı
olmasına rağmen, santral kapatılmamakta Bakanlar Kurulu kararı ile çalıştırılmaktadır.
Santralin bacalarından çıkan zehirli gazlar, Yatağan’da çevreyi küle
dönüştürürken, insanlarda da kanser
ve üst solunum hastalıklarının artmasına neden olmaktadır.
Yapılan bir araştırma da, çocukların kanındaki kurşun oranının normalin üzerinde olduğu görülmüştür.
Santral sık sık patlayan borularla
da gündeme geliyor. 25 yaşında olan
santralde metal yorgunluğu var.
Santralde, 250 kilometre boru sistemi var. Eskiyen boru sistemi, sık sık
patlayarak enerji üretiminin durmasına neden olmaktadır.
Santral bazen de, havada kükürtdioksit ve partikül oranının yüksek olması nedeniyle çalıştırılmamaktadır.
Bu dönemler de genelde rüzgarın es-
mediği zamanlara rastlamaktadır.
Santralde yakılan kömürün artığı
olan kül, kül barajına atılıyor. 100
metre derinliğe ulaşan, betonlaşan
kül dağları, bulunduğu alanda ağaçları yutuyor.
Kül barajı zemini, sentetik geçirmez malzemeyle kaplanmadığı için
zararlı maddelerin yer altı sularına karışma tehlikesi bulunmaktadır. Nitekim 2001 yılında yapılan bir
araştırmaya göre; Yatağan’da yeraltı
sularında ağır metal oranlarının sınır değerlerini aştığı, yeraltı sularındaki kükürtdioksit miktarının da
arttığı tespit edilmiştir.
Sadece bu kadar değil! Yatağan
Termik Santrali çevresinde toplanan
liken ve karayosunu örneklerinde; polonyum-210 ve Kurşun-210 oranları,
diğer termik santrallere göre yüksek
çıkmıştır. Radyoaktif Polonyum-210,
solunum, yiyecek ve içecek maddeleri
ya da ciltte bulunan açık yaralardan
vücuda girerek, yarattığı zehir etkisi
ile insanın kısa süre içinde ölmesine
yol açmaktadır.
Yatağan’da çevrenin küle dönüşmesinin, insanların hastalanmasının temel nedeni Termik Santraldir.
Santralin havaya yaydığı zehirli gazlardır.
Santralin çevreye ve insanlara verdiği zararlar bilindiği halde çalıştırılmaya devam edilmesi, kapitalizmin temel amacının kar olması ile
ilintilidir.
Fosil yakıtların enerji üretiminde
kullanılmasının, küresel ısınmanın
temel nedeni olduğu biliniyor. Buna
rağmen fosil yakıtlar enerji üretimi
için kullanılmaya devam ediliyor.
Munzur özgür akacak!
İ
zmir Tunceli Kültür ve Dayanışma
Derneği tarafından, 10-17 Mart
tarihleri arasında, “doğaya egemen değil, dost olalım” konulu bir
hafta düzenlendi.
Hafta içinde, “Munzur akmazsa”
belgesel gösterimi, dersim fotoğrafları sergisi, TBMM’ye kart gönderilmesi, “Barajlar sorunu ve çevreye etkileri” konulu panel ve Munzur’a barajlar yapılmasına karşı basın açıklaması yapıldı.
Bir doğa harikası olan Munzur
Vadisi ve çevresinde 8 adet baraj ve
HES (Hidro elektrik Santrali) yapımı
projelendirilmiş ve bir kısmı bitirilmiştir.
Tunceli-Ovacık arasında uzanan
Munzur Vadisi’nin 42.000 hektarlık
alanı 1971 yılında ulusal park ilan
edilmişti.
Munzur Vadisinde 1518 bitki türü
saptanmıştır. Bu bitkilerden 43 tanesi sadece Munzur Vadisinde bulunmaktadır. Kırmızı pullu Alabalık
sadece Munzur Çayında yaşamaktadır.
Barajlar projesinin hiçbir aşamasında, ormanlar, bitki örtüsü, yaban
hayatı, su canlıları ve bölgenin arkeolojik bakımdan tarihsel niteliği
konularında, herhangi bir çalışma
ve değerlendirme yapılmamış, ÇED
(Çevresel Etki Değerlendirme) raporu hazırlanmamıştır.
Barajların tamamlanması ile birlikte, Tunceli parçalara ayrılacak, 84
köyün, ve ilçelerin merkezle ulaşımı
kesilecek, il merkezi köylerden tecrit
edilecek, birçok köy sular altında kalacaktır.
Suyun barajlarda tutulması ile
birlikte; Munzur Vadisinde yabani
hayvanlar, ormanlar, bitki örtüsü
yok olacaktır. Sadece bu kadar değil! Bölgede ekolojik denge değişecek, bununla birlikte iklim de değişecektir. Munzur suyunun ana kaynağı olan kar artık yağmayacaktır.
Munzur Vadisini gelecekte bekleyen,
suyu olmayan barajlar, yok edilen
doğa olacaktır!
HES’nin ömürleri 50-70 yılla sınırlıdır. Munzur Vadisinde baraj projelerinden elde edilecek enerji 1999 yılında akarsulardan elde edilen toplam enerjinin %09.7 si kadardır.
Munzur Vadisinde yapılması ön
görülen HES’nin ömürleri, bu santrallerin enerji üretimi içindeki payları ile birlikte ele alındığında, amacın elektrik üretimi olmadığı, tam
tersine esas amacın Dersim coğrafyasını yok etmek olduğu, insansızlaştırmak olduğu açığa çıkmaktadır.
Katliamlarla, yangınlarla, askeri operasyonlarla vb. yok edilemeyen bölge,
Munzur Vadisi’nde yapılacak olan
barajlarla yok edilecektir.
Eğer 8 adet baraj ve HES Munzur
Kapitalistler için enerji üretiminde
de temel amaç daha fazla kardır.
Fosil yakıtlarla karşılaştırıldığında,
yenilenebilir, doğal enerji kaynakları
kapitalistler için karlı değildir.
Çevre ve toplum sağlığı, temel
amaçları daha fazla kar olan kapitalistler tarafından gözetilmemektedir.
Bu nedenle gelecek nesillere üzerinde yaşanılabilir bir çevre bırakmanın yolu, kapitalizmi ortadan kaldırmaktan geçmektedir.
Tüm termik santraller kapatılsın!
Çevreye zararlı enerji türlerine hayır!
Yenilenebilir, alternatif enerji türlerine evet!
7 Mart 2007 ✓
Vadisi’ne yapılırsa, bölge süreç içinde
insansızlaşacak, doğa yok olacaktır.
Aynı zamanda Dersim’de siyanürlü
altın ve bakır arama çalışmaları da
başlamıştır. Sin ve Kızılviran köylerinde sondaj çalışmaları sürmektedir.
Özgür akan Munzur hapsedilmek
istenmektedir. Hayat kaynağı olan
su, barajlarda tutularak doğa yok
edilmek istenmektedir. Siyanürlü altın arama yolu ile çevre katledilmek
istenmektedir.
Munzur bir kez daha bize, barajların ve HES’nin kurulu bulundukları
alanda, ekolojik dengeyi değiştirdiklerini, yeşil bitki örtüsünü ve ormanları yok ettiğini gösteriyor. Suyun gücünden enerji elde edilecekse, bunun
yöntemi suyu tutarak değil, suyun
akış gücünden faydalanılarak enerji
elde edilmesidir. Bu da teknik olarak
mümkündür.
17 Mart tarihinde 150 civarında insan çeşitli döviz ve pankartlarla yürüyerek, Konak Meydanı’nda bulunan Büyükşehir Belediyesi önünde
basın açıklaması yaptılar. Yürüyüş
ve basın açıklaması sırasında sık sık;
“Munzur özgür akacak!, Siyanür
ölümdür istemiyoruz!, Munzur’a baraj istemiyoruz!, Munzur onurdur,
onur kalacak!, Dersim onurdur, onuruna sahip çık!” sloganları atıldı.
Yusufeli’nden Dersime, Dersimden
Allianoi’ye, Allianoi’den Fırtına
Vad isi ’ne, Fı r t ı na Vad isi ’nden
Hasankeyf ’e … her yerde aynı zihniyet karşımıza çıkıyor. Bu zihniyet kar uğruna doğayı talan ediyor,
yok ediyor. Kar uğruna doğayı talan eden bu sistemdir, kapitalizmdir.
Kapitalistlerin çıkarlarını koruyan
devlettir.
Sorumlu ve suçlu bellidir!
Kar uğruna doğayı talan eden kapitalizmi yok edelim!
20 Mart 2007
YDİ Çağrı/İzmir ✓
Nisan 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
S
Sendikal kriz ve sendikal arayışlar
endikal kriz ve sendikal arayışlar üzerine aynı başlıkla 89 Mart tarihlerinde Ankara
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde bir sempozyum yapıldı. İki günlük sempozyumda sendikaların krizi ve çözüm
yolları tartışıldı.
Epos Yayıncılık ve Mülkiyeliler
Birliği’nin ortaklaşa düzenledikleri
sempozyumun programı şöyleydi:
8 Mart 2007, 1. Gün. Açılış konuşması: Dr. Fikret Sazak ( Editör).
“8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar
Günü” nedeniyle Ayla Yılmaz (
Kigem G. Sek.). Konfederasyon genel
başkanlarının konuşmaları: DİSK
Genel Başkanı Süleyman ÇELEBİ,
KESK Genel Başkanı İsmail Hakkı
TOMBUL, Tükiye Kamu-Sen Genel
Başkanı Bircan AKYILDIZ. PANEL:
“Sendikal Krizin Çözümlenmesi,
Krizden Çıkışa İlişkin Öneriler-1”.
Konuşmacılar: Aziz Çelik, Mehmet
Beşeli, Doç. Dr. Metin Özuğurlu,
Murat Özveri, Yard. Doç. Dr. Özgür
Müftüoğlu, Yıldırım Koç, Prof.
Dr.Yüksel Akkaya, Yöneten: Dr.
Fikret Sazak.
9 Mart 2007, 2. Gün. Açış konuşması: Salih Kılıç, Türk-İş Genel
Başkanı. PANEL: “Sendikal Krizin
Çözümlenmesi, Krizden Çıkışa
İlişkin Öneriler-2”. Konuşmacılar:
Mü l k iyeli ler Birliğ i, Petrol-İş,
T.Maden-İş, Birleşik Metal-İş, SES,
Türk-Eğitim -Sen, Dev Sağlık-İş,
Yöneten: Prof.Dr. Alparslan Işıklı.
1. gün 8 Mart vesilesiyle açılış
konuşmasını yapan Kigem Genel
Sekreteri Ayla Yılmaz (1. günün
tek kadın konuşmacısıydı), konuşmasında özet olarak, çalışma yaşamında kadınların yaşadığı sorunları
anlattı.
Ayla Yılmaz’dan sonra kürsüye çıkan Dr. Fikret Sazak aynı zamanda
hem aynı başlıkla çıkan kitabın hem
de sempozyumun fikir babasıydı.
Sazak özetle şu görüşlere yer verdi:
Herkes Türkiye’de ve dünyada bir
sendikal kriz olduğu konusunda birleşiyor. Bu krizin belirtileri şunlardır: Sendikaların üye sayısı düşüyor
ve sendikalar bir temsiliyet krizi yaşıyorlar. Bunun sonucunda da işçilerin haklarında gerileme, işçi eylemlerine katılımda azalış yaşanıyor.
Sendikalar sınıftan koptukça dar çıkar örgütleri haline geliyorlar. Güven
erozyonu yaşanıyor. Örgütlenme ve
siyasal alanda sorunlar yaşanıyor.
Dr. Fikret Sazak durumu böyle
özetledikten sonra krize yaklaşımını belli başlıklar altında topladı:
Sendikal kriz sendikacıların krizidir.
Sendika içi demokrasi kanalları kapanmıştır. Aşağıdan yukarıya kanallar tıkanmıştır. Dar grupçuluk vardır. Sendikal kriz kapitalizmin krizidir. Sendikalar sistem içi örgütler
olarak sisteme eklemleniyorlar, dolayısıyla sistemin krizi sendikaların
krizi oluyor. Sendikal kriz konjonktürden kaynaklıdır. Sendikaların altın çağı sendikalarda ılıman iklim
yaratmıştır. Yeni liberal politikalar,
küreselleşme, yeni üretim organizasyonları, emeğin niteliğinin değişimi, sektörel kaymalar vb. sendikalarda ılıman iklimi ortadan kaldırmıştır ve sendikal krize neden olmuştur. Krizde yerele vurgu yapan
yaklaşımlar var. 12 Eylül sendikal
refleksi olumsuz etkilemiştir, antidemokratik ortamı değiştirme yeteneğinden yoksun sendikalar ortaya çıkmıştır. (Burada Dr. Fikret Sazak Pire
örneğini verdi: Kavanoza pire koymuşlar ve kavanozu alttan ısıtmışlar.
Önce kavanozun kapağını açmışlar.
Isı arttıkça pireler gittikçe daha yükseğe zıplayarak sonunda açık kavanozdan dışarı çıkmayı başarmışlar
ve kurtulmuşlar. Sonra kavanozun
kapağını kapatmışlar ve aynı deneyi
tekrarlamışlar. Bu kez ısı arttıkça ve
pireler hep daha yükseğe zıpladıkça
sonunda kapağa çarpmaya başlamışlar. Bu noktadan sonra kapağa çarpıp
canı acıyan pireler kapağa çarpmayacak kadar yükseğe zıplamaya alışmışlar. Sazak 12 Eylül dönemindeki
sendikaların refleksini bu örnekteki
pirelere benzetti.) Emperyalist saldırı
ulusal reflekse yol açmıştır bu da sınıfsal yaklaşımın önüne geçmiştir.
Sazak konuşmasının sonunda, bilgiyi üretmenin ve sonra onu yaymanın ve bilince dönüştürmenin önemine dikkat çekti.
Sazak ’ın konuşmasından sonra
DİSK, KESK ve Kamu-Sen konfederasyonlarının genel başkanları konuştu.
Dİ SK a d ı n a k ü r s ü ye ç ı k a n
Süleyman Çelebi, DİSK’in 40. Yılına
ilişkin değerlendirmeler yaptı. Çelebi
son Başkanlar Kurulu toplantısında
önemli kararlar alındığını duyurdu.
Bunlara göre DİSK artık 2821 ve
2822 sayılı yasalar çerçevesinde hareket etmeme kararı almıştır. Çelebi
bu yasaları fiilen delmek istediklerini
ve bu anlamda DİSK’in 40. yılını mücadele, direnme ve başkaldırı yılı olarak ilan ettiklerini, bu konuda tüm
ilerici güçlerle işbirliği ve güçbirliği
yapmaya hazır olduklarını savundu.
Çelebi’den sonra kürsüye çıkan
KESK Genel Başkanı Dr. İsmail
Hakkı Tombul 70’lerin yarısından
sonra başlayan krizin temelinde, küreselleşme ile dünyanın küçük bir
köye dönüşmüş olması, sermayenin
daha fazla kar mekanizmalarını örgütleme çabasına girmesi ve üretim
maliyetlerini düşürmesinin yattığını söyledi. Tombul konuşmasında
özetle şu görüşleri savundu: Devletin
rolünün değişmesi gündeme gelmiştir; ulus-devletlerin ortadan kalktığı
doğru değil, onlar sadece yeniden şekillendirilmektedirler; kamu hizmetleri ticarileştiriliyor; esnek istihdam,
performansa dayalı üretim süreci gibi
yöntemler devreye sokuluyor; işsizlerin sayısında artış yaşanıyor; neo-liberalizmin felsefesi toplumsal olandan bireysel olana geçiştir, eskiden
savunulan “kurtuluş yok tek başına”
yerine “bana dokunmayan yılan bin
yaşasın” anlayışı geçiriliyor; denetlenebilir sendikalar sürecinin başlatılmasıyla ‘sosyal-diyalog’ anlayışında
ifadesini bulan anlayış hakim kılınıyor; sendikacıların güven kaybında
bunun payı büyük vb. Toplumdaki
demokrasi talebinin örgüt içi demokrasi talebiyle tamamlanması gerekiyor, sendika örgütlerinde şeffaflığı ve
iç demokrasiyi geliştirmek ve bütün
üyelerin karar mekanizmalarına katılmalarını sağlamak gerekiyor.
Türkiye Kamu Sen Genel Başkanı
Bircan Akyıldız ‘sosyal-diyalog’u
‘sosyal-devlet’ ile birlikte olumlu
şeyler olarak savundu. Krizin nedeni olarak son 30 yılda teknolojinin başdöndürücü hızla gelişmesini,
devletin küçülmesini ve sosyal devletten kaçışın yaşanmasını gösterdi.
Kamu Sen Başkanı memur sendikacılığının önündeki engellerin yeni
çıkacak yasalarla giderileceğini savundu ve “kötü kanun yoktur, kötü
kanun uygulayıcıları vardır” diye ek-
İÇİNDEKİLER
YENİ İŞÇİ DÜNYASI
Sendikal kriz ve sendikal arayışlar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:1
Mersin Serbest Bölgede Emek Sömürüsü Serbest!. . . . . . . . . . . EK:3
SCT grevinin 1. yılını selamlıyoruz…. . . . . . . . . . . . . . . . .
EK:4
Eğitim- Sen kundaklandı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5
İbrahim Etem ULUGAY İlaç Fabrikası’nda sendikalaşma mücadelesi . . EK:5
Koluman işçileri sendikalaşıyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5
“Sendikalar ve işçi sınıfının örgütlenme sorunları “ . . . . . . . . . . EK:6
Sağlık çalışanları alanlara çıktı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6
Alkoç’da sendikalaşma mücadelesi. . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6
4 – B Sendikasızlaştırmadır! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
EK:7
Genel-İş Sendikası İst. 1 Nolu Şube Olağan Genel Kurulu. . . . . . .
EK:7
“Carrefour’da 4 yıl yaşananlar örgütlenme değil, direnişti” . . . . . . . EK:8
EK:1
ledi. Böylece Akyıldız çözümün
bir yandan yasal alanda olduğuna
işaret ederken, diğer taraftan andaki AKP hükümetini de eleştirmiş oldu.
Öğleden sonra Fikret Sazak’ın
yönettiği panelde özetle şu görüşler savunuldu:
Doç. Dr. Metin Özuğurlu, AÜ
Siyasal Bilgiler Fakültesi: “Yeni
proleterleşme” yaşanmaktadır, bunun nasıl temsil edileceğinin cevabı yoktur, bu krizin nedenlerinden biridir. “Toplumsal hareket
sendikacılığı” deneyimi işçi sınıfının deneyimidir ve temsil krizinin bir çözüm yolu olarak algılanabilir.
Yıldırım Koç: Teknolojik gelişmeler karşısında işçi sınıfı yok olmuyor, önemi artıyor, işçi sınıfının
tarihsel misyonu devam ediyor, bu
çerçevede sendikalar önemini koruyor. Sendikal kriz emperyalist
sömürüyle bağıntılıdır. Türkiye’de
işçi sınıfının sorununun temel
kaynağı AB ve Amerikan emperyalizmidir, o nedenle işçi sınıfı ve
sendikal hareket anti-emperyalist
olmak zorundadır. Emperyalizm
döneminde enternasyonalizm olmaz çünkü emperyalist ülkelerin işçileri emperyalizmin işbirlikçileridirler. Sendikal hareketin
programı bağımsızlık olmalıdır
ve Türkiye’nin bütünlüğünü temel
almalıdır, demokratik-laik devlet
savunulmalıdır, kamulaştırma ve
devletçilik açıkça savunulmak zorundadır, enternasyonalizm yerine
ulusalcılık temel alınmalıdır.
Yüksel Akkaya: Sendikal krizin
temelinde kapitalist sistemle bütünleşme yatmaktadır. Sendikal
kriz hep ekonomi disiplini/siyaset
disiplini temelinde değerlendiriliyor oysa onu işletme disiplini temelinde değerlendirmek gerekiyor.
İşçinin terbiye edildiği yer işletmenin kendisidir o nedenle biraz buraya bakılmalıdır, işyerine prangalanmış olan işçiyi oradan kurtarmak lazım, işçinin işletmeyle bütünleşmesi çalışması işçinin sendikal mücadeleden uzaklaşması
çalışmasıdır.
Yrd. Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu,
MÜ İİBF: Sendikalar tarihsel ola-
mücadele etmemiz gerekiyor.
Aziz Çelik, Kristal-İş Sendikası
Araştırma ve Eğitim uzmanı:
Krizde örgütsel/yapısal faktörler
önemli. Sınıf önemli ölçüde değişim gösterdi, geleneksel işçi sınıfı
bugün çok farklılaştı, sınıf içinde
sınıf – katmanlar oluştu, bunun
sendikal krizde payı var. Yaşanan
kriz geleneksel işçi sınıfına dayanan sendikaların krizidir. Sendika
hareketi enternasyonal bir hareket olarak başladı – gelinen yerde
tam tersine enternasyonalleşen bir
rak kapitalist sisteme karşı mücadele aracı olarak ortaya çıktı, süreç
içerisinde sisteme karşı olan taraflarını bir tarafa bırakarak sisteme
entegre olmaya başlamalarıyla
birlikte kriz başladı. Sendikalar
işçi sınıfı hareketi önünde engel oluşturan araçlara dönüştüler. Kapitalizme bağımlı hale gelen sendikalar kapitalizmin dalgalanmalarını da yoğun olarak yaşadılar, yerli sermayeye karşı da yabancı sermayeye karşı olduğu gibi
sermaye karşısında ulusallaşan
bir işçi sınıfı var. Özellikle ikinci
dünya savaşından sonra zaafa uğrayan işçi sınıfı enternasyonalizmi
yeniden kurulmalıdır. Yeni bir
enternasyonalizm gereklidir.
Murat Özveri, Selülöz Sendikası
Hukuk Müşaviri: Sendika hakkının hukuki platformda var olduğunu söylemek mümkün değildir.
Yasaların değişmesi ile sorun çözülmüyor. Hareketin siyasileşmesinin yolu yasalarla karşı karşıya
gelmekten geçer. Ne kadar yasa o
kadar hak anlayışı yerine, ne kadar hak o kadar yasa anlayışını
yerleştirmek lazım. Yasallık engelinden kurtulunmalı. Sendika içi
demokrasinin var olduğu söylenemez. Sarı sendikacılık bir gerçekliktir. İşçilerin sendikalara güveni
kalmamıştır.
Mehmet Beşeli, Birleşik Metal
İş Sendi kası Genel Sek reter
Yardımcısı: Sendikal kriz yapısaldır, hiçbir zaman çözülmeyecektir,
her zaman var olacaktır. Uluslar
arası sermayenin inanılmaz boyutlara ulaşmış hakimiyeti sözkonusudur. Krizin tespiti devrimci
bir biçimde yapılırsa krizi kazanıma dönüştürebiliriz. (Yıldırım
Koç’a atıfta bulunarak:) Eğer emperyalist ülkelerin işçi sınıfı emperyalist sistemle uzlaşmışsa o
zaman işçi sınıfından bahsedilemez. İşçilerin anda ne düşündükleri önemli değil, bizim nasıl yaklaştığımız önemli. Manifesto’da
komünistlerin işçi sınıfının tümünün çıkarlarını temel aldıkları
yazar. Yok eğer şu söylenmek isteniyorsa, biz de emperyalist ülkelerin işçi sınıfı gibi devletimizle bütünleşelim, bunu kabul edemeyiz.
Burada sendikalar tartışılıyor ama
konunun öznesi – işçiler – burada
yoklar. Krizin çözümü için sihirli
formüller yoktur, çözüm mücadeledir, mücadeleyi yürütenler de
bellidir.
Türk İş Genel Başkanı Salih
Kılıç 2. günün açılış konuşmasında şu görüşlere yer verdi:
Sendikalar değişime ayak uyduramamaktadırlar. Düşük ücretle
örgütsüz çalışma dayatılmakta-
nuz bu sempozyumu, bunu bir eksiklik olarak görüyor musunuz?
İşçilerin katılımı açısından diyorsunuz da, işçiler zaten bu tür
organizasyonlara örgütlü olarak geliyorlar, bağımsız gelme
çok az. Biz herhangi bir konfederasyonun, bir kurumun himayesinde gözükmemesi için hatta
hiçbir kurum destek vermiyor.
Mülkiyeliler Birliği’nin ve Epos
Yayınları’nın öylesine bir ismi var.
Siyasal Bilgiler Fakültesinde yaptık. Sırf bu katılımda herhangi bir
taraflılık, yanlılık, engel olmasın
diye. Buna özen göstermeye çalıştık ama katılım konusunda epeyi
bir duyuru yapmaya çalıştık, ama
yapacak fazla bir şey yok. Şu anda
işçi sınıfının meşru örgütleri sendikalar, ancak onlarla konuşacağız bu sorunu. O tür platformları
oluşturmak gibi bir hakkımız da
yok.
Bu sempozyum belki biraz da tesadüfi olarak 8 Mart’a denk geldi.
Fakat görüntü olarak alışkın olduğumuz bir görüntü var, yani kadınlar yok, konuşmacılar arasında
hemen hemen hiç yok, katılımcılar
arasında da çok az.
Kadınların ilgisi az. Zaten top-
lumsal alanın genelinde öyle değil mi, kamusal alanda, yaşamda
kadınlar yok, maalesef öyle, azlar
yani, çalışma yaşamında varlar, her
gün istihdama katılan kadın sayısı
artıyor, belki yarı yarıya belki daha
fazla ama maalesef bu tür etkinliklerde bulunmuyorlar. Zaten bütün
tartışma da o değil mi. Ama yazarlar arasında kadın yok onu kabul
ediyorum. Sendikalarda kadın uzman olmamasına ve bu alanda çalışma yapan az sayıda kadın akademisyen olmasından kaynaklanıyor. Bu bizim bir eksikliğimiz değil. Elimizdeki malzeme bu.
Peki bu sempozyumdan beklentiniz nedir? Sempozyum bittiğinde
elde ne kalacak?
Şöyle bir şey düşünüyoruz: hiç
değilse göle küçük bir taş atalım
diyoruz, bir rahatsızlık uyandırsın, bir rahatsızlık oluşturmak bile
önemli bir adım diye düşünüyorum ben. En azından statükoyu
koruma konusundaki çabalarda
bir rahatsızlık uyandırır diye düşünüyorum.
Bundan sonra böylesi çalışmalarınız devam edecek mi?
Yapacağız elbette ki.
Mart 2007 ✓
Nisan 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Fikret Sazak ile söyleşi
EK:2
Sempozyum fikrinin nasıl ortaya çıktığını kısaca bize açıklar
mısınız?
Zaten böyle bir ihtiyaç vardı.
Sendikal hareketin krizde olduğunu herkes biliyor. Herkeste bu
konuda geniş bir oylaşma var. Biz
referans olacak bir çalışma hazırlamaya çalıştık bu konuda. Biraz
farklı köşelerden bakan, bu konuya
ilişkin araştırmalar yapan uzman
ve akademisyenleri bir araya getirmeye çalıştık. Ama hepsinin ortak
bir özelliği vardı, bir şekilde sen-
dikal alanda ortak organik iletişim içindeydiler. Sendikacılık hareketini yakından tanıyan, bu
alanda çalışmalar yapan, hatta fiili olarak zaman zaman içinde bulunan uzmanlardı. Bu uzmanları,
akademisyenleri bir araya getirdik, bir kitap ortaya çıktı. Amaç
şuydu: Krize ilişkin tartışmaların
ve krizden çıkışa ilişkin arayışlara
ivme kazandırmak. Bu sempozyum da burada tartışılan görüşleri
düşünceleri sendikacılık hareketine mal etme, onları biraz olsun
kıpırdatma, kıpırdanmaya doğru
itme çabasının bir sonucudur. Sağ
olsunlar sanırım onlar da böyle bir
gereksinim duymuşlar ki çağrıya
olumlu cevap verdiler ve böyle bir
sempozyum gerçekleşti.
Şimdi tabi böyle bir sempozyumun doğrudan hedefi işçi sınıfı
ve sorunun kaynaklarından birisi
de sendikacılar olarak görülebilir,
şimdi sempozyum sendikacılarla
birlikte yapılıyor fakat işçi sınıfı
burada yok, hafta arası yapıyorsu-
içinde olacaklarına birbirleriyle rekabet içindeler.
Selçuk Göktaş, Birleşik Metal
İş Sendikası Genel Sekreteri:
Sendikacıların kötü bir alışkanlıkları vardır birbirlerinin eksikliğini
söylemezler, sendikal hareket bundan çok çekti. Sendikalar gerçekten sendikacılık yapıp yapmadıklarını sorgulamadan bir yere varamazlar. İşçiler sendikalara güvenmiyorlar.
Kök s a l Ayd ı n, SE S G enel
Başkanı: Sendika profesyonelliği
kaldırılmalıdır, sendikacılar işçilerden fazla ücret almamalıdırlar.
Sendikalar ilk dönemlerinde sömürüye karşı kapitalizmi aşan örgütler olmuşlardır. Bugün de sömürüyü ortadan kaldıracak bir
dünya hedefine sahip olmaları gerekiyor. Neo-liberal politikalarla
sosyal-devlet saldırıya uğradı, üretimde esnekleşme ve parçalanma
yaşandı. Sendika hareketi neo-liberalizme karşı yeni bir kültür,
yeni bir mücadele ve örgütlenme
anlayışını inşa etmelidir. Sosyal
Güvenlik Yasası’na karşı sendikaların gösterdiği direnç utanç vericidir. Emperyalizme karşı bütünlüklü bir mücadele yürütmek zorundayız. Kapitalizmin eskisini de
yenisini de istemiyoruz. Küresel
düşünüp yerel mücadele yürütmemiz lazım.
Nazmi Güzel, Türk Ulaşım Sen
Genel Başkanı: Kriz sadece sendikal manada değil, ekonomik ve
siyasi manada da var. Geçmişteki
ideolojik sendikacılıktan vaz geçmeliyiz. Sendikaların üretime
doğrudan müdahale etmeleri lazım, “üretim benim işim değil ben
sadece hakkımı isterim” diyen bir
sendikacılık doğru değil. IMF’in
ve küresel sermayenin istemlerini
savunan bir iktidarı kabul edemeyiz. Bizim bir ata sporumuz var,
güreş, ne zaman batı kurallarını
koymaya başladıysa yenilmeye başladık. Biz batının müdahalesi olmadan kendi işimize bakmalıyız,
o nedenle biz sendika olarak maliyeti ithal vagonlardan daha ucuz
olan tren vagonu üretmeye başladık, böylece bağımsız bir ekonomi
yaratmayı pratikte kanıtlıyoruz.
Arzu Çerkezoğlu, Dev Sağlık İş
Genel Sekreteri: Krizde olan sadece sendikalar değil, işçi sınıfı
hareketi de krizde. Sendikalarda
çağdaş sendikacılık anlayışı hakim. Sosyalist kesim yeni bir işçi
hareketi yaratmak lazım diye tartıştı fakat bu tartışma sürdürülmedi. Toplumsal hareket sendikacılığı gereklidir. Geleneksel sendikal merkezlerin kendi içinden çözüm üretmeleri mümkün değildir.
Geleneksel sendikal anlayışlarının
aşılamaması bürokratik yapıdan
kaynaklı. Aynı işyerinde çalışanların ortaklaşa örgütlendiği bir sendikal model gereklidir.
Mart 2007 ✓
Mersin Serbest Bölgede Emek
Sömürüsü Serbest!
M
ersin Serbest
Bölgede 3000
tekstil işçisi
kura lsızlığa, sigortasız çalıştırılmaya, köleliği aratmayan çalışma
koşullarına isyan etti.
17 Mart günü Mersin
Serbest Bölge’de başlayan direniş 19 Mart
günü binlerce işçinin katılımıyla güçlendi.
Bir hafta boyunca çalışma koşullarının iyileştirilmesi, sigortasız çalıştırmaya
son verilmesi, fazla mesai ücretlerinin ödenmesi, zorunlu mesai uygulamasının kaldırılması, ücretlerin zamanında ödenmesi, iş sağlığı
ve iş güvencesi sağlanması talebiyle
direnişi sürdüren işçiler bazı patronların talepleri kabul etmesi ile
26 Mart günü işbaşı yaptı.
İşçileri eylemleri süresince DİSK’e
bağlı Tekstil İşçileri Sendikası,
Birleşik Metal-İş Sendikası ve diğer
bazı sendika yöneticileri, grevde
bulunan SCT işçileri, Mersin
Üniversitesi öğrencileri, KESK’e
bağlı sendikalar ve siyasi parti temsilcileri ziyaret etti. Sendika yöneticileri işçilerin taleplerini bildirmek
ve uzlaşma sağlamak amacıyla patronlar ile görüşmek istediler. Ancak
patronların kabul etmemesi nedeniyle işçilerin kendi aralarında seçtikleri temsilciler patronlarla görüşebildi. Bu görüşmede patronlar ve
polis işçilere bir an önce eylemleri
sonlandırmalarını, işbaşı yapmalarını söylediler, yoksa işsiz kalacakları yönünde tehdit ettiler. İşçiler
bu tehditlere rağmen talepleri kabul edilene kadar eylemlerini sürdüreceklerini belirttiler.
26 Mart günü ise bazı işyerlerinin işçilerin taleplerini kabul etmesi üzerine işçiler aldıkları karar
doğrultusunda eylemi sonlandırdılar. Ancak bazı patronlar bu talepleri kabul etmediler, eylemlerin
sona ermesi üzerine yaklaşık 500
işçiye de işten çıkardılar. İşten çıkarılan işçiler ile bazı işyerlerinde
çalışan işçiler mücadeleyi sürdüreceklerini, haklarını yasal yollardan
aramaya devam edeceklerini açıkladılar.
Eylem süresince iki işçi de servis
araçlarının neden olduğu kazada
yaralandı.
Köleliği aratmayan sömürü…
Mersin Serbest Bölgede 37 tekstil
atölyesi bulunuyor ve yaklaşık 6000
işçi çalışıyor. İşçiler işlerin yoğun
olduğu zamanlarda zorunlu mesaiye bırakılıyor, sabaha kadar çalıştırılıyorlar. İşlerin durgun olduğu
zamanlarda da ücretsiz ve süresiz
izne gönderiliyorlar.
18 yaşından küçük işçiler çalıştırılıyor, 8 aya varan deneme süresi
uygulanıyor, birçok işçi asgari ücretin altında çalıştırılıyor. Bir gün
izin alarak çalışmayan işçiden 3
günlük ücret kesiliyor, sosyal haklar verilmiyor, ücretler sürekli olarak geciktiriliyor, 20 kişilik olan
servis araçlarına 30 işçi dolduruluyor. İşçilerin sigortası tam olarak
yatırılmıyor, 8 yıldır çalışan bir işçinin 1000 günlük sigortası dahi
bulunmuyor. İşçilerin mesai saatlerinde tuvalete gitmeleri dahi yasaklanıyor.
Bu gidişi değiştirmek
mümkün!
İşçilerin en büyük eksikliği sendikal örgütlülükten yoksun olmalarıydı. Çalışma şartlarının iyileştirilmesi için direnişe geçmişlerdi, kendi aralarından temsilciler seçmişlerdi ancak bilinçli bir
önderlikten yoksundular. Bu koşullarda hem patronların hem de
polisin baskısı, yönlendirmeleri işçiler arasında etkili oldu. Bu nedenle Mersin Serbest Bölge işçileri
çalışma koşullarını iyileştirmek,
patronların keyfiliğine son vermek
için öncelikle sendikalaşmalıdırlar.
İşyerlerinde komiteler oluşturmak, bu komiteleri gizli tutmak ve
bu komiteler aracılığıyla sabırlı bir
çalışma yürüterek sendikalaşma
mücadelesi vermelidirler. Aksi
halde bu tip eylemler ses getirme,
kamuoyunun dikkatini çekme ve
yer yer bazı patronlara talepleri kısmen kabul ettirmenin ötesine geçmeyecektir.
Yalnız işçilerin bu durumda olmalarının diğer bir nedeni de sendika bürokratlarıdır. İşçilerin sendikalaşması için çaba harcamayan,
onları bir-iki göstermelik ziyaret ve
destek açıklamaları dışında yalnız
bırakan sendika bürokratları işçilerin kendiliklerinden gelerek sendikalarına üye olmalarını beklemektedirler.
Bu durumu işçilerin lehine değiştirmek mümkün. Bu görev sınıf bilinçli işçilerin omuzlarındadır.
27.03.2007,
YDİ Çağrı/Mersin ✓
Nisan 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
dır. İşverenlerin lehine ve işçilerin aleyhine gelişen bir süreç sözkonusudur. Dünyada sendikaların
en gelişmiş olduğu ülkelerde bile
sendikalar üye kaybına uğramışlardır, örneğin İskandinav ülkelerinde sendikal örgütlülük %35’e
düşmüştür, Türkiye’de bu oran
%10’dur. Küreselleşme ile birlikte
ulus devleti ve sosyal devlet anlayışı yok ediliyor. Küreselleşmeyi
ehlileştirme mekanizmaları kurmalıyız. Küreselleşme insanileştirilmelidir, ulusal dayanışma geliştirilmelidir.
2. günün panel bölümünü yöneten Prof. Dr. Alparslan Işıklı yaptığı
açılış konuşmasında “Et kokunca
tuz var, tuz kokunca ne var?” özdeyişini hatırlatarak “Sendikaların
krizde olmasını tuzun kokmasına”
benzetti.
Panel bölümündeki konuşmacılar özetle şu görüşleri dile getirdiler:
Mustafa Öztaşkın, Petrol İş
Sendikası Genel Başkanı: Kriz sadece sendikaların krizi değildir,
genel olarak işçi sınıfı hareketinin
krizidir. Üretim süreci zincirleme
üretim ağına dönüşmüştür, artık
hiçbir ürün tek bir fabrikada üretilmemektedir. Üretimin bu değişikliğinden dolayı işkolu sendikacılık anlayışı terk edilmelidir.
Sendikacılık küresel anlayışla yapılmalıdır. Tutucu, ırkçı, şoven
politikalara gelinmiştir, oysa küresel ölçekte perspektifler geliştirmek lazım. Konfederasyonlar birleşmeyi gündemlerine almaları lazım. Anti-kapitalist olmak lazım.
Ali Çolak, Mülkiyeliler Birliği
Başkanı: Sosyalist Blok kapitalizmin üzerine çökmedi, işçi sınıfının ve sendikal hareketin üzerine
çöktü. DİSK Genel Başkanının
“Eskiden sömürüye hayır deniyordu, şimdi paylaşıma evet demek
lazım” tespiti, neo-liberal politikaların nereye geldiğini göstermektedir. IMF, Dünya Bankası, küreselleşme derken, asıl neye karşı mücadele edeceğimizi göremiyoruz,
oysa sermaye sadece dışarıda değil, içeride de var, bunlar da sömürüyorlar, bunlar iç içe geçmiş durumda. Küreselleşme ulus-devlete
değil sosyal-devlete saldırmaktadır. Anti-kapitalist olmayan bir
anti-emperyalist mücadele mümkün değildir. Neo-liberal hegemonya geriletilmelidir, sınıf ideolojisini tekrar tartışılabilir hale getirmemiz lazım. Sendikalar dar çıkar örgütü olmaktan çıkıp sınıfın
çıkarlarını savunan örgütler olmalıdırlar. Mücadele hem yerel, hem
ulusal, hem de uluslar arası olmalıdır.
Murat Bekem, Türkiye Maden-İş
Sendikası Genel Başkanı: 12 Eylül
kitleler üzerinde bir sindirme politikası uyguladı, tüm sendikal
haklar elimizden alındı, Özal hükümeti 12 Eylül’ün devamıydı.
Sendikalar birbiriyle dayanışma
EK:3
1
SCT grevinin 1. yılını selamlıyoruz…
5 Mart 2006 tarihinde başlayan SCT Orturbo Filtre işçilerinin grevi 1. yılını geride
bıraktı. Temmuz/2005 tarihinden
itibaren sendikalaşma mücadelesi
veren SCT işçileri patronun uzlaşmaz tutumu nedeniyle 15 Mart’ta
greve çıkmak zorunda kalmışlardı.
20 aydır sendikalaşmak için mücadele eden işçiler Birleşik Metalİş Sendikasına üye olmuşlardı.
Sendikanın yetki almasından
sonra patron yetkiye itiraz etti.
Daha sonra birçok işçiyi işten çıkardı. İşten çıkarılan işçilerin fabrika önünde başlattıkları direniş
türlü oyunlarla ve Jandarmanın
müdahale ile engellenmeye çalışıldı. Daha sonra patron grevde
olan işçilerden 154’ünü işten çıkararak bir ilke imza attı. İşçiler açtıkları davaların büyük bir çoğun-
Nisan 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
SCT
EK:4
Sevgili emekçi yoldaşlarım, benim öyküm 18 ay boyunca çalıştığım işyerindeki ilk sendika deneyimime dair.
Yemekhane bölümünde 5 arkadaşım ile çalışıyordum, 3 aşçı, benimle birlikte 2 yardımcı. Ben bulaşıkçı garsondum. İşe girdiğim ilk
bir ay boyunca bir gün 16, diğer
bir gün 8 saat çalışıyordum.
Fabrikadaki diğer işçi arkadaşlarımız ile diyalogumuz yoktu. Onlar
işçiydi, biz ise yemekhaneciydik.
İçeride işçi arkadaşlarımıza baskı
uygulansa, bir haksızlık yapılsa
“siz şanslısınız, size kimse karışmıyor” diyorlardı. Biraz haklılardı
da. Onlar bizden çok daha zor
şartlar altında çalışmak zorundaydılar.
Sağlıksız, güvenliksiz şartlar altında sık sık kazalar yaşanıyordu.
İşçi arkadaşlarımızın parmakları
kopuyordu, tekrar dikilemiyordu,
tiner ve diğer zehirli gazlardan etkileniyorlardı. Her gün onlarca arkadaşım zehirlenme nedeniyle yemekhaneye gelirdi, ayran içip bir
süre dinlenirlerdi. Bir de revirimiz
vardı; işçilere insan muamelesi yapılmayan yer. Bir işçinin parmağı
kesilse dikiş atıp işe geri gönderiyorlardı. 300 işçiydik, işçilerin çoğunun parmakları eksikti, gencecik insanlar. Başka bir yerde iş
dahi bulamazlar.
Umut kapısıydı fabrika. Öyle öğretilmişti, öyle öğrenmiştik. Hak
yok, hukuk yok ama işimiz var.
Çok şükür Allaha. Patronda böyle
söylüyordu; “Şükredin Allaha ya
işiniz olmasa acınızdan ölürdünüz.”
Fabrikada iki memurun sağlık so-
luğunu kazandılar, birçok işçiye
patronun 4+4 maaş tazminat ödemesi kararı alındı.
Grev süresinde bazı işçiler pat-
ronun önerdiği tazminatları kabul
ederek grevi terk ettiler. Ancak yasaların verdiği güçle hareket eden
patronun çabaları SCT işçilerinin
runu vardı, benden ayran getirmemi istediler. Odalarının canıma
vurdum ve içeri girdim. Kadın memurlardan birinin koluna serum
takılıydı. Hasta olduklarını söylediklerinde “hastanede olmanız gerekmiyor mu?” dedim. “İşler çok
yoğun rapor vermiyorlar” dediler.
Bu işyeri 17 yıllık bir geçmişe sahip. İnanılmaz haksızlıklarla dolu
bir yer. Bir şeyler yapılması gerekiyordu ve ustalar ile işçiler birlikte sendikaya üye olmaya karar verdik. Ama bizi satmayacak sağlam bir sendika lazımdı.
Araştırdık ve böylece Birleşik
Metal-İş Sendikasına üye olduk.
Bizlerde üye olabilir miyiz diye
sorduğumda “tabiî ki hepimiz işçiyiz, herkes üye olabilir” dediler.
Şaşırdım, biz yemekhanede çalışıyorduk ve diğer işçilerden farklıydık. Ama ben farklı olmadığımızı
biliyordum, fikirlerimi paylaşacağım bir ortam yoktu. İşçilerin büyük kısmı ülkücüydü. Farklı görüş, yol uzun, öğrenecek çok şey
vardı.
Bizler 4 Temmuz 2005 tarihinde
Birleşik Metal-İş Sendikasına üye
olduk. Başkasına güvenemezdik
çünkü metal iş kolunda en sağlam
sendikaydı, başka türlü mücadele
edemezdik.
Ardından sendikal eğitimler başladı. Grup grup gidiyorduk, mesai
bitiminde. Bu benim ilk sendikal
deneyimim olacaktı. Sonra tüm
işçi arkadaşlarla kaynaşma oldu.
Örgütlenmiştik, güçlüydük, birdik.
Sendikamız tam yetkili olunca bizim için bayramdı. İnanamıyorum
sendikalıydım. Kendimi güçlü
hissediyordum, haksızlıklar bitecek, insan muamelesi görecektik.
Geleceğe dair planlar yapıyorduk.
Kimi evlenecek, kimi çocuğunu
üniversiteye yollayacak, emeklisi
yaklaşan yüksek maaş alacak ve
benim ekonomik özgürlüğüm olacak, ailemin kabul etmediği oğlumu yanıma alıp yaşayacaktım.
Yıllardır aradığım fırsattı bu.
Planlarımız vardı ya ama bir şeylerin ters gittiğini seziyorduk.
Derken toplu sözleşme zamanı
geldi çattı ve anlaşma olmadı.
Sözleşmenin içeriğini biz işçiler
hazırlamıştık. Sözleşme uzayınca
sancılı günlerde başladı.
Ama bizler diriydik, pes etmeyecektik. Sonra istifa baskıları oldu.
Beraber yola çıktığımız ustalar bizi
yarı yolda bıraktı. Bizler pes etmeyecektik, kararlıydık. Bir yandan
istifa eden arkadaşlar diğer taraftan tekrar üye oldular. Patron da
baskısını arttırmaya başladı. İlk
olarak 30 sendikalı arkadaşımız
gerekçe gösterilmeden işten atıldı.
Patrona göre atılanlar nankördü,
yedikleri ekmeğe ihanet etmişlerdi. Yine de pes etmeyecektik, tek
sendikalı ben kalsam bile pes etmeyecektim. Yemekhanede sendikalı sadece 2 işçiydik. Sendikadan
istifa etmem için üzerimde yoğun
bir baskı vardı.
Kimseye gebe değilim, inançlarım
var, zafer bizim olacaktı. Patron
sözleşmeyi bir türlü kabul etmiyor,
görüşmeye yanaşmıyordu. İstifalar
yoğunlaşmaya da başlamıştı. Bizler
bu dönemde yakamıza “Sendikalı
çalışmak istiyoruz” yazılı kokartlar takmıştık.
Patron yemeğini yönetim kurulu
ile birlikte yiyordu. Servis yaptığım sırada yakamdaki kokardı görünce tercümanına bunun ne olduğunu sordurdu. Ben de söyleyin
“Kendisi iyice görsün diye taktım”
cevabını verdim. Ortam bir anda
gerildi, hiç beklemedikleri bir cevaptı. Ertesi gün Personel müdürü
beni ve yemekhanedeki diğer ar-
mücadelesini durduramadı.
SCT işçileri anayasada da belirtilen sendikalaşma haklarını kullanabilmek için 20 aydır mücadele
ediyorlar.
Uluslar arası sözleşmelere imza
atan Türkiye işçiler lehine olan
yasaların uygulanmasını işverenlere verilen haklarla engelliyor.
Sendikaların yetki alması patronların itirazı, işçi çıkarmaları ile
yıllarca sürüyor. İşçiler hem maddi
hem de manevi olarak baskı altına
alınıyorlar. Grev süresince herhangi bir geliri olmayan işçiler ya
ekonomik şartlara dayanamıyor
ya da patronların vaatlerine aldanıyorlar, oyuna geliyorlar.
İşçi sınıfı bir bütün olarak hareket edemediğinden verilen mücadeleler yerel ve destekten yoksun kalıyor. Grev ve direnişler öncelikle de aynı sektörde bulunan
kadaşımı odasına çağırttı. İstifa
etmemizi yoksa 2. sınıf olarak
değerlendirdikleri başka bir bölüme göndereceklerini, iyice düşünüp karar vermemiz için yarım
saat süremiz olduğunu söyledi.
Ben istifa etmeyeceğimi söyledim.
Patron benim bu kadar kararlı olduğumu görünce “ben sözleşmeyi
imzalamazsam bu kadın beni zehirler” dedi. 1 gün sonra beni ve
24 öncü işçiyi işten attı. Atılanlar
arasında temsilcimizde vardı. 28
Şubat 2006’da işten atılan toplam
54 kişi olmuştuk. Fabrika önünde
direnişimizi başlattık. İçerideki örgütlülüğümüz daha da güçlüydü.
Birbirimize müthiş destek oluyorduk. Ateşten gömleği giyip elimizi
taşın altına koymuştuk bir kere.
Patronun baskılarından sonra jandarmanın o soğuk yüzünü gördük. Jandarma bizlere taşkınlık
yapmamamızı, içeride çalışan işçileri tahrik etmememizi, dağılmamızı yoksa zor kullanacaklarını söylüyordu. Bende dayanamayıp “İşsiz kaldık, ailemize kim
bakacak. Bizimde ailemizde asker var, neden bizden yana değilsiniz. Neden bizi değil de patronu
koruyorsunuz, mağdur olan bizleriz” dedim. “Emir böyle” diye cevap verdiler.
15 Mart 2006’da son sözümüzü
söyledik ve GREVİMİZ başladı.
Şimdi bir yılı geride bıraktık. İşten
atılan tüm arkadaşlarımın işe iade
davaları sonuçlandı, davaları kazandık. Patron 8 Mart’ta 4+4 maaş
tazminatlarımızı ödedi.
Tüm yaşanan olumsuzluklara
rağmen “İnadına sendika inadına
DİSK Birleşik Metal-İş”.
Sevgili Nâzım’ın dediği gibi “Bu
memleket bizim”.
Bir SCT işçisi
18.03.2007 ✓
veya aynı fabrika, sanayi bölgesi,
site içerisinde çalışan diğer işçilerin desteklememesi nedeniyle zafere ulaşmadan sona eriyor. İşçi sınıfı ve sendikaları arasında patron
sendikalarının birliğinin kırıntıları bile yok. Her durumda işçileri
daha fazla sömürmek, mücadele
eden işçileri sindirmek için birlikte hareket eden patronlara karşı
dağınık ve yeterli örgütlenme olmadan verilen mücadeleler yenilgiye uğruyor.
İşçiler sendikaları, sendikalar
işçileri suçluyor. Oysa her iki kesimde de çoğunluk üzerine düşeni
yerine getirmiyor. Oysa sınıf bilinçli işçiler sendikalar içerisinde
varolan hatalara karşı, sendikal
bürokratrizme karşı mücadele etmeyi de bir görev olarak önlerine
koymalıdırlar. Mücadeleci sendikalar ve sendikacılar da işçi sınıfının çoğunluğunu örgütlemek, örgütlenmiş işyerlerindeki işçilerin
bilinç düzeylerini yükseltmek ve
böylece daha fazla örgütçü işçi yetiştirmek için çaba harcamalıdırlar. Bunların yapılmadığı sürece
sendikalar ve işçi sınıfının örgütlenmesinde değişecek bir şey yoktur.
Çıkış var, çıkış örgütlenmede!
SCT işçileri de bu doğrular temelinde hareket etmelidirler. Çünkü
bilinmelidir ki tek tek fabrikalardaki, tek tek patronlara karşı verilen mücadelenin kazancı denizde
damla kadar küçük ve geçicidir. Bu
durumu SCT ve diğer işçiler lehine
değiştirmek için daha fazla örgütlenme şart. İşbirlikçi, sarı sendikalarda örgütlü bulunan işçileri mücadeleci sendikalarda örgütlemek
şart. Ancak bu şekilde sendikalaşma önünde bulunan yasal engeller kaldırılabilir.
Bu görev sadece işçilerin ve sendikaların da değil. Bu görev bizlerin, işçi sınıfını örgütleme, tek
çatı altında birleştirme ve işçilerin
cumhuriyeti için kazanma amacında bulunanlarında sırtındadır.
Bu görevi gücümüz oranında yerine getirmek zorundayız.
İşte Yeni Dünya İçin Çağrı okurları olarak bu bilinçle son 20 aydır
onurlu, haklı ve sabırlı bir mücadele yürüten SCT işçilerini yalnız
bırakmadık, elimizden geldiği kadar destekledik. Hatalarımız da
oldu, doğrularımız da. Ancak her
zaman bu mücadeleyi mücadelemiz olarak gördük, bundan sonra
da öyle göreceğiz.
Bizler bir kez daha SCT Orturbo
Filtre işçilerinin sendikalaşma,
onurlu bir yaşam sürme mücadelesini ve bu mücadele içerisinde
onları yalnız bırakmayan Birleşik
Metal-İş Sendikasını selamlıyoruz. Ve inanıyoruz ki bu mücadele
eninde sonunda işçilerin mücadelesi temelinde zafere ulaşacaktır.
Selam olsun SCT grevcilerine!
Zafer Direnen İşçilerin olacak!
Ydi Çağrı, 20.03.2007 ✓
Eğitim- Sen kundaklandı
K
zanılan değerlerden, emek ve demokrasi mücadelesinden vazgeçiremeyeceği vurgulandı.
Sendika şubesine yapılan bu saldırının son aylarda politik rant
elde etme çabası içinde olanların
yaptığı milliyetçi- gerici- şoven
kışkırtmalardan bağımsız olmadığının ifade edildiği açıklamada bu
saldırının bilime, bilim insanına
ve kurumlarına yapılmış olduğu
ifade edildi.
Sakarya Eğitim- Sen Şubesi’nin
yakılarak kundaklanmasının “basit bir kundaklama” olmadığı,
planlı bir saldırı olduğu belirtilerek, saldırganların daha da cesaretlenmemesi için onların ve arkalarındaki güçlerin derhal açığa
çıkarılması çağrısı yapılarak basın
açıklaması sona erdirildi.
K ESK İsta nbu l Şubeler
Platformu’nda bulunan sendikalar
ve destekleyen kurumların sayısı
göz önüne getirildiğinde kitle katılımı açısından oldukça zayıf geçen bu basın açıklamasında katılanlar tarafından “Baskılar Bizi
Yıldıramaz!” sloganı çokça atıldı.
7 Mart 2007 ✓
İ
stanbul- Topkapı’da kurulu Türkİtalyan ortaklığında olan bu fabrikada çalışan işçiler; düşük ücret ve
kötü çalışma koşullarına karşı DİSK/
Lastik- İş Sendikası’na üye oldular.
Edinilen bilgilere göre fabrikada çalışan toplam 600 işçiden (bunların
30’u kadın geri kalan 570’i erkek) henüz 220’ye yakını sendikaya üye olabilmiş.
Bunu duyan patronlar her yerde
yaptıkları gibi sendikal örgütlenmeye
öncülük ettiğini düşündükleri işçilerden 17’sini işten atmıştı. Onunla kalmamışlar 100’ün üzerinde işçinin de
daha işten atılacağı söylentilerini yayarak tehdit ve şantajlarda bulunmuşlardır. Yani bu fabrikada da en doğal
yasal haklarını kullanan işçilere patronlar tarafından saldırılmış, işçiler
sendikalaştıklarına pişman ettirilmeye ve adeta canından bezdirilmeye
çalışılmıştır.
İşçiler patronlar tarafından yapılan
saldırıların durdurulması, kimsenin
işten atılmaması ve atılan 17 işçinin
tekrar işe alınması, sendikalaşmanın
engellenmemesi ve işyerinde DİSK/
Lastik- İş‘in yetkili sendika olarak tanınması için geçtiğimiz hafta 8 gün
işyerini terk etmeme eylemi yaptılar.
Patronlar işçilerin taleplerini kabul
etmedikleri gibi 6 Mart 2007 günü
Çevik Kuvvet Polisini çağırarak işçileri abluka altına aldırdılar. Polisin
fabrikanın girişine de barikat kurması işçilerin tedirginliğini ve öfkesini artırdı.
Gece- gündüz 8 gün boyunca işyerini terk etmeyen ve üretimi durduran işçilerin taleplerini kabul etmeyen patronların işten çıkarılan 17 işçi
dışında 109 işçinin daha işten çıkarılacağı söylentisini yaydılar. Fabrikaya
girmek isteyen işçileri ve Lastik- İş yöneticilerini patronun emriyle içeriye
almak istemeyen fabrika güvenlik görevlileri ve polisin tavrı işçileri iyice
öfkelendirdi. Bunun üzerine kapıları
hem içerden hem de dışarıdan zorlayan işçiler fabrikaya girdiler.
Bu fabrikaya yakın olan ve Petrolİş Sendikası’nda örgütlü BAYER İlaç
Fabrikası işçileri direniş boyunca aktif bir şekilde direnişçileri desteklemeleri sınıf dayanışması açısından
çok olumlu bir örnektir.
DİSK/ Lastik- İş Sendikası’nın
İstanbul Şube Başkanı fabrikanın
içinde büyük bir coşku ve kararlılık
örneği gösteren işçilere hitaben yaptığı konuşmada “Şu an nasıl fabrikaya
girilmişse aynı şekilde sendika buraya girecek. Bu baskı ve saldırılara
rağmen işçilere işbaşı yaptıramayan
patronlar ve sendikaları TİSK’in yöneticileri, Lastik- İş Sendikası yöneticileri ve işçi temsilcileriyle görüşmeyi
kabul ettiler.
İşçilerin sendikalaşmasını engelleyemeyeceğini kabul eden patronlar sendikayla görüşmelerin sürdürüleceğini artık kimsenin işten
çıkarılmayacağını ve çıkarılan 17 işçinin işe geri alınması sorununu 22
Mart’ta çözeceklerini belirtmeleri
üzerine direniş sona erdirildi.
Biz YDİ ÇAĞRI gazetesi olarak ekmekleri ve onurları için sendikada örgütlenmek isteyen İ. Etem ULUGAY
ilaç fabrikası işçilerinin yanında olduğumuzu belirtirken tüm sınıf bilinçli işçileri bu sınıf kardeşleriyle dayanışmaya çağırıyoruz. ✓
Koluman işçileri sendikalaşıyor!
A
dana-Mersin Karayolu
üzerinde Yenice civarında
bulunan Mercedes-Benz
bayisi olan Koluman Motorlu
Araçlar A.Ş.’de çalışan işçiler sendikalaşıyor. İşyerinde MercedesBenz’e ait araçların satışı ve servis
işlemleri yapılıyor.
Son dönemde gruplar halinde
notere giden işçiler Birleşik Metalİş Sendikasına üye oldular.
İşyerinde toplam 180 işçi çalışıyor. Bu işçilerin 160’ı sendikaya
üye oldular.
İşçilerin sendikaya üye olduklarını öğrenen firma yönetimi 4 işçiyi önce bir günlük izne çıkardı.
Ancak izne gönderilen işçilerin iş
elbiseleri vb. alınmıştı. Bu nedenle
işçiler işten çıkarılacaklarını düşünerek işyeri önünde beklemeye
başladılar.
Koluman patronu birliği bozmaya çalışıyor...
Koluman patronu daha sendikaya üye olan işçilerin birliğini
bozmak, işçileri birbirlerinden
ayırmak ve zaman kazanmak isteyen patron 1 gün izin verdiği işçileri 15 günlük yıllık izne gönderdi.
Ayın 23’ünde işyerinde bekleyen işçiler ve Birleşik Metal-İş
Sendikası yöneticileri işyeri dışına
çıkarıldılar. İşyeri dışında da beklemenin gereği olmadığından işçiler ve yöneticiler Tarsus EğitimSen Şubesine gittiler.
İlerleyen günlerde Koluman patronu ve sendikalaşmada kararlı
olan işçilerin mücadelesi sertleşecektir.
İşçilerin en temel hakkı olan
sendikalaşmaya karşı saldıran patronlara gereken cevabı işçi sınıfının mücadelesi verecektir.
Koluman işçilerinin sendikalaşma mücadelesini destekliyor,
onları selamlıyoruz.
Ydi Çağrı/Adana
23.03.2007 ✓
Nisan 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
ESK İsta nbu l Şubeler
Platformu, EĞİTİM- SEN
Sakarya Şubesi’nin yakılarak kundaklanmasını bir basın açıklamasıyla protesto etti. İstanbul- Taksim
Tramvay Durağı’nda 5 Mart 2007
günü saat 14.00’de yapılan açıklamada verilen bilgilere göre, EğitimSen Sakarya Şubesi’ne 5 Mart 2007
günü sabaha karşı saat 04.00’de
kimliği bilinmeyen kişiler tarafından önce kapısı yakılarak içeri girilmiş, ardından büronun tamamı
ateşe verilmiş. Ailelerin de oturduğu bina itfaiyenin erken müdahalesi sayesinde tamamen yanmaktan son anda kurtarılmış.
Saldırganların bu cesareti kimlerden aldığının sorulduğu açıklamada eğitim emekçilerinin yüz
yıllık mücadelesi süresince hep
hukuk dışı yöntemlerle idari baskı
ve fiili saldırılarla engellenmek istendiği söylendi.
Eğitim- Sen’in eğitim ve bilim
emekçilerinin talepleri için meşru
zeminde verdiği mücadeleden rahatsızlık duyanların olduğunu,
mücadelenin yükseltildiği bir dönemde şubelerine ve üyelerine yapılan bu tür haince saldırı ve provokasyonların bedel ödeyerek ka-
İbrahim Etem ULUGAY İlaç Fabrikası’nda
sendikalaşma mücadelesi sürüyor!
EK:5
“Sendikalar ve işçi sınıfının örgütlenme sorunları“
3
1 Mart 2007 günü, İzmir
Özgür Yaşam Eğitim ve
Dayanışma Kooperatifi’nde,
“Sendikalar ve İşçi Sınıfının
Örgütlenme Sorunları” konulu bir
panel yapıldı. Panele, Akademisyen
Yüksel Akkaya, Birleşik Metal İş
Sendikası Örgütlenme Uzmanı
Hasan Arslan ve 12 Eylül öncesi
Devrimci Demir İş Sendikası kurucularından Hasan Coşkun konuşmacı olarak katıldılar.
Sınıfsız, sömürüsüz bir toplum yaratma uğrunda kaybettiğimiz, yitirdiğimiz, toprağa düşen, tüm devrimciler, komünistler
anısına saygı duruşunda bulunulmasının ardından başlayan panelin ilk konuşmasını Birleşik Metal
İş Sendikası Örgütlenme Uzmanı
Hasan Arslan yaptı. Hasan Arslan
yaptığı konuşmada, sendika l
örgütlülük konusunda bilgi verdi.
Çalışma Bakanlığı’nın verdiği rakamların yanıltıcı olduğunu, sendikalı işçi sayısının gerçekte 800
bin civarında olduğunu vurguladı. Yasaların yetersiz olmasından şikayet edildiğini, ancak işçi
hareketi tarihi geriye doğru incelendiğinde, örgütlenme ve çalışma
hayatına ilişkin hiçbir yasanın olmadığı dönemlerde büyük kazanımlar elde edildiğini dile getirdi.
Arslan, örgütlenmelerde uluslararası ilişkilerin güçlendirilmesi ve
kullanılması gerektiğini belirterek Birleşik Metal İş Sendikası’nın
uluslararası destekle kazandığı işyerlerinden örnekler verdi.
A rd ı nda n konu şa n Yü k sel
Akkaya ise, sendikalarda örgütlenme fetişinden kurtulunması gerektiğini, yerine kooperatif, dernek, yardım sandığı gibi örgütlenmelere yönelinmesi ve işkolu örgütlenmeleri yerine örneğin havza
örgütlenmelerine gidilmesi gerektiğini belirtti. Akkaya ayrıca, işçilerin kıpırdanmaya başladığı dönemlerde devletin bu hareketleri
ya yasakladığını ya da yasal sınırlar içine hapsettiğini dile getirerek
işçi sınıfının kendisini yasal sınırlar içine hapsetmemesi gerektiğini
söyledi.
Son olarak konuşan Devrimci
Demir İş Sendikası kurucularından Hasan Coşkun ise, bugün her
ne kadar sendika ağası dense de
DİSK ve Türk-İş’in 800 bin üyesi
olduğunu, bunların dışında işçi sınıfı aramanın hayal olduğunu belirtti. Geçmişte kendilerinin de
benzer hatalar yaptıklarını, ancak
doğrusunun bu sendikalar içinde
kalarak onları dönüştürmek olduğunu dile getirdi. Sendikaların en
temel işçi örgütlenmesi olduğunu
belirten Coşkun, “var olan sendikal örgütlülüğe sahip çıkmalıyız,
sendika ağalarına değil” dedi.
Sağlık çalışanları alanlara çıktı
Nisan 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
T
EK:6
ürk Tabipler Birliği’nin,
AKP Hükümeti’nin sağlıkta yıkım saldırısına karşı
“14 Mart’ta ‘G(ö)revdeyiz!” eylem
kararına uyan sağlık çalışanları iş
bırakarak alanlara çıktılar.
Sağlık emekçileri, AKP hükümetinin sağlıkta dönüşüm programını, Genel Sağlık Sigortası’nı protesto ederek, sağlık ocakları önünde
ve Cumhuriyet Meydanı’nda eylemler yaptılar.
İzmir’de Sağlık ve Sosyal Hizmet
Emekçileri Sendikası ve İzmir Tabip
Odası’nın çağrısıyla, Karşıyaka
Örnekköy Gerbay Sağlık Ocağı,
Buca Kuruçeşme Sağlık Ocağı,
Altındağ Eski SSK Dispanseri
Sağlıkevi, Balçova Korutürk Sağlık
Ocağı ve Konak Çimentepe Sağlık
Ocağı’nın da aralarında olduğu
sağlık ocaklarının önünde açıklamalar yapıldı.
Sağlık ocaklarının önündeki eylemlerin ardından, Cumhuriyet
Meydanı’nda toplanan kitle, buradan İl Sağlık Müdürlüğü’ne yürüdü.
Yürüyüş sırasında “sağlık haktır
satılamaz”, “sağlıkta yıkımı durduracağız”, “sağlık hakkına-sağlık ocağımıza-güvencemize sahip
çıkıyoruz” yazılı pankartlar taşı-
dılar. Yürüyüş boyunca “sağlıkta
tasarruf ölüm demektir”, “sağlık
ocakları kapatılamaz” sloganları
atıldı.
İl Sağlık Müdürlüğü önünde
yapılan konuşmalarda, Sağlık
Ocaklarının kapatılmasını içeren
“sağlıkta dönüşüm” programına
karşı çıkıldı. “Sağlık sistemin çökertilmesine, hastayı müşteri, keyfi
ilaç kısıtlamalarına, iş güvencesiz
çalıştırılmaya itiraz ediyoruz” denildi. “Ülkemizde 45 yıldır hizmet
veren, çocuk felcini yok eden, bulaşıcı hastalıklara karşı çocuklarımızı aşılayan, aile sağlığı ve aile
planlaması yürüten, yanı başımızdaki sağlık ocaklarımızdır, hastanelerimizdir” denildi. “Herkese
eşit, ulaşılabilir, nitelikli ve parasız
bir sağlık sistemi”nin mümkün olduğu vurgulandı.
Aynı zamanda ücret farklılıklarının giderilmesi, çalışma sürelerinin diğer kamu çalışanlarıyla eşit
hale getirilmesi, çalışanların bölgeler arasında dengeli dağılımının
sağlanması, özel hizmet tazminatı,
izin süresi ile işi riski zammının
arttırılması vb. sağlık çalışanları
için talep edildi.
15 Mart 2007,
YDİ Çağrı/İzmir ✓
Tartışma bölümünde panel izleyicileri panelistlere sorular sorarak, kendi görüşlerini ifade etme
fırsatı buldular. Bu bölümde 16
kişi söz alarak konu ile ilgili görüşlerini ifade ettiler. Tartışma bölümünde öne çıkan kimi noktalar
şöyle:
- Sendikaların el atmadığı, yüzbinlerce, milyonlarca işçinin kayıt
dışı çalıştığı, deri, tekstil, ayakkabı
sektörlerine önem vererek, bu sektörlerde çalışan işçilerin örgütlenmesine önem vermek gerekir.
- Sınıfı kazanmış, sınıfa önderlik
edecek bir komünist partisi yoktur.
Esas eksiklik budur. İşletmelerden
başlayarak, işletme hücreleri temelinde sınıf partisi inşa edilmelidir.
- Dernek, kooperatif, yardım sandığı vb. örgütlenmeler sendikaların alternatifi değildir. Sendikalar
işçi sınıfının ekonomik, sosyal hak
alma örgütleridir. Sarı, reformist
sendikalar içinde çalışarak, dev-
rimci fraksiyonlar yaratarak, sendikaları sınıf temeline oturtmak
gerekir.
- İşçi sınıfının yüzde 75’i sağcı ve
milliyetçi. İşçi sınıfı içinde çalışma
uzun vadeli olmalıdır. Bugünden
yarına temel değişiklik beklenmemelidir.
- Sorun işçi sınıfında değil, komünistlerde. Eğer biz işçi sınıfını
örgütleyemiyorsak demek ki sorun bizde.
- İşletmelerde sendikal faaliyet
gizli olmak zorunda. Öncü işçileri
koruyacak, onların işten atılmasını engelleyecek bir çalışma yürütmek zorundayız.
Oldukça canlı, verimli, genelde
işçilerden oluşan 40 civarında kişinin katıldığı panel, izleyicilerden
gelen soruların ikinci bölümde
cevaplanmasının ardından sona
erdi.
31.03.2007,
YDİ Çağrı/İzmir ✓
Alkoç’da sendikalaşma mücadelesi
İ
stanbul ‘daki Tuzla
Organize Deri Sanayi
B ölge si nde k u r u lu
ALKOÇ Deri Sanayi ve
Ticaret A.Ş. fabrikasında
çalışan 48 işçiden 32’sinin
Deri – İş Sendikası Tuzla
Şubesi ‘e üye oldu.
Bunu duyan patron 14
Mart 2007 günü 8 işçiyi işten attı. İşten atılan işçiler,
ogünden bu yana fabrika
önünde direnişteler.
Geçtiğimiz günlerde ziyaret ettiğimiz işçi arkadaşlar fabrikada şu anda çalışan işçilere baskıların devam ettiğini sendikalı 8 işçinin
daha zorunlu izne çıkarıldığını
belirttiler.
İşçiler, asgari ücretle haftada 45
saat çalıştırmak yetmiyormuş gibi
bir de her gün zorla mesai yaptırıldığını, yıllardır var olan yarım
saatlik çay molasının son günlerde
15 dakikaya düşürüldüğünü işe
başlama saatinden 10 dakika önce
fabrikaya gelmeyen işçinin o gün
yarım yevmiyesinin kesildiğini belirttiler.
Direnişlerinin diğer deri fabrikalarındaki işçiler tarafından
(Özellikle sendikalı işçiler) desteklendiğini öğle paydoslarında işçilerin kendilerini ziyaret ettiğini
söylediler. İşçiler jandarmanın direniş çadırına izin vermediğini bu
nedenle kendi arabalarında beklediklerini ifade ettiler.
Alkoç Deri işçilerine yönelik saldırı ve baskıları protesto etmek
için Deri-İş Sendikası, Alkoç Deri
Fabrikası önünde bir basın açıklaması yapmak istedi. Jandarmanın
buna izin vermemesinin üzerine
Deri Sanayi Bölgesinin içinde
başka bir yerde 800 kişiye yakın
katılımla bir basın açıklaması yapıldı.
İşçilerin yasal hakkı olan sendikalaşma hakkı patronlar tarafından - devletin polisi jandarması ve
mahkemesinin de yardımıyla- engellenmektedir. Bu bile bu düzenin
patronların düzeni olduğunu ve bu
düzenin koruyucusu olan devletin
ne menem bir “demokratik hukuk
devleti” olduğunu gösteriyor. Yani
bunun anlamı, patronlara demokrasi ve hukuk; işçilere ise bunların
kırntısı bile çok görülerek aşsız işsiz ve geleceksizlik içinde kölece
tutma zülmünün ve diktatörlüğünün reva görülmesidir. tüm okurlarımızı örgütlenme mücadelesi
veren Alkoç deri işçilerinin mücadelesini desteklemeye çağırıyoruz. Onların mücadelesi hepimizin mücadelesidir.
Mart 2007 ✓
4 – B Sendikasızlaştırmadır!
2
15 bin geçici işçiyi kapsayan ve
bu işçilerin önemli bir bölümünü sendikasızlaştırmayı hedefleyen 657 sayılı Devlet Memurları
Kanunu’nun 4-B maddesi TezKoop İş Sendikası 2 Nolu Şube tarafından basın açıklamaları ile protesto edildi. 7 Mart Çarşamba günü
İstanbul Üniversitesi önünde biraraya gelen yaklaşık 100 işçi ve öğrenci, taşıdıkları dövizlerle ve attıkları sloganlarla 657 sayılı yasada
yer alan 4-B ve C maddelerinin yasadan çıkarılmasını ve tüm işçilere
daimi işçi kadrosu verilmesini talep
ettiler.
Açıklamada 4-B’nin sendikasızlaştırma anlamına geldiği belirtilerek, şu anda grev ve toplu sözleşme hakkı bulunan ve sosyal yardım ve ikramiyeleri olan işçilerin
4-B statüsüne geçirildiklerinde bu
haklarının ellerinden alınacağını,
ücret ve tüm sosyal haklarının sadece Bakanlar Kurulunun kararı
ile belirleneceği kaydedildi.
Başta sendikalar olmak üzere işçi
ve emekçiden yana tüm duyarlı kesimin bu yasaya karşı çıkarak mücadele etmeleri talep edildi.
Bu açıklamanın bir benzeri 22
Mart 2007 günü İ. Ü. Cerrahpaşa
Tıp Fakültesi Hastanesi önünde
yapıldı.
Katılımın 40- 50 civarında olduğu bu basın açıklamasına Tez
Koop- İş üyesi işçilerin yanı sıra
aynı işkolunda faaliyet gösteren
Koop- İş Sendikası’ından işçiler de
katılmışlardı.
Basın Açıklamasına geçmeden
önce yapılan sözlü açıklamada
Şube Başkanı Rabiya Özkaraca
kardeş sendika olarak değerlendirdiği Koop- İş’e ve eyleme katılan
işçilere teşekkür etti. İstanbul’da 5
Konfederasyona bağlı 100’e yakın
sendika bulunduğunu fakat işçi sınıfına böyle bir saldırıya karşı yapılan bir eyleme sadece bir sendikanın gelmiş olmasının sendikal
hareketin denli kötü bir durum olduğunu gösterdiğini belirtti.
Hükümetin 4- B’yi gündeme getirmesine gerekçe olarak üniversite
rektörlerinin “üniversitelerde çalışanlar arasında işçi memur ayrımcılığı ile eşitsizliği yarattığını, dolayısıyla personel arasında anlaşmazlıklar yaratarak çalışma uyumunu bozduğu” gerekçelerine karşılık, bu gerekçelerin doğru olmadığını şimdiye kadar üniversitelerde bu nedenlerden dolayı işçi ile
memur arasında bir sorun yaşanmadığını, eğer bir eşitsizlik varsa
onu da yaratanın hükümetler olduğunu bunu düzeltmenin de hü-
kümetin görevi olduğunu söyledi.
Bu yasayla esas derdin yıllardır
grevli ve toplu sözleşmeli sendikal
haklara sahip binlerce işçiyi grevsiz, toplusözleşmesiz, hiçbir sosyal
yardım almaksızın, iş güvencesinden yoksun ve kuralsız bir şekilde
çalıştırmak olduğu vurgulandı.
Açı k lamada, sendi kasızlaştırma amacı taşıyan bu yasaya
karşı Konfederasyonları TÜRKİŞ’in mücadele etmediği belirtildi. Ayrıca 4- B’nin isteğe bağlı
olmasının ileri bir adım olmadığı,
TÜRK- İŞ yönetiminin hükümetle anlaştığı söylentilerinin yayıldığı, konfederasyonun bununla
ilgili işçilere açıklama yapması ve
Çanakkale’de Başkanlar Kurulu
tarafından alınan kararlara uygun
davranması gerektiği vurgulandı.
“4- B Değil, Kadro İstiyoruz!”,
“Üniversite işçileri üvey evlat mı?”, “İşçi-memur ayrımına
son!”, “Hangi yüzle oy istiyeceksin!” v.b. dövizlerin taşındığı açıklamada; “Yaşasın örgütlü mücadelemiz, Kurtuluş yok tek ba-
şına, ya hep beraber ya hiç birimiz, Yaşasın sınıf dayanışması,
Kadro hakkımız söke söke alırız,
Örgütlüysek herşeyiz, örgütsüzsek
hiçbir şey, Suskun Türk- İş istemiyoruz, Türk-İş uyuma işçine sahip
çık, Hükümet 4- B’yi al başına çal,
Susma sustukça sıra sana gelecek”
v.b. sloganlar işçiler tarafından sık
sık atıldı.
YDİ Çağrı Gazetesi olarak biz
de tüm geçici işçilere daimi işçi
kadrosu verilmesi ve 4- B ile 4C’nin 657 sayılı yasadan çıkarılması v. b. için hakları uğruna verilen mücadelede işçilerin yanında
olduğumuzu belirtirken tüm sınıftan yana herkesi işçilere omuz vermeye çağırıyoruz!
Kamu-özel ayrımı yapmadan
tüm işçiler bu tür saldırı yasalarına karşı mücadelede birlik olmazlarsa kazanamayacaklarını artık anlamalıyız.
Unutmayalım birlikten kuvvet
doğar, hak verilmez alınır.
25 Mart 2007 ✓
Genel- İş Sendikası İstanbul 1 Nolu Şubesinin Olağan Genel Kurulundan izlenimler
daha çok kişileri tartıştılar.
Hakim sınıfların ırkçı ve şoven
kışkırtmalar eşliğinde faşist terörle
halkları, işçi sınıfını bastırmaya ve
susturmaya çalıştığı bir dönemde
yapılan bir genel kurulda işçi delegelerin bu konularda suskun kalmaları iyiye işaret değildi. Hele bu
söz konusu olan genel kurul, hizmet işkolunun belediye hizmetleri
alanı gibi önemli bir alanda mücadele yürüten bir sendikanın Genel
Kurulu ise…
Belediye işyerlerinde özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma, sendikasızlaştırma vb. saldırıların yoğun yaşandığı şu günlerde konuşan delegelerin tümüne
yakını bu kadar dar çekişmelerle kendilerini sınırlamış olmaları sendikaların işçileri bilgilendirmek için ciddi bir çaba göstermediğini onları sınıf bilincinden
ülke hangi emperyalist işgale uğradı ki bu solcular devrimciler o
emperyalistleri baş düşman ilan
ederek işçilere ve emekçilere bu tür
hedefli mücadele çağrılarında bulunuyorlar?”
Unutmayalım ki gerçekten emperyalistler ülkelerimizden kovulmak isteniyor gerçek bağımsızlık,
özgürlük, demokrasi ve halkların
kardeşçe eşit hak temelinde gönüllü bir şekilde bir arada yaşamasını sağlayacak bir düzen kurulması isteniyorsa ülkenin içindeki
baş düşmanı atlayarak dışarıdakini gösterip sadece o dış düşmana
karşı mücadele çağrısı yapmamalıyız.
Türk egemenlerinin “vatan, millet, Sakarya” nutuklarıyla kitleleri
Türk ırkçısı ve şoven düşüncelerle
zehirlediği bir anda böyle bir çağrı
zaten toplumsal sorunlara sınıfsal
bakamayan işçi sınıfının bilincini
karartmaktan başka bir şeye yaramaz. Reform talepleri uğruna
mücadele çağrısı yaptığımızda da
mücadele edilmesi gereken hedefin bir bütün olarak Türk hakim
sınıfların faşist düzeni olduğunu
unutmayalım. Tabi devrimci bir
sınıf mücadelesi yürütme gibi bir
derdiniz varsa.
Bir YDİ Çağrı okuru ✓
Nisan 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
D
İSK’e bağ lı Genel- İş
Sendikası’nın şubesi olan
sendikanın Genel Kurulu
İstanbul- Aksaray’da bir düğün salonunda yapıldı.
Kurula sadece ikisi kadın diğerleri erkek olmak üzere toplam
110’nun üzerinde delege katılmıştı.
Daha çok aynı sendikanın diğer
şube ve Genel Merkez yöneticilerinden oluşan önemli sayıda konuk vardı.
Genel kurulun açılış konuşmasından sonra katılan konuklar tanıtıldı. Konuklara söz hakkı verildi
ve ardından delegeler konuştu.
Söz alan 10 delegeden -bir ikisi
dışında- hiç kimse işçi sınıfını ilgilendiren genel sorunlardan sendikal hareketin durumundan ve sendikaları DİSK/ Genel- İş’in nasıl bir
mücadele vermesi gerektiği konusunda tek laf etmedi. Konuşanlar
ne kadar uzak tuttuğunu gösteriyordu.
Konuşan konuk ve bir iki delegenin ortak olarak dile getirdiği şeyler; halklara ve işçi sınıfına dünyada emperyalistlerin, ülkede onların emrindeki AKP hükümetinin kimi saldırılarıydı. Bu genel
doğruların yanında sendikaların
kan kaybettiğini bu zayıf lamayı
durdurmak için işçilerin saldırılara karşı sokağın dilini konuşması gerektiğini belirttiler.
Son yıllarda kendine “sol”, “sosyal-demokrat”, “aydın”, “ komünist” diyen hatta çoğu devrimci
çevreler de -“Dünya çapında baş
çelişme, baş düşman” anlayışı ile
hareket ettikleri için- siyasi ajitasyon ve propagandalarında sadece
ABD’yi ve IMF’yi ve onların işbirlikçisi hükümeti mücadele hedeflerine koymakla “devrimcilik”,
“devrimci anti- emperyalistlik”
yaptıklarını sanıyorlar. Bu Genel
Kurulda da yer yer böyle görüşler
dile getirildi.
Emperyalist güçlerin tek tek ülkelerdeki işbirlikçisi hakim sınıflarla olan ilişkilerini bilen, dolayısıyla Türk hakim sınıf larının
burjuva düzeninde yaşayan ezilen
halklara işçi ve emekçilere yapılanlardan haberdar olan bir kimse
bu tip konuşmaları duyunca “Bu
EK:7
“Carrefour’da 4 yıl yaşananlar örgütlenme değil, direnişti”
B
Nisan 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
u yazıdaki başlık sendikal örgütlenmede yer almış
bir Carrefour işçisinin deyimi…! Gerçekten de 4 yıldır sermaye gruplarının en büyüklerinden olan Sabancı Holding ortaklığında faaliyet gösteren bir uluslararası tekel olan Carrefour’da patronların ve devletin bir dizi saldırısına rağmen işçiler Türk- İş’e
bağlı TEZ KOOP- İŞ Sendikası’nda
örgütlenmeyi başardılar.
Geçtiğimiz günlerde TİS görüşmelerine başladılar.
Aşağıda bu örgütlenmede yer almış bir işçiyle yaptığımız röportajı
yayınlıyoruz:
EK:8
YDİ ÇAĞRI- Kaç yıldır bu işyerinde çalışıyorsunuz ve sendikayla
ilk tanışmanız nasıl başladı?
İŞÇİ- Bu işyerinde 8 yıldır çalışıyorum. Benim çalıştığım mağazada sendikacılar ilk önce bir arkadaşımızla görüşmüşlerdi. O arkadaşta önce sendikacılarla tanışacağını, tanıştıktan sonra bizi de tanıştırmak istediğini söyledi, fakat
ilk görüşmeye bizi götürmek istemedi. Bunun üzerine kısa süre bir
kaç dakikalığına öylesine tanıştık.
Çünkü o güne kadar sendika nedir, ne yapar, bize yararı ne olur,
bunları bilmiyorduk. Giden arkadaş bize gitmeden önce önemli
bir işinin olduğunu, fakat değerli
bir arkadaşının gönderdiği kişiler olduğu için onları ekemediğini,
mümkünse bizim hemen peşinden gelip kendisini çağırmamızı
söyledi. Biz de iki arkadaş tam da
onun söylediği gibi yaptık.
Tam o günlerde patron bize yıllık zam olarak % 1 zam vermişti.
Bu çok ağırımıza gitmişti. Sanki
bizimle dalga geçer gibi sadaka
bile sayılmayan bu zama çok kızmıştık.
Gece saat 04:00’de işe geldiğimiz için bize sabah saat 10’da kahvaltı veriliyordu. Yine aynı günlerde bize kahvaltı verilmedi.
Sorduğumuzda, neden olarak işçilerin kahvaltı yaptıktan sonra boşlarını toplamadığını gösterdiler.
Bu da bizi kızdırdı. Gidip konuştuk ve sorunu çözdük.
Bu yetmiyormuş gibi ardından
Kurban Bayramı arifesinde bizi
toplayarak bize bayram tatili boyunca çalışacağımızı fakat bu çalışmanın mesaiden sayılmayacağını bayramdan sonra yaptığımız
mesai kadar ücretli izin kullanacağımızı söylediler. Bunun üzerine
bir grup işçi arkadaş olarak bizim
tepemiz iyice attı.
Kendimizi sendikal nedenden
Süreç içinde birbirimize çok güvendiğimiz arkadaşlardan
oluşan bir komite oluşturuldu. Bu arkadaşlar işçileri
evlerinde, mahallelerinde, kahvede, pastanede ziyaret etti.
dolayı işten attırmak için açıktan
bağıra çağıra çoğu kişiye duyurduk.
Sendikacılarla görüştüğümüzde
bize sendikanın hangi semtte olduğunu söylemişlerdi. Sadece semt
aklımızda kalmıştı. Ertesi gün o
semte gittik. Orada birine “Burada
bir sendika varmış, nerede acaba?”
diye sorduk. O da bizi aynı semtteki ayrı bir işkoluna ait olan başka
bir sendikaya gönderdi. Oraya gittik durumumuzu anlatıp, kendimizi işten attıracak şekilde sendikaya üye olmaya geldiğimizi söyleyince güldüler. Bizi çok sıcak
karşılayan oradaki sendikacılar
anlattıklarımızda hem derdimizi
hem de nereyi aradığımızı anladılar. Aradığımız sendikaya haber vererek bize yardımcı oldular.
Daha önce bizimle görüşen Hazal
abla ile Sinan amcayı tanıyorlarmış. Onları çağırdılar. Onlar hemen geldiler. Onlara patronların
yaptıklarını artık orada çalışamayacağımızı anlattık. Ve kendimizi nasıl attıracağımızı sorduk.
Onların bize çok candan samimi
yaklaşım ve anlatımları bizi çok
etkiledi. Bizim kötü çalışma koşullarından dolayı kendimizi attırmanın doğru olmayacağını çok
ikna edici kanıtlarla söylediler ki
kendimizi attırmaktan vazgeçtik.
Tersine işyerinde kalıp sendikalaşmanın daha doğru olacağını bu
örgütlenmeye öncülük yapmamız
gerektiğine ikna olduk.
Çalışma koşullarının zor ve alınan ücretin düşük olması nedeniyle işçileri sık değişen bir işkoludur. Bu yüzden işimiz zordu.
Fakat başta biz işçilerin her türlü
sorunlarıyla ilgilenen Hazal abla
ile Sinan amca ve biz arkadaşlar
birlikte uyumlu çalışarak bu zorun üstesinden geldik.
YDİ ÇAĞRI- Bu zorun üstesinden nasıl geldiniz? Örgütlenmede
yer almış bir işçi olarak bu kadar
genç ve yoğun işe girip çıkmaların
yaşandığı bu işyerinde nasıl örgütlendiniz?
İŞÇİ- Her şeyden önce patronun
adamlarından gizli sabırlı ve planlı
çalıştık. İlk önce her bölümde en
çok güvenilen bir iki kişiyle görüşmeler yürütüldü. Onlara hem
sendika hem de güvendiği kişiler
vasıtasıyla sendika nedir, işçilere
yararı nelerdir? anlatıldı.. Süreç
içinde birbirimize çok güvendiğimiz arkadaşlardan oluşan bir komite oluşturuldu. Bu arkadaşlar
işçileri evlerinde, mahallelerinde,
kahvede, pastanede ziyaret etti. İki
sendikacı ve biz bir kaç arkadaş
gece gündüz, soğuk sıcak demeden
çalıştık. Süreç içinde her bölümde
alt komiteler oluşturuldu.
İlk başlarda kıdemli ve ustalık
gerektiren işlerde çalışan işçileri
kazandık. Sonra da diğerlerini. Biz
öncülük yapan arkadaşlar işimizi
eskisinden daha iyi bir şekilde disiplinli yaptık. O kadar güzel yapıyorduk ki, örneğin yaptığımız
işleri kameraya çekiyor diğer yerlerde işçileri eğitmek için örnek
olarak gösteriyorlardı.
Daha sonra patron tarafından
sendikalaştığımız duyulduğunda
baskılar, işten atma tehditleri v.b.
saldırılar yapıldı. Fakat işçiler her
türlü saldırıya karşı duracak kadar
bilinçli ve dirençli idi.
Sendikaya üye yapmaya başladığımız fakat henüz çoğunluğunu
örgütleyemediğimiz günlerde sendikanın genel yönetimini başarısız kılmak için mi ne- eskiden
yönetimde yer almış sonra yöneticiliğini kaybetmiş bir sendikacı
çalışmaları çok gizli yürüttüğümüz günlerde müdürü telefonla
arayarak çalışan işçilerin sendika
üyesi olduğunu, işçilere baskı, işten atma gibi şeyleri yapmaya giriştiğinde kapıda marketin önünde
Basın Açıklaması yapacağını söylüyor. Bunun üzerine baskılar
daha da arttı. Sendikalarda böyle
şeylerin de yaşanacağına tanık olmuş olduk.
Üyesi olduğumuz sendika şubesinin Genel Kuruluna gösteri yaparak gelmemizin amacı bu ve
buna benzer sendikacılara karşı
susmayacağımızı güçlü örgütlü
gücümüzle hesap soracağımızı
bize kimsenin yanlış yapamayacağı mesajını vermekti.
Carrefour’da 4 yıldır sürdürülen
bir örgütlenme değil bir direnişti.
Patronlar elebaşı olarak gördüğü
işçileri atmaya cesaret edemedi.
Çünkü örgütlülüğümüzün gücünü
görüyorlardı. Hatta bir arkadaşı-
mızın çıkışını yazmışlardı. Daha
arkadaşa bildirmeden haberimiz
oldu. Sendika o işçi çıkarılırsa nasıl bir direnişle karşılaşacaklarını
kendilerinin tahmin bile edemeyeceğini söyledi. Hemen vazgeçtiler. Bütün bunlara rağmen devletin yasaları ve mahkemesi bizi 4
yıldır süründürüyor. Bu da devletin patronlardan yana olduğunu
gösterdi.
YDİ ÇAĞRI- Geç de olsa bileğinizin gücüyle sendikalaştınız
ve TİS yapma aşamasına geldiniz.
Sözleşme taslağını hazırlanmasına
siz işçiler de katıldınız mı?
TİS görüşmeleri başladı mı?
Özet olarak taleplerinizi belirtebilirmisiniz?
İŞÇİ- TİS taslağı işyerinde her
bölümden işçilerin katıldığı Taslak
Hazırlama Komisyonları oluşturularak iki haftadan daha fazla bir
sürede hazırlandı. TİS görüşmelerinin geçtiğimiz hafta ilk toplantısı yapıldı. Patronlar zaten ücretlere yılbaşında % 3,5 zam yapmıştı.
Bizim şimdi % 10 ücret zammı talebimiz, 4 ikramiye ve yiyecek, elbise v.b. sosyal yardımlar ve düşük ücretli işçilerin taban ücretini
yükseltme taleplerimiz var.
YDİ ÇAĞRI- Hizmet işkolu olan
işyerinizde kadın işçi oranı nedir?
TİS talepleri içinde kadınlar için
özel talepler var mı?
İŞÇİ- İşyerimizde kadın oranı %
25’dir. TİS’de kadınlar için özel talepler var.
YDİ ÇAĞRI- Biliyorsunuz ki
örgütlü gücü geliştirmek için özel
bir çaba gerekiyor. Carrefour’da
sendikal örgütlülüğünüzü daha da
güçlendirmek için neler yapmak
istiyorsunuz?
İŞÇİ- Bu yasalarla işçilerin bu
kadar geri olduğu şu günkü koşullarda sendikal örgütlenmede başarı elde etmek zordur. Fakat ondan daha zor olan bu hakları koruyacak ve daha ileriye taşıyacak
bir örgütlülüğün sürekliliğini sağlamaktır. Sözleşme bittikten sonra
işçilerin eğitimine daha çok ağırlık verecek çalışmalara yoğunlaşacağız.
YDİ ÇAĞRI- Bize zaman ayırıp söyleşi yaptığınız için teşekkür
ederiz.
İŞÇİ- Biz işçilerin sorunlarıyla
ilgilendiğiniz ve dile getirmeye çalıştığınız için ben de teşekkür ederim. Sağolun.
Mart 2007 ✓
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir
Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sok. No: 8, Şişli - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27
e-mail: [email protected] • www.ydicagri.com • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654
SAYI 110’un İşçi Eki · Nisan2007 • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) • Yayın Türü: Yaygın Süreli
yeni kadın dünyası
8 Mart 2007:
“Bursa’da yandık, Ceylanpınar’da boğulduk,
Novamed’de direniyoruz!”
E
vet. Bu yıl 8 Mart, 8 Mart Kadın
Platformu tarafından 4 Mart
Pazar günü İstanbulÇağlayan
Meydanı’nda bu ana başlık etrafında
örgütlendi. 2005 yılında Bursa’da bir
yorgan fabrikasında yanarak ölen,
2007 yılında kamyon kasalarında süt
sağımına götürülürken kamyonun
Çırpı deresine yuvarlanması sonucu
boğulan işçi kadınlar anılırken şu
anda Antalya’da Novamed ilaç fabrikasında en temel insani hakları ayaklar altına alındığı için grevde olan
Novamed kadın işçilerine adandı.
Bu sene özellikle işçi ve emekçi kadınların içerisinde bulunduğu koşullar ve talepleri önceki yıllara göre
daha fazla ön plana çıktı. Bunda kuşkusuz bu yıl çeşitli sendikaların daha
fazla ilgi göstermesi, birlikte örgütlenmesi önemli bir rol oynadı.
İstanbul’da 8 Mart kadın mitingi
şu gruplar tarafından örgütlendi:
Amargi, Lamda, Feministler, Fitne
Fücur, Özgür Kadın, Şahmaran
Kadın Derneği, Demokratik Özgür
Kadın Hareketi, YDİ Çağrı Gazetesi,
Halkevleri, İHD, İşçi Mücadelesi,
Tüm İGD’liler, DİSK, Petrol-İş,
Hava-İş, KESK, EHP, EMEP, İşçi
Kardeşliği Partisi ve SDP. Bu kurumlar dışında mitinge ÖDP, 78liler Vakfı gibi çok sayıda kurum katıldı. 8 Mart Kadın Platformu olarak
özellikle sendikaların katılımı için
çaba sarfedildi. Bütün sendikalara
faksla ya da ziyaret edilerek, 8 Mart
kadın mitingine katılmaları ve işçi
ve emekçi kadınların taleplerini dile
getirmelerinin Kadın Platfomu için
önemli olduğu vurgulandı. Bu görüşmelerden bir tanesi Novamed’de
grevde olan işçilerin örgütlü olduğu
Petrol-İş Sendikası Genel Merkezi ile
yapıldı. Görüşme ertesinde Petrol-İş
Sendikası kadın işçilerden oluşan bir
kortejle eyleme katılırken, Antalya
Novamed grevinden üç kadın temsilci de mitinge katılarak yaşanan
süreci ve grev mücadelesini anlattıkları bir konuşma yaptılar. Petrolİş sendikası, birçok işçi sendikasına
göre kadın işçinin daha fazla çalıştığı ve kadın sendikalı sayısının da
daha fazla olduğu bir sendika olması
ve üretimde stratejik bir öneme sahip
olması açısından sınıf bilinçli kadın
işçilerin özellikle bu tür işyerlerine
yoğunlaşması ve buralarda kadın işçileri örgütlemesi olmazsa olmaz görevlerden birisidir.
Yaklaşık bir aylık yoğun bir çalışmanın ardından 4 Mart Pazar günü
Perpa binası önünde bir araya gelen
yaklaşık 3 bin işçi ve emekçi kadın
Çağlayan Meydanına doğru yürüyüşe geçti. Kadına yönelik her türlü
şiddetin lanetlendiği, emperyalist savaşın teşhir edildiği, halkların kardeşliğine vurgu yapıldığı, işçi ve
emekçi kadınların birliğinin, mücadelesinin ve örgütlülüğünün vurgulandığı çok sayıda slogan atıldı, pankart ve dövizler taşındı.
Biz YDİ Çağrı Gazetesi olarak 8
Mart çalışmalarında aktif bir şekilde yer aldık. Mitinge üzerinde
Clara Zetkin, Rosa Luksemburg ve
Aleksandra Kollantai’nin resimlerinin olduğu ve “İşçi kadınlar erkek egemen sermaye düzenine karşı
örgütlenin” yazılı bir pankart taşıdık. Erkek egemen kapitalist sistemi,
kadınlara yönelik devlet şiddetini
teşhir eden, işçi ve emekçi kadınları
devrimci mücadeleye çağıran, kadınların kurtuluşunun, halkların kardeşliğinin devrim ve sosyalizmde olduğunu vurgulayan dövizler taşıdık.
Ayrıca çok sayıda 8 Mart özel sayısından miting alanında dağıttık. Düdük
ve davullarla ve attığımız sloganlarla
coşkulu bir 8 Mart geçirdik.
Kortejlerin alana yerleşmesinin
ardından mitinge başlandı. 8 Mart
platformu olarak hazırlanan kürsü
metni sanatçı Nur Sürer ve bir kadın arkadaş tarafından TürkçeKürtçe okundu. 8 Mart’ın “İşyerinde
kapitalistin sömürdüğü, evde erkek
egemen ideolojinin ezdiği ucuz işgücü kaynağı işçi kadına, bütün gün
tarlalarda ağır işçi olarak çalışan sırtından-karnından çocuk eksik olmayan köylü kadına, evde insanı tüketen her türlü ev işini üstlenmiş ayinede iş gücünden sayılmayan görünmeyen ev işçisi kadına…” diye başlayan metinde anadilini konuşamayan,
üçlü baskı altında yaşamak zorunda
bırakılan Kürt kadınlarına, Ermeni
kadınlarına, işkencehanelerde cinsel
şiddetin en ağırını yaşayan devrimci
kadınlara kutlu olsun “ denildi.
Açıklamanın devamında 8 Mart’ın
tarihçesine kısaca değinildikten sonra
işçi kadınların iş alanlarında yaşadığı
ayrımcılıklar, kadınların ev içinde görünmeyen emeği, haksız savaşlarda ve
emperyalist işgaller sonucu kadınlara
yönelik şiddetin boyutları, ırkçı ve
milliyetçi dalgayla birlikte Kürt kadınlarının ve milli azınlıklardan kadınların aşağılanması, gözaltında
cinsel taciz ve tecavüz, namus adına
katledilen kadınlar, cinsel yönelimlerinden dolayı travesti ve transseksüellerin dışlanması, katledilmesi teşhir edilerek tüm bu olumsuzlukların
ortadan kaldırılması için, özgürlük
mücadelesi için dayanışmanın ve ör-
8
gütlenmenin önemine vurgu yapıldı.
Kürsüde ayrıca Hrant Dink’in ölümünün 40. günü sebebiyle katilleri
bir kez daha lanetlenerek Ermeni kadınları ve Ermeni halkı ile dayanışma
mesajları gönderildi. Barış Anneleri
adına bir ana yaptığı kısa konuşmasında Kürt kadınlarına ve Kürt halkına yönelik artarak devam eden saldırılara değinerek tüm kadınları Kürt
kadınlarının mücadelesini desteklemeye çağırdı.
Kürsüden yapılan konuşmalardan sonra Nilüfer Akbal ve Grup
Elenya’nın Türkçe ve Kürtçe şarkıları
eşliğinde çekilen halayların ardından
miting sona erdirildi.
Mart 2007 ✓
Adana’da 8 Mart
Mart Dünya Emekçi Kadınlar
günü Adana’da biri sadece kadın, diğeri karma katılımlı olan
iki ayrı yürüyüşle gerçekleşti. Bizim
de YDİ Çağrı okuru kadınlar olarak
içinde yer aldığımız kadın yürüyüşü
8 Mart günü saat 12.00’de yapıldı.
Yürüyüş başlamadan önce Mimar
Sinan Açıkhava Tiyatrosu önünde
toplanan kadınlara hazırladığımız
bildirileri dağıttık. Bildirilerimizi
dağıtırken Kürt kadınlarının sıcak
ilgisiyle karşılandık. Polis, DTP Genç
Kadın Birimi’nin açtığı ve üzerinde “BİZ
BARIŞ DEDİK SİZ
ZEHİRLEDİNİZ” yazılı pankarta müdahalede bulundu. Tertip
komitesi ve polis arasında kısa bir tartışma oldu. Pankart,
tertip komitesinin
“sorumluluğ u üstleniyoruz, gerekirse
dava açın” demesiyle kaldırılmadı.
Eyleme DTP Genç Kadın Birimi,
DÖKH, İşçi Mücadelesi, Eğitim-Sen,
EMEP, AMARGİ, Karşıyaka Kadın
Dayanışması pankartları arkasında
yaklaşık 500 emekçi kadın katıldı.
Yürüyüş boyunca “Cinsel, ulusal,
sınıfsal sömürüye son, Türk-KürtErmeni yaşasın halkların kardeşliği,
Jin jiyan azadi, Yaşasın 8 Mart, yaşasın mücadelemiz, Kimsenin namusu
olmayacağız, Irak’lı kadınlar yalnız
değildir” gibi bir çok slogan atıldı.
Yürüyüş alkış ve zılgıtlarla coşkulu
geçti. Ayrıca alanda Kürt kadınlar
“Öcalan, Kadınlar Apo’nun fedaisidir, İmralı kapatılsın” sloganlarını
attılar.
Tertip komitesi adına Reyhan
Kayışlı basın açıklamasını okudu.
Açıklamada Bursa’da yanarak can
veren tekstil işçileri, Urfa’da süt sağım işinde çalışan, servis aracı yerine
kamyonla taşınan ve Çırpı deresinde
boğularak can veren 13-15 yaşlarındaki genç kadın tarım işçileri, New
York’lu dokuma işçileri, komünist
kadın önderler Rosa Lüksemburg ve
Clara Zetkin anıldı.
İşgal altında olan tüm ülkelerin
kadınlarına değinilen açıklamada
Hrant Dink’in eşi Rakel Dink’in
“bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamalıyız kardeşlerim” sözüne vurgu yapıldı. 8 Mart’ın ücretli
izin günü ilan edilmesinin talep edildiği açıklamada Öcalan’ın bağımsız
bir hekim heyeti kontrolünden geçirilmesi istendi. Açıklama “Yarın yüz
milyonlar, milyarlar olacağız ve erkek egemenliğinin, kapitalizmin, sömürünün ve savaşın tüm izlerini sileceğiz tüm dünyadan sonsuza kadar; biz dünyanın yarısı kadınlar!”
sözleriyle bitirildi.
Polisin çok yoğun güvenlik önlemi
aldığı eylemde Kürt kadınlarının attığı Öcalan lehinde sloganlar nedeniyle tertip komitesi üyeleri sık sık
uyarıldı.
YDİ Çağrı/Adana ✓
11
yeni kadın dünyası
İzmir’de 8 Mart
U
luslararası emekçi kadınlar
günü 8 Mart, İzmir’de yapılan çeşitli etkinliklerle kut-
landı.
Basın açıklamaları, çeşitli etkinlikler yanında, İzmir’de iki ayrı platform temelinde yürüyüş ve miting
gerçekleştirildi.
10 Mart Cumartesi günü İzmir
Kadın Platformu, Gümrük’te toplanarak, Konak Eski Sümer Bank
önüne yürüdü. Burada kadın şenliği
gerçekleştirildi. Bu etkinliğin özelliği
kadın katılımlı olması idi.
Yür üy üşe; SDP, DÖK H, İşçi
Mücadelesi, ÖDP, Amargi, Halkevci
Kadınlar, Emek Partisi, Bağımsız
Kadın İnisiyatifi, KESK’li Kadınlar,
Ege Üniversitesi Kadın Araştırmaları
Topluluğu, Çekev katıldı.
Yürüyüş sırasında çeşitli sloganlar
atıldı. Atılan sloganlardan bazıları
şunlar: Yaşasın kadın dayanışması!,
Jin Jiyan azadi!, Bıjı biratiya gelan!,
Kadınlar sokağa, eyleme, özgürleşmeye!, Yaşasın 8 Mart, yaşasın mücadelemiz!, Dünya yerinden oynar,
kadınlar özgür olsa, Gelsin baba, gelsin koca, gelsin devlet, gelsin cop,
inadına isyan, inadına özgürlük!,
Dünyaya barış kadınlara özgürlük!
Kadınlar elele özgürleşmeye!
Yürüyüşe 800 civarında kadın katıldı.
11 Mart Pazar günü dergiler platformu ayrı bir yürüyüş gerçekleştirdi. Bu yürüyüşün özelliği
karma katılımlı olması idi. Bornova
Stadyumu önünde toplanan, düzenli
kortejler oluşturan kitle Cumhuriyet
Meydanına yürüdü.
Yürüyüşe; Alınteri, DPG, BDSP,
DKH, DHP, EKD, Tekstil-Sen,
ESP, Yeni Kapı Tiyatrosu, HÖC’lü
K ad ı n la r, İCİ, İş ç i G a z e te si,
KÖZ, Mücadele Birliği, Partizan,
Koordinasyon, Devrimci Hareket,
Eğe 78’liler katıldı.
Yürüyüşe 500 civarında kişi katıldı.
Yürüyüş sırasında çok çeşitli sloganlar atıldı. Atılan sloganlardan bazıları şöyle: 8 Mart kızıldır, kızıl kalacak!, Her gün 8 Mart, her gün kavga!,
Yaşasın 8 Mart Uluslararası Emekçi
Kadınlar Günü!, Kadın erkek elele
örgütlü mücadeleye!, Sınıfsal, ulusal,
cinsel sömürüye son!, Yaşasın devrim
ve sosyalizm!, Yaşasın halkların kardeşliği!, Jin jiyan azadi! Kahrolsun
ücretli kölelik düzeni!
YDİ Çağrı’nın 8 Mart bildirisi toplanma ve miting alanında dağıtıldı.
Cumhuriyet Meydanında yapılan konuşmalar, Grup Kavel ve Grup
Gün Işığı’nın söyledikleri coşkulu
parçalardan sonra miting son buldu.
12
YDİ Çağrı/İzmir ✓
Mersin’de 8 Mart
M
ersin’de bu yıl iki ayrı
kadın etkinliği yapıldı.
Bunlardan biri, KESK’e
bağlı sendikalar, partiler ve devrimci örgütlerin erkek katılımı ile
yaptıkları basın açıklaması idi.
Diğeri de, “Sosyalist Demokrasi
Pa r t i l i K a d ı n l a r, Toplu m s a l
Özgürlük Platformu, Demokratik
Özgür Kadın Hareketi”nden salt
kadın katılımlı eylem idi. Bu eylemde polisin bütün engellemelerine
rağmen İstiklal Caddesi’nden Taş
Bina’ya kadar yürünerek burada bir
basın açıklaması yapıldı. Ağırlığını
Kuzey Kürdistan’lı kadınların oluşturduğu yaklaşık 300 kadının taşıdıkları dövizlerde “Taciz ve tecavüze
hayır”, “Kadın katliamlarına hayır”,
“Savaşa hayır”, “Operasyonlara son”,
“Jin Jiyan Azadi!”, “Biji 8 Adara” yazılıydı. Tüm dünyada savaşa karşı
çıkarak kadınların savaşsız ekolojik
dengenin korunduğu bir dünya istediğini haykırdılar.
Kadınlar; “Hala mal gibi görülen,
başlık parasına satılan, tecavüzcüsü
ile evlendirilen, sendikasız, kadın
sağlığına zararlı ortamlarda düşük
ücretle çalıştırılan biz kadınlar yasal değişiklikleri yetersiz buluyor,
işlenen kadın cinayetlerine karşı yasaların caydırıcı olmadığını, dönem
dönem de af edilmesini yurttaşlık
haklarına aykırı buluyoruz.” diyerek tepkilerini dile getirdiler.
Abdullah Öcalan’ın sağlık durumuna da dikkat çeken kadınlar taleplerini şöyle sıraladılar: Yaşasın
Kürt, Türk, Arap, Ermeni kadınlarının kardeşliği; 8 Mart resmi izin
günü olsun; kadınların adet dönemleri resmi izin gerekçesi sayılsın; ev içi emek görülsün; her ilde
kadın barınma evleri açılsın; kadın
hukuku ve sendikal hakları tanınsın; namus ve töre adına kadınlar
katledilmesin; tüm kadınlar kendi
anadili ve kültürü ile kendisini ifade
edebilsin.
KESK ve diğer gruplarla birlikte
karma katılımlı yaklaşık 200 kişilik
grup ise, KESK binası önünde bir
araya geldi. Buradan taş bina olarak
adlandırılan Büyükşehir Belediyesi
önüne kadar yüründü. “Siyasette
temsil, istihdamda eşitlik için 8
Mart’ta alanlardayız!” diyen kadınlar; “Kimsenin namusu olmayacağız”, “Cinsel, ulusal, sınıfsal baskıya
son”, “Kadın katliamlarına son” gibi
sloganlarla oldukça canlı idiler. Bu
grupta özellikle devrimci gruptaki
erkeklerin attıkları sloganların ka-
dınların attığı sloganları bastırdığı
dikkat çekiciydi!
SCT’li kadın işçiler de eyleme grevlerinin 359. gününde olduğunu belirten pankart ve dövizleri ile katılmışlardı.
Biz bu eylemde 8 Mart bildirimizi
dağıttık.
Polisin yoğun önlem aldığı eylem
olaysız dağıldı
Mersin YDİ ÇAĞRI
19.03.2007 ✓
Antalya‘da 8 Mart
K
adınların uluslararası birlik,
dayanışma ve mücadele günü
olan “8 Mart” Antalya’da 11
Mart Pazar günü yaklaşık 350 kişinin
katılımıyla coşkulu bir şekilde kutlandı. Yürüyüşün neredeyse tamamını kadınlar oluşturuyordu. Eyleme,
eylemcilerin sayısı kadar poliste katılarak “güvenliğimizi sağlamak” maksadıyla alanda yerlerini almıştı.
Yürüyüşe KESK Antalya Şubeler
Platformu, Meslek Odaları, SDP, DTP,
EMEP, ÖDP ve Halkevleri katıldı.
Yürüyüş boyunca atılan sloganların
ağırlığı Bursa’da yanan, Urfa’da boğulan ve Novamed’de direnişte olan
kadınlar üzerineydi. Eylemin bitiş
noktasında kürsüden yapılan konuşmaya 8 Mart’ın tarihçesi anlatılarak
başlandı. Konuşmaya, Bursa’da yanan kadınların unutulmadığı, töre cinayetleri, Urfa Ceylanpınar’da günde
3 lira kazanmak için yaşamlarından
olan, boğulan kadınların unutulmayacağı ve Novamed’de direnişte olan
kadınların mücadelesinin örnek olduğu şeklinde devam edildi. Ayrıca
Hrant Dink’in cenazesinde yüzbinlerin yürüdüğü sırada Sevgili Rakel
Dink’in “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim” konuşması kısaca okunarak kadınların
milliyetçiliğe ve militarizme karşı oldukları belirtildi.
Erkek egemen sitemin varlığı sürdükçe kadınlar asla özgürleşemez… Kadınların özgürlüğü ancak
“Bolşevik Devrimle” mümkündür…
Ezilenlerin en ezilenleri olan kadınlar, örgütlü mücadelenin içerisinde yerlerini almalı ve sosyalizmin
kızıl bayrağına sarılarak erkek egemen sistemi yerle bir etmelidir.
Bunun için ileri!
Fabrikaları kalelerimiz haline getirmeli!
* Yaşasın Kızıl 8 Mart!
* Kahrolsun Erkek Egemen Sistem!
Yeni Dünya Gençliği/Antalya ✓
8 Mart
toplantıları
Y
Dİ Ç a ğ r ı ok u r u k ad ı nlar olarak 8 Mart Emekçi
Kadınlar Gününe yönelik biri
Adana’da, biri de Tarsus’ta iki etkinlik yaptık.
Etkinliklerden ilki Adana’da yapıldı. Yaklaşık 40 kadının katıldığı
etkinliğimize katılanların çoğunluğunu ev emekçisi kadınlar oluşturdu.
Öncelikle “Ekmek ve Gül” isimli
kadının erkek egemenliği altında yaşadığı sorunları anlatan bir sinevizyon gösterildi. Kadınların genel olarak sorunları ve yasal alandaki konumlarından bahseden iki ayrı sunum gerçekleştirildi. Ardından tartışma bölümüne geçildi. Bu etkinliğe katılımın sadece kadınlarla sınırlı tutulması, sorunların daha iyi
tartışılmasını sağladı. Kadın sorununun erkek egemen sistem tarafından oluştuğu anlatıldı. Çocukların
yetiştirilmesi ve ev hanımlığı tartışıldı. Bunun yanı sıra çalışan kadınların çocuk bakımı sorumluluğu nedeniyle işten ayrılmaları ve iş yerlerinde kreş vb. olmaması sorunu tartışıldı.
İkinci etkinliğimizi Tarsus’ta
Eğitim-Sen Şubesinde kadın-erkek
karma katılımlı olarak düzenledik.
Etkinliği karma yapmamızın nedeni daha çok işçilerin katılacağını
beklediğimizden kadın sorununu erkeklerle birlikte tartışmaktı.
Etkinliğin sunumunu iki kadın arkadaşımız yaptı. İki parçadan oluşan sunumda birinci bölümde yasal
alanda yapılan değişiklikler, ikinci
bölümde ise kadının gerçek kurtuluşunun sosyalizmde olduğu üzerinde
duruldu. Daha sonra tartışma bölümüne geçildi. Çalışan kadınların özgür olup olmadığı, üretimdeki yerlerine ve özel mülkiyetin varlığı koşullarında kadının nihai kurtuluşunun
mümkün olmadığı konularına değinildi.
Her iki etkinlikte de tartışma bölümünün ardından kültürel bölüme
geçildi. Etkinliklerdeki kültürel bölümlerde Çukurova Sahnesinin hazırladığı “Açık Oturum” adlı kısa
oyun sahnelendi. İki kadın arkadaşımızın “Komünistlerden Kadınlara
Çağrı” şiiri okudular. Ayrıca SCT işçisi bir kadın arkadaş kendi yazdığı
bir şiiri okudu. Bir kadın arkadaşımız “Cemile”, bir erkek arkadaşımız
ise “Çağsız Dokumacı” isimli şiiri
okudu. Son olarak 4 arkadaşımızın
yaptığı müzikle etkinliklerimizi sonlandırdık.
Etkinlikler içerik ve tartışmalar
açısından oldukça verimli ve canlı
geçti. Yaşanan en büyük sorun katılımın beklentimizin altında gerçekleşmesiydi.
YDİ Çağrı/
Adana / Tarsus ✓
panorama
PANOR AM A
NATO her “yön”de
saldırıda…
- AFGANİSTAN Afganistan’da da, Irak’ta olduğu gibi işgalcilerin işi
giderek daha fazla zorlaştı ve bir çıkmaz sokakla karşı
karşıya kalındı.
A
fganistan’daki gelişmelerle ilgili en son 104. sayımızda tavır takındık. Sözkonusu yazıyı yazdığımızda NATO komutasındaki “Uluslararası Güvenlik Destek
Gücü” (ISAF) “Megusa” harekâtı
adını verdiği askeri operasyonu sürdürüyordu. İşgal güçleri yetkilileri o
dönemde Taliban’a karşı mücadelenin başarısının “Megusa” askeri operasyonuna bağlı olduğunu söylüyorlardı. Bunları söylediklerinde, aynı
zamanda NATO yetkilileri ISAF
içinde yer alan ülkelere 2500 civarında yeni askeri güce ihtiyaç olduğunu anlatıyor ve Afganistan’daki işgal gücü sayısını yükseltmeye çalışıyorlardı.
Yaklaşık aradan geçen yarım senelik süreçte ortaya çıkan sonuç,
“Megusa” askeri operasyonuna ve
işgalcilerin yaptığı açıklamaya göre
yüzlerce Taliban militanının öldürülmesine rağmen herhangi bir başarının sağlanamadığıdır. Tersine,
Afganistan’da da, Irak’ta olduğu gibi
işgalcilerin işi giderek daha fazla zorlaştı ve bir çıkmaz sokakla karşı karşıya kalındı. Tam da bu çıkmazdan
dolayı giderek daha çok askeri güç
yerleştirme, daha çok savaş aracına
başvurma, daha çok saldırıyı gündeme getirmektedirler.
Afganistan’daki çıkmazdan kurtulabilmenin yollarından biri de,
işgalin gerçekleşmesinden sonra
Afganistan’daki işgal güçlerinin “iki
başlı”lığına giderek daha fazla son
vermeye çalışmalarıdır. İşgal sonrası dönemde ABD emperyalizminin işgal gücü “Sınırsız Özgürlük
Harekatı” (Operation Enduring
Freedom) (OEF) Afganistan’da “terörizme karşı mücadele” gücü olarak
gösterildi. ISAF gücü ise Afganistan’ı
yeniden inşa “yardım gücü” olarak
gösterildi.
Süreç içinde kitlelerin gözünde
ISAF’ın da gerçekte işgal ve savaş gücü olduğu inkâr edilemeyecek açıklıkta ortaya çıktı. 2003 yılı
Ağustos ayından itibaren de ISAF
gücü NATO’nun komutası altına
girdi. ISAF güçlerinin başta ilgilen-
diği alan esasıyla Kabul ve çevresiyle
sınırlıydı. NATO komutasına alındıktan sonra adım adım bu alan genişletildi. Önce ülkenin Kuzeyine
genişledi, bu esasta 2004 yılı sonlarına doğru tamamlandı. İkinci aşamada ülkenin Batısında kontrol ele
alındı ve Aralık 2005’te NATO ülkelerinin Dışişleri Bakanları’nın
kararıyla Afganistan’daki savaşı
yeni bir aşamaya yükseltme kararı
alındı. Üçüncü aşama ise esas olarak Haziran 2006’da NATO komutasındaki ISAF gücünün ülkenin
Güneyine genişletilmesiydi. Bu noktadan itibaren ISAF güçleri yoğun
bir çatışmayla karşı karşıya geldiler
ve esasta bugüne kadar da sürmektedir. 2006 Eylül ayı başlarında gerçekleştirilen ve “başarı” için umut bağlanan “Megusa” askeri operasyonu da
Afganistan’ın Güneyindeki işgal karşıtı güçleri yenilgiye uğratma hedefliydi. Bu umutları boşa çıktı…
En gecinden ama bu “Megusa” operasyonu sürecinde ISAF ve OEF güçlerinin birleşmesi adımı atıldı. Buna
rağmen ama NATO’nun resmen tüm
Afganistan’da komutayı alması hâlâ
sözkonusu değildi. Bu adım, yani
ISAF ve OEF güçlerinin sıkı işbirliği
ve koordinasyon “Megusa” operasyonu ile daha da geliştirildi. NATO
yöneticileri 28 Eylül 2006 tarihinde
ülkenin Doğusunu da komutası altına alma kararı aldı ve bunun sonucu olarak 12-13 bin kadar ABD askeri de –OEF güçleri– NATO komutasına verildi. OEF güçlerinin bir bölümü de ABD emperyalizminin doğrudan komutası altında işgal gücü
olarak ve “terörizme karşı mücadele”
etme adına varlığını sürdürüyor.
Buna rağmen ama tüm Afganistan
çapında yürütülecek askeri operasyonlarda “iki başlılık” esas olarak
ortadan kaldırılmış durumdadır.
Böylece NATO komutasındaki ISAF
güçlerinin, işgal ve savaş komutanlarının daha esnek ve planlı savaş yürütmesinin hesapları yapılmaktadır.
Savaşın yürütülmesi, komutasıyla
merkezileştirilmektedir. ISAF güçlerinin komutasının Şubat ayı başından
itibaren ABD emperyalizmine devredilmesi olgusu ise, savaşın “tek başlı”
yürütülmesini kolaylaştırmaktadır.
ABD emperyalizmi tüm savaş müttefiklerini daha fazla savaşın içine
çekmeye çalışırken, hem NATO’da
söz sahibi olan esas güç olarak, hem
de ISAF gücü dışında OEF güçlerine
sahip olarak Afganistan’da da savaşı
sürdüren büyük güç konumundadır.
ISAF güçlerinin etki ve harekât
alanını tüm Afganistan’a genişletme ve bu güçlerin komutasının da
NATO’da olması, ABD emperyalizminin müttefiklerini NATO ülkesi
olarak da savaşa daha fazla çekme
işini kolaylaştırmaktadır.
Bu arada bir kez daha bilince çıkarılması gereken gerçeklik, Alman
emperyalizmi gibi güçlerin Irak’taki
savaşta yer almadığı veya “karşı olduğu” görüntülerinin aldatıcı olduğu; bu ve benzeri emperyalistlerin
Irak savaşında ABD ve diğer işgal
güçlerini desteklediğidir.
Örneğin Alman emperyalizmi
Irak’a doğrudan ve açıkça işgal gücü
göndermese de savaşın destekçisi durumundadır. Bu, sadece bombalama
hedeflerini tespit edip bilgileri ABD
askerine vermesi; ya da Irak savaşının en önemli ikmal sahası olarak
Almanya’daki kimi havaalanlarını,
denizyollarını kullandırmasıyla değil, Afganistan’da doğrudan işgal
gücü olarak yer almasıyla da Irak savaşında ABD’nin yolarkadaşıdır.
Buna bağlı olarak da kamuoyuna
NATO talep etti diye gösterilen 68 kadar Tornado “Recce” tipi istihbarat uçaklarının Alman emperyalizmi tarafından Afganistan’a gönderilmesi gibi, 500 asker daha gönderme kararı verildi. Bu uçakların
adı istihbarat uçağı olarak geçse de,
istihbaratın da savaşın kaçınılmaz
parçası olduğu, istihbaratsız savaşın
başarısının pek de mümkün olmadığını aslında hemen herkes bilmektedir. Bu olguyu bile gizlemeye çalışmaktadırlar. Bu uçaklar açıkça hedef tespit edip bilgileri hem NATOISAF’a hem de OEF-ABD güçlerine
aktaracak, onlar da hedefleri “teröristlerle mücadele” adına bombalayacaklar. Bunun yanısıra, şimdiye kadar istihbarat görevini yerine getiren
İngiliz emperyalizminin uçakları da,
Tornadolar sayesinde istihbarat görevinden doğrudan bombalama görevine verilecekler.
Kuşkusuz ki emperyalistlerin yolarkadaşlığı onların kendi çıkarlarının hesapları üzerine kurulu olduğunu ve aralarındaki dalaşın varlığını ortadan kaldırmıyor. Bunların
yolarkadaşlığında esas hesap pastadan kimin daha fazla pay alacağı hesabıdır. Pastanın aynı parçasını elde
etme dalaşı onların yolarkadaşlığına
son verecektir.
Savaşta yer alıp almama bağlamında her şeyden önce bilince çıkarılması gereken olgu, Afganistan ve
Irak işgallerinin, savaşlarının birbiriyle doğrudan bağlantılı olduğu; işgalci güçlerin en başta da ABD emperyalizminin bu iki savaşı birbirinden kopuk ele almadığı ve alamayacağı, hesapların iki savaşın da birlikte
gözönüne alınarak yapıldığı olgusudur, gerçeğidir. Bu yüzden de Irak’a
işgal gücü gönderenler aynı zamanda
Afganistan’daki savaşa; Afganistan’a
işgal gücü gönderenler de aynı zamanda Irak’taki savaşa destek verme
konumundadır. Bunu mümkün kılan
temel olgu ise, her iki savaşın da başını ABD emperyalizminin çekmesi
olgusudur. Bu temelde soruna baktığımızda esasında Türkiye’nin de Irak
ve Afganistan savaşlarının içinde yer
aldığını açıkça görebiliriz.
AFGANİSTAN NATO’NUN
GELECEĞİ Mİ?
Özetle aktarmak gerekirse, Doğu
Bloku’nun çökmesinden sonra emperyalistler NATO’nun rolünü ve görevini “sosyalizme, sosyalist bloka
karşı” olmaktan çıkarıp NATO’ya
dünya egemenliği dalaşında işgal
gücü rolünü vermeye yöneldiler.
Afganistan savaşı esasında hem
emperyalistler arası dalaşta mevzi
13
panorama
kazanma, hem işgalcilerin yeni silah denemeleri, askeri harekat deneyimi elde etme ve hem de NATO’nun
üzerlendiği yeni misyonu başarıp başarmayacağının test edildiği bir savaştır.
Gerek NATO yetkilileri gerekse
de örneğin ABD emperyalizminin
Afganistan Ataşesi’nin açıklamalarına göre, Afganistan’daki savaşta
sadece Afganistan’da Taliban’a karşı
savaşı kazanmak değil, NATO’nun
geleceği de sözkonusudur. ABD’nin
Afganistan Ataşesi açıkça NATO
Afganistan’da “ya savaşı kazanacaktır ya da örgüt olarak akamete uğrayacaktır” demektedir. Kimileri de
açıkça, “NATO değişimini dünya çapında müdahale edecek istikrargücüne dönüştürecek ve böylece küresel
güvenliğin merkezi olmayı başaracak
mı?” tespitleriyle, emperyalistlerin
gerçekte NATO’ya hangi misyonu
biçtiğini ortaya koyuyor. Bu yaklaşıma bağlı olarak da NATO’nun kaderi de Afganistan’da savaşın kazanılmasına bağlanmaktadır. Yani
NATO, Afganistan’da kendi geleceğini belirlemek için de savaş yürütmektedir. 11 Eylül 2001 olaylarından
hemen kısa süre sonra Afganistan’ın
savaş hedefi seçilmesinin esas nedenlerinin Bin Ladin ya da El Kaida olmadığı da aslında emperyalistlerin
bu planlarıyla ortaya çıkmaktadır.
Afganistan’a yönelik savaşın 11 Eylül
2001’den önce planlandığı da bu
arada ortaya çıkan bilgiler arasındadır. ABD emperyalizmi başta olmak
üzere NATO da çok uzun bir süre
Afganistan’da kalma amacındalar.
Bunun da hem siyasi hem askeri ön
koşullarını yaratmış durumdalar.
Afganistan savaşı bir yanıyla bugün
ABD emperyalizminin Ortadoğu’ya
hakim olma savaşı olarak, örneğin
İran’a karşı başlatılacak bir savaşın
üssü olarak görünmektedir. Bunun
içinde ama gelecekte Rusya veya Çin
ile olası savaşın üssü olma hesapları
da vardır. Bu yönlü plan ve hesaplar
Afganistan’da işgalin daha çok uzun
süre süreceğini göstermektedir.
BÜYÜK BAHAR OPERASYONU…
14
2006 Eylül ayı başlarında startı verilen “Megusa” operasyonu ve adı
verilmeyen ama hemen hergün yaşanan operasyonlar, işgalci güçlerin “zafer” kazanmasına yol açmadı.
Tersine, Taliban güçleri Musa Kale
örneğinde olduğu gibi kimi yerleşim
alanlarını ele bile geçirmektedir. Bu
arada kimi Taliban güçleri yetkililerinin “elimizde binlerce intihar komandosu var” biçimindeki açıklamalar ise, işgalcilerin önceki operasyonlardan daha güçlü operasyonları
planlamalarına gerekçe olarak gösterilmektedir.
Bunun en son örneği, NATO yetkililerinin önceden hazırlıklarına
başladığını ve “büyük bahar operasyonu” yapılacağını propaganda ettiği
ve “Achilles Harekatı” adını verdik-
leri saldırıdır. 6 Mart’ta başlatılan bu
harekât tüm şiddetiyle sürmektedir.
Bu harekatın en temel amaçlarından
biri Musa Kale gibi isyancıların kontrolü altına aldıkları yerleşim alanlarını yeniden ele geçirmektir.
Bu operasyonda sözkonusu yerleşim alanları yeniden işgalcilerin kontrolüne geçse de, savaşın ve işgalin ve
işgale karşı savaşın kısa sürede son
bulmayacağı açıktır.
Savaşın Afganistan halklarına somut etkilerini, somut yürüyen çatışmaların sonucu da onbinlerce insanın sürgün yollarına düştüğünü, onbinlerce insanın bu savaşta öldürüldüğünü, yaşamak için insanların ge-
reksinimleri bağlamında aklınıza ne
geliyorsa, Afganistan yoksullarının
tüm bunlardan mahrum kaldığını
somut verileriyle aktarmak, bu yazımızın çerçevesini aşıyor.
Afganistan’da yaşamın Taliban
iktidarı döneminden bile daha zor
ve kötü olduğu burjuva siyasetçilerin bile teslim ettiği gerçekliktir. Yaklaşık beşbuçuk senelik savaş,
Afganistan’da sadece yakıp, yıkma
yok etmeye yol açmıştır. “Yeniden
inşa” diye bahsettikleri şeyler bile
esasta askeri ve polisiye “inşadır”.
İnsanların başını altına soktukları ve
ev demeye bin şahit isteyen viraneler,
ya da naylon, kağıt çadırlar, baraka-
Savaşa hazırlık hızlanarak
sürüyor…
- İRAN Gelişmelere bakıldığında ABD emperyalizminin
özellikle İsrail ile birlikte İran’a yönelik bir savaşı
yürütmeye kararlı olduğu ve bu savaşın Bush’un
Başkanlık görevi bitmeden başlatılacağı düşüncesi öne
çıkmaktadır.
A
BD emper ya lizminin ve
İsrail ’in hedef tahtasına
oturttuğu İran’a karşı savaş
hazırlıkları, son dönemde giderek hız
kazandı. Daha önce AB-üçlüsü’nün
(İngiltere, Almanya, Fransa) diplomatik görüşmelerle sorunu çözmeye
çalıştığı görüntüsü başarısız kalmıştı. Bu görüşmelerde sözkonusu bu
“üçlü”nün oynadığı gerçek rolün, sorunu çıkmaza sokmak ve İran’a karşı
baskıları yoğunlaştırmanın önünü
açmak olduğu bu süreçte açıkça ortaya çıktı.
İran’ın “atom silahı” üretmek istediği iddiası ile, –evet bunun anda sadece bir iddia olduğu ABD emperyalizmi yetkilileri tarafından da kabul
edilmektedir– yaratılan sorun aslında emperyalistlerin saldırganlığının açık göstergesidir. Kuşkusuz ki
İran da atom silahına sahip olmak
istiyor. Ama anda, içinde bulunduğumuz koşullarda İran atom silahı
üretmemiştir ve üretme durumunda
da değildir. “Uranyum zenginleştirmeyi başardık” yönlü açıklamaları
da esasta nükleer enerji üretmenin
önkoşulunu oluşturduklarının propagandası içindir. Uranyum zenginleştirmenin %3.5-4.08 oranında olması durumu da atom silahı üretmenin anda mümkün olmadığının açık
verisidir. Çünkü atom silahı üretmek
için uranyumun en azından %80
zenginleştirilmesi gereklidir. İran’da
anda durum böyle değil.
Yine İran uluslararası anlaşmalara
göre uranyum zenginleştirdiği ve di-
ğer atom santralleri “Uluslararası
Atom Enerjisi Kurumu”nun (IAEA)
denet i m i ne su n mu şt u r. I A E A
İran’daki atom santrallerinin andaki
durumunu kontrol edebilmekte ve
atom silahı üretiminin yapılması konusunda herhangi bir delil sunamamaktadır.
Bu konuda yürüyen pazarlıklarda,
dalaşta aslında böylesi delillere ihtiyaç da duyulmamaktadır. Bu sorun, en başından itibaren ABD emperyalizminin ve süreç içinde ABD
emperyalizmiyle benzer tavır içine
lar da, bu savaşta başlarına yıkıldı…
Evet, emperyalistlerin, işgalcilerin
karşıdevrimci, gerici savaşları her
zaman ezilenlere, ezilen halklara yıkımdan, yoketmeden başka bir şey
getirmez, getiremez. Öldürülen insanların cesetlerinin yakılması gibi
barbarlıklar da bu sömürü sisteminin barbarlığının parçasıdır. Ne
Taliban’ın Ortaçağ barbarlığı ne de
emperyalistlerin barbarlığı kurtuluş
değildir.
Ezilenler için temel mesele, insanlığın kurtuluşu için bu emperyalist,
gerici barbarlığa son vermenin mücadelesine atılmasıdır.
20 Mart 2007 ✓
giren İngiliz, Fransız ve Alman emperyalizminin uluslararası anlaşmalara ters davranarak yarattıkları bir
sorundur.
Bu emperyalistlerin tavırları izlendiğinde, gerçekte İran bugün uranyum zenginleştirme planından vazgeçse bile, bunların İran’a yönelik
baskılara, yaptırımlara son vereceğinin garantisi yoktur. Tersine yeni
sorunlar yaratılarak İran’ı başka biçimlerde köşeye sıkıştırmak isteyeceklerdir.
Aslında ABD emperyalizminin
İran’a karşı savaşı bugüne kadar başlatmamış olmasının önemli engelleri,
Rusya ve Çin’in Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyi’nde fren rolü oynamaları ve Irak ile Afganistan’da
yürüyen savaşın ABD emperyalistlerinin istedikleri gibi yürümemesidir.
Bu arada İran’ın da ne Afganistan ne
de Irak olduğu egemenlerin bilincindedir. Bu yüzden de ince eleyip sık
dokumaktadırlar.
Gelişmelere bakıldığında ABD emperyalizminin özellikle İsrail ile birlikte İran’a yönelik bir savaşı yürütmeye kararlı olduğu ve bu savaşın
Bush’un Başkanlık görevi bitmeden
başlatılacağı düşüncesi öne çıkmaktadır.
Bu düşüncenin birkaç önemli yönü
şöyledir: ABD emperyalizmi, dünya
çapındaki petrol ve doğalgaz kaynaklarının önemli bir bölümüne sahip İran’daki etkisini son yıllarda
kaybetmiş durumdadır. Anda hemen
hemen sıfır düzeydeki ticari ilişkilerin tersine ABD, Şah rejiminin devrilmesinden önce İran’ın esas ticaret
partneriydi. Humeyni rejiminin iktidara el koymasından sonra uygulanan yaklaşık 25 yıllık ambargo ABD
emperyalizmi yerine, özellikle Rusya
ve Çin’in, ama Avrupa Birliği’nin
kimi devletlerinin de İran ile ticari
ilişkilerde önemli yol almasını beraberinde getirdi. Anda İran ile diplomatik yollarla anlaşılsa ve İran nükleer enerjiden tümüyle vazgeçse bile,
ABD tekellerinin, andaki İran devletinin ilişkilerinin korunduğu koşullarda, Rusya, Çin veya AB ülkelerini
yakalaması veya geçmesi mümkün
görünmüyor. Bunun için de Irak’ta
yapıldığı gibi savaşla yönetimi devir-
panorama
mek ve yeni bir durum yaratarak yeniden egemen güç olmanın yolunun
açılması gerekiyor.
Kısacası savaş çıkarmadan ve İran
yönetimini zorla değiştirmeden ABD
emperyalizminin yeniden İran’a yerleşip esas güç olma imkânı anda yoktur.
Bir başka nokta ise, ABD’nin Irak
ve Afganistan’a saldırmasının aynı
zamanda İran’ın iki rakibinin devreden çıkarılması anlamına geldiği; bunun da İran’ın etkisini bölgede güçlendirdiğidir. Örneğin Irak’ta Şiilerin
önemli bir güç olarak öne çıkması
aynı zamanda İran’ın da güçlenmesi
olarak hesaplanıyor. İran’ın bu güçlenmesinin sürekli biçimde geriletilmesinin de esas yolu olarak savaş görülmektedir.
Önemli bir yaklaşım da esasında
İran’a dayatılan nükleer enerjiden
vazgeçme konusunda, İran’ın teslim
olmayacağının baştan bilinmesidir.
İran’ın uranyum zenginleştirmekten
vazgeçmesinin de, saldırıların son
bulacağı anlamına gelmiyor.
Kısacası nereden bakılırsa bakılsın, İran’a karşı bir savaşın, uzun süreli ve planlı olarak hazırlandığı ortaya çıkmaktadır. Bu durumda öyle
ya da böyle ABD diğer emperyalist güçleri yanına çekemese de –ki
AB-üçlüsü esasında aynı rotada yürüyor– gerek tek başına, gerekse de
İsrail ile birlikte İran’a saldıracaktır.
ABD emperyalizminin İran’a saldırmaktan vazgeçmesi, esasında uluslararası durumda sürpriz bir gelişme
olacaktır. Kuşkusuz bu sürprizi dıştalamak doğru olmaz…
BM GÜVENLİK KONSEYİ’NDEN
YAPTIRIMLAR!
AB-üçlüsü’nün pazarlıkları çıkmaza
girdikten sonra İran kendi açısından haklı olarak bu tür görüşmelerden çekildi. IAEA yetkilileri sorunu
sonuçta BM Güvenlik Konseyi’ne
devretti. Sorunun BM Güvenlik
Konseyi’ne devredilmesi, aslında
ABD emperyalizminin istediği bir
şeydi. AB-üçlüsünü yanına alan
ABD, BM Güvenlik Konseyi’nden
İran’a karşı yaptırım önlemleri aldırma çabası içinde olduğunu açıkça
gösteriyordu. İran’a karşı savaşın BM
Güvenlik Konseyi’nin icazetini şimdiye kadar almamış olması, özellikle
Rusya ve Çin’in tavırları sayesinde
olmuştur. Rusya ve Çin’in ABD’nin
İran’a karşı savaşında çıkarlarının
zedeleneceğinin bilincinde, yaptırımların mümkün olduğunca gündeme gelmesini engelleme çabaları
da, ABD emperyalizminin savaşa
uluslararası meşruluk kılıfı geçirmesini geciktirmiştir.
23 Aralık 2006 tarihinde ise BM
Güvenlik Konseyi, İran’a yönelik
kimi yaptırımları gündeme getirdi.
İran’a iki ay zaman tanıyarak bu süreçte uranyum zengileştirmeyi durdurmasını talep etti. 60 günlük bu
süreç 21 Şubat’ta bitti.
Bu süreçte ABD emperyalizmi
İran’a yönelik suçlamaları yoğunlaştırdı. Buna yer yer Türkiye medyası
da ortak oldu. Örneğin Hürriyet gazetesinin, İran eski Savunma Bakanı
Yardımcısı Ali Rıza Askari hakkındaki haberleri, ABD emperyalizminin savaş hazırlığı propagandasının
bir parçası gibiydi.
ABD emperyalizminin temsilcileri ise, esasta İran’ın Irak’ta “ajanlık” yaptığı, ABD askerlerinin öldürülmesinde rol oynadığı, Irak’taki
isyancılara silah desteği verdiği vb.
suçlamaları öne sürerek savaş havası
yarattı ve İran’a müdahalenin psikolojik havasını yaratmaya çalıştı, çalışıyor.
Bu arada Irak’ta İran diplomatları
tutuklandı. “Köstebek savaşı” adına
CIA’nin Askari’yi, İran’ın da Şii lider
El Sadr’ı kaptığının, El Sadr’ın İran’a
kaçtığının propagandası yapıldı.
ABD emperyalizmi tüm bu çabalarına Körfez’e iki savaş uçağı gemisi
daha göndermeyi de ekleyerek aslında hızlı ve Irak’a saldırı öncesindekinin benzeri biçimde savaşa hazırlandığını dünya kamuoyuna gösterdi.
Bu propaganda rüzgarına İsrail’in
İran’a gerekirse tek başına da saldıracağının; İran’ın atom santrallerine
Hiroşima’ya atılan atom bombasından 15 kat daha güçlü atom silahıyla
ve lazer silahlarla saldıracağı, bunun
provasını ve hazırlığını yaptığı yönlü
haberler de eklendi.
Bu arada IAEA şefi Baradey, taraflara bir “dinlenme” süreci önerisinde
bulundu. Buna göre İran’ın uranyum
zenginleştirme çalışmasını durdurması ve BM’nin de yaptırımları kaldırması isteniyordu. Bu önerinin
İran’ın yeniden görüşmelere katılmayı kabul etmesi için düşünüldüğü
söylendi. Fakat, İran’ın görüşmelere
dönmesi durumunda bile, İran’a dayatılacak olanın, uluslararası nükleer
enerji anlaşmasına göre hakkı olan
barışçıl amaçlı nükleer enerji üretiminden vazgeçilmesi olduğu açıktır.
Bu olgu bile, görüşmelerin aslında
oynanan bir oyun olduğunun açık
ispatıdır.
Bu süreçte yaşanan önemli bir gelişme ise, İran ile Rusya arasındaki
roketsavar ticaretinin gündeme gelmesiydi. Rusya İran’a 29 adet Tor-MI tipi roketsavar sattı. Bunlar esasta
bu konuda en gelişmiş savunma silahları arasında sayılmaktadır. ABD
emperyalizminin tam da İran’a yönelik savaşa hazırlık yaptığı bir dönemde bu roketsavarların İran’a satılması, kuşkusuz ki ABD emperyalistlerinin Rusya’ya karşı kinlenmesine yol açmaktadır.
21 Şubat ’a gel i nd iğ i nde BM
Güvenlik Konseyi’nin yeniden durumu ele alması gerekiyordu. IAEA
şefi Baradey’in raporu ise, İran’ın
BM’nin talebine uymadığını ortaya
koymasından öte, şüphe yaratmaya
hizmet eden ve evet, bu durumda
Irak’a savaşının başlatılmasından
önceki dönemde takınılan tavırlara
benzer bir yaklaşımın örneğini oluşturuyordu.
21 Şubat’tan sonra yeni yaptırım ve
ültimatom üzerine tartışmalar başladı. Ahmedinecad 20 Şubat’ta “eğer
sözkonusu batılı devletler de kendi
uranyum zenginleştirme programlarını dondururlarsa, biz de programımızı durdurmaya hazırız” diyordu.
İşin böyle olmayacağı belliydi.
Aslında Rusya’nın veya Çin’in
İran’a karşı savaşı istememelerine
rağmen, BM Güvenlik Konseyi’ndeki
tartışmaların sorunu çözmekten çok,
İran’a yönelik saldırıyı geciktirmekten başka bir rolünün olmadığı; ortak karar olarak da çıksa, bundan
sonraki her kararın daha sıkı yaptırımları içereceği ve sonuçta İran’a
karşı savaşın yolunun taşlarını döşeyeceği açıktır.
Mart ayının 21’ine kadarki tartışma
sürecinde BM Güvenlik Konseyi, genel tavırda uzlaşma sağlasa da, yeni
yaptırım karar tasarısında anlaşamadı. Sorunu yeni tartışma sürecine
erteledi.
Bu yazı okunduğunda, büyük olasılıkla BM Güvenlik Konseyi, İran’a
yönelik yeni yaptırım kararını vermiş olacaktır.
BM Güvenlik Konseyi nasıl bir karar verirse versin, ABD emperyalizmi İran’a saldırmakta kararlıdır.
İsrail ise atom silahı da kullanarak
İran’a saldırma planlarını yapmaktadır. Ne kadar büyük bir sahtekârlık!
İran’ın atom silahı üretme olasılığını
ortadan kaldırmak için, atom silahı
kullanmanın planı yapılmaktadır.
Bu bile, bunların atom silahlarına
değil, İran gibi ülkelerin atom silahlarına sahip olmasına karşı olduğunun açık ispatıdır.
Öyle ya da böyle, biz Türkiyeli işçi
ve emekçilerin görevi, Türk devletinin ABD ve İsrail ile İran’a karşı savaşın bir ortağı olmasına karşı mücadeledir. Türk devletinin Irak’a karşı
savaşta hesaplamadığı 1 Mart tezkeresi kazığının acısını İran halklarından çıkarma hesaplarını şimdiden
bozmalıyız! Türk hakim sınıflarının
İran’a karşı savaşta ABD emperyalizminin veya müttefiklerinin ortağı
olarak bizi savaşa ortak etmesine engel olmak, samimi demokrat olmanın bile en temel ölçüsüdür.
Bu arada Türk devletinin Kürtlere
yönelik saldırı için Irak sınırına yoğun biçimde asker yığmasına karşı
kitleleri bilinçlendirmek de bizim görevimizdir.
Haksız ve gerici savaşlara hayır!
Yaşasın ha l k ların kardeşliği!
Yaşasın proletarya enternasyonalizmi!
Emperyalist barbarlığa son!
22 Mart 2007 ✓
Airbus’ta “tasarruf” planı
“Power 8”!
- FRANSALMANYA Airbus’ta çalıştığı söylenen 55 bin çalışanın büyük
bölümü Fransa ve Almanya’dadır. İngiltere’de 10 bin
civarında ve İspanya’da da 3 binden fazla çalışanı var.
Resmen açıklanan plana göre dört yıl içinde 10 bin işçi
işten çıkarılacaktır.
B
urjuvazinin borazanlarının,
sömürenlerle sömürülenlerin,
ezenlerle ezilenlerin çıkarlarının farklı olduğu gerçeğinin üzerini
örtmek ve kitlelerin bilincini karartmak için “hepimizin çıkarları birdir”
biçimindeki propagandaları, ne yazık ki işçiler, emekçiler içinde etkili
olabiliyor.
Bu öyle bir etki haline dönüşebiliyor ki, fabrikada işçilerin önemli kesimi, “eğer işveren daha fazla kâr yaparsa, işçilerin de durumu daha iyi
olur” yalanına kanabiliyor. Bunun
doğrudan sonucu da, egemenlerin
saldırılarına karşı mücadele etmeme
konumuna düşülüyor.
Gerçekte ise, işverenlerin, daha iyi
ifade ile kapitalistlerin kârları ne ka-
dar yüksek olursa olsun, bu durum,
işçilerin durumunun daha iyi olmasını beraberinde getirmiyor. Çoğu durumda ise kapitalistlerin kârlarının
yüksekliği işçilerin durumunu, özellikle de işsizler ordusuna gönderilme
temelinde daha da kötüleştirmektedir. İşsizler ordusunun varlığı ve büyümesi ise, yine çalışanların ücretlerinin düşürülmesi, çalışma koşullarının daha da kötüleşmesi için araç
olarak kullanılmaktadır. Bunlar kapitalist sistemin abecesi de olsa, işçilerin emekçilerin büyük bölümü ne
yazık ki bunun da bilincinde değil.
“Hepimizin çıkarlarının bir” olmadığını görmek aslında kolaydır.
Bunun için esas olarak, sömürü sisteminde gerek ekonomik gerek siyasi
15
panorama
16
çıkarların toplumun sınıfsal bölünmesine göre bölündüğü, sözkonusu
olanın da şu ya da bu sınıfın, sınıfların çıkarları olduğu gerçeğini kavramak ve bu temelde sorunlara bakmak yeterlidir.
Örneğin sömürücüler “tasarruf”tan
bahsettiğinde, sözkonusu olan işçilerden “tasarruf”, yani işçiler için işsizliktir. Sömürücüler için ise bu “tasarruf ” daha fazla kâr demektir. Bu
olguyu gösteren güncel örneklerden
biri Airbus’un “tasarruf” planıdır.
Airbus, Avrupa Havacılık Savunma
ve Uzay Şirketi’ne (EADS) bağlı,
başta Almanya ve Fransa’da olmak
üzere İngiltere ve İspanya’da 55 bin
civarında çalışanı olan bir uçak firması, tekeli…
Airbus’un durumu üzerine plan ve
programlar EADS’de kararlaştırılmaktadır. EADS’nin üretim programında değişik tipten uçaklar üretmenin yanısıra, Ariane Raketleri,
Satelit, Eurofighter adı verilen savaş uçakları ile askeri malzeme taşıma uçağı (A400M), helikopter vb.
yer almaktadır. EADS, uzay, havacılık ve savunma (gerçekte silahlanma)
alanında dünyanın ikinci büyük tekelidir. EADS’nin ana çekirdeğini
Airbus oluşturuyor. Airbus esas olarak ABD’nin Boeing tekeliyle birincilik dalaşı içindedir.
E A DS 19 9 9 y ı l ı nd a A l ma n
“Daimler-Benz Aerospace (Dasa)”
ile Fransız “Aerospatiale Matra”nın
birleşmesiyle oluştu. 20 0 0 y ılında İspanyol uçak üretici firması
“Casa” da EADS’ye katıldı. EADS
içinde hisse payına sahip esas güçler Fransa ve Almanya’dır. İkisi anda
22.5’er hisseye sahiptir. İşin ilginci
Fransız devleti %15 ve Fransız tekeli
“Lagardere” %7.5 hisseye sahipken,
Alman emperyalizminin temsilciliği %15 hisseyle DaimlerChrysler
tarafından gerçekleşiyor. Geri kalan
%7.5lik hisse ise değişik eyaletlerin
içinde yer aldığı konsorsiyuma ait.
Fakat DaimlerChrysler EADS içinde
Almanya’yı temsil etme konumunda.
Bu durumda esasta %22.5’lik payla
Fransa ile belirleyici güç konumundadır. Tekel, biri Alman biri Fransız
olmak üzere bir nevi “eşbaşkanlıkla” yönetilmektedir. İspanya devleti ise %5.5 hisseye sahip. Rusya
“Wneshtorgbank” ile %5 paya sahip.
Geri kalanı ise değişik petrol şeyhlerine kadar dağılmaktadır.
Verilen bilgilere göre Airbus
EADS’nin 2006 yılının ilk dokuz aylık cirosunun (27.5 Milyar avro) üçte
ikisini gerçekleştirmiştir. Bu süreçte
1.1 Milyar avro kâr etmiştir.
2006 yılında EADS genelinde
DaimlerChrysler’in kârı 649 milyon
avro olarak açıklandı. Bu kâr %15’lik
hisseye göredir. Buna göre kabaca
hesaplandığında EADS’nin kârı 4.3
milyar avro civarındadır. Kısacası
firmanın kârları iyi gitmektedir…
Durum böyle olduğu halde, özellikle A380 tipi Airbus yolcu uçaklarının fazla sayıda sipariş edilmesi,
teslimatın gecikmesi gerekçe gösterilerek “yeniden yapılanma” adına
“Power 8” adı verilen “tasarruf” planını gündeme getirdiler.
Bu plana göre dört yıl içinde (20072010) 5 milyar avro nakit para olarak “tasarruf” öngörülüyor. 2010 yılından sonra da yılda 2.1 milyar avro
daha fazla kâr planlanıyor. Bu planın
perde arkasında, gerçekte uluslararası çapta Airbus’un Boeing ile rekabet dalaşı yatmaktadır.
Fakat sadece bu dalaş yok işin
içinde. Fransız ve Alman emperyalizmi arasında da dalaş kızışmış durumda. Yani EADS ve Airbus içinde
de kimin esas karar verici güç olacağının dalaşı sürüyor. Fransız devletinin temsilcileri EADS’de hisse paylarını yükseltmeye ve yönetimi iki
28 Şubat’ta EADS yönetimi “Power
8” adı verilen planı onayladı. 5 milyar avro nakit tasarruf ve 2010 yılından itibaren 2.1 milyar avroluk
kazanç dışında, özellikle A380 tipi
yolcu uçakları üretiminde %20 verimlilik sağlanması hedeflenmektedir. Tekelin yetkin merkezleri sekizden dörde indirilmek istenmektedir.
Tüm bu planlar içinde işçilere düşen, kuşkusuz ki bunların kârlarından pay değildir. İşini kaybetme korkusu, işsizlik bekliyor onları.
Airbus’ta çalıştığı söylenen 55 bin
çalışanın büyük bölümü Fransa ve
Almanya’dadır. İngiltere’de 10 bin
civarında ve İspanya’da da 3 binden
fazla çalışanı var. Resmen açıklanan
plana göre dört yıl içinde 10 bin işçi
işten çıkarılacaktır. Ülkelere göre iş-
kişiden tek kişiye dönüştürmekten
yana olduklarını açıkça söylemekte
ve hatta bunu Başkanlık seçimi aracı
bile yapmaktadırlar.
Emperyalist tekellerin kendi içindeki dalaşa bir örnektir EADS’nin
Airbus ile ilgili dalaşı. EADS’nin
Fransız Başkanı Gallois, “Financial
Times” gazetesine yaptığı, “Her hükümetin, İngiliz, Fransız, Alman ve
İspanya hükümetlerinin pastanın en
iyi parçasını istiyoruz demesine şaşırdım. Ben pastanın sonuçta ne kadar
büyük olacağına kafa yormadan pastanın en iyi parçasını istiyorum diyen
çok insan gördüm.” açıklaması, gerçekte kapitalistlerin esas meselelerinden birine işaret ediyordu: Pastadan
en büyük payı kapmak!
Gallois’in “şaşırdım” demesine aldanmamak lazım. Fakat, rekabette
aynı zamanda paylaşılacak pastanın
büyüklüğüne de kafa yorulması gerektiğine dikkat çekmesi, Gallois’in
sermayenin çıkarlarına uygun düşündüğünün bir belgesidir. Gallois
sadece pastanın en iyi parçasına değil, pastanın daha da büyük olmasına göz dikmiş ve bu amaçla da
dünya çapında birinci sıraya çıkma
dalaşındadır.
Fransız ve Alman tekellerinin
EADS içinde egemen olma dalaşı,
aynı zamanda milliyetçi tavırların
teşvik edilmesiyle de bir arada yürüyor.
ten atılması planlananların sayısı ise
şöyledir: Fransa 4300, Almanya 3700,
İngiltere 1600 ve İspanya 400.
En azından ikisi Almanya’da, ikisi
Fransa’da ve biri de İngiltere’de olmak üzere beş fabrika ya satılacak ya
da kapanacaktır. Bu durumda işsiz
kalacaklar 10 bin sayısı içinde gözönüne alınmamıştır bile. Yetkililerin
yaptığı açıklamalara göre beşten fazla
fabrikanın satışı ya da kapatılması da
olasıdır. Bu durumda işsiz kalacakların sayısı 15 bin ile 20 bin arasında
olacaktır.
Bu örnekte de görüldüğü gibi, kapitalistlerin “tasarrufu” işçilerden “tasarruf”, işsizler ordusuna yenilerinin
eklenmesinden başka bir şey değildir. Kendileri ise milyarların sahibi,
bu alanda dünya çapında birinci güç
olma dalaşı içindeler. Onlar azami
kâr, ekstra kâr peşindeler. İşçiler ise
işlerinin, ekmeklerinin… Sınıfsal
farklılık aslında bu kadar çıplaktır.
“POVER 8”E KARŞI MÜCADELE
DE VAR!
Airbus’ta “yeniden yapılanma”, “tasarruf ” kokuları yayılmaya başladığında bu tekelin işçileri değişik düzey ve biçimlerde de olsa protesto eylemleri, kısa süre iş bırakmalar, yürüyüşler gerçekleştirdiler. Yer yer
milliyetçi temelde sesler yükselse de,
propagandalar yapılsa da, genelde
değişik uluslardan işçilerin birbirine
karşı kullanılmasına karşı tavırlar
da takınıldı ve en azından “Power 8”
planına karşı olmada ortak tavır sergilenmeye çalışıldı, çalışılıyor.
28 Şubat’ta sözkonusu planın EADS
yönetimince onaylanması ve kamuya
açıklanmasına karşı da, Airbus çalışanları, 1 Mart’ta Almanya’da, 6
Mart’ta Fransa’da büyük çapta işi bıraktılar. Daha sonra da binlerce işçinin katıldığı değişik eylemler gerçekleştirildi. 16 Mart tarihinde ise
Avrupa çapında eylem günü gerçekleştirildi. Basına yansıdığı kadarıyla 30 binden fazla işçi protesto
eylemlerine katıldı. Katılım aslında,
Almanya’da eylemlere katılanların
sayısının 25 bin olduğu bilindiğinde
ve Fransa’daki Airbus işçileri de hesaplandığında, en azından 40 bini
geçmektedir.
İşçiler öyle ya da böyle “Power 8”
saldırı planına karşı mücadele etmektedirler. Sorun bu mücadelenin
sarı sendikalar önderliğinde olması
ve gerçekte kapitalistlerin saldırılarına karşı, işçilerin çıkarlarını tutarlı bir savunma temelinde mücadele verilmemesidir. 10 bin işçinin
işten çıkarılmasına karşı mücadele
yerine, çıkışların “sosyal” olması teraneleriyle, sömürücülerin planlarına hizmet edilmesidir. Çıkışların
“sosyal”liği ise “gönüllü” çıkış alanlara ödenecek tazminatın kapitalistlerin vermek istediği miktardan birazcık yüksek olması oluyor! Ne büyük bir sahtekârlık! Hem işten atılacak, kibarcası işten ayrılacak, hem de
bu çıkış “sosyal” olacak?
EADS yöneticilerinin grev yapan
işçilere “daha uzun süre üretimi durduramayız. Uzun sürecek grev bizi
incitecek ve daha da gerilere atacaktır. Bu ise işçilerin çıkarlarına olamaz.” yönlü yalanları gibi sarı sendikalar da işten çıkarılmanın “sosyal”
olması için işçileri eylemlere sürmektedir.
Bu çerçevede sürdürülen mücadele işçileri bir kısır döngü içine sokmakta ve sonuçta çıkış totosu ona
vurduğunda işsiz kalmanın şokunu
yaşamaktadır. İş de işten geçmiştir
artık!
Bu kısır döngüden kurtulmak, iş
yerini kaybetme korkusunu yaşamamak ve evet işsizlik şokuna girmemek için, işçilerin proleter sınıf bilincine varması ve insanlığı sömürüden,
sömürü sisteminden kurtarmak için,
sınıfsal gücünün, misyonunun farkına varması gerekiyor. Bunun için
de işçi sınıfına sosyalizm bilincini taşıyacak komünist bir örgütlülük gerekiyor.
Uluslararası işçi sınıfının mücadelesi bizim mücadelemizdir. Nerede
olursa olsun, işçilerin egemenlere
karşı mücadelesinin yanındayız.
Dayanışmamız dünyanın tüm işçileriyle, emekçileriyle, ezilen halklarıyladır.
19 Mart 2007 ✓
gündem
“Sevr paranoyası” nerelere götürüyor!
H
alkın Kurtuluş Yolu (HKY)
Gazetesinin 8 Şubat 2007
tarihli, 24. sayısında, “Bu
Cinayetlerin Sebebini Yaratan ABD
ve AB Emperyalistleridir” başlıklı
uzun -5 gazete sayfası- bir yazı yayınlandı.
Yazı; ilk başta Hrant Dink cinayeti
konusunda tavır takınıyor izlenimi
verse de, yazıda esas olarak Ermeni
soykırımının olmadığı teması işlenmekte, Hrant Dink’in ne kadar “Türk
düşmanı olduğu”, “zavallı, soytarı
Sol’un” Hrant Dink’in katledilmesinin ardından takındığı tavır vb. eleştirilmektedir. Bu yazı “devrimcilik”,
“sosyalizm”, “Marksizm-Leninizm”
adına, hangi tavırların takınılabildiğini öğrenme açısından ibretliktir.
Bu yazıda getirilen suçlamalar, eleştiriler, karalamalar üzerine Ankara’da
çıkan bir tartışmada, iki devrimci bıçaklanarak yaralanmıştır.
Bu şiddet kullanımını, nedeni ne
olursa olsun –sol içinde şiddet kullanımının haklı hiçbir gerekçesi yoktur- reddediyoruz. Sol içinde şiddet
kullanımının hakim sınıflara yaradığını, devrim mücadelesine zarar
verdiğini, sol içinde şiddet kullanımının ilkesel olarak reddedilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bir kez daha
tüm devrimci grupları, sol içinde şiddet kullanımını ilkesel olarak reddetmeye, şiddet kullanan grupları teşhir
ve tecrit etmeye çağırıyoruz.
Halkın Kurtuluş Yolu Gazetesindeki
yazıya kısaca tavır takınmak istiyoruz. Yazının her yanlışına tavır takınmayacağız. Bu yazıda bunu yapmayı gerekli de görmüyoruz. Sadece
çok önemli bulduğumuz bir-iki noktada tavır takınmakla yetineceğiz.
Üslup meselesi
“Devrimci, Marksist-Leninist” iddiasına sahip bir parti, gazete, “sahte” de
görse, solun, devrimci grupların, gazetelerin şu veya bu konuda tavırlarını eleştirirken, üslubuna dikkat etmeli, yanlış gördüğü görüşlere karşı
ideolojik mücadele vermeli, ideolojik
mücadele kullanılan yanlış kavramlara, üsluba kurban gitmemelidir.
“Bu Cinayetlerin Sebebini Yaratan
ABD ve AB Emperyalistleridir” başlıklı yazıda kullanılan üslup “devrimcilik” iddiasına sahip, bir gazetenin kullanmaması gereken bir üsluptur.
Okurlarımızın kullanılan üslubun
nasıl olduğunu görmeleri için bir örnek verelim:
“Bizim savaşımızın, Anti-emperyalist bir ulusal Kurtuluş Savaşı olduğunu aslında eşekler bile görür, anlar. Aksi düşüncedeki zavallılar yukarıdaki aktardığımız satırları okurlarsa, belki eşekler kadar anlama becerisi gösterirler de, o sevimli, masum, çilekeş hayvancık düzeyine ula-
şabilirler… Bir de bunu amaçladık,
aktarmayı uzatırken…” (a.g.g. sayfa
9, abç)
Kemalistler, Türk ulusal burjuvazisi önderliğindeki, güdük antiemperyalist savaşı, “kurtuluş savaşı”,
antiemperyalist olarak görmeyenler
burada eşekle bir değerlendirilmekte,
hatta eşekten daha geri düzeyde görülmektedir.
Bu seviye değil, seviyesizliktir!
Eşeklerin nasıl olup da, “kurtuluş
savaşının antiemperyalist olduğunu”
gördüğü, anladığı, HKY Gazetesi yazar/larının gizi olsa da, ”kurtuluş savaşı” üzerine durmuyor, sadece kullanılan yanlış üsluba örnek vermekle
den biz bunlara, gerçek siyasi kimliklerine en uygun düşen bir adla hitap
ediyoruz: “Sevrci Sahte Sol” diyoruz
bunlara…” (a.g.g. sayfa 10, abç)
Aktardığımız alıntıda; adı verilen
devrimci gruplar, reformist partilerle
birlikte karşıdevrimci ilan edilmektedir. HKY Gazetesi hızını alamamış olacak ki, adı verilen parti, grupları “emperyalizm cephesi” olarak da
ilan etmektedir. Bu kadarına da pes
doğrusu!
Anlaşılan o ki, “Sevr paranoyası”
Halkın Kurtuluş Yolu Gazetesinin
pusulasını şaşırmasına neden olmuştur!
kendimizi sınırlıyoruz.
Kullanılan bu üslup doğru mudur?
Halkın Kurtuluş Yolu Gazetesi, siyasi
görüşlerini, tavırlarını yanlış bulduğu
gruplara karşı mücadele etme hakkına
elbette sahiptir. Ama bu üslup ile değil! Tutarlı ideolojik mücadele, doğru
yöntemi, üslubu gerektirir.
Yazıda devrimci gruplar için “Sevrci
sahte sol”, “zavallı, soytarı sol” kavramları da kullanılmaktadır.
Sadece bu kadar mı?
Yazıda devrimci grupların tümü,
bir çırpıda karşıdevrimci ilan edilmektedir.
“Cinayetin işlendiği gün olan 19
Ocak’tan 23 Ocak’a kadar süren eylemlerde; ÖDP, İ. Kaypakkayacı
Gruplar, ESP, EMEP, HÖC, SDP, DTP
ve bunlarla birlikte hareket eden birkaç küçük grup yer aldı. Tabii yerli
yabancı Parababalarının her kesiminden temsilcileri ve taraftarları da.
Bu cephe Sevrci Karşıdevrim
Cephesi’ydi ya da Emperyalizm
Cephesi’ydi. Burada bulunan “sol,
sosyalist, devrimci, Maocu” ve daha
bilmem neci gruplar da aslında taşıdıkları adların tam tersini temsil etmektedirler pratikleriyle. Bunların
yalnızca adları soldur, sosyalisttir,
devrimcidir. Kendileri değil. O yüz-
Hrant şahsında Ermeni
düşmanlığı
Yazıda Ermeni düşmanlığı yapılmaktadır. Hrant Dink “Türk düşmanı”,
“dönek” olarak adlandırılmaktadır.
“H. Dink bir Marksizm döneğiydi.
Daha doğrusu Maoizm döneğiydi. …
takla atarak dönekleşmiş ve sermaye
sınıfının saflarına doğru tekerlenip
gitmiştir.” (Sayfa 1)
Hrant Dink 12 Eylül 1980 öncesinde
örgütlü olarak devrim mücadelesine
katıldı. Sonraki süreçte kendi doğru
bulduğu yol ve yöntemlerle “içinde
yaşanılan cehennemi cennete dönüştürme” mücadelesi yürüttü. Hrant
Dink, bir dönem devrim mücadelesi
içerisinde yer alan, devrim mücadelesini terk edip köşelerine çekilen, işleri güçleri devrimcilere küfretmek
olan kimi dönekler gibi değildi. Tam
tersine o geçmişi ile gurur duyuyor,
kendisini var edenin geçmişi olduğunu söylüyordu.
“H. Dink, iddia edildiği gibi
Türkiye’ye ve Türklere dost değil,
düşmandı.” (Sayfa6)
Hrant Dink’in ne kadar “Türk
düşmanı” olduğunun kanıtı olarak,
Cumhuriyet Gazetesi’nin 5 Eylül
2006 tarihli sayısında, Deniz Som’un
“vaziyet” adlı köşesinde, bir vapurda
Hrant Dink’in yaptığı bir telefon görüşmesinin, başka bir kişi tarafından
duyularak, yorumlanarak aktarıldığı
yazı, HKY Gazetesi tarafından olduğu gibi aynen aktarılıyor. Bu yorum ile birlikte Hrant Dink HKY
Gazetesi tarafından “Türk düşmanı”
olarak ilan ediliyor. Bu kadar basit şekilde bir insan suçlanabiliyor. Üstelik
o insanın kendisini savunma imkanının olmadığı bilindiği halde…
“Zehirli kan” tartışması bağlamında, Hrant’ın “Ermeni Kimliği
üzerine” yazısından parça parça alıntılar yapılarak, Hrant’ın “Türk düşmanı” olduğu vurgusu yinelenmektedir.
Oysa Hrant’ın “Ermeni Kimliği
Üzerine” yazısı, bütünlük içerisinde
okunduğunda, Hrant’ın “Türk düşmanlığının Ermeni kanını zehirlediği” esas temasını işlediği görülecektir. Hrant bu yazısı nedeniyle,
“Türk düşmanı” gösterilerek hedef
tahtasına konuldu. Katledilmesinde
Hrant hakkında yürütülen linç kampanyasının önemli rolü vardır.
Hrant’ın “Türk düşmanı” olarak
adlandırılması, ona yapılacak en büyük hakarettir. Tam tersine o; ırkçılığı, şovenizmi, milliyetçiliği kökten
reddediyor, halkların kardeşliğini
lafta değil, gerçekte savunuyordu.
Hrant HKY Gazetesi tarafından
“Ermeni milliyetçisi” olarak ilan
ediliyor. Oysa Hrant Ermenistan ve
Diaspora’daki Ermeni milliyetçileriyle kavgalı idi. Ermenistan’ın yaşaması için Türkiye ile Ermenistan
arasında iyi ilişkiler geliştirilmesini
savunuyordu. Soykırım gerçeğinin
vicdanlarda kabul görmesinin, uluslararası alanda kimi parlamentolarda
kabul edilmesinden daha önemli olduğunu savunuyordu.
Yazıda Türk devletinin yaptığı
gibi, 1915’te Ermeni soykırımının olmadığı, aynı gerekçelerle, aynı argümanlarla reddedilmektedir.
Talat Paşa’nın not defterine atıfta
bulunularak, tehcire tabi tutulan
Ermeni sayısının 924.158 kişi olduğu
söylenmektedir.
Soykırımın mimarlarından biri
olan Talat Paşa’nın not defteri,
Murat Bardakçı tarafından Hürriyet
Gazetesi’nde yayınlandı.
Talat Paşa’ya göre, soykırım öncesinde Anadolu’da 1 milyon 256 bin
403 Ermeni yaşıyordu. Soykırım sonrası bu sayı 400 bin civarına inmiştir. Talat Paşa’nın verdiği rakamlar
temel alındığında, 860 bin civarında
Ermeni kayıptır.
“Çar ordularıyla elele vererek, çeteler oluşturdular ve Müslüman köylerine saldırdılar, katliamlar yaptılar.
İşte bunun üzerine, Osmanlı, Tehcir
kararı aldı ve uyguladı. Yapılan soykırım değil, göç ettirmedir.” (Sayfa 6)
Burada tarih tersine çevrilmekte-
17
gündem
dir. Doğrusu şudur: Ermeni ulusu
ulus olmaktan soykırım yolu ile çıkarılmıştır. Soykırımdan kurtulanlar, katledilenlerin akrabaları, soydaşları vb. Çarlık ordusunun ilerlediği bölgelerde, Müslümanlara saldırmış, evet katliamlar yapmışlardır. Bu katliamlar HKY Gazetesi’nin
yazdığı gibi “tehcir”in nedeni değil,
“tehcir”in sonucudur. Soykırımın,
tehcirin öcünü alma eylemleridir.
“Soykırımın yalan” olduğu temasını
işleyen HKY Gazetesi, aynı zamanda
Ermeni düşmanlığı da yapmaktadır.
Şöyle ki; Birinci Emperyalist Paylaşım
Savaşı içinde, Ermenilerin öç almak
için Çarlık Ordusu’nun işgal ettiği
bölgelerde Müslümanları katlettiği
anlatılıyor. Sovyetler Birliği çöktükten sonra Ermenistan Azerbaycan savaşında Ermenilerin ne kadar Azeriyi
katlettiği anlatılıyor, fakat yazıda ne
hikmetse Ermenilerin de katledildiği
gerçeğine neredeyse değinilmiyor.
“Türkiye’de ve dünyada bir Ermeni
sorunu” olmadığı tavrını takınan
HKY Gazetesi, Ermeni soykırımının gündeme getirilmesini “Batılı
emperyalistlerin Türkiye’yi Sevr bataklığına çekerek boğma planlarının bir parçası” (sayfa 9) olarak görmektedir. Yazıda çokça ABD, AB
emperyalistleri eleştirilmekte, ama
Türk devletine, faşist çetelere karşı
tek bir eleştiri getirilmemektedir.
Neden acaba?
HKY Gazetesi; “Kurtuluş Savaşını”
antiemperyalist bir savaş olarak görmekte, Kemalizmi savunmakta, vatan savunusu yapmakta, sonuçta ulusalcılık konağında konaklamaktadır.
Bu görüşleri ile HKY Gazetesi; İşçi
Partisi’nin gittiği yoldan gitmektedir.
Kemalizm, vatan, ulusalcılık vb. noktalarında HKY Gazetesi, İşçi Partisi ile
aynı ideolojik pozisyonlara sahiptir.
Antiemperyalist mücadele devleti
yıkma mücadelesidir. Faşist Türk
devletine karşı devrim mücadelesini
yürütmeden, onu yıkmayı hedeflemeden antiemperyalist olunmaz.
Olunursa da milliyetçiliğin bir türü
olan ulusalcılıkda konaklanır.
Ermeni meselesi “85-90 yıl” önce
olmuş bitmiş, bir mesele değildir.
Etkileri günümüze kadar ulaşan, sınıf mücadelesini, şu veya bu şekilde
etkileyen bir meseledir.
Tari h le y üzleşme za ma nıd ır.
Soykırım olmamıştır demekle, olanı
değiştiremezsiniz.
Halk ların kardeşliğini savunmanın, gerçekleştirmenin yolu her
türlü milliyetçiliğe karşı tutarlı duruşu, mücadeleyi gerektirir. Bunun
için ezilen uluslara ayrılma hakkını,
ulusal azınlıklara tam hak eşitliğini,
lafta değil pratikte savunmak gereklidir.
Hrant 1915’te Ermeni ulusunun
soykırıma uğratıldığını ifade ediyor,
tarihle yüzleşme çağrısı yapıyordu.
O bütün baskılara rağmen, hakkında
yürütülen linç kampanyasına rağmen, Ermeni kimliği ile Türkiye’de
yaşamakta ısrar ediyordu. Türk ırkçıları, faşistler, bilumum Kemalistler,
hatta kendine “sol” “sosyalist” diyen kimilerinin tepkisini çekiyordu.
Düşmanlıklarını kazanıyordu.
Görülen o ki; HKY Gazetesi de bu
kervana katılmıştır!
Hrant’ın naaşının arkasından,
Türkü, Kürdü, Ermenisi, Lazı,
Çerkezi, Pomağı, Yahudisi, Arabı,
Roman’ı her milliyetten işçiler, emekçiler, faşist kurşunlara hedef olan
bir Ermeni kardeşlerine sahip çıktılar. Faşistlere inat; “Hepimiz Hrant
Dink’iz!”, “Hepimiz Ermeniyiz!” dediler.
İşte halkların kardeşliği budur!
Savunulması gereken budur!
7 Mart 2007 ✓
Halkın Kurtuluş Partisi’ne karşı ortak açıklamaya ilişkin tavrımız
H
18
alkın Kurtuluş Yolu gazetesinin 24. sayısında yayınlanan “Bu cinayetlerin sebebini yaratan ABD ve AB emperyalistleridir” başlıklı başyazı üzerine
Ankara’da çıkan bir gerginlik esnasında iki devrimci HKP taraftarları
tarafından bıçaklanmıştır. Bunun
üzerine değişik devrimci gruplar
ortak bir açıklama yayınlamışlardır. Bir yanlış anlama sonucu Yeni
Dünya İçin Çağrı gazetesi olarak, ortak açıklamayı, belli çekincelerimiz
ile birlikte imzalayacağımızı söylediğimiz halde çekincelerimiz yer almadan bizim de imzamız bu ortak açıklamanın altında yer almıştır. (Bkz.
aşıdaki “Halklarımıza!” başlıklı ortak açıklama.)
Gelinen yerde çekincelerimizin ne
olduğunu, ortak açıklamada neyi eksik ve problemli gördüğümüzü açıklama gereği duyuyoruz.
Ortak açıklamanın ilk bölümünde
HKY gazetesindeki ilgili makalede
kullanılan üslup “eleştiri adı altında
politik olmayan hatta küfür ve hakarete varan ifadelerin kullanılmasının
kesinlikle kabul edilebilir bir tarz olmadığı” söylenerek haklı olarak eleştirilmektedir. Gerçekten de ilgili yazı
devrimci, demokratik, yurtsever örgütlenmelere yönelik küfür ve hakaretlerle doludur ve bu kabul edilemez.
Fakat ortak açıklamada Ermeni halkının aşağılanmasına, Hrant Dink’e
yönelik aşağılama ve hakaretlere, değişik kurumlara karşı (örneğin Belge
Yayınları) şovenist ve ırkçı kışkırtmalara ve hedef göstermelere ilişkin
bir tavır yok. Bizce ortak açıklamada
bu yan eksik.
Ortak açıklamada üslup konusunda
HKY’ye getirilen eleştiriyi haklı bulmakla birlikte bu konuda dikkatli
olunması gerektiğini düşünüyoruz.
Zira burada söylenenler yer yer siyasi
eleştiri getirilenlere karşı da kullanılabilmektedir.
Diğer taraftan ilişkiyi askıya almanın gerekçelerinden birisi olarak kullanılan Ankara’da HKP taraftarlarının iki devrimciyi bıçaklaması olayını taraflar farklı farklı anlatmaktadır. Olayın ESP’lilerin şiddet kullanması üzerine geliştiği şeklinde değerlendirmeler de yapılıyor. Bu durumda eğer böyle bir şey varsa bu konuda ESP’nin tavrının da kabul edilemez olduğu bizce açıktır.
Fakat öyle ya da böyle; eğer HKP
bir bütün olarak karşı-devrimci değerlendirilmiyorsa, kullanılan şid-
det “sol-içi-şiddet” kapsamında değerlendirilmek zorundadır ve bu durumda kim başlatmışsa başlatmış olsun şiddetin savunulacak hiçbir haklı
gerekçesi olamaz. Sol içi şiddet devrimci gruplar tarafından ilkesel olarak red ve mahkum edilmelidir, şiddeti kullananlar teşhir ve tecrit etmelidirler. Ortak açıklamada bu konuda
net tavrın olmaması bir eksikliktir. Diğer taraftan ortak açıklamaya
imza atan grupların bazılarının daha
yakın geçmişe kadar sol içi şiddeti
kullanmış olmalarına rağmen, onlara karşı teşhir ve tecrit etme konusunda ortak tavır geliştirilmemiştir
ve bu gruplar bugüne kadar kullandıkları şiddeti meşru göstermişlerdir,
göstermektedirler. Bu çiftestandartçı
bir tavırdır ve biz bu tavrı doğru bulmuyoruz.
Ortak açıklamada gördüğümüz
bu sorunlara karşın, HKP’nin şövenist, ırkçı ve saldırgan tavrının teşhir edilmesi, onların bu konuda özeleştiriye davet edilmesi, bu konuda
özeleştiri vermedikleri sürece onlarla
ilişkilerin askıya alınması gerektiğini
düşünüyoruz.
15 Mart 2007,
Yeni Dünya İçin Çağrı ✓
Ortak Açıklama:
Halklarımıza!
Biz devrimci, demokrat ve yurtsever kurumlar birbirimize dönük eleştirilerde yapıcı, değiştirici ve dönüştürücü
bir üslup ve tarz kullanmak zorundayız. Eleştiri adı altında politik olmayan hatta küfür ve hakarete varan ifadelerin kullanılması kesinlikle kabul edilebilir bir tarz değildir. Böyle bir yaklaşım doğru olmadığı gibi, ilerici kurumların varlık gerekçesine de aykırı düşmektedir.
Sınıf mücadelesinde, dost güçlerle düşmanı bir tutarak, dost kurumları düşmanmış gibi itham etmek,
devrimcilerin beslendiği değerlerle bağdaşmamaktadır. Ayrıca böyle bir yaklaşımın düşmana hizmet ettiği de çok açıktır.
Halkın Kurtuluş Partisi’nin yayın organı olan “Kurtuluş Yolu” gazetesinin 24. sayısında yer alan, “Bu
cinayetlerin sebebini yaratan ABD ve AB emperyalistleridir” başlıklı başyazıda kullanılan dil ve üslup yukarıda bahsettiğimiz yaklaşıma denk düşmemektedir. Bu yazıda, Hrant Dink’in cenazesine katılan halkımız ve devrimci, demokrat ve yurtsever örgütlenmelere yönelik küfür ve hakaret dolu 32 sayfalık yazı
kaleme alınmıştır. Bu yazının ardından Ankara’da yaşanan gerginlikten sonra HKP üyelerinin organize
bir şekilde devrimcilere yönelik bıçaklı saldırısı sonrası iki devrimci bıçaklanmıştır. Bu saldırı HKP tarafından saldırının meşru olduğu şeklinde savunulmuştur.
Tüm bu nedenlerden dolayı, biz aşağıda imzası bulunan kurumlar, Halkın Kurtuluş Partisi ile olan ilişkilerimizi askıya alıyoruz.
2 Mart 2007
Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu, Demokratik Haklar Platformu, Devrimci Hareket, Emekçi Hareket
Partisi, Ezilenlerin Sosyalist Platformu, HALKEVLERİ, Haklar ve Özgürlükler Cephesi, KALDIRAÇ, KÖZ,
ODAK, Özgürlükler İçin Mücadele Platformu, PARTİZAN, Proleter Devrimci Duruş, Sosyalist Barikat, Sosyalist
Dayanışma Platformu, Yeni Dünya İçin Çağrı
okuyucu mektubu
Kimi eleştirel notlar…
D
eğerli YDİ Çağrı redaksiyonu ve çalışanları, bu kısa
mektubumda, dergimizdeki
kimi önemsiz yanlışlara dikkat çekmek ve daha az yanlışı olan bir dergi
çıkarmamıza hizmette bulunmak istiyorum. Burada aktaracağım noktaların benim için öze ait olmadığının
da bilincinde olun. Buna rağmen ama
dergimizin böylesi yanlışlardan arınması bizi güçlendirecektir. Benzeri
yanlışların tümüne dikkat çekmediğimi de belirtmem gerekir.
En başta sayı 108’de sayfa 3’te şunu
aktarayım:
“24 Ocak’ta insanlar bu slogan altında sel olup aktı. Onbinler üzgündü 24 Ocak’ta Hrant’ı onun terketmediği ‘vatan’ında son yolculuğuna uğurlarken…” Bu tespitte iki
kere 24 Ocak tarihi Hrant’ın “son
yolculuğu”nun tarihi olarak veriliyor. Bu yazım hatası değil, dikkatsizliktir. Hrant, 23 Ocak, Salı günü “son
yolculuğuna uğurlandı”.
Diğer kimi notları “Atom öldürürDoğa güldürür” yazı dizisiyle sınırlıyorum.
Sayı 104’te birinci bölümde, sayfa
18-19’da örneğin göze ilk batan şey,
aynı tablonun iki kere basılmış olmasıdır. Birinin biraz büyük, diğerinin
biraz küçük olması da bunu ortadan
kaldırmıyor. İki kere basılmış olması
gereksizdir. Bu, yine redaksiyonun
dikkat etmesi gereken bir iştir.
Yazının kendisi bağlamında ise, en
başta söylemem gereken şey, böylesi
bir işin yapılmasını iyi ve doğru buluyorum. Bu bağlamda yazı dizisinin genelini, eksik, yanlışına rağmen
olumlu değerlendiriyorum. Bizim
gibi düzenli Çağrı okurlarının amacı
sadece iyi iş yapmak değil işin kendisini de iyi yapmaktır. Bu konuda şu
örnekleri vermek istiyorum.
“Torunlarımızın geleceğini ipotek altına aldıkları yetmezmiş gibi,
birde onları doğarken sakat bırakmak için planlar yapıyorlar.” (Sayfa
18) Burada cümlenin son bölümünü
böyle yazmak yanlıştır. Egemenlerin
doğa bağlamında yaptıkları, “torunlarımızın” sakat doğmasına yol açıyor, ama egemenler özel olarak çocuklarımızı sakat bırakmak için plan
yapmıyorlar.
“Doğadaki denge bozuk olduğu
gibi, enerji tüketiminde de korkunç
bir bozukluk-dengesizlik söz konusudur.” (aynı yerden)
Aynı cümlede ve açıklaması da yapılmayan böylesi bir karşılaştırmanın okuyuca eksik, ya da yanlış bilinç vereceğini gözönüne almak lazım. Farklı noktalar tartışıldığında
ve kendi başına ele alındığında doğru
olan şeyleri, teşhir, ya da ajitasyon
adına böyle yanyana getirmek yanlış sonuç verir. Birleştirilen iki yarım
doğrunun bir yanlış olduğunu da gözönüne almak gerekiyor.
Yazının tarihi üçüncü bölümde
15.07.2006 olarak verilmektedir.
Yazının birinci bölümü Ekim 2006
tarihli Çağrı sayısında yayınlanmaktadır. Şu tespit yapılmaktadır:
“Son aylarda dünya İran’ı atom
santralleri bağıntısında tartışmaya
başladı…” (aynı yerden)
Burada “son aylarda” tartışıldığı
tespiti doğru değildir. Çağrı’da çıkan
yazılara bakıldığında da bu tespitin
doğru olmadığı görülecektir. Çağrı
sayı 101 veya sayı 98’de takınılan tavırlar sadece iki örnektir.
“Enerji insanın ısınmasından, aydınlanmasına, pişirmesinden kurutmasına, bir noktadan bir başka noktaya ulaşmasına kadar gerekli olan
tüketim madde ve araçlarının toplamıdır.” (aynı yerden) Enerjinin “tüketim madde ve araçlarının toplamıdır” diye açıklanmasının ne kadar doğru olduğunu sormak zorundayım burada.
Sayfa 19’da “İnsanlık; neyle uğraştığının ve neyin üzerinde hakimiyet
kurmaya çalıştığının bilincinde mi?
Evet insanlık sırf zerre ile uğraşmamaktadır, aynı zamanda onun içindeki proton ve nötronlar üzerinde
hakimiyet kavgası vermektedir. Bu
kavgada azami kar hırsı mevcut olduğu için, çok tehlikeli bir maceraya
girmiştir.”
Burada okuyucu için öncelikle
“zerre ile uğraşmanın” açıklanması
gerekir. Önce genel insanlık sözkonusudur, yani şu ya da bu sınıf veya
temsilcileri değil. Nötron ve protonlar üzerinde egemen olmada ise
“azami kar hırsı” gündeme geliyor.
Tehlikeli maceraya girilmesi de bu
kar hırsının sonucu oluyor.
Değişik bilgiler ve doğrular böyle
içiçe geçirildiğinde, ortaya çıkan sonuç yanlış oluyor. Bu konuda yazıyı
yazanlar kadar bilgiye sahip olmayan
okurlar ise fazla bir şey, daha doğrusu
doğru bir şey anlamayacaklardır.
Reaktördeki işlemi gösteren şemadan sonra ise “Sorun zerreyi parçalamaktan öte, bu parçalama sürecinde ortaya çıkan atıkların kontrolünde yatmaktadır.” (aynı yerden)
Açıklanmadığında anlaşılmıyor.
Atıkların kontrolü mü sorun, yoksa
atıkların kendisi mi? Ya da “atom
öldürür” sorunu tartışıldığında bu
atıklar hangi rolü oynuyor vb. sorular gündeme gelebiliyor.
Yazının ikinci bölümünde, sayı 105,
sayfa 16-17’de de yazım hataları var,
ama ben iki noktaya değinmekle kendimi sınırlıyorum. “Avrupa’daki duruma gelince nükleer enerjinin elektrik üretimindeki payı” diye başlayan
ve değişik ülkelerin payını aktaran
veriler ile, bu verilerden hemen sonra
yazıya konan tablonun verileri farklıdır. Tablo, ya sözkonusu kaynaktan
alınmıştır ve bu durumda aynı kaynaktan farklı rakamların sözkonusu
olduğu bilince çıkarılmalıdır; ya da
aynı kaynaktan değilse, önce alınan
kaynak belirtilmeli ve veriler arasındaki farklılıklar da yine bilince
çıkarılmalıdır. Böyle yapılmıyor.
Örneğin Almanya’nın payı %35 olarak veriliyor, tabloda ise bu %28’dir.
İspanya %30 ile %24, İngiltere %28.6
(Britanya %24) gibi farklılıklar var.
Böylesi noktalarda da dikkat edilmelidir.
İkinci nokta esasında çağrı sayı
108’de, sayfa 14’te özeleştirel olarak düzeltilmektedir. Sözkonusu
olan “Genelde en gelişmiş ülkeler
atom enerjisini terk etme durumundayken” tespitidir. Bu siyasi değerlendirme bağlamında bir yanlıştır.
Fakat, doğru olarak bu yanlış düzeltilmiştir. Bu olgu bilinçte tutulmalıdır.
Bu tartışmaya bağlı olarak yazının
üçüncü bölümünde, sayı 106, sayfa
18-20’de abartılı tespitler yapılmaktadır.
“Almanya 1956’dan bugüne Atom
santralleri için tahminen 60 milyar
Avro üzerinde harcama yapmıştır.
Bugün bu santraller tek tek kapatılmaktadır.” Son cümlede abartı vardır. Benzeri abartı ABD’de atık sorununda bahsedilirken de yapılmaktadır.
“Bu konuda ABD emperyalist yönetimi zor durumda, bundan dolayı
sürekli reaktör kapanmakta ve yenisi
yapılmamaktadır.” (sayfa 19)
Okurun bir önceki bölümde aktarılan verilere dayanarak ABD’de
en fazla nükleer santralin olduğuna
işaret ederek “sürekli reaktör kapanmakta” ise, örneğin yazının yazıldığı
tarihten önce ABD’de kaç reaktör
vardı, şimdi kaç reaktör geriye kaldı?
gibi soru sorma ve cevap bekleme
A
hakkı vardır.
Okur mektuplarının uzun olmaması talebinizi gözönüne alarak son
bir örnekle mektubumu bitirmek istiyorum.
Tartışılan temel sorun “atom” sorunudur. Bizim Türkiye’de atom santrallerinin kurulmasına karşı mücadele etmemiz doğrudur, gereklidir.
Bu konuda egemenleri teşhir etmek
de görevimizdir. Bu noktalarda ortak noktadayız.
Yazıda şöyle deniyor:
“Bir kez daha üstüne basarak vurguluyoruz, Türkiye’nin jeolojik yapısına bakıldığında Nükleer Santral
kurmak halk larımıza ihanettir.
Doğmamış bebelerimizin kaderiyle
oynamaktır. Bizde o kadar yenilenebilir enerji kaynağı olduğu halde
bunları harekete geçirmek yerine
[şimdi dikkat! Normalinde nükleer
santral planı teşhir edilmesi gerekiyor. BN.] kömürü-petrolü doğal gazı
gündemde tutanlar insanlığa karşı
sorumsuz, gözünü aşırı kar hırsı bürümüş sömürücülerdir.” (sayfa 20)
Fosil yakıtlar bağlamında soruna
dikkat çekmek kendi başına yanlış
değil, hatta gereklidir. Ama aynı paragrafta, atom (nükleer) santrallere
karşı tavır takınılırken somut bu durumda buna gerek yoktur. Yanlış da
oluyor!
Sonuçta burada dikkat çektiğim
noktaların yazı yazılırken gözönünde tutulmasının yararlı olacağını
düşünüyor ve daha az hatalı dergi çıkarmamıza hizmet etmesini umuyorum.
Dostça selamlar.
Bir YDİ Çağrı okuru,
22 Mart 2007 ✓
MÜŞTERİ DEĞİL, ÖĞRENCİYİZ
kdeniz Üniversitesinde öğrenciler “çan eğrisi” adı altında
anti-demokratik bir eğitim
sistemiyle mücadele içerisindedirler. Bu sistem öğrencileri kendi aralarında rekabet ortamına itmektedir.
Her öğrenci bencil, çıkarcı birer insan
olarak yetiştirilmektedir. Bu sistemle
öğrenciler, birbirlerine not vermeme,
arkadaşının düşük not almasına sevinme gibi davranışlarda bulunmaya
başlamıştır. Gitgide öğrencilerin birbirleri arasındaki dostluk ilişkileri çıkar ilişkisine dönüşmektedir. Eğitimöğretimini tamamlayan öğrencilerin
toplum içerisinde de aynı şekilde davranmaları gayet olasıdır.
Sistem yaz okulu uygulamasıyla öğrencilerden para almakta, bazı bölümlerde ise yaz okulu olmadığından öğrenciler dönem tekrarı yapmak zorunda bırakılmaktadır. En
önemlisi ise öğrencilerin bütünleme
hakkı ellerinden alınmıştır. Bu sorunlar doğrultusunda öğrenciler olarak rektörlüğün önünde toplanarak
basın açıklaması yaptık. Parasız, bilimsel, demokratik eğitim hakkımızı
birçok sloganla dile getirdik. Uzun
süre açıklama yapmayan rektör daha
sonrasında konuyu senatonun değerlendireceğini açıkladı. Bu gelişmeler
doğrultusunda Akdeniz Üniversitesi
öğrencileri olarak; yaz okulunun kaldırılması, bütünleme hakkımızın verilmesi ve öğrencileri birbirine düşman eden bu sistemin kaldırılması
yönünde mücadelemizin kararlılıkla
devam edeceğini bildirdik.
Bu anti-demokratik ders geçme sistemi ve bağlı olduğu faşist sistem elbet yok olacaktır. Öğrencilerin daha
güçlü bir şekilde seslerinin çıkarabilmeleri ancak sağlam ve güçlü bir örgütlülükle mümkündür.
Görev; çeşitli öğrenci birlikleri içerisinde örgütlenme ve bu öğrenci birliklerini demokratik bir merkez (çatı)
altında toplama çalışmasını örgütlemektir.
Geleceksiziz! Geleceğimizi elimize
alalım!
*Gençlik Gelecektir, Gelecek
Sosyalizmde!
Akd. Üni. Fen Edebiyat
Fakültesinden YDİ ÇAĞRI okuru ✓
19
Download