İÇİNDEKİLER Önsöz Giriş Giriş Bölümünün Dipnotları I. BÖLÜM Siretin Anlamı ve Çeşitleri Hz. Peygamber'in Sözünün Derinliği Hz. Peygamber (s)'in Davranışının (pratiğinin) Derinliği: "Siret'in Anlamı Yöntembilim (metodoloji) Amel (Pratik) de Çeşitli Metotlar Zikr-i Musibet (Musibeti anma) Felsefesi Birinci Bölümün II. BÖLÜM Sabit - Pratik (Uygulamalı-Ameli) Mantık Mantığın Taksimi: Acaba amelde (pratikte) Sabit Bir Mantığa Öğrenci ve Namazda İmama Uyma Hikâyesi Bu Teorinin Zıddı Olan Tarihi Örnekler Ali (a) Selman (r) Ebu Zerr (r) Rasul-i Ekrem (s.a.a) Şeyh Ensari Burhan ve Şiir Zühd" ün Tarifi Metodoloji Günlerin Uğur ve Uğursuzluğu İkinci Bölümün Dipnotları III. BÖLÜM Siret ve Ahlakın Nisbiliği (İzafiliği) Acaba Ahlâk Nisbi midir? Şia'nın Sermayesi Feshedilmiş Yöntemler a- Hile Yöntemi b- Tecavüz Yöntemi c- İnzilam ve İstirham Yöntemi d- Güç ve Zor Kullanma Yöntemi Dipnotları Sahip Olunabilir mi? Yaşamda Sadelik ve Korkutmaktan Uzak Durma Ali (a)nin Beyanı İskender ve Diyojen Üçüncü Bölümün Dipnotları IV. BÖLÜM Sebepten Yararlanma Niteliği İslam'ı Tebliğde Meşru Olmayan Vesileden Yararlanma Hadis Uydurma Acaba Kur'an'daki Kıssalar Gerçek Değil midir? Müteceddit (yenilikçi)lerle Mütekaddimler Arasında Yaygın Olan İki Batıl Söz Bid'at ve Yeni Bir Şey Meydana Getirme Ebu Hureyre ve Soğan Satıcısı Ali (a) ve Vesileden Yararlanma Rasul-i Ekrem ve Vesileden Yararlanma Dinin Yararına Halkın Cehaletinden Faydalanma Peygamberin Çocuğunun Vefatı ve Güneş Tutulması Hak Hedef İçin Hak Vesile Ali (a) ve Düşmana Suyu Kapatmak Amr ibnu'l-As ve Vesileden Yararlanma İmam Hüseyin ve Vesileden İstifade Etme Dördüncü Bölümün Dipnotları V. BÖLÜM İki Soru İki Cevap Davud (a)'ın Hikâyesi ve Vesileden Yararlanma Meselesi Hikâyenin Hakikati Bu Kıssanın Ortaya Çıkışının Kökü Cevap Kureyş Kâfirlerinin Ticaret Mallarına El Konması ve Vesileden Yararlanma Meselesi. Hac Mirza Hüseyin Nuri'nin Sözü Beşinci Bölümün Dipnotları VI. BÖLÜM Tebliğ Meselesinin Değeri ve Tebliğcinin Şartları Hz. Musa (a)'ın Allah'tan İstekleri: Kur'an'ın Rasulullah'a Hitabı Ağır Söz Tebliğ Meselesinin Değeri Akla ve Fikre Tebliğ Gönül ve Kalbe Tebliğ İbni Sina ve Behmenyar'ın Öyküsü Apaçık Tebliğ (Belağ) Nush veya Sözün Halisliği (Saflığı) Tekellüften Kaçınma Altıncı Bölümün Dipnotları VII. BÖLÜM Tebliğ Metodu Tebşir ve İnzar Nefret Ettirmek (tenfir) Ruhun Letafeti Müslüman ve Hristiyan Komşusu Çok Kınama, Azarlama ve Sertlik İlahi Korku Tezekkür İslam Zorlama Kabul Etmez Yedinci Bölümün Dipnotları VIII. BÖLÜM Siret-i Nebevi ve İslam'ın Hızla Yayılışı İstişare Da'vet ve Tebliğde Sertlikten Kaçınma Hatice'nin Malı ve Ali'nin Kılıcı Tevhid'i Savunma İnanç Hürriyeti Ali (a) ve Zehra'nın (as) Ölümü Sekizinci Bölümün Dipnotları EK: 1 Peygamber'in Tarihçe-i Hayatı ve Bazı Sözlerin Tahlili Rasulullah'ın Doğum Günü ve Çocukluk Devri. Yolculukları Uğraşları Risalet’ten Önceki Halleri Resul-i Ekrem'in Sözlerinde Bir Gezi Hüccetu'l-Veda'da Feryat Ediyor: Ek: l'in Dipnotları EK: 2 Hz. Peygamber (s)'den 100 Hadis PEYGAMBERİN İZİNDE MURTAZA MUTAHHARI Türkçesi: Malik Eşter eKitap: www.IslamKutuphanesi.com Ailesi İstanbul - 1991 Akademi Yayınları: 23 Mutahhari - Bütün Eserleri: 8 1. Baskı: Mayıs 1991 Orijinal Adı: Siyer-i Nebevi Dizgi: Akademi Baskı: Marmara Reklam Cilt: Güven Mücellithanesi- 512 64 42 Kapak: Aycan Grafik Kapak Baskısı: Marmara Reklam Redakte: Akademi Kapak Yazısı:" Muhammed (SAA) bir insandır. Onun insan oluşu: yakutun taşlar arasında bir taş oluşu gibidir." ISBN 975-7454-03-6 Fevzipaşa Cad. No:57 Kat:4 Tel: 532 37 36 - Fatih / İSTANBUL ÖNSÖZ Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla... Bu kitap üç bölümden oluşmaktadır. "Sunuş" adını taşıyan birinci bölüm, "Üç boyutlu davetler" ve "İslam dalgası" isimleriyle, şehit mütefekkir üstat Mutahhari tarafından kaleme alınan iki makaleyi kapsamaktadır. Bu iki, makale, aslında birkaç Müslüman yazar tarafından yazılan ve hicretin 15, yüzyılın başlaması münasebetiyle hicri 1400 yılında Hüseyniye-i irşad müessesesi tarafından yayınlanan "Muhammed Hatem-i Peygamberan" (Peygamberlerin sonuncusu Muhammed) isimli kitabın birinci ve ikinci ciltlerinin mukaddimeleri oluyor. Tabii bu iki mukaddime o kitapta üstadın adıyla değil, aksine adı geçen kuruluşun imzasıyla basılmıştır, fakat bu makalelerin aslı üstadın yazısıyla mevcuttur. Bu iki makaleyi bu kitabın baş tarafına koymayı uygun bulduk. Böylelikle hem kitap, daha yüklü olur ve hem de üstadın eserleri daha çok bir araya gelmiş olur. Elbette o kitabın (Muhammed Hatem-i peygamberan) makalelerini açıklayıcı mahiyet taşıyan az bir bölümün bu iki makaleden çıkarıldığı çok açıktır. Kitabın aslını teşkil eden ikinci bölüm, hicri 1396 yılının Falıma Günleri'nde (Eyyam-ı Fatıma) Tahran'ın Cami-i Bazaar mescinde üstad şehid'in "Siret-i Nebevi" adı altında yaptığı sekiz konuşmayı içerisine almaktadır. Bu konunun ilk adı "İslam'a göre ilmin kaynakları" imiş, fakat üstad bir kaç kaynak saydıktan sonra, evliyanın siyretini de İslam'a göre ilmin kaynaklarından biri olarak tanıtarak, buradan "Siret-i Nebevi" konusuna geçiyor. Bu konuya geçmeden önce üstat şehit "Evliyayı takip etmeye bizim gücümüz yetmez" şeklindeki hurafe anlayış çevresinde kısa bir mevzu işliyor. Bu mevzuyu o sekiz oturumluk konuşmasının mukaddimesi yaptık. Şüphesiz "Sireti Nebevi" konusu çok geniş bir konudur. Eğer bir kimse bu konuda bir kitap yazmak istese bir kaç kaim cilt ortaya çıkacaktır. Nitekim üstad bu kitapta şöyle diyor: "Bir kaç sene önce arz edeceğim bir yöntemle Resul-i Ekrem'in sireti hakkında bir kitap yazmayı düşündüm. Bir hayli not hazırlamama rağmen, ne kadar ilerlediysem o kadar gitgide daha da derinleşen bir okyanusa girmekte olduğumu gördüm. Ebette (böyle olmasına rağmen, bu işten -çev-) el çekmedim. Ben biliyordum ki Peygamberin siretini yazacağımı iddia edemem, fakat tamamı elde edilemeyen şeyin tamamı terk edilemeyeceği için bilahare, ilahi güçle bir gün bu konuda bir şey yazmaya kararlıyım, böylece daha sonra başkaları ondan daha iyisini yazabilsinler." Aynı sebeple bu kitabın adını "Peygamberin İzinde" koymayı uygun gördük. Bizzat üstadın hatırlattığı gibi, "Siret-i Nebevi" hakkında, kendisinde fazla miktarda not vardır. Bu notlar, Allah'ın lütfuyla, üstadın notları çerçevesinde araştırma yapanların istifadesi için yayınlanacaktır. "Ek" adını alan üçüncü bölüm, bir konuşma ve İslam peygamberi (s)nin 100 hadisinin tercümesinden müteşekkildir. Söz konusu konuşma, Peygamber (s)'in ve İmam Sadık(a)'ın doğum gününe rastlayan Rebiu'l -evvel ayının 17'sinde Hüseyniye-i irşad'da yapılmıştır. Konuşmanın konusu, Resul-i Ekrem'in hayatının bir tarihçesi ve o büyük, yani adı geçen dokuz konuşma, daha önce işin sorumlularından izin alınarak "Siret-i Nebevi" ismiyle bir kitap şeklinde yayınlanmıştır. Gerçi o kitabın düzeni nispeten iyi idi; fakat üstadın eserlerinin asaletini korumak için dikkatli çalışmalarla, yeni bir düzenin yapılması lazımdı. Bunun için, sözü edilen konuşmalar dikkatle yeniden kasetten çıkarıldı ve yeniden gereken doğruluk ve titizlikle düzenlendi. Ne mutlu ki önceki baskıda var olan cüz'i problemler bertaraf edildi. İşte görüldüğü üzere bir takım eklemelerle yayınlanıyor. Şunu da hatırlatmak gerekir ki bu kitap, ilk olarak bir yayınevi tarafından, işin sorumlularından izin alınmaksızın o sekiz oturumluk konuşma birleştirilerek yayınlandı, ancak bu kitabı düzenleyen; üstadın konularını kendi kalemiyle çıkararak, üstadın sözünün asaletini ortadan kaldırmıştı. İlaveten kitabın düzeninde gerekli olan dikkat gösterilmemişti. Tabii ki şu günlerde yeni baskısının yapılmasına engel olundu. Adı geçen kitabın itibar kaybettiği malumdur. Her halükarda bundan sonra bu kitap bu şekilde ortaya konulacak. Ümit ediyoruz ki, böylece artık o değerli düşünürün eserleri, İslam inkılâbının kültürel dayanağının sağlamlığı noktasında bu ilahi inkılâba sevgi duyan herkese yol gösterecektir. Gerçekten Resul-i Ekrem'in sireti ve metodundan daha iyi bir önder var mıdır? Elbette yoktur. Yüce Allah'tan daha çok başarı istiyoruz. Üstat Şehit Murtaza Muatahhari'nin Eserlerini Yayın Komitesi GİRİŞ a) Üç Boyutlu Davetler: Aynı düşünceyi paylaşan fertlerden bir ferdin, başka fertleri bir inanç ve hedefe çağırması ve onları bir tarafa götürmesi demek olan davet olayı, beşeri topluluğun özelliklerindendir. Bu davetlerin etki alanı genişlik, uzunluk ve derinlik yönünden eşit değildir. Onların çoğunun tesiri küçük boyutlarda ve az olmuştur ve olmaktadır. Bu yüzden bunlar tarihi ve sosyal açıdan ilgi çekici olmadığı gibi önemli de değildir. Fakat bir kısım davetler vardır ki, bunlar en azından bir boyutta ilerlemişlerdir. Örneğin kısa bir müddet için de olsa geniş bir alanı kaplamış veya her ne kadar az bir insan arasında olsa da her asırda sürekli devam etmiş yahut da az bir topluluk arasında ve nispeten kısa bir zaman içerisinde de olsa köklü bir nüfuz elde etmiş davetler vardır. Bu çeşit davetler, önemli incelemeye ve bazen tazime layık davetlerdir. Her şeyden önce önemli ve ilginç olan davetler bütün boyutlarda ilerleme kat etmiş olan davetlerdir. Bu davetler hem çok geniş bir yüzeyi işgal etmiş, hem bütün asırlara tam bir güçlülük içerisinde hükümet etmiş, hem de insan ruhunun derinliklerine kadar kök salmışlardır. Bu tür üç boyutlu davetler peygamberler silsilesine mahsustur. Dünyanın büyük dinleri gibi, yüzlerce milyon kişiye 30 asır, 20 asır ve en azından 14 asır hükmeden ve fertlerin gönüllerinin sırrına pençe atan hangi fikri ve felsefi ekol bulunabilir? Bu durum, peygamberlerin, doğru ya da yanlış, tarihin asıl yaratıcıları olmalarının sebebi olmuştur. Tarih, insan eliyle ve insan da her şeyden çok peygamberlerin eliyle meydana gelmiş ve başlamıştır. Eğer yaratıcılık ve yapıcılık meydanında zemini "insan" olarak farz edersek, hiç bir usta ve sanatçı peygamberlerin adımına erişemez. Yaratılış kanunu, evreni insanın emrine, insanı iman gücünün emrine vermiş ve peygamberlerin bu gücü harekete geçirmesini öngörmüştür. İman namına olan şeylerin doğusundaki her şey; akıl, ilim, hüner, sanat, kanun ve benzeri şeyler, insanın elinde bir araç (alet) ve insanın eğilimlerini razı etmek, içgüdülerini teskin etmek ve sonsuz isteklerini tatmin etmek için bir vasıtadır. İnsan bütün bunları nefsinin istek ve hevaları doğrultusunda kullanır. Ve onlardan bir alet gibi faydalanılır. Bir taraftan Kur'an'ın ifadesiyle ruha tam bir hayat veren (1) yani yüce, insani ve tabiatüstü bir hedefler zincirinin göstermesiyle yeni istekler meydana getiren, akabinde ince hisler ve güzel şefkatler yaratan ve bilahare insandaki evreni bambaşka yaparak birçok genişlik veren, diğer taraftan da temayül ve sevk-i tabiileri düzeltip rayına oturtan sadece iman -o da sadece peygamberlerin sunduğu iman türünden bir iman- gücüdür. Beşerin ilmi ve fenni gücü karşısında, biri dışında fethedilmeyen hiç bir kale yoktur, o biri ise insanın ruhu ve nefsidir. Dağ, çöl, deniz uzay, yer ve gök; hepsi beşerin ilmi ve fenni gücünün hükmetme alanı içerisindedir. Bu hükümranlık sahasının dışında kalan, sadece bir merkez, onların içinden insana en yakın olanıdır. Bu kaleyi itaat ve emir altına almak, Mevlana'nın deyimiyle: "İçteki düşmanı öldürmek aklın, fikrin harcı değil; Batın (içteki) aslan, tavşana maskara olmaz"(2) Ve tesadüfen beşerin asayiş ve sükûnetinin, güvenlik ve adaletinin, özgürlük ve eşitliğinin, bilahare mutluluğunun en tehlikeli düşmanları aynen bu kaleye gizlenmiş ve pusu kurmuşlardır. "Senin en büyük düşmanın, iki böğürün arasındaki nefsindir"(3) Bu gün beşer, bunca ilmi başarılardan sonra dertli bir şekilde inliyor. Neden inliyor? Onun eksiklikleri ve noksanlıkları hangi semttedir? Acaba ahlak, huy, karakter ve "insanlık" semtinde değil midir? Günümüz insanı ilmi ve fikri açıdan öyle bir yere ayak basmış ki göklere seyahat etmeye azmetmiştir; Bu yüzden Sokratlar ve Eflatunlar, günümüz insanının öğrencilik iftiharını kabul etmelidirler. Fakat ruh, huy ve davranış yönünden "elinde keskin kılıç olan bir zenciden" ileri gidemez. Günümüz insanı, ilim ve fen noktasındaki bunca mucizevari ilerlemelere rağmen insanlık bakımından bir adım dahi ilerleyememiş, aksine kara devirlerinin en karasına dönmüştür; bir farklılıkla ki o da, ilmi, edebi ve felsefi gücünün çokluğundan dolayı, geçmişin tersine, perde arkasındaki bütün cinayetleri, insanlık, ahlak, insancılık, özgürlük ve barışseverlik adı altında yapmasıdır. Kendisinin açıklığını ve tek yüzlülüğünü ikiyüzlülüğe ve zahir ve batın arasındaki fasılaya vermiştir. Hiç bir asırda modern çağda olduğu gibi, adalet, özgürlük, eşitlik insancıllık (hümanizm), barış ve sefa, doğruluk ve dürüstlük, emanet ve sadakat, ihsan ve hizmet hakkında söz söylenmemiş ve hiç bir asırda da bu asırdaki gibi bu işlerin zıddı yapılmamıştır. Neticede bu günün insanı Allah'ın şu sözünün delili ve şahidi olmuştur: "O iş başına geçti mi yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini (ekonomik kaynakları) ve nesli (insani güçleri) helak etmeye çaba harcar..." (Bakara:204206) Günümüz dünyasında bir taraftan insancıllık (hümanizm) palavrası çok büyük sesle kulakları tahriş ederken, diğer taraftan bir tür vahşilik olan milliyetçilik (nasyonalizm) bütün taassubuyla ateş püskürme, düşmanlık ve fitne koparmalarıyla gün begün yukarı tırmanıyor. Bu, günümüz insanının mantığının duçar ve tutsak olduğu zıtlıklardan biridir. Bir taraftan, insani değerlerin o biricik dayanağı olan dini bir tarafa bırakırken, diğer taraftan insanlık ve ahlaktan dem vuralım, lafzanlık, boş öğüt ve nasihatler zoruyla beşer tabiatını değiştirmek isteyelim; acaba bundan daha boş bir söz ve daha anlamsız bir davet bulunabilir mi? Kefilsiz ve karşılıksız kâğıt parayı dağıtma kabilinden bir iş. Bu çağın insanı, bu eksiklikleri hissetmiyor veya bu eksikliklere bir çare düşünmemiş değil; hayır, bütün varlığıyla onu hissediyor. Bu debdebeli felsefeler, milletlerarası büyük teşkilatlar ve insan haklan adıyla ortaya çıkan mübalağalı bildiriler, bu noksanlıkları düşünüp hissetme değil de nedir? Fakat maalesef sanki meşhur "zil ve kedi" deneyiminin ikinci defa tekrarlanması gibi işin ayıp ve problemi aynı ayıp ve problemidir. Ama bu ayıp ve kusuru ortadan kaldırabilecek güç yok.. Bu tebliğler, teşkilatlar, felsefeler ve bildiriler mahrum insana bir fayda vermedi, bilakis tam tersi bir netice verdi. Yani şıra ve şerbet, asidi artırarak, tedavi aksi tesir yaptı. Onu (insanı) kuyunun dibinden yukarı çekip çıkarmak için yapılmış olan halatlar, onun boğazının etrafına halka halinde dolanarak öncekinden daha çok onu sıkmakta ve daha çok ona baskı yapmaktadır. Gerçek şu ki, yaratılış düzeninde başka bir şeyin mahkûmu-olarak yaratılmış bir şeyi, felsefe, bildiri, makale ve hitabe zoruyla mahkûmu olduğu o şeye hâkim durumuna getirmek mümkün değildir, ilim, fikir ve felsefe evrenin tabiatına hâkimdir, ama insanın mahkûmudur. İnsan hakları sadece bir felsefe şekline sahip oluncaya kadar tabii olarak insan tabiatı için bir araç olacak. Biz şimdi insan tabiatına mahkûm olan şeyin çetin bir şekilde ilerleyip güçlendiği, fakat insan tabiatına hâkim olan şeyin güçsüz kaldığı bir dünyada yaşıyoruz. Bu dünyada insan tabiatınamahkum olan meseleler sathındaki onca ilerlemelerin neticesi şu olmuştur: Herkes, istenilen türde yaşam ve hayatın hedefi hakkındaki düşünce tarzında, hislerinde, duyularında, eğilimlerinde ve bilahare tabiatına hâkim olan meseleler düzeyinde en küçük bir değişiklik meydana gelmeksizin, takip ettiği ve istediği amaç doğrultusunda daha hızlı ve daha güçlü bir şekilde yürüyüp koşuyor. İnsan, gücü yettiğinde kendi çevresini değiştirmiş, fakat kendisini, düşüncelerini, hislerini ve eğilimlerini değiştirememiştir. İnsanının bugünkü problemlerinin kökünü işte burada aramak gerekir. Aynı şekilde insanın asıl ihtiyacını da dine, maneviyata, iman ve peygambere göre burada aramalıdır. Büyük İslam ıslahatçısı ve düşünürü Lahorlu İkbal şöyle diyor: "Beşeriyet bugün üç şeye muhtaçtır: Dünya hakkında ruhi ve manevi bir yorum, ferdin ruhi ve manevi özgürlüğü(4) ve insani sosyal gelişimini ruhi temele oturtacak olan evrensel tesire sahiptemel ilkeler." Sonra ekleyerek şöyle diyor: "Şüphe yok ki Avrupa, düşünsel ve ideye dayalı kurumlar tesis etmişti, fakat tecrübe, tamamen akıl yoluyla elde edilen gerçeğin sadece şahsi ilhamla elde edilen o zinde inancın hararetine sahip olmadığını gösteriyor. Buna öz akim şimdiye kadar beşer türünde bir tesir meydana getirmemiş olması bir delildir. Hâlbuki din daima fertlerin yükselmesinin ve beşeri toplumların şeklinin değiş mesinin temeli olmuştur. Avrupa nazariyeciliği hiç bir zaman beşerin hayatına büyük bir tesirle girmemiştir. Dolayısıyla bunun sonucu, birbiriyle uyuşmayan demokrasiler arasında kendini bulmaya çalışın şaşkın, kendini kaybetmiş ve avare bir "ben" olmuştur. Demokrasilerin işi ise fakirlerin sırtından kazandıklarını güçlerin fayda ve menfaatine sunmaya hasrolunmuştur. Benim şu sözüme inanınız: "Beşeriyetin ahlakının ilerlemesi yolunda en büyük engel bugünkü Avrupa’dır."(5) Eğer Hindistan'ın kayıp başbakanı Nehru dinsiz bir ömürden sonra, öz ömrünün son günlerinde Allah'ı aramaya çıkıyor ve "revaç bulan yeni medeniyetin manevi boşluğu karşısında dünkünden daha çok manevi ve ruhi cevaplar bulmamız gerekir" şeklinde inanıyorsa bu, insanın günümüz problemlerinin asıl köküne indiğini, bugünün insanının, her zamandan daha çok ruhi özgürlüğe muhtaç olduğunu ve insanın düşünce tarzı ve dünya görüşünde, varlık ve hayatı boş ve saçma değil de manalı bilecek şekilde esaslı bir değişiklik meydana getirmeksizin bu muhtaçlığı (ortadan kaldırmanın) kolay olmadığını bildirmek içindir. Ve eğer Bemard Shav'ı "Öyle kabul ediyorum ki yarının Avrupa’sı Muhammed'e imanı kabul edecek. Bunun izleri şimdiden ortaya çıkmıştır. İnancına göre eğer O'nun (Muhammed) gibi bir adam yeni dünyanınsahib-i ihtiyarı olursa, dünya meselelerinin çözümünde öyle bir basan olacak ki insanın arzu ettiği barış ve mutluluk sağlanacaktır." derken görüyorsak; Bu dünyanın ruhi olarak yorumunu yapmanın ve fertlerin manevi özgürlüğe kavuşmalarının gerekliliğine ilave olarak insanlığın sosyal gelişimini ruhi temele yönelten ve İkbal'in deyimiyle"hayatın derinliğinin en deriniyle açıklanacak ve hayatın zahiri yönüne batini renk katacak bir ruha dayanan" evrensel tesire sahip temelli bir usulün gerekli olduğunu düşünüp anladığı içindir. Kur'an birtakım ayetlerinde üç şeyi, insanın en çok ihtiyaçları olarak zikrediyor: 1- Allah'a iman: Evrenin sahibi olan "Allah", adındaki varlığa iman, diğer bir ifadeyle "Evrenin ruhi bir yorumu" na iman. 2- Peygambere ve onunu peygamberliğine iman, yani sosyal gelişmeyi ruhi bir temele tercih edecek ve şekli hayata manevi bir zevk kale ak canlı ve özgürlük bahşeden talimatlara iman. 3- Allah yolunda mal ve canla cihad etmek(6); yani manevi özgürlük ve asalet. Bu ihtiyaçlardan daha sağlam ve muhkem bir ihtiyaç bulunamaz. Mektepler, ekoller, akımlar, dinler ve düzenler arasında bu üç ihtiyaca cevap verecek gücü olan, sadece İslam'dır. İslam'ın doğuşundan 14 asır sonra bugün dünya ilk günde olduğu kadarİslam'a muhtaçtır. Bu ihtiyaçları hissetmenin genele şamil olacağı o gün -ki böyle bir gün uzak değildir.- beşer kendisini İslam'ın kucağına atmaktan başka bir yol bulamayacak. Bugün bütün görüş ve dinler hakkında bir çeşit zayıflık, yüz çevirme ve muhalefet görülmektedir. İslam da kendi içinde bir tür buhrana duçar olmuştur. Gerçek şu ki İslam, kilisenin yaptığı yanlışın faturasını ödüyor. Kilisenin Rönesans döneminde ilim ve medeniyet karşısında gösterdiği olumsuz tepkiler, genel olarak dinin haysiyetine büyük bir darbe indirdi ve sathi düşüncelerin, dinin özelliğini bütünüyle ilim ve bilgiyle savaşma şeklinde telkin etmelerine sebep oldu. Bu yargı uzun sürmeyecek, daha şimdiden İslam tarihi üzerinde inceleme yapan kimselere İslam'ın muhasebesinin kiliseden ayrı olduğu aydınlanmıştır. İslam'ın bizzat kendisi büyük bir medeniyetin kurucusudur. İslam, iftihar dolu tarihinde üniversiteler vücuda getirdi, dünyaya dahî bilginler teslim elti ve ilim ve medeniyete çok yardım etti. İslam tarihini incelediğimizde İslam'ın beşeri medeniyete yaptığı hizmetlerin çok büyük bir değere sahip olduğuna ve günümüz Avrupa’sının İslam medeniyetine çok ağır ve büyük borçlarının olduğuna vakıf oluyoruz. Malumdur ki İslam hakkında doğru olan kilise hakkında doğru olanın zıddıdır. Kilise sadece bir medeniyet kurmamakla kalmamış, ayrıca inandığı medeniyeti de bozup yıkmıştır. Fakat İslam bizzat parlak ve aydınlık bir medeniyet kurarak dünyaya arz etti. İslam, bütün yönleriyle bizatihi medeniyet kuran tek dindir. Şeyh Muhammed Abduh'un ifadesiyle: "Avrupa kendi dinini bıraktığı gün, ilerledi. Fakat biz kendi dinimizi terk ettiğimiz gün geriledik." İki din arasındaki ayrılık şurada belirginleşiyor: Avrupa'nın kendi dinini terk etmesi İslam dünyasıyla karşılaştıktan sonra oldu ve bu terk etme İslami değerlere ilgi halinde son buldu. İslami Dalga: İster cansız tabiat, isterse canlı tabiat dünyasındaki her olay bir hareket meydana getiriyor ve kendi çevresinde bir dalga oluşturuyor. Buna ilaveten her olayın kendisi bizzat, bir dalga ve harekettir. Nitekim bu dalga ve hareket bu sonsuz okyanusun üzerinde görünüyor. "Evren, tabiat, âlem, dünya" gibi isimlerle ifade ettiğimiz, uzunluk genişlik ve derinliğinden sadece Allah'ın haberdar olduğu bu okyanus, her zaman kendi içinde bir takım dalgalan dışarı atıyor ve bir takım hareketler üretiyor. Bu okyanustan bize görünen, duyularımızın sahası içerisinde yer alan, özlerini ve mahiyetlerini araştırmada aklımızın bulduğu şeyler, -bir açıdan- bu dalgalar, hareket ve kıpırdanışlardır. Biz onları "olay" olarak adlandırıyor, onlara çeşitli isimler koyuyor ve onların bilgisini araştırıyoruz. Eğer bu dalga ve hareketlenmeler, diğer bir ifadeyle: eğer bu "tayyünet" (meydana gelmeler, olaylar) olmasaydı, bilgi için bir yol olmazdı; çünkü böyle bir durumda bir alamet olmazdı, buna ilaveten tabiat ve evren çalışmazdı. Oysa tabiatın hareket, kıpırdanış ve dalgalanmadan ayrılması mümkün değildir. Bizim duygularımıza eşyanın fotoğrafını çekme imkânı veren, bu işaretler, alametler, eğilip bükülmeler ve inip çıkmalardır. O fotoğraf ve resimler aklın hâkim eline emanet ediliyor. Bu yüzden tabiattaki her şey, çekirdeğe kadar dalgalanmakta ve çırpmış, kıpırdayış, hareket ve arayış içerisindedir. Çekirdek de dalgalanmakta, arayış ve hareket halindedir. Dalgasızlık, hareketsizlik ve kıpırdayışsızlık yoklukla eştir. Nitekim şair şöyle diyor: Mütevazı Sahil dedi ki, her ne kadar çok yaşadıysam da Ne yazık ki belli olmazdı benim kim olduğum Mağrur, büyük ve hızlı bir dalga geldi ve şöyle dedi: Eğer gidersem varım gitmezsem yokum. Dalgalar, zati ve meydana geliş özelliklerine uygun olarak genişlemeye ve yayılmaya yüz tutarlar. Aralıksız çember genişliğini artırır ve çevreyle merkezin arasını daha çok açarlar. Diğer taraftan çemberlerinin genişliğini artırdıkları oranda kuvvet, şiddet ve uzunluklarında azalma olur. Gitgide daha da zayıflayarak uzunlukları iyice azalır. Böylece yokluğa -en azından bizim bakışımızla yüz tutar ve yokluk dünyasına katılırlar. Dalgaların birbiriyle karşılaşması neticesinde daha zayıf olan dalga nötr oluyor. Daha güçlü dalgalar zayıf dalgaların genişlemelerine engel oluyor ve onları yokluk diyarına gönderiyorlar. Bu yüzden daha güçlü engel ve faktörlerle karşılaşma, evrenin hareket, dalga ve olayların yok olması için başka bir etkendir. Hâkimler (filozoflar), engellerle karşılaşma neticesinde meydana gelen bu çeşit yok olmayı "ihtirami ölüm" (7) ve devam etme gücünün son bulmasından kaynaklanan birinci çeşit yok olmayı da "tabii ölüm" olarak adlandırıyorlar. "Sizi çamurdan yaratan, sonra da bir ecel belirleyen O'dur. Adı konulmuş (belirli) ecel O'nun kalındandır..."(En'am::2) İnsanın sosyal çevresi, bu çevrede meydana gelen büyük ve küçük, faydalı ve zararlı olaylar bütünüyle dalga, kıpırdayış, tufan ve titreyişle dolu bir denizin kendisidir. Bu denizin dalgaları da genişlemeye yüz tutuyor ve birbirleriyle karşılaşmada biri diğerini mağlup ediyor, fakat bu büyük denizin dalgalarından bir kısmının, her ne kadar genişlikleri artsa da güç ve kuvvetleri azalan ve yokolmakla yüz yüze gelen diğer dalgaların tersine dairenin genişlemesine paralel olarak, güç, kuvvet ve uzunluklarında da artma oluyor ve muhalif dalgalara karşı koyma güçleri fazlalaşıyor, sanki birçeşit hayati özellikten faydalanıyorlar, "gelişme" ve "ilerleme" nin gizli gücü onlarda saklanıyor. Evet bazı sosyal dalgalar zindedirler. Zinde dalgalar hayat cevherinden kaynaklanan dalgalardır. Bunların geçiş yolu, hayatın geçiş yolu, yönleri ise ilerleme ve gelişmedir. Fikri, ilmi, ahlaki ve sanatsal hareketlerden bir kısmı, bizzat kendileri zinde olduğundan ve hayatın gizli gücünden faydalandığından ebedi kalıyor. En zinde sosyal dalgalar, dini dalga ve hareketlerdir. Bu dalga ve hareketlerin hayat cevheri ve fıtratıyla birleşmesi, her şeyden daha asildir. Başka hiç bir hareket ve dalgada bu kadar hayatigüç, bu kadar gelişme ve büyüme gücü yoktur. İslam tarihi bu açıdan çok öğretici ve sarsıcıdır. İslam başlangıçta çok küçük bir dalga halinde ortaya çıktı. Hz. Muhammed b. Abdullah(s.a.a) Hira dağında deruni dünyası değişmiş, ğayb ve melekut deryasıyla birleşmiş ve ilahi feyizlerle dopdolu olmuş bir vaziyette inerek "La ilahe illallah deyin, kurtuluşa erin" diye feryat ettiği gün, bu dalga başladı. Dünyanın debdebe, ihtişam ve gürültü dolu binlerce dalgalarının tersine, İslam, sadece üç kişiyi; Muhammed (s), Hatice (r) Ali (s)'yi barındıran dört duvar evi taşmıyordu. Bu durum fazla uzun sürmedi, Mekke'nin diğer evlerine de sirayet etti. On sene sonra Mekke'nin dışına, özellikle Medine'ye de uzandı. Kısa bir zaman içerisinde arap yarımadasının diğer noktalarına ulaştı. Yarım asırdan daha az bir zamanda o günün medeni dünyasını bütünüyle sınırları içerisine aldı ve sesini bütün kulaklara ulaştırdı. Bu dalga, zinde dalgaların özelliği olduğu gibi, genişleme ve yayılmaya yüz tutmasına paralel olan güç, kudret ve uzunluğunda da artış gösterdi. Bu ondört asır boyunca İslam'ın tesiri altında kalmayan hiç bir din, düzen, ekol, akım ve hareket bulunamaz ve de İslam'ın nüfuz etmediği hiç bir medeni nokta gösterilemez. Bugün de ondört asır sonra ve bi'setin XV. yüzyılının başlangıcında beşeriyet, İslam'ın tedricen genişlediğine ve çok büyük bir gücünün olduğuna şahid olmaktadır. Tarih ve istatistik gösteriyor ki bu mükemmel sistem çağdan Çağa daha da ilerlemiş ve takipçilerinin sayısı daha da artmıştır. Bu ilerleme ve artış, tedrici bir şekilde ve tabii olmuştur. Eğer Endülüs gibi bir ülkeyi zorla yüce ve kutsal sancağının gölgesi altından çıkarmışlarsa, Endonezya ve Çin gibi daha büyük ve nüfus yönünden daha kalabalık ülkeler de gönülden ve isteyerek İslam'ı izleme iftiharım kabul etmişlerdir. Kur'an-ı Kerim İslami hareketin büyüme ve gelişme özelliğini şöyle tavsif ediyor: "... İşte onların (mü'minlerin) Tevrat'taki vasıfları budur. İncil'deki vasıfları ise şudur: Sanki 'bir ekin; filizini çıkarmış, derken onu kuvvetlendirmiş, derken semizleyip- kalınlaşmış, sonra sapları üzerine doğrulup boy atmış (ki bu) ekicilerin (çiftçilerin) hoşuna gider. (Bu örnek) onunla kâfirleri öfkelendirmek içindir." (Fetih:29) İslami dalga ondört asırlık tarihi boyunca nesebi, kavmi, dini, siyasi ve kültürel yönden korkunç karşı dalgalarla yüz yüze gelmiştir. Sadr-ı İslam da inatçı, bağnaz ve cahil Arap halkının bu mukaddes dalganın önüne çektiği ve bir bir ardınca yıkılan set ve duvarları bir kenara bırakalım; İslam tarihi özellikle ilk ikiyüzyıl içerisinde dini, kavmi, nesebi siyasi karşı hareketlerle doludur. Ama bunların hiç birisi karşı koymaya tahammül edememiş ve yok olup gitmişlerdir. Şimdi ise tarihte isimlerinden başka bir şey yok. Sadece bu asırda, İslam aleyhinde her çürük ve bozuk ipe sarılan batılı emperyalistler onlardan yararlanmanın peşine düşmüşlerdir. Bu ondört asrın onlardan daha üstün fikri, felsefi, ilmi ve kültürel hareketleri vardır.-Kültürel hareketlerin bir kimse veya bir şeyle zıtlaşması yoktur, fakat her engeli önünden kaldırıyor veyolun başını tutan her yaşlı ağacı kökünden söküyor. İslam, XIV yüzyıllık tarihinde kültürel hareketlerden sadece darbe ve zarar görmemekle kalmamış, ayrıca büyük kültür hareketlerini de meydana getirmiştir. Kültür ve medeniyeti kendi hizmetine alarak rehberlik etmiş, onlara can ve iman vermiş ve onları kuvvetli ve payidar yapmıştır. XX. Asrın ikinci yarısı ve ideolojiler savaşı devri olan günümüzde de İslam onlar için en güçlü rakip sayılıyor. Ya onları kendisine hizmet etmek ile görevlendiriyor ya da başarılı bir şekilde onlarla mücadele ediyor. Canlı ve ebedi kalmak için bundan daha iyi hangi işaret var?! İslam bir taraftan kendi ahdini akılla sağlamlaştırıp aklı dinin asıl rükünlerinden biri olarak kabul ederken, üstelik aklı insanın iç peygamberi olarak addederken, diğer taraftan mülk ve mele-kut, dünya ve ahiret, cisim ve ruh, zahir ve batın ve de madde ve manayı bir görmüş, bütün noktalara bakmış, her ifrat ve tefritte uzak durmuştur. Ve bunlardan sonra "mükemmel programını" liyakatli rehberlik vasıtasıyla dünyaya arz etmiştir. Bu yüzden, tam ondört asır aradan sonra bugün bu mükemmel parlak programını incelediğimiz zaman onu iftiharla dolu olarak görmemiz şaşılacak bir şey değildir. Herkese açık olan bir takım sebeplerden dolayı, İslam hakkında ara sıra düşmanca hükümler veren maksatlı ve cahil kimseleri bir kenara bırakalım. Dünyanın vicdanı adl-i ilahi terazisidir. Hakikat her zaman için gizli kalmaz. Hakikat tecrübeyle göstermiştir ki, kendisi işin sonunda düşmanın vicdan ve insafını tahrik ediyor. Bu öndört asır boyunca İslam'ın en güçlü ve en mükemmel muhalifleri Hıristiyanlar olmuştur. Bu güçlü rakibin tarihçesine baktığımız zaman, ara sıra insafa geldiğini görüyoruz. Bu bir taraftan evrenin vicdanını gösterirken, diğer taratan da İslam gerçeğini göstermektedir. Dünya kültürlerini kendisine çeken, düşünür, filozof ve bilginlerin güçlü akıllarını kendi huzuruna getiren, düşmanın insafa gelmesi için tahrikte bulunan ve daima gelişip ilerleme halindeolan -ki 700 milyon kişilik topluluğa sahiptir. (8) böylesine zinde bir dalga, saf "vahy'le beslenmektedir. Bu dalga beşerin ilahının beşer için verdiği mesajdır. Yine bu dalga beşerin kurtuluşu için gelmiştir. Bu dalga için başka bir şey söz konusu olamaz. Bir beşerin ağzıyla ortaya çıkan bir dalga hiç bir zaman bu derece özellik ve tesire sahip olamaz. Okuma, yazma bilmeyen (ümmi) bir halkın arasından ve cehalet, fesat, bencillik, gurur ve kendini beğenmeden başka bir özelliği olmayan bir ülkede "ümmi" ve tahsil görmemiş bir adamınortaya çıkarak böyle kutlu, faydalı ve meyve veren bir hareket mey dana getirmesi, gerçekten hayret verici değil midir? Evet: "Köpüğe gelince, o atılır gider insanlara yarar sağlayacak şey ise, yeryüzünde kalır..." (Ra'd: 17) İslam'a göre bilginin kaynaklarından biri, Resul-i Ekrem'in şahsından tutun temiz imamlara varıncaya kadar İslam velileri ve önderlerinin, diğer bir ifade ile masumların siretidir. Onların sözleri, şahsiyetleri, yani onların siret ve metodu bilgi için bir kaynaktır. Peygamberin sireti bizim için bir ilham kaynağıdır. İmamların sireti de böyledir, ikisi arasında hiç bir fark yoktur. "Andolsun Allah Resulü’nde sizin için, Allah'ı ve ahireti arzu eden ve Allah'ı çokça anan kimseler için uyulacak güzel örnek vardır."(Ahzab: 21) Peygamberin siretinin ne anlama geldiğini ve nasıl bizim için bir bilgi kaynağı olduğunu açıklayacağım. Burada bir noktayı zikredeyim: Eğer yaptığımız bir hareket Kur'an'a göre zulümse bu peygamber ve pak imamların siretinde_de zulümdür. Peygamber böyleydi dedikleri zaman', biz "o Peygamberdi" diyoruz. Veya Ali böyleydi dedikleri zaman diyoruz ki, "O Ali idi sen bizi Ali ile mi kıyaslıyorsun?! Bizi peygamberle mi kıyaslıyorsun? Bizi imam Cafer-i Sadık'la mı kıyaslıyorsun?! "Onlar başka su ve topraktan başka şehir ve diyardan olduklarına" göre artık bizimle bir ilgileri de yoktur. "Pakların işini kendinle kıyaslama" Bazen bir tek mısranın bir millet için zararı veba ve taun hastalığından yüz kat daha fazladır. Dünyadaki o saptıran mısralardan biri şudur: "Pakların işini kendinle kıyas etme." Elbette bu tek mısranın, onu söyleyene göre bir anlamı vardır. Bizim aramızda ise başka manalar geçerlidir. Biz "kendi işini temizlerle kıyas etme" demek istemiyoruz. Bunu şöyle yorumluyoruz: "Pakların işini kendinle kıyaslama" Bu şiir Mevlana'dandır. Bir hikâyenin içerisinde geçiyor. Bu hikâye başka bir şey söylemek isliyor. Tabii efsane birhikâyedir. Şöyle diyor: Bir bakkalın bir' dudu kuşu vardı. "Bu dudu kuşunun dili vardı. Yani konuşma kabiliyeti vardı. Bu yüzden bakkal onunla konuşurdu. Bakkal bazen ondan bir öğrenci gibi istifadeederdi. Bazen, eğer bir kimse geldiyse orada dudu kuşu gürültü eder veya konuşurdu. Yahut da sonra bir şey söylerdi. Bakkal onunla dost olmuştu. Bir gün bu zavallı dudu kuşu bir kutununüzerinden bir başka kutunun üzerine veya bir şişenin üzerinden bir başka kutunun üzerine veya bir şişesinin üzerinden başka bir şişenin üzerine uçtu ve bir badem yağının şişesi kırıldı. Bundan sonrabadem yağı diğer eşyaların üzerine döküldü. Birçok şeyi ortadan kaldırdı ve bakkala çok fahiş bir zarar verdi. Bakkal dudu kuşunu sevdiği halde başına vurdu: "Bu işi yaptığın için al senin başınatoprak parçası! "diyerek öyle vurdu ki dudu kuşunun başındaki tüyler döküldü. Yanı dudu kuşu kel oldu. Ondan sonra dudu kuşu artık sükût etti ve bir kelime dahi söylemedi. Bakkal yaptığı iştenpişman oldu. "Hayret nasıl bir iş yaptım! Benim güzel sesli dudu kuşuma neden böyle yaptım! Diyerek ah etti. Her ne yaptıysa -ona tatlı verdi, onu okşadı- dudu kuşu yine de onunla konuşmadı. Uzun zaman geçti. Bir gün bir şey satın almak için bakkal dükkânına kel bir adam geldi. Dudu kuşu ona baktı ve onun başının da kel olduğunu gördü. Onun başının kel olduğunu görür görmez dile geldi ve şöyle dedi; A kel ne diye kellere katıldın Yoksa sendemi yağ şişesini döktün?(9) Ve şöyle dedi: Acaba sen badem yağını döktünde mi başın kel oldu? Bu şekilde dudu kuşu tekrar konuştu. Mevlana burada bir konuyu belirtiyor ve sonra kendilerini büyüklerle kıyas eden şahıslara hücum ediyor. Burada dudu kuşu kendisini kıyasladı. O keli kendisine kıyas etti. Yani keli kendisi gibi zanneti. Mevlana diyor ki, bu işi yapma, büyükleri kendin gibi bilme. Bu söz doğrudur. Fakat bir insanın, başkalarını da kendisi gibi bilme düşünce ve hissine sahip olması çok yanlıştır. Örneğin kalp huzuruyla namaz kılamayan bir fert şöyle diyor:" Hey baba!. Başkaları da aynen böyledirler kalp huzuruyla namaz kılınır mı?! "Yani kendisini başkalarıyla kıyasladı. Bu hatadır. Biz kendimizi başkalarıyla kıyaslamayız. "Temizlerin işini kendinle kıyaslama" demek "kendinitemizlerle bir tutma" demektir. Bu söz doğru bir sözdür. Fakat bu şiiri biz genellikle okuyor ve şöyle diyoruz: Başkalarını kendinle bir görme, yani peygamber gibi olduğunu (yani peygamberi takip ettiğini), Ali gibi olduğunu (yani Ali'yi takip ettiğini) düşünme. Bu şiirin bizim aramızda saptırıcı olduğunu söylemek istiyorum. Kur'an'ı kaldırarak rafa koyduğumuz ve göğün tavanına astığımız gibi nebi ve velilerin siretini, özellikle Rasul-ü Ekrem'in ve masum imamların siretini de kaldırarak göğün tavanına çiviledik ve şöyle dedik: O peygamberdir. Hz. Zehra da artık Hz. Zehra'dır. Emirul Mü'minindir. İmam Hüseyn de imam Hüseyn'dir; Bunun sonucu şudur: Eğer bir ömür boyu bize peygamberin tarihini anlat-salar bizim için ders değildir. Bu şuna benzer. Örneğin, meleklerin yüce alemde böyle yaptığını söyleseler, deriz ki "bunu melekler yaptılar bunun bizimle ne ilgisi var.!" Bir ömür gelseler ve Ali hakkında konuşsalar aslında bizi pire bile ısırmaz. Ali bizimle ölçülemez. Bir ömür bize imam Hüseyin'den bahsetseler O'nun yolunda bir adım ilerliyelim diye bizi pire ısırmıyor. Çünkü "pakların işini kendinle kıyaslama" Yani bu bilgi kaynağını da bizden aldılar. Hâlbuki eğer böyle olsaydı, Allah Peygamber yerine melek gönderirdi. Peygamber insan-ı kâmil demekti, Ali insan-ı kâmildir, Hüseyn insan-ı kâmil demektir, Zehra insan-ı kâmil demektir. Yani bunlar beşeriyetin özelliklerine, melek üstü yüce kemale sahiptirler. Yani bir beşer gibi acıkıyorlar, yemek yiyorlar, susuyorlar ve su içiyorlar, uykuya ihtiyaç duyuyorlar, çocuklarını seviyorlar, cinsi içgüdüleri vardır, duyguları vardır ve bunun için önder olabiliyorlar. Eğer bu şekilde olmasalardı, İmam ve lider olamazlardı. Eğer mazallah İmam Hüseyin bir beşerin his ve duygularına sahip olmasaydı, yani eğer çocuğunun başına gelen bir sıkıntıdan dolayı üzülen bir insan gibi İmam Hüseyin, çocuğunun başına gelen birsıkıntıdan dolayı üzülmeseydi; eğer çocuklarını gözünün önünde parça parça yapsalar da O'nun gönlü hiç yanmasaydı.. Tıpkı odunu parçalayanlar gibi olsaydı imam olmazdı. Kamil insan olmazdı. Ben de eğer böyle olsam bu işi yapardım. Şüphesiz onlar beşeri özelliklerin tümüne sahiptir. O da olgunluk çağına geldiği zaman babası Ali'den izin istiyor, gönlü tutuşuyor. Onun çocuk şefkati ve sevgisi benden ve senden 100 derecedaha çoktur. -Şefkat ve muhabbet duygusu beşeriyetin mükemmelliklerindendir.- Fakat hakkın rızası karşısında bütün bunların üzerine çıkıyor. Babasından izin istedi ve o da izin verdi. Geldi ve şöyle dedi: Babacığım! Bana izin verir misin? O da şöyle buyurdu: "Git aziz çocuğum." Burada tarihçiler çok önemli hususlara değinmişlerdir. Şöyle yazmışlardır: "Hayattan artık ümidini keserek gözlerini kapatan bir kimsenin bakışı gibi baktı." Psikoloji açısından ve ruhi hallerin insan bedenindeki olaylara tesiri bakımından şurası açıktır ki insan, kendine müjde verildiği zaman gayr-i ihtiyari (gül gibi) açar ve gözleri de (fal taşı gibi) açılır. Eğer insan çok sevdiği ve fakat öleceğinden emin olduğu değerli hasta bir yakınının başucunda oturup ta onun yüzüne baksa, gözlerinin yansı kapalıdır, diğer yarısıyla bakar. Yani göz kapakları düşer. Sanki gözlerini açıp kapamaya razı olmaz. Bunun tam tersine örneğin eğer oğlu kahramanlık göstermişse veya kendisinin düğün gecesi ise, bu durumda gözleri fal taşı gibi açılır. Şöyle derler: Hüseyin'i gözlerini kapatmış oğluna bakarken gördük. Sanki Ali Ekber'in cazibesi bir kaç adım Hüseyin'i kendi arkasına doğru çekiyordu. O gidiyordu. Hz. Hüseyin'in bir kaç adım da arkasından gittiğini gördüler. (Hz. Hüseyin) şöyle dedi(10) Canın bendenden ayrılması hakkında her çeşit söz söylerler Ben kendi gözümle gördüm ki canım (bedenimden) ayrılıyor. Geldi, öne çıktı. Birden bire o erkekçe sesini yükseltti. Sad'ın oğlu Ömer(ll)i muhatap alarak şöyle dedi: "Ey Sad'ın oğlu! Senin benim neslimi kestiğin gibi Allah'ta senin neslini kessin! GİRİŞ BÖLÜMÜNÜN DİPNOTLARI 1- "Ey iman edenler! Sizi diriltecek şeye çağırdığı zaman -Allah'a ve peygamber'e icabet ediniz." (Enfal: 24) 2- Bkz. Mesnevi ve Şerhi, Şerheden: A. Gölpınarlı, M.E.B. İst. 1985, c,I. s. 278(çev) 3- Hadis-i Nebevi 4- Sadece siyasi ve sosyal özgürlükler yeterli değildir. 5- İhya-i Fikr-i Dini der İslam, s. 203-204 6- "Allah'a ve Resulüne iman edersiniz ve Allah yolunda mallarınızla ve nefislerinizle (canlarınızla) cihad edersiniz." (Saf: 11) 7- İhtirami Ölüm (ihtirami'deki "h" noktalıdır): İhtiram; kesmek, öldürmek, helak etmek, bir kavmin kökünü kazımak demektir. İhtirami ölüm ise, normal olmayan ölüm, muallâk ecel, belli olmayan ecel, ani ecel, başka bir ifadeyle ecel-i ihtirami'dir.(çev) 8- O zamanın istatistiğine göre. 9- Bu hikayenin tamamı için bkz? Mesnevi ve Şerhi, c.I, s. 104-128 10-Aslında bu beyit Sa'di'ye aittir. Fakat Hz. Burada Hz. Hüseyn'in diliyle söylenmektedir.(çev) 11-Ömer bin Sa'd bin Ebi Vakkas, yani Sad bin Ebi Vakkas'ın oğlu Ömer.(çev) 1. BÖLÜM SİRETİN ANLAMI VE ÇEŞİTLERİ Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile. Hamd, bütün varlıkların yaratıcısı Âlemlerin Rabbı Allah'a aittir. Dua ve selam Allah'ın kulu, peygamberi, habibi, seçkin dostu, Allah tarafından, Allah'ın sırrının koruyucusu ve elçiliğinin tebliğcisiPeygamberimiz, efendimiz dostumuz Ebu'l Kasım Muhammed'e ve O'nun günahlardan arındırılmış, iyi, güzel ve temiz Ehl-i Beytine olsun. Kovulmuş ve Lanetlenmiş Şeytandan Allah'a Sığınırım. "Andolsun, sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için Allah'ın Resulünde güzel bir örnek vardır." (Ahzab: 21) İlmin kaynaklarından biri, Resul-i Ekrem(s)'in mukaddes vücudunun siretidir. Müslüman bir kişi, görüş ve düşüncesini siret yoluyla ıslah etmelidir. Küçük bir hatırlatma yapayım. Allah'ın biz Müslümanlara verdiği nimetlerden ve diğer dinlerin taraftarlarına nispetle biz Müslümanların övünç kaynaklarından biri şudur: Bir taraftan peygamberimizin sözlerinden çok büyük bir kısmı elimizdedir. Bu sözlerin peygamberimizin sözleri olduğundan kesinlikle şüphe yoktur, yani bu sözler mütevatir ve sahihtir.. Hâlbuki diğer dinlerden hiç birisi böyle bir iddiada bulunamaz. Yani kesin olarak "falan cümle, (örneğin) Hz. Musa'nın veya Hz. İsa(a)'nın yahut da başka bir peygamberin dilinden işitilmiş bir cümledir" demeleri mümkün değildir. Fakat bizim elimizde peygamberimizdengelen Çok mütevatir sözler vardır. Diğer taraftan da bizim peygamberimizin tarihi çok açık, aydınlık ve müeddel (senetli ve delilli) dir. Bu yönüyle de diğer dünya rehberlerinin bizimle ortak bir yanı yoktur. Hatta bugün, kesin, açık ve sahih bir şekilde, Resul-i Ekrem'in hayatından öyle incelikler cüziyat var ki bu durum kesinlikle başka, hiç bir kimse hakkında böyle değildir; O'nun doğum yıl ve ayı, doğum günü ve hatta doğumunun yedinci günü, süt çocukluğu zamanları, çölde yaşadığı zamanlar, buluğ çağından önceki devirleri, Arabistan dışına yaptığı yolculuklar, nübüvvetten önce yaptığı işler, kaç yaşında ve kaç yılında evlendiği, kaç çocuğunun olduğu, bu çocuklardan kendisinden önce irtihal edenlerin kaç yaşında dünyadan gittikleri ve buna benzer durumlar kesin olarak elde mevcuttur. Risalet ve peygamberlik devri gelince bilgi, haber ve rivayetler daha doğru ve daha dakik oluyor. Çünkü büyük bir olay meydana geliyor: O'na iman eden ilk kişi kimdi? İkinci ve üçüncü fert kimdi? Falan kişi hangi yıl iman etti? O'nunla başkaları arasından hangi sözler konuşuldu? Ne gibi işler yaptı? Nasıl bir metodu vardı? Bütün bunlar ayrıntılarıyla bilinmektedir. Hâlbuki Hz. İsa'nın bize en yakın şeriat sahibi büyük peygamber olmasına rağmen, eğer Kur'an teyit etmese ve haber vermeseydi -ki dünya Müslümanları, Hz. İsa'yı Kur'an'ın hükmüyle gerçek ve ilahi bir peygamber olarak bilmişlerdir. -Gerçekte Hz. İsa'nın hayatı dünyada ispatlanamaz ve teyit olunamazdı. Aslında Hıristiyanlar bizzat miladi tarihe inanmıyorlar. Mesela diyorlar ki, Hz. İsa'nın doğum tarihinden 1975 sene geçmiştir.(l) Bu bir kontrat sözüdür, yoksa gerçek değil. Eğer biz peygamberimizin hicretinden 1395 kameri yıl ve 1354 şemsi yıl geçmiştir dersek, bu kesinlikle doğrudur, asla yanlış değildir. Fakat Mesih'in doğumundan 1975 yıl geçmiş olması bir kontrat sözüdür ve tarih onu teyit etmez. Bu tarihten 200-300 sene önce olması ihtimali vardır veya bu tarihten 200-300 sene sonra olmuş olması ihtimali söz konusudur; çoğu Hıristiyanlardan bir kısmı -İsa'ya iman eden bir Hıristiyan değilesasen şöyle diyor. Acaba İsa dünyada yaşamışlar mıdır? Aslında İsa'nın varlığı konusunda şüphe ediyorlar. Şüphesiz bu söz bizim nazarımızda saçmadır. Kur'an (Hz. Mesihin varlığını) teyit etmiştir. Bizim de Kur'an'a imanımız sonuz olduğundan bu konuda hiç şüphemiz yoktur. Aynı şekilde Hz. İsa'nın Havarileri kimlerdi? İncil hangi tarihte ve Mesih İsa'dan kaç yüz yıl sonra kitap haline getirildi? Kaç İncil vardı? Bütün bunlar yok olmuş ve silinip gitmişlerdir. Fakat biz Müslümanlar için bu kaynak, ister Hz. Peygamberin söz kaynağı, isterse yol ve siret kaynağı olsun, çok açık iki kaynak ve çok kati -ancak kesin güvenilebilen, yani zan değil.- ışın şeklinde vardır. Bu konu, bu oturumun başında arz etmek istediğim bir konu idi. Şimdi biz Resul-i Ekrem'in hayatından faydalanmakla görevliyiz. Bu faydalanma hem söz, hem de uygulama (pratik) noktasındadır, yani hem kavilde, hem de fiildedir. Bu demektir ki Peygamberin sözleri bizim için kılavuz ve senettir. Öyle ise (ondan gereği) gibi yararlanmalı ve payımızı almalıyız. Ayrıca peygamberin pratiğinden de faydalanmalıyız. Burada bu konu için bir açıklama yapmam gerek. Önce konuyu teorik yönüyle açıklayayım ki böylece daha sonra pratik (ameli-uygulamalı) yönüyle de açıklama imkânına sahip olabileyim. Hz. Peygamber'in Sözünün Derinliliği Büyük insanların sözleri içerisinde önemli olan nokta şudur: İnsanlar düşünüp idrak etsinler diye bu sözler içerisine yerleştirilmiş çok önemli ve ince nükteler vardır. Özellikle Resul-i Ekrem, kendi sözleri (bu sözlerle amel de etmiştir.) hakkında şöyle buyuruyor: "Bana bütün kelimeler verildi."(2) Yani Allah bana öyle bir güç vermiştir ki küçük bir sözle bir dünya kadar konu söyleyebilirim. Peygamberin sözlerini herkes işitiyordu, fakat acaba Hz. Peygamberin sözlerinin derinliğine, ulaşması gerektiği gibi ulaşabiliyor muydu? Asla! Belki de onların %99'u O'nun sözlerinin derinliğine ulaşamıyordu. Hz. Peygamberin konuyu önceden nasıl haber verdiğine bakınız. O'nun, mefhumu şöyle olan bir cümlesi vardır: "Benden duyduğunuz sözleri zapt edin ve saklayın, gelecek nesillere teslim ve emanet edin. Olabilir ki gelecek ve çok uzak nesiller, benim sözlerimi, bugün minberimin yanı başında bulunan sizlerden daha iyi anlayabilirler. "Bizim muteber kitaplarımızda mevcut olan; Kâfi, Tuhafu'1-Ukul ve diğer kitaplarında bulunan, Şii ve Sünnilerin de rivayet ettikleri meşhur bir hadiste Resul-i Ekrem şöyle buyuruyor: "Allah, benim sözümü işiterek ezberleyen, zapt eden ve o sözünü duymayan kimseye tebliğ eden kulu mutlu kılsın. Belki fakih olmayan, fakat bir fıkhı üzerinde taşıyan ve de fakih olupta üzerinde bir fıkıh bulunduran kimseler, kendilerinden (daha ileri ve) daha fakih birisine nakledebilirler.(3) Bu cümlede çok ince nokta vardır; yani burada geleceğe işaret vardır. "Fıkıh" derin fehm demektir. Fakat burada maksat derinliği olan bir cümledir. "Fıkıh"la "Fehm" arasında şu fark vardır: "Fehm" mutlak manada anlamaktır. "Fıkıh" ise derin fehm (anlayış) derler. Fıkıh söze ıtlak olunduğu zaman çok derinliği olan söz demektir. Peygamber (S.A.A.) şöyle buyuruyor: "Birçok insan vardır ki derin bir sözü kafalarında taşırlar, fakat kendileri derin değildirler. Bildikleri cümleyi her zaman anlatırlar, fakat kendileri onun derinliğine vakıf olamazlar." Yine Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: "Birçok insan vardır ki bir cümleyi, bir fıkhı bilirler, yani benden işittikleri bir cümle ezberlerindedir. Aynı zamanda fakihdirler. Bunlar da kendilerinden daha fakih olan birisine anlatırlar, yani kendilerinden daha derin ve fikri derinliği daha çok olanlara naklederler. Kendisine nakledilen kişi nakledenin anlamadığı şeyleri anlar." Biz görüyoruz ki Peygamberin sözlerinde gerçekten asırdan aşıra her bağlamda daha çok derinlik keşfolunmuştur. (Peygamberin sözleri daha çok derinlik kazanmıştır, demiyorum.) (Elbette biliyorsunuz ki Peygamberin vasileri olan temiz imamların hesabı ayrıdır. Onların sözleri tıpkı Hz. Peygamberin sözleri gibidir. Ben normal fertler hakkında konuşmaktayım.) Birinci ve ikinci çağda, hiç bir zaman üçüncü çağdaki kadar Peygamberin ele aldığı konu ve maksatların derinliğini elde edemezlerdi. Aynı şekilde üçüncü çağda dördüncü çağdaki kadar, dördüncü çağda, beşinci çağdaki kadar Peygamberimizin sözlerinin derinliği kavranılamamıştır. İslami ilimler tarihi bu durumu gösteriyor. Eğer siz ahlakı incelerseniz, fıkhı mütalaa ederseniz, ilimleri ve felsefeyi tetkik ederseniz, irfanı incelerseniz, peygamberin söylediği sözlerin her bölümünden daha sonra gelen müfessirlerin gerçekte daha iyi bir şekilde Peygamberin sözünün derinliğine vakıf olduklarını görürsünüz. Peygamberin icazı işte buradadır. Biz sadece kendi fıkhımızı ele alalım: Mesela 1000 yıl önceki bir dâhi’yi nazar-ı itibara alalım; Şehy Saduk ve Şeyh Müfidi, hatta Şeyh Tusi'yi fıkhi meselelerdeki Peygamberin [kelimeleri]nin manalarını anlama noktasında ele alalım; sonra gelelim 900 sene sonraya. Şeyh Murtaza Ensari'yi ele alalım, bu durumda Şehy Tusi, Şeyh Saduk ve Şeyh Müfidi'den 900 yıl sonra gelen Şeyh Murtaza Ensari'ninPeygamberin sözünü daha iyi tahlil ettiğini göreceğiz. Acaba bu durum Şeyh Murtaza'nın daha çok deha ve zekâya sahip olmasından mı kaynaklanıyor? Hayır. O'nun zamanındaki ilim, Şehy Tusi'nin zamanındaki ilimden daha çok zenginliğe sahiptir, daha çok ilerlemiş ve gelişmiştir. Bunun neticesinde Şeyh Murtaza, Pey gamber'in sözünün derinliğine daha iyi erişebiliyor. Gelecekte böyledir. 100 yıl veya 200 yıl sonra öyle fertler peyda olacak ki, bunlar Peygamberin sözlerini Şeyh Ensari'den daha derin idrak edecekler. Tabii bu durum söz açısındandır. Hz. Peygamber (s)'in Davranışının (Pratiğinin) Derinliği: Hz. Peygamberin hal ve hareketlerini açıklama ve yorumlamada aynen sözlerindeki gibi bir durum vardır. Peygamberin sözünün bir anlamı olduğu ve bir mananın ifade olunması ve gerçekleşmesi için söylendiği gibi, davranışlarının da bütünüyle bir anlam ve tefsiri vardır ki, bunlar üzerinde derin bir şekilde düşünmek gerekir: "Andolsun, sizin için Allah'ı ve Ahiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için Allah'ın Resulü’nde güzel bir örnek vardır." (Ahzab: 21) Özelikle Kur'an'ın ifadesiyle Peygamber'in vücudunda sizin için bir örnek ve bir numune vardır. Peygamberin vücudu öyle bir merkezdir ki bizim ondan (hayat metodunu) çıkarmamız gerekir. Bir kişinin gelip sırf Peygamber'in amelinin (uygulama ve pratiğinin) tefsir ve yorumu önemlidir. Filan yerde peygamberin bir davranışta bulunmakta ne maksadı vardı? O halde peygamberin sözlerinin derinlemesine bir incelenme ve tefsire ihtiyacı olduğu gibi yaptığı hareketlerinin de derinlemesine düşünülüp incelenmeye ve açıklanmaya ihtiyacı vardır. Biz kendi hakkımızda teessüf izhar etmekten kaçınmayız. Bizler ahir zaman peygamberinin ümmeti olduğumuz halde, bizim her birimizden sorsalar peygamberden bir kaç tane söz bilmiyoruz.-Hatta lafzını dahi oturumlarda da söylemişimdir. İran'ın tanınmış yazarlarından biri -ki iki üç yıl önce ve tabii inançsız birisiydi. (Ömrünün başlangıcında hiç inancı yoktu tamamen dinsizdi. Ömrünün sonlarında benden aldığı bir takım kitaplar vasıtasıyla benimle irtibat kurmuş ve dine meyletmeye başlamıştı.) Bir zaman bana şöyle dedi: "Ben şu an dinlerin hikmeti hakkında bir kitap tercüme etmekteyim. Yani çeşitli dünya dinlerinde mevcut olan hikmetler: Bu gün Yahudilik dininde var olan hikmetler, İncil'de var olan hikmetler, Zerdüş'te nispet edilen hikmetler, Buda'ya nispet edilen hikmetler, Konfüçyüs'e nispet edilen hikmetler, Peygamberimizden gelen hikmetler hakkındaki bir kitabı tercüme ediyorum: Sonra şöyle dedi: "Ben sadece efendimizin damarına rastladım. Herkesten birçok söz nakletmiş, fakat İslam peygamberine kadar ulaşan bir kaç kısa cümle nakletmiş. Benim tercümem bağımsız bir tercüme olduğu için biraz daha çok nakletmek istiyorum, fakat benim imkânım yok." Devamlı şöyle dedi: Kur'an'dan 100 ayet, Hz. Peygamber'in sözlerinden 100 cümle ve Emir'ül Mü'minin(4) sözlerinden 100 cümle nakletmeye karar verdim." Kur'an hakkında şunu söyledi: Kur'an tercüme olduğu için (Komşeî Efendinin tercüme ettiği Kuran) kendim bir kaç ayet seçebilirim, fakat peygamberin sözleri hakkında bu durum söz konusu değil, çünkü ben Arapçayı o kadar bilmiyorum ve Farsçada da ne kadar araştırdıysam da bulamadım. Eğer benim için Peygamberden 100 cümle bulabilir ve tercüme edebilirsen ben de sonra zevkime uygun bir şekilde kendi kalemimle yazarım." "çok iyi tamam" dedim. Resul-i Ekrem'den 100 hadis topladım ve O'na verdim. Tercüme de ettim ki kesinlikle onların manaları konusunda hata etmesin. Daha sonra da o yazar, bu hadisleri "Hikmet-i Edyan" (Dinlerin Hikmeti -çev-) isimli bir kitapta yayınladı.(5) Elbette peygamberin 100 sözünü nereden aldığını o kitapta belirtmedi. Bende istemiyordum zaten. Çünkü maksadım bu işin gerçekleşmesiydi. Her halükarda bir zaman bana geldi ve "demek bizim Peygamberimizin böyle sözleri varmış ha?! Gerçekten ben bilmiyordum." dedi. Hâlbuki bu yazar İran'ın tanınmış bir yazarı ve bazı dış ülkelerde de muhtemelen daha meşhur sayılan bir kişidir. İran'ın birinci derece yazarlarını saydıkları zaman O'nu da sayıyorlar. Bu adam kendi ifadesiyle seyyid ve bütün ömrü boyunca işi gücü kitap olan birisiymiş. Böyle bir insanın Peygamberimizin bu şekilde sözlerinin olduğundan haberi yoktu. Bana "demek Peygamberimizin böyle sözleri varmış da ben bilmiyormuşum?!" dedi. Ben de "evet tabi" dedim. Kitap basıldıktan sonra bana şöyle dedi: "Ben şimdi İslam Peygamberinin sözlerinin, bütün dünya peygamberlerinin sözlerinden ağır bastığını, bu kadar derin ve manidar olduğunu anlıyorum. Niçin biz Müslümanlar, bu kadar ihmalkâr olmuş ve kusur etmiş olalım? Niçin bizim yazarımız -ki o da kusur etmiştir.- gerçekte Hz. Peygamberin hikmetli sözlerinin de olup olmadığından haberdar olmasın? Bu hadisleri ben seçmemiştim. Bir kısmı zihnimde idi. Bir kısmını isna aşeriyyeden ve bir kısmını da Tuhafu'lUkul'dan alarak ona verdim. Peygamberin siretinde belki bundan daha çok kusur etmişizdir. Bir kaç sene önce, arz edeceğim bir yöntemle Resul-i Ekrem'in sireti hakkında bir kitap yazmayı düşündüm. Bir hayli not hazırlamama rağmen ne kadar ilerlediysem, o kadar da gittikçe daha da derinleşen bir okyanusa girmekte olduğumu gördüm. Elbette (böyle olmasına rağmen -çev-) bu işten el çekmedim. Hz. Peygamberin siretini yazabileceğimi iddia edemeyeceğimi biliyordum, fakat tamamı elde edilemeyen şeyin, tamamı terk edilemeyeceğine göre bilahare ilahi güçle bir gün bu konuda bir şey yazmaya kararlıyım. Böylece daha sonra başkaları ondan daha iyisini yazabilsinler. Fakat insan derinlemesine düşünüp araştırdığı zaman konunun ne kadar derin olduğunu görüyor. Peygamberimizin sözleri derin olduğu gibi, sireti ve uygulaması da o kadar derindir. Öyle ki Peygamberimizin en küçük ve cüzi işinden hüküm ve kanunlar çıkarılıyor. Peygamberin küçük bir işi, insana çok uzak mesafeleri gösteren bir ışık, bir lamba, bir şule ve bir projektördür. "Siret'in Anlamı Önce "siret" kelimesinin lügat anlamını öğrenelim; çünkü eğer anlamını bilmezsek, Hz. Peygamber'in siretini tefsir edemez ve yorumlayamayız. "Siret", Arapça'da "seyr" maddesinden gelmektedir.(6) "Seyr", hareket etmek, gidiş ve yola gitmek demektir. "Siret" ise yola gitme nevi (şekli) demektir. Siret "fi'leh" veznindedir. Fi'leh babı ise Arapçada tarz ve şekle (nev'a) delalet eder. Örneğin, celse oturmak demektir, cilse ise oturma metodu, tarzı ve şekli demektir. Bu çok ince bir noktadır. Seyr gitmek ve gidiş demek, fakat siret gidiş şekli ve metodu demektir. Önemli olan peygamberin gidiş (davranış, hareket -çev-) tarzını ve metodunu tanımak ve bilmektir. Siret yazarları peygamberin gidişatını (davranışını) yazmışlardır. Siret adını verdiğimiz bu kitaplar aslında siretdeğil, seyirdir. Siret-i Halebîyle seyrdir, siret değil. O'nun adı sirettir, fakat gerçekte seyrdir. Peygamberin gidiş ve hareketi yazılmıştır. Peygamberin hareket ve davranışındaki metodu değil, Peygamberin davranış ve amel üslubu değil. Peygamberin yöntemi de değil. Yöntembilim (metodoloji) Metot meselesi çok önemlidir. Örneğin şiir konusunda (meseleye bakalım - çev-); Rudki'ye şair diyoruz. Saib'e de şair diyoruzve Hafız'a da şair diyoruz. Şiir yöntemini bilmeyen bir insan için bütün şiirler şiirdir. Böyle bir insan "şiir, şiirdir artık, şiirin hepsi şiirdir, fark etmez." der. Fakat şiirin yönteminden anlayan bir insan, şiirin çeşitli yöntemlerinin olduğunu bilir. Bizim Hint metoduyla; şiirimiz var, Horasan metoduna göre şiirimiz var. Örneğin İrfan ş metoduna göre yazılmış şiirimiz var ve diğer metotlarla yazılmış şiirimiz vardır. Şiir bilimde önemli olan yöntembilimdir. Nitekim şairler kralı Bahar, yöntembilim konusunda bir kitap yazmıştır. Hatta nesirde de yöntembilim (usulbilim, metodbilim-metodoloji -çev-) vardır. Öyleyse metodoloji şiire has değildir. Metodoloji, şiirbilim ve nesirbilimin dışında da vardır. İnsan nesri ancak çeşitlinesirlerin yöntemini keşfettiği ve şiiri de şiirdeki muhtelif yöntemleri keşfettiği zaman tanıyabilir. Gelelim sanata; sanata vakıf olmayan bir insan için inşaatçılık artık inşaatçılıktır. Çini işi artık çini işidir. Fayans işi artık fayans işidir. Kitabe yazma artık kitabe yazmadır. Fakat siz sanat bilimcilere sorunuz, göreceksiniz ki belki dünyada onlarca metod; vardır, ayrıca her sanat ve her hünerin de bir metodu vardır. Örneğin bu konuda bir kitap var. Kitabın adı İslam Sanatı (Hüner-i İslami). Bir Alman yazmış ve daha sonra tercüme etmişler. İyi bir ki-' taptır. Bir zamanlar toplantılarda tanıtmam için bana da bu kitaptan verdiler, fakat benim yöntemim yoktu ki tanıtayım. Şimdi de dilime geldi söylüyorum. Her halükarda İslam sanatı hakkında İslam sanatının kendine mahsus bir yönteminin olduğunu, İslam dünyasında ve İslam medeniyetinde kendine has bir yöntemin meydana geldiğini ve tabi diğer bütün yöntemler gibi O'na da başka yerlerden iktibaslar olmasının mümkün olduğunu fakat kendisinin de bağımsızlığının olduğunu, müstakil olduğunu ve yöntemin kendine mahsus olduğunu belirten bir kitap yazmışlardır. Bunlardan daha öteye; düşüncelere gelelim: Bilmeyen bir insana göre Aristo bir alim, bir filozof ve mütefekkirdir. Ebu Reyhan Binini bir âlim ve düşünürdür. Ebu Ali Sina (İbni Sina-ç-) birâlim ve düşünürdür. Francis Becon bir âlim ve düşünürdür. Ustuvart Mili, Descartes ve Hegel de böyledir. Sonra oradan başka bir gruba geçelim, Şeyh Saduk bir âlimdir, Şeyh Kuleyni bir âlimdir, îhvan-ı Safa bir grup ulema ve hepsi de Şii’ydi. Hace Nasuriddin bir âlimdir. Fakat meseleye vakıf olan bir insan bu âlimlerin yöntemi ve gidişatı konusunda yerden göğe kadar farklılık olduğunu bilir. Bir âlimin metodu istidlali ve kıyasi metoddur. Yani bütün meselelerde Aristo mantığına ittiba eder. Eğer tıbbı onun eline versen, onu bile Aristo mantığıyla ele alıp keşfetmek ister. Eğer fıkhı da ona versen Aristo mantığıyla istidlal etmek ister. Edebiyat, nahiv ve sarfı da onun iradesine versen, onlarda da Aristo mantığını kullanır. Onun yöntemi böyledir. Başka birinin usulü tecrübî usuldür. Modern âlimlerden birçoğu gibi. Ebu Reyhan Biruni ile Ebu Ali Sina'nın mantığı Aristo'sal bir mantıktır. Fakat Ebu Reyhan Biruni'nin metodu daha çokhissi ve tecrübi olmuştur. Şu var ki bunlar hem muasırdırlar ve hem de dahidirler. Başka birinin metodu hiç yoktur, bütün meselelerde sadece nakillere dayanır. Nakillerin dışında başka hiç birşeye itimat etmez. Örneğin, Merhum Meclisi eğer tıp da yazmak istese nakillere dayalı bir tıb yazmak ister. Dayanağı nakiller olduğu için naklin doğruluğuna [veya yanlışlığına] önem vermez. Kitaplarda ne varsa hepsini toplar. Günlerin uğurlu ve uğursuz olması konusunda da yazmak istese yine nakillere dayanır. Birisinin metodu menkul, diğerinin metodu makuldür. Birisinin metodu hissi, diğerinin metodu istidlalidir. Birinin medodu, örneğin bugünkülerindeyimiyle diyalektik metodudur, yani eşyayı hareket ve akış içerisinde görüyor. Bir başkasının metodu statiktir, yani aslında evrenindüzenine hareketi karıştırmıyor. Kısaca bir hayli metot vardır. Şimdi geliyoruz davranışlara ve hareketlere: Davranışların da çeşitli yöntemleri vardır, siret bilimde, yani yöntem bilimde önce bir umumilik vardır. Dünya sultanlarının aralarında bir takımihtilaflar olmakla birlikte genel olarak kendilerine has bir metod, bir siret ve bir yöntemleri vardır. Filozofların kendilerine has birer medotları vardır. Riyazetkeşlerin kendilerine mahsus metodlarıvardır. Peygamberlerin genel olarak kendilerine mahsus yöntemleri vardır. Her birini ayrı ayrı ele alalım, [her birinin kendine has bir metodunun olduğunu görürüz.] Örneğin Resul-i Ekrem'in kendine ait bir yöntemi vardır. Burada başka bir noktayı arz etmem gerek: Daha önce arz ettiğim; sanatta, şiirde, tefekkürde ve amelde (uygulamada-pratikte-çev-)e metodların çeşitli olması durumu )metodu olan insanlariçindir. İnsanların çoğunluğunun aslında metodu yoktur. Şiir söyleyen birçok kişinin gerçekte metodu yoktur. Böyle birçok kişi metodla uyuşmuyor. Sanatçılardan birçoğunun esasen metodla bir ilgisi yoktur. (Belki kübistler(7) böyle olabilirler). İnsanların birçoğunun tefekküründe aslında yöntem ve mantık yoktur. Bir kez nakle dayanır, bir kez akla dayanır. Bir kez hissi olur, bir kez akli' olur. Bunlar mantık dışı olanlardır. Benim mantık dışındakilerle bir işim yoktur. Pratikte (amelde-uygulamada -çev-) de insanların tamamına yakın bir kısmının yöntemi yoktur. Eğer bize [amelde] metodunu söyle, siretini açıkla. Yöntemini beyan et. Hayatın problemlerini çözmede hangi metodu kullanıyorsun?" deseler cevap veremeyiz. Herkesin hayatta kendisi için bir hedefi vardır. Kişi neyi isterse o hedefi olur. Birisinin hedefi yüksektir, birinin hedefi düşük ve alçaktır. Birinin hedefi Allah'tır. Birinin hedefi ise dünyadır. Netice itibariyle insanların hedefi vardır. Bazı kişilerin aslında kendi hedefleri için metodları yoktu, yöntem seçmemişlerdir. Bunların metodla bir ilgileri yoktur. Fakat insanların az bir kısmının, gittikleri yolda metodları vardır. İnsanlardan az bir kısmı böyledir. Gerisi, yani büyük bir çoğunluk mantık dışıdır, metod dışıdır, ıstılah olarak söylersek [onların amellerine] hercümerc hâkimdir ve onlar şaşkındırlar. Peygamberin sireti, yani peygamberin yöntemi, peygamberin amelde ve davranışlarında kendi maksatları için kullandığı metoddur. Konumuz Peygamberin maksatları hakkında değil; Peygamberin maksatları şimdilik bizim için bellidir. Bizim mevzuumuz, Peygamberin metodu hakkındadır. Yani Peygamberin kendi hedefi ve maksadı için takip ettiği metod hakkındadır. Örneğin Peygamber tebliğ ediyordu. Acaba Peygamberin tebliğ metodu nasıl bir metoddu? Peygamberin tebliği tarzı nasıldı? Peygamber bir taraftan tebliğci (mübelliğ) iken ve İslam'ı tebliği ederken, diğer taraftan da aynı zamanda toplumu için siyasi rehber idi. Medine'ye gelir gelmez toplumu teşkil etti ve hükümet kurdu. Kendisi toplumun lideri idi. Peygamberin topluma rehberlik ve idarecilik metodu ve şekli nasıldı? Peygamber aynı zamanda kadı (hâkim) idi; insanlar arasında hüküm veriyordu. O'nun hüküm verme ve yargılama metodu ne idi? Peygamberin diğer bütün insanlar gibi aile hayatı vardı, çeşitli hanımları vardı, çocukları vardı. Peygamberin "kadına sahip olma" daki yöntemi nasıldı? Peygamberin ashab ve yaranıyla, başka bir ifadeyle müridleriyle dostluk ve arkadaşlık metodu nasıldı? Peygamberin güçlü düşmanları vardı. Hz.Muhammed'in düşmanlara karşı davranış ve tutumunda takip ettiği metod neydi? Diğer çeşitli konular hakkında onlarca başka metod var ki bunlardın aydınlanması gerekir. Amel (pratik) de Çeşitli Metotlar Örneğin sosyal ve siyasi liderleri ele alalım; bir kısmının temel yöntemi, dayandığı şey güç ve baskıdır (zordur). Yani gücün dışında başka herhangi bir şeye inanmaz ve itimat etmezler. Onların mantıkları şudur: "Bir gereh(8) boynuz, iki zir'a (zer')(9) kandan daha iyidir." Yani (onlara göre -çev-) gücün dışındaki var olan her şeyden uzak dur. Şimdi Amerikalıların dünyada uyguladıkları ve güttükleri siyaset böyledir. Amerikalılar problemlerin sadece ve v sadece zorla (baskı ve güçle) hallolacağına inanmaktadırlar. Yani bunlara göre güçten başka her şeyi bir kenara at. Diğer bazı liderler, siyasette ve işleri idare etmede her şeyden önce hile ve aldatma yoluna başvururlar: Dönek İngiliz siyaseti ve Muaviye siyaseti gibi. O siyaset önce Yezidi siyaset idi. Yezid ve Muaviye'nin her ikisi de hedef noktasında birdir. Her ikisi da şaki ve şakilerin en şakisidir. Fakat Muaviye'nin metoduyla Yezid'in metodu arasında fark vardır. Yezid'in metodu "öldürürümbuldururum", yani güç ve baskı metoduydu. Fakat Muaviye'nin metodu, her şeyden önce hile, aldatmaca, nifak, hokkabazlık ve dubaracılıktı. Bir kişinin metodunun ahlaki olarak görünme değil de gerçek manada daha çok ahlak olması mümkündür. Ama Muaviye'ninki ahlaki olarak görünmedir. Böyle olduğu için bakıyorsunuz birden Muaviye'nin hilesi sadakat, safilik ve samimiyete dönüşüyor. Hz. Ali'nin siyasetteki siretiyle Muaviye'nin siyasetteki sire-ti arasında fark işte bu noktadaydı. O zamanki halkın çoğunluğu Muaviye'nin siyasetini tercih ediyordu. "Siyaset Muaviye'nin yaptığı bu işe denir" diyorlardı.(10) Ali'ye(a) gelerek şöyle diyorlardı: "Sen niçin Muaviye'nin kullandığı metodu kullanmıyorsun? Böyle yapsan senin işin daha da ilerler. Öyle düşün ki işin ilerlesin. Şimdi ne oldu? Bir yerde insan borç etmelidir, bundan alıp ona vermelidir. Bir yerde de bir söz verir, yalan da işin içine girer, söz verebilir, sonra da amel etmeyebilir. Bırak işin ilerlesin. İş dahaönemlidir. "Bazılarının (kafasında -çev-) "Ali bu yollan bilmeyebilir. Muaviye akıllı, zeki, açıkgöz, kurnaz ve beceriklidir. Ali'nin böyle maharetleri yoktur." şeklinde bir vesvese peyda olduğunda Ali şöyle buyurdu: "Vallahi (Allah'a yemin olsun ki) Muaviye benden daha dâhi (akıllı, becerikli-zeki -çev-) değildir." "Niçin yanılıyorsunuz? Allah'a yemin olsun ki Muaviye benden daha dahi, daha akıllı ve becerikli değildir. Ben hile yoluna gitmiyorum diye siz benim hile yolunu bilmediğimi mi sanıyorsunuz?!" "Fakat o (Muaviye) aldatır (hile yapar, hainlik eder) ve fısku fücur eder. Eğer hile ve yalan olmasaydı ben insanların en dâhisi olurdum." Yani eğer Allah’u Teâlâ hile ve düzenbazlığı sevmiyor olmasaydı, o zaman sizin ismini koyduğunuz ve Muaviye'ye verdiğiniz anlamda dâhinin kim olduğunu, ben mi dâhiyim, yoksa Muaviye mi, bunu görürdünüz. "Dikkat edin. Şüphesiz her aldatma bir fücurdur (yoldan çıkıştır). Ve her fücur da küfürdür. Her hilekâr için bir sancak vardır ki o kıyamet günü o sancakla tanınır."(11) Ben nasıl olur da siyasette hile yoluna başvururum. Hâlbuki ben şunu biliyorum: Hile, aldatma ve sahtekârlık fısk-u fücurdur. Şu fısk-u fücurlar küfür derecesindedir. Kıyamette her hilekâr birsancak ile haşrolunur. Ben asla hile yapmam. Şunlara metod diyorlar; Zor (güç ve baskıy)a dayanan metod, hile ve aldatmaya dayanan metod, temavüte dayanan metod, yani kendini ölmüşlüğe vurmağa, kendini habersizliğe vebilgisizliğe vurmağa dayanan metod. Yaşlı bir siyasetçi vardı. Bir kaç sene önce öldü. Şimdi gerçekten sade birisi miymiş, değil miymiş bilmiyorum. Fakat bazıları onun sadeliğe vurduğunu söylüyorlar. Çok büyük mollalardan birini tutmuştur. Sonra beyefendinin niçin o mollayı tuttuğunu sormaya gitmişlerdi. Diyor ki; "İş kimin elindedir? Şimdi memleketin başbakanının elindedir. Ben kime müracaat edeyim?!" İşte o dakendisine öyle bir metod seçmişti ki kendisini ahmaklığa, anlamazlığa, bilgisizliğe ve cahilliğe vuruyor ve de bu yolla eşeğini köprüden geçiriyor. Hedef insanlar kendisi için "o ahmaktır" desinler de kendisi de eşeğini köprüden geçirsin. Bu da bir yöntemdir; temavüt yöntemi yani kendini ölmüşlüğe vurmak, kendini ahmaklığa vurmak, kendini habersizlik ve bilgisizliğe vurmak. Bir, güruh insan bu metodla işlerini ilerletiyor. Bazılarının çalışma ve işlerdeki metodu, vakit geçirmek ve oyalamaktır. Gerçekten bunlar vakit geçirme ve oyalamaya dayanırlar. Bir kimsenin metodu daha çok tedbirli olmaktır. Bazıları metodlarında keskindirler. Bazıları keskin değildirler. Bazıları metodlarında ferdidirler, yani yalnız başlarına karar alırlar, bazıları ise gerçekten yalnız karara varmaya hazır değildirler. Böyle kimseler konunun kendileri için açık olduğu yerde dahi tek başlarına karar veremezler. Bu özellikle Peygamberin siretinde ilginçtir: Nübüvvet makamında.. Öyle bir makamda ki Sahabenin O'na şu şekilde imanı vardır. Onlar diyorlar ki "eğer sen kendini denize atmamızı emredersen derhal seni denize atarız." Aynı zamanda Hz. Peygamber, metodunun ferdi olmasını ve meselelerde yalnız başına karar vermek istemiyor. Çünkü ferdi davranmanın en ^ az zararı şu olur: "Kendi ashabına şahsiyet vermemiş olur. Yani, sanki sizin aslında hiç düşünceniz yoktur. Sizin anlayış kabiliyetiniz ve bilinciniz yoktur. Siz aletsiniz. Ben sadece emir vermeliyim, siz de amel etmeli, yerine getirmelisiniz." demiş olur. O zaman bunun sonucu şu olur: Yarın artık herkes rehber olduğunda bu şekilde amel etsin ve desin ki "rehber düşünüp akıl-fikir vermeli ve görüş belirtmeli, fakat rehber olmayanlar ise sadece iradesiz aletleroyuncaklar-olmalı ve söylenilenleri olduğu gibi yapmalıdır." Ama Peygamber nübüvvet makamında böyle bir iş yapmıyor. Arkadaşlar ne yapalım diye şura oluşturuyor... Bedir Savaşı çıkıyor, şura kuruyor. Uhud Savaşı çıkıyor, şura oluşturuyor: Müşrikler Medine'nin yakınma kadar gelmişler. Rasulullah ashabına soruyor: Nasıl, bir maslahat biliyor musunuz? Medine'den çıkalım ve Medine'nin dışında onlarla savaşalım veya Medine'de kalalım ve kendi konumumuzu ve mevzimizi içerde sağlamlaştıralım. Onlar bir müddet bizi muhasara ederler. Eğer başarılı olamazlarsa yenilmiş olarak geri dönerler." (Hangisini tercih ediyorsunuz? çev-) Yaşlı ve tecrübeli olanlardan birçoğunun teşhisi, maslahat olanın Medine'de kalmak olduğuydu. İfade yerindeyse daha çok gurur halleri olan ve gençliklerine güvenen gençler şöyle dediler: "Demek şimdi biz Medine'de kalalım de gelip bizi muhasara mı etsinler?! Biz böyle bir işe yanaşamayız. Biz Medine'nin dışına gider ve her ne olursa olsun dışarıda savaşırız." Tarih, Hz. Peygamberin savaş için Medine'den dışarı çıkmayı maslahat olarak görmediğini yazıyor. OŞöyle diyordu: "Eğer Medine'de bulunursak başarımız daha çok olur." Yani O'nun görüşü tecrübelilerin ve yaşlıların görüşüyle uyuşuyordu. Fakat O, ashabının çoğunluğunu teşkil eden gençlerin Hayır ya Rasulallah, biz Medine'den dışarı gidiyoruz" diye buyurduğunu gördükleri anda, dışarı gidilmesini savunanlar gelerek" ya Rasulallah! sız bizden görüş istediğiniz için biz bu şekilde görüş belirttik, fakat aynı zamanda biz size tabiyiz. Eğer siz Medine'nin dışında savaşmayı maslahat olarak görmüyorsanız, biz görüşümüzün tersine Medine'de kalırız." dediler. Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: "Peygambere, böyle silahlanarak dışarı çıktıktan sonra artık silahını bırakması doğru olmaz. Madem ki dışarı çıkmaya karar verildi, o hâlde Medine'nin dışına çıkıyoruz." Bunları söylemekteki maksadım şudur: Bunlar çeşitli bölümlerde incelenmesi iyi olan yollar ve metodlardır. Bunlar sizin için arz ettiğim kısa fihristlerdi. Belki her gece, Peygamberin davranış ve gidişatını bu bölümlerin her birinde size beyan etmeye muvaffak oluruz. Zikr-i Musibet (Musibeti anma) Felsefesi Musibet günlerinin bir bakıma Hz. Zehra (Allah'ın selamı O'nun üzerine olsun) ile münasebeti vardır. Dün gece gençlerden biri sorduğu için burada bir noktayı size arz etmek istiyorum. Belki iyi olur. Tabi ben hiç bir zaman her konuşmada mutlaka zikri musibet (musibeti anma) yapayım diye ısrar etmiyorum. Eğer söz zikr-i musibet yapmanın, bana ağır geldiğini ve bir yerden başka bir yere gitmem gerektiğini gördüğüm bir yere gelirse o zaman musibeti söylemiyorum. Fakat daha çok özellikle musibet günlerinde, işaret de olunsa zikr-i musibet yapıyorum. Bir genç benden şunu sordu: "Acaba bu iş zaruri midir? Yoksa daha güzel bir iş midir veya değil midir? Eğer İmam Hüseyin'in (a) mektebi münasebetiyle ihya olunuyorsa, imam Hüseyin'in musibetini anma da mı zaruridir? "Dedim ki evet, temiz imamların bize verdiği bir emirdir, bu emrin bir felsefesi vardır. Eğer bir mektep şefkat duygusu çeşnisine sahip değilse ve sırf ekol, felsefe düşünce olursa o kadar da ruhlara nüfuz edemez ve devam etme şansı yoktur. Fakat eğer bir mektebin şefkat çeşnisi varsa, bu duygu ona hararet verir. Bir ekolün mana ve felsefesi o ekolü açıklar. O ekole mantık verir. O mektebi mantıklı yapar. Şüphesiz İmam Hüseyin'in mektebinin mantık ve felsefesi vardır. O derstir ve öğrenilmelidir. Fakat eğer biz bu mektebi sırf fikri bir mektep şekliyle algılarsak, hararet ve kaynama kalkar ve temelden eskir, köhne olur. Bu çok büyük ve derin bir görüş olmuştur. Fevkalade bir ihtiyat, masumanedir. Nitekim demişlerdir ki, her zaman için bu çeşniyi elden çıkarmayın, şefkat çeşnisini, Hüseyin b. Ali(a) veya Emir-ül Mü'min'in, yahut İmam Hasan, diğer imamlar veya da Hz. Zehra (selimullahi aleyha) nın musibetini anmayı kaldırmayın. Bu merhamet duygusunun tadını biz koruyalım. Bu günlerin, Resul-i Ekrem'in vefat zamanı ile Hz. Zehra'nın vefat zamanı arasındaki günler olduğu için ister istemez daha çok O'nun mukaddes varlığıyla bağlantısı vardır. İki üç kelime zikr-i musibet yapıyorum. Şöyle yazmışlardır; Zehra'nın, babasından sonra hiç bir zaman başına bağladığı sarığı çıkardığını görmediler. Günden güne Zehra daha bir zayıflıyor ve daha bir güçten düşüyordu. Babasından sonra her zaman Zehra'yı ağlayan gözle gördüler. "Münheddete'r- rukn"... Bu cümlenin çok ilgi çekici manası vardır. "Rukn" paye, esas ve temel demektir. Tıpkı temelleri olan bir bina gibi... Bina temelleri üzerine durmuştur. Maddi yönden ayak ve bel kemiği insanın rüknüdür. Yani ayakta duran insan bu kemik binası üzerinde duruyor. Bazen maddi yönden bu rükün harap oluyor. Tıpkı farz ediniz ayakları kesilmiş veya bel kemiği kırılmış olan bir kişi gibi. Fakat bazen insan, ruhi yönden sanki üzerinde durduğu ruhi temelleri harap olmuş gibi eziliyor. Zehra'yı babasından sonra böyle tavsif etmişlerdir. Zehra ve peygamber birbirlerine seviyorlardı. Çocukları İmam Hasan ve İmam Hüseyin'e bakar bakmaz, gayr-i ihtiyari ağlıyor ve şöyle diyor: Benim çocuklarım! Sizi omzuna alan, kucağına oturtan ve eliyle başınızı okşayan o şefkatli ve sevgili babanız nereye gitti?! Hareket, güç ve kuvvet yüce ve büyük olan Allah'a aittir. Allah'ın selam ve duası Hz. Muhammed'e ve temiz âline olsun. BİRİNCİ BÖLÜMÜN DİPNOTLARI 1- Şehid Üstad Mutahhari bu konuşmayı 1975 yılında yapıyor, (çev) 2- Emali, Şeyh Tusi, C. 2, Sh.:98-99 3- Sefinetu'l-Bihar, C.l, Sh.: 392 4- Hz. Ali (çev) 5- Bu cümleler (hadisler) kitabın sonunda konulmuştur. 6"Siret" kelimesi muhtemelen hicri I. ve n. asrın Müslümanları tarafından kullanıldı. Her ne kadar tarihçilerimiz görevlerini layıkıyla yapmadılarsa da çok manidar, üstün ve ifadesi çokgüçlü olan lügat seçtiler. Belki en eski siretleri İbni İshak yazmıştır. İbni Hişam O'ndan sonra o siretleri bir kitab haline getirmiştir. İbni İshak'ın yaklaşık Hicri II. asrın yarısında yaşadığını söylerler. 7Kubist, kübizm (kubism) e tabi olan demektir. Kübizm ise bir çeşit ressamlık, yani geometkirk çizgilerle resim yapma ve gölgeleri ortadan kaldırma sanatı. İlk olarak ortaya atan Pikasso olmuştur. Pikasso kübizmin babası olarak meşhurdur.(çev) 8- Geren: Eski İran uzunluk ölçüsü birimi, 6,5 cm (çev) 9- Zira-zer': İran'ın eski bir uzunluk ölçüsü: 104cm (çev) 10- Şimdi de "siyaset" kelimesi bizde hile ve aldatma ile eş ilamlıdır. Hâlbuki siyaset, idare etme, yönetme, sais ise müdir (idare eden, yöneten) demektir. Biz imamlar hakkında şöyle diyoruz: "Vesasetu'l-ı bad" yani kulların siyasetçileri, kulların saisleri. Fakat yavaş yavaş bu lügat hile ve düzen mefhumunu ortaya çıkardı. 11- Nehcu'l-Beleğa, Suhbi Es-Salih,: 318, Söz:200 II. BÖLÜM SABİT PRATİK (UYGULAMALI-AMELİ) MANTIK Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile... Hamd bütün varlıkların yaratıcısı âlemlerin rabbi Allah'a aittir. Dua ve selam Allah'ın kulu, Peygamberi, habibi, seçkin dostu, Allah tarafından arındırılmış, Allah'ın sırrının koruyucusu ve elçiliğinin tebliğcisi Peygamberimiz efendimiz, dostumuz Ebu'l-Kasım Muhammed'e ve O'nun günahlardan arındırılmış iyi, güzel ve temiz Ehl-i Beytine olsun. Kovulmuş ve lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım "Andolsun sizin için, Allah'ı ve Ahiret gününü umanlar ve Allah"ı çokça zikredenler için Allah'ın Resulünde güzel bir örnek vardır." (Ahzap: 2J) Her ne kadar önce, bu geceden itibaren bir bir Resul-i Ekrem'in siretinin muhtelif bölümlerine girmeye karar almışsam da dün gece anlattığım konuların peşinden bende bir hususu arzetme-mem gerektiği düşüncesi hasıl oldu. Dün gece şunu arz etmiştim: "Seyr", "siret" ten başka bir şeydir. Seyr davranma, gitme ve gidişat demektir. Herkesin sözü olduğu kadar ameli de vardır. Fakat siret, üslub, metod ve mantık sahibi fertlerin kendi seyirlerinde (gidişat ve davranışlarında) kullandıkları özel metod, üslub ve yöntemden ibarettir. Bütün insanların seyirleri vardır, fakat herkesin sireti yoktur. Yani bütün insanların kendi gidişatında özel bir mantık takip etmeleri ve gidişatlarında mi'yar olacak bir usul silsilesi (ilke yöntemler zinciri)nin olması durumu yoktur. Özet olarak man tıkla aşina olan fertler için şu iki cümleyi arz ve tekrar ediyorum: | Fikri mantık noktasında bütün insanlar düşünürler, fakat bütün in- f sanlar mantıklı düşünmezler. Mantıklı düşünmek, insanın mantık ı namıyla -ki ilimde mantık apaçık bellidir- bir mi'yarlar zincirine ı sahip olması ve düşüncesini o mi'yarlar esasına oturtması demek- | tir. Bazı fertler vardır ki düşündükleri zaman düşüncelerinin bu mi'yar ve mikyaslara uygun olmasının hesabım yaparlar. Aynı şekilde bir kısım fertlerde peyda oluyor ki onların hareket ve davranışlarının mantığı vardır, yani onlar öyle belli bir mi'yarlar zinciri esası üzerindedirler ki, o mi'yarlar, ilke, yöntem ve mevzilerden hiç bir zaman ayrılmazlar. Fakat insanların çoğunluğunun hareket ve gidişatlarının mantığı yoktur. Aynı şekilde onların düşüncelerinin mantığı da yoktur, onların düşüncelerine hercu merc (karmakarışıklık, düzensizlik) hâkimdir. Hareket ve davranışlarına hercu merc hâkimdir. Başka bir konuyu, bahsimizin eksik kalmaması için [belirtiyor ve arz ediyorum.] Eğer bazen ilmi ıstılahları zikrediyorsam, çok kısa olarak arz etmeye çalışıyorum ki dinleyicilerimizin çoğunluğunun konumuyla zıtlık teşkil etmesin. Fakat böyle yapmakla birlikte, konunun noksan yönünü zikretmeye de mecburum. Mantığın Taksimi: Hikmet ve felsefede hikmetin iki kısma ayrıldığı söylenmiştir: Nazari ve ameli hikmet (Teorik ve Pratik hikmet -çev-) ilahiyat, riyaziyat (hesap, geometri, astronomi ve müzik) ve tabiiyyat (fizik, biyoloji) a nazari(teorik) hikmet veya teorik felsefe diyorlar. Öbür taraftan ise ahlak, siyaset ve ev idaresine de pratik hikmet diyorlar. Mantıkta böyle bir söz söylenmiştir, ama maksat doğrudur; yani felsefenin teorik ve pratik diye iki kısma ayrılması gibi mantık da yani beşerin ölçüleri de iki kısma ayrılır: Teorik mi'yarlar (aynen mutat bilinen mantıklar) ve pratik mi'yarlar. Pratik mi'yarlar, bizim "siret" veya hareket ve davranış metodu adını verdiğimiz şeyin aynısıdır. Acaba amelde (pratikte) Sabit Bir Mantığa Sahip Olunabilir mi? Daha önce, bazı fertlerin mantıkları olduğunu, bazılarının ise olmadığını söyledim. Burada şu mesele ortaya atılıyor -ve özellikle gençlerin dikkatlerinin bu konuya çekilmesi mümkündür-: Acaba bir insan pratikte, zaman ve mekânın bütün şartlarında bir mantığa (sabit mantığa -çev-) kendi mantık sınırını aşmayan sabit ve muhkem bir mantığa sahip olabilir mi? Biz Resul-i Ekrem hakkında şöyle bir söz söylüyoruz: Resul-i Ekrem amelde (uygulamada-pratikte) sireti, metod, hareket tarzı, üslubu ve mantığı olan bir insan idi ve biz Müslümanlar da, amelde istifade etmemiz için O'nun siretini tanımak ve O'nun pratik (ameli) mantığını keşfetmekle görevliyiz. O halde acaba bir insan, ömrünün başından sonuna kadar kendisi için asıl olan ve asaleti olan bir mantığa sahip olabilir mi? Veya aslında beşer, sabit bir mantığa sahip olamaz mı? Yani insan zaman ve mekânın şartlarına, hayat şartlarına ve özellikle sınıfsal konumda yer almaya mı tabidir? İnsan var olan sosyal ve ekonomik şartlarla ilgili her durumda cebren mi, özellikle bir mantığı takip eder? Bu günümüz dünyasının gündeminde olan önemli bir meseledir. Marksizm bu esas üzerine kuruludur. Sosyal, ekonomik ve özellikle sınıfsal konum karşısında asaletli bir fikir, inanç ve imanın olacağına inanmayan Marksizm, şöyle diyor: Esasen bir insan, muhtelif şartlarda bir çeşit düşünebilir ve bir mantık kullanabilir. İnsanın köşk, saray ve gecekonduda iki mantığı var dır. Sarayda bir çeşit mantık verir, gece kondu başka bir çeşit. Mahrum bir insan her zaman zulüm, işkence, baskı ve eziklik altında bulunan, mahrumiyetlerin her çeşidini tatmış ve tatmakta olan bir insan, ister istemez bir çeşit düşünüyor. Yani onun hayat konumu, kendisi için bir çeşit düşünce vücuda getiriyor. Aynı kişi eğer, konumunu değiştirirse, toprakta oturan bu adam, eğer köşkte oturan bir kişi olursa, toprak ve toz, köşk ve saray olursa, harici şartlar onun için değişir ve bu durumda onun düşüncesi de değişirsonra şöyle der: Hayır, söyledikleri sözler doğru değildir, maslahat da başka bir şekli gerektiriyor; Eşitlik o kadar doğru bir kelime değildir, özgürlüklerin birazda önünü almak gerek. Adaleti de başka bir şekilde açıklar ve yorumlar. Yani onun yaşam konumu ister istemez değişti, maslahatları ve menfaatleri değişti. Çünkü insan, kendi menfaatlerinden ve maslahatlarından el çekmez. Böyle bir insanın kendi menfaatlerinden ve maslahatlarından el çekmez. Böyle aynı şekilde düşüncesi de değişir. Bu ekole göre insanın fikir ibresi öyle yapılmıştır ki insanın mıknatısı, menfaatleridir; onun menfaatleri yoksun ve mahrum sınıf yönünde olduğu zaman, bu ibre mahrum sınıf yararına dönüyor, menfaatleri değiştiği ve müreffeh sınıfa geldiği zaman, düşünce ibresi de ister istemez ve cebren müreffeh sınıf yönüne dönüyor. Öğrenci ve Namazda İmama Uyma Hikâyesi Eskiden şaka, mizah ve kinaye olarak telakki ettiğimiz bir takım sözler için şimdi bazı insanların aslında felsefe yaptıklarını görüyoruz. Onlar bunların şaka, mizah ve kinaye olmadığını, bilakis ciddi olduğunu söylüyorlar. Meşhed öğrencilerinin yaptıkları bir şaka vardı, şöyle diyorlardı: "Bir öğrenci şöyle diyormuş: "Ben her zaman bana para veren kişinin arkasında namaz kılarım. Böyle kıldığım namazım da kesin olarak sahihtir." Diğerleri ise "kim para verirse ona uyarsın ha!: demek ki sen para için (o adama -çev-) uyuyorsun (o adamın arkasında namaz kılıyorsun)." diyormuş. Bu defa şöyle diyormuş: "Bana para vermeyen kişi bana para vermediği için inancım şu oluyor" o fasıktır. Ve o zaman eğer onun arkasında namaz kılırsam, bu namaz batıl olur." Fakat para verdiği anda, yani para elime gelir gelmez inancımın da değiştiğini de görüyorum. Aynı andan itibaren inancım şu oluyor ki o bey adildir. Namaz kıldığım zaman namazım da sahihtir. Benim akidem paraya tabi olduğu için bana para verenin adil olduğuna, vermeyeninin fasık olduğuna inanıyorum. Bu yüzden benim, her zaman, bana para vermeyen kimsenin arkasında namaz kılmamam gerekir, aksi takdirde namazım batıl olur. Bana para verenin arkasında namaz kılmam gerek çünkü bu durumda namazım sahih olur." Biz bu hikâyeyi her zaman şaka olarak algılıyorduk. Fakat şimdi bunun şaka olmadığını, bizzat dünyada az çok bir felsefe olduğunu görüyoruz. Nitekim insanın düşünce ibresi o hale getirilmiştir ki kendi menfaatleri ve maslahatları dışında başka bir yönde düşünemez, bu tarihin cebridir, ekonominin cebridir, bunun dışında onun için bir imkân yoktur. Bu Teorinin Zıddı Olan Tarihi Örnekler Bu da bir sözdür, fakat iddiadır. Acaba biz böyle iddiaların doğru mu yanlış mı olduğunu nereden anlayabiliriz? Gerçekten gidip tecrübe edersek acaba böyle olduğunu mu görürüz? Gidelim, beşer inlerini tecrübe edelim (deney yapalım). Acaba gerçekten beşer fertlerinin vicdanları bu kadar menfaatlerinin oyuncağı mıdır? Gerçekten beşerin böyle bir yapısı mı vardır? Ve beşer vicdanı bu derece menfaatlerinin oyuncağı mıdır? Acaba bu, insana ihanet min netleri değil midir? Acaba bu teori yüzde yüz insanlık dışı bir teori değil midir? Gidip geri dönüyoruz. İnsaflı düşünün Allah için mesele böyle değil mi? Mantıkları ve imanları olmayanlar için şüphesiz bu şekildedir, fakat beşer mutlaka ve icbaren böyledir denilemez. Onun zıddını ortaya koyabileceğimiz yüzlerce delil vardır. Ali (a) Ali el-Verdi adında aslen Iraklı olan bir Arap yazar vardı. Üniversite profesörü olup, yaklaşık 20 yıl önce bir kısmı Farsçaya da çevrilen kitapları yayınlandı. Şii’dir, fakat aynı zamanda Marksist’çe eğilimleri vardır. Kitabında hem Şia mezhebine eğilim var, hem de Marksizm’e temayülü var. Aynı zamanda dini temayülü olduğu için, bazı konularda Marksizm’in zıddına konuşup görüş belirtmesine herhangi bir engel yoktur. Bu adam şöyle diyor: "İnsaflıca söylemek gerekirse Ali (a) kendi yaşamında Marks'ın "insan sarayda ve kerpiç evde bir tarz (aynı) düşünemez, ister istemez insanın düşüncesi her iki durumda değişir." şeklindeki ilkesini bozdu. Ali (a) nin tarihi, meselenin bu şekilde olmadığını gösterdi. Şöyle ki, biz Ali'yi farklı iki sosyal sınıf konumunda görüyoruz. Sıfıra yakın bir noktada ve zirve noktada -ki ondan daha ötesi yoktur. -Yani Ali'yi bir gün işçi olarak, fakir sade bir asker olarak, örneğin su kanalı yapmak, ağaç dikmek, çiftçilik yapmak ve bazen de ücretle çalışmak, O'nu bir işçi şeklinde çalışarak ve zahmet çekerek ücret almak için sabahleyin evinden hareket ederek giden bir kimse olarak görüyoruz. Ali'yi bir işçi kıyafetiyle görüyoruz, bir çeşit düşünüyor. Aynı Ali sonraları İslam yayıldığında ve çok büyük mallar Müslümanların ellerine geçtiğinde, hatta hilafeti zamanında da aynı düşünüyor. Elbette İslam yayıldığı zaman İslam dünyası zenginleşti ve ganimetler İslam dünyasına doğru aktı. Servet seli İslam dünyasına aktığı zaman yüzlerce Müslüman’ın imanını da kendisiyle birlikte alıp götürdü. Fertlerin birçoğu için tesirin aslını inkâr etmiyoruz. Fakat bunu genel bir ilke ve kaide olarak kabul etmiyoruz. Zübeyr imanlı bir Müslümancı, Zübeyr'i ne bozdu? Aşırı derecede servet, haddi hesabı olmayan ganimetler Zübeyr'in kucağına aktı ve Zübeyr, bin ata, bin köleye ve bir ev Mısır da, bir ev Küfe'de, bir ev Medine'de olmak üzere bir hayli eve sahip oldu. Talha'yı ne bozdu? Aynı şeyler. Peygamberin ashabından diğer birçoklarını şüphesiz ya makam ve hilafet fasid etti, makam hırsı ve makama düşkünlük bozdu. Veya para ve servet bozdu. Fakat bu genel ilke doğru olsaydı, mazallah Peygamberin ashabının tamamı bir noktada karar kılmalıydılar; para ve makamın geldiği kadar para ve makam seli hepsine bir tip ve bir tarz hareket vermeliydi. Ama biz, bu arada öyle silindirler görüyoruz ki hareket eden ve gelen büyük seller o silindirleri sarsamamıştır. Selman (r) Bu fevkalade yer, makam ve servetler sadece Ali'yi değil, O'nun öğrencilerini de sarsamamıştır. Acaba Selman'ı bir zerre değiştirebildi mi? Medain valisi olan Selman, Peygamberin ahdine sadık kalan aynı Selman idi. Selman ki halife onu Medaine vali olarak tayin etmişti. Çünkü o İranlı idi. Medain'de eski İran'ın başkenti imiş. Halifenin siyaseti İranlı'ların kendiişlerinde bir Müslüman’ı İran'a göndermeyi gerektiriyor. Böylece İranlılar soydan dolayı vahşette bulunmasınlar, niçin bizim soyumuzdan olmayan buraya gelmiştir demesinler ve kendi soylarından yüzde yüzMü’mi olan bir kişinin, Enuşirvan'ın hükmettiği, binlerce köle, binlerce cariye ile Hüsrev Perviz'in hükümet ettiği, bir kaç bin kişilik saz takımı olan on onikibin kadını sadece hareminde hapseden ve tutan Yezdicerdin hükmettiği karargâha geldiğini görsünler. Evet, İslam terbiyesiyle terbiye olunmuş bu İranlı Selman'ın hükümet tarihinin başından sonuna kadar hayatının bütün eşyasını sadece bir omuzluk yük teşkil ediyor. Yani O hareket edip gitmek için eşyasını toplamak istediği zaman hepsini sırtına alabiliyor. Büyük fetihler baş gösterdiği ve fazla miktarda ganimetler elde edildiği halde O’nun eşyası ancak bu kadar. Ebu Zerr (r) Ali el-Verdi "Ali'nin hayatı Marks'ın nazariyesini bozdu" diyor; ben ise "Selman'ın yaşamı da Marks'ın nazariyesini bozdu. Ebu Zerr'in yaşamı da." Yoksa Ebu Zerr Osman döneminin ortalarına kadar yok muydu?! Başkalarının halifeden yüzbin dinar kadar para, yüzbin dirhem kadar hediyeler aldıkları, ceplerini doldurdukları ve kendileri için koyun sürüleri, at sürüleri, köle ve cariyeleredindikleri bir zamanda, Ebu Zerr vardı ve Emr-i bi'1-maruf nehy-i anilmünker yapıyordu. Bunun dışında başka bir şeyi yoktu. Osman, kendisi için zararı yüzlerce kılıçtan daha çok olan bu asiyisusturup bağlamak için ne kadar O'na dayak attırdı, olmadı. Osman'ın bir kölesi vardı, ona bir kese para verdi ve "eğer bu para kesesini Ebu Zerr'e verebilirsen, bu parayı bizden alması için onu razı eder ve kandırabilirsen, seni azad edeceğim." dedi. Güzel ve kandırıcı bir dille konuşan köle Ebu Zerr'in yanına geldi ve her işi yaptı, her mantığı kullandıysa da Ebu Zerr şöyle dedi: "Bu bana verdiğin para ne parasıdır? Önce bu aydınlığa kavuşmalıdır. Eğer benim payımı bana vermek istiyorsan, diğerlerinin hakkını nasıl yaptın? Şimdi benim payımı vermek istediğin gibi diğerlerinin de payını veriyor musun? Eğer bu para başkalarının payı ise bu hırsızlıktır. Yok eğer benim payımsa diğerlerinin payı hani? Diğerlerini verirsen benimkini de ver. O zaman kabul ederim. Fakat niçin sadece bana vermek istiyorsun?" Güzel kandırıcı konuşan köle ne yaptıysa Ebu Zerr para kesesini kabul etmedi. Sonunda bu köle dini bir yoldan meseleye girdi. Dedi ki "Ebu Zerr! Acaba sen birkölenin azad olup hürriyetine kavuşmasını istemez misin? Ebu Zerr "Niçin? Hem de çok isterim" dedi; Köle şöyle dedi: "Ben Osman'ın kölesiyim. Osman bana şunu şart koştu: Eğer sen parayıalırsan beni azad edecek. Benim azad olmam için bu parayı almalısın. Bu parayı kendin için değil, aksine benim özgürlüğüme kavuşmam için al. Ebu Zerr şöyle cevap verdi: "Ben senin azad olmanıçok istiyorum. Fakat çok üzgünüm, alamam. Çünkü, eğer bu parayı alırsam, sen azad olursun, ama bu defa ben Osman'ın kölesi olurum." Rasul-i Ekrem (s.a.a) Ali el-Verdi şöyle diyor: Ali'nin pratik hayatı bu teoriyi (Marks'ın teorisini çev-) bozdu. Ben arz ediyorum ki bu teoriyi sadece Ali'nin yaşamı bozmadı, Ali'den önce Peygamberin yaşamı onu bozdu. Ebu Talib vadisinin Peygamberini görünüz ve de vefat gününün peygamberini görünüz. Bir vadide hapsolunan Peygamber ve ashabtan az bir topluluğa su, yemek ve diğer ihtiyaçlar ulaşmıyor ve onlar için öyle bir sıkıntı ve zorluk vardır ki Mekke'de Müslüman olduklarını gizleyen bazı Müslümanlar, vadide ki bazı "Müslümanlarla özellikle Ali (a)'yle irtibat halindeydiler. Gecenin okaranlıklarında köşelerden gidiyor ve yemek heybesi getiriyorlardı- Müslümanlardan her biri birazcık -açlıklarını giderecek kadar yiyordu. Bu peygamber, sonra hicri onuncu yıla ulaşıyor. HicriOnuncu yılda dünya hükümetleri onun üzerine hesaplar yapıyor ve Onun karşısında tehlike hissediyorlar. Sadece Arap Yarımadası'nın tamamı O'nun nüfuzu altında değil ve O tam bir güç haline Arabistan'da gelmiş değil, ilaveten dünya siyaset adamları, bu gücün Arap Yarımadası'nın dışına da taşacaklarını tahmin ediyorlar. Gerçekten de onların tahminleri doğru çıkacak. Aynı zamanda hicretin onuncu yılının Peygamberinin, Ebu Talib Şi'binden (vadisinden) dışarı çıkmakta olan Bi'setin onuncu yılının Peygamberiyle zerre miktarı kadar ruhi yönden bir fark olmamıştır. Gelip gitmelerin ve ziyaretlerin çok olduğu ve Hz. Peygamberin şöhretinin her yer yayıldığı hicretin onuncu yılında bir bedevi Arap peygamberin huzuruna geliyor. Peygamberle konuşmak istediği zaman O'nun hakkında duyduğu şeyler yüzünden kendisini peygamber korkusu alıyor ve dili dolaşıyor. Peygamber bu durumdan rahatsız oluyor ve şöyle diyor: "Beni görmekten dolayı dilin mi dolaşıyor?!" Rasulullah hemen onu sararak kendi bedeni onun bedenine yapışıncaya kadar sıkıyor: "Kardeş! Kendine kolaylık sağla. Kolay konuş, (kendini sıkma-çev) Neyden korkuyorsun? Ben o senin sandığın ve hayal ettiğin zorba kıratlardan değilim. Ben kendi eliyle keçinin memesinden süt sağan kadının çocuğuyum. Ben tıpkı senin kardeşin gibiyim. Üzgün ve sıkılgan gönlün ne istiyorsa söyle." Acaba bu konu, bu güç, bu nüfuz, bu genişlik, bu ilerleme ve bu imkânlar, Peygamberin ruhunu değiştirebilmiş midir? Asla. Burada yalnızca Peygamberin böyle olmadığını arz ettim. Peygamber ve Ali'nin makamı bu sözlerden daha yücedir. Selmanlardan, Ebu Zerrlerden, Ammarlardan, Üveys Karanilerinden ve bunlar gibi yüzlerce kişiden haber almaya gitmeli ve onları tanımalıyız. Şeyh Ensari Daha öne gelelim. Şeyh Ensarilerden haber soralım. Bütün Şia'nın mercii olan bir adamı fakir bir öğrenci olarak Delfuz'a gidip öldüğü gün ve saatte Necef in hiç fark etmediğini görüyoruz. Evine gittikleri zaman bakıyor ve O'nun insanların en fakiri gibi yaşadığını görüyorlar. Birisi O'na şöyle diyor: "Sen çok hüner yapıyorsun bunca paralar eline geliyor, fakat sen onlara dokunmuyorsun." "Ne hüneri yapmışım" diyor, Şeyh Ensari. Öbürü cevap veriyor: "Bundan daha yüce ve üstün bir hüner mi olur?" Şeyh Ensari şöyle diyor: "Benim işim daha çok İsfahan'a kadar gidip geri dönen Kaşan eşekçilerinin işi gibidir. Acaba siz kendilerine para verilerek eşya satın almak için İsfahan'a gönderilen ve eşyaları aldıktan sonra Kaşan'a gelen Kaşan eşekçilerinin hiç bir zaman halkın parasına hıyanet ettiklerini gördünüz mü? Ben emin biriyim. [İnsanların malına el atmaya] hakkım yoktur." Size göre çok önemli olan bu mesele aslında önemli bir mesele değildir. Öyle kimerciiyet makamı bu büyük adamın ruhunu zerre kadar etkisi altına alamamış ve zapt edememiştir. Peki, biz bu meseleyi yani insanın pratik mantıkta sabit ve tekdüze bir mantığa sahip olup olamayacağını ve mantığını değiştirip değiştiremeyeceğini nereden bilebiliriz? Fertler üzerinde incelemede bulunmalıyız. Marks yanılmıştır. O'nun mütalaası eksik olmuştur. O'nun İslam Tarihine mal olan Mervan Hakem, Osman, Zübeyr, Talha vb. dünyada var olmuş olan binlerce kişi üzerinde incelemediği ve düşünmediği için bu sözü söylemiştir. Eğer iyi ve güvenilir insanlar üzerinde inceleme yapsaydı, hiç bir zaman böyle konuşmazdı. O halde şu bir ilke ve kanundur: Dünya da siret ve pratik mantık sahibi olan fertler vardır. Resul-ü Ekrem, bu kişilerin başında yer almaktadır. Bu kişiler bir ölçüler mi'yarlar silsilesine sahiptirler ve bu ölçülerden uzak durmazlar, bu mi'yarlara muhalefet etmezler. Yani sosyal şartlar, ekonomik durumlar ve sınıfsal konumlar o ilkeleri onlardan almaya kadir değildir. Burhan ve Şiir Teorik mantıkta, burhanımız ve şiirimizi vardır. Burhan, matematik ilminde konu ve maksat için getirilen deliller gibidir. Matematik ilimleri okuyan bir öğrenciye, örneğin üçgenin kurallarını açıklıyorlar. Bir üçgenin iç açıların toplamı 180 dereceye eşittir. Ve 181 veya 179 derece olması muhaldir dedikleri zaman ona bunun burhanını zikrediyorlar. Öğrenci söyledikleri burhanındoğru olduğunu görüyor. Acaba matematik öğretmeni şu şekilde bir tercih gücüne sahip midir? Bir kere üçgenin iki dik açıya yani 180 dereceye eşit olduğuna dair delil getirmek istiyor ve böyle birdelil getiriyor. Bir kere de üçgenin iç açıları toplamının örneğin 120 ye eşit olduğuna dair bir delil getiriyor. İşte bu noktada tercih onun elinde değildir. Teorik akli ilke ve kurallar, insanın ihtiyarınaverilmemiştir. Beşer onlara tabi olmak zorundadır. Eğer Einstein'ı da dünyaya getirseler ve Einstein'da o şekilde bir delil getirmek istese, bir öğrenci O'nu mahkûm edebilir. Niçin? Çünkü mantıksız konuşuyor. Mantıksız sözü ise akıl kabul etmez. Aklın kabul etmediği bir şeyi dünyanın en güçlü kişileri dahi konuşamaz. Çünkü mantık meselesidir. Şiire gelince: Şiir tıpkı bal mumu gibi insanın elinde olan bir şeydir. İnsan her şeyi teşbih, istiare ve tahayyül ile kendi isteğine uygun bir şey yapabilir. İşte şiirdir artık o. Mantık ve Burhandeğildir. Örneğin şaire filan şeyi methet derler, o da metheder. Aynı şeyi zemmet derler, zemmeder. Firdevsi bir gün Sultan Muhammed'den hoşlanıyor ve O'nu övüyor, ama ne övgü! Dünyadan Büyük Şah Mahmut Koyun ve kurdu beraber su içme yerine getirdi. Bir günde ondan hoşlanmıyor ve şöyle diyor: Eğer padişahın annesi asil olsaydı. Benim dizime kadar altın ve gümüş olurdu, Bellidir ki padişah ekmekçi oğludur Zira bana bir ekmek parası vermiştir Bir şaire "Seyahat etmeyi öv de, "Evet seyahat etmek iyidir, bir yerde sabit durmak ne demek?!" der. Eğer ağaç bir yerden bir yere hareket etseydi Ne testerenin ve ne de baltanın cefasını çekerdi. Gördüğün şu ağaca çabucak gelip, testereyi çekiyor ve balta vuruyorlar. Çünkü bir yerde oturmuş. Eğer seyahat etseydi. Bu şekilde olmazdı. Aksine şaire "Gel, sabit duran, ağır olan, o tarafa bu tarafa gitmeyen insanı metheden, böyle bir insanın iyi olduğunu belirten bir şiir söyle" diyorsun, bu şöyle diyor: "Evet şu dağa bak! Ne kadar büyük! Çünkü sabittir. Fakat şu rüzgâra bak. Hiç kimse ona itina etmiyor. Çünkü daima hareket ediyor." Bu tarz şiir söylemek tahayyül ederek bir şeyi başka bir şeye benzetmek demektir. Yanlış anlaşılmasın: Tahayyül manasıyla şiiri söylüyorum. Her nazma şiir demiyorum. Manzum kelamı demiyorum. Mantık ıslahına göre şiiri söylüyorum. Yani tahayyül ile meseleleri tek düze yapmak. Tahayyülün mikyas ve mizanı yoktur. Sultanlardan birinin bir düşmanı vardı. Bu düşman, uzun süre gizlendi, ama sonunda sultan onu yakaladı ve darağacına çekti. Uzun süre darağacında kaldı. Asılan adamın müridi olan bir şair onun hakkında methedici bir kaside söyleyerek halk arasında yaydı. O kasideyi kimin söylediğini kimse anlamadı. Tabi sonraları belli oldu. Bir şiirinde şöyle diyordu: Hayatta ve ölümde yücelik vardır. Ömrüme yemin olsun ki bu, muhkemlerden biridir. Yani: "Oh-oh ne güzel! Hayatta iken yüce yaşıyordu, ölümünde de yüce yaşıyor." diyor. O'nu asan kişi şöyle dedi: Gönlüm bir kimsenin beni darağacına çekmesini ve bu şiiri bana övgü olarak söylemesini istiyordu. "Şiirdir artık hepsi aynı oluyordur." dedi. Kişilerin pratik(ameli-uygulamalı) mantığı da böyledir. Bazıları pratik mantıkta burhan gibidirler. Yani muhkemdirler. Takip ettikleri ilke, metod ve prensipleri hiç bir güç onların elinden alamaz; güç ve baskı muhaldir, aç gözlülük muhaldir, sosyal şartlar muhaldir, ekonomik durumlar muhaldir, sınıfsal konum muhaldir; muhkem usulü tıpkı burhan usulü ve matematik ilkeleri gibi ferdin ihtiyarında değildir. Dolayısıyla fert gönlünün istediğinde onu değiştiremez. Duyguya bağlı değildir. Böyle ilke ve metodların muhkemliği vardır. Peygamber (s) böyle ilkeleri olan bir kimsedir. Ali (a) böyle ilkeleri olan bir kimsedir. Hüseyn (a) da böyledir. Ayrıca bunların takipçileri olan, Selman, Ebu Zerr, Ammar ve Mikdat böyle ilkeleri olan kimselerdir. Şeyh Murtaza Ensari böyle ilkeleri olan bir kişidir. Fakat insanlardan bir kısmının yaşamdaki ilkeleri bir şairin fikri ilkeleri gibidir. O'na para ver, fikri değişir. Ümit ver, yine fikri değişir. Çünkü onun fikrinin ilke prensibi yoktur. -O halde bizim Resul-ü Ekrem'in siretinin mukaddimesinde üzerinde durmamız gereken konulardan biri şudur: Acaba İslam okuluna göre insan, nazari mantıkta çelikten yapılmış ve değişmesi mümkün olmayan mantığı takip edebildiği gibi pratik mantıkta da hiç bir gücün sarsamayacağı bir esasa ulaşabilir nitelikte, fıtratı, tabiatı ve yapısı olan bir varlık mıdır?: "Şiddetli rüzgârların hareket ettiremediği dayanıklı ve sağlam dağlar gibi" İman konusunda şöyle söylemişlerdir: Mü'min hiç bir fırtınanın yerinde oynatamadığı dağ gibidir. O fırtına nedir? İşte böylesi fırtınalardır. Birisini mahrumiyet sarsar, başkasını ise refah sar-sar(yani saptrır-çev-) "İnsanlardan bir kısmı, Allah'a bir harf üzere (bir ucundan) ibadet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne (zarar) isabet edecek olursa yüzüüstü dönüverir. O dünyayı kaybetmiştir, ahireti de. İşle bu apaçık bir kayıptır."(Hac: 11) Zühd" ün Tarifi Muttakilerin önderi Hz. Ali (a)nin Nehcü'l Belaga'da zühd'ün tarifini yapan bir cümlesi vardır. Bundan daha iyi bir tarif yapılamaz. Zühd'ün tarifini Ali'den almak gerekir. O şöyle buyuruyor: Zühd; Kur'an'ın iki cümlesi içerisindedir. (Yani zühd şu kuru kutsal oyunları oynamak (ruhdan yoksun bir takım hareketleri yapmak-şekilcilik -çcv-) değildir. Zühd insanın ruhuna bağlıdır.)Nitekim Hadid suresinde şöyle buyruluyor: "Öyle ki, elinizden çıkana karşı üzümü tutmayasınız ve size (Allah'ın) verdikleri dolayısıyla sevinip-şımarmayasınız. Allah, hem büyüklük taslayıp da böbürleneni sevmez." (Hadid: 23) Yani eğer sahip olduğunuz dünyalık sizden alınmışsa buna üzülmeyin, dünya kederi sizi tutmasın. Eğer bir şeyiniz yokken, dünya birden bire sizin durumunuzu iyi yaparsa sevinmeyin, başka bir ifadeyle dünyanın tamamı elinizde olsa, onu sizden alsalar, siz hiçbir şeyi olmayan insan olun ve bütün dünyayı da size verseler yine aynı insan olun. Ali zühd'ü işte aynen böyle tarif ediyor. Marks gibiler beşer konusunda böyle bir tarifi yapamaz ve düşünemezler. Onlar "beşerin Ali'nin tarif ettiği anlamda zahid olabilmesi, yani sınıflar ve menfaatler üstünde yer alan yüce bir şahsiyet olabilmesi imkânsızdır.", derler. Fakat İslam ekolu bu esas üzeredir. İslam Okulu veya bugünkü deyimiyle İslam Hümanizmi, İslam'ın insan asaleti, İslam'ın doğru insanı bu esas üzeredir, Yani insan zahid olabilir, ama bizim isimlerini zahid koyduğumuz zahidler gibi bir zahid değil. Aksine Hz. Ali'nin tarif ettiği şekilde olabilir: "Öyle ki elinizden çıkana karşı üzülmeyesiniz ve size (Allah'ın) verdikleri dolayısıyla sevinip şımarmayasınız," (Hadid: 23)(1) O halde netice şu oldu: Siret yani pratik mantık, nazari mantıktan başkadır ve insan farklı sosyal ekonomik şartlara,' değişik sınıfsal konumlara rağmen sabit bir mantığa sahip olabilir. Yani İslam'ın tezi budur ve İslam'ın gerçek terbiye olmuşları ve eğitim görmüşleri de beşerin böyle olabileceğini gösterdiler. Metodoloji Dedik ki pratik mantıkta da, tıpkı nazari mantıkta olduğu gibi yöntem ve metodlar farklıdır. Yani fertlerin aradıkları çözüm yolları arasında fark vardır. Misal olarak şöyle dedik: Birinin mantığı, zor (güç ve baskı) mantığıdır. Bir başkasının mantığı Muhammet, ahlak ve merhamet mantığıdır. Üçüncü birinin mantığı tedbir ve ihtiyat mantığıdır. Dördüncüsünün mantığı sürat, ani karar, oyalanmama ve beklememe mantığıdır. Başka birinin mantığı hile aldatma mantığıdır. Bir başkasının mantığı ölmüşlüğe vurmak (temüvüd) mantığıdır, bu şekilde misal verdik. Şimdi sözlerimin geri kalan kısmında şu kadarını arz edeyim ki teorik mantıkta bazıları kıyasi mantığa tabi idiler, bazıları tecrübî ve hissi mantığa tabi oldular. Bir kısım kişiler istatistikî mantığa tabi oldular. Kıyasilertecrübîleri reddettiler, tecrübîler de kıyasileri reddettiler. Durum aynen bu minval üzereydi. Son asırda "metodoloji" ismiyle bir ilmin, yani metod bilim ilminin vücuda gelmesi, meydana gelençok iyi işlerdendi. Bu ilim şöyle diyor: Kıyasi metodu benimseyip diğer metodları red ve inkâr edenler yanılıyorlar. Aynı şekilde tecrübe metodu benimseyip de kıyasi metodu red ve inkâr edenler de yanılıyorlar. Diyalektik metodu savunup statik de metodu reddedenler de yanılıyorlar. En önemlisi, insanın, kendi yerini kıyasi üslubun yerinin neresi olduğunu, tecrübî üslubun ve diğer üslûpların yerinin neresi olduğunu bilmesi ve tanımasıdır. Bu girişi şunun için yaptım: Pratik mantıkta da konu aynen bu şekilde yer almıştır. Teorik mantıkta üsluplardan bir kısmı aslında genel olarak kaldırıldı. Çünkü ilmi üslup değildi. İnsanın ilmi meselelerde, büyüklerin sözlerine itimat etmesi ve örneğin, "Filan konuyu Aristo söylediği için, bundan başkası olamaz." demesi gibi hiç bir âlimin sözü hüccet değildir. Günlerin Uğurluluğu ve Uğursuzluğu Pratik mantıkda da metodların birçoğu mensuh esası üzeredir. İslam da onları mensuh olarak kabul ediyor. Örneğin, acaba Peygamber işlerinde ve metodunda günlerin uğurlu ve uğursuzluğundan istifade ediyor muydu? Bu başlı başına bir meseledir. z- Peygamberin siretine gidelim ve başından sonuna kadar bakalım, Peygamberin tarihi hakkında Şiilerin ve Sünnilerin yazmış olduktan kitapların tamamını inceleyelim. Acaba Rasul-i Ekrem'in metodunda yararlandığı şeyler arasında günlerin uğurluluğu ve uğursuzluğu (yani uğurlu ve uğursuz günler -çev-) var mıydı yok muydu? Örneğin "bugün Pazartesidir, dolayısıyla seyahat etmek için iyi bir gün değildir. Veya bugün Nevruz Bayramı'nın 13. günüdür hiç kimse dışarı çıkmasın, (ona boyun büküyorlar, o da biryerden de değil, 13 yerden)" diyor muydu? Acaba böyle sözler var mıdır Peygamberin siretinde? Bu durum Ali'nin siretinde nasıl? İmamların siretinde nasıl? Peygamberin veya temiz imamların uygulamada bu sözlerden zerre miktarı kadar istifade etliklerini hiç bir zaman göremiyoruz. Aksine bunun tersini görüyoruz. Nehcü'l-Belağa'da şu vardır: Ali (a) Haricilere karşı savaşa gitmeye kararverdiğinde Ashabdan biri olan Eş'as Kays aceleyle koşarak geldi ve şöyle dedi: "Ey mü'minlerin emiri! Rica ederim sabredin, hareket etmeyin. Çünkü benim akrabalarımdan bir müneccim vardır. O'nun söylemek istediği şey var, size arz etmek istiyor." Ali (a) "söyle gelsin" dedi. Müneccim geldi ve şöyle dedi: "Ey Emire'l-mü'minin! Ben müneccimim ve günlerin uğurlu ve uğursuzluğukonusunda uzmanım. Kendi hesaplarıma göre şu sonuca vardım: Eğer siz şimdi hareket eder ve savaşa giderseniz kesin olarak yenilirsiniz. Ayrıca bu savaşta sizin ashabınızın çoğunluğu öldürülecektir." Ali şöyle cevap verdi: "Seni tasdik eden herkes Peygamberi yalanlamıştır. Bu saçma ve aldatıcı şeyler nelerdir? Sen ne diyorsun?! Ashabım! Allah'ın ismi üzere gidiniz. Allah'ın ismiyle konuşunuz. Allah'a dayanın ve tevekkül edin. Allah'ın adıyla hareket edin ve yürüyün. Bu müneccimin görüşüne rağmen hemen hareket ediyor ve gidiyoruz." Bildiğimiz gibi Hz. Ali (a) hiç bir savaşta, bu savaştaki kadar muzaffer ve başarılı olmadı. Vesali'de şu hadis yer almaktadır: Abdu'l-Melik bin A'yan İmam Sadık (a)ın huzuruna geliyor. Abdul-Melik Zürare'nin kardeşidir. Aynı zamanda da büyük ravilerdendir ve âlim bir adamdır. Astronomi de okumuştu. O yüzden bu tip şeylerle (günlerin uğurlu ve uğursuzluğu ile-çev-) amel ediyordu. Yavaş yavaş kendisi için musibet hazırladığını düşündü. Örneğin evden dışarı çıkıyor; Ogün kamer burcunun akrep burcuna yaklaştığını gördüğü zaman "eğer gidersem şöyle olacak" diyor. Bir gün bir yıldızın kendi önünden çıktığını gördü, yavaş yavaş çaresiz bir şekilde el ve ayağının tamamen bağlandığını düşünüp hissetti. Bir gün İmam Sadık (a)ın huzuruna geldi ve şöyle dedi: "Ey Allah Rasulü'nün oğlu! Ben ahkâmı astronomiye (nücum-i ahkami)(2) müptela oldum. Bu konuda kitaplarım var. Yavaş yavaş tutulduğumu, aslında esir olduğumu anlıyorum. Öyle ki bu kitaplara müracaat etmediğim zaman hiç bir işe karar vermiyorum. Bu durum karşısında benim görevim nedir?" İmam Sadık hayretle şöyle buyurdu: "Bizim ashabımızdan olan sen, ravimiz olan sen, demek bu şeylerle mi amel ediyorsun?!" Abdu'l-Melik ,"Evet, Ey Allah Rasulünün oğlu" dedi. İmam Sadık şöyle devam etti: "Şimdi kalk eve git. Eve varır varmaz o kitapları ateşe at ve artık bu sözlerden bir kelimeyle amel ettiğini görmeyeyim." Bu konuda var olan bir rivayetler zincirine rağmen, başka bir rivayetler zincirimiz de vardır ki bu Tcfsiru'l-Mizan'da Fussilet suresinin 16. ayetinin tefsirinde zikrolunmuştur. Temiz Ehl-i Beytimamlarından gelen rivayetlerin hepsinden şu husus istinbat olunur: Bu işlerin (günlerin uğurlu olup olmamasmın-çev-) ya hiç bir tesiri yoktur, varsa da Müslüman Allah'a, Peygambere ve Peygamberin Ehl-i Beytine tevekkül ederek bunların tesirini ortadan kaldı-Binaenaleyh bir Müslüman gerçek Şii uygulamada buna önem irmesin. Bunlardan daha da öte şu vardır ki Peygamberin ve temiz imamların tarihine bakınız, acaba bir defa da olsa onların böyle şeylerle amel ettiklerine rastlanmış mıdır?! "Siret" böyle şeyler mi demektir? Acaba onlar kendi pratik mantıklarında bu gibi işlerden yararlanmışlar mıdır, yararlanmamışlar mıdır? Horasan'da bir şey meşhurdur? Bu, İran'ın bazı ilçelerinde de vardır, -ben de gördüm- bazılarında ise yoktur. Büyük üstadımız Hac Mirza Ali Ağa Şirazi o meşhur olan şeyin kökünü, ne olduğunu ve nereden çıktığını buldu. Bu meşhur hadise bizim vilayetimiz Feriman'da çok yaygındı. Belki şimdi de yaygındır; şöyle diyorlardı: "Eğer bir şahıs yolculuğa çıkmak isterse ilk olarakonunla karşılaşan kimse seyyid olursa, bu iş uğursuzdur. Dolayısıyla o yolculuktan kesinlikle dönemez. Fakat eğer çingene birisi onunla karşılaşırsa, bu yolculuk kutlu ve mutlu bir yolculuk olacak demektir. Realite olarak böyle inanıyorlardı. Merhum Hac Mirza Ali şöyle dedi: Abbasiler döneminde bir kimsenin evinde seyyidleri -ki biçareler saklanıyorlardı- yakaladıklarında sadece seyyidleri değil, seyyidleri saklayan o ailenin tamamını yok ediyorlardı. Yavaş yavaş insanlarda seyyid'in bu anlamda uğursuz olduğu düşüncesi hâsıl oldu. Tabii feleki uğursuzluk değil, siyasi uğursuzluk, Yani bir seyyid herhangi bir kişinin evine geldi mi o artık haraptır. Bu siyasi uğursuzluk yavaş yavaş tekvini ve feleki uğursuzluğa dönüştü. Abbasilerin ortadan kalkmasından sonra yavaş yavaş saf ve akılsız kadınlar, çocuklar ve halk "aslında seyyid uğursuzdur" dediler. Özellikle bu sözü yolculuk için (yani yolculuğa çıktıklarında seyyidlerle karşılaştıkları zaman) söylediler. Şöyle bir olaya rastladım: İkinci veya üçüncü yolculuğum idi. Kum'a gitmek istiyordum. Evimizden dışarı çıktık ve (araba yerine) iki fersah uzaklıkta bir yerde misafir olduğum için ata bindim, oradan arabaya binip gitmek istiyordum. Arkadaşlar beni uğurlamak için gelmişlerdi. Evde merhume valide ve diğer kişilerle vedalaştım ve çıkıp geldik. Daha çabuk gelmeyi de çok istiyordum. Ata biner binmez önde bir seyyidin geldiğini gördüm. Dedim ki Allah etmesin, inşaallah kadınlar onun seyyid olduğunu bilmezler. Eğer bilirlerse benim geçip gitmemi istemezler. Allah Allah dedim ve durdum seyyid gelip atımın önüne geçti. Benden şunu sormak istiyordu: Siz Raman köyüne gidiyorsunuz. Acaba Raman'dan öte Kum'a mı gideceksiniz, yoksa tekrar buraya dönerek buradan arabaya binip mi gideceksiniz? İnşaallah artık dönmeyeceksiniz." Dedim ki hayır, inşallah artık dönmeyeceğim. Ayrıca kendisine şunu söyledim: "Eğer bu kadınların kulağına giderse -ki seyyid öne geçmiş ve sonra da inşaallah artık dönmeyeceksiniz demişti.beni bırakıp göndermeleri imkânsızdır. Fakat bu durumu bilmediler. Bende gittim ve geri döndüm (yani seyahatimi yaptım -çev-) Şu anda ise sizinle konuşmaktayım. O zamandan bu zamana 30 yıl geçti. Müslüman bir kişi kendi düşüncelerini bu kuruntularla yormamalıdır. O halde tevekkül ne içindir? Hem tevekkülden, hem tevessülden dem vuruyoruz. Hem de siyah kediden korkuyoruz. Tevekkülden, özellikle tevessül ve velayetten bahseden insan artık bu sözleri söylememelidir. Velayetten dem vuran ve tevessül sahibi olan bir insan bu kuruntu ve saçmalıklara itimat etmesin. O halde bunlardan her birinin kendisi bizzat bir ilke ve kuraldır: Hile, aldatma ve bu kuruntulardan yararlanma Resul-i Ekrem'in siretinde feshedilmiştir. Yüce, en yüce büyük ve en kerim isminle ey Allah'ım... Allah'ım! Bize İslam ve kur'an'ın kadrini bilmeyi nasib et. Marifet ve muhabbet nurlarını kalblerimize yerleştir. Peygamberi nin ve O'nun âlinin muhabbet nurlarını kalblerimize yerleştir. Meşru ihtiyaçlarımız ver, ölülerimize rahmet ve inayet et. Ve efendimiz sahibu'z-Zaman'ın gelmesini çabuklaştır. İKİNCİ BÖLÜMÜN DİPNOTLARI 1Hz. Ali'nin tarihine göre zahid elinden çıkan şeylere üzülmeyen ve de eline geçen şeylere sevinmeyen kişidir. 2Elbette riyazi astronomi (Nücum-i riyazi) ahkami astronomi: ayın tutulması (husuf), güneş tutulması (kusııf) vb. demektir ve matematik ilimlerinin bir bölümüdür. Ahkami astronomiye ise itibar edilmez. Ahkami astronomi*; geçmişlerin nezdindc insanların işlerine ve yaşamına etki ettiğine inandıkları yıldızların durumlarından haraketle olayların geleceğinden haber verme veya olaylar hakkında tahminde bulunma demektir. Bu dalda çalışan kişiye ahkami denir. III. BÖLÜM SİRET VE AHLÂKIN NİSBİLİĞİ (İZAFİLİĞİ) Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.. Hamd, bütün varlıkların yaratıcısı Âlemlerin Rabbı Allah'a aittir. Dua ve selam Allah'ın kulu, Peygamberi, habibi, seçkin dostu, Allah tarafından arındırılmış, Allah'ın sırrının koruyucusu ve elçiliğinin tebliğcisi, Peygamberimiz, efendimiz, dostumuz Ebu'l -Kasım Muhammed(s.a.a)e ve O'nun günahlardan arındırılmış, iyi, güzel ve temiz Ehl-i Beytine olsun. Kovulmuş ve lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım "Andolsun ki sizin için Allah'ı ve ahirel gününü umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için Allah'ın Resulünde güzel bir örnek vardır." (Ahzap: 21) Daha önce ortaya attığımız konu şu çerçevedeydi: Acaba zaman ve mekânın muhtelif şartlarında, farklı sosyal durumlarda ve değişik sınıfsal konumlarda insanın sabit pratik ölçülere ve mantıklara sahip olması mümkün müdür? Konu bu çerçeve idi. Bu, Şu cihetle zaruriydi. Eğer söylediğim şeyin dışında olursa, aslında -Kur'an'ın deyimiyle- üsve hakkında, yani insan-ı kâmili, imam, öncü ve önderimiz olarak seçmemiz, O'nun hayatından bilgilenmeniz ve ilim almamız hakkında konuşmanın ister istemez artık bir anlamı kalmayacak. 1400 yıl önce özel bir mantıkla bir insan yaşamış. Ben O'nun şartlarında değilim O da benim şartlarımda olmaktır. Her şart bir mantığı gerektiriyor. Bu sözün anlamı şudur: hiç bir fert örnek olamaz. Ben işte bu hususa cevap vermek için önce ki konuyu arz ettim. Yüce Allah diler, yardım eder ve muvaffak eylerse, gelecek bölümlerde bu konuya daha çok yaslanmak istiyorum. Zira çağımızda insanlar tam ve doğru anlamadıkları için kötü öğrenim-öğretimler silsilesine sebep olan bir mesele dillere düşmüştür. Bu mesele ahlakın nisbiyyeti meselesidir. Yani acaba insani ölçüler, neyin iyi bir şey olduğu neyin kötü olduğu, insan nasıl iyi olur ve nasıl iyi olmaz meselesi nisbi (göreli-izafi -çev-) bir iş midir, yoksa mutlak bir iş mi? Eğer bu konu, bugünkü yazılarda, kitaplarda, makalelerde, gazete ve dergilerde fazla gündeme gelmeseydi, ben de gündeme getirmezdim. Fakat çok fazla gündem oluşturduğu için bizim de ortaya atıp işlememiz gerekmektedir. Acaba Ahlâk Nisbi midir? Bazıları genel olarak ahlakın nisbi olduğuna, yani iyi ve kötü ölçülerin, iyi ve kötü ahlâkın nisbi olduğuna, başka bir ifadeyle insan olmanın nisbi bir iş olduğuna inanırlar. Bir şeyin nisbiyyeti o şeyin farklı zaman ve mekânlarda değişmesi demektir: Bir şey bir zamanda, bir şart ve durumda ahlâki açıdan iyi olurken, başka durum ve şartlarda insanlık dışı olmaktadır. Bu çok yaygın olan ahlakın nisbiliğinin anlamıdır. Ben şimdi iddia edilen konuyu arz ediyorum, sonra asıl konu etrafında açıklama yapacağım. O konu da şudur: Ahlakın birincil ilkeleri, insanlığın ilk ölçü ve mihenkleri hiç bir surette nisbi değildir, mutlaktır. Fakat ikincil ölçüler nisbidir. İslam'da da biz bu meseleyle karşı karşıyayız ki siret-i nebevi hakkında yaptığımız bu araştırma bu konuyu yavaş yavaş açıklayacaktır. Rasul-i Ekrem'in(l) siretinde batıl ve feshedilmiş bir usul silsilesi görüyoruz. Yani Peygamber, siretinde, gidişatında, davranışlarında ve pratik mantığında hiçbir zaman bu (batıl) metodlardan hiç bir şart ve konumda istifade etmenaiştir. Aynı şekilde İmamlar da bu usûl ve ölçülerden yararlanmamışlardır. Bunlar İslam’a göre bütün şart, durum, ortam, zaman ve mekânlarda kötüdür. Şia'nın Sermayesi Biz Şiilerin, Ehl-i Sünnetin sahip olmadığı bir sermayesi vardır. O da şudur: Onlar için masum devre, yani siretinden kuvvetli ve kesin bir şekilde faydalanılan masum bir şahsiyetin bulunduğu devre 23 yıldan fazla değildir. Çünkü masum olarak sadece Resul-i Ekrem'i kabul ediyor ve biliyorlar. Peygamberin 23 yıl boyunca çeşitli şartlarla yaşadığı ve farklı şartlarda Peygamberin siretinin çok şey öğrettiği doğrudur. Fakat biz Şiilerin 23 yıla ilaveten yaklaşık 250 yılı daha var. Yani bizim toplam 273 yıl ismet dönemimiz var. Dolayısıyla 273 yıl masum sirettten faydalanabiliriz. Resul-i Ekrem'in bi'set zamanından Hz. İmam Askeri(a) nin vefatına kadar, yani Hicretten umumun imam Masuma ulaşamadığı küçük ğaybet döneminin başına kadar geçen 260 yıla ilaveten bi'sctten hicrete kadar geçen 13 yıl (toplam 273 yıl -çev-) Şia için tam ismet devresidir. Bu 273 yıl içerisinde çok çeşitli şartlar ve durumlar olmuş ve bu dönemlerin hepsinde masum bulunmuştur. Bunun için farklı şartlarda doğru hareket tarzını istinbat edebiliriz. Örneğin İmam Sadık Abbasiler döneminde de bulunmuştur. HalbukiAbbasiler dönemi gibi bir dönem Resul-i Ekrem için meydana gelmemiştir. Bu yüzden bizim sermayelerimiz daha zengin, daha şümullü ve daha mükemmeldir. Feshedilmiş Yöntemler a- Hile Yöntemi Bazı yöntemlerin Peygamberimizden imam Askeri'ye kadar lağvedildiklerini görüyoruz. Dolayısıyla bunların bütün şart ve durumlarda reddedilmesi gereken kesin ölçüler olduğunu anlıyoruz. Bazı kimseler ahlak mutlaka nisbidir, diyorlar. Biz onlara soruyoruz: Örneğin fertlerin, kendi siretlerinde kullanmaları mümkün olan ölçü ve mihenklerden biri, aldatma (hile) ve hiyanettir. Dünyanın siyaset adamlarının tamamına yakın, çoğunluğu hile ve hıyanet metodundan kendi maksatları için yararlanıyorlar. Bazılarının bütün siyaseti, hile ve hıyanet esası üzerinedir. Bir kısmı en azından ondan yararlanır. Yani siyasette ahlakın anlamının olmadığını, ahlakı bırakmak gerektiğini söylerler. Bir siyaset adamı söz verir, kontrat yapar, and içer; fakat menfaatleri gereği, kendisine menfaat sağladığı ölçüde sözüne, anlaşmasına ve yeminine bağlıdır, eğer menfaatler öbür tarafta ise hemen, anlaşmasına ve yeminine bağlıdır, eğer menfaatler öbür tarafta ise hemen anlaşmasını bozar. Çorçil II. dünya savaşı hakkında yazdığı kitapta -ki bir ara İran gazetelerinde yayınlanıyordu. Ben de bir kısmını okumuştum.Müttefiklerin İran'a yaptıkları saldırıyı anlatırken şöyle diyor: "Gerçi biz İranlılarla kontrat yapmıştık, antlaşmamız vardı onlarla. Bu antlaşmaya göre böyle bir iş yapmamız gerekiyordu." Sonra kendi kendine cevap vererek şöyle diyor: "Fakat bu ölçüler: anlaşma, anlaşmaya vefa küçük mikyaslarda doğrudur. İki kişi birbiriyle antlaşma yaptığı, yani birbirlerine söz verdikleri zamandoğrudur. Ama siyasette bir milletin menfaatleri ayaklar altına alındığı zaman bu sözler artık kürtündür. Ben "bu iş ahlak dışıdır; diğer bir ülkeyle kontrat yaptık, antlaşmayı bozmak insanlık ilkeleriyle bağdaşmaz" diye Büyük Britanya’nın menfaatlerinden uzak duramazdım. Büyük Britanya’nın menfaatlerinin elden gitmesine göz yumamazdım. Anlaşmayı bozmak insanlık dışıdır" sözü aslında genel ölçülerde ve çok geniş alanlarda doğru ve geçerli değildir." İşte bu hile ve hıyanet prensibidir. Muaviye'nin mutlaka uyduğu bir yöntem... Ali (a)yi dünyanın diğer siyasetçilerinden -tabii Resul-i Ekrem gibiler istisnadırayıran şey, sahip olduğu şeyin, hatta hilafetin elinden gitmesi pahasına da olsa pratiğinde hile ve ihanet metodunu takip etmemesidir. Niçin? Çünkü O diyor ki aslında ben insanlık ilkelerinin muhafızıyım. Benim hilafet felsefem, bu insanlık ilkelerinin muhafızlığını yapmaktır. Sadakat muhafızlığı, emanet, vefa, doğruluk ve dürüstlük muhafızlığıdır. Ben bunlar için halifeyim. Durum böyle iken bunları hilafete feda etmem nasıl "mümkündür?! Sadece kendisi böyle değil Malik Eşter'e yazdığı bir fermanda da bu felsefeyi açıklıyor. Malik Eşter'e şöyle diyor: "Malik! Harb halinde olduğun (harbi) bir kâfirle bile olsa bir kimseyle yaptığın antlaşmayı sakın bozma. Onlar kendi antlaşmalarınasadık kaldıkları sürece sen de sadık kal. Şüphesiz onlar antlaşmayı bozdukları zaman, artık bir anlaşma yok (demektir, -çev). (Kur'an'da şöyle diyor: "Mescid-i Haram yanında kendileriyle anlaştıklarınız dışında müşriklerin Allah ve Resulünün katında nasıl bir ahdi olabilir? Şu halde o (anlaşmalı olanlar) size karşı doğru bir tutum takındıkça siz de onlara karşı doğru bir tutum takının. Şüphesiz Allah muttaki olanları sever." (Tevbe:7) Ayet Peygamberle anlaşma yapmış olan müşrikler ve putperestler hakkındadır: Onlar kendi ahidlerine vefalı oldukları sürece siz de vefalı olunuz ve antlaşmayı bozmayınız. Fakat eğer anlaşmayı bozarlarsa siz de bozunuz.) Hz. Ali şöyle buyuruyor: "Malik! Hiçbir zaman yaptığın hiçbir antlaşmayı, her kimle yaparsan yap, kendi kanlı düşmanınla, kâfirlerle, müşriklerle ve İslam düşmanlarıyla bile yapsan bozma." Sonra açıklayarak devam ediyor: "Çünkü insan hayatı bunlara dayanıyor. Bunlar bozulur ve saygı gösterilmezse, artık hiç bir şey baki kalmaz."(2) Üzgünüm ki ibarelerin aynısını ezbere bilmiyorum. Ancak Ali (a) bu konuyu o kadar güzel beyan ediyor ki artıkbundan daha iyi açıklanamaz. Şimdi ben ahlakın mutlaka nisbi olduğunu söyleyenlere soruyorum: Acaba siz bir rehber için aldatma ve hıyaneti de nisbi biliyor musunuz? Yani "bir yerde hıyanet yapılmalı, başka bir yerde yapılmamalı mı? Bir ahval ve şeraitte hile ve ihanet metodu doğrudur, başka ahval ve şeraitte bunun tersine midir? Diyorsunuz. b- Tecavüz Yöntemi Tecavüz yöntemi nasıl bir yöntemdir? Tecavüz, düşmana karşı bile olsa, sınırdan bir adım daha ileri gitmek demektir. Acaba atımızın gittiği yerde müşrik ve düşmanla veya yolumuzun ve inancımızın karşıtı birisiyle karşılaşsak arlık işin içinde bir sınır yok mudur? Kur'an müşrikler konusunda daha işin içinde bir sınır olduğunu söylüyor: "Sizinle savaşanlara gitmeyin..." (Bakara: 190) karşı Allah yolunda savaşın, (ancak) Aşın Burada esasen söz kâfirler hakkındadır. Kâfirler ve müşriklerle de savaşırken sınırı aşmayın. Yani ne sınırını aşmayınız? Bunu tefsirlerde zikretmişlerdir. Fıkıh da beyan ediyor. Resul-i Ekrem, vasiyetlerinde her zaman savaşlarda sınırı aşmamayı tavsiye ediyordu, Ali (a) de savaşlarda bunu tavsiye ediyordu. -Nehcu'l Belağa'da vardır- "Düşman yaralı ve çaresiz olduğu zaman, örneğin seninle savaşmaya el atamadığı zaman onunla işiniz olmasın-Onların çocuklarına bir şey yapmayınız. Onlara suyu kapatmayınız. Bugün yapılan bu işlerden -zehirli gazlardan yararlanmak gibi uzak durun. Bu işleri yapmayın. Zehirli gazlar o zaman yokmuş, ama bu işler gibi insanlık dışı şeylerden ve suyu bağlayıp vermemek gibi işlerden yararlanma varmış. Bunlar artık haddi tecavüz etmektir. Hatta bakınız, Kureyş kâfirleri hususunda Kur'an ne emrediyor: Kureyş kâfirleri Peygamberin en acımasız, en savaşçı ve en nizacı düşmanı idiler. Sadece müşrik, putperest ve düşman olmakla kalmayıp ilaveten 20 yıl boyunca Peygamberle savaşmışlar ve işi yapmaktan çekinmemişlerdir. Peygamberin amcasını işte bunlar öldürdüler. Peygamberin aziz dostlarını bunlar öldürdüler. Mekke döneminde Peygamber'e, ashabına ve kıymetli dostlarına ne kadar baskı yaptılar! Peygamberin dişlerini yine aynı kişiler kırdılar. Peygamberin alnını bunlar yardılar. Artık yapmadıkları iş yoktu. Fakat sonraları Peygamber Mekke'nin fethi dönemine erişiyor. Maide suresi Peygamber'e nazil olan son suredir. Düşmandan geriye kalanlar kalmışlar, ama artık güç Müslümanların elindedir. Bu surede şöyle buyuruyor Allah: "Ey iman edenler! Adaletli şahidler olarak Allah için hakkı ayakta tutanlar olun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın, o takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup sakının. Şüphesiz Allah yapmakta olduklarınızdan haberi olandır." (Maide: 8) Kısaca şunu demek istiyor: Ey iman ehli! Biz biliyoruz ki sizin gönülleriniz bunlardan dolayı rahatsızdır. Bunlardan çok rahatsızlık, eziyet ve ıstırab çektiniz. Fakat sakın o rahatsızlıklar, budüşmanlıklar konusunda bile olsa, sizin adalet sınırını çiğnemenize sebep olmasın. Bu yöntem ne yöntemdir? [Mutlak mıdır nisbi midir? Acaba "bir konuda sınırı aşmak caizdir" denilebilir mi? Hayır, sınırı aşmak hiç bir alan ve konuda caiz değildir. Her şeyin bir ölçüsü ve sınırı vardır; o sınırı aşmamak (çiğnememek -çev-) gerekir. Savaşta haddi tecavüz etmek nedir? Soruyorum: Düşmanla ne için savaşırsın? Bir zaman "gönlümün sıkıntılarını atmak ve düğümlerini çizmek için" diyorsun. Bu cevap İslam'a ait değildir. Fakat bir zaman da "ben düşmanla dikeni beşeriyet yolunun başından kaldırıncaya kadar savaşırım" diyorsun. İyi tamam, dikeni kaldırdın. Artık bu yeterlidir, ama bir de dal vardır ki diken değildir. Peki, bu diken olmayan dalı niçin kaldırmak istiyorsun? İşte bu sınır demektir. c- İnzilam ve İstirham Yöntemi İnzilam ve istirham yöntemi, hiçbir zaman Peygamber veya Peygamberin vasilerini izlemediği yöntemlerdendir. Yani acaba onların bir yerde düşmanı kuvvetli gördükleri için bu iki araçtan birisine başvurdukları olmuş mudur? İstirham ettikleri, yani boyunlarını büktükleri ve yalvarıp yakarmaya başladıkları, "bize merhamet et" diye inleyip sızladıkları, merhamet dileğinde bulundukları olmuş mudur? Asla! İnzilam ne demek? İnzilam zulme baş koymak, yani zulme razı olmak demektir. Bu asla onlarda görülmemişti. Bunlar, hiçbir zaman Resul-i Ekrem'in, O'nun büyük vasilerinin ve aynı şekilde O'nun mektebinde eğitim ve terbiye görenlerin istifade etmedikleri birer yöntemler silsilesidir. Fakat bir yöntemler zinciri vardır ki nisbi de olsa her zaman onlardan yararlanmışlardır. İşte burada bazı noktalarda nisbiyyet meselesi gündeme geliyor. d- Güç ve Zor Kullanma Yöntemi Bizim güç adında bir yöntemimiz vardır. Ayrıca zor kullanma adıyla da başka bir metodumuz vardır. Güç (kudret) metodu, güçlü olmak metodu demektir. Güçlü olmak, düşmanın başına vurmak için değil aç gözlülük etmemesi içindir. Kur'an şöyle açıklıyor: "Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla, Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunlar dışında sizin bilmeyip de Allah'ın bildiği diğer (düşmanları) korkutup caydırasınız... "(Enfal: 60) İktidar metodu, -muktedir olma metodu- düşmanın saldırmaktan korkması noktasında son bulur. Bütün müfessirler ayette geçen "lürhibün" (korkutursunuz) dan maksadın düşmana (Müslümanların -çev-) kendilerine saldırma izni vermemesi olduğunu söylemişlerdir. Şimdi bu ilke acaba mutlak bir ilke midir, yoksa nisbi bir ilke mi? Acaba İslam bu yöntemi belli ve özel bir zamanda mı muteber görüyor, yoksa bütün zamanlarda mı? Mademki düşman bütün zamanlarda mevcuttur, o halde güç de vardır. Fakat zor kullanma adında başka bir yöntemimiz daha var. Zor kullanma güç ve güçlükten başka bir şeydir, güç kullanma manasınadır. Acaba İslam güç (zor) kullanmayı caiz görüyor mu? Resul-i Ekrem kendi siretinde zor kullanma metoduna başvurmuş mudur? Vurmamış mıdır? Yani zor kullanmış mıdır, kullanmamış mıdır? Kullanmıştır, ama nisbi olarak. Yani bir noktada zor kullanmaya izin veriyordu; ama başka hiç bir yolun kalmadığı yerde izin veriyordu. Meşhur ifadeyle şöyle derler: "Son çare dağlamaktır," Rasulullah son çare olarak buna izin veriyordu. Şimdi Emirü'l Mü'minin Ali (a) den bir ifade ve yorum: Ali(a) nin Nehcu'l-Beleğa'da Peygamberin siretini açıkladığı bir bölümde Resul-i Ekrem hakkında bir cümlesi vardı: Şöyle buyuruyor: "Peygamber bir tabib (doktor) idi. Tabii insanlar için bir doktordu. Şüphesiz buradaki doktordan maksadın vücud için olmadığı bellidir. O doktor, örneğin insanlar için sığırdili(3) reçetesi vermiyordu. Aksine maksat ruh ve içtima doktorudur. "Doktor tıbbıyla hareket eder ve döner". İlk teşbihte -ki O'nu doktora benzetiyor- Peygamberin hal ve hareketlerinin, hastalarını tedavi edip şifa veren bir doktorun davranışları gibi olduğunu söylemek istiyor. Hastayı tedavi eden doktor nasıl bir davranışta bulunur? Hastanın durumuna acıma, hastayı tedavi eden doktorun özellikleri cümle-sindendir. Ali (a) nin Nehcu'l-Beleğa'da buyurduğu gibi: "İsmet ehlinin ve Allah'ın tevfik verdiği temiz kişilerin günahkâr (hasta)lara ve masiyet ehline acıması (merhamet etmesi) gerekir."(4) Günahkâr acınmaya layıktır. Bu ne demek? Acaba merhamet edilmeye layık oldukları için onlara bir şey söylemeyelim mi? yoksa söyleyelim mi? Eğer hasta merhamet edilmeye layık ise, ona sövme, kötü söyleme ve farksız da olma. Onu tedavi et ve iyileştir. Resul-i Ekrem'in metodu hastayı tedavi eden bir doktorun metoduydu. Fakat Ali şöyle buyuruyor: Doktordan doktora da fark vardır. Bizim sabit doktorumuz da var, seyyar doktorumuz da. Bir doktor bir muayenehane açmıştır. Tabelasını da dikmiş ve muayenehanesine oturmuştur. Herkes gelerek ona müracaat eder ve beni muayene et der. Doktor da ona reçete verir. Bu doktoru, kendisine müracaat etmeyen kişiyle bir işi yoktur. Fakat bir doktor da vardır ki seyyardır. Hastaların kendisine başvurmalarına kani olmuyor, bununla yetinmiyor kendisi hastalarına müracaat ediyor ve hastalardan haber almaya gidiyor. Peygamber, (de aynen böyle -çev-)ahlak ve maneviyat hastalarına haber sormaya gidiyordu. Hayatın bütün dönemlerinde O'nun işi bu idi. Taife yolculuğu ne içindi? Aslında ondan bundan haber almaya gittiği Mescid-i Haram'da Kur'an okuyor, onu celp ediyor, bunu davet ediyordu. Niçin böyle yapıyordu? Dokunulmazlığın bulunduğu ve Arap kabilelerin hac amellerini putperestçe tertipleriyle yapmak için geldikleri haram aylarda, onlar Arafat ve Mina'da özellikle Arafat'ta toplandıkları zaman fırsattan istifade ederek onların arasına gidiyordu. Ebu Leheb de hemen O'nun peşinden koşarak "bunun sözünü dinlemeyin. Bu benim kardeşimin oğludur. Ben bunun yalancı olduğunu biliyorum. -Allah'a sığınırız- bu delidir, bu şöyledir, bu böyledir." diyordu." Fakat Hz. Peygamber kendi işine devam ediyordu. Bu ne içindi? Ali şöyle buyuruyor: "Peygamberin metodu doktorun metoduydu. Bizde ise durum şöyledir: Kişiler bize gelir ve sorar, biz decevap veririz. Fertler bize sormazlarsa artık bizim sorumluluğumuz yoktur. O kendi sorumluluğunu bu sözlerden daha öte ve yüce biliyordu: Rivayetlerimizde şu vardır: İsa (a)nın kötü ve çirkin iş yapan bir kadının evinden çıktığını gördüler. Müridler (havariler -çev-) şaşırdılar bu duruma: "Ey Ruhullah! Sen orada ne yapıyordun? Dediler. Hz. İsa ise şöyle dedi: "Doktor hastanın evine gider." Söz çoktur: "Doktor tıbbı ve tedavisiyle dönüp dolaşır. İlaçlarını sağlam yapar ve araçgereçlerini parlatıp kızartır." Metodların ve siretlerin nisbiyyeteni Ali (a) bu şekilde zikrediyor. Acaba peygamber insanlara karşı yumuşak mı davranıyor, sert mi? insanlara muhabbet ve şefkatle mi yaklaşıyor, yoksa sertlikle ve zor kullanarak mı? Ali (a) şöyle diyor: "Her iki şekilde de davranırdı, fakat ikisinin yerini de bilirdi. Hem merhemi vardı, hem de mism'i. Şu tabir, Emirü'l-Mü'minin tabiridir: Bir elinde "merhem (ilaç) vardı, diğer elinde mişm. Bir yarayı bir ilaçla yavaş yavaş tedavi etmek istediği zaman yaranın üzerine ilaç çalar, Mism, cerrahi aleti, dağlama aleti demektir. Bir elinde merhemi vardı, diğer elinde mism. Merhemle tedavi gerektiği yerde merhemle tedavi ediyordu. Fakat merhemin işe yaramadığı yerlerde, "artık çok iyi şimdi merhemimiz işe yaramıyor, o halde bırakalım kendi haline" diyerek durmuyordu. Eğer bir uzuv merhemle tedavi edilemiyorsa o uzvu dağlamak gerek, bu aletle tedavi etmek gerek. Cerrahi aletiyle kesmek ve tedavi etmek gerek. Öyle ise bir yerde zor kullanmak, başka bir yerde ise yumuşaklık, merhamet ve letafet. Rasulullah her birini kendi yerinde kullanırdı. O halde güç metodu başka bir konu, zor kullanma metodu başka bir konudur. İslam'da aslolan şudur: İslami toplum dünyanın en güçlü toplumu olmalıdır ki düşman onun kaynaklarına, sermayelerine, topraklarına, ülkesine, halkına ve kültürüne göz dikemesin. Bu artık nisbi yöntem değildir. Mutlak yöntemdir. Fakat güç kullanma nisbi bir yöntemdir. Bu işi bir yerde yapmalı, başka bir yerde yapmamalıdır. Yaşamda Sadelik ve Korkutmaktan Uzak Durma Her ne kadar bir bakıma nisbi (izafi) denmesi gerekirse de bir bakıma mutlak olan yöntemlerden bir diğeri yaşamda sadelik yöntemidir. Yaşamda sadeliği tercih, Rasul-i Ekrem için bir ilkeydi. Peygamberimizin sireti ve halleri hakkında birçok kaynağımız vardır. Biz Hz. Ali'nin dilinden Peygamber'in siretini dinlemişiz. İmam Sadık'ın dilinden dinlemişiz. Diğer imamların dilinden dinlemişiz. Sahabeden bir çoğununu dilinden dinlemişiz. Özellikle bu babla iki rivayet vardır. Bir rivayet vardır ki hepsinden daha ayrıntılıdır. Bir rivayet de vardır ki İmam Hasan Mücteba üvey dayısında rivayet etmiştir. Belki az işitilmiş olabilir: Hasan Mücteba 'nın bir üvey dayısı varmış. Üvey dayı Hind bin Evbi Hale imiş. O Resul-i Ekrem'in evlatlık çocuğu idi. Gerçekte Hz-Zehra'nın üvey kardeşi sayılıyordu. Yani Hatice'nin Resul-i Ekrem'den önceki eşinden olma çocuğu idi. Hind, Üsame bin Zeyd ki annesi Zeyneb binti Cahş- gibi Peygamberin evlatlığı idi. Fakat Üsame daha küçüktür. Ve yalnızca Peygamberin Medine dönemini idrak etmiştir. Hind daha büyük olduğu için 13 yıl Mekke'de, 10 yıl da Medine'de Peygamberin yanında kalmıştır. Hatta Peygamberin evinde tıpkı O’nun çocuğu gibiymiş. Peygamberin cüzi durumlarını bu adam söylemiş İmam Hasan’da nakletmiştir.) Rivayetlerimizde şu vardır: İmam Hasan çocuk iken Hind'e "Hind! Dedem Peygamberi gördüğün şekilde bana tanlat." dedi. Hind de Rasulullah'ı küçük İmam Hasan'a anlatmıştır. İmam Hasan Hind'in söylediği her şeyi aynen diğerlerine nakletmiştir. Bunlar bizim rivayetlerimizde mevcuttur. Beyler eğer mütalaa etmek isterlerse, Tefsiru'l-Mizan'ın altıncı cildinde bu cümleler vardır; yaklaşık iki dalga, yani 4 sayfa olabilir, peygamberin hayatını cüziyatıni bu adam nakletmiş ve diğerleri de O'ndan nakletmişlerdi. Peygamberin hayatından bazı bölümleri nakledenlerden biri de sanırım tanınmış sahabe Ebu Sadi el-Hudri'dir. Yaklaşık herkesin söylediği cümlelerden biri şudur (fakat bu ifade onlardan birine aittir): "Rasulullah'ın geçimliği hafif idi." Resul-i Ekrem yaşamında sadelik metodunu seçmiştir. Bütün her şeyde; yemekte, giyimde, evde, dostlukta, arkadaşlıkta, ferdlerle ilişkide O'nun metodu sadelikti. Özelliklerinin tamamında sadelik ve hafif geçimlik yönteminde yararlanıyordu. O hazretin yaşamında bu ilke ve yöntem vardı. Peygamberin metodlarından biri olar korkutma metodunu kullanmaktan ictinab ederdi. Genellikle dünya güçleri korkutma metodundan faydalanıyorlar. Bazen korkutma yöntemini o safhaya götürmüşlerdir ki hiç bir kişi düşünmemelidir de." diyorlar. Bir kaç yıl önce "Milvan"ın yazdığı kitaptan okuduğuma -başka bir tarih kitabından okumadım- göre Muhammed Han Kaçar Kirman'da iken, o katliamları yaptığı, onca insanı kör ettiği, o kadar kanalları doldurduğu ve onca bozgunculuğu yaptığı zamanlar -gerçekten hayret vericidir- askerlerden biri gelerek O'na şöyle rapor verdi: "Falan asker veya subayın seni öldürmeye niyeti ve kararı var." Kaçar Han bu durumu tahkik etmelerini emretti. Tahkik ettikleri zaman yalan olduğu ortaya çıktı. (Gerçekte olayın mahiyeti şu idi-çev-): (Şikâyet eden-çev-) bu askerle (şikâyet ettiği) öbür asker veya subay arasında bir kız için rekabet olmuş ve öbür asker veya subay kızı almış. Bu yüzden bu asker ondan intikam alabilmek için gelip bu şekilde yanlış rapor vermiş. Küçük adı Babahan olan Fetih Ali Şah o zaman Muhammed Kaçar'ın veliahdı idi. (Muhammed Kaçar'ın çocuğu yoktu. Babahan kardeşinin oğludur yani yeğenidir, -çev-) Muhammed Kaçar Fetih Ali Şah'a yani Babahan'a o zaman "git bu olayı araştır" dedi. Babahan olayı araştırdığı zaman gerçeğin böyle (yukarıdaki gibiçev-) olduğunu ve öldürme planının yalan olduğunu gördü. Muhammed Han Babahan'a "şimdi sana göre ne yapalım" dediğinde Babahan" malumdur. Bu bana yalan rapor verdiği için cezalandırılmalıdır." cevabını verdi. Muhammed Han şöyle diyor sonra: "Senin sözün adalet mantığıyla doğru bir sözdür. Fakat siyaset mantığıyla doğru değildir. Adalet mantığına göre bu söz doğrudur; Çünkü o suçludur vecezalandırılmalıdır. Fakat hiç düşünmüş müsün, bu olay ve mesele etrafında araştırma yaptığın şu birkaç gün içerisinde herkes Muhammed Han Kaçar'ı öldürmekten söz ediyor. Herkes beni öldürmek hakkında konuşuyor. Birisi diyor, senin öldürmeye niyetin vardı, öbürü, benim öldürmeye niyetim yoktu diyor. Şahitler geldiler, tanıklık ettiler ki hayır, işin içinde öldürme niyeti olmamış; birkaç gece gündüzdür bunların fikrinde beni öldürme tasavvuru vardır. Bu öldürme tasavvuru şahitlerin fikrinde vardır, suçlunun fikrinde vardır, itham edenin fikrine yol vermiş olan insanlar bir gün de öldürme peşine düşer. Bir kaç gündür beni öldürmeyi düşünen ve tasarlayan kimselerin hayatta olmaları maslahat değildir. Bunların tamamını, yani itham edenin, suçlayanın ve hatta şahitlerin toptan öldürülmelerini emrettim. Çünkü bir kaç gündür bu fikir onların kafalarına yerleşmiş. Cengiz ne yapıyordu? Timur ne yapıyordu? Onun küçük derecesi, en azından halkın vehimlerinden yararlanmaları, yani halkı etkilerialtma almak için debdebe ve tantanalar meydana getirmeleridir. Ali (a)nin Beyanı Ali (a)nin Nehcu'l-Belağa'da Resul-i Ekrem'in siretini tefsir eden ve hem de hayret verici olan bir cümlesi vardır. Ben bu noktayla karşılaştığım zaman o kadar tesir altında kaldım ki haddi hesabı yoktur. Hz. Musa ve Harun'u İslam'a davet etmek için Firavun yanma gitme hikâyesini naklediyor: Şöyle buyuruyor: "Bunlar (Musa ve Harun(a) görevlendirildikleri zaman iki çoban gibi çoban elbisesi içerisinde (çoban tabii bana aittir) Firavun'un yanına girdiler. İkisinin üzerinde de yünlü elbiseler vardı, yani her ikisi de yünlü elbise giymişti ki en sade elbiselerdi bunlar. Her ikisi de ellerine birer asa almıştı. Bu iki kişinin bütün sermayesi işte buydu. İki kişi yünlü yırtık eski elbiseler ve iki asa ile o celalli ve ihtişamlı Firavun'un yanına geliyor(5) ve bütün ruhi güçle Firavun'a şöyle hitap ediyorlar: "Bizim mesajımız var. Risaletimiz var. Bu risaletimizde muzafferiz. Seninle hüccet tamamlamamız için geldik". Sonra şöyle devam ediyorlar: "Önce senin yanına geldik eğer Firavunlaşmaktan vazgeçip teslim olur ve İslam'a girersen,(6) biz izzet ve mülkü senin için teminat altına alıyoruz." Fakat İslam kenesine arz edildiğinde Firavun etrafına bakarak şöyle diyor: "Şu eski yırtık elbiseleriyle ve ellerinde tuttukları şu iki kuru sopayla gelen iki kişiyi görmüyor musunuz? Meselenin aslı onlar için açıktır, bunların muzaffer oldukları bellidir. Hemen gelip "Eğer istersen sonra da aziz olursun ve zillet toprağına düşmezsin. Gel Müslüman ol." diye bana şart koşuyorlar." «— Firavun'un mantığının durumu nedir? "İ3cisi üzerine altından bilezikler atılmalı değil miydi?" Eğer gerçekten bunların bir geleceği varsa, o halde bu durumları nedir? Öyleyse onların altın vemücevherleri hani nerede? Öyle ise onların teşkilat ve merasimleri hani? Ali (a) şöyle diyor: "(Firavun) altın ve topluluğunu büyük gördü, yün ve elbisesini küçümsedi." O'nun gözüne para çok büyük gelmiş, sade elbise ise küçük gelmiştir. (Firavunçev-) kendi kendine eğer bu (Hz. Musa -çev-) doğru söylüyor ve bir ilahi kaynakla irtibatı varsa, ilahı gelsin. O'na bizimkinin on katı kadar hazine, mücevher ve debdebe versin. "Peki, niçin bunlara sahip değil?" diye düşünüyor. Ali(a) sonra Allah'ın Peygamberleri bu şekilde gönderme, onlara bu zahiri teçhizattan, git-gel teşkilatı ve güçlerinden, paradan ve mücevherden vermeme sebebinin felsefesine işaret ediyor. Şöyle diyor: "EğerAllah bunları verirse realitede artık ihtiyar (seçebilme) ortadan kalkar. Eğer işin içinde cebri iman olursa bütün insanlar gelirler iman ederler. Fakat böyle yapılan iman artık iman değildir. İman insanların gereği görerek ve seçerek meletmeleriyle olur. Yoksa (Emiru'l-Mü'minin kendi ifadesidir) Allah hayvanları bunların emrine amade kılabilir -ki örnek olarak Süleyman Peygamber için bu işi yaptıkuşları bunların emrine verebilir ve bu iki kişi (Musa ve Harun) Firavun'un yanına geldikleri zaman kuşlar başlarının üzerinden hareket edebilir hayvanlar onları tazim edebilirlerdi. Böylece insanlar için hiç bir şüphe kalmaz ve ihtiyar bütünüyle ortadan kalkar. Böyle bir iman ise artık iman değildir. İman hiç bir cebrinolmadığı imandır. Mucize ve keramet de delil olma noktasında yapılır ve kullanılır. Delil sınırına kadar Kur'an "ayet, mucize" diyor, ama eğer delili sınırından daha çok isterlerse o zaman Kur'an diyor ki, Peygamber mucize yapma fabrikası getirmemiştir. O kendi imanını insanlara sunmak için gelmiştir. Nübüvvetinin ve risaletinin doğruluğuna şahit olması için de Allah, Peygamber eliyle mucize gösteriyor. Hüccet tamamlanır tamamlanmaz artık mucize yapma da sona eriyor. Bir mucize burada, bir mucize orada, o desin falan mucizeyi göster, çok iyi, 6u, başka bir öneri yapsın çok iyi, tıpkı hokkabazlar gibi... Böyle olmaz. Biri desin: "Ben o adamı böcek yap diyorum." Diğeri desin: "Ben şu eşeği ata çevirmeni istiyorum". Meselenin böyle olmadığı açıktır. Ali (a) "böyle olsaydı, artık imanlar iman olmazdı" diyor. Benim delil mahallim olan sonraki cümledir ki o da şudur: "Allah böyle teşrifat, teşkilat, debdebeve tantanalardan hiçbir zaman peygamberine vermez..." Allah peygamberine vermez ve Peygamberler de bu yöntemi kullanmazlar. "Fakat Allah Peygamberlerini gayret ve azimlerinde kuvvet sahibi kıldı."iradelerine, azimlerine ve ruhlarına öyle bir güç vermiştir ki Peygamber geliyor, yün elbise ve elindeki ağaçtan yapılmış asayla Firavun'un karşısında duruyor. Ve öyle bir güçle şöyle diyor: "onların başkalarının gözlerine gelen durumlarında zayıflık ve güçsüzlük vardır." Sonra şöyle buyuruyor Hz. Ali: "İhtiyaçsızlık bakımından kalbleri ve gözleri dolduran kanaatle ve eziyet bakımından gözleri ve kulakları dolduran fakirlikle beraber..."(7) (Belki sizin için bu ifadenin tefsir ve tercümesini yapamayabilirim, fakat gönlüm yapmak ve sizin de doğru anlamanızı isti yor.) Allah, kalbleri ve gözleri ihtiyaçsızlık bakımından dolduran kanaatle onların içlerine azim, karar ve irade gücü yerleştirdi. Bir kimseyi görürsünüz ki "sunum var bunum var" diye "sahip olmak" la gözleri doldurmak istiyor. Bir kimse "sahip değilim, fakat ihtiyacım yok ve itina etmiyorum" la gözleri dolduruyor. Ali (a) şöyle diyor: "Peygamberler de gözleri dolduruyorlardı, fakat "şu eve sahibim, şu kadar at benim arkamdan hareket ediyor. Bu kadar uşak benim peşimden geliyor, bunca azamet, celal ve git-gele sahibim" le değil, "sahip değilim (benim bir şeyim yok-çev-) ve muhtaç değilim" le. Peygamberler bu git gelleri (ihtişam ve debdebeleri) kendilerine hiç bağlamazlardı. Sadeliğin zirvesindeydiler, fakat bu sadelik, o celal, azamet ve ihtişamları küçültüyordu. İskender ve Diyojen Kelbi filozoflardan(8) meşhur bir filozof vardır. Şüphesiz kelbi filozoflar bu işlerde aşırılık ediyorlardı. Yani adamlar zahidlikte enterasandılar. Dünya malı ve aletine hiç önem vermezlerdi. Hatta böyle birisinin evi ve maaşı da yoktu. Diyojen adında -ki Müslümanlar ona Diyocans derlerdi.- bir adam var. Şems Diyarında Mevlana'nın o meşhur şiiri bu adama işaret etmektedir: Dün şeyh lambayla şehirde gezip dolaşıyordu. Dev ve canavardan bıktım, insan arıyorum diye Dediler: bulunmaz biz aradık. Dedi: bulunmayan şeyi istiyorum. Diyojenle ilgili hikâye şöyledir: Diyorlar ki, bir gün Diyojen eline lamba alıp yola düşmüştü. Bunu görenler niçin eline lamba aldın diye sordular. Diyojen "bir şey arıyorum" dediğinde "ne arıyorsun" dediler. Diyojen "insan arıyorum" dedi. İskender İran'ı fethettikten ve bir hayli fütuhat kendisine nasib olduktan sonra, herkes O'nun karşısına gelip saygıyla eğildi, fakat Diyojen gelmedi ve İskender'e önem vermedi. Sonunda İskender dayanamadı ve "Biz Diyojen'den haber almaya gidiyoruz" dedi. Diyojen de bugünkülerin deyimiyle güneş banyosu yapmıştı. İskender yanına geliyordu. Diyojen'e yaklaştıklarında atların ve diğerlerinin gürültüsü arttı. Diyojen biraz kalkıp yükseldi, baktı ve hiç önem vermedi. Yine yatıp uyumaya devam etti. İskender atıyla başucuna gelinceye kadar böyle yattı. İskender başucunda durdu ve "kalk" dedi. O'nunla iki üç kelime konuştu, Diyojen de cevap verdi. Sonunda İskender O'na "Benden bir şey iste" dedi. Diyojen "sadece bir şey istiyorum" deyince İskender "nedir o?" dedi. Diyojen şöyle cevap verdi: "Gölgeni başımdan azalt. Ben burada güneşleniyordum. Sen geldin gölge yaptın, güneşin önüne geçtin." İskender, ordu komutanlarıyla döndüğü zaman ordu komutanları şöyle dediler: "Hayret! Adi ve alçak bir adamdı. Hakir bir adamdı! İnsan ancak bu kadar adi ve alçak olur! Devlet-i alem İskender'e yüz sürmüşken o kalkıp İskender'den gölge etmemesini istiyor. Hâlbuki her şey isteyebilirdi." Fakat İskender Diyojen'in ruhu karşısında küçülmüştü. Tarihe geçmiş olan bir cümle söylemişti: "Eğer İskenderolsaydım, Diyojen olmak isterdim." Fakat İskender olduğu halde yine de Diyojen olmak istedi. "Eğer İskender olmasaydım" sözü durumu arz ederken söylediği sözlerde boş bir yer kalmaması içindi. Ali (a) şöyle diyor: "Peygamberler kanaat ve sadelik halinde idiler. Bu onların siyasetiydi; İlahi siyaset. Onlar da kalbleri dolduruyorlardı. Fakat zahiri celal, büyüklük ve debdebe ile değil, aksine sadelikle içice olan manevi büyüklükle. Resul-i Ekrem bu celal, debdebe ve görkemliliklerden o kadar nefret ederdi ki, hayatı bütünüyle bu nefretle doluydu. Bir yere gitmek istediğinde, arkasından kendisiyle birlikle bir grup insan hareket etmek islediği zaman, buna izin vermezdi. Eğer binekli ise bir yayanın kendisiyle gelmek istemesi halinde şöyle diyordu: "Kardeş! Şu işlerden birini seçmelisin: Ya sen önden git, ben arkandan geleyim, ya da ben önden gideyim, sen sonra gel." Yahut da bazen bineğe iki kişinin binmesimümkün olduysa şöyle buyururdu: "Gel ikimiz beraber binelim" "ben bineyim, sen yaya git" demezdi. Kendisi binekli iken bir kişinin yaya hareket etmesine izin vermesi imkânsızdı. Mecliste otururken şöyle diyordu: "Halka şeklinde oturalım ki meclisimiz aşağı yukarı olmasın. Ben meclisin ortasına oturursam, siz de etrafımda oturursanız, benim celal ve ihtişamımın bir parçası olursunuz. Ben böyle bir şeyi istemiyorum." Hz. Peygamber yaşadığı müddetçe bu yöntem ve ilkeden şaşmadı. Özellikle bir bakıma bunu bir lider için zaruri ve lazım biliyordu. Bunun için Ali'nin de hilafeti zamanında nihai derecede bu yönteme riayet ettiğini görüyoruz. İslam hiçbir zaman bir rehberin -özellikle manevi yöne de olursa- ululuk ve azamet meydana getirmesine izin vermiyor. Aslında onun ululuk ve azameti aynen maneviyatındadır, kanaatindedir, ruhunda-dır. Bedeninde ve zahir görünümünde değil! Emirü'l-Mü'minin, hilafeti zamanında Medain'e -ki Bağdadın yanındadır ve eski Enuşirvan sarayı, yani Medain sarayı oradaydı.- geldiği zaman Enuşirvan sarayına girdi. Sarayı seyrederken bir şahıs dünyanın vefasızlığı hakkında Arapça bir şiir okumaya başladı. Hz. Ali hemen gitti ve şöyle buyurdu: Bunlar nedir? Kur'an ayetini oku: "Onlar nice bahçeler ve pınarlar terk etmişlerdi. (Nice) ekinler, güzel kaynaklar ve kendilerinde sevinç ve mutluluk içinde yaşadıkları nimetler. (Duhan: 25-27) Hazret İran ülkesine girdiği zaman İranlılar onun ülkelerine geldiğinden haberdar olduklarında kâhyalardan bir grup ve çiftçilerin önde gelenlerinden bir grup Hazreti karşılamaya geldiler ve önünde koşmaya başladılar. Hazreti Ali onlara seslenerek "ne yapıyorsunuz" dedi. Onlar "bu bizim, büyüklerimiz için gösterdiğimiz saygıdır. Size saygı ve hürmet olarak bu işi yapıyoruz." dediler. Hazret şöyle buyurdu: "Siz bu işinizle kendinizi hakirleştiriyor ve alçaltıyorsunuz. O büyüğe de zerre kadar bir fayda dokunmuyor. Bu işler nedir? Ben bu merasimden beriyim. İnsansınız ve özgürsünüz. Ben bir beşerim, siz de bir beşersiniz." Resul-i Ekrem'in yaşam ilkelerinden ve metodlarından biri sadelikti. Rasulullah'ın geçimliği hafif idi. Ömrünün sonuna kadar bu ilkeye riayet etli. Hadislerden birinde şöyle nakletmişlerdi (Ehl-i Sünnet de nakletmiştir): Hz. Peygamber, hanımlarından yüz çevirdi ve onları boşanmakla sade yaşamaya sabretme arasında muhayyer bıraktı. Kadınlardan bir kısmı "biz çok sadeyiz, biz de altın ve süs istiyoruz. Ganimetlerden bize de veriniz" dedi. Rasulullah (bunlara cevaben-çev-) şöyle buyurdu: "Benim yaşamım sade yaşamdır. Ben sizi boşamaya hazırım. Boşanmış bir kadını -Kur'an'ın ifadesiyle- teşrih etmek gerekir, yani teciliz etmeli ve ona bir şey vermelidir. Buna göre size bir şey vermeye de hazırım. Eğer beni sade hayatımla kabul ediyorsanız edin, yok eğer sizi bırakmamı istiyorsanız, bırakayım (boşayayım). Şüphesiz hepsi de "hayır, biz sade hayatı kabulleniyor ve yaşıyoruz." dediler. Olay ayrıntılıdır. Şöyle yazmışlardır: Ömer ibnu'l-Hattab Hz. Peygamberin hanımlarından rahatsız ve huzursuz olduğunu öğrendiği zaman, O'nunla konuşmaya gitti. Ömer şöyle diyor: Orada Hz. Peygamberin herhangi bir kişinin içeri girmemesi için görevlendirdiği bekçi vardı. Oraya kadar gittim ve bekçiye "Ömer olduğumu söyle" dedim. Gidip geldi ve "herhangi bir cevap vermedi 'dedi. Gittim ve tekrar geldim. İzin istedim, bana yine cevap vermedi. Üçüncü defa gittiğimde "gel" dedi. Gittiğim zaman Hz. Peygamberin, içerisine sadece aynen hurma lifinden yapılmış hah döşeli bir odada istirahat ettiğini gördüm, ayrıca biraz yerinden kımıldadığında bu halının sertliğinin bedenine iz yaptığını gördüm ve bundan dolayı çok rahatsız ve huzursuz oldum. "Sonra Ömer (ihtimalen ağlayarak) şöyle diyor: "Ey Allah Resulü! Niçin böyle olması gerekir? Niçin kisralar ve kayserler nimetler içerisinde boğulsunlar da sen Allah'ın peygamberi olduğun halde böyle bir durumda olasın?" Hz. Peygamber bu sözlerden rahatsız oldu ve yerinden kalkarak şöyle buyurdu: "Ne diyorsun sen? Nedir bu dokuduğun saçma ve anlamsızşeyler? Sen kendi görüşünle cilve yaparak benim bunlara sahip olmadığımı ve bunun benim için mahrumiyet olduğunu mu sanıyorsun? Sen o şeylerden onlar için nimet olduğunu mu sanıyorsun? Allah'a yemin olsun ki onların tamamı Müslümanların nasibidir. Fakat bunlar bir kişi için iftihar değildir." Peygamberin yaşamının nasıl olduğuna bakınız. Öldüğü zaman kendisinden geriye ne kaldı? Ali öldüğü zaman geriye ne bıraktı? Peygamber öldüğü zaman bir kızından fazla bir şeyi yoktu. Mutat üzere her insan eğer bu ölçülere uyuyorsa ve kızı varsa beşeri his, şefkat ve sevgi gereği kızı için ev ve iaşe gibi zahireler hazırlamak ister. Fakat aksine O, bir gün Hz. Fatıma'nın evine girdiği zaman Fatıma'nın elinde gümüşten bir bilezik olduğunu ve bir de renkli perde astığını gördüğünden Hz. Zehra'ya o kadar aşırı sevgi ve ilgisi olduğu halde konuşmadan geri dönüyor. Hz. Zehra babasının bu kadarını da kendisi için hoş görüp beğenmediğini anlıyor. Niçin? Çünkü Ehl-i Suffe dönemidir. Zehra her zaman fedakârlıkehlinden olmuştur. Sahip olduğu dünya malını başkalarına bağışlar. Peygamber döner dönmez hemen gümüş bileziği kolundan çıkarıyor ve renkli perdeyi de yerinden çıkararak bir kimseyle Resul-i Ekrem'e gönderiyor. Onları götüren kişi "Ya Rasulallah kızınız göndermiştir. Arzu ediyor ki, bunları bildiğiniz her hayır için harcayınız." dediği zaman Peygamberin çehresi açılıyor ve şöyle bir cümle söylüyor: "Hey babası kurban olasıca!" Zehra'nın evlenme gecesidir. Hz. Zehra için zifaf gecesi gömleği olarak sadece yeni bir gömlek salın almışlardır. Bir de önceki gömleği varmış. Zifaf gecesi Zehra'nın evine bir dilenci geliyor ve şöyle diyor: "Ben çıplağım, beni giydirecek kimse yok mu?" Diğerleri bu dilenciye bir şey vermeye teveccüh etmiyorlar. Bu evin gelini olan ve meşhur sözle tahta oturacak gelin olan Hz. Zehra hiç kimsenin aldırış etmediğini görünce derhal harekete geçiyor. Tenha bir yere giderek bu yeni elbiseyi üzerinden çıkarıyor ve eski elbisesini giyiniyor. Yeni elbiseyi ise dilenciye takdim ediyor. Diğerlerinin yanına geldiği zaman "gömleğin hani?" diye sorduklarında "Allah yolunda verdim" diye cevap veriyor. AcabaZehra için bunların ne büyüklüğü ve önemi vardır? Elbise ne demek? Teşkilat ve debdebe ne demek? Zehra Fedek'in peşine düşüyorsa İslam, hakkı elde etmeyi farz kıldığı içindir. Yoksa Fedek'in ne değeri vardır?! Çünkü eğer Fedek'in peşine düşmeseydi, zulme razı olmuş olurdu. Yoksa O Fedek'in 100 mislini Allah yolunda veriyordu. Çünkü zulme boyun eğmemek gerekir. Zulme razı olmamak gerektiği için Zehra hakkını istiyor. Yani Hz, Zehra için Fedek'in değeri hukuki yöndendi, ekonomik ve maddi yönden değil. Ekonomik ve maddi açıdan Fedek'in değeri sadece şu kadardı ki eğer Fedek'e sahip olursam, diğerlerine de ulaşabilirim. Evet, Zehra'nın böyle bir düğün gecesi vardı. Fakat vefatından önce özellikle temiz bir elbise giydi. Amacı bu şekilde, yani temiz elbiseyle can vermekti. Esma binli Umeys şöyle diyor: Bir gün -Şimdi veya Resul-i Ekrem'in vefatından 75 gün ve yahutta 95 gün sonra- Hz. Fatıma'nın durumu daha iyi idi. Yerinden hareket etti ve oturdu, daha sonra kalktı, gusül aldı ve şöyle buyurdu: Esma! Benim o temiz elbiselerimi getir. (9) Esma bu nedenle şöyle diyor: Elhamdülillah Hz. Fatıma'nın durumu daha iyidir diye çok memnun oldum ve sevindim. Fakat Patıma öyle bir cümle söyledi ki Esma'nın bütün ümidleri suya düştü. Hz. Patıma şöyle buyurdu: "Esma! Ben şimdi kıbleye dönük yatıyorum. Benimle bir müddet konuşma. Bir müddet sonra bana seslen. Cevap vermediğimi görürsen, bil ki benim ölüm anımdır." İşte burada Esma'nın bütün ümidleri rüzgârla birlikte uçup gitti. Esma'nın feryadı basması uzun sürmedi... Ali'yi aramaya gitti ve mescidden çağırdı. Bu arada Hasan ve Hüseyin geldi. Hareket ve güç ancak yüce ve büyük Allah'a aittir. Allah'ın dua ve selamı Hz. Muhammed'e ve temiz Ehl-i Beytine olsun. Büyük, en büyük, en celil ve en kerim isminle ey Allah'ım.... Ey Allah'ım bize İslam ve Kur'an'ın kadrini bildir. Hepimize amel ve has niyet başarısı nasib et. Sevgi ve marifet nurlarını kalblerimize yerleştir. Peygamberini ve O'nun âlinin muhabbet ve marifet nurunu kalblerimize doldur. Ölülerimize yardım ve merhamet et. Ve efendimiz Sahibu'z-Zaman'ın gelmesini' çabuklaştır! ÜÇÜNCÜ BÖLÜMÜN DİPNOTLARI 1- Tabii dikkat ediniz: Resul-i Ekrem'in sireti dediğim zaman İmam Hüseyin'in sireti de aynen böyledir, Hz. Ali'nin sireti de böyledir demeyiniz. Elbette böyledir ama biz şu anda Resul-i Ekrem'den bahsetmekteyiz. Yoksa fark etmez. 2- Nehcu'l-Belağa, Feydu'l-İslam, s: 1027, Ferman-i Malik Eşter. 3- Sığırdili: Daha çok dağlık bölgelerde ve buğday tarlalarında yetişen bir çil bitkisidir. Yüksekliği iki metreye kadar varır. Yaprakların sert ve sığırdili gibi uzundur. Sapları da sert ve iridir. Kalın ve kısa tüylerle örtülüdür. Çiçekleri küçük ve mor rengindedir, Nisan-Haziran arasında açılır. Çiçeklerini çay gibi demlerler ve içerler. Tıbta da kullanılır.(çev) 4- A.g.e. 140. Hutbe, s:428. 5- Burada Hz. Musa ve Hz. Harun'un Firavun'un yanma varmak için ne kadar oyalandıkları ve bekletildikleri, en sonunda bir fırsatını bularak kendilerini onun yanma ulaştırdıkları hususu belirtilmemiştir. 6- İslam, bütün zamanlarda var olan ve Resul-i Ekrem'in eliyle kemal derecesine ulaşan hak dinin adıdır. Kur'an bütün peygamberlerin getirdiği dini İslam olarak biliyor ve hepsine İslam adını veriyor. 7- Nehcu'l Belağa, Hutbe: 190 8- Kelbi Filozof kelbiye, bir başka isimle kinizm ve ya sinizm akımına mensup olan filozoftur. Kelbiye mutluluğun, hırs ve "Saçlardan uzaklaşmakla, dünya malına önem vermemekle ve ev-barksız yaşamakla elde edilebileceği görüşüne sahip olan ve töreleri hiçe sayan eski Yunan Felsefesinde bir akım. (Çev) 9- Esma daha önce Hz. Zehra'nın kaynının, yani Cenab-ı Cafer'in hanımı idi. Bu demektir ki Hz. Ali'nin kardeşi Cafer'in hanımıdır. Cenab-ı Cafer'den sonra Ebu Bekir'in eşi oldu. Çok asil ve şerefli olan Muhammed bin Ebibekir işte bu Esma'dan dünyaya geldi. Ebu Bekir'den sonra Esma Emirü’l Mü’minin ile evlendi. Böylece Muhammed bin Ebi Bekir Emir'ul-Mü'minin dostluğuna sahiptir. Babasıyla bir irtibatı yoktur. Esma muhalleli bir kadındır. Ebu Bekir'in eşi olduğu süre içerisinde de Ali'yi sevmektedir. Ali'nin dostudur ve kocasının hanedanını değil, Ali'nin hanedanını istemekte ve sevmektedir. IV. BÖLÜM SEBEPTEN YARARLANMANIN NİTELİĞİ Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla... "Hamd, bütün varlıkları yaratan âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. Dua ve selam Allah'ın kulu, Resulü, hatibi, seçkin dostu, Allah tarafından arındırılmış, Allah'ın sırrını koruyan ve elçiliğini tebliğ eden, efendimiz, peygamberimiz, dostumuz, Ebu'l-Kasım Muhammed'e ve O'nun temiz, güzel ve iyi'Ehl-i Beytine olsun. Kovulmuş ve lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım "Andolsun! Sizin için; Allah'ı ve ahir et gününü umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için Allah'ın resulünde güzel bir örnek vardır." (Ahzab:21) Rasulullah'ın siretinden öğrenilmesi gereken meselelerden biri, "vesileden yararlanmanın niteliği" dir. İnsan ilk olarak kendi hedeflerinde Müslüman olmalıdır. Yani insanın hedefi mukaddes, yüce ve ilahi olmalıdır. İkinci olarak, bu hedefler için vesile kullanmada da gerçekten Müslüman olmalıdır. İnsanlardan bir kısmı hedef bakımından Müslüman değildirler. Yani insanlardan bazılarının hayatla yiyecek, içecek, giyecek ve zevkten başka bir hedefi yoktur. Onların düşündükleri tek hedef, nasıl yaşasınlar ki daha fok istirahat etsin ve zevk alsınlar. Gerçekte bunların hedefleri bir hayvanın hedefinin sınırlarım aşamaz. Bunların sadece Müslüman olmadıkları söylenemez, ayrıca bunlara insan da denilemez. Bir in-anın insan olma noktasında hayvani şehvetlerini sınırlarından daha yüce bir fikrinin ve amacının olması gerekir. Eğer insan gerçekten Müslüman olursa onun bütün hedefleri bir kelimede özetlenir ve toplanırsa: O da Allah ve Hakk'ın rızasıdır. Sonraki merhalede insan temiz, mukaddes ve yüce hedefleri için mecburen vesilelerden istifade etmelidir. Söz konusu mesele şudur: Acaba hedefin insani olması, bundan daha da yüce ilahi olması yeterli midir? Eğer hedef ilahi ise, artık vesileye gerek yok mu? Ve o kutsal hedef için her vesileden yararlanılabilir mi? Farz edelim ki bizim hedefimiz kutsal bir hedeftir. Acaba bu temiz ve mukaddes hedef için kutsal olmayan ve kirli vesileler olsa da her vesileden istifade etmek mümkün mü? Veya hayır, mukaddes hedef için mukaddes olmayan ve pis vesilelerden değil de kutsal vesileden mi faydalanmalıdır? Şimdi konu aydınlansın diye bir takım misaller zikrediyoruz. İslam'ı tebliğde Meşru Olmayan Vesileden Yararlanma Bizim hedefimiz dini (İslam'ı -çev-) tebliğ etmektir. Artık bundan daha iyisi olmaz. Bir işteki hedefim kendi şahsım olduğu, bir işi kendim için, kendi menfaat ve refahım için yapmak istediğim zaman... Orası açıktır. Fakat eğer ben bir işi kendim için değil de aksine İslam için yapmak istiyorsam bu durumda acaba her vesileden yararlanmam caiz midir? Eğer kendi menfaatlerim İÇ'11 yapmak istiyorsam, örneğin işimin parasal ve idari yönü varsa sizin önünüze geleyim -çünkü siz benim problemimi çözebilirsiniz- problemimin çözülmesi için dört tane yalan uydurayım. Burada herkes beni kınar ve azarlar. Şuna bak derler, müşkülünü halletmek için dalkavukluk ediyor, yalan söylüyor ve yağcılık ediyor. Fakat diğer bir zaman hedef başka bir şeydir. Ben bir cami yapmak istiyorum, kendim için yapmak istemiyorum Gerçekten de camiyi yapmada mukaddes olmayan bir hedefim yoktur. Ben camisi olmayan falan yerde bir cami yapılsın, böylece halk oraya gelip namaz lalsın» vaaz meclisleri düzenlensin, çocuklar gelerek dinin emirlerimi öğrensinler ve oturumlar yapılsın diye bir cami kuran kimselerden biriyim. Bu cami malzeme istiyor. Caminin başka işleri de var. İdari zorlukların ortadan kalkması mümkündür. Halktan da para toplanması gerek. Şimdi hayır ehli bir adam ayakkabısının topuğunu çekip bu mescidin işini yapmak için bir kimsenin önüne çıkıyor ve her ne olursa olsun ondan para almak için konuşuyor. Dört tane yalan söylüyor. Fakat neticede mescid için beşbin tümen para alıyor. Başka bir kişiye iki tane yalan söylüyor, başka birisine söyleşiniz, böylesiniz, bizim size eskiden beri sevgimiz vardır, örneğin cennette takla attığınıza dair bir rüya gördüm. Kesinlikle gerçekten de böyledir, yağ çekiyor ve onbin tümen de ondan alıyor, 50 bin tümen bir başkasından alıyor. Bunun durumuna ne deriz? İnsanlardan birçoğu bu işi mukaddes ve bir tür fedakârlık olarak telakki edebilirler. Bak derler bu biçare kendisi için çalışıyor: Bak ta iş için artık ne yapmaz bu adam?! Her vesileye başvurarak herkese ulaşır, sonra bu yolla aldığı parayı cami için getirir, gerçekten fedakâr bir adam... Acaba bu iş doğru mudur, değil midir? Bu bir problem. Hadis Uydurma Tarihte meydana gelen başka bir olay, insanları doğru yöne sevk etmek için peygamber veya imamlar adına hadis uydurmaktır. Hadis uyduran kişinin burada şahsi bir maksadı yoktur. Aksine bu maksadı halka yol göstermektir. Fakat düşünüyor: "Eğer peygamber veya imamlardan- şöyle bir hadis nakledersem insanlar daha iyi kabul ederler. Örneğin [kendi kendine şöyle diyor:] Halk bu kadar gıybet ediyor, boş ve saçma şeyler konuşuyor. Bu halde gıybet etmemesi ve lüzumsuz şeyler konuşmaması için benimgelip falan duanın fazileti hakkında bir hadis uydurmam iyi bir iştir. Böylece insanlar boş söz ve gıybet yerine bu duayı okurlar Veyahut da Kur'an'ın sevabı hakkında bir hadis uydurmam, örneğin Kur'an'ın falan suresini 40 defa okuyunuz, falan tesiri olur, dememiz iyi bir şeydir. Acaba bu iyi bir iş midir? Bu bir meseledir. Hedef mukaddes ve temizdir, fakat bir kimse yalan, hile, sahtekârlık ve uydurma ile bu kutsal hedefi gerçekleştirmek istiyor. Acaba bu doğru mudur, değil midir? Tarihte çokları böyle işler yapmışlardır. Bir hadis vardır, bu hadisi tefsir kitaplarının geneli önde yazmışlardır. Mecmau'l-Beyan'ın mukaddimesinde de bulunduğu malumdur. Ben defalarca kitaplardan okumuşum; Kur'an surelerinin kıraatim has faziletler hakkındaki bu hadisi Übeyy bin Ka'b'dan naklediyorlar; örneğin. A'la suresini okumak için özel bir fazileti zikrederler. Gaşiye suresi için başka bir üstünlük ve sevap, Beyyine suresi için başka bir sevap, Bakara suresi için başka bir sevap, Al-i İmran için başka bir fazilet... Her biri için bir şey söylemişlerdir. Söylenilenlerin hepsi de Peygamberden rivayet olunmuştur. Bir şahıs bu hadis rivayet eden kişiden şunu sordu: Nasıl oluyor da bu hadisi sadece sen rivayet ediyorsun da senden başka kimse rivayet etmiyor? Hadisin ravisi şöyle dedi: Doğrusunu istersen bu hadisi Allah rızası için ben uydurdum. Baktım ki insanlar oturduğu meclislerde efsaneler anlatmaya, cahiliye tarihini anlatmaya ve cahiliye şiirleri okumaya başlıyor, baktım ki insanların zamanı boş yere telef oluyor. İşte bu boş ve anlamsız işler yerine halkı Kur'an okumaya sevk etmek için bu hadisi Peygamberin dilinden söyledim: Ayıp değil ya! Başka birisi geliyor, bir maksat için rüya uyduruyor ve halkı rüya ile doğru yola götüreceğine inanıyor. Acaba bu işler doğru mudur? İnsanın kutsal ve temiz hedefin mukaddes olmayan vesilelerden yararlanması doğru mudur? Hayır, böyle bir şey yanlıştır. Bu husus daha önce defalarca aklıma gelmişti. Tefsiru'l-Mizan'ı -bu konudaincelemekte olduğum bugün şunu gördüm: Allame Tabatabai nübüvvetin tebliğ adabını Kur'an'dan çıkarmıştır. Aynı konu için bütün peygamberlerin ve Resul-i Ekrem'in riayet ettikleri âdabı zikretmiştir. Buna göre peygamberler hiç bir zaman siret ve metodlarında hakka ulaşmak için batıldan istifade etmiyorlar. Bilakis hakkı elde etmek için hakkın kendisinden istifade ediyorlar. Acaba Kur'an'daki Kıssalar Gerçek Değil midir? Bir kısım Mısırlılar bazı Kur'an kıssaları hakkında boş ve saçma konuşmuşlardır ki bu durum bazen Mısırlı olmayanların-sözlerinde de görülüyor- Örneğin (Kur'an'daki falan kıssa dünya tarihlerinde meydana gelmemiştir. İyi güzel, meydana gelmemiş olsun. Acaba dünyada meydana gelen tüm olaylar tarih kitaplarında var mıdır?! Şu anda bizim sahip olduğumuz tarih kitapları 3000 yıl önceki olayları kapsar. Yani İslam döneminden 1400 yıl önceki zamanlardan bu yana dünya tarihinin aydınlık olduğu söylenebilir. Ondan önceki zamanlar için esasen "tarih öncesi zamanlarımız" diyorlar. Bazıları bir kısım Kur'an kıssaları hakkında şöyle demişlerdir: Kur'an'ın hedefi kutsaldır. Kıssalar, öğüt ve ibret vermek için naklediliyor. Kur'an tarih kitabı değildir ki olayları tasvir etmek istesin. Kur'an olayları öğüt vermek için zikrediyor. Hedef öğüt vererek olduğuna göre artık anlattığı olayın gerçekten meydana gelip gelmemesi arasında fark yoktur. Veya Kur'an o olayı hikâye şek linde nakletsin ki bir netice alsın. Yoksa dünya filozoflarından bir çoğu çok büyük öğütleri hayvanların dilinden beyan etmiş değiller midir?! Bütün insanlar bunların (filozofların hayvan hikâyelerinin) gerçekliğinin olmadığını biliyorlar. Kelile ve Dimne öyküleri gibi: Örneğin tavşan şöyle konuştu. Sonra tavşana görev çıktı... İnsanın akıllı ve uyanık olması gerektiğini, vücud ve zorun akıl ve zekâ ile eş olamayacağını söylemek istediği zaman şöyle diyor: Bu küçüklüğü ve az güçlülüğüyle tavşan, o büyüklük ve güçlülüğüyle aslanısonunda kuyuya atıyor.(1) Bunu nasihat olması için söylüyor. Yoksa hikâye gerçekten olmamıştır. Yani gerçekte bir aslan, bir tilki, bir tavşan ve de bunların birbiriyle konuşmuş olmaları durumu yoktur. Bazıları mazallah (Kur'an kıssaları için de -çev-) böyle demek istemişlerdir. Kaldı ki bizim Kur'an kıssaları hakkında acaba Kur'an kıssaları tarih midir (yani gerçekten olmuş mudur -çev-), veya öğüt ve ibret için temsil midir diye düşünme zorunluluğumuz yoktur. Bu söz çok havadan bir sözdür. Nübüvvet mantığında Peygamberlerin, bir gerçek için temsilen de olsa mazallah olmamış bir işi ve bir yalanı beyan etmesi imkânsızdır. Dünya edebiyatında bu sözlerden çoktur. Hayvanların diliyle söylemiş olanlar, hem de hayvanların diliyle söylememiş olanlar, [temsilden yararlanmışlardır.] Hatta Sadi'nin Bostan ve Gülistan, başka hikâyelerinde başka öykülerinin, tarih değerinin olduğu ve onlardan birçoğunun şüpheden salim olmadıkları hiç belli değildir. Öyle ki aslında hikâye kendisini bozuyor. Örneğin, Sadi şöyle diyor: "Hindistan'da iken Sumnat puthanesine (put tapınağına) gittim. Orada Zend ve Pazend (2) okuyorlardı. Sonra vurdum Putları kırdım, böyle yaptım, şöyle yaptım." Gerçekte Sadi'nin ömründe oraya gittiği belli değildir. Buna ilaveten eğer Sumnat puthanesine gitmiş olsaydı, orada Zend ve Pazend'in ne işi var?! Veya şöyle diyor "Kaşgar'da iken bir çocuğu gördüm. Bu çocuk falan nahiv kitabını okumaktaydı. O'na şöyle dedim; o da bana şöyle cevap verdi." O'nun hedefi, vermek istediği öğüt ve derstir. Sultan Mahmud ve Ayaz (gece rüzgârı)ın dilindenbir takım sözler söylüyor. Aslında bunların bir gerçekliği yoktur. Kur'an'ın, Peygamberin, İmamların, İslam'ın eğitip yetiştirdiği kimselerin mukaddes hedef için gayr-i mukaddes bir işten, örneğin boş ve mukaddes bir işten, batıl bir işten, bir temsil de olsa gerçek olmayan bir işten faydalanmaları mümkün değildir. Kur'an kıssalarının tamamının, Kur'an'ın nakledip anlattığının aynen gerçek olduğundan bizim şüphemiz olmamalıdır ve yoktur da. Kur'an'ın anlatıp naklettiği için bizim dünya tarihinden bir teyid ve ispat arayıp bulmaya ihtiyacımız yoktur. Aksine dünya tarihlerinin Kur'an'dan teyid alması gerekir. Allema Tabatabai, Tefsiru'l-Mizan'da bu hakikati, ilkeyi ve metodu; esasen peygamberlerin siretinde böyle hatta mukaddes bir hedef için gayr-i mukaddes bir işten istifade etmediklerini Kur'an ayetlerinden delillerle ispat ediyor. Müteceddit (yenilikçi)lerle Mütekaddimler Arasında Yaygın Olan İki Batıl Söz Bu noktada mütecedditlerimiz arasında bir söz ve bazı mütakaddimlerimiz arasında da (başka) söz peyda olmuştur. Bunların her ikisi de hakikate öyle darbe vurmuşlardır ki, ancak Allah bilir. Mütecedditler arasında sözle ortaya atılan ve çok da üzerine dayaman şey batılılardan alınmışır. Ve Mısırlılar şu kaide tabire göre (bu konudaki düşüncelerini-çev-) beyan ediyorlar: "El-ğayat tüber-ü'1-mebadi" yani gayeler (hedefler) ilkeleri mubah kılar. Öyleyse hedefinin mukaddes olmasına gayret et. Mukaddes hedef için gayr-ı Mukaddes bile olsa her vesileden istifade edebilirsin. Bazı mütekaddimlerimiz arasında yapılan şey ise bir hadis nakletmeleridir: Elbette bu hadis vardı. Hatta Şeyh Ensari (Allah ondan razı olsun) "Mekasib-i Muharreme"de bu hadisi nakletmiştir. Hem de iki yerde. Bir yerde tefsir etmiyor, fakat diğer yerde tefsir ediyor. O hadis şudur: Eğer bid'at ehlini gördüyseniz, yani dinde bid'at icad eden fertler gördüyseniz, onları hayrette bırakıp şaşırtınız "Dinde bid'at yapmak, dinde bir takım şeyler uydurmak ve dinden olmayan şeyler icad etmek demektir." (Yani-çev-)" Dinden olmayanı dine sokmaya" bid'at derler. Yani bir kişi gelsin dinden olmayan bir şeyi din adına dine soksun. Böylece insanlar bunun dinin bir parçası olduğunu sansın. Bunun aksi de vardır. Dinden olan bir şeyi insanların dinin bir parçası olmadığını sanmaları için çalışıyorlar. Her iki durum da bid'attir. Bid'at ve Yeni Bir Şey Meydana Getirme Bugün "yeni bir şey ortaya çıkarmaya" bid'at diyorlar. Din işinin dışında yeni bir şey meydana getirmenin sakıncası yoktur. Bir kimse şiirde yeni bir şey meydana getirmek (yenilikçi olmak-çev-) ister. Birisi sanatta yenilik yapmak ister. Bir başkası felsefede yenilikçi olmak ister. Buna bir engel yoktur. Fakat dinde yeni bir şey ortaya çıkarmanın bir anlamı yoktur; çünkü dinin kurucusu biz değiliz. Hatta İmam bile dinin kurucusu değildir. İmam Peygamberin vasisi ve O'nun ilminin hazinesidir. Peygamberin söylediği şeyi [O beyan] eder. Peygamberin kendisi de dinin icatçısı ve kurucusu değildir. Allah melek vasıtasıyla, bazen de melek vasıta olmaksızın dini Peygambere vahyeder. Peygamber de insanlara tebliğ eder ve hepsini birden iman için beyan eder. Demek ki dinin kurucusu peygamber dahi değildir. Dinde yeni bir şey meydana getirme ve ortaya atma yanlıştır, bid'attir ve haramdır. Evet, yeniden istinbat etmek doğrudur, ama yeni bir şey ortaya çıkarmak, bid'at değildir. Ahbariler(3) içtihadın bid'at olduğunu sanıyorlar. İçtihatların hepsinin bid'at olduğunu söylüyorlar. Tabi yanılıyorlar. İçtihat güzel ve iyi istinbat demektir. Bir müçtehidin, daha önce kendisinin veya başkalarının başka şekilde istinbat ettiği bir konuyu yeniden istinbat etmesi mümkündür. Bu istinbat meselesidir, yeniden icat edip ortaya çıkarma ve meydana getirme değildir. Mutlak yenilikçiliğe bid'at adını veriyorlar da bid'atı himaye ediyorlar. Örneğin falan kimse bid'atçidir diyorlar. Fakat bizim yanılmamamız gerekir. Aslında bu ıstılah yanlıştır. Bizde eskiden "bid'at" dinde yeni şeyler icad etmek demekti. Yani dinde olmayanı dine sokmak. Başka bir şeyi bid'at olarak adlandırmamalıyız. Sonra yavaş yavaş "öyleyse bid'atte bir problem yoktur" dememeliyiz. Şunu demek istedim: Gençlerden bir kısmı yanılıyor. Eğer bugün yeni bir şey icat etmeye bid'at diyorlarsa ve bu bid'at sanatsal, şiirsel, felsefik veya ilmi meselelerde ise sadece bir kusuru olmamakla kalmıyor, ilaveten tam anlamıyla doğudur da: Fakat dinde bid'at yeni bir şey ortaya atma-icat etme anlamındadır. Yoksa içtihat manasında değildir. Yani dinde olmayan bir şeyi kendi kafasından uydurmak en büyük günahlar seviyesindedir. Hatta bu konuda bir hadis vardır: "Bid'at yapan bir kimseyi ziyaret eden, dini tahrip etmiştir." Yani eğer bir kimse dinde bid'at yaparsa, diğer Müslümanların o kimse ile görüşmeleri ve ziyaretleşmeleri haramdır. O'nun ziyaretini kabul etmek de haramdır. Özetle Ehl-i Bid'at konusunda bir hadisimiz vardır: "Bid'at ehlini gördüğünüz zaman "febahituhum". "bahituhum" "behete" idesinden gelmiştir. Bu madde iki şekilde kullanılıyor: Birisiartmak, hayrette bırakmak ve mahkûm etmek anlamında. Nitekim bu anlamda Kur'an'da kullanılmıştır: Hz. İbrahim'in mantığı karşısında aciz ve muztar kaldı, şaşırıp hayrete düştü, mahkûm verezil oldu. (febuhitellezi kefer) (4) "behet" maddesinin diğer şekil ise bühtan yani yalan uydurmak anlamındadır. Nitekim bu anlam, da Kur'an'da ayet olduğunu biliyoruz: ".. Sen yücesin; bu büyük biriftiradır(bühtandır)."(5) Şeyh Ensari bunun manasım şöyle açıklı, yor: Ehli Bid'atle karşılaştığınız zaman bahituhum, güçlü bir mantıkla onlarla karşılaşın, onları hayrette bırakıp acze düşürün demektir. Hz. İbrahim'in, zamanındaki dikta ve zorba Nemrud ile yaptığı tartışmada, onu hayrette bıraktığı ve mahkûm ettiği gibi, Ehl-i Bid'atin üzerine mantıkla varınız. Böylece insanlar bunların bid'at ehli olduklarını ve yalan söylediklerini anlasınlar. Onlarla tartışınız ve onları mahkûm ediniz. Bir kısım insanlar bu hadisten şöyle istifade etmişlerdir: Eğer Ehl-i Bid'ati görürseniz artık yalan söylemek caizdir. Onlara istediğiniz her ilgi ve bağıntıyı veriniz. İstediğiniz her yalanı söyleyiniz. Yani bid'at ehlini ezmek için -ki bu mukaddes bir hedeftir-bu mukaddes olmayan vesileden, yani yalan uydurmaktan yararlanınız: Böylece bu işin halkası daha da geniş olur. Mantıklı insanlar hiç bir zaman böyle bir söz söylemezler. Mantıksız insanlar ise bazen bahane peşindedirler. Nefsin hile ve tuzakları ilginçtir. Nefs-i emmarenin hileleri hayret vericidir! İnsan nefsi bazen öyle hile yapıyor ve tuzak kuruyor ki kendisi bile anlamıyor. Örneğin, Peygamberin doğum gecesidir. Bu yüzden nefis şenlik yapmak istiyor. Sevinç gecesidir (diyor-çev-) ve fısk u fücur yapıyor. Sonra da diyor ki sevinç gecesidir, Peygamberin doğum gecesidir. Yoksa bir problem mi var.-Ben Peygamber hatırına böyle yapıyorum! Bir "Şahi"nin(6) değerinin olduğu zamanla ilgili şöyle bir hikâye vardır: Şöyle dediler: Bir kişi içki dükkânına gitti ve içki satıcısına bir "şahi"lik içki dedi. İçkici "bir şahiye içki olmaz'' dedi. O şöyle cevap verdi: Her ne olursa olsun nihayet bir şahiye de bir şey olur. Bakkal olmaz diye ısrar ediyordu. Sonra müşteri "eğer (kıran)'a(7) rakı oluyorsa o kadar rakıyı 20'ye böl ve kalanı bana ver." dedi. Bakkal dedi ki, "bunun anlamı bir bardağın dibini dahi doldurmamaktadır. Müşteri "evet, o kadarını bana ver."Dedi İçkici ise şöyle karşılık verdi: İnsanlar sarhoş olmak için içki içiyorlar. Bu bardağın ne faydası var ki sana vereyim?! Müşteri (yine de diretti isteğinde-çev-): sen o kadarını bana ver. Onun verdiği körkütük sarhoşluk bana aittir. Ben o kadarıyla da sarhoş olurum... İnsanlardan bir kısmı körkütük sarhoş olmak için bahane arıyorlar. Artık körkütük sarhoşluk onlarladır, yani onlara aittir. Kötülük yapmak, haylazlıkta bulunmak ve sarhoş olmak için bir bahane bulmaları kâfidir. Demişlerdir ki ehl-i bid'at için canımızın istediği her yalanı uyduralım. Sonra şahsi kin duyduğu herkse bir şey nisbet eder, iftira atar, onu töhmet altında tutar ve suçlar. Sonra da onun ehl-i bid'at olduğunu söyler. Uydurmaya, yalan söylemeye ve suçlamaya başlar. Niçin? Bize izin vermişlerdir der. O zaman bakınız, dinin basma neler geliyor?! Alafrangamız (batıya göre hareket edenimiz -çev-) "hedefler vesileleri mubah kılar, hedef iyi olmalıdır. Hedef iyi olduktan sonra vesile ne olursa olsun" diyorlar. Mütekaddimlerimiz ise bize "bahituhum" demişlerdir. Canımızın istediği her şeyi söyleme hakkına sahibiz. Bu yüzden canımızın istediği her şeyi söyleme hakkına sahibiz. Bu yüzden canımızın istediğini söyleriz." diyorlar. 0 zaman bakınız dinin başına neler geliyor?! Ebu Hureyre ve Soğan Satıcısı Ebu Hureyre'nin Muaviye tarafından Mekke'ye vali olarak atandığı ve valilik yaptığı bir sırada, bir adam Akke (Semdi Akka)den Mekke'ye satmak için bir miktar soğan getirmişti. Hiç kimse satın almadı. Soğanlar öylece kaldı. Başka yere götürme imkânı da yoktu. Dolayısıyla sıcak havada soğanlar bozuluyordu. (Buna bir çözüm bulmak ve derdini anlatmak için-çev-) Ebu Hureyre'nin huzuruna çıktı ve şöyle dedi: "Ebu Hureyre! Bir sevap kazanmak istiyor musun?" Ebu Hureyre "ne sevabı?" dedi. Adamdedi ki, "ben bir Müslüman’ım bana Mekke'de soğan bulunmadığını ve Mekke halkının soğan istediğini söylediler. Bu yüzden ben de ne kadar ticaret malım varsa hepsine soğan aldım ve buraya getirdim. Şimdi de hiç kimse soğan satın almıyor. Dolayısıyla soğanlar mahvolup gidiyor. Sen bir mü'mini kurtaracak, bir nefsi ihya edeceksin. Acaba bunu yapabilir misin, yapamaz mısın?" Ebu Hureyre "çok iyi, tamam Cuma günü Cum'a namazı kılınır. Sen soğanları belirli bir yerde hazırla. O zaman ben biliyorum (senin soğanlarını nasıl satılacağını-çev-)" dedi. Cuma günü bütün halk toplandığı zaman Ebu Hureyre şöyle dedi: "Ey insanlar! Ben habibim Rasulullah'dan işittim, O şöyle buyurdu: "Mekke'de Akke soğanını yiyene cennet vaciptir." (Bu sözü duyunca-çev-) halk bir saat içerisinde bütün soğanları aldı. Ebu Hureyre "bir mü'mini kurtardım, Müslüman bir taciri iflas etmekten kurtardım" diye vicdanen çokhoşnut ve rahat idi. Hay Allah seni kahretsin. Acaba peygamberin hadisi böyle şeylere vesile mi olmalıdır? Sonraları aynı konularda ne sözler söylememişler ki! Şehirlerin fazileti hakkında söylenen haber ve hadislerin %95'inin fertlerin kendi menfaatleri için söylemek istedikleri şeyler olduğu ihtimal dahilindedir. Örneğin demişlerdir ki Peygamber şöyle buyurdu: "Kasabaların en hayırlısı Beyhak'tır. Yerlerin en hayırlısı Beyhak'tır." Beyhak Sezevar'ın yakınındadır. Peygamberin Beyhak'la ne işi vardı ki bunca yer dururken sadece Beyhaklı beyefendi kendisi için bir vesile yapmak istiyormuş. Bunlar gibiler için eğer misaller zikretsem Allah'ın dilediği yere kadar çoktur. Fakat zikretmek istemiyorum. Ama şu kadarını bilin ki dini, bu şeyler harap etmiştir. Hâlbuki Alleme Tabatabai'nin buyurduğu gibi hiçbir zaman mukaddes hedef, yani hak için batıldan istifade etmemek, nübüvvetin adabının ve bütün Peygamberlerin siretinin parçası olmuştur. Ali (a) ve Vesileden Yararlanma Ali'nin siyaseti niçin çifte standartlılığı ve eğilip bükülmeyi kabul etmiyordu? Şüphesiz ki O'nun hedefi mukaddes idi. İbni Abbastan Muaviye'nin özel ashabından ve Ali'nin düşmanlarından biri olan Muğire bin Şube Emiru'l-Mü'minin hilafetinin başlangıcında gelip Hazretle konuştu. Başlangıçta siyasetçi bir şekilde Hazrete teklifte bulundu. Dedi ki benim görüşüm şudur: Siz şimdi Muaviye hakkında bir kelime bile konuşmayınız. Hatta O'nu da yerinde sabit bırakınız. Yani O'nu da yönetmeye layık olup da sabit bıraktığınız diğer kişiler gibi sabit bırakınız. O'nun düşüncesi rahat olsun. Durumlar düzelir düzelmez ve yerleşir yerleşmez hemen işten atınız." Hz. Ali şöyle buyurdu: "Ben böyle bir şeyyapmam; çünkü eğer muvakkat (geçici) bir müddet için de olsa Muaviye'yi salih bilmiyorum. Bu noktada halka yalan da söylemem. Tahmil de etmem. "Muğire bunu (yani Ali ile aynı düşündüğüne-çev-) söyledi ve Muaviye'nin huzuruna çıktı." Ali niçin kabul etmiyordu? Çünkü peygamberlerin yol ve metodunun devam ettiricisiydi ve O'nun politikacılıkları ve siyasetçilikleri yoktu. Ebu Bekir'in ve Ömer'in dâhi olduğunu söylemişlerdir. O dâhi olanlar sahip oldukları hedef için her vesileden yararlanıyorlardı. Niçin "jf grup insan Hz. Ali'nin siyasetini kabul etmek istemiyor? Çünkü bunlar Ali'nin bir yan çizme ve kıvırma siyasetini kabul etmediği, bir hedef ve vesilesinin olduğunu görüyorlar. Hz. Ali'nin, öylehedef ve vesileleri vardı ki, hakkı o hedef olarak görüyor, o hakka ulaşmak islediği zaman, o hak hedefe ulaşmak için her adımda hak olan vesileden istifade ediyor. Fakat diğerleri -hedeflerinin de hak olduğunu farz edelim- vesilelere önem vermiyorlar. Hedef doğru olsun (yeter-çev-) diyorlar. Rasul-i Ekrem ve Vesileden Yararlanma Sakif Kabilesi'nden bir grup insan Resul-i Ekrem'in huzuruna gelerek şöyle dedi: "Ey Allah Resulü! Biz Müslüman olmak isliyoruz. Ama üç şartımız var: Bu şartları kabul edersen Müslüman oluruz. Şartlardan birisi şudur: Bir yıl daha bizim bu putlara tapmamıza izin ver. (bırakın bir doyumluk yiyelim diyenler gibi) Bırak bir yıl daha bunlara tapalım ki artık yastan kendimizi çıkarmış olalım. İkincisi ise, bu namaz bize çok zor, güç, lezzetsiz, acı ve feci geliyor. (Arabın büyüklük göstermesi, kibri, rüku ve secde yapmasına izin vermiyor. Çünkü namazın tamamı tevazu, saygı ve huşudur. Bu yönüyle namaz, bunların tabiatına aykırıdır. Ve bunlara pahalıya mal oluyordu.) Üçüncüsü de bizim büyük putumuzu bize kırdırma, onu kendi ellerinizle kırınız. Rasulullah bunlara şöyle buyurdu: "Yaptığınız, bu üç tekliften en büyük putunuzu siz kendi elinizle kırınız" şeklindeki son teklifi kabul etmemize bir engel yoktur. Ben başka bir kişiyi gönderirim. Fakat diğer maddeler için böyle bir şey muhaldir, "yani Peygamber, 40 yıl puta taptıktan sonra Müslüman olmak için gelen bir kabilenin bırakıp bir yıl daha putlara tapmasını ve bir yıl sonra gelip Müslüman olmalarını hiç bir zaman düşünmedi. Yani onların bu şekilde İslam'a girme şartlarına asla izin vermedi. Çünkü bu, putperestliği doğrulamak demektir. Sadece bir yıl değil, bilakis eğer "Ya Rasulallah seninle anlaşma yapalım, Bir gün putlara tapalım, ondan sonra Müslüman olalım" deselerdi, Rasülullah'ın bu anlaşmayı kabul etmesi ve onların bir günlük puta tapmalarını kabul etmesi imkân hariciydi. Eğer deselerdi ki Ey Allah'ın Rasülü! İzin ver biz bir gece gündüz namaz kılmayalım, sonra Müslüman olalım ve namaz kılalım, Hz. Peygamberin bu anlaşmaya uyarak onların bir gün namaz kılmamalarını kabul etmesi, onlara izin vermesi imkânsızdı. Çünkü Hz. Muhammed her vesileden (rastgele-çev-) yararlanmıyordu. Dinin Yararına Halkın Cehaletinden Faydalanma Hepsinden daha ilgi çekici ve şaşırtıcı olan bana göre şudur: Gayr-i Mukaddes bir vesileden istifade etmek bir konudur. Bundan daha ince, açık ve daha dakik olan diğer konu ise şudur: Acaba halkın uyuyuşundan hak için yararlanılabilir mi? Yararlanılamaz mı? Halkın gaflet uykusundan, cehalet ve bilgisizliğinden dinin yararına istifade etmek (başlı başına-çev-) bir meseledir. Bir kimsenin bu işe engel olduğunu söylemesi daha az görülür. Derler ki, bu biçare adam cahildir, bilgisiz bir insandır. Habersiz bir insandır. Şu âlemde onun habersizlik, cehalet ve bilgisizliğini bir takım inançlar ortaya çıkarmış. Filan kişi Bibi Şehrbanu yoluyla örneğin bir inanç ve bir iman ortaya çıkarmış. Şimdi biz ne yapalım da onu uykusundan uyandıralım. O daha sonra aynı yoldan şu inancı ortaya çıkarmış: Gerçekte Hz. Seccad'ın annesi Şehrbanu Kerbela'da imiş. İmam Hüseyin şehit olduktan sonra hemen orada bulunan atabinmiş, ata kırbaç vurmuş ve sonra da Ömer bin Sa'd'ın yandaşları onu takip etmiş. O kaçmış, onlar gelmişler. Şimdi eğer Bibi Şehrbanu'nun atı bakmıştır dersek, mecburen şunu da demeliyiz: Ömer Sad'ın ordusunun atları da bakmışlar ki, bir nefeste 150 fersah gelmişler ve hemen onlar daha bir bakmışlar ki Bibi Şehrbanu o dağa ulaştığında artık atı yoldan kalıyordu. Onlar ise yetişmekteydiler O'na. O'nu tutarlarken, Şehrbanu "yahu" (Ya Allah -çev-) beni tut demek isterken, yanıldı ve "yakuh" (ya dağ!) beni tut dedi. O dağda O'nu tutup aldı. Hayret vericidir. "Hasan ve Hüseyin Muaviye'nin kızlarıdır."diyor. Tarih ve hadis bize şöyle diyor: Hz. Seccad (Allah'ın selamı üzerine olsun)m saygıdeğer annesi, nifas durumunda, yani hamilelikten sonra dünyadan göç etti ve aslında Kerbela olayında bulunmamıştı. Hz. Seccad'ın validesinin -şimdi ya Bibi Şehrbanu veya diğer herkesaslında Kerbela da bulunduğu söylenmiş olsun, Bu efsanecilerin uydurduğu bir efsane. Bir grup insan da buna inanmışlardır. Bazı insanlar da bu yalan söze karşı" ne yapalım ki yalan olduğu anlaşılsın." demişlerdir. Fakat halkta bu yolla bilahare bir iman ve inanç hâsıl olmuştur. Bu doğru mudur, değil midir? Yani insanlar gaflet uykusundan, bilgisizlikten, cahillikten ve bir hurafeler zincirinden bilahare doğru bir inanca ulaşmışlardır. Acaba bizim bunları tasdik etmeyehakkımız var mıdır yok mudur? Hayır, yoktur. Daha önce söylediğim Emiru'l-Mü'minin'in sözünde hatırımdan giden bir nokta vardı, onu arz edeyim. Orda Hz. Ali şöyle buyuruyordu: "Doktor tıbbı ve tedavi vasıtasıyla her zaman gezip dolaşır-O merhemlerini sağlam yapmış ve aletlerini parlatmıştır." Sonra bunun altından şöyle buyuruyor: "Lazım ve ihtiyaç olduğu yerde kör kalblere, sağır kulaklar3 ve dilsiz dillere bu ilaçları ve dağlama aletlerini koyar."(8) Hz. Peygamber bir yerde mism vasıtasını kullanıyor, her yerde merhem; bir yerde huşunet ve katılıkla hareket ederken, her yerde yumuşak bir şekilde hareket ediyordu. Fakat bunların yerlerini, yollarını ve sebeplerini biliyordu.' Ve sonra şu şekilde ifade ediyor ve açıklıyor: "Her yerde yararlandığı bu vesilelerden, insanların uyanması,-bilgi sahibi olması ve bilinçlenmesi yönünde faydalanıyordu. Kılıcı insanları uyandıracak yerde vuruyordu, insanlar uyusun diye değil. Kılıcı, kör bir kalbi görür ve sağır kulağı işitir hale getirecek, kör bir gözü açacak ve lâl bir dili konuşturacak yerde ve şekilde kullanıyordu. Yani Peygamberin kullandığı bütün araç ve vesileler, insanların uyanması ve bilinçlenmesi yönündeydi. Peygamberin Çocuğunun Vefatı ve Güneş Tutulması Bizim hadis kitaplarımızda gelen, hatta ehl-i sünnetin dahi naklettiği bir hikâye vardır: Resul-i Ekrem'in Mariye'den olan İbrahim adında bir çocuğu vardı. Rasulullah'ın çok sevdiği ve ilgi duyduğu bu çocuk 18 aylıkken ölüyor. Sevgi ve merhamet merkezi olan Resul-i Ekrem ister istemez üzülüyor hatta gözyaşı döküyor. Ey İbrahimimiz, senin için üzgünüz, fakat hiçbir zaman hiçbir şeyi büyük Allah'ın rızasının tersine söylemeyiz." Bütün Müslümanlar Resul-i Ekrem'in mübarek gönlüne oturmuş olan hüzün tozundan dolayı rahatsız ve huzursuz oldular, üzüldüler. Aynı gün, tesadüfen güneş tutuluyor. Müslümanlar, güneş tutulmasının yüce âlemin Peygamberin gönlüne uyumluluğu olduğundan şüphe etmediler. Yani güneşin, Peygamberin çocuğu bu dünyadan gittiği için tutulduğuna inandılar.(9) Bu konu Medine halkı arasında yayıldı ve halk, kadın erkek bir olup "gördün mü? Güneş Peygamberin üzüntüsünden dolayı tutuldu dediler. Hâlbuki Hz. Peygamber halka -mazallah- güneş tutulmasını bu sebeple olduğunu söylememişti. Bu iş, halkın Peygambere olan iman ve inancının artmasına sebep oldu. Halk bu tür meselelerde bundan daha fazlasını düşünmüyor. Fakat Peygamber ne yapıyor? O, insanların hidayeti için, insanların zayıf noktalarından yararlanmak istemiyor. İnsanların kuvvetli noktalarından yararlanmak istiyor. Peygamber insanlarınbilgisizlik ve cehaletinden İslam'ın yararına faydalanmak istemiyor. Peygamber insanların gaflet ve bilinçsizliğinden faydalanmak istemiyor, aksine halkın uyanıklık ve bilinçliliğinden istifade etmek istiyor. Çünkü Kur'an O'na şöyle emretmiştir: "Rabbinin yoluna hikmetle (akli delillerle) ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et..."(Nahl:125) Ayet bir takım vesileler zikretmiş. [Peygamber değil,] avam cehaletinden dolayı böyle bir sözü (Peygamberin çocuğu öldüğü için güneş tutulması olmuştur sözünüçev-) söylemiştir. Hedefleri al, vesileleri bırak. Daha sonra bundan iyi sonuç almışlardır. Biz de (doğruyu-çev-) onlara söylemedik. Biz burada sükût ediyoruz. Fakat Peygamber, sükût etmedi. Minbere çıkarak konuşma yaptı. Halkın gönlünü rahatlattı. Güneş tutulmasının çocuktan dolayı olmadığın söyledi. Sükûtundan bile sui istifade etmeyen bir adam niçin böyle olmalıdır? Çünkü ilk olarak İslam'ın böyle şeylere ihtiyacı yoktur. Bırak bir takım kimseler gitsinler, yalan rüyalardan, uydurmalardan ve bu tür sessizliklerden istifade etsinler. Onların dininin mantığı yoktur. Burhan ve delili yoktur. Onların dininin hakkaniyet eserleri aydın ve açık değildir. İslam'ın böyle şeylere ihtiyacı yoktur. İkinci olarak; bu vesile ve araçlardan yararlanankişi de işin sonunda yanılır. Meşhur bir darb-ı mesel vardır, şöyle: "herkes her zaman cehalette tutulamaz." Yani bazı insanları her zaman cehalet içerisinde cehalette ve habersizlikte tutmak mümkündür. Fakat herkes her zaman için cehalette tutulamaz. Allah'ın izin vermemesini bir kenara bırakalım, eğer bu ilke ve metod da işin içinde olmasaydı, dininin ebedi olarak kalmasını isteyen Hz.peygamber, acaba gelecek 100 yıl, 200 yıl, 1000 yıl içerisinde insanların başka bir şekilde hüküm vereceklerini bilmiyor muydu?! Bundan da öte Allah O'na izin vermiyor. Hak Hedef İçin Hak Vesile Hak için Haktan istifade etmek gerekir. Bu sözün anlamı şudur: Eğer ben bir sözü, doğru olmadığını, hak olmadığını, yalan bir söz olduğunu bildiğim halde, bir hadisi, zayıf ve yalan olduğunu bildiğim halde sizin için okursam hemen bu gece bütün günahkârlarınızdan tevbe eder ve hepiniz gece namazı kılarsınız. Acaba İslam, insanlar İmam Hüseyin için gözyaşı döksünler diye yalan sövmemize izin veriyor mu? Kişi duyduğu sözün yalan olduğunu bilmiyor. İmam Hüseyin için gözyaşı akıtmanın da şüphesiz ecir ve sevabı vardır. Ama acaba İslam bunun için yalan uydurmaya izin veriyor mu? Asla. İslam'ın bu yalanlara ihtiyacı yoktur. Hakkı batılla karıştırmak hakkı ortadan kaldırır. İnsan hakkı batılın içine soktuğu zaman, hak artık durmaz, gider. Hakkın, batılın yanında devam edip kalmaya tahammülü yoktur. Şöyle derler: Büyük âlimlerden biri bir ilçede caminin minberinin dibine oturmuştu. Başında seyyid şah olan bir bay yalan mersiye ve hutbeler okuyordu. Çok büyük müçtehitlerden olan o âlim minberin dibinden "Bay! Bunlar nedir? Sen ne sövmektesin?" dedi. O zaman o bay minberin üzerinden feryadı bastı: "Şen fıkıh ve usulün peşine git. Ben kendi atamı tercih ediyorum. Canım ne isterse söylerim." "Atamı tercih ediyorum" ne demek?! Şunu anlatmak istiyorum ki dine muhtelif yön ve yollardan darbe vurulmaktadır. Bu yollardan biri şu asla riayet etmemektir: Hedefimiz mukaddes olduğu gibi, bu mukaddes hedef için kullandığımız vesileler de mukaddes olmalıdır" Örneğin yalan söylememeliyiz. Gıybet etmemeliyiz. Sadece kendimiz için yalan söylememekle kalmamalı, ilaveten dinin yararı uğruna da yalan söylememeliyiz. Yani din menfaatine de dinsizlik etmemeli, dini olmayan şeyi yapmamalıyız. Çünkü yalan söylemek dinsizliktir. Dinin yararı için yalan söylemek, dinin yararı için dinsizlik yapmaktır. Dinin menfaati uğruna iftira etmek dinin menfaati uğuruna dinsizlik etmektir. Dinin faydası için gıybet etmek, dine yarar sağlamak için dinsizlik etmektir. Din, kendi yararına da olsa dinsizlik etmemize izin vermiyor. "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır." Bakınız, Hz. Resul-i Ekrem'in en önemli siretlerinden olan tebliğ sireti nasıl olmuş? Hz. Peygamber İslam'ı nasıl tebliğ etti? Nasıl irşad ve hidayet etti? Daha sonra -inşaallah- Resul-i Ekrem'in tebliğ sireti hakkında konuşacağım. Ali (a) ve Düşmana Suyu Kapatmak Gerçekten bizler, dinimizin büyük öncülerinin, yani, masumların durumları üzerinde durup düşünmeliyiz. Bakalım onlar nasıldılar? Şu çok fikir vermektedir: Sıffin Savaşı Fırat sahillerinden birinde meydana geldi. Muaviye'nin yandaşları bu savaşta "Şeria"yı yani su alman yeri tutuyorlar. Ali ve ashabı susuz kalıyor. Ali(a) Muaviye'nin yanma arkadaşlarından bir kaçını gönderiyor ki "biz önce müzakere etmek ve konuşmak için geldik. Belki Allah sulhla bu problemi müslümanların arasından kaldırır, çözüme bağlar." Hz. Ali niçin böyle bir işe girişti? Fakat Muaviye büyük bir zafer elde ettiğini düşünerek O'na hiç kulak vermiyor. Emiru'l-Mü'min'in bunun hiç fayda vermediğini görünce hücum emri veriyor ve aynı gün daha henüz akşam olmadan Muaviye'nin ashabı oradan kovulup sürülüyor ve uzaklaştırılıyor. Ali'nin ashabı Şeria'yı ele geçirip tutuyor. Sonra Ali'nin ashabı şöyle diyor: "Şimdi biz de artık karşı taarruz yaparız ve onların su almalarına izin vermeyiz." Ali ise «öyle diyor: "Hayır ben bu işi yapmam, çünkü su, Allah'ın kâfir ve Müslüman herkes için verdiği bir şeydir. Böyle yapmak cesaret, mertlik ve cömertlik dışıdır. Onlar böyle yaptılar, ama siz yapmayınız." Ali mertlikten uzak bir iş pahasına zafer elde etmek istemiyor. Bu nükteler, büyüklerin siretinde çoktur. Amr ibnu'l-As ve Vesileden Yararlanma Bir öykü anlatıyoruz. Birçok kişinin, eğer biz Ali'nin yerinde olsaydık bu işi yapmazdık demeleri mümkündür. Amr ibnu'1-As şeytanlık ve rezalet abidesidir. Bir gün Ali Sıffin'e geldi ve şöyle bağırdı: "Muaviye! Niçin bunca Müslüman insanı, birbirine öldürmeye teşvik ediyorsun? Kendin gel, (biz ikimiz) birbirimizle savaşalım. O zaman kimin galip ve kimin mağlup olduğu belli olur." Mantık açıktı. Netice de başından belliydi. Amr bazen Muaviye'nin başına baş koyuyordu. Diyordu ki, Muaviye! Doğru söylüyor, söz işte budur. Sen de cesaretli bir adamsın, silahları kuşan, Ali'yle savaşa git." Uyanık olan Muaviye hileyle bir gün Amr'ı savaşa gönderebildi, fakat Ali'yle savaşa değil. Şüphesiz Amr haddi zatında cesaretli bir adam olup Mısır'ı fethetmişti. Amr ibnu'1-As silahları kuşanıp savaş meydanına geldi ve savaşı istedi: Ey ehl-i fitneden olan Küfe komutanları Ey hayru'l-mü'temen Osman'ın katilleri Ey Ehl-i Yemen eşrafı Sizi vururum, fakat Eba Hasan'ı görmüyorum.(10) Amr zımmen köşe ve kenara bakıyordu ki Hazreti Emirle karşılaşmasın. "Sizi vururum, fakat Ali'yi görmüyorum." diyordu. Kitaplar, o zaman Ebu'l-Fazl'ın 14 yaşında bir genç olduğunu yazmışlardır. Emiru'l-Mü'min'in, Amr'ın başlangıçta kendisinin Ali olduğunu anlamayacak şekilde yavaş yavaş iyice geldi ve yaklaştı, Amr, Ali olduğunu anlamadı. Hazret yakına vardığında yine O'nun kiminle karşılaştığını anlamasını istedim. Ve "Ben emin Kurayşli imam." diyerek kendisini tanıttı, "ben Ali'yim" dedi. Amr (bu sözüduyunca çev-) kendisini kaybetti. Kendisinden geçti. Derhal atının başını çevirdi ve kaçmaya başladı. Emiru'l-Mü'min'in onu takip etti ve ona bir kılıç vurdu. Amr, atın üzerinden yere düştü: (kendi kendine-çev-) "ben ne hazırladığımı ve daha önce nasıl bir tahminde bulunduğumu bilmiyorum." diyerek derhal avret yerini açtı. Çünkü biliyordu ki Ali insanla böyle çarpışmaz ve karşılaşmaz. O böyle yapar yapmaz, Hz. Ali yüzünü çevirdi ve gitti. Muaviye ömrünün sonunda (bu konuyla ilgili olarak-çev-) şöyle diyordu: "Ey Amr! Sen iyi bir şefaatçi buldun, ama ben bütün dünyada bu mukaddese (bana-çev-) şefaatçi olacak bir kişi bulamıyorum." Şimdi hedefler için her vesileden yararlanan insanlar, Amr ibnu'1-As tipindedirler. Herkes artık şöyle diyebilir: Vay be! Bak Ali, ne biçim adamı nasıl bir fırsatta bıraktı?! İyi bir kılıç ona havale ederdin, babasını mezardan çıkarırdı."(11) Fakat Ali, Amr ibnu'l-As gibi bir adamı öldürmek için de olsa böyle yapacak bir adam değildi. Amr, öyle bir adam ki, kendisini kurtarmak için avretini vesile yapmış ve hak yoldan sapmıştır. İşte Ali bu adamdan yüzünü çevirip gitti. Biz bu gibi olayları Resul-i Ekrem'in ve temiz imamların siretinde çok görüyoruz. Onlar düşmanla dahi yüz yüze geldiklerinde o yüce ve güzel ahlaklarını bırakmıyorlar. İşte bunlar gösteriyor ki, bunlar başka bir düzlemde idiler ve başka bir düzlemde düşünüyorlardı. Onlar kendilerini hak ve hakikat bekçisi olarak biliyorlardı. İmam Hüseyin ve Vesileden İstifade Etme İmam Hüseyin için kendisinin öldürülüp öldürülmemesi mesele değildir. Dinin ölmemesi, dinin küçük bir ilkesi ve kanunu da olsa ölmemesi mesele ve önemlidir. Aşura sabahı oluyor. Belki soysuzlukta dünyada benzeri olmayan Şemr bin Zi'l-Cevşen savaş başlamadan önce gelip savaş durumlarım görmek için acele etmektedir. Çadırların arkasından gelmeyi ve bir cinayet işlemeyi düşündü. Fakat İmam Hüseyin'in daha önce hazırlık gördüğünü bilmiyordu. Hz. Hüseyin, çadırları eğik çizgi şeklinde birbirine yaklaştırmalarının, arkasından da peşlerinden düşmanın gelmemesi için hendek yapmalarını ve hendeğe bir miktar kuru kamış dökerek ateşe vermelerini emretmişti. Şimr geldiği zaman bu durumla karşılaştı. Rahatsız ve huzursuz oldu, sövüp saymaya başladı. Hz. Hüseyin'in ashabından bir kısmı Şimr'e cevap verdiler, tabi sövüp sayarak değil. Ashabın büyüklerinden biri Hz. Hüseyin'e "Ey Eba Abdillah! İzin veriniz, şimdi bir okla hemen burada onu harab edeyim" dedi. Hz. Hüseyin, "hayır." diyerek cevap verdi. O ashabından olan, Hazretin, Şimr'in kim olduğunu bilmemesi sebebiyle izin vermediğini zannederek şöyle dedi: "Ey Rasulullah'ın oğlu! Ben bu adamı tanıyorum, O'nun ne kadar şakiy ve zalim olduğunu biliyorum. "Hz. Hüseyin "ben de biliyorum" dedi. Arkadaşı "öyleyse "için izin vermiyorsun?" diye sorduğunda, Hz. Hüseyin- "ben başlamak istemiyorum." Bunun için aramızda savaş çıkmasın. Henüz iki Müslüman grup halinde birbirimizle karşı karşıyayız. Böyle bir durumda onlar savaşa ve kan dökmeye başlamasınlar." dedi. Hz. Hüseyin de Hz. emir'in Sıffin'de dayandığı ve hükmüne göre "bensavaşa başlamıyorum, fakat onlar başlarlarsa kendimizi savunuruz" dediği şu Kur'ani temel, ilke ve hakikate dayanıyordu: "Haram ay haram aya karşılıktır: Hürmetler(de) karşılıklıdır. Öyleyse kim size saldırırsa size saldırdığı gibi siz de ona saldırın."(Bakara:194) İmam Hüseyin, Şimr hakkında da bu ayete riayet ediyor ve "savaş, bil fiil düşman tarafından başlatılmadan önce bizim tarafımızdan başlatılmasın" diyor. Bu ince noktalar İmam'ın maneviyat makamını(n büyüklüğünü) gösteriyor: O nasıl düşünüyordu? Bir müstehab da olsa yok olmamalıdır şeklinde düşünüyordu. Fakat düşmanda bu fikirler yoktur. Yavaş yavaş gün geliyor, Ömer bin Sa'd'ın ordusu hazırlanıyor. İmam Hüseyin de sağ ve sol cenahı düzenliyor. Değişiklik ve düzenleme yapıyor. Sancaktarı ve öncü kuvveti yerleştiriyor. Değişiklik ve düzenleme yapıyor. Sancaktarı ve öncü kuvveti yerleştiriyor ve asla "onlar 30 bin kişidir, biz ise 72 kişiyiz" diye düşünmüyordu. Sağ tarafı Zuheyr'e, sol tarafı ise Hubeyb'e veriyor. Sancağı ise kardeşi Ebu'l-Fazl el-Abbas'a veriyor. Erkekçe ve mertçe 30 bin kişilik ordunun karşısında duruyor. Fakat düşmanın temel dayanağı yoktur. Düşman için mertlik ve namertlik mesele değildir. Ömer bin Sa'd'ın gözünü de dünya ve Rey valiliği bürümüştür. O'nun işlerinin tamamında, Ubaydullah bin Ziyad'a yağcılık etmek ve O'nun rızasını almak durumu vardır. O hep "ne yapalım da Ubeydullah'ın yanına gittiğimiz zaman bizden daha çok razı olsun ve artık Rey yönetimi hakkında bir ayıplama, kınama ve zorluk olmasın, bir problem çıkmasın." diye düşünüyor. Bir zaman oku yaya yerleştiriyor, önce oku imanı Hüseyin'in ordusu tarafına fırlatıyor ve sonra şöyle diyor: "Ey in sanlar! Ey benim askerlerim! Hepiniz emirin huzurunda şahid oluf ki, ilk oku kendim fırlatıp attım." Sa'd'ın oğlunun en az 4000 okçusu vardı. Oklar yağmur gibi İmam Hüseyin tarafına geldi. Kitapların yazdıklarına göre İmam Hüseyin'in okçu ashabı özellikle bir dizlerini eğip diğer dizlerini dik tuttular ve mertçe ok atmaya başladılar. Onlardan bir kısmın yere düşmesine karşılık, düşmandan bir kaç kişi düşüyordu. Belki daha çok bu ok atma olayında Eba Abdillah'ın ashabı ortadan kalktı. Fakat Hüseyin savaşa başlamadı. Aşura günü savaşı bir okla başladı ve bir okla bitti. Hüseyin bir saat dinlenmek için durdu. Düşman "Hüseyin bir kişidir ve kılıçla savaşıyor, dolayısıyla onunla yakından savaşmak gerek." diye asla düşünmüyordu. Çünkü Hz. Hüseyin'in bütün güçleri zayıflamış olsa da O'nunla savaşamayacağım biliyor. Bu yüzden uzaktan taş atıyor. Eba Abdillah'ın mukaddes alnı kırılıyor. Kanları temizlemek için gömleğini yukarı kaldırıyor; işte burada Aşura savaşı son buluyor. Eba Abdillah atın üzerinden yere düşüyor. Artık ne oldu söylemiyorum. Şu kadarını arz edeyim ki bir ara Hz. Hüseyin'in şöyle buyurduğunu işittiler: "Bismillahi ve billahi ve ala milleti Rasulillah." Allah'ın selam ve duası, Muhammed'e ve temiz âline olsun. Büyük, en büyük, en üstün, en celil, en kerim isminle ey Allah... Ya Rabbi! Hepimizin işinin sonunu hayırlı kıl. Biz İslam ve Kur'an'ın kadrini bilenlerden eyle. Bizi hakkı bilenlerden ve hak vesileden yararlananlardan eyle. Marifet ve muhabbet nurlarını kalblerimize yerleştir. Peygamberinin ve O'nun âlinin sevgi ve marifet nurlarını gönüllerimize yerleştir. Ölülerimize yardım ve mağfiret eyle. Ve dostumuzSahibu'z-Zeman'ın gelişini hızlandır. DÖRDÜNCÜ BÖLÜMÜN DİPNOTLARI 1Tavşanla Aslan hikâyesinin tamamı için bkz. Mesnevi ve Şerhi. Şerh eden Abdulbaki Gölpınarlı, M,E,B. İst.1985, c.1 s.233-280 2Zend: Zerdüştilerin kutsal kitabı Avesta Pazend: Bu kitabın, yani Zend'in tefsiri (çev) 3İran'daki ulema ahbari ve usuli olmak üzere iki gruba ayrılmıştır. Ahbari düşünce okulu mensubları ictihad doktirinini reddeden ve İmam'ın yokluğunda bir müctehidin bir hükme varabilmek için ictihad yolunu kullanamayacağını ileri süren, müctehidlerin geleneklere bağlanması ve bütün hükümlerin bunlardan çıkarılması gerektiğini savunan kimselerdir. Usuli okulu men subları ise tersine imam'ın yokluğunda müctehidlerin ictihad edebileceklerini savunanlardır. (İran'da Devrim ve Karşı Devrim, Asaf Hüseyn, çev: Taha Cevdet, Pınar y. II. baskı, İst. 1989 s.55-56) İran'da öteden beri bu iki düşünce ekolünden usuliler daha çok başarı sağladılar ve halkı da yanlarına almayı başardılar. Böylece İslam devrimine giden yolu açmış oldular.(çev) 4kaldı" 5- Bu ayet Bakara: 258'dir. Anlamı: "O küfre sapan (Nemrud) afallayıp Nur: 16 6Sahi: İran'da küçük para birimi. Riyalin 1/20'si. Beş dinar. Kaçarlar zamanında 50 dinara eşitti. Ona "iki para" da diyorlardı. (çev) 7- Kıran: İran'ın daha önceki para birimi idi, Şimedi ise Riyaldır.(çev) 8- Nehcü'l-Belağa, Feydu'l-İslam, Hutbe 107 s.321 9Şüphesiz bu duruma haddi zatında bir engel yoktur. Peygamberlerden dolayı dünyanın alt üst olması mümkündür. Bunlar önemli meseleler değildir. 10- Sıffin, Nasr bin Müzahim, s. 371 (az bir farklılıkla) 11- "Babasını mezardan çıkarmak" deyimi, Farsça'da çok kötü bir küfür sözü olarak kullanılır.(çev) V. BÖLÜM İKİ SORUYA CEVAP Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla... Hamd, bütün yaratıkları var eden Âlemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Dua ve selam, Allah'ın kulu, Resulü, Habibi, seçkin dostu, Allah tarafından arındırılmış, Allah'ın sırrını koruyan ve elçiliğini tebliğ eden efendimiz, Peygamberimiz, dostumuz Ebu'l-Kasım Muhammed'e ve O'nun temiz, güzel ve iyi Ehl-i Beytine olsun. Kovulmuş ve lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım "Andolsun sizin için; Allah'ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için Allah'ın Resulünde güzel bir örnek vardır." (Ahzab: 21) Davud (a)'ın Hikâyesi ve Vesileden Yararlanma Meselesi Vesileden yararlanma -ki hakka davet ve irşad için batıldan istifade etmemek gerekir- konusunda soru sordular: O halde Kur'an-ı Kerim'de geçen Davud Peygamberin hikâyesi hangi meyanda anlatılan bir konudur? Bazısı bu hikâyeyi bilmeyebilir. Bu hikâye Kur'an'ı Kerim'de geçtiği kadarıyla şöyledir: Allah şöyle buyuruyor: Kulumuz Davud'un hikâyesini hatırlat. O mihrabda iken ansızın mihrabın yukarısından bir topluluk (düşman topluluk) geldi. Belli ki iki kişiden fazla imişler. Gerçi bir yerde birisi "bu benim kardeşimdir" diyor, fakat diğer tabir ve ifadeler, topluluk ifadeleridir. Duruma göre sanki iki kişiden fazla gibiler. Kur'an konuyu şu şekilde ortaya koymuştur: Bu iki kişi Davud'un yanına geldi. (Biliyorsunuz, Davud, hem Allah'ın peygamberi, hem de melik, yani kavmi içinde hâkim olan kimselerdendir.) Bu iki kişiden biri diğerinden şikâyetçi oldu -ve şöyle dedi: "Bu benim kardeşimdir. (Ya gerçekten sulbi kardeş, ya da dini kardeş imiş.) 99 koyunu vardır. Benimse birden fazla koyunum yok. Buna rağmen gelmiş, benden bu bir koyunu da zoraki ve sertlikle istiyor. "Buna rağmen onu da benim payıma kat dedi ve bana konuşma(tarzın)da üstün geldi." (Sa'd:23) Kur'an bu kadarını zikrediyor. Şikâyetçi şikâyetini belirttikten sonra artık diğerinin kendisini müdafaa edip etmediğini anlatmıyor. Sonra şöyle buyuruyor: "Davud şöyle dedi: "Andolsun, senin koyununu kendi koyunlarına (katmak) istemekle sana zulmetmiştir. Doğrusu (emek ve mali güçlerini) birleştirip katan (ortak)lardan çoğu birbirlerine tecavüzde bulunurlar. (Sa'd:24) Daha sonra Kur,'an şöyle diyor: "Davud bizim kendisinidenemeden geçirdiğimizi sandı -ki buradaki "sandı"nın bildi manasına olduğunu söylemiştir- yani" "Bizim O'nun denemeden geçirdiğimizi bildi. Böylece Rabbinden bağışlanma diledi ve rükû ederek yere kapandı." Allah da O'nun tövbesini kabul etti. Kur'an konuyu bundan daha ziyade beyan etmemiştir. Burada iki sual söz konusudur: Birincisi: Acaba Davud'un yanma gelenler kimlerdi? Acaba o gelenler gerçekten insan mı idiler ve bu hikâye de gerçekten olmuş bir hikâye miydi? O insanlar bir realite olarak var mıydı? Onlardan birinin çok koyunu vardı, diğerinin ise bir tane koyunu vardı. Koyunu çok olan diğerininkinde götürmek istiyordu. Sonra zulme uğrayan (bir koyunu olan) şikâyette bulundu, Davut da hüküm verdi. Gerçekten böyle mi oldu, başka türlü mü oldu? Aslında bunlar insan değildiler. Allah'ın Davud (a)u imtihan etmek için gönderdiği meleklerdi. Melek oldukları için konunun hakikati yoktu. Yani gerçekte bir koyun yoktu. İki kardeş yoktu. Haddi aşma yoktu. Aksine bu melekler Allah'ın emriyle geldiler, Davud'u sınamak için, onların tabiriyle Davud'un uyanması için bu sahneyi yaptılar. Davud da hemen dikkat kesildi, meseleyi anladı ve istiğfar diledi. Eğer bunlar melek idiyseler, niçin Davud'un uyanması için geldiler? Burada özellikle Ehl-i Sünnet'ten rivayetler vardır. Şia'da da olup olmadığını bilmiyorum. Fakat Tefsiru'l-Mizan, Mecmaul-Beyan'dan naklediliyor (Bunların özetini Mecmau'l-Beyan zikretmiş, tekzib ve reddetmiştir.) Her halükarda rivayet zayıf olursa, Şia'nın olsun, Ehl-i Sünnetin olsun fark etmez. Bazı rivayetlere göre bu hikâye şöyle olmuştur: Davud Peygamberin evde bir kaç hanımı vardı. Şöyle bir olay oldu: [Hz. Davud bir kadına aşık ve meftun oldu.] Davud mihrabında ibadet ediyordu. Şeytan önce güzel bir suretinde belirdi. Davud (a)'un ibadet ettiği yerde bulunan küçük bir pencereye geldi. Bu kuş öyle güzeldi ki Davud (a) namazını bozdu ve o kuşu tutmaya gitti. Kuş daha öteye uçtu, Hz.Davud da yakalamaya peşine düştü. Çatıya uçtu, Davud da koştu yönetim binasının çatısına çıktı. O esnada tesadüfen Urya adındaki bir askerin hanımı [komşu evde] banyo yapıyordu. Bu kadın nihaigüzelliğe sahip bir kadındı. Davud'un gönlünü çaldı. Davud (a) bu kadının kim olduğunu araştırdı. Buna göre kadın falan askerin hanımıdır. O asker nerededir? Savaş meydanında. Hz. Davud o askerin komutanına şöyle bir mektup yazdı. Her ne olursa olsun mutlaka bu askeri öyle bir yere gönder ki orda sağ salim kalmasın ve öldürülsün.",Komutan da o askeri cephenin ön saflarına gönderdi ve asker de orada öldürüldü. Asker öldürüldüğü zaman Hz, Davud'un bu kadınla evlenmesi için bir engel kalmadı. İddeti biter bitmez Davud (a) o kadınla evlendi." melekler bu yapmacık sahne- Hz. Davud'a şunu demek için yaptılar: "Senin durumun şu adam durumu gibidir ki 99 koyunu olduğu halde, bir tane koyunu olan arkadaşının koyununa tamah ediyor ve göz dikiyor." O zaman Davud günah işlediğini anladı. Bu yüzden hemen tevbe etti. Allah da tevbesini kabul etti. Hikâyenin Hakikati İmam Rıza(a)nın milletler ve makalat ashabıyla (ashab-ı milel ve makalat) yani çeşitli gayr-i İslami ve bazı İslami akımların ve mezheplerin temsilcileri, Yahudiler, Hıristiyanlar, Zerdüştler, Yıldızperestler ve bazı Ehl-i Sünnet âlimleriyle yaptığı tartışmalar hakkındaki-haber pınarlarında rivayet olunmuştur ki, bir mecliste -ki Me'mun teşkil etmişti ve İmam tartışıyordu- Hz. Rıza Ehl-i Sünnet önderlerinden birine şunu sordu: Kur'an'da özet olarak anlatılmış olan Hz. Davud kıssası hakkında siz ne diyorsunuz? Ehl-i Sünnet âlimi, aynen böyle (yukarıdaki gibi-çev-) söyledi. İmam ise şöyle buyurdu: "Sübhanallah! Siz nasıl olurda Allah'ın peygamberine böyle bir nisbette bulunursunuz? Bu nasıl bir peygamber ki namazla meşgul olurken gözü güzel bir güvercine takılır takılmaz hemen aceleyle namazını bozuyor? Bu birinci günah, yani fısk. Ayrıca bu nasıl bir peygamber ki namazını bozduktan sonra çocuklar gibi güvercin peşinden koşuyor? O hem Peygamber, hem de hükümdar olduğu halde sanki O'na o güvercini benim için al diyen hiç kimse yokmuş gibi damın üzerine çıkıyor ve orada kendisi için insan cinsinden başka bir güvercin peyda oluyor? Gözü güzel bir kadına düşüyor, bu kalp güvercinin peşinde iken, onu bırakıp kadına aşık oluyor. Bir kalp değil, 100 kalp bu kadına âşık oluyor? Bu ikinci günah. Hem de bu kadının eşinin olup olmadığını araştırıyor. Kendisine kadının evli olduğunu, yani eşinin olduğunu söylüyorlar? Kadın kimdir? Kadın savaş meydanında fedakârlık etmekte olan fedakâr bir askerin hanımıdır. Bu peygamber öyle bir komplo yapıyor ki o asker öldürülsün. Böylece onun hanımıyla yatak arkadaşı olsun? Pes doğrusu. Bu fısk u fücurdur. İnsan öldürmektir. Namaz bozmaktır. Evli kadına âşık olmaktır. Bu ne biçim peygamberlik? Peygamberlik nerede kaldı?" Şimdi kıssanın kökü nedir? İmamdan, öyle ise olay nedir? Diye sordular. Şöyle buyurdu: Kur'an aslında bu sözleri söylememiştir. Bu sözler ne biçim sözler? Bunları siz uydurmuşsunuz?! Olay şudur: Bir gün Davud'un kalbinde -ki Davud'un hükümleri, hikmetleri ve yargıları darb-ı meseldir. "Hüküm ne de olsa Davud'un hükmüdür. Halk arasında öyle doğru hükmediyorum ki hiçbir zaman zerre miktarı kadar dahi muhalefet olmuyor! diye en küçük bir gurur hasıl oldu. Yunus kıssası, Âdem kıssası ve diğerkıssalar gibi. Bir zerre kibir, kul, aczini idrak edinceye kadar Allah'ın inayetini o kuldan almasına sebep oluyor. Biz dualarımızda "Allah'ın bir göz açıp kapatıncaya kadar dahi beni nefsimle baş başa asla bırakma" deriz. İnsan üzerinde bulunduğu her makamda bu duayı her zaman Allah'a arz etmelidir. Ümmü Seleme şöyle diyor: Bir gece, gece yarısı uyandım ve Peygamberin yatakta olmadığını gördüm. Odanın köşesinde ibadetle meşgul olması dikkatimi çekti. Sözlerine kulak verdim, baktım ki şöyle diyor: "Ey Allah'ım! Düşmanımı bana sevindirtme ve güldürme. Beni kendisinden kurtardığın her kötülüğe geri döndürme... Ve beni bir göz açıp kapatıncaya kadar dahi asla nefsimle baş başa bırakma."(1) Yani inayet ve lütfunu benden alma. (bunu ahir zaman Peygamberi söylüyor.) Rasulullah! Siz de "Ey Allah’ım, beni bir göz açıp kapatıncaya kadar dahi nefsime bırakma" derseniz vay bizim halimize!" Rasulullah "ben taltifte bulundum, kompliman yaptım (Allah'a Sığınırız). Sana bildirip öğretmek için öyle söyledim." demedi. Aksine şöyle buyurdu: "Elbette öyledir. Kardeşim Yunus'u Allah bir an kendisiyle baş başa bıraktı da Yunus'un başına onlar geldi." Şimdi Allah'ın, yardımını insandan çekmesi nasıl oluyor? Bir peygamberde en küçük bir kibir ve bencillik düşüncesi ortaya çıktığında hemen Allah'ın yardımı almıyor, kesiliyor ve O Peygamberin düşüşü de aynen... İmam Rıza şöyle buyuruyor: "Bu büyük Peygamberin kalbinde acaba dünyada benden daha büyük bir hâkim (kadı) var mıdır!' diye bir kibir peyda oldu. "Ben" düşüncesi Davud'un kalbinde meydana geldi. Davud! Artık "ben" fikri zihninde olmamalıdır. Allah bu şekilde imtihan yaptı. Allah'ın inayeti Davud'dan alındığında, Hz. Davud, takdimi suretle de olsa hükmünde acele etti. Yani Davud, müddei (iddia sahibi) davasını ortaya attığı zaman Hâkimin (kadının) takdiren ve faraza da olsa bir kelime dahi konuşmaması gerektiğini unuttu. Bir kişi gelip Hz. Davud'a şöyle diyor: "Gördüğünüz bu bay benim malımı götürmüştür. Çok serveti olduğu halde -ki onun 99 koyunu benim ise bir koyunum var- bu bir koyunuma da göz dikmiş. Davud, insancıl merhamet duygularının tesiri altında hüküm verdi. Sabretmedi ki, öbür tarafın ne diyeceğini, onun da kendisinin savunmasının olduğunu görsün. Hemenalelacele şöyle dedi: "Gerçekte -belki de taktiren, eğer bu böyle olursa- o sana zulmetmiştir." Böylece erken hareket ederek acele hüküm verdi. Bir kere anladı ki Davud! Yargılamanın şartı bu değildi. Diğerinin sözünü dinlememiş ki, o söz söylesin: Hâkim susmalı ve bırakmalıdır ki diğeri de konuşup kendisini savunsun-Sonra hâkim konuşsun. Burada Davud (a) yanıldığını anladı. Sadece hüküm verme işinde yanıldığını anlamadı, ilaveten yanılmanın temelini de hemen kavradı: Davud! Nereden darbe yedin? "Ben fikrine kapıldın. "Ben"im dedim. Bu "ben"den yediğin bir darbeyi Kur'an'da bir kadından, Üryayi'den, uçan kuştan ve bu sözlerden bahsedilmemektedir. Bu Kıssanın Ortaya Çıkışının Kökü Şimdi acaba nasıl oldu da bu hikâye bizim bazı kitaplarımızda ortaya çıktı. Şu kadarını size söyleyelim: Aman Yahudilerin elinden, ki, dünyanın başına onların elinden neler geldi?! Kur'an'ın onlara nispet ettiği ve hala da devam etmekte olan işlerinden biri hakikatleri tahrif etmek ve değiştirmek meselesidir. Bunlar belki dünyanın en uyanık halkıdırlar; fevkalade uyanık, sahtekâr ve hile-kar bir soydurlar. Bu uyanık, sahtekâr ve hilekâr kavmin eli, bu beşeriyet toplumunun şah damarlan üzerindedir. Ekonomik şahdamarları ve kültürel şahdamarları... Bir kişi eğer bunların, şu andaki dünya tarihlerinde, coğrafya ve haberlerinde yaptıkları tahrifleri bile [bir araya getirse çok faydalı bir iş yapmış olur.] Şüphesiz bir grup insan bu işi yapmıştır, ama bu yeterli değildir. Şimdi çok hassas şah damarlardan biri olan dünyanın büyük haber ajansları Yahudilerin elinde dönüyor ve bulunuyor. Çünkü olayları imkânları dâhilinde, ellerinden geldiğince, kendilerini dünyaya duyurmak, ulaştırmak ve bildirmek istedikleri şekilde veriyorlar. Her memlekette matbuat gibi o şahdamarları bugünkülerin deyimiyle toplumsal irtibat cihazlarını değiştirip o şekilde tebliğ ediyor ve de ekonomik şahdamarları [ele geçiriyorlar.] Bu işler eski günlerden beri Onların işiymiş. Kur'an bir yerde şöyle buyuruyor: "Sizler onların (Yahudilerin) size inanacaklarını mı umuyordunuz? Oysa onlardan bir bölümü, Allah'ın sözünün işitiyor, (iyice anlayıp)akıl erdirdikten sonra bile onu değiştiriyorlardı." (Bakara: 75) Müslümanlar! Siz bunların iman etmesine göz mü bağladınız?! Acaba bunları tanıyor musunuz?! Bunlar o Yahudilerin tıpkısıdırlar -yani şimdi de ruh aynı ruhtur. Ancak bir kimsenin ecdadının fasid olması olmasının şu anda kendisinin de fasitliğine delil teşkil etmez. Fakat bunlar atalarının ruhunu aynen muhafaza etmişlerdir. -ki Musa ile de beraberken Allah'ın sözünü işitiyorlardı da Hz. Musa yanlarından döner dönmez, hemen Allah'ın sözünü kendi istekleri doğrultusunda değiştiriyorlardı. Bunu cahilliklerinden ve bilgisizliklerinden dolayı yapmıyorlardı, aksine tam bir bilgililik durumunda yapıyorlardı. Gerçekleri tahrif edip değiştirmek ve bozmak, birkaç bin yıl öncesinden bugüne kadar Yahudilerin temel işlerinden biridir. Yahudiler, her kavim arasında o kavmin örtü ve elbisesi altında ortaya çıkıyor, kendi düşüncelerini o kavmin diliyle yayıyor ve kendi maksatlarım o halkın dilinden söylüyorlar. Örneğin: Şia ve Ehl-i Sünnet mensupları arasına ihtilaf sokmak istiyorlar. Bu ihtilafı kendileri konuşarak çıkarmaz. Bir Sünni bulur. Bu Sünni başlar Şia aleyhinde atmaya, ithamda bulunmaya ve yalan söylemeye. Tabi yerine göre hakikati savunmak için yalanları reddetmek "gerekmektedir. Fakat bazen, "el-Hututu'1-Ariza" sahibi gibi öyle fertler bulurlar ki dört tane yalan da o gelip söylesin. Bunun dilinden ona iftira atar, onun hakkında yalan söyler. Onun dilinden de buna (ehl-i sünnete) ithamda bulunur. Bunlar Tevratlarını bu yalanlarla doldurdular. Geçmiş ümmetlerle ilgili hikâyeler vardır ki bunları Tevrat bir çeşit anlatmış, Kur'an başka bir çeşit anlatmıştır. Tabi Kur'an, bu kıssaları onların yalanlarını -ki kıssayı tahrif edip, tahrif olmuş olan Tevrat'a sokmuşlardır- ortaya çıkaracak tarzda nakletmiştir. Yahudiler de Kur'an'ı mazallah tekzib etmek için gelmişler, Tevrat'ta gelmiş olan şeyi destekler mahiyette peygamber, imamlar veya örneğin peygamberin bazı sahabesi adına bir rivayetler silsilesi uydurmuşlardır. Fakat öyle uydurmuşlardır ki hiç kimse gerçeğin onların anlattığı gibi olmadığını anlamasın. Şu olay da -belki ibret verici olur- bu cümledendir; Amelika kıssasında şu vardır: Amelika şu anki Beyt-i Makdisi işgal etmişlerdi. Hz. Musa Yahudilere şöyle demişti: Onlar zorla burayı işgal etmişlerdir. Gelin oraya gidelim. Yahudiler ise canlarının korkusuna düşmüşlerdi ve şöyle diyorlardı: "... Ey Musa, biz orada onlar durduğu sürece hiç bir zaman oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin git, ikiniz savaşın. Biz şüphesiz burada duranlarız." (Maide: 24) Kur'an, Yahudilerin haysiyet ve şerefini götürmüştür: Hz. Musa her ne kadar "biraz gayret ediniz, maharet gösteriniz, hakkınızı alınız" dediyse de onlar hayır dediler. Onlar (Amelika) güçlü insanlardır. Biz burada oturmuşuz, sen ve Allah'ın, ikiniz gidiniz orada savaşınız. Amelikayı dışarı çıkarınız. İşler tamam olduğu zaman gel bize haber ver ki oraya girelim. Şair şöyle diyor: Eğer beynime ve kuyruğuma vursan bile Yine yerimden kımıldamam. Hz. Musa tekrar geldi ve bunlarla konuştu: "Bu sözler ne demek?! Allah'a tevekkül ediniz. Eğer Allah yolunda cihad ederseniz Allah size yardım eder: Ki bu olay, olayın pratik (ameli) olduğunu gösteriyor. Yahudiler dediler ki "gitmiyoruz dedik ya!" Burada Kur'an bunların şerefini öyle götürmüştür ki şöyle diyor: bunlar, öyle insanlardır ki çok tamahkârdırlar ve açgözlüdürler; H zahmet çekmeksizin Beyt-i Makdis ülkesinin bedavadan pençelerine gelmesini istiyorlardı. Ki Bedir Savaşı'nda Mikdat Esved peygambere şöyle arz etli: Ya Rasulullah! Biz Yahudilerin Musa'ya söylediği "sen git, Rabbinle birlikte, onlarla savaş. Tavsiye ettiğin ve engeli kaldırdığın zaman bizi haberdar et." sözünü söylemiyoruz. Biz diyoruz ki "sen ne emredersen, hemen itaat ederiz. Eğer sen kendinizi denize atınız" diye emretsen dahi hemen kendimizi denize atarız." Bunlar düşündüler ki ne yapsınlar da Tevrat'ı teyid edip desteklesinler ve Kur'an'ı tekzib etsinler. Ama Müslümanlar da kendilerinin Kur'an'ı tekzib ettiklerini anlamasınlar. Gelip Amelika için efsaneler uydurdular. Şöyle dediler: Beytu'l-Mukaddes'te bulunan bu Amalika'nın ne biçim insanlar olduğunu biliyor musunuz? (Demek istiyorlardı ki bizim kavmimiz savaşa gitmediyse hakkı vardı ve Kur'an -haşa- boşuna itiraz etmiş, savaşacak yer yoktu."Fakat Müslümanlardan birçoğu bu hususu anlamadılar.) Orada bulunan ırk, bu mutat insanların soylarından değillerdi ki onlarla savaşılabilsin." Şüphesiz onlarla savaşılabilsin" sözünü söylemediler ki Müslümanlar (asıl niyetlerini) anlamasınlar. Dediler ki orda Unak adındaki bir kadının çocuklarından olan bir halk vardı. Unak öyle bir kadındı ki oturduğu zaman 10.000 (on bin) metre karelik yeri kaplardı. Unak'ın İvec adında bir çocuğu vardı. Ki Hz. Musa asasıyla geldiği zaman onun yanında durdu. Hz. Musa'nın boyu 40 zira idi.(2) asasının uzunluğu da 40 zira idi. Hz. Musa yerden 40 zira sıçradığı halde onun asası Unak'ın oğlu îvec'in ayak bileğine ulaşabildi. Bunlardan bir topluluk Beytü'l Mukaddes çölüne gelmişlerdi. Hz. Musa, gidip onların ne yaptıklarından haber getirmeleri için bir kaç adam göndermişti. Öyle adamlardı ki boyları birkaç fersah (Fersah: 6 Km) idi. Hatta bir balığı denizden alıyorlardı. Güneşin karşısında kebap yapıp yiyorlardı. Çölde o şekilde yürüyorlardı. Bir zaman onlardan biri yerde bir şeylerin hareket etmekte olduğunu gördü ki bunlar Musa'nın adamları idiler. Bunlardan birkaç tanesinin aldı. Kolunun altına koyarak padişahlarının yanına geldi. Onları oraya döktü ve şöyle dedi: Bunlar burayı bizden almak istiyorlar. Eğer gerçekten Beytu'l-Mukaddes'te böyle bir şey olmuş olsaydı, o zaman Hz. Musa boş yere "gidiniz, orayı fethediniz." demiş olurdu. Ve aynı şekilde Hak da, iş, bizim işimiz değildir. Sen ve Allah'ın gidiniz, onları çıkarınız. Biz de siz onları çıkardıktan sonra gelelim. Çünkü onlar normal insanlar değillermiş.' diyenlerle beraber olurdu. Bunlar, Kur'an'ın Yahudi kavmini eleştirisini zekice reddetmek için bu hikâyeleri uydurdular ve Müslümanların kendi dillerine attılar ve doladılar. Sonra Müslümanlar oturup Unak'ın oğlu, îvec'in hikâyesini anlatıyorlar, Amalika'nın öneminden bahsediyorlardı. Eğer mesele böyle ise, o halde Kur'an bunlara ne der?! Davud kıssasında da mesele bu şekildeydi. Bu kuş, Davud'un Urya'nın hanımına âşık olması, sonra Davud'un Urya'nın öldürülmesini emretmesi hikayesi [uydurma bir hikayedir.] Hatta daha da kötüsü demişlerdir ki Urya henüz öldürülmemiştir. Davud -haşa- onun hanımını evine getirdi, onunla zina etti. Sandı ki iş geçmiştir. Fakat bir müddet sonra o kadın Davud'a şöyle haber verdi: "Ben hamile olmuşum. Ne yapmak gerekir?" Davud bu kadının kendisinden hamile kaldığını, ertesi gün çocuğun doğduğunu ve çocuğun avucunun döndüğünü görünce çocuğun öldürülmesini emretti. Kur'an, Davud kıssasını öylesine temizlik ve saflıkla anlatmışken, tahrif edilmiş Tevrat, böylesine pislikle anlatmıştır. Sonra geldiler, bu uydurma rivayetleri Müslümanların dillerine döktüler. İmamların değeri burada açığa çıkıyor. İmam Rıza geliyor, bunların yalanlarını ortaya çıkarıyor ve diyor ki; "söylediğiniz bu boş, saçma, anlamsız ve aldatıcı şeyler nedir?! Bu nisbetler nedir ki Allah'ın Peygamberine veriyorsunuz?". Kur'an'm neresinde böyle bir konu ve husus gelmiştir?! Kur'an şundan fazlasını anlatmıyor: Davud'un yanına fertler geldiler. [Onlardan biri diğerini şikâyet etti.] Ve hüküm verme konusunda da şu kadarını söylüyor. Davud, İddiacının sözünü işitir işitmez, hemen hükmünü söyledi. Sonra hemen yanıldığım anladı ve istiğfar etti. Mesele böyle olmuş ve kadından bahsedilmemiştir. Meselenin iki boyutu vardır: Acaba bunlar melek miydiler insan mı? Eğer insan idiyseler, öyle ise olay gerçek bir olay imiş. Ve dolayısıyla Allah da bu insanları gönderdi. Aslında onlar Davud'u uyandırmak için gelmemişlerdi, aksine onlar için gerçekten bir hikâye meydana gelmişti. Fakat Davud o hızla hüküm verdiği zaman hemen yanıldığını anladı ve uyandı. O halde burada caiz olmayan bir vesileden, yalan bir işten yararlanılmamıştır. Fakat o gelenler melek idiyseler ve Davud'u tembihlemek için gelmiş idiyseler şu sual gündeme geliyor; "melekler nasıl geldiler? Davud'u tembih etmek ve uyandırmak için yalandan bir sahne mi yaptılar?!" Kafamızda oluşan soru şuydu: İki melek nasıl geldi. Ve yapmacık bir sahne ortaya koydu?! Elbette onların hedefi, Davud'u uyandırmak idi, yani mukaddes hedefleri vardı. Fakat söylediler! Hikâye uydurmadır? Cevap Burada ben şu hususu arz edeyim ki Allame Tabatabai Tefsi-ru'1-Mizan'da şöyle buyurmuştur: Gerçi O'nun yaptığı beyanın seviyesi yüksek olduğu için belki bu oturumda beyan edemem, (ama yine de açıklamaya çalışacağım) Önce onların melek oldukları açık ve kesin değildir. Faraza melek olduklarını düşünelim. O zaman Melekler temessül etmişlerdir. Meleğin temessülü maddi alem ve teklif aleminde bir takım [fertlerin Davud'un yanına girmeleri ve kendileri için caiz olmayan bir hikâye uydurmalarından başkadır. Diğer bir ifadeyle Tabatabai şöyle buyuruyor: Bir şey doğrudur veya yanlıştır. Bizim görevimiz, maddi ve ayni alem hakkında doğru söylemek, yalan söylememektir. Eğer maddi ve ayni alem iki varlık Davud'un karşısına gelseler, sözlerini söyleseler ve söyleselerdi, bu, bu meseleye dahildi. Fakat temessül meselesi, farklı bir meseledir. Temessül meselesi, bir gerçeğin, başka bir surette zuhur etmesi demektir. Rüyay-ı sadıka gibi; Rüyay-ı sadıkanın bu anlamda doğru ve yalanı yoktur. Örneğin; (bu misali ben zikrediyorum) Resul-i Ekrem (s) rüya aleminde şunu görüyor; Bir grup maymun O'nun minberinden yukarı aşağı çıkıp iniyor. O'nun ümmeti minberi önünde oturmuş, onların yüzü minbere doğru olduğu halde geriye yani arka arkaya gidiyorlar. Minberden uzaklaşıyorlar." Rasulullah uykudan uyanıyor, mahzun! Çünkü bunun İslam âlemine bir darbe nişanesi olduğunu anlıyor. Cebrail bu rüyayı Hz. Peygamber'e yorumluyor ve açıklıyor. (Hani biz sana: muhakkak Rabbin insanları çepeçevre, kuşatmıştır demiştik. Sana gösterdiğimiz o rüyayı insanları denemek için yaptık. Kur'an'da lanetlenmiş ağacı (habis Beni Ümeyye hanedanını) da. Biz onları korkulmaktayız. Fakat (bu) onlarda büyük bir azgınlıktan başka bir şey artırmıyor. (İsra: 60) ) Bu rüyanın yorumu şöyledir; Senden sonra Beni Ümeyye senin ümmetine musallat olacak ve senin şu minberinin üzerine oturacak. Onlar, zahiren İslam'a riayet ettikleri, İslam adıyla konuştukları ve halkın yönü de İslam tarafına olduğu halde, gerçekte halkı İslam'dan uzaklaştırıyorlar. Bu Allah'ın Peygambere gösterdiği bir rüyadır. Bu rüya yalan mıdır doğru mu?. Eğer doğru rüya, insanın görmüş olduğu şekliyle ortaya çıkan rüyadır dersek, bu durumda bu rüya (Peygamberin gördüğü rüya-çev-) yalandır. Çünkü gerçekte peygamberin minberinin üzerinebir maymun çıkmadı ve gerçekte böyle bir olay olmadı. Yani halk Peygamberin minberinin önüne oturmadı ve gerçekten arka arkaya 'Minberden uzaklaşmadı. Fakat aynı zamanda bu rüya bir hakikatın Suret olduğu (bir hakikati temsil ettiği) için doğrudur. Maymunlar Beni Ümeyye'yi temsil etmektedir. Halkın oturması ve gerisin geri gitmesi de İslam'ın zahirinin korunuşu ve İslam'ın manave hakikatininortadan kalkması demektir. Eğer meleklere bir peygamber için temessül ediyorlarsa, bu onların temessüllerinde o şekilde bir gerçek temessül ediliyor demektir. Orda doğru ve yanlış meselesi bu şekilde söz konusu değildir. Meleklerin Peygambere temessülünün doğru ve yanlışı bir gerçekle uygun olup olmamasına göredir, -Bir hakikatle de uygundurtemsil olunduğu şekilde ayni âlemde gerçekleşmesi gerekmez. Rüya-i Sadıkanın temsil olunduğu şekliyle ayni âlemde gerçekleşmesinin lazım olmadığı gibi-. Binaenaleyh, faraza bunlar melek olsunlar. -Gerçi melek oldukları kesin değildir.Bir hakikat için böyle bir araçtan nasıl yararlanılmıştır sorusunun cevabı Allame Tabatabai'ni verdiği cevabın aynısıdır: Buna göre de bu cevap doğrudur. Gerçi konuyu açıklamam gerektiği gibi açıklayabildim mi açıklayamadım mı, bilmiyorum. Kureyş Kâfirlerinin Yararlanma Meselesi. Ticaret Mallarına El Konması ve Vesileden Diğer bir soru -ki ben kendim onu bir miktar genişletiyorum- şu idi. Eğer İslam'da meşru hedef için meşru olmayan ve fasid vesilelerden yararlanmak caiz değilse, niçin Peygamber Müslümanların Şam'dan Mekke'ye giden Kureyş kâfirlerinin ticaret kervanının önüne çıkmalarına izin veriyordu? Kervan Medine yakınından geçerken Müslümanların önlerine çıkmalarına ve onların mallarına el koymalarına izin veriyordu. Burada çirkin bir ifadeyle eşkıyalığı kullanmışlardır. Acaba bu, bu işin mukaddes bir hedef için olmasından başka bir şey miydi? Ben bu suali genişletiyor ve şöyle diyorum: Bir kişinin "cihadın kendisi de bu kabildendir. Çünkü cihad da neticede insanları öldürmek demektir. İnsanları öldürmenin haddi zatında doğru bir iş olmadığı açıktır. Gerçekte doğru olmayan bir işe İslam niçin izin veriyor? Mukaddes bir hedef için diyorsunuz. Öyle ise İslam'da cihad izninin kendisi meşru hedef için meşru olmayan vesilelerden yararlanmaya izin vermektir." demesi mümkündür. Bu zeminde başka misallerimiz de vardır. Yoksa bizim fıkhımız "maslahat getiren yalan, fitne çıkaran doğrudan daha iyidir." demiyor mu? Bu cümle Sadi'ye aittir: Fakat fıkıh da bu konuya izin veriyor. Fıkıh da "eğer bir yerde bir yalan toplumun maslahatına uygun olduysa bu yalan söylensin" diyor. Bu anlamda eğer bir yerde önemli bir iş varsa örneğin, bir doğru söyleyip, günahsız ve muhterem mü'min bir şahsı öldürmekle yalan söyleyip, günahsız ve muhterem mü'mini kurtarmak arasından yalanı tercih et. Burada yalan söyle ve günahsızı kurtar. Bu yalan maslahat gereğidir. Bu, yoksa bizim meşru hedef için meşru olmayan vesileden yararlanmamızın dışında mı? Cevap şudur: Bazı konularda hatta bazı vesilede meşru olmayan (diye bir şey) yoktur. Cihad, mal ve servet konusunda hüküm bu kabildendir. İnsan, ıstılahi anlamda biyolojik bir insan oldu, öyleyse artık canı ve malı muhteremdir. İnsan olsa nokta-i nazarından o her ahval ve şartlar içerisinde insandır şeklinde düşünmemiz yanılgıdır. Bu düşünce tarzı batılılara aittir. Onlar şöyle diyorlar: "İnsanlar, yani insan türü biyolojinin insanıdır. Öyle insan ki, biyoloji ilmi onu insan biliyor. Elbette biyoloji insanı insan biliyor. Yani bu özel şekilde insan bir başı, iki kulağı ve iki eli olan, Umakları enli olan, boyu poşu yerinde olan ve iki ayak üzerinde yürüyen bir mahlûktur. Bu alametlere sahip olan varlık, biyolojinin insanıdır. Biyolojiye göre Muaviye bir insandır. Ebu Zer de bir insandır. Yani örneğin Ebu Zer'in kan grubu, Muaviye'nin kan grubuna biyoloji açısından tercih edilir dersek olmaz. Biyolojiye göre Musa Çumbe ve Lumumba aynı derecede iki in sandır. Fakat insan konusunda söz, biyolojinin insanda değildir. Bu konuda söz, insanlık ölçüleriyledir. İnsanlıktandır. Bunun için bir insan zıdd-ı insan olabilir. Musa Çumbe zıdd-ı insan bir insandır. Muaviye zıdd-ı insan bir insandır. Şemr ibni zi'1-Cevşen zıdd-ı insan yani insanlıklar dışı bir insandır. Orada delil ve ölçü insaniyetlerdir. İnsanlık bir varlığın dişlerinin falan şekilde olması değildir. İnsanlık şereflilik, fazilet, takva, adalet, özgürlüğü sevme, hürriyetperverlik, hilm, sabırlılık ve tahammül demektir. Bunlardır insanlık ölçüleri. Biyolojinin insanı bilkuvve içtimai insandır. Bilfiil içtimai insan değil. Eğer bir insan, insanlığın zıddı üzere kıyam ederse başka bir ifadeyle hürriyet, tevhid, adalet, doğruluk, dürüstlük ve bütün iyilikler zıddı üzere kıyam etmişse o insanın başından değeri ve saygınlığı yoktur demektir. Onun kan ve malanın bir değeri yoktur. "O'nun mal ye kanının değeri vardır. Dolayısıyla onun kan ve malını ortadan kaldırmak çirkin bir iştir. Fakat biz mukaddes hedef için bu çirkin işi yapıyoruz." demek mümkün değildir. Aslında bu iş, çirkin bir iş değildir, Kısas meselesi, bizim, maalesef daha yüce bir maslahat sebebiyle çirkin bir işi yapmamız anla-mmda değildir. Eğer bir insan, diğer insanları suçsuz oldukları halde öldürdüyse bu kendi hürmetini artık ortadan kaldırmak demektir. Bilerek, kasıtlı olarak ve bildirerek hıyanete yeltenen el, kendi değerini ve haysiyetini yitirmiştir. Seyyid Murtaza, Ebu'lAla Mearri'ye verdiği cevapta ne iyi demiştir: Ebu'1-Ala şöyle dedi: Şu İslam kanununu ben anlamıyorum. Nasıl oluyor da bir yerde bir el diyetine 500 dinar, başka bir yerde eğer hırsızlık yaptıysa çeyrek dinar sebebiyle bile olsa kesilsin diyor. O'nun değeri ne kadar ki?! Seyyid Murtaza şöyle buyurdu: Emanetin izzeti, yükseltti değerini Hıyanetin zilleti, düşürdü değerini; öyleyse anla Bari'nin hikmetini Elin bu etli uzuv anlamıyla bir saygınlığı yoktur. Eğer elin diyeti 5000 dinardır diyorlarsa; emin elin değeri ve saygınlığı vardır. Saygınlık, insanlığa ve emanete aittir. Emanetin şerefi ve üstünlüğü kıymetini yüceltmiştir. Hıyanet ve hırsızlığın zilleti de onun derecesini bu kadar düşürmüştür. Emanet değeri artıyor, hıyanet ise azaltıyor. İnsanlık kan ve malın değerini yükseltiyor. Bunun karşısında yalan, gıybet, adam öldürme, zulüm, insanların haklarına ve özgürlüklerine tecavüz ve buna benzer davranış ölçüleri bütün değerleri düşürür ki her bir değersiz daha değersiz olur. O zamana kadar en az 13 yıl menfaatlerine aykırı düştüğü için hakikat nidasını halka ulaştırmasın diye Peygamberin gırtlağını tutmaktan başka bir işleri olmayan Kureyş kâfirleri Müslümanlara azab versinler, eziyet etsinler, onları işkenceye tabi tutsunlar, Hz. Muhammed(a) in hakkı söylemekte olduğunu anladıkları halde hiç bir cinayeti işlemekten çekinmesinler. Biz de kalkalım bunların malı muhteremdir diyelim. Onların ticaret malı muhterem midir gerçekten?! Önce onlar o ticaret malını nereden elde etmişlerdir? Kur'an'ın nassıyla Mekke'de bir grup faizci vardı. Ki, ele geçirdikleri malı hırsızlık ve faizcilikle ele geçirmişlerdi. Acaba böyleleri-nin malı saygıdeğer midir? Öyle ise onların malları saygıdeğerdir de Peygamber hedefi mukaddes olduğu için o mallara malik olmaya izin vermiş değil. Aksine eğer hedef de mukaddes olmasaydı bsuu malın saygınlığı yoktu. Diğer hususlarda mesele bu kabil değildir. Aksine fakihlerin ilk görev babından özellikle gündeme getirdikleri ehemm ve mühimin (3) kabilindendir. Dolayısıyla bu konu hakkında sizin için açıklama yapmam gerekmektedir: Hedefin, vesileyi mubah kılmaması konusunda bizim sözümüz -ve de nübüvvetin hedefi hakkında Allame Tababatabai'nin sözü- şu idi: Biz iman yolunda halkın imanını korumak ve takviye etmek için halkı hak, hakikat ve İslam'a davet yolunda batıldân istifade etmemeliyiz. Yani Hak yola iman ve davetin tabiatı öyle bir tabiattır ki, boş ve batıl vesileyi kabul etmiyor. Bizim sözümüz burada idi, başka bir yerde değil. Allame Tababatabai'nin delil getirdiği Kur'an ayeti, Resul-i Ekrem hakkında çok azarlayıcı bir a-yettir: "Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık, andolsun sen onlara az bir şey (de olsa) eğilim gösterecektin. Bu durumda biz sana hayatında kat kat ölümünde de kat kat (acısını) tattırırdık; sonrabize karşı bir yardımcı bulamazdın" (İsra:7475) Yani, Ey Peygamber! Eğer ilahi inayet olmasaydı, az kalsın kayıyor ve sarsıyordun. Acaba Peygamberin kayması ne demekmiş? Tefsirlerde de yazdığı gibi Peygamberin kaymış olması demek değildir. Aksine Peygamber için bir tasavvur oluşması mümkündür, fakat hemen o tasavvurun zıddına karar almıştır. Kur'an aynı zamanda O'nu azarlıyor. Onlar dediler ki "Ya Rasulallah! İslam'a girmemiz için bize izin ver, ama bir yıl namaz kılmayalım veya bir yıl putlarımıza karşı olma. Peygamber böyle bir karar almadı, fakat belki kalbinde bunların hidayeti için ve Allah rızası için bir dalkavukluk, bir anlaşma ve bir yüze gülüş yapayını diye bir düşünce meydana gelmiş olabilir. (Ali'den Allah için Muaviye ile geçinmesini ve anlaşmasını istedikleri gibi) Hayır, imanın tabiatı bu tip dalkavuklukları, anlaşmaları ve minnetleri kabul etmez. Ama eğer iman ve hakikat meselesi söz konusu olmasaydı, sosyal hukuk fertlerin hukuku meselesi söz konusu olsaydı buna herhangi bir engel yoktu. Örneğin bir ferdin, canını kurtarmak için yalan söylemesine ne engel vardır. Sonra da onun bu yalanı, canm1kurtarmak için söylediği açığa çıksın, bunun bir kusuru yoktur yani böyle bir şey ayıp değildir. Fakat ben halkı Allah'a davet etmek istesem, bunun için de yalan ve gerçek olmayan bir delil zikretsem, sonra da insanları davet için getirdiğim delilin ve takip ettiğim yolun yalan olduğu ve aslında halkı yalanla imanlı yaptığım ortaya çıksa, bu imana öyle bir darbe indirir ki, artık bunu telafi etmek mümkün değildir. O halde bizim sözümüz tebliğ konusunda idi. Daha önce bir misal arz ettim ki, bazıları imanı takviye yolunda bid'at ehline iftira bile atınız, başka bir ifadeyle imanı takviye için ehl-i bid'at hakkında söylemek istediğiniz her yalanı söyleyebilirsiniz, diyorlar. Onlar hedefimiz imandır bahanesiyle buna bir yeşil ışık yakmak istiyorlar ve hedefimizin iman olduğu bütün zamanlarda İslam düşmanları hakkında yalanlar uydurunuz diye İslam'ın bize yeşil ışık yaktığını söylüyorlar. Hayır dedik. İslam hiç bir zaman iman için ve hak ve hakikate davet yolunda hiç bir şekliyle ve hiç bir yönüyle yalana izin vermiyor. Diğer mukaddes işlerde de aynı durum söz konusudur.. Hac Mirza Hüseyin Nuri'nin Sözü Merhum Hac Mirza Hüseyin Nuri (Allah makamını yüceltsin) Şia'nın büyük muhaddislerindendir. Vefatının üzerinden 72 yıldan fazla geçmedi; çünkü Hicri kameri 1321 yılında vefat etmiştir. 1321 yılında tahsil için Necefe müşerref olan merhum babam (kaddesallahu sırrahu) şöyle buyuruyordu: "Bu yılda (132l'de) -ki talebeliğinin ilk yılı imiş- Merhum Hac Mirza'nın bir kere minbere Çıktığını gördük. (Hac Mirza minbere de çıkıyordu; çünkü büyük bir muhaddismiş). Minberde şu ayeti okuduğunu hatırlıyorum: "Hiç bir şey hakkında: "Ben bunu yarın mutlaka yapacağım" deme. Ancak "Allah dilerse (yapacağım de)" (Kehf: 23-24) Sonra da uzun sürmedi, hastalandı ve bu dünyadan göç etti. Hac Mirza Merhum, Hac Şeyh Abbas Kumi'nin üstadı olup gerçekten çok derin bilgili bir muhaddisdir. Ehl-i minber için destur veren ve dini tebliğ etme şartlarına riayet etmeyen bazı minber ehlini tenkit eden "Lü'lü" ve "Mercan" isimli Farsça küçük bir kitap yazmıştır. Ben bu kitabı başından sonuna kadar okudum, fevkalade tesiri altında kaldım ve defalarca da bu kitaptan tebliğde bulundum. Merhum, ehl-i minberden bir kısmının iki şeye riayet etmediğini düşünmüştür: Biri doğru söylemeyi, o da bizim hedefimiz kutsaldır, kutsal hedef için bu işin bir önemi yoktur diye terk etmeleridir. Eğer zayıf hadiste olsa bu düşünceyle okuduk. Bizim diğer hedefimiz İmam Hüseyin için ağlatmaktır. O da mukaddes hedeftir. O da imana davettir ve burada da iman meselesi söz konusudur. O kitabının yarısını doğru-yalan ve İslam'ın hiç bir şekilde dini tebliği için zayıf rivayetlere bile tevessül (girişmek) etmemize izin vermemesi ve dolayısıyla yalan olduğunu bildiğimiz bir şeye tevessül etmemize haydi haydiye izin vermemesi konusuna tahsis etmiştir. Kitabın diğer yarısını ihlâs meselesine yani dinitebliğde ve Hz. İmam Hüseyin için ağlatmada halis niyetin şart olması meselesine -ki bu mesele, Resul-i Ekrem-in siretinde benim arz etmek istediğim konuların bir parçasıdır. Sonra ayırmış ve burada ecir meselesini ortaya koymuştur. O bu kitapta bu konu üzerinde çok ısrar etmektedir. Şu mesele hatırıma geldi: Benim sebeden yararlanma adı altında zikrettiğim bu konuyu o başka bir konu altında zikrediyor ve bazen de hoş, leziz, titiz, parçalar naklediyor. Özetle şöyle diyor: Hindistan'dan bir âlim bana bir mektup yazmıştı. Bu mektupta şöyle diyordu: Burada bir takım fertler var ki çok yalan söylüyorlar, zayıf ve batıl hadisleri okuyorlar. Siz merkezdesiniz, bir şey yapınız, bir kitap yazınız. Böylece bunların önüne geçiniz." Merhum şöyle diyor: "Ben şöyle cevap yazdım: Bu yalanlar işte bu merkezde uyduruluyor, başka bir yerde değil." Sonra bu konuda şöyle diyor: Bakınız iş nereye varmıştır ki, Yezdli bir alimbana şöyle nakletti: Yezd'den çöl yolunu takip ederek Hz. Rıza (a,s)'ı ziyaret etmek için Meşhed'e ulaştım. Muharrem günleriydi. O gece Aşura gecesiydi. Bu aşura günleri Meşhed'e varamadığımıza veya en azından Azadari (4) yapılan bir şehre ulaşamadığımıza üzüldüm. Her ne olursa olsun köyde de bir merasimin olması gerekir dedik. Sorduk, bir tekkenin olduğu ve orada halkın Azadari yaptığı anlaşıldı. Oraya gittik, gördük ki mersiye okuyan köylü bir baba minbere çıktı. Minberin üzerine çıkıp oturduğu zaman, mescidin hizmetçisinin gidip bir kucak taş getirdiğini ve bu mersiye okuyucusunun kucağına döktüğünü gördüm. Doğrusu bu taşların ne için getirildiğine şaştım. Mersiye okuyucusu bir miktar mersiye okudu, ağıt yaktı; fakat hiç kimse ağlamadı. O zaman mersiyeci lambaları söndürün dedi; lambaları söndürdüler. Lambaları söndürdüklerinde hemen onun bunun başına taş atmaya başladı. Halkın feryadı yükseldi ve sonra ağladı halk. İş bittikten sonra o mersiyeciye sorduk: Bu iş ne işi idi? Bu cinayettir ve diyeti vardır. Niçin bu işi yaptın? Şöyle dedi: Bu insanlar İmam Hüseyin için bu yoldan başka bir yolla ağlamazlar. Her halükarda insanların gözyaşını getirmek gerek, halkı ağlatmak gerek, mümkün olan her vesileden istifade etmek gerek. Hac Mirza Hüseyin şöyle diyor: Bu anlayış ve hareket yanlıştır. "Mümkün olan her vesileden" ne demek?! Yoksa İmam Hüseyin o kadar can yakıcı musibet ve eziyetlere duçar olmamış mıdır?! Eğer onun gönlü varsa, eğer onun İmam Hüseyin'e sevgisi varsa ve eğer gerçekten İmam Hüseyin'in Şia’sından ise sen mersiye okuduğun da ağlar. Yok, eğer gönlü yoksa İmam Hüseyin'i sevmiyorsa, eğer İmam Hüseyin'i tanımıyorsa onun yüz sene de geçse ağlamamasını isterim. Senin faydalanmakta olduğun bu vesile ne biçim bir vesiledir?! O halde "hakikat için her vesile ve araçtan yararlanılamaz" şeklinde arz ettiğim bu husustan maksadım, imandır. O'nun maksadı da aynen budur. Yani, insanları hak ve hakikate davet yolunda, insanları imansızlıktan imana geçirme yolunda. Burada aslında ehemm ve mühimm meselesi söz konusu değil. Ehem ve mühim meselesinin yeri başka bir yerdir. Yani sosyal maslahatlarda ve hatta namaz kılmak veya gasp edilen yer gibi şahsi ferdi ibadetler konusunda ve de benzeri noktalardadır. Fakat tebliği ve İslam mesajını ulaştırma noktasında insan hak ve hakikatten bir zerre ayrılmamalıdır. Diyelim ki, bir insan bir hadisi nakletmek ve anlatmak istiyor. Dese ki, eğer bu hadisi şöyle ortaya atarsam tesiri daha çok olur. Bu günahtır. Fuzuli sözdür. Bu sözleri söylemeye hakkın yoktur. Merhum, sonra Allah'ın teminat verdiği bir takım Kur'an ayetlerini zikrediyor: "Hiç şüphesiz biz peygamberlerimize İslam'ı tebliğ yolunda yardım ederiz. Ey Peygamberlerim! Siz hak ve hakikat yolundan gidiniz. Artık tesir etmek bizedir. Biz bunu temin ediyoruz. Peygamberler de işte aynı bu yoldan gittiler ve de istedikleri neticeye ulaştılar. Öyle ise biz insanları İslam ve hakikate davet yolunda olmuş olan her vesile ve araçtan istifade etmeye izinli değiliz-Çünkü böyle yaparsak yanılabiliriz. Ve bu yanılgı da bizi ters neticeye götürür. Biz kaynaklar bakımından fakir değiliz. Kaynaklar bakımından zengin olmayan o kimseler, bırak gitsinler, yalan uY' dursunlar. Maksadım şudur: Kaynaklar bakımından zengin olduğumuz halde biz niçin?! (yalan uyduralım) Hatta bizim ona ihtiyaç hissi duymamız bile hatadır. Halkı İmam Hüseyin için ağlatmak istersen şura sahnesi o kadar hamaset dolu, o kadar his, şefkat, merhamet ve muhabbet duygusu dolu, o kadar yüce, çekici ve gönül yakıcı sahnelere sahip ki, eğer bizim kalbimizde bir zerre iman varsa Hüseyin'in ismini duymamız ve gözyaşı akıtmamız kâfidir. "Şüphesiz Hüseyin için mü'minlerin kalblerinde gizli bir sevgi vardır." Ben gözyaşının maktulüyüm."(5) İmam Sadık (a.s)ın arkadaşlarından birinin Arapça olarak söylediği bir şiir çok hayret vericidir. Muhtemelen talebeliğimin ilk yıllarında idi ve henüz Kum'a gitmemiştim. Bu zamanlar O'nu Kum'lu bir muhaddis "Nefsetü'l-Masdur" isimli kitabından öğrendim. O şöyle yazıyor: Ebu Harun Mektuf ki gözleri âmâ olduğu için O'na mektuf diyorlarmış.-güçlü bir şairmiş ve bazen Eba Abdillah mersiyesini söylüyormuş. Şöyle diyor: Bir gün İmam Rıza (a.s)'nın hizmetine gittim. Bize"ceddime mersiye olarak söylediğin şiirlerden oku." buyurdu. Ben de "olur" dedim. Bu arada şöyle buyurdu: Kadınlara da söyleyiniz, perdenin arkasına gelsinler böylece onlar da faydalansınlar. Kadınlar da içeriden yakına, o odanın perdesinin arkasına geldiler. Yeni söylediği belli olan şiirleri okumaya başladı. Fakat içeriğine siz bakınız, aslında dersi görünüz. Bu şiirleri -ki beş mısrayı geçmiştir- okuduğu zaman, İmam Sadık'ın evinde bir feryattır yükseldi. İmam Sadık'ın aynı şekilde gözlerinden yaş akıyordu. Mübarek omuzları hareket ediyordu. Ağlayış inilti sesi İmam'ın evinden öyle çok yükseldi ve arttı ki İmam'ın kendisi bizzat açık olarak "yeter artık" dedi. Bunca mersiyeler söylenmiştir, ben bunun gibisini görmemişim veya çok az görmüşüm. Şair şöyle diyor: Hüseyin'in mezarına git O'nun temiz kemiklerine söyle Ey kemikler! Siz daima sulanıyorsunuz Hüseyin'in dostlarının gözyaşlarıyla Eğer O'nun kabrine uğrarsan Merkebini durdur Ve ağla o paka pak için Ve halis temiz için Tıpkı biricik çocuğu öldüğünde Ağlayan kadın gibi (ağla.) Şiir şunu demek istemektedir: Ey yolcu, ey sabah yeli! Hüseyin bin Âli'nin mezarına uğra. Dostlarının mesajını O'na ulaştır. Âşıklarının mesajını ona ulaştır. Ey sabah yeli bizim mesajımızı Hüseyin'in mukaddes kemiklerine ulaştır. Ve de ki: "Ey kemikler! Siz daima Hüseyin'in dostlarını gözyaşlarıyla sulanıyorsunuz. Bu gözyaşları akıyor ve sizi suluyorlar. Eğer bir gün sizi sudan men ettilerse ve eğer Hüseyin'i susamış dudakla şehid ettilerse, bu Şiiler ve dostların daima gözyaşlarını sana boşaltıyorlar ve senin için akıtıyorlar." Ey Sabah yeli! Eğer geçersen, sadece mesajı iletmekte kanaat etme. Merkebini (binek hayvanını) orada tul hem de çok tut. Burada Hüseyin'in başına gelen musibetlerini an, ağla, gözyaşı dök. Gözyaşı dök, gözyaşı dök, normal bir insan gibi değil. Aksine birden fazla çocuğu olmayan ve biricik çocuğu öldüğünde onca gözyaşı döken kadın gibi ağla. O temiz için, temiz babanın çocuğu için, temiz annenin çocuğu için böyle ağla. Vela havle vela kuvvete illa billahilaliyyilazim, ve sâllallahu ala Muhammedin ve alihi't-tahirin. (Hareket, güç ve kudret ancak yüce ve büyük Allah'ından-Salât ve selam ise Muhammed'e ve temiz âline olsun) BEŞİNCİ BÖLÜMÜN DİPNOTLARI 1- Bihâr-i Cedid, C.16,s. 217 2- Zir'a: Eski bir uzunluk ölçüsü birimidir.'Bir zir'a, dirsekten parmak uçlarına kadar olan kısımdır, (çev) 3- Ehemm ve mühimm (El-ehemm Fe'l-ehemm): Bir işin önem sırasına göre yapılmasını ifade eder.(çev) 4- Azadari: Kelime olarak ölen bir kimse için yas tutma anlamına gelir. Istılahı anlamda Hz. Hüseyin için muharrem günlerinde yas tutma eylemine denir, (çev) 5- Bihâr-i Cedid:e c. 44,8.279-280 VI. BÖLÜM TEBLİĞ MESELESİNİN DEĞERİ VE TEBLİĞCİNİN ŞARTLARI Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile. "Hamd, bütün varlıkları yaratan âlemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Dua ve selam Allah'ın kulu, peygamberi, habibi, dostu, arındırdığı, Allah'ın sırrını koruyan ve elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve dostumuz Ebu'l-Kasım Muhammed'e ve O'nun temiz, iyi ve güzel Ehl-i Beytine olsun." Lanetlenmiş ve Kovulmuş Şeytandan Allaha Sığınırım. "Ey peygamber, gerçekten biz seni bir şahit, bir müjdeci ve bir uyarıcıkorkutucu olarak gönderdik. Ve kendi izniyle Allah'a çağıran ve nur saçan bir çerağ olarak (gönderdik)." (Ahzab: 45-46) Resul-i Ekrem'in (s) siretinden öğrenilmesi gereken hususlardan biri de insanları hakka davet, insanlara tebliğ ve hak mesajı ulaştırma metodudur. Başlangıçta bir takım fertler için, insanın insanları hakka ve Allah'a çağırmak ve de ilahi mesajı insanlara ulaştırmak istemesi küçük bir iş olarak görülebilir; Bu kimseler bu davetin ve mesajı tebliğ etmenin diğer davetlerle ve diğer mesajlarla farkının olmadığını düşünürler. Önce Kur'an'ın bu konudaki görücünü arz edeyim; görülecektir ki, Kur'an bu işi ne kadar önemli, Çetin ve sağlam görüyor! Sonra da bu davet ve bu mesajı tebliğ etmekle diğer davet ve mesajları tebliğ etmenin diğer davetlerle ve "'ger mesajlarla farkının olmadığını düşünürler. Önce Kur'an'ın bukonudaki görüşünü arz edeyim; görülecektir ki, Kur'an bu işi ne kadar önemli, çetin ve sağlam görüyor! Sonra da bu davet ve bu mesajı tebliğ etmekle diğer davet ve mesajları tebliğ etmek arasında ne kadar farkın olduğunu açıklayayım. Hz. Musa (a)'ın Allah'tan İstekleri: Kur'an, mübarek Taha suresinde Musa bin İmran (Selam Peygamberimize, âline ve Musa'ya olsun) konusunda açıkça olayın başka bir olay olduğu hususunu ortaya koyuyor: Musa(a)ın Mısır'a dönmek için hareket ettiği bir sırada hanımını doğum sancısı tutuyor. Eşinin bu soğuk havada ısınması için ateş arıyor. Mukaddes vadide ilahi vahiyle yüz yüze geliyor. İlk olarak O'na vahiy geliyor. Sonra da Firavun'a ve Firavun'un yolunu takip edenlere, yani Firavun'un adamlarına ilahi mesajı ulaştırmak için görevlendiriliyor. Musa, nübüvvet makamına erişmiştir. O halde o alelade bir adam değildir ki böyle bir söz söylensin kendisine. O'na; "Git Allah'ın mesajını Firavun ve benzerlerine tebliğ et" denildiği zaman, omuzlarına çok ağır bir yük ve zor bir risalet yüklendiğini hissediyor. Şu cümlelerle bir dizi dilekte bulunuyor: "Rabbim benim göğsümü aç." (Taha: 25) Göğsün açılmasının anlamı kısaca şudur: "Çok geniş ruhi kapasite ve kabiliyet, fevkalade fazla tahammül gücü" Yani Ey Allah'ım benim ruhi kapasitemi artır! "Bana işimi kolaylaştır." (Taha:26) "İşimi bana kolay kıl." O halde Hz. Musa kendisine yüklenilen sorumluluğun ağır olduğunu hissediyor, düşünüyor ve anlıyor. "Dilimden düğümü çöz." (Taha: 27) Bazıları bu ayetten, yani "düğümü dilimden çöz" den ama' cm şu olduğunu söylüyorlar: Musa'nın dili biraz tutukmuş. Örneğin "sin" harfini iyi telaffuz edemiyormuş. Hatta demişlerdir ki, Musa çocuk iken Firavun onu imtihan etmek istediği ve de korlaşmış ateşi onun ağzına koyduğu zaman dili kekemeleşmiş. Bunların bir aslının ve kaynağının olduğunu sanmıyorum. "Düğümü dilim den çöz" ayetinin anlamı açık olarak şudur: Kur'an'ın defalarca üzerinde durduğu ve tekid ettiği gibi Peygamberin tebliği apaçık bir tebliğ olmalıdır ve Peygamber aydınlatıcı, açıklayıcı ve yol gösterici bir tarzda mesajını ulaştırmalıdır. Nitekim Allah'ın söz konusu ayetten sonraki ayette buyurduğu gibi: "Ki söyleyeceklerimi kavrasınlar." (Taha: 28) Yani senin mesajını ve çağrını halka idrak ettirebileyim ve halk da anlasın. Anlamak, aydınlanmak, idrak etmek, şahıs için konunun açıklığa kavuşması demektir. Allah’u Teâlâ şöyle buyuruyor: "Ailemden bana bir yardımcı kıl; kardeşim Harun'u! O'nunla arkamı kuvvetlendir. O'nu işimde ortak kıl. Böylece seni çok teşbih edelim ve seni çok zikredelim." (Taha: 29-34) Yani Hz. Musa şunu demek istiyor: "Ey Rabbim! Bu iş çok ağırdır. Bunun için yardım gönder" Hz. Musa'nın önerdiği insan kardeşi Harun'dur: "Ey Rabbim! Kardeşim Harun'u benim vezirim -ki buradaki vezir kelimesinin lügat manası muavindir- ve yardımcım kıl. O'nu bu işte bana ortak kıl." Niçin? "İşimizin randımanın daha çok olması için, yoksa hâşâ (görev ve sorumluluktan-çev-) kaçınmak istediğim için değil." Böylece seni çok teşbih edelim ve seni çok zikredelim. Kur'an'ın Rasulullah'a Hitabı Başka yerde Kur'an, Resul-i Ekrem'e hitab ediyor. Fakat Allah'tan Resul-i Ekrem'e sual şekliyle değil, aksine ilahi beyan Sekliyle bitmiş bir işi zikrediyor: Mübarek İnşirah suresinde Allah şöyle buyuruyor: "Siz senin göğsünü yarıp genişletmedik mi? (İnşirah:1) Hz. Musa göğsünün genişlemesini rica ediyor. Fakat Resul-i Ekrem hakkında Kur'an şöyle buyuruyor:"Acaba biz senin gönlünü genişletmedik mi?" "Ve yükünü indirip atmadık mı?" (İnşirah:2) Orada Musa(a) şöyle diyordu: "Bana işimi kolaylaştır." (Taha: 26) Burada ise Allah’u Teâlâ Resul-i Ekrem'e "Bu ağır yükünü senin omzundan kaldırdık." diyor. "Ki o senin belini bükmüştü" (İnşirah: 3) Bu çok büyük bir sözdür. Bu ağır yük, öyle ağırdı ki senin belini kırmaktaydı. Burada muhatab, Hatemü'l-Enbiya'dır. Yük de davet, tebliğ ve halkla karşı karşıya gelmekten başka bir şey değildir. İnsanları hidayet yoluna çağırmak o kadar ağır ve zor bir iştir ki, bu konuda Kur'an'ın tabiri; "Belini kırmaktaydı" şeklindedir. "Enkada" (büktü-kırdı) fiilinin açık manası şudur: bizim bir tavanımız olsa ve onun üzerinde çok ağır bir yük, örneğin çok sayıda bir grup insan veya ağır bir şey olsa, tavanın çubuk ve merteklerinin ses verir meşhur ifadeyle çıtır çıtır eder. İşte buna "enkada" veya "nekada" derler. İnsan bir işin çok ağır olduğunu söylemek istediği zaman; "Bu yük o kadar ağırdı ki, sanki kemiklerinin sesi duyulmaktaydı." der. Nitekim Kur’an "Ki o, senin belini bükmüştü (kırmıştı)" buyuruyor. "Senin zikrini (namını-şanını) yüceltmedik mi?" (İnşirah: 4) Yine işin güçlüğünden söz edilmektedir: "Demek ki gerçekten zorlukla birlikte kolaylık da vardır-Gerçekten zorlukla beraber kolaylık vardır. Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorumlamaya devam et ve yalnızca Rabbine rağbet et." (İnşirah:58) Ey Peygamber! İş zor ve çetin. Fakat eğer insan zorluklara tahammül ederse güçlükle beraber kolaylık vardır. Yani kolaylık güçlüklerin içerisindedir. Her güçlük ve zorluğun kendi içerisindekolaylığı vardır. Bunun anlamı şudur: Sabret, devam et ve dayan! "Öyleyse gerçekten zorlukla birlikte kolaylık vardır" Kur'an'ı Kerim tekrar tekid ediyor: "Gerçekten zorlukla beraber kolaylık vardır." Hz. Peygamber, bu ayetten her zorlukla beraber iki kolaylığın olacağını anladı ki mübarek çehresi açıldı ve sonra tekrar ederek şöyle buyurdu: "Bir zorluk iki kolaylık karşısında ne yapacak?! Benim Allah'ım bana bu güçlüklerle birlikte kolaylığı vaat etmiştir." "Şu halde boş kaldığın zaman durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya devam et. Ve yalnızca Rabbine rağbet et. Eğer bu ayeti, Musa ile ilgili ayetle mukayese etmiş olsanız, sonra da Şia ve Ehl-i Sünnet arasında mütevatir olan Peygamberin Ali(a) hakkında söylediği "Senin bana nisbetin (yakınlığın) Harun'un Musa'ya nisbeti gibidir.(l) Yani "Harun'un, Musa'nın yardımcısı ve ortağı olduğu gibi sen de ümmetin o iki babasından birisin." sözünü göz önünde bulundurursanız, bu durumda Şia tefsirlerinde; "O halde boş kaldığının zaman durmaksızın yorulmaya devam et." ayetinin Emiri'l-mü'minin Ali(a)ın hilafet makamına nezaret ettiğinin belirtildiğini ve rivayetlerin de bunu açıkça teyid ettiğini görürsünüz. Gönül ister ki böyle olsun. Başka türlü değil. Fakat şu an konumuz başka bir husus üzerinedir. Ağır Söz Kur'an'da Hakka davet etme ve ilahi mesajı insanlara ulaştırıp bildirme işinin fevkalade önemini ve son derece ağır olduğunu beyan eden başka bir ayet vardır. Bu ayet mübarek Müzzemmil suninde bulunmaktadır. Bildiğiniz gibi Müzzemmil ve Müddesir sureleri, bi'setin ilk yıllarında nazil olan surelerdendir. Allah’u Teâlâ şöyle buyuruyor: "Gerçek şu ki senin üzerine ağır bir söz bırakacağız." Söz nasıl bir söz ki ağır olsun? Sözün kendisi, hafifliği ve ağırlığı olmayan bir şeydir. Sözün muhtevasını ve sözün delalet ettiği anlamın icrasının ağır, zor ve güç olması da mümkündür, kolayolması da mümkündür. Bazan şöyle deriz: Filan kişi, falan kişiye güç ve ağır bir söz söyledi, yani anlam yükü onun için ağır olan bir söz söyledi. Veya şöyle deriz: Bize ağır bir görev ve mesuliyyet verilmiştir. Bir makam tarafından görevlendirilen bir şahıs, "Bize ağır bir görev verilmiştir" der. Bir tebliğ sadır olmuştur, ona git, falan işi yap demişlerdir. Böyle bir durumda kendisine görev verilen kişi bize ağır görev verilmiştir, der. Görev ve sorumluluk ne ağır ki ağır olsun? Görev, bir bildiri, bir kâğıt, bir söz, bir mektup ve benzeri bir şeydir ki, hafifliği ve ağırlığı yoktur. Konu bunlar değildir. O görevin içeriği fevkalade ağır, güç ve zor bir iş olduğu zaman, görev ağır deriz. Kur'an ayeti şöyle buyuruyor: "Gerçekten biz senin üzerine ağır bir söz ilka edeceğiz." Bazı fertlerin; "Niçin Kur'an davet ve tebliği işini bu kadar zor ve güç bir iş olarak telakki etmiştir?" şeklinde bir soru sormaları mümkündür. Tebliğ Meselesinin Değeri Bazı meseleler vardır ki biz hakkıyla o meselelerin değerini idrak etmişizdir, ister istemez o meseleleri kendi düzleminde tanıyoruz. Mesela; en azından %95'i fetva vermenin çok ağır ve çok yüksek düzeyde bir iş olduğunu biliyoruz. Fertler, böyle bir iddia da bulunmaya cesaret etmezler. Eğer fertler bizzat bu iddiaya meylederlerse, bunu toplum çabuk kabul etmiyor demektir. Toplum bu işin seviyesinin yüksek olduğunu anlamıştır. Fakat halkı hak tarafına davet, İslam'ı insanlara tebliğ, insanları irşad ve hidayet ve insanları Allah'a doğru hareket ettirme meselesinin seviyesi tanınıp bilinmemiştir. Şair şöyle diyor: Bu yolda peygamberler kervana gibidirler Kervanın kılavuzu ve delilidirler "Ve onlardan bizim efendimiz baş olmuş O hem evvel hem son bu işte Onun hayat verici cemali toplumun mudur? Gönül açan makamı cem-i cemdir Ruhlar önden, bütün gönüller aradan Ruhlar hep onun eteğine tutunmuştur. Beşere hareket veren birçok ekoller vardır. Hem de iyi hareket veriyorlar. Ama ne tarafa? Menfaatler tarafına'- Biraz daha iyimser konuşalım: Hakları tarafına ki, onların menfaatleri haklarıiçerisindedir. Buraya kadar biz de onlarla muvafıkız. Peygamberler bu insanları, haklarını elde etmeye sevk ediyorlar, peygamberlerin verdikleri o küçük hareket mahrumu yönlendirmektedir. Şöyle; Eymahram, hakkı elinden alınmış! Git, hakkım iste ve- ara. Ey mazlum! Git, hakkını zalimden al. Bu hareketler nebilerin hareketleridir. Ey emekçiler! Birlesiniz ve hakkınızı zorba ve zalimlerden alınız." Bu durama bir hareket vermek elbette bir iştir. Ben küçük bir iş olduğunu söylemek istemiyorum. Fakat Peygamberlerin programlarında bu işi peygamberlerin yaptığı, hatta diğerlerinden daha iyi yaptığı küçük iştir. Peygamberlerin verdiği büyük hareket ise, '"sanı, nefsinden Hakk'a doğru sevk eden bir harekettir. Şair, şöyle diyor: "Meyhane piri, içki için çağırdı: Ey saki sülüku kendinden kurtulmaktır Yoksa menzilden menzile gitmek ve mesafeleri kat etmek değildir." Beşeri kendinden kurtarmak ve Hakk'a ulaştırmak, yani insanı kendi içinde kendisine karşı harekete geçirmek! Sadece "mazlum olan siz" zalim benim aleyhime harekete geçirmesin! Ayrıca zalim olan beni de bazen ve birçok noktalarda kendi aleyhine tahrik etsin ki, bunun adı tevbe, dönüş ve insanların bencillikten hakikate doğru hareket etmesi oluyor. Zor iş budur! Bir kimse bu iştepeygamberlerle rekabet ettiği zaman artık onun için hesap açabiliriz. Falan devrimci rehber, insanları, onların menfaatleri doğrultusunda, onların haklarını elde etme adına da olsa harekete geçirmiştir. Her ne kadar onların hukukunu elde etme adına bunu yapsalar da biz böyle demiyoruz; bilakis gerçekten insanların haklarını elde etmek için insanları harekete geçirdiklerini söylüyor, bu işi mukaddes olarak ifade ediyor ve yorumluyoruz: Bu, büyük bir iştir, fakat peygamberlerin küçük işidir. Rakibi olmayan ve her Allah'a davet edenin, her tebliğcinin ve her Allah'ın mesajını insanlara ulaştıranın takip etmesi gereken ve zor bir iş olan Peygamberlerin işi, insanları bencillikten, kendini beğenmekten ve çıkarcılıktan Hakk'a doğru hareket ettirmektir. Bu iş, gerçekten zor bir iştir. Dedik ki biz bazı işlerin değerini kendi düzeyinde bir sınıra ve bir yere kadar idrak etmişiz. Aynı şekilde idrak de etmeliyi2-Fakat itiraf etmeliyiz ki, bazı işlerin değerini kendi düzleminde anlamamışız. Bu gece tesadüfen benim programım, siret-i nebevide tebliğ ve davet konusunda oldu ve bilgin, hatip saygı değer Felsefi Bey -hakla söylenmelidir ki, bu ilmin başında yer almış ve bu şehre ve bu ülkeye büyük hizmetler etmiştir.- meclisimizde bulundu. Bu durumun tesadüfî bir iş olduğunu arz ettim. Bunu söylemekteki amacım şudur: Ben böyle düşünmemiştim, fakat böyle oldu ve iyi de oldu. Bunların ve bu düzlemde ki diğer kimselerin değerini bilmek gerekir. Şair şöyle diyor: "İnsanlar şişedeki saf yağı görüyorlar, Ama zavallı susamın başına ne geldiğini bilmiyorlar." İnsanlar, onun saf ve temiz tebliğini görüyorlar, fakat o zavallının başına nelerin geldiğini bilmiyorlar ve bugün onun saf yağım müşahede ediyorlar. Her halükarda Kur'an bu konuyu çok üst düzeye çıkarmış. Niçin? Allah sadece peygambere diyebiliyordu: "Gerçekten biz saria ağır bir söz ilka edeceğiz." Ve ya; "Senin göğsünü açıp genişletmedik mi?" Fakat bütün bunların hepsi ümmet için örnektir. Allah bu hakikati niçin peygamberiyle konuşuyor ve bütün ümmetin eline bırakıyor? Allah'la Peygamber arasında birçok mesele vardır, fakat bu meseleleri umumun işiyle ilgili olmadığı için Allah ve Peygamber biliyor. Yani başkası için ortaya konulmamış. Bir mesele ortaya konulduğu zaman bunun gereği onu öğrenmektir. Davet ve tebliğ işi kolay bir iş değildir. O halde biz Kur'an'dan şunu öğreniyoruz: Davet ve mesaj yayma işinde ilk şart, şerh-i sadr (göğsün açılıp genişlemesi)dir. Geniş gönül, dünya kadar geniş kapasite... Akla ve Fikre Tebliğ Mesaj ulaştırıp yayma niçin bu kadar zor bir iştir? Demeniz mümkündür. Arz edeyim: Her tebliğ işi bu kadar zor değildir. Bir tebliğ vardır ki sadece yapılır. Bunun kolay bir iş olduğu açıktır. Bir tebliğ vardır ki, adliye memuru yapar. Örneğin bir ihtarı bir şahsa tebliğ eder. Duyguyla eğer sız bir mesajı tebliğ etmek ve ulaştırmak tebliğ, göze yapılan tebliğdir. Eğer siz bir mesajı tebliğ etmek ve ulaştırmak istediğinizde, vazifeniz sadece onun görmesi ve duyması ise bu zor bir iş değildir. İnsanların kulağına veya gözüne bir söz ulaştırılabilir. Fakat apaçık tebliği olan peygamberlerin görevi sadece meseleyi ve konuyu insanların kulaklarına ulaştırmak mıdır? Bu kadar yeterli midir? İnsanlara gösterilmiş olmasıkâfi midir? Hayır, duyguya yapılan tebliğden, göze veya kulağa yapılan tebliğden daha üstün olan tebliğ vardır. Örneğin, akıl ve düşünceye tebliğdir. Yani konuyu öyle beyan etmeli ki akla kadar nüfuz etsin. İnsanın gözüne görünen şey yeterli değildir. Akıl da kabul etmeli. İnsanın duyduğu şey aklında kabul etmediği sürece kâfi değildir. Bir mesajı akla ulaştıran alet, ses, şekil veya yazı değildir, başka bir şeydir. Akıl, kendi kale kapısını kapamıştır ve burhan, istidlal, Kur'an'ın deyimiyle hikmet aletinin dışında başka bir şeyle bir mesajı kabul etmiyor. Peygamberler ilk safhada sözlerini akıllara ulaştırmak isterler. Eğer bakarsanız, Hıristiyanlığın bu sözün zıddına hareket ettiğin görürsünüz. Hıristiyanlık "İman işinin akılla ilgisi yoktur" diyor. Bu Hıristiyanlığın tahrif edilmiş görüşüdür. Aslında Hz. İsa hiç bir şekilde yol vermemesinden sonra, "iman hesabı akıldan ayrıdır, iman bölgesi, akıl için yasaklanmış bölgedir, imanın akla müdahale hakkı yoktur!" demedi. Bu tahrif edilmiş Hıristiyanlıkla ilgilidir. Hiç bir peygamber böyle bir söz söylemez. Fakat bütün peygamberler hakkında hakikat olan şey Kur'an'da geniş açıklamalarla gelmiştir: "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır. " (Nahl:125) Ayetin bildirdiği ilk şey, Hikmettir: İnsanları Allah'ın yoluna çağır, ey Allah'a davet eden! "Ey Peygamber! Gerçekten biz seni bir şahid, bir müjdeci ve pır uyarıcı, korkutucu olarak gönderdik." (Ahzab:45) Seni bu ümmetin şahidi olasın diye gönderdik. (Şahid, birçok manaya gelir, ama şimdi bu bizim konumuz değildir.) Seni bu ümmet için muştucu göndermişiz, muştula, teşvik et, gayrete getir. Yani bu yolda var olan çok yüce neticeleri, onların bilgilerine ulaştır. Seni nezir olarak göndermişiz. Defalarca "nezir" kelimesinin anlamının korkutucu olmadığını söylemişiz. Çünkü korkutucu, "muhavvif' kelimesinin tercümesidir. Nezir kelimesinin, korkutucu, kelimesinden daha özel bir anlamı vardır. Yani, tehlikeyi bildiren demektir. Eğer insan, örneğin kapıdan dışarı çıkmak istiyorsa, bu sırada bir kimse hoş olmayan kaba ve çirkin bir ses çıkarırsa, insanı korkutur. Fakat bu inzar değildir. İnzar diye, tehlikeyi bildirmek olan bir çeşit korkutmaya derler: Bir şahıs bir karar almıştır ve bir yoldan gidiyor. Giderken bir kişi geliyor bu şahsa tehlike bildiriminde bulunuyor. Yani o kişi diyor ki senin bu yolunun ve işinin peşinde falan tehlike vardır. Kur'an da diyor ki, seni nezir olasın, (bu anlamda) korkutucu olasın ve tehlike bildiriminde bulunasın diye gönderdik. Nitekim Peygamber (a), bi'setinin ilk yıllarında gelip Safa Tepesi'nin eteğinde durdu. Ve bağırdı: -o zaman adet olduğu üzere slogan atıyorlardı. -Hz. Peygamber de aynı şekilde Tehlike! Tehlike!" diye bağırdı. Halk Safa Tepesi'nin eteğinde toplandı. Muhammedü'l-Emin'den (s) ilk olarak; Tehlike var! Tehlike var! Sözünü işitiyorlar. Ne tehlikesi? Acaba Fil Vakası gibi bir vaka mı meydana gelmiş? Hz. Muhammed, önce halktan tasdik istedi: "Ey insanlar! Şimdiye kadar beni aranızda nasıl tamdınız?" Hepsi, emin ve doğru sözlü olarak tanıdık, dediler. Bu defa Peygamber (s) şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Şimdiye kadar beni aranızda nasıl tanıdınız?" Hepsi, emin ve doğra sözlü olarak tanıdık, debiler. Bu defa Peygamber (s) şöyle buyurdu: "Eğer ben sizi uyarsam, inzar etsem; şu dağların arkasından düşmanın büyük bir orduyla düşmanın geldiğini ve size hücum etmek istediğini bildirsem, bana inanır mısınız, inanmaz mısınız?" Orada toplananlar, "Elbette sana inanırız." dediler. Rasulullah (s) onların bu cevabını ve şahitliğini göz önünde bulundurarak şöyle buyurdu: "Sizi şiddetli bir azabla uyarıp korkutucuyum." Yani size tehlike bildiriminde bulunmaktayım ki, takip ettiğiniz bu yolun akabinde dünya ve ahirette şiddetli bir ilahi, azab vardır. "Ey Peygamber, gerçekten biz seni bir şahid, bir müjde verici ve bir uyarıcıkorkutucu(nezir) olarak gönderdik. Ve kendi izniyle Allah'a çağıran ve nur saçan bir çerağ olarak (gönderdik)." (Ahzab: 45-46} Gelip insanları Allah'ın izniyle Allah'a çağırıyorsun, insanları Allah'a doğru harekete geçiriyorsun. Sen Allah'a davet edensin. Acaba hangi vesileyle insanlar davet edilir? Örneğin insan rüya görür ve bu rüya ile insanları davet edebilir mi? Her gün sabahleyin gelip bugün şu iş için bir rüya gördüm, insanlar! Geliniz, şöyle yapınız, diyebilir mi? Hayır. Kur'an onun yolunu tayin etmiştir. Allah'a davet, alemin en büyük hakikatlerine davettir, Allah'a davet beşer akıllarına doğru yolu gösteren şeye davettir. Allah'adavet, akılların kabul etmesi gereken bir şeye davettir. Ama ne ile? Delille, hikmet ve mantıklı sözle! Gönül ve Kalbe Tebliğ Acaba peygamberlerin tebliğinde ve ilahi davette bu mesajın akıllara ulaşması yeterli midir? Duyu hiç kâfi değil de akıl merhalesine ulaşması yeterli midir? Hayır! Bu daha meselenin ilk merhalesidir. Bir öğretmenin görevi sadece kendi sözümü ve kendi ilmini öğrencinin aklına ulaştırmaktır. Gelir, siyah tahtanın önünde durur. Öğrenci sınıfta oturmuştur? Matematik problemini öğrenci için ortaya koyar, yani öğrenciye matematik öğretir. Önce meselenin aslını ortaya koyar, öğrencinin aklı henüz gerçekten bunun böyle olup olmadığını bilmiyor. Bu yüzden delil istiyor. O zaman Öğretmen matematik delilini getirdiğinde, iddia ettiği şey öğrencinin aklına giriyor. Fakat Peygamberler, sadece iddia ettikleri şeyleri insanların akıllarına sunmak için gelmemişlerdir. Filozofların yaptığı iş, muvaffak oldukları ölçüde, sözü insanların akıllarına ulaştırmaktır. Bundan daha fazla bir şey yapamazlar. Fakat ilahi mesajı akıllara ulaştırmaktan daha da öte kalblere ve gönüllere de ulaştırmak gerek. Yani insan ruhunun derinliklerine kadar girmeli ve onun bütün hislerini, yani bütün varlığını kuşatmalıdır. İşte bunun için peygamberler, insanı »hakikat yolunda harekete geçirebilirler, filozoflar değil. Zavallı filozof zahmet çekiyor, kendisini öldürüyor, sonunda işi, bir fikri insanların aklına ulaştırmak oluyor. O da bütün insanların aklına değil, aksine bir grup kimsenin aklına! Akıllarına ulaşan kimseler de onun öğrencisidirler. Bunlar bir kaç yıl onun yanına gelip ders okumalı, ondan sonra onun diline aşina olmalıdırlar. Çünkü onun belağati ve tebliği apaçık bir tebliğ ve belagat değil. O apaçık tebliğ ve konuşma gücüne sahip değil, yüzlerce ıstılah paketinde sözünü söylemeli. Büyük üstadlarımızdan birinin ifadesiyle, filozofun bunca ıstılah ve deyim kullanması dizliğinden ve güçsüzlüğündendir. Filozof imkân-i zati, imkâni ikbali, imkân-i isti'dadi, vacibu'l-vücud bizzat, ilk akıl ve ikinci akıl gibi ıstılahları kullanıyor. Niçin? Çünkü bunlardan başkasıyla sözünü söyleyemiyor ve ne anlatmak istediğini ifade edemiyor. Bu durum filozofun acizliğindendir. Fakat Peygamberlerin, hiçbir ıstı-a" kullanmaksızın, filozofun içinden çıkamadığı yüzlerce ıstılah ve deyim ışığında beyan olunan en son sözü apaçık bir beyan ve tebliğle iki kelimede, iki cümlede söylediklerini görüyoruz. Mesele kolay bir şekilde şu sadelikle söylenmiştir: "De ki: O Allah birdir. Allah Sameddir (her şey ona muhtaçtır, daimdir, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır}. O, doğurmamıştır ve doğrulmamıştır. Ve hiçbir şey O'nun dengi değildir." (İhlâs Suresi) "Göklerde ve yerde olanların tümü Allah'ı tesbih etmiştir. O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Diriltir ve öldürür. O her şeye güç yetirendir. O Evveldir, Ahirdir, Zahirdir, Batındır. O her şeyi bilendir." (Hadid:l-3) Görüldüğü gibi ifadeler sadeliğin zirvesinde ve nihai noktasında. Öyle ise Peygamberlerin, mesajlarını insanların akıllarına filozoflardan daha iyi bir şekilde ulaştırmalarını bir kenara bırakalım, daha da büyük bir işleri vardır ki o da mesaj ve çağrıyı insanların kalb ve gönüllerine ulaştırmaktır. Yani baştanbaşa bütün varlığa ulaştırmaktır ki, artık geriye bir şey kalmıyor. Peygamberin ümmeti olan kişi, yani bir peygambere iman eden kişi bütün varlığını o peygambere bağlıyor. İbni Sina ve Behmenyar'ın Öyküsü Bu meşhur hikâyeyi birçok kez işitmiş olabilirsiniz, fakat bu iddia edilen şeye iyi bir delil olduğu için yine arz ediyorum. Hikâye meşhur İbni Sina hikâyesidir. İbni Sina, düşünce ve duygularında olağan üstü güçlü idi. Çünkü harikulade bir insandı. Gözünün ışını başkalarından daha çoktu. Kulağı daha keskindi, fikri çok daha güçlü idi. Yavaş yavaş halk İbni Sina'nın duyusu, gözü ve kulağı hakkında efsaneler anlatmaya başladılar. Bu efsanelerden biri şudur: İbni Sina İsfahan'da Kaşan bakırcılarının çekiç sesini duyuyordu. Elbette bunlar efsanedir ve uydurmadır, fakat insanlar efsaneleri, genellikle şahsın harikulade yönünün olduğu zeminlerde uydururlar. Öğrencisi Behmenyar O'na şöyle diyordu: "Sen öyle kimselerdensin ki eğer peygamberlik iddiasında bulunsan, halk seni kabul eder ve halis niyetle sana iman eder." "Bu sözlerin ne olduğunu sen anlamıyorsun." diyordu. İbni Sina, Behmenyar, "hayır, konu aynen böyledir." îbni Sina bilfiil ona göstermek istedi. Beraber yolculuk yaptıkları ve karın çok yağdığı bir kış günü sabahın yaklaşmakta olduğu ve müezzinin ezan okuduğu bir anda İbni Sina uyandı ve Behmenyar'a seslendi: "Behmenyar!" Evet, dedi Behmenyar. İbni Sina "kalk" dedi. İbni Sina'nın sesini duyduğunda "Ne işin var? Ne istiyorsun? Diye karşılık verdi. İbni Sina, "Çok susadım, şu kâseyi al, testiden su doldur, bana ver, böylece susuzluğu da gidereyim" dedi. O zaman soba ve benzeri ısıtıcı araçlar yokmuş. Bir saat yorganın altında yatmış o soğuk havada kendisini ısıtmıştı. Şimdi bu sıcak yataktan kalkıp da nasıl dışarı çıkabilir? Dışarı çıkmama yollarını aramaya başladı ve bunu niçin hocası İbni Sina'ya şöyle dedi: Üstad! Siz doktorsunuz. Herkesten daha iyi bilirsiniz, mide iltihap halinde olduğu zaman eğer insan soğuk su içerse hemen üşütür ve soğuk alır. Sizin hasta olmanız da mümkündür. Allah göstermesin rahatsız olabilirsiniz. İbni Sina şöyle Cevap verdi: "Ben doktorum sen ise benim öğrencimsin, ben susadım, öyle ise kalk bana su getir." Behmenyar yine doğru olmayangerekçeler getirmeye çalıştı: doğrudur siz üstadsınız, fakat ben sizin iyiliğinizi istiyorum. Eğer ben sizin hayrınızı ve iyiliğiniz istiyorsam, bu sizin emrinize itaat etmemden daha iyidir. (îbni Sina şöyle dedi: "tembel adama iş buyurursan sana baba gibi nasihat eder.) Behmenyar tekrar önceki gibi nasihatler yapmaya başladı. İbni Sina onun kalkmayacağını kendisine ispat edince şöyle dedi: Ben susamadım, fakat seni imtihan etmek istedim. Bana "Niçin peygamberlik iddiasında bulunmuyorsun, hâlbuki halk seni kabul eder?" dediğin hatırımdadır. Sen benim öğrencim olduğun ve benim önümde bir kaç yıl ders okuduğun halde benim emrime itaat etmeye hazır değilsin. Ben sana, kalk bana su getir, diyorum, sen bana, sözüme karşılık vermek ve su getirmeyerek gitmemek için bin tane delil getiriyorsun; oysa o yaşlı, Peygamberin vefatından 400 sene Sonra sıcak yatağını bırakıp o yüksekliğe minarenin yukarısına çıkarak ezan okuyor. Niçin? "Eşhedu enne Muhammeden Rasulullah" (Şehadet ederim ki Muhammed, Allah'ın peygamberidir.) nidasını âleme ulaştırmak için. Peygamber O'dur, ben değilim, ben İbni Sina'yım. Bir mesaj; o da ilahi mesaj, gönüllere ulaşmak, gönülleri fethetmek kalbleri etkisi altına almak toplumları harekete geçirmek, o da sadece menfaatler ve haklar yolunda bir hareket değil, buna ilave olarak insanları tevbekar yapmak, gözyaşları akıtmak Kur'an ayetleri okunduğunda gözyaşı selinin boşanmasını sağlamak -Nitekim Allah şöyle buyuruyor: "O, daha önce kendilerine ilim verilenlere okunduğu zaman, yüzüstü kapanarak secde ederler." (İsra:107), "yüzüstü kapanıp ağlarlar..."(İsra: 109)- istediği zaman büyük bir işe girişmiş demektir. Bu kolay bir iş değildir, aksine çok çetin ve zor bir iştir. Apaçık Tebliğ (belağ) Kur'an'ın bu konuda, Resul-i Ekrem'in ve diğer Peygamberlerin dilinden bir takım konuları zikrettiğini, yani metodu, davet etmenin şartlarının ne olduğunu ortaya koyduğunu görüyoruz. Onun ilk şartı arz ettiğim gibiydi: Kur'an ayetlerinin birçoğunda "belağ" kelimesi kullanılmıştır. "Belağ", mesaj ulaştırmak demektir (tebliğ-Çev-) Şunu da arz edeyim ki, bazı kelimelerin kötü yazgıları vardır, bazı kelimelerin ise iyi yazgıları vardır. Tebliğ kelimesi bizim zamanımızda -elbette yenilikçilerin ıstılahında- kötü bir yazgı bulmuştur. Şimdi yenilikçiler (mütecedditler) arasında "tebliğ" kelimesinin anlamı; Hakikati olmayan bir şeyi yalan söyleyerek insanlara sunmak ve tanıtmaktır. (Tabi iyi ve gerçek bir şekilde-çev-) Fakat bu günümüzün yanlış ıstılahıdır. Ben her zaman söylemişim: Eğer bizim Kur'an'da ve Sünnette doğru bir ıstılah ve kavramımız varsa ve bugün değişmiş ve başka bir mefhum ortaya çıkmışsa, biz kendi ıstılahımızı bırakmamalıyız. Bazılarının bu "tebliğ" kelimesini kullanmayınız dedikleri gibi. Bunların tebliğ kelimesini kullanmayınız demeleri, bildiğiniz gibi günümüz örfünde tebliğ denildiği zaman mesela nebati yağ içinde yapılan iş, yani tam bir yalan akla gelir. Örneğin derler ki, eğer bir kaç mıskal (1 miskal: yaklaşık 5 gram -çev-) nebati yağ yersen, tıpkı ceylan gibi koşabilirsin, filden daha güçlü olursun." Yine bunun gibi bir yerde tebliğin yalan demek olduğun söylediler. O zaman ben , "peki öyle ise şimdi biz, dini ıstılahlarımız içerisinde "tebliği ve belağ Kur'an'da geçen ıstılahlardır. Bir ıstılah veya bir kavramın doğru manası olduğu halde, biz onu, toplumda tahrif olması ve başka bir anlam yüklenmesi sebebiyle kullanmamalı mıyız?! Biz yüklenen yanlış anlam da değil de İslami manada kullanır ve Kur'an'da, lügatte tebliğ kelimesinin anlamının ne olduğunu söyleriz: Tebliğ, mesaj ulaştırmak demektir. Kur'an hem belağ kelimesini kullanmıştır, hem'de belağ-ı mübin, yani apaçık ve açıklayıcı tebliğ şeklinde ifade etmiştir. Bir davetçinin, mübelliğin neticeye ulaşması için, tebliğinin apaçık olması, beyanının, hakikatlerin zirvesinde olduğu gibi, aynı zamanda sade ve anlaşılır olması, insanların söylediği sözleri anlaması ve idrak etmesi gerekir. Eğer bir insan palavra sıkıyor, yalan konuşuyor ve insanlar da onun konuşmasına çok güzel diyorlarsa, onun tebliği ve belağati apaçık ve aydın değildir. Bir gün bir şahıs, bir konuşmacının konuşmasını dinleyip de kalktıktan sonra konuşma için "Çok güzel, siz ne kadar iyi olduğunu bilemezsiniz." diyordu. Ona sordular: Çok iyi, iyi idi de adam ne söyledi? O şahıs, ben anlamadım, dedi. Öyle ise iyi olan ne?! Sizde esas husus, dinleyicinin konuşma bittikten sonra kalktığı zaman bir şey anlamış olmasıdır. Davetçi ve tebliğcinin şartlarından en büyüğü veya biri, dinleyicinin kalktığı zaman bir kucağıyla dolu kalkması ve gerçekten meseleyi kavrayıp anlamasıdır. Bu, davetçi ve tebliğcinin güçlülüğündendir. Bazıları şöyle sanıyorlar: Eğer bir kimsenin sözlerini insanlar anlamamışlarsa onun sözleri çok iyi ve yücedir. Hayır, böyle değildir. Peygamber de bir yerde konuştuğu zaman öyle zirve noktada konuşurdu ki, 400 yıl sonra insanlar öncekilerin anlayamadıkları manalarla karşılaşıyorlardı, fakat Peygamberin meclisinde oturmuş olanların tamamı da kendi ölçülerinde Peygamberin söylediklerini anlıyorlardı. Ali'nin hutbeleri, sahip olduğu o yüksek seviyeyle aynı zamanda meclisinde oturmuş olanların kendi kapasiteleri ölçüsünde yararlandıkları ve anladıkları hutbelerdir. Nush veya Sözün Halisliği (saflığı) Kur'an'da tebliğ ve davetle ilgili olarak davetçilerin dilinden "nush" (nasihat etme, öğüt verme) kelimesi çokça kullanılmıştır. Nush, saf ve gerçek manasıyla hayırhahlık (hayır sevme, başkaları' nın hayr ve iyiliğini isteme) demektir. Çünkü Arap lügatinde "nush" "ğış" kelimisinin karşıtıdır. "Gış" ise aldatma, sahtekârlık, hıyanet, kalbte gizli olan kin ve düşmanlık, insanların kötülüğünü isteme, münafıkça nasihat etme anlamlarına gelir. Bir mala kendi cinsinden olmayan bir mal karıştığı zaman, o deyim olarak; "Bu mala gış (hile, aldatma, sahtekârlık) karışmıştır" derler. Gış kelimesini karşıtı olan nush da sözün halis ve saf olması, yani gerçek, tam ve gönülden bir hayır isteme ve nasihat etme olmalıdır. Sözü nush olan kimse, ancak Allah'a çağırıcı ve Allah'ın mesajının tebliğcisi olabilir. Yani davetçinin nasihat etmesinde, insanların hayrını ve iyisini istemeden başka kesinlikle hiçbir sebep ve saik olmamalı ve söylediklerini gönülden söylemelidir. Nitekim şöyle bir söz vardır: ".. Kuşkusuz söz, kalbten çıktığı zaman kalbe girer, dilden çıktığı zaman kulaklardan öteye geçmez."(2) Peygamberler ardı ardına geliyor ve şöyle diyorlar: "... Size nush ediyorum (öğüt veriyorum, hayırhahtık yapıyorum) ". (A'raf: 62) "... Ben sizin için emin (güvenilir) bir nasihim (nasihatçiyim, öğütçüyüm, hayırhahım) ". (A'raf: 68) "... Ve gerçekten ben size öğüt verenlerdenim." (A'raf: 21) Bu ayetlerin hepsi bu konudan bahsetmektedir. İmran'ın oğlu Musa, Rabbiyle işin ağırlığı hakkında konuştuğu zaman, buradaki ağırlık sadece şu değildi: "Ben, o güçlü ve zorba Firavun'un karşısında konuşmak istiyorum. Bu ise ağır bir iştir." Hayır, başka bir takım ağırlıklar vardır: Ey Allah’ım! Bana yardım et: Böylece ben öyle bir Musa olayım ki, artık bu Musa o Musa'da var olmasın, O Musa'da benlik var olmasın, bencillik ve enaniyet var olmasın, dolayısıyla kâmil bir saflık ve halislikle senin mesajını insanlara Gedebileyim. Tekellüften Kaçınma İslam’ı tebliğ etmenin diğer şartı "tekellüften kaçınma" dır. Nitekim Kur'an'da bir ayet vardır: "De ki, ben buna karşı sizden bir ücert istemiyorum ve bir külfet getirenlerden de değilim."(Sa'd: 86) "Tekellüf' (külfet yüklemek) konusunda müfessirlerin birçok sözleri vardır ki, belki de hepsi bir hususa işaret ediyor. Tekellüf, kendini meşakkate atmak demektir. Nasıl? Allah göstermesin, insan inanmadığı bir şeyi insanların kalbine sokmak istiyor. Bundan daha büyük bir dert yoktur. Şair şöyle diyor: "Kendisi (gerçek) varlıktan payını almamış kişi Ne zaman ve nasıl varlık bahşedebilir? Bir damla suyu olamayan, eski ve kuru bulut Ne zaman ve nasıl su verebilir?" "Tekellüf kelimesini diğer manası, "İlimsizce söz söylemek" tir. İbni Mes'ud ve diğer müfessirlerden birçoğu da böyle söylemiştir. Yani siz dünyada peygamber ve imam dışında-başka bir kimseyi bulun ve ondan bütün meseleleri sormak isteyin, ister istemez cevap veremez. Şair "herkes her şeyi bilisin" diyor, acaba kim "dini meşelerle (konuyu sınırlıyorum) ilgili olarak bana soru sorarsanız ben o soruların hepsinin cevabını size verebilir." diye bir iddiada bulunabilir? Evet, Peygamber iddia edebilir. Ali şöyle söyleyebilir; "Bana beni kaybetmeden önce sorunuz." (3) Ali'nin dışında birisinden bunu beklemek yersizdir. O halde ben haddimi bilmeliyim. Benim dini meselelerden falan konu ve hususu bilmem mümkündür. İyi güzel, o halde bildiğim şeyi insanlara hemen tebliğ edeyim. Bilmediğim şeyi benden soruyorlar, yine ben zorla onu söylemek istiyorum. Yani bilmediğim soruya da cevap vermek istiyorum. Peki bilmediğim bir şeyi nasıl başkalarına anlatabilirim! İbni Mes'ud şöyle diyor: "Bildiğini söyle, bilmediğin söyleme." Bilmediğin bir şeyi senden sorarlarsa, açıkça ve mertçe bilmiyorum de. İbni Mes'ud sonra şu ayeti okudu: "De ki, ben buna karşı sizden bir ücret istemiyorum ve tekellüf edenlerden de değilim." (Sa'd:86) İbnu'l-Cevzi meşhur ve tanınmış vaizlerden biridir. O üç basamağı olan minbere çıkmıştı. İnsanlara hitap etmekteydi. Bir kadın minberin önünden kalktı ve ona bir soru sordu. İbnu'l-Cevzi bilmiyorum dedi. Kadın utanmaz ve yüzsüz birisiydi, şöyle dedi: Mademki bilmiyorsun, o halde niçin diğerlerinden üç basamak yukarıda oturuyorsun? İbnu'l-Cevzi şöyle karşılık verdi; "Benim bu üç basamak daha yukarıda oturmam, benim bildiğim fakat sizin bilmediğiniz ölçüdedir. Malumatım ve bildiklerim kadarıyla daha yukarı oturmuşum. Eğer bilmediklerim ölçüde yukarı çıkmak isteseydim, ta Feleku'l-Eflak'e (göğün dokuzuncu katına) kadar yükselen bir minber yapmaları gerekirdi. Eğer ben, bilmediklerim ölçüsünde minbere çıkmak isteseydim, ta göklere kadar yükselen bir minber lazımdı. İnsan bilmediği bir şeye bilmiyorum der." Şeyh Ensari bildiğimiz gibi Şuşter'li. O, ilim ve takvada dünyanın dâhisidir. Hala âlimler ve fakihler, bu adamın, sözün inceliklerini anlama ve idrak etmesiyle iftihar ediyorlar. Derler ki, O'na bir şey sordukları zaman eğer bilmiyorsa, maksatlı olarak yüksek sesle şöyle derdi: Bilmiyorum, bilmiyorum, bilmiyorum. Bunu, öğrencilerin eğer bir şeyi bilmezlerse, utanıp sıkılmamayı ve bilmiyorum demeyi öğrenmeleri için yüksek sesle ve birden fazla söylerdi. Senenin birinde Necefabad'a gitmiştim. Ramazan ayı idi. Tatil olduğu ve arkadaşlarımız orada olduğu için gitmiştir. Şöyle hatırlıyorum caddeyi karşıdan karşıya geçiyordum. Caddenin ortasınavardığımda, köylü bir dede geldi, önümü kesti. Beyefendi, bir meselem var. Soruma cevap veriniz, dedi. Cünüplük guslü bedenle mi ilgilidir, yoksa ruhla mı? Şöyle cevap verdim: Vallahi bu sözün manasını anlamıyorum. Cünüplük guslü, her gusül gibi bir yönden insanın ruhuyla ilgilidir, çünkü niyet ister. Bir yönüyle de insanın bedeniyle ilgilidir, çünkü insan vücudunu yıkayıp temizlemelidir. Senin maksadın bu mudur? "Hayır", dedi, doğru cevap vermelisin, Cünüplük guslü bedene mi taalluk eder, ruha mı? Ben bilmiyorum, dedim. Bu defa; "O halde bu sarığı niçin başına giyiyorsun" dedi. "Ben tekellüf edenlerden (külfet ve kendiliğinden yükümlülük getirenlerden-çev-) değilim."(Sa'd: 86) Ben mütekellif değilim. Peygamber böyle söylüyor. ALTINCI BÖLÜMÜN DİPNOTLARI 1Hadisin devamı şu şekildedir: "Ancak benden sonra Peygamber yoktur." (Sefinetü'l-Bihar, c.2, s.583-584) 2Bu sözler ilahi mesajı tebliğde geçerlidir, fakat başka mesajları tebliğde bu meseleler söz konusu değildir. 3- Sefinetü'l-Bihar, c.l s.586 VII. BÖLÜM TEBLİĞ METODU Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla... "Hamd, bütün varlıkların yaratıcısı âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. Salât ve selam, Allah'ın kulu, peygamberi, habibi, dostu, Allah tarafından arındırılmış, Allah'ın sırrının koruyucusu ve elçiliğinin tebliğcisi peygamberimiz, efendimiz, dostumuz Ebu'l-Kasım Muhammed'e ve O'nun günahlardan arındırılmış, iyi, güzel ve temiz Ehl-i Beytine olsun." Lanetlenmiş ve Kovulmuş Şeytandan Allah’a Sığınırım "Ki onlar (peygamberler) Allah'ın risaletini tebliğ edenler, O'ndan içi titreyerek korkanlar ve Allah'ın dışında hiç kimseden korumayanlardır. Hesap görücü olarak Allah yeter." (Ahzap: 39) Konu, Nebevi Sirettte İslam'ı davet ve tebliğ idi. Önce bu görevin önemi ve ağırlığı hakkında konuyu ele aldık. Sonra Rasul-i Ekrem'in ve bütün peygamberlerin siretinin özelliklerinden bir kısmıyla ilgili olarak bazı açıklamalarda bulunduk. Kur'an-ı Kerim'de ortaya konulmuş olan şerh-i sadr (göğsün açılması ve genişlemesi) meselesi bu zorunlu özelliklerdendir ve konun önemini göstermektedir. Diğer meşeler ise, apaçık tebliğ, nasihat etme ve hayırhahlık, tekellüften kaçınma meseleleridir. Şimdi ise ilahi güçle diğer bölümleri arz ediyoruz: "Ey Peygamber gerçekten biz seni bir şahid, bir müjdeci ve bir nezir (uyarıcı korkutucu) olarak gönderdik. Ve kendi izniyle Allah'a çağıran ve nur saçan bir çer ağ olarak (gönderdik)." (Ahzab:45-46) Tebşir ve inzar etrafından kısa bir açıklama yapayım, sonra Rasulullah'ın tavsiyelerinden bir kısmı etrafında bazı açıklamalarda bulunacağım. Tebşir ve İnzar "Tebşir" müjde vermektir. Teşvik sözündendir. Örneğin eğer siz kendi çocuğunuzu bir işe teşvik etmek isterseniz, iki yoldan birinin veya aynı anda her iki yolu da takip edersiniz. Biri teşvik ve müjde yoludur ki, mesela çocuğun okula gitmesini istediğiniz zaman, çocuğa okula gitmenin, önemini faydalarını ve sonuçların anlatmaya başlarsınız. Böylelikle çocuk okula ruhen ve aklen yönelsin; ikinci yol ise okula gitmenin tehlikeli sonuçlarını anlatırsınız. Eğer insan okula gitmese, eğitimsiz kalırsa, okuma yazma bilmezse şöyle şöyle olur dersiniz: Bu açıklamalardan sonra çocuk bu tehlikeli ve olumsuz sonuçlardan kaçmak için derse başlar ve okula devam eder. Yani sizin iki yolunuzdan biri; sizin çocuğu teşvikiniz ve tebşirinizdir. Diğer yolunuz ve işiniz, yani inzar ve korkutmak. -Tabii daha önce belirttiğim anlamda: tehlikeyi bildirmek (uyarmak-çev-)- ise, çocuğu arkadan sürmektir. İşte tebşirekaid, inzara ise saik (sevk edici, götürücü) diyorlar. "Kaid" öncü, kurucu ve önder demektir. Örneğin bir atın veya devenin yularını tutan bir kimse önden gidiyor, hayvan ise onun arkasından geliyor: İşte yuları tutan bu kişiye "Kaid" derler. "Saik" diye de arkadan hayvanı süren kimseye derler. Tebşirin kaid hükmü vardır. Yani tebşir önden çekiyor, inzarın ise saik hükmü vardır, yani arkadan sürüyor; bunların her ikisi de bir iş yapıyor. Şimdi eğer bu ikisi beraber olsa, hem kaid var olsa, hem de saik, biri önden hayvanı çekse, diğeri de arkadan hayvanı sürse, her iki etkenden bu işte aynı anda hükmeder. Bu her iki faktör de insan için zaruridir. Yani tebşir ve inzardan herhangi biri yalnız başına yeterli değildir. Tebşir mutlaka şarttır. Fakat yeterli bir şart değildir. İnzar da yerine getirilmesi gereken şarttır. Fakat yeterli şart değildir. Kur'an'ı Kerim'e Sebu'l-Mesani denmesi, belki de bir yönlüyle her zaman Kur'an'da tebşir ve inzarın birbiriyle iç içe olmasındandır. Yani bir taraftan müjde ve ümit, diğer taraftan inzar ve tehlike bildirme. Davette bu her iki rükün içice olmalıdır. Davetçi ve tebliğcinin sadece tebşirlere yaslanması veya yalnızca inzarlara dayanması yanlıştır. Üstelik tebşir tarafı daha ağır basmalıdır. Belki bu sebepledir ki Kur'an-ı Kerim tebşiri önce zikrediyor: "Müjdeleyici olarak ve korkutucu olarak" (beşiran ve neziran, mübeşşiran ve neziran) Nefret Ettirmek (tenfir) Tebşir ve inzardan başka bir işimiz daha vardır ki onun ismi "tenfir" dir. Tenfir, kaçırmak (ürkütmek -çev-) işi demektir. İnsan bazen inzar etmek ister, inzarı tenfirle karıştırır. İnzar, inzar olduğuzaman saik (sevk edici, arkadan itici-sürücü) in işini yapar, yani gerçekte arkadan şahsı ön tarafa doğru sürüp iter. Fakat tenfir, kişinin firar etmesini sağlayan iş demektir. Yine aynen hayvanla misal veriyoruz: İnsan bir hayvan -deve veya at-ı çekiyor, sonra onu arkadan daha çok harekete geçirmek istiyor. Bu şekilde hayvanı arkadan harekete geçirmek için öyle gürültü çıkarıyor ki, aniden bu hayvan başını kuvvetlice arkaya çekiyor, dizginini parçalıyor ve kaçıyor. İşte buna "tenfira" derler. İnsan ruhunda bazen davetlerden sadece sevk etmek ve öncülük etmek yok değil, aksine tenfir, yani nefret ettirmek ve kaçırmak da vardır. Bu ise ruhi bir gerçektir. İnsanın ruhu böyledir. Aynı çocuk ve okul örneğini arz ediyoruz: Annebabaların veya çocukların öğretmenlerinin zamanlarından birçoğu, tebşir ve inzar yerine tenfir etmekle geçiyor. Yani söz konusu şahıslar öyle bir iş yapıyorlar ki çocuğun ruhunda okuldan nefret ve kaçış hali doğuyor. Tabiatıyla bu çocuğun tepkisi okuldan kaçıştır. Tarih şöyle yazıyor.(l) Siyer-i îbni Hişam'm nakline göre-Resul-i Ekrem, Muaz bin Cebel'i Yemen halkına davet ve tebliğ için gönderdiği zaman(2) O'na şöyle tavsiyede bulunuyor: "Ey Muaz! Müjdele, tenfir etme (yani ürkütüp kaçırma), kolaylaştır, zorlaştırma." Yani "İslam’ı tebliğ için gidiyorsun. Senin asıl işin tebşir, müjde ve rağbet ettirme olsun. Öyle bir iş yap ki halk İslam'ın üstünlük ve meziyetlerini anlasın ve idrak etsin. İstek ve rağbetle İslam'a ilgi duysun. Rasulullah Muaz'a "înzar etme" demedi. Çünkü inzar Kur'an'ın emrettiği programın bir parçasıdır. Peygamber'in işaret ettiği bir nükte vardı ki o da şudur: "Müjdele, nefret ettirme, yani halkı İslam'dan kaçıracak bir iş yapma. Konuyu insanların ruhi tepkisinin İslam'dan kaçmasını sağlayacak şekilde ifade etme ve gündeme getirme. "Bu ne büyük bir nüktedir. Ve açıklamaya ihtiyacı vardır. Fakat bundan önce Resul-i Ekrem'in kendisinden ve başka yollardan rivayet edilen ve Ehl-i Beyt imamları tarafından teyid edilip tefsir edilen başka bir önemli noktayı arz etmem gerek. Ruhun Letafeti İnsan ruhu fevkalade latiftir ve çok çabuk tepki gösterir. Eğer insan bir işte, diğerlerinin ruhunu bir kenara bırakalım, kendi ruhuna baskı yaparsa, bu durumda ruhunun meydana getirdiğ1 tepki kaçıştır. (Yani nefret-çev-) Örneğin ibadette, Rasulullah'ın tavsiyelerinden birisi şudur: İbadeti o kadar yapınız ki ruhunuz ibadet sevincini tatsın, yani ibadet ettiğiniz, namaz kıldığınız, müstehabları yerine getirdiğiniz, nafile kıldığınız. Kur'an okuduğunuz ve uykusuz kaldığınız zaman, artık şimdi bu ibadetin zor ve ağır olduğunu, yani zorladığım ve söze yüklendiğini hissediyorsanız, Rasulullah buyurdu ki, artık bu kadarı yeterlidir. İbadeti kendine yükleme. İbadeti kendine yüklediğinde ruhun yavaş yavaş ibadetten kaçar. -Sanki ibadeti bir ilaç gibi ruhuna vermişsin- o zaman insan ruhu ibadetle kötü bir tat bulur. Her zaman ibadette istek ve sevginin olmasına ve ruhunun ibadetten iyi bir tat almasına dikkat et. İslam Peygamberi Cabir'e şöyle buyurdu: "Ey Cabir, kuşkusuz bu din metindir. Öyle ise onda yumuşaklıkla derinleş. Hayvanı yorup aciz bırakan, ne yol alabilir, ne de sırtını pey bırakır." Ne yüce bir teşbih! Kendilerine baskı yapmakla ve kendilerine zorluk çıkarmakla amaca daha çabuk ulaşacaklarını sananlar yanılıyorlar. Aslında maksatlarına ulaşmıyorlar. Onların durumu, şu adamın durumu gibidir: Bu adama bir şehirden bir şehre gitmesi için bir eşek vermişler. Adam, bu eşeğe ne kadar çok kırbaç vurur ve baskı yaparsa o kadar daha çabuk gideceğini sanıyor. Önce bir kaç konaklık yeri bir konakta, bir günde gidiyor. Fakat bir zaman dikkat ediyor ki biçare hayvanı yaralamış. Bu yüzden hayvan da yoldan kaldı ve zaman zaman durdu; böylece hedefe ulaşamadı adam. Hem de eşeğini yaraladı. İşte Rasulullah buyuruyor: Kendisine baskı yapan ve istidat ve kapasitesinden fazlasını kendisine yükleyen, böylece hedefine daha çabuk varacağım sanan insan, aslında hedefe ulaşamıyor. Onun ruhu, tıpkı yaralanan, yoldan geri kalan ve artık adım atamayan eşeğin durumu gibidir. İnsanlar için de durura aynıdır. Müslüman ve Hıristiyan Komşusu İmam Sadık bir hikâye naklediyor. Şöyle buyuruyor: Müslüman ve abid bir adam vardı. Bu Müslüman’ın Hristiyan bir komşusu vardı. Onunla ziyaretleşiyordu. Böylece Hıristiyan adam yavaş yavaş İslam'a meyletmeye başladı ve O'nun vasıtasıyla Müslüman oldu. Sonra bu Müslüman adam, kendi hayalince o adamı çok Müslüman yapmak ve çok sevaba kavuşturmak istedi. Bu çaresiz adam, daha henüz yeni Müslüman olmuştu ve ertesi gün Müslüman oluşunun ilk günü idi ki, sabah güneş doğmadan önce birisi evinin kapısına vuruyordu. "Kimsin?" "Ben senin Müslüman komşunum" "Ne oldu?"; "İbadet etmek için birlikte mescide gidelim diye geldim". Çaresiz kalktı ve camiye gitti. "(Nafile namazları kıldıktan sonra) Tamam mı? Bitti mi?" dedi. Müslüman adam; "Hayır, daha sabah namazı da var." dedi. Yeni Müslüman olan adam sabah namazını da kıldı ve "Bitti mi?" dedi. Öbürü; "Hayır, gel nafile namaz kılalım, müstehabtır. O kadar nafile namaz kılalım ki iki tulu arası (fecr-i kazib ile fecr-i sadık arası)ndan güneş doğuncaya kadar uyanık olalım." Güneş doğdu. Eski Müslüman; "Bir miktar daha namaz kılalım." dedi. Öğleyin de onu namaz için alıkoydu. Ta ikindiye kadar onu tuttu. Sonra şöyle dedi: "sen yemek yememişsindir, oruca niyet et." Kısaca onu akşamdan iki saat sonraya kadar bırakmadı. Ertesi gün sabahleyin yine onun evine gitti Ve kapısını çaldı. Adam, "Kimsin?" dedi. "Müslüman kardeşin" diye cevap verdi. Yeni Müslüman olan adam: "Niçin geldin?" dedi. "Birlikte ibadet etmek için gidelim" diye geldim, karşılığını verdi. Ev sahibi dedi ki: "Bu din işsiz insanlar için iyidir. Ben bu dinden ayrıldım, ilk dinime döndüm." Sonra İmam Sadık şöyle buyurdu:"Böyle olmayın. Bu şahıs bir adamı Müslüman yaptı ama sonra kendi eliyle de mürtet ve kâfir yaptı." Birçok şeyler vardır ki, bunların tenfir eseri vardır, yani insanları İslam’dan nefret ettirirler ve kaçırırlar. Mesela Temizlik İslam'da seksiz şüphesiz sünnettir. Ve müekked sünnettir, temizlik imandandır. Peygamberimiz kendi zamanının insanlarının en temizi idi. Eğer bugün de peygamber olsaydı, onu fevkalade temiz bir adam olarak görürdük. Hz. Peygamberin hiçbir zaman bırakmadığışeylerden biri, güzel koku kullanmaktır. Aynı zamanda temizlik sünnet ve müstahab bir iştir. Tabii vacip değildir. Şimdi eğer bir tebliğci elbisesi pis, kirli, çirkin ve bedeni kokmuş olsa, fıkhi açıdan belki o haram bir iş yapmıştır denemez, fakat şunu hesap ediniz ki bu adam bu kirli, pis, çirkin ve kokmuş haliyle çok temiz bir gence gelip ben seni İslam'a davet etmek istiyorum, sana İslam'ı tebliğ etmek istiyorum, diyor. Bu adamın sözü cevher de olsa o genç sözünü kabul etmez. Kelamcılar iyi söylüyorlar. Diyorlar ki; nübüvvetin şartlarından biri, Peygamberde bedeni bir noksanlık ve kusur da olsa insanların nefret etmesini gerektiren bir sıfatın olmamasıdır. Bildiğimiz gibi bedeni noksanlık insanın ruhi mükemmelliğine darbe indirir. Farz ediniz ki bir insan vardır ve bu insanın bir gözü kördür. Yüzü de bir tarafa kaymış ve yalnız bir tarafa bakıyor. Bu, insan ruhunda bir noksanlık ve kusur mudur? Elbette hayır. Bu adamın Selmani Farisi seviyesinde, hatta Selmani Farisi'den daha üstün olması mümkündür. Fakat böyle bir insan acaba böyle bir görüntü ve yüzle peygamber olabilir mi, olamaz mı? Kelamcılar hayır olamaz diyorlar. Çünkü onun çehresi nefret vericidir. Noksanlık değil, nefret vericidir. Peygamberde öyle şartlar olmalıdır ki onun varlığı vücud bakımından dahi çekici olsun ve en azından nefret ettirici olmasın. Tabi bedeni noksanlık ve kusur, ruhi noksanlık ve kusur değildir, öyle ise bir mübelliğin ve Allah'a davetçinin çehresi ve görüntüsü nefret verici olmalıdır. Davranışları, işleri ve söylediği sözleri cümlesinde diğer özellikleri insanlarda nefret, ettirici yani kaçırıcı olmamalıdır. Çok Kınama, Azarlama ve Sertlik Çok sertlik, kabalık, kınama ve azarlamalar da böyledir. Kınayıp azarlama bazen çok faydalıdır. Bazen insanın gayreti kınayıp azarlamakla tahrik oluyor. Fakat kınamanın ve azarlamanın da yeri vardır. Bazen kınama ve azarlama -Ebu Nuvas'ın deyimiyle- teşvik ve tahrike sebep oluyor: Beni kınayıp azarlamayı bırak; çünkü kınayıp azarlama teşvik ve tahriktir. Beni hastalık olan şeyle tedavi et. Bu bir genelleme değildir. Fakat birçok noktalarda aşırı melamet (levm, kınama, azarlama) daha çok nefret meydana getirir. Örneğin birçok kişi çocuk eğitiminde bu hatayı yapıyor. Daima çocuğu kınıyor, azarlıyor ve çocuğun kusurunu yüzüne vurarak alaya alıyorlar:,"Ey başına toprak dökülmüş, musibet görmüş, hor ve zelil! Falan çocuk da senin akranın. Bak o asıl ilerlemiş. Sen ise çok başarısız, tembel ve liyakatsizsin. Benim artık senden bir ümidim yok." gibi ifadeler kullanıyorlar. Zannederler ki bu sertlik, kınama ve azarlamalarla çocuk gayrete getirilir. Hâlbuki bu durumlarda kınama, azarlama ve sertlik haddini aşarsa ters tepki doğurur. Çocuğun ruhunda sıkışma ve isyan meydana gelir. Çocuk ruhi açıdan hastalanır ve o işin ardını bırakır. Resul-i Ekrem (s) emirlerinde sadece Muaz bir Cebel'e değil, Muaz bin Cebellere; her Müslüman davetçiye şöyle buyuruyordu: Müjdele, nefret ettirme. Kolaylaştır,zorlaştırma. Dikkat et insanlara, dindarlık kolay bir iş mi? Dindarlık zordur. Hem de çok zordur. Fevkalade zordur. Bu iş, alelade insanların işi değildir. Herkes dindar olamaz. "Harman dövmek her keçinin işi değildir. Bu işi yapmak ancak genç öküz ve tecrübeli adam ister." Dikkat et dindarlığın zorluğundan bahsediyorsun, neticede o korkuyor ve diyor ki mademki bu kadar zor, o halde bunu bırakalım. Peygamber ise şöyle buyuruyor: "Kolaylaştır." İslam: Bağışlayıcı, Müsamahakâr ve Kolay Din Rasulullah (s) şöyle buyuruyor: "Ben müsamahakâr ve kolay şeriat üzere gönderildim." İslam dini hoşgörü sahibidir. Bir insana "semahat" dediklerinde, o insanının bağışlayıcı, hoşgörülü bir insan olduğunu söylemek istiyorlar. Fakat "Din hoşgörülüdür" ne demek? Acaba din de hoşgörülü olabilir mi? Din de hoşgörülü ve müsamahakâr olabilir, fakat bir usulü vardır. Nasıl? Size abdest al diyen bir dinin bizzat kendisi yine: "Eğer bedeninde bir yara veya bir hastalık varsa ve bu hastalık veya yaranın zarar vereceğinden korkuyorsan, (zarar vereceğini kesin olarak biliyorsan demiyor), teyemmüm yap, abdest alma." diyor. Bu, bu dinin hoşgörülü olması demektir. Yani bu din hoşgörüsüz ve affetmez, inatçı bir din değildir, aksine affedici, toleranslı, cömert ve hoşgörülü bir dindir. Veya İslam dini oruç farzdır diyor. Gerçekten bir kimse özürsüz ve mazeretsiz olarak bir orucu yerse, günah işlemiş olur. Fakat aynı din görüyoruz ki yeri geldiğinde çok müsamaha gösteriyor. "Allah size kolaylık ister, zorluk istemez." (Bakara: 185) ayeti oruç hakkındadır. Yolcusun. Yolculukta oruç tutmak senin için zordur. Öyle ise oruç tutma, sonra orucu kaza et. "Allah size kolaylık ister." Hastasın: "... Kim hasta ya da yolculukta olursa, tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde (tutsun). Allah size kolaylık ister, size zorluk dilemez..." (Bakara: 185) Yani İslam dini hoşgörü sahibi bir dindir. Hatta eğer zarar görme korkusu varsa orucu kazaya bırakabilirsin. Zarar görme konusunda %100 emin olman gerekmez. Ayrıca bu korkunun fasık veya kâfir bir doktorun sözünden dolayı senin kalbinde meydana gelmesi mümkündür, fakat her durumda bu korku ve endişe senin kalbinde oluşmuştur. Bu konuda hadisimiz vardır: Bu korku ve endişenin diğerleri için vuku bulması ve diğerlerinin korkması gerekmez: "Şüphesiz insan, nefsi üzerinde basiret sahibidir (bilgi sahibidir)." Sen kendin eğer kalbinde (Allah korusun) buorucun senin hastalığını şiddetlendireceğini hissediyorsan, bu yeterlidir, başka bir kimseden sorman gerekmez. Hatta ihtiyar bir adam ve ya mukrib, yani doğumu yaklaşmış bir kadın için zarar korkusunun olması şart değildir. Yaşlı bir erkeğin veya yaşlı bir kadının, zarar görme korkusu olmayabilir de. İhtiyarlık ve yaşlılık safhasına ulaştığı için ona oruç farz değildir. İşte bu müsamaha hoşgörüdür. Merhum Ayetullah Hacı Şeyh Abdulkerim Hairi (Allah makamını yüceltsin) ömrünün sonunda yaşlı olduğu ve kendisi için zor olduğu halde oruç tutuyordu. Kendisine şöyle demişlerdi: "Niçin oruç tutuyorsunuz? Siz bir kitap yazmıştınız: Orada "İhtiyar erkek ve ihtiyar kadına oruç farz değildir." şeklinde bir fetvanız var." Acaba fetvanız değişti mi, yoksa siz henüz kendinizi ihtiyar olarak kabul etmiyor musunuz?" Merhum; "Hayır, fetvam değişmedi, kendim de yaşlı olduğumu biliyorum." dedi. "Öyle ise niçin oruç tutuyorsun? İftar etmiyorsun, yemiyorsun?" dediler. O zaman şöyle dedi Merhum Hairi:" O avami damarım beni bırakmıyor." Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: "Ben hoşgörü sahibi ve kolaylık sağlayıcı şeriat üzere gönderildim." Yani Allah beni müsamahakâr ve kolay bir din ve şeriat üzerinde göndermiştir. İslam dini pratik bir dindir. Başka bir din pratik değildir. Dışarıdan bakanlara göre, İslam, sebebiyle herkesi cezbeden şeylerden biri, bu dinin kolaylığı ve müsamahakârlığıdır. Peygamber buyuruyor ki, "Bir mübelliğ, bu dinin müsamahakâr, hoşgörülü ve kolaylık sağlayıcı tebliğcisi olmalıdır. Öyle bir iş yapmalıdır ki, insanlar İslam dinini emirlerine rağbet etsinler ve teşvik olunsunlar." İlahi Korku Davetteki meselelerden bir diğeri ise şu Kur'an ayetinde belirtilen husustur: "Ki onlar, Allah'ın risaletini tebliğ edenler, O'ndan içleri titreyerek korkanlar ve Allah'ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır...." (Ahzab: 39) Bu ayet, İslam davetçileri ve tebliğcileri için beli büken ayetlerdendir. Demek ki onlar ilahi risaletleri tebliğ ederler, yani Allah'ın mesajlarını insanlara ulaştırırlar. Onlarda iki şart vardır: Biri Allah'tan korkmaları, diğeri ise Allah'tan başkasından korkmamalarıdır. Onlar Allah'tan korkmaktadırlar, yani onlar Allah'tan korkan, Allah'ın emir ve yasaklarına uyan ve kalblerinde Allah korkusu ve ilahi haşyet yer etmiş olan insanlardır. "Kullar içinde, Allah'tan ancak âlimler, içi titreyerek korkarlar. ..." (Fatır: 28) Resul-i Ekrem'in bir duası vardır -ki Rasulullah'ın duaları bizim kitaplarımızda yazılmıştır.- Bu dua, okunsun diye Şaban’ın yarısının gecesi hakkında varid olmuştur. Fakat kitaplar, bu duayı her zaman okuyunuz diye yazıyorlar. Her ne kadar Şaban’ın yarısının gecesi hakkında varid olmuşsa da diğer yarısında da okumak iyidir. Rasulullah'ın bu duası işte şöyle: "Allah’ım! Bizimle sana karşı isyanların arasında engel olacak derecede haşyetinden, bizi Rıdvanına (cennetine) ulaştıracak derecede teatinden ve bize dünya musibetlerini kolaylaştıracağın derecede yakin (sarsılmaz iman) dan bizlere taksim et. Yaşattığın müddetçe bizleri kulaklarımızdan, gözlerimizden ve kuvvetimizden yararlandır. Ve bunları varisimiz kıl. Öcümüzü, yalnız bizezulmedenlere karşı kü. Bize düşmanlık edenlere karşı bize yardım sı ve zafer ver. Musibetimizi dinimizde kılma. Dünyayı en büyük kaygımız ve ilmimizin ulaşabildiği yer (son haddi) kılma. Bize merhamet etmeyenleri üzerimize musallat etme! Rahmetinle ey merhametlilerin en merhametlisi!" (3) Bu dua Resul-i Ekrem'in okuduğu bir duadır. İsteyenler öğrensinler. Dua, Mefatih'de veya Zadu'l-Mead'dedir. Bu kitaplarda Şaban ayının yarısının gecesinde yapılacak işler babına baksınlar, ordadır. Bu dua, insanın dünya ve ahiret maslahatlarını toplayan dualardandır. Kur'an'ın mübelliğ hakkında zikrettiği ilk şart Allah korkusudur. Ki, kendisiyle Allah arasında Allah'tan korksun. Yani onun kalbine öyle ilahi azamet ve heybet girsin ki kalbinde bir günah düşüncesi bile meydana gelmesin. Bu korku, günahı geri atar. "Onlar Allah'tan başka hiç kimseden korkmazlar." (Ahzab: 39) Allah'tan korkar ve Allah'tan başkasından korkmaz. Tabii haşyet kelimesinin havfdan ayrı özel bir anlamı vardır. "Havf", akıbet ve geleceği endişe etmek, bir işin sonuç ve geleceği için düşünmek ve tedbir almak demektir. Fakat "Haşyet" korkunun insana musallat olması ve insanın, cesaretinin elinden gitmesi halidir. Aman işin sonunda meydana gelmesi mümkün olan merak ve endişeler için akıllıca tedbirler. İnsanın cüret ve cesaretinin elden gitmesinden farklı bir şeydir. Kur'an şöyle diyor: Gerçekten Allah'a çağıranlar ve gerçek tebliğcilerin Allah karşısında ilahi korkulan vardır. Allah'a karşı cesarete gelmek ve harekete geçmek onların vücudlarında bir zerre miktarı dahi yoktur. Fakat Allah'tan başkasının karşısında tam bir cesaret sahibidirler ve bir zerre olsun kendilerini kaybetmezler. "Onlar Allah'tan etmezler)" (Ahzap:39) başka bir kimseden korkmazlar (haşyet Peygamberlerin siretindeki, özellikle Resul-i Ekrem'in siretindeki diğer özelliklerden biri bu cesaret meselesi, yani kendin kaybetmemek ve sebat etmektir ki, bu Rasulullah'ın hayatında çok açıktır. Bir batılı; "Muhammed, Yeniden Tanınması Gereken Peygamber" (Muhammed Peygamberi ki Ez Nev bayed şinaht) adında bir kitap yazmış. Bu kitabın birçok eksikleri vardır. Fakat kitabında çok iş yaptığını, İslam tarihini çok incelediğini, hatta bölgeyi yakından görmek ve tarihi, coğrafi bölgeyle tatbik etmek için yıllarca Arabistan'da kaldığını göz önünde bulundurursak, bu kitapta çok iyi noktaların da var olduğunu görürüz. İki noktayı bu kitap iyi bir şekilde ortaya koymuştur. Belki de başka hiçbir kitap bu iki noktayı bu kadar iyi ele almamıştır: Birisi Resul-i Ekrem'in harikulade tedbiridir ki eğer Müslüman olmayan birisi bile bu kitabı incelese Peygamberi Hâkim, müdebbir ve siyaset adamı olarak bilmezlik edemez. Diğeri ise Resul-i Ekrem'in, diğer herkesin içinde bulunduğu, kendisini kaybettiği ve cesaretini yitirdiği şartlarda durumunu değiştirmemesidir. Bazen olaylar öyle bir yere varıyor -zahiri şartlara göre- ki artık Müslümanlar için bir ümid yolu kalmıyor. Bu durumda insan Peygamberi gördüğü zaman, sağlam ve muhkem dağ gibi görür. Yani Rasulullah sanki bir dağ gibi dimdik durmuştur, "onlar Allah'tan başkasından korkmazlar." Gerçekten peygamberin tarihini bu açıdan inceleyin -tabii her açıdan incelenmelidir.- O zaman "Onlar Allah'ın risaletini tebliğ edenler, Allah'tan içi titreyerek korkanlar ve Allah'tan başka hiç kimseden korkmayanlardır." ayetinin anlamını bulacak, anlayacak ve Peygamberin Allah'ından nasıl korktuğunu (hiç bir şeyi hesaba katmadığını göreceksiniz. Tezekkür Tebliğ ve davette diğer bir nokta Kur'an'ın şu ve benzeri beyanlarla zikrettiği husustur: Öğüt verip hatırlat. Bir yerde Allah Şöyle buyuruyor: "Sen öğüt verip hatırlat, çünkü gerçekten öğüt verip hatırlatma mü'minlere yarar sağlar."(Zariyat: 55) Başka bir yerde ise şöyle buyuruyor: "Artık sen öğüt verip hatırlat. Sen yalnızca bir öğüt verici, hatırlatıcısın. Onlara zor ve baskı kullanacak değilsin. Ancak kim yüz çevirir ve küfre saparsa, Allah onu en büyük azab ile azablandırır."(Ğaşiye: 21-24) Burada istisna konusu vardır, ayrıca bahsetmemiz gerekmektedir. Ey Peygamber! İnsanları uyandır, onlara öğüt ver ve hatırlat. Kur'an'da iki konu birbirine yakın zikredilmiştir. Biri, tefekkür, diğeri ise tezekkür. Tefekkür, bilmediğimiz bir şeyi keşfetmek, bilmediğimiz şeyi elde etmek için düşünmek demektir. Kur'an tefekküre de davet ediyor. Tezekkür ise hatırlatma demektir. İnsan fıtratında -hatta bazen insan öğretiminde- birçok meseleler vardır, ama insan onlardan gafildir. İnsanın uyarmaya, hatırlatma ve öğüde ihtiyacı vardır. Diğer bir ifadeyle beşirin iki farklı hali vardı: Biri bilgisizlik (cehalet), diğeri ise uyku halidir. Bazen biz bilmemiz sebebiyle çevremizden habersiziz, bilmememiz nedeniyle değil. Biliyoruz, fakat bilfiil uykudayız. Uyuyan insan, âlim olabilir, fakat bu uyku sebebiyle onu bir durum istila etmiştir ki o kendi bildiklerinden yararlanamıyor. Bu zahiri uykuda böyledir. İnsanın başka bir uykusu daha vardır ki onun ismini gaflet uykusu veya gaflet koyuyorlar. Ey Peygamber! Sen, sadece cahille yüz yüze olduğunu sanma, aynı zamanda gafille de yüz yüzesin. Cahili tefekküre, gafili de tezekküre teşvik et. İnsanlar cahil olmalarından çok gafildirler ve uykudadırlar; uyuyanları uyandır ve gafillerin aklını başına getir. Uyuyanı uyandırdığın zaman artık kendisi işin peşine düşer. Bir insan eğer uyuyorsa ve ona bir tehlike yönelmişse, örneğin kafile hareket etmiş ve o uykuda kalmış. Sen onu uyandır. Uyandırdığın zaman artık ona dikkat tehlike var! Diye söylemen gerekmez. Bilakis o uyanır uyanmaz tehlikeyi görür. Başka bir ifadeyle; uyandığı zaman ona git demen gerekmez, o uyandığızaman ve kafilenin hareket etmiş olduğuğu gördüğü zaman kendisi kafilenin peşinden yola koyulur. Sen insanlarda var olan, fakat insanların gafil oldukları hisleri, uyumuş hisleri uyandır. Bir kısım iman, uyumuş hislerin uyanmasıdır. İşte bunun için İslam'da cebr, yani imanda zorlama yoktur. "Sen öğüt verip hatırlat. Sen yalnızca bir öğüt verici-hatırlatıcısın. Onlara zor ve baskı kullanacak değilsin..." (Gaşiye: 21-22) "Dinde zorlama yoktur. Gerçek şu ki doğruluk sapıklıktan apaçık ayrılmıştır." (Bakara: 256) İslam'da imana zorlamanın olmaması bizzat bir meseledir. Bu meseleyi bir miktar daha ayrıntılı olarak ortaya koymamız gerekir. İnşaallah daha sonra bu konu hakkında tafsilatlı bir biçimde açıklama yaparım. Şimdi sadece birkaç kelime arz ediyorum: İslam Zorlama Kabul Etmez Acaba İslam'da, insanları mü'min olsunlar diye zorlamanız için imana icbar var mıdır? Hayır. Peki, buna delil nedir? Buna birçok delil vardır. Bunun ilk delili şudur: İman icbar kabul etmez ve götürmez. Peygamberlerin istediği imandır, zahir İslam ve İslam’ı izhar değil. Ve iman icbar (zorlama) kabul etmez, çünkü iman itikattır. İlgilidir, eğilimlidir, alakadır. İtikadı zorla meydana getirmek mümkün değildir. Deruni (batini) ilgi ve eğilimi zorla oluşturmak imkânsızdır. Acaba bir anne ve baba, kendisini görücülüğe ve istemeye gelen oğlanı sevmeyen kızlarına "şimdi öyle bir iş yapacağız ki onu sevmiş olacaksın, falakayı getiriniz. Şu kadar vururuz, böylece onu sevmiş olursun." deseler kızları o erkeği sever mi? Evet, seviyorum desin, yani yalan sözü söylesin diye ona dayak atılabilir, ama eğer dünyanın bütün sopalan onun bedeninde kırılsa bile acaba onun sevmesi sağlanabilir mi? Yani sopayla dostluk vesevgi meydana getirmek mümkün mü?! Böyle bir şey imkânsızdır. Onun başka bir yolu vardır. Eğer insanların kalbinde iman oluşturmak istersek, bunun yolu cebr ve zor değildir, aksine bunun yoluhikmettir. El-mev'izatu'l-Hasenedir.(4), Cadılhum billeti hiye ahsen'dir.(5) Şimdi İslam'da cihad kabilinden bir takım meselelerin olması mümkündür ki inşaallah daha sonra bu konu etrafında araştırma ve açıklama yapacağız. Sizin için muhtasar bir hadis okuyayım ve yavaş yavaş açıklamalarımı bitireyim. Hadiste -Bihar'da- şöyle geçmektedir: Emiru'l-Mü'minin Ali (a) minberde idi. İnsanlara şöyle buyurdu (Her zaman tekrar ettiği bir cümle): "Ey insanlar beni kaybetmeden önce bana sorunuz. (6) Yani beni kendi aranızda kaybetmeden evvel ne sualiniz varsa sorun, siz ne sorarsanız, ben cevap veririm. Ben yerden göğe kadar bilgiliyim. Yani yer konusunda istediğinizi sorunuz, gök konusunda istediğinizi sorunuz, sınırlama yoktur. Bir zaman görünüşü ve kıyafeti Yahudi Araplardan olduğunu gösteren bir şahıs gördüler (Hem görünüşü Arap olduğunu gösteriyor ve hem de elbise biçimi Yahudi olduğunu gösteriyordu. Bir alamet söylemişlerdir: ince vücutlu uzun boylu esmer yüzlü ve birde yayı sırtına atmış olan bir adam). Bu adam meclisin köşesinden kalktı ve sert bir şekilde konuşmaya başladı: Ey kendini beğenmiş iddialı adam, bilmediğin bir şeyi iddia ediyorsun! Her hususta bana sorunuz sözü nedir?! Acaba gerçekten sen, senden her ne sorarlarsa sorsunlar cevap verebilir misin?! Hz. Ali halife olduğu halde, başladı Hz. Ali'ye saygısızlık etmeye. O adam, Ali'nin metodunu, eğer bir kimse kendisine sövse ve kötü laflar etse hemen o söven adam için "boynunuvurunuz" diyen bir kimse olmadığını bildiği için bu şekilde Hz. Ali'ye saygısızlık yaptı. Ashab hemen yerlerinden kalktılar ve harekete geçtiler. Ona saldırmak istiyorlardı. Derhal Ali (a) onların önünü tutu. Bir cümlesi vardı ki ben o cümle itibariyle bu hadisi naklettim. Hz. Ali şöyle buyurmuştru: "Baskıyla Allah'ın hüccetleri kaim olmaz."(7) Bana bir söz söylemiştir. Bir sorusu vardır, bırakın, gelsin yanıma, sorusunu sorsun. Eğer cevap verirsem o yaptığından pişman olur. "Şiddetli bir şekilde sahabenin önünü tuttu. Ve dedi ki: Kes sesini, kaybol, ona dayak atınız, senin babanı (mezardan) çıkarırız! gibi nedir bu saçma sözler?! Böyle ilahi hüccetler kaim olmaz. Eğer ilahi hüccetleri ikame etmek istiyorsanız, onun yolu bu değildir. Onun yolu yumuşaklık ve mülayimliktir. Çünkü karşılıklı ilişki ve muamele kalble ve gönülledir, fikirledir, ruhladır. Makam, davet ve İslam'ı tebliğ makamı olduğu zaman, mesele bu kabildendir. Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyin (a) düşmanın inadı, çekişmesi ve kavgasıyla karşı karşıya kaldığı yerde başını öyle yukarda tutuyor ki, hiç bir güç kaşını büküp oynatamıyor. Başını aşağı indiremiyorlar. Fakat kendilerine hidayet etmesi ve irşadda bulunması gereken şahıslarla yüz yüze geldiği zaman da muhtemelen onların özensizliklerinden sarf-ı nazar ediyor, onların itinasızlıklarına göz yumuyor. Züheyr ibnu'1-Kayn, kafilesiyle Mekke'den hareket etmiş geliyor. İmam Hüseyn de geliyor. Züheyr, İmam Hüseyin'le karşı karşıya gelmemeye, yani eğer İmam Hüseyin'in yaklaştığını görürse, kafilesini başka bir taraftan götürmeye gayret ediyor. Eğer Hz. Hüseyin ve arkadaşları bir yere konmuşlarsa özellikle başka bir konağa iniyor Züheyr. O Hz. Hüseyin'den utanıp çekinme durumunda kalmamak için O'nunla göz göze gelmek istemiyorum diyor. (Bu sözün özetidir.) İmam Hüseyin de, Züheyr'in bunun için uzaklaştı ğını anlıyor. Fakat İmam Hüseyin, burada Züheyr'in aldatılmış, deyim olarak söylersek Osman’ı, yani Osman'ın tarafları bir adam olduğunu teşhis etmiştir. Buna göre malum oluyor ki, Osman'ın taraftarları onu kendi grupları içerisinde götürmüşlerdir ve Züheyr onların çevresindendir. Fakat garazsız bir insandır; (kendi kendine söylüyor) bize itina etmemiştir, etmesin. Bizim vazifemiz hidayet ve irşad etmektir. Tesadüfen Züheyr, mecburen Eba Abdillah, çadırını bir tarafa kurmuş, Züheyr de başka bir tarafa kurmuştu, İmam Hüseyn, Züheyr'in kendisiyle yüz yüze gelmek istemediğini biliyor, fakat Züheyr'e tezekkür etmek, yani hatırlatıp öğüt vermek istiyor. "Öğüt verip hatırlat, çünkü sen muhakkak ki öğüt verici-hatırlatıcısın." ayeti gereği Züheyr'i uyandırmak, kendisine getirmek istiyor. Gaflet uykusundan uyandırmak istiyor. Tabii onu zorlamak istemiyor. Bir kişiyi O'nun yanına gönderdi. Gönderirken elçiye şöyle dedi: Züheyr'e git ve şöyle de: "Eba Abdillah'a cevap ver, yani söyle, Eba Abdillah seni istiyor. Buraya gelsin" diyor. Züheyr ve arkadaşları bir çadırda daire şeklinde hep beraber oturmuşlar, geniş bir sofra kurmuşlar ve yemek yemekle meşgul olmaktadırlar. Ansızın çadırın perdesi yukarı kalktı ve Hz. Hüseyin'in gönderdiği adam içeri girerek, kendisine verilen mesajı söyledi: Ey Züheyr! Eba Abdillah'a cevap ver, Hüseyin bin Ali seni istiyor. Züheyr (kendi kendine şöyle dedi:) eyvah! Korktuğum başıma geldi. Arkadaşlar da olayı ve meseleyi biliyorlardı. Kitaplar "onların eli -bizim deyimimizle- öylece yemekte kaldı." şeklinde yazmışlardır. Bir taraftan da Züheyr, İmam Hüseyin'in kim olduğunu, Peygamberin çocuğu olduğunu ve O'nu reddetmenin doğru bir iş olmayacağını biliyordu. Bir Arap atasözü vardır; Arap şöyle der: "Sanki başının üzerinde kuş var." diyor. Yani öylece kaldılar, sanki başlarındaki kuş uçmasın diye. Züheyr, ne diyeceğini kestiremedi. Sessizlik çadırı doldurmuştu. Cenab-ı Züheyr'in arife bir hanımı vardı. Bu kadın, durumu gözetlemekteydi. Çadırın dışından bakıp dikkat etti ki Eba Abdillah'ın elçisi gelip Züheyr'i davetetmiş- Züheyr ise sükût etmektedir. Ne geliyorum diyor, ne de gelmiyorum diyor. Bu mü'min arife kadın gayrete geldi ve hemen çadırın yanına gelerek perdeyi kaldırdı ve azarlayarak şöyle dedi: Züheyr! Utanmıyor musun?! Kalk! Züheyr derhal yerinden kalktı ve harekete geçerek Eba Abdillah'ın huzuruna gitti. Tezekkür şöyle iş yapıyor: Eba Abdillah'la Züheyr arasındaki müzakerelerden elde tam ve dakik bir bilgi yoktur. Hazretin, Züheyr'e ne buyurduğuna dair elimizde kesin bir bilgi mevcut değil. Fakat kesin ve açık olan şey şudur ki Eba Abdillah'ın huzuruna giren Züheyr'le dışarı çıkan Züheyr sanki farklı iki kişi idi. Yani yorgun, ezik, isteksiz, çekingen kaşları çatık ve yüzü kırışık Züheyr gitti. Birden bire Eba Abdillah'ın huzurundan güler yüzlü ve memnun bir Züheyr'in çıktığını gördüler. Tarihçiler şu kadarını yazmışlardır: Hazret O'nun ruhunun derinliklerinde olan, unuttuğu ve gafil olduklarını ona hatırlattı, yani uyuyan birisini uyandırdı. Tebşir, tezekkür, uyandırma olduğu zaman böyle solup, sönmüş birisini güç ve enerjiden bir abideye dönüştürüyor. Züheyr'in çehresinin değiştiğini ve bu Züheyr'in önceki Züheyr olmadığını gördüler. Sonra Züheyr, kendi çadırının bulunduğu yere geldi. Oraya varıncaferman verdi: Benim çadırımı yıkınız! Ve şöyle vasiyet etmeye başladı: Benim mallarım şöyle olsun. Oğullarım böyle olsun. Oğullarım böyle olsun, kızlarım da şöyle; Karısına da şöyle vasiyet etti: Falan kişi karımı babasının yanına götürsün. Öyle bir konuştu ki herkes Züheyr dönmeyecek. Bu arife kadın artık herkesten çok meseleyi idrak etti. Geldi: Züheyr! Sen yüce makamlara ve ulaşman gereken yere ulaştın. Ben anladım ki sen Fatıma'nın çocuğunun hemen yanı başında şehid olacaksın. Hüseyin kıyamette senin şefaatçin olacak. Züheyr! Seninle beni aramda kıyamette ayrılığa neden olacak bir iş yapma, ben, kıyamette Hüseyin'in annesinin bana da şefaat etmesi ümidiyle senin eteğini tutuyorum. Bu tezekkür ve uyandırma işi, İmam Hüseyin'le buluşup görüşmekten hoşlanmayan Züheyr'i öyle bir yere getirdi ki, İmam Hüseyin'in ashabının gönlünü kazandı ve aşura günü Eba Abdullah, sağ cenahı Züheyr'e verdi. Bu şerefli adam o kadar ilerledi ki, bildiğimiz gibi aşura gününde Eba Abdullah, yalnız kaldığı ve Ashabı ve Ehl-i beytinden herhangi biri olmadığı zaman meydanın ortasına geldi ve ashabına seslendi. İşte o zaman ilk safta isimlerini saydığı kişilerden biri Cenab-ı Züheyr idi: Ey Ashab-ı Safa! Ey savaşçılar! Ey Müslim bin Akil, ey Hani bin Urve, Ey Züheyr! Uykunuzdan kalkınız ve azgınlara karşı Rasulullah'ın haremin himaye ediniz ve müdafa ediniz. Hareket güç ve kuvvet ancak yüce ve büyük Allah'a aittir. En büyük, en celil ve en kerim isminle ey Allah!.. Ey Rabbim! Bizim hepimizin işlerine hayırla son ver. Senden, gönülden titreyerek korkmayı kalblerimize yerleştir! Hepimizin niyetlerini halis kıl!... YEDİNCİ BÖLÜMÜN DİPNOTLARI 1- Bilindiği gibi bu iş tekrar tekrar olmuştur. Ben hatırımda kalan hususu arz ediyorum. 2- Yemen, hiçbir asker sevkiyatı ve savaş olmaksızın halkı Müslüman olan yerlerden biridir. Yemen halkının Müslüman olmasının sebebi, Resul-i Ekrem'in İran padişahı Hüsrev Perviz'e yazdığı ve O'nu İslam'ı kabule çağırdığı mektup hikâyesiydi. Rasulullah dünyanın bütün büyük öncülerine mektup yazdı, risaletini onlara tebliğ etti. Aynı şekilde İran Şahı Hüsrev Perviz'e de mektup yazdı ve elçiliğini tebliğ etti. Her ne kadar kendilerine mektup yazılıp İslam'a davet edilenlerden bir kısmı Rasul-i Ekrem'e cevap vermedilerse de onlardan birçoğu çok saygılı ve mütevazı cevap verdi. Peygamberin elçisine hürmet etti ve saygı gösterdi. Elçiyle Hz. Peygambere hediyeler gönderdi. Edepli bir cevap verdi. Hz. Peygamberin mektubuna karşı edepsizce tavır takının sadece bir kişi vardı ki o da Hüsrev Perviz Hazretin mektubunu yırtıp parçaladı. Yemen, İran'ın himayesi altında olduğu için Hüsrev Perviz Yemen padişahı Bazan'a şöyle bir mektup yazdı: "Arab yarımadasında ortaya çıkmış olan, bana mektup yazmaya, beni İslam'a davet etmeye ve kendi ismini benim ismimden önce yazmaya cesaret edebilen bu adam kimdir?![ Hz. Peygamber adet olduğu üzre kimden kime gittiğini belirterek mektup yazmıştı. Fakat Hüsrev Peygamberin kime kimden şeklinde yazmasını bekliyordu. Yani Hz. Muhammed'in "ben senin küçüğünüm" anlamın ima etmesini umuyordu; hâlbuki kimden kime şeklinde belirtilmesi (yani önce mektubun kimden gittiğinin, sonra kime gittiğinin yazılması) büyüklük alameti değildir. Çünkü bu şekilde yazmak tabi bir kaidedir. Fakat Hüsrev şöyle düşünüyordu: Eğer "kime kimden" şeklinde yazarlarsa (yani önce kime, sonra kimden gittiğini yazarlarsa) bu "sen çok büyük birisin, çok istenilen ve beğenilen birisin" demenin alametidir.] Derhal bir kimseyi gönder, bu adam hakkında araştırma yapsın ve onu yakalayıp Yemen'e getirsin. Sonra da benim yanıma gönder ki onun cezasını vereyim. "Ve buna benzer saçma sözler. Bazan da İran temsilcisini kendi tarafından bir temsilciyle Medine'ye Rasul-i Ekrem'in huzuruna gönderdi ve şöyle dedi: "Hüsrev böyle bir mektup yazmıştır. Siz ne cevap veriyorsunuz? "Resul-i Ekrem bunları bekletti. Tekrar cevap için geldiklerinde şöyle buyurdu Allah'ın Resulü: Çok iyi tamam, şimdi burada kalın. Ben size cevap vereceğim." Birkaç gün sonra yine geldiler. Peygamberimiz sonra geliniz dedi. İhtimalen 40 gün civarında bunları Medine'de bekletti. Bir gün Rasulullah'ın huzuruna geldiler ve "artık bizim bundan daha fazla oyalanma görevimiz yoktur. Gitmeye kara verdik. Son cevabınızı veriniz. Efendimiz Hüsrev Perviz'e ne cevap veriyorsunuz?" dediler. İslam Peygamberi şöyle buyurdu: "Bunun cevabı şudur: "dün gece Rabbimiz, sizin efendiniz Hüsrev Perviz'in karnını oğlu Şiruyeh'in eliyle yarıp parçaladı... Elçiler dönüpte Bazan'a haber verdikleri zaman, (Bazan'ın raporu henüz varmamıştı. Çünkü Medain'den oraya çok büyük mesafe vardı) Bazan şöyle dedi: Eğer bu doğru çıkarsa, bu adamın peygamberliğinin alametidir. Sabredelim, İran'dan ne haber gelecek ona bakalım. Birkaç gün geçer geçmez Şiruyeh'in elçisi gelerek Şiruyeh'in şu mesajını verdi: "Hüsrev Perviz öldürüldü, şimdi ben bumemleketin padişahıyım. Arabistan'da peygamberlik iddiasında bulunan o adama karşı saldırgan olma. "İşte bu olayla birlikte İslam Yemen'de zemin buldu. Ayrıca Yemen'de çok sayıda İranlı vardı. Biz "Hedemat-ı Mütekabil-i İslam ve İran" adlı kitapta bu konuyu zikretmiştik: Aslında İranlılar Yemen'de ilk olarak Müslüman oldular. Tebliğle İranlıların İslam'a girmeleri Yemen'de oldu. İhlâslılığı da Yemen'de oturan İranlılar gösterdiler, diğerleri göstermediler. Yemen İran'ın himayesi altında olduğu, İranlılar Yemen'e çok gittikleri ve orda yaşadıkları için İranlılara Ebna, Ahrar ve Bağımsızlar diyorlardı ve İranlılar diğerlerinden önce İslam'ı seçti. Yemen halkının yarısı Allah Resulünün zamanında Müslüman oldu. Henüz Müslüman olmayan diğer yarısı için de Resul-i Ekrem bir kere Muaz bin Cebel'i, bir kere de Ali(a)ı tebliğ ve davet için Yemen'e gönderdi. Bu ikinci gidiş son idi ve Veda Haccı'nda idi. Yani Rasulullah'ın vefatından iki ay önce Ali (a) Yemen'den döndüğü zaman Mekke'de Allah'ın Resulü ile buluşup görüştü. Rasulullah O'na sordu: "Sevgili Ali! Sen nasıl ihram bağladın. Yani ne çeşit bir Hacca niyet ettin? Hacc-ı Temettu'ya mı, yoksa başkasına mı niyet ettin? Ali şöyle dedi: Ben Mikat'ta niyet ettiğim zaman Allah Rasulü'nün niyet ettiği şeye niyet ettim. Sizi nasıl niyet etmişseniz, ben de aynı şekilde niyet ettim. Hz. Peygamber "çok iyi, biz şöyle niyet ettik. Sen de aynı şekilde niyet etmişsin. Bu niyet doğrudur" dedi. 3- Sünen-i Tirmizi Tercemesi. ç: O. Z. Mollamehmetoğlu. İst. Tarihsiz. c.6,s.l02 -çev4- Güzel öğüt (bkz. Nahl: 125) -çev5- "Onlarla en güzel biçimde mücadele et." (bkz. Nahl: 125) 6- Sefinetu'l-Bihar, c.l,s.586. 7- a.g.e, a.y. VIII. BOLÜM SİRET-İ NEBEVİ VE İSLAM'IN HIZLA YAYILIŞI Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile... Hamd, bütün varlıkların yaratıcısı, Alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Dua ve Selam, Allah'ın kulu, Peygamberi, habibi, dostu, Allah tarafından arındırılmış, Allah'ın sırrının koruyucusu ve elçiliğinin tebliğcisi Peygamberimiz, efendimiz, dostumuz Ebu'l-Kasım Muhammed'e ve O'nun günahlardan arındırılmış iyi, güzel ve temiz Ehl-i Beytine olsun. Kovulmuş ve lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım: "Allah'tan bir rahmet dolayısıyla onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla müşavere et. Eğer azmedersen artık Allah'a tevekkül et. Şüphesiz Allah tevekkül edenleri sever."(Al-i İmran: 159) İslam'ın hızla yayılışı, nedenleri üzerinde araştırma yapılan ve konuşulan dünyanın önemli tarihi meselelerinden biridir. Gerçi Hıristiyanlık ve bir dereceye kadar Buda dini de dünyada yayılma sahası bulmuş olan dinlerdendir. Fakat özellikle beşiği Beytu'l-Mukaddes olan Hıristiyanlık dünyanın doğusundan çok batısında yayılmıştır. Bildiğimiz gibi Avrupa ve Amerika halkının çoğunluğu Hıristiyan’dır. Her ne kadar onların Hıristiyan olmalarının sadece isimden ibaretse de netice onların bölgesi Hıristiyan kabul edilir. Buda dini de Hindistan'da doğmuş bir dindir. Buda Hindistan'da ortaya çıktı, fakat O'nun dininin yayılışı daha çok Hindistan'ın dı şında, Japonya'da Çin'dedir. Tabii Hindistan'da da bir takım izleyicileri vardır. Yahudilik dini, kavmi bir dindir. Zerdüşt dini de yaklaşık olarak İran'ın dahilinde doğan hatta Iran halkının tamamına ulaşmayan mahalli, yani bölgesel bir dindir. Eğer bugün Hindistan'da Hind parslıları (parsiyanı Hind) adıyla tanınan ve meşhur olan Zerdüştilerin olduğunu görüyorsak onlar Hindistanlı değillerdir. Aksine İran'dan Hindistan'a göç etmiş olan bu kişiler, canlı bir çekirdek oluşturamamış ve Zerdüşt dinini başkaları arasında yayamamışlardır. İslam, dışarı açılması ve başka ufuklara ulaşması yönünden Hıristiyanlık gibidir. İslam, Arap yarımadasında doğdu. Bugün ise Asya, Afrika, Amerika v.b. ülkelerde İslam'ın izleyicilerinin olduğunu, hatta Müslümanların sayısının (her ne kadar Hıristiyanlar, olduğundan daha az göstermeye çalışsalar ve genellikle Müslümanlar istatistiklerini batılılardan alsalar da, bu alanda yapılan biraraştırmaya göre) Hıristiyanların sayısından az olmadığını, aksine daha çok olduğunu görüyoruz. Fakat İslam oldukça hızlı ilerlemiştir; Arabistan topraklarında, Arabistan dışında, Asya'da, Afrika'da ve başka yerlerde... İslam'ın niçin bu derece hızlı ilerlediği gündemde ve ortadadır. Hatta meşhur Fransız şairi Lamartin şöyle diyor: "Eğer üç şeyi göz önünde bulundurursak, hiçbir kişi İslam Peygamberinin düzeyine ulaşamaz. Bu üç şeyden biri, maddi sebeplerin olmayışı: Bir adam çıkıyor ve davet ediyor. Hiçbir güç ve kuvveti olmadığı halde yapıyor bunu. Hatta en yakınları ve kendi ailesi ona düşman kesiliyorlar. Tek başına, yapayalnız ortaya çıkıyor. Hiç bir arkadaşı da yok. Kendisinden başlıyor, Eşi iman ediyor. Evinde amcasının oğlu olan bir çocuk -Aliiman ediyor. Tedricen; yavaş yavaş başka fertler iman ediyor. O da ne zorluk ve meşaakkkatler içerisinde! İkincisi, ilerlemenin hızı veya zamanfaktörü. Üçüncüsü hedefin öneminin nedenlerin olmayışıyla –kin edenler olmadığı halde, O, hedefe doğru ilerlemiştir.- ve hızlılıkla göz önünde bulundurursak, -Lamartin'in deyimiyle (tabii doğru söylüyor)- İslam Peygamberinin dünyada benzeri yoktur. Hıristiyanlık eğer dünyada nüfuz ve ilerleme kaydettiyse, Hz. İsa'nın ref-inden bir kaç yüz yıl sonra bir dereceye kadar kendisi için bir yer îlde etti. İslam'ın hızlı ilerlemişinin sebepleri hakkında, nebevi siret hususundaki konumuza uygun olduğu için konuşuyoruz. Kur'an bu konuyu açıklamıştır. Tarih de aynı hususu açık bir şekilde teyid ediyor ki, o sebep ve etkenlerden biri "nebevi siret" ve Rasul-i Ekrem'in metodu, yani Rasulullah'ın ahlakı, huyu, davranışı, davet ve tebliğ üslubudur. Elbette başka sebepler de işin içindedir. Peygamberin mucizesi olan Kur'an'ın kendisi, Kur'an'ın o güzelliği, Kur'an'ın o derinliği, Kur'an'ın o heyecanlılığı ve Kur'an'ın o cazibesi şüphesiz birinci etkendir. İslam'ın her yerde nüfuzu ve genişleyip yayılması için birinci etken Kur'an'ın kendisi ve Kur'an'ın muhtevasıdır. Fakat Kur'an'dan sarf-ı Nazar edelim, Resul-i Ekrem'in şahsiyeti, huy ve ahlakı, sireti, metodu, liderliği ve idareciliği, İslam'ın tesirinin ve yayılıp genişlemesinin ikinci etkenidir, hatta Rasulullah'ın vefatından sonra da Hz. Peygamberin hayatı, yani daha sonra tarihte anlatılan sireti -şu tarihi siretin kendisi İslam'ın ilerleyip gelişmesi için büyük bir etken olmuştur. Sözünün başında okuduğum ayette şöyle buyruluyor: "Allah'tan bir rahmet dolayısıyla onlara yumuşak davrandın." Allah Peygamberine hitab ediyor: "Ey değerli peygamber! Sende olan ilahi rahmet dolayısıyla, Allah'ın lütfü ışığında Müslümanlara karşı çok yumuşak bir ahlakın vardır, onlara bu sebeple yumuşak davranıyorsun. Yumuşak bir insansın, mülayimsin, senin ruhi yapın her zaman Müslümanlara karışı hilm, sabır, güzel ahlak, Süzel davranış tahammül ve afv halindedir. "Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar çevrenden dağılır giderlerdi." Eğer senin bu ahlakın olmasaydı, yumuşak değil de sert ve kaba olsaydın, Müslümanlar çevrenden dağılırlardı. Yani Senin ahlakın Müslümanları çekmek için bir nedendir. Bu, liderliğin, idareciliğin ve insanları İslam'a davet etme işinin şartlarından birinin şahsi ve ferdi ahlakta yumuşaklık olduğunu göstermektedir. Burada zihinlerde oluşan bazı soruların cevabının verilmesi için bir takım açıklamalarda bulunmam gerekmektedir. Şahsi Meşelerde Yumuşaklık, Usüli Meselelerde (1) Katılık Hz. Peygamberin yumuşak olduğunu ve bir rehberin yumuşak olması gerektiğini anlatmamdan amaç, Peygamberin ferdi ve şahsi meselelerde yumuşak olduğunu söylemektir. Yoksa usuli ve genel meselelerde değil. Bu meselelerde Peygamber kesinlikle esnek davranmazdı. Bir yerde bir kişi Peygambere karşı kötü davranışta bulunuyordu. Örneğin Peygambere ihanet ediyordu. Bu Peygamberin şahsıyla ilgili bir meseleydi. Bir yerde ise, bir kimse İslam’ın kurallarını çiğniyordu. Örneğin hırsızlık yapıyordu. Acaba bizim, "Peygamber yumuşak idi" dememizden ne anlaşılıyor? Acaba birisi içki içseydi, Peygamber, mühim değil, ona kırbaç vurmayınız, onu cezalandırmayınız mı, derdi?! Bu artık peygamberin şahsıyla ilgili değildi. İslam’la ilgiliydi. Acaba bir kimse hırsızlık ettiyse yine Peygamber, önemli değil, cezalandırmak gerekmez mi, derdi? Asla! Peygamber kişisel davranışında ve işlerinde yumuşaktı. Ama sosyal sorumluluklarda son derece ödünsüzdü. Bir misal veriyorum: Bir kişi geliyor, sokakta Peygamberin önüne geçip benim senden alacağım var, şeklinde bir iddiada bulunuyor. Peygamber'e, alacağımı şimdi vermen gerekir, diyor. Hz. Peygamber ise; "Önce, sen benden alacaklı değilsin ve boş yere iddia ediyorsun alacaklı olduğunu. İkinci olarak şu an yanımda para yok. İzin ver gideyim." diyor. Adam diyor ki; gitmen için bir adım attırmam. (Peygamber de namaza yetişmek için gitmek istiyor) Hemen burada paramı vermek zorundasın, çabuk borcunu öde, diyor. Peygamber ne kadar yumuşak davrandıysa o, o kadar sert davranıyordu. Öyle ki Peygamberle yaka paça oluyor ve peygamberin elbisesine yapışıyor ve çekiyor. Bu yüzden Peygamberin boynunda kırmızılık görünüyordu. Müslümanlar, peygamber niçin geç kaldı, diye geliyorlar, bakıyorlar ki, bir Yahudi böyle bir iddiada bulunuyor. Yahudi’ye karşı sert davranmak istiyorlar, fakat Peygamber; "Siz karışmayın, ben arkadaşımla ne yapmam gerektiğini biliyorum", diyor. O kadar yumuşaklık gösteriyor ki, Yahudi, hemen orada şöyle diyor: "Şehadet ederim ki Allah'tan başka hiç bir ilah yoktur. Yine şehadetederim ki sen Allah'ın peygamberisin." Ve diyor ki "Sen sahip olduğun böyle bir güçle tahammül ediyorsun?! Böyle olduğuna göre bu tahammül, normal bir insanın tahammülü değil, bilakis peygamberi bir tahammüldür." Mekke'nin fethi döneminde ise şöyle bir olay olmuştur: Kureyş eşrafından bir kadın hırsızlık yapmıştır. İslam kanununun hükmü gereği hırsızın elinin kesilmesi gerekir. Olay kesinleştiği ve kadın da ben hırsızlık yaptım diye itiraf ettiği zaman artık o kadın hakkında hüküm yerine getirilmesi gerekiyordu. Hüküm yerine getirileceği zaman aracılıklar başladı. Birisi şöyle dedi: Ya Rasulallah! Cezalandırmaktan vazgeçerseniz, iyi olur. Bu kadın falan şahsın kızıdır. Biliyorsunuz, o şahıs ne kadar muhteremdir. Ceza verirseniz, muhterem bir ailenin şeref ve haysiyeti ortadan kalkar." Babası geldi, kardeşi geldi, bir başkası geldi, muhterem bir ailenin şerefi ortadan kalkacak, diye. Bunlara karşın Rasulullah, şöyle buyurdu: "Cezalandırılmaması mümkün değil. Acaba siz İslam kanununu bırakmak mı istiyorsunuz?! Eğer bu kadın kimsesiz ve eşraftan bir aileye mensup olmasaydı, hepiniz derdiniz ki; "Evet hırsızdır, cezalandırılmalıdır, cezasını görsün. Fakirlik sebebiyle hırsızlık etmiş olan bir fakir cezalandırılmasın?! Allah'ın kanunu tek edilemez." Böylece Rasulullah, aracılıkları asla kabul etmedi. Demek ki Peygamber, şahsi meselelerde fevkalade yumuşak, şefkatli, bağışlayıcı ve son derece hoşgörülü olduğu halde usûlî meselelerde hiç bir zaman yumuşaklık göstermiyordu. Ali (a), şahsi meselelerde son derece yumuşak, şefkatli ve güler yüzlüdür. Fakat usûlî meselelerde azıcık olsun taviz ve yumuşaklık kabul etmiyor. Bu konuda iki örneği delil olarak anıyorum: Her zaman diğer insanlardan güler yüz isteyen, sanki kutsallığın ve takvanın gereği yüz ekşitmek ve surat asmakmış gibi daima somurtkan, asık ve ekşi çehrelerini buruşturan ve hiç bir zaman dudaklarında tebessüm görülmeyen (yobazlarımızın) tersine Ali güler yüzlü bir adamdı. Şair şöyle diyor: "Ey Saba söyle benden, şiddetli ve asık suratlı yâre Yapışmıyorsun kalbime; kendini bana yapıştırma zahmetine katlanma." Niçin böyle olmalıydı? "Mü'minin sevinci yüzünde, hüznü ise kalbindedir."(2) Mü'min her konuda; dünya ile ilgili, ahiretle ilgili ve kişisel hayatla ilgili kederini kalbinde saklar. İnsanlarla karşılaştığı zaman mutluluğu yüzünde belli olur. Ali (a), tıpkı peygamberin yaptığı gibi insanlara güler yüz gösteriyordu. Ali insanlarla şer-î sınırı zorlamayacak ölçülerde şaka yapıyordu. Peygamber'inyaptığı gibi. Her şeyde ve herkeste kusur aramayanların halifelik için Ali'ye izafe ettikleri tek bir kusur vardır ki, o da Ali'nin güler yüzlü ve şakacı olmasıdır. Oysa halife olacak kişinin asık suratlı olması ve insanların ondan korkması gerek, insanlar, ona baktıkları zaman sebepsiz de olsa ondan korkmalıdırlar(!) Peki, Peygamber niçin böyle değildi? Allah, Hz. Peygamber hakkında şöyle buyuruyor: "Allah'tan bir rahmet dolayısıyla onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar çevrenden dağılır giderlerdi," Eğer sinirli öfkeli ve katı kalbli olsaydın, Müslümanları cezp edemezdin. Ve Müslümanlar senin çevrenden giderlerdi. Öyleyse İslam’ın rehberlik ve idarecilikte aradığı sıfat, yumuşak, güler yüzlü şefkatli ve çekici olmaktır. Ali (a)nin ikinci halife hakkında buyurduğu gibi asık suratlı olmak değildir: "Ebu Bekir, hilafeti haşin bir tabiat ve ruha sahip bir şahsa verdi."(3) İnsanlar ondan korkuyorlardı. Sert çehreli ve haşindi. Nitekim ibni Abbas şöyle diyordu: Falan meseleyi Ömer hayatta iken gündeme getirmeye cesaret edemedim ve şöyle dedim: Ömer'in kırbacı çok heybetlidir." Niçin böyle olmalıdır?! Ali, şahsi meselelerde şefkatli ve güler yüzlüydü, şaka yapıyordu. Fakat usûlî meselelerde yumuşaklık kabul etmezdi. Kardeşi Akil bir kaç gün çocuklarını özellikle aç bırakıyor. Rol yapmak istiyor. Bu çocukcağızları öyle aç bırakıyor ki, açlıktan çocukların yüzü çivit gibi sararıyor. Akil sonra Ali'yi çağırıyor ve O'na şöyle diyor: "Şu kardeşinin aç çocuklarına bak. Borcum var, açım, bir şeyim yok, bana yardım et." Hz. Ali şöyle buyuruyor: "Çok iyi, tamam. Beytü'l-maldeki kendi haklarımdan sana veriyorum. Akil şöyle cevap veriyor:" Canım kardeşim! Senin bütün hakların ne kadar ki! EmretBeytu'l-malden versinler." Ali (a), bir demiri ateşte kızartmalarını ve kör olan Akil'in önüne koymalarını emrediyor. Kızartılmış demir gelince şöyle buyuruyor: "Kardeş! Al." Akil onun para kese si olduğun zannediyor. Elini uzatır uzatmaz yanıyor. Akil'in kendisi 'Tıpkı bir inek gibi inledim." diyor. Akil inleyince, Ali şöyle buyuruyor: "Ey Akil! Çocuklarının veya yakınlarının ölümünden dolayı yanıp sızlananlar, sana yas tutsunlar! Acaba sen bir insanın şaka ve oyundan kızarttığı bir demirden dolayı feryat ediyorsun da, beni Cabbar olan Allah'ın, kendi öfkesiyle tutuşturduğu ateşi mi itiyorsun?! "(4) Şahsi meselelerde bu kadar yumuşak olan Ali, usûlî meselelerde; ilahi hükümlerle ve sosyal hukukla ilgili olan hususlarda bu derece katıdır. Şahsi meselelerde bunca sertliği olan, hanımına sert, çocuğuna, dost ve arkadaşlarına sert davranan Ömer, usûlî meselelerde son derce yumuşaklık gösteriyordu. Beytu'l-malde özel muamele yapma, meselesi Ömer'le başladı: Ömer müslüman-lann hisselerini bir çeşit maslahat ve siyaset gereği farklı şekillerde kullandı. Ömer usûlî meselelerde yumuşak, ferdi meselelerde ise sert idi. Hâlbuki Peygamber ve Ali, ferdi meselelerde yumuşak, usûlî meselelerde ödünsüzdüler. Kur'an şöyle buyuruyor: "Allah'tan bir rahmet dolayısıyla onlara yumuşak davrandın." Yani, Allah'ın lulfu sebebiyle, senin şahsi davranışın yumuşak bir davranıştır. Yine aynı sebeple, yani yumuşaklıkla Müslümanları İslam'a ve kendine çektin. Eğer sen kaba ve katı kalpli bir insan olsaydın, Müslümanlar senin etrafından dağılırlardı. "Onları bağışla." Yani affedici ol, hoşgörülü ol. (Affetmek, yumuşaklıktandır) "Onlar için bağışlama dile." Müslümanlar için dua et, mağrifet dile. Resul-i Ekrem'in Müslümanlarla öyle yumuşak bir ahlakı vardı ki, ilginçti. Müslümanların Peygambere olan aşkı, sevgisi fevkalâdedir. Rasulullah, Müslümanların öyle "bir tanesidir" ki, örneğin, çocuğu olmuş bir kadın koşuyor: "Ey Allah'ın Resulü bu çocuğumun kulağına ezan okumanı ve kamet getirmeni istiyorum" diyor. Veya bir başkası, bir yaşındaki çocuğunu getiriyor: "Ya Rasulullah! Gönlüm şu çocuğumu biraz dizine oturtmanı ve ona bakmanı istiyor. Çocuğuma dua et." diyor. Rasulullah ise, "tamam" diyordu. Bu konuda hadis vardır. Şia ve Ehl-i Sünnet rivayetetmişlerdir ki, bazan çocuk Peygamberin kucağına işiyor. Böyle olunca baba ve anneler rahatsız oluyorlar ve sinirlenerek Hz. Peygamberin kucağından çocuğu almaya koşuyorlar. Hz. Muhammed ise; "Böyle yapmayınız. Çocuktur, idrarı gelmiştir. Çocuğun ihtiyacını engelleyecek bir iş yapmayınız, böyle bir şey yaparsanız çocuk hastalanır." Nitekim bu, günümüz tıbbında ve psikolojisinde ispat olunmuş bir meseledir. Bazen anne ve babalar çocuklarını bir yere oturtur. Çocuk altına akıttığı zaman, çocuğun idrarını engellemek için derhal sinirli bir şekilde bir tarafa fırlatıp atarlar veya çocuğun yüzüne karşı bağırırlar, işte bu durum çocukta heyecan ve şaşkınlık hali meydana getirdiği için, ömrünün sonuna kadar izi silinmeyecek bir hastalığa yol açmak için yeter de artar bile. Çocuk açısından idrar yapmak, doğal bir iştir. Böyle olduğu halde çocuk anne ve babanın şiddetli tepkisiyle karşılaşıyor. Tabiat, idrar et, akıt diyor; Anne-baba ise, akıtma, diyor. Neticede çocuk heyecan, sıkıntı, şaşkınlık, ızdırap ve perişanlığa uğruyor. Bunları söylemekle, Peygamber efendimizin bu derece yumuşak olduğunu belirtmekistiyorum. İstişare "Ve iş konusunda onlarla müşavere et."(Al-i İmran: 159) Bu da peygamberin yumuşak ahlakındandı. Kur'an diyor ki: "Ey Peygamberimiz, Azizimiz İşlerinde Müslümanlarla istişare et." Hayret! Hâlbuki peygamberin müşavere ye (danışmaya) ihtiya cı yok. Danışmaya ihtiyacı olan bir rehber danışır. Oysa O'nun müşavereye ihtiyacı yoktur. Fakat O, sonraları hakim ve rehber olan kimselerin; "O diğerlerinin üstünde bir insandır, yani olağanüstüdür. O sadece emir vermeli, diğerleri de yerine getirmelidir. Müşavere etmenin bir anlamı yoktur." demelerine meydan vermemek için şûra yoluna gidiyordu. Yani arkadaşlarıyla istişare ediyordu. Ali de istişare ediyordu, Peygamber de istişare ediyordu. Onların istişareye ihtiyaçları yoktu. Fakat birincisi diğer Müslümanlar öğrensinler diye, ikincisi de meşveret etmek, dostlara ve izleyicilere şahsiyet kazandırmak için müşavere ediyorlardı. Bir rehber, bir meselede yüzde yüz emin olsa da müşavere etmeden karar alsa, onu izleyenler ne hissederler? Bunu nasıl yorumlarlar? Şöyle: Tamam artık anlaşıldı ki, biz alet hükmündeyiz, ruhsuz ve cansız bir alet. Fakat onları olayın içerisine çektiğiniz, meseleyi açıkladığınız ve karar almada onları ortak yaptığınız zaman, onlar şahsiyet kazanırlar ve neticede o lideri daha iyi izlerler. "Ve iş konusunda onlarla müşavere et. Eğer azmedersen artık Allah'a tevekkül et." (Aynı ayetin devamı) Ey Peygamber! Şûra işi seni iki kalbli insanlar gibi olacağın bir duruma sürüklemesin; karar vermeden önce müşavere et. Fakat önderin kararı karardır. Yani önder karar verdiği an, artık karankesin olmalıdır. Karardan sonra birisi gelir, şöyle yapsak nasıl olur? der; diğeri gelir, böyle yapsak nasıl olur? der. Bunlara; hayır, artık karar aldık ve iş bitti demelidir. Karardan önce istişare, karardan sonra kesinlik. Karar aldığın zaman Allah'a tevekkül et. Kendi işini başlat, yüce Allah'tan da yardım iste. Bu hususu davet ve tebliğ konusu münasebetiyle arz ettim. Çünkü davet ve tebliğin ilkelerinden biri rıfk, muhabbet, yumuşaklık ve de her türlü sertlik, kabalık, zorlama, ikrah ve icbardan kaçınmaktır. Önderlik ve idarecilik meselesi Nebevi sirette öyle müstakil bir meseledir ki, eğer tahlilî bir siret açıklamak istersek, o meselelerden biri de Resul-i Ekrem'in toplumu idare etmedeki metodu olacaktır. Nitekim ben de Rasulullah'ın idare tarzının nasıl olduğunu ve Ali'nin de aynı şekilde idareciliğinin nasıl olduğunu bir miktar arz ettim. Her durumda Peygamber (a)in idarecilikteki yöntemi müstakil bir konudur. İnşaallah başka bir oturumda konuma nebevî sîret hakkında devam edeceğim. Şimdi konumuz, davet ve tebliğ hakkındadır. Da'vet ve Tebliğde Sertlikten Kaçınma Davet sertlikle birlikte olmamalıdır. Başka bir ifadeyle davet ve tebliğ, ikrah ve icbarla iç içe olamaz. Şu mesele çok sorulan bir meseledir: Acaba İslam davetinin temeli zorlama üzerine midir? Yani İslam'a imanın esası zorlama üzerine midir? Bu, Hıristiyan papazların yaydıkları bir propagandadır. Bu papazlar İslam'ın adını kılıç dini koymuşlardır. Gerçekten de İslam, şüphesizi kılıç dinidir. Bu İslam'da bir mükemmelliktir, eksiklik değil. Fakat "İslam kılıç dinidir" diyenler, İslam'ın davet ve tebliğde kullandığı aracın kılıç olduğunu söylemek istiyorlar. Yani Kur'an'ın söylediğinin tersini söylüyorlar. Hâlbuki Kur'an şöyle diyor: "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et."(Nahl: 125) Onlar, İslam peygamberinin emrinin "kılıçla çağır" olduğunu söylerken, yalan söylüyorlar. Şimdi bir kimse; "peki o zaman Kur'an niçin "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır (davet et) ve onlarla en güzle bir biçimde mücadele et." demiş ve pratikte de Peygamber böyle yapmış" demeyiversin, hemen konuyu saptırırlar. Sonra da İslam "kılıçla davet" dinidir, derler. Hatta onların bazı kitaplarında İslam Peygamberine hakaret ediyorlar: Bir adam karikatürü çiziyorlar. Bu adamın bir elinde Kur'an, diğer elinde ise kılıç var. Başları yukarıda bir takım fertler durmuşlar onun önünde. O adam; "Ya bu Kur'an'a iman edeceksiniz, ya daboynunuzu vuranım!" diyor. Bütün bunlar misyoner propagandasıdır. Hatice'nin (ra) Malı ve Ali'nin (as) Kılıcı Size şunu da arz edeyim: Bazen biz Müslümanlar öyle sözler ediyoruz ki, ne tarihe uygun ve ne de Kur'an'a. Aksine düşmanların sözleriyle çakışıyor, bu söylediğimiz sözler. Yani, bir yönüyle doğru olan bir sözü, düşmanların eline silah olacak şekilde ifade ediyor ve yorumluyoruz. Mesela, İslam iki şeyle ilerledi; Hatice'nin malı ve Ali'nin kılıcı. Yani, zer ü zorla (altın ve güçle). Eğer bir din altın ve güçle ilerlerse, o din, ne dini olabilir?! Acaba Kur'an'ın hiçbir yerinde İslam dinin altın ve güçle ilerlediğine dair bir işaret var mı? Acaba Ali hiçbir yerde İslam dini zer ü zorla ilerledi, dedi mi? Şüphesiz Hatice'nin malı Müslümanların derdi için harcandı. Ama acaba Hatice'nin malı İslam davetine mi harcandı? Yani, Hatice'nin çok parası vardı da, bu parayı bir kimseye vererek; "gel Müslüman ol" mu? Dediler. Acaba insan, tarihte böyle bir şey bulabilir mi? Müslümanların ve Resul-i Ekrem'in son derece güçlük, sıkıntı ve baskı altında oldukları şartlarda Cenab-ı Hatice, kendi mal ve servetini Peygamberin tercihine ve inisiyatifine bıraktı. Fakat haşa, Peygamberin birisine rüşvet vermesi için bunu yapmadı. Tarih de hiç bir yerde ve hiç bir zaman böyle bir şeyi kaydetmiyor. Bu mal, o kadar da çok değildir. Aslında o zaman da servet o kadar çok olamazdı. Hatice'nin serveti, o zamandaki ve o bölgelerdeki servete nispetle çoktu. Yoksa örneğin Tahran kapitalistlerinin ve milyarderlerinin birinin sahip olduğu servet derecesinde bir servete sahip değildi Hatice. Mekke küçük bir şehirdi. Elbette birkaç tüccar vardı. Kapitalist de vardı. Fakat Mekke'nin bu kapitalistleri Tahran zenginleri ve sermaye sahipleri gibi değil veya Isfahan, Meşhed ve buna benzer yerlerin kapitalistleri gibi değildi. Örneğin Nişabur kapitalistleri gibiydiler. Öyle ise, eğer Hatice'nin malı olmasaydı, belki fakirlik ve yoksulluk Müslümanları çok güçsüz düşürürdü. Hatice'nin malı ve parası hizmet etti, ama bir kimseyi para ile Müslüman yapmak için rüşvet olmadı. Aksine, Müslümanları açlıktan kurtarma ve Müslümanların o parayla ölmeyecek şekilde karınlarını doyurarak yaşayabilmeleri anlamında hizmet etti. Ali'nin kılıcı şüphesiz İslam'a hizmet etti. Eğer Ali'nin kılıcı olmasaydı, İslam’ın yazgısı başka bir yazgı olurdu. Ama şu şekilde değil: Ali'nin kılıcı gitti, birisinin boynuna dayandı ve "ya Müslüman olursun ya da boynunu vururum" dedi! Kesinlikle böyle bir şey söz konusu olamaz. Aksine düşmanın kılıcının, İslam'ın kökünü kazımaya geldiği durumlarda, Ali'nin kılıcı düşmanın karşısında duruyordu. "Bedir", "Uhud" "Hendek" savaşlarını göz önünde bulundurmamız bunun için yeterlidir. Ali'nin kılcı savaşlarda kullanılmıştır. "Hendek" savaşında Müslümanlar Kureyş kâfirleri ve onların dost kabileleri tarafından kuşatılıyor. 10.000 silahlı Medine'yi çepeçevre kuşatıyor. Müslümanlar çok zor ve çetin sosyal ve ekonomik şartlarla sarılıyorlar. Görünüşte arlık Müslümanlar için hiçbir çıkış yolu ve umut kalmamıştır. İş o noktaya varıyor ki, Amr bin Abd-i Ved’i Müslümanların çevrelerine kazdıkları hendeği yarıyor. Tabi Medine'nin bütün çevresine hendek kazılmamıştı. Medine'nin etrafında çok dağ olduğu için çoğu yerlerine Hendek kazma ihtiyacı yoktur. Müslümanlar iki dağ arasına, yani Medine'nin kuzeyine hendek kazdılar, çünkü Kureyş müşrikleri de Medine'nin kuzey tarafından gelmişlerdi. O taraftan gelmekten başka bir çareleri yoktu. Hendeğin bu tarafında Müslümanlar, diğer tarafında ise müşrik Kureyşliler. Amr bin Abd-ı Ved'i, daha dar ve daha ince bir nokta buluyor. Amr'ın kuvvetli atı vardır. Kendisi ve diğer bir kaç kişi o dar ve ince yerden atlıyor ve Müslümanlara doğru geliyorlar. Hemen gelip Müslümanlar karşısına dikiliyor ve "Benimle kim savaşacak?" diye haykırıyor. Müslümanlardan hiç kimse dışarı çıkmaya, yani Amr'ın karşısına çıkmaya cesaret edemiyor. Çünküşüphesiz bu adamla savaşmaya çıkarsa öldürülecek. Yirmi küsur yaşındaki Ali yerinden kalkıyor ve "Ey Allah Resulü, bana izin ver, şunun karşısına çıkayım." diyor. Peygamber (s) ise; "Ali, otur canım" diyor. Rasulullah bütün sahabeyle görüş alış-verişinde bulunmak istiyordu. Amr, atını dörtnala sürdü ve dolaşıp yeniden; "Benimle savaşacak var mı?" dedi. Hiç kimse cevap vermedi. Amr, güçlü birisi olduğu için, onunla karşılaşma gücü yoktu kimsede. Ali yerinden kalktı: "Ya Rasulallah Ben" dedi. Peygamber; "Otur, sevgili Ali" dedi. Amr, üçüncü, dördüncü kez aynı şekilde meydan okudu ama neticede bu, Müslümanların onuruna dokundu. Şair şöyle diyor: "Andolsun, boğazım tıkandı, topluluğunuza "vuruşacak kimse var mı?" diye çağırmaktan Şüphesiz cömertlik ve cesarettir Gençteki tabiat ve huyların en hayırlısı"(5) Amr dedi ki; "Artık sizin topluluğunuza "hel min mübariz" (vuruşacak kimse var mı) demekten sesim kısıldı. Evet, Ey Müslümanlar! Siz iddia ediyorsunuz ki, sizden öldürülenler cennete, bizden öldürülenler ise cehenneme giderler. Bir kişi çıksın, gelsin, ya beni öldürsün, Cehenneme göndersin veya öldürülsün Cennet'e gitsin." Ali yerinden kalktı. Ömer, Müslümanların özrünü beyan etmek için şöyle dedi: "Ey Allah'ın Resulü! Eğer hiç kimse kalkmıyorsa hakkı vardır. Bu adam bin kişiye denktir. Onunla kim karşılaşırsa öldürülür." İş o noktaya geldi ki, Peygamber şöyle buyurdu: "İslam'ın tamamı, şirkin tamamıyla yüz yüze gelmiştir."(6) İşte orada Ali (a), Amr bin Abd-i Ved'i ortadan kaldırarak İslam'ı kurtarıyor. O halde Ali'nin kılıcı olmadığı zaman İslam olmazdı dediğimizde bu, "Ali'nin kılıcı geldi, insanları zorla, yani güç kullanarak Müslüman yaptı" anlamında değildir. Bilakis, "Eğer Hatice'nin malı olmasaydı, fakirliğin Müslümanları yok edeceği gibi, Ali'nin kılıcı İslam'ı müdafaa etmeseydi, düşman, İslam'ın kökünü kazırdı." anlamındadır. Tevhid'i Savunma İslam kılıç dinidir. Fakat onun kılıcı, tehlikeye düştüğünde ya Müslümanların canını ya malını veya ülkesini, yahut ta Tevhid'i savunmaya her zaman hazırdır. Nitekim Allame Tabatabai (Allah’uTeala'nın selamı onun üzerine olsun) bu konuyu, yani Tevhid'i savunma konusunu, Tefsiru'l-Mizan'da, gerek Bakara süresindeki savaş ayetlerinin tefsirinde gerekse "Dinde zorlama yoktur. An-dolsun doğruluk sapıklıktan ayrılmıştır." (7) ayetinin tefsinde çok iyi' bir şekilde ele almış ve açıklamıştır. Evet, İslam bir hususu beşeriyete ait biliyor. İslam, Tevhid'in tehlikeye düştüğü her yerde Tevhid'i kurtarmak için çaba harcar. Çünkü Tevhid en üşütün ve en yüce insanî hakikattir. Özgürlükten bahseden beyler, Tevhid'in eğer hürriyetten daha üstün olmadığını düşünsek bile -ki kesinlikle daha üstün ve yücedir.- en azından onun derecinde olduğunu bilmiyorlar. Ben şunu defalarca, oturumlarda söylemişimdir: Eğer bir kimse kendi canını müdafaa etse, acaba bu müdafaayı doğru mu bulursunuz, yanlış mı? Acaba sizin canınız saldırıya uğrasa, "Bırak, o istediği her işi yapsın. Benim güç ve zora tevessül etmemem gerek. Bırak beni öldürsün mü" dersiniz? Hayır! "Eğer bir kimsenin servetine saldırılsa, savunması gerek. Eğer bir halkın ülkesine saldırılsa savunması gerekir." deriz. Buraya kadar bir kimsenin diyeceği yoktur. Ben diyorum ki, eğer mazlum bir halkın ülkesi, bir zalimin saldırısına uğrasa, acaba üçüncü bir şahıs için mazlumu müdafaaya katılmak doğru bir iş midir, yoksa yanlış bir iş midir? Sadece doğru değil, ilaveten kişinin kendisini müdafaa etmesinden daha yücedir. Çünkü eğer insan kendi hürriyetini müdafaaederse, kendisini müdafaa etmiş demektir. Fakat başkasının hürriyetini müdafaa ederse, hürriyeti müdafaa etmiş demektir ki, bu daha mukaddestir. Eğer bir kişi örneğin Avrupa'dan kalkıp gelse Vietnamlıları müdafaa etse ve Amerikalılarla savaşsa, siz onu bir Vietnamlılardan 100 kat daha fazla takdir edersiniz ve dersiniz ki, bakınız, bu ne büyük bir adamdır! Kendisi tehlikede olmadığı haldememleketinden gelerek başkalarını, başkalarının canını, başkalarının malını ve ülkesini savunmak için başka bir ülkeye gitmiş. Bu 100 derece daha yücedir. Niçin? Çünkü hürriyet mukaddestir. Eğer bir kişi ilmi savunmak için savaşırsa, durum nedir? Aynı şekildedir. (Bir yerde ilim tehlikeye düşmüştür: İnsan, insanlığın mukaddesatından biri olan ilmin tehlikeye düşmesi sebebiyle onu kurtarmak için savaşmalıdır ki, bu da daha yücedir. Çünkü ilim de mukaddestir.) Bir insanın barış için savaşması da aynı şekildedir,tevhid öyle bir hakikattir ki, ne sizin malınızdır, ne de benim. İnsanlığa aittir. İslam eğer bir yerde Tevhid tehlikeye düşerse, -Tevhid insan fıtratının bir parçasıdır. Hiç bir zaman insanın fikri, insan fıtratına Tevhid'in zıddına kılavuzluk edemez. Tersine bu işte başka bir etkenin müdahalesi vardır, -onu kurtarmak için teşebbüse geçme emri verir. Fakat bu, İslam'ın Tevhidi zorla insanların kalbine sokmak istediği anlamına gelmez. Tersine Tevhid'in ortadan kalkmasına sebep olmuş etkenleri ortadan kaldırmak demektir. Bu tehlikeli etkenler ortadan kalktığında insan fıtratı Tevhid'e meyleder. Örneğin; Varlıkları insanın Tevhid'i düşünmesine sebep olan taklidler, telkinler, puthaneler ve benzeri şeyler ortadan kaldırıldığı zaman, Kur'an'ın Hz. İbrahim hakkında buyurduğu şekilde insanlar özgün olurlar. Kur'an şöyle diyor: Halkın şehirden çıktığı, şehri yalnız bıraktığı ve puthanenin de yalnız olduğu bir gün Hz. İbrahim puthaneye giderek putları kırdı ve baltayı en büyük putun boynuna astı. Halk gece dönüp dilek sunmak için putların yanma gittiğinde hiç bir putun kalmadığını, bütün putların un ufak olduğunu ve sadece boynunda balta asılı olan büyük putun kalmış olduğunu gördüler. İşin görünüşü, bu büyük putun gelip küçükleri kırdığını ve onları ortadan kaldırdığını anlatıyordu. Fakat insan fıtratı bunu kabul etmiyor, kim böyle yapmıştır? "Kendisine İbrahim denilen bir gencin bunları diline doladığını işittik", dediler." İbrahim'den sormaya gittiler ve dediler ki: "Ey İbrahim! Bunu ilahlarımıza sen mi yaptın? İbrahim; "Hayır, bu yapmıştır, bu onların büyükleridir, eğer konuşabiliyorsa siz ona soruverin." dedi. "Onlar konuşmazlar" dediler. Hz. İbrahim onların bu sözüne karşı; "Eğer konuşamıyorlarsa peki niye onlara tapıyorsunuz?! Diye sordu. Kur'an şöyle diyor: "Bunun üzerine kendi vicdanlarına başvurdular da (kendilerine geldiler de) "gerçek şu ki, zalim olanlar sizlersiniz" dediler." (Enbiya: 60-66) İnanç Hürriyeti Şu hususu defalarca söyledim: İnanç hürriyeti bahanesiyle putların karşısında eğilip susanlar gerçekte esarete saygı gösteriyorlar. İngiliz kraliçesi Hindistan'a gitti. Hinduların inançlarına saygı sebebiyle eğer Hinduların kendileri (tapınağın) kapısında ayakkabılarını çıkarıyor idiyseler, o sokağın başından itibaren ayakkabılarını çıkarıyordu. Böylece kendisi için; "Hayret ne halkçı bir insan! Halkın inançlarına ne kadar saygılıdır! "desinler. Sonuçta o inanç, insanı düşündürmeyen inançtır. O inanç boyun eğmedir. O inanç taklittir. Yani, insanın el ve ayağına vehmin bağladığı bir zincirdir. İnsanı bu inançlarda özgür bırakmak, insanın, kendi el ve ayağına bağladığı vehim zincirlerini aynı durumda devam ettirmek demektir. Bu hürriyete saygı değil, tersine esarete saygıdır. Hürriyete saygı, kör inanç ve boyun eğime olan bu düşüncelerle savaş inancın düşüncesinden doğması da mümkündür, taklitten, vehimden, telkinden doğması da mümkündür. Akıl ve fikirden doğmamış olan inançlar, yalnızca boyun eğmedir. Yani bağ ve zincirdir. İslam hiçbir zaman bir kimsenin el ve ayağına zincir vurulmasına izin vermez. İsterse zinciri, kişinin kendisi eliyle bağlamış olsun, durum değişmez. O halde inanç, iman ve düşünce özgürlüğü meselesi daha genel anlamıyla, kişinin kendi imanını araştırarak, düşünerek elde etmesi gereken bir şeydir. Kur'an, toplumsal ve düşünsel özgürlüklerin önündeki engelleri ortadan kaldırmak için savaşır. Müslümanlar niçin şu memlekette savaştı? Diye soruyorlar. Halifeler zamanında dahi (benim onların işinin doğru olup olmaması meselesiyle ilgim yoktur) Müslümanlar, fethettikleri yerlere, oranın insanlarına, Müslüman olmanız gerekir, demeye gitmediler. Zorba hükümetler ve sistemler, insanların el ve ayaklarına zincir vurmuşlardır. Müslümanlar bu zorba yönetimlerle savaştılar ve milletleri özgürlüğe kavuşturdular. Müslümanlar İran veya Rumlarla savaştılarsa, zorba ve gaddar devletlerle savaştılar ve oraların halkına özgürlük götürdüler. Bu yüzden de halklar şevk ve neşeyle Müslümanları kabul ettiler. Tarih niçin, Müslümanlar bir yere girdiği zaman, o yerin halkının Müslümanları ellerinde güllerle karşıladıklarını söylüyor? Çünkü Müslümanları kurtuluş meleği olarakgörüyorlardı. Bunları bazen birbirine karıştırıyor ve "Hayret! Müslümanlar İran'a saldırdılar. İran'a hücum ettikleri zaman halka gittiler ve onlara kesinlikle İslam'ı seçmelisiniz, dediler." diyorlar.Müslümanların halkla bir işi yoktu. Onların zorba ve dikta devletlerle işi vardı. Onlara dediler ki, eğer Müslüman olursanız, aynen bizim gibisiniz.'Yok Müslüman olmazsanız, başka şartlarda sizinle anlaşırız. Ki, o şartlara zimmet şartları deniyor. Müslümanların zimmet şartları fevkalâde kolay ve yumuşak olmuştur. O halde imanın kendisiyle ilgili olarak (imanın sosyal ve düşünsel engelleriyle ilgili değil) sertlik, kabalık, ikrah ve icbardan kaçınma; rıfk ve yumuşaklık İslam davetinin usulündendir. "Dinde ikrah (zorlama) yoktur. Doğruluk sapıklıktan ayrılmıştır. Artık kim tağutu reddeder ve Allah'a iman ederse, o kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa yapışmıştır." (Bakara: 256) Kur'an mantığının özeti şudur: Din işinde zorlama yoktur; çünkü hakikat apaçıktır; hem hidayet ve rüşd yolu açık, hem de sapıklık yolu açıktır. Herkes seçmek istediği yolu seçebilir. Bu ayetin nüzulü konusunda bir kaç şey yazmışlardır ki, bunlar birbirine yakındır ve tamamı da doğru olabilir. Müslümanların müttefiki olan Beni Nâdir Yahudileri hıyanet ettikleri zaman, Resul-i Ekrem, onlara "buradan çıkınız." diye vatanı terk etme emri verdi. Yahudilerin arasında bir kaç Müslüman çocuğu vardı. Bu çocuklar Yahudi idiler. Peki, onlar niçin Yahudi idiler? İslam'ın zuhurundan önce Yahudiler Hicaz Ablarından daha üstün bir kültüre sahiptiler. Hicaz Arapları son derece bilgisiz ve okuma yazma bilmeyen bir halktı. Ehl-i Kitap olan Yahudiler ise daha çok okuma yazma biliyorlardı ve daha çok bilgi sahibiydiler. Bunun için de kendi düşüncelerini Araplara ulaştırıyorlardı, öyle idi ki, putperestler bile Yahudilere sevgi besliyordu. İbni Abbas şöyle diyor: "Medine ehlinin kadınları arasında bazen çocukları olmayan bazı kadınların çocuklarının olması durumunda o çocuğu Yahudi olması için Yahudilerin arasına göndermeyi adadıklarına rastlanıyor. Bunlar, Yahudilerin dininin, putperestlik olan kendi dinlerinden daha üstün olduğunu hissettikleri için böyle inanıyorlardı. Bazen henüz süt emen çocukları Yahudilerin yanına, kendilerine süt vermeleri için gönderiyorlardı. Bu kadınların, Yahudi olsunlar diye adadıkları çocukların, Yahudi oldukları ve Yahudilerin arasına katıldıkları açıktır. Yahudilerin sütanne, süt erkek kardeş ve sütkız kardeş bulup onlarla tanışıyor, dost oluyorlardı ve onlardan bir kısmı da Yahudi oluyordu. Her halükârda anne ve babaları Ensar, Evs ve Hazreç'den olan bir grup Yahudi çok vardı. Beni Nadir'in çocuklarının gitmeleri kararlaştırıldığı zaman, Müslümanlar; "Biz çocuklarımızın gitmelerine izin vermiyoruz." dediler. Yahudi dininde olan birkaç çocuk "biz kendi dindaşlarımızla gideriz," dediler. Böylece Müslümanlar için bir mesele ortaya çıktı. Müslümanlara; "Biz hiçbir zaman bu Yahudilerin çocuklarımızı kendileriyle birlikte götürmelerine ve onların Yahudi olarak kalmalarına izin vermeyiz." dediler. Fakat çocuklarından bir kısmı; "biz kendi dindaşlarımızla gitmek istiyoruz." dediler. Resul-i Ekrem'in huzuruna geldiler: "Ey Allah Resulü biz çocuklarımızın gitmelerini istemiyoruz." dediler. (Ayet görünüşe göre burada nazil oldu.) Resul-i Ekrem ise şöylebuyurdu: "Zorlama yoktur. Çocuklarınız isterlerse İslam'ı seçsinler, eğer istemiyorlarsa tercih kendilerinindir. Yahudilerle gitmek istiyorlarsa, gitsinler. Din zorla olacak bir iş değildir. "Dinde zorlama yoktur. Gerçek şu ki, doğruluk sapıklıktan ayrılmıştır. Artık kim tâğutu reddeder ve Allah'a iman ederse o, kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa yapışmıştır." Çünkü imanın tabiatıicbarı, ikrahı ve husumeti hiçbir şekilde kabul etmez." "Artık, Sen öğüt verip hatırlat. Sen yalnızca bir öğüt verici bir hatırlatıcısın. Onlara "zor ve baskı" kullanacak değilsin. Ancak kim yüz çevirir ve. küfre saparsa işte Allah onu en büyük azap ileazaplandırır.(Ğaşiye: 21-24) Ey Peygamber! İnsanlara tezekkür ver! İnsanları gaflet uykusundan uyandır. İnsanlara uyanıklık ver. İnsanları haberdar et. İnsanları uyanıklık yoluyla İslam'a çağır. Senin müzekkir olmaktan başka bir işin yoktur. Sen zor kullanan bir bekçi değilsin. Yani Allah seni zorla istediğini yap diye görevlendirmedi. Acaba ayetin "ancak kim yüz çevirir ve küfre saparsa", kısmı, "sen onlara zor ve baskı kullanacak değilsin." kısmından mı istisnadır, yoksa "Artık sen öğüt verip hatırlat. Sen yalnızca tezekkür edicisin" kısmından mı istisnadır? Tefsir'ul-Mizan'da delilleri de zikreder, şöyle buyuruyor: "Artık sen tezekkür et. Sen yalnızca tezekkür edicisin." den istisnadır: Tezekkür ettiğin halde yüz çeviren ve artık tezekkürün fayda etmediği fertler hariç. İşte Allah böyle kişileri en büyük azapla, yani Cehennem azabı ile azaplandırır. Ali (a) ve Zehra'nın Ölümü Bu gece son gecedir ve özellikle bu gecede Zehra'nın ölümü konuşulmalı. Alışılmış olduğu üzere ve günlere uygun olarak Hz. Zehra (Allah'ın selamı üzerine olsun)nın ölümü anılmalıdır. Zehra'nın ölümü Ali'ye fevkalâde güç ve çetin gelmiştir. Hz. Zehra'nın durumu müsait değildi. Ve yatakta idi. Ali (a) Zehra'nın başucuna oturmuştu. Zehra konuşmaya başladı. Öyle mütevazi cümleler söyledi ki, Ali (a) Zehra'nın bu olağanüstü alçak gönüllülüğüne acıdı ve ağladı. Hazretin konuşmasının içeriği şudur: "Sevgili Ali! Benim hayatım sona ermektedir. Ben dünyadan gidiyorum. Ben, her zaman şöyle veya böyle senin yanında olmaya gayret ettim. Senin emrine her zaman itaat etmeye çalıştım. Hiç bir zaman senin emrine karşı gelmedim" Ve buna benzer ifadeler. Bu sözler Ali'yi öylesine üzdü ki Ali hemen Zehra'yı kucağına aldı. Zehra'nın başını göğsüne koydu ve ağlayarak şöyle dedi: "Ey Peygamberin kızı! Sen bu sözlerden daha yücesin. Sen, aslında senin tarafından kendinle ilgili söylediğin bu sözlerin doğru olmasından daha yücesin. Niçin bu kadar tevazu gösteriyorsun? Ben senin bu aşın tevazuundan rahatsız oluyorum." Ali İle Zehra arasında tarif edilemeyecek derecede fevkalade bir sevgi vardı. Bunun için Zehra'dan sonra yalnızlığın Ali'ye ne yaptığını anlayabiliyoruz. Muttakilerin efendisi Ali (a) nin, Zehra'nın kabrinde buyurduğu ve Nehcü'l-Belağa'da da geçen bir kaç cümleyi arz ediyorum: Zehra vasiyet etmişti: "Sevgili Ali! Beni sen yıka. Ayrıca teçhiz ve defnet. Beni gece defnet. Çünkü bana zulmeden kimselerin benim cenazemi uğurlamaya katılmalarını istemiyorum." Tarihin işi her zaman pislik ve kirdir. Bir takım kişiler bir cinayet işliyorlar ve sonra kendileri tarihi kirletmek için acıyıcı bir tavırla ortaya çıkıyorlar. Aynı işi Me'mun yaptı. İmam Rıza'yı şehid ediyor, sonra da kendisi herkesten önce başına yumruk vuruyor, feryad ediyor ve mersiye söylüyor. Bu nedenle tarihi gizemli bir halde ve karmakarışık bir şekilde bırakmıştır. Nitekim bir güruh İmam Rıza'yı Me'mun'un şehid ettiğine inanamazlar. Bu tarihin kiridir. Zehra tarihin kirlenmemesi için beni, gece defnet diyor. En azından şu soru işareti tarihe mal olsun: Peygamberin birden fazla kızı yoktu. Niçin bu bir kız gece defnolunuyor ve niçin O'nun kabri meçhul kalıyor? Bu Zehrayı Merziyye'nin, kendisinden sonrakinesillerin de gelip şu aşağıdaki şeyi söylemelerinin sağlayacak olan kapıyı tarihe açık bırakmak için yaptığı siyasetlerin en büyüğüdür. Neden geceleyin defnoluyor Mustafa'nın ciğerparesi? Ve neden O'nun defnolunduğu yer gizleniyor? Tarih şöyle desin: Sübhanallah! Niçin Peygamberin kızını geceleyin defnetsinler! Yoksacenaze uğurlama müstehap bir iş değil midir? O da müekked müstehab! Üstelik Peygamberin kızının cenazesini uğurlama?! Niçin O'nun namazını sayılı fertler kılmalıdır?! Ve niçin aslında onun mezarının bulunduğu yeri ve Zehra'yı nereye defnettiklerini hiç kimse bilmesin?! Ali Zehra'yı defnetti. Zehra şöyle vasiyet etmişti: "Sevgili Ali! Beni toprağa bırakıp üzerimi örttükten sonra kabrimin başında bir an dur ve uzaklaşma. Çünkü bu, benim sana ihtiyacımın olduğu bir andır. "Ali, karanlık gecede Zehra’nın bütün vasiyetlerini bütünüyle yerine getiriyor. Bunun Ali'nin üzerinde nasıl bir tesir bıraktığını anlatamıyorum: Zehra'sını kendi eliyle defnetsin ve kendi eliyle mezara koysun: Fakat tarihin dediği kadarını biliyorum: "Kabrin toprağından tozlanmış olan elini silktiği zaman O'nu (Ali'yi) hüzün kapladı."(8) Ali, Zehra'nın kabrini örttü ve elbiselerinin toz ve toprağını silkeledi. O ana kadar işle meşgul oldu. Bir işle uğraşma ister istemez insanı düşüncelerinden uzaklaştırır. İşi bitti. Şimdi Zehra'nın vasiyetini yerine getirmek, yani orada kalmak istiyor. Bu safhaya kadar, dünya kederleri Ali'nin kalbine dolmaya başladı. Gönül derdi ve sıkıntıya ihtiyacı olduğunu hissediyor. Bazen Ali, kendi sıkıntılarını ve dertlerini mezara söylüyordu. Başını kuyuya sokuyordu, fakat Zehra konusunda düşündüğü gönül derdi ve sıkıntı için hiç kimse Peygamberden daha iyi değildir. Resul-i Ekrem'inmukaddes kabrine dönüyor ve şöyle diyor: "Ey Allah'ın Resulü! Benden ve senin yanına giden, sana kavuşan kızından sana selam olsun. Ey Allah'ın Resulü! Senin güzide dostundan ayrı kalmaktan dolayı sabrım tükendi." (9) Hareket, güç ve kuvvet ancak yüce ve büyük olan Allah'ındır. Selam ise Muhammed'e ve O'nun temiz âline olsun. SEKİZİNCİ BÖLÜMÜN DİPNOTLARI 1- Usûlî meseleler: Temel İslamî kanunlar. İslam ahkâmı, temel İslami meseleler (çev). 2- Nehcü'l-Belağa, Hikmet, 333 3- Nehcü'l-Belağa, Hutbe: 3: Şıkşıkıyye. 4- Nehcü'l-Belağa, Hutbe: 215 5- Bihâru'l-Envar. c. 20,s. 203 6- Bihâru'l-Envar. c.20.s.215 7- Bakara: 256 8- Beytu'l-Ahzan,s.l55 9- Nehcü'l-Belağa, Feydu'l-lslam, Hutbe; 193. EK:1 PEYGAMBERİN TARİHÇE-İ HAYATI VE BAZI SÖZLERİNİN TAHLİLİ Rahman ve Rahim olan AUah'm adıyla. Hamd, bütün varlıkların yaratıcısı Alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Dua ve selam Allah'ın kulu, Peygamberi, habibi, seçkin dostu, Allah tarafından arındırılmış, Allah'ın sırrım koruyucusu ve elçiliğinin tebliğcisi. Peygamberimiz, efendimiz, dostumuz Ebu'l-Kasım Muhammed' ve O'nun günahlardan arındırılmış iyi, güzel ve temiz ehl-i beytine olsun. Kovulmuş ve lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım. "Andolsun, size içinizden sıkıntıya düşmeniz O'nun gücüne giden, size pek düşkün, mü'minlere şefkatli ve esirgeyici olan bir peygamber gelmiştir." (Tevbe: 128) Bugün, Rasul-ü Ekrem'in (s) doğum günü. Aynı şekilde altıncı imam olan İmam Sadık'ın da doğum günüdür. Bugün biz Şiiler için iki bayram çakıştı. Bugün iki bayram var; iki büyüğün doğumu. Fakat buna rağmen kendimizde bir ululuk ve haşmet görüyoruz. Hâlbuki bize göre Müslüman olmamız sebebiyle bugün Resul-i Ekrem'in doğum günü bayramdır. Şii Müslüman olmamız sebebiyle ise İmam Sadık'ın doğum günü bayramdır. Böyle olduğu halde biz Şiilerin bugünde hissettiklerimiz, ne Hıristiyanların Mesih'in doğum gününde hissettiklerine ve ne de Sünnî dünyanın şu günlere Resul-i Ekrem'in doğum günü münasebetiyle hissettiklerine denktir. Biliyorsunuz, Hıristiyanlar Mesih"(İsa)ın doğum gününde bir kaç gün resmi bayram yapıyor. Sünni dünyanın da kendisi için aldığı en uzun bayram -yaklaşık biz İranlıların nevruz bayramıyla beraber oluyor.- İşte Resul-i Ekrem'in doğum günüdür. Bayram bir kaç gündür ve bu yüzden bir kaç günlük tatilleri vardır. Elbette onlar Rebiü'levvel'in 12. gününü, yani bizim bayram olarak aldığımız 17. günden bir kaç gün önce Resul-i Ekrem'in doğum günü olarak biliyorlar. Fakat onların bayramı 12. günden başlıyor ve 17. güne, 5 gün sonraya kadar devam ediyor. Bizim için nevruz bayramı uzun bir umumi bayram demektir. Sünni dünyada hemen şu günler Resul-i Ekrem'in doğum günüdür. Fakat biz Şiiler arasında -ki bu celadeti kendimizde meydana getirmediğini arz ettim.- Allah Resulü' nün doğum günü gelip geçiyor, ama halkımızdan birçoğu, böyle bir günün kendileri üzerinden gelip geçtiğini hissetmiyor bile. Eğer sadece resmi tatil (bankaların tatil olması ve resmi dairelerin tatile girmeleri meselesi) olmasaydı, aslında toplumumuzda en küçük bir duygulanma meydana gelmezdi. Üstelik iki bayram üst üste olduğu halde! Şimdi bunun adına ne denir, bilemiyorum. Bugün benim, Resul-i Ekrem'in tarihçesi hakkında ortaokul-lise öğrencileri ve bu konuda bilgileri olmayan üniversite öğrencileri için faydalı olacak derecede çok kısa bir konu işlemek niyetim var. Sonra kendi sözümü Resul-i Ekrem'in sözleriyle ve o büyüğün bazı sözlerinin tefsiriyle ilgili bir bölüm halinde sunacağım. Rasulullah'ın Doğum Günü ve Çocukluk Devri. Resul-i Ekrem, Şia ve Ehl-i Sünnet'in ittifakıyla Rebiü'l-Evvel ayında doğmuştur. Şu var ki Ehl-i Sünnet, daha çok bu ayın on ikisini doğum günü olarak alırken, Şia Kâfi kitabının sahibi Şeyh Kuleyni hariç, daha çok 17. gününü almışlardır. Şeyh Kuleyni de onikisini doğum günü olarak biliyor. Rasulullah yılın hangi mevsiminde doğmuştur? İlkbahar mevsiminde. Essiratu'l-Halebiyye'de; "İlkbahar mevsiminde dünyaya geldi."şeklinde yazıyor. Günümüz bilginlerinden bir kısmı, Resul-i Ekrem'in doğum gününü şemsi ayların hangi güne denk geldiğini görmek için hesap yapmışlar ve rebiü'l-evvel'in 12. sine (20 Nisana) denk düştüğü neticesini elde etmişlerdir. Ve ister istemez Rebiü'l-evveİ ayının 17. günü 25 Nisana denk geliyor. Şu halde Resul-i Ekrem'in bahar mevsiminde -20 nisan veya 25 nisan-dünyaya geldiği açıktır. Haftanın günlerinden hangisinde dünyaya gelmiştir? Şia, Cuma günü dünyaya geldiğine inanmaktadır. Ehli Sünnet ise daha çok pazartesi günü doğduğunu söylemiştir. Hangi saatte doğmuştur? Fecrin doğuşundan sonra iki tulu arasında (fecr-i kazible fecr-i sadık arasında) dünyaya geldiğine dair ittifak olunmuştur. Resul-i Ekrem'in tarihçesi ilginç bir tarihçedir. O büyük insanın babası Abdu'lMuttalip'in oğlu Abdullah'tır. Abdullah çok olgun, yakışıklı ve değerli bir erkektir. Şimdi O'nun kurban olarakadanmasının hikâyesi kalsın. Abdullah bütün Mekke'de ünlü bir gençti. Yine Abdullah öyle bir gençti ki, çok güzel, çok olgun, çok cesaretli, çok edebli ve çok akıllıydı. Öyle ki, Mekke'nin kızları ona eş olmak istiyorlardı. Fakat o kendilerine yakın bir aileden sayılan Vehb'in kızı Amine hanımla evleniyor. Zifaftan sonra 40 günden fazla bir zaman Mekke'den Şam ve Suriye'ye yolculuk niyetiyle çıkıyor. Yolculuğun ticari bir yolculuk olduğu bellidir. Dönüşte annesinin akrabalarının bulunduğu Medine'ye geliyor ve orda vefat ediyor. Abdullah vefat ettiği zaman Resul-i Ekrem henüz ana rahmindedir. Muhammed (s) yetim olarak dünyaya geliyor. Yani babasını baştan yitirmiştir. O zamanın Arap âdetine göre, Araplar çocuğun eğitimi ve terbiyesi için çocuğu çöle götürsün ve orda ona süt versin diye sütanneye veriyorlardı. Halime-i Sa'diyye (Halim Sa'da oğulları kabilesine mensub bir kadındır) Çölden Medine'ye geliyor, tabi bunun da uzun ve ayrıntılı bir hikâyesi vardır. Bu çocuk (Muhammed) Halime'ye düşüyor. Halime ve eşi, şöyle anlatıyor: "Bu çocuğun bizim evimize geldiği günden beri sanki yer ve gökten evimize bereket yağıyor." Bu çocuk 14 yaşına kadar annesinden, babasından akrabalarından ve Mekke şehrinden uzak bir şekilde sütannenin yanında yaşıyor. 14 yaşında O'nu sütanneden alıyorlar. Sevgili ve şefkatli anne bu çocuğu kendi kucağına alıyor. Şimdi siz Amine'yi göz önünde bulundurunuz. O, Abdullah adında sevdiği ve ideal bir eşi olan kadındır. Öyle ki, evlendiği gece bütün Mekke'nin kızlarına "Bu büyük kısmet bana nasib olmuştur." diye Abdullah'la övünüyor. Henüz çocuk, rahminde iken böyle iftihar ettiği eşini kaybediyor. Eşine çok büyük sevgi ve ilgisi olan bir kadın için, çocuk aziz ve sevgili eşinden büyük bir yadigârdır. Özelliklede bu çocuk oğlan çocuk olursa... Amine Abdullah'tan sonra artık bir daha evlenmiyor. Resul-i Ekrem'in büyük babası cenab-ı Abdulmuttalib'den izin istiyor. Ümmü Eymen adındaki cariyesiyle birlikte kafileyle hareket ediyor. Medine'ye varıyor, dostlarıyla görüşüyor. (Resul-i Ekrem'in çocukluğunda yaptığı yolculuk işte bu yolculuktur. Hz. Muhammed 5 yaşında Mekke'den Medine'ye gitmişti.) Muhammed(a) annesi ve annesinin cariyesiyle birlikte geri dönüyor. Mekke ve Medine'nin arasında bulunan Ebva adındaki konakta -ki bu konak şimdi vardır- annesi hastalanıyor. Yavaş yavaş güçsüzleşiyor, dermanı kesiliyor ve hareket gücünü kaybediyor. Ve aynı yerde vefat ediyor. Bu küçük çocuk annesinin ölümünü yolculuk sırasında gözleriyle görüyor. Anneyi hemen orda defnediyorlar. Sonra Hz. Muhammed, Ümmü Eymen'le birlikte -ki bu cariye çok vefalı bir kadındı. Sonraları azad olmuştu. Ömrünün sonuna kadar Rasulullah'ın, Ali'nin, Fatıma'nınHasan'ın ve Hüseyin'in hizmetinden çıkmadı, o meşhur rivayeti Hz. Zeyneb işte bu Ümmü Eymen'den rivayet ediyor. Peygamberin Ehl-i Beytinin evindeki bu yüce yaşlı kadındı. -Mekke'ye dönüyor. Bu olaydan yaklaşık 50 yıl geçmişti. Hicretin üçüncü yılı idi ki, Resul-i Ekrem seferlerinden birinde Ebva konağından geçerken indi. Ashab Peygamberin hiç kimseyle konuşmaksızın bir tarafa doğru gittiğini gördü. Bazıları nereye gittiğini görmek için O'nun yanında gittiler. Gördüler ki, Rasulullah gitti gitti ve bir noktaya varınca orada oturdu dua etmeye, hamd etmeye ve ihlâs okumaya başladı. Fakat derin bir düşünceye daldığını, belli bir noktaya baktığını ve kendi kendine okuduğu halde yavaş yavaş güzel gözyaşlarının gözlerinden boşandığını gördüler. Niçin ağlıyorsun ey Allah'ın Resulü? Diye sordular. Şöyle buyurdu: "Burası annemin kabridir. 50 yıl önce annemi ben buraya defnettim." Bu annemin ölümünden sonra artık Abdulmuttalip'in bütün hayatı Resul-i Ekrem olmuştu. Oğlu Abdullah ve gelini Amine'nin ölümünden sonra bu çocuğu çok aziz biliyordu ve çocuklarına, O'nunla başkaları arasında çok fark olduğunu, O'nun Allah tarafından bir geleceğinin olduğunu söylüyor ve siz biliyorsunuz, diyordu. Dünyadan göç edeceği zaman, diğer bütün çocuklarından daha olgun, daha büyük, ve daha şerefli olan Ebu Talip babasının ızdırab çektiğini gördü. Abdulmuttalip Ebu Talib'e hitaben şöyle dedi: "Benim ölümden hiçbir korku ve endişem yok. Ancak bir şey hariç; o da, şu çocuğun yazgısıdır. Bu çocuğu kime bırakayım ve emanet edeyim? Acaba sen kabul eder misin? O'na kefil olmayı taahhüt eder misin? Ebu Talip; "Evet baba, söz veriyorum." dedi ve sözünü yerine getirdi. Emiru'l-Mü'minin Ali (a) nin asıl babası Ebi Talip, Resul-i Ekrem'i büyütme kefaletini üzeri ne almıştı. Yolculukları Resul-i Ekrem, Arabistan dışına sadece iki defa yolculuk yapmıştır. Bu yolculukların her ikisi de risalet döneminden önce ve Suriye'ye olmuştur. Biri 12 yaşında amcası Ebu Talip'le birlikte, diğeri ise, 25 yaşında kendisinden 15 yaş daha büyük olan ve sonraları evlendiği Hatice adında dul bir kadın için ticari temsilci olarak gerçekleşmiştir. Elbette risaletten sonra Arabistan içerisinde bir takım yolculuklar yapmıştır. Örneğin Taife gitmiştir. Mekke'ye 60 fersah (360 km.) uzakta bulunan ve Mekke'nin kuzeyine düşen Hayber'e gitmiştir. Yaklaşık Suriye'nin sınırı olan ve Medine'ye 100 fersah (600 km.) uzaktaki Tebuk'e gitmiştir. Fakat risalet günlerinde Arap yarımadasından hiç dışarı çıkmamıştır. Uğraşları Resul-i Ekrem'in ne gibi uğraşları vardı? Çobanlık ve ticaretten başka bir iş ve uğraşının olduğunu bilmiyoruz. Peygamberlerden birçoğu risaletlerinden önceki dönemlerde çobanlık yapmıştır. (Şimdi bunun ne gibi ilahi bir sırrının olduğunu tam bilmiyoruz.) Musa aynı şekilde çobanlık yapmıştır. Resul-i Ekrem'in de çobanlık yaptığı açıktır. Koyunları çöle götürüyor, gözetiyor, otlatıyor ve geri dönüyormuş. Ticaret de yapmıştır. Seyahati, kendisinin ticaret için yaptığı ilk seyahat (sadece 12 yaşında iken amcasının yanında yaptığı) olmasına rağmen, bu seyahati öyle ustalıkla yaptı ki, herkes şaşıp kaldı. Risalettten Önceki Halleri Resul-i Ekrem'in risaletten önceki halleri nasılmış? Bütün peygamberler arasında, Resul-i Ekrem tam, açık ve tarihi belli olan tek peygamberdir. Resul-i Ekrem risaletten önceki çok açık ve somut özelliklerinden biri O'nun ümmî olmasıdır. Yani o okula gitmemiş, okumamıştı. Nitekim Kur'an'da bu nokta anılmaktadır. Bisetten önce 40 yıl içerisindeki özelliklerinden bir diğeri ise, herkesin puta taptığı bir çevrede O'nun hiç bir zaman bir puta secde etmemiş olmasıdır. Şüphesiz "hanifler" adıyla bilinen bir kaç kişivardı ki, onlar da putlara secde etmekten kaçınmışlardır. Fakat bunların hayatları boyunca böyle değil, daha sonra puta tapmanın yanlış olduğu düşüncesi onlarda hasıl oldu. Ve putlara tapmaktan yüz çevirdiler. Onlardan bir kısmı Hıristiyan oldular. Ama Resul-i Ekrem bütün ömrü boyunca, çocukluğundan ömrünün sonuna kadar hiçbir zaman puta tapmadı. Bu onun çok somut özelliklerinden biridir. Eğer bir kere bir putun karşısında en küçük bir tevazuda bulunsa ve eğilseydi, daha sonra putlarla mücadele etliği ve savaştığı dönemde, ona, "Sen kendin bir gün geldin, şurada Lat ve Hübelin karşısında eğildin" derlerdi. Sadece putlara tapmak ve secde etmemekle kalmadı, ayrıca çocukluk ve gençlik devrinin tamamında lüzumsuz oyun ve eğlence şehri olan Mekke'de bu işlere hiç bulaşmadı. Mekke'nin iki özelliği vardı: Birisi Mekke'nin, Arabistan'ın putperestlik merkezi olması, diğeri ise, ticaret merkezi olması, sermaye sahiplerinin Mekke'de toplanması ve köle sahiplerinin Mekke'de bulunmasıydı. Bu köle sahipleri köle ve cariyeleri alıp satıyorlardı. Sonuçta ileri gelenlerin ve eşrafın yiyip içme ve zevk u sefa sürme merkezi de yine bu şehirdi. Oyun ve eğelencelerin, şarap içmenin, çalıp oynamanın ve dans etmenin her türlüsü burada vardır. Öyle ki, bu köleciler gidip Rum (Şam ve Suriye) dan beyaz ve güzel cariyeler satın alıp Mekke'ye geliyor. Eğlence yerleri yapıyor ve bu eğlence yerlerinden kazanç sağlıyorlardı. Nitekim Kur'an'ın bunlara şiddetle kızdığı şeylerden biri işte budur. Kur'an şöyle buyuruyor: "Dünya hayatının geçici metaını elde etmek için ırzlarını korumak istiyorsa cariyelerinizi fuhşa zorlamayın." (Nur: 33) O talihsiz biçareler, o zavallı cariyeler namuslarını korumak istiyorlardı. Fakat bunlar bu zavallıları zorla zinaya teşvik ediyorlar, zina yaptırıyorlar ve karşılığında da para alıyorlardı. Mekke'nin evleri iki bölüm halindeydi; şehrin yukarısında oturanlar, aşağısında oturanlar. Yukarıda ileri gelenler ve eşraf oturuyordu, aşağıdan tambur, oyun, eğlence, dans sesleri yükselirdi. Resul-i Ekrem bütün ömründe hiçbir zaman Mekke'nin bu şaşaalı meclislerinden hiçbirine katılmadı. Rasulullah, risaletten önce sadakat, emanet, akıl ve fetanetle bilinirdi. O'nu Muhammed’ül-Emin ismiyle çağırırlardı. Doğruluk, sadakat ve metanetine çok itimat ederlerdi. İşlerinin birçoğunda O'nun aklına danışırlardı. Akıl, sadakat, emanet ve doğruluk, Resul-i Ekrem'in onlar katında çok meşhur olan sıfatlardandı. Öyle ki risalet zamanında Rasulullah; "Acaba siz şimdiye kadar benden yalan bir söz işittiniz mi?" diye buyurduğu zaman, onların hepsi birden; "Asla! Biz seni doğruluk (sıdk) ve eminlikle tanıyoruz." demişlerdi. O'nun akıl ve fetanetini gösteren olaylardan biri şudur: Allah'ın evini ikinci defa yapmak için bozdukları ve duvarlarını kaldırdıkları zaman Haceru'l-Esved'i de kaldırdılar. Hacerü'l-Esved'i tekrar yerine koymak istedikleri zaman; bir kabile benim koymam gerek, başka bir kabile benim koymam gerek diyordu. Neredeyse şiddetli bir döğüşme ve vuruşma olacaktı. Resul-i Ekrem geldi ve meseleyi çok basit ve kolay bir şekilde halletti. Olay biliniyor, onun için vaktinizi almak istemiyorum. Yine risaletinden önceki dönemde olan başka bir mesele ilahi te'yitleri hissetme meselesidir. Resul-i Ekrem peygamberlik döneminde, çocukluk döneminden bahsederdi. Özet olarak şöylebuyumyor. "Ben onaların işlerine iştirak etmiyordum... Bazan da sanki ğaybi bir gücün beni te'yid ettiğini, bana güç verdiğini ve yardım ettiğini hissediyordum." Ayrıca şöyle diyor: "Yedi yaşından daha büyük değildim; Mekke'nin eşrafından biri olan Abdullah bin Cud'an bina yapıyordu. Mekke'nin çocukları, zevkli bir iş olarak ve O'na yardım için gidip bir yerden başka bir yere taş taşıyorlardı. Ben de gidiyor, aynı işi yapıyordum. Onlar taşları eteklerine dolduruyor ve döküyorlardı. Bu yüzden eteklerini yukarı kaldırdıklarında şalvarları olmadığı için avret mahalleri açılıyordu. Ben bir defa gidip taşı eteğime koydum. Bu esnada sanki bir elin gelip eteğimden elimi çektiğini hissetim. O zaman 7 yaşında bir çocuk olduğum halde bu işi yapmamam gerektiğini anladım." İmam Bakır (a) bir takım rivayetlerde ve de Emiru'l-mü'minin -Nehcü'l-Belağa'da- bu hususu tam olarak teyid ediyor: "Şüphesiz Allah, Rasulullah'ın çocukluğundan (sütten kesildiği andan) itibaren O'nu alemin en kerim yoluna ve en güzel ahlakına götüren meleklerinden en büyük bir meleği görevlendirdi." (1) İmam Bakır (a) şöyle buyuruyor: "Hz. Muhammed'e çocukluğundan itibaren yardım eden ilahi melekler vardı." Peygamber ise şöyle buyruyor: "Ben bazen selam veriyordum. Bir kişi bana "Esselamu aleyke ya Muhammed" diyordu. Bakıyordum, ama kimseyi göremiyordum. Bazen kendi kendime bu selam verenin bir taş veya ağaç olduğunu düşünüyordum. Sonraları anladım ki, bir melek bana selam veriyormuş." Kelamcıların deyimiyle "irhâsât", Rasulullah'ın risaletten önceki olaylar cümlesindendir. Aynı şekilde bu melekler hikâyesi de irhâsât'dan sayılır. Rasulullah'ın, özellikle risaletine yakın günlerde gördüğü olağanüstü, ilginç rüyalar olmuştur. Resul-i Ekrem Şöyle diyor; "Ben tıpkı sabahın aydınlığı gibi doğru çıkan rüyalar görüyordum: Böyle açık ve aydın rüyalar görüyordum." Çünkü bazı rüyalar, aynen vahy ve ilham nevindendir. Her rüya, insanın nefsinden kaynaklanan rüyalar ve şuuraltı, meseleler, hayaller ve kuruntular değil. Resul-i Ekrem'in ilahi vahy ve ilham için risaletten önceki dönemde aştığı ilk safha, kendi ifadesiyle fecr-i sâdık gibi ortaya çıkan rüyalar görmekti. Çünkü bazen rüyanın kendisi insan için aydın açık, değildir, dağınıktır; bazen de rüya açıktır, fakat yorumu doğru değildir, ama bazen rüya açıklığın zirvesindedir. Hiç gizlilik, kapalılık, karanlık, karışıklık yoktur. O rüyanın yorumu, açıklığın nihai noktasındadır. Resul-i Ekrem'in risaletten önceki, yani doğumdan bi'sete kadar olan zaman dilimindeki diğer hallerinden biri, arz ettiğim gibi 25 yaşında iken ikinci defa Arabistan'ın dışına yolculuk yapmasıdır. Peygamber fakir idi. Kendisine ait hiçbir şeyi yoktu. Yani bugünkü anlamda sermaye sahibi değildi. Hem fakirdi, hem yetim ve hem yalnız. Yetimdi, ayrıca "nisab" deyimiyle "latim" idi de; yani anne ve babası, her ikisi de baştan ölmüşlerdi. Fakirdi, çünkü zengin ve sermaye sahibi bir şahıs değildi. Kendisi çalışıyor ve geçimini sağlıyordu. Ve yalnızdı. İnsan bir ruha, düşünceye, ufka, manevi bir makama ulaştığı zaman, artık ister istemez her insanla uyum sağlayamaz, yalnız kalır. Ruhi yalnızlık maddî ve bedenî yalnızlıktan yüz kat daha kötüdür. Gerçi şu örnek açık olmamakla birlikte konuyu açıklıyor: Siz cahil ve imansız bir halk içerisinde çok alim ve çok imanlı bir alemde bulununuz. İsterse o fertler, sizin anneniz, babanız, kardeşleriniz ve yakın akrabanız olsun, yine yalnızsınız. Yani cismani bağ sizi bunlarla bağlayamaz. Siz ruhî açıdan başka bir ufukta yaşıyorsunuz, onlar başka bir ufukta. Şair şöyle diyor: "Cahilin alimden korktuğunun yüz katı kadar alim de cahilden nefret etmektedir. Rasul-i Ekrem kendi kavmi arasında yalnız idi. 30 yaşından sonra -Hatice ile evlendiği ve yaşadığı halde- iki yaşındaki bir çocuğu babasından alıyor ve kendi evine getiriyor. Çocuk Ali bin Ebi Talip'tir. Risalatle görevlendirilinceye ve yalnızlığı ilahi vahyin dostluğuyla ortadan kaldırılıncaya, yani bu çocuk 12 yaşma gelinceye kadar, dost ve arkadaşı sadece bu çocuktur. Yani bütün Mekke halkı arasında bu çocuktan başka O'nunla hemfikir, hemruh olan, kendisiyle ayrı ufka bakan bir kimse yoktur. Ali (a) şöyle anlatıyor: "Ben çocuk iken. Peygamber çöle gittiği zaman beni omzuna bindiriyor ve götürüyordu." Rasulullah (s) 25 yaşında iken Hatice ona görücü geliyor. Yani onu istiyor. Şüphesiz erkek görücü gitmelidir. Fakat bu kadın, Hz. Resul’ün ahlakına huyuna, maneviyatına, güzelliğine; kısaca her şeyine aşık olmuştur. Kendisi, bazı fertleri; "Bu genci bana görücü gelmesi için teşvik edin" diye hareket geçiriyor. Rasulullah, geliyor ve ; "Benim hiçbir şeyim yoktur" diyor. O'na kısaca şöyle diyorlar: "Sen bu tip şeylerden dolayı üzülme. Eşraf, ileri gelenler, büyük adamlar ve şahsiyetler O'nu istemişler. O bunları kabul etmemişken beni nasıl kabul eder?" diyorsun, ama seni kendisi istiyor. "Bilahare görücülük ve evlenme hikâyesi gerçekleşiyor. İşin ilginç yanı şudur: Bir kadının eşi tüccar ve zengin olmuştur, artık ticaret iyinin peşine düşmüyor, artık vahdet dönemi, yani inziva, yalnızlık ve ibadet dönemi başlıyor. Kendi kavmiyle ortaya çıkan ayrılık, yani ruhî mesafe günden güne daha da artıyor. Artık bu Mekke ve Mekke toplumu sanki O'nun ruhunu yiyor. Mekke'nin etrafındaki dağlara(2)yalnız basanı gidiyor, tefekkür ediyor. O'nun nasıl bir aleminin olduğunu Allah bilir. Ama biz anlayamayız. O zamanda o çocuktan, yani Ali'den başka hiçbir dost ve arkadaşı yok. Ramazan ayı girdiğinde Mekke'nin çevresindeki dağlardan birinde -ki bu dağ bu şehrin kuzey doğusundadır. Ayrıca Mekke'nin etrafını çevreleyen dağlar silsilesinden ayrı bir şekildedir.- o dönemden sonra ismini Nurdağı koydukları "Hira" dağında yalnızlığı tercih ediyor. Belki sizden hacca gidenlerden birçoğu Hira dağına ve mağarasına çıkma şansını elde etmişsinizdir. Bana bu şans iki defa nasip oldu. Ve defalarca bu şansa sahip olma, arzularım arasındadır. Orta yaşta bir insan için bu dağın eteğinden tepesine çıkmak en az bir saat çekiyor. Aşağıya inmek ise 45 dakika sürüyor. Ramazan olduğunda genellikle Mekke'yi terk ediyor. Hatta Hatice'den de uzak durmayı tercih ediyor. Çok az bir azık, su ve ekmeği de yanına alıyor. Bu ayın tamamını yalnızlıkla geçiriyordu. Tabi bazen sadece Ali O'nun yanında bulunuyordu; belki de her zaman bulunmuştur, ama bunu şimdi bilmiyorum. Açık olan şudur ki, bazen Ali Peygamberin yanında bulunmuştur. Çünkü Ali (a) şöyle buyuruyor: "Şüphesiz Allah Rasulüne vahy inerken ben oradaydım." Rasulullah o dağdan aşağı inmiyor, orada Rabbine ibadet ediyordu. Nasıl tefekkür ettiği, nasıl Rabbiyle dostluk kurduğu ve orda hangi alemleri kat ettiği bizim için kabili tasavvur değildir. Ali (a) bu zamanda en fazla 12 yaşında bir çocuktur. Rasulullah'a vahy nazil olduğu saatte orada bulunmaktadır, peygamber başka bir aleme gitmektedir. Bizim gibi binlercesi orda olsalardı, etraflarında hiçbir şey hissetmezlerdi, fakat Ali bir takım değişiklikler hissediyor. O Peygamberin alemlerinden birçoğunu idrak etmiştir. Çünkü o şöyle diyor: "Ben Vahyin nüzulü anında şeytanın iniltisini işittim." Ruhi hallerini üstadına sunan manevi bir öğrenci gibi, Rasulullah'a arz etti: "Ya Rasulullah! Size vahy nazil olduğu saat ben şu mel'unun iniltisini işittim." Hz. Peygamber; "Evet Aliciğim! Diyerek şöyle buyurdu: "Kuşkusuz sen benim duyduğumu duyuyor ve benim gördüğümü görüyorsun, fakat sen peygamber değilsin." Bu anlattıklarım, benim sizin için arz etmeyi şart gördüğüm Resul-i Ekrem'in risaletinden önceki durumlarıyla ilgili olan olay ve meselelerin az bir kısmıydı. Resul-i Ekrem'in Sözlerinde Bir Gezi Bu büyük şahsiyetin sözlerinden bir kaç tanesini sizin için nakledeyim. Hz. Peygamberin sözleri mucizedir. (Allah'ın kelamı olan Kur'an'ın yeri ayrıdır, o ayrı bir konu) Özellikle arz ettiğim önceki hallerine dikkat ediniz. Bir çocuk ki yazgı onu anne rahminde iken yetim bıraktı. Beş yaşında iken öksüz, yani anne babadan yoksun kaldı. Süt içme döneminde annesi çöle gönderdi. Ümmîlik, cahillik, bilgisizlik memleketi olan Mekke'de büyümüş ve hiçbir öğretmen ve eğitiminin eli altında bulunmamıştır. Yolculukları iki küçük seferle sınırlı kalmıştır. O da Arap yarımadası dışına ticaret seferi. Hiçbir filozofla, hiçbir hakimle ve hiçbir bilginle karşılaşmamıştır. Bununla beraber Kur'an O'nun diline ve mukaddes kalbine akıyor. Sonra da kendisi bir takım sözler söylüyor. Bu sözler ise öyle hakimane ve filozofça ki, evrenin bütün hakîm ve filozoflarının sözlerine denk olmakla kalmıyor, onların sözlerinden daha üstün oluyor. Tabi biz Müslümanların bu işleri yapma beceri ve başarısı o kadar az ki, O'nun sözlerini bir araya getirelim, tam ve doğru olarak basıp yayımlayalım ve şerh edelim! Peygamberin sözlerini muhtelif yerlerde nakletmişlerdir. Ben özellikle en eski kaynaklardan Bölüm nakledeceğim. Elde, en azından benime elimde en eski kaynaklardan Cahiz'in "El-Beyan ve't-Tebyin" adlı kitabı vardır. Cahiz, üçüncü asrın ikinci yarısındayaşamıştır. Bu kitap batılıların ve müsteşriklerin gözünde de çok muteber kitaplardan biridir. Bunlar sizin söylediğiniz gibi sonradan nakledilen sözler değildir. Hayır, üçüncü asırda bir kitap olarak çıkmıştır. Elbette üçüncü asırdan önce de vardı. Çünkü Cahiz, bunları senetle naklediyor. Örneğin, sosyal sorumluluklar alanında bu büyük şahsiyetin nasıl konuştuğuna bakınız. Şöyle buyuruyor: "İnsanlar gemiye bindiler ve çok geniş bir denize denide yol alıyorlardı. Baktılar ki, bir kişi kendi oturduğu yeri deliyor. Yolculardan bir kişi kalkıp da ona engel olmadı. Ona engel olmadıkları için gemi battı ve onların hepsi boğuldu (yalnızca kendi oturduğu yeri delen değil, hepsi, -çev-) İşte fesat böyledir." Bunun açıklaması şudur: Bir kişi toplum içerisinde fesatla meşgul oluyor, kötü işler yapıyor, birisi bunu görüyor, bana ne diyor. Bir başkası "ikimizi bir mezara mı koyacaklar sanki" diyor. Toplumun durumunun geminin durumu gibi olduğunu düşünmüyor. Bir gemiye su girerse, isterse bir kişinin yerinden girsin, yalnız o kişiyi boğmaz. Ayrıca bütün yolcuları boğar. Acaba insanoğlunun eşitliği konusunda şundan daha yüce ve üstün bir söz söylenebilir mi?: "İnsanlar tarağın dişleri gibi (birbirlerine karşı-çev-) eşittir." (3) (Hz. Peygamber bu sözü söylerken bir tarak da çıkarıp çıkarmadığını bilmiyorum.) Tarağa bakınız, onun dişlerini görünüz. Bakınız, acaba tarağın dişlerinden biri diğerinden yüksek midir? Hayır. İnsanlar birbirleri karşısında tarağın dişleri gibidirler. Bakınız, o çevrede, o zamanda bir insan, inşaların eşitliği konusunda böyle bir söz söyleyebiliyor mu? Kaldı ki o zamandan 1400sene sonra henüz bu kadar güzel ve iyi bir söz söyleyen çıkmamıştır. Hüccetu'l-Veda'da Feryad Ediyor: "Ey insanlar! Şüphesizi ki Rabbiniz birdir. Ve şüphesiz ki babanız birdir. Hepiniz Adem'in çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Arabın arab olamayana bir üstünlüğü yoktur, (üstünlük) Ancaktakva (iledir). (4) Artık bir kimsenin kendi soyuyla, kendi nesebiyle, kendi \ kavmiyle şöyle veya böyle sözlerle öğünmesini sağlayacak bir şey ve yer kalmıyor. Hepimiz, topraktanız. Toprağın ise övünülecek bir yanı yoktur. Öylesi övünme ruhi ve manevi faziletler iledir, takva iledir. Fazilet ve üstünlük ölçüsü sadece ve sadece takvadır. Bundan başka bir şey üstünlük ölçüsü olamaz. Resul-i Ekrem'in Şu Hadisini Kâfi’den Naklediyorum: "Müslüman kişinin kalbi üç şeye hıyanet etmez: Allah için amelin samimiyet ve ihlâsı, Müslümanların imamları için nasihat ve Müslümanların cemaatinden kopmamak, cemaate bağlı olmak."(5) Demek ki üç şeye vardır ki, kesinlikle mü'minin kalbi bunlara hıyanet etmez. Birisi Allah için amelin ihlâsı. Bir mü'min amelinde riya yapmaz. Diğeri Müslümanların fiili liderleri için hayırhahlık yapmak, nasihat etmek, yani Müslümanların hayır yönünde nasihat. Müslümanların hayrı ve iyiliği yönünde önderleri irşad ve hidayet. Üçüncü mesele Müslümanların birliği, yani nifak çıkarmamak, Müslümanların asasını ikiye bölmemek, Müslümanların cemaatini ayırmamak, fırkacılık yapmamak. Şu cümleleri defalarca duymuşunuzdur: "Sizin hepiniz çobansınız ve hepiniz kendi sürünüzden sorumlusunuz." (6) "Müslümanların, elinden ve dilinden salim olduğu kimsedir." (7) "Bir topluluk, kendi içindeki zayıfın hakkı, güçlüden, dili dolaşmaksızın (kekelemeden) alınıncaya kadar temize çıkmaz"(8) Bakınız siret nedir ve ne yapıyor?! Rasulullah'ın ashabı nakletmiştir ki, risalet devresinde bir yolculukta hizmetinde idik. Bir yerde konaklamıştık. Karar, orda yemeğin hazırlanmasıydı. Cemaat, kessin, etinden bir nohutlu haşlama yapsın diye bir koyun hazırlanmıştı. Ashaptan birisi diğerlerine; "Koyunun başını kesmek bana ait" diyor, bir diğeri; "Derisini yüzmek bana aittir" üçüncü birisi; "pişirmek bana ait" diyor v.s... Resul-i Ekrem de; övünürüz. Siz kendi yerinizde oturunuz. Biz kendimiz bütün işleri yaparız." Rasulullah; "Evet, biliyorum. Ben siz yapmazsınız demedim, fakatmesele başkadır." buyuruyor. Sonra şöyle cümle söylüyor: "Kuşkusuz Allah, kulunun kendisini arkadaşları arasında ayırmasını, üstün tutmasını ve imtiyazlı görmesini sevmez." (9) Ben eğer burada oturursam ve sadece siz gidip iş yaparsanız, o zaman size karşı kendimi üstün tutmuşum demektir. Allah kulunu böyle bir duruma sokmasını sevmez.(10) Bakınız ne kadar derin anlamlı bir söz! Bu mesele, bugünkü deyimle diğer insanlara itimat mukabilinde "nefse itimat", doğru bir sözdür. Elbette Allah'a itimat mukabilinde değil. Nefse itimat çok doğru bir sözdür. Yani başka insana tevekkül etmemek, yaslanıp dayanmamak, kendi işini mümkün olduğu kadar kendin yapmak ve hiçbir kimseden dilekte bulunmamak. Bakınız, şu eğitim ve terbiyeler ne kadar yücedir!: "Ben en kerim ahlakı tamamlamak için gönderildim." Bunun manası nedir? Yine Rasulullah'ın ashabı nakletmişlerdir. (11)"Seferlerden birisinde bir yere konakladık. Herkes abdest tazelemek ve namaz kılmak için dağıldı. Bu esnada Resul-i Ekrem'in bineğinden sonra aniden geri döndü. Ashab kendi kendine Peygamberin niçin döndüğünü düşünüyordu. Acaba; "Hareket ediniz, gidelim" emrini mi verir, diye. Fakat bakıyorlar peygamber hiçbir şey söylemiyor. Ta ki bineğine geliyor, sonra bineğin üzerindeki torbadan devenin diz bağı çıkarıyor, devenin dizini bağlıyor ve yine tekrar aynı tarafa yola koyuluyor. Ashab şaşkınlıkla şöyle dediler: "Peygamber bu iş için mi geldi?! Bu çok küçük bir işti. Eğer oradan çağırsaydı: "Ey falan kişi! Git, devemin dizini bağla." deseydi, herkes canla başla koşardı." Resul-i Ekrem'e şöyle dediler: "Ey Rasulullah! İstediğiniz zaman bize emir buyurun, bize hangi işi emretseniz, biz övünçle, tam olarak bu işi yaparız" Sözün ne zamanda, nerede ve ne kadar yüce olduğunu görünüz! Şöyle buyuruyor: "sizden hiç biriniz bir misvak çöpü dahi olsa başkasından yardım istemesin!" Kendin yapabildiğin işi kendin yap. Yapamayacağın bir iş bile olsa başkalarından yardım alma, demiyor. Hayır, artık orası yardım isteme yeridir. Eğer bir kimse Resul-i Ekrem'in sözlerini muteber kitapların metinlerinden bir araya toplama ve de Rasulullah'ın siretini güvenilir ve muteber belgelerden tahlili (çözümsel) siret yöntemiyle bir araya getirme başarısını elde ederse o zaman bütün dünyada bu büyük insan gibi bir şahsiyetin ortaya çıkmadığı belli olur. Peygamberin bütün varlığı i'cazdır. Sadece O'nun Kur'an'ı icaz değildir, bütün varlığı icazdır. Açıklamalarımı birkaç kelime dua ile bitiriyorum: Büyük, en büyük, en aziz, en yüce, en celil, en üstün ve en kerim isminle ey Allah(ım)! "Ey Rabbim! Kalblerimizi iman nuruyla nurlandır. Marifet ve muhabbet nurlarını bizim hepimizin kalblerine yerleştir. Peygamberin Ehl-i Beytinin muhabbet ve marifet nurlarını gönüllerimize yerleştir. Bizi Peygamberinin ve temiz imamların siretiyle aşina kıl. Bizi İslam'ın, Kur'an'ın ve şu mukaddes mevcudatın kadrü kıymetini bilenlerden eyle. Ölülerimizi rahmet ve inayet ettiğin kimseler arasına kat. Efendimiz dostumuz Sahibu'z-Zaman'ın gelmesini çabuklaştır. EK: 1'İN DİPNOTLARI 1- Nehcu'l-Belağa, Hutbe: 234, Kasıa 2- Mekke dağlarla çevrilidir. 3- Tuhafu'1-Ukul, s. 368. İmam Sadık'tan. 4- Tarih-i Ya'kubi, c.2,s. 110-az bir farklılıkla. 5- Uslu-iKafi,c.l,s.403 6- el-Camius-Sağir,s.95 7- Usul-i Kafi, c.2,s. 234 8- Nehcu'l-Belağa, 53. Mektup. 9- Hediyetu'l-Ahbab.s. 277 10- Bu hikaye Şia kitaplarındadır. Merhum Hacı Şeyh Abbas Kumi (rıdvanullahi aleyh) bu hadisi bir kaç kitabında nakletmiştir. 11- Bunu da Merhum Hac Şeyh Abbas Kummi (Allah O'ndan razı olusun) nakletmiştir. Tabii başkaları da nakletmiştir. EK: II Hz. PEYGAMBER (S)'DEN 100 HADİS Hz. RASUL'ÜN KISA SÖZLERİNDEN 1- Âdemoğlu ne kadar yaşlanırsa, onda iki sıfat o kadar gençleşir. Hırs ve arzu. 2Ümmetimden iki grup vardır ki onlar iyi olurlarsa ümmetim de iyi olur, yok eğer fasid olurlarsa, ümmetim de fasid olur. Onlar: Âlimler ve yöneticilerdir. 3- Sizin hepiniz çobansınız ve hepiniz kendi sürünüzden mesulsünüz. 4Hepiniz mala (paraya) razı edilebilir, ama ya güzel ahlaka da razı edilebilir mi?! 5Yoksulluk beladır, ama ondan daha kötüsü vücudun hastalığıdır; vücudun hastalığından daha çetini ise kalbin hastalığıdır. 6- Mü'min her zaman hikmet peşindedir. 7- Bilgi yaymanın önüne geçilemez. 8İnsanın kalbi, çölde bir ağacın dalına asılı bulunan ve rüzgarların esmesinden dolayı sürekli devinim içerisinde olan, değişen ve alt üst olan kuş tüyü gibidir. 9kimsedir. Müslüman, Müslümanların, kendisinin elinden ve dilinden salim olduğu 10- İyi işe önderlik edenin kendisi, o işin kurucusudur. 11- Her yanık ve ızdıraplı kalbe mükâfatlı bir son vardır. 12- Cennet annelerin ayakları altındadır. 13- Kadınlara karşı davranışlarınızda Allah'tan korkunuz. Onlar için yapmanız gereken onlardan iyiliği esirgememenizdir. 14- Herkesin Rabbi birdir, herkesin babası birdir. Hepiniz Adem'in çocuğusunuz. Adem ise topraktandır. Allah katında sizin en değerliniz, en muttakinizdir. 15- İnattan kaçınınız, zira onun sebebi bilgisizlik (cahillik), neticesi ise pişmanlıktır. 16- İnsanların en kötüsü günahı affetmeyen ve hataya göz yummayan kimsedir. Ve yine ondan daha kötü olan, insanların eziyetinden güvenliğe ve iyiliğine ümitvar olmadıkları kimsedir. 17- Öfkelenme. Eğer öfkelenirsen, yaratıcının gücü konusunda bir parça düşün. 18- Seni övdükleri zaman de ki ey Allah’ım! Beni zannettikleri şeyden daha iyi yap, benden bilmedikleri şeyi bana bahset ve beni onların dedikleri şeyin sorumlusu kılma. 19- Dalkavukların (yağcıların-yaltakların-meddahların) yüzüne toprak saçınız. 20- Eğer Allah bir kulun hayrını ve iyiliğini isterse o kulun nefsini onun vaizi ve rehberi kılar. 21- Mü'minin üzerinden, kendisinde hata ve günah zannı meydana getirmeyen gece ve gündüz geçmez. 22- Senin en çetin düşmanın iki böğrünün ortasında bulunan şu nefs-i emmaredir. 23- İnsanların en cesuru ve kahramanı, nefsin hevasına galip gelendir. 24- Nefsinin hevasıyla, kendi vücuduna malik oluncaya kadar, savaş. 25- Ne mutlu o kimsenin haline ki kendi ayıplarına bakıp dikkat işitmesi, onu başkalarının ayıplarına yönelmekten alıkoymaktadır. 26- Doğruluk kalbe huzur ve sükûn verir. Yalandan ise şüphe ve perişanlık doğar. 27- Mü'min kolay dost tutar ve başkalarının dostu olur. 28- Mü'minler bir binanın yapı taşları gibidirler, birbirlerini gözetip kollarlar. 29- Dostlukta birbirlerini sevmede mü'minlerin durum, bir vücudun örneği gibidir ki, o vücudun bir uzvu hastalandığında geriye kalan uzuvlar da ateş, ısı ve uykusuzluğa duçar olur. 30- İnsanlar bir tarağın dişleri gibi eşittirler. 31- İlim öğrenme her Müslüman’a farzdır. 32- Fakirlik cahillikten daha çetin, servet akıllı olmaktan daha üstün ve ibadet tefekkür (düşünme) den daha yüce değildir. 33- Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz. 34- Çin de bile olsa ilim arayınız. 35- Mü'minin asaleti, geceleyin dinçliği ve canlılığı, izzeti ise başkalarına muhtaç halde olmamasıdır. 36- Âlimler öğrenmeye susayanlardır. 37- Meftun ve âşık olmak, sağır ve kör yapar. 38- Allah'ın eli cemaatledir. (Toplulukladır.) 39- Takva, ruh ve bedeni rahat ve huzurlu yapar. 40- Bir kimse 40 gün Allah için yaşarsa hikmet çeşmesi kalbinden diline akacaktır. 41- Kendi ailesiyle uyumlu olmak, Allah katında, cami köşesi kapmaktan daha iyidir ve övülmüştür. 42- Sizin en iyi dostunuz, kusurlarınızı size gösterendir. 43- Bilgiyi yazı ipiyle bağlayınız (yani, yazınız -çev-) 44- Kalb dürüst olmazsa iman dürüst olmayacak; dil dürüst olmazsa, kalb dürüst olmayacak. 45- Bir kimsenin aklını denememişseniz, onu İslam’a getirmeye çalışmayınız. 46- Sadece akılla iyiliklere ulaşılabilir. Aklı olmayan dinden boştur. 47- Bilgisiz (cahil) lerin zararı, mücrimlerin dine yaptıkları zarardan daha çoktur. 48- Ümmetimden her akıl sahibine dört şey zaruridir: İlme kulak vermek, ilmi zihne yerleştirmek, yaymak ve onunla amel etmek. 49- Mü'min bir delikten iki kere ısırılmaz. 50- Ben ümmetim için düşünmemek) ten korkuyorum. fakirlikten değil, tedbirsizlik (dikkatsizlik- 51- Allah güzeldir ve güzelliği sever. 52- Allah meslek (sanat) sahibi mü'mini sever. 53- Dalkavukluk (yağcılık, meddahlık-yaltaklık) mü'minin huyu değildir. 54- Güçlülük kol bilek zoruyla değildir; Güçlü insan, kendi öfkesini yenen kimsedir. 55- İnsanların en iyisi, başkalarına en faydalı olanıdır. 56- Evinizin en iyisi, bir yetimin içerisinde izzetle yaşadığı evdir. 57- İyi adamın elindeki helal servet ne iyidir! 58- Amel ölümle kesilir, ancak üç şeyle devam eder: devam eden hayrat, her zaman fayda temin eden ilim ve anne-baba için hayır duada bulunan salih çocuk. 59- Allah'a ibadet edenler üç grupturlar: Bir grup korkudan ibadet eder ki, bu kölelerin ibadetidir. Diğer grup mükâfat ve karşılık tamahıyla ibadet eder ki, bu işçilerin ibadetidir. Üçüncü grup ise aşk ve muhabbet sebebiyle ibadet ederler ki, bu da özgürlerin ibadetidir. 60- Üç şey imanın nişanesidir: Yoksul olduğun halde başkasına yardım etmek. Başkasının yararı için kendi hakkından vazgeçmek ve öğrenciye ilim öğretmek. 61- Dosta kendi dostluğunu göster; böylece muhabbet ipi daha da muhkem olsun. 62- Dinin afeti üçtür: Kötü fakih, zalim imam (önder-lider), cahil müctehid. 63- İnsanları dostlarından tanıyınız. Çünkü insan kendi huyundan olan inşam dost tutar. 64- Gizli günah sahibine ziyan getirir; Açık günah ise topluma. 65- Dünya işinin iyi gitmesine gayret ediniz, fakat ahiret işine sanki yarın gidecekmişsiniz (ölecekmişsiniz) gibi çalışın. 66- Rızkı yerin derinliğinde arayınız. 67- Genellikle kendini öven insan kendi değerinden eksiltir, alçak gönüllük ise kendi değerine ilave yapar. 68- Ey Allah’ım! En geniş rızkını ihtiyarlığımda ve hayatınım sonunda bana ikram et. 69- Çocuğa isim koymak, ona yazmayı öğretmek ve akil baliğ olduğunda ona eş seçmek, çocuğun baba üzerindeki haklarındandır. 70- Güç sahibi gücü kendi yararına kullanır. 71- Amel terazisine konan en ağır şey, iyi huydur. 72- Üç iş, akıllının teveccühüne yaraşır: Hayatı iyileştirme, ahiret azığı ve helal yiyecek-içecek. 73- Ne mutlu o kimseye ki malının çoğunu başkalarına bağışlıyor ve sözün çoğunu kendisi için saklıyor. 74- Ölüm bizi, her nasihatçiden müstağni kılar. 75- Bunca hükümet ve riyaset hırsı ve sonuçta bunca zahmet, eziyet, ıstırab ve pişmanlık! 76- Fasit âlim, insanlardın en kötüsüdür. 77- Kötü insanların hüküm sürdüğü ve akılsızların değerli görüldüğü, onlara saygı gösterildiği her yer, bir bela beklemelidir. 78- Kendi yükünü başkalarının omzuna atan kimseye lanet olsun. 79- Şahsın güzelliği, sözündedir. 80- İbadet yedi çeşittir. Bunlardan daha yücesi de helal rızık istemektir. 81- Allah'ın insanlardan hoşnut olduğunun alameti fiyatların ucuzluğu ve hükümetlerinin adaletidir. 82- Her kavim sahip olduğu hükümete layıktır. 83- Küfretmekten, insanların kininden başka bir fayda sağlayamazsınız. 84- Putperestlikten sonra bana yasaklanılan şey insanlara sataşmamaktır. 85- Ölçülüp biçmeden yapılan işin genellikle zarar ihtimali vardır. 86- İnsanlarla anlaşma nimetinden mahrum olan, sırasıyla bütün iyiliklerden mahrum olacaktır. 87- Bir misvak çöpü dahi olsa başkalarından bir şey istemeyiniz. 88- Allah, bir kulunu, dostları arasında özel bir imtiyaza sahib olarak görmeyi sevmez. 89- Mü'min güler yüzlü ve şakacıdır; münafık, asık suratlı ve öfkeli değildir. 90- Eğer falın kötü bile çıkmışsa işine devam et, eğer kötü zannın varsa unut, eğer hasetçi olduysan kaçın. 91- Birbirinizin elinden dostlukla sıkınız ki kini kalbden atsın. 92- Her kim sabahlar ve Müslümanların işini düzeltme fikrinde olmazsa Müslüman değildir. 93- Güler yüzlülük kini kalbten atar. 94- Sakın insanlardan korkmak, sizi hakikati söylemekten alıkoymasın. 95- İnsanların en akıllısı başkalarıyla daha iyi uyum sağlayandır. 96- Bir seviyede yaşayın, böylece kalbleriniz aynı düzlemde karar kılsın. Bir birinizle irtibat halinde olunuz, böylece birbirinize karşı şefkatli ve merhametli olursunuz. 97- Ölüm zamanı insanlar, servetten geriye ne kaldı? diye sorarlar, melekler ise iyi amelden ne takdim ettin? Diye sorarlar. 98- Allah katında helallerine en sevilmeyeni, talaktır. 99- En iyi hayır işi, insanların arasını düzeltmektir. 100Allah’ım, beni bilgiyle güçlendir, sabırla süsle, takva ile değerli ve aziz kıl, sıhhatle güzelleştir.